16

Page 1

biz bu çarkı türkçe, . . kürtce, . farsça, . arapça . seviyoruz! . reddediyoruz ve kızıl rengi cok

Peki şimdi n’olacak?

RED . . DINLE TAYYIP! Sayı 16, Ocak 2008-1,

2.5 YTL, -KKTC 3 YTL-

Madem ki ‘s. eref’ten söz ediyorsun, o zaman anlatacaklarımız var!

Şu para babaları nasıl zengin oldu, bilen var mı?

‘Sarı’lar bir yandan, devlet bir yandan... Tam 12 yıl...

Ekonomiyi papalina gibi hoplatırız alimallah!..


mantar tarlası

“Bugün Türkiye türban meselesine kilitlenmiş durumda. Üniversitede türban yasağı uygulaması ile binlerce kızın eğitim hakkı elinden alınıyor. Açsın demekle çözülecek bir sorun olarak bakamayız, çünkü o zaman başkalarının da size kapatsın deme hakkı doğar.” Sabah gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ergun Babahan, gazete AKP’li Çalık Grubu’na geçer geçmez sahibinin sesi alıştırmalarına başladı. Bunların manevra kabiliyeti karşısında şapka çıkarılmaz da ne yapılır?.. *** “Ben gene 30’lu yaşlarda olsaydım?.. Bağrıma taş basardım.. Hem ağlardım, ama hem de giderdim.. Düşüncem bu.. Giderdim.. Türkiye’nin nereye gittiğini görüyorum, hissediyorum.. Elimden bir şey gelmiyor..” Hıncal Uluç... Muhtemelen Turgay Ciner’in yeni çıkaracağı gazete projesiyle pazarlıkları bitirdi, AKP’ye geçen Sabah’ta ‘cumhuriyetçi’ yazılar yazmaya başladı. Hıncal, git sen. Hatta biletini biz alalım... Malum, kendi paranla uçak bileti almaya pek alışık değilsindir... Yeter ki git... *** “Fethullah Gülen’in STV’si, Kanal 7 gibi kanallar ortaya çıktı ve her biri kendi şöhretlerini yarattı. İbrahim Sadri, İhsan Kalkavan, Ahmet Hakan, hatta RTÜK Başkanı Zahid Akman, Uğur Aslan o yılların, o medyanın ve o duyarlılığın yarattığı popüler yüzlerdi. Ahmet Hakan, Uğur Aslan gibi isimler büyük medyaya transfer oldu, şanslarını denedi. Acaba, diyorum, bu yeni dönemde Seda Sayan, İbrahim Tatlıses gibi isimlerden sıkılan izleyici için muhafazakar starlar yeni bir eğlence kaynağı olabilir mi? Hem bu sefer muhafazakar medya hiç olmadığı kadar geniş etkileşim ağına da sahip.” Oray Eğin... Olur cicim, seni de alırlar aralarına, artık ‘Güzel Kuran Okuma Yarışması’nı Üsküdar’da camide değil, sizin stüdyoda yaparlar, arada puan kaldırır, sevaba girersiniz. Ulan ne acayip bir memleket burası be!.. *** “Medya sayfalarında, ‘kurban kesilirken çocukları uzak tutun, göstermeyin’ türünden ‘uzman’ açıklamaları boy gösterdi bu yıl. Boy boy uzmanlar çıkıp ‘aman efendim, çocukları kurban kesiminden uzak tutun’ uyarısı yapmışlar. Niye? Görürlerse travma yaşarlarmış. Ne alâkası var yani.. Biz çocukların en sevdiği şeydi eskiden, bahçe bahçe dolaşıp kurbanların kesilişini seyretmek. Hiçbirimiz de travma yaşamadık, psikopat da olmadık.” Akşam’ın türbanlı yazarı Elif Çakır... Elif Hanım, psikopat olmadığınızdan emin misiniz? Yani, nasıl söylesek, belki çocukken de... Yani, bahçe bahçe dolaşıp boğazlanan hayvanları seyretmek çocukların en sevdiği şey olabilir mi? Elif Hanım, ciddi bir rahatsızlığınız olabilir... Lütfen, birilerini boğazlamadan evvel bir doktora görünün... *** ERMAN TOROĞLU, SALLAMA SANATLARI ENSTİTÜSÜNDE SALLARKEN: “Ne demek demokrat ya! Askerlik ölme-öldürme sanatıdır. Bizim askeri kukla yaptınız. Asker askerlikten çıktı. Şu iş iyi oldu. Şimdi asker de askerliğini bilecek, politikacı politikacılığını bilecek... Ben askere güveniyorum bir tek. İnşallah bu defa asker askerliğini yapar. Askerin bağlamışsın elini kolunu abi. Böyle askerlik olur mu abi ya! Asker askerliğini yapmayacak, polis polisliğini yapmayacak. AB onu isteyecek... AB bir de krem istesin de, kremle gelsin. Bir de krem verelim AB’ye de, fazla acıtmasınlar... Oraya geldik, kreme geldik. Bir de onu verelim, rahatlayalım. Bırakın böyle işleri, bırakın böyle oynamayı... Bir şeyler söyleyin! Bağlanmışsın... Komando birliği de olmaz, özel harekat timi yapacaksın... Hala ‘yatırım yapalım’ diyorlar... Yıllarca ne yaptık? Ne kısa vadede bir bok var, ne uzun vadede...” AYNI ERMAN TOROĞLU LİG TV KAMERAMANLARI POLİSTEN AĞIR DAYAK YEDİKTEN SONRA: “Bunları benim oğluma yapacaklar ki neler yaparım biliyor musun? Ama ne zaman yaparım biliyor musun? Hukuk gereğini yapmazsa. ‘Bu arabayı kıstıralım’ diyorlarmış. Neyi kıstırıyorsun ya? Tavuk mu kıstırıyorsun? Eşkıyalık bu!.. Adalet böyle dağıtılırsa nasıl bir adalet bu?” Erman Hoca, cop yakınlarına gelene kadar atıp tutması iyiydi de, bak polis polisliğini senin civarında yapınca nasıl celallendin!.. *** “Yeni yıla birkaç gün kaldı, 2007’nin bu son yazısını biraz fantastik uçuşmalarla kaleme almak istiyorum, gökkuşağımdan bir tutam ara renk hediyemin kabuluyle ey dost okur...” Güler Kömürcü... Güler Hanım, siz her daim fantastik fantastik uçuşuyorsunuz zaten. Salonda, mutfakta, çatı arasında, gökkuşağından gökkuşağına konarak, bizi renkten renge gark ediyorsunuz, ey salomanje yazar!..

2

Daha evvel MHP konserlerine de çıkan popçu Zeynep, meğer Eurovision’da mayın patlatmaya çalışıyormuş! Nedense, ‘demokratlık’ adına hayırlı bir iş yapıldı ve Türkiye’yi Eurovision’da temsil etmek üzere anlamlı bir grup, Mor ve Ötesi belirlendi. Daha önce RED’de yazıları yayımlanan davulcu Kerem Kabadayı ve arkadaşlarına başarı dileklerimizi yolluyoruz. Elinde mayın patlayan popçu Zeynep Hanım’a da acil şifalar diliyoruz ve bir daha öyle mayınlarla oynayıp şoven şoven hareketlerle puan toplamamasını tavsiye ediyoruz...

garip ama gercek . Geçen ay, erkeklerin karılarına tecavüzünü mazur gördüğünü açıklayan Hülya Avşar, bu ay feminist olduğunu ilan etti. Aynı zamanda köşe yazarı olarak kaleme aldığı feminist metni, bir ibret vesikası olarak aynen yayımlıyoruz... Sabır dileriz... “Şu feminizm hakkında yapılan yorumlar başörtüsü yorumlarına döndü. Bilen, bilmeyen yorum yapmakla kalmıyor, üstüne üstlük feministim diyen herkese ön yargıyla bakıyorlar. Tıpkı başörtüsüne baktıkları gibi... Feminen değil de feministsen seni öcü gibi görüyorlar. Hatta yuva kurma oranı yüzde 30’lara düşüyor. Erkekler karşılarında feminist bir kadın görünce sanki erkeklerle sevişeceklermiş gibi geliyor. Çünkü feminizm, feminizmi bilmeyenler tarafından öylesine yanlış lanse edildi ki... Onlar da haklı, dilim varmıyor ama feminizmi lezbiyenlikle eş tuttular! Lezbiyenlik de bir seçimdir ama feminizm değildir! Bana gelince yıllarca feminizmi savunan çok insanla tartıştım. Rahmetli Duygu Asena az çekmedi benden. Çünkü ben yaşama şeklim, kazancım ve hayata bakışımla tam bir feministtim ama düşüncelerim değildi. Oysa zaman içinde anlamış bulunuyorum ki, çağımız gerektiriyor ki, feminizm aslında paylaşım olduğu için artık feministim. Sabit fikirli olmak kimseye hiçbir şey kazandırmaz. Çünkü beni değiştiren en önemli şey şuydu: FEMİNİZM = PAYLAŞIM = ARKADAŞLIK = BAĞLILIK = DOSTLUK olduğunun farkına vardım. Ve hayatı paylaşmanın birbirimizi anlamakta zorlanmamayı, monotonluktan uzaklaşmayı, hatta sevişme süresini uzatmayı başarmanın yolu olduğuna eminim. Yaşamda kargaşalar olduğu muhakkak, insanların bu yüzden birbirlerinden uzaklaştığı, mutluluğu başka yerlerde araması mümkün olabilir ama dokunmak, paylaşmak, arada bir de çarpışmak hoş olur. Bir vücut olmanın en güzel yanı ise dokunmaktır. Sevgilerimle. HÜLYA AVŞAR”


ÜMiT DERTLi

Biz kardeşlik istiyoruz. Ama ABD konsolosluğuna siyah çelenk koyduktan sonra, “Amerika ihbarcılık etmiştir, Kürtler ihbarcıları sevmez…” demiyoruz yarım ağızla, “Şeytanın ta kendisi Amerikadır,” diyoruz, “Kürt halkı, bölgedeki diğer halklarla birlikte ABD’ye savaş açmadan, özgürlük hepimize birden haramdır,” diyoruz…

Yankilerle savaş, halklarla barış!

B

u memlekette yaşamak hakikaten çok zor. Hele de onuru ve insanlığı elden bırakmayacaksanız; Atila İlhan’ın dediği gibi ‘kurtlar sofrasında, ayıpsız, ellerinizi kirletmeden’ bir yaşamak düşünüyorsanız; hele de bu kurtlar sofrasının çarkına çomak sokmaya niyetliyseniz; hele de bir sosyalist olarak, doğru sözü söylemek, doğru yerde durmak ve doğru şeyi yapmak derdindeyseniz; terk etmeyip düzeltmeyi kafanıza koymuşsanız dünyanın en zor işi sizi bekliyor demektir. Moral bozmak, yılgınlığa düşmek, vazgeçmek, hatta yoldan çıkmak için o kadar çok sebep var ki, iddialarınızda ısrar ediyor olmanız bile başlı başına takdire şayan bir tutum. Sırtınızda bir yumurta küfesiyle sırat köprüsü gibi bıçak sırtı bir çizgide ilerlemeye çalışıyorsunuz. Sağdan soldan gelen iteklemelerle çizginin bir yanına düşmek, dahası yumurtaları telef etmek işten değil. İşte bu noktada sizi dengede tutacak olan tarihsel haklılığınız, bilinciniz ve emeğin galip geleceğine olan inancınız... Haklılığımız, bilincimiz ve inancımız... Haklılık, doğruluk ve inanç da kimi zaman aklımıza mukayyet olmaya, bıçak sırtında dengede durmaya güç bela yetiyor. “Allahı olana sendika ne lazım?!” diyor mesela birileri, Yörsan’ın ‘Müslüman’ patronu, sendikalaşma faaliyetini ‘provokasyon’ diye karalamaya çalışıyor. “Senin Allahını kitabını…” diye başlamak geliyor içimizden bir an, yumruğumuzu sıkıyoruz ama tutuyoruz kendimizi, alçaklığın Müslümanlıkla ilgili olmadığını biliyoruz ve işçilerin örgütlü direnişine havale ediyoruz ‘ilahi adalet’i. Bir kadın, Kevser Mızrak, başkentin orta yerinde güpegündüz polis tarafından katlediliyor yasalar dahilinde ve aynı yasalar Şemdinli’de bomba attıktan sonra suçüstü yakalanan asker ve itirafçıları serbest bırakıyor aynı günlerde. 19 Aralık cezaevi katliamlarının baş sorumlusu, zamanın cezaevleri genel müdürü Ertosun Efendi ‘teröriste af olmaz’ diye ahkam kesiyor... Gazeteler yalan yazıyor, kin kusuyor, televizyonlar düşmanlık pompalıyor kahraman edebiyatıyla, ruhlarını piyasaya sunmuş ‘aydınlar’ demokrasinin erdemlerinden bahsedip Avrupa Birliği’ne yalakalık yaparken, insanlıkla alakasını kesmiş ‘strateji uzmanları’ insan kanı üzerinden stratejik hesaplar yapıyor… Bütün bunların ortasında cinnet geçirmeden, kontrolümüzü kaybetmeden, sağa sola saldırmadan akıl ve sağduyuyla ilerlemeye çalışıyoruz.

‘Kahraman ordumuz’, ABD’den alınan istihbarat ve İsrail’den kiralanan casus uçaklar eşliğinde bombardıman üzerine bombardıman gerçekleştiriyor. “Sivil hedefler de vuruluyor,” demenin vatan hainliği olduğu ilan ediliyor… Onurlu, adil, kardeşçe bir çözümden söz etmek bile ‘Kürtçülük’ olarak değerlendiriliyor. Egemenler kan istiyor... Ve biz kardeşlik istiyoruz... Fakat Amerikan Konsolosluğuna siyah çelenk koyduktan sonra “Amerika ihbarcılık etmiştir, Kürtler ihbarcıları sevmez…” demiyoruz yarım ağızla, “Şeytanın ta kendisi Amerikadır,” diyoruz, “Kürt halkı Amerika’ya karşı savaş açmadan, bölgedeki diğer halklarla birlikte ABD’ye karşı savaşmadan, özgürlük hepimize birden haramdır,” diyoruz… ‘Bir musibet bin nasihatten iyidir’ demiyoruz, keşke bu musibet olmasaydı emperyalizme

karşı çıkmak için, diyoruz. Ne demek mi istiyoruz? Açıkça söyleyelim o zaman: Irak işgali öncesinde, işgal sürecinde, yani son ABD-İsrail-Türkiye ittifakıyla gerçekleşen bombardımana kadar ABD’ye karşı tek bir eyleme katılmayan, emperyalist Avrupa Birliği’nden medet uman hakim Kürt liderliği, bugün ABD ve müttefiklerinin yeni manevrası karşısında ‘Emperyalizme ve şovenizme karşı işçilerin birliği, halkların kardeşliği’ çağrıları yapıyor. Oysa emperyalizm, sadece Kürtlere saldırdığında değil, Irak’ta 1 milyon insan katledilirken de bölgenin üzerindeki lanetti. Yankiler ve Siyonistler Ortadoğu’dan defedilmedikçe de, bölgedeki tüm halklar, daha doğrusu bölge halklarının yoksulları, ezilenleri, emekçileri acı çekecek, katledilecek. Bizi birbirimize düşüren emperyalistler aslan payını kapıp götürürken, Türk, Kürt,

Arap, Acem işbirlikçileri sofradan düşen kırıntıları toplayacak, geniş yığınlara sefalet ve acı kalacak. Emperyalizm ortadoğudan defedilmedikçe bölgedeki hiçbir halk özgür olamayacak, hiç bir ulus bu cendereden kurtulamayacak. Şimdi, sebebi ne olursa olsun Kürt liderliğinin tekrardan ‘emperyalizm karşıtlığı’, ‘işçilerin birliği’ gibi kavramlara sarılmasını memnuniyetle karşılıyoruz, bunun daim olmasını umut ediyoruz. Ancak bu şekilde, yani Türk’ün, Kürt’ün, Arap’ın, Acem’in işçi kardeşliği temelinde birlikte mücadelesiyle emperyalizmin bölgeden defedilebileceğine, eşit ve özgür bir birliğin kurulabileceğine inanıyoruz. Doğru söylediğimizi biliyoruz, doğru tutumlar aldığımızı, tüm bu hengamenin ortasında durulabilecek en doğru yerde durduğumuzu biliyoruz. Fakat ne yazık ki bu doğrularımızı hayata geçirecek, onları işçi-emekçi kitlelerin doğruları haline getirecek, ve böylece o işçilerin kaderlerini ellerine almalarını sağlayacak kuvvetten hâlâ çok uzağız. Çok sınırlı olanaklarla haklılığımızı tarihsel bir kuvvete dönüştürmek için çabalıyoruz. Adeta çay kaşığıyla tünel kazıyoruz, çok yavaş ilerleyen meşakkatli bir iş yapıyoruz .Ve onca heves kırıcı, moral bozucu zorluğa rağmen bizi diri tutan yaptığımız işe dört elle sarılmamızı sağlayan şey tarihsel haklılığımız. Biliyoruz ki tünelin ucu duvarın dışına açılacak. Sebatımızın sebebi budur. Evet, haklıyız, sermaye düzeninin insanlığı sürüklemekte olduğu topyekün yokoluşun karşısında çocuklarımıza eşit ve özgür bir dünya bırakmak için çalışıyoruz. Irak’ta, Filistin’de, Mezapotamya’da emperyalizme karşı direnenler, Latin Amerika’da yeniden derlenip tarihe yön vermeye çalışan işçiler, emekçiler, ezilen halklar, Yörsan’da, Dimes’te, Telekom’da, Novamed’de ‘biz de varız’ diyen işçiler inancımızı diri tutmaya, umudumuzu beslemeye devam ediyor. RED’in ilk sayısının sunuş yazısında, sizlere bir portakal sandığının üzerinden seslendiğimizi söylemiştik, ama inançla, ama kararlılıkla, ve günün birinde milyonlar hatta milyarlar olarak insanlığın kaderini elimize alabilme umuduyla… Aynı inanç ve umutla yol alıyoruz. Hem diyelim ki bu inancımız da umudumuz da boş, ne değişir ki? İnsanlığın onurunu temsil ediyor olmanın huzuru, direnmenin gönül rahatlığı, tarihin mahkemesi karşısında kirlenmemiş tertemiz bir yüz, ak bir alın… Değmez mi?

3


annesine reklamcı oldugunu söylemeyin...

fenerli magazin piyanistinden ‘gitme’ kolpası F

azıl Say’ın ‘sol liberal’ Alman gazetesine verdiği demeci okuduktan sonra, epey bir süreyi sakinleşmeye çalışmakla geçirdim; bu arada bu demeç üstüne çok yazı yazıldı; yazılanlara baktım, içinde yaşadığımız kargaşaya baktım, bu metin çıktı… 1. ‘Sol liberal’ kimdir? Bir ayağını sağlam şekilde kapitalizme basarken, öbür ayağını sigorta poliçesi olarak ‘sol’a doğru uzatan şahıs değil mi? Peki, memleketteki ortaoyununda bunun karşısında gözüken diğer tür ‘solcu’ neyin nesidir? Adet olduğu üzere bu ikinci türe Kemalist- sosyaldemokrat-devletçi vs. deniyor. Yukarıdaki tanım bunlar için de geçerli değil mi? ‘Esas’a ilişkin bir farktan söz edilebilir mi? İsterseniz ‘liberal’den ‘faşist’e uzanan yelpazede ehven-i şer oyunu oynayabilirsiniz; elitist veya popülist olma tercihlerini gözden geçirerek ‘fark’ bulabilirsiniz; alan bu kadar ‘çapaklı’ olduğu sürece, politik fark icat etme işi iki burjuva hizbi arasındaki ortaoyunudur. Fazıl Say, liberal olmayan takımın formasıyla şutunu çekmiş görünüyor… 2. Bir ‘sol liberal’ veya ‘sol liberal-olmayan’ın lügatinde yer aldığı kadarıyla, emperyalizm, kapitalizm, artı değer, sınıf kavramları ucubeye dönüşür; zaten bir ucubelikler manzumesi içindeyizdir; hayatın değişik alanları söz konusu olduğunda tuhaf ‘transferler’ görürüz… Bir konunun elitisti bir başka konuda gayet popülist kesilir, ya da tersi… Kavramsal ya da etik namus pek muteber değildir. Sıkı jonglördürler her iki takımın oyuncuları da… 3. Bir ‘sol liberal’ veya ‘sol liberal-olmayan’, kemiklerin eklem yerlerindeki kıkırdak doku gibidir; yastıktır, yumuşatıcıdır; ‘geçme’, ‘dönme’, ‘bükülme’ işlemlerine uygun kimyadadır; içinde bulunduğu ‘eklem sıvısı’nın güncel gündemi içinde yüzer; oradaki notalara göre ses verir. Bu yüzden, bütün zamanlar için geçerli tanımları yoktur bu tipolojilerin. 4. Bir ‘sol liberal’ veya ‘sol liberal-olmayan’ ister çok yönlü ve sıkı donanımlı bir entelektüel olsun, ister eşitsiz gelişmeyle malûl piyano virtüözü, popüler olan her şeyin içinden poz vermeye meraklıdır. Moda gündemi ile çok ilgili olduğundan, illâ demecini patlatacaktır… Tek kural vardır: Ziyadesiyle moda olmadıkça, sosyalizmin adı ağza alınmayacaktır! 5. Bir de, bu şahısların yanı başında yoksullar vardır; demek ki yoksunlar vardır… Görünmez kılınmışlardır veya ‘kader’ çerçevesinde gösterilmektedirler. Kaderciliğin ve ‘ah-vahçılığın’ bu kadar yüzsüzce egemen olduğu bu dönemde, yoksullar, şekillerini şemailini kendilerine daha benzer buldukları İslamcı burjuva politikacılarına oy yağdırmaktadır; ne yapalım ki, iş burada Latin Amerika’dakinden farklı yürümektedir, şimdilik… Ve: Yoksullara ‘şımarık zengin çocuğu’ndan başka bir şey olarak gözükmeyen ‘sol liberal’ler ve ‘sol liberal-olmayan’lar, bir de solcu sanılarak felâketimiz olmaktadırlar… 6. Zira: “Kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış insanlar zenginliğe saldırmazlar! İnsanlar yeterince haksızlığa uğradığında, yeterince dövüldüğünde çocuklar, insanlığa saldırırlar. Acı, adaletsizlik ve vicdansızlıkla yeterince hırpalandığında kendi kendini imha eden bir organizmadır insanlık.” (Ece Temelkuran) Yani, at izi it izine karıştı mı işler daha da zorlaşır… 7. Bu yüzden: “Yoksulluğun öesi dövmeye başlamadan insanlığı, biz ‘okumuş çocuklar’ onlara yeni cümleler vermeyi dert edinmeliyiz.” (Ece Temelkuran) Bu ‘yeni cümleler’, liberal veya değil bu sahte solcuların ağzından çıkmaz; bu ortaoyunu sadece yoksulların kafasını karıştırır…

4

8. Bay Say demişti ki: “Bizim Türkiye rüyamız öldü. Tüm bakan eşleri türban takıyor. İslamcılar zaten kazandı, biz yüzde 30, onlar yüzde 70. Bizi dışlıyorlar. Çankaya’daki davete bir sürü ıvır zıvır adamları çağırdılar, beni çağırma gereği bile duymadılar. Bu iş böyle devam ederse kızımı da alıp bir başka ülkeye yerleşeceğim.” Piyanistler, çağdaş sanatçılar, çağdaş sayılmayan sanatçılar, akademisyenler, cümle memleket aydınları: Fazıl Say’ın ‘Türkiye rüyası’ nedir? ‘Yüzde 30’luk biz’, ‘yüzde 70’lik onlar’ kimdir? ‘Bir sanatçının azınlıkta kalmaktan duyduğu ıstırap’ neyin nesidir? ‘Köşk’e davet edilmek niye önemlidir? ‘Ivır zıvır adamlar’ kimlerdir?.. 9. Zorlu meselelerle yüklü hayattan itinayla mesele seçimini yapıp gündeme oturan Bay Say; bir gitmek isteyen, bir kalıp mücadele etmeye karar veren, sonra dönüp gene gitmeyi düşündüğünden dem vuran sözlerinin arkasında duran biri olarak, kimdir? Şöyle sözlerini buldum: “Geçenlerde beni en seksi erkekler sıralamasına koyup haber yapmışlar. İlgimi çekti, buzdolabının üstüne astım. Bayağı hoş bir durum tabii. Bir yandan komik, bir yandan gurur okşayıcı.” Sonra: “Şimdi beraberce en iyi otellerde kalıyor, içtiğimiz cafe latte’nin bile keyfine varıyoruz. Hande’den önce hayatımda böyle zevkler, kaliteli yaşam tarzı yoktu.” O bunları söyledikçe magazinciler, ağızları torba değil ki büzesin, ve de günahları boyunlarına, yazıyorlar: “Köşk’teki resepsiyonun davetiyesi eline ulaşsa gidecek, hele ki o ‘ıvır zıvır’lardan ayrı, yüce bir sanatçı ve obez bir ego olarak (O öz tabii, kalan herkes teferruat) daha özel bir yemekte, mesela mantı üzerine nevzine yese, reklam kokan hareketlere teşne ruhu da doyacak, mesele çözülecek mi?” “Yoksa bu hükümet Milano’da yapmaya alıştığı alışverişlere mi karışıyor? Kırmızı kadifeden hem de streç pantolonlar giymesini mi yasaklıyor? Latte yerine espresso içmesi için mi dayatıyor? Kaliteli yaşam tarzını elinden almaya mı çalışıyor?” 10. Yahu bu adam ne diyor? Yıldırım Türker’in 17.12.2007 tarihli Radikal’deki yazısından öğrendiğime göre, Say kendisini, Nâzım Hikmet’in ‘müzikal muadil’i ilan etmişmiş! Bu sıfatla da, ABD’nin Afganistan müdahalesine arka çıkarken, “Nâzım yaşasaydı Amerika’ya hak verirdi” buyurmuş!.. Ayrıca, ‘Hiroşimalı Kız’ şiiri hakkında şık bir yorum yapmış: “Amerika yanlışlıkla 3-5 tane kız çocuğunu öldürdü belki. Ama milyonlarca kız çocuğunu diriltti.” Yahu bu adam ne diyor? Ne diyor yahu?.. 11. Cumhuriyetin ilk ‘harika çocuklar’ı edepli, düzgün, haddini bilir, tonton insanlardır. Çilelerini de ağır başlılıkla taşımışlardır. Solcu ana-babanın ‘proje’si olanlar, öncekileri aratıyor işte… Zaten, bu solcu ana-babanın ‘proje’si olmak hali, derin, geniş ve zorlu bir meseledir ve ciddiyetle ele alınması gerekiyor. Bireysel ‘yırtma’ takıntıları, her kim olursa ve her kimin elinden olursa olsun, ucube üretmeye açıktır… 12. Doğrusu, Yıldırım Türker, yukarıda andığım yazısını çok güzel bitirmiş: “Seçkincilik, kişinin seçkin olduğuna bütün kalbiyle inanıp bütün dünyanın hizmetine koşmasını beklediği anda saplanıverdiği bir tuzaktır. Oradan ufuk görünmez. Armoni zenginliğini ölçüt alıp bir müziği diğerinden üstün tutarsan, ritim zenginliğini ölçüt alan da başka bir müzik türünü seninkinin üstünde tutabilir. Dünyayı, kültür üretimini ast-üst ilişkisiyle tanımlayıp şaşmaz bir hiyerarşinin sularında kulaç atarsan aynaya yansıyan eninde sonunda faşizan bir sırıtış olacaktır. Zor olanla uğraşmak, zor olana gönül vermek, tevazu gerektirir.” 13. Bu kadar…

m

ali osman coskun .

Türkiye’yi terk edebileceğini söyleyen dünyaca ünlü piyanist Fazıl Say’ın Bodrum’da oturan annesi Gürgün Say, oğlunun Türk kimliğini ve ülkesini asla bırakmayacağını söyledi. Oğlunun sözlerinin çok abartıldığını, her yöne çekilerek hem hedef gösterildiğini hem de ölümle tehdit edilmeye başlandığını ekledi. Gürgün Say, “Fazıl Say benim değil Atatürk’ün Türkiye’ye armağan ettiği bir sanatçı. Oğlum, sanatçı kimliğinin yanısıra dünyada ve ülkesindeki sosyolojik gelişmeleri çok yakından takip eder ve gerekirse tepkisini de çekinmeden ortaya koyar. Bu kez de öyle olmuştur. Oğlum, sorulan bir soru üzerine ülkesinde siyasi gelişmeleri değerlendirmiş, AB’ye doğru yönelen Türkiye’nin attığı siyasal adımlarda İslamcılığının ön plana çıktığını, bunun da Türkiye’ye yarar değil zarar getireceğini söylemek istedi,” dedi. Yani Atatürk’ün armağanı falan meseleleri abartı tabii. Ama biz işin başka tarafındayız. AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’ın bu açıklamayla ilgili fikri sorulsa cevabı şu olurdu herhalde: Ananı da al git!..

düsünmüyorum, öyleyse yök’üm... .

YÖK’ün yeni başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, ‘’İki vizyonum var. Bunlardan bir tanesi bütün yasakların üniversitelerden kalkması, ikincisi de üniversitelerin asli görevi olan bilimselliğe daha fazla önem vermeleri’’, dedi. İlk önce ‘türban’ meselesinin değil de, parasız öğrenim hakkı talep eden öğrencilerin kafasının kırılmaması özgürlüğünü istiyoruz. Aslında üniversitelerimiz için gerçekten hayırlı bir iş yapmak istiyorlarsa, YÖK’ün kendisini kaldırsalar ya...


ESRA ARSAN

fethullah medya diyarında...

Sabah-atv ihalesine tek alıcı olarak giren ve 1.1 milyar dolar muhammen bedeli peşin ödeyen Ahmet Çalık’ın başkanı olduğu Çalık grubunun şirketi Turkuvaz, artık Türkiye’nin ikinci büyük medya grubunun sahibi. Milliyet yazarı Serpil Yılmaz’ın 11 Aralık’ta yazdıklarına bakılırsa, “Çalık dikkatle izlenmesi gereken bir kişilik. Fethullah Gülen cemaatine yakın olan Zaman gazetesinin imtiyaz sahibi Ali Akbulut, Çalık ailesinin damadı. Akbulut, Çalık’ın İstanbul’da kurulan ilk tekstil şirketi Orta Doğu Tekstil’in de ortaklarından. Çalık, 1996 yılında kurulan ancak 2002 yılından sonra büyüme performansı sergileyen Asya Bank’ın da yüzde 4.56 hisse ile en büyük ortağı. Bankanın yüzde 3.37 ile en büyük ikinci ortağı olan BJ Tekstil şirketinin sahibi Ali Akbulut. Bankanın yüzde 43.37’si halka açık, yüzde 40’ı da 300’e yakın hissedara ait. Medya artık bloklar ile anılıyor; bu durumda yakın ortağın birinin Zaman-Samanyolu TV-Cihan Haber Ajansı-Aksiyon dergisi gibi bir grubu varken, diğeri de Sabah-atv’nin içinde olduğu Türkiye’nin ikinci büyük medyası oluyor.” Bu gidişle cemaat Google, Facebook ve Myspace’i de satın alır; hiç şaşırmayalım. Fethullah, hayatı ve eserleriyle pek yakında irili ufaklı egemen medyada. Amin!..

aslında kıbrıs’ta rum-mum falan da yok...

Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), Lefkoşa temsilcisi Selim Sayar’ın, Kıbrıs Rum Yönetimi Dışişleri Bakanı Erato Kozaku-Markulli ile yaptığı röportaj nedeniyle NTV’yi uyardı. Üst Kurul’un uyarı gerekçesinin “Radyo, televizyon ve veri yayınları, hukukun üstünlüğüne, Anayasa’nın genel ilkelerine, temel hak ve özgürlüklere, milli güvenliğe ve genel ahlaka uygun olarak kamu hizmeti anlayışı çerçevesinde yapılır” hükmünü ihlal edilmesi olduğu öğrenildi. Markulli 14 Ağustos’taki röportajda “Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın açıklamalarını hiç teşvik edici görmüyoruz. Bu açıklamalar Türkiye’yi birkaç yüz yıl geriye götürür. Türk ordusu AB üyesi bir ülkenin topraklarını işgal ediyor ve AB üyesi bir ülkenin vatandaşlarının insan haklarını elde etmesini engelliyor” demişti. Büyükanıt, Markulli’nin açıklamalarından üç gün sonra, askerlerin konuşmasını eleştirenlere, “Biz konuşmayınca da kimse bu açıklamalara yanıt vermiyor” demişti. Kıbrıs Rum Dışişleri Bakanının açıklamalarını yasaklarsak, kamuyu nasıl çok yönlü bilgilendirip ‘kamu hizmeti yayıncılığı’ yapacağız; onu anlayamadık tabii. Bildiğimiz sansür, olmuş size kamu hizmeti yayıncılığı.

kara kutu mu, kara delik mi? Atlasjet Hava Yolları’na ait yolcu uçağı 30 Kasım 2007 tarihinde Isparta’da yere çakılmış, korkunç kazada 57 kişi hayatını kaybetmişti. Isparta’da düşen ve 57 kişinin hayatını kaybettiği uçağın karakutularında yapılan inceleme, ilginç sonuçlar verdi. Pilotların konuşmasını kaydeden ve kazanın sebebini ortaya çıkaracak olan ‘kokpit ses kayıt cihazı’nın arızalı olduğu tespit edildi. Uçuş bilgileri kayıt cihazı’nın da uçuşla ilgili verilerin sadece bir bölümünü kaydettiği

anlaşıldı. Haberler hız kesti, olay unutuldu, ama 57 kişinin hayatını kaybettiği kazadan geriye sadece ‘pilotaj hatası’ kaldı. Kokpitteki pilotların konuşması ve diğer sesleri kaydeden CVR (Cockpit Voice Recorder) arızalı; ses kaydı yok. Uçağın teknik durumuyla ilgili kayıt yapan diğer cihaz olan FDR ( Flight Data Recorder) de kısmen arızalı; veri yok. Peki ama, bu uçaklara yolcu taşıma izni veren, denetleyen kurum hangisiydi yahu?

‘alo tayyip’ hattı ya da bedava telefon baldan tatlı...

‘büyük(anıt) birader’ bbg evinde...

Gazetelerden bir haber: Başbakan Tayyip Erdoğan alevi olduğu için edebiyat öğretmeni tarafından dövülen öğrencinin ailesini arayarak moral verdi. Öğrenci ile ilgili haberi Lizbon gezisi dönüşü uçakta okuyan Erdoğan, hemen aileye ulaşmak istedi; ancak telefonla ulaşamadı. Erdoğan, bunun üzerine dün yeniden ailenin aranması talimatı verdi. Bu kez aile ile telefon bağlantısı kurulunca, Başbakan hem anne ve babayla hem de öğrenciyle konuştu. Erdoğan, aileye ve öğrenciye sorunları ile ilgilendiği mesajını verip, öğretmenin yaptığının yanlış olduğunu söyledi. Erdoğan, bu tür davranışlara izin vermeyeceklerini de vurguladı. Erdoğan, Alevi öğrenciye nasıl olduğunu da sordu. Öğrenciye destek veren Başbakan Erdoğan, “Siz nasılsınız?” sorusuna da, “Biz iyiyiz, ama başına gelenler bizi üzdü” yanıtını verdi. Başbakanın basın danışmanları gazetelerde olumlu haber çıkartmak için şimdi de bu yolu keşfettiler zaar. Fidye için kaçırılan Süryani rahip Samuel Aktaş’ı arayıp geçmiş olsun demeler... Birinci olduğu yarışmada türbanlı olduğu için kürsüden indirilen kız öğrenciyi “bizzat” arayıp konuşmalar... Coca Cola’nın yeni Türk CEO’sunu cepten bulup “bizzat” tebrik etmeler... Televizyonların sabah programlarında reji odalarına bağlanıp, program katılımcılarıyla konuşmalar da cabası... Gazetelerden birinin internet sayfasında bir işçi de şu yorumu yapmış yukarıdaki habere: “Geçenlerde beni de aradı, ‘açız başbakanım’, dedim, telefonu suratıma kapadı!” Ti geçmeyip de ne yapsın?

