Günay Kut - Orhan Şaik Gökyay

Page 1


� KÜLTÜR BAKANLIGI YAYINLARI:

1099

ORHAN ŞAİK GÖKYAY HAYATI

ve

ESERLERİ

Hazırlayan

Prof. Dr. Günay KUT

TÜRK BÜYÜKLERİ DİZİSİ

:

122


Kapak Düzeni : Nur OK.AN

ISBN 975-17-0482-0 © Kültür Bakanlığı, 1989 Onay : 21.8.1989 tarih ve 1989/52 sayı. Birinci Baskı. Baskı Sayısı : 15 .000 Sevinç Matbaası ANKARA -

ıv


Yetişmemde engin katkısı bulunan Hocam Orhan Şaik GiJkyay'a ve saygıdeğer eşi Ferhunde Hanımefendi 'ye...

v



1�

..ff( "t /

�t �'''

,,,, J

...

S <' �t11c,5,-,. , '

A/,..,,,,Jd,,.,. v�., .t..r toı,..,., f'tCl'i .,e; f3,'ı j�·t t o1jCe Sin� j'"'" Ct�'"t ..

..

$1A.

ka't.ı..

lorıı..aj;...

j•0"f".,4,.,.,.1,·1 ..

a �/'- -·)�air·ın/ /

vn



ÖNSÖZ Kültür Bakanlığı 'nın ''Türk B�iyükleri Dizisi'' adı altında şimdiye kadar yayımladığı kişilere baktığımızda hepsinin uzak ya da yakın geçmişte yaşadığını görürtız. ilk kez, yaşayan bir büyüğümüzün hayatı ve eserleri bu seride yayımlanmak üı.ere tarai f mdan hazırlanmış bulunmaktadır. kendisini 1956 y�lında şahsen tanıdığım,

Bu edebiyatçımız

1956 yılından çok önce

de öğrencisi olan rahmetli babamdan şiirlerini dinlediğim Orhan Şaik Gökyay 'dır.

1956 yılından başlayarak önce

öğrenciliğini yaptığım Hocam 'la olan ilişkilerim bugüne dek devam etmiştir. Resmi öğrencilik sona ermiş, bu kez öğretmenin boyutlan sınıflann dışına taşmıştı. Böylece Hocamı daha yalandan tanıma imkanını bulmuştum. Bütün çalışma hayatım boyunca ben böylesine öğretmeye ve aynı ölçüde öğrenmeye susamış çalışkan, sevecen ve kapısı her öğrenmek isteyene açık bir araştıncı tanımadım, diyebilirim. Orhan Şaik Gökyay hem kendine mahsus kişiliği, hem de edebiyat alanındaki orijinal çalışma/an ile ölümsüzleşmiştir. Ne mutlu ki bu görev bana verildi. Severek gönülden kabul ettiğim bu çalışma beni mutlu ettiği derecede ı.orluklar da taşıyordu.

Bu ı.orluk,

Orhan Şaik Gökyay 'ın şairliğini,

yazarlığını, eleştirmenliğini ve öğretmenliğini gereği gibi değerlendirmekteydi.

Bunu

hiçbir

zaman

istediğim gibi

yapamayacaktım. Bunu bile bile çalışmaya başladım. Elimdeki eser oluştu.

IX


Kitabın belli hacimde olması gerçeği ile karşıkarşıya kaldığım için Orhan Şaik Gökyay 'ın bu kitapta olmasını istediğim kimi yar.ılannı veremedim. Örnek olarak alınan yavlann bariz basım hataJ.an dışında hiç değii[irilmeden aynen alındığını, şiirleri dışında abnn yerlerinin her alıntının sonunda verildiğini ifade etmek isterim. Orhan Şaik Gökyay, benim hocam olduğu gibi bugün Türkiye 'nin her bir köşesine yayılmış pek çok öğretmenin veya başka meslekteki kişilerin de hocalığını yapmışnr. En azından tanıdıklarımı Orhan Şaik Gökyay için birkaç �öz söylemekten mahrum etmek istemedim; doJıa doğrusu ' Orhan Hoca yı değerlendirirken öğrencilerinin defikrini almak istedim ve böylece bu ki!ahın sonundaki Öğrencileri Ne Dediler bölümü oluştu. Bu bölümdeki yazılar en eski öğrencilerinden başl.ayarak bugünkülere kafkzr kronolojik bir sırada. düzenlen­ miş,tir. Yalnız hunlardan Esenbike Togan 'ın yazısı bu kategorinin dışındadır. Esenbike Togan, Orhan Şaik Gökyay 'ı babasının arkadaşı olarak tanımış ve bize onu çok duygulu bir biçimde anlatmıştır. Orhan Şaik Gökyay 'ın çok cepheli ilmi ve edebi şahsiyetini incelerken eserlerini 4 bölümde ele aldım: 1) Şiirleri, 2) Düz yazı (mensure karşılığı) ve makaleleri (Araştırma ve eleştiri) 3) Telif kitap/an 4) Çevirileri. Ayrıca her bölümün kendi içinde bütünlüğünü tamamlamak maksadıyla her gruptaki eserlerin kronolojik listesi ait olduğu bölümün başında verilmiştir. Bu kitabın hazırlanması sırasında Orhan Şaik Gökyay 'ın şiirlerinin, makale ve kitaplannın tesbitinde bana yardım eden başta eşim T14rgut Kut olmak üzere Hatice Aynur'a, Necdet Sakaoğlu ve Gündağ Kayaoğlu 'na, kitabın daktilo yazımını titizlikle gerçekleştiren Muzaffer Boyacıoğlu 'na ve özellikle ben yurtdışında görevli iken kitabın tashih işini büyük h,ir özveri x


ile gerçekleştiren Prof Dr. Birol Emil 'e teşekkürü bir borç bilirim. Son olarak insanın sevdiği bir hocası için -hele bu hoca Orhan Şaik Gökyay ise- bir kitap hazırlamasının ne kadar zar olduğunu bir kez daha vurgulayarak bu eserin hatasıyla değil ama eksiğiyle lwbulünü okuyuculardan, bilhassa Orhan Şaik Gökyay 'ın öğrencilerinden isteme haklam olduğuna inanıyorum. Günay KUT Fatih, 1989

Xl



İÇİNDEKİLER Onsöz

........ ....... .............................. .................................. . . . . . . . ......... . . . . . . .

1 HAYATI ................................................................................................ .

1 .1 1.2 1.3

1 .4

Öğrenimi ..................................................................................... Öğretmenlik Yıllan.............................................................. Lise Öğrenimi.......................................................................... Üniversite Öğrenciliği ve Hocaları ........................... 1.4.1 Ünlü Oriyantalistlerle Tanışması Lise Öğretmenlik Yıllan ve Evliliği........................ 1.5.1 Kastamonu Lisesi ..................................... . ...... .. 1.5.2 Malatya Ortamektebi ................ ... .. . 1.5.3 Edirne Kız Öğretmen - Erkek Öğretmen Okulu ve Erkek Lisesi. 1.5.4 Eşi Ferhunde Gökyay (Sanoğlu)............... . 1.5.5 Ankara Erkek Lisesi.......................................... 1.5.6 Eskişehir Lisesi .................................................... 1.5.7 Bursa Lisesi............................................................ 1.5.8 Konservatuvar Müdürlüğü ............................. 1.5.9 Galatasaray Lisesi................................................ 1.5.10 Milli Eğitim Bakanlığı Müfettişliği ve Londra Kültür Ateşeliği ........................... 1.5.11 İstanbul Eğitim Enstitüsü ................................ 1.5.12 School of Oriental and African Studies. Üniversite Hocalığı ...... 1.6. 1 Marmara Üniversitesi . . . 1.6.2 Mimar Sinan Üniversitesi . .

.

.

.

.

·

1.5

.

................ ·

.

.

.

..

..

.

.

.

.

1.6

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . .................. . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . ......... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

............ . . . . . . . . . . . . . . . .....

IX 1 3

4 6 6 9 11

12 12 13 13 14 14 14 15 17 17 17 18 19 19 19

xm


Kongreler-Konuşmalar vb. . ... .. ... .................. ............... Orhan Şaik Gökyay Armağanı ....... . ..... . . ....... ....... ........ 1.9 Aldığı Ödüller ................ ......... .. ...................... . . .... . ... .. .... . 1 . 10 Seyahatleri ....... ......... .. .. ............ .... ....... ......................... ............... . .......... .... 2 ESERLERİ . ... .. .. ................... ....... 2.1 Şiirleri (Kaynakça) .. ...... . .......... . . ....... . .. . . . ... .. . . . . . ... . .... . . .... ... ... . . ....... . . ............... .. 2.2 Şiirleri Üzerine ....... ..... . . ........ 2.3 Şiirlerinden Örnekler . ............. . . . ... ........ ............. . ........... 2.3 .1 İzmir Yolunda ............. .... . ............ ...... . ............. . .... . 2.3 .2 İzmir'in Rüyası.......... . ..... .... ......................... .. ... Onun Rüyası.......... ... . . . . .... ... . . ....... . .. . .... . .. . . . 2.3.3 Beyan-ı Aşk...... .... . .... .. . ........ . .. ... .. .......... . ... 2.3 .4 Gurbet Acısı... ............. .. . ... . .. .... ......................... 2.3 .5 Koşma........................................................................... 2.3 .6 Maraş Türküsü ............... . .............................. ..... . . 2.3.7 Yarı Çekilen Bayrak (Manzara-DestanYas) ....... . ... . ..... . .. ... .... .. .... ............. . . . .... . ....... ....... 2.3.8 Gurbet... .............. ........ . ...................... . .. . . ... .. .... . . 2.3.9 Bana Bir Seslenen Var ......... ...... ................. . . 2.3 . 10 Bayburd Türküsü ................................. .... ....... ... 2.3 .11 Budin Türküsü ................................... ....... ....... .. 2 . 3 .12 Bu Vatan Kimin? . .... . ... . . . ... ..... .............. ... .. . 2 . 3 .13 Konservatuvar Marşı ... .. ....... ...... .................. . 2.3 .14 Yalnızlığın Tarifi ............. ..... ........................ ... . . 2.3.15 Karmakarışık ......... ............................................ . ... . 2.3 .16 Çağrı..... .... .......... .................. .................................. .... 2.3.17 Hey Ne Şirindir Bu Dünya............................ 2.3 .18 Ağıt-Destan ......... ....... . . ............. ...... . ... ...... . . ... .... 2.3.19 N'etsem Yolu Yok . ... ........... .......... .... . ....... .. .. 2.3.20 İstiklal Savaşı Destanı'ndan 19 Mayıs 1919 ........................................................ 2.3.21 Adres......... ................ . .......... ............................... ... . 1 7 .

.

..

.

.

1. 8

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

· · · · · ··································

..

.

.

.

...

.

.

.

.

..

..

.

.

..

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

..

. . .

.

. .

.

.

.

.

.

.

. ..

.

..

..

.

.

.

.

.

.

..

.

.

.

. .

.

.

. .

.

..

.

.

..

.

.

.

.

..

.

..

..

..

.

.

.

.

.

.

. .

.

..

.

.

.

.

.

..

..

.

.

..

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.. .

.

.

xıv

.

...

.

.

..

..

.

..

.

.

.

. .

19 20 21 22 25 25 31 42 42 43 44 45 46 47 48 49 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64


2 .4 2.5

Makaleleri (Kaynakça) . .. . . Makaleleri Üzerine . . . . . . . 2.5. l DüzyazıJarı . .. .. . . . 2.5.2 Eleştiriler ... . 2.5.3 İnceleme . .. . .... ......

.. ...

......

..

.

.

. . . . . .... ....... ........

............... .. ...... .

.

. ..................................... . . . . ..............

........... .

2. 6

..... .. .... .... . .. ..

....... . ... ..........

.... ..... .. .. . .. ......... . ......... ........ .... ... . . . . .

.

. ...................... ............. . . . . . . . . . . . . . ....

Makalelerinden Örnekler ......... .............. ... .. .. .... ....... ...... Dilimizin İfade Zenginliği . . . . 2.6.2 Dedem Korkut Kitabı'mn İngilizce Çevirileri ....... ......... ....................... ....... ...... ............... 2.6.3 Türk Çalgıları Üzerine . ... . .. . . . 2.6.4 Unutulmuş Bir Ek mi? . . . . 2.6.5 Birkaç Deyim Üzerine . ............... ... .. . .............. . 2.6.6 Kenzü'l-Kübera ve Mahakkü'l-Ulema 2.6. 7 Aşık Çelebi Tezkiresi . . . . .. 2.6.8 Bir Fetva da Bizden 2.6.9 Burhan-ı Katı Çevirisinin Türkçe Açısından Önemi . . 2.6.10 Rüyalar Üzerine . . .. .. .. .... ...... .. . ..... 2.6. 11 Anıtkabir Senaryosu 2.6.12 1599'da Kahire'de Günlük Hayat . . ....

2.6.1

. . . . . . . ...... ..... ........

.

...... ..

... .

.. ...... ....... .

.... .................. ....... ... ..

....

..... . . . ................. . .... .

...

........... . . . . . .......... ..................

.................... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ... . . . . ..... . . . . . .

............... ...........

..... .................. ... ..................

.... ........

Telif Kitapları ve Çevirileri (Kaynakça) . . ..... ................................. ........ ..... ..... 2. 8 Kitaplar 2.9 Destursuz Bağa Girenler .. . 2.10 Çevirileri . .. . .. ................ ............. ............ . .....

67 82 82 82 84 85 85 88 98 107 111 120 142 154 160 177 207 217

2. 7

. . . . . . . . . ...............

................................... .................... ................ ......... .........

. ............... ...........

........... . . . . . . . . .

............ ... . .......... ......

2. 11 Kitaplarından Örnekler 2. 11. 1 Kabusname'den

..... .

.. ..................... .. .. ................. .

. .

..

.... .. ...........

..

......... . ...........

.........

227 230 236 238 239 239

2.11.2 Dedem Korkut'un Kitabı'ndan "Oğuz

Beyleri''

..

.......

.. .. .

........

.

..

. .

. .....

... ...... . ...... .. ..... ...

2.11 .3 Ziyafet Sofraları : Önsöz

...........

..

................. . . . . .....

....

2.11.4 Katip Çelebi. Hayatı ... . ... . ........ ....... .......... . ....... ..

3 KİŞİLİGİ VE HOCALIÖI

.. .

...

. .....

.......... .......... .............. ........ .. . . .

248 266 274 279

xv


4

ÖÖRENCİLERİ NE DEDİLER . .. . . . . . .. Ziya Umur: Orhan Şaik Gökyay'dan hatıralar ... ............................. ................................ ........................... . 4.2 Agah Simberk: Bana Göre Orhan Şaik Bey 4.3 Vedat Alpaslan : Bir Efsane Adam............... ............ 4.4 Aydın Gün : Orhan Şaik Gökyay Hocamız . . . . .. . ....... . . . . . ... .. . . .... . . 4.5 İsenbike Togan-Ancanlı : Orhan Şaik Ağabey ... . . . .. . . .. . . . 4.6 Birol Emil : Hocam Orhan Şaik Gökyay................ 4.7 Gönül Alpay Tekin : Orhan Şaik Gökyay .. . . 4.8 Güler Güven : Orhan Şaik Gökyay . .. . . . .... . .. 4.9 Kudret Ünal : Sevgi Pınarı Orhan Hoca................ 4.10 Nesrin Sanahmetoğlu : Tanıdığım Orhan Şaik Gökyay ..... . . . . . . .... 4.11 S. Kur Atalay : Bir Derste Orhan Şaik Gökyay . .. .. . .. .... . .. ... . . .. . . 4. 12 Emine Aslı Mavi : İzmir-Amerikan Kolejinde Konuşma......................... ..... ...............

. ... .. .... ...... .

282

4.1

..

...................................................................................................

. ............. . . .

.. .

...

. .. . .. . .

..

. .................. .

........ ................... ...... .

. .. .

. .. . ...

.

. .

. ....

. .. . ....

. .. ....

... .

.. ... ... ...... .. . .....

......

.

Kaynakça ve Kısaltmalar. . Levhalar ... .. . .. . ...

xvı

.

. ...

.. .......

..

. . .....

.. .

..

. .

. ........ ....

282 287 289 296 298 301 306 3 13 3 15 3 18 321 323

. . .... .... .. ... .... .. . .

325

. . . .. .. . . . . . . ................. .... . . . . . ..

326

. ..... . .

. ........ . . .... ....

....... . ...

. . . . . . .. ..


1.

HAYATI

Orhan Şaik Gökyay 16 Temmuz 1902 yılında İnebolu'da dünyaya geldi. Babası Mehmet Cevdet Efendi ailesi ile birlikte l�/i876 yılında, bug'lin Bulgaristan'da bulunan Filibe'nin Çırpan ilçesine bağlİ Uysal köyünden Türkiye'ye göç etti. Babası öğrenimini bitirince kendisine meslek olarak ilkokul hocalığını seçti ve önce Bolu'ya bağlı Göynük ilçesinde, daha sonra da Kastamonu'ya bağlı İnebolu'da öğretmenlik hayatına devam etti. Babasıyla daha çOcukken hem cami, hem de tekke olan Şeyh Merdan Efendi tekkesine gitmeğe başlayan Orhan Şaik, namazdan sonra ayine kalır ve ayine katılanlarla birlikte eline konan çakıl taşları sayısınca Şeyh Efendi'nin söylediği sureyi tekrarlardı. Bu sure ekseriya İhlAs suresi, kimi zaman da "Llilahe İllallah" olurdu. Orhan Şaik, ayrıca aynı mescitte hatimle kılınan teravihe de gitmiş, böylece küçük yaştan itibaren Kur'an'ı hat­ metmiş, bu suretle Arapçaya ünsiyet peyda etmiştir. Nitekim üniversite mezuniyet tezi de Arap şairlerinden Abd beni el-Has­ has 'ın divanı üzerinedir. İnebolu'da 20 yıl hocalık yapan Mehmet Cevdet Efendi aym ı.amanda Nakşibendi tarikatine bağlı idi. Orhan Şaik'in annesi Şefika Hanım ise yine Filibe'nin Çırpan ilçesine bağlı Balcılar köyündendir. Okur yazar bir ailenin kı­ zıdır. Annesinin babası da köyünde Rüstem Hoca olarak tanınıyordu. Orhan Şaik'in babası tarafından dedesinin adı da Rüstem idi. 1


Gerek baba, gerekse anne tarafından okur yazar bir aileye mensup olan Orhan Şaik Gökyay yedi kardeştir. Orhan Şaik'in doğumunu babası, yazdığı bir notla zaman açısından vesikalandırmış ve aynca bu notla oğlu için Tanrı'dan birtakım dileklerde bulunmuştur. Bu notun bir cümlesi dışında özellikle dilekler kısmı Arapça olarak kaleme alınmıştır. Burada Türkçe kısmı aynen, Arapça kısımlarını ise mealen veriyoruz :

''Oğlum Hüseyin Vehbi 9 rebiülahır sene 1320 Salı günü ve 2 Temmuz 1318 'de dünyaya ayak basmıştır. Yüce Allah onu keremiyle iman, iyilik ve tuttuğu işlerde zaferle ve bol bir nzıkla nzıklandırsın. Çünkü Allah 'ın bağışlaması ve rahmeti geniştir. Ve kendisini kamil, bilgin, akıllı, abdestinde namazında, dindar, CeMl, Cemal ve ikram sahibi olan yace Allah 'ın buyruklannı tutar, ulu Peygamber 'in yolunda yürür, anasına ve babasına itaatli kılsın ve onun sonunu önünden hayırlı etsin. " Böylece babasının adını Hüseyin Vehbi koyduğunu öğren­ diğimiz Orhan Şaik Gökyay adım daha sonra değiştirdi. Bunun sebebi Hamdullah Suphi Tannöver'in Milli Eğitim Bakanlığı sırasında her öğrencinin bir Türk adı almasiyle ilgili çıkartmış olduğu genelge idi. Bu genelge gereğince Hüseyin Vehbi de adını Orhan olarak değiştirmiş, Şaik adını ise daha sonra çok sevdiği bir arkadaşının adından almış ve bu ismi mahkeme karan ile nüfus kağıdına işletmiştir. Soyadı Kanunu ile de Gökyay soyadım alarak Orhan Şaik Gökyay olmuştur. Fakat nüfus kağıdında adı halen Hüseyin Vehbi Şaik Gökyay'dır. Öğretmen ailesinden gelen Gökyay'ın 7 kardeşinden bugün sadece birisi hayattadır. Kendisinden başka iki ağabeyi ve kızkardeşi de öğretmenlik mesleğini seçmişledir. Kızkardeşi Meserret Şaylan (Ergin) ve Orhan Şaik'in muhterem eşi Ferhunde Hanım da öğretmen olarak yıllarca öğrenci yetiştirmişlerdir. 2


1.1 Öğrenimi : İlköğrenimine Kastamonu'da Yarapçı okulunda başlayan Orhan Şaik Gökyay daha sonra yine aynı şehirde Nümune-i İptidai ilkokuluna nakletmiş ve bu okuldan mezun olmuştur. Ortaokula da Kastamonu' da başlamış fakat daha sonra ağabeyinin öğretmen olarak bulunduğu Aydın Sultanisi'ne naklederek orada bir yıl süre ile okumuştur. Bu sıralarda Orhan Şaik'in ailesi mali sıkıntılar içindeydi. Ailesinin mali sıkıntılarının gitgide artması yüzünden öğrenimini 9. smıfta yarım bırakmak zorunda kalan Orhan Şaik, ailesine yardım edebilmek amacı ile Kastamonu Özel İdaresi'nde Tarik katibi ve İstatistik Müdürlüğü'nde katip olarak çalışmağa başladı. Okulu bırakmış olmak kendisini ziyadesiyle üzüyor fakat yine de kendi kendisine öğrenmek için :.:irtakım yollar arıyordu. İnsanlarla olan teması ve sıcakkanlı kişiliği sayesinde pek çok arkadaş edinmişti. Bu arkadaşlarıyla olduğu zamanlarda o yöre dilinin bütün özelliklerini öğrenmiş, bu dil daha o yaşında bile Orhan Şaik Gökyay'ı heyecanlandırmış ve Türk dilinin zenginliği ve inceliklerini sezinlemeğe başlamıştı. Bunun yanısıra daha sonra gerek edebiyat gerekse dil sahasındaki yazılarında görülen geniş bakış açısını oluşturacak birikimini de Orhan Şaik'in bu yıllardaki ilişkilerine kadar uzatabiliriz. Zira o, 14-15 yaşlarındaki bu gençlerle arkadaşlığında şimdilerde unutulmaya başlanan halkın geleneklerini ve adetlerini tanımıştır. Mesela dikenli çalıları yakıp üzerinden atlamakla kendilerini boyabdesti almış saymaları gibi. Bir başka adet ise çocukların çabuk yürümelerini sağlamak için annelerinin Cuma günleri camiye gelerek kapıda namazdan ilk çıkan kişinin iple ayaklan bağlı olan çocuğun ayaklarındaki ipi kesmesini istemeleri idi. Böylece çocuğun çabuk yürüyeceğine inanılırdı. Bu aynı zamanda bir oyun gibi idi. Orhan Şaik bu oyunu çok sever ve camiden ilk çıkan da o olurdu. Bu dönemde Orhan Şaik okulda geçen zamanından daha fazlasını halkın arasında geçirmiştir. Okul arkadaşları kadar ze­ naatkar arkadaşları da vardı. Bu dostlarıyla da ilişkilerini sürdüren 3


Orhan Şaik, genellikle onlarla kahvede buluşurdu. Bilhassa kış günlerinde kahvede oyunu kaybeden kişi, hafta sonunda evinde hindi dolması yaptırır, sazlı sözlü bir toplantı düzenlerdi. Eski bir Türk geleneği olan helva sohbetleri de düzenlenirdi. Mahalle arkadaşları aralarında geleneksel oyunlar oynarlardı. Ramazan aylarında camiye giden yolun üstünde ateş yakılır, teraviye giden erkeklerden Yer altında Hazret-i pir On para ver de cennete gir manisini söyleyerek para istenilir, kadınlardan ise kuru yemiş alınırdı. Orhan Şaik bütün bunlara heyecanla katılırdı. İşte böylesine halkla içiçe yaşayan Orhan Şaik'te halk edebiyatına duyduğu köklü sevginin ilk tohumlarının bu yıllarda atıldığını görüyoruz. Orhan Şaik Gökyay daha sonra Ankara Darülmualliminine (Öğretmen Okulu) girmiştir. Yıl 1922, İstiklal Harbi devam ediyor. Herkes heyecanlı ve tedirgin. Tarih öğretmenlerinden Vasıf Çınar, Ulus'ta düzenlenen toplantılarda heyecanlı ve ateşli konuşmalar yapıyor. Derslerde de ayni heyecanı sürdüren hocası, Orhan ·şaik'i oldukça etkilemiştir. Orhan Şaik işte bu sıralarda İstiklal Harbi'nin de uyandırdığı ruh hali içinde İzmir'e dairikinci şiirini kaleme alıyordu. Şiirin konusu İzmir'in işgali ile ilgilidir. Adı İzmir'in Rüyası Bu şiir sadece bir gün çıkarılan /zmir'e Doğru adlı gazetede yayımlanmıştır. Şiir kısa sürede etkinliğini göstermiş ve İzmirli bazı milletvekilleri Orhan Şaik'i tanımak üzere çağırmışlarsa da Orhan Şaik bu çağrıya nedense cevap vermemiştir. •••

Orhan Şaik Gökyay Ankara Darülmualliminini 1922 yılında bitirerek çok sevdiği öğretmenliğe başlamıştır. 1.3

Öğretmenlik Yıllan :

Orhan Şaik'in ilk atanması Giresun'da halk arasında Abdal adıyla tanınan Piraziz nahiyesine yapıldı (1338Rumi/13.9.1922

4


Miladi).

O yıllar Türkiye savaş içinde olduğu için kimsede para

yoktu. Bu sebeple pekçok kişi gibi Orhan Şaik de Öğretmen Okulu'ndan verilen okul elbiseleriyle görev başı yapmıştır. O sıralarda öğretmene aylığını devlet ödemiyor, her şehir kendi bütçesinden ödeme yapıyor, kimi zaman da ödeme miktarı şehirden şehire değişebiliyordu. Aslında önce Çankırı'ya tayini yapılan Orhan Şaik Gökyay hocası Giresun'da maarif müdürü olduğu

için oraya gitmeyi tercih etmişti.

Orada geçirdiği

öğretmenlik yıllarını hiç unutamamış, hep coşkuyla anlatmış, "Ben galiba sevmeyi orada öğrendim" demiştir. O yıl, Orhan Şaik,

20 kadar öğrencisi ile birlikte ilk öğretmenlik yılının mutluluğunu yaşamış, hatta o yılın yazında öğrencileriyle birlikte yaylaya çıkmıştır. Bu öğretmenlik yılından Orhan Şaik'in hatırladığı bir öğrencisi Naim Tirali'nin babası Ahmet Tira1ioğlu Beydir. Bu okulda sadece bir sınıf, bir de muallim odası mevcuttu ve öğretmen de muallim odasında halkın temin ettiği yatakta yatıp kalkıyordu. Yemekler mükemmel ve mükellef olarak yine halk tarafından gönderiliyordu. Bu yıldan öğrencisi olan Ahmet Tiralioğlu,

62

yıl sonra Or_ han Şai�'i ziyaret etmiş, hoca-öğrenci ilişkisi böylece

4 yıl daha devam etmiştir.

1923 yılında Orhan Şaik, öğleden sonralan Fransızca öğretim yapılan Samsun İstiklfil Nümune-i İptidaisi'ne nakledilmiş, burada geçen iki öğretim yılında da öğrencilerle çok iyi anlaşmış, onlarla "teneffüs"lerde oynamış, yazlan da "cirit" atmıştır.

1924 ders yılında, Orhan Şaik Gökyay, Balıkesir'e bağlı Hacı İlbey Umumi İptidaisi'nde idi. Burada iki yıl öğretmenlik yapacak olan Orhan Şaik'in öğrencileri arasında mesut bir tesadüfle rahmetli babam İsmail Hakkı Alpay da vardı. Yıllar sonra, belki

25 yıl sonra, ben babamdan Orhan Şaik Gökyay'ı ve onun şiirlerini dinleyecek, kendisini tanımadan ona hayran olacak ve aynı zamanda da yakınlık hissedecektim. Orhan Şaik Gökyay, Balı­ kesir' de bulunduğu sırada Balıkesir Askerlik Şubesi Kalem

5


Reisliği'nde kısa hizmetli (hizmet-i maksureli) olarak askerlik hizmetini de yapmıştır. Bu süre içinde okuma-yazma bilmeyen erlerin mektuplarını da aynen onların söylediği biçimde kaleme alan Orhan Şaik, halkın dilini daha zengin bir biçimde öğreniyor ve ·öğrendikleri kendisini daha çok öğr enmeye ve bu öğrendiklerini bir kalıba dökmeğe zorluyordu. Balıkesir'de geçen bu ilci yılda bir yandan öğrenci yetiştirip bir yandan askerlik hizmetini yaparken içindeki taşkın enerjisi ile öğrencilere koşma, top oy nama gibi sporlarda da önderlik ediyor, onları eğitiyordu. Diğer yandan rahmetli şair Edremitli Ruhi Naci' nin maddi ve manevi desteği ile Çağlayan adlı bir aylık dergi çıkarmağa başlamıştı. İçinde rahmetli Mehmet Aı<lfin, Tokadi-zade Şekib'in ve Hasan Basri Çantay'ın yazılan da yer alan bu dergi onun Balıkesir'den ayrıldığı tarih olan Mayıs 1926'ya kadar aksamadan çıkmaya devam etmiş ve onbeş sayı sonra kapanmıştır. 1.3

Lise Öğrenimi :

Orhan Şaik' in içindeki öğrenme hırsı volkan gibi kaynıyordu. Daha çok bilmek, daha çok öğrenmek ve öğretmek istiyordu. Buna Orhan Şaik "Bu bir hırs olamaz, ancak aşk olabilir" diyordu. Bu dayanılmaz arzu ile Balıkesir'den ayrılmış ve liseyi bitirebilmek amacı ile Kastamonu'ya gelmiştir. Kastamonu Lisesi son sınıfına imtihanla kabul edilen Orhan Şaik (1926), 30.6.1927 tarihinde liseden mezun olmuş ve aynı yıl İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesine kaydını yaptırmıştır. Aynı z amanda Yüksek Öğretmen Okulu imtihanını da kazanan Orhan Şaik bundan sonraki öğrenimini hem üniversitede, hem de Yüksek Öğretmen Okulu'nda sürdürecektir. 1.4

Üniversite Yıllan ve Hocaları :

Daha üniversitede dersler başlamadan öğrencilerle yapılan bir mülakatta, Prof. Fuat Köprülü'yü tanıyan Orhan Şaik başlangıçtan itibaren bu hocasından çok etkilenmiş ve bu etki bütün öğrencilik yıllarında devam etmiştir. O sırada fakülte dekanı olan Fuat 6


Köprülü ile mülakat

1927 yılının yaz ayında çok sıcak bir güne için Köprülü'yü bekliyorlardı:

rastlamıştı. Dört öğrenci mülakat

Nihal Atsız, Orhan Şaik Gökyay, Pertev Naili Boratav ve Ziya Karamuk. Mülakat sırasında herkes birbirini dinliyordu. Fuat Köprülü öğrencileri tanıdıktan sonra özellikle hep aynı soruyu soruyordu : Hangi dili biliyorsunuz? Diğer üç öğrenci Köprülü'ye İngilizce, Fransızca gibi cevaplar vermişti. Orhan Şaik ise, her­ hangi bir dili tam anlamıyla bilmiyor, yalnız Almancayı lise bil­ gisi seviyesinde anlıyordu. Orhan Şaik kendisiyle yaptığım sohbetlerin birinde bu hadiseyi bana şöyle anlattı : ''Mülakat sırası bana gelince bana da hangi dili bildiğimi sordu. Hiç düşünmeden .. Almanca" dedim. Mülakattan sonra dördümüz de Yüksek Öğretmen Okulu'na kabul edil­ dik. Dersler başlar başlamaz yani iki ay sonra Köprülü bana Schacht'ın 'fıkıhla ilgili Almanca bir makalesini vererek Türkçeye çevirmemi istedi. Ağır bir dille yazılmış olan bu makaleyi çevirebilmek için bakmadığım sözlük, sonnadığım öğretmen kalmadı.

Çok

yoruldum

ama işin içinden

yüzümün akıyla çıktım ve tercümeyi Köprülü'ye teslim et­ tim. Bundan bir kaç ay sonra bana tekrar Almanca bir ma­ kale vererek, bu makaleyi daha evvel bir başkasının tercüme ettiğini fakat iyi yapamadığını söyleyerek benim yapmamı

istedi.