Kuzey Irak’taki PKK hedeflerini gece yarısı yerle bir eden hava operasyonunun ardından Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt Kanal D Haber Gurup Başkanı M. Ali Birand’ın sorularını yanıtlarken ilginç bir benzetme yaptı. PKK’ları çıplak gözle izlediğini belirten Genelkurmay Başkanı, kampları hangi TV programına benzetti? “Dün gece hiç uyumadım. Harekátı anı anına Genelkurmay’da görüntülü olarak çıplak gözle izledim. TSK’nın geldiği düzeyi gördük, gururlandık. Kış da olsa, kar da yağsa, mağarada da olsalar, bulup vururuz. Artık bizim için onların kampları ‘BBG Evi’ gibidir.” Bu savaş oyunları bağımlılık yapıyormuş sahiden. Gece gündüz demeden ekran başında, artık Warcraft mıdır, Dark Age of Camelot mudur, ne haltsa, savaşıp duruyor millet sanal alemde... Asıl Büyük Birader de Pentagon’da strateji oyununu kurmuş; bizimkileri minik avatarlar gibi oynatıyor. Beyler, birileri sizi hakikaten gözetliyor! İmza: BBG Caner.

5


yalcın . hoca duymasın, bu koyun, deve ve tavuk meselesi karanlık B aşka dinlerden olan insanların Müslüman bir ülkede yaşadıkları kurban bayramı anılarını hiç merak ettiniz mi? Ablamla benim kurban bayramıyla ilk tanışmamız İzmir Alsancak’taki evimizin bahçesinde başlamıştı. Bizim bahçe bayağı şenlikliydi. 32 daireli 2 blok bir apartmanın tek bahçesi bizim odanın altında olduğundan bayram namazından hemen sonra aşağısı hareketlenirdi; af edersiniz pınar entegre et tesisleri halt etmiş, bir şoklama sistemi eksik. Bir taraftan canlı koyun giriyor öbür taraftan paketlenmiş olarak çıkıyor. Tabii hijyen şartları Avrupa Birliği yasalarına pek uygun değil ama olsun. E, haliyle zaman kısıtlı. Koyun da, hayırsever de çok. Mesela ben koyunun derisinin bisiklet lastiği ile şişirildiğini orada öğrendim. Tabii benim canım da pompayla şişirme işine karışmak istiyor fakat apartmanın çocukları, “Senin yapman caiz değil,” diyorlar; e, ben de bön bön bakıyorum. “Alt tarafı iki pompa basıyor hıyarlar,” diyorum çocuk aklımla. Ama yine de beni yanaştırmıyorlar. Hiç unutmuyorum bir gün sıra bekleyen koyunlardan biri, başına gelecekleri anlamış gibi ipini koparmış, Lozan Meydanı’nda iki tur attıktan sonra Fuar’a dalmıştı. Çok komik bir manzaraydı; koyun önde, apartman sakinleri arkasında önce meydanı tavaf ettiler, sonra koyun Fuar’a daldı. Fuar o zaman paralı. Koyun daldı ama apartman sakinleri bekçi tarafından durduruldu tabii, onlar bilet alana kadar da koyun sırra kadem bastı. Garibim, saatler sonra çimlerde otlarken yakalanmıştı. Neyse ki, bizim koyuncuğun son yemeği taze otlar olmuştu… Leonardo Da Vinci acaba bu son yemeği nasıl resme dökerdi çok merak ediyorum... Aradan yıllar geçti, herhalde orta sondaydım, bayram yaklaştıkça babamın kuyumcu dükkanına yardım etmeye giderdim. Böyle bayrama bir iki gün kala, bir de baktım çarşının çekiliş düzenleyen Roman vatandaşı, elinde bir koçla bizim dükkanın kapısına geldi, babama, “Yusuf Abi bizim koç bu yıl sana nasipmiş, hayrını gör,” dedi. Evet, bayram yaklaşırken çekiliş ikramiyesi olarak ortaya koç konmuştu, çekilişe katılan tüm esnaf içinde o koç da çıka çıka babama çıkmıştı!.. Dükkanın tamamı 20 metrekare, bir yandan gülüyoruz, bir yandan soruyorum, “Baba, hayırdır katılacak başka çekiliş bulamadın mı? Hadi onu geçtim, bu çekilişte kazanılan koyun kurban olarak kesilir mi? Bu nasıl iş?” Babam, “Gel ben sana içeride anlatayım,” dedi, “Aslolan adama yardım etmekti, bize çıkacağını tahmin etmedim, zevzeklik yapıp da adamın kalbini kırma.” Şimdi onu çok iyi anlıyorum. Allah onu başımdan eksik etmesin. Ama komedi de devam ediyor. Geceleyin bizim koçu dükkanın içine, sabah da kapısına bağlıyoruz. Gelen geçen de, herhalde, “Görmemişler!” diye geçiriyordu içinden. En sonunda yanımızdaki saatçiye sembolik bir paraya sattık koçu... Neyse işte, ben bu kurban işinde koyundan danaya, oradan da deveye nasıl atlandığını bir türlü anlayamadım. Benim bildiğim, Müslümanlarda Allah İsmail yerine, Musevilerde de İshak yerine koç yollamıştı. Sonunda ortada koç vardı. Koç zamanla rütbe alarak danaya, ondan da deveye mi dönüşmüştü? Geçen haftaya kadar bizim Musevilikte de koçun rütbe kaybederek tavuğa dönüştüğünü zannediyordum ama bizimki başka bir şeymiş. Musevilerin Büyük Mabed yıkıldığından beri kurban kesmeleri yasakmış. Ama sonunda bir şey kesiyoruz, o da tavuk. Şimdi esas mesele koç, kesilen ise tavuk! Siz ne düşünürseniz düşünün, bizimkiler uyanık. Kesmişler koça cezayı indirmişler rütbesini tavuğa, olmuş, bitmiş. Koça ceza vermişler akıllansın diye, yoksa cimrilikten falan değil!.. “Kaynakları israf etmek niye? Bu memleket ne zaman düzelir?” falan gibi sorular soruyorsanız, ben bu soruya, “Koçlara rütbe düşürmeyi akıl ettikleri zaman,” diye cevap veririm. Tabii önce rütbesi düşürülmesi gereken başka bir sürü makam daha var…

6

m

sabetay behar

ne cins insansınız siz?!

* Reha Muhtar: Sosyete mahallesinin muhtarı olur kendileri. Kimin kimle yiyip, içip, pislediğini merak ediyorsanız kendisine sorabilirsiniz. İkametgah kağıdı hariç bu gibi bilgilerden ‘hizmet bedeli’ almıyor. ‘Kadın yazar’lara da taş çıkartıyor!.. * Erol Köse: Ne zaman Google’da ismini aratsam bilgisayar ‘Error’ veriyor!. * Osman Yağmurdereli: AKP’den milletvekili olduktan sonra hidayete erip, ‘eşimin türbanlı olmasını isterdim’ diye ünleyen yapımcı. Eşi ile kendi hayatını konu alan ‘Türbansız 20 sene’ isimli film için çalışmalara başladığını da sizler için öğrenmiş bulunmaktayız!.. * Gülben Ergen: Doğum yaptıktan sonra televizyon tekliflerini reddetmişti. Fakat, ‘aylık 600 milyara sabahları gel program yap’ teklifini duyunca dudakları uçuklamış. “Ne demek, o paraya kayınçom Yılmaz’la birlikte takla bile atarız,” dediği söyleniyor… * Nihat Doğan: Her akşam bir programda saç-baş yoldurtan vecizeleri ile arz-ı endam eyleyen şahsiyet. Eski yavuklusu da sabahlarımızı zehir ediyor. Sabah akşam, her taraftan çıkıyorlar. Neydi o özdeyişimiz?!.. * Mustafa Kumlu: TÜRK-İŞ’in çiçeği burnunda başkanı. Sendikadan arta kalan zamanlarda AKP’nin arka bahçesinde gül dikerek zaman geçiriyormuş!.. * Reha Çamuroğlu: AKP’nin Alevi kökenli milletvekili. Fakat kökeni hakkında bazı derin kuşkular var. Pir Sultan’ı asan Hızır Paşa’yla akrabalık ilişkisinden şüpheleniliyor. İlk defa küçükken kendisine ‘Hızır’ diyenlerden kaçarken düşüp çamura bulandığı da rivayetler arasında!.. * Pelin Batu: Sonunda Ahmet Hakan’la dolaşırken gördük, tam oldu! İnal Batu uyuma, Pelin’e sahip çık!.. Sosyal demokrasi iflas mı etti?.. * Nazlı Ilıcak: TMSF’den torpilli Sabah Gazetesi yazarı. Peki Ahiret’te Allah’a torpil işler mi Nazlı Hanım?! * Fehmi Koru: Nam-ı diğer Taha Kıvanç. Medyanın yeni halinden ona da çok nimet düştü. Bıyığını bu duruma adapte olmak için kestiği söyleniyor. Allah onu da, bizi de makam yalakalarından korusun!.. * Salih Memecan: Abdullah Gül’ün köşk’te çeşitli hallere girip, “Bir de şöyle çiz beni Salih” dediği, bu nedenle kendisine Devlet Üstün Hizmet Madalyası verilmesi gerektiğini düşündüğüm karikatührist!.. * Yusuf Ziya Özcan: “Üniversitelere serbestlik gelecek, fikirleri tartıştıracağız” diyerekten sallamaca ‘atış’ yapan yeni YÖK başkanı. ODTÜ’ye polisi sokarken de böyle düşünüyor muydu, merak konusu!.. * Kemal Unakıtan: Her akşam ayağını yorganına göre uzatıp, pijamasıyla patlamış mısırını yiyen Bakan… * Zafer Çağlayan: “Türkiye’de işsizlik olduğuna inanmıyorum,” diyen Sanayi Bakanı. “Bir ben mi işsizim?” diye telaş yapmayın. Kendisinin kanaatleri genel olarak pek ciddiye alınmamaktadır… * Hasan Celal Güzel: Radikal mi Hasan Celal Güzel’e; Hasan Celal Güzel mi Radikal’e ayak uyduruyor, çözemedik gitti!.. * Recep Tayyip Erdoğan: İmam Hatip-WashingtonBaşbakanlık Konutu… (Yeşil’in evrimi!) * Berat Albayrak: Sabah ve Atv’yi alan Çalık Holding’in Genel Müdürü. 29 yaşında. Başbakan’ın damadı. İktidargiller familyasının Barbaros Bulvarı’ndaki şubesi!.. * Ayşe Özgün: Reklamlara çıktı, kadın programları yaptı, Ayşe Teyze ile ünlendi, şimdi de yazar oldu! Yarın ne olacağını merakla bekliyoruz!.. * Hakan Şükür: FEM Dershaneleri’nde üniversiteye hazırlanırken Hocaefendi’nin gazlaması sonucu son anda futbola göz dikmiş mümin!..

m

ali ersin kelleci


7 farkı bulun

Osman Yağmurdereli ile Eşber Yağmurdereli Arasındaki 7 Fark... Osman Yağmurdereli obez görünümlü bir şişmandır. Eşber Yağmurdereli ise ‘babacan’ görünümlü filinta bir delikanlıdır. Osman Yağmurdereli gerçekleri görememiştir. Eşber Yağmurdereli kördür ama gönül gözüyle büyük sırrı görebilmiştir. Osman Yağmurdereli hafife alınabilendir. Eşber Yağmurdereli kodum mu oturtandır. Osman Yağmurdereli sağcıdır. Eşber Yağmurdereli solcu. Osman Yağmurdereli milletvekili olduktan sonra eşinin kapanmasını arzu edendir. Eşber Yağmurdereli ezelden beri sosyalizm düşüyle yatıp kalkabilendir. Osman Yağmurdereli film yapar. Eşber Yağmurdereli gıpta edilecek hayatıyla filmlere konu olur. Osman Yağmurdereli 365 gün dışarda gezer. Eşber Yağmurdereli canı sıkılınca içeri girer. NOT: Vedat Özdemiroğlu’na selamlar…

ne dediler?!

RED’den arıyoruz. Dergimizi nasıl buluyorsunuz ? Recep Tayyip Erdoğan: RED’ini de al git buradan!.. Abdullah Gül: Kapağınıza bir nazar boncuğu koyarsanız daha iyi olacak!.. Deniz Baykal: Önümüzdeki sayıda okurlara tutkal hediye ederseniz sevinirim. Koltuğuma sürmek istiyorum!.. Devlet Bahçeli: Ergenekon’da bazı bayilerde bulamıyorum!.. Süleyman Demirel: Bana Süleyman Demirel RED okuyor dedirtemezsiniz!.. Necmettin Erbakan: Altmışüçüncü Hac ziyaretim için Mekke’ye giderken havaalanından aldım. Mantar tarlası hoşuma gitti. Hem bunlardan tıpa da yapılabiliyordu, değil mi?.. Muhsin Yazıcıoğlu: Çok beğeniyorum, görüşlerinizden istifade etmek isterim...

2

naber abbas?!

006’nın sonuna yaklaşırken, Abbas Güçlü’nün sunduğu Genç Bakış programı Muğla Üniversitesi’ne konuk olmuş ve Bodrum’da kendini resme veren darbeci Kenan Evren’i programda ağırlamıştı. Solcu öğrencilerin içeriye alınmadığı program, salona toplaştırılan ‘seçilmiş’ öğrenci yığınının şuursuzca kopardığı alkışlar içinde devam etmişti. Darbe şefini alkışlarla, ağzı bir karış açık izleyen bu yığın beni hayretler içinde bırakmıştı! Muğla Üniversitesi’nin konferans salonunda yaşananlarda en fazla paya sahip olan kişi Abbas Güçlü idi. Tam bir işbirliği ile salonun kapılarını solcu öğrencilere kapatmış ve bununla yetinmeyerek salon içinde hazır bulunan ‘seçilmiş’ öğrenci kitlesine ve ekranlarda programı izleyenlere darbe şefini şirin göstermek için yapmadığı hokkabazlık kalmamıştı. O gün çok sevinçliydi Güçlü. Kazasız, belasız bir program atlatmıştı ve iyi de reyting yapmıştı! Bu programdan tam bir yıl sonra, bu sefer de Anadolu Üniversitesi’ne konuk oldu Abbas Güçlü. Program konuğu ise Zülfü Livaneli idi. Salondaki atmosfer Muğla’dakinden çok farklıydı. Solcu öğrenciler soruları, konuşmaları, ajitasyonları ve marşlarıyla ağırlığını hissettiriyordu. Abbas Güçlü, mikrofonu eline alan her öğrencinin ülkemizde yaşanmış ve yaşanmaya devam eden katliamlara, baskılara değinmesine ve sistemi burjuvazinin kanalında, hem de canlı yayında eleştirmelerini bir türlü engelleyemiyordu. Her seferinde, “Arkadaşlar biraz da siyasetin dışına çıkalım,” demesi ve fakat öğrencilerin, inadına, konuşulması bile yasaklanmaya çalışılan fikirlerini ifade etmeleri Muğla imparatoru Abbas’ı Eskişehir’de bozguna uğrattı. Neye uğradığını şaşıran Abbas’ın yüzündeki ‘şaşkınlık’ hali kırmızıya kesmesiyle kendini gösteriyordu! Aynı zamanda bir önceki yıl Muğla’da yaşanan utanç tablosunun da rövanşını alan öğrenciler asıl bombalarını programın sonunda patlattılar. Livaneli’ye, “Programı sizin türkülerinizle kapatalım” diyen Abbas’ın hemen ardından öğrenciler ayağa kalkarak hep bir ağızdan Gün Doğdu’yu söyleyerek cevap verdiler! Sol yumruklarını havaya kaldırıp sonuna kadar marşı söyleyen Eskişehirli öğrencileri ekrandan imrenerek izledim. İçimden biraz da çocuksu bir şekilde, “Oh, canıma değsin Abbas!” dedim… Sonradan öğrendim ki, Hakan Gülseven benden daha fazla heyecanlanmış gecenin bir yarısı evde ekran başında marş söylemeye başlamış… Ne yalan söyleyeyim, çok sevdim ben bu kareyi. Eğer kırmazsa beni, tekrar Eskişehir’de görmek isterim onu!.. Tabii, Kenan Evren’i de yanında getirmeyi unutmaması şartıyla!.. Not:www.renkhaber.com sitesine girmenizi, göz atmanızı öneririm. ‘Gündem Krakeri’yle ben de oradayım.

m

Abonelik Süresi:

ali ersin kelleci

RED abone formu 1 YIL r

6 AY r

Türkiye: 6 ay 17 ytl, 1 yıl 30 ytl... Avrupa: 6 ay 30 euro, 1 yıl 50 euro... Amerika: 6 ay 40$, 1 yıl 70$... Uzak Doğu: 6 ay 60$, 1 yıl 110$ (Posta ücretleri dahildir)

Adı: .................................................................... Soyadı: ......................................................................... Derginin gideceği adres: .......................................................................................................................... ................................................................................................................................................................... Posta Kodu: .......................................... Şehir: .................................... Ülke: ........................................... KREDİ KARTI İLE ÖDEME HALİNDE BU BÖLÜM DOLDURULACAKTIR Kartın Türü: ............................................... Visa r Master / Eurocard r Kredi kartı no: ............................................................ Son kullanma tarihi: ............................................ Kart sahibinin adı: ..................................................................... Tarih: .................................................... Bu imzamla aşağıda belirtilen ............................... TL tutarındaki kredi kartı hesabıma borç kaydedilmesini kabul ve taahhüt ederim. L.M. Basın Yayın Abonelik hesabı banka hesap numaraları: Yapı Kredi Bankası Parmakkapı Şubesi. TL Ticari Mevduat Hesabı B002 67833077 B002 67845573 USD DTH Hesabı: B002 67875093, EURO DTH Hesabı: B002 678750 95... Dekont ve Abonelik Formunun (0212) 245 38 06’ya fakslanması gerekiyor...

7


SITKI DEMiRKAN - KASABA NOTLARI Şimdi, biri kalkıp da ekonomik göstergelerin pozitifliğinden falan bahsedince, alayımızın ervahına sinkaf edildiği hissi uyanıyor bizde. E tabii küfür söz konusu olduğunda dağarcığımıza bir tek Adana rakip kabul edilebileceğinden, ‘kama-sutra’nın bini bir para oluyor, bu şekil pembe tablo çizerlerine...

i

Ekonominin Ayvalıkçası

ki aya yaklaşan bir süre havanda su dövüldükten sonra, suyun kıvama geldiğine kanaat getirilip, 2008 bütçesi kabul edildi. Bir de tumturaklı laflarla olaya ciddiyet izafe edilmeye çalışılıyor; “İki aydır tartışılan 2008 Yılı Bütçesi, Meclis Genel Kurulu’nca kabul edildi”. Breh breh, yahu bizim kıçıkırık demokrasimizin liste doldurma tekniğiyle milletvekili seçilen hazretlerin, acaba kaç tanesi ekonomi konusunda iki lafı bir araya getirebiliyor ki iki ay tartışsınlar? Ekonomi’nin en tepesindeki şahıs; aşk adamı Kemal Abi’nin bile ekonomik bilgisi, IMF’nin, “ Evet efendim, sepet efendim” memuriyetinden öte gidemiyor, gün gibi aşikâr işte. Sonra da iç piyasaya bi gaz, bi mayyel, tutabilene aşk olsun. Vay efendim ekonomik göstergelerin hepiciği birden pozitif seyrediyormuş da, vay efendim siyasetteki istikrar ekonomiye birebir yansıyormuş da, vay efendim piyasalar durumdan ziyadesiyle memnunmuş da… Aklıma Laz’ın fıkrası geliyor bunları duyanda. Ahlaka mugayir olduğundan tamamını anlatamayacağım şimdi, “Ula o zaman kim düzeyi ha bunlari?” demiş ya o hesap, bizim çarşıda pazarda tanık olduğumuz sefalet tablosu nerede yaşanıyor o zaman? 180 milyar dolar sadece dış borcun faizine ayrılan miktar. Hal böyleyken bu göstergeler hakikaten pozitif gösteriyorsa kesin şamandıra takılmıştır, sanayiye götürüp anlayan birilerine baktırmak lazım. Anadolu’nun içlerine doğru vaziyet pek nahoş gözükmüyor evet. Sinsi sinsi yayılan yeşil örgütlenme sayesinde, ekonomik seyir kimsenin şikayet etmeyeceği doğrultuda ilerliyor. Menkıbelerle süslü hikâyeler anlatılarak tevekkül pompalanıyor, sonucunda da alan razı satan razı bir ortam sağlanmış oluyor. Esnaf dayanışması gibi gösterilen körlerle sağırların birbirini ağırlaması, yerel yönetimlerin ihalelerinden en alt konumdaki tüketiciye dek tıkır tıkır işliyor. Bu işleyişin değirmen suyu kafaları bulandırıyor bulandırmasına da, bu bulantı bi tek bizim kafaları etkiliyor. Asıl sorgulaması gereken vatandaşlar, gönüllü kölelik görüntüsü çizer gibi hiçbir şeyden rahatsız olmadan gününü yaşıyor. Gidişatın ne yöne olduğunun kaygısını geçtik, o gidişat hedefine ulaştığında rahatsız olmayacak taban hemen hemen yaratıldığı için de tüm bu piyasa yalanları sevinçle karşılanıyor. Lakin bizim gibi yarım gavur tabiriyle anılan yerleşim birimlerinde vaziyet gırtlağa kadar boka batmış durumda. Bizim kasabanın zaten kendine özgü ekonomik dinamikleri varolagelmiş bugüne dek. Ne işle iştigal edilirse edilsin bir mevsim söz

8

konusu bizde. Kasım başlarından Ocak ortasına kadar zeytin hasadı, toplanması, sıkılması, yağın depolanması ile geçen, Zeytin Mevsimi. Ondan hemen sonra başlayıp, av yasağına kadar süren, Balık Mevsimi. Onun ertesinde de en kısa süren ama en iştah kabartacak berekete sahip, Gezim Mevsimi. Bu silsileyi düz mantıkla takip edersek, ticari akışkanlığın sekteye uğramadan devam ettiğini düşünebiliriz. Gelin, görün ki kaotik yaşam tarzı iliklerimize kadar işlemiş, düz mantık Yalova Kaymakamı pozisyonunda. Anılan mevsimlerde rol alan kimseler bütün eforlarını kendi mevsimlerinde tükettiği için, diğer mevsimlere mecburen fransız kalıyor, ‘fran’ neyse. Misal, zeytinle geçinen kimse, üç ay boyunca geceli gündüzlü öyle bir mesai sergiliyor ki içine android kaçmış sanırsın. Ne soğuktan etkileniyor, ne uykusuzluktan şikayet ediyor, harala gürele evden tarlaya, tarladan eve. Bu tabiri yadırgayanlarınız olabilir ama zeytinlikler bizde tarla diye anılır. İş nihayete erip cebe de üç beş kuruş girince anında serme vaziyetine geçiliyor. Eskiden bu kadar dalavere dönmediği için, ilaveten bu kadar belirgin şekilde tüketim toplumu olunmadığı için bi sonraki mevsime dek o üç beş kuruş hayatın idamesine yeterli olabiliyordu. Şimdi kendi zeytinliği olanlar işçinin ücretini, (ki işçilere de tayfa denir), fabrikanın yağ çıkarma parasını, ağaçların budanma bedelini vesaireyi bir an önce karşılamak zorunda olduklarından yağı piyasanın çok altında

bir fiyatla toplayıcı abilere kaptırıyorlar. Bu abiler bi miktar aldıklarına ilave edip son satışçılara devrediyorlar. Onlar da allı pullu tenekelerle, aldıkları fiyatla mukayese dahi edilemeyecek paralarla, pazarlama mucizeleri yaratıp esas parsayı topluyorlar. Üretici konumundaki vatandaş mevzubahis paraları yerlerine üleştirip el elde baş başta kalınca ayılıyor vaziyete ya, giden gitti neylersin. Balıkçılar desen ayrı bir alem; teknede ayakta durabilmeyi balık tutup para kazanmak için yeterli bir özellik olarak gören her sahil adamı bu işe heves ettiğinden, en az bir sardalya sürüsü kadar balıkçı var memlekette. Deniz, üstüne bakıldığında herkese yetecek kadar uçsuz bucaksız görünür görünmesine de, altı o denli münbit değildir işte. Hele ki Köroğlu zamanlarının delikli demiri gibi, ‘gırgır’ denen dip kazıyıcı avlanma şekli çıktığından bu yana bozulan mertliğin fitil tutar hali kalmamıştır. Garibim balıklar ilaveten bir de hafıza sorunu yaşadıklarından, yumurtayı nereye dökeceğini bir türlü kestirememekte, hal böyle olunca da hiçbir kerterizin ömrü uzun olmamakta. ‘Ne çıkarsa bahtıma’ kaderciliği ile açılan her tekne, mazotla kumanyayı kıl payı geçen bir semere ile dönmekte. E bunun poyrazı var, lodosu var, dolunayı var, var oğlu var. Sözün kısası balıkçılar da evlerine balık, muşamba, yosun karışımı bir kokudan başka bir şey götürememekte. Kasabanın her sakininin ellerini ovuşturarak beklediği yaz ise tüm bu

sefalete tüy dikmekten öteye gidemiyor. Bir kere süre o kadar kısa ki gözünü açsan kapamak için bir sonraki yazı beklemek zorunda kalıyorsun. Okulların kapanmasıyla başlayan mevsim, ÖSS sonuçlarının açıklanmasıyla yavaşlayıp, tekrar okulların açılmasıyla sona eriyor. Dağ taş tatil sitesiyle doldurulduğu için, gelenlerden kimsenin ekonomik düzeyi ortanın biraz üstünden yukarı çıkamıyor. Yaratılan keşmekeş, oluk oluk para aktığı hissi uyandırır ama akmak bir yana iki üç damlanın sonrası koca bir tısss. Bi kere şu büyük holdinglerin, büyük dükkanlarından alıyor herkes alacağı ne varsa. Biz bile, “Abi hem her şey bir arada, hemi de kredi kartıynan veririz ekstreye Allah kerim,” deyip oralara koşuyoruz her fırsatta. Mahşeri bir kalabalığın anlamsızca kıvıldadığı yerel pazar günleri bile dolanan paranın yüzde yetmişi dışarı gidiyor. Her daim iş yapıyor görüntüsü veren çay bahçeleri, tostçular, gezi tekneleri mevsim sona erdiğinde neredeyse kapıya kilit vurduklarından, ileriye doğru hiçbir nakdi birikim elde edemeden bitiriyorlar yazı. Biriktirdikleri varsa da haydan geldiği gibi manasız huylarını karşılamıyor. Mevsimini bitiren herkes, iki ay içinde elde avuçta ne varsa tükettiğinden allengir mucidine dönüşüyor. ‘Borç yiğidin kamçısıdır’ düsturundan hareketle önce eşe dosta borçlanılıyor. Hoş eş dost da delikanlı kısmısının öyle kamçılı, meşinli durumlara yabancılığının farkında, yani bu borçlanmanın geri dönüşsüz olduğunun, dönse bile bölük pörçük döneceğinin ayırdında ama, ‘Bugün ona, yarın bana’ endişesi ellerini kollarını bağlıyor. Borç takılacak her tanıdık tüketildikten sonra esnafa tebelleş olma evresi başlıyor.

Börekçi veresiye defteri

Deer hadisesinin sadece bakkallara özgü bi şey olduğu inancı vardır ya, hikaye. Canım kasabamın seyyar börekçilerinde bile deer mevcut. Başlangıç noktası da hep aynı şekilde cereyan etmekte; “Bilader yarın vereyim be, üstümde hiç para yok,” girizgahı esnafın hayattan soğumasına neden olacak parola gibi. Gelişecek sürecin ne olduğu biliniyor çünkü. Bir müddet, “Öbürsüyle beraber veririm bunu da, bunu da öbürsülerine ilave ederiz, baba hepsini bir veririz,” şeklinde insaf çerçevesinde hesap kabartıldıktan sonra görükmez adam moduna girer o şahıs. Yanılıp da yolu düşerse teselli cümleleri kurar ki, teatral yetenekle orantılıdır. “Bi yerden para gelecek,” diye başlar mesela muhabbete. Hakikaten öyle bi yer var mıdır ben hâlâ çözemedim?


BURAK SÖNMEZER “Elime para geçsin, yeminle ilk sana gelicem,” bir diğer kalıptır. Esnaf kişi aman üstüne binmesin kaygısıyla, “Tamam, tamam,” savuşturması sergiler. Olay iki ayrı seçenekle neticelenir; ya söz konusu insan evladının mevsimi gelir, ufak tefek miktarlarda olmak kaydıyla hesap kapatılır, ya da defaatle hatırlatmasına, yoklamasına rağmen herhangi bir gelişmeye muvaffak olamayan esnaf umudunu yitirip çizer hesabın üstünü. İşte tüm bu ekonomik seyir, şimdiye dek mevsimde çalışanlar, dolayısıyla mevsimde eline para geçenler için söz konusuydu ve bu denli ürkütücü değildi. Lakin şimdi, baka baka karardıkları için midir bilinmez, süreğen akara sahip, esnaf ve memur kısmı da dahil oldu bu sakat şekillenmeye. Adını koyamayacağımız, analizini yapamayacağımız bi dünya sebep sıralanabilir de, nesi derman? İpin ucu kaçmış bir kere, tutacak babayiğit de pek bulunacak gibi değil. Düşünsenize herkes zincirleme olarak birbirine borçlu ve herkes birbirinden kaçıyor. Adam evine giderken bile kendine mecburi güzergah çiziyor. Daimi bir saklanma telaşı en belirgin davranış alışkanlığı olmuş. Onun için şimdi biri kalkıp da ekonomik göstergelerin pozitifliğinden falan bahsedince, alayımızın ervahına sinkaf edildiği hissi uyanıyor bizde. E tabii küfür söz konusu olduğunda dağarcığımıza bir tek Adana rakip kabul edilebileceğinden, ‘kamasutra’nın bini bir para oluyor, bu şekil pembe tablo çizerlerine. İnsan ister istemez korkuyor bu manzaradan. Çünkü bırakın çözümü, kimse bunun sorun olduğunu dile getiremiyor. Herkes malumun ilamını erteleme gayretinde. E iyi de, ne kadar ertelenebilir ki elde yok, avuçta yok gerçeğiyle yüzleşmek. Allah vere de daralıp dellenip, kör tuttuğunu hesabı birbirimize girmeyelim. Unu beceremeyeceğimiz için, neticede birbirimizin pekmezini akıtmaya kadar varır mevzu. Bu ‘yaz tahtaya, al haaya’ tekerlemesinin yaşam tarzına dönüşmesi hususunda en uç örneklerden biriyle bitireyim bari de, öem dağılsın. Bizim Boşnak abilerimizden biri daha önce oraya yerleşmiş ablasının davetiyle Avustralya’ya gider. Ablanın niyeti bir şekilde elemana işti, evdi, barktı gelecek ayarlayıp, yırtmasına yardım etmek. Gel gör ki abinin hiç o taraklarda bezi bulunmamakta. İkinci gün onbeş- onaltı yaşlarındaki yeğeninden şöyle bir istekte bulunur, ki bu isteğin abla tarafından öğrenilmesi ilk Melbourne–İstanbul uçağına bilet alınmasına neden olur; “Eno, git köşedeki bakkala, iki tane şişe efes, bi paket uzun samsun al, söyle dayım sonra verecek!..” En az bu kadar delişmen kalın yine de…

Gelir düzeyi dediğin şey, aldığın ücretin, bir simit-bir çay parasına bölünmesiyle bulunan rakamdır kardeşim. Bunu ben biliyorum da koskoca bakan bilmiyor mu?

S

Şaka bunlar, şaka!..

akalar espriler gırla gidiyor. Memnuniyet verici bir olaydır. Geçen, bir arkadaş Mehmet Şimşek isimli bir bakanın OECD ülkeleri ve asgari ücretler ile ilgili bir şakasını ciddiye almış gözlerini aça aça şikayet ediyor. Neymiş efendim bakan demiş ki, OECD ülkeleri arasında en yüksek asgari ücret veren ülkelerden biri bizim ülkemizmiş. Ben de bir an ciddiye alıp sormuş bulundum: “Nerden,” dedim “biliyormuş?” - Hesap etmiş. - Nasıl? - Asgari ücreti kişi başına düşen milli gelire bölüyormuşsun çıkan oran, Türkiye’de, diğerlerine nazaran daha fazlaymış... Hemen anladım. Şakadır dedim; şaka!. İnanmadı arkadaş. En son ne yapayım; açtım ağzımı yumdum gözümü. Ülen dedim, bu memleketin bir aklı evveli sen misin? Öyle asgari ücreti, kişi başına düşen milli gelire bölerek hesap mı yapılır? Koskoca bakan, Siyasal Bilgilerden mezun olmuş, ekonomist çıkmış, yetmemiş, İngiltere’ye gitmiş tahsili devam ettirmiş sonra tutmuş koskoca Merrill Lynch’de ekonomist stratejist olarak çalışmış. Kolayla mı yapılıyor bu işler?! Gelir düzeyi dediğin şey, aldığın ücretin, bir simit-bir çay parasına bölünmesiyle bulunan rakamdır kardeşim. Yani aylık ücretinin simit-çay cinsine çevrilmesi diyoruz bu hesaba. Bunu ben biliyorum da koskoca bakan bilmiyor mu? Tabii ki biliyor. Demek ki şaka yapmış, espri yapmış. Efendim gazete yazıyormuş da, sendikalar da bakanı eleştirmiş de… Bin türlü bahane. Kardeşim gazeteci dediğin zevatın her yazdığına sen neden inanıyorsun? Gazeteci, bir bakan ciddi mi söylüyor, şaka mı yapıyor ona bakmıyor ki. Ne çıkarsa ağzından onu yazmakla mükellef bir kimse gazeteci. Şaka mı, değil mi, onu sen tespit edeceksin. Biz istiyoruz ki, gülmeyen güldürmeyen politikacı olsun, ekonomist olsun… 1930’lar kafası işte budur. Güler yüzlülük, yumuşaklık, sırt sıvazlama bize yaramıyor kardeşim. Neyse sonra anladı arkadaşımız hatasını özür diledi gitti. Ama ne yalan söyleyeyim benim aklım Mehmet Şimşek’te kaldı. Kendisinin en önemli özelliğinin 80 sonrası yurtdışında okuyan başarılı vatan evlatlarından biri olmasıdır. Hemen dikkatimi çekti… Tarihsel olarak bakarsak, Türk insanı genel karakteristikler bakımından üç temel dalga halinde yurt dışına eğitim görmeye gitmiştir. Birinci dalga Meşrutiyet öncesi döneme denk gelir. Esas itibariyle gönüllü sürgün biçiminde memleketten kaçan bir sürü Jöntürk, geleneksel fikirlerle gittikleri Avrupa’dan şu ya da bu oranda devrimci fikirler geliştirerek dönmüşlerdir. Bunlar 1908 devrimini yapan aydın kadrolarını teşkil ederler. İkinci dalga Cumhuriyet’le birlikte ortaya çıkar. Maksat Cumhuriyet’in üniversitesini yaratmak ve Batı’nın tekniğini memlekete getirmektir. Bunlar ‘çağdaşlaşma’nın, ‘Batılılaşma’nın neferleri olmuşlardır. Son dalga ise 1980’den sonra ortaya çıkar. Bu dalgayla yurtdışına gidenler teknik bakımından memlekete hemen hiçbir şey kazandırmamışlardır. Sosyal bilimler ve özellikle iktisat tahsili görenlerin ise yurt dışında öğrendikleri yegâne şey tekniği iktisata uygulamaktan ibarettir. Bütünüyle Chicago Okulu’nun etkisi altındaki bu zevat, ekonomi denen ve hiç de matah olmayan bu mevzuu, son derece basit matematiksel formüllere ve modellere dökmüşlerdir. Böylece iktisat sadece kandırmaca anlamında ideolojik bir formasyon değil aynı zamanda anlaşılmaz bir kuşdiline de dönüşmüştür.

Şimdi tabii bu acayip kuşdilini konuşmak ve anlamak toplumsal manada bir zihinsel dönüşümü de gerekli kılıyor. Bir kere söz konusu abuk sabuk matematik formülasyonlarını anlamak, işe yaramaz modeller kurmak, şu ya da bu oranda bir matematik bilgisiyle, mühendis kafası gerektirir. Ancak bu yeni tip sosyal bilimci ve iktisatçı gerçek bir mühendislik bilgisiyle donanmadığından öğretilen kadarıyla, kendisini bir matematik dâhisi zanneder. Mesela faiz hesaplarını kafadan yapabilir ama faizin kimin cebinden çıktığıyla hiç ilgilenmez. İşin ideolojik kısmı da zaten buradadır. Bu yeni iktisatçı, gerçek ilişkilerle hiç mi hiç ilgilenmez, onun ilgi alanı bir görüntüden başka bir şey olmayan piyasadır. Böyle olunca gerçek insan olarak kabul edilen yegâne şey piyasa denen yere bir alış veriş yapmak için parasıyla gelen kişidir. Japonya’dan parasına yüksek faiz almak isteğiyle Türkiye’de ‘yatırım’ yapan ev kadını bütün ilgiyi üzerinde toplarken, faizin parasal karşılığını üreten emekçiler insandan sayılmaz. Bu durumda insandan sayılmayanların da nasıl geçindiği konusu, üzerinde durulmaya değer bulunmaz. Ama bakınız Mehmet Şimşek bu konun üzerinde durmaktadır. Şakacı tarzı, yaratıcı zekâsı ve sırt sıvazlayıcı kişiliğini Amerikan terbiyesi ve duygusallığıyla yoğurarak diyor ki, “OECD ülkeleri içinde ortalama ücretler” diyor, “Türkiye’de en üst seviyelerde…” Yaratıcılığı ve üst düzey Türkçe bilgisini de konuşturuyor ve patlatıyor: “Yorganına göre imkânlar, aslında son derece iyi.” Bakınız hemen açıklayayım: Lütfen fındık kadar beyninizle Şimşek’in bu sözünü “Ayağını yorganına göre uzat” atasözüyle karşılaştırmaya kalkmayın. Tamamen ayrı bir şeyden söz edilmektedir burada. Yani diyor ki Mehmet Şimşek, “Yorgan,” diyor, “Küçük olabilir,” diyor… “Mesele imkân meselesi…” “Para var, imkân var,” diyor. O kadar kardeşim! Öküz altında buzağı aramayınız. Öte taraftan, “OECD ülkelerinde en yüksek ortalama gelire biz sahibiz,” diyor. Burada Şimşek’in ortalama gelir dediği, asgari ücrettir. Evet efendim, öyle demek gerekiyor zaten. Bir bakan çıkıp, “Yahu çok fakiriz, OEDC ülkeleri arasında en düşük bizim gelirimizdir,” dese daha mı iyi? Bir bakan bakanlığını yapacak birader! Moral bozacaksa gitsin gazeteci falan olsun, sinema eleştirmeni olsun mesela… Bunlar beyaz yalan. Halkımızın çalışma, üretme azmini arttırmaya yönelik dahiyane taktikler bunlar. Dedim ya, bütün dikkatimi artık Mehmet Şimşek’in üzerine yoğunlaştırmış vaziyetteyim. Kendisi ne yapsa takip ediyorum, istim üzerindeyim. IMF heyetini rahatlatmak, geleneksel misafirperverliğimizi göstermek maksadıyla seçim bölgesine götürdüğünü biliyorum… Bizim memleketimiz için gecelerini gündüzlerine katan böyle heyetlerin varlığını halkımıza tanıtmak dâhiyane bir fikirdir. Takdir ediyorum… Amerikalı eşini Batman’a götürüp akrabalarıyla tanıştırması sırasında yaşanan duygusal anlar beni de duygulandırıyor… Ama geçenlerde patlattığı bomba sayesinde hem memleket meselelerine nasıl kafa yorduğunu bir kez daha gördüm, hem de Şimşek gibi, zekâsındaki ince espri kabiliyetine hayran kaldım. Şimşek’in şimdi yapmak istediği İstanbul’u bir finans merkezi haline getirmektir. Bakınız bu maksatla Merkez Bankası’nı İstanbul’a taşıyacakmış. Bak, iyi dikkat et… Espriye bak… Misal şu meşhur kuleler var ya Sabancı’nın… Arkasına taşındığını düşünün Merkez Bankası’nın… Çok şakacı bu adam kardeşim, söylüyorum inanmıyorsunuz…

9


dosya: milyar dolarlık servetleri leylekler mi getirdi?.. her türk asker dogmaz, bazı türkler uyanık dogar...

B

u yıl dünya çapında övüneceğimiz bir konu daha çıkmıştı, Türk zenginlerinin sayısı artmış, dolar milyarderi sayısında dünyanın en büyük ekonomilerinden biri olan Japonları dahi geride bırakmıştık. Peki, memleketin önemli bir bölümü yoksulluk, geri kalanı da açlık sınırında yaşarken nasıl oluyor da bu insanlar milyar dolarlık servetlere sahip oluyordu?.. Bizimki gereksiz bir merak aslında çünkü her Türk doğuştan ‘müteşebbis’tir ama demek ki bazıları daha fazla ‘müteşebbis.’ Aslında gayrisafi milli hasıla, milli gelir, üretim, ihracat gibi rakamları baz aldığımızda Türkiye’deki milyar dolarlık zengin sayısının aslında bu ülkelerin çok çok gerisinde olması gerekiyor. Türkiye ile benzer bir durumda olan bir diğer ülke ise Rusya’ydı. 1950’li yıllarda özel sektörün gelişip serpildiği Türkiye ve 1990’lı yıllardan kapitalist ekonomiye alışmaya çalışan Rusya nasıl oluyor da bu ‘alkışlanası’ başarıyı gösteriyordu. Adları ‘gurur tablosu’nda bulunan bu Türk zenginleri bu servetleri nasıl elde etmişlerdi? Forbes’ın listesine milyar dolarlık servetleriyle giriş yapan Türkler, ekonomi basınına göre büyük sükse yapmıştı. Sayfa sayfa haberler yapıldı ama kimse ‘kardeşim bu adamlar parayı nasıl kazanıyor’ diye sorma gereği dahi hissetmedi. Aslında Rusya’nın ve Türkiye’nin benzer öyküleri var. İkisi de devletin kaynaklarını kullanarak zenginler ordusu yarattı, Rusya ‘kaybettiği’ yılları mafyanın yardımıyla kısa sürede telafi etti. Biz de biraz eski deerleri karıştırdık aslında kamunun bildiğini bir kez daha anlatalım istedik. İşte göğsümüzü kabartan zenginlerimizin ‘nasıl yırttıklarının’ öyküsü...

...sıra bize gelecek!

Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda sanayiciliği ve ticareti bilen Türk sayısı yok denecek kadar azdı, azınlıkların elinde olan bu sektöre ‘devletin yeni sahiplerinin de girmesi ve hakimiyet kurması gerekiyordu. Ancak bu hem sermaye hem de deneyim istiyordu. O da biz de yoktu. İşte bu süreçte devlet kolları sıvadı, farklı yönetim biçimlerinde bu elbette devletin en önemli fonksiyonu ama kapitalist bir yaklaşımı tercih etmiş Türkiye için tuhaf bir durum. Türkiye’de milli burjuvazinin oluşması, sermaye birikiminin sağlanması için devlet, temel sektörlere yatırım yaptı, ardından her sektörde tekellerin oluşmasını ve büyümesini destekledi. 1950’li yıllara kadar ticareti öğrenen ve bu süreçte devletten ihale alarak inşaatçılık yapan milli burjuvazi, 1940’lerden sonra yabancı şirketlerin temsilciliğini alarak ülkeyi ithalat cenneti haline getirdi. Marsilya’dan kiremit, ABD ve Avrupa’dan ilaç, beyaz eşya, gıda malzemeleri getiren şirketler, 1960’larda ‘işi öğrendik, artık sanayici

10

olalım’ kararını verdi. Türkiye Sınai Kalkınma Bankası (TSKB) Marshall ve Truman yardımlarının desteğiyle sanayici olmak isteyenlere krediler dağıttı, tüccarlar için artık sanayici olma dönemi başlamıştı. 1970’lerde uyanan işçi sınıfı devletten her türlü desteği alan sanayiciler için büyük sıkıntı yarattı. Grevler, lokavtlarla karları gittikçe düşen milli burjuvazinin imdadına 12 Eylül darbesi yetişti. Ardından gelen Özal, ‘ben zengini severim’ diyerek yeni zenginler yarattı. Türkiye ekonomisin geçmişini incelediğimizde iktidar gelen her partinin kendi zenginlerini yarattığını görüyoruz. Cumhuriyetin ilk yıllarında ticaret yapan Koç, Sabancı, Çukurova gibi gruplar her iktidar döneminde büyürken Adnan Menderes, kendi yandaşı olan zenginler yarattı. Özal döneminde de yeni zenginler türedi, sıra şimdi AKP’de. Bugüne kadar ‘ezilen’ müslüman tüccar da artık ‘işadamı’ kimliği kazandı. Ancak sistem hiç değişmedi,

devletten, belediyelerden ihale alarak sermaye birikimi sağlanıyor ardından yine hükümetin bağlantılarıyla yabancı ortaklık kuruluyor ve takip etmekte dahi zorlandığımız yeni yeni şirketler, holdingler, şirketler grubu vs... kuruluyor.

Zenginlerin dostu: TSKB

Yıllardır adını duyduğumuz ‘Türkiye’nin en büyük şirketlerinin’ nasıl zenginleştiği hikayelerine geçmeden önce kısaca devletin kurduğu KİT’ler, 2. Dünya savaşı sonrası ve Türkiye Sınai ve Kalkınma Bankası (TSKB) döneminden söz etmek gerekiyor. Çünkü milli burjuvazinin palazlanıp sınıf atlaması KİT’lerin bazılarına kelimenin tam anlamıyla peşkeş çekilmesi bu döneme denk geliyor. Desteklenen yeni zenginler sanayicilikle ilgilenmediği için devlet kendi başının çaresine baktı ve kamu iktisadi teşekküllerini (KİT) kurdu. Bu dönemde Sümerbank, Tekel, Et Balık Kurumu, Türk Traktör, Ziraat Bankası, Makine Kimya Endüstrisi,

çimento fabrikaları, şeker fabrikaları, Etibank, Devlet Malzeme Ofisi, Toprak Mahsulleri Ofisi gibi bugün çoğu tarih olan KİT’ler kuruldu. Sistem şöyle işliyordu; devlet üretiyor, birçok özel şirket de bu ürünleri ucuza alıp pahalıya satıyordu. Böylece ellerini taşın altına koymadan kısa yoldan süper karlar elde ediyorlardı. Ancak müteahhitlik gibi fazla sermaye gerektirmeyen ama bir o kadar da karlı alanlar özel sektörün denetimi altındaydı. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından başlayan Marshall ve Truman yardımları Türkiye için yeni bir dönemin başlangıcı sayılıyor. Bu süreçte yabancı sermaye ile daha sıkı ilişkiler kuruluyor ve o güne kadar Avrupa’yı kıble olarak belirleyen Türkiye artık ABD’nin yeni müttefiki haline geliyordu. Ana sözleşmesi Dünya Bankası tarafından hazırlanan Türkiye Sınai ve Kalkınma Bankası (TSKB) yerli ve yabancı sermayenin gelişmesi ve ortaklık yapmasının önünü açıyordu. Kuruluş sermayesi 12,5 milyon lira Merkez Bankası tarafından karşılanıyor, Dünya Bankası da 9 milyon lirayla ortak oluyordu bankaya. Bankanın bugün zenginler listesinde olan ortakları vardı; 19 yerli ve yabancı banka, yedi Türk işadamı ve sanayi ve ticaret odaları. Karamehmet ve Eliyeşil ailelerine ait olan Çukurova Sanayi İşletmeleri, Bezmenlerin sahip olduğu Mensucat Santral, Vehbi Koç, Nejat Eczacıbaşı, Sabancı... Banka kısa bir süre sonra ortaklarına büyük miktarlarda kredi vererek fabrika kurmalarını sağlayacaktı...


dosya: milyar dolarlık servetleri leylekler mi getirdi?.

Hazırlayan: ESiN ZEYNEP

koc:. ahlakımız cok . fena bozuldu...

K

oç Grubu’nun kurucusu Vehbi Koç’un “Hayat Hikayem” adlı kitabından: Firma sahibi olduğum 1926 yılından 1939 yılına kadar kendim ve çalışan arkadaşlarımın dürüstlüğü için her türlü yemini edebilirim. 1939’dan 1946’ya kadar ise kuruluş olarak ahlakımız bozuldu, duyduğumuz ve duymadığımız birçok olaylar geçti, tabii bilerek bilmeyerek müşteri karşısında biz de kirlendik.” Vehbi Koç’un sözünü ettiği 39-46 arası karaborsa yılları. Herşeyin karneyle satıldığı yıllarda Koç’un Ankara’daki dükkanlarında stokçuluk yaptığı, fahiş fiyatlara mal sattığı kendisi tarafından da itiraf ediliyor zaten. 1917 yılında ticarete atılan Vehbi Koç, Samanpazarı’nda buğday, peynir, zeytin gibi gıda maddeleri satıyordu. Kurtuluş Savaşı yıllarında ise İstanbul’dan getirdikleri malları hem halka hem de askeri birliklere satmayı sürdüren Koç, o sıralarda başkent olan ve hummalı bir inşaat faaliyeti olan Ankara’da müteahhitliğe başladı. Ancak esas vurgun yılları İkinci Dünya Savaşı döneminde başladı, Koç parasını ikiye hatta üçe katlamıştı. Devletle sıkı ilişkiler nedeniyle önemli inşaatları Koç yapıyordu. Ülke bir yandan Avrupa’ya Osmanlı’nın borcunu ödüyor, bir yandan

da yeni müteahhitlere para akıtıyordu. Savaş yıllarında ABD ile ilişkilerini de geliştiren Koç, kokuyu iyi alıp 1946’da soluğu Amerika’da aldı. Artık dünyada ABD’nin borusunun öteceğini bir yerlerden duyan Koç, General Electric ile ortak oldu. Artık sanayici olmuştu! Şu anda Arçelik, Beko, Migros, Tüpraş, Fiat, Ford gibi şirketlere sahip olan Koç’un bugüne gelişinde en büyük katkıyı devlet yaptı. 1950’li yıllara kadar CHP’lilerle oldukça yakın olan Vehbi Koç, birçok sektöre devlet sayesinde yatırım yaptı. Koç, devletten aldığı tüyolar, teşviklerle birçok alana ilk yatırımı yapan grup oldu.

Halkın malı, Koç’un malı!

Bugün Koç’un olan birçok fabrika aslında devlet tarafından kurulan KİT’lerin temelleri üzerinde yükseldi. Koç, devletle en çok iş yapan ve en fazla ortaklığı olan grupların başında geliyor. Türk Traktör, Tofaş, Arçelik, Migros, Tofaş Oto Ticaret, Tat Konserve’nin kuruluşuna KİT’leri de ortak eden Koç, böylece hem yatırım sermayesine devleti ortak ediyor hem de satış garantisi alıyordu. Daha sonra yani şirketler kârlı hale geldikçe de devletle ortaklığı bitiyordu. 1970’li yıllarda fabrikalarındaki grevler nedeniyle kârlılığı gittikçe düşen Koç, Asil Çelik’in borçları nedeniyle de

zor günler geçiriyordu. Koç’u temelden sarsacak olan büyük bir beladan yine devlet kurtardı. Koç,

1980’li yıllarda demir-çelik üretimi yapan ve büyük zararda olan Asil Çelik’i devlete devrederek büyük bir borçtan kurtuldu.

devlet malı deniz, yemeyen keriz... yürü ya kulum, üfle kavalı, doldur çuvalı...

S

abancı’yı Koç’tan ayıran belki de en büyük özellik, devletle daha az iş yapmış olmasıdır. Yabancı ortaklığa da çok sonraları başlayan Sabancı, bu iki nedenden dolayı uzun yıllar ‘milli şirket’ olarak dahi görüldü. Böyle olmasına karşın Sabancı’ya

sınıf atlatan yine devlet oldu. Kayseri’den Adana’ya göç eden Hacı Ömer Sabancı, 1935’e kadar Adana’da çırçır atölyelerine pamuk topluyordu. Sonra da bu atölyelerin attığı pamukları biriktiğini ve bu işin oldukça karlı olduğunu görmüş. Vallahi kendisinin yalancısıyız! Bu pamukları satıp küçük bir çırçır atölyesi kurmuş!

Nasrettin Hoca hikayesine benzedi değil mi? Pamuk ticaretine başlayan Hacı Ömer Sabancı, bir yandan da diğerleri gibi biraz para biriktirince müteahhitliğe başladı. Önce Adana, biraz palazlanınca Ankara’da dahi büyük projeler gerçekleştirdi. Uyanık Kayserili Hacı Sabancı, yokluk çeken ve tarlalarını ekecek sermayesi dahi olan halktan arazilerini yok pahasına satın almaya başladı. Ve Sabancı, Adana’nın en çok toprağa sahip ailelerinden biri yani Adana’nın ağası oldu. Bu toprakları işleterek kendi tesislerine ucuz hammadde de sağladı. Sabancı büyümek istiyordu ancak yeterli sermayesi olmadığı için bunu gerçekleştiremiyordu. O yıllarda ardı ardına kurulan bankalardan etkilenerek Adana’daki Kayserilerle birlikte Akbank’ı kurdu. Akbank’ın ‘AK’ı Adana’daki Kayserililer’i temsil ediyordu. Hacı Ağa, halktan topladığı paraları şirketlerini büyütmek de kullandı. Malum o yıllarda en büyük sorun sermayeydi. Bu süreçte Ankara, İstanbul gibi büyük kentlerle ilişkisini geliştiren Sabancı, büyük desteği dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’dan gördü. Kendi halinde orta düzey bir tüccarken bugün Avrupa’nın en büyük tekstil fabrikalarından biri olan Bossa’yı kurdu. Bossa Sabancı’ların tarihi dönemeçlerinden biri. TSKB kredisiyle kurulan Bossa’ya o dönemde banka kendi sermayesi 12.5 milyon lira iken 5 milyon lira kredi verdi. Tabii yakın dost Bayar’ın sayesinde... Bossa’yla gelen prestij ve paranın ardından yabancı ortaklıklarla büyüyen Sabancı’ya Bayar yürü ya kulum dedi...

11 11


dosya: milyar dolarlık servetleri leylekler mi getirdi?.. azınlık mallarına kondular, sanayici oldular...

T

arsuslu Karamehmet ve Eliyeşil aileleri tarafından kurulan Çukurova Grubu, Türkiye’nin en eski sanayicilerinden sayılıyor. Cumhuriyet kurulmadan çırçır atölyelerine sahip olan bu iki aile, Kuvai Milliye saflarında yer almıştı. Ancak aileden bazı isimlerin işgal altındaki bölgede Fransız askerleriyle işbirliği yaptıkları iddiası hala çürütülmüş değil. Adana, Maraş gibi bölgelerde halk Fransız askerleriyle savaşırken düşmanla işbirliği yapan bu zengin ailenin bazı üyelerinin tutuklanmasını daha sonra Adana milletvekili olacak Damar Arıkoğlu engellemişti. Cumhuriyetin hemen ardından azınlıklara ait olan çok sayıda fabrika ve atölyeyi bünyelerine katan grup, İş Bankası ve CHP milletvekili Sadi Eliyeşil’in desteğiyle bölgede birkaç fabrika sahibi daha oldu. İş Bankası o yıllarda devlet eliyle kurdurulmuş ve milli burjuvaziye para vererek, işletmelerine

ortak olarak destek veriyordu. Pamukbank’ın kurulmasına ortaklık eden daha sonra da bankanın tamamına sahip olan Çukurova daha sonra zor duruma düşen Yapı ve Kredi Bankası’nı da bünyelerine kattı. Uzun yıllar aile içi çekişmeler yaşayan Çukurova’nın patronu Mehmet Emin Karamehmet hakkında açılan davalar nedeniyle uzun yıllar yurtdışında yaşamak zorunda kaldı. Yabancı markaların Türkiye temsilciliğini yapan Çukurova, daha sonra kendi şirketlerini kurarak aynı ürünleri farklı markalarla piyasa sürdü ve uzun yıllar uluslararası mahkemelerde yargılandı. Son olarak TMSF bankalarına el koydu... Çukurova, şu anda BMC, Turkcell, Show TV, Digiturk, Akşam Gazetesi, Çukurova İş Makineleri’nin yanı sıra dünyanın en büyüklerinden biri olan deniz taşımacılığı yapan Geden Lines’ın da sahibi. Karamehmet’in en büyük

bir garip holding: oyak

A

işlerinden biri de Kuzey Irak’taki petrol kuyuları. Dünyanın en kaliteli petrollerini çıkarıyor.

Sessiz ve derinden

Diğer işadamlarının aksine kamuoyunun önüne pek fazla çıkmayan Mehmet Emin Karamehmet, her dönem siyasilerle iyi ilişkiler içinde oldu. Yayın kuruluşlarını çok sıkıştığında rakipleri aleyhine kullanmaktan çekinmedi ama

diğer medya patronları gibi bunu alenen yapmadı. Elinde tuttuğu bu yayınları yedek güç olarak kullanmayı tercih etti. Rakibi ya da hükümet aleyhine birkaç haber yaptırıp “Üstüme gelirsen daha fazlasını yaparım” mesajı verme yolunu seçti... Bu arada, ailenin yarış atı yetiştiriciliği konusunda da bir hayli iddialı olduğunu, hipodromlarda yarışan pek çok atları bulunduğunu ekleyelim...

akrilikin de tekeli var. hem de çok tehlikeli...

çılımı Ordu Yardımlaşma Kurumu olan OYAK, silahlı kuvvetlere mensup olanların maaşlarından kesilen fonlarla kurulan Türkiye’nin en büyük holdinglerinden biri. 1961 yılında kurulan OYAK, hakkında çıkarılan özel yasa gereği hiçbir şekilde vergi ödemiyor. KİT’lerle kurduğu ortaklık sayesinde kısa sürede çok sayıda şirkete sahip olan OYAK, bugün Türkiye’nin en büyük çimento fabrikaları olan Adana, Bolu, İskenderun, Ünye, Mardin Çimento’nun sahibi. Çok sayıda gıda şirketinin de sahibi olan OYAK’ın en büyük fabrikası ise Renault. OYAK, çimento şirketlerinin çoğunu KİT ortaklığıyla kurarken, büyük kar ettiği gayrimenkul alanındaysa kamu bankalarının desteğiyle kurdu. OYAK, son olarak Özelleştirme İdaresi’nden Erdemir ve İsdemir’i satın aldı. Her yıl askere alınan binlerce asteğmenin maaşlarından yaptığı kesintilerin de üstüne konan OYAK, ülkenin en büyük sanayici gruplarından biri. Avrupa Birliği bu iş nasıl oluyor da oluyor sorusuna yanıt bulamıyor! Ama OYAK büyümesini sürdürüyor...

D

inçkök’lere ait olan bu grubun en büyük özelliği sanayinin birçok alanında kullanılan halk arasında orlon olarak bilinen akrilik üretmeleri. Küçük çapta tekstilcilik yapan Dinçkökler tıpkı diğerlerinde olduğu gibi 1950’li yıllarda sanayicilikle tanıştı. O yıllara kadar küçük atölyelerde süren üretimleri TSKB’nin verdiği destek ve kredilerle fabrikatörlüğe geçti. Bir süre TÜSİAD başkanlığı da yapan Ömer Dinçkök, 1980’li yıllarda her tekstilcinin rüyası olan turizme de girdi. Sosyetenin uğrak yerlerinden biri olan ve Türkiye’ye ‘mall’ yani alışveriş merkezi kavramını getiren Akmerkez’in de sahibi Dinçkökler... Dinçkök ailesinin Türkiye ile tanışması 1999 Marmara depreminde oldu. Yalova’daki fabrikalarının depremde gördüğü zarar nedeniyle sızdırdığı kimyasal atıklar, halkın sağlığını ciddi şekilde etkilemiş, yüzlerce kişi kanser tehdidiyle karşı karşıya kalmıştı ama bu ünlü sanayici ailenin kılı dahi kıpırdamamıştı. Hatta aynı yıl Kimya Sanayicileri Derneği, bu şirkete ödül vererek desteğini sunmuştu. Aman ne olacak fabrika bir tane, halk dediğin nesnedense milyonlarca var değil mi?

12


dosya: milyar dolarlık servetleri leylekler mi getirdi?.. bu hortumcu, özal’ın prensiydi, battı...

D

iyarbakır’ın Lice ilçesinde oldukça kalabalık bir aileye sahip olan Halis Toprak ve ağabeyleri Adana’da tekstil işiyle uğraşıyordu. Paktaş adlı şirketleri mali olarak iflas etmiş durumdaydı, Halis Toprak’ın ailesi ile de arası oldukça kötüydü. Dönemin başbakanı Turgut Özal’ın yakın dostu olan Toprak, doğal olarak ahbabından yardım istedi. Ve ani bir kararname ile Paktaş tüm borçlarıyla birlikte Sümerbank’a devredildi. Ailesinin büyük tepkisini gören Toprak, “Özal bana tekelleri kır” dedi diyerek birçok alanda yatırıma başladı.

Y

Devletten aldığı teşvikler, bedava arsalarla seramik ve ilaç fabrikaları kurdu. Banka sahibi oldu, çok sayıda inşaata imza attı. Bankasına el konan Toprak TMSF’ye borcunu ödememek için bin takla atıyor. Londra’da dünyanın en pahalı 10 evi arasında gösterilen malikanesi, Türkiye’nin her tarafından değerli arazileri olan Toprak, “zor durumdayım bana yardım edin” demek için seçim döneminde işçilerin maaşını aylarca ödemeyerek siyasilere mesaj göndermeyi de ihmal etmeyecek bir işadamı!

insan hayalleriyle var...

1

bu da koç’un prensiydi, aldı yürüdü...

970’lerin sonunda başlayıp 12 Eylül darbesi ve Özal iktidarıyla birlikte Türkiye ekonomi yeni bir kavramla tanıştı: Hayali ihracat. Sahte belgelerle ihracat yapmış gibi göstererek devletten vergi iadesi alan ANAP dostları, birden bire kamuoyunun karşısına saygın işadamları olarak çıkmaya başladı. Bu süreçte karlı KİT’lerin satılması, devletin Türkiye’yi yeniden bir inşaat şantiyesine çevirmesi ‘holding’ sayısında patlama yarattı. Hasbi Menteşoğlu, Mustafa Süzer, Süleyman Demirel’in yeğenleri vs… Adları çeşitli kaçakçılık olaylarına karışan Erol Aksoy, Turgay Ciner, Transtürk Holding’in sahibi Süren Ailesi, Demirel’in aile fotoğrafında yer alan Bayındır Holding’in sahibi Kamuran Çörtük, Cavit Çağlar, Sümerbank’ı satın alan Hayyam Garipoğlu… Liste uzayıp gidiyor...

ıllar önce İstanbul’da küçük bir tüccardı, Merbolin Boya’nın ortağı olarak girdiği bu şatafatlı dünyada ikinci durağı Tofaş oldu. Yerinde bir adım atarak Vehbi Koç’un kanatları altına girmişti Aydın Doğan. Devletin büyüttüğü Koç, şimdi de kendi adamlarını yaratıyordu. Koç’tan aldığı destekle adını dahi kimsenin duymadığı Aydın Doğan, Milliyet Gazetesi’nin satın aldı. Gazete sahibi olmak demek, hükümetle devletle ahbap olmak demek, bu yalın gerçeği herkes bilir. Milliyet gazetesi Doğan’a birçok yol açtı. Ardından Hürriyet geldi, devletten aldığı kredilerle yine devlete ait Dışbank’ı satın aldı. Hakkında açılan davalardan ne hikmetse hiçbir ceza almadan yırttı. “Aaa bu iş kolaymış” diyerek ikinci bir operasyona hazırlandı ve yine devlete ait olan en karlı işlerden akaryakıt dağıtım işine girdi. İş Bankası ile Petrol Ofisi’ni satın aldı. Sonra da İş Bankası’nın hisselerini yok denecek acaip bir fiyatla satın aldı. Aynı hisseleri yabancı bir şirkete satınca “bu nedir” diye soran sesler oldukça cılız kaldı. Hürriyet, Milliyet, Radikal, Kanal D, CNNTürk, ekonomi dergileri vs... gibi elindeki tüm yayın organlarını kullandı. Hürriyet’in genel yayın yönetmeninin fabrikalar için siyasilerle pazarlık yapması ise birkaç gazeteci dışında kimseyi rahatsız etmedi. Doğan şimdi, yurtdışında büyüyor, rafineri kurma hazırlıkları yapıyor.

umreye de gideriz, zemzemi de içeriz, cüzdana da bakarız...

1

990’ların ortasında iktidar ortağı olan Erbakan’ın Refah Partisi ve bugüne uzanan AKP iktidarı döneminde ise ‘slamcı kimliğiyle ön plana çıkan işadamlarının dönemi başladı. Özellikle Arap sermayesiyle ortak olan bu kesim arasında Atasay Kuyumculuk’un sahibi Cihan Kamer, Erdoğan’ın dünürü Albayraklar ilk akla gelen isimler. BİM ve Kiler Marketleri, topladığı paralarla sırra kadem basan Kombassan, Sayra Holding, İttifak Holding, Jet Fadıl olarak da tanınan Fadıl Akgündüz… Bu dönemde adı en çok parlayan isimlerden biri de Fettullahçı olarak tanınan İbrahim Çalık. Şu sıralar Samsun-Ceyhan boru hattının inşaatına başlayan Çalık, kendi halinde bir tekstilciyken AKP iktidarıyla birlikte önlenemez bir yükselişe geçti. Birkaç yıl önce patlayan inşaat furyasıyla birlikte TOKİ’nin zengin ettiği Taşyapı’nın sahibi Emrullah Turanlı, Simpaş, Siirt’te küçük bir müteahhitken milyon dolarlık inşaat projelerine başlayan, İstanbul’daki belediyeye ait su arıtma tesislerini

işleten, Çin’de uçak filosuna sahip olan Kuzu Grup… Erdoğan’ın çocuklarının okul sponsoru Ramsey’in sahibi Remzi Gür. Türkiye’nin liderleri arasında gösterilen İstikbal’in sahibi olan Boydak Grubu... Elbette Türkiye’de yukarıda saydıklarımızdan çok daha fazla zengin var. Ama hepsinin hikayesi aşağı yukarı aynı. Son bir hikaye ile bitirelim. Abdulkadir Konukoğlu. Gaziantepli Konukoğlu, bölgenin en önemli hatta Türkiye’nin en önemli, en güçlü ve zengin işadamlarından biri. Türkiye’nin iplik kralı olan Konukoğlu, iplik fiyatlarını istediği gibi belirleyip istediğine istediği fiyattan satıyor. Konukoğlu’nun cemaat ilişkisi herkesin malumu. Ama çok az kişinin bildiği başka bir gerçek var. Zor duruma düşen küçük işletmelere yardım eder Konukoğlu, babacan tavrıyla da “istediğin zaman öde” der, uzun süre de parasını istemez. Bir gün kapıya dayanır ve ‘paranı ödemedin işletmene el koyacağım’ der ve yapar da. Yolunuz Güneydoğu’ya düştüğünde bu hikayeyi herkesten dinleyebilirsiniz.

11 13


yalogan@hotmail.com

G

ençler belki hatırlamaz, eskiden e Blob diye bir film vardı. Başrolde Steve McQueen oynuyordu (artık onu da pek kimse hatırlamaz). 1958 yapımı filmde, bir Amerikan kasabasına gökten bir cisim düşüyor ve yapış yapış çoğalıp her yere yayılıyor, insan vücuduyla beslenerek gittikçe büyüyor ve her yeri kaplıyordu. Geçen Cumartesi günü Kale’den Samanpazarı’na doğru kalabalık çarşıların içinden geçip yürürken, ansızın bu film aklıma düşüverdi. Yeşil ve yapışkan bir madde olan e Blob’un şehrin sokaklarına sızarak her yere bulaştığını, insanları yutarak, sindirerek daha da güçlenip büyüdüğünü hayal ettim. İçinden geçtiğim çarşılarda neredeyse tek bir başörtüsüz kadın yoktu.

Yetmez!

Katillerimizle aynı sofraya oturmayacağız! Alevi Aydınlarından Kitlesel Protesto Çağrısı

AKP milletvekili Reha Çamuroğlu’nun girişimleri ile gündeme gelen AKP’nin Alevi açılımı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 11 Ocak’ta Bilkent Otelindeki Muharrem oruç açımına katılacağını bildirmesi ile başladı. Çok geçmeden çok sayıda AKP miletvekilinin ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ünde bu yemeğe katılacağı açıklandı. Bu gelişmeler bazı Alevi kuruluşları tarafından olumlu bulunurken, büyük kesimi tarafından, Alevi oylarına göz koyan AKP’nin oyunu olarak değerlendirildiği için, samimi bulunmadı. Yapılan bir dizi basın açıklamasıyla, AKP’nin Alevilere bakışı ile söz konusu açıklamalarının samimi olmadığı belirtildi. En son olarak CEM Vakfı Alevi iftarına katılmayı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Alevilerin yasal ve hukuksal eşitliğini kabul etmesi şartına bağladı. 11 Ocak 2008’de gerçekleşecek oruç açımına binden fazla katılımın olacağını duyuran Reha Çamuroğlu, bu ifadesi ile bu girişimin karşısında duran ve eleştiren kesimlerin marjinal olduğunu ileri sürmektedir. Bu gelişmelere şimdiye kadar basın açıklamaları ile karşı çıkan ve katılmayacaklarını ilan eden kesimlerin; başta Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri olmak üzere ABF ve diğer Alevi kurum ve kuruluşların üye ve yakın çevrelerini aynı gün oruç açımının yapılacağı otelin önüne çağırmasını veya Ankara’da uygun bulacakları bir meydana çağırmasını öneriyoruz. Bizce bu aşamada yapılması gereken ve atılması gereken tek adım budur. 11 Ocak 2008 günü Muharem Orucu açımında bin kişi içeride olurken, onbinlerin dışarıda olması ve AKP’ye, AKP Alevilerine gereken cevabı vermesi gerekmektedir. Bu adım Alevi örgütlerinin rüştünü ispatlama ve muhatap alınmasının da ilk adımı olacağı için son derece önemlidir. Biz bir grup Alevi, demokrat, aydın ve Alevilik konusunda uğraşanlar, kafa yoranlar ve yazarlar olarak Alevi Örgütlerinin bu adımı atmaları gerektiğine inanıyor ve umutla bu çalışma içinde olacaklarını bekliyoruz.. Çağrıyı Yapanlar: 1. Hasan Kaya, 2. Ali Ersin Kelleci, 3. Kelime Ata, 4. Ali Balkız, 5. Fevzi Gümüş, 6. Zeynel Gül, 7. Rıza Aydın, 8. Aydın Şimşek, 9. İshak Kocabıyık, 10. Kamil Ateşoğulları

14

AKP’yi ‘demokrasi’ getirecek diye övenler, şunu iyi bilmelidirler ki, bu partinin bayrağında tek bir slogan yazılıdır. O slogan şudur: “Bu kadarı yetmez!” Cumhurbaşkanı’nın dindar olması yetmez, Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın, YÖK Başkanı’nın, giderek bütün devlet kurumu başkanlarının da dindar olması gerekir. Bu da yetmez; ilkokul müdürlerinin, gazete patronlarının, sokakta yürüyen insanların da dindar olması gerekir. Bu da yetmez; Genel Kurmay Başkanı’nın cumaları kaçırmaması, Askeri Şura toplantılarının ayetlerle açılması; hâkimlerin ve savcıların işe dualarla başlamaları, futbol takımlarının maça çıkmadan önce topluca dua etmeleri de gerekir. Çünkü bu bir hegemonya mücadelesidir. Her kurulu düzenin tarihten gelen dengeleri ve kendine özgü bir ideolojisi vardır. Bu denge bir kez bozulduğunda ve ‘devletin temel nitelikleri’ne ters düşen rakip bir ideolojinin hegemonya kurma imkânı doğduğunda, bir mücadele başlar; ve bu mücadele, çember kapanıncaya, toplum tam bir tahakküm altına alınıncaya, toplumun bütün gözeneklerine nüfuz edilinceye kadar durmaksızın devam eder. Ne diyor, AKP milletvekili Reha Çamuroğlu: “Bu ülkede hiçbir arka bahçe bırakmayacağız, bütün bahçelerde meyve yiyeceğiz, lokma yiyeceğiz, türkü çığıracağız.” Çok güzel! Hegemonya mücadelesi işte budur. Bütün bahçelere girecekler, kimseye soluk alacak bir alan bırakmayacaklar; Alevi dedelerini maaşa bağlayacaklar; Alevileri bölecekler ve onları Sünni İslam’ın içinde kuşatacaklar. Bunu tatlı dille, para musluklarını açıp kapayarak, lokma yedirip türkü çığırtarak yapacaklar. Kimse kendi bahçesinde kendisi olamayacak. Ama bu da yetmez.