Demek

daha

evvelki

tercümemde

muvaffak

olmuştum. Buna çok sevinerek makaleyi tercüme etmek üzere aldım. Başkalarının istismar olarak aldığı bu şey gerçekte benim Almancayı öğrenmem için çok büyük teşvik oldu.'' Orhan Şaik Gökyay'ın İstanbul'da okuyabilmesi ancak Yüksek Öğretmen' e girmesi ile gerçekleşebilirdi. Babası emekli olduğu

7


· için oğlunu ve onunla birlikte İstanbul'a giderek Fen Fakültesi'nin Kimya Bölümü'ne giren kardeşi Meserret Hanım'ı birlikte oku­ tabilmesi mali imkanları ile bağdaşmıyordu. Her iki kardeşin de Yüksek Öğretmen'e gi rmesi hem babasını hem de iki kardeşi pek çok sıkıntıdan kurtarmıştı. Meserret Hanım da bir kaç ay sonra Kimya Bölümü'nü bırakıp ağabeyinin okuduğu Türk Dili ve Ede­ biyatı Bölümü'ne geçecektir. O zamanlar Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde Türk Dili Ragıp Hulusi, Garp Edebiyatı Yusuf Şerif Bey, Arap Edebiyatı O. Rescher, Şerhü'l-mürun Ali Ekrem Bolayır, Türk Tarihi Zeki Velidi Togan, İran Edebiyatı Tarihi Ferit Kam, İctimaiyat İ. Bal­ tacıoğlu ve Türk Edebiyatı Tarihi Fuat Köprülü tarafından oku­ tuluyordu. Fuat Köprülü derslerini Türkiyat'ta (bugünkü profesörler evi) yapıyordu. O zamanlar Yüksek Öğretmen Okulu'nun yeri Zey­ nep Hanım Konağı (bugün İ. Ü. Fen ve Edebiyat Fakültelerinin bulunduğu yer) idi. Orada yatılıp kalkılıyor, gündüzleri ise üni­ versiteye derse gidiliyordu. Dersler dışında Türk Dili ve Ede­ biyatı Bölümü'nde daha birinci yılda öğrencilere ..travay" adı altında, bir konu üzerinde araştırmalar veriliyordu. Orhan Şaik Gökyay'ın ilk travayı 15. yüzyıl şairlerinden Ahmet Paşa'nın di­ vanındaki gazeller üzerine bir çalışma, ikinci travayı ise yine 15. yüzyıl şairlerinden Firdevsi-i tavil, Uzun Firdevsi, Firdevsi-i Rumi ya da Türk Firdevsisi adlarıyla tanınan Firdevsi'nin Kutb­ name(l) adlı mesnevi nazım biçi.ntlyle yazdığı eseri üzerine olmuştur. Böylece Orhan. Şaik Gökyay daha öğrenciliğinin ilk yıllarında yazma eserlerin içine girmiş ve edebi eserlerin prob­ lemleri üzerine düşünmeğe başlamıştır. Aslında metinler şerhi ( 1 ) Bu eserin basımı bk. Firdevsi-i Rumi, Kutb-oAme, Haz: İbrahim Olgun

ve İsmet Parmaksızoğlu, Ankara : Türk Tarih Kurumu Basımcvi, 1980, XXXV-367 s.

8


dersini, Namık Kemal'in oğlu Ali Ekrem Bolayır'dan gördükle­ ri halde yakın arkadaşı olan Ziya Karamuk' la birlikte haftada bir akşam Ferit Kam'ın evine giderek ondan bir şeyler öğrenmeğe çalışmışlardı. Bu hocalarını çok sevdiklerini, sohbetinden son­ suz.zevk aldıklarını Orhan Şaik Gökyay defalarca konuşmalarında nakletmiştir. Ali Ekrem Bolayır'dan bir,.gazel bile okumadan öğrenimlerini tamamladıklarını yine sohbetlerinde söyleyen Or­ han Şaik, arkadaşı Ziya Karamuk'la birlikte Fuzuli, Baki, Nefi ve Nedim Divanlarını baştan sona okumuştur. Divanları ilk kez e1ine aldıklarında pek çok meseleyi halledemernişler ve kendi kop­ yelerinin sayfalarına soru işaretleri koymuşlardır. Orhan Hoca "yıllar sonra divana baktığımda bu sorulan neden koymuşum, şaşıyorum" diyor. Çünkü öğrencilik yıllarının birikimi, yerini daima okuyan, daima öğrenen Orhan Şaik Hoca'ya bırakmıştı. Burada yine Orhan Şaik'in hem sınıfta, hem de sınıf dışındaki öğrencilerine bir yazmadan aktardığı hikmeti sizlere de naklet­ mek istiyorum :

Bilmez ki sorsun, Sormaz ki bilsin Sorsa bilirdi, Bilse sorardı. 1.4.1

Ünlü Oriyantalistlerle

Tanışması.

1928-29 yılında Menzel ile Teaschner İstanbul'a gelince ken­ dilerine Türkçe dersleri verecek birini aramışlar, Fuat Köprülü de Orhan Şaik Gökyay'ı tavsiye etmiştir. Bundan böyle, daha son­ ralan da dışarıdan gelen oriantalistlere ders vermeğe devam etmiş ve pek çok yabancı Türkolog ve tarihçiyle daha öğrencilik yıllarında arkadaşlık kurmuştur. Bir ay kadar İstanbul'da kalan bu iki bilim adamına ders dışında da Türk kültürünü tanıtmağa gayret eden Orhan Şaik onlarla İstanbul'u gezmiş ve orta oyu­

nuna gitmiştir. Bunlardan Prof. Paul Wittek ile olan ilişkisi Peçevi Tarihi'ni okumakla başlamış, bu ilişki arkadaşlığa dönüşmüş ve

9


Prof. Wittek'in ölümüne kadar devam etmiştir. Her iki bilim ada­

mının da birbirinden öğrendiği pek çok şey olduğuna şüphe yok­ tur. Orhan Şaik, Wittek'le olan çalışmalarım şöyle anlatır :

'' 1928-30 yıllan arasında Prof. Paul Wittek'le Peçevi okuduk. Haftada bir gün Cihangir'e onun Müdür Muavini olduğu Alman Arkeoloji Enstitüsü'ne gidiyordum. Peçevi Tarihi'ni okurken ken­ dim de pekçok şey öğrendim. Metinde geçen Slav kökenli kelime­ ler gibi. Ayrıca kitabeler üzerinde de birlikte çalışıyorduk. Ben ondan dikka t öğrendim. Benim mezuniyetimden sonra, benden Ev­ liya Çelebi'deki kitabeleri çıkarmamı istedi.

Bu çalışmam

karşılığında bana 200 Marklık bir çek gönderdi. Hayatımda ilk kez çek ve Mark görüyordum. Bankayı da belki ilk kez gördüm." Orhan Şaik mezun olup Kastamonu'ya giderken Evliya Çelebi'nin o güne kadar yayımlanmış olan ilk ti cildini böylece tarannştır.

Yine Prof. Duda ile dostluğu da Duda'nın Türkiye'de bulun­ duğu sırada kendisinden Türkçe dersi alması ile başlamış ve bu dostluk Duda'run ölümünden sonra ailesi ile devam etmiştir. Duda, Ahmet Haşim üzerine kitabını hazırlarken Orhan Şaik kendisine bu konuda da yardım etmiştir. Yine öğrenciliği sırasında, Rus Elçiliği başkatibi Mikhail Mikhailov'un hazırladığı Türk

Argosu Sözlüğü için de öğrenci

Orhan Şaik'in yardımları gerekmiş, Orhan Şaik bu konuda da yol

göstericilik yapmıştır. (2)

Gürcistan'da, Tiflis'te uzun yıllar Türk Dili ve Edebiyatı Kürsüsü'nde

başkanlık

çalışmalarını

sürdüren

ettikten C.

sonra emekliye ayrılan ve

Cikiya'ya,

Türkiye'ye

Türkçe

öğrenmeye geldiği sırada Türkçe öğreten Orhan Şaik yine öğrencidir. Öğretmenlik bitmiş ama dostlukları devam etmiştir. Londra'da iken tanıştığı British Museum'un (şimdi British Lib­ rary) o zamanki Şark Yazmaları Bölümü'nün müdürü olan G.M.

(2) Mikhail Mikhailov, Materiaux Sur I'Argot et les Locutions Populaires Turco-Ottomans (Leipzig, 1930). 10


Meredith-Owens ile yakın arkadaşlık kurmuş, Meredith-Owens'in

Aşık Çelebi Tezkiresi'nin tıpkıbasımını hazırlamasını desteklemiş

ve

karşılaştığı

güçlükleri

çözmekte

kendisine

yardımları

olmuştur. (3) İşte Orhan Şaik Gökyay'ın üniversite yılları böylesine dolu ve hareketli geçmiş, daha öğrencilik yıllarında bir bilim adamı gibi masa başı çalışmasına ve düzenli çalışmaya alışmıştır. Or­ han Şaik Gökyay'ın mezuniyet tezini hazırlamak için seçtiği konu ise çok ilginçtir. Bunda çocukluk yıllarının etkisi olduğu muhak­ kak. Sonra Şerefettin Yaltkaya (Edebiyat Fakültesi'nde İlahiyat dersleri hocası) ve İsmail Saib Efendi'nin de bu tezi seçmesi üze­ rinde etkileri olduğu muhakkaktır. Zira Orhan Şaik, tez konusu olarak Türk edebiyabndan bir konu ,seçmiyor. Arap edebiyabndan Abd beni el-Hashas'ın Divanı üzerine bir çalışma yaparak Ede­ biyat Fakültesi'ni 15 Ekim 1930 yılında bitirmiştir. Aynı yılın mart ayında Orhan Şaik için hayatının yeni bir devresi başlamıştı. Talihin kendisine oynadığı güzel bir oyunla Orhan Şaik Gökyay Kastamonu Lisesi edebiyat öğretmeni olarak 29.3. 193 1 yılında görevine başladı.

1.5

Öğretmenlik Yıllan

ve EvliliAi :

Orhan Şaik Gökyay 29.3. 193 1 yılından 13 Temmuz 1967 yılına kadar çeşitli liselerde, Eğitim Enstitüsü'nde, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'nde edebiyat dersleri vermiş ve yaş haddinden emekliye ayrılmıştır. Fakat öğrencilerle ve edebiyat dünyası ile ilişkisini hiç kesmediği için ona giden herkese yardım etmiş, bu arada kimi doktora öğrencilerine de doktoralarını başarı ile bi­ tirmelerinde katkılarda buhınmuştur. Gerek edebiyat, gerekse üni­ versite çevrelerinde Orhan Hoca'nın bu özellikleri takdirle karşı­ landığı gibi kendisinden daha çok yararlanılması amacı ile 1983 yılında Marmara Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili

(3) Aşık Çelebi, Meşa'irü'ş-şuCara or Tezkere or Aşık Çelebi, hazırlayan: G.M. Meredith-Owens (London, 1971). 11


ve Edebiyatı bölümüne öğretim görevlisi olarak atanmış, Türko­ loji ve Tarih öğrencileriyle başbaşa olmak, onlara birşeyler öğretebilmek, kendi deyimi ile, onlardan birşeyler öğrenmek Or­ han Şaik Gökyay'ı çok mutlu etmiştir. Bu görevi kabul ettiği yıl &1 yaşında olan Orhan Şaik Gökyay 1987 yılında görevinden ayrılmış fakat 1988 yılından itibaren Mimar Sinan Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyat Bölümü'nde ders vermeye başlamıştır; halen bu görevini sürdürmektedir.

1.5.l Kastamonu Lisesi. (29.3. 1931 - 10. 10. 193 1) Üniversi­ teyi bitirince lise edebiyat öğretmeni olarak Kastamonu Lisesi'ne atanan Orhan Şaik Gökyay, öğretmenlik hayatının ikinci devre­ sine başlamıştır. Orada bulunduğu 6 ayı aşkın zamanda öğrencileri genellikle eskiden tanıdığı ve kimileriyle kahvede buluşup görüştüğü kişiler olmuş, hoca-öğrenci ilişkisi, ağabey-kardeş ilişkisine dönüşmüş, fakat öğrencilerinin kendisine olan saygısı ve sevgisi hiç bir biçimde laubaliliğe düşmemiştir. Aynı yılın ekim ayında Orhan Şaik Gökyay Malatya Ortamektep Türkçe Öğret­ menliği 'ne tayin edilmiştir. 1.5.2 Malatya Ortamektep Öğretmenliği. ( 10. 10. 193120.5.1933) Hayattan hiç bir biçimde şikayet etmeyen Orhan Hoca Malatya 'ya Sivas üzerinden otobüsle 24 saatte gitmiş ve hemen derslerine başlamıştır. Malatya' da kaldığı 3 yıl içinde imkanları kısıtlı olduğu için üç aile ile birlikte medrese gibi bir evde oturmuştur. Ama tabiatı gereği bu ailelerle de dostluk kuran Or­ han Hoca, buradaki yıllarını da verimli ve insan ilişkilerinin en güzel örneğini vererek geçirmiş, bu sayede öğrenme dağarcığına da pek çok şey katmıştır. Tabiata olan merakı Malatya'da da ken­ dini göstermiş, ilkbaharda ve güzel havalarda öğrencileriyle ge­ ziler yapmış, hatta kimi derslerini de buralarda vermiştir. Yazın bahçelerde toplanılmış, ilkbaharda da Malatya'daki ''kaynak'' olan bir yere gidilmiş.

Derken 1 mayıs sabahı Milli Eğitim Bakanlığı'ndan gelen bir telgrafla kendisine Edime Kız Öğretmen Okulu ve Erkek Öğret12


men Okulu'nda öğretmenlik kabul edip etmeyeceği sorulur. Bu göreve gidiş yolluksuz olmasına rağmen teklifi kabul eden Or­

han Hoca Malatya'dan Edime'ye trenle ikinci mevkide Adana'ya kadar tek yolcu olarak gelir. Tren karanlıktır, mum ışığı gibi bir ışıkta Orhan Şaik sıkıntıdan sık sık yemek yiyerek yolculuk ya­

par. Hatta daha sonra Nihal Atsız'a yazdığı bir mektupta bu se­

yahatinden bahsederken "yalnızlıktan yemek yemesini ben icat ettim" diyecektir.

1.5.3 Edirne Kız Öğretmen-Erkek Öğretmen Okulu ve Er­ kek Lisesi Edebiyat Öğretmenliği. (20.5.1933 - 1.7.1934) Edirne'de iki yıl öğretmenlik yapan Orhan Şaik Gökyay,

1933

yılı temmuz ayında Ferhunde Hanım'la evlenmiş ve sonra An­ kara Erkek Lisesi Edebiyat Öğretmenliği'ne atanmışbr. Edime'ye gelen müfettişlerin Orhan Şaik'in ya Ankara'da ya da İstanbul'da

görev a]mas:mın daha yararlı olacağını zamanın Milli Eğitim Ba­ kanı Hasan Ali Yücel'e raporlarında bildirmeleri üzerine Orhan Hoca

1 933-34 yılından itibaren Ankara'ya ama bu kez evli ola­

rak gitmiştir.

1.5.4

Eşi Ferhunde Gökyay (Sarıoğlu).

Orhan Şaik Gökyay

eşini, evlenme tarihleri olan

1934 yılından önce üniversite yıllarında tanımıştı. Güzel arkadaşlıkları olmuştu. Daha 192829 yılında birbirini tanıyan bu iki genç 1930 yılında nişanlanmışlardır. Orhan Şaik Gökyay tam kendine özgü bir biçimde Ferhunde H anım'ı niçin beğendiğini şöyle anlatb : ''Ben sıradan bir insan değildim. Ferhunde de değildi. Ortak

çok şeyimiz vardı. Bir kere Bursalıydı(4)". Ferhunde Hanım ise Orhan Şaik'i gerçekten güzel tanımlıyor: "Neşeli bir adam, nükte uğruna can bile yakar. Hayattan hiç şikayeti yoktur". Ferhunde Hanım,

1934 yılında Orhan Şaik'le hayatını

birleştirmiştir. Sakin, mantıklı, sevecen, daima Orhan Hoca'nın (4)

Orhan Şaik Gökyay'ın İzmir'den sonra en sevdiği şehir. 13


desteği olan ve "Orhan Şaik' in eşi olmak bana yetmez mi?" diyen bu saygıdeğer öğretmen, yaş haddine kadar mesleğini sürdürmüş ve tercüme ettiği eserleriyle de edebiyabrnıza katkıda bulunmuştur. 1.S.5

Ankara Erkek Usesi. (30.9. 1934 - 28.8. 1936) Edime'den

çok memnun olan Orhan Şaik Gökyay, Ankara'da görev almak istememişse de yine hayat düsturu olan görevi yerine getirme ve hiç bir şeyden şikayet etmeme prensibine uyarak Ankara 'ya gitmiştir. Ankara büyük şehir. Kiralar oldukça yüksek, eşi Ferhunde Hanım'ın da Kurtuluş Ortaokulu'nda hocalık etmesine rağmen maaşlarının bir tanesi kiraya gidiyor, diğeri ile de ay sonu güçlükle getiriliyordu. O sırada Kırıkkale Askeri Sanat Lisesi'nden ücretli ders �killi a1an Orhan Şaik, kendi derslerinin dışında Kırıkkale'ye giderek 8 saat de orada ders veriyor, böylece yaşamalarını daha kolaylaştırıyordu. Mali güçlük çekiyordu ama bu o yıllar için bütün öğretmenlerin ortak sıkınbsıydı. O sırada Orhan Şaik 73 TL. maaş alıyor, Kırıkkale'deki ek derslerden 120 TL. kazanıyordu. Yine bu sıralarda Orhan Şaik Gökyay'ın hayatında onun kişiliğini belirleyen bir olay daha oldu. Staj için 45 günlük as­ kerlik yapacaktı. Bakanlık da 40 kişilik bir grubu Moskova 'ya gönderiyordu; bu grubun içinde Orhan Şaik Gökyay da vardı . Bu iki seçenekten askere gitmeyi tercih eden Orhan Şaik Gökyay, kişiliğinde çok baskın bir biçimde belirgin olan görev aşkını bir kez daha ispatlıyordu. Bunun yanı sıra küçük yaştan beri asker­ liğe olan tutkusu da bu tercihinde etkili olmuştu. 1936 yılına ka­ dar Ankara'da öğretmen olarak çalıştı. 1.S.6 Eskişehir Lisesi. (23 .9. 1936 - 23.3. 1937) 1936 ders yılında Eskişehir Erkek Lisesi edebiyat öğretmenliğine ve müdürlüğüne atanan Orhan Şaik Gökyay aynı yılın sonunda Bursa Lisesi edebiyat öğretmenliğine tayin edilmiştir. l.S.7

Bursa Lise.si. (1.4. 1937 - 1939) Daha görmeden çok sevdi­

ği Bursa'ya atanması Orhan Şaik'i çok sevindirmişti. Esasen o ko-

14


nuşmalannda en sevdiği şehir olarak sık sık Bursa'yı ve İzmir'i zikreder. Nihayet Bursa'da da öğretmenlik yapacağı fikri onu hem duygulandırmış, hem de heyecanlandırmıştı. Orhan Şaik 3 yıl ka­ dar bu görevde kaldı. Bu üç yıl içinde de şiir ve yazı yazmaya devam etti. Hemen hemen bütün Türk gençleri tarafından .bili­ nen, hatta kimilerinin de ezbere okuduğu "Bu Vatan Kimin?" adlı şiiri Bursa'da yazdı. Edebiyatımızın en önemli nesir örnek­ lerinden olan Dede Korkut Hikayeleri'nin basıma hazırlanması da Bursa yıllarına rastlar. Öğretmenlik, araştırmacılık ve şairliği bir arada yürüten Orhan Şaik bütün bu çalışmalariyle muhakkak ki dikkatleri üzerine çeken bir şahsiyetti. 1.S.8 Konservatuvar Müdürlüğü. (21 .6. 1939 - 31 .5. 1940) Or­ han Şaik Gökyay, 1939 yılının mayıs ayında Musiki Öğretmen Okulu öğretmenliğine ve müdürlüğüne getirildi. O zamanlar bir hayli düzensiz olan Musiki Muallim Mektebi 1941 yılında Dev­ ice Konservatuvarına dönüştürülünce bütün düzensizlikleri ve başıbozukluğu düzeltecek çalışkan ve dirayetli bir müdür arandı. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel bu görevin başına Orhan Şaik'i getirdi.

Hasan Ali Yücel kendisine : ' 'Sen çığrından çıkmış bir yeri okul haline getireceksin' ' diyerek müdürlüğü kendisine tevdi etmiş ve onu diğer çalışma arkadaşlarına şöyle tanıtmıştır : "min-cihetin sanatla alfilcalı arkadaşımdır." Gerçekten de Orhan Şaik Gökyay'ın müdür olarak geldiği okulda birtakım bozukluklar vardı. Bazı öğrencilerin atılmasına karar verilmişti. Orhan Şaik, ilk iş ola­ rak onları yeniden konservatuvara kazandırdı. Disiplini, öğrenciye sevgisi ve saygısı sayesinde kısa zamanda okul gerçek bir okul hüviyetine büründü. Yalnız okulun şartlarına uymayan bir kız öğrencinin atılması bazı olaylara sebep olduysa da, sözkonusu öğrencinin okulu mahkemeye vennesiyle ve Orhan Şaik Gökyay'ın bizzat mahkemede savunması ile dava düştii ve olay kapandı. Kon­ servatuvarda Tiyatro, Şan, Enstrüman ve Ritmik Jimnastik gibi

15


bölümler vardı. Orhan Butlan İngiliz Tiyatrosu Tarihi, Bedret­ tin Tuncel Fransız Tiyatrosu Tarihi, Nurettin Sevin ve Sab�at­ tin Ali diksiyon dersleri veriyorlardı. Okulda Türk hocaların yanısıra 35 Alman hoca da ders vermekte idi. Okuldaki diğer faaliyetler ise her hafta verilen konserlerdi. Yatılı bir okul olan konservatuvarda, Orhan Şaik Gökyay gündüzleri olduğu kadar geceleri de kendini sorumlu hissetmiş ve geç vakitlere kadar okulda kalmıştır. Orhan Şaik Gökyay kon­ servatuvar müdürlüğünde çok sevilmiştir. Bunu yine bir olaya bağlı olarak Orhan Şaik Gökyay şöyle anlatır : "5-6 yıl sonra o zamanki öğrencilerimden biri ile karşılaştım. Hocam okulda prova var; haydi gidelim, dedi. önce nazlandımsa da sonra git­ tik. Tanımadığım bir sürü genç boynuma sarılıp beni öptü. ' ' Hocam sizi ağabeylerden, ablalardan öylesine dinledik ki artık sizi tanıyoruz'' dediler. Demek ki sevilmişim. Elbette sevilecek­ tim, çünkü ben onları çok sevmiştim. ' ' Orhan Şaik Gökyay, edebi alanda şiir ve yazılarını bu dev­ rede de devam ettirmiştir. Keza Konservatuvar Marşı ile Devlet Konservatuvarı Tarihçesi bu devrin üıiinleridir.

3 1.5. 1944 yılına kadar bu görevde kalan Orhan Şaik Gök­ yay, bu görevinden alınmış, başta Nihal Atsız olmak üzere 34 kişilik bir grupla İstanbul 1 numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nde Irkçılık, Turancılık davası adı verilen davada yargılanmış­ tır. Çok sevdiği öğrencilerinden, eşinden ve toplumdan uzak 1 1 ay geçirdikten sonre beraat etmiştir. Bu süre içinde de hayat anlayışım değiştirmeyen ve hiçbir şekilde bedbinliğe düşmeyen Orhan Şaik Gökyay, 15. yüzyılın önemli kaynak­ larından olan Mercimek Ahmed'in KabusnAme çevirisini Milli Eğitim Bakanlığı adına baskıya hazırlamış, Brockelmann'ın İslAm Devletleri Tarihi adlı eserini Türk Tarih Kurumu için Alman­ cadan Türkçeye çevirmiştir. Ne yazık ki bu çeviri basılmadan kalmıştır. 16


l.S.9 Galatasaray Lisesi. (30. 1 1 . 1946 - 1951) Galatasaray Li­ sesi edebiyat öğretmenliğine atanan Orhan Şaik Gökyay, 1951 yılına kadar bu görevini sürdürmüştür.

l.S.10 Milli Eğitim Bakanlıiı Müfettişliii ve Londra Kültür Ateşeliii : (1O.8 . 195 1 - 54) 10. 8 . 195 1 tarihinde Milli Eğitim Ba­ kanlığı Müfettişi olan Orhan Şaik, kısa bir süre sonra Londra Kültür Ateşesi ve öğrenci müfettişliğine atanmıştır. Üç yıl bu gö­ revde kalan Orhan Şaik, Londra'da pek çok arkadaş edinmiş ve daha evvel tanıştığı Prof. Paul Wittek'le olan dostluğunu ve çalışmalannı sürdürmüştür. Çok daha sonraları eleştiri yazılarını bir araya toplayarak yayımlarken bu kitabının adı olan Destur­ suz Bala Girenler'in isim babalığını yapan ve o sırada School of Oriental and African Studies 'te öğretim üyesi olarak çalışan Prof. Fahir İz 'le arkadaş olmuştur. Bu arkadaşlık bala aynı sevgi ve saygı içinde devam etmektedir. Yine bu yıllarda British Museum'un o zamanki Şark Yaz­ maları Bölümü müdürü olan G.M. Meredith-Owens ile yakın arkadaşlık kurmuş ve Meredith-Owens'in Aşık Çelebi tezkire­ sinin tıpkı basımını hazırlamasında kendisine yardımcı olmuştur. 1.5.11 İstanbul Eğitbn Enstitüsü. (1954-59) 2 1 . 1 . 1954 yılında yurda dönen Orhan Şaik, aynı yılın ağustos ayında İstanbul Çapa Eğitim Enstitüsü 'ne edebiyat öğretmeni olarak atanmıştır. Eğitim Enstitüsü'ndeki öğretmenliği sırasında aynı binada yatıp kalkan Yüksek Öğretmen Okulu öğrencilerine de edebiyat dersleri vermiştir.

Bu satırların yazarı da 1956-60 yıllarında Çapa Yüksek Öğretmen Okulu'nda okuduğu için Orhan Şaik'in öğrencisi ol­ mak mutluluğuna erişmekle övünmektedir. Orhan Şaik Gökyay'ın öğrencileri ile olan ilişkisi sadece sımfın dört duvarı arasında kal­ mamış, onlarla yakın arkadaş olabilmiş, onların saygısı kadar sevgi ve güvenlerini de kazanmıştır. Onlara sadece edebiyat derslerinde

17


yardımcı olmamış, diğer derslerdeki müşküllerinde de yardım etme yollarını aramış, hatta kimi zamanlar eşi Ferhunde Hanım bu öğrencilere parasız İngilizce dersleri vermiştir. Bunun dışında öğrencilerine kendi konularında bir araştırma nasıl yapılır, bir metinde nelere dikkat edilir, lügate nasıl bakılır ve oradaki kelimeler nasıl değerlendirilir, bunları da öğretmiştir. Yüksek Öğretmen Okulu 'nda geceleri ders veren Orhan Şaik, öğrenciler az sayıda olduğu için her birisi ile ayn ayn uğraşmak imkfuıım buluyor, böylece öğrenciler de bütün sormak istedik­ lerini rahatlıkla sorabiliyor ve cevaplarını alıyorlardı . O yıllarda evi Çapa Yüksek Öğretmen Okulu'na çok yakın olduğu için çoğu zaman öğrencilere evini de açıyor . onlara kitap gösteriyor, higat­ lerle ilgili uygulamalı dersler veriyordu . 1 .5.12 School of Oriental and African Stuclies. (1959-62) Or­ han Şaik Gökyay 1 959 yılında School of Oriental and African Studies'in Türkçe Bölümü Başkanı Prof. Dr. Paul Wittek'in da­ veti üzerine Türk dili ve edebiyatı okutmam olarak Londra'da görev aldı. Üç yıllık verimli bir çalışmadan sonra tekrar eski gö­ revi olan Eğitim Enstitüsü edebiyat öğretmenliğine döndü. Emekli olduğu 1967 yılına kadar bu okuldaki görevini sürdürdü. 1 3 Tem­ muz 1967 yılında yaş haddi yüzünden emekliye ayrıldı. Çok sev­ diği öğrencilerinden ve derslerinden ayrılmak Orhan Şaik Gökyay'ı üzmüştü. Sonunda bu ayrılığa dayanamayarak Milli Eğitim Bakanlığı'na bir dilekçe vermiş ve herhangi bir ücret ta­ lep etmeksizin ders vermek istediğini bildirmiştir. O devrin Milli Eğitim Bakam İlhami Ertem aynı zamanda Orhan Şaik Gökyay'ın Edirne Lisesi'nden öğrencisi idi. Orhan Şaik'in nasıl bir hoca ol­ duğunu çok iyi biliyordu. Orhan Şaik ona bu isteğini bir İstanbul ziyaretinde bizzat tekrar edince bu arzusu kabul edilmiş ve böy­ lece üç yıl daha öğretmenliğini sürdürmüştür. Ama bu üç yıl da bitmiş, sonunda Orhan Hoca üzülerek görevinden ayrılmıştı. Bu­ nunla beraber o, Göztepe'deki evinde çalışmaların sürdürmüş fakat

18


öğrencileri ile ilişkisini asla kesmemiştir. Diğer bir deyişle, öğretmenlikten ayrılmamış, hatta öğretmenliğini sınıfların öte­ sinde yurt sathına yaymıştır.

Üniversite

1.6

Hocalığı

:

Öğretmenliğe ve öğrenciye aşık, içinin ateşi hiç sönmeyen, devamlı olarak öğretmek ve öğretirken de öğrenmek peşinde şevkle koşan Orhan Şaik Gökyay'a belki de dünyada kimseye na­

sip olmayan birşey nasip olmu ş , emekliliğinden 13 yıl sonra tek­ rar sınıfta, bu kez üniversite sınıflarında ders vermek gibi bir mutluluğa kavuşmuştur. Aslında asıl mutluluk duyan öğrencilerdir ama Orhan Hoca için öğretmek daima kendisini yenileyen bir un­ sur olmuştur hayatta.

1 .6. 1

Marmara Üniversitesi.

(1983-86)Bu üniversitenin Fen­

Edebiyat Fakültesi ' nde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başlayan Orhan Şaik Gökyay, 8 1 yaşında olmasına rağmen Göz tepe' deki evinden gelerek yepyeni bir heyecanla ders ver­ meğe başlamışbr. Bu dersler 1 986 yılına kadar devam etmiş, sonra bu görevinden ayrılmıştır.

1.6.2

Mimar Sinan Ü niv ersitesi

yılından

.

Orhan Şaik Gökyay 1 988

itibaren Mimar Sinan Üniversitesi,

Fen-Edebiyat

Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü' nde "Eski Türk Ede­ biyatı" dersleri vermektedir.

1.7

Kongreler - Konuşmalar - vb.

:

Orhan Şaik Gökyay yurt içinde ve yurt dışında olmak üzere çeşitli kongrelere katılmış, ayrıca yurt içinde konferanslar vermiştir. Katıldığı kongrelerde verdiği bildiriler daima ilgiyle karşılanmış, hemen hepsi daha sonra yayımlanmıştır (Bkz.

2 .4

Makaleleri) . Orhan Şaik Gökyay Türk Dil Kurumu'nun Kurultaylarındaki bilimsel çalışmalara,

Milli Türkoloji ve Milletlerarası Türko­

loji kongrelerine, Kültür ve Turizm Balcanlığı, Milli Foklar

19


Araştırmaları Dairesi'nce düzenlenen kongrelere ve Milli Kültür Şurası toplantılarına katılmıştır. Yurtdışında katıldığı kongreler ise, sırasıyla :

195 1

yılında Hollanda'nın Delft şehrinde yaz ay­

larında Teknik Üniversite öğrencilerinin mübadeleleri konusu üze­ rinde iki hafta süren kongre, Edinburg'da yapılan Milletlerarası

House Economic

1976 yılında Belçika'da K.nokke­ Dünya Şairleri Kongresi, 1979 yılında Sarayova'da yapılan Milletlerarası Türkoloji kongresi,

Heist şehrinde yapılan Yugoslavya'da

Kongresi ve 1986 yılında Macaristan'da Beç'teki Türkoloji Kong­ residir. 1988 yılının 1 -8 temmuzunda Moskova'da yapılan Dede

Korkut Kollokyumu'na Türkiye'den katılan yedi kişilik bir grupta Orhan Şaik Gökyay'da bulunmaktaydı . Bu kongrenin konusu­ nun Dede Korkut olması pek tabii ki, Dede Korkut üzerine yaptığı çalışmaları düşünecek olursak, Orhan Şaik Gökyay' ın orada ol­

masını

yumda

gerektiriyordu. Nitekim Orhan Şaik Gökyay bu kollok­ adeta

toplantının

merkezi

olmuştur.