‘İki vizyon’

YÖK’ü ele geçirdiler ve şimdi üniversiteleri özgürleştirecekler. Bunda şaşılacak ne var? Bu bir hegemonya mücadelesidir. Yeni atanan YÖK Başkanı, 12 Eylül generallerinin 1402

sayılı kararnameyle attıkları öğretim görevlilerinin yerine getirilen ve son yirmi altı senedir taşra üniversitelerinde yeşeren İslamcı profesörleri, YÖK’ün başına getirecek, onlarla kadrolaşacaktır. İslami tarikatlar ve cemaatler kesenin ağzını açarak, 12 Eylül generalleri sayesinde ilkokula dönüşen üniversiteleri, devasa imam hatip liseleri halinde yeniden örgütleyeceklerdir. AKP’yi alkışlayan akademik personelin aymazlığı ve cehaleti, ancak tahsille mümkün olabilecek niteliktedir. AKP’nin seçim zaferini bir ‘demokrasi devrimi’ gibi göstermeye çalışan tatlısu frengi akademik personele, ‘İslami demokrasi’nin icaplarını yerine getirmek için, derhal birer seccade, takke, birer çi takunya, tespih ve ibrik temin etmelerini tavsiye ederiz. Önümüzdeki dönemde özel ve devlet üniversitelerinin kariyer yolu, her zamankinden daha sarp, dolambaçlı ve engebeli olacak. Bilimsel kariyeri işbirlikçi basında göklere çıkarılan yeni YÖK Başkanı, söze şöyle başladı: “Benim iki vizyonum var”. İki vizyonu varmış!! Bir adamın iki vizyonunun olması için, YÖK başkanı olması gerekmez, şaşı ya da şizofren olması ya da iki lafı bir araya getirememesi yeterlidir. Anlaşıldığı kadarıyla bu zatın tek bir vizyonu var: Üniversiteleri İslamileştirmek. Kendileri, İslami yazıları ve ODTÜ’ye polis sokmasıyla tanınıyor. Polis Akademisi’nde ders veriyor. Polis Akademisi’nin Müfredat Programları’nı hazırlamış. Türkiye’de ‘terörist faaliyetler’in 1962 Anayasası’yla birlikte başladığını savunuyor (nasıl da anlamış!). Malezya Uluslararası İslam Üniversite’sinde hocalık yaparken, ‘İslam toplumlarında yaşam kalitesi’yle ilgilenmiş. ‘Türkiye’de Polis ve Politika İlişkisi’ konusunda çalışmış (herhalde özgürlükçü bir vizyonla!) . Terörizm ve güvenlik alanlarında da faaliyet gösteren USAK’ın (Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu) Bilim ve Uzmanlar Kurulu Başkanı. Kariyerinde bunca ‘polis’, ‘güvenlik’ ve ‘İslam’ lafı geçen birinin, YÖK Başkanlığı’na yakışmadığını kim iddia edebilir? Bahri Savcı ve Bülent Tanör gibi profesörlerin, 12 Eylül generalleri tarafından ‘komünist’ diye atıldıkları üniversitenin başına yakışmıyor mu? Bence yakışıyor ve normaldir, çünkü bu bir hegemonya mücadelesidir. Bütün filizleri ve çiçekleri yolup kazıkları sivrilttiler. Zamanında gidişatı görüp mücadele etmeyenler (dile kolay, 26 yıl geçti aradan!) şimdi bu kazıkların üzerine oturmaya davet ediliyorlar. Buyursunlar!

Konfederasyon

Türk-İş’in sabık Genel Başkanı nedense bana hep telaş içinde çırpınan bir kuşu hatırlatmıştır. Türk-İş Kongresi sırasında yaptığı konuşma bu izlenimimi daha da güçlendirdi. İşlerin sarpa sarmakta olduğunu, uzlaşma imkânı kalmadığını anlayınca hemen kürsüye fırlayarak, “Kumlu, Cumhuriyet mitinglerine karşı çıkarak,


YAVUZ ALOGAN Yani AKP normal bir partiymiş de, biz paranoyak, demokrasi, özgürlük ve insan hakları düşmanı ve dahi milliyetçi, hatta faşist ve şaşkın bir komünist olduğumuz için ‘uyuyan köpekler’ gibi kâbus görüp böyle hezeyanlar geçiriyormuşuz...

onların karşısında bir başka platform kurulmasını önerdi,” şeklinde şakımaya başladı. Bak sen şu işe! O ana kadar gayet ‘demokratik’ bir yarış halinde devam eden Kongre, ansızın bir tuhaf oldu. Genel Başkan adayı, Cumhuriyet değerlerine karşı; dahası, Cumhuriyet değerlerini savunanların karşısında anti-laik bir işçi platformu kurmayı önerecek kadar iktidar yanlısı. Peki Konfederasyon’un Genel Sekreteri olan Kumlu’yla Genel Başkanı olan Salih Kılıç bunca zaman nasıl birlikte olabilmişler? Kongre ortamında kim kime ‘zarf atmış’, kimin zulası patlamış, nasıl bir ‘uzlaşma/pazarlık’ varmış da bozulmuş, belli değil. Önemli de değil. Önemli olan, AKP’nin kendi burjuvazisini yarattıktan sonra, kendi proletaryasını da yaratma konusunda önemli bir adım atmış ve Türkİş Yönetimi’ni ele geçirmiş olmasıdır. Peki buna şaşacak mıyız? Hayır, çünkü bu bir hegemonya mücadelesidir. Bir karşı-hegemonya adayı yoksa, hegemonik güç, çemberi tamamlamak için elinden geleni yapar, kimsenin gözünün yaşına bakmaz. Mustafa Kumlu, Tes-İş’in Genel Başkanı’ydı. Geçen yıl Tes-İş’in Kongresi’nde konuşan R. Tayip Erdoğan ne demişti? Aynen şöyle demişti: “AKP’yi biz Tes-İş salonlarında kurduk.” Geleceği önceden bildiren ve niyetleri açık eden sözler! Şimdi, ‘Bunlar Cumhuriyet karşıtı!’ diye debelenmenin ne anlamı var? Tes-İş salonlarında kurulan AKP, Türkİş’in başına Tes-İş Başkanı’nı getirdi. Salonda hazır bulunan ‘laik’ sendikacılar, “Keşke daha önce örgütlenseydik,” diye mi düşündüler; yoksa, “Tecavüz önlenemiyorsa tadını çıkarmak gerekir,” diye omuz mu silktiler, bilemeyiz. O güzel insanlar o kongre salonundan ayrıldılar, son model lüks arabalarına binerek konforlu evlerine döndüler ve bir milyondan fazla işçinin kaderini ve emeğini AKP iktidarına emanet ettiler. Ne de olsa askeri diktatörlük hükümetine bile bakan vermiş (12 Eylül’den sonra kurulan Ulusu Hükümeti’nde Çalışma Bakanı olan Türk-İş Genel Sekreteri Sadık Şide) bir sendika geleneğinden geliyorlar. Cuntacılarla bile iş tutmuşlar, AKP’den mi gocunacaklar. Sendikacılar salonu terk ederlerken, kuş her zamanki gibi çırpınarak sendikacılığı bıraktığını ilân etti. Aklıma hep Bertolt Brecht’in ‘üzünçlü/ gülünçlü’ müzikal tiyatro oyunlarından sahneler geliyor ki, anlatması hem zor olur, hem de uzun sürer.

İşçi çocuğu

Cumhurbaşkanı Gül, Kongre’de kendisinin de işçi çocuğu olduğunu neden söylediğini açıklarken, şöyle dedi: “Bunu size demokrasinin, Cumhuriyet’in şimdi

Yeşil şey!

hangi noktada olduğunu görmeniz için söylüyorum. Artık sınıf ayrımlarının olmadığını, demokrasinin ne kadar sağlamlaştığını bilmenizi istiyorum.” Kendisinin Cumhurbaşkanı olmasını, sınıf ayrımlarının ortadan kalkması olarak yorumluyor ve bunun demokrasiyi güçlendirdiğini söylüyor. Kast ile sınıf ayrımını bilmiyor. Sınıf ayrımlarının ortadan kalktığı kapitalist rejime faşizm dendiğini de bilmiyor. Şaşırtıcı mı? Hayır, çünkü bu bir hegemonya mücadelesidir. Sınıflar yok, ideoloji yok, hak arama mücadelesine saygı yok, sendikalar yok, hatta devlet yok, millet yok; AKP’nin İslami bir şeatle kuşattığı bir ümmet var. Amerika’nın deneysel ‘ılımlı İslam’ çiliği... Batı’nın vahşi İslam topluluklarına karşı kurduğu mülayim görünüşlü Pentagon barikatı... Ey işçiler, sendika sizin neyinize, yukarıda Allah, aşağıda Fakir Fukara Garip Guraba fonları var! Ne dedi Kumlu teşekkür konuşmasında: “Genel kurul kararları doğrultusunda Türk-İş ve Türk işçisi laik ve demokratik cumhuriyetin bekçisi olmaya devam edecektir.” Türk işçisi rejimin bekçisi! Sanki alay ediyor, sanki sendika başkanı değil de İçişleri Bakanı ya da 1960’lardan hortlamış, grev kırıcı bir ‘Komünizmle Mücadele Derneği’ başkanı konuşuyor.

Sendika/Sanduka

Türkiye’de sendikalar, hiçbir zaman özelleştirmelere, karar alarak, ilke koyarak karşı çıkmadı; kamu malının

yağmalanmasına sessiz kaldılar. Latin Amerika ülkelerinde özelleştirme yapmak için fabrika kapılarını bazokalarla kırıp işçilerle savaşmaları gerekti. Oysa burada sendikalar, özelleştirme, taşeronlaştırma konusunda tek bir ilke kararı alıp mücadele etmedi. İşçileri aldattılar. Sendika değil, sanduka oldular. Eline ‘Özelleştirmeye, IMF’ye Hayır’ pankartları tutuşturup eyleme sürdükleri zaman bile, işçinin arkasında durmadılar; işçinin mücadele potansiyelini, içi boş, kof eylemlerde harcadılar. Kendi tabanlarını yordular ve yıldırdılar. Şimdi kendileri özelleştiriliyor. Bunda şaşılacak ne var? Kendi işlerini yapacak yerde, CHP’ye alternatif oluşturma peşine düştüler; Avrupa fonlarına yöneldiler; ‘verimlilik’ ve memleketin yüksek menfaatleri için işverenle işbirliği yaptılar. Sendikalı işçi sayısı her geçen gün azalırken, Karen Fogg’la Avrupa fonlarından para edinmek için pazarlık yaptıkları, buna karşı çıkan sendikaları Avrupa Konseyi’ne şikâyet etmeye kalktıkları yalan mı? Memleketin havasından mıdır, suyundan mıdır bilinmez, ancak bu ülkenin sendikalarında plebyen, proleter bir muhalefetin oluşamadığı, bir ‘Ezilenler Manifestosu’nun sendikaların kapısına kapısına çakılamadığı kesindir. Büyük güçtür, işçi sınıfının sendikal örgütüdür diye, bunca zamandır bu kurumların peşinden koşan, her türlü rezilliği görmezlikten gelen, işçi sınıfının paramparça edilmesine seyirci kalan

sosyalistlere yazıklar olsun! Çeşitli yorumlar getirmek, 1960’lı yıllardan başlayarak 12 Eylül yasalarına kadar gitmek mümkündür, ancak sonuç değişmez. Zaten bu sendikacıların babayiğit olanlarını, devrimci olanlarını (Necmettin Giritlioğlu, 1970) ya da atak olup sınır çizgisini geçenlerini (Şemsi Denizer, 1990) kamyon şoförlerine ya da sarhoş lumpenlere tabancayla vurdurup öldürmüşlerdir. Öldürülmeyenlerin mücadelesi zihinlerden silinmiş, belleklerden kazınmış; kendileri cezaevi köşelerinde ya da yoksulluk içinde unutulmaya terk edilmiştir. 1960’ların büyük grevleri; gecekondu halkının var gücüyle desteklediği Paşabahçe grevi; Eyüp halkının kadın erkek çoluk çocuk desteklediği Kavel grevi ve direnişi; Kozlu direnişi; 15-16 Haziran eylemleri; hatta 1977’nin büyük MESS grevleri; hatta 1989’un ilkbahar işçi eylemleri, bugünün sendikacılarının rüyalarında görseler hayra yormayacakları büyük sınıf mücadelesi olaylarıdır. Şu anda Türkiye’de bir işçi mücadelesi yoktur ve mevcut sendikalar böyle bir mücadele potansiyelinin başlıca engelleyicisi durumundadır ve en büyük işçi konfederasyonu iktidar partisinin eline geçmiştir. Şaşırtıcı mı? Hayır, çünkü bu bir hegemonya mücadelesidir. Hegemonik güç, eşit kuvvette, örgütlü bir güçle karşılaşana kadar yoluna devam edecektir.

Neden olmasın?

Yoksa yanılıyor muyuz? Belki de bu kadar karamsar olmaya gerek yoktur. Bir de bakmışsınız, salonun ışıkları yanıvermiş. e Blob’un bir film, bir Holywood kurgusu olduğunu anlamışsınız. Steve McQuinn onu öldürmüş, parça pinçik etmiş (bu arada filmin sonunu gerçekten hatırlamıyorum). Artık sokaklarda yeşil yeşil çoğalarak, insanların beynini yutup sindiremiyormuş bu yüzden. Ya da AKP gerçekten demokratik bir partiymiş, memlekete demokrasi getirmek için çırpınıyormuş, ama birazcık da dindarmış. Bunda ne varmış? Yani o normal bir partiymiş de, biz paranoyak, demokrasi, özgürlük ve insan hakları düşmanı ve dahi milliyetçi, hatta faşist ve şaşkın bir komünist olduğumuz için ‘uyuyan köpekler’ gibi kâbus görüp böyle hezeyanlar geçiriyormuşuz. Bizler Ingmar Bergman’ın Yedinci Mühür filminin son sahnesindeki gibi bir ölüm dansıyla âlemi terk ederken, halkımız Nakşibendi/ Gümüşhanevi rehavetinde hidayete ererek 7. asırla 21. asır arasındaki asma köprüden geçip vaat edilmiş cennet bahçelerine ulaşacak ve ebedi huzura kavuşacakmış. Neden olmasın?

15


Galiba biz mazideki ‘temiz’ örneklerin yarattığı nostaljik ruh halinin de etkisiyle bu ‘ulusal mücadele’ meselesine tarihsel hacminden o mücadelenin yolunu açar, en geri kitleleri siyasete çeker; ancak gerisi gelmezse sonunda, eğer mücadele uygun bir fiyata satılmam

H

ey gidi hey, ne günlermiş be!.. 1950’li, 60’lı, 70’li yıllardan, zamanın dağları taşları sarmış ‘ulusal kurtuluş mücadeleleri’nden söz ediyorum. Ne kadar solda dururlardı, sosyalizme ne yakındılar. Nasıl olmasınlar ki! Sosyalizmden başka bir gelecek mi vardı bu dârı dünyada? Koskoca komünist partiler, güçlü devrimci örgütler, devasa sendikalar, yaygın sınıf mücadeleleri, çoğu kez düzen sınırları içinde de olsa kimi zaman coşup taşan, tuttuğunu koparan bir işçi sınıfı, grevler, genel grevler, fabrika işgalleri, devrimci ayaklanmalar, gerilla mücadeleleri... Tabii bir de dünyanın üçte birini kaplamış bir ‘sosyalizm’... Cinsleri cibilliyetleri konusunda rivayet muhtelif olsa da koskoca Sovyetler Birliği ve diğerleri. Ayrıca, ‘Doğu’daki ilk başarılı ulusal kurtuluş mücadelesini vermiş’ olmakla öğünen Türkiye Cumhuriyeti’nin yüreği Amerika sevgisiyle dolup taşan yönetici sınıflarının kuşkuyla baktığı, hatta nefret ettiği, dev gibi bir Bağlantısızlar Hareketi; Nehrular, Nasırlar, Titolar, Sukarnolar, Bin Belâlar, Bumedyenler… Sosyalizmin itibarlı yılları; düşüncelerini, programını, sosyalist teorinin az çok etkilemediği tek bir ulusal kurtuluş hareketi bile yok neredeyse. En uzak duranı bile, dünyanın havasından mıdır, yoksa suyundan mı, sosyalizmin kimi söylemlerini, sembollerini kullanıyor; özüne olmasa da sözüne bir sosyalizm tınısı katmaya dikkat ediyor. Çünkü düşman, sömürgeciliğe karşı bağımsızlık mücadelesini boğmaya çalışan kapitalist emperyalizm. Zaten başkaldıranlar her defasında karşılarında doğrudan ya da dolaylı olarak emperyalizmi, uluslararası tekelleri buluyorlar. Savaştıkları sömürgeci güçler ise, neredeyse bir kural olarak ‘Hür Dünya’nın büyük patronu ABD’nin sadık müttefiki.

Devir kötü!..

Sonra devir değişti... Geçmiş, canlı tanıkları için bile uzak ve silik bir hayale dönüştü. Şimdi neredeyse tek başına ABD var, her iş ondan soruluyor. Bırakın, uzak da olsa gelecekle ilgili sosyalizm heveslerini, ‘kapitalist olmayan yollar’ bile kapalı. Tek yol serbest piyasa! Tabii bu şartlarda, ‘ulusal kurtuluş’ mevzuunda sona kalanların, dona kalmamak için; veya ‘Bu karambolde, bir devletim oldu oldu!’ diyenlerin, kimin ipiyle kuyuya inecekleri meselesi ortaya çıkıyor. Hani şimdilik de olsa ‘kendisi himmete muhtaç bir dede’ görüntüleri veren işçi sınıfına mı güvensinler, sosyalist harekete mi? Yoksa özne yoksunu ‘yeni toplumsal hareketler’den, ‘Küreselleşme Karşıtları’ndan mı medet umsunlar? Bir başka dünya burası. O zaman tek çare, ‘uyuşan’ bir taraflar, hayali de olsa ‘ortak çıkarlar’ varsa eğer, bir emperyalist gücün gölgesine sığınmak, emperyalizmin bölgesel bir operasyonunda yer almak, bir şeyler alabilmek için bir şeyler vermek; küçük ve her an kapının önüne konulabilir ortak rolünü kabullenmek, diplomasinin çatlakları arasından sızacak yollar arayıp bulmak. Bedeli neyse ödemek! Ne kötü bir zaman değil mi? Hele ki yazının başındaki ‘cennet tasviri’nin ardından! Oysa

niyetim ‘Bit Pazarı’na nur yağdırmak’ veya nostalji yapmak değil. Hiçbir zaman, öyle ‘kimselerin Beyoğlu’na kravatsız çıkamadığı’ tertemiz bir mazi olmadı. Beyoğlu her zaman bir batakhaneydi. Gönüllerimiz orada kalsa da, hatırlayanlar bilir, karanlık yollarla, diplomatik satışlarla, ihanetlerle ve nice kötü âlâmetlerle dolu bir dünya idi geçmişimiz. Üstelik, o ulusal mücadeleler sadece sosyalizmden etkilenmekle kalmaz, sosyalizmi de etkileyiverirlerdi bir güzel. Bu yüzden sosyalizm bir tür ‘milli kalkınma ideolojisi’ne dönerken, sosyalistler de ‘ulusal kurtuluşçuluk’ tuzağına düşüverirlerdi. Küçük burjuva ulusalcı demokratlığı, sınıf içgüdüleri nedeniyle olsa gerek, ‘Allah geçinden versin’ mantığıyla toplumsal devrimi, sosyalizmi, bilinmez bir geleceğe erteleyiverirdi. İşte böyle bir dünya idi. Ancak, her şeye rağmen, her yeri sarmış bir mücadele ve güçlü bir gelecek umudu vardı; güzel olan da buydu. O sebeple, sert ve sağlam dururduk… Şimdilerde çok ‘kırılgan’ olduk. Seçmeci bir hafızayla geçmişi anıp ‘ulusal kurtuluş’ mevzunda emperyalizme kafadan posta koymayana, koyamayana ters bakıyoruz; haklı olarak. Hatta bazen ‘tenzili rütbe’(rütbe indirimi) yoluna gidip onları ‘ulusal kurtuluş mücadelesi’nden bile saymadığımız oluyor. Galiba biz mazideki ‘temiz’ örneklerin yarattığı nostaljik ruh halinin de etkisiyle bu ‘ulusal mücadele’ meselesine tarihsel hacminden daha büyük payeler biçiyoruz. Elbette çok önemlidir, sınıf mücadelesi babında ciddi potansiyeller taşır. Bazen o mücadelenin yolunu açar, en geri kitleleri siyasete çeker; ancak gerisi gelmezse sonunda, eğer mücadele uygun bir fiyata satılmamışsa, ‘nur topu’ gibi bir burjuva devletiniz olur. Tarihte bin türlü ‘milli mücadele’ örneği vardır. Hatta bunların büyükçe bir bölümü, dünyanın sosyalizm rüzgârlarıyla iyice sola yattığı dönemlerin dışında, geçmişte ve günümüzde epeyce bir ‘işbirliğine’, hem de büyük devletlerle işbirliğine dayanır!

Milli Tarih, Milli Coğrafya!

Örnek mi? Çok… ‘Milli tarihimiz’ bunlarla doludur. Bizim sadece eski ve yeni ‘Osmanlıcılarımızın’ değil çoğu ‘cumhuriyetçilerimizin’ bile hâlâ hasretle andığı geçmişimizde, o meşhur ‘dış güçler’in epeyce bir rolü olmuştur, Devlet-i Âliye’nin tahakkümü altındaki ulusların kurtuluşlarında. Bu ‘ezilen ulusların’ da askeri olarak kendilerinden kat be kat güçlü Osmanlı’nın elinden kurtulup ulusal bağımsızlıklarını kazanabilmek için her fırsatta ‘Düveli Muazzama’nın yardımını arama, gölgesine sığınma, korumasını sağlama ve müdahalesini kışkırtma yönünde azimli çabaları vardır. Bakın Yunanistan’ın, Sırbistan’ın, Bulgaristan’ın, Arnavutluk’un, Arap Ortadoğusu’nun Osmanlı’dan kurtuluş mücadelelerine. Kimler kimler yoktur ki, parmağını değdirmemiş, elini kolunu daldırmamış. Makedonya’daki ulusal hareketleri ve mücadeleleri de unutmayın (Elveda Rumeli). Herkes işin içindedir; kimin eli kimin cebinde belli bile değildir.

Mazi bir

Üstelik ‘büyük güçler’ bütün bunları yaparken, uzun süre Osmanlı’nın ‘zamansız’ parçalanmasını engellemek için ‘statüko’ muhafızlığını sürdürerek bize bile kıyak geçmişlerdir! Ayrıca 20. yüzyıl başlarında çeşitli ulusal mücadelelerin içinde oluşmaya başlayan sosyalist akımlarda bile, henüz bir Sovyetler Birliği’nin yokluğundan olsa gerek(!), ‘Büyük Güçlerle’ dirsek teması, işbirliği eğilimi, hatta açık işbirliği vardır. Merak eden sosyal demokrat-milliyetçi Ermeni örgütlerinin, güçlü bir sosyalist damarı barındıran ‘İç Makedonya ve Edirne Devrimci Örgütü’nün tarihine baksın… Merak edenden bahsediyoruz elbette… Sonra, bir Kıbrıs örneği vardır. İngiliz egemenliğine karşı ellilerde başlatılan ulusal mücadele, eski NAZİ işbirlikçisi, Amerikan emperyalizminin yardakçısı faşist general Grivas önderliğinde EOKA tarafından yürütülmüştür; çok sayıda komünisti ve emekçiyi de katlederek…

Milli mücadele, milli mücadeledir!

Şimdi burada ulusal kurtuluş hareketlerine ilişkin bir ‘saptama’ yapalım. Efendim, en devrimci demokratik örnekleri de dahil bu mücadeleler, öncelikli talepleri itibariyle milliyetçi ve burjuva bir öze sahiptir. Çünkü en birinci amaçları genelde başka bir devletin ve milletin tahakkümünden kurtulmak, bağımsız veya özerk bir devlet ve millet haline gelmek; hatta ‘bir millet yaratmak’tır. Zaten

bütün bu nedenlerden ötür ‘milli mesele’ deriz. Önemli birlikte, komünistler tarafın bağımsızlık mücadelelerini (‘ulusalcı’) bir boyutu vard Elbette tarihteki her şeyi

B

ir yerde okumuşt cezaevlerinde iki Sayının bu kadar nedeni, sadece işlenen su zamanda özel birer işletm ‘verimli’ çalışabilmesi için olması zorunluluğu. Bu n karşılarına gelen bütün iş doğru-düzgün avukatı ol tıkıyorlarmış; kârlı bir işle Hakikaten sosyal devlet ş siyasi veya adli nedenlerle bile olsa. Yoksa bir ‘verim özelleştirme programının işten değil!

‘America I Love

İsmet İnönü bir defasın


HAKKI YÜKSELEN -BABA HAKKI-

daha büyük payeler biçiyoruz. Elbette çok önemlidir, sınıf mücadelesi babında ciddi potansiyeller taşır. Bazen mışsa, ‘nur topu’ gibi bir burjuva devletiniz olur. Tarihte böyle bin türlü ‘milli mücadele’ örneği vardır...

sudur!..

rü bu tarihsel olguya i farklar içermekle ndan yürütülen in bile milliyetçi dır. i aynı çuvala dolduracak

tum; Amerikan milyon kişi varmış. kabarık olmasının uçların fazlalığı değil, aynı me olan cezaevlerinin n yüzde 90 oranında dolu nedenle mahkemeler, şsiz-güçsüz, fakir-fukara, lmayan kim varsa içeri etmeciliğin gereği olarak. şart; en azından sadece e hapse girmek için mlilik hesabı’nın veya bir n ‘kader kurbanı’ olmak

e You!’

nda ‘Büyük bir

değiliz. Önderliklerinin sınıfsal niteliği, hareketin sosyal konumu ve hedefleri, mücadelenin programını, metotlarını, gidişatını ve sonuçlarını mutlaka etkiler. Mesela, yukarıda verdiğimiz ‘Balkanlı’ örneklerden hemen hepsi, önderliklerinin sınıfsal karakterleri ve büyük devletlerin ‘desteği’

nedeniyle bağımsızlıklarının hayrını görememişler, ‘büyük devletlerin’ rekâbet ve boğuşma sahasına dönmüşlerdir. Bu ülkelerdeki, bazı devrimci istisnalar dışında, siyasi partiler dahi sosyal sınıf ve tabakalar temelinde değil, çoğu zaman bir büyük devlet taraarlığı temelinde oluşmuştur. Ayrıca bu ulusal kurtuluş savaşlarında zaman zaman ‘Allahına kadar terör’ uygulanarak Müslüman halka ve diğer uluslardan Hıristiyanlara karşı vahşi ‘temizliklere’ de girişilmiştir. Ancak her ne olursa olsun, bu ülkelerin ve halklarının tarihsel olarak sahip oldukları, ‘Osmanlı’dan bağımsız olma’ hakları hiçbir biçimde inkâr edilemez; Balkanlar’daki bu çok parçalı bağımsızlıkların, herkesin birbiriyle kanlı bıçaklı olduğu bir ‘tımarhane’ ortamına yol açtığı gerçeğinin inkâr edilemeyeceği gibi. Her ulusal mücadele geleceğe ilişkin devrimci demokratik ve sosyalist ‘potansiyeller’ taşır. Ancak bu potansiyelin açığa çıkması öncelikle önderliklerine, mücadele içinde yer alan sınıfların ilişkilerine ve tabii ki dış dünyanın bin bir türlü haline bağlıdır. Birçok ülkede bağımsızlığı, en az eskisi kadar gerici, baskıcı, burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin egemenliğine dayalı rejimler izlemiştir. Ayrıca tarihte kurtuluşu sağlayan ulusal önderlerin ‘içeri düştüğü’ hatta öldürüldüğü durumlar bile vardır. Bildiğimiz birçok örnekte de çeşitli adlar takılan ‘sosyalizm’ taklitlerinin ve ‘devlet kapitalizmi’ denemelerinin ardından adıyla sanıyla kapitalist bir düzen kurulmuştur. Bunların çoğu bugün emperyalizmle birer ‘saadet zinciri’ oluşturmaktadır! Bir kısım liderliği ABD ve İsrail ile işbirliğine giden, ‘gönüller sultanı’ Filistin ulusal kurtuluş mücadelesinin hali ise içler acısıdır. Demek istediğim, bu ‘ulusal kurtuluş mücadelesi’ mevzuunu taşıdığı bütün özgürlükçü, devrimci ve demokratik potansiyelleri de atlamadan, ve elbette ‘sınıf mücadelesi’ temelindeki devrimci eleştirilerimizi de sakınmadan, kalbimizdeki,

ilkelerimizdeki, programımızdaki ve hesaplarımızdaki olması gereken yere koymak ve gereğinden fazla abartmamak en doğrusudur. Çünkü sosyalistlerin bu fani dünyada yapmaları gereken başka bir yığın iş vardır. Hem zaten ulusal mücadeleyle sosyal mücadele, aralarındaki bazı çok önemli bağlantıların ve ‘geçirgenliklerin’ yanı sıra tarihsel, sınıfsal ve siyasal olarak epeyce büyük farklılıkları içinde taşır.

Milli ihtilalci, sosyal ihtilalci

Troçki, bir siyasetçi ve gazeteci olarak izlediği Balkan Savaşları üzerine yazdığı yazılardan birinde şöyle diyor: “Milli ihtilalciler, sosyal ihtilalcilerin tersine, şiddet eylemlerini daima ya kendi ülkelerinin ya da başka ülkelerin hanedan ve diplomatlarının faaliyetleriyle bağlantılı hale sokmaya çaba harcarlar. Mesele, genç bir ulusun toprak ve siyaset ile ilgili kendi kaderini tayin etmesi olunca, Carbonari’nin sabırsız eylemleri, çokluk, yalnızca hanedanlık ve diplomasi güçlerini, hep ağırdan aldıkları hamleleri başlatmaları ve tamamlamaları için teşvik etmeye yöneliktir ve ilk fırsatta politik inisiyatifi söz konusu ikinci kuvvetlere bırakır.” * Fark budur ve günümüz örneklerinde olduğu gibi, mücadelenin sosyal kurtuluş boyutu silindikçe, ‘millici’ -diplomatik boyutu parlamaya başlar. Diplomasi sadece ‘dış güçlerle’ değil, aynı zamanda egemen ‘iç güçlerle’ de yürütülür veya yürütülmek istenir. Bu, devrimci sosyalizmin ve işçi sınıfı mücadelesinin güçsüz olduğu hallerde, neredeyse bir tabiat kanunudur. Ancak, diplomasinin kirli ve karanlık dehlizlerinde ‘kurtuluş ışığını’ ararken, zamanla yolunu şaşıran kimi önderliklerle hesabımızı kessek de, bizim tavrımız ezilen halklara destek olmaktır. Önderlikler fâni, özgürlük mücadeleleri bâkidir; halklarla küslük olmaz! * L. Troçki, Balkan Savaşları

Sosyal devlet!.. devletle dostluk, kaplanla aynı yatağa girmeye benzer’ gibi bir laf etmişti. Çok doğru, ancak Türkiye, bu ‘kaplanla aşk hayatı’ mevzuunda çok başarılı bir örnektir. Siz bakmayın şimdiki duruma, Amerika’yla az diz dize, yanak yanağa durumlarımız olmamıştır öyle komünizme, ‘kızıllara’ karşı filan. Zaten bizimki ‘America I Lowe You!’ şarkısı eşliğinde taa 1940’larda, İsmet Paşa zamanında başlayan bir aşktı; ‘Şehri gezmeye çıkan Missouri zırhlısının gemicileri, İstanbullular tarafından büyük bir sevgiyle karşılanırlardı.’ Altıncı filonun İstanbul’a ilk gelişinde bütün kerhaneler baştan sona badana edilmişti, Amerikalı dostlara rezil olmayalım diye. Amerikan dostluğuna ziyadesiyle değer veren bir millettik; meşhur ‘Rus salatası’nı bir gecede ‘Amerikan salatası’na çeviren ve bunda da hâlâ ısrar eden tek millet olma unvanı bize aittir.

Onlar da az yardım etmediler, gizli açık. Mesela bizim ilkokul yıllarımızda okullarda Amerikan’ın yolladığı süt tozundan yapılma sütleri içmek mecburiydi. Acayip berbat bir tadı vardı. İçmek istemez, ancak öğretmenlerin baskısıyla içmek zorunda kalırdık. Sonra bir gün Babam beni bir dispansere götürüp süt tozu içemeyeceğime dair bir rapor aldı; kendisi bir komünistti. O yıllarda, sinemaya gittiğimizde, her filmden önce ‘Amerikan Haberler Merkezi’nin haber filmlerini seyrederdik. Sonradan öğrendim, meğerse gizli ikili anlaşmalardan birine göre bu filmlerin oynatılması mecburiymiş. İktisadi ve askeri ilişkiler de çok sıkıydı tabiatıyla. Bir gün anlatırım; ama şu kadarını söyleyeyim bu ilişkinin detaylarından koskoca bir porno külliyatı çıkar ki yazının başına ‘18+’ uyarısı koymak ve ‘RED’i de poşete sokmak

gerekebilir. Onca yıl dışişleri bakanlığı yapmış koskoca İhsan Sabri Çağlayangil, boş yere ‘CIA altımı oymuş!’ lafını etmemiş; tövbe! Öyle bir ‘samimiyet’ yani. Tabii tatsızlıklar da yaşanmadı değil. Mesela son yıllarda olduğu gibi. Kürtler yüzünden. Öyle çuval geçirmeler falan. Ama artık her şey düzelme yoluna girdi. Ne de olsa birbirimiz için yaratılmışız. Hem bir çuvalın lafı mı olur, elbirliğiyle halkımızın kafasına defalarca çuval geçirmiş dostlar arasında; 12 Martlarda, 12 Eylüllerde… Benim lafım ‘ulusalcı’ arkadaşlara. Öyle dönemsel anlaşmazlıkları, kimi devletlularımızın antiemperyalizmine falan yormayın. Yarın öbür gün işi bağlarlar, siz de açıkta (belki de ‘kapalı’ bir yerde) kalıverirsiniz. Çok muhafazakârca bir laftır ama tecrübeyle de sabittir; ‘Karı koca arasına girilmez!’