Kollokyumda

Azerbaycan'dan, Kazan' dan ve Türkmenistan'dan katılan bilim adamları da bulunmaktaydı. Orhan Şaik Gökyay'ın konuşması "Dede Korkut Neşirlerinde Görülen Yanlışlar" üzerinde idi. Orhan Şaik

1988

yılının ekim ayında Princeton Üniversite­

si'nce düzenlenen "Kanuni Sultan Süleyman Devrinde Edebi­ yat" konulu bir kongreye davet edilmiştir. Bu kongrede "Osmanlı Fütuhatının Gelişmesinde Edebiyatın Rolü' ' üzerine bir bildiri vermiştir. Yurt içinde çeşitli şehirlerden konuşma yapması için davet edilen Orhan Şaik Gökyay,

bu davetlerin hemen hepsine

katılmıştır. Eskişehir, Bursa, Bolu, İzmir, Konya, Mersin, To­ kat gipi şehirlerden davetler alan Orhan Şaik Gökyay, Eskişehir'de İlkokul dahil, kiml okullarda konuşmalar, Mersin'de ise üç gün içinde d9kuz ayn konuşma yapmıştır.

Orhan Şaik Gökyay Armağaıu.

1.8

6. 20

Journal ofTurldsh Studies, Türklük Bilgisi Araştırmalan'nın 7. sayılan Orhan Şaik Gökyay Armağanı olarak iki cilt ha-

ve


Iinde yayımlanmıştır (1984). Bu derginin editörleri Şinasi Tekin ve Gönül Alpay Te�n'dir. Misafir editörleri ise Ahmet Turgut Kut ve Günay Kut'dur. 1. cilt 1-249, II . cilt 251-485 sayfa tu­ tarındadır. 473-485. sayfalarda iki tenkit yazısı yer alır. Bu armağan, Orhan Ş�ik Gökyay'ın 80. yaş gününü kutla­ mak gayesiyle hazırlanmış, fakat ancak 1984 yılında yayına girmiştir. Armağan'da Orhan Şaik Gökyay'ı tanıyan yerli ve ya­ bancı 3 1 araştırıcının yazısı yer almaktadır. Yazılar Türkçe, Al­ ' manca ve İngilizce olmak üzere üç dildedir. Armağan ın 1. cildinin başında hayatı ve eserlerinin konu edildiği "Orhan Şaik Gökyay" (I-IX), "Orhan Şaik Gökyay'ın Bibliyografyası" (X-XVIl) ve "Orhan Şaik Gökyay'ın Şiir Dünyası" (XVIIl-XX) adlı maka­ leler kendisiyle ilgili olup diğerleri çeşitli ilmi meselelere dairdir. Armağan'ın kapak düzeni diğer sayılarından daha değişik olmuştur. Kapakta Orhan Şaik Gökyay'ın adından oluşan bir tuğra yer almaktadır. Tuğrayı Orhan Şaik kelimeleri oluşturmakta, sağ köşede de "Gökyay" adı görülmektedir. Tuğralarda görülen "el­ Muzaffer daima" kelimelerinin yeri ise doldurma biçiminde düzenlenmiştir. Orhan Hoca'�n eleştiri yöntemini vurgulamak için Tarih ve Toplum dergisi, kitabın ilanım verirken üstüne tırnak içinde bir "El - Muhacim Daima" ibaresini koymuş­ tur. Orhan Şaik Gökyay, 1988 yılının sonbaharında Princeton•daki kongreye katıldığı sırada Amıağan'ın editörlerinden eski öğrencisi Gönül Tekin kendisini Boston'a davet etmiş ve orada kendisi için özel bir gece düzenlenmiştir. Bu toplantıda Türkiye'nin Amerika Büyükelçisi Şükrü Elekdağ, Profesör Bernard Lewis ve Profe­ sör Heat Lawry, Hoca hakkında birer konuşma yapmıt9r, O'r­ h� Şaik Gökyay da kendisinin ve Divan şfilrlerinin şiirlerinden örnekler okumuştur. 1.9

Aldığı Ödüller :

Orhan Şaik Gökyay, bugüne kadar çeşitli dallarda ödüller kazanmıştır. Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın "Anıt-Kabir Senar-

21


yosu Yarışması" birincilik ödülünü 1972'de, yine aynı Bakanlı� "Türk Kültür ve Sanatı Hizmet Ödülü"nü 1981 yılında almışbr. Aynca 1982'de Ankara Folklor Araştınnalan Kurumu'nca "İhsan Hınçer Türk Folkloruna Hizmet Ödülü"ne layık görülmüş ve 1988'de Türk Yazarlar Birliği'nin ••Türk Kültürüne Hizmet Ödülü'nü kazanmıştır. ·

Edebiyat Fakültesi Dekanlığı'nın teşebbüsü ve İstanbul Üni­ versitesi Senatosu'nun karan ile Orhan Şaik Gökyay'a tevcih edi­ len fahri doktorluk payesi, 7 Haziran 1989 günü yapılan bir törenle kendisine verilmiştir. 1.10

Seyahatleri :

· Yürümek ve seyahat etmek Orhan Şaik Gökyay' da adeta bir çocuk heyecanı ve sevinci yaratır. Okumak ve yazmak, kısacası çalışmaktan sonra hayatının en büyük zevki seyahat ve yürüyüş yapmaktır. Aslında bir halk çocuğu olan Orhan Şaik Gökyay'ın sıcacık ve yumtJşak yüreğinin yanısıra dayanıklı, güçlükleri ko­ lay lıkla aşan bir bünyesi vardır. Uykusuzluk, yorgunluk veya ra­ hatının kaçması onu hiç etkilemez, kendini o sıradaki seyahatin havasına kaptırır. Daha Kastamonu'daki öğrencilik yıllarında sınıf arkadaşı rahmetli Arif Nihat Asya ile birlikte, hafta sonlarını, Il­ gaz dağlarında yürüyerek ve akşam olurken en yakın köylerden birinde konaklayarak geçirmişlerdir. Orhan Şaik kışın hava ne kadar sert olursa olsun, okul dağıldıktan sonra, hemen her akşam yanına bir arkadaş alarak bir saatlik yürüyüşler yapmıştır. Bugün bile hala kısa mesafelerde kesinlikle otobüse binmez ve yürümeyi tercih eder . v.üyüşe, yeni yerler ve yeni insanlar tanımaya çok meraklı olan Orhan Şaik Gökyay bir keresinde Samsun'da öğretmenlik etti­ ği yıllarda bir öğretmen arkadaşı ile Samsun - Kavak - Havza - Ve­ zirköprü - Bafra - Samsun halkasını yürüyerek bir haftada tamamlamıştır. Vezirköprü - Bafra arasını Orhan Şaik Gökyay Kızılırmak üzerinden kayıkla, arkadaşı ise atla geçmiştir. 22


Köy ve kır hayatı, hayvan beslemek ve tabiatla içiçe olmak ençok sevdiği şeylerdendir. Bu düşünce ile evini, bir zamanlar Göztepe'nin etrafında hiçbir bina olmayan yerinde yaptırmış, ta­ vukları, köpeği ve kütüphanesi ile sakin ve verimli bir çalışma düzenine gir:miştir. Orhan Hoca'mn her türlü çalışma kolaylığı, kıyafetine kadar eşi Ferhunde Hoca'nın becerikli elleriyle ve se­ ven kalbiyle gerçekleşmiştir. Ondaki bu köy ve kır hayatı sev­ gisi çok küçük yaşlarda başlamış, daha öğrenim yıllarında iken birçok yazını ağabeylerinin yaşadığı Bölceağaç köyünde geçinniş, köy hayatının bütün özelliklerini yakından tanımıştır. Tarlalara gitmiş, düven sürmüş, koyun gütmüş ve dağa oduna çıkmıştır. O bütün bunları zevk için yapmıştır ama belki de bugünkü sağlığını ve gücünü bu yaşantısına borçludur. Hocamız öğretmenliği ve merakı dolayısıyla yurdun hemen hemen bütün şehirlerini ve kasabalarını görmüştür. Yurt dışında bulunduğu yerlere ise çoğunlukla ya görev, ya da davet yolu ile gitmiştir : Hollanda'da Amsterdam, Utreht, Lahey, Delft, Rot­ terdam; Belçika'da Brüksel, Ostent, Knokke-Heist (1971); Bulgaristan'da Filibe, Çırpan, Sofya 0971); Romanya'da Bükreş, Köstence, Cluş; Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği'nde Mos­ kova (1972-1988); Gürcistan'da Tiflis (1972); Azerbaycan'da Bakü (1972). Öğrenci müfettişliği ve kültür ataşesi olarak da İngiltere'nin ve İrlanda'nın hemen hemen her tarafım görmüş ve her bir şehirde günlerce kalmıştır. Danimarka'da Kopeiıhag'ı; İsveç'te Stokholm'u, Malmö'yü; Norveç'te Oslo ve Bergen'i; Macaristan'da Budapeşte'yi ( 1985); 1988 yılında da Amerika Birleşik Devletleri Princeton Üniversitesi'nce davet edilince Princeton'u ve bu vesile ile de Boston'u görmüştür. Avrupa'mn diğer birçok yerini de seyahat ve tanımak maksadı ile ziyaret etmiştir.

23



2.

ESERLERİ

Yayın hayatına şiirle aulan Orhan Şaik Gökyay, daha ziyade araştırıcılığı ve eleştinnenliği ile dildcatleri üzerine çekmiştir. Duy­ gusallığı ve heyecanı şiirlerinde açıkça görülmekle beraber o kılı kırk yaran dikkati ve titizliği ile de derin bir araştırıcı ve eleş­ tirmendir. Bu sebeple eserlerini dört kısma ayırarak tanıtmak doğru olacaktır : Şiirleri, makaleleri, telif kitapları ve çevirileri. 2.1

Şiirleri (Kaynakça)

:

1338/1922

1.

"İzmir Yolunda" . Açıksöz (Gazete), Kastamonu, 19 Kinunisani 1338/1922, sayı 390, 2; Yann, 17 (9 Şubat 1338/ 1922), 10. Şiir ayrıca Giresun'da yayımlanan Işık dergisinde de çıktı. (1 345)

2.

"Annemin Mezarında" . Açıksöz (Gazete), Kastamonu, 30 Kinunisani 1338/1922, sayı 399, 2.

3.

"İzmir'in Rüyası" . İzrnire Doğru (Gazete), Ankara, 15 Mayıs 1338.

4.

"Gurbet Acısı" . Işık, 58 (15 Teşrinisani 1338/1922), 7. 1341/1925-26

5. 6. 7

"Gurur" . Çağlayan, 1/1 (20 Teşrinievvel 1341 /1925), 4. "Beyan-ı Aşk" . (Kardeş Esat Adil'e) . Çağlayan, 1/2 (1 Teşrinisani, 1341/1925), 5 . "Canan Kasrında Sabah". Çağlayan, 1/3 (15 Teşrinisani,

1341/1925), 4.

25


8.

"Mücrim Güzellere".

9.

" Karşıkarşıya ".

10.

1341/1925) , 3.

1341/ 1925), 3.

13. 14. 15. 16. 17. 18. 19. 20. 21. 22 . 23 . 24. 25 . 26. 26

Çağlayan, I/5 (15

"Hicve Misal". (Meçhul imzasıyla).

Kinuruevvel, Kanumevvel,

Çağlayan, I/5 (15

134111925) , 7. "Kervan ". Çağlayan, I/6 ( 1 Kinunisani, 1926), 1 . "Medhe Misal". (Meçhul imzasıyla). Çağlayan, I/6 ( 1 Kanunisani, 1342/1926), 1 1 . "Sevdam Can Verirken" . Çağlayan, 117- (15 Kinunisani, 1926), 5. "Kıt'a" . Çağlayan, I/7 (15 Kanunisani, 1926), 7. "Duydum ki " . ÇaAlayan, 117 (15 Kinunisani, 1926), 7. "Ölü" . (Cevriye Nalan imzasıyla) . Çağlayan, 117 (15 Kinunisani, 1926), 1 1 . "Kıt'a". Çağlayan, I/7 (15 Kinunisani, 1926), 15. "Dilsiz Gönül ". Çağlayan, I/9 (15 Şubat, 1926), 9. "Bir Şiirden". (İmzasız) Çağlayan, I/9 15 Şubat, 1926),9. "Bir Esmer Güzeline" (Nüzhet Şükrü'ye). Çağlayan, I/10 (1 Mart, 1926), 5. "Mezaristan" . ÇaAlayan, I/13 (15 Nisan, 1926), 5. "Yanardağ" . Çağlayan, I/13 (15 Nisan, 1926), 4. "Şarab-ı Subh " . (Hamid'e) ÇaAlayan, 1/ 13 (15 Nisan, 1926), 7. "Gazel" . (Birisi imzasıyla). Çağlayan, I/ 13 (15 Nisan, 1926), 16. "Gazel" . (Meçhul imzasıyla). Çağlayan, I/14 (1 Mayıs, 1926), 8. "Sakarya". (Meserret imzasıyl a). ÇaAlayan, I/14 (1 Mayıs, 1926), 10. Kinuruevvel,

11. 12.

Çağlayan, 1/4 (1


Çağlayan,

27.

"Kıt'a " .

I/14 (1 Mayıs 1926), 1 3 .

28 .

"Hitap " . (Tokadizade Şekip Beyefendi'ye).

Çağlayan,

I/15 (15 Mayıs, 1 926), 1 .

1931 29 .

"Koşma" .

Atsız Mecmua,

3 ( 1 5 Temmuz, 193 1), 63 .

1933 30.

" Üç Nehir" .

31 .

"Gurbet" .

Orhun,

1 (5 Kasım, 1933), 3 .

Orhun, 2 (5 Aralık,

1933), 45; Aynca Yücel,

VIT/37 (Mart, 1938).

1937 32 .

Ülkü, IX/5 1 (6 Mayıs, 1937), 210. Aynca bu şiir Büyük Memleket Şiirleri Antolojisi. Haz. : "Maraş Türküsü" .

Osman Atila, m. baskı (İstanbul, 1 964), 1 96'da yayım­ landı. 33 .

"İçlenme" .

Ülkü,

X/56 (Birinciteşrin, 1 937), 1 36. 1938

34.

"Bana Bir Seslenen Var" .

35 .

"Dağlarda" .

36.

"Bayburt Türküsü" .

37 .

Yücel,

"Budin Türküsü" . şiir,

Çağn,

Ülkü, XI/61

(Mart, 1 938), 42.

VI/40 (Haziran, 1938), 137.

Ülkü,

XI/64 (Haziran, 1938), 339.

Yücel, VI/40 (Haziran 1938) , 147 . Bu TD, LIV/43 1 (Kasım,

5 (Şubat, 1 958), 2 ve

1987), 236'da tekrar yayımlanmıştır. 38 .

Ülkü, XII/69 (İkinciteşrin, 1938), 208. Bu şiir ayrıca Memleket Şürlerl Antolojisi . Haz. : Osman Attila, (Ankara, 1 950), 7; Doğu, I/ l (İlkteşrin, "Bu Vatan Kimin? " .

27


1 942), 10�

TD,

XLIX/401 (Mayıs, 1985), 488'de de

yayımlandı. 39.

"Yan Çekilen Bayrak" . (Manzara-Destan) .

Ülkü, Xll /70

(Birincikaııun, 1938), 308.

40.

"Yas" .

Ülkü. XII/70 (BirincilcAnun,

1 938), 298. (Aslında

"Yan Çekilen Bayrak" adı altında "Manzara-Destan­ Yas"

şiirleri

birlikteyken

yan1ışlık1a

ayrı

sayfalara

konmuştur) . Bu şiir aynca Atatürk ve Anıt-Kabir. Haz. : Necdet Evliyagi1, (Ankara, 1 988), l 17'de yayım]andı.

1939 41 .

"Zeytin Dalı" .

Yücel,

VJil/47 (Sonkanun, 1939), 247 .

1941 42 .

"Konservatuvar Marşı " .

Güzel Sanatlar,

3 (Ankara

66. Şiir "Devlet Konservatuvarı Marşı" adı ile N. Kazım Akses ve U . Cemal Erkin tarafından bestelenmiştir 194 1 ) ,

(Ankara 1954) .

1943 43.

"Sitem" . Dolu I/5-6 (Şubat, 1 943), II. Ayrıca

Cumhuriyeti, I.

Şiirimizin

Haz. : Hüseyin Karakan (İstanbul, 1 958),

149'da yayımlandı.

1947

44.

"Has Bahçe" .

Galatasaray Yıllığı (İstanbul,

1947- 1 948) .

1949 45.

" Nefes " .

Doğu,

XV/82-96 (Eylül-Aralık, 1949

Ocak­

Ekim, 1950) , 86.

1950

46.

"Yalnızlığın Tarifi" . Yücel, yeni 15.

28

seri I/2 (Şubat, 1950),


1960

47.

"Karmakanşık"'. Türk Yurdu, II/4 (Temmuz, 1 960), 40. Bu şiir aynca l&ar, 149 (Mayıs, 1976), 4 ve TD, LIV/429 (Eylül, 1987), 1 30'da tekrar yayımlandı. 1963

48.

"Çağrı" . TD, XIIl/146 ( 1 Kasını, 1963), 7 1 .

49.

"Kapı" . Çağrı, 70 (Kasını, 1963), 3 . 1964

50.

"Hey Ne Şirindir Bu Dünya" . TD, XIll/ 148 (3 Ocak, 1964), 219. 1965

51 .

"Soylama" . TD, XV/170 (Kasım, 1965), 70.

52.

"Gelibolu' da Yazıcıoğlu'nun XV/ 1 7 1 (Aralık, 1965), 1 60 .

Çilehanesinde" .

TD,

1966

53.

"Ağıt-Destan" . TD, XVI/182 ( 1 Kasım, 1 966), 9 1 . 1967

54.

"N'etsem Yolu Yok" . TD, XVII/ 194 (Kasım, 1967), 89. 1973

55 .

"Kurtuluş Destanından. 19 Mayıs 1919'da Mustafa Ke­ mal Paşa'nın Samsun'a Çıkışı" . TD, XXIX/266 (1 Kasım, 1973), 99. Bu şiir (1972) yılında birincilik alan Anıtkabir Ses- ve Işık Senaryosu'nda yer almaktadır. Aynca "Anıtkabir Senaryosu" , TD, 1 1 (Kasım, 1984), 10. adıyla yayımlandı. 29


1974

56.

"Sayende" . TD, :XXX/278 (1 Kasım, 1974), 886. 1976

57 .

"Adres" . Hisar, 1 50 (Haziran, 1976) , 7; Aynca TD, LIV , 428 (Ağustos, 1987), 86-88. 1984

1972 yılında açılan yarışmada birincilik almış olan Anıtka­ bir Ses ve Işık Senaryosu'nda yer alan şiirlerin hepsi "Anıtkabir Senaryosu" . TI, 1 1 (Kasım, 1984), 9-12 içinde yayımlandı. 58 .

"Sevr Antlaşması" . 1T, 1 1 (Kasım, 1984), 1 1 .

59 .

"İzmir'in Yunan Ordusu Tarafından İşgaW' . TI, 1 1 (Kasım, 1984), 10.

60.

"İstanbul'un İşgali" . 1T, 1 1 (Kasım, 1984), 1 1 .

61 .

"Mustafa Kemal Paşa'nın Ankara'ya Gelişi" . IT, 1 1 (Kasım, 1984), 1 1 .

30


2.2

Şiirleri üzerine : Orhan Şaik Gökyay, ille şiirlerini Kastamonu' da çıkan Açıksöz

Gazetesi' nde, 1922 yılında yayımlandı. ' 'Annemin Mezarında' ' adlı

bu şiir kardeşi Ken'an'a ithaf edilmiştir. İlk yazdığı şiirler belki de öğretmenlerinin etkisiyle aruz vezniyledir. Ama Orhan Şaik'in asıl başarılı olduğu tarz koşma ve türkü nazım biçimiyle yazdıklarıdır. Elde mevcut 61 şiirinden 2 1 tanesi aruz vezniyle, 29 tanesi hece vez­ niyle, 1 1 'i de serbest vezinle kaleme alınmıştır. Canan Kasrında Sabah şiirinde iki vezin kullanılmıştır. On dörtlükten oluşan bu şiirde biri uzun bir kalıp olan meftlilün feilatün mefailün feilün ile kısa bir kalıp olan feilatün mefllilün feilün vezinlerinin kullanıldığı görülür.

Orhan Şaik şiirlerinde genellikle " Gökyay" mahlasını kullanmıştır. Fakat Gökyay mahlası dışında "Şaik" ve "Meçhul" mahlAslarını da kullandığı şiirleri vardır. "Gökyay " mahlAsım ilk kez 1 937 yılında yayımladığı İçlenme adlı şiirinde kullanır. Gök­ yay mahllslı 10 şiiri vardır. Bir şiirinde "Şaik" diğer ikisinde de ' ' Meçhul' ' mahlaslarını kullanmıştır. Diğer şiirlerinde ise mahlas yoktur. Şiirlerinin pek çoğunu yakınlarına ve arkadaşlarına ithaf eden Orhan Şaik, iki tanesini kendisine ithaf eder. Mahlası olmayan şiirlerinin bazısında takma adlar kullandığı görülür. Bunlar Cevriye Nalan (Ölü şiiri) , Birisi (Gazel şiiri), Meserret (Sakarya adlı şiiri). İthaflı şiirleri ise şunlardır.

Annemin Mezarında (Kardeşim Kenan'a) , İzmir Yolunda (Aydın mebus-ı Muhteremine), İzmir'in Rüyası (Vasıf Beyefendi 'ye ithaf), Beyan-ı Aşk (Kardeş Esat Adil'e), Hitab (Tokadizade Şekip Beyefendi'ye , Gelibolu'da Yazıcıoğlu'nun Çilehanesinde (Aysan Ediskun'a), Ölü (Orhan Şaik Bey'e hürmetlerimle), Sakarya (Orhan Şaik Ağabeyime), N'etsem Yolu Yok (Behçet Kemal Çağlar'a), Soylama (Ankara'lı Aşık Ömer'e) , Bir &mer Güzeline (Nüzhet Şükrü'ye), Şarab-ı Subh (Hamid'e) , Karşı Karşıya (Bir Kontese).

)

İlk şiirlerini Kastamonu 'da Açıksöz Gazetesi'nde yayımladığını yukarda söylediğimiz Orhan Şaik Gökyay , birkaç şiirini de Meh­ met Akif'e yine Kastamonu'da göstermek fırsatını bulmuş ve onun takdirini kazanmıştır. İstiklfil Savaşı yıllan olduğu için pek çok kimse Ankara 'ya geçiyor ve bu arada izlenen yol İnebolu üzerinden olu­ yordu. O zamanlar Orhan Şaik Gökyay lisede öğretmendir. Mehmet 31


Akif, Mehmet Emin Yurdalrul ve pekçok kişi Kastaınonu'ya gel­ diklerinde buraya da uğruyor, konuşmalar yapıyorlardı. İşte Meh­

met Akif'le tanışması böyle olmuştur. Bunun dışında şiirleri Çağlayan, Doğu, Yarın, Işık, Oluş, Galatasaray Dergisi,

Ülkü,

Yücel, Hisar, Türk Dili, Atsız Mecmua ve Güz.el Sanatlar Mec­ muası ile Galatasaray Yıllığı'nda yayımlanmıştır.

Bu dergilerden Çağlayan, Orhan Şaik'in Balıkesir' de bulunduğu

1924-26 yıllan arasında bizzat kendisi tarafından 15 günlük bir dergi

olarak çıkarılmış ve Orhan Hoca'mn Balıkesir' den ayrılmasına ka­

dar 15 sayı devam etmiştir. Dergiyi Edremitli şair Ruhi Naci mali açıdan desteklemiş, aynca şiirler de yazmıştır. Çatlayan'da Meh­ met Akif, Tokadizade Şekip ve Hasan Basri Çantay gibi devrin önemli şair ve yazarlarının de eserleri yer alıyordu .

Orhan Şaik Gökyay İzmir'in işgaliyle derinden sarsılmış, belki

de bu işgal dolayısiyle çok sevdiği İzmir için iki şiir yazmıştır. İmıir

Yolunda ve İzmir'in Rüyası. İzmir'in Rüyası lisedeki edebiyat öğretmeni olan Vasıf Beyefendi'ye ithaf edilmiştir. Bu öğretmenin Orhan Şaik üz.erindeki etkisinden daha önce bahsedildiği için bu­

rada tekrara gerek görmedik. İzmir Yolunda ise ''Aydın Mebus-ı Muhteremini'ne" ithaftır. Her iki şiir de aruz vezniyle ve mesnevi nazım biçimi ile kaleme alınmıştır. Bu iki şiir 1922 yılında, yani

Orhan Şaik 20 yaşında bir gençken yazılmıştır. Gerek İzmir Yo­ lunda, gerekse İzmir'in Rüyası 'oda İzmir karşımıza bir genç kız güzelliğiyle çıkar. Bu şehir, Orhan Şaik için bir aşktır, bir

dur, erişilmez bir güzelliktir.

tutku­

Bilsem, bu kız hayali acep kim bilir kimin ? Kayboldu bir şihap gibi, sislerde kız demin. . . Bir çağlayan döküldü uzaktan, dedim, sakın Bir hura benzeyen bu güzel, /zmir olmasın Ey lzmir 'in hayali!. . . Sen ey gönlümün kızı Gezdik peşinde, kalmadı bir yer sorulmadık; lzmir 'le böyle yapyalınız karşı karşıya, Baktık uyur gibiydi ışık gözlü sevgili (İzmir'in Rüyası)

32


İzmlr'in Rüyası, İzmir'in işgali üzerine Ankara'da tek nüsha olarak 1 5 Mayıs 1338/1922'de yayımlanan İzmir'e D$U adlı gazetede yayımlanmıştır. Orhan Şaik Gökyay'ın Budin, Bayburt ve Maraş Türküleri adındaki üç şiiri aslında İzmir'ln Rüyası ve İzmir Yolunda adlı şiirlerinden daha başarılı, daha akıcıdır, dil daha sade, kullanılan vezin hece veznidir. Bu şiirlerinde Orhan Şaik Gökyay'ın olgunlaştığını ve kelimeleri çok yerinde kullandığım görürüz. Bunda Orhan Şaik' in halkı ve halkın dilini tanımasının büyük payı olduğu muhakkaktır; deyimler ve halle dilinden alınmış deyişlerle beslenen bu şiirleri daha bir coşkulu, daha bir anlamlı, daha bir tabiid ir .

Kızları var, yosma yosma bakışır, Gal bedenine giysiler yakışır, Kakala ile fesleğenler tokuşur, Gazellerle hoştur başı Budin 'in (Budin Türküsü) Maraş 'ı dolaştım bir uçtan uca Kimseler sormadı ahvalin nice, Ne gandazam gandtız, ne gecem gece! Toprağı mezardır, sulan seldir Dost/an düşmandır, aşnası eldir. (Maraş Türküsü) Bu hamasi şiirlerinin yanısıra duygusal, kendine dönük şiirleri de vardır. Orhan Şaik'in bu şiirlerinde de hayal dünyası yine halka bağlıdır. Şiirlerinde en çok Vatan, Tabiat, Kahramanlık, Yalnızlık temlerini işlemiştir. Çağrı şiirinde karşımızda adeta Köroğlu'nu görür gibi oluruz. Öylesine bir kahraman bekler gibi hissederiz kendimizi.

Bre koç yiğitler bre kocalar Bir destan söyleyim, divan kurulsun!. . Böylesi destanı almaz heceler Meydan sazlanna meydan verilsin!. . 33


Karşıya çıkılsın biltQn illerde, Bir daha amlsın adı dillerde, Ha geldi gelecek diye yollarda Toz duman içinde hep o giJrillsiln. Sıynlsın kılıçlar yıllık pasından, Şılasın sancaklar giln ortasından, Vazgeçsin gl:Jnilller sonsuz yasından Onun ganandeki eyyam saralsiln. Yalnızlık. temini işlediği şiirlerinde genellikle tabiatla başbaşa görürüz Orhan Şaik Gökyay'ı. Tabiat karşısında kendini yalnızhğa kaptıran fakat bu yalnızlığı yine tabiatla gideren , kendini tabiatta, tabiatı içinde yaşatan bu içli şiirlerde Orhan Şaik Gökyay kahraman­ lık. şiirlerinde gördüğümüz Orhan Şaik değildir. ŞikAyetçidir, dertli­ dirve Aşıktır. Kiminde Karacaoğlan'dır, kiminde Yunus. Gurbet, İç­ lenme, Sitem ve Karmakarışık şiirleri işte bu duygularla yüklüdür:

Beni koyup giden cefacı dilber, Koyduğun yerlerde duramıyorum; Beni de alsaydın n 'olur beraber, Derdimi kimseye veremiyorum. Çıksam şu dağlann yilcelerine Eş olsam gurbetin gecelerine imrenir dururum nicelerine Bir ben mi murada eremiyorum.

Bağrımda koç gibi dağlar yatışır GiJrilnmez dallarda kuşlar lJtiJlilr Bir yerim var benim yanar tutuşur Bir yerim kanıyor saramıyorum. Hey! Akarsulara saldım kendimi Kl:Jpilre kl:Jpare yıktım bendimi Bir hoş olur glJnül, sıla dendi mi Sular gider, ben kalırım çok demdir. . . Bir yaprağı sulqr alır glJtürür GlJtarilr de deryalarda yitirir. . . lçim yanar bu yapraktan lJtüril .Anam değil babam değil ya nemdir?. . 34

(Gurbet'ten)


Bir kağıttan kayık yaptım yazdardilm. Kenarına seldm sabah dizdirdim. Yana göyne sana mektup yazdırdım. Mektup gitsin, ben kalayım, sitemdir. Kuşlar mıdıl'iıoş bir dille söyleşen ? Akşam olup hayallere kanşam. . . ElfJleme şen görantır dört köşem, Bilen bilir yıkık yerim neremdir. (İçlenme• den)

Yalnızdır orman, baksan ağaçlar çok çok, Şehir de böyle miydi gittiğin akşam ? Ben bunu hangi dilde nasıl anlatsam ? Nehirler çağıl çağıl sular melil melil içim yeraltı nehri ıssız 11U ıssız. . . (Yalnızlığın Tarifi 'nden)

Ay geçti, yıl döndü, unuttun beni Üstüne adını yazdığım ağaç Açtın derdimi kanattın beni Altında ıarkaler daı.dağam ağaç, Sendeki yemişler böyle değildi. Soran olmaz bizi yardan, ağyardan Ne çare namımız çoktan yitmiştir, Yol asta çeşmeler bakar kenardan Bizi bilen sular akıp gitmiştir Mermerde nakışlar böyle değildi. (Sitem'den)

Çoktan kendimden haber alamadım, Gecenin bir vakti zincirden boşandım, Uyurla uyanık bir mektup döşendim,

35


Eleğimsagma rengi, karalı-aklı; Baş yanı hal-hatır, sonu firaklı. Umduğum yerlere bakıım bulamadım; Neyleyim, nideyim, hiç bilemedim, Mektup öyle kalakaldı elimde, ,. Adresim kayıp! Dil bilmez illerde Türkçe 'ye hasret; Ne yana çevrilse o yana gurbet, Yabancı kuşlardan umarak medet, Başım alıp Ormanlarla, dallarla, çöllerle, Deli poyraz/arla, kara yellerle, Nereye çıkacalı bilinmeyen yollarla, Haritalarda kaybolup gitmiş göllerle Sakarya/arla, Tuna/arla, Nillerle; Nice adsız sularla arkadaş olup, Konuşa konuşa kendi kendiyle Vara vara bir renksiz derine dalıp Bir akşam vakti dolup boşalıp Batan güneşle birlikte batmış olmalı. Yok işte yok! Besbelli, dünyadan Adres bırakmadan gitmiş olmalı.

(Adres 'ten) Orhan Şaik Gökxay, bir şiirinde "dünya" üzerinde durmuş ve dünyanın faniliğini buna rağmen insanoğlunun ona bağlılığını anlatmıştır. Bu düşünce tarzı hem İslamiyette, hem de Tasavvufta bulunmaktadır. HattA Divan edebiyatımızın ilk verilerinden olan Ahmet Fakih 'in Çarh-nime'sinde ve pekçok tasavvufi eserde 36


dünyanın faniliği dolayısı ile güvenilmezliği üzerinde durulmuş, dünyaya bağlananlar yerilmiş, bütün büyük insanları yutan bu dünyaya bel bağlamamak öğütlenmiştir. Dünya önce şirin yüz gös­ terir, ama sonra acılar çektirir . . . Dünya aynca felek olarak da ele alınır. Halkın inaınşında da bu vardır. İşte Orhan Şaik Gök­ yay, "Hey Ne Şirindir Bı'.ı Dünya" adlı şiirinde aşağı yukarı bu duygu ve düşünceleri işlemiş, ancak onları kuru olarak değil, çok duygulu bir biçimde ifade etmiştir :

Hey ne kara avıavurdur bu dünya Nice yiğit yıkar kendi eğilmez : Binmeyigör bir kez bu huysuz taya Alır gider seni geri dönülmez Uçardan ileri yürür bu dünya. Vaktinde biz de bir iş işleridiık Yemişler devşirir, kuş kuşlaridllk Bengi su içmişçe düş dilşleridak N'oldu ya ? Birinin adı anılmaz Ne dolu bu dünya, ne boş bu dünya. Orhan Şaik Gökyay'ın şiirlerindeki özellikler umumi olarak bunlardır. Şimdi �·Bu Vatan Kimin?" adlı şiiriyle Anıtkabir Senar­ yosu'ndaki şiirlerinden söz edeceğiz.