HIDIR ATEŞ Bu topraklarda faşizmin zerresini bulamazsınız, faşistleri saymazsanız eğer. Beyhude yere Osmanlı’nın mirasçısıyız diye hava atmıyoruz. Ama galiba teni bizden daha koyu olana da biraz gıcığız...

i

ktisat derslerinden bilmeniz beklenir yazının başlığında yer alan kısaltmaları. Toplam maliyet, ortalama maliyet, marjinal maliyet… Bu maliyet kavramlarını sadece iktisat dersinde geçer not almak için öğrendiyseniz, bazı önemli noktaları gözden kaçırmış olabilirsiniz. … 12 Aralık 2007 tarihinde, İzmir Seferihisar sahillerine dalgaların taşıdığı 46 can, 46 siyah plastik ceset torbasına yerleştirilip morga taşındı. Daha sonraki gün bu sayının 50’ye ulaştığını medyadan öğrendik. Onlar eğer lodosun devirdiği tıka basa kaçak yolcu dolu tekne ile Sisam adasına varsaydı, oradan da Avrupa ülkelerine geçip mülteci olarak kalmayı başarsalardı her şey daha güzel olacaktı. Açlık artık kaderleri olmaktan çıkacaktı. Daha rahat bir hayatları olacaktı, aldıkları yardım parasından 200-300 Euro’yu ülkelerine, orada yaşayan yakınlarına göndereceklerdi. Irak, Filistin ve Somali’den yola çıkıp, Avrupalı olma hayaline kapılmışlardı. Olmadı. Avrupa’ya gidemediler. Peki, ama hiç olmazsa bu çaresiz insanların cenazeleri ülkelerine ulaşabilir mi, yakınları ölü bedenlerine son bir kez sarılıp gözyaşı dökebilir mi? Yoksa bu türden bir talep, bu ‘en alttaki’ insanlar için lüks, fazlalık olarak mı kabul edilmelidir? Bir süre önce Beyoğlu’nda polis merkezinde polis kurşunu ile ‘kaza’ sonucu can veren Nijeryalı Festus Okey‘in cenazesi yüksek maliyetlerden dolayı, uzunca süre sonra, arkadaşlarının aralarında topladığı para ile gönderilmişti ülkesine. Ailesinin cenazeyi getirecek kadar parası yoktu. Öte yandan, bildiğimiz kadarıyla devlet Festus Okey’in vücuduna saplanan kurşun için rahmetliden ayrıca ücret talep etmemişti. Belli ki bu maliyeti devlet üstlenmişti. Festus’un tabutundaki, “Teşekkürler Türkiye, İşte Gidiyoruz!” yazısı yansımıştı objektiflere. Aslında bu teşekküre hiç de gerek yoktu, ne kadar misafir sever bir ülke olduğumuz bilinen bir gerçek değil midir? Bir Beyoğlu gezisi esnasında tanık olmuştum; bir grup aşırı dozda milliyetçi vatandaşımız aralarına aldıkları genç siyah adamı hırpalarken bağırıyorlardı: “Lan ib.. sen bizim Türk kadınlarını nasıl si…?!” Bu topraklarda faşizmin zerresini bulamazsınız, faşistleri saymazsanız eğer. Beyhude yere Osmanlı’nın mirasçısıyız

18

TM, OM, MM...

diye hava atmıyoruz. Ama galiba teni bizden daha koyu olana da biraz gıcığız. Bizden daha beyaz olanlar karşısında duyduğumuz aşağılık duygusu, daha siyah olanları gördüğümüz zaman nefrete dönüşüyor belli ki. Avrupa, fırsatlar diyarı, zenginlikler beşiği. Kenar semtlerinde yer yer isyanların başladığı, için için kaynayan hem zenginleşip hem de kendi içinde fakirleşen Avrupa, yanı başında yaşanan Boşnak soykırımını ıslık çalıp görmemiş gibi davranan, cankurtaran olmak yerine cenaze hizmetleri vermeye tutkun Avrupa, eğer o 50 kaçağı da içine alsaydı ‘kara kelle’ diye çağıracaktı. Eski kıta içinde yeniden hortlamaya başlayan ırkçılık için hedef olacaklardı. Demokrasinin, daha doğrusu burjuva demokrasisinin ‘cennet’ mekânlarından sayılan İsviçre’de faşist Halk Partisi’nden milletvekili olarak meclise giren Adalet Bakanı Blocher ülkesinde yabancı (siz bunu yoksul yabancı olarak okuyun) istemediğini gösteren bir afişi seçim kampanyasında kullanmıştı. Bu afişte İsviçre bayrağı üzerinde yan yana duran üç beyaz koyundan biri, aralarına karışmak isteyen kara koyunu pek zarif bir tekme ile kapı dışarı ediyordu. Gazetelerde yer alan haberler bu ırkçı bakanın koltuğunu yitirdiğini belirtiyor. Ancak bakanın partisi Halk Partisi’nin seçimlerde en yüksek oyu aldığı anımsanınca, muhtaç oldukları kudretin İsviçre faşistlerinin damarlarında mevcut bulunduğuna, faşizmin İsviçre ak koyunlarının damarlarında doludizgin aktığına hükmetmek yanılgı olmayacaktır. 67 yaşındaki kara koyun düşmanı Blocher, İsviçre’nin kimya sanayinde

yatırımları olan en zengin iş adamlarından biridir, yani öyle sıradan bir faşo değildir. Blocher faşistin önde gideni ‘birinci kalite’, kaymak tabakasından bir adamdır. Aslında Blocher, her kapitalistin, lanetli sistemin, sömürü çarkının devamını tehlikede gördüğü an evrimleşeceği biçimi gösteren canlı bir örnektir. Hadi üşenmeyip bir genelleme yapalım, her kapitalist yüreğinin derinliklerinde faşizmi sevgiyle gizler. Durup dururken rahmetli Vehbi Koç’un 12 Eylül diktatörlüğünün başındaki ‘ünlü ressam’a, yapmış olduğu ‘vatan kurtarma harekâtı’ için gönderdiği takdir ve minnet dolu mektubu hatırladım. Acaba İsviçre, bankada yüklü hesabı olan Somali, Irak, Filistin ya da başka ülkelerden gelen ‘kara koyun’lara naz yapar mı? Tahmin edeceksiniz, eğer varsıl olanlardan iseniz dünyanın kapitalist metropollerinin tüm kapıları açıktır size. Neden lodosla tekneniz devrilsin, size Lufthansa Havayolları’nda first class yolculuk yakışır. Bir diğer ifade ile ‘kara koyun’ aslında zenci, esmer, melez, olabileceği gibi Çinli, Malezyalı, Hıristiyan, Budist de olabilir. Yani kara koyun olmanın kıstası en alttakilerden biri olmanızdır. Bankada yüklü hesapları bulunmayan, o kara koyunlardan 50 tanesi İzmir’de 12 Aralık 2007 günü sabahı sahile vurmuş halde bulundu. Son paralarını kaçakçı şebekesine kaptırmışlardı. Yani, hesap yapılırken maliyetler büyük bir titizlikle belirlenmişti. Asgari maliyetle ulaşmaya çalışıyorlardı varmak istedikleri hedefe. Kaçakçı şebekesi de maliyet hesabını titizlikle yapmıştı. 60 kişilik gruptan alınan paranın çok küçük bir kısmı ulaşım amacıyla harcanmalı ki maliyetler düşsün. Daha az maliyet daha çok kâr demek değil midir? Bir tür hizmet üretimi yapmaktaydılar, piyasa da neredeyse

serbest piyasaydı. Kara koyunlar kendi doğup büyüdükleri topraklarda özgürce yaşama olanağına sahip değildir. Oralarda yaşam ve ölüm pek yakın dosttur. Ekmek aslanın ağzındadır. Yoksulluk, çaresizlik, işsizlik, ümitsizlik kol gezmektedir. Kara koyunların toprakları açık ya da gizli biçimde modern zaman firavunlarınca istila edilmiştir. O firavunlar, kara koyunları Avrupa kentlerinde görmek istemezler. Çünkü yoksulluk, zavallılık ak koyunlara iğrenç ve tahammül edilmez gelir. Yani, kara koyun hem orada hem de burada istenmeyendir. Aslında ne güzel olurdu kara koyunların olmadığı bir dünya, ama ne çare, varlar işte. Çaresiz katlanmak zorunda ak koyunlar, ak olmayanlara. Onlara tahammül etmenin maliyetini de düşük tutmak herhalde normal karşılanacaktır. Peki, ya o kara koyunlar neden kadere razı olmayıp, kalkıp gitmeye çalışırlar ekmeğin doyasıya yenilebileceği ülkelere? Pes doğrusu! Şu minnacık gezegene 200 ulus devleti kurup, dikenli tellerle, mayınlarla çevirenler onlara mı sordular sınırları çizerken? Kara koyuna hiçbir yer, yar olmazsa, vatan olmazsa, dünyanın tümü mecburen vatandır. Yani, kara koyun açısından yaşam alanı bir hat ya da sınır değil bütün satıhtır, o satıh da gezegenin tümüdür. … Sahile vuran kaçaklar durup dururken adam başına birer ceset torbası maliyet yarattı T.C. Hazinesine. Acaba bütçede bu durum öngörülüp kaynak ayrılmış mıdır? Yapılan cenaze harcamaları faiz dışı denge hedefine ulaşmada zorluk yaratır mı? Görüldüğü üzere hem mikro hem de makro iktisadı ilgilendiren bir hadise ile karşı karşıyayız. Zinhar! Bütçe açık falan verir de… Ceset torbalarının birim maliyetini 2 dolar olarak kabul edersek, 50 ceset torbasının toplam maliyeti (TM) 100 dolar demektir. Son birimin de (MM), ilk birimin de maliyeti 2 dolardır, ortalama maliyet de (OM) 100 bölü 50 olacağından 2 dolardır. Onlar kendi aralarında tamamen eşittir. ... Acaba bu kara koyun cesetlerinin işe yarar organları çıkarılıp alınsa, yol açtıkları maliyetler kısmen telafi edilmiş olur mu? Kara koyunlar ne dertler yaratıyorsunuz, yol açtığınız yüksek maliyetlerin farkında mısınız? Sizi gidi kara koyunlar, sizi gidi düşürülmesi gereken maliyetler sizi!..


MEHMET ŞAHİN

memed’in hikayesi “...tek istediğim göz göze gelebilsem seninle hiç konuşmadan diyebilsem... musonlar... hiçbir şey unutmadım.” Hakan Savlı deli bir dayının yeğeniydim en azından ben yaşarken öyleydi umarım değişmemiştir benden sonra da evinin sofasında rakı içerdik bana en büyük aşkını anlatırdı hep bense hep delirmesinin hikayesini dinlerdim “ama insan olan bu acıyı çekmeli bak rakı nasıl da güzelleşiyor” benim hikayem onun eski bir heyecanıydı aklımıza mı gülerdi gençliğimize mi verirdi coşkumuzu bilmem “memedim ben de düşlüyorum daha güzel bir hayatı ama insan ekini harmanda tanımaz ellerinde isterler ekmeği devrimi bilmezler...” ben deli bir dayının yeğeni 68’i ortaokulda hatırlarım denizleri yas tutmuştuk hepimiz unutmadım kızıldere tazedir belleğimde, nurhak... solumdaki yara bir saldırıdan kalma üniversite kapısında bin dokuz yüz yetmiş dokuz senesinde bir pusudan sırtımdaki ılık kanım kederim, vurulduğumu dayıma nasıl söyleyecekleriydi dayım ki deliydi veya ben yaşarken öyleydi ...değişmemiştir benden sonra da: “yeğenim... ben de isterdim... ama...” kan gibi çayına baktı... “doktor yasak etti rakıyı oymuş delirten beni...” güldü... bunu da unutmadım ... HAKAN TABAKAN

(Memed’in ve dayısının hazin bir hikayesi var. Memed 1979 yılında, Adana adliyesi civarında sırtından vurulmuştu. Çocukluğumuzun efsane adamlarındandı. Öldürüldüğünde üniversite öğrencisiydi. Bu da bilinen bir hikaye... Dayısı Kesik Necati’ydi. Lakabı bir aşk acısıyla ilgili. Mahallenin en enteresan adamlarındandı. Toprak evin önünden geçerken korkudan titrerdik, dehşetli bir öesi vardı. (Ya da biz çocukken her şey bize dehşetli geliyordu.) Millete göre artık bir deliydi o. Ama uzaktan evin sofasında Memed’le dayısının oturup sohbet ettiklerini de görürdük. Ne konuşurlardı ki, hiç bilmezdik. Memed’ten birkaç yıl sonra dayısı da ölmüştü.)

Hiçbir ulusun ötekinin yoksulluğundan zengin olmadığı, hiçbir ulusun kendi ulusal kibrini taşımadığı bir çözüm... Peki nasıl?..

M

İki alternatif...

illi devletin oluşturuluş felsefesi, yurttaş çoğunluğunun belirli haklar ve hukuk çerçevesinde ayrıcalıklı sayılması ve bu ayrıcalıklardan yola çıkarak devletin asli sahibi olma kabulleri üzerine kurulmuştu. Dolayısıyla o ayrıcalıkları zedelemeye yönelik bir eşitlik üzerine her talep, milli birliğe tehdit olarak algılandı. Silaha başvurulması ise, tehdit iddiasını kolaylaştırdı. Sadece şeklen demokratik bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti, hâkim unsur olmanın verdiği avantajlara yönelik her tehdidi millete ve milli birliğe karşı bir tehdit olarak tespit etmeye ve bunu bastırmak için ‘askeri çözüm’e başvurmaya hazırdı. Bu nedenle Kürt olmanın ayrıcalık kazandıracağı düşünülen Kuzey Irak’taki Kürt otonomisi, askeri tehdit niyeti olmasa bile ‘askeri çözüm’ün hedefi oldu. Ordunun AKP’li cumhurbaşkanı fikrine karşı çıkış nedenlerinden biri de, dinle karıştırılmış milliyetçiliğin şu anki temsilcisi AKP’nin ‘din kardeşliği’ adına hâkim etnik ayrıcalıkların korunmasına gerekli hassasiyeti göstermeyeceği düşüncesiydi. Aynı şekilde AKP’li Cumhurbaşkanı ve hükümetin güneydoğu illerindeki SünniKürt nüfus tarafından ve hatta PKK tarafından da böyle değerlendirilmiş olduğunun kanıtı, AKP’nin almış olduğu oylardı. Fakat bu tespitin yanlış çıktığı yaşanan gelişmelerle görüldü. Çünkü dinci hareketlerin ‘din kardeşliği’ yaklaşımı (milliyetçiliği ve etnik-milli aidiyetleri karşısına almadığı için) milliyetçiliğe tabi olmaya mahkûmdur. AKP’nin milliyetçi kabarışın karşısında sadece hareketlenmenin azalmasından medet uman tavrı ve hatta kendini onun rüzgarına kaptırması aynı nedenledir. AKP ve Barzani-Talabani yönetiminin İslami, muhafazakâr ve milliyetçi yönlerinin ortaklaşması, her ikisinin de ‘ekonomik gelişme’ye öncelik vermeleri bir uzlaşma zeminini düşündürdü. İlişkilerin gerginleşmesini önleyememeleri de belirttiğimiz zaafla ilgilidir. PKK’nın ortadan kaldırılması konusunda uzlaşan taraflar bugün için gerilimleri rafa kaldırdı. PKK’nın kuruluşundan bu yana varlığının ABD, Türkiye ve birçok NATO ülkesi için sorun teşkil ettiği sır değil. Ayrıca, ‘Büyük Kürdistan’ın tarihsel haritasında yer alan bölge ülkeleri ve Kuzey Irak bölgesel yönetimi için de tehlike oluşturdu. Türkiye’nin 2003’te Irak savaşında kuzey cephesinin topraklarından açılmasını reddetmesi, Amerika’nın Kuzey Irak’taki Kürt otonomi deneyimine ve PKK’nın varlığına yönelik Türkiye tarafından gelen endişeleri göz ardı etmesine yol açtı. Fakat 6 Kasım’da gerçekleşen Bush-Erdoğan görüşmesi yeni gelişmeler yaşanacağının ipuçlarını verdi. ABD, müttefiki Türkiye’yi, PKK’yı nihai olarak tek başına tasfiye etmesinin imkansız olduğuna, örgütün Türkiye, Kuzey Irak Kürt yönetimi ve Avrupa’nın ablukayı birlikte artırmasıyla ortadan kaldırılabileceğine ve Türkiye’deki Kürt sorunundan uzaklaştırılabileceğine ikna etti. Görünen o ki PKK’yı ablukaya almak için Irak Kürdistanı’ndaki Kürt gerçeğini

kabul etmekten ve bölgeden yardım istemekten başka çıkış yoktu. Kuzey Irak’ta PKK denetiminde olduğu belirtilen Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi’nin kapatılmasıyla süreç başladı. Kandil Dağı’nın sınır bölgelerine peşmergeler yerleştirildi ve yollar kapatıldı. Amerika, Iraklı Kürtler ve Türkiye, PKK’nın askeri ve siyasi olarak hedef alınması konusunda anlaştı. Gündemdeki senaryolardan biri de PKK’nın siyasi türevlerine alternatif bir siyasi ortam yaratmak. Bu plan DTP’nin kapatılmasını ve Türkiye’de Barzani’nin Kürdistan Demokratik Partisi paralelindeki Kürt siyasi oluşumunu desteklemeyi hedefliyor. Bu oluşumun mecliste bir ağırlığı olacak ve kendisini Türkiye ve dünya kamuoyuna Kürt halkının temsilcisi olarak sunacak. Bu senaryonun, Türkiye açısından Irak’taki Kürt gerçeğini ve Türkiye’deki kimi Kürt haklarını tanıması gibi bir ‘maliyet’i olacağı açık. Bu çerçevede ABD’nin onayı ve koyduğu sınırlar dahilinde Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yapılan askeri harekat sonrasında PKK eylemlerinin sönümleneceği beklenebilir. Yetkili ağızlar, harekatı ‘PKK’ya inen ağır darbe’ diye açıklıyor ve şimdilik kitlesel milliyetçi kabarma sakinleşmiş görünüyor. Ama bu ulusal değil bölgesel bir çerçeveye oturmuş ‘Kürt sorunu’nun kendisini göstereceği bir gelecek için geçici bir ara dönemdir. Resmen değilse bile fiilen ABD garantörlüğünde bir Kürt otonomisinin varlığı, hem Kürtler arasında bir Kürt ulus-devleti fikrinin güçlenmesini, hem de bölgedeki iktidarların varlıklarına yönelik tehdit algısını besleyecektir. PKK ne denli büyük bir cendereye sıkışırsa sıkışsın, İsrail HAMAS’ı, İrlanda IRA’yı ve İspanya ETA’yı sorunların çözümünden uzaklaştıramadığı gibi, PKK da asla tam olarak ‘bitirilemez’. Kapitalist üretim tarzının hakim olduğu dünya önümüze iki alternatif koyuyor: Ya sürekli bir milliyetçi boğazlaşma ya da güçlü ulusların ötekileri boyunduruk altında tuttuğu bir emperyalist ‘barış’, emperyalist güçlerin hakimiyeti altında bir ‘yeni dünya düzeni’. Kaldı ki, emperyalist ‘barış’a geçiş, milyonlarca insanın ‘vatan’ ve ‘ulus’ uğruna kan akıtması anlamına geliyor. ABD’nin ‘yeni dünya düzeni’ stratejisi ve ‘milli/dini boğazlaşma’ politikaları karşısında Türk, Kürt ve tüm bölge halkları; ulus devlet sınırlarını aşan, hiçbir ulusun ötekinin yoksulluğundan zengin olmadığı, hiçbir ulusun kendi ulusal kibrini taşımadığı, insani ve medeni değer ve niteliklere bağlılık düzeyinde oluşturulacak siyasi birliktelik perspektiflerini uygulamanın yol ve imkânlarını düşündüğü bir hatta harekete geçmek zorundadır. Çünkü ABD gücünü bölge halklarının yıllardır ulusdevlet ve milliyetçiliklerin davranış kalıp ve alışkanlıkları içinde yaşamalarından alıyor. Bu kalıp ve alışkanlıkların aşılması ‘bu şiddet ve katliamdan, bu nefret ve bölünmüşlükten’ yeni bir birlik ruhunu doğuracak, ancak o zaman uluslar miadını doldurmuş olacak ve tüm milli simgeler müzelerde yerlerini alacaktır…

19


hissettigin gibi! Benim türüm, ense kulak yerinde toraman sığır besicileri arasına çiftçilerin temsilcisi olarak gelen ve temsil adına, çiftçilerin elindeki tek cılız danacığı yanında getiren Red Kit’e benziyor olabilir; zaten, numaralı cumhuriyetçiler gibi sürü sahibi olmak değildir bizim işimiz... “Düşünce ilk başta saçma gelmiyorsa, umutsuz demektir.” A. Einstein enizin üstüne sıvanmış petrol gibi bir şey sıvanmış hayatın üstüne; çoğunluk, budur diye bakıyor üstündeki kara, yapışkan örtüye; eski Red Kit okurları, katran-tüy’den oluşan vahşi batı infazlarını düşünüyor; mevcuda doğmuş körpe kuşlar, meseleye uyanamıyor; uyanıp uyanıp uykuya yatmış münevveran, kırk kılık değiştirmiş, mevcutta berdevam… Baskın Oran, “Küçük burjuva’nın hayatını okumuşlukla kazanmayan türüne ‘esnaf ’, kazanan türüneyse ‘aydın’ denir,” diyor. Acaba diyorum; acaba, esnaf ’lıktan uzak kalmayı beceren kaç aydın kaldı; tüyleri temiz kaç kuş? Yazmaya devam ediyor Baskın Oran, “Aydının iki temel sınıfsal niteliği vardır. Sınıflararası (yani proletarya ile burjuvazi arasında) oluşu onu kompleksli ve yetenekli yapar: Aşağıya düşmemek ve yukarıya çıkmak çabasının sonucudur bu. Zaten aydına ‘belkemiksiz’ denmesi de bu yüzdendir.” Bu tespitinden sonra, Oran, ‘asıl önemli olan’ dediği, aydının sınıflarüstü niteliğinden hareketle, ‘yukarıdan devrim’ yapmışlarla ilgileniyor. Bunlar; herkesin malûmudur, Kemalist, ulusalcı, birinci cumhuriyetçi diye adlandırılanlar. Allah için Baskın Hoca bu takıma zor yerden soruyor, sınıa bırakıyor; ancak diğer takım, yani Kemalizmle meselesi olanlar, ulusalcılıktan kendilerince uzak durmaya çalışanlar (ki, bu arada emperyalizm meselesini de itinayla by-pass ederler), ikinci cumhuriyetçi, liberal vs. olanlar ilgisinin dışında kalıyor. Birinci takım üstüne epey yazılıp çiziliyor; bunlar, Oran’ın dediği gibi çoğunluk mudur, bilemiyorum; şüphelerim var; son zamanlardaki milliyetçi yükselişteki rollerinin inkâr edilemeyeceğini kabul ediyorum da, hem Kürt muadillerini düşünmeden yapamıyorum hem de milliyetçiliğin tabandaki mayalanmasının aydınları çok aşan boyutunu ihmal edemem. İkinci takımınsa, çoğunluk olmasa bile daha etkili olduğunu düşünüyorum; günümüz dünyasında önemi çok artmış olan kültür, sanat alanında baskın olan bunlardır; ve, komplekslilik, yeteneklilik ve de belkemiksizlik üstünden bu ikinci takımla ilgilenmek istiyorum. İmdi, ikinci takımla ilgilenince, haliyle kalemime ilk takılacak olan ‘demokrat’ lâfıdır; çünkü, bilgisayarda verilen ‘gizle’ veya ‘sil’ komutu gibi, bu kelimeye dokunuveren, kamyon dolusu kavramı görünmez kılıyor veya çöp kutusuna

D

20

gönderiveriyor; üstelik, geriye dönüşü yok! Buyurun, erken yaşta demokrat olmuş Yasemin Çongar konuşuyor: “Genç kızken dünyaya sosyalist düşüncenin içinden bakıyordum ve demokrasiyi de sosyalist bir bağlamda tanımlıyordum. Şimdi dünyaya sosyalizm içinden bakmıyorum. 27 yaşımdayken (ABD’ye) gittiğimde bile bakmıyordum. O zaman belki liberalizmin içinden demokrasiye bakıyordum. Amerika aslında liberalizm dediğimiz şeyin çok sağlıklı, çok demokratik bir şey olmadığını gösterdi bana. (…) Şu anda kendimi demokrat olarak tanımlıyorum ve demokratlığa demokrasinin içinden bakıyorum.” Öğrenmeye açık olduğumu sanıyordum; kaparım şimdi meseleyi diyordum, içinden çıkamadım; nereye neyin içinden bakılınca demokrat olunuyor? Chavez’le ‘Kemal Abi’ye nasıl bir zaviyeden bakacağız ki demokrat olalım, demokrat kalalım? Meselâ demokrat İspanya Kralı, kendisine yönelik darbe girişimini desteklemiş olan Franco mirasçısı Anzar’a faşist diyen bizim garip Chavez’e ‘kes sesini’ deyince demokratlık meselesinde nereye yerleşiyor? Tamam, bizim Chavez, cümle demokratlar için biraz fazla delidolu; Fidel bile, “Her gün Rus ruleti oynama ya da yazı tura atma” diye nasihatte bulunuyor Chavez’e; ama, ama haşmetmeab, İspanya Parlamento’sunu basan faşist albayla aynı muameleyi reva görüyor seçilmiş başkana… Bu demokratlık işlerinde pek de lâfı edilecek örnek sayılamayacağını sıkı demokratların teslim edeceği Fidel, demokrat krala dokundurmadan susamamış, tabii: “Kral, emperyalist eğilimini sergiledi. Tüm Latin Amerika’nın yüreğini titretti. 10 Kasım tarihe gerçeğin günü olarak geçecek, ideolojik bir Waterloo.” Yavaş yavaş işi kapıyorum; bu demokratlık, ‘bülbül ötüşlü kanarya’ gibi olmak gibi: Faşiste faşist demeyeceksin,

en azından diplomatik dille hitap edeceksin; kapitalizmle mapitalizmle pek uğraşmayacaksın; sosyalizm mevzubahis oldu mu, başına düzinelerce sıfat koyacaksın ki yerli yerinde dursun; karıncanın belini incitmeyeceksin; krallarla önünü ilikleyip konuşacaksın; mezarlıktan geçerken ıslık çalacaksın!.. Demokrat çevrelerde dolaşmaya devam edeceğim; bakarsınız bir şeyler kaparım diyorum; demokratlığından kimsenin şüphe duyamayacağı İsmet Berkan, vefat eden Mübecel Kıray’ın ardından yazdığı yazıda şunları söylemiş: “Yakın zamana kadarki bir numaralı aşkım olan pozitif bilimlerdeki ‘neden sonuç’ ilişkisinin sosyal bilimlerde de geçerli olduğuna, üstelik bunun Marx ve Engels’in anlattığı gibi mekanik, neredeyse otomatik bir şey değil de dinamik bir süreç olduğuna onun sayesinde tümüyle ikna oldum.” Neler öğrendim: Pozitif bilimler aşkını terk etme gibi bir trend var demek ki demokratlar arasında ve neden sonuç ilişkisini illâ da sosyal bilimlere taşıyacaksak, bu işi Marx ve Engels gibi yapmayacağız; zaten iyi bir demokrat, hiçbir haltı bu adamlar gibi yapmamalı! Bu demokratça kaygı, bilim yuvalarında hızla yayılıyor olmalı ki, Gündüz Vassaf, Marx’ın yazdıklarının bugün üniversitelerde bile pek tartışılmaz olduğunu haber veriyor bize. Ben şüphedeyim; en azından Havana Üniversitesi’nde falan, bu Marx’ın yazdıklarını harıl harıl tartıştıklarından şüpheliyim; hatta, mekânik ve otomatik yanlarından arındırılmak şartıyla bu Marksizmi ulu orta tartışmaya hevesli bir yan dahi seziyorum bazı demokratlarda; endişe buyrulmasın, bu sol sapma temayülü gösteren demokratların sayısı pek fazla değil. Yalnız, korkarım, bu Gündüz Vassaf bu temayülün temsilcilerinden; Darwin üstüne yazıyor ve şöyle şeyler yazıyor: “Dünyanın evrenin merkezinde değil, kenar mahallesinin boşluğunda dolandığını öğrenen, ardından atalarımızın maymunlarla bir olduğunu kendisine yakıştıramayıp art arda psikolojik şoklara giren türümüz, kapıldığı aşağılık kompleksinden kurtulmanın yolunu, dini otoritenin sorgulanamayışına

sığınarak buldu.” Ben, Darwin’in kütüphanesinde, ‘Hayranınız Karl Marx’ imzalı bir Das Kapital bulunduğunu Vassaf ’dan öğrendim; yine Vassaf ’dan öğrendim ki, Darwin’in karısı Emma Darwin, “kocası düşüncelerinden ötürü tanrının gazabına uğrayacak diye korktuğundan ‘onunla cennette beraber olamayacağım’ diye ömrü boyunca ıstırap çekmiş”, gayet demokrat bir kadınmış! Demokratların yanı sıra feministlerin de gazabına uğramayı hak ettik ve bu arada lâf aldı başını gidiyor; lâfa vaziyet etmenin zamanıdır; bu kalabalıkta, bu birinci ve ikinci cumhuriyetçi kalabalığında; bu, kapitalizmle sosyalizm arasında binamaz görünen kalabalıkta; başındaki demokratlık halesinden başka şeyle meşgul olamayacak kadar ‘meşgul’ kalabalığın ortasında, cumhuriyetin numaralarıyla mı uğraşacağız? Benim bildiğim, bir burjuva cumhuriyeti vardır, binbir kılığa girer; bir de yine binbir kılıkta işçi cumhuriyeti… Daha dar sokakları vardır bu meselelerin, ama şimdi onlara girecek değilim; ancak, demokratlar cumhuriyeti diye bir şey duymadım; demokratik cumhuriyet diyorlar bir de, evet, burjuva cumhuriyetinin demokratik olanı iyidir tabii de, servisi kim yapacak? Şeytana uyup, şuracıkta, tüyü temiz kuşlar cumhuriyeti icat ediveririmdim ben ve sosyal bilimlere bir nevi katkım olurdu, ama size kıyamam; böyle kıyıcılıklardan uzak durma hassasiyetine sahip bir adama da kimse, sen demokrat değilsin diyemez! Bu arada, benim türüm, ense kulak yerinde toraman sığır besicileri arasına çiçilerin temsilcisi olarak gelen ve temsil adına, çiçilerin elindeki tek cılız danacığı yanında getiren Red Kit’e benziyor olabilir, şimdilik; olabilir; zaten, numaralı cumhuriyetçiler gibi sürü sahibi olmak değildir bizim işimiz; katran-tüy’den de tırsmayız, sıcak tutar… Ayrıca, demokrat duasına çıkılmaz; toprağın tarihi diye bir şey vardır ve o toprağı sıktığında demokrat fışkırmıyorsa, demokratım diye afra tafra yapmanın pek bir manâsı olmaz; şahsi edepden başlayıp hayatın içinde kendine yer bulursa bulur demokratlık… Yoksa ben fazla mı Red Kit okudum? Bakın size bir tüyo vereyim: Birinci cumhuriyetçilerin önde gidenleri olsun, ikinci cumhuriyetçilerin önde gidenleri olsun; ne Nokia sponsorluğundaki Balkan Beat Box konserini, ne de Artistanbul 2007’yi kaçırmışlardır. Hele bu ikincisinin pek kışkırtıcı bir teması var bu yıl: “Hissettiğin gibi…” Yaa: As you feel, hocam!..

m

ali osman coskun .


V. MAHiR ÜKÜNÇ Yani neymiş, ‘büyük ses sanatkârı Doğuş’un’ bir şarkısına atıfta bulunarak söyleyecek olursak: ‘Bunun adına sınıf derler, öyle bir anda silemezler’miş…

Kırılgan bir sınıf hikayesi

80’lerde çocuk olmak başlığıyla elden ele dolaşan bir metne rastlamışsınızdır sanırım. Tek kanal TRT’nin çizgi filmlerinin, dizilerinin; yine o yılların giyim kuşamının, yiyecek-giyecek-içeceklerinin vs. hatırlatıldığı, genç kuşağın da nostaljik bir iç geçirmeyle ‘hey gidi günler’ diyebilmesinin olanaklı kılındığı bu imzasız anonim manzumede, benim en çok dikkatimi çeken nokta, bu ülkenin en karanlık dönemlerinden birine tekabül eden 12 Eylül’e, o’nun sorumlularına ve o’nun neden olduğu yıkımlara hiç değinilmemiş olması gerçeğidir. 80’li yıllarda, eğer gökyüzünden bu ülkeye düşmüş bir çocuk değilseniz ya da tersinden söylersek sıradan bir işçiemekçi ailesinin çocuğu iseniz, o yıllar, yukarıda özetlenen nostaljik masumane anıların yanında, hafızanıza ağır, acı, karanlık anılar da kazımış olmalıdır… Sendikalı olduğu için işinden atılmış, hapse gönderilmiş bir baba, amca, dayı, yenge, teyze anısı mesela… Ailenin geçimini üstlenen kişilerin işsiz kalmasıyla karşılaşılan sorunlara tanık olmanın anısı mesela…12 Eylül diktatörlüğünün vazgeçilmez panoramik manzaralarından biri olan hapishane önlerindeki görüş kuyruklarında saatlerce beklemenin anısı mesela… Eğer doğru taraftan bakıyorsanız bu listeyi daha da çok uzatabilirsiniz. Yani demem o ki, 80’li yıllarda da, yaşadığımız şimdiki zamanda da tek başına ‘çocuk’ olmanın hemen hiçbir anlamı yoktur. Fakat Cumhurbaşkanı Gül’ün de dediği gibi ‘işçi çocuğu’ olmanın anlamı ve ‘dayanılmaz hafifliği’ bambaşkadır… Şimdi biraz ondan bahsedeceğim...

İşçi çocuğu olmak

Genel Başkanlık seçimlerinden bir hafta önce, Türk-İş 20. Olağan Genel Kurulu’na katılan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül burada yaptığı ‘müthiş’ konuşmada, ‘Türkiye’de artık sınıf ayrımının olmadığına’, ‘kendisinin de bir sendikacı işçi çocuğu olduğuna ve buna rağmen cumhurbaşkanı seçilebildiğine’, dolayısıyla ‘sınıfların kırıldığına’ –bu ne?- dair bir dizi açıklamada bulundu. Cumhurbaşkanından bir gün önce aynı genel kurul salonunda Tayyip Erdoğan da benzer bir açıklamayla, “Ankara’da işçi dostu bir hükümet olduğuna, kendisinin de geçmişte İETT’de işçi olarak çalıştığına, Türkİş’in de ‘sendikanın değil işçinin hakkını savunan’ bir sendika olduğuna” dair ‘gönülleri fetheden en kalbî duygularını’ tüm ülkeyle paylaşmıştı. Ardı ardına

gelen bu iki salvonun sonrasında kıvama geldiklerini sandığım Türk-İş delegeleri de, hiçbir zaman sınıfın haklarını savunan bir sendika olmayan Türk-İş’in genel başkanlığına Cumhurbaşkanı’nın hemşerisi ve AKP dostu olduğu söylenen Mustafa Kumlu’yu seçti. Büyük eylem adamının dediği gibi “Nereden başlamalı?” bilemiyorum. Öncelikle şu ‘sınıfların kırıldığına’ ilişkin ‘devrim niteliğindeki sosyolojik saptamaya’ değinelim. Cam, tahta, diş, tırnak, kemik ve daha bir sürü organik ve inorganik madde kırılabilmektedir bildiğiniz üzere. Fakat ‘bir sınıf neden-nasıl kırılır?’, şairin şiirini biraz hırpalayarak şöyle soralım, ‘diş değil, tırnak değil bir sınıf neden-nasıl kırılır?’ Üniversite okumuş, akademisyen kimliğine de sahip bir özgeçmişle cumhurbaşkanı seçilen Abdullah Gül, biliyoruz ki cahil bir adam bir değildir, fakat yine biliyoruz ki bu açıklamayı yaparak, bizlerle, ülkeyle, işçi sınıfıyla fevkalade güzel kafa bulmaktadır. Biz de, bu yazıyı okuyan sizler de cumhurbaşkanı Gül de, ahir ömründe onlarca kez tecrübe etmiş ve etmektedir ki, bu ülkede kırılsa kırılsa işçilerin alın terlerinin hakkını savunmak için düzenledikleri ‘grevler kırılır’. Bu da yetmez polis marifetiyle grevde direnen işçilerin copla, tekmeyle, tokatla kafası-gözü kırılır. Bunlar hep ‘işçi dostu’ hükümetlerce kırılmış/kırılabilen şeylerdir. Ancak, halen ülkedeki birçok işyeri ve işkolunda sendika için örgütlenme mücadelesi yürüten ve bu yüzden işten atılan, tehdit edilen, sürülen, dövülenler bir sınıftır ve görece güçsüz olmalarına rağmen Gül’ün dediği gibi hiç de kafiyeli bir biçimde, “Arkadaş biz bir zamanlar sınıftık fakat şimdi kırıldık,” diye ortalarda gezmemektedir. Bu birinci doğru… Bu bağlamda akla gelen, yanıtı içinde saklı bir diğer soru da, Gül’ün dediği gibi ‘sınıflar kırıldı ve sınıf ayrımları ortadan kalktıysa’ Sabancı, Koç, Has, Zorlu vs. vs. aileleri toplumsal yaşamda ‘hayırsever işadamı’ kimliklerinin dışında hangi ‘camia’nın temsilcileridir ve onlar da ‘kırılmış’ mıdır; sevgiye, ilgiye, pansumana ihtiyaçları var mıdır? Bakınız sadece bir iki rakamla durumu

izah etmeye çalışayım ve o ‘ortadan kalkan sınıf’ın ne olduğunu anlamaya gayret edelim: 2000’den 2006 sonuna kadar ücretli sayısı 10,4 milyondan 12,6 milyona çıktı. Ve bu rakamlar sadece iş bulabilenlerin sayısını ifade ediyor. Diğer bir deyişle dörtnala işçileşen dolayısıyla yoksullaşıp mülksüzleşen bir sınıf gerçeği gün gibi ortada. Bununla beraber diğer bir rakam da o ‘kırılan sınıf’ın asıl açlık ve yoksulluktan ‘kırıldığına’ işaret ediyor. Öyle ki, son dört yılda sadece imalat sanayisinde reel ücretlerde yüzde 25’e varan düşüşler yaşandı. Yani neymiş, ‘büyük ses sanatkârı Doğuş’un’ bir şarkısına atıfta bulunarak söyleyecek olursak: ‘Bunun adına sınıf derler, öyle bir anda silemezler’miş… Bu ikinci doğru… Ve önemle hatırlatılması gereken diğer bir nokta da tüm bu ‘sınıfsız toplum’ !- nutuklarının atıldığı dönemin, parasız sağlık hizmeti hakkının yok edileceği, mezarda emekliliğin hayata geçirileceği, Genel Sağlık Sigortası ve bir dizi ‘reform’ adlı hak gasplarının uygulanması için geri sayıldığı bir vakte denk gelmiş olmasıdır.