Bu Vatan Khnin. Orhan Şaik Gökyay'ın duygusal olduğu kadar gür sesini Bu Vatan Kimin? adlı şiirinde buluruz . Şiirin yazılış sebebini kendisine sorduğumda Orhan Şaik aynen şunları söyledi : "Yıl 1937. Bursa'dayıın. Bir yerlerden geliyorum. Tam bizim evin oralarda resmi bir daire var. Karakol mu ne? Bayrağı direkte unutmuşlar. Rüzgar da yok. Bayrak kendisini bırakıvermiş. Bu bana öylesine dokundu ki . . . Bu, içimde bir yerlerde ' 'asker' ' oluşumdan kaynaklanıyor. Biz İstiklal Savaşı'nda yetiştik. Gençliğim harb-i umuminin bozgunlanyla başladı. İşte bayrağımın 37


bu hali bana hemen daha oracıkta şiirimin ilk mısralarını yazdırdı. " Cumhuriyet nesilleri Orhan Şaik Gökyay'ı bu şiiriyle tanımıştır. Onu ya babasından duymuş, ya da öğretmeninden din­ lemiştir. O şiirle heyecanlanmış, o şiirle Orhan Şaik Gölcyay'ı tanımadan sevmiş, saymıştır. Burada bu münasebetle kendisine gelen bir mektuptan bahsetmek yerinde olacaktır. Mektup, 1 3 . 7 . 1988 tarihinde Almanya'dan Göttingen 'den geliyor : "Pek kıymetli Hocam , İzninizle 86. doğum yıldönümünüzü yürekten kutlamak isterim. Dilerim, daha nice uzun yıllar göresiniz.

Bu vatan toprağın kara bağnnda Sıra dağlar gibi duranlanndır; Bir tarih boyunca onun uğrunda Kendini tarihe verenlerindir. Bu sözler kulağımızda çınlarken, vatan ve yavruları sizin adınızı da unutmayacaktır. Çok yaşayın Orhan Şaik Ho­ camız. Sağlık, huzur, esenlik dileklerimle, saygıyla selamianm. Sultan Tulu" "Bu Vatan Kimin?" altı dörtlükten oluşur. Orhan Şaik bu şiirde Gökyay mahlasını kullanmıştır. Şiirde İstiklal Savaşı 'nın izlerini görmek de mümkün olmakla beraber bütün bir Türk ta­ rihinin destanı, bu destanın sahibi Türk milleti ve onun kahra­ manlık sembolü Mehmetçik karşımızdadır. Destanlaşan bir savaşta taşıyla, nehirleriyle, dağlarıyla kişileşen vatan, bütünüyle vatanı savunanların ve ona canını veren şehitlerin, gazilerin ve savaşanlanndır. Kutsaldır, sevgilidir. Hülasa Vatan' dır : '

ileri atılıp sellercesine Göğsünden vurulup tam ercesine Bir gül bahçesine girercesine Şu kara toprağa girenlerindir. 38


Tarihin dilinden dllşmeı. bu destan, Nehirler gazidir, dağlar kahraman, Her taşı bir yakut olan bu vatan Can verme sırnna erenlerindir.

Anıtkabir Senaryosu. Kültür Bakanlığı.'nın 1972 yılında açmış olduğu Anıtkabir Senaryosu yarışmasına önce yüzden fazla eser gönderilmiş ise de hiçbiri değerli bulunmamış, daha sonra Cwnhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Cihat Alpan telefon ederek Or­ han Şaik Gökyay'a da katılmasını söylemiş ve böylece Orhan Şaik Gökyay kendisine verilen iki aylık süre içinde Anıtkabir Senaryosu'nu yazınışbr. Bu senaryoda Orhan Şaik Gökyay İstiklal Savaşı'nı adeta yaşamış, 15 Mayıs 19 19'da İtilM Devletlerinin muvafakatiyle İzmir'in işgalini : Bir kara duman çöker lvnir üstüne,· Bir gdvur duman.

19 Mayıs 1919'da Atatürk'ün Samsun'a çıkışını, bir milletin bütün kurtuluş ümidini bağladığı Mustafa Kemal Paşa'yı : Bir ordu gibi çıkar o tek asker Samsun 'a Kuşanır bir kılıç gibi Anadolu 'yu, Bir kılıç gibi kuşanır onu Anadolu. . .

Mustafa Kemal Paşa'nın Ankara'ya gelişini ve Ankara'nın bu gelişle canlanışını : Ankara 'da başlar bir yürek çarpmaya, Bir damar atmaya, Kuru damarlarda bir kan dolaşır, Ilgıt ılgıt, Ankara 'm heyecan, Ankara 'm kan, Ankara 'm can bulur. . .

39


diyerek gerçek olan bütün bu olayları güçlü bir şiirle tekrar yaşatmıştır. Sevr Anlaşması'nın nasıl Türk Milleti'nin aleyhine olduğunu, Anadolu'nun nasıl parçalandığını, toprağının çiğnendiğini gören Millet'in bunu şiddetle reddedişini bir tablo fakat şiirden bir tablo olarak gözler önüne sermiştir. Cilnbilşler

kurulmuş bir yaban yerde

Türk.a söylenir, saz benim değil. Bir çömlek dUzülür Sevr 'de, Kara nakışlı, Yazılar Ustande karadan kara, Dil benim değil, söz benim değil. Bir yazısız harta gibi sermişler Anadolu 'mu Masanın üstüne, Rasgele bir boya vurulmuş, o yana Bu yana! Alaca bulaca. . . Parçalanmış Anadolu 'm, Türkiye 'm Kan oturmuş yüreklere. Alaca bezler çekilmiş direklere, Bu pörsalc, bu kansız bez benim değil. . . Çiğnenmiş topraklar benim, indirilen ala bayrak benim.

Orhan Şaik Gökyay İstiklal Savaşı'nın saflıalannı nesir-nazım olarak Amtkabir Senaryosu 'nda dile getirmiş, arkadan Atatürk'ün Türk Milleti'ni yükseltmek ve medeni devletler arasında yerini almasını sağlamak amacıyla yaptığı inkılapları, Atatürk'ün söz­ lerini de kullanarak, çok veciz, çok açık ve nesir olmasına rağmen şiirli bir anlatımla vermiş'tir : ' 'Yüzbir ptıre top gürler ufaklarda. Cumhuriyet illin edil­ miştir. Htlkimiyet bikl kayd ü şart milletindir". Yapılan "iş­ lerin en büyüğü, temeli Türk kahramanliğı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti 'dir ' '. Bundan dolayı da 40


"medeni ve beynelmilel kıyafet bizim için çok cevherli, mil­

letimiz için layık bir kıyafettir ' '. ' 'Kadınla.nmıı. da bizim

gibi müdrik ve mütefekkir insanlardır. Onla.r yüzlerini ci­ hana göstersinler ve gözleriyle cihanı dikkaıle görebilsin­ ler " "Çünkü sefil olursa kadın, alçalır beşer ".

Senaryo'da geleceğin Türkiye'si için Atatürk'ün görüşleri ve direktifleri de yer almaktadır. Türkiye'nin her bakımdan kalkınması, diğer milletlerle olan ilişkileri Cumhuriyet'in yaşaması içerde ve dışarda kuvvet ve itibar kazanması için şarttır. Senar­ yo Türk İstiklalinin ve Türkiye Cumhuriyetinin gençlere ema­ neti ile tamamlamr : ' 'Atatürk bu Cumhuriyeti, onu yaşatacak olan bu devrim­ leri çalışkan, zeki, birlik ve beraberlikle güçlükleri yen­ mesini bilmiş olan Türk Milleti'nin . . . . içerde ve dışarda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni sosyete ve yeni bir Devlet'in sahibi olan Türk Milleti'nin gençlerine emanet etmiştir : "Ey Türk genç/ili, birinci vazifen Türk lstikliJlini, Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir. . . Muhtaç o/dulun kudret damarlanndaki asil kanda mev­ cuttur.

Ne mutlu Türküm diyene. " Orhan Şaik Gökyay'ın

Anıtkabir

Senaryosu, bir

İstiklal

Savaşı destanıdır. Öyle bir savaşın destan,ını böyle birkaç say­ falık bir esere sığdırmak i.mk3nsızdır. Fakat Orhan Şaik bunu öy­ lesine ustaca yapmış, öylesine can alacak noktalan vurgulamış ve öylesine yoğun cümleler ve mısralar kullanmıştır ki, gerçek­ ten de bizlere Kurtuluş Savaşı'nı bütün acılarıyla, bütün heyecan ve ümitleriyle yeniden yaşatmış, kadınıyla, çocuğuyla, erkeğiyle, Atatürk'ün vatanı "Bir kılıç gibi kuşanarak" felaketlerden, ka­ ranlıklardan çıkardığını destanlaştırmışur. Bu destanda hiçbir mübalağa yoktur, anlatılan herşey gerçeğin ta kendisidir. Her Türk

çocuğunun okuması, üzerinde düşünmesi, duyması, hatta yaşaması gereken bir destandır bu.

41


2.3 2.3.1

Şürlerinden Örnekler

İZMİR - Aydın

YOLUNDA

Mebus�ı muhteremi

Esat Hoca'ma

Akşam kızıl ufuklara vurmuştu bir ha-yal Bir kız hayali baktı ufuktan zeban ve lal. Munis bakışlanyla sazerken ufuk/an, Alnından öpta ylid elinin gamlı rUzgan. . . Sordum, dedim ki : Yo�a eler tişiyanınız Düştllyse arza -bilmiyorum- llsmanınız Rüyama girdiğin gibi gir, in de koynuma, Artık yeter, düşanme atıl gel de boynuma! Baktım hayal silindi ufuktan yavaş yavaş Ardından ağladım dökerek bin zehirli yaş. . . Ay baktı korkarak gecenin sisli benzine; Bir ağlayan işittim uzaklarda ben yine. Hasretle ben miyim acaba yoksa ağlayan ?! Sordum, kızın o çiwiği son gölge solmadan Ufkumda bir hayal gibi yilksek duran aya, Daldım uzak ufuklara; altımda bir kaya. . . Bilsem, bu kız hayali acep kim bilir kimin, Kayboldu bir şihap gibi sislerde kız, demin; Bir çağlayan dökülda uzaktan; dedim sakın Bir hura benzeyen bu gazel: /zmir olmasın. . . Gördam ufukta yandı o akşam harabeler; Bir dem huşua vardı, , yeşil gözla tarbeler. Kandillerin ziyası sö�tıp bir nefes gibi RUzgar dolaştı gökteki en son kevtikibi Baktım ujuklannda o bakir hayaline Çıktım sabaha allayarak işte, haline! Bittim ben ah bitmedi hllla tahassaran; Rüyamda bari bir gececik /zmir 'im görün! 42

-


2.3.l

İZMİR'İN RÜYASI

- Vasıf Beycfendi'yc

ithaf

-

Ay yoktu. . . Kehkeşan, o uzun yolcular bile, Ülker tutardı bunlara vaktiyle meş 'ale; Yıldızlann gezindiği yollar silik silik. . . :ZUimette titreyen acı bir nlile dinledik; Ölganda, eskiyen, uzayan intizar gibi. Birden gömaldiı ruhlamruz bir mezar gibi Korkunç, zehirli ka 'nna, vahli karanlığın, Kartallar uçtu baş ucumuzdan yığın, yığın. . . Geçtik karanlığın tızerinden hayal gibi; Sezdik, bilinmeden duyulan infial gibi Husrana benzeyen, çoğalan bir derin sızı. Ey /zmir'in hayali, sen ey gönlüman kıv, Gezdik peşinde, kalmadı bir yer sorulmadık; DtıştiJlc senin yolunda, fakat hiç yorulmadık; Baktık o dik, o sarp kayalardan uzaklara, U'jduk o saçlannda gezen gizli raı.gara; Bazan durup karanlığı, etrafı dinledik; Hazan bu yad-ilindeki hicranı inledik. . . Ağlardı sanki haline bir ses kısık kısık; En önde son nefes gibi bir damla bir ışık, Bir akşam asta çôkta elem/,erle kafile, Her dalgasında aşk uyuyan taşlı sahile. . . Sinmiş zehirli bir buğu var, sislenen aya, /zmir'le böyle yapyalınız, karşı karşıya, Baktık uyur gibiydi ışık-gözla sevgili, Ey razgann bu matemi nakleyleyen dili Sus! Sus! Bu tatlı uykuya hiç kanmadan sakın, Raya bakışlı gözleri varsın uyanmasın!

43


Yadında yok, geçen o feci kanlı hatıra, Yalmz yanan harabelerin rengi kapkara; Sahillerin şafaklara birden büründüler, En tinde bir hilal, kayalardan göründüler, Solgun yanaklarında şafalclar ışıldadı, Her dalga geldi sahile bir sır fısıldadı : "Ey geçmişin feciası, artık yeter, çara! " Kızlar yıkandı her gece sahilde bir sürü, Yıldızlann akisleri sandım, düşen yere, Yahut semadan indi bu yüz/erce bakire. . . Hiç kalmamıştı , hepsi unutmuştu yaslan, Artık yabancılarla kesilmiş ıemµslan . . . Birden silindi ay, uyanıp ben de bir sabah Hala o eski matemi ağlar görünce ah, Nevmit dizinde çağladı sahillerin; yazık Ah lzmir'im, tam üç senedir, şimdi anladık, Duyduk bu inkisannı biz, çok acıklıdır, indik o dik, o sert kayalardan ağır ağır. . . Lakin kavuşmamız çok uzak sanma, çok yakın, Biz gelmeyince bağlann ezhun açmasın.

44


2.3.3

BEYAN-1 AŞK

- Kardaş Esat Adil'e Aşıkım, başımda savrulup esen Cünun ikliminin bir hevasıdır; Kalbimden yarattım sevdalımı ben O, aşk cennetinin ilk Havva :sıdır Önünde nebiler ganahkar olur, Bedbahtlar aşkıyla bahtiyar olur, Ayak bastığı yer çemenzar olur, Bu, ona hilkatin iltimasıdır lns a cin tapmada cemaline hep, Bir şair taparsa ne olur acep? Bendeki bu garip hallere sebep Elinin elimle bir temasıdır Bir seher vaktiydi daldım hayale; Rast geldim hazn ile giden leya/e, En sonra bildim ki beni bu hale Daşaren o şuhun tek iymasıdır Konmadı zalfüne gönül bilerek, Hayr.andır; uçmayı unutsa gerek, Düşmedim bu hale ben şimdiyedek Bu, başımın ilk ve son hummasıdır (Şaik) dehr içinde çok alem görda, Sevdiğinden az-çok bir sitem görda, Derse ki : Hep hicran, hep elem gördü Divane gönlünün iftirasıdır.

45


2.3.4

GURBET ACISI - Bu o acılardan ki

tadını tadan bilir /çimde bir acı var Dotunca sorsam aya; Gözaman atlamaya Ne çok ihtiyacı var. . . Bu iJyle bir sızı ki Vatandan bıkılmadan, Gurbete çıkılmadan Anlaşılmaz, bilinmez. . . O gurbetin kızı ki : Saçlannı ay örer; Ona ait sevgiler Kavuşmadan silinmez. . . Kavuşunca o kıza Duyduğum ayn/ığı, Ne hıyanet, ne ölüm, Ne saçı büklüm büklüm Bir bakışın ışığı Yakamaz, duyuramaz. Ne kadar anlatsam az Gurbet denen acıyı O gönüller anlar ki Gurbeti vatan bilir; Bu onulmaz sancıyı Gurbette tek başına Kalarak kana kana Candan ağlayan bilir. . .

46


2.3.5

KOŞMA A kız, dedikleri suna senmişin Bildikler bir tarla, eller bir türlü Bir yaraşmış sana, bir bezenmişin

O saçlar bir türlü, teller bir türlü! Nasıl nara yakmam kendi kendimi, El koynunda gördüm şehlevendimi, Hasnünü yad eder güzel dendi mi

O gözler bir türla, diller bir türlü Dağlarda güneşin battığı anda; Ateşler yıkanır iib-ı revanda; Çağlar galı gurbette, gahi vatanda Göz yaşı bir türlü, seller bir türlü Bir kucak bulmadım yarda, anada,· Hasretmiş dünyada kısmet bana da, Sorarım, ses verir sorduğum ada Şu dallar bir türlü, beller bir türlü Ayn/ık çok müşkül, yollar yorucu; Bu gurbete çıktı yolumun ucu, Burnuma geliyor ah burcu burcu Sa.nhüller bir türlü, güller bir türlü Yar ulu dalları, geç denizleri, Unutur gün gelir o

da bizleri,

Kapatır yollarda bütün izleri Yapraklar bir türlü, yeller bir türlü

47


2.3.6

MARAŞ TÜRKÜSÜ Uy Maraş, sılaya nice varayım? Açılmaz kapılar, çalup durayım, Anamı bulmadım, kimden sorayım? Uy Maraş, Marpş da bu nasıl Maraş ? Kara gözlerinde yaş, balnnda ataş. . . Maraş 'ın giJlleri ördektir, km.dır, Yaylası kar, Taştır; ovası yazdır, Çemende lfiledir, içimde közdar Yücel göklerim yücel, eğil dağ eğil; Ben bildiğim Maraş, bu Maraş değil. . . Maraş 'ı dolaştım bir uçtan uca, Kimseler sormadı: Ahvalin nice? Ne gündüZüm gündüz, ne gecem gece; Toprağı mezardır, suları seldir; Dost/an duşmandır, aşnası eldir. . . Maraş 'ın üstünden aştı turnalar, Gö1'lüme bir ataş düştü turnalar, Ben mi şaştım, yol mu şaştı turnalar? Bu kara göklerde aylar dolunmaz; Bu yolun ucunda Maraş bulunmaz. . . Maraş 'ı görünce yandım, yakıldım, Kan-yaş oldum, yüzden, gözden döküldüm Oda düşen bir saç gibi büküldüm; Ben bildiğim Maraş, bu Maraş mıdır? Maraş mıdır? Ataş mıdır? Taş mıdır?

48


2 .3.7

YARI ÇEKİLEN BAYRAK MANZARA Karanlıklar, bulutlar, işte mahşer mahşer olmuştur, Durur, ıekbir alır dağlar, döner göklerde kartallar; Gönaller hep boşalmıştır ve gözler kanla dolmuştur, Siyah bir zakkum açmış bir zamanlar yemyeşil dallar. . .

DESTAN Nerden baksak görünen bir dağıydın vatanın, Ne zaman seslensek, sen' bize çağlar gelirdin. . . Ne destanlar söylerdin, ne coşkun bir nehirdin, Bir yalın kılıcıydın Türk denen kahramanın, Yurdu kuşatan dağlar alnında çelengindir. . . Altında bir küheyltın gibi şahlanan dağlar, Gölgesi göklere vuran askerlerindir; Toplann konuştuğu yalnız zaferlerindir, Söyler gezer yankılar adını diyar diyar, Adın tarihi döğen bir umman, bir engindir. . . Serhat/erde açtığın bayraklar bizim için Öpap kokladığımız şen gaza galleridir, Savaş, baba mirası, atalar haneridir, Bastığımız her toprak şan saklar bizim için, Ruhumuzda her köşe hatıranla zengindir. . . Atlar şahlanmalıdır, yaslar saklanmalıdır, Sesime ses katmalı seller coşkunluğundan, Gökler haber alın bir kahraman vurulduğundan, Ordular bir meçhule doğru ayaklanmalıdır. Sancaklar düşsan öne, bu, senin son cengindir!. . .

49


YAS (*) DcJlcan yapraAınııı dallanm dlJkibı, Akın yaslı yaslı sulanm alan, Balcan boynunuzu bayraklar, bilktln Bir alınmaz kal'am vardı. yıkıldı Durmadan çalkanan bir kızıl deniz. Bir damla yaş gibi duru.yor sessiz, Yatan ufkundaki en gllı.el çeyiz, En şanlı sas, baktım yan çekildi. Kara haber: Tipi,· eser savru.lur, Bir yanardaA gibi içim kavrulur, Yatanın kederi bende yuğrulur, , Yas olup, yaş olup gözden dökalda. . . GiJkyay 'ım, der<i ik adını anar, Bir kararsız kuştur, dalına konar, Neresinde bilmez, bir yara kanar, Saran gitti, boyuncuAu balca/da. . .

(*) Manzara-Destan-Yas, bu llçll "Yarı Çekilen Bayrak" başlığıyla bir araya toplanacaktır, aslında da zaten böyledir, Ülldl'de yanlıılıkla ayn yerlerde çıkmııtır.

50


2.3.8

GURBET

Beni lwyup giden cefacı dilber, Koydulun yerlerde duramıyorum; Beni de alsaydın ne olur beraber, Derdimi kimse� veremiyorum. Çıksam şu dallann yUcelerine,

Eş olsam gurbetin gecekrine,

imrenir dururum nicelerine Bir ben mi murada eremiyorum ? Akşam olur, Jcuilar konar dallara, Susamış yıldızlar iner g"llere, GQzeller dizilir ince yollara, içlerinde seni glJremiyorum. . . Bir akar su görsem melil olurum, Ben bu dertten hasta olmam, tJlaram; Seni kaybettilim yerde bulurum, Durdulun yerlere varamıyorum. . . Bu gal yapralı mı, dudak delil mi? Ne diye /avnlmış, yazık delil mi? Sana giden yollar uz.ak delil mi? Korkumdan bir tarla soramıyorum. . . Balnmda lwç gibi dallar yatışır, GiJranmez dallarda kU1lar lJttqtır, Bir yerim var benim, yanar tutuşur, Bir yerim kanıyor saramıyorum. . .

Sl


2.3.9

BANA BİR SESLENEN VAR Adını kimseden, hiç işitmediğim, Bir yerlerden bana bir seslenen var. . . Senin bilmediğin, benim gitmediğim Bir yerlerden bana bir seslenen var. . . Dallannı eğip de tutamadığım, Hoş yemişlerinden tadamadığım, Gölgesi altında yatamadığım Ağaçlar içinden bana bir seslenen var. . . Bazı yakınlardan, bazı ıraklardan; Kimi meyvelerden, kimi yapraklardan,· Yoldan gelmişlerden, yola çıkacaklardan, Yolun kendisinden bana bir seslenen var. . . Bir kervana kiJle deseler satsalar, Geçen bulutlara su olsam katsalar, Beni benden alıp bırakıp gitseler Gidilmez yerlerden bir seslenen var. . . iklimler dışından, iklimler içinden, Varmışta yokmuştan ve Çin 'den Maçin 'den, Gelecek günlerin çoktan geçmişinden işte bir yerlerden bana bir seslenen var. . . ,,

52


2.3.10

BAYBURD TÜRKÜSÜ Sıla dedim, geldim, gurbete dfJ/tUm, Gurbetten de beter buldum Bayburd'u. Kavuşmak diledim, hasrete dQştilm, Ta bağnmda _tater buldum Bayburd'u. DlJne dlJne akan sulan vardı, Bana bana bakan sulan vardı, Yana yana akan sulan vardı, Baln yanık yatar buldum Bayburd'u. Ne bir filiz, ne bir umut yeşerir, Bir halın var, yarama klJz df4tlrUr, Balca baka kuru göztım 'Y"lanr, Derdi� dert katar buldum Bayburd'u Sılam bana ses vermiyor, kils mtıdar? Daldan data bir perişan ses midir? Tarka mildar, atıı nudır, yas mıdır? Son deminde, biter buldum Bayburd'u Gökyay 'ım der, geldilime peşiman, BIJyle m 'olur, hasretine kavuşan ? Gül dalında bülbfllleri perişan, Yanık yanık lJter buldum Bayburd 'u.

53


- Tarihten Akisler 2.3.11

BUDİN TÜRKÜSÜ Çıktım ytlcesine tariM baktım, Yoktur bir diyarda eşi Budin 'in,· Beni merak aldı, bir rakam d"1ctflm Tuna ile birdir ycqı Budin 'in Kızlan var, yosma yosma bakışır, Gal bedene ne geyseler yakışır, Kalciıl ile fesleğenler tokuşur, Gazellerle hoştur başı Budin 'in Bahçelerde elvan elvan galleri, Yaz gelince balballenir dallan, Bozbulanık coşkun akar selleri, El 'aman çığnşır kışı Budin 'in

ilham alır gönlam Tuna boyundan,

Yanık bağnm kanmak ister suyundan, Selam gelir paşasından, beyinden Bir tarla kurumaz yaşı Budin 'in

Bir ana var şu danyayı tutmuştur, Kajfar ile nice cenkler etmiştir, Budin bizim dizimizde yatmıştır, Gazi erenlerdir daşa Budin 'in Gökyay 'ım, tarihi serbeser geı.dim, Susmuş yankılan siJylettim, yaı.dım, Budin 'de aşina bir çehre seı.dim, Ne hoş Tarkçe /Jter kuşu Budin 'in.

54


2.3.12

BU VATAN

KiMtN?

Bu vatan, ıopratın icara balnnda Sıradallar gibi duranlanndır, Bir tarih boyunca onun ulrunda Kendini tarihe verenlerindir. . . TutU/up, kili olan ocaklanndan, Şahlanup kan akan ırmakJanndan, Hudutlarda gd bayraklanndan Alnına ışıldar vuranlanndır. . . Ardına bakmadan -yollara dUşen, Şimşek olup çakan, sel olup coşan, Huduttan huduta -yol bulup koşan, Cepheden cepheyi soranlanndır. . . ileri atılup sel/ercesine, GölsUnden vurulup tam ercesine, Bir gUI bahçesine girercesine, Şu icara toprala girenlerindir. . . Tarihin dilinden dUşmez bu destan, Nehirler gazidir, dallar kahraman, Her taşı bir yakut olan bu vatan Can verme sırnna erenlerindir. . . Gökyay 'ım ne desen ziyade delil, Bu sevgi bir kuru ifade delil, Sencileyin hasmı rayada delil, Topun namlusundan görenlerindir. . .

55


2.3.13

KONSERVATUVAR MARŞI

Şahlanup şu dağlann köpüren sulanndan, Tutuşan gönüllere ses verdik zaman zaman; Çalkanır içimizde ufka çarpan bir umman, ilham olur çağıldar ıarkımlı.da bu vatan. . . Yatan, senden alıp da sana verdik armağan Suyundan. toprağından, göğtınden, bayrağından. . . Kuşların har göklerde, konuştuk dillerinden, Görünmez ağaçlann ses verdik dallarından, Seslerden kanatlara geçtik de illerinden, Bahar aldık, renk aldık vatanın güllerinden, Yatan senden alıp da sana verdik armağan, Suyundan, toprağından, göğünden, bayrağından. . .

56


2.3.14

YALNIZLIGIN TARİFİ Yalnızdır orman, baksan ağaçlar çok çok, -Şehir de böyleydi gittiğin ak.şam?Ben bunu hangi dilde, nasıl anlatsam ? Hani derler ya, dille tarif kabil değil; Nehirler çağıl çağıl, sular melil meli/, lçim bir yer-altı nehri, ıssız mı ıssız. . . Rüı.gdrlarla, kuşlarla hep haşir-neşir, Ulu, kara selviler neler söylerler? Altında yalanlarsa yalnız mı yalnız. . . Dalda son yaprak gibi bomboştur iklim, Etraftaysa takvimler dolusu mevsim; Bunca resmin içinde yapyalnız resim,· Silinmiş haritası fani dünyanın, Kalakalmış Ustande bir kuru isim. . . Kervan gibi dalgalar, katar katardır, Üstande yıldızlardan bir mahşer vardır, Gülap söyleyenler de hep yolculardır, Denizlerde yine de yalnızdır gemi. . . Mektubun yok, yolcun yok, gidecek de yok Mademki gelecek de Ne diye demir/edin karşımda ey gemi ?

51


2.3.15

KARMAKARIŞIK Yerlerden glJklere ağlar germişim, Su akan yıldızlar benim, benim, benim! Dizinin dibine postu sermişim, Galer de galer canım, canım, canım! Yapraklar, çiçekler, meyveler dalı, Gözlerin, dillerin m/Jjdekr dolu, Ben de kendimi kapmış lwyvermişim, Başım duman , duman; içim inim, inim! Yollara düşmilşUm, elsiz, ayaksız; Tarktıler davntışam, slJzstlz, duraksız; Sesini almışım, sazımı kırmışım, Tel.den uçtu gider anam, anam, anam! SeUJm şu batnma çarpan yankıya, Elveda Neden 'e, vedd Çanlca 'ye. Bir masala giden yolda durmuşum, Sana çevrilmiş yönilm, yönilm, yönüm! Aleşe vermişim dört bir mevsimi, Tek yaprata indirmişim takvimi, Gece olmuş seni düşte görmJJşam, ille geçmiyor ganam, ganam, ganam! Bahtım beni almış, çekmiş giJtUrmüş, Ceylanlar dolusu yere getirmiş, Sana nişan almışım, kendimi vurmuşum; Akar da akar, kanım, kanım, kanım! Sesler döner yoldan; DiJ.nilm, danam, danam! Sesler düşer yollara: Sonum, sonum, sonum! 'Zehir mi, bal mıdır, bir şey karmışım, Yemesi güç a benim, benim, benim!

58


ÇA(°;RI

2.3.16

Bre lcoç yiğitler, bre kocalar, Bir destan siJyleyim, divan kurulsun! BlJylesi destam almaz heceler, Meydan sazlanna meydan verilsin!

Her yandan toplaşup biz bize geltıp, Dağlar taşlar ile avaza geltıp Vurdukça tellerden yalaza gel/Jp Parpar parlamayan teller /ani.sın! Ka11ıya çıkılsın batan illerde, Bir daha anılsın adı dillerde Ha geldi, ha gelecek diye yollarda Toz-duman içinden hep o giJriJlstın!

·

Şavkı vursun bize yanarcasına, DönsUn, zaferlerden dtJnercesine Yediden yetmişe askercesine Ayağa kallalup sel4m durulsun! Sıynlsın kılıçlar yıllık pasından, Şılasın sancaklar gtın ortasından, Vazgeçsin gtJnUller sonsuz yasından, Onun gUnUndeki eyyam sUrUlsUn! Ben de bozup bahtım ile ahdımı, Kırk yıl gerilere sUrdtım atımı; Öltımle aramız bir ok atımı, Asılın yaylara bahtım dirilsin! Dolular içtıp de hasret tasından, EsrUm14 yatarken devran klJsUnden GiJkyay 'ım uyanup şenlik sesinden, Korkulu düşlerin hayra yorulsun!

59


2.3.17

HEY NE ŞİRİNDİR BU DÜNYA

Hey ne şirindir bu danya Nice yilit yıkar, kendi yenilmez; Binmeyi gör bir kez bu huysuz taya Alır gider seni. geri dönillmez. Uçardan ileri yilrlır bu dilnya. Bu keklik sekişli, gill avazlıymış. Şu ala gözlfJymQ/, saz benizliymiş, Gill-alma yanaklı, al kirazlıymış Demez, çeker yayı, oku. yanılmaz Ta can evimiwen vurur bu dilnya. Dışımız gilndiJnda, içler kapanık, GiJnill o yana, ytız bu yiJne dt.Jnak, Bir kervandır giJçtak, adımız konuk Konula alulu şerbet sunulmaz, Hey nemene sanki, bu sarhoş dilnya. Vaktinde biz de bir iş işleridilk Yemişler devşirlır, kıiŞ kuşla�dilk, Bengi su içmı"şçe düş düşleridilk Noldu ya ? Birinin adı anılmaz. Ne dolu bu dilnya, ne boş bu danya ?. GiJlcyay 'ım der, kara yazı, ak yazı, Taktır bal al1Jndan şu zıkkım slJZil, Çalmamak Ustilndilr, biJyk bir sazı, Üst perdeden alt perdeye inilmez Şirin mi şirindir, bu kahbe danya.

60


2.3.18

AGIT

-

DESTAN

Bir ağıt söyleyim dağlar dilinden Dumlu 'dan tftn 'ya an gitsin gelsin . . . Destanlar duyulsun tarih yolundan O günden dünlere şan gitsin, gelsin! Çeksin lcaheylanın atlasın, binsin, Al yelelerinde yankılar dönsün, Afyon 'dan 1zmir 'e ordular insin, Süngü uçlannda can gitsin, gelsin! Neymiş yanm? Sancak çekilsin uca, Şılasın giJklerde yüceden yllce, Sormak lazum değil, halımız nice, Yanan yüreklerden kan gitsin, gelsin! Sen ey yayda bir ok gibi kurulu, Bir ok değdi, düştün yere yaralı! DiJrt yanında ak mermerler örtülü, Sars devir bun/an, sin gitsin, gelsin! Gökyay 'ım neylesin, ıssız çağlarda ? Bir ağlar, bir güler, durmaz kararda, Bir başka dağ gibi sen dur dağlarda, Akşamdan sabaha gün gitsin, gelsin!

61


·

N'ETSEM

YOLU YOK - Behçet Kemal Çağlar'a

Gece-gandUz, dağlar ile, taşlar ile Döğllnartım, dtJğanaram: Df4te görsem, g<Jz.lerimde yaşlar ile Uyanınm, uyanınm . • .

Kimi olur, ica r tıstande resmin ile, Kimi olur, kitaplarda ismin ile, Yalnızlıktan dostun ile, hasmın ile Avunurum, avunurum. � .

Yıllar dôner, gine gine bayram olur, Bu bayramlar, nidem, bana haram olur, içerimde göz. gtJz. olmuş yaram olur, Devinirim, devinirim. . . Başımda bir icara bulut, icara duman, Yelim yaman, yolum yaman, halım yaman·, Engara 'nan yollan da verse aman, Ak mermere dayanınm. . . Kalk eylesem, yola dtışsem, sana varsam, Kapındaki niJbetçiye selam versem, 'Kemal ' dese umursuzca, adın sorsam, Yerinirim, yerinirim. . . Ben yolumca gider iken bora çıksa, ZAman beni tutup çalup yere yıksa, Yedi yerden yumurlanup yağı çoksa Adın ile savunurum. . .

62

-


2.3.20

-

İSTİKLAL SAVAŞI DE.WANINDAN

-

19 Mayıs 1919

Mustafa Kemal Paşa'mn Samsun'a Çıkışı

Bir gemi açılır engine, Bu tek gemi, bu kaçak tekne Bir yenilmez donanma heybetinde Tek başına yarar Karadeniz 'i. . . içinde bir asker var, bin asker gibi; Bir kılıç var belinde, gUcU bin kılıç. . . Bir ordu gibi çıkar o tek asker Samsun 'a. . . Kuşanır bir kılıç gibi Anadolu 'yu, Anadolu kuşanır onu bir kılıç gibi, Erzurum yaylasında bir şafak söker, Bir bayrağın dinç kızıllığı vurur Yurdun UstUne.

63


2.3.21

ADRES ı.

Çoktandır kendimden haber alamadım, Gecenin bir vakii zincirden boşandım, Uyurla uyanık bir mektup dlJşendim, Eleğimsağma renkli, karalı-aklı; Baş yanı hal-hatır, sonu firaklı. . . Umduğum yerlere baktım bulamadım; Neyleyim, nideyim, hiç bilemedim, Mektup öyle kalaka.ldı elimde Adresim kayıp.

n.

Sapını ağzıma soktuğum kaşıkta ? Önüme kalece dikilen eşikle ? Mavi boncukların sonsuz dünyasında Tatlı ninnilerle sallanan beşikte? Yok!! Anam, rahmetli, Heltil, ak sütüne katmış olmalı. Belki de ipi kopmuş büyük bir uçurtmada Gözden kaybolup Kaf Dağını aşmıştır; Samanyolunda bir yıldıza düşmüştür. . . Neresine ? Hangisine ? Kim bilsin ?! Küçük aklım durup durup şaşmıştır : Göklerde bir yerde yitmiş olmalı. Olana ağlamayıp, olmayana gülüp, Turna katarlannda beraber olup; Bir göçmen kuş onu , Kervan göçmez, kuş konmaz yollarda bulup Bir yalnız, bir kuru ağaç dalında Bir telgraf telinde Boşluklara karşı ötmüş olmalı . . . 64


Dilekler, hayaller, düşler kaynaşan mahşerde, Kavak yellerinin estiği gtınlerde, RQzglirlar savurup atmış olmalı! Bir vefalı dost, bir yeminli sevgili, Dört gijz.le beklenen yavlmamış mektupta Adressiı., pulsuı., boş bir ı:tıef Ilı.erinde Adımla birlikte unutmuş olmalı! Dil-bilmez illerde Türkçeye hasret, Ne yana çevrilse o yam gurbet; Yabancı kuşlardan umarak medet, Başını alup, Ormanlarla, dallarla, çöllerle; Deli poyraz/arla, karayellerle; Nereye çıkacalı bilinmeyen yollarla; Hartcılarda kaybolup gitmiş göllerle; Sakarya/arla, Tuna/arla, Nillerle; Nice adsız sularla arkadaş olup -Konuşa konuşa kendi kendiyle­ Vara vara bir renksiz. denize dalup, Bir akşam vakti dolup, boşalup Batan güneşle birlikte batmış olmalı! Bir yolculuk biter, başlar bir yolculuk, Bir sessiz göç olur; Gelmiş-geçmiş durur, bir ıssız hiç olur; Karanlılı artıran kandiller yanar, Dualar ortasındp ışıklar söner, Büsbiltiln; Konuşmak güç olur, s�malc gaç olur. . . Bir iç yangınından haber vermeye, Bir yerlerden gelir bir buhurdan iner, Demek bu buhurdanda tamıaş olmalı. 6S


Glllen resimdeki aıgan bakışta nu? Gözden ılgıt ılgıt inen yaşta mı ? Yaı.tla l7U ? Gazde mi ? Ya da kışta mı ? Yazısı silinmiş bir devrik taşta mı ? Alt-ilst ettim hep, diirt bir yanı alt:-Ust Gören yok! Bilen yok! Duyan yok! Yok işte yok! Besbelli, danyadan Adres bırakmadan gitmiş o'1!ıalı.

66


2.4

MAKALELERİ

:

1925-26

O.Ş. Gökyay "Aya Mektuplar" başlığı altında çıkan aşağıdaki " Gönül Kızı" takma adını kullanmıştır.

yazılarında 1.

"Zavallı Ay" .

Çağlayan,

1/ 1

(20 Teşrinievvel,

1341 /1925), 5 . 2.

"Çağlayan Kenarında" .

3.

"Aforoz".

ÇaAtayan,

I/2 (1 Teşrinisani,

1341/ 1925) , 10-1 1 . 1 2-13. 4.

Çağlayan

"Ayrılık Çeşmesi" .

113 (15 Teşrinisani, 1 341/1925) ,

,

Çağlayan

I/4 ( 1 K4nunuevvel,

1341/1925), 10- 1 1 .

"Haset ve Şüphe Çoculdanna. . . Çağlayan 1/5 (15 Kanu­ nuevvel, 1 341/1925), 6-7. 6. "Gönül Diyarı " . Çağlayan 1/6 (1 Kanunusani,

5.

1342/1926), 8-9 . 7.

''Öldüğüm Gece' ' .

Çağlayan I/7 ( 15 Kanunusani, 1926),

8-9. 8.

9. 10. 1ı. 12. 13.

Gece" . Çağlayan 1/8 (1 Şubat, 1926), 8-9. "Tufan Gecesi" , Çağlayan 1/9 (15 Şubat, 1926) , 8-9. "Kuruyan Gönül" . Çağlayan 1/10 (1 Mart, 1926) , 4-5. "Şehit Kızı" . Çağlayan 1/1 1 ( 1 5 Mart, 1926), 4-5. "Seher Vaktinde" . Çağlayan I/12 (1 Nisan, 1926), 4-5. "Ruhumda Kasırga" . Çağlayan 1/1 3 (15 Nisan, 1926), "Dün

8-9. 14.

"Ferman Okunurken" .

Çağlayan I/ 14 (1 Mayıs,

1926),

4-5. 15.

"Onun YadigArlan" .

Çağlayan 1/15 (15

Mayıs, 1926),

10-1 ı . 67


1946-47

16.

"Bitmeyen Mevsim". Galatasaray, (Yıllık, 1946-47). Bu yazı aynca Dolu, VD/76-81 (13 Mart-Ağustos, 1949), 1920' de yayımlandı.

17 .

"Fetih Yıldönümünde İstanbul'u Arıyorum" . Galatasa­ ray, 112 (Mayıs, 1947), 1-2. 1948

18. 19.

"Merak". Galatasaray, 115 (Ocak, 1948), 2-3-7. "Bir İncelemeye Giriş". Galatasaray, 1/6 (Şubat, 1 948), 5, 24.

20.

"Bir İncelemeye Giriş" . Galatasaray, 1117� (Mart-Nan, 1948), 12-13, 14.

2 1.

" Kubbedeki Hoş Sadalar" . Galatanaray, 1118-9 (Kasım­ Aralık, 1948), 1 .

1949-50

22. "Okumaktan Şiklyet". Galatasaray, Ill/ 15 (Aralık, 1950), 13, 18. 23. "Cumartesi" . Galatasaray (Yıllık, 1949-1950). 24. "İki Mektup". Galat.aray, VI/18 (Ocak, 1952), 10. İnceleme ve. Eleştiriler 1934

1.

"Benderli Cesari" .

Orhun, 3 (İkincikinun, 1934), 72-76. 1935

2. 3.

68

"Divan Edebiyatında Ta.wirler, Şitaiye". Çığır, 27 (Mart, 1935), 12. "Türk Edebiyatında Akrostiş". Ülkü, Vf27 (Mayıs, 1935), 1 86-1 88.


4.

"Destan-ı Ahmet Harami". Tlrldylt Mecmuası, V (1935), 345.

5.

"Oğuzlara Dair". Ülkü, Vll/3 8 (Nisan, 1936), 148-155. (Eleştiri) Aynca bkz. DBG, 1 1-19.

6.

"Tuhfet-ül-Mahduın" . Ölkü, VIIl/48 (Şubat, 1937), 427430. "Codex Cumanicus" . Oodı, IX/5 1 (Mayıs, 1937), 236239. "Kul Ata Mesnevisi". Ülkil, IX/53 (Temmuz , 1937), 342348.

1936

1937

7. 8.

1938

9. 10.

''Kahramanlık Edebiyab''. Çılır, 61-62 (Şubat, 1938), 20.

12.

"Türk Edebiyatında Alliteras)'on'a Ait Notlar". Oluş, U8 / (19 Şubat, 1939), 121 . "Tepegöz Efsanesine Dair" . Oluş, 1/15 (9 Nisan, 1939), 23 1 . "Bir Hata ve Sevap Cetveli" . Oluş, 1/19 (7 Mayıs, 1939), 296. Aynca bkz. DBG , 20-25. (Eleştiri). "Bir Kemküm". Oluş, U2l (Mayıs, 1939), 325-329. Aynca bkz. DBG, 26-34. (Eleştiri).

"Ludwig Fekete : Palatin Nikolaus Esterhazy'nin Arşivindeki Türkçe Yazıları" . Ülkü, XI/63 (Mayıs, 1938), 283-287. (Kitap Tanıtımı). 1 1. "John Kingsley Birge, The Bektaschi Order o f Dervis­ hes". Ülkü, XI/65 (Temmuz, 1938), 477. (Kitap Tanıtımı). 1939

13. 14. 15.

1944

16.

"Leyla ile Mecnun". Yücel, XVIl/99 (Temmuz, 1944), 82.

69


1946

17.

"Bu da Divan Edebiyatı Beyanıııdadır" . Yücel, 112 (Şubat, 1946), 1 86-193. Aynca bkz. DBG 35-44. (Eleştiri). .

1947

"Dilimizin İfade Zenginliği". Galatasaray Dergisi, 1/1 (Mart, 1947), 5. 19. "Tiyatromuza Ait Notlar". Galatasaray Dergisi, 1/3 (Ekim, 1947). 8. 20. "Şehname ve Türkçe Tercümeleri" . Yücel, 4 (Nisan, 1950), 61-63. Aynca bkz. DBG. 45-49: (Eleştiri).

18.

1955

21.

"Katip Çelebi". İslAm Ansiklopedisi, VI (1955), 432-438. 1957

22. 23. 24.

"Katip Çelebi, Şahsiyeti" . Bllgi, Xl/128 (Kasun, 1957), 3. 1963 "Tana Kaldık" . TD, XIIl/ 145 (1 Ekim, 1963), 14-18. (Eleştiri). "Eski Nesirden Örnekler" . TD, XIIl/ 147 (Aralık, 1963), 156-159. . 1964

25.

26. 27. 28. 29.

70

"Eski-harfli Türkçe Süreli Yayınlar Toplu Kataloğu (Milli Kütüphane)" . TD, XIIl/150 (Mart, 1964), 376-377. (Tanıtma yazısı). "Şeyhi'nin Husrev ü Şirin'i Üzerine" . Çağrı, VIIIn4 (Mart, 1964), 2-8. Aynca bkz. DBG, 50-54. (Eleştiri). "Çöp ve Mertek". Çağrı, VIII/75 (Nisan, 1964), 1 1 . Aynca bkz. DBG, 55-56. (Eleştiri). "Divanları Okurken" . .Çağrı, VIIl/77 (Haziran, 1964), 4. Aynca bkz. DBG, 57-63. (Eleştiri). "Bir kelime Üzerine Açıklama". Hisar, 12 (Aralık, 1964), 21 .


1965

30. 31. 32. 33.

"Yarence" . TD, XIV/160 (Ocak, 1965), 348-350. Aynca. bkz. DBG, 64-67. (Eleştiri). "Çağrışımlar ve Ötesi". Çağrı, 0087 (Nisan, 1965), 24. Aynca bkz. DBG, 68-74. (Eleştiri). "Virgül Meselesi". ÇaAn, IX/89 (Haziran, 1965), 3-5. Aynca bkz. DBG, 75-78. (Eleştiri). ''Türkçe Üzerine Konuşmak Yetkisi ve Sim-giimüş' ' . TD, XIV/167 (Ağustos, 1965), 719-726. Aynca bkz. DBG, 104-112.

34.

"Savatlı Sim-gümüş" . TD, XV/169 (Ekim, 1965), 6-16. Aynca bkz. DBG, 1 1 3-125. 1966

35. 36.

"Evliya Çelebi Seyahatnamesinde : Bir Sultanın Gerdek Gecesi" . TD, XV/173 (Şubat, 1966), 342-351 . "Nicesi Kahramanlıklar" . TD, XVl/181 (Ekim, 1966) ,

14-23. 37. 38.

"Şiir Dili Üzerine". Konuşmalar, Haz: Ali Püsküllüoğlu, (Ankara, 1966), 26-33. "Fuzuli'de Şiir" . Çaba, 6 (Nisan, 1966), 4-8. 1968

39.

"Dede Korkut Hikayeleri ve Önemi" . TD, XIX/207 (Aralık, 1968), 425-435. 1969

40.

41.

..Şehzadelerin Sünnet Düğünü". Türk Kadını, IV/37 (Haziran, 1969), 24-26. .. Han-name" . Necati Lugal Armağanı, (Ankara, 1969) ,

275-327.

1970

42.

"Sırça Köşk" . TD, XXI/220 (Ocak, 1970), 285-290. Aynca bkz. DBG, 126-131 .

71


43. 44.

"Hüt Dağı ve Karga Üzerine Yarenlik". FoWor, UI012 (Şubat-Nisan, 1970), 28-30. "Gazali (Deli Birader) I". TD, XXl/222 (Mart, 1970),

449-460. 45. 46.

"Gazali (Deli Birader) Il".

TD, XXll/223 (Nisan, 1970),

18-3 1 .

"Beşik Uleması " . TD, XXIl/224 (Mayıs, 1970), 94-109. Aynca bkz. l,)BG, 1 32-149. (Eleştiri). 1971

47. 48.

"Anlamak Üzerine" . TD, XXV/243 (Aralık,

1971), 169-

173. Aynca bkz. DBG, 150-155. (Eleştiri). "Dede Korkut Destanlarında İsl8mi Unsurlar" Tiir� J>i1J Araştırmalan Yılbğı Belleten 1971, (1971), 61-82. 1972

49. 50.

51. 52. 53.

"Hümayun Müzesi" . TD, XXV/244 (Ocak, 1972), 240244. Aynca bkz. DBG, 156-161 . (Eleştiri). "Kolay, Yine de Güç" . (Ahmet Rasim: Şehir Mektuplan, Sadeleştiren: Ahmet Kabaklı), TD, XXVl/247-248 (Nisan­ Mayıs, 1972), 15-18 ve 103-106. Aynca bkz. DBG, 162170. (Eleştiri). "Körün Bellediği Değnek: Neden, Nedeniyle, Neden Ol­ mak". TD, XXVl/252 (Eylül, 1972), 473-475. A:)1nc.a bkz. DBG, 171-174. (Eleştiri). "Divanu Liigati't-Türk ve Alp Ertunga" . TD, XXVIl/253 (Ekim, 1972), 56-59. "Tüm, Bütün ve Katkı Üzerine". TD, XXVll/255 (Aralık, 1972), 241-245. Aynca bkz. DBG, 175-179. (Eleştiri). 1973

54.

"Türkçede Gezi Kitapları". TD, (Gezi Özel Sayısı),

55.

XVIl/258 (Mart, 1973), 457-494. "Necati Bey Divanı" . TD, XXVIIl/263 (Ağustos, 1973), 289-295. Ayrıca bkz. DBG, 180-187. (Eleştiri).

n


1974

56.

"Veysel, Şiirleri ve Yaptığı". DA, XV/296 (Mart, 1974),

6900 .

57.

"Ortaçağda Türk ve Moğol Şamanizmi (John Andrew Boyle'den çeviri)" . TFA, XV/297 (Nisan, 1974), 694169SO.

58.

"Zaifi".

59.

"At Üzerine" . Uluslararası Türk Folklor Semineri I, Ankara, 1974), 74-78.

60.

"Tanzimat Dönemine Değin Mektup' '. TD, (Mektup Özel Sayısı), XXX/274 (Temmuz, 1974), 17-23.

TD, (Mektup Özel Sayısı), XXX/274 (Tenunuz, 1974), 39-43.

1975

61.

"Kebikeç Duası" . TD , XXXl/280 (Ocak, 1975), 9-16. Aynca bkz. DBG, 196-205. (Eleştiri).

62.

"Dedem Korkut Kitabının İngilizce Çevirileri". TFA, XVl/3 14 (Eylül, 197S), 7413-7417. Aynca bicz. DBG, 210-217. (Eleştiri).

63.

"Güçlük Nerede?". TD, XXXIl/291 (Aralık, 1975), 7077 10. Aynca bkz. DBG, 206-209. (Eleştiri).

64.

"Türk Çalgıları Üzerine' ' . Musiki Mecmuası, XXVDI/ 3 1 3 (Kasım, 1975), 5-12. 1976

65 .

"Beklenmedik Kaynaklarda Folklor" . I. Uluslararası Türk Folklor Bildirileri, I. Cilt: Genel Konular (Ankara, 1976), 1 19-125.

66.

••Birkaç Deyim Üzerine" D"AY, 1975 (Ankara, 1976), 67-74.

67.

"Unutulmuş Bir Ek mi?". Türk Dili Araştırmalan YllJılı Belleten 1975-76 (1976), 1 83-185. 73


68 . 69. 70.

71 . 72 . 73. 74. 15. 76. 77.

"Bir Sözlük Üzerine" . Hisar , 147 (Mart, 1976), 2�22. Aynca bkz. DBG, 224-229. • •Miratü'l-Hataya. TD, XXXIW293 (Şubat, 1976), 6872. Aynca blcz. DBG, 2 1 8-223 . (Eleştiri). . "Kumsal I''. (Günümüz Türkçe'sine çevrilen Mustafa Ali'nin Kitabı) , TD, X:XXIV/297 (Haziran, 1976), 415421 . Ayrıca blcz. DBG, 235-241. (Eleştiri) . "Kumsal Il". ID, XXXIV/298-299 (Ağustos, 1976), 318325 . Ayrıca blcz. DBG, 241-250. (Eleştiri). "Aşık Çelebi Tezkiresi" . İstanbul Üniversitesi, Eckbi­ yat Fakültesi Tarih Dergisi, 30 (1976), 39-48. "Risale-i Mimariyye" . İ.H. Uzunçarşıb Armalam, (Ankara, 1976), 1 13-215. · ·n. Sultan Osman'ın Şehadeti" . Atsız Armağanı, (İstanbul, 1976), 187-256. "Kenzü'l-Kübera ve Mahakkü'l-Ulema r•. Çevren, Yıl 4, Sayı 9 (Mart, 1976), 37-5 1 . "Kenzü'l-Kübera ve Mahakkii 'l-Ulema Il" . Çevren, Yıl 4, Sayı 10 (Haziran, 1976), 43-79. "Ekler (l. Kenzü'l-Kübera ve Mahakkü'l-Ulema'mn Necmüddin Razi'nin Basma Mirsadü 'l-ibad ' ıyla Karşılaştırılması, Il. Düzeltmeler . Çevren, Yıl 4, Sayı 1 1 (Eylül, 1976), 1 73- 175. "Yanlış Bizde mi Şairde mi?" . Hisar, 148 (Nisan, 1976), 9-10. Ayrıca bkz. DBG, 23�233. ...

78.

1977

70. 80.

81 .

74

"Hafızların. Hanendelerin, Guyendelerin Hallerini An­ latır" . Musiki Mecmuası, 327 (Ocak, 1977), 9- 1 1 . "Bir Fetva da Bizden" . Hisar, 158 (Şubat, 1977), 8-10. Nesil, 117 (1 Nisan, 1977), 14- 17'de yayımlandı. Aynca bkz. DBG, 262-266. (Eleştiri). "Sevinç I". MilD Kültür, 111 (Ocak, 1977), 31-32. Aynca bkz . DBG, 251 -255. (Tanıtma-Eleştiri)


82. 83.

"Sevinç ll ' ' . Millt Kültür, 1/2 (Şubat, 1977), 8-12. Aynca bkz. DBG, 255-261 . (Tanıtına-Eleştiri) "Tılsımlı Gömlekler". TFAY, 1976 (1977), 93- 1 12. Bu yazı Magazin Türk Hava Yolları, 45 (Ocak, 1987) , 2426. İngilizcesi 28-29 ve Gergedan, 14 (Nisan, 1988), 7079'da tekrar yayımlanmıştır.

1978 84.

85. 86.

87. 88.

89. 90. 91 . 92. 93.

"Hayati-zade Mustafa Feyzi Efendi". Yabani Bitkiler Sözlüğü. Türk Dili Araştırmalan Yıllığı - Belleten, 1977 (1978), 433-440. Aynca 6kz. DBG, 1 88-195 "Bir Başkası" adı altında. "Burhan-ı Katı Çevirisinin Türkçe Açısından Önemi' ' . Ömer Asım Aksoy ArınaAanı (Ankara, 1978), 125-1 36. "Kitaplarda Neler Var? V. Şaşılacak Başka Bir Oyun". Hisar, 251 (176) (Ağustos, 1978), 8-10. "Kitaplarda Neler Var? 1. Hadikatü'l-Hakayık fi Tekmileti'ş-Şakayıkn. Hisar, 160 (244) (Ocak, 1978), s.-&. "Biz Ne Düşü Görüyoruz? . . . (Yahya Kemal'in yay.ımla­ nan kitapları), TD, XXXVIl/317 (Şubat, 1978), 10.8- 1 1 5 . Aynca bkz. DBG, 267-275 . "Kitaplarda Neler Var? II. Bir Barış Görüşmest�. Hisar, 173 (248) (Mayıs, 1978) , 7-9. "Kitaplarda Neler Var? ill . Derviş Portreleri" . Hisar, 174 (249) (Haziran, 1978), 8-1 1 . "Kitaplarda Neler Var? iV. Bir Hokkabazlık Gösterisi" . Hisar, 250 ( 175) (Temmuz, 1978), 8-10. "Kitabu İlmi'n-nafi fi Tahsil-i Sarf u Nahv-i Türki". Ulu­ sal Kültür, 2 (Ekim, 1978), 172-182. "Kitaplarda Neler Var? V. Osmanlı Türklerinin Rumeli Yakasına İlk Geçişi" . Hisar. 254 (179) (Kasım, 1978), 13-15.

93a.

"Katip Çelebi" The Encyclopaedia of lslam. New Edi­ tion, VI (1978), 760-762 . 75


1979 94.

95. 96.

97. 98. 99.

100. 101 . 102.

"Şair Bili Gençliginde Saraç Çıraklığı Yaptı mı? " . Jour­

nal of Turkish Studies, in Memorlum Ali Nihat Tar­

lan, yayınlayanlar: Şinasi Tekin - Gönül, A. Tekin (1979), 125- 133. "B�r Dostun Ardından : Cahit Öztelli" . TFA, XVlll/355 (Şubat, 1979-85), 64-65 . "Şeyh Bedrüddin'in Babası Kadı mıydı?. Çevren, Yıl 6, Sayı 3 (Eylül, 1979), 19-25. Bu makaJe TT, 2 (Şubat, 1984), 16-1 8'de tekrar yayımlandı. "Bey Böyrek Üzerine" . TF, 2 (Eylül, 1979), 3 . "Bir Deyimin Ardından" . TFA, XIX/363 (Ekim, 1979), 8785-8787. "Kamaniçe Muhafızlarının Çektiği" . İstanbul Üniversi­ tesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Dergisi, (Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı Armağanı), 32 (Mart, 1979), 28 1-300. "Kitaplarda Neler Var? VI. Tuhfe-i Hattatin I . " . Hisar, 258 (Nisan, 1 979), 7-9. "Kitaplarda Neler Var? VI. Tuhfe-i Hattatin Il " . Hisar, 259 (Mayıs, 1979), 9-1 1 . "Kitaplarda Neler Var? VIl. Kethüdazade Menfilcıbı" . Hi­ sar, 265 (Aralık, 1979), 10-1 1 . 1980

"Emek-Yemez Baba" . TF , 8 (Mart, 1980), 3 . "Kaygusuz Abdal ve Sımatiyeleri r · . TF, 13 (Ağustos, 1980) , 3-5 . 105. "Kaygusuz Abdal ve Simatiyeleri II" . TF, 14 (Eylül, 1980), 3-6. 106. "Kitaplarda Neler Var? VIll. Kitab-ı Bahriye I". Hisar, 269 (Nisan, 1980), 13-14. 107. "Kitaplarda Neler Var? Vill . Kitab-ı Bahriye Il " . Hisar, 270 (Mayıs, 1 980), 24-25 . 108. "Ticü't-Tevirih'ten'' . Hisar, 274 (Eylül, 1980), 9- 14.

103 . 104.

76


109. 1 10 .

"Söylemesi Bizden". Hisar, 277 (Aralık, 1980), 3:.9, Aynca bkz. DBG, 289-300. (Eleştiri) "Mizanü'l-hakk fi İhtiyari'l-ahakk" . Hisar, 267 (Şubat, 1980), 12-13. 1981

111.

1 12 .

1 13 .

1 14.

1 1 5.

1 16.

1 17. 1 1 8. 1 1 9. 120.

"Gecikmiş Bir Karşılık". TF, 24 (Temmuz, 198 1), 4-8 . Aynca bkz. DBG, 293-300 : • •şaplak I. Gecikmiş Bir Karşılık' ' adı altında. (Eleştiri). "Gecikmiş Bir Karşılık Il. Söz Sırası Bende". TF, 25 (Ağustos, 1 981), 7-1 1 . Ayrıca bkz. DBG, 301 -308 : "Şaplak Il. Söz Sırası Bende" adı altında. (Eleştiri). "Gecikmiş Bir Karşılık Ill. Kimin Devleti Tepti" . TF, 26 (Eylül, 1981), 9- 1 1 . Aynca bkz. DBG, 309-3 16. "Şaplak m . Kimin Devleti Tepti" adı altında. (Eleştiri) "Kazan Beyin Ocağı". TF, 27 (Ekim, 1981), 4-6. Aynca bkz. DBG, 3 17-321 : "Şaplak IV. Kazan Beyin Ocağı" adı altında. (Eleştiri). "Savunmaya Gerek Yoksa da" . TF, 28 (Kasım, 198 1), 3-5 . Aynca bkz. DBG, 322-327 : "Şaplak V. Savunmaya Gerek Yoksa da" adı altında. (Eleştiri). "Konuşan Dilsiz" . TF, 29 (Aralık. 1981), 3-5. Aync.a bkz. DBG, 328-332 : "Şaplak VI. Konuşan Dilsiz" adı altında. (Eleştiri). "Halk Dilinde Ölçü Birimleri" . TFA, 1981 /1 (198 1), 4158. "Klasik Türk Edebiyatı". Gösteri, 12 (Kasım, 1981), 4749. "Dedem Korkut'un Kitabı Üzerine" . TF, 23 (Haziran, 1981), 3-4. ' 'Kitabiyat : Prof. Dr. Neşet Çağatay, Mustafa Nuri Paşa, Natayicü'l-vukuat, cilt 1-ll, Türk Tarih Kurumu Yayınlan, xxn. diZi, sayı 1 (Ankara, 1979)" . İstanbul Üniversi77


121 .

tesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Emtitiisü Dergisi, 197980, 10-1 1 (198 1), 433-442 . Aynca bkz. DBG, 276-288 ''Kağıt Ziyanlığı'' adı ile. (Eleştiri). "Türkçede 'Mal' ve 'Mer Eki Üzerine" . Türk Dili Araştırmaları Yillığı, Belleten, 1978-79 (1981), 23-32. 1982

122. 123. 124. 125. 126. 127.

"Şaplak VIl. Küdam Galatat Tashih Mikünem?" DBG, 333-338 . (Eleştiri) . "Şaplak VIlI. Yanlış Bereketi". DBG, 339-344 . (Eleştiri). ..Şaplak IX. Tükenmez" . DBG, 345-35 1 . (Eleştiri). , "Şaplak X. Daha, Daha . . . ; . DBG, 352-356. (Eleştiri) . "Şaplak XI. Yanlışlara Elveda". DBG, 357-360. (Eleştiri). "Deyimler Üzerine". TF, 31 (Şubat, 1982), 8-10. Bu yazı Erciyes, 4/47 (Ocak, 1982), l l - 13 te tekrar yayımlan­ mıştır. Aynca bkz. DBG, 361-366. (Eleştiri). "Modaya Uymak" . Gösteri, 20 (Temmuz, 1 982), 6 1-62. "Aşık Çelebi'nin Şuara Tezkiresi" . Gösteri, 24 (Kasım, 1982), 78. "Elieazar Bimbaum, The Book of advice by King Kay Kaus ibn İskender. . . " . Osmanlı Araştırnıalan, m (1982), 327-332. (Eleştiri). " Al i , Hattatlann ve Kitap Sanatçılarının Destanlan (Menakıb-ı Hünerveran, hazırlayan : Dr. Müjgan Cun­ bur" . Osmanh Araştırmaları, m. (1982), 332-346. (Eleştiri). "Rüyalar Üzerine" . il. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, (Ankara, 1982), 1 83-208 . '

128. 129. 1 30.

131.

1 32.

1983 1 33 . 1 34. 78

"Abdülbaki Gölpınarlı'nın Ardından". Milli Kültür, 39 (Nisan, 1983), 47-48. "Sıpara Üzerine". TF, 44 (Mart, 1983), 3-4.


135.

"Osmanlı Donanması ve Kapudan-ı Derya ile İlgili Teşrifat Hakkında Belgeler" . Tarih Enstitüsü Dergisi, 12, sene 1981-82, (1982), 25-84.

136.

"İsmiyle Müsemma Değil". Gösteri, 29 (Nisan, 1983), 76. (Eleştiri).

137.

''Çanak" . Gösteri, 33 (Ağustos, 1983), 64-65. (Eleştiri).

138.

"Eski, Yeni ve Ötesi" . Kaynaklar, 1 (Eylül-Ekim-Kasım, 1983), 59-61 .

139.

"Yer Adlarında Kişilerin, Olayların Payı" . Türk Yer Ad­ ları Sempozyumu Bildirileri, 1 1-13 Eylül 1984 (Ankara, 1984), 243-257.

140.

"Kitaplarda Neler Var'! 1577'de Kahire'de Günlük Hayat". TT, 4 (Nisan, 1984), 65-67.

141 .

"Kanuni'nin Gürcistan Fetihnamesi Üzerine" . TT, 5 (Mayıs, 1984), 2-3. (Eleştiri) .

142.

"Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nin Yeni Bir Yayını" . TT, 6 (Haziran, 1984), 59-62. (Eleştiri).

143.

"Abdülhamid'in Bir Tayin Beratı" . TT, 7 (Temmuz, 1984), 7 .

144.

"Anıtkabir Senaryosu" . TT, 1 1 (Kasım, 1984), 9.-12.

145.

"Yahya Kemfil ve Türk Musikisi" . TT, 12 (Aralık, 1984), 45-49.

146.

' 'Cönkler Üzerine' ' . Folklor ve Etnografya Araştırma­ lan, 1984 (1984), 107- 165 .

1984

1985

147.

"Sohbetname" . TT, 14 (Şubat, 1985), 56-64.

148.

"Nasihatü's-Selıitin" . TT, 20 (Ağustos, 1985), 62-68 . (Eleştiri). 79


149.

"23 Nisan 1920 Milli Egemenlik Yolunda". Türkiye Büyük Millet Meclisi Egemenlik Kayıtsız Şartsız Mille­ tindir, (Ankara; TBMM Kültür ve Sanat Yayım, 1�85), 54-59. "Bitkiler ve Bizler" . Folklor ve �tnogral'ya Araştırmalan, 1985 (1985), 393-399. 1

1 50.

1986 151 . 1 52. 153 . 154. 1 55. 156. 157. 158.

159. 160.