Ben de işçi çocuğuyum

Ticaret hayatına bir tornacı olarak başlayan Cumhurbaşkanı Gül’ün babası, bugün toplam 4 bin metrekarelik kapalı alanda faaliyet gösteren Adana ve Romanya’da da şubeleri bulunan Asteksan adlı aile şirketinin sahibidir. Bu şirketin adı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin toplam 2 bin 300 ‘billboard’u yenileme projesi kapsamında ihaleyi şaibeli bir biçimde kazandığı iddialarıyla neredeyse bütün ‘büyük gazetelerin’ sayfalarında yakın bir geçmişe kadar yer alıyordu. E-muhtıra denen ‘şey’le ara verilen Cumhurbaşkanlığı seçimi günlerinde ise Abdullah Gül, Vakit gazetesine verdiği ropörtajda, “Babamın sakalını bile engel olarak göstermeye çalışanlar oldu. Ben bir esnaf oğluyum. Birileri benim Köşk’e çıkmamı istemedi. Acaba esas sebep nedir?” diye soruyordu. O zamanlar, yani ‘henüz tribünler dolu değilken’

Cumhurbaşkanı Gül orta halli bir esnafın oğlu olduğunu söylüyordu. Demek ki hakikaten Gül’ün dediği gibi bir ‘sınıfsal kırılma’ yaşanmış ve Cumhurbaşkanı, bir ‘esnaf oğluyken’ ‘işçi çocuğu’ statüsüne ‘gerileyivermiştir’. Eski İETT işçisi, ‘işçi dostu’ hükümetin lideri Tayip Erdoğan da seçimlerden hemen önce, henüz İETT işçisi ve işçi dostu olduğu günler daha yaşanmamışken, partisinin ilçe toplantısında muhalefeti eleştirip, “Asıl sosyal demokrat biziz” diye konuştuğu bir sırada, “Çocuğum işsiz” diye bağıran bir babayı, “Senin oğlun da işsiz kalsın, otur!” diye azarlıyordu. Ne mükemmel bir ‘işçi dostluğu’, ve ne mükemmel ‘işçi dayanışması’… Tabii bir de bu ‘eski işçi ve işçi çocuğu’ olmakla övünen iktidar sahiplerinin de çocukları vardır bildiğiniz üzere: Başbakan’ın, gemi satın alabilen bir şirketin sahibi oğlu, Cumhurbaşkanı’nın da, henüz 16 yaşında olmasına rağmen internet ticareti yapan şirket sahibi oğlu. Formel mantıkla akıl yürütürsek, -tamamen kendi sözleriyle- başbakan eski bir işçi olduğuna göre doğal olarak çocuğu da işçi bir babanın oğlu oluyor. Cumhurbaşkanı’nın da babası işçi olduğuna göre, yine Cumhurbaşkanı’nın oğlu da işçi oğlunun oğlu oluyor. Peki, benim babam da işçi olduğuna göre ve dolayısıyla ben de bir işçi çocuğu olduğuma göre benim niye hiçbir şeyim olmuyor? Havuz problemi de neymiş? İşte asıl problem bu!.. Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu: “Okuryazar olmayan çiftçi bir ailenin sabanla ve çobanlıkla büyüttüğü bir çocuk olarak Türkiye’nin en büyük işçi kuruluşunun başkanı olabiliyorum.” Devlet Bakanı Mehmet Şimşek: “Altı yaşında Türkçeyi öğrendim. Okulu, suyu, yolu olmayan harabe bir köyden çıkıp bakan olabiliyorum.” Cumhurbaşkanı Gül: “Ben işçi çocuğuyum. İşçi çocuğu olarak Cumhurbaşkanı bile olabiliyorum.” Tüm bunları altın yaldızlı ‘başarı hikâyesi’ diye sunduğunuzda gözden kaçırmamanız gereken bir şey var: “Ben ülkemi adeta pazarlamakla mükellefim”, “Pijamayla bile satarım,” diye meydanlarda bağırdığınızda yani sermayeye hizmette sınır tanımadığınızı bu denli açık seçik dolaysız haykırdığınızda; sermaye sınıfı da kalkıp size, “Ben de seni seviyorum fakat sen bir işçi-yoksul-köylü çocuğusun,” diyerek gözyaşları içinde tarih sahnesini terk etmez… Bu da sonuncu doğru…

21


Her seye . ragmen biz kazandık

Bu grevi biz kazandık. Ama Türk-İş bürokratlarının o sarı sarı zihinlerini çıkarıp herkesin önüne koymadıkça, kazanımlar gidicidir.

T

elekom grevi kazanıldı. Sendikal örgütlülüğün korunmuş olması, patronun vermek istediğinden biraz daha fazla da olsa zam alınması, çalışanların ücret farklılıklarının giderilmesinin teminat altına alınması, işe yeni başlayacakların sendikalı olmasının patron tarafından kabul edilmesi, çalışma saatlerinin korunması ve işten çıkarılanların geri alınması, grevin kazanımla sonuçlandığını gösteriyor. İdari kadronun sendika kapsamı dışında kalması ise kazanılamayan hakların en dikkat çekeni. Telekom’un taşeronu olan şirketlerin işçilerinin örgütlenmesi de ayrı bir sorun olarak duruyor. Kuşkusuz elde edilen en önemli sonuç, patronun sendikasızlaştırma saldırısının püskürtülmesiydi. Sendikanın iş yeri barajının altında kalmasıyla varlık koşullarının ortadan kalkması, işçilerin ücret ve çalışma koşulları için pazarlık yapma olanağını da yitirmeleri anlamına geliyordu. Patronun sendikayı ortadan kaldırmak için toplu sözleşmeye sokmak istediği maddeler, anlaşma sonrası soluğu çorbacıda alan sendika bürokratları için ise işsizlik sebebi olacaktı. İşçiler ile onları temsil ediyormuş gibi gözüken bürokrasinin çıkarlarının çakıştığı ender mücadelelerden birini yaşadık. Burjuvazinin sendikaya, grev ihtimaline tahammülsüzlüğü sendikal bürokrasiyi ‘mücadeleci’ bir konuma sürükledi. Ama işkembecide sona eren bir ‘mücadele’ye... Sendikasını bekleyen bürokrat çorbayı içiyor! Telekom’da grev, kazanılıncaya dek

basının, işçilerin yapmadığı kablo kesme olaylarını ‘vatana ihanet’ olarak göstererek grevi karalaması, hükümetin grevi milli güvenliğe aykırı ilan ederek erteleme ihtimali, sendika başkanının Kuzey Irak operasyonunun başlaması halinde grevi kendi eliyle kıracağını ilan etmesi gibi pek çok badire atlatıldı.

‘Büyük bir zafer’ değil

Ve grev işçilerin kendi eseri olarak, yani mücadele ederek, başka işkollarındaki işçilerin de dayanışması ile kazanıldı. Türkiye sınıf mücadelesi tarihinin en büyük birkaç grevinden biri olan Telekom grevi muhakkak ki büyük oranda örgütsüzleştirilmiş, bilincinden grev gibi mücadele yöntemleri silinmiş Türkiye işçi sınıfının örgütlenmesi ve mücadeleyi

22

ve tabandaki sınıf mücadeleci unsurları da unutmayalım ama işçiler son dönemde özellikle de sendikasızlaştırma saldırısında arsızlaşan sermayeye karşı neredeyse savunmasız durumdalar. Sendika bürokratlarının her zaman, sendikasızlaştırma karşısında kendi çıkarlarını da korumak için mücadelenin önünü açacaklarını düşünmek saflık olur. Ancak tabanda büyütülerek yapılacak baskı sendikal bürokrasiyi yerinden oynatabilir. Bürokrasiyi aşamazsak, milliyetçiliğin sınıf çelişkilerini işçilerin gözünde perdelediği ve neoliberalizmin ipinden, kazığından boşandığı bu dönemde Telekom gibi kazanımlar da kolayca kaybedilebilir.

m

kurtlanmıs. anadolu lisesinin kurtları...

İstanbul’da bir anadolu lisesinde okuyorum. Girdiğim seneden beri okulda süren Fethullahçı ve MHP kadrolaşması artık iğrenç bir rekabete dönüştü. Her cuma çıkışında ya toplanıp ‘abiler’e ‘abla’lara yada ‘ülkü ocakları’na gidiliyor. Son olarak, adeta yavrukurtların yorulmaması için okulun dibine ülkü ocakları açıldı ve artık bu ocak muhabbetleri sınıf içlerine kadar taşındı. Siyasetle alakasız olan kavgalarda bile, galibi gönderdiği adamlarla ülkü ocakları tayin ediyor. En korkak çocukların bile gittikten sonra okul içinde racon kesmeye başlamasından anlıyoruz ki, içeride konuşulan rezillikler bu koyun sürüsüne grup psikolojisiyle beraber zavallı bir cesaret veriyor. Okul içinde sayımız bir elin parmaklarını geçmeyen biz devrimci öğrenciler ise, bu çarkı kıramamanın üzüntüsünü ve sıkıntısını yaşıyoruz. Ne yazık ki, bu ocaklara zengin çocuklarıyla birlikte giden pek çok işçi-emekçi çocuğu var. Onlara bu zengin çocuklarının ocaklara gitme sebebinin düzeni korumak ve büyüyüp onları ezmek olduğunu anlatıyoruz ve, “Sizin buraya gitmeniz onlara gelecekte uşakları olma güvencesini vermeniz anlamına gelir,”

yükseltmesinde önemli bir örnek olacaktır. Ancak tüm kazanımlarına rağmen sonuç büyük bir zafer değil. Sendika bürokratlarının, patron, hükümet temsilcisi ile çorbacıdaki samimi görünüşü bile bunu anlamak için yeterli. Geçtiğimiz günlerde yapılan Türk-İş kongresinde zaten hükümet ile yakın ilişkileri olan yönetimin yerini AKP’ye daha da yakın bir yönetime bırakması ülkenin en büyük işçi konfederasyonuna üye işçilerin geleceği bakımından düşündürücü. Türk-İş üyesi işçiler için patronlarla mücadelenin yanı sıra, kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen, işçileri sermaye sınıfına yedekleyen ve renkleri giderek sararan sendikal bürokrasi ile mücadele de daha yakıcı hale geliyor. Sınıf mücadeleci çizgiye yakın bazı sendikaları

diyoruz. Çoğunun verdiği tepkiyi tahmin edebilirsiniz; uyuşturulmuş kafalar ne kadar sağlıklı düşünebilir ki!!!... Okulda yaşananlar tam bir rezillik. Sola yakın öğretmenler okulun öğrenci birliği komisyonlarından atılırken yerlerini MHP’li öğretmenler alıyor. Bunlardan biri, edebiyat dersinde Necip Fazıl Kısakürek kitapları önerip Nazım’ı, hatta Orhan Pamuk’u vatan haini ilan ediyor. Müdür Bey ise, öğretmen arkadaşlarıyla yaptığı ‘eğitimci’ geyiklerinde, öğrencilerin duymasını umursamadan, bağırarak, “Bir Ermeni geberdi diye mi üzüleceğiz?!” diyerek aslında Hrant’ın onda biri kadar insan olmadığını hissettiriyor. Öğretmenler tarafında bunlar yaşanırken ülkücü öğrencilerdede okul içindeki şımarıklık aynı şekilde devam ediyor. Kantinlerde masaların üstünde gördüğümüz ülkü ocaklarından dağıtıldığı anlaşılan bildiriler, tuvaletlerde yerlerini ‘Dünya Türk Olsun’ gibi duvar yazılarına bırakıyor ama tuvaletin işlevini düşündüğümüzde yavrukurtlarımızın biraz kendi kalelerine gol attığını düşünüyor, keyifleniyoruz. Sonuçta, dünyanın bütün tuvaletlerinde aynı koku var!

levent eris.

Derslerde, “Ben cahil adamım” diyen İsmail Türüt’ün cahilliği kadar faşistliğini de belli eden malum şarkı açılıyor. Bu yavşaklık öğretmenin, “Aaa çocuklar ders yapıyoruz kapayın lütfen!” diye yalandan uyarmasıyla sürüyor. Sınav haftaları bitince koridorlarda ‘Ya Allah Bismillah Allahuekber!’ sloganları atılıyor. 1 Mayıs günü okula gelmeyenler öğreniliyor ve bunlara sene sonuna kadar ‘Hey işçi!’ diye alaylı alaylı bağırılıyor ve hem mizahi hem de siyasi kapasiteler sergileniyor. Sıralara yazı yazmanın yasak olduğu sınıflarımızda sıraya ‘Hepimiz Ermeniyiz’ yazınca disipline gönderiliyoruz ve gerekçe olarak, “Bizim için yazının içeriği değil devletin sıralarının çizilerek zarar verilmesi önemli,” deniyor. Ama aynı devletin aynı sıralarına milliyetçi şiirler yazınca idare bu sefer kutlayarak karşılık veriyor. İşte bu rezilleşen ortam içinde sabrımız her gün sınanıyor. Bu ‘Fatih’in torunları’, ‘Deli İbrahim’i güçsüzken ortaya çıkarıp bitirmek istiyorlar ama biz liderlerimiz Denizler Mahirlerden ders alıyoruz. Ve diyoruz ki bekleyin gün olacak bu çarkı tersten döndüreceğiz... Bir Anadolu Liseli


Oturarak muvaffak olan tek canlı, tavuktur!

AKP iktidarı, öğretmen adaylarına ‘sözleşmeli’ öğretmenliği dayatıyor… Büyük puntolarla gazetelerde ‘Öğretmen adaylarına müjde!’ başlıklı haberler yayınlanıyor… Ne var ki, atanan öğretmenlerin çoğu atandıklarına sevinemiyor bile. Çünkü İŞ GARANTİLERİ YOK! Ve öğretmenlerin tamamı aç!.. Peki, yumurtaları ısıtmaya devam mı edeceğiz?..

M

illi Eğitim Bakanlığı son yıllarda başlatmış olduğu sözleşmeli öğretmenlik uygulamasıyla mesleğe yeni başlayan on binlerce genç öğretmeni büyük bir gelecek kaygısıyla baş başa bırakıyor. Zaten öğretmenlerin aldıkları ücret asgari yaşam standardının çok altında kalıyor. Birçok öğretmen geçinemediği için dershanelerde çalışıyor, özel ders veriyor. Her gün basında taksicilik yapan öğretmen, boyacılık yapan öğretmen atlet, kilot satan öğretmen gibi haberlerle mesleğin saygınlığı ayaklar altına alınıyor. (Tabiî ki sözümüz ek iş yapan emekçi öğretmenlere değil. Sözümüz öğretmenleri ek iş yapmaya zorlayan emek düşmanı iktidarlaradır.) Konu çok uzun fakat şu noktaya değinmekte fayda var. Sözleşmeli öğretmenlik uygulaması ilk başladığında sözleşme koşulları daha ağırdı. Sendikaların Danıştay’da açtığı davalar kazanıldıkça sözleşmeli öğretmenlik uygulamasında iyileştirilmelere gidildi. Yani bu iyileştirmelerin icraatçısı sayın bakan değil., bizzat idari mahkemelerdir. Ne kadar acı! Bizi bakanımızdan mahkemeler koruyor. Gelelim sözleşmeli öğretmenlerin hikâyesine… Genç öğretmenimiz 4 yıl boyunca eğitim fakültesinde bin bir zorlukla okuyup diplomasını almıştır. Bu diplomada “öğretmen olması için yeterliliğe sahiptir” yazmaktadır. Ama genç öğretmenimiz acı bir gerçekle karşı karşıyadır. Evet, öğretmen olmuştur ama daha “oh be!” diyemeden yüz binlerce öğretmenin yarışacağı bir sınavı daha geçmek zorundadır: KPSS, yani kamu personeli seçme sınavı. Öğretmenimiz gençtir, dinamiktir. Hani derler ya “taşı sıksa suyunu çıkarır”. Bir gayretle binlerce öğretmen adayını sollayıp sınavı kazanır. “Eh artık öğretmen oldum,” diyecekken hayatın acı gerçeği onu ömür boyu rencide edecek şekilde karşısına çıkar. Genç öğretmenimiz artık öğretmen olmuştur ama onun adı “kadrolu öğretmen” değil “sözleşmeli öğretmen”dir. Genç öğretmenimiz (ve şu anda çalışan sözleşmeli öğretmenlerin hepsi) mesleğin gereklerini öğrenip ertesi günkü derse hazırlanacakken, oturup kadrolu öğretmen olabilmek için tekrar KPSS’ye çalışmaktadır. Böyle bir rezalet olabilir mi? Bir kariyer mesleği bu kadar ayaklar altına alınabilir mi? Genç öğretmenlerin sırtına bu kadar büyük bir psikolojik ağırlık yüklenebilir mi? Bir emekçinin hayattan en büyük beklentisi emeğini satarak kazanacağı garantili bir iştir. Milli eğitim

bakanımız bunu bile öğretmenlerimize çok görüyor, sırıtarak basının karşısına çıkıp; “sözleşmeli öğretmenlik”le “kadrolu öğretmenlik” arasında fark yok diyerek toplumu aldatıyor. Oysa adı üzerinde “kadrolu öğretmen”, “sözleşmeli öğretmen”… Şimdi sözleşmeli öğretmenlikle kadrolu öğretmenlik arasındaki farka kısaca göz atalım… 1. Sözleşmeli öğretmenlerin her sene sözleşmeleri yenileniyor. Her sene girdi çıktı yapılıyor. Yani iş garantileri yok. Kadrolu öğretmenin ise iş garantisi var. 2. Sözleşmeli öğretmenlik metninin

13. maddesinin D bendi; Personelin sözleşmesi, norm kadronun gerektiği öğretmen temin edildiğinde veya sözleşmeli personel ihtiyacının ortadan kalkması halinde sözleşmesi feshedilir. Bu Madde halen yasal olarak yürürlüğünü korumaktadır. Bu da iş garantisinin olmadığının resmi kanıtıdır. 3. Sözleşmeli öğretmenlerin maaşları Maliye Bakanlığı tarafından karşılandığından, Bakanlık ödenek sıkıntıyla karşılaştığında, personel sayısında tasarrufa gitmeyeceğinin garantisi var mıdır? 4. Kadrolu öğretmenlerde meslekte

çalışılan yıllara ve çalışılan hizmet bölgelerine göre kıdem ve hizmet puanı alıyorlar. Bu puanlar atamalarda ve yükselmelerde çok önemli. Sözleşmeli öğretmenlerin ise böyle bir uygulama yok 1 sene çalışan öğretmenle 20 sene çalışan sözleşmeli öğretmen arasında fark yok. 5. Kadrolu öğretmenlerin kıdem ve kademe artışına göre maaşlarında belirli yükselişler oluyor. Sözleşmeli öğretmenlerde ise bu olmayacak yani 1 yeni sözleşme yapılan ile 25 sene çalışan sözleşmeli öğretmen arasında fark olmayacak 6. Kadrolu öğretmenlerin idareci yada müfettiş olabiliyorlar. Fakat sözleşmeli öğretmenler bu hakka sahip değil. 7. Kadrolu öğretmenler il içi ve iller arası tayin hakkına sahip iken sözleşmeli öğretmenlerin böyle bir hakkı yok. 8. Sözleşmeli öğretmenlerin aldıkları ek ders ücretlerinden SSK kesintisi yapılıyor. Kadrolularda ise böyle bir kesinti yok. 9. Kadrolu öğretmenler eş, çocuk, doğum yardımı alıyorlar. Sözleşmeli öğretmenlerin böyle bir hakları yok. Şu ana kadarki uygulamalarda sözleşmeli öğretmenlerin maaşı hiçbir zaman zamanında yatmamıştır. İlden il okuldan okula değişmektedir. Fakat bu arada hayat devam etmektedir. Taksitler zamanında ödenecek ev kirası, telefon, elektrik, doğalgaz ama gel gör ki maaş yok… 10. Söylemeye gerek yok kadrolu öğretmenlerin sendikalaşma hakkı var iken sözleşmeli öğretmenlerin hakkı olsa bile cesareti yoktur. Her sene hakkında düzenlenecek raporlara göre sözleşmeleri yenilenecek öğretmen. Sendikalı olup onurlu bir mücadele vermeye ne kadar cesaret edebilir siz düşünün. Son yıllarda sermayenin eğitim alanındaki saldırıları artarak devam etmektedir. Amaç eğitimi tamamen ticarileştirmek, özleştirmek ve sözleşmeli öğretmenlik gibi uygulamalarla taşeronlaştırmaktır. Evet belki bu benzetme doğrudur. Kadrolu öğretmen kadrolu işçi ise sözleşmeli öğretmende taşeron işçidir. Burjuva iktidarlar artık her an işten atabileceği tarzda bir personel rejimi istemektedir. Bütün bu tip düzenlemelerin altında emeğin markaja alınması, emeğin örgütlenmesinin önünün kesilmesi ve kazanılmış tüm haklar gasp edilerek köleleştirme çabası yatmaktadır. Sözleşmeli öğretmenlik uygulamasına son verilsin! Bütün sözleşmeli öğretmenler sınavsız derhal kadroya geçirilsin! RED Okuru bir grup öğretmen...

23


doktor da hasta, hasta ne yapsın?

Dikkat, Koç, Sabancı, hastanelerin, ambulansların tepesinde dönüp durmaya başladı... Sağlık sisteminin öldüğünün garantisidir!

B

en ayda 240 saat çalışan, 10 nöbet tutan (o da, arada kimse istifa edip, görev yükü bana yıkılmamışsa), uzman hekim (cerrah, kardiyolog) olmadan acil hizmeti vermeye çalışan bir hekimim. En basit ağrı kesicilerin bile reçete edilip hastaya aldırıldığı, yağmur yağdığında alt katlarını (röntgen ve laboratuar) su bastığı, geceleri doğumhanesinin kapalı olduğu, İstanbul’un göbeğinde bir devlet hastanesinde görev yapıyorum. ‘Gelecekteki güzel günler’den falan bahsedemiyorum. Biliyorum ki, daha da kötüye gitmekte olan sağlık emekçilerinin çalışma şartlarıyla, halkın aldığı sağlık hizmeti birbiriyle göbekten bağlı. İşlevsizleştirilip, “Bak zarar ediyor!” denilerek özel sektöre peşkeş çekilen devlet kurumlarını gördükten sonra, yaşadıklarımızın benzer süreçler olduğunu anlıyorum. Hastalara doğru düzgün hizmet vermekten aciz iken, çalıştığım hastanede verilen toplam kalite seminerlerinde, hastalara müşteri gözüyle bakmam öğütleniyor. Performans yönergeleriyle, sus payı niteliğinde döner sermaye ödemeleriyle, özel sektörün nefesini ensemde hissediyorum. Hastane yönetimlerinin il özel idarelerine devri Meclis’te yaslaştırılıyor. (Bu da işlevsizleşen, zarar eden hastanelerin ihale ile özel kurumlara devrinin önünü açacak kapsamdadır.) Medicana, Medipol, Medical Park gibi sağlık tacirleri, Diyarbakır’dan Edirne’ye dek yeni hastaneler açıyor. ‘Tam gün yasası’ dayatılarak üç kuruş paraya çalışan hekimler özel sektöre transfere zorlanıyor. Ve her ne hikmetse, son altı aydır devlette göreve başlayan tüm yardımcı sağlık personeli,

sözleşmeli olarak istihdam ediliyor. KOÇ grubu, “Sağlık özelleşmeli!” diye bağırıyor, Sabancı’nın ambulans şirketi, 112 ambulanslarının tamamını alma planları yapıyor. Bu arada İslami sermaye de İstanbul Sağlık A.Ş. ile pastadan kapacağı payın planlarını yapıyor. Özelleşip güzelleşeceğimizi bizim dışımızda herkes söylüyor; hem de bakın nasıl pervasızca: Koç Holding Başkanı Rahmi Koç 29 Haziran 2007 Cuma günü yaptığı

mübarek açıklamasında VEHBİ KOÇ AMERİKAN HASTANESİ (nasıl yakışmış isimler birbirine, bravo doğrusu!) yeni yapılarının hizmete girme töreninde, bir yanında Şişli Belediye Reisi -S. DEMOKRATMustafa Sarıgül bir yanında İstanbul Büyükşehir Belediye Başdanışmanı Prof. Dr. Erman Tuncer şöyle buyuruyor: “Amerika’da mezarlıklar, itfaiye, hapishaneler dahi özel. Bizde de mezarlıklar, hapishaneler, itfaye özel olsun demiyorum ama bütün hastanelerin süratle özelleşmesinde fayda var…” Rahmi Koç hastanelerden sonra niyeti

kıbrıslı hekimlerin grevi KKTC’de, Sağlık Çalışanları Yasa Tasarısında değişiklik yapılmasına karşı çıkarak dün greve giden Kıbrıs Türk Hekimler Sendikası (TIP-İŞ), tüm hastane ve sağlık ocaklarında bugün de grev yaptı. TIP-İŞ’e bağlı hekim ve diş hekimlerinin katıldığı grev, dün olduğu gibi, bugün de 09.00-12.00 saatleri arasında uygulandı. Grev süresince, hastane ve sağlık ocaklarında acil servis dışında hekimlik hizmeti verilmedi. TIP-İŞ Başkanı Erol Şeherlioğlu, konuyla ilgili yaptığı açıklamada, hükümetin tavrına bağlı olarak gelecek günlerde tavırlarını belirleyeceklerini belirterek, “Bakanlıkla birlikte hazırladığımız tasarıdaki maddeler kabul edilmediği sürece grevimiz sürecek”

24

nerelere bozduğunun da sinyalini veriyor. Anlaşılan ölünce de kurtuluş yok ellerinden. Mezarda bile rahat vermemeye, ölülerimize fatura kesmeye niyetleri var! Akşam gazetesinde ise 4 Temmuz 2005 tarihinde Sabancı’nın malı Medline Genel Müdürü Faik Kurşunluoğlu -ki eli biraz yavaştı, geçende görevden alındı, yerine Koç’tan yeni CEO atandı, o da ilk iş olarak 15 ambulans şoförünü işten çıkartıp ‘tarz’ını gösterdi112 acil ambulans hizmetlerine nasıl niyet ettiklerini açıklıyordu. Bu demek ki, ambulans çağırmak için cebinizde 100 ytl nakit olması gerekli bundan böyle. (Pardon artık ambulanslarda kredi kartı da geçiyor ‘pos’ makinesi var!) Yoksa dualarınızın kabul olmasını ummaktan başka çareniz yok... Sonuç olarak, sağlık emekçilerinin yaşadığı süreç, sağlık hizmeti alan halkın başına geleceklerin habercisidir. Kapitalizm üstelik uluslararası sağlık sermayesiyle omuz omuza (Tuzla’daki J. Hopkins Hastanesi, Amerikan Bristol ile Koç ortaklığı. Medline Alman ortaklığı…) yeni talan edecekleri alana ağızlarını şapırdata şapırdata bakarken, üstelik h astanelerden sonra mezarlara sıra gele ceği alenen telaffuz edilirken, ülkenin başbakanı Dubai Şeyhi El Maktum’un sağlık yatırımları yapacağını söyleyip, “Ona da yer açın,” derken… Bizim söyleyeceğimiz tek söz, ‘Sağlık bir haktır, satılamaz!’ olmalıdır. Bu talana dur demenin yolu sağlık emekçisiyle halkın birlikte ve örgütlü mücadelesinden geçer… Ne diyeyim, yine de ‘sağ’lıcakla kalın... RED Okuru bir doktor

red okuru kamu emekçilerine... dedi. Sağlık Bakanlığı ile uzlaşarak birlikte hazırladıkları yasa tasarısının, Bakanlar Kurulunda “değiştirilerek, içinin boşaltılmasını” kabul edemeyeceklerini kaydeden Şeherlioğlu, ilgili yasanın önceden hazırlanan şekliyle kabul edilmesini beklediklerini söyledi. Şeherlioğlu, şu ana kadar hükümetten herhangi bir yanıt veya görüşme çağrısı gelmediğini belirtti. Bakanlar Kurulunun yarın toplanarak bu konuyu değerlendireceği bilgisini aldıklarını ifade eden Şeherlioğlu, grevlere yarın da aynı saatlerde devam edeceklerini, ancak sonrası için Bakanlar Kurulundan çıkacak sonuca göre davranacaklarını kaydetti.

KESK üyesi ve/veya kamu çalışanı RED okurlarıyla, sendikaya ve sendikal mücadeleye dair sorunları ve çözüm yollarını konuşmak, görüşlerini dinlemek, görüşlerimizi anlatmak istiyoruz. RED okuru-yazarı kamu çalışanları arasında koordinasyonu sağlamak, toplantılar düzenlemek isteyen her arkadaşımız bizimle temasa geçebilir.

kesk@reddiye.org


KESK 12. yılında.. Saldırılar onu yıkamadı.. K

Irkçı- gerici-liberal kadroların karalama ve her türlü yıldırma politikaları yetmezmiş gibi KESK’in Kürt sorununda takındığı tutum eleştiriliyor ve azgın karalama politikaları dillendiriliyor.

amu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) bundan 12 yıl önce 11–12 Kasım 1995’te, 28 sendikadan 500 delegenin katılımıyla gerçekleştirilen konfederasyonlaşma, tüzük ve kuruluş kurultayının ardından 8 Aralık 1995’te resmen kurulmuş oldu. Her ne kadar KESK genel merkezi 12. kuruluş yıldönümünü Ankara’da Dedeman otelde düzenlemiş olduğu bir kokteylle kutlamış olsa da, binlerce KESK üyesinin dileği bu kutlamanın KESK’e omuz veren her kesimin katılımıyla, tam bir şenlik havasında, belki de büyük mücadeleler sonucu kurulduğu Kızılay Meydanı’nda kutlanmasıydı. KESK’in kuruluş süreci ve yıllara yayılan mücadele geleneği hiçbir zaman kolay olmadı. KESK bugün her türlü engellemelere ve baskılara rağmen 2 milyon kamu emekçisinin tek ve gerçek temsilcisidir. KESK’in kamu emekçileri gözündeki varlığı ve temsiliyeti, her zaman IMF paketlerini uygulamaya koyan iktidarların korkusu oldu. Yaratmaya çalıştıkları dikensiz gül bahçesinde, KESK her zaman oklarını emekçileri korumak için iktidarlara batırmaktan geri durmadı, iktidarlardan bağımsız ve satın alınması mümkün olmayan bir sendika konfederasyonu olarak ortaya çıktı. Bu nedenle KESK’i mücadelesinden alıkoymak için her türlü engel denendi ve deneniyor. KESK ördüğü fiili meşru mücadelesi ile kamu emekçilerini sendikalarıyla buluşturdu. Kamu çalışanları için ulaşılmaz gibi görülen sendika hakkı, her türlü engellemelere rağmen Kızılay’ın göbeğinde gaz ve biber saldırılarına, polis coplarına direnen onbinlerin mücadelesi ile sokakta kazanıldı. KESK, bu meşru mücadelesi ile sendikayı kabul ettirdi. İş sadece meclisten geçecek olan yasal düzenlemelere kaldı. Fakat kabul edilen 4688 sayılı yasa KESK için tuzaklarla doluydu. Bu yasa ile kamu çalışanları sendikalı olabildiler, fakat sendikaların grev ve toplu sözleşme hakkı -her türlü uluslararası anlaşma ile kabul edilse denedense hiçbir koşulda kabul edilmedi. KESK’in karalılıkla savunduğu ve ısrarla savunması gereken grev ve toplu sözleşme talebini bertaraf edebilmek için, her türlü teşvikler sağlanarak devlet eliyle bir gecede resmi sendikalar oluşturuldu. Bu sendikaların varlık zemini, kamu emekçilerinin taleplerini savunmaktan ziyade KESK’i baltalamak üzere belirlendi. İpi iktidarların elinde olan bu sarı sendikaların, kamu çalışanları içinde yürüttükleri malum dedikodularıyla kamu emekçilerini mücadeleden uzaklaştırıp, atıl

hale getirip iktidarın önünde esas duruşa getirmekten başka bir gayeleri yok. KESK’i etkisiz kılmak için her türlü yöntemi uygulamaya koyanlar, yıllardır sürdürülen sendikal haklar ve emek mücadelesinin kararlı ve inatçı üyelerini yıldırmak için kaçak görüşmek zorunda kaldılar. KESK’in üye sayısını aşmak ve iş kollarında yetkili hale gelebilmek için bu sendikaların her türlü hukuk dışı uygulamalarına kamu bürokratlarınca göz yumuldu. KESK üyesi çalışanlar diğer sendikaların üyesi gibi gösterilip, çalışma bakanlığına verilen sayılar değiştirildi. Hatta Kocaeli belediyesinde çalışan Memur-Sen üyesi çalışanlar İzmit belediyesi altında yeni bir belediye varmış gibi gösterilerek kayıtlara iki kez yazıldılar. Sahte sendikaların çamur at izi kalsın türünden açıklamaları yetmezmiş gibi, toplu görüşmelerde ilk uzlaştıkları görüşme maddesi, sendika aidatlarının 5 liradan 10 liraya çıkarılmasıydı. Bu uygulama ile kamu çalışanlarının iradesini kazanabileceklerini sandılar.

KESK üyeleri, illerdeki her türlü komisyonlarda uzak tutuluyor, çalışanlara eşit davranılması ilkesi idari amirlerce hep göz ardı edilerek KESK üyelerinden rahatsızlık her şekilde ulu orta dile getiriliyor. KESK eylemlerine katılan çalışanlar sıkı takip edilerek haklarında soruşturma üzerine soruşturmalar açılıyor. İşyerlerindeki hukuk dışı uygulamaları tespit eden üyeler cezalarla ve sürgünlerle uğraşmak zorunda kalıyor. En son İzmir’de ilköğretim okulunda bağış yapanlarla bağış yapmayanları ayırmak için uygulanan yaka kartı yöntemini ortaya çıkaran öğretmenler sürgün edildi. Soruşturma ve sürgünler hemen hemen her aktif KESK üyesinin karşılaşacağı somut bir olay haline geldi. Yüzlerce KESK üyesi soruşturmalara uğradı, disiplin cezaları aldı, hatta çalıştıkları yerlerden başka kurumlara ve mevkilere sürüldü. Yine kurum müdürlerince KESK üyesi kamu çalışanlarına sendikalarından istifa etmesi için baskılar uygulanıyor, tehdide varan beyanlarda bulunuluyor.