• 'Osmanlı Türklerinde Öğretmen ve Ölrenci Anlayışı' ' . 'IT , 31 (Temmuz, 1 986), 48-55. "Molla Lütfi'nin Mizah ve Hiciv Yönü" . TI, 34 (Ekim, 1986), 58-61 . "Kızıl Elma Üzerine" . Tf, 25 (Ocak, 1986), 9-14. "Kızıl Elma Üzerine". Tf, 26 (Şubat, 1986), 20-25. "Kızıl Elma Üzerine". TI, 27 (Mart, 1986), 9-13. "Kızıl Elma Üzerine" . TI, 28 (Nisan, 1986), 9-13. "Bir Saltanat Düğünü" . Topkapı Sarayı Müzesi Yıllık , 1 (İstanbul, 1986), 21 -55 . "Yunus Emre'yi ve Halk Şairlerini Anlamak" . Bolu İli Halk Edebiyatı Sempozyumu, 2-4 Mayıs 1986 (Bolu, 1986), 9-20. "Mehmet Akif Ersoy'un Dili Üzerine" . Milli Kültür, 55 (1986), 1 0-17. "Tokatlı Molla Lôtfi'nin 'Hamame'si" . Türk Folkloru Belleten, 1986/1 (1986), 155-182 . 1987

161.

"Dede Korkut Hilcayelerinde Bazı Düzeltmelere Düzelt­ meler'' . Türk Folkloru, Belleten, 1986ill (1987) , 309315. "Destanlar Üzerine" . Çocuk Edebiyatı Yıllığı, (1 987), 104-1 1 1 . "Bir Öğrencisinin Dilinden M . Fuat Köprülü" . TD, LII/42 1 (Ocak, 1987), 50-57. .

162. 163 .

80


164. 165.

"Divan Edebiyatı Kimin?" . TD, Llli424 (Nisan, 1987), 224-236.

"Yunus Emre'yi ve Halk Şairlerini Anlamak' ' . TI, 40 (Nisan, 1987), 10-16.

166.

"Mimar Sinan'ın Bazı Eserleri Hakkında Notlar". Mi­ mar Sinan Dönemi Türk Miınarbğı ve Sanatı, (İstanbul, 1987), 129-133 .

167.

"Mimar Sinan'ın Dilinden Hatıralar . TT, 45 (Eylül, 1987), 24-30.

168.

"Böylesi Bir Tip". TI, 47 (Kasım, 1987), 9- 1 1 .

169.

"Trabzon'lu Birkaç Şair" . Trabzon Kültür Sanat Yıllığı, 87 (İstanbul, 1987), 273-282 .

1 70.

"Baki'nin Bir Beyti Üzerine0 • TD� "Llli427 (Temmuz, 1987), 12-14.

17 1 .

"Mehmet Akif Ersoy'un Sanat ve Şiir Anlayışı Üzerine". TI, 29 (Mart, 1987), 20-24.

172

"Divan-ı Et'ime. Some Manuscripts on Food" . m. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, V (Ankara, 1987), 121-127.

"

1988 1 73 .

"Fahir İz" . Hürriyet Gösteri Eki, 91 (Haziran, 1988), 10.

1 74.

"Dedem Korkut Kitabı Üzerine" . Türk Folkloru, Bel­ leten 1987/1-2 (1988), 81-89.

1989 .

175.

"Şair Necati'nin Bir Beyti Üzerine" . TI, 61 (Ocak, 1989), 9-10.

81


2.5 MAKALELERİ ÜZERİNE : Orhan Saik Gökyay'ın makaleleri üç ayn grupta toplanabilir:

1) Düzyazılar ("mensure" karşılığı) diye adlMduacağımız yazılar, 2) Eleştiriler, 3) İnceleme yazılan.

2.5.1 Düzyazılar. Orhan Şaik Gökyay ilk yazısını 134 1 11925

ŞÔlduğu Çağlayan adlı dergide

yılında Balıkesir'de iken çıkarmı

"Zavallı Ay" adıyla yayımlannuştır. Bu tür yazılan Çağlayan'da "Aya Mektuplar" genel başlığı altında çıkmışbr. Bunlar Çağlayan çıktığı sürece devam etmiş 1 5 yazıdır. Daha sonra Galatasaray Yıllığı ve Dergisi'nde yine bu türde 1 946- 1953 yıllan arasında

8 yazı yayınlanmıştır.

2.5.2 Eleştiriler. Orhan Şaik Gökyay çok velllt bir yazarımızdır.

Onun edebiyat dünyamıza katkılan, sadece bir konuyu alıp in­ celeme yönünde olmamış, seçtiği konularda daima bilinmeyeni öğretme ya da yanlış bilineni düzeltme amacını gütmüştür. VelUt olduğu kadar çok yönlü tarafıyla da dil, eski ve yeni edebiyat, folklor konularıyla uğraşmış ve bu konularda çeşitli yazılar yazmıştır. Fakat Orhan Şaik Gökyay 'm asıl bilimsel kişiliği kendi sahasında yazılmış her yazıyı dikkatle okumasındadır. Makale ya­ hut kitap türünden eserleri okurken gerçekte onları bir eleştiri süzgecinden de geçirir. Bu eserlerde kendisini rahatsız eden her yanlışı okuyucuya aktarmakta ve onun doğrusunu öğretmekte ken­ dini sorumlu hisseder. Çevresinde genellikle öğrencileri ve me­ raklı gençlerden oluşan bir sohbet grubu vardır. Orhan Şaik Gökyay , sohbetlerinde, bu yanlışları düzeltmezse, onların böyle bilinip gelmesinin sonunda başka yanlışları da doğuracağı ve za­ manla doğruyu da sileceği düşüncesinden yola çıktığım defalarca belirtmiştir. Orhan Şaik Gökyay özellikle metin yayınlan üze­ rinde durmakta ve bunlardan .bugünün diliyle verilen, yani sadeleştirilerek yayımlanan metinleri ele almaktadır. Bu konuyu

biraz daha açarsak, Orhan Şaik Gökyay'm ulaşmak istediği noktayı

82


daha iyi anlamak mümkün olacaktır. Yeni harflerin kabulünden sonra Arap harfleriyle yazılmış eserler üzerinde yalnız bilim adam­

ları durmuş ve Osmanlı İmparatorluğu 'nun kütüphaneleri dol­ duran çoğu yazma eser halindeki kültür varlıldarını yeni nesillere tanıtmak gibi bir görevi yine onlar yüklenmişlerdir. Bu pek tabii sevinç verici bir girişimdir. Zira geçmişteki kültürümüzü iyi bil­ mezsek geleceği nasıl karşılayabiliriz? Fakat, geçmişte yazılan eserleri (edebiyat, coğrafya, tarih, felsefe, vb.) bugün olduğu gibi geniş kitleye sunmak, halkın bunları anlaması zor olduğundan, geçerli bir yol değildir. O zaman bunları sadeleştirerek yayımla­ mak: ve böylece herkesin anlayacağı. bir dille eserin okunmasını ve yayılmasını sağlamak gerekir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır ki genellikle bu tip çalışma yapanlarca pek dik.kate alınmamaktadır : Yazarın demek istediğine sadık ka­ larak eserde geçen kelimelerin gerçek anlamlarını yatkın ve yaşayan Türkçe ile vermek. Yoksa amaca ulaşmak şöyle dursun, yapılan yanlışlarla okuyucuyu ve genç araştırıcıları yanıltmış olu­ ruz. Çünkü, Orhan Hoca'nın deyimi ile, "Kelimeler mezarda ya­ tan ölülerdir, onları canlandırmak araştırıcının dikkatine bağ­ lıdır" . Orhan Şaik Gökyay bu düşünceden hareketle kendi konusuyla ilgili her yayım dikkatle izlemiş ve eleştirilerini bu maksatla yapmıştır. Sığ ve yanlış dolu araştırma yazılarını ve sadeleştirilmiş eserleri, kişiliğinden kaynaklanan titizliği ve şüpheciliği ile in­ celemiş, hocalığının verdiği bir alışkanlıkla bu yazıların ve eser­ lerin sahiplerini önce öğretici, sonra da paylayıcı ve adeta hesap sorucu bir biçimde zaman zaman iğneleyerek eleştirmiştir. Pek çok örnekten bir tanesi bu kitaba da alınan "Bir Fetva da Biz­ den•• adlı yazısıdır. Bu yazısında Orhan Şaik Gökyay, bir başka meseleyi de vurgulamak istemiştir. Kişilerin üıiv�ları ne kadar yüksek olursa olsun, kendi konulan dışında konuşacak.lan za­ man, eğer o konu üzerinde bilgi ve birikimleri yoksa hata ede­ bilirler, hatta bu hata kendilerini gülünç duruma düşürür. İkinci husus şudur : Kendilerini o konunun uzmanı sayan kişiler bil-

83


gilerini yazıya geçirirken geniş kitlelere hitap ettiklerini düşünerek dili titizlikle kullanmalıdırlar. Yine kendi deyimiyle ' 'herşeyin başı, Türkçe'yi iyi bilmektir" .

Orhan Şaik Gökyay eleştirilerini Türk Dili, Nesil, Türk Folk­ lor Araştırmaları, Çağrı, Oluş, Ülkü, Türk Folk.loru, Musiki Mecmuası, Türk Dili, Tarih ve Toplum, Gösteri gibi çeşitli dergilerde yayımlamıştır. 1982 yılında , bu eleştirileri Dergah Yayınlan tarafından toplanantk Destursuz Bağa Girenler adı altında kitaplaştırılmıştır. Orhan Şaik Gökyay'ın eleştirileri insana dalına bir şeyler öğretir. O açıdan bazıları adeta eski metinlerin nasıl sadeleşti­ rilmesi gerektiğini gösteren bir yöntem dersi niteliğini taşır. Eleştiri yazılarına dalına ilgi çekici ve bir takım çağrışımlar uyandıran başlıklar koymuştur : "Bir Hata ve Sevap Cetveli" , "Bir Kemküm" , "Çöp ve Mertek", "Beşik Uleması " "Kebikeç Dua­ sı" , "Mir'atü'l-hatayi" , "Bir Fetva da Bizden" , "Şaplak" , "Çanak" "Kağıt Ziyanlığı" gibi. 2.5.3 İnceleme tütünden makalelerine gelince, bunlar Türk Dili ,

ve Edebiyatı 'nın çeşitli meselelerim ele alıp pek çok anlaşılmayan meseleyi veya kavramı tarihi akış içinde inceleyerek derinleştirdiği için apayrı bir değer taşırlar. Mesela, yine bu kitaba aldığımız örneklerden biri olan "Kenzü'l-kübera ve Mahakkü'l-ulema" (Bkz. 2.6.6) adlı makalesinde, uzun yıllar edebiyat araştırıcılarının merak ettiği, şimdilik dünyada tek nüshasının varlığı bilinen bu önemli yazmayı tanıtması gibi. Etnografya 1 985'te incelediği "Cönkler Üzerine" , edebiyatımızdaki "Kızıl Elma" kavramına dair olan yazı dizisi, Burhan-• Katı lugatının önemini ortaya koyan makalesi de bunlardandır. Orhan Şaik Gökyay'ın makaleleri konusunu kapatmadan önce Düz Yazı adını verdiğimiz yazılarını henüz 23 yaşındayken kendi çıkardığı "Çağlayan" adlı dergide yazmaya başladığını ve bu tür yazılarını "Galatasaray Dergisi"ne yani 46 yaşına kadar devam ettirdiğini belirteliın. 84


2.6

2 .6 . 1

MAKALELERİNDEN ÖRNEKLER :

DİLİMİZİN İFADE ZENGİNLİl:i•

Bir dilin ifade gücünü, yalnız o dilin lugatlannı dolduran ke­ limelerin sayı çokluğu ile ölçmek bizi sakat bir hükme götürür. Gerçi bu, bir dilin zenginliğini gösteren nirengi noktalarından bi­ ridir; fakat bundan ibaret değildir. Arapçada hepsi de arslan de­ mek olan dört yüze yakın yahut bundan da fazla kelime vardır. Bunları aynca bir araya toplayan kitapların yazıldığını da bili­ yoruz. Ama bir dilin zenginliğini aynı manada bu kadar çok ke­ limenin bulunmasından başka yerlerde �ramak gerektiği kanaatindeyiz. Kelimeler, eğer tasavvurlarımız buna imkan bırakırsa, doğuşlarında boş denecek kadar basit kalıplardır. Bir milletin ta­ rih boyunca sürüp gelen hayatında, o dili konuşanların toplu gay­ reti, ardı kesilmeyen bir mana hamulesi ile bu kalıplan doldurur durur. Onun içindir ki, hazan bir kelime, bir kazıda rastladığımız medeniyet tabakaları gibi üstüste yığılmış manalarla, lügat sa­ hifelerinden taşan bir genişlik alır. Bunda o dilin dehisım kendi dehası ile birleştirmiş olan şairlerin rolü ilk önce akla gelir. Ke­ limeler vardır ki, bir bestenin adı gibi, telaffuzları bütün bir te­ rennüm denizinin sesini, bir milletin malı olmuş hatıraların kıyısında çalkandınr durur. Ve cesaretle söylenebilir ki artık bu kelimelerin başka dillerde karşılığı yoktur. _Ona bir karşılık bul­ mak için, manaca aynı yahut birbirine yakın nice kelimeleri yan­ yana dizsek, yine, onun yerini tutan bir ifadeyi bulmuş olmayız. Kendini terkib eden bütün unsurları en hassas nispetleri ile birleŞtirdiğimiz halde can veremediğimiz herhangi bir varlık gibi, ondan başkası, bir türlü aradığımız ifadeye ruh olamaz. Şarkın "gül ve bülbül"·ü bu cins kelimelerdendir. Gül, tarife hacet ol­ mayan bir çiçek değil, tarif edemediğimiz bir çiçektir. Bu iki cana yakın ve tarifsiz kelime nasıl hassas Şarkın öz vahid malı ise • Galatasaray 1 (1 Mart, 1947), 5-6.

85


"gönül" gibi engin, "gurbet" gibi sonsuz kelimeler de an­ cak Türk'ündür. Bu iki keliıİı.ede, dilimizin söylemeğe baş­ ladığı günden beri asırlar boyunca, bu milletin hassasiyeti birike birike lugatlar, şiirler ve şiirler dolusu mıştır.

�ar toplan­

Kelimeler vardır ki, bütün bir tarihi içine sığdınnış gibi, duyan kulaklar için dinmez bir uğultu halindedir.

Son savletinle vur ki açılsın bu sQrlar Fecr-i hücum içindeki tekbir aşkına derken, şairi dinleyenler, bu mısralarda, yalnız hücuma kalkmış yeniçerilerin değil , bütün bir tarihin, ufuklarda ha.J.a tekbir almakta olduğunu duyarlar. Mazinin ufukları ile halin u�klan arasında o daimi çalkantı halindeki denizin sım işte bu bir tek tekbirdedir. Yahya Kemal'in, o mukadder mısraları, sabırla bekleyişindeki hikmet buradadır. Çünkü, o kendi hususi zevklerini, kendi ar­ zularını ve hasretlerini söylemek suretiyle, ömürleri bir ianinin ömründen biraz daha uzun şiirler söylemek sevdasında değildir. Nice kere imbikten geçmeden, herhangi bir rüzgarın alıp götüre­ ceği uçucu bir kokuyu vereceği yerde o, rüzgarların estikçe, dört bir iklime kendisinden kokular alıp götüreceği bir çiçeği açtırmak sevdasındadır. Onun içindir ki erbabı

Sahra-yı Çaldıran 'da gaza vardır erteye mısramı okuduğu zaman, bu "erteye" sözünü adeta şair yeni­ den ve kendisi icad etmiş gibi bir yenilik karşısında olduğu veh­ mine kapılmadan bunda bütün tarihi dile gelmiş bulur. Bu bir tek kelimeyi buraya şöylece iliştirmiş sandığımız şairin onu bir dev­ rin anahtarı gibi kullandığını bilmeliyiz. Evet, taşımak selahi­ yetini, o tarihle ömür boyunca haşır-neşir olarak, ancak kendisinin elde ettiği bir anahtardır bu.

86

.


Böyle nice kelimeler sayabiliriz. Nitekim Çanakkale artık bi­ zim dilimizde herhangi bir kasabanın; Sakarya haritada herhangi bir mavi çizginin adı olmaktan çok başka bir şeydir. Bir milletin acı, tatlı duygularına, türlü düşüncelerine dil ver­ mek saadetine ermiş olanların yanında, asıl milletin kendi dehası, muhtaç olduğu kelimeleri, güçlük çekmeden yaratmıştır. Bizim milletimiz o şair milletlerden biridir. Daha on beşinci asırda Ali Şir Nevai, bunu vuzuhla görmüş; bu gururlu ve haklı davasını ispat için -dilimizin bütün kelimelerini saymak uzun süre­ ceğinden- delillerini birkaç sahifeye serpiştirmekle yetinmiştir. Mubakemet-ül-LOgateyn 'de, derinden duygulanmamızın bir tecellisi olan ağlamak ve bunun türlü tezahürlerini ifade için saydığı kelimelerin her birini olduğu gibi verecek sözlerin zen­ ginliği ve onların dolu bulunduğu manalar, bizi dilimizi bu bakımdan bir defa daha incelemeye götürse yeridir. Yeridir, çünkü, bugün en basit konuşmalardan en ağır yazılara kadar lüzumlu lüzumsuz -seyrek te olsa- bir yabancı kelime kullan­ mak sevdası kulaklarımızı rahatsız etmektedir. Okur yazar­ larımızın, kendilerini mazur göstermek için hatta bazan şikayete kadar vardıkları yoksulluk, kanaatimce bizim dilimizde değildir. Zira ben, ayrı bir dikkatle dinlediğim halkın ne hislerini, ne müşahedelerini anlatırken durakladığım görmedim. Hele o, başımız darda kaldıkça, adeta büyük bir lugat gibi, bir kamus gibi kullandığımız ' 'şey ' ' kelimesi onlarda hiç yoktur. Hatta ilk rast­ ladığı mefhumlara bile, kendince ve çoğu dile kazanılmış olan karşılıklar bulmakta onun yaratıcılığının yerini başka türlü dol­ dumıak zor görünür; muhal olanlar da az değildir, derneği gönlüm pek çekiyor. Askerlik terimlerinin tespitinde Mehmetçik'in yardımı, bu te­ rimlerin dilimize ne kadar yatkın olmasından ve bunlara ne ka­ dar çabuk ısınmamızdan meydandadır. 87


Hele o asker mektuplan : Ali Ekrem rahmetli, herhangi bir asker mektubunu alıp neşretmek varken "vasiyet" iride edebi­ yatımızın bu en cana yakın nesrini nazma sokmakla verimsiz bir tecrübede bulunmuştur. Halkın dilinde, o tabiileşmiş mecazlara gelince, bunları top­ layıp onların sahibi yahut şairi olan millete armağan etmek büyük bir hizmet olurdu. Bu yazı, her biri ayn ve uzun tetkikleri besleyecek olan mev­ zularla hafif bir temastan ileri gidemiyor. Fakat hizmet babında yapılacak işleri hatırlayıp beraberce konuşmakta güzel bir şey bu­ lunduğunu, beliti de ateşlenip hemen başlıyormuş gibi içimize su serpen bir teselli ile avunacağımızı da bu hasretle birlikte, adeta zevkle düşünüyorum.

2.6.2

DEDEM KORKUi' KİTABl'NIN İNGİLİZCE ÇEVİRİLERİ•

Türk Edebiyatının bu �n büyük, en önemli kitabı, sırasıyla Rusça, İtalyanca ve Almanca çevirilerinden çok sonra ayrı ayn bu kez İngilizceye de çevrildj(l). Dedem Korkut kitabı üzerinde, başta Türkçe olmak üzere bugüne değin türlü dillerde pek çok incelemeler yapılmış, hikaye­ ler türlü yönlerden ele alınmıştır. Ancak nedense, İngiliz dilinde bu konuya gereken ilgi gösterilmemiştir. Bu bakımdan Birleşik Amerika'da ve İngiltere'de birbiri ardınca iki çevirisinin çıkmasını sevinerek karşılıyoruz. Bu yazımızda ilkin, Birleşik Amerika'da 1972'de yayımla­ nan çeviri üzerinde durmak istiyoruz.

Başta bir giriş (s.

IX-XXIlI)

"' Türk Folklor Araştırmaları, XVI/314. (Eylül 1975), 741 3-7417. (1) Faruk Sümer, Ahmet E . Uysal, Warren S . Walker, The Book of Dede Korkut, University of Texas Press, Austin and London, 1972. Geoffrey Lewis, The Book of Dede Korkut, Penguin Books, Büyük Britanya, 197'4.

88


ile metin (s. 3-175), her hikaye için onunla ilgi1i ayn ayn açıkla­ malar (s. 177-205) ve kaynakça (s. 207-212) bölümlerini veren bu çeviri ille bakışta ayn bir önem taşımaktadır. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nin biri tarihçi, biri İngiliz Dili ve Edebiyatı okutan ve folklorcu ilci Türk profesörü ile yine folklorcu olarak tanıdığımız Amerikalı bir profesörün meydana koyduğu bu çevi­ rinin, günümüze değin bu alanda yapılan araştırmalar, yayımla­ nan incelemeler göz önünde tutulunca bir yenilik getirmese bile, kendinden önceki çalışmalardan yararlanılarak daha az eksik ve • daha az yanlışla hazırlanmış olacağı ve bize bir güven vereceği düşünülebilir. Ne var ki çeviriyi okuyup bitirdiğimiz zaman, bu­ nun, bağışlanamayacak denlü yanlışlarla yüklü olduğunu gör­ mekten üzülmüşüzdür. Kendi alanlarında yetkili saydığımız kimselerin, birbirlerini tarih, dil ve folklor yönünden destekle­ yerek ortaya koyduklarını sandığımız bu üçüzlü çevirilerinde, ufak-tefekleri bir yana , nasıl yapılabildiğini bir türlü anlaya­ madığımız yanlışlarla karşılaşmak hayal kırıklığına yol açmıştır. Bir kez daha anlıyoruz ki Dede Korkut gibi, bir dilin bütün güzelliklerini ve inceliklerini veren bir metnin üstün-körü demeyelim, salt bir sözlüğe bakarak, bundan da öte dili bildiğimizi sanarak anlaşılamayacağına tanık oluyoruz. Böylesi bir kitabın içinde geçen olayları kendi muhayyilemizde yaşatmadan, kişilerin özellikle­ rine bürünmeden, onların yaşayışlarını bugünmüş gibi yaşamadan; benzetmelerini, sözcüklerini anlamlarındaki bütün gömlek ayrıntıları ile kavramadan, kısaca kitabı sindirmeden, onu ya­ bancı bir dilde vermeye kalkışmak başarısızlığa götüren bir yola girmek olur. Üstelik bir noktaya daha değinmek istiyoruz . O da, böylece her bakımdan yüklü bir kitabın, bir destanın çevirisinde bir ya­ bancı dili, bu dilde ne denli güçlü olursak olalım , bilmenin yet­ meyeceğidir. Ondan çok ileride, bir destan dilini konuşmak ve yazmak ta gerektir. Yoksa kitabın havasından çok şey yitirmiş oluruz. Bu çeviride ise destan dili dediğimiz özellikten bir belirti göremiyoruz.

89

/


Kitapta hiç de azımsanmayacak olan yanlışları bütünüyle sıra­ lamaktan çok belli-başlı göze batanlannı aşağıda İanık olarak ver­ meye çalışacağız.

Dirse Han oğlu BoAaç Han hikiyesinde, Dirse Han'ın eşine söylediklerinde

''kavunum'' sözü , bu sözcük için yapılmış olan düzeltmelere bakılmayarak<2) yine "kavunum" (my melon, s.

1 1)

diye verilmiştir. Metinde bir çok yerde geçen

"bidevi atlar" hep

' 'Beqpuin

horses, s. 10" diye çevrilmiştir. Açıklamada (bkz. s. 1 83, çıkına 5) "Türklerin Xll . yüzyıldan bu yana at yetiştirdikleri, bununla birlikte Arap atlarına daha çok değer verildiAi' ' söylenmektedir. Arap atlarına aynca "Bedevt at" dendiğini bilmiyorsak ta "bidev atların", Arap atlan olmadığını kesinlikle biliyoruz(3) , "Bidev at" Uygur metinlerinde de geçmekteciiı<4) .

(2) Bkz. Orhan Şaik Gölcyay, Duçentname, İstanb I 1964, s. 20. (3) Bkz. Orhan Şaik Gökyay, Dedem Korkud'un kitabı, İstanbul 1974, s. CDX­ ..

XII v .d. "Bidev at" Dede Korkut destanlanndan başka Manas Destanında, Bozoğlan HilcAyesinde, Battal Gazi'de ve Azeri Halk Edebiyatında da geçmektedir. (Bkz. aynı yer. ) Gerçi Dede Korkut kitabının her iki yaz­ masında da bu iki sözcük "bedevi at'' diye yazılmış ve öyle harekelenmiştir. Tahrani'nin Kitab-i Diyarbekriyye'sinde de "Esb-i bedevi ( 1 , 201) ve Esbhi.-yı Bedevi ( 1 , 244) geçmektedir. Bununla birlikte "Arap atı" ye­ rine "bedevi at" dendiğini bilmiyoruz. Netekim Dede Korkut kitabında da bir yerde doğrudan "Arabi atlar" (Orhan Şaik Gökyay, Dedem Korkud'un kitabı, s. 25, 1 1 ) geçtiği gibi Kitab-ı Diyarbekriyye'de de "Arap atı" na karşılık hep "csb-i tizi" denmektedir (1, 1 12, 122, 167, 2 14, 2 1 6; il, 299, 400 , 420, 47 1 , 483). Biz bu iki kaynakta geçen "bedevi at"ı Türk­ lerde çok makbul bir 50y at olan "Bedev at" diye alıyoruz. Dede Korkut HilcAyelerini dinleyerek yazıya geçirmiş olan meraklı ile Kiıab-ı Diyarbekriyye'yi yazan Tahri.ni'nin "Bedev at" yerine "Bedevi at" yaz­ malarını, bu adı unutmuş olduklan, ya da bilmedikleri için onların bir yakıştırması olarak alıyoruz. (4) Genç Bilgin Osman Sertkaya'nın bana ICl.tfettiği bilgiye göre, British Mu­ seum, Orient. 8193 numarada kayıtlı Uygur harfli yazmanın ypr. 28b, satır 13'de.

90


Dede Korkut Hikiyelerinin yazıya geçtiği yüzyıla yakın bir zamanda, Osman adında birinin yazdıAı "Tevirih-i Cedid-i Mir'at-ı Cihan" da (düzenleyen : Atsız, İstanbul 196 1 , s. 48, 50) "Osman Paşa ata mail idi. Baytarname mucibince bu beyt ile atın iyisin beyan eyledi, nazmetti' ' dendikten sonra Der beyan-ı es•i bidev başlığı altında bu atın özellilcleri verilmektedir :

Yüğriiğün evsM'm sorarlar ise size den üçü uzun, üçü kısa, üçü yassı, üçü gen uzun ola boynu ile kulağı ve kuyruğu kısa ola arkası ve hurdaları, oyluğu yassı olan göğsü ile alındır hem sağrısı gen olan burnu delüğü, gözü hem but aynsı. Demek ki XVI. yüzyılda Bidev At, özellikleri ile bilinmek­ tedir. Bu tanıklara dayanarak, Dede Korkut Hikayelerinde geçen "bidevi at"ın 'Arap atı' değil, özbeöz bir Türk atı olduğu ve 'Bidev at' diye okunması gerektiği anlaşılmaktadır. Kazan'ın Evi Yağmalandığı Boyunaa geçen ' 'Ana hakkı Tanrı hakkı olmayaydı' ' sözü ' ' Ana hakkı Tanrının verdiği hak olma­ saydı" "If a mother's right had not been a right given by Al­ lah", (s. 32) diye çevrilmiştir. Oysa bu "ana hakkı" ne ise "Tanrının hakkı da odur; ananın hakkıyla Tanrının hakkı birdir, ayrımı yoktur' ' anlamınadır. Yine bu hikayede ''Karacuk çobanın dudakları tepserdi' ' çevi­ ride "pressing his Jips" (s. 35) diye verilmiştir. "Tepsermek" in İngilizce karşılığı ise " for the Jips te become swollen, cracked or postulated from heat, fever, thirst, anxiety and the Iike"tır (bkz. Redhouse, İstanbul 1 921 , s. 487) . Aygır bedev-ler irti tak-ı at-lar-runğ dizesinde "bidev" apaçık görülmektedir. Ypr. 30b'de ise "Tanrı'mn buyruğuyla Cebrail'in Cennetten bir kısrağa binip geldiği, bunu Firavun'un gördüğü, onun, binmiş olduğu aygırın başım çekemediği, atın kendisini güçsüz bıralçarak denize girdiği" anlatılmaktadır. Görüleceği üzere, burada bidev at' ın adı açıkça geçtiği gibi, bu at­ ların, denizden çıkan aygırın çayırda otlamakta olan kısraklara aşmasından türediği inanc ı da yer almaktadır (bkz. Orhan Şaik Gökyay, aynı yer, Göl­ den çıkan aygır efsanesi, s. CDXXXII v.dd.)

91


Metinde "atı bahri hotazlı.. diye nitelenen Karabudak'ın bu

tanımı ' ' rode a horse with a tassel made of white feathers' ' diye çevrilmiştir (s . 36). Bu "hotaz ( = lrutas)" tüy değildir. Cılasun­ lann atlannın boynuna yak denilen yaban öküzünün, ya da ' ' gav-ı bahri' ' denilen deniz öküzünün süs için takdıldan kuyruğudur, tüy değildir Bamsı

(bkz. Burhan-ı Kaatı , Bahri kutas maddesi). Beyrek

Hikayesinde,

Banu

Çiçek'·le

Beyrek'in

güreşmesi anlatılırken ' 'kavradı kızın bağdamasın aldı .. İngiliz­ cesinde "He took of her shirt' ' diye verilmiştir (s. 46). Burada bir dil yanlışı olduğu kadar, oğlanla kızın güreşmesinde, oğlamn kızın gömleğini çıkardığım söylemek gibi Türk adet ve geleneğine, Türk ahlakına uymayan bir anlayışsızlık da vardır. Oysa "bağdama" bir güreş deyimi olarak "çelme, güreşçi çelmesi" demektir, sözcüğün bu karşılığı da türlü sözlüklerde vardır . Beyrek'in kızkardaşı, onun ölümünü duyunca "acı brnak yüzüne çaldı , güz elması gibi al yanağını yırttı" deniyor. Bu da ' ' she tore her red cheeks until they looked like the apples of Au­ tumn" diye çevrilmiştir (s.

52) . Demek ki kızın yanakları, kız

onu acı tırnaklany la çekip yırttıktan sonra güz elmasına dön­ müştür. Oysa kızın yanakları bu yastan önce de, bu yastan sonra da "güz elması'' gibidir, güzeldir, öylesine pembe, beyazdır. "Nigah Parasar'ıİı Bayburt Hisarı'na geldiler"de "They tra­ velled day and right and at last reached Bayburt Castle which was commanded by NAgAh Parasar", (s. 54), biçiminde verilmiş ve burada " ansızın, birden" demek olan "nagih" bir özel ad sanılmıştır. Bunun için bir açıldamaya da yer verilmiştir. Nete­ kim aşağıda "arkıç kır" sözü de bir özel ad sanılmıştır (s. 160). "Benim ağzıma söğübdürürsün doyamadnn" ise "you swore at my mouth but I had not enough of it" (s. 57) deye çevrilmiştir. Burada "dayanamamak, katlanamamak" anlamlarına gelen, sözün gelişi 1e bu anlamı gerektiren "doyamamak" doğrusu "döye92


memek", büsbütün yersiz anlaşılmıştır. Bu yanlış harcıMem bir dili konuşmanın bir metni anlamak için yetmeyeceği yolunda yazımızın başında söylediklerimizin keskin bir tanığıdır. Kızlardan kamım doyurmak için yiyecek isteyen Beyrek'in "bağır gibi uyunanda yoğurttan pe var?'' sorusu "Have you some yoghurt white and finn as a young girl's breasts?" diye çevrilmiştir (s. 60). Oysa "bağır" , karaciğer demektir ve bu ben­ zetme ile peynir gibi, karaciğer gibi katı uyunmuş yoğurt an­ latılmaktadır. Genç kızların göğsü ile uzaktan, yakından bir ilgisi olmadığı gibi bu, bir ağabeyin kızkardeşine soracağı bir soru da değildir. Kaldı ki Dede Korkut Hikayelerinde baştan sona bir if­ fet vardır, şehvet ise hiç yoktur. "Ok atanda benim okum senin okunu yarmadı mı" ise "did I not split the straight arrow you shot" (s. 66), diye çevrilmiş. Burada "yarmak" oku ikiye bölmek (split) anlamına olmayıp bir yarışta birinin okunu geçmek demektir. Bugün dilimizde kullanıp durduğumuz "yarış" ve "yarışmak" sözcüğü de işte bu anlam­ daki "yarmak"tan işteşliktir. Kazan Bey'in oğlu Uruz'un tutsak olduğu boyunda "Kazan'ın " baş kesip kan döktüğü oğlan uşak aş yemekçe gelmez bana" büsbütün şaşılacak bir çeviri ile ve "He once said the male child was not bom just to eat" (s. 76), diye verilmiştir. Ne demektir bu? Burada olayın yürüyüşü içinde anlamı nedir? Olayla ilgisi nedir? Bunun anlamı eğer hikayeyi kavrayıp izleyebiliyorsak, bu­ rada apaçık duruyor: Uruz, babasının baş kesip kan dökmesini çocukların yemek yemesi denli kolay buluyor, işte bu. "Ağ alnunda beş kelime dua kılduk" İngilizcesinde "we have said five words of prayer in behalf of your white forehead" (s. 88), dir. Bilmem İngiliz okuyucu bundan ne anlayacaktır? Biz İngilizcesini Türkçeye çevirince anlamıyoruz da. Oysa bu ' 'ağ alnunda" doğrudan "karşında, önünde" demektir.

93 •


''Ulu, kiçi kalmaya söz edene; kan, koca kalmaya kov edene' ' tekerlemesi ve ilenci ise "The young and old will talk about it now; both wife and husband will discuss it" {s. 107), diye çevrilmiştir. Bu, hikayenin arasına sokulmuş bir tekerleme, bir ilençtir. Şu denilmek isteniyor : ' 'Senin kara buğra karşısında du­ raldaman dedi-koduya yol açacaktır, ama bu dedi-kodu kötü bir iştir, başkasının arkasından söz edenlere büyük, küçük kalmasın; çekiştirenler de kan ve koca bulmasın" . Bir başka deyişle ''dedikodu yapanlar bunu yapacak kimse bulamasınlar, yapayalnız kalsınlar, ama ne yapalım bu dedi-kodu olacaktır'' demektir. Eğer çevirenler; sözün bu anlamım kavramaya yardun edecek olan "kalmaya" sözcüğünü görmezden gelmeselerdi bu yanlışa düşmeyeceklerdi sanırım. "Muhammed 'e salavat getirdi" İS:" "He . . . repeated his be­ lief in the prophecy ofMohammed" (s. 1 10), diye çevrilmiş hep. "Salavat getirmek" bu demek değildir. Belki burada Geoffrey Lewis'in "He spoke a blessing on Muhammed" çevirisi daha doğrudur. "Ahır sonu arı imandan ayırmasın" da "Allah never let her deviate from the true faith in her last years" (s . 121), diye karşılanmıştır. Bu, "Tanrı son yıllannda" değil "son nefesinde imandan ayırmasın" diye herkes için, her yerde yapılmakta olan belli bir duadır. Dede Korkut Hikayelerini çevirenler "son ne­ fes' ' yerine ' 'son yıllannda' ' diye çevirmekle ve duayı herkese değil de yalnızca burada kendisi için "ak bürçekli anan yeri bihişt olsun" diye dua edilen ana için anlamakla yanılmışlardır. Nete­ kim başka bir yerde (s. 1 33) "Ölüm vaktı geldiğinde an iman­ dan ayırmasın" duasında da "son nefes" anlamı apaçık olduğu halde bunu " may Allah never seperate you from the clean faith as long as you live" diye " son nefes" yerine "ömrün boyunca" diye çevirmişlerdir. Böyle dua etmekte sakınca yoksa da, hikaye­ nin sonundaki dua bu değildir, Müslüman Türklerin hepimiz için edegeldikleri dualarının da böyle olmadığı gibi.

94 •


' 'Anık candan ilci karındaşı Tepegöz elinde helak oldu' ' da "aruk candan" bir özel ad sanılmıştır (s. 135), oysa bu 0'öz kardaşı' ' demektir. "Alp eren erden adını yaşurmak ayıp olur, adın nedir yiğit, degil bana" büsbütün ters anlaşılarak "What is your name ofyour white bearded father? 1 know it is shameful for heros to ask one another their naınes but regardless of this young man, tell me your name" (s. 13 1), diye çevrilmiştir. Bu bir geleneği bilmemekten ileri geliyor. Yiğitlerin karşılaştıkları zaman birbirlerinin adlarını sonnalan ayıp değil, bunu gizlemeleri ayıpbr. Biliyoruz ki er mey­ danına çıkan kişi kiminle döğüşeceğini bilmezse olmaz, çünkü kendi ayarında olmayan biriyle savaşmak. ayıptır. Onun için te­ ketek döğüşlerde erler daha meydana çıkınca, döğüşe başlamadan birbirlerinin adlarını, kim olduklarını sorup öğrenirler. Dede Kor­ kut kitabında bunun kaç yerde örneği vardır. Kıbrıs Barış Ha­ rekab günlerinde, beni arabasıyla bir yere götürmekte olan, henüz askerliğini yapmamış genç bir sürücü : - Ağabey, benim ağınma giden Yunanı düşman sayıp karşımıza almamızdır, diye içini döktü. İşte budur bu. Uşun Koca-oğlu Eğrek Boyunda "kardaşım sağ imiş kayunnazam' 'ı çeviriciler ' 'Oh that my brother should be alive and 1 should not care for hinı" (s. 147), diye çevirmiştir. Bunun anlamı "mademki kardaşım sağmış, artık gam yemem" demek­ tir, yoksa "Onun için gam yemem, onun için kayırmam" de­ mek . değildir. Burada, "for him" gereksizdir, yanlıştır. "Kademi kutsuz gelin deyince udsuz gelin desinler"de ön­ cekiler gibi anlaşılmamıştır. "Let them call me unlucky bride, but 1 shall not have anyone call me the shameless bride' ' diye çevrilmiştir (s. 1 50). Bu da büsbütün ters ve yanlıştır. Burada bir açıklama yapmak gerek oldu. Oğlan, kızla gerdeğe girdiği halde ona dokunmadan bırakıp ağabeyini kurtarmaya gidecektir, bunun için ağır bir and içer. Onun böyle ilk gece bırakıp gitmesi 95


kız için utanılacak bir iştir. Oğlanın bırakıp gidişini başkaları kızın kademsizliğine, uğursuzluğuna yoracaktır. Kızın duru�u açıkla­ ması ise bir utanmazlıktır. Ama

kız kendisi için ' 'kademsiz ge­

lin' ' diyecekleri yerde "utanmaz gelin" demelerini yeğ görüyor

ve oğlanın gidişini, bunun nedenini kaynatasına, kaynanasına açıklamak gereğini duyuyor.

_ Yine bu hikayede, metinde "tii yüzünüze" diye okunması ge­

rek�n söz "tıl yüz kerre" diye alınmış ve "shame upon you a

hundred times" diye çevrilmiştir. Bu yanlışı Arap harfleriyle

yazılmış olan metnin

azizliAinden çok Türkçe deyimlerin bilin­

mediğine yormak daha doğru olur. Görüleceği üzere bu yanlışların tümü olayları izleyememek­

ten, sözcüklere bağlı kalarak, anlamadan çevirmekten doğuyor.

Yukarıda söylediğimiz gibi bu yazıda yanlışların bütünü göste­

rilmiş değildir. Bunlar çevirinin değeri ve sağlamlığı üzerinde bir

yargıya varmamıza yetecekleyin o bütün arasından bir seçmedir.

Açıklamalarda da ilişilecek yerler az değildir. Kitabın giriş bölümünde "Ahır sıpara başıdır, Amme görklü" açıklanırken "Amme'nin Kur'an'ın en güzel suresi olduğu söylenmiştir" (s.

1 9 1 , çıkına 10). "Amme" burada bir sure adı değil, Kur'an'ın

otuzuncu cüzünün başındaki sürenin ilk sözcüğüdür. Surenin asıl adı ise (Nebe')dir. Taşıdığı önem ise değil, çok daha başkadır(5) .

en güzel sOre olmasından

Begil-oğlu Emren Boyunda Emren'in Tanrıya yalvarışında

geçen "Aziz Allah,

Hocam, medet" dizesi "Dear venerable Al­

143), diye çevrilmiş ve Allah Koja "Allah the elderly" diye de açıklanmış (s. 201 , çıkma 8) . Metnin aslında lah help me" (s.

görüleceği üzere

"kocam"

değil "Hocam"dır. "Hoca"nın ise

türlü karşılıkları arasında "efendi, sahip, üstad, hükümdar' ' gibi (5)

96

Bkz. Orhan Şaik Gölcyay, Dedem Korkud'un Kitabı, İstanbul 1974 (s. 164 ve CCLXXIV).


alııaınlan da vardır. Onun için metni "aziz Allah, Hocam" diye okumak ve ona göre çevirmek gerektir. Netekim yine o parçada Hfuum , göne çolgadun" dizesinde Tanrıya bir de "Hanını" diye sesleniş vardır. Yunus Emre'nin Hocam, kimse olmasın Şöyle garip bencileyin dizelerinde de "Hocam" sözü "Allahım, Yarabbi" yerinde kullanılrnıştır(6). Açıklamalarda bize aykın görünen yerlerden bir tanesi ve pek sivri olanı XI. hikiyede, Kazan Bey' in lliıri taşlamasında geçen "önün koyup tersin okur kızı, gelini" dizesinin açılclanmasıdır (s. 160; açıklama, s. 205 , çıkma 8) . Burada "The girls and bri­ des all reading backwards' ' diye Çevirilen dizede, anlamı kav­ ramakta büyük yardımı olan "önün koyup" nedense atlanmıştır, oysa bunun önemi vardır. Açıklamada, sağdan sola okunan Arap yazısına alışmış olanlar için soldan sağa doğru okunan lalin al­ fabesi, geriye doğru, tersine görünür, deniyor. Bütün Dede Kor­ kut kitabı içinde, beylerin okuyup yazdıklarını bilmiyoruz. Yalnız son hikayede, Beyrek'e Aruz'dan bir kAğıt gelir, bunu da kimin yazdığı açık değil. Beyrek bu kağıdı okur. Durum böyle olunca, Kazan Bey'in, kafirleri yerden yere çaldığı bir taşlamada, bir kötülemede kalkıp ta Arap yazısıyla Latin harflerinin tartışmasını yapması, bir akademik konuya girmesi düşünülemez . Kaldı ki, günümüzde olduğu gibi, hele o yüzyıllarda, kadınların okuma yazma bilenleri var mı ki? Bu dizede ise kafirin ' 'kızı, gelini önünü bırakıp tersine okumakta''dır. Bana kalırsa Kazan bu­ rada onlara bir "cinsi sapıklık" damgası wnnaktadır. Yoksa Arap harfleriyle Latin yazısının karşılaştırıldığı bir tartışmada (!) bu tartışmaya "kızlan, gelinleri" karıştırmayacaktı, erkekler durur­ ken.

(6)

Bu unvanın anlamları ve tarih boyunca kullanılışı üzerinde gen iş bilgi edin­ mek için blcz. Mehmet Fuat Köprülü, İslim Ansiklopedisi, Hoca maddesi.

97


Dede Korkut'un İngilizce çevirisinin yapılması gerekli bir iş

olduğunu söylemeliyim. Yalnız bu dikkatsizliklerin, hepsi bu

yazıya sığmayan yanlışların, eksiklerin bir gün ya çeviriciler, ya . da başkalarınca giderileceğini umduğumu da belirterek.

Dede Korkut kitabını anlayıp onu yabancı bir dile çevirecek

olanların nasıl bir öıen ve çaba göstermeleri gerektiği yukarıda söylenenlerden anlaşılacaktır.

Bütün bunlardan sonra çok önemli

bir yanı daha var bu işin, o da destan dilini öğrenmek ve onu kul­ lanacak güce erişmektir.

2.6.3

TÜRK ÇALGILARI ÜZERİNE*

Gelibolulu Mustafa Ali, XVI. yy .ın en verimli yazarlarından biridir. Başta Künhü'l-ahbAr adlı tanınmış tarihi olmak üzere türlü konularda eserler vermiştir. Bunlardan bir bölüğü de

basılmıştır. Rahmetli Prof.

Cavit Baysun, onun MevAidü'n-Nef'Ab

fi Kavwdi'l-MecAlis adlı kitabının tıpkıbasımını vermekle, XVI.

yy .ın toplum hayatını türlü yönlerden tanıtmak yolunda büyük bir hizmette bulunmuştur. 104 ayn konu üzerinde bize düşün­

düklerini söyleyen Mustafa Aıi'nin bu önemli kitabının 16.

bölümü, onun zamanında musiki meclislerinde çalınan çalgılara

ayrılmıştır. Yazar, çalgıların adlarım sıralamak yerine, onları biçimlerine,

saz takımlarındaki aldı.klan yerlere, seslerine ve özel� tanıtmak yolunu seçmiştir.: Onun için de bu bölüme EnvA-ı sazın teşbihatı ve sair sazell!­ deler ahvali beyanındadır ki zikr olunur diye bir başlık liklerine göre bir dizi benzetmelerle

koymuştur. ( 1 ) Bu çalgıların içinde bugün artık kullanılmayanları

(*) Musiki Mecmuası. 28/3 13 (Kasım, 197 5) , 5-9. ( 1 ) Ali'nin bu kitabı geçenlerde 16. yy. Osmanlı İmparatorluğu'nda Gelenekler-Görenekler ve �al Hayat adı altında günlimiizüa Türkçesine çevrilerek yayımlanmıştır (Cemil Yener, Dündar Kitabevi, İstanbul 1975) . Son zamanlarda kitapçı düklcAnlarına yığılan bu son yayımlardan, yazık ki, bunun da ayrılan bir yanı yoktur. Yanlış okuma­ lardan, yanlış anlamalardan, kelimeleri tanıyamamaktan ve konuyu kav­ ramamaktan doğan birçok yanlışlara bu yayımda da hemen her sayfada rastlamaktayız. Biz burada ancak bu bölümdeki yanlışları, yeri geldikçe ve elden geldiğince, düzeltmekle yetineceğiz.

98


ve adları çoğumuzca unutulıİıuş olanları da vardır. Aşağıda bu bölümü, önemi ve değeri bakımından, sadeleştirerek vermeye

�nal�ı Bölüm

çalışıyoruz :

Türlü çalgıların benzetilmelerini ve başka çalgıcıların hal­ lerini bildirmekte olup aşağıda bunlar anlatılmaktadır. Eğlence aletleri ve kişiyi gaflete yönelten araçlar olan saz­

ların piri,

doğru yola kılavuzlayar.ı ve hal ehli naydır. (2) Adını

belirttiğimiz bu nay Şafii mezhebinde bir tarikat yolcusuduı{3) ki işi gücü yanıp yakılmadır, ah u vahtır. Bu doğru yol göstericisi olan naym,

tarilcat sahibi piri ve eskiden kalma, içi aydınlık

yaratılışta olan yaşlı kişisi(4)

deftir. (S) Bu def,

ayağını dairesin­

den dışarı çıkarmaz . (6) Bundan dolayı zevksiz kişilerin kınayıp ayıplama sillelerine hedeftir. (1) Görünüşte bir iki pulun üstüne (2) Nay sözcüğü, burada nAy1 diye okunnuş ve "nay çalan" diye açıklanmıştır. Oysa, bu bölümde sazlar, baılığında da söylendiği Ozere kişilqtirilmiştir.

Onun için söz konusu olan nAyt değil nay'dır.

(3)

Burada "Şafi1 mezhebinde olan bu adam" denmekle nay'ın okunuşundan ileri gelen yanlış tekrarlanmıştır.

(4)

"Yaşlı kişi" demek olan "merd-i s4lhurde0' nedense "yiiz yaşını aşnnı"

diye sadeleştirilmiı. Oysa burada yıla bağlı herhangi bir yaş söz konum değildir. Metindeki ıuşen-tablat deyimiyle, yazar, bize defi tanıtmaktadır.

Bu sıfatı başka çalgılar için değil de, def için kullanmasının nedeni aç ıktır. Çünkü defin bir yanı açık olduğu gibi, bir başka deyişle deri kasnağın yalnız

bir yüzüne gerildiği gibi, deri de bir yanından bir yanı görünecek denli yarı-saydamdır.

(5)

Metindeki

deftir

kelimesi deftar diye okunmuş ve "def çalan" diye

açıklanmıştır. Burada deftir SÖ'lcilğünde , ikinci

d

harfınin sonunda bir a

harfi varsa da, bunun farkına varan müstensih, ya da okuyucu bunu silmiştir.

(6)

Kaldı

me de yoktur,

ki

"def çalan"

del-sAz

yerine

"deftar"

diye

bir

keli­

vardır.

Defin bir adı da dayire'dir. Ati burada, okuyucuya bunu da hatırlatıyor. Sonra da defin gerek nefesli, gerek te11i,

başka sazlarda olduğu gibi, par­

makların perdeden perdeye geçmeyerek hep aynı yere wraralc çalındığını anlatmak istiyor.

(7)

Bkz. çılcma,

6.

99


titrer,

düşer , (8)

geçmiştir. (9)

ama

içyüzünde nice alun hazinesini harcatmış

Bu sazlar takımının en zengini, şarkıcıları mal.

mülk sahibi kılanı, onları zengin edeni, iki-yüzlülere yüz vermeyerek her top­ lantıda sırtüstü yatan müstağni.si mugannl 'dir.ClO) Aslında şişman (8) Burada ''bir iki pul titreyip yllzilnden listdne düşer göründr'' diye yapılan sadeleştirmeden okuyuaınun ne anlayacağı belli değil. Oysa burada de­ fin kasnağında pullar olduğuna, demek ki zilli dere işaret ediliyor. Defe wruldukça, güya, bir-iki pulun ( mangınn) dstüne düştüğ(l, yoksul ol­ duğu sanılırsa da o def nice altın hazinelerini harcatmış, geçmiştir, de­ niyor. Burada önemli bir noktayı belirtmek istiyorum. Metinlerde, her gördüğümü.z sözcilğe bağlanıp da ondan bir anlam çıkarmaya kalkışmak bizi yanlışlara, anlamsızlıklara götürilr, metinden uzaklaştınr, burada ol­ duğu gibi. Metindeki nice genç daverdi harca sürmüş geçmiştir cümle­ sinde, hiçbir anlam taşımayan daverd'i, metni bugünün Tiirkçesine çevirenin yaptığı gibi iddialı (.) diye alırsak, ondan çok uzaklaşmış olu­ ruz. Ali burada, defteki pul ( bir anlamı "mangır") ile devlri ( beş gümüş akça değerinde sürülmekte olan bir altın)'yi karşılaştırıyor. Def çalınırken birkaç pul (mangır)un üstüne titreyip düşer görünüyor ama, onun bulunduğu ve çalındığı eğlence toplantılarında nice altınlar harcanmıştır, demek istiyor. (9) Bkz. çıkma, 8. (10) Kitabı bugünün Türkçesine çeviren yazar bu saz hakkında şöyle diyor: "Bir çeşit saz gibi görünüyor, bu saz hazan kanuna, hazan da santura benzetiliyor, ama hiçbir kaynakta bu adı taşıyan bir çalgıya rastlayama­ dım (s. 53 , çıkma 4) . Biz aşağıda, hemen ilk akla gelen kaynakta bu çalgıya aynlan bölümü veriyoruz: "Muganni : Bu fasıl muganni dü.zmeyi ve mu­ ganninin vaz'ını bildirir. İmdi muganni dahi bir sazdır ki Satiyyüddin Abdülmümin tasnifındedir (rahimehullah). Ve bu sazı Isfahan'a gelicek düzmüştür ve muganniyi rcbabdan ve nlizheden çıkarmıştır. Ve bu dahi zerdali ağacından yonulmak gerektir, ve muganninin çanağı rebab çanağından büyük gerektir; ve destesi dahi dört bucaklı gerektir; ve çanağın uzunluğu bir karış ve beş köşe parmak gerektir; ve eni bir karış ve dört köşe parmak gerektir; ve çanağın yüzünü rakk(yufta deri) ile yapıştırmak gerektir; amma çenk gibi anın dahi içini tutkal ile ve sırça unu ile sıvamak gerektir; andan sonra rakkı yapıştıralar. Ve destesine baştan başa yukacık (yuftaca) tahta yapıştırmak gerektir; amma destenin =

=

100

=


ve yaşlı bir kişidir ki sözleri zenginlik verirO O . Kanun denen saza gelince o çok bilen bir kişidir ve insanı hayrete düşüren bir coşkunluğu vardır. Sözlerini hem akıllılar, hem deliler dinler. (1 2) Sanki Tarikat'ın ve Kanun'un verdiği ha-

(1 1)

(12)

başında dört açık parmak kadarı açık komak gerektir; ve bir uzun hark (sazın köprüsü) ol açık yere yapıştırmak gerektir; şöyle ki harktan yu­ kan kalan dört bucaklu ola ve dört bucağı beraber ola; ve ol açuk yeri yirmi yedi bahş eylemek gerektir; ve her bahşta bir delük delmek ge­ rektir; sakil kirişlerin burgusunu komak için. Ve andan sonra destenin çanağından yanasından yani çanağa yapıştırdıkları yerden bir hat çeke­ ler, şöyle ki bir ucu bir tarafa dahi yetişe, yani burgu tarafına erişe; ve destenin yüzünü iki misline bahş edeler, ve ol hattı baştan başa kazalar, bir cetvel hasıl olur ki cetvelin eni bir parmak bucak enince ola ve de­ rinliği deste derinliğincedir; ve andan sonra ol cetvel olan tarafın bir ta­ rafını dahi . on iki kısmet edeler, ve on iki küçük harkler ol tarafa yapıştıralar; ve çanağın bir yanında dahi desteye yapışılan yerde iki de­ lik dahi deleler, şöyleki cetvelin ikinci duvarına erişe. Ve andan sonra bir tarafına dahi ol iki burgu yeri kadarı koyalar, andan artuğuna on bahş ideler ve on burgu yeri deleler ve ol delikleri beraber deleler; ve şöyle deleler ki aralıklı:trı dahi beraber ola; ve burgulara dahi tiz kirişler ta­ kalar. Bu muganninin kirişleri otuz dokuzdur. Amma bu otuz dokuz kiriş dört bölük gerektir; had ve müsenni ve müselles ve zir. Ve bunların her üçünü bir kiriş hükmünde düzeler, yani üçer ola, ve her üçü bir nağmede ortak ola. Ve bu sakil kirişlerin on sekizi zir gerektir; ve sekizi müselles gerektir; ve bu tiz kirişlerde dokuzu müsenni gerektir; ve dördü tiz ge­ rektir; ve muganni çanağı desteye yapıştığı yerden kirişe burguya erdiği yere değin bir uzun hark gerektir ki ol kirişler tamam ol harkın üstüne bine. Ve çalmağa başlayan kişi evvel beşinci kirişten başlaya . " (Rauf Yekta, Türk Sazları, Milli Tetebbular Mecmuası, C. 2, sayı 5, S. 238 v.d. Rahmetli bilginimiz, bu bilgiyi XV. yy.da yaşayan Ahmet oğlu Şükrullah 'tan aktarmıştır.) Metindeki muattan sözcüğiine "sıska" karşılığının neye, hangi köke, hangi sözlüğe dayanılarak konduğunu anlamıyoruz. Benim baktıklarımda ise "riyazet ehli, şişman, kaba, çürük, kokmuş" anlamları var. Bunlardan hiçbiri uymamaktadır. Yalnız, Lisanü'l-Arap'da Muattinin mecaz ola­ rak "cömert, eli açık, ihsanı bol" anlamlarına geldiği gösterilmiştir, bu­ rada yakışan budur. Kelimenin metinde yanlış olduğu anlaşılıyor. Doğrusu "mubattan" olup "göbekli" demektir. Deliliğin musiki ile tedavisine işaret.

101


Hele Erganun onu her ı.aman o büyülü saz -erganun demek istiyorum-t. ri­ yazat ehline< 1 5) benzer bir rahiptir ki sözleri aldatmacadır ve büyüdür. ( 16) Şeriat ve din ehli ona vurgundur. Onun dedikodu­ larını anlamakta hepsi şaşkındır. Kimi İsA' dan dem vurur dertten ölenlere can verir; kimi Circis' ten haber verip öldürülenlere ye­ niden can verildiğinin sırrını açığa vurur< 17).

hederi kendinde toplamışnr.' 1-'J kıskanır. ( 14) Ve

Bu saz takı mının ulularından hal ehli arasıncJa kendisine , se­

venin aşk sırrına mazhar olacağı va'dedilmiş olan biri daha var­ dır . ( 1 8) Sevginin sert ağacın dalı, dostluk ve coşkunluğun(l9) buhurdanında öd ağacı gibi dumanlı ve her teli aşk ırmaklarının fışkırdığı bir bend

olan(20) -deıiıek istiyorum ki- aşk ehli,

(13) Bu son cümleyi, kitabı günümüzün Türkçesine çeviren atlamıştır. Burada iki kitap sÖ'ı konusudur. Tarikat, Birgili diye ün almış olan Pir Ali oğlu Mehmed'in "mev'izeler (= öğütler)" hakkındaki Tarlkat-1 Muhammediyye'sidir; ikincisi İbn Stııi'nın el-Kanun fi't-tıbb adh ese­ ridir. (1 4) Eflatun'un icadı olarak bilinen ve bir kilise çalgısı olan erganun (Org) ile Farabt'nin icat ettiği söylenen ve bir Müslüman sazı olan Kanun'un, iki ayrı topluma ait olduklarından dolayı, birbirlerini kıskandıklarını söy­ lemek istiyor. 15) Perhizkar ve riyazat ehli anlamına gelen murtAz sÖ'ıcüğü atlanmış. ( ( 1 6) Metindeki "hiyleli ve büyücü" olan rahip değil, onun sÖ'ıleridir. ( 1 7) Bir anlamı " nefes, soluk" olan "dem" ile İsi'nın nefesiyle ölüleri di­ rilttiğine ve yine peygamber olan Circis ile de onun dört kez öldürüldüğü halde yeniden diriltildiğine telmih edilmektedir. ( 1 8) Burada "Hıld'un başına işler açmış" cümlesi metinde olmadığı halde ek­ lenmiş (s. 54, çıkma 3) ve "Hıld Peygamberin kavmi kara dumana ben­ zeyen bir buluttan kopan kasırga ile yok edilmiştir" diye bir açıklama yaptlmış(Jr. Metinde olmayan bu Hıld Peygamberin buraya nereden so­ kulduğu anlaşılmıyor. (1 9) Metinde, noktaları konmadığı için "sılk ( = çarşı)" biçiminde yazılmış olan sözclik, karine ile anlaşılacağı üzere şavk olacaktır. Müstensihin sürçmesini, ihmalini doğru gibi alınca bu yanlışı yapmak da doğaldır. (20) Metinde "oluk, su kemeri, değirmen bendi, değirmen döndüren su gücü ve mecaz olarak "fışkırma" anlamlarına gelen 'nAvdan'ın " ırmakların kıvrıntıları" diye alınmasını anlamak güçtür.

102


aşıkların seyyidi(2t) Ud'dur ki ezgilerindeki incelikler ve sesi­ nin türlü halleri sayısızdır. Usul kitabını ·okumuştur<22). Bundan sonra Şeşhane ve Kopuz, sırlan ve işaretleri bilen bir Rumeli divanesidir. Bunlar, kadınlara kibar davranıp iltifat edenlerin akıllarının hakinı bilginidir. Sanki(23) bir yakın dost ve kimi toplantılarda seçme arkadaştır. (24) Çagane'de vardır ki dilde çeng ü çegane diye yaygındır. Bun­ lar birbirinden ayrılmaz, sonradan ortaya çıkıp güç kazanmış(25) iki fahişedir. Çegane halk tabakasından ve osurdusu çok, hatıra gelmez kimselerdendir(26). Tutalım ki bir toplulukta bulunsun, bütün öteki sazların ününü de, sesini de bastırır. Meclisi bütün dedi-kodu, söz-sohbetle doldurur ve o meclis ona özgü gibi olur. Nitekim Tanbur bir mutlu levenddir. (27) Onun çapkınlara baş-koştuğu(28) meşhurdur. Özellikle sofuların yabancısıdır; aşıkların, .sarhoşların ve aklı başında olanların ise yeganesidir. (2 1)

Metinde "sevenlerin seyyid.i, başı" demek olan slidü'l-vüddin "aşk ve nıtlaı" diye karşılanması da aalaşılmayan bir yakıştırmadır.

(22)

BÜ müzik terimi olan usulü bil�eyip de metindeki usul

kitabım okumuştur

ibaresini "yazmak sanatını okuduğu bellidir" diye günümüzün Türkçesine

çevirmek, bizi şaşkına çevinnektir. (23) (24)

Metindeki "gi\ya" adanmıştır. Bu cümle şeşhane ve kopuza ait olduğu halde oııdan sonra gelen çeganenin niteliği olarak alınmıştır. Metinde ise şeşhane ile kopuzun meclislerde hep bir arada bulunduğu anlatılmak isteniyor.

(25)

Metindeki sahip-zuhur anlaşılmamış ve cümle "ikisi birbirlerinden ayrılma-

(26)

Bu son cümle çevrilmeden bırakılmıştır.

(27)

"Mutlu" anlamına geleo

(28)

"Tanburuo aşağılık kimselere boyun eğip başını teslim eden bir güzel le-

yan iki fahişe gibi görünürler" biçiminde uydurulmuşnır.

mahbur

sözcüğü "güzel" diye karşılanmıştır.

veod olduğunu herkes bilir" denmiş ve baş koşmak deyimi anlaşılmamıştır. Oysa bu deyim "baş başa vermek, birlik olmak" demektir. Bundan dolayı da ' 'tanbur hep çapkmlarla bir arada bulunur, onların toplantılarında yer alır'' demek olur.

103


Şeşta gibi ki Türklerin(29) yakını ve kırda yaşayanlann. arkadaşıdır. Diline her ne gelse söyler. Sözlerinde hiçbir crtkinin bulunmadığı, kişiye hiçbir zevk vermediği kesindir, aşlğılık kişilere tapan bir sazdır.

Musikar gibi değildir. Bu saz, aşıkların

sırdaşıdır; coşkun gönüllerin arkadaşıdır. Sevgi derdinden be­ deni çökmüş, tenindeki kemikleri bir bir seçilir �e gelmiş, şevke ve zevke ermiş bir köledir(30) .

Akrabasından olan düdük kısmına üstün, hele bunun çığırtma candan dileyen bir sarhoş şehleventtir. Özellikle

dedikleri soyunu

nAy-ı Iriki, yiyip içmeye düşkün olanların, ünü dünyayı dolaşmış, Isfahan, Hicaz, lrAld makamlarını kendine hal edinıniştir. (3 1 )

Neva-yı UşşAld hep yanıp yakılmada olan bir aşıktır. Ama mi­ zacındaki kuruluk esrarkeşlerin tabiatına uygundur. (32)

Bunun da yakın arkadaşı masur adında bir saz vardır ki çoğu

Arap kabilelerine özgü gibidir; bir dereceye kadar da çeşnisi vardır diye Isfahan ve Irak aşıkları onu severler. Kırmızı şaraptan sarhoş

(29) Ali burada ••Türk" kelimesini, tl Cumhuriyete gelinceye değin, birçok yazarlarımızda görlildüğü üzere "cahil, görgüsüz, hoyrat, icaba, köylü" anlamlarına kullanmıııtır. Kelimenin bu anlamına, kitabı sadeleııtiren yer vermemiş ve onu olduğu gibi almıştır. (30) Metindeki zir-dest sözcilğü bir el aletidir diye Icarıılanmış. Bunun ne olduğunu anlamamak kolaydır. Sazların arasında el Aleti diye nitelenen hangisidir? Oysa, bunun sözlük anlamı ••uııak, köle"dir. Yukarıdan beri bütiin sazların benzetmelerle anlatıldığına ve musikarın tanımına diklcat eden biri bu yakııtırmaya düşmemek gerektir. (3 1 ) Metindeki "hal" sözcilğü "mal" olarak okunmuş, bu yüzden anlam bozulmuııtur. (32) Birçok başlca metinlerde de görüldüğü üzere ehl-i keyf, bugün dilimizde kullanıldığı gibi, ulu-orta, herhangi bir "zevk ve safaya düşkün olanlar" anlamına değildir. Keyl'in özel anlamı "uyuşturucu ilaç veya nesne" demektir. Onun için de burada "ehl-i keyr• esrar içenler demektir. Ne­ tekim yübftset-i nll7.acı lcarinesiııden de bu anlaşılır, çünkü esrar kulla­ nanların dili, damağı kurur.

104


ve kadehteki son yudum gibi yerlere düşüp kalanlaı{33) yanında kana kana içilen bir su yerine hora geçmesi(34) kesindir. Öteki sazlardan nAy-ı ıdk1'ye benzerliği çoktur, sanki onun anababa bir kardaşı sayılan,

makam-bilir(3S)

bir &şıktır.