KESK örgütlülüğünün zayıf olduğu iş yerlerindeki üyelere ise istifa dayatılıyor. Tüm bunlar yetmezmiş gibi KESK lokalleri ırkçı saldırıların hedefi oluyor. Son iki yıldır hız verilen sözleşmeli personel alımı ile de, sendikalı olabilecek memur sayısında kısıtlanma yaşandı. Sözleşmeli çalışanların sendikalara üye olabilmesi engellendi. Zaten kendisine sözleşmeli çalışma dayatılmış kamu çalışanının KESK gibi muhalif sendikaya üye olabilmesi ise, ipini koparmışçasına yaşanan AKP kadrolaşmasının var olduğu günümüzde pek de olası değil. Irkçı- gerici-liberal kadroların karalama ve her türlü yıldırma politikaları yetmezmiş gibi KESK’in Kürt sorununda takındığı tutum eleştiriliyor ve azgın karalama politikaları dillendiriliyor. Yıllardır bu tür dalavereleri diğer sendikalardan gören KESK, kendi içinde de bu sorunla uğraşır oldu. Son dönemin yeni moda ulusalcıları, cumhuriyet mitinglerini tertiplemekle övünen Eğitimİş sendikası, AKP politikalarıyla uğraşmak yerine hedefi KESK olarak belirledi. Yıllardır KESK içinde faaliyet gösteren bu kişiler, bir anda istifa ederek, bölünme paranoyasından etkilenmiş olarak, ‘bölücülüğe karşı’ sendikalarını kurdular. Yüz binlerce örgütsüz kamu çalışanlarını üye yapmak yerine, sadece KESK üyelerini hedefe alan yalan kampanyaları ile zaten zor olan koşulları daha da güçleştirdiler. Fazlaca M. Kemal vurgusundan başka Türkiye Kamu-Sen’den farkı olamayan bu sendikalar bu gün eğitim, sağlık ve büro hizmetlerinde örgütlenmiş durumda. Tabii onbinlerce üyeyi KESK’den koparacaklarını uman bu sendikalar, sonuçta hayalleri ile baş başa kaldı. Tek başarıları, yüz yıllık bir geleneğe sahip olan öğretmen sendikasının, Eğitim-Sen’in yetkiyi kaybetmesindeki paylarıdır. Yine cumhuriyetçi solcu Çankaya ilçesinde bir gecede kurulan Yerel- İş sendikası büyük bir sendika mucizesi göstererek bir günde 500’ü aşkın üye kaydetti ve Çankaya ilçesinde KESK’e bağlı Tüm-Bel-Sen sendikasından yetkiyi aldı. AKP’li belediyelerin dayatmaları malumken, kurucu üyeleri ve üyeleri Çankaya Belediyesi’nde görevli olan bu sendikanın asıl derdinin de ne olduğu bellidir! Kuruluşundan bu yana önüne çıkartılan tüm engellemelere, baskı ve zorlamalara, sürgünlere örgütlenme alanlarının kuşatma altına alınmasına rağmen ilkelerinden taviz vermemesi için sonuna kadar mücadele vereceğimiz KESK’e nice yıl dönümleri.

m

özgür altun

25


osman bir türlü durmuyor

Osman Durmuş, nasıl anlatsam, hani Cem Yılmaz’ın ‘radyasyondan koşarak kaçan adam’ tiplemesi var ya, öyle bir tip işte... Son olarak, DTP’yi Meclis’ten kovamadığı için, Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın istifasını istedi. Şaka gibi, değil mi?..

T

elevizyon yarışmaları tadında, iç bunaltan bir havada geçti Aralık ayı. Doğa Bey ile BBG yeniden yayına girerken pek rağbet görmemesinin sebebi, diğer kanallarda ‘Fazıl Say gitsin mi, kalsın mı?’ programının başlamış olmasıydı...’Kurtların Vadilerini’ izleyip İ.T’lerin kasetleri dinleyen bir çocuk daha katil olmak üzereydi: İzmir’de bir rahip bıçaklandı... Şemdinli’de kurşun yağdıranlar, bombalar patlatanlar aklandı: 30 sene içinde Korgeneral Altay Tokat’ın ifadelerine benzer -“Bir-iki bomba attırırverdim akıllı olsunlar diye”açıklamalara hazırlıklı olalım. Hoş, bir itirafa gerek yok, her şey ortada! İşte bütün bu moloz yığınının arasında bir bomba daha patladı ki, gözden kaçmış olabilir. MHP’li Osman Durmuş oldukça ‘ironik’ (bir gün bu kelimeyi kullanacaktım) bir beyanatta bulundu: Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’ın istifasını istedi. Düşününce oldukça ‘ironik’ti, evet, çünkü Osman Durmuş bunu, mesela ‘HALKIN OYLARIYLA MECLİSE GİREN’ ve ‘YASAL BİR PARTİ OLAN’ DTP hakkında, parti binalarının kurşunlandığı, kundaklandığı, yöneticilerinin tehditler aldığı bir atmosferde , Büyükanıt’ın terörün legalleştiğini söyleyip, “Mecliste varlar, anayasa teklifi bile veriyorlar,” açıklamasını yapmasının toplum üzerinde ne gibi sakıncalar oluşturabileceğini düşündüğü için yapmadı; üstelik kapatılma davası açılmış bir parti hakkında yapılan bu açıklamaların yargıyı etkileyebileceğinden endişelendiği için tepki göstermedi. Ya da Osman Durmuş’un bu istediği, Büyükanıt’ın Şemdinli’de suçüstü yakalanan Ali Kaya hakkında, “Tanırım, iyi çocuktur...” gibi açıklamalar yapması, üstelik ‘Ailecek AB diyarında’ masalları okunurken, Türkiye için bir milat olan bu davanın sonucu göz önüne alındığında, ‘Bağımsız yargı’ hakkında getirdiği kanaat için de ortaya atılmadı… Bunları düşünmüş olamaz değil mi? Bütün bunlar düşünce suçuna falan girer zaten! Olay, bir gazeteye yansıyan özetiyle şuydu: “MHP Kırıkkale Milletvekili Osman Durmuş, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın terörün hem siyasallaştığı, hem de legalleştiğine ilişkin açıklamalarına sert tepki göstererek, “Bu sözler başarısız olduğunun itirafıdır. Yakıştıramıyorum, bu sözlerden sonra Sayın Büyükanıt istifa etmelidir” dedi. Şu Osman Durmuş’u biraz yakından tanıyalım, hatırlayalım: Osman Durmuş, nasıl anlatsam, hani Cem Yılmaz’ın ‘radyasyondan koşarak kaçan adam’ tiplemesi var ya öyle bir tip işte. Yok, böyle pek anlatamadım. Sağlık Bakanlığı’ndaki

26

icraatlarından örnekler verirsem kafi olacak sanıyorum:

Grafiker jinekolog

Sene 2001, Osman Durmuş sağlık meslek liseleri için yeni bir yönetmelik hazırlatıyor. Yönetmelikte, ‘cinsel ilişkiye giren öğrencilerin tespit edilip okuldan atılmasını’ öngören bir madde var. Vatandaşların durup durum kız çocuklarını öldürdüğü, genç kadınların intihara sürüklendiği bir toplumda, üstelik yoksullar için hastane kapılarının can pazarı olduğu bir memlekette Sağlık Bakanlığı bekaret bekçiliği yapıyor! Artık bunu nasıl yapacaktı, okulun önüne ‘X-ray’ cihazı yerleştirecekti de o alet ‘Düüt!’ diye ötecek miydi?.. Hayal gücünüzü zorlayın artık. Aynı sene, şarbon tehlikesinin ve mektup zarflarıyla mikrop yayıldığı iddialarının ortaya çıktığı dönemde, önlem alınmadığı yolundaki eleştirilere, “Ne yapayım zarfı ben mi açayım?” diye sitemde bulunan adam Osman Durmuş. (Farklı bir versiyonu için bkz: “Benzin vardı da biz mi içtik?” S.D.) 1999’da içtiği sudan tifo olan Osman Durmuş’un neden hocası olduğu Gazi Üniversitesi’ne ya da bakanlığına bağlı başka bir hastaneye değil de meclise 400 milyon ‘takıp’ Özel Bayındır Hastanesi’ne gittiğini merak edebilirsiniz. Ama cevabı vermiş zaten: Kendini şeali yerken görüntüleyen gazetecilere, “Meyveye değil, adama bıçak çekerim… Şeali yerken fotoğrafımı çekerseniz sizi Türk doktorlarına emanet ederim!” Deprem felaketi sırasında ErmenistanYunanistan-Amerika gibi ülkelerden gelen yiyecek, kan gibi yardımları kabul etmeyen, sağlık ekiplerini geri çeviren; şikayet eden depremzedelere, tuvaletin camiye yapılması, duşun denizde alınması gibi çözümler üreten pratik bir kafa, güzel bir kafatası Osman Durmuş. Ocak 2000, Sağlık Bakanı Osman Durmuş, Türklerin gribe karşı doğuştan aşılı olduğunu ifade ederek, “Benim ülkem, benim insanım doğal aşılı, Avrupalılar gibi dirençsiz değil,” dedi. (Bir de Mengele’ye danışmak gerekiyor bu konuda…) Haziran 2000, Sağlık Bakanı, Tekirdağ’da sağlık hizmetlerinin ücretsiz olmasını

isteyen vatandaşlara öelenerek, “Ücretsiz muayene olmak isteyenler Arnavutluk’a gitsin!” diye bağırdı… (Neydi o, “Ya sev ya terket!” Evet!) Nisan 2000, 1920 yılından bu yana kullanılan Sağlık Bakanlığı logosu; Bakan Durmuş’un isteği üzerine değiştiriliyor. (Tecrübeli grafiker arayanlara!) Mart 2000, Sağlık Bakanı; ücretsiz sağlığın ancak komünizmde olabileceğini belirtti. (Tebrikler!!) Avrupa’da yasaklanan ilaçların Türkiye’de neden kullanıldığını soran gazetecilere, “Ben yıllardır kullanıyorum bir şey olmuyor,” cevabını veren de Osman Durmuş’tu. (Yahu, olan olmuş, daha ne olsun be adam!) “1978’den beri partimiz iktidara gelmedi, benim ve arkadaşlarımın beklentileri var, bazılarının yerlerini boşaltmalarını bekleyeceğiz, boşaltmazlarsa eski dosyalarını karıştıracağız,” diyebilecek kadar açık sözlü bu eski bakanın, biz de tozlu ya da kanlı dosyalarını karıştıralım bakalım:

Nejdet Güçlü cinayeti

1967 yılında Hacettepe Üniversitesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Bölümü’nü kurmuş ve çalışmaya başlamıştı Nejdet Güçlü. O dönemde ortopedi alanında Türkiye’deki en önemli uzmanlardan biri kabul edilen Güçlü, bir yandan Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde Asteğmen olarak askerliğini yapıyordu. 13 Nisan 1970 günü Ankara Tıp Fakültesi öğrencileri ilaç sömürüsüne karşı gösteri yapıyor, basın toplantısında o haayı ‘ilaç haası’ olarak ilan ediyordu. Az sonra toplantı binası bir kamyonettten inen 12 kişi tarafından çevreye kurşun yağdırarak basıldı. Ülkü Ocakları ikinci başkanı İbrahim Doğan ve ileride 57. Hükümetin Sağlık Bakanı olarak karşımıza çıkacak olan Osman Durmuş’un da aralarında bulunduğu çete, etrafı darmadağın ettikten sonra Selim Ölçer adındaki bir öğrenciyi kaçırdı. Faşist grup kaçarken panikleyerek iki arkadaşını orada bıraktı. Solcu öğrenciler geride kalan İbrahim Doğan ile Ali Güngör’ün peşinden gitti. Doğan ve Güngör ateş ederek kaçarken mermilerden biri o sırada Asteğmen olan Doktor Nejdet Güçlü’nün

başına isabet etti. Güçlü olay yerinde yaşamını yitirdi. Saldırıda yüze yakın mermi kullanılmıştı. Güçlü’yü vuran İbrahim Doğan görgü tanıkları tarafından tespit edilirken, Başbakan Süleyman Demirel basın toplantılarında faşist komandolara toz kondurmuyordu. Doğan ve Güngör birlikte yargılandı. Cinayette kullandıkları silahlar Türk Ocağı binasında bulundu. Silahların yanında dokuz adet dinamit lokumu, otuz dinamit kapsülü, bir de molotof kokteyli vardı. Tabanca ve mermilerin Teğmen Fehmi Altınbilek ile Teğmen Mustafa İlerisoy’a ait olduğu belirlendi. Doğan ve Güngör 24’er yıla mahkum oldu. Ama hangi silahtan çıkan merminin Nejdet Güçlü’ye isabet ettiği belirlenemediği için cezaları 12 şer yıla indi! Bu sırada Ecevit-Erbakan koalisyonunun çıkardığı af yasasından yararlanıp salıverildiler. Dosya kapandı. Silahları veren Teğmenler hakkında bir soruşturma açılmadı. Bu, İçişleri Bakanı’na sorulduğunda davanın artık zamanaşımına uğradığı cevabı alındı. Cinayet hükümlüsü İbrahim Doğan, Hüsamettin Cindoruk’un Meclis Başkanlığı döneminde TBMM’de yarım gün Kulak-burun-boğaz uzmanı olarak çalışmaya başladı.Kalemli’nin döneminde ise kadroya alındı. Cinayetin sanıklarından Ali Güngör ise MHP’den milletvekili seçildi ve ‘çete ve mafyayı soruşturmak’ üzere kurulan komisyonun başına geçiridi! Osman Durmuş ise doçentliğe kadar yükseldi daha sonra bakanlık koltuğuna oturdu! Yıllar sonra cinayetin faili, ANAP Ankara İl başkanı Cengiz Atak tarafından üstü kapalı bir biçimde Ülkü Ocakları Başkanı Aytekin Yıldırım olduğu tarif edilse de zamanaşımına uğradığından hiçbir soruşturma açılmayacaktı. Güçlü cinayeti faali meçhul kaldı. Geride bir eş, 3 ve 5 yaşlarında biri kız biri erkek iki evlat kaldı. Kızı, babasının öldürüldüğünü annesinin sakladığı gazetelerden öğrenecekti yıllar sonra. 2001 yılında aile bir şok daha yaşadı. Emekli Sandığı, aldığı yeni kararla Nejdet Güçlü’nün terör kurbanı olmadığından şimdiye değin verilen paranın geri alınmasını isteyecek, aileyi 10 milyar borça sokacaktı. Hatice Güçlü hala katillerin kim olduğunun açıklanmasını bekliyor iki torunuyla. Bizse faillerin kim olduğunu zaten biliyoruz! Katiller, amacı insanları yaşatmak olan doktorluk mesleğini sürdürüyor. Çeteciler milletvekili seçiliyor. Bu arada Novamed’de direniş kazandı. Diyeceğim, iyi şeyler de oluyor bu memlekette...

m

onur göktepe


KARUN TAHTA Daha düne kadar acayip acayip işlerle ilgilenen artist-manken takımı, nasıl oluyor da evleyilara karışıyor?..

G

Melekler tepeme çıktı!

ünlük hayatın bunalttığı insanlar, evlerindeyken biraz olsun eğlenmek ister; bunun için günümüzdeki en ‘kullanışlı’ araç televizyondur; ne kadar aptal kutusu, afyon pompası falan dense de, televizyon önlenemez bir şekilde hayatımıza bodoslama girmiştir. Harun Yahya’nın başka sürümleri işte bu aptal kutusunda karşımıza sık sık çıkıyor. Bunların önemli bir kısmına pekala ‘medyatik manyaklar’ denebilir. Bunların içinde uhrevi aleme, cinlere, perilere falan karıştığını iddia edenlerin sayısı hiç de az değil tabii. Sonradan İslam’a ‘dönen’ ama bundan önce her türlü naneyi yemiş olan medyatik tipler ise son dönemin moda acayiplikleri. Bunlar işi şifacılığa, ‘ışıktan güç alma’ya, esrarengiz teyzeler görmeye ya da öteki tarafa gidip tekrar istikameti buraya döndürmeye kadar ilerlettiler. Bunlardan biri eski sinema sanatçısı Songül Ülkü; bu kadıncağız çeşitli magazin programlarına çıkıp şifacılıktan, ölümden dönmekten falan bahsetmiş ve aynen şu ifadeyi kullanmış: “Burun ameliyatı sırasında ölüp yeniden dirildim. Öbür dünyadan bana mesajlar verildi. Şimdi ben olağanüstü güçlerim sayesinde insanları iyileştiriyorum”. Yahu Songül Hanımefendi, videonuzu da izledim sizin, sanırım her şeyden önce ilgisizlik sizi bu hale getirmiş; sansasyon ve acayiplik bir ilgi ve reyting vesilesi olduğu için, gelsin melekler, omzuma konsun demeye başlamış olmalısınız; aksi halde, haliniz vahimdir, belirteyim… İddialarınıza gelelim, ne demişsiniz siz öyle, yok efendim, “Yaraları iyileştiririm, meleklerle sürekli temas içindeyim...” Üstelik ‘İçimdeki Mucize’ diye bir kitap yazmışsınız, insanlığın her türlü derdine deva olacakmışsınız… Neyse önce şu burun ameliyatı sırasındaki ölümden dönme vakasına bakalım: Başta hasta ameliyat masasına yatılır ve anestezi uygulanır ve sonra ameliyat yapılır. Ameliyat yapılırken, hastanın kalp atımları durur ve hastanın beynine kan gidemez, hasta ölmüş görünür: Bir kimsenin fiziksel bedeninden ayrıldığı duygusu olan beden dışı deneyimin, beynin nörokimyasını değiştirerek, sanrılar (halüsinasyonlar) ve diğer algı çarpıtmaları oluşturduğu bilinen sanrılatıcı ilaçlar ile oldukça sık bir yinelenebilirlikte olduğu bir gerçektir. Örneğin kopuntuya yol açan ketaminler gibi anestezi ilaçları, beden dışı deneyimlere neden olur ve atropin ve diğer güzelavrat otu (beladon) alkaloitleri de, insanın uçtuğunu sanmasına neden olur ya da belli bazı sıkıntılara yanıt olarak beyinde afyona benzer maddeler olan

zamanında uykuya dalarken ve uyanırken görülen geometrik şekiller, gri veya renkli nesneler görülmesi normal olarak kabul edilir. Ruh hastalıklarından şizofreni, psikozlar, psikonevrozlar, kısa sürede gelişen iç sıkıntısı hallerinde halüsinasyonlar sık görülür. Türkçe söylersek bu kadıncağızın yolu Bakırköy’e uzanıyor. Zaten katıldığı programlarda aniden bağırıp çağırıyor. İlgililer ilgilenecektir…

‘Teyze’ler ve mankenler

endorfinler üretebilir. Bu doğal ağrı kesiciler, ölüm kıyısındaki bağlı olan huzur ve mutluluk duygularıyla aynı olan duyguları oluştururlar. Sanırım bu bilgi bizim ‘gizem’ sandıklarımızı açıklamaya yetkindir ama kadıncağız bununla yetinmiyor tabii, ölümden döndü ya, kendine kesinlikle bir kulp takacak; bazıları kendini peygamber ya da mesih ilan ediyor ama o biraz daha mütevazı takılıyor, şifacılıkla yetiniyor. “Elimle yaramı iyileştirebiliyorum,” diyor; üstelik çok da cömert, “Sırlarımı paylaşırım,” diyor. Shakspeare ne güzel söylemiş Atinalı Timon eserinde para konusunda, hatta Marks da 1844 Elyazmaları’nda bu kısma yer vermiş: “İnsanlığın orta malı orospu, sen, ulusları birbirine düşüren…” Songül Hanım da bu sırrını ‘piyasa’ya sunuyor, karşılığında para istiyor. Ayrıca katıldığı abuk sabuk magazin programlarının birinde kendisinden bir gösteri isteniyor fakat o, “Şimdi yaparsam şov olur,” diyor.

Temas etme Cebrail!

Bir de bu meleklerle temas meselesi… Günde bir posta meleklerle geyik yapıyormuş; yahu bu ‘melek’ler de kafayı sıyırmış olmalı; niye gidersin, elin acayip insanlarıyla her gün ayrı bir muhabbet kurarsın? Allah akıl, fikir ihsan etsin meleklere, ne diyelim? Neyse bu ruh halinin izahına gelelim… Nasıl oluyor da bu kadın böyle yeteneklere sahip olduğuna inanıyor ya da meleklerle

iletişim kurduğunu sanıyor? Aslında başlangıçta tam olarak bir duyu tanımı yapmak lazım, sonuçta duyular burada başrolde: Bir duyu, özel bir fiziksel ya da kimyasal uyarıyı sistemdeki en son öğeye, yani beyne iletmek amacıyla elektrokimyasal mesaja dönüştüren bir duyu alıcısını içeren fiziksel bir sistemdir; beyin mesajı alır, yorumlar ve düzenler. En sonunda, dünyanın gerçekleri konusunda bilgileri alan beynimizdir ancak beyin aldatılabilir. Örneğin, düşsel kol ve bacak olayını ele alalım. Bir kolu veya bacağı kesilmiş kimseler, kol ya da bacak yerindeymişçesine, duyumsama (acı gibi) deneyimini yaşamaya devam eder. Halüsinasyon ise, bir his organını uyaran hiçbir nesne veya uyarıcı olmaksızın, alınan bir hissin mevcudiyetine inanma halidir. Ruh hastalıklarında sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. 5 duyunun da halüsinasyonu olabilir; görme, işitme, dokunma, koklama ve tat duyusu. Halüsinasyonlarda kişi, bir hastalığının olduğunu bilmeden, gördükleri, işittikleri ve hissettiklerine tamamıyla inanır. Gözlerinde bozukluk olan şahısta veya migrende görülen ışık parıltıları halüsinasyon içine dâhil edilmez. Bunlarda hasta olayın nedeni bilmektedir. Hastanın düşünce ve fikirlerinin dışarıya aktarıldığını sanması, düşüncelerinin bir başkası tarafından biliniyormuş hissine kapılması, yabancı fikirlerin kafasına direkt olarak sokulduğunu zannetme gibi çeşitli ruhsal halüsinasyonlar da vardır. Normal kişilerde aşırı fiziksel ve ruhsal yorgunluk, ihtiyarlık

Bu ‘gizemli’ şahsiyetin yanında kendini ‘Allah’ yoluna adadığını söyleyen, bir zamanlar ‘iş bitirici’ olarak anılan, iki manken adam. Biri Engin Koç, diğer şahsiyet ise Yaşar Alptekin. Bu iki ‘hızlı’ şimdilerde kendilerini iyiliğe ve dine adamış. Biri ‘değerli’ ve ‘hayırsever’ işadamı Sakıp Sabancı’nın cenazesinde, yanına yanaşan nur yüzlü bir teyzenin telkinleriyle ‘U dönüşü’ yapmış; diğeri de kendi içinde ‘doğuştan gelen’ ışığı ya da ilahi gücü keşfetmiş. Bu adamların vaziyetlerini izah etmek için bilime gerek yok. Nur yüzlü teyzelere karışan Yaşar Bey, eskiden de o nur yüzlü sosyete teyzeleriyle pek haşır-neşirdi; şu sıra Fetoş’a yazılmaya başlamış, bir de yaşadıklarını ayrıntılarıyla Zaman’a anlatmış! Aslında tam Aziz Nesin’lik bir olay. Ne diyelim Allah korkusu mu, yoksa medyayla son tango çabası mı, artık o kadarını bilemem ama bu adam sonsuz üzeri sonsuz rekat namaz kılsa, önceden kırdığı cevizlere, nur yüzlü teyzelere zor yeter. Engin Koç’un durumu da benzer… Herhalde içindeki ‘ışık’, bir zamanlar önüne gelen genç kızları ‘manken yapma’ vaadiyle yatağa atma çabaları için ilham kaynağıydı –ki zamanında gizli kameralara da takılmıştır-. İşin ‘bilimsel’ yanı mı? Bu düzen işine geleni kolayca pazarlar. Şimdi her türlü hurafeyi pompalıyorlar. ‘Ilımlı İslam’ projesi, binlerce hurafeyle beslenecek işte… Neyse, siz de aslında bu insanların zihinsel durumlarından şüphe etmiyorsunuzdur; hatta bazılarınız, “Yahu, bu konu üzerine yazılır mı, bunlar zaten cozutmuş, ne gerek var?” diyeceksiniz. Hayır, tam tersine yazmak şart. Bunlar hurafe fışkırttıkça, biz bilimi günlük hayatla buluşturacağız ki, karanlığa karşı teçhizatlanalım. Homo sapiens ‘akıl sahibi insan’dır; sahip olduğumuz aklı, bilimle diri tutabilmeliyiz. Aksi, doğanın ve tarihin ‘gözbebeği’ insanı sonu olmayan bir karanlığa itebilir. Nazım Ustanın dediği gibi, “Aradıkların sokaklarda, aradıkların sende…”

27


BiLGESU SÜMER - OAXACA / MEKSiKA O kadar topladıktan sonra öğreniyorsunuz ki, bir avuç kahve, bir kaşık işlenmiş kahve etmiyor!.. Bir fincan kahve için, bir köylünün ne kadar çok, nasıl şartlarda çalıştığını bilmeden, “Sütlü mü, sütsüz mü?” diyoruz...

O

Bir fincan kahvenin hatırı

axaca eyaletinin başkenti dört dağ içinde, Oaxaca ise binlerce dağ üstünde. O dağların içinde birçok yerli köyü var. O yerlilerin dilleri birbirine o kadar uzak, karşı dağın köyünde ‘günaydın’ kelimesi bile değişebiliyor. O köyler Oaxaca’ya o kadar uzak ki, 100 kilometrelik yolu 10 saatlik bir otobüs yolculuğu ile kat edebiliyorsunuz. Mesela Yucatan eyaletinde tek bir yerli dili varken, Oaxaca’da 16 farklı dilin binlerce farklı lehçesi konuşuluyor. Fakat ne dağlar, ne diller, ne de yollar yerlilerin kendi hayatlarına yönelik müdahalelere karşı örgütlenmelerini ya da direnmelerini engellemiyor. Eko-turizmin verdiği bütün olanaklarla, Sierra de Juarez bölgesindeki Zapotec köyü Tenetze’ye doğru yol alıyoruz. Aslında, köylülerle tanışıklığımızın eko-turizmle hiçbir alakası olmasa da, Latin Amerika’nın insan eli değmemiş bölgelerinde ‘Gringo’ları gezdirmek artık yeni bir kazanç kapısı olmuş. Oaxaca’da yoğun olmasa da, başka Orta Amerika ülkelerinde ya da Meksika’nın diğer eyaletlerinde, ‘Gelin gölde yüzelim’,’Süper kabinlerde beraber margaritalarımızı yudumlayalım’ türü reklamlar çok yaygın. Demem odur ki, bizi kahve toplamaya davet eden köylülerin, böyle amaçları yoktu...

Sivrisinek dünyası

Elvira, haftada iki gün, 6 saatlik bir otobüs yolculuğunun ardından, organik ürünlerin satıldığı, alternatif filmlerin gösterildiği ve farklı etkinliklerin yapıldığı pazara, kocası ve akrabalarıyla toplayıp, ayıklayıp kavurdukları kahveyi getiriyor. Kocası Tomas, genel olarak köyde kalıyor, eve, hayvanlara ve kahve bahçelerine bakıyor. Çocuk sahibi olmayan Tomas ve Elvira 48 yaşındalar ve 30 yılı aşkın suredir kahve toplayarak yaşıyorlar. Kahve toplamanın, her emek yoğun iş gibi, farklı zorlukları var. Öncelikle, iklim rutubetli ve sıcak. Ağaçların arasında, eğimli arazide, bir aşağı bir yukarı çıkarak toplamak gerekiyor. Bunun yanı sıra, vücudu kapatmak gerekiyor çünkü böcekler, karıncalar ve sivrisinekler saldırıyor. ‘Cillop’ yüzlü ‘gringo’ arkadaşımın suratını eleğe çeviren sivrisinekler, benim sakallı yüzüme pek rağbet etmediler

28

örneğin. Bir de yarım saat aşağı yürümek sonra, onca saat çalıştıktan sonra yaklaşık bir saat dağ patikasında yukarı

çalıştığını bilmeden, sadece parayla sahip olabildiğimiz bir ürün olduğunu düşünerek, kendi dünyama geri dönüyorum. İşte, bu yoğun emekle yaratılan ürüne para ile sahip olabilmek sorunun ta kendisi. Çünkü Tenetze köyünde, insanların yaşamlarını, ataları gibi idame ettirmeleri için her şey mevcut - belki bu yüzden, ”Koka kola boktan bir şey,” dediğimizde Elvira çok gülüyor.

Paranın tahakkümü

tırmanmak gerekiyor. Kahve, vişneye benziyor. Sarı, kırmızı ya da siyah rengi varsa, meyveyi topluyorsunuz. O kadar topladıktan sonra öğreniyorsunuz ki, bir avuç kahve, bir kaşık işlenmiş kahve etmiyor!.. İşte o anda, etrafımızda dolaşan her şeye ne kadar yabancı olduğumu hissediyorum. Bir fincan kahve içebilmemiz için, bir köylünün ne kadar çok, nasıl şartlarda

Köylülerin hayatları üzerinde tahakküm kuran şeyin aslında para sistemi olduğunu görebiliyorsunuz. Çünkü işlenmemiş kahve bizim yaşamımıza ne kadar yabancıysa, para da onların yaşamına yabancı. Para onların yaşamına dışarıdan bir müdahale ile giriyor, çünkü emeklerinin değerini, topraklarının değerini, sağlıklarının değerini, yani her şeyin değerini şehirdeki piyasalar belirliyor. Bu şehirlerin, piyasaların ve yabancılaşmanın devamını da, kapitalizm sağlıyor. Tomas gerçekten çok güleç bir insan, metaforlarla dolu bir dili var. Fakat bu neşenin altında, çok bariz bir şekilde,

hala yaşıyor, nefes alıyor ve görüyor olmaya şükran duyduğu bariz. Para gibi, köylerine kapitalizmin zorla soktuğu diğer şey, asker, polis ve devlet. Çünkü paranın girişinin-çıkışının devamını, bu gibi sistemin uç noktalarında, kapitalizm zor kullanarak sağlayabiliyor. İşte bu ikincisinin açmış ve bırakmış olduğu yaraların olduğunu bilerek gittiğim Tenetze’de, Tomas’ın sözlerinde ve gülüşlerinde hâlâ kahve topluyor olabilmenin verdiği mutluluğu hissettim. Meksika’nın güneşli güneyinden evlerime kahve gönderilmeye devam ederken, her gün daha çok kahvemize ve kendimize yabancılaşmaya devam ediyoruz. Kapitalizmin sadece üstüne örtü çekebildiği, asla içlerine kadar giremediği Oaxaca’nın yerli köylerinde ise, direnişin sonunda sadece acıların hafızasını yaşayan ve yaşatan, mücadeleye devam eden bir halk var. Çünkü her gün yerel hükümetle işbirliği içinde hareket eden toprak ağalarının, kendilerini topraklarından atma riskiyle yaşıyorlar. Çünkü hâlâ bu topraklarda kapitalizm hâkim, neoliberal saldırılarla büyüyen sömürü hâkim...


Türkiye’de 50 milyon Çinli! .

Varolan nüfusunu mutlu bir şekilde yaşatmaktan aciz bir Türkiye’ye, 50 milyon Çinli davet edip yerleştirseniz ne olurdu?..

E

vet, yanlış okumadınız. Varolan nüfusunu mutlu bir şekilde yaşatmaktan aciz bir Türkiye’ye, 50 milyon Çinli davet edip yerleştirseniz ne olurdu? Muhtemelen büyük kentlerde yaşayıp da başta ulaşım, konut gibi her türlü altyapı sorunu yaşayarak günlerini geçirenler için durum daha da katlanılmaz hale gelirdi. İşsizlik ve yoksulluk içerisinde yeni bir günü nasıl karışılacağım endişesini taşıyanların sayısı da inanılmaz boyutlara ulaşırdı. Yine kültürel farklılıklar, her ne kadar hoşgörü sınırı içerisinde kabul edilecek olsa da piyasa kavgası, rekabet derken günlük yaşamı çekilmez hale getiren pek çok soruna karşılaşılacaktı. Konuyu yalnızca ekonomik ve sosyolojik boyut ile sınırlamamak da gerek. Hele bir de 50 milyonun seçme ve seçilme hakkını elde ettiklerini bir düşünün. O zaman sözde varolduğu iddia edilen demokrasinin de anlamı oldukça değişirdi. Şu satırları okurken eminim bu bir şaka mı diye düşünüyor olabilirsiniz. Ancak anlatılanlar 1974’ten bu yanda Kuzey Kıbrıs için yaşanan bir gerçekliktir. Türkiye, elindeki mali yardım kozu, kendisine dayatılan IMF düzenlemelerini aynen ile Kuzey Kıbrıs’a aktarmakta ve bu şekilde hükümetleri kendisine mutlak bağımlı bir politika izlemeye zorlamaktadır. Kıbrıslıtürklerinin siyasi gücünü tedricen ortadan kaldırarak yok etmek amacı ile ve adadaki varlığı Türkiye’nin stratejik çıkarları ile özdeşleşen bir nüfus oluşturmak amacı ile 1974 yılından beridir Milli yerleştirme politikası çerçevesinde adaya nüfus ihracını sürdürülmektedir. İlk yıllarda kitlesel şekilde sürdürülen nüfus aktarımı son yıllarda yavaşlamış ve özellikle 2003 yılında yükselişe geçen ve Türkiye’ye karşı tepkileri de seslendiren kitle seferberliği nedeni ile oldukça yavaşlamıştı. Ne var ki, Aralık ayı içerisinde KKTC bütçesine Türkiye Cumhuriyeti yapacağı

katkı tartışılırken 50 bin kişinin daha KKTC yurttaşı yapılması pazarlık konusu haline geldi. Bugün 260 bin civarında olduğu açıklanan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti nüfusu içerisinde, Kıbrıslıtürklerin nüfusu 150 bin civarındadır. Bu nüfus dış göç nedeni ile de her gün azalmaktadır. Türkiye izlediği nüfus politikasının sonucu birkaç yıl içerisinde Kıbrıslıtürklerinin adadaki varlığı büyük ölçüde tehlikeye girecektir. Peki, bu noktaya nasıl gelindi? 1974’ten beridir sürdürmekte olduğu nüfus politikası düşünüldüğünde, Türkiye’nin izlediği ulusal politikası içerisinde Kıbrıslıtürklere hiçbir şekilde güvenmediği açıkça belli olmuştur. Bu tavrını açıkça bir kaç kez Türkiyeli göçmenlerle kurmaya çalıştığı siyasi partilerle de göstermiştir. Ancak tüm bu çabalara karşın Kıbrıslıtürklerin ayrı bir siyasi varlık olarak etkisini bütünü ile ortadan kaldırmayı başaramamıştır.

2003 yılında yaşanan kitlesel gösterilerde Türkiye ve Türkiye ordusuna karşı sesler yükseldikçe, güvensizlik daha da üst boyutlara tırmanmış oldu.