Biri de santur' dur ki muganni ile bir tutulduğunu herkes bi­ lir. Şimdiki zamanda(36) santurun telle, muganninin ise kılla yat­

makta olduğunda herkes birleşmiştir. Onunla birlikte bağırsaktan yapılan yay kirişinde ya da yatar tel kısmında bulunmayan ıslık sesi gibidir. (37)

Bir de çarhane ve şeşhane kopuzun sanki taklidi(38) ve köçe­ ğidir.(39) Yanınca onu kendisine bir iç rahatlığı sayar, onun köçe(33)

(34)

(35) (36) (37)

(38)

(39)

"Cur'a" aslında "bir yudum, bir içim su " anlamına ise de "kadehin dibinde kalan son yudum" yerine kullanılmaktadır. Bu, içkinin tortusu sayıldığı için içilmez bir yere dökillür. Netekim Bakt'nin mersiyesindeki "Ahır mekAnın olsa gerek cur'a gibi hik" dizesi de bunu anlatır. Bu­ rada da, kendini bilmeyecek denlQ sarhoş olup da yerlere serilenlerle ka­ dehin dibindeki yere dökillen son yudum birbirine benzetilmiıtir. Burada metinde ' 'kandırıcı su" anlamına olan re� sözcQğQ nedense deva diye okunmuş ve ' 'ilAç yerine geçer" diye karşı1anmııtır. Oysa, akşamdan kalmıı sarlıoşlann ertesi sabah uyanınca kana kana su içtikleri hatırlanmıı olsaydı böyle yakıştırmaya gidilmeyecekti. Netekim aynı yerde hora geçmesi mukarrerdir ibaresinde hor sözcQğün'ün bir anlamı da yeme­ içme olduğu ve Ali'nin burada bu anlamlarla oynadığı unutulmamalıdır. "Aynı makamı tutarlar" diye verilen karşılık yanlıştır, tutarsızdır. Metindeki "hAlA"nın karşılığı "ama" değildir. Metinde burası tam anlaşılmamakla birlikte mağlak-ı sagir diye okunan sözcQkler bana göre yanlıştır. Bu adı taşıyan bir saz bilmiyorum. Bu iki sözcQk "sıklık safiri" diye okunmalıdır. Anlamı da "ıslık sesi" dir. Söz konusu olan sazın, teli olmayan ıslık sesi gibi bir ses verdiği anlatılmak isteniyor, sanırım. Metindeki berberde sözcQğünün açıkça harekelenmiı olduğu için ve imllsı bakımından biraderi diye okunamayacağı meydanda iken öyle okunmıı ve "kardeşi" diye karşılanmııtır. Doğrusu benim sadeleştir­ memdeki gibi. Metindeki imlAsı "kilçük" okumaya elveriıli değildir. Yazılııına göre "köçek" okunması gereken bu sözcQk "çırak, uşak" demektir.

105


ği(40) ve gerçeği, levent tutumlu, hakim yollu, zevki ve şevkı ter­ tipli, dört unsuru giderilmiş(41) rindler bölüğüne yoldaş, gönüllüleri perişan olanlar �k:Jmın� saz çalan kannakanşık bi­ ridir. (42) Zurna'ya gelince bu saz, bu bölüm sultanıdır. Nefir, nakara, zene ve ses sahibi boru(43 ) o hükümdarın erkinıdır. Ne zaman zurnadan yakıcı bir ses çıksa öteki uydular ve davul ona uyup ardından gider(44) ve bütün öteki sazların varlığı onun bulunduğu yerden yok olur, gider. Çünkü bu sazlar erkeklikle ötekilerden seçilmişlerdir. Bu sazların kadın olanları da vardır. Ama onlara rağbet eden­ ler sanki kadın düşkünleridir. O güzel sesli güzellerin biri de çenk dedikleridir. Bu saz,

çoğu zaman aşka düşmüş, örtülü -iffetli- kadınların dostudur. (45) Sanki çarpare o işi-tatlı, dostuna tapar, ne buyurursa onun buy­ ruğunu yerine getirir. Biri de· kemançe'dir ki çoğu çenk ile sırdaştır; onunla bir­ likte çalınır. Çünkü hem çalınmaları, hem de sesleri eşittir. İşleri (40) (4 1 )

Bkz. çıkma, 39. Bence burada, sakallarını, bıyıklarını, kaşlarını ve kirpiklerini kazıyan ve "ışık" denen dervişler anlatılmaktadır. Müzheb diye okunması ge­ reken sözciik ''ınezheb" diye okunarak "dört unsura bağlı ermişler" diye hiçbir anlam taşımayan bir çeviri yapmak yanlıştır. 2) (4 s. 56, çılcma-ı de, bu parçanın tam anlaşılamadığı haklı olarak belirtilmiştir. (43) Metinde geçen bu çalgı adları atlanmıştır. (44) Burada, davulun "zurnaya ve onun uydularına yol gösterdiği" yanlıştır. Çünk(l adları geçen çalgılarla birlikte davul zurnaya uymaktadır. 5) (4 Burası da anlaşılamamış, "Gizli aşıkların sevgilisidir" diye metinle hiç ilgisi olmayan bir anlam çıkarılmıştır. Oysa aslında biraz önce sazların kadın olanları da vardır" diye bir benzetme yapılmıştır. Bundan dolayı "çenk" evlerinde kapalı, iffetli kızların çaldığı bir çalgıdır, demek is­ teniyor; metinde geçen mukadderat "ehl-i perde" kız demek olan mu­ badderenin çoğuludur.

106 ,


Uşşak makamından başlamaktır, güçleri de alçaktan evç'e uçmak­ tır.(46) Garibi şudur ki def dedikleri pir, her yerde bunlarla bir perdededir ve onlara arka olmaktadır. Birlik dairesinde(47) bir­ birlerinden hoşlanan meclis arkadaşıdırlar.

Fincan da üsküredk(48) de bunlara hizmet etmiş,

benzersiz

bir kız-oğlan-kızdır, böyle bilinsin.

Bir türlü saz daha vardır ki yalın bıçak ile yalın dudak ile çalınır, benzeri görülmüş değildir. İran'da ortaya çıkmıştır ve Anadolu'da yayılmıştır.

2.6.4

UNUTULMUŞ BİR EK Mİ?•

Tekirdağı'nda yaptığım bir konuşmada, arkadaşlarım Baha Dürder ve rahmetli Haydar Ediskun, · kullandığım sıkılcun sözcüğünü, benim o sırada darda kalarak, kendi buluşum gibi aldılar. Bense, bunun, bizim evin günlük sözcüklerinden biri ol­ dl;lğunu, biraz da şaşırarak, onlara anlatmaya çalıştım. İstanbul'a döndüğümde, Türk Dil Kurumu'nun ölmez bir amtı olan

"Tamklanyla Tarama SözlüAfinü "ne baktım.

Orada (İstanbul

1943 , I, 6 1 8) (el-la'z) sıkışma ve . . . borçlu makulesine sıkılcım etmek (Kamus çevirisi); (Ankara 1 954, ill , 617 - Deşişi, 1 93-2) ve (Ankara 1957, iV, 681 - Nimeti, 206 ve Camiü'l-Fürs, 342) "Tengna"nın karşılığı olarak "izdiham, tazyik, sıkıştırma" ,

(46) Burada, metindeki eve, musikide bir makam ad ı olduğu halde, yanlış ola-

rak uç okunmuş ve "alçaktan doruğa yükselmektir" diye çevrilmiştir. Ali'nin burada eve ve uç sözcüklerinin bir yazılışından ve alçak-eve (yüksek) sözcilklerinin verdiği çağrışım dolayısıyla bir kelime oyunu yaptığını da unutmuyoruz. (47) Dayire'nin defdemek olduğunu, burada, bunun bir çağrışıma yol açtığını biliyoruz. (48) Üsküre "toprak çanak ve su içecek kap" demektir. Bundan dolayı da burada fincan'la ilgilidir. Bu sözcük de bilinip doğru olarak okunamamış ve eski çağlarda diye bir yakıştırma daha yapılmıştır. • Türk Dili Araşbnnalan Yılhğı Belleten 1975-76 ( 1976) , 1 83- 1 85 .

107


Babusü'l-vasıt, 2, 452'de Arapça "tchlôd , l , 162'de "zınir" "sıkılcım etmek, sıkıştırmak, tazyik etmek, rahatsız etmek" ve 2, 67'de "isar"m "bir kimseye sıkılcım vermek" karşılıklarını buluyoruz. Tarama Sözlüğü'nün bütün bu ciltlerdeki Türkçe sözcükleri ve onların tanıklarını bir araya toplayan sod baskısında (Ankara 197 1 , V, 34 1 1 v.d.) "El-la'z" için verilen karşılığın "bir kimseyi ıiıağmum eylemek, ala kavlin bir kimseyi koğup gide­ rek ana yaklaşmak . . . ve borçlu makulcsine sıkılcı.m vermek" diye tamamlandığını gördüm. ..

Sanglah'ta (Muhammed Mahdi Han, Sangulax, faksimile, bir giriş ve indeks, Sir Gerard Clauson, Gibb Memorial dizisi, Lon­ don 1960, 254v, satır 12) sıkılcım için ' 'Osmanlı Türklerinin di­ linde tengna ve mütenikim' ' anlamınadır, denilmektedir. Ömer Asım Aksoy'un Gaziantep Ağzı (Sözlük ve Kullanılma­ yan Kelimeler, İstanbul 1946, m. 591 v.d.) nda, sıhırcını (sıhılcım) için ' 'sıkıştırma' ' karşılığını buluyoruz. Tanık olarak ta 1) şuna bir sıhırcını ver; 2) sıhırcı.mı yiyince çalışmaya başladı; 3) sıhırcımın faydası oldu, örnekleri veriliyor. Kaynak olarak ta Türk Dil Kurumu'nun Tarama Dergisi ve Şeyh Süleyman Efen­ di'nin Lugat-i Çağatayi ve Türlô-i Osmaru'si gösteriliyor. Radloffun Versuch eines Wörterbuches der Türk­ Dialecte'sinde (iV, 678) Şeyh Süleyman Efendi'nin Sıkılcım'a verdiği karşılıklar tekrarlanmıştır. Bunlar "sıkındı, ızdırab, mu­ zayaka, ducret, meşakkat, rene, veca" ve"derd"dir (bkz. İstan­ bul 1298, s. 128). Türk Dil Kurumu'nun yayımladığı "Sözlük"ün altıncı bas­ kısına da (Ankara 1974) alınmayan bu güzel ve konuşma dilinde "sıhırcını" (Gaziantep Ağzı, III, 591 v.d.), ve "sıkırcını" (Söz Derleme Dergisi, İstanbul 1942, c. 3, s. 1216, İzmir ve Seyhan'da) söylenişiyle bugün de yaşamakta olan ve birçok yabancı sözcükleri karşılayan zengin anlamlı sözcüğe, Sözlük'ün bwıdan sonraki bas­ kılarında yer verileceğini umanın . 108


Sıkılcım'ın "sıkılmak" eyleminden )'ap ı lm ı§ lııı i ri; im olduğu tartışılamaz, sanıyorum. Bu isim sıkıl-cun'dır. Demek ki eylem köküne bir cıın eki getirilmiş, sözcüğün kökünde yüklü olan an­ lamlar ondan yapılmış olan ada da taşınmıştır. Ne Besim Atalay'ın "Türk Dilinde Ekler ve Kökler Üzerinde Bir Deneme" (T.D.K. yayınlamıdan, D: 15, İStanbul 1942) sinde, ne de Prof. Vecihe Hatiboğlu 'nun bu konuda son çıkan "Türkçenin Ekleri" (Türk Dil Kurumu yayınlan, Ankara 1974) kitabında bu ekten söz yoktur. cun unutulmuş bir ek midir? Böyle bir ek varsa, dilde bunu tanıklayacak başka bir örnek var nndır? Bu sorunun ikinci bölümüne karşılık olarak, yalnızca kJiılcıın sözcüğünü buluyoruz. Ancak bu sözcükteli cım'ın, burada da bir ek olduğunu savunmalc o denli kolay görünmüyor. Kığılcım

( = kıvılcım)ın anlamı için tanıklar aramak gerek. mezse de, burada cım'ın bir ek olabileceği yolunda kimi araştırmalara kalkışmak yerinde olur. Bunun için de, sıkılcun'da, olduğu gibi kığılmak ya da kıvılmak diye Türkçede bir 'eylem olup olmadığım, varsa, anlamının kıvılcım'a sıçrayıp sıçra­ madığım bulmak için bir girişimde bulunmalıyız. Böyle bir eylemin ilk kökü olabileceği alda gelen kıl ve kol sözcüklerinin "kıvılcım" anlamına geldiğini gösteren pek çok tanık vardır. (bkz. Tarama Sözlüğü, iV, 2472 ve 2600 v.d.) Dilimizde, bu kökten türediği düşünülebilen sözcükler vardır: Kıvılcık (can sıkıntısı, Seyhan, Türkiye'de Halk Ağızlarından Söz Derleme Dergisi, II, 927) kıvıldam�k ve kıvıldaşmak "canlı mahluklar gaynmuntazam hareketlerde bulunmak' ' (Gaziantep); kıvıl kıvıl "harıl hani, ivil ivil" (Kastamonu); "Kaynaşma, canlılık" (Balıkesir). 109


Ahmet Vefik Paşa, Lehçe-i Osmamsinde, kığılcun madde­ sinde (s. 678) "Türkide kık ve kıvık da de11ler .. diyor. Kık karşılığı olarak ta "kav .olmuş hurda şeyler, lillor"ı veriyor. Yukarıda sıralanan sözcükler arasında kıl (Şamilü'l-LUgat, 456 ve 623) da vardır. Orada "sirlşk" karşılığı olarak ••gözyaşı ve od kığı" deniyor (Tarama Sözlüğü, vm, 2601). Lehçe-i Osmaru' de de yine bu karşılık vardır. Bu kığın kökünü biz kığılcım sözünde buluyoruz. Asıl "kıvıl"m ateşten sıçrayan küçük ateş parçalan, kıvılcım (Derleme Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1975) anlamına gelmesi (Denizli) bizim için önemlidir. Demek ki "kıvıldamak" ve "kıvıldaşınak" eylemlerinin kökünde yatan, "kıvıl kıvıl"ın 1) dunnadan, harıl harıl (İstanbul, Kastamonu, Malatya) 2) "kaynaşma, canlıbk" (Balıkesir, Kocaeli, Çankırı, Gaziantep, Niğde), 3) "kalabalık, çokluk" (Çanakkale , Malat­ ya) anlamlarından ziyade kıvıl sözcüğünün bu kıvılcun anlamıdır.

Kıvılcım'm, "koyun kılı ve samanla karışmış tandır yaka­ cağı" anlamına gelmesi de önemlidir. Çünkü bu yakıt, yapılışı dolayısıyla, yanarken kıvılcımlar saçacaktır. . "Kıvddamak" ve "kıvıldaşmak" eylemlerinin Kaynaşmak (insan ve hayvan için, Denizli, Gaziantep, Sivas) anlamına geldiğini de burada gözden uzak tutmamalıdır. "Kığıl kığıl etmek" de "çabalamak, tepin­ mek " ' demektir (Konya). Bu tanıklara bakınca "kılılcım ve kıvılcım" sözcüklerinin kökünü, başta doğrudan kıvılcım de­ mek olan "kıvıl" olmak üzere, kıvılcımın, ateş çıtırdayarak ya­ narken çıkan kıvılcımların .oynaşmasını da akıldan çıka_rrnJd�.n. "kıvıldamak, kıvıldaşmak, kığıl kığıl etmek, kıvıl kıvıl etmek" sözcüklerinde yattığını görmek bana tutarlı görünüyor. Bunun içinde· ben kığılcım ve kıvılcım sözcüklerinde de, sıkılcım sözcüğündeki "cım" ekini buluyorum. Yarıp eski metinler tarandıkça, halk ağzından derlemeler zenginleştikçe, nereden nereden, bu cım ekiyle türetilmiş başka eylemlerin ve sözcüklerin ortaya çıkması beklenebilir. ·

1 10


Bir ek olduğundan kuşkulandığım. cun 'm, bugün iç� işlek ol­

da, yarın yeni anlamlar için yeni yaratmalara gidilmek ge­ rektikçe işimize yarayacak: bir ek olarak aklımızda tutulmasını diliyorum.

masa

Bu ek, hiç olmazsa dilcilerimizin bu konuda ne düşündüklerini açıklamalarına yol açarsa, tek baıına bunu bile bir yarar sayıyo­ rum. 2.6.S

BİRKAÇ DEYİM ÜZERİNE*

Dilimizde kullanılan deyimlerin, çoğu ta adetlerimize ve tö­ relerimize dayandılmı belirtme yolunda arada bir değerli yazılar görülmektedir. Dilin bir yönden zenginliğini gösteren, bugün de yazarlarımızca kullanılmasını dilediğimiz bu deyimlerin içinde, artık unutulanlar da vardır. Toplumun uğradığı deAiıildikler do­ layısıyla bunları yaşayışımızda yeri kalmayan birtakım töreler . yüzünden anlamakta, açıklamakta güçlük çekiyoruz; sayılan da gün geçtikçe artmaktadır; dün bildiğimiz deyimleri bugün kul­ lanmıyoruz. Ne soydan olursa olsun, okuduğumuz kitaplarda karşımıza çıkan, ya da halkın konuşmalarında duyduğumuz, an­ lamlarını, niçin ve nerede kullanıldıklarını kavramakta güçlük çek­ tiğimiz bu deyimlere pannak basıp da onları ille de anlamak yoluna düştüğümüz zaman, verdiğimiz emelin karşılığı bütün yorgun­ luğumuzu almaya yetip artar. Ama bunun için, bunları bize açıkla­ yacaklarını umduğumuz kimselerin durmadan kapılarını çalmak, eski adetlerimiz ve törelerimiz bakımından bugün de birer kay­ nak sayılan şehirlerimizi ve kasabalarımızı dolaşmak, oralarda halkın konuşmalarına kulak vennek gerekmektedir. Bu yazımızda, Divan Edebiyatına bağlı türlü şairleri okur­ ken önümüze çıkan birkaç deyim üzerinde durmak istiyoruz. Yeri gelmişken söyleyelim ki Divan Edebiyabna giren ürünlerin örgüsü içinde, kullandıkları dil bir yana, halkın adetlerine dayanan, onun (*) TFAY, 1975 (Ankara, 1976), 67-74 .

111


geleneklerini ve törelerini yansıtan pek çok deyim·vardır. Bu de­ yimleri en ummadığımız şairlerin eserlerinde bile bulduğumuza şaşmamalıyız. Bunlann bir bölüğünü henüz açıklayabiliyorsak da, neyin nesi olduğunu anlayamadığımız daha birçokları bu alanda merak edip çalışacakları beklemektedir. Bu yazımızda biz bun­ lardan ikisini ele almak istiyoruz.

Boynuz Asmak - Kemal Paşa-oğlu Ahmed Çelebi'nin Yusuf ve Zeliha adlı mesnevisinde geçen şu, İdenin neY'arlls-ı m4lu ziynet İkdirsin anı sohbet be-sohbet Urur tamuna lal her gice yıl.duı Hil41 asar lcapun üstünde boynuz Duyu/dun bunda, yirin terle ükrsin GiJçersin Rtlm 'dan Şam 'a gidersin

dizelerinde, güneşe seslenerek ' 'sen bir yeni geline benzeyen ayı sohbetten sohbete götürürsün, bundan dolayı, yıldızlar her gece senin damını taşlar ve hilfil damının üstüne boynuz asar. Burada dile düşünce, yerini bırakır,göçersin. Rum (Anadolu)dan Şam (Suriye)a gidersin" deniyor. Burada Rılm, güneşin doğduğu yeri, doğuyu; bir anlamı akşam demek olan "Şam"da güneşin batbğı yeri anlatıyor. Şeyhf'nin Hamame'sinde ise, çayırda otlamakta olan öküzle­ rin boynuzu aya benzemektedir : Boynuzu ba 'zısının ay bigi Kiminin halka hallca yay bigi

Gerçi ay başka nesnelere de benzetilmiştir. Netekim Süheyl ü Nevbahar'da ay gemiye benzemektedir :

Yallı wırsa gerek göut ol demi ZIJmürriJd denizıle bu altın gemi Hilil'in, yeni ayın, sevgilinin kaşına benzetilmesi ise çok yaygındır. 1 12


Ahmet Çelebi'nin yukanki dizelerinde ise bir töreye, bir Adete işaret vardır.

Eskiden toplumda bir mahallenin ve orada oturanlann 1Crefıni ve namusunu kanunlar kadar töreler, örf ve Adetler de koıurdu� Bir mahallede yoldan çıkmış evli bir kadının habersiz kocasını uyarmak, ya da kansını kötü yola kılavuzlayan bir kocaya, kim olduğun.UQ m•hall� bi1indiğini anl3t� için gece lcap!Sına boy­ nuz asılır ve evi taşlanırdı. O adam da artık mahallede yaşaya­ mazdı, bırakıp oradan göçmek zorunda kalırdı. Bunun namusa dokunur bir davranış olduAunu halkJn dilinde de buluyoruz. Şerefme leke sürecek bir hareket karşısında kalan

biri ''güneş gibi yüzümü yerlere diişiirdüniiz; kapunda gölge görsem katran sürdüler sanırmı; dammıa ...,W vursa boynuz astdar diye candan usamrım; gökteki yıldıza gözüm dok.unsa üzerime taş yağar diye utammn' ' diye yakınıyor Burada, kansı kötü yola düşen şerefsiz bir adamın kapısına katran sünne Adeti .

de görülmektedir.(1) Gerek Ahmet Çelebi'nin dizelerinde, gerekse Aşık Çelebi'nin şair Ferdi'yi anlatırken değindiği satırlarda, halkın bu örf ve adeti yaşamaktadır. Onun için boynuzlu bugün de dilimizde "ırzı le­ keli", boynuzu kartlu " şerefsizlikte aşın giden" ve boynuz takınmak'ta '"bu yüzden rüsvay olmak" anlamlanna kullanılıp durmaktadır. Taşlıcalı Yahya, saza yasak olup da şair Hayali Bey 'i bir av­ ratla suçlandırdığı vakit onun hakkında şöyle bir kıt'a söylemiştir:

Hayali sen acllyip lcarnıb&ın Rel14 mı ortadan avrat alasın (1) Aşık Çelebi Tezkiresi, Prof. Meredith-Owens neşri, Gibb Memorial se­ risi, London, 197 1 , ypr. 19()&, satır 13 v.dd.

113


Yasal oldu zbade çeng il 1141• Meler tİlnlkngeriJ boynuz çalasın Sana evlenmek � tlüfer mi'! Husfn4ki 11ıJdardan olama Burada da, Hayali Bey'in ortadan bir avrat alınası dolayısıyla, onun bundan sonra "boynuz çalması gerektili" söylenerek du­ rumuna telmih vardır.

Yakadan Geçirmek Bu deyimi Türkçe sözlükler içinde yalnız Redhouse'da buluyoruz. Orada ''yakadan geçirmek" -To adopt an infant by pming it tbrougb the coUar of one's sblrt­ diye verilmektedir. Türk Dil Kunımu'nun çıkardıiJ. Türkçe Sözlük'te (altıncı baskı) ise bu deyimin karşılığı "evlatlıla ka­ bul etmek"tir. Yeri gelmişken söyleyelim ki sözlüklerimizin an­ cak pek azı bu gibi deyimlere yer vermişlerdir. Yenilerde ise bunlar büsbütün bırakılmıştır. Oysa halk bilimi açısından sözlükle­ rin bize çok yararlı olduğunu söylemek gerekmez; bu başhbaşına bir başka yazının konusu olmaya deler. -

Gelibolulu Süruri Çelebi,

Nola oful edinüp yan geçürsem yakadan Pirehen p4relenüp çtık-i giriban büyüdil beytinde "yakadan geçirerek evllt edinmek'" adeti karşımıza çıkıyor. Gerçi, onun bu beyitte asıl söylemek istedili bu değildir. O sevgilisi ile tek-vücut olmak arzusunu meydana wruyor. Fa­ kat bize gerek olan evlat edinmek için çocuğun yakadan geçiril­ dili adetinin burada yansımış olmasıdır. Bir başka şair, Heşt Bihişt adıyla ilk Şuara Tezkiresi'ni yazmış olan Edirneli Sehi Bey de :

Hale ofuldur yakadan geçme bana eşlc-i yetim Tıfl-ilcen t/4hı göziJm salmışuli dlanenime beytinde, açıklamasında görüleceği üzere "yakadan geçirme" de­ yimi bir benzetme olarak kullanılmıştır : "Yetimin gözyaşı bana, 1 14


yakadan geçme Hak oğul'dur, daha çocuk iken bu gözyaşı gözümden eteklerime inmişti" diyor. Aşık Çelebi'nin şair Ferdi'nin hayabna ayırdığı uzun sayfa­

lar<la da bu deyimi buluyoruz :<2> Ferdi'yi görmek arzusuyla onun

evine gelen adamın yanındaki kimse onun kötü bir niyeti ol­ madığını anlatmak için şairin babasına ' 'yaramaz bOOı yoktur, oğlunu canından yeğ sever, yakasından geçirip oAuI edbunJştlr" der.

"Yakadan geçirmek" deyimi, başka bir yerde, insanın yanından ayırmadığı, çok sevdiği, koynunda sakladığı, evlat gibi baktığı nesneleri anlatmak. için de kullanılmaktadır •

.Aşık Çelebi, kadıasker, bilgin ve şair Kadri Efendi'yi an­ latırken, onun pek eli-açık bir kimse olduğunu söyledikten sonra "ancak yir-ı gaan yakasından gecürdüiü kitabı imiş" diyor.C3> Yukarıda aldığımız yerlerde geçen "oğul" kelimesinin Türkçede hem kız, hem de erkek evlat anlamına kullanıldığını belirtelim. ·

Bugün bu Adetin Anadolu'nun kimi yerlerinde yaşamakta ol­ duğunu sanıyoruz. Hiç olmazsa, bildiğim kadar, bu adeti hatırla­ yanlar bugün de aramızdadır. Bir çocuğu kendisine evlat edinmek isteyen kadın, onu gömleğinin yakasından geçirerek koynuna alıyor. Böylece çıplak teniyle gömleği arasında kalan çocuk, yu­ karıda geçtiği üzere onun hak evlAdı oluyor. Yazık ki, bu yolda evlat edinmenin bir töreni, bir duası, bir yiyip içmesi var mı yok mu, bilmiyoruz. Ama böylesine önemli bir adetin, bir çocuğu ken­ dine mal etmenin elbette bir töreni olacaktır. Manyas'ta bir yaşlı kadından öğrenilerek bana verilen bilgiye göre, evlatlık edine­ cek kadın, evlatlık edineceği masumu çırılçıplak soyuyor. Onu her üç defasında da besmele ve ayetü'l-kürsi okuyarak gömleğinin (2) Aynı yer, ypr. 19()1, satır 19. (3) Aynı yer, ypr. 223b, satır 15.

1 15


yakasından çıplak tenine sokuyor ve eteğinden alıyor. Böylece onu kendi doğurmuş gibi büyütüyor. Hangi çocuklar evlAt ediniliyor? Yukarıda Sehl Bey'in bey­ tinde geçtiği gibi yetimler mi? Anasız, babasız çocuklar mı? Bu yolda evınt edinmenin hukuk açısından tanınmış bir takım sonuçlan oluyor mu? Bunların hepsi, üzerinde durulacak, araştırılacak nok­ talardır. Umarım ki yazımı okuyacak olanlar arasından bizi daha çok aydınlatacak bir ses gelir de seviniriz.

Yakadan geçirmenin yalnız bir "evlat edinme" deAil, bir "kardeşlik, bir öz kardeşlik" bağı olduğunu da biliyoruz. Bir za­ manlar bir hayır, bir yardım ve koruma müessesesi olan Külhanbeyilik'in koruduğu çocukları belli bir törenle nasıl öz kardeş kıldığım biliyoruz. Ebuzziya Tevfik Bey'in "Yeni Os­ manlılar Tarihi"nde bununla ilgili pek deAerli bilgi vardır.(4) Önemi dolayısıyla bu satırları olduğu gibi buraya aktarıyoruz :<'>

Kardeşlik Merasimi-Kardeş olan çocukları ortaya alırlar. Kill­ hancı bir büyük gömlek getirir. Bunun adı "Uyhann Kefeni"dir.(6) (4) Ebüzziya Tevfik Bey'in "Yeni Osmanlılar Tarihi"ni, sayın Ziyad Ebüzziya

üç cilt halinde yayımlamıştır. Eserin aslı gerektiği lcadar sadeleştirilmiş, belge önemi taşıyan yazı ve parçalar bugünkü dille verildikten sonra asıllan da dipnot olarak geçirilmiştir. Kitabı yayıma hazırlayan, gerektiıt-yerlerde çok yararlı ve değerli açıklamalar yapmıştır. Böylece son yllzyıl tarihi­ mizin türlü yönlerden en önemli kaynağı birinci elden bugünün okuyu­ cusuna sunulmuştur (Kervan Yayınlan, Tarih ve Tarih Romanları Serisi, cilt 1 ve il, İstanbul 1973; cilt III , İstanbul 1974). (5) Cilt III , s. 2 14 v .d. (6) Menkabe'ye göre UyhAr ünlü meczuplardan birinin adıdır. Menlcabe şudur: "Gaznelilerden Sultan Mahmut Sebüktekin, bir kış mevsimi, kimi kifir ülkelerini ele geçirmek llzere Gaznin'den dışarı çıktı. Zamanın tanınmış büyük şairi SeıaAi onu öven bir lcaside söylemişti, gidip Sultan Mahmud'a sunmak istedi. Bir külhanın lcapısına geldi. Hiçbir külfet tanıma­ makta aşın giden ve UyhAr diye ün salan bir meczup vardı, durmadan şarap içtiğinden bu adı almıştı. Senit buraya geldi, bir ses işitti. Bu ses şöyle diyordu : "Siki, kadehi doldur da Mahmut Sebüktekin' in körlüğüne •

1 16


Gömlek iki yakalıdır.m Destebaşı(B) iki çocuAu yanyana getirir, bu gömleği çocukların başından geçirir. Sağ tarafa dalına eski çocuk, sol tarafa da yeni çocuk tesadüf eder. Sağdaki çocuk göm­ leğin koluna sağ elini, soldaki de sol elini sokar. Bir gömlek içinde iki çıplak vücut bulunur. Dışarıda ise iki başla iki el göıiinür. Külhancı ocağın ağzına doAru ilci diii üzerine oturur, ellerini dizlerinin üstüne kor : "Ey Uyhirııı evlatları. Burası baba yurdudur. Burada se­ nin, benim yoktur. Burada herkes kardeştir. Bir anadan, bir ba­ badan olanlar birbirlerini boğazlarlar. Uyhann evlatları birbirlerini bir vücut bilirler. Kardeşlerine birisi bir iğne batırsa acısını kendi vücutlarında duyarlar. Bu kefene saAJıAında giren­ ler ölünceye kadar birbirlerini ayn görmezler. Bu, ilcilikte bir­ liktir. Bu, senin sağ elindir; sen de bunun sol elisin; vücudunuz birdir, başlarınız ikidir. Biriniz sağınızı, biriniz solunuzu göıiirsünüz. Ömrünüzün sonuna kadar birbirinizi görür, gözetir­ siniz. Burada bu, senindir; bu benimdir, yoktur. Az, çoğu artırır; çok hepinizi besler. Kazan birdir, hepinizi doyurur.'' Benzeri bir kardeşlik töreni Alevilerde de vardır. (9) . içeyim.'' SAki dedi ki: "Mahmıt, gazi kişidir ve İslim padişahıdır.' ' LAyhAr "peki ama bu adam kendinden hoşnut delildir; elinde bu kadar rnemleltet varken başka bir ülkeyi eJe geçirmeye gidiyor" dedi. Bir kadeh daha aldı ve içti. Sonra dedi ki : • 'Bir kadeh de pir SenAt'nin körJüğfine doldur''. Siki dedi ki : "Senlt bilgin ve güzel tabiatlı bir kişidir. " I..4yh4r "eğer güul bir yarattlşı olsaydı, ona bir yaran olan bir işle uğraşırdı. Bir kiğıda birkaç boş s&z yazmış ki kendisine hiçbir yararı yok ve hangi iş için ya­ ratıJdıAını da bilmiyor." SenA1, bunu işitince hali değiıti ve Uyh4r'ın bu uyarısı Ozerine gaflet sarhoşluğundan ayıldı, yola girdi ve süJdk ile meşgul oldu (Dr. Zebihullah Safa, Tahran 1339. Ü�ııdi baskı, C. II, s. 554, çıkma 2). (7) "İlci yakalı gömlek" yalnız boyun yuvarlağı kadar açık değil de, yakası göbele kadar yırtmaçlı olan gömlek demektir. (8) KlllhanbeyJerin bqkanı. (9) Bu bilgiyi bana, bu &örenlerde birçok defalar bulunmuş olan sayın Ümit KaftancıoğJu Jdtfetmiştir.

1 17


Alevilerde kardeşlik töreni - Bu törenin adı cem tubnak•tır. Birbirleriyle kardeş olmak isteyenler pire başvururlar. Bu tören kardeş olmak isteyen kişilerden birinin evinde olur. Bunun için özel bir gömlek vardır. Her ikisi de evli olan iki erkek, kardeş olmak isterler. Bunların eşleri de birbirleriyle bacı olacaklardır. Bu dört kişi bu gömleğin içine girerler. Bir erkek, onun yanında onunla kardeş olmak isteyen erkeğin eşi bulunur. Onun yanında ikinci erkek, onun yanında da birinci erkeğin eşi vardır. Böyle, bir erkek, bir kadın olmak üzere karışık dururlar. Ayaktadırlar . Ortada törende bulunanların toplandığı bir meydan vardır. Dede şöyle der : - "Canlar sorgudadır, sorgu sizde! " Toplulukta bulunan­ ların kardeş olacaklardan bir alacağı