AKP’nin Kıbrıs şubesi

İşte bu noktadan itibaren, Kıbrıs’ta uzun zamandan beridir kullanıla gelen psikolojik savaş taktiklerinin de yardımı ile önce iyice yıpranmış olan eski iktidar partilerinin yerine, sözde barış söylemi ile hareket eden ancak çok kısa zamanda Türkiye’nin güdümünde olduğu anlaşılan Cumhuriyetçi Türk Partisi koalisyonun asli ortağı olarak iktidara getirildi. Muhalefetin bir anlamda iktidara taşındığı görüntüsü içerisinde Cumhuriyetçi Türk Partisi, çalışanların kazanılmış haklarına doğrudan saldırdı. 2004-2007 arası dönemde neredeyse tüm sendikalar ve basın iktidar partisinin sözde barış söylemi içerisinde Kıbrıs sorunu ile meşgul olurken, yeni liberal düzenlemeler sessizce yürürlüğe kondu

ve adanın en değerli sahilleri çok uluslu şirketlere peşkeş çekildi. Böylece kitle seferberliğinin zirveye ulaştığı dönemde, Türkiye’nin muhalif bir parti ile kurduğu işbirliği sayesinde kitleleri yatıştırmış, zararlı otlar temizlenmiş oldu. Ancak bu geçici önlem, yeterli değildi. Sorun Kıbrıs’ta körü körüne Türkiye’nin isteklerini yerine getirecek, gerektiğinde Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılımı için kendi ülkesini pazarlık konusu haline getirecek ve çalışanlara IMF dayatmalarını benimsetebilecek bir yönetimin kurulması idi. Bu da süreç içerisinde ayrı bir siyasi varlık olarak kaldıkça Kıbrıslıtürker ile Türkiye’nin çıkarlarının çatışması çok yüksek bir olasılıktır. Bu nedenle, Kıbrıslıtürkerin ayrı siyasi varlığının ortadan kaldırılması gerektiriyordu. Adımlar yavaş, ancak hesaplanmış bir şekilde atıldı. Önce Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin Demokrat Parti ile koalisyonuna son verildi, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Kıbrıs politikasını benimseyen Özgürlük ve Reform Partisi kurduruldu ve koalisyona dahil edildi. Şu an yaşanmakta olan süreçte amaç, çok daha kolay manüple edilebilecek, Türkiyeli göçmenlerin siyaset sahnesinin ağırlık merkezine yerleştirilmesidir. Bu hedefe ulaşmak içinse Adalet ve Kalkınma Partisi, Özgürlük ve Reform Partisi’ne oy sağlayacağı düşünülen yoğun Kıbrıs’a nüfus ihracı pazarlığına girişti. Yoksulluk, işsizlik ve yeni bir yaşam için Kıbrıs’ın yolunu tutan binlerce Türkiyeli göçmenin umutlarını, AKP, kendi küçük hesapları için kullanmaktan çekinmemektedir. Bu belki bir bölgedeki nüfusu yok ederek sayısal üstünlük elde etmek demek olan etnik temizlik değildir. Ancak yapılan şey nüfusun siyasi amaçlar için kullanılması; bir bölgeye nüfus taşıyarak o bölgenin demografik yapısını geri dönüşümsüz olarak bozmaktır. Diğer bir değişle Türkiye’de 50 milyon Çinli!..

m

soner golyalı

versus’tan che biyografisi...

Bu kitap ne Che Guevara üzerine yazılmış sayısız biyografilerden biridir, ne de bir hamaset destanı ya da övgüdür. Che’nin ne olduğuna ve bugünkü yerine dair felsefi ve politik bir düşünmedir Miguel Benasayag’ın “Che Guevara”sı. Guevaracı gerillanın eski savaşçısı, filozof, psikanalist ve yeni radikal hareketlerin aktif üyesi Miguel Benasayag, resmi Marksizmin uzun süre maskelediği kimi Guevaracı hipotezlerin güncelliğini ve Che’nin mitsel oluşumunu analiz ediyor.

Bu eser, insan ve mit olarak Che’nin gerçeği peşinde koşarken, aynı zamanda, günümüzde Guevaracılığa -farkında olmadan- çok şey borçlu olan yeni radikal ve muhalif hareketlerde yeşeren bir zihniyetin de izini sürmektedir. Ne maceracı ne de intihar peşinde koşan; devrimi bir iktidar sorunu olarak değil yaşanan gündeki mücadele olarak gören; “bloklar arası denge”yi asla umursamayıp “somut durum”un peşinden giden; “yeni insan” kavramını ortaya atan bir Che…

29


ayse ? . kulin’le nasıl tanısamadım .

Kaç yaşında Ayşe Kulin, bilmiyorum. Kulaklarında mı bir sorun var, çok mu yorgun, nasıl bir durumda, kim bilir! Ben oldukça düzgün bir şekilde söylüyorum adımı, nedense anlamıyor! Anlamıyor, ama edebiyatçı insan ya! Hemen üretiyor bir ad...

Y

üzümde nemlendiricisel sabun sürmüş, sabunu yüzümde bekletme amaçlı olarak oturmuş yatağımın üzerine bağlamamı tıngırdatıyordum. Ben, beklentili tıngırdatma eylemime devam ederken eşofmanımın sağ cebindeki cep telefonum titremeye başladı. Demek ki çalıyor! Titriyor aslında; ama ben cep telefonumu “sessiz” moduna aldığım için antiplafonik bir şekilde çalmadan titremesi telefonumun çalması anlamına geliyor. Çalması titreme! Arayan Okan. “Ben şu an Real alış veriş merkezine gidiyorum. Eğer işin yoksa sen de gel, gezelim biraz.” diyor. Gerçi tam olarak bu şekilde Türkçe kompozisyonlayamıyorsa da, bunu dile getirmeye çalışıyor kendi çap ve çerçevesinde. “Tamam!” diyorum ben de cevaben. Oldukça kısa ve sosyal içerikli olarak. Evim oldukça yakın çünkü “Real” kod adlı alış veriş merkezine. Beş - on dakika içerisinde bisikletimle ulaşmış olurum oraya. Ve fakat öncelikle yüzümdeki çok nemlendiricisel sabunu yıkamam gerek! Okan, sportif bir insan! “Kick-boks” yapıyordu vakt-i zamanında. Aynı zamanda da “Orman Spor” un eski santraforlarından! “Pantolonlarıma sığmadığımı fark ettim son zamanlarda. Kick-boksu ve futbolu bırakalı epey kilo almışım.” diyor. Kendi çapında da olsa spor yapmaya başlayacakmış yine. Zaten bu “Kale-i kapitalizm” e gelme amacı kendisine “dambıl” almak. kol kası kuvvetlendiricisi! Bakıyoruz birlikte alış veriş merkezinin “Sporsal” bölümüne. Dambıl denilen edevatlardan var; ama hem çok adilerinden hem de çok pahalı. Daha iyisini daha ucuza bulabilirmiş. Ben hiç anlamam bu sportif hadiselerden. Gerek aletli gerek aletsiz hiçbir spora ilgi alakam yoktur. Ne spordan anlarım, ne spor malzemelerinden. Yaptığım tek spor yürümek! Ha, bir de arada sırada bisiklete binerim. O da genelde ulaşım amaçlı olaraktan! Almıyor Okan dambıl mambıl. Ama o kadar gelmişiz alış veriş merkezine. Maksat muhabbet ve zaman cinayeti olsun diye geziniyoruz alış veriş merkezinin içerisinde. Hem benim saat 16:30 da Tiyatro kursum var. Saat şimdi 13:bilmem kaç! Kurs saatime kadar zamanımı bir güzel öldürdükten sonra direk olarak kursa geçerim buradan. Gerçi o kadar zaman burada ne yapacağız, o da bir sorunsal. Amaaan! Buluruz bir şeyler. Nasıl olsa başka bir işim ve gücüm yok. Öldürürüm zamanımı, gerisini cinayet masası düşünsün!

30

Başlıyoruz Okan’la birlikte alış veriş merkezinin içerisinde alış ve veriş yapmadan gezinmeye. Real alış veriş merkezinin içerisinde “Ardıç Kitabevi” var. Aynından, hatta daha büyüğünden bir tane de Selekler Çarşısı’nda var. Ve kitabevinin camekânındaki afişimsi duyuruya göre, bugün Ayşe Kulin’in imza günü var! Saat 13 ila 15 arasında Selekler’deki Ardıç Kitabevi’nde, 16 ila 18 arasında burada. Yani ortalama iki buçuküç saat sonra! Başlıyor bende bir düşünce. Ne yapmalı? Üç saat burada beklemeli mi, yoksa imza saatini beklemeden kursa doğru yollanmalı mı? Hem imza saatini beklesem neremi imzalatacağım kadına? Kitap mı var? Kitap mı alayım? Gerçi okumuş olmasam da, bende Ayşe Kulin’in “Foto Sabah Resimleri” adlı öykü kitabı var. Ki onu da gazete vermişti! Fakat öyle gazetelerin verdiği diğer kitaplarda olduğu gibi adi basım bir kitap değil. Orijinali ile aynı! Gerçekten! Kitapçılarda karşılaştırdım kitabı orijinalleri ile. Bandrolü bile var! Önümüzdeki boş saatleri nasıl değerlendirmeli sorunsalını çözüyoruz. Okan, annesinin bir yere gittiğini, döndüğünde börek yapacağını söylüyor. “Bize gidelim, annem börek yapar yeriz!” diyor. Olabilir! Hem Okanların evi benim Tiyatro kursuna da çok yakın. Oradan direk olarak kursa geçebilirim. Ve fakat öncelikle bir şeyler almak lazım. Giriyoruz Okan’la Real alış veriş merkezinin “alış” bölümüne, bir litrelik bir limon aromalı gazoz ve bir litrelik bir kan portakal aromalı gazoz ve yanına da onlu paket çikolatalı sandviç bisküvi alıyoruz. Ve alış veriş merkezinin “veriş” bölümüne geçerek

aldıklarımızın parasını veriyoruz. Sonra ben bisikletli, Okan bisikletsiz tutuyoruz Okanların evinin yolunu. Okan’ın annesi henüz gelmemiş. Yani börek falan yok ortalıkta. İyi ki bir şeyler almışız. Okan’la beraber aldıklarımızı tükettik. Televizyon, bilgisayar, “piyanistşantörsel” org falan filan oyaladık kendimizi. Ve bir baktık saate, saat 16: ya üç dört dakika var! Yine aldı beni bir düşünce. Acaba gitsem mi imza gününe, Real’e? Hıımmmm?! Booooşveeer! Hem öyle okuduğum, beğendiğim bir yazar da değil. Gerçi daha okumadan nasıl beğenebilirim ki? Gitmeyeyim en iyisi. Ammaa... Saat 16.05 te bindim bisiklete, doğru eve! Bisikleti bıraktım aşağıda, hemen çıktım yukarıya, aldım kitaplığımdan “Foto Sabah Resimleri” kitabını, indim aşağıya ve hızlıcana sürdüm bisikletimi Real’e! Kitabevinin önüne bir minik masa koymuşlar. Ayşe Kulin, yanında bir kadın, konuşuyorlar. Masanın üzerinde iki tane plastik bardak, içinde kahve. İki- üç tane de kalem var. Fakat ortalıkta kimsecikler yok! İlan edilen saate göre on beş dakika falan olmuş Ayşe Kulin geleli. Herkesler bu on beş dakika içerisinde imzalatıp bitirmiş mi acaba kitaplarını? Yoksa kimseciklerin haberi yok mu bu imza hadisesinden? Kadıncağız boşu boşuna mı tepip geldi onca yolu? Böyle imza günü mü olur? Bu olsa olsa “İmzasız Günü” olur Ayşe Kulin için! Ama kusura bakmasın, ben bozacağım bu “İmzasız” geçen dakikaları! “Merhabalar!” diyerek, gülümsemeli bir şekilde uzatıyorum elimdeki kitabı Ayşe Kulin’in önüne. Yanındaki bayan kişisi ile yaptığı sohbetten başını kaldırarak, boş boş bakıyor mavi gözleri ile bana. Sanki:

“Hayrola? Ne alaka gelip bozuyorsun sohbetimizi? Kimsin ki sen?!” demekte bu mavi gözler bana. Birden bire afallıyorum ben de! Bozduk tabi koskocaman “İmzasız Günü”nü! Birkaç saniyelik, ama hiç bitmeyecek sandığım sessiz bir bakışımsı hadise yaşıyoruz! Çok sıkıntılı tarafından! Allah’tan hatırlıyor sonra kendisini yazar, benim okuyucu, elimdekinin de imzalanmak üzere kasten getirilmiş kitap olduğunu! Alıyor eline bir kalem, açıyor kitabın kapağını. Sonra bana mavi mavi bakarak ve fakat hiç konuşmayarak soruyor adımın ne cisim bir ad olduğunu. -Doğukan. diyorum bu sessiz soruya bariton sesimle yanıt olarak. -Do.......? Efendim? Evet, soldan sağa iki harf bir nota: DO! -Doğukan! diyorum yeniden, sesim daha bir bariton olaraktan. -Doooğ........ Ne bu şimdi? İlkokul bire kesin dönüş mü yapacağız? -Do-ğu-kan! diye heceliyorum adımı, hecesel olarak oldukça anlaşılır bir baritonlukta. Fakat Ayşe Kulin inatla anlayamıyor benim çok da garip olmayan adımı: “Doğukar mı?” diye soruyor! Yahu neden anlaşılamıyorum ben? Öldükten sonra mı anlaşılacağım? Ama çok geç olabilir bu anlaşılma! Sesimi baritonluktan arınmış bir baslıkta, bas bas bağırmasam da, oldukça yüksek bir sesle: -DOOO-ĞUUUU-KAAAAANNN!!!!! Kaç yaşında Ayşe Kulin, bilmiyorum. Kulaklarında mı bir sorun var, çok mu yorgun, nasıl bir durumda, kim bilir! Ben oldukça düzgün bir şekilde söylüyorum adımı, nedense anlamıyor! Anlamıyor, ama edebiyatçı insan ya! Hemen üretiyor bir ad: Doğukar! “Doğu” ile “Kar” kelimelerini coğrafik açıdan birbirine yakın bulmuş olacak ki, adımı “Doğukar” yapıverdi! Gerçi fena da olmadı, anlamsal bakımından! Sonra kitabın imzasal sayfasına adımı yazmaya başlıyor: -DOĞUK.... “A” mıydı? -Evet. “Kan” “Doğukan” .....A.... “KAN” ....A....N! Ve en sonunda, Ayşe Kulin, adımı da yazıyor imzasını da atıyor! “DOĞUKAN’A Anneanneme dair gerçek bir öykü ile selam olsun.” Kapatıyor kitabın kapağını. Teşekkür ediyorum. Kitabı çantama koyuyorum. Çıkıyorum alışveriş merkezinden, binerek bisikletime tutuyorum kursun yolunu! Ayşe Kulin ile işte böyle tanışamadım!

m

- isler dogukan .


SERHAT ÖZCAN İmam hatip kadroları Devlet Tiyatroları’nda çalışıyor diye tepki görüyormuş, dışlanıyormuş, bu ne zulümmüş!.. Peki konservatuar mevzunları, imamlık mı, cerrahlık mı, müteahhitlik yapıyor mu?..

F

Takva, takiye ve takyit

arklı görüntüye sahip olmak için değişik renk ve boyda yapılarak başa takılan, gerçek kıldan ve sentetik malzemeden üretilen yapay saça peruk denir. Yani sonuçta kullanım amacı ne olursa olsun, saçtır. Önceki yüzyıllarda batılılarda burjuvaların, asilzadelerin, saray yaşayanlarının ve hukukçuların kullandığı, daha sonra da yaygınlaşarak makyaj sektöründe, saç hastalıklarının gizlenmesinde ve sahne sanatlarında kullanılan bu malzeme şimdi türbanın yerine, tevhidi tedrisat kanunuyla girilemeyen yerlere takiye ile girmeyi sağlayan kimilerine göre seksi, aynı kimilerine göre de dinsel örtünme aracı. Zaman zaman da cinsellik sektöründe çalışanlarca kullanılan, ‘mahalle baskısı’ndan korunma, tanınmama aracı... En masum kullanım alanı ise sahne sanatları. Çünkü orada amaç belli, oyun oynanıyor ve ‘gibi’ yapılıyor. Türkçe yazılımı takiye, Arapçası, takiyye olan sözcük, mezhep belirtmeme, gizleme, olduğundan farklı görünme, sakınma, çekinme gibi anlamlar içeriyor. Takma saçtır peruk. ‘Takma’ da, ‘gerçeğin yerine konan eğreti’ anlamına geliyor. ‘Takunyalı’ ise, siyaseti dini kurallarla göre yapmaya çalışan kimselere deniyor genelde. Takva, Allahtan korkma, dinin yasak ettiği şeylerden sakınıp çekinme demektir ki, bunların başında da yalan ve iira gelir maazallah. Takyit ise, bağlı kılmak, kısıtlamak, kayıtlamak anlamında kullanılıyor. Takyit etmek, bir davranışı kısıtlamak, bir takım şartlara bağlamak, kayıtlamak…

Din, meta, iman, döviz...

Sürekli yalanla siyaset yapanın dini ‘meta’ya imanı da ‘döviz’e endekslidir. Göbekten bağımlı ülkelerin siyasetvatandaş ilişkilerinde yumuşak geçiş aracı olmuş hep dinler, istenen elde edilinceye kadar. Ve bu durumu kullananlar, en dindar payesini kendilerine giyerken halka da hep giydirmişler. Bizim memlekette hiçbir aklı başında insanın bir başkasını diniyle veya dinsizliği ile sorunu olmamıştır. Çünkü ibadeti engelleyen herhangi bir durum yoktur. Örneğin, oruç tutup namaz kıldığı için suçlanmış tek kişi göremezsiniz, ama bunları yapmadığı için dövülmüş ve dahi linç edilmiş insanlarımız mevcuttur. Oluşturulan din baskısı ve takva, toplumun üzerine bir kara bulut gibi çökertilip, takunyalılar tarafından takyit edilerek, umudu tüketilmiş yığınları da – şimdilik- arkasına alarak kaplıyor üzerimizi. Bırakın rüzgârı, topluca bir üflemeyle darmadağın olabileceğini

yapıyor mu? Yaşamınız boyunca bir kere de samimi olun ve söyleyin, “Biz sanata karşıyız bu yüzden de sanatı ve sanatçıyı sevmeyiz.” Sanki kapanan sahneleri genel müdür kapatıyor. Üstelik kültür merkezlerinin tümü, ya tadilatta, ya da tarikat yuvası haline gelmiş. Gidin Altunizade’ye, gidin Ümraniye’ye, gidin Rize’ye… Sanatı savunmak gibi bir misyon yüklenme görüntünüz, abesle iştigaldir. İktidarın bütün kurumları ele geçirme çabasından da söz edebilir misiniz? Yoksa bu sizleri nemalandırmayacağı için, işinize mi gelmez?

Günahkârsınız!

bilmeyen bir cehaletle… Trabzon devlet tiyatrosu ile ilgili geçen sayıda yazdığım yazıyla ilgili genel müdür, sevgili ağabeyim, Lemi Bilgin aradı ve yanlışı gidermede üstüne düşen sorumluluğu fazlası ile yerine getirdi. Devletin hiçbir kurumuyla hiçbir işi zamanında çözemeyen insanımıza örnek bir davranışla, derginin piyasaya sunulduğu gün sorunu çözdü. Duyarlılığının diğer kurumlara da örnek oluşturmasını umar sevgi ve saygılar sunarım. Sonuna kadar yanındayız güzel dostum, yolun açık olsun.

Önce Meclis’i düzeltin

Son zamanlarda Devlet Tiyatroları ile ilgili bir karalama kampanyasıdır gidiyor dinci basında. Hükümetin yanlış ve de yanlı uygulamaları genel müdüre mal edilmeye çalışılarak üstelik. Yalan ve iiranın günahı hiçe sayılarak, çamur at izi kalır taktiğiyle. Hatta artık iira ve karalamanın ötesinde, halkı kışkırtma, tiyatro ve tiyatrocuyu hedef gösterme aymazlığına kadar giden bir düşmanlık, sistemli ve giderek şiddetlenen bir sorumsuzlukla tırmandırılıyor. İonescu’nun gergedanları sarıyor etrafını tiyatronun. Özgürce söz söyleme sanatının, bilimle ve bilinçle yol alması rahatsız ediyor hoşgörüsüz, rantiye, sorumsuz cehaleti. Yıllarca iktidarların emir komuta zinciriyle baskı altında tutmaya çalıştığı Devlet Tiyatroları, her yıl ülkemin tiyatro gitmeyen bölgelerine sanatı ulaştırmayı, en fazla, Lemi Bilgin döneminde yaşatmayı başardı. Ama ampullerin kararttığı ülkemizde, tiyatronun aydınlık spot ışıkları, karanlıkta yaşamaya alışmış ve oradan beslenen zihinlerin gözlerini kamaştırdı. Şunu her namuslu vatandaş gibi ben de anlarım: Tabii ki bankamatik memurlar olmamalı, hiçbir kurumda. Kan

emen keneleri savunmak bizim işimiz değil zaten. Ama bu TRT’de de, diyanet işlerinde de, sigorta kurumlarında da, Millet Meclisi’nde de geçerli olmalı. Bunlar tiyatro sanatına ve aydınlanma hareketine saldırıdır. Ve şu anki genel müdür sistemden kaynaklanan çarpıklıkları ve avanta zihniyetini yok etmek için varını yoğunu ortaya koydu. Ama sisteme çomak sokan her onurlu insan gibi, soruşturma ve engellemelerle boğuşmaktan asıl işini yapması engellenmeye çalışıyor. Yani sesini çıkarabilecek her kesime uygulanan sindirme politikasının bir benzeri, tiyatrolara da dayatılıyor. Bir konuyu derinlemesine araştırmak ve gerçeği yazabilmek menfaat beklememeyi gerektirir. Ben özel tiyatromla yol aldığım için, devlet tiyatrosu ya da belediye tiyatroları bireysel anlamda benim için bağlayıcı değil. Bazı istisnalar dışında, en donanımlı oyuncu kadrosuna ve repertuarına ise devlet tiyatroları sahip. Yeter ki işlerine yetersiz ve uzmanlık konumuyla ilgili, bilgisiz insanlar müdahale etmesin. Daha önceki yönetimlerin faturasını bugüne kesmek dinen vacip midir ey cemaat-i Müslimin? Bazı oyunlara dışarıdan yönetmen ve oyuncu davet edilebilir, bu tiyatro yönetiminin tasarrufundadır. Ama tiyatronun soyunma odalarında bu işten nefret eden, kadınlarını aşağılayan, takiyeci zihniyetler dolaşamaz. Sanki ‘laik Türkiye cumhuriyeti’nde değil, bir şeriat ülkesinde yaşanıyormuş gibi eleştiriler… Beyler Diyanet İşleri’nin bütçesi bu laik ülkede devlet tiyatrolarından kat be kat fazla. Yani sistemdeki çarpıklıkları ve yalanı başka yerlerde arayın önce. İmam hatip kadroları Devlet Tiyatroları’nda çalışıyor diye tepki görüyormuş, dışlanıyormuş, bu ne zulümmüş! Konservatuar mevzunları, imamlık mı, cerrahlık mı, müteahhitlik

Yalancı ve iiracısınız. Günahkârsınız yani. Aydınlıktan rahatsız olup ülke satılışına ve emperyalizme hizmet ediyorsunuz. Sanatı yargılamak, resimleri müstehcen bulmak, sanatın içine tükürebilmek haddiniz değil. Sanatla uğraşılmasın diye elinizden geleni yapıyorsunuz. Ben bunu bir özel tiyatro çalışanı olarak en sert biçimiyle yaşıyorum. Ve sizlerin sanat sevginize inanmıyorum. Sanat muhaliir. Size yalaka gerekli. Siz yalaka sabah şekerleri kadrolu sanatçılarınızla yolunuza devam edin. Ama bize işimizi öğretmeye kalkmayın. Namusuyla işini yapmayanı biz de istemiyoruz. Fakat onları her şey gibi gösterip mesleğimize saldıramazsınız. Siz Taş Yapı’ları, ATV-SABAH ihalelerini, TRT’yi, ısrarla dokunulmazlıkları kaldırmayıp sürekli maaşlarına zam yapan vekillerinizi sorgulayın. Yandaş olmadan vatandaş olabilen düzgün insanlar, bünyelerindeki mikrobu kıracak antikoru geliştirir. Onurlu duranlardan değil satın alınmış yalakalarınızdan hesap sorun. Ve şunu da bilin sanat bir seviyeye inmek için değil, bir seviyeye çıkmak için vardır. Biz işimizi sevgiyle yaparız. Ülke ve insan ayrımı yapmadan severiz Dindar insanlarla sorun yaşamayız. Ama takyit etmek isteyenlere de ‘eyvallah’ımız yoktur. Siz işinize bakın, biz zaten işimizi yapıyoruz. Hem de nasıl bir ülkede ve ne pahasına olduğunu bilerek... Sana düşman, bana düşman. Düşünen insana düşman. Vatan ki bu sevgilim insanların evidir. Sevgilim onlar Vatan’a düşman. Nazım Hikmet. Sevgili kültür bakanım Ertuğrul Bey, bu dizeleri anımsayabildiniz mi? Yeni bir yıl yeni sorunlar ve yeni sorumluluklarla bizleri bekliyor. Sevgi dostluk ve iyilik kucaklasın dünyayı. Bütün sevgisizlere de sevgiler. Utanmayın alın, her dağıtılan para olacak değil ya!..

31


HAKAN GÜLSEVEN

hgulseven@reddiye.org

Millet hastane kapısında can çekişiyor, hastalar Seda Sayan’ın programına gidip, “Bizi hastaneye gönder!” diye ağlaşıyor; fiili sağlık bakanı uvertür şarkıcı Seda Sayan olmuş... Peki sen hangi şereften söz ediyorsun?..

M

Dinle Tayyip! Çok iyi dinle!..

alum, artık birileri ‘şeref’ten söz edince, pek çok insan ‘mahalle bakkalı Şeref Abi’den söz edildiğini sanıyor. Ne yapalım, ‘şeref’ konusunda memleketteki standart bu. Tayyip Erdoğan da, dikkat ettim, bu ‘şeref’ lafını pek gelişigüzel kullanıyor. Geçenlerde çıktı televizyon ekranına, Kuzey Irak’a yönelik bombardımanlar karşılığı ABD’ye belli tavizler verildiği iddialarını kastederek, “Hiçbir Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, bir şeyler verme karşılığı böyle bir işbirliğine girecek kadar şerefsiz değildir,” dedi ve iddiaları ‘alçakça’ bulduğunu ekledi... Bir kere, bu topraklar tarih boyu ne şerefsiz başbakanlar, sadrazamlar gördü, burada tek tek yazmaya kalksam, köye yol olur, dergiye sığmaz. Bunu geçelim... Tayyip’in iddiasına göre, ABD karşılıksız seviyor Türkiye’yi. Yani durum şu: ABD Başkanı Bush Türkiye’ye babasının hayrına askeri istihbarat sağlıyor, İsrailliler Tayyip’e derin bir muhabbet besledikleri için casus uçaklarını bombardımana eşlik etsin, yol göstersin diye yolluyor ve bunun tersini söyleyenler ‘alçak’ oluyor, öyle mi? Bak Tayyip, bu işler senin bildiğin gibi değil. Hele bi dinle!.. Amerika’ya, yani dünyanın gördüğü en haysiyetsiz, en hıyar ve en eli kanlı devlet başkanlarından olan Bush’un ayağına kadar gidip icazet almadan evvel, tek bir hamle yapamadın. Peki Amerika’ya bir sürü taviz vermedin, misler gibi gidip misler gibi geldin de, bu iş nasıl oldu? Daha düne kadar, askerlerinin kafasına çuval geçiren Bush, muhtemelen yine bisikletten düştü, kafasını kaldırıma vurdu, seni desteklemeye başladı! Geri dönüp, insaniyet sahibi İsraillilerden casus uçaklarını istedin, onlar da Havva anamızın yüzü suyu hürmetine, hava kuvvetlerini yollayıverdi. Tavizsiz, avantasız, dolantasız, mis gibi bir operasyon başlattın, öyle mi? Bu senaryoya inanmamızı mı bekliyorsun? Hadi, inandık... Bu nasıl bir iştir ki, Kürt sorununun çözümünü tonlarca bombaya havale

etmiş olmakla övünüyorsun? Çok Müslümansın ya, Irak’ta 1 milyon Müslümanı katleden Yankilerle, 60 senedir Filistinli Müslümanları açık hava hapishanesine tıkmış Siyonistlerle kol kola giriyor, dağı tepeyi bombalamış olmaktan dolayı caka satıyorsun. Bu işlerin caka satılacak işler olmadığının bile farkında değilsin. Ölüme kına yakılmaz. Bu ülkenin Kürtleri özgürce yaşamadığı sürece, adil ve demokratik bir çözüm değil de sadece ölüm alternatifini sunduğunuz sürece, hep ölüm göreceğiz, hep acı ve gözyaşı göreceğiz... Yoksulların çocuklarını dağlara sürüyor, bu memlekete barut, kan ve ölümden başka hiçbir şans tanımıyorsun. Yoksulların çocuklarını, kardeşlerimizi, yeğenlerimizi, dağlara, tepelere, mayınlara, mermilere sürerken, dövizli askerlik yapan 29 yaşındaki damadını, 1 milyar 100 milyon dolar karşılığı Sabah ve atv’yi alan ve yıldızı -nedense- birden bire parlayan Çalık Grubu’nun en tepe makamına oturtmaya utanmıyorsun; milyonlarca Kürdü temsil eden DTP Genel Başkanı’nı ‘sahte çürük raporu aldı’ diye zindana yolluyor, sekiz sene evvel ‘testis kanseri’ gerekçesiyle çürük raporu alan oğlunun ‘gemicik’lerle oynadığını söylüyorsun. Yüzün bile kızarmıyor. Attığın o ‘huzur ve güven ortamı’ nutuklarına ise kendin bile inanmıyorsun! Bu memlekette gencecik insanlar bellerine bomba sarıp patlatıyor! Memleketin caddelerinde her gün bir düzine otomobil yakılıyor! Siz çıkıp halkla kafa yapıyorsunuz, ‘huzur ve güven ortamı’ndan söz ediyorsunuz. Emperyalist casusların tatbikat sahası haline gelen bu topraklarda, kimsenin huzuru yok, kimse kimseye güvenmiyor; halklar arasına atılan düşmanlık tohumları, şimdi memleketin her tarafında giderek büyüyen zehirli sarmaşıklara dönüşüyor. Tek çözüm sunuyorsun: Daha fazla polis, daha fazla asker! Peki, ne sanıyorsun? Koskoca bir halkı vura vura bitirebileceğini mi?.. Sadece bu değil. Bu halk her geçen gün

daha da sefilleşiyor. Sen ve çok mümin ahbapların, giderek daha da zenginleşirken, gemiciklerinize liman peşinde koşarken, mısır patlatırken, yumurtalarınızı ısıtırken, yoksulluk ve açlık sınırının altında yaşayan milyonlara yenileri ekleniyor. Pijamayla bile sattığınız, Hong Kong’lara kadar gidip pazarladığınız bu memleketin tüm stratejik sanayi tesisleri emperyalist tekellerin eline geçti. Halka açık şirketlerin yüzde 70’i yabancı sermaye sahiplerinin elinde. Her şeyi sattınız. Tefeci emperyalist finans kuruluşlarına faiz olarak ödediniz. Artık satacak bir şey kalmadı, şimdi bir yandan zamları gırtlağımıza dayıyor, bir yandan da sahilleri, dağı, taşı nasıl pazarlarız, akarsuları nasıl özelleştiririz diye plan yapıyorsunuz. Sefalet içindeki insanlara, gırtlağına kadar hırsızlık batağına batmış, kokuşmuş, kurban paralarına bile gözünü dikmiş sadaka kurumlarını adres gösteriyorsunuz.

Pezevenk huzuru

IMF memurları geliyor, neye yüzde kaç zam yapacağınıza bile onlar karar veriyor. Hangi yasaları çıkarmanız gerektiği, elinize tutuşturulan kağıtlarda yazıyor. Nereye kadar gidip, nerelere bomba atabileceğinizi Pentagon talimatlarından okuyorsunuz. Bu ülkeyi askeri, siyasi ve iktisadi olarak emperyalistlerin eline teslim ettiniz. Sömürgeleştirdiniz. Daha ne taviz vermemesinden söz ediyorsunuz?.. Dinle Tayyip! Her bir kurumun tepesine çok mümin kadrolarınızı yerleştirdiniz, her bir kurumda CIA denetimindeki Fethullah’ın gölgesi var. Devlet Tiyatroları’na bile Diyanet’ten yönetici getiriyorsunuz. Peki, sen başbakan olduğundan bu yana, uyuşturucu, fuhuş, gasp, hırsızlık, tecavüz, cinnet, cinayet, yani her bir musibet niye aldı başını yürüdü? Her yıl şahsa yönelik suçlar niye ikiye katlanıyor?.. Niye her köşe başını pezevenkler tuttu? Neden bir tek pezevenkler

huzur ve güven içinde? Bir cep telefonu için bıçaklanıp banliyö trenlerinden fırlatılan, çöplüklerde uyuşturucudan ölen gençlerin hesabını kim verecek?.. ABD’de CIA’nın araştırma kuruluşunda çalışan ve eniştesi Berat gibi dövizli askerlik için gün sayan öbür oğlun Necmettin Bilal izah edebilir mi bize bu durumu?.. Sağlığı, eğitimi göçerttiniz. Okulları ve hastaneleri birer birer ticarethane haline getirdiniz. Millet hastane kapısında can çekişiyor, hastalar Seda Sayan’ın programının kapısında, “Bizi hastaneye gönder!” diye ağlaşıyor; fiili sağlık bakanı uvertür şarkıcı Seda Sayan olmuş, sen hangi şereften söz ediyorsun? Kendinizle gurur duyun, siz Washington’da artistlerle artistik yemekler yerken, bu memleketin yoksulları böbreklerini satışa çıkarıyor, sokakta yaşayanların sayısı her gün artıyor, akşamları pazarlardaki çürük sebzeler için millet birbirinin tepesine tırmanıyor. Gidin hepsine birer birer türban takın, belki örtersiniz yoksulluklarını da... İşte Tayyip, manzara bu! Giderek sömürgeleşen ülkenin, her geçen gün daha da sefilleşen manzarası... Hadi şimdi tekrar çık televizyona, ‘şeref’ten, ‘haysiyet’ten söz et! “Bombaları,” de, “Atıyoruz... Mis gibi öldürüyoruz. Her şeyi bi güzel düzlüyoruz. Huzur var, güven var. Ekonomik göstergeler, af edersiniz, sırtıma vuruyor...” Fakat dinle Tayyip! BOTAŞ’a genel müdür ettiğiniz, emperyalistler adına Kafkasya’ya boru döşeyen değerli bürokratınız Salih Paşaoğlu, geçenlerde açıkladı, zamanında Deniz Gezmiş’in tokadını yemiş... Asılmasına da sevinmiş... Ya... Asılmasının üzerinden 35 sene geçti, siz hâlâ Deniz Gezmiş’ten yediğiniz tokadı unutamadınız. Sen şimdi ne dersen de, işte o Deniz Gezmiş’in resimleri, bu memleketin gençlerinin duvarlarında asılı olduğu sürece, sen, siz, hiçbiriniz rahat uyuyamayacaksınız. Hep o şerefli tokadın kabusunu göreceksiniz... Bizim şeref sözümüz de bu olsun...

Tayyip Erdoğan’ı sırtına kabul etmeyerek asaletini kanıtlayan, hepimizin yapmak isteyip de yapamadığını başaran değerli atımız

CiHAN’ı

geçirdiği ani bir rahatsızlık sonucu kaybettik. Üzüntümüz büyüktür. mSayı 16, Ocak 2008, Aylık süreli yayındır mYayımcı: LM Basın Yayın Ltd. Şti. mİmtiyaz Sahibi: Tuncay Akgün mYazıişleri Müdürü: Hakan Gülseven mMüessese Müdürü: Ali Yavuz mTel: 0212 292 95 65 (4 hat) mFaks: 0212 245 38 06 mAbonelik: 0212 292 95 65 mBaskı: LeMan Matbaası, Alüminyumcular Sanayi Sitesi C-5 Blok No: 7-8 Hadımköy/İST. Tel: 0212 858 00 93 (Pbx) mGenel Dağıtım: D.P.P. A.Ş. mAdres: Firuzağa Mah. Defterdar Yokuşu No: 47 Beyoğlu / İstanbul

bilgi@reddiye.org www.reddiye.org www.redciyiz.biz


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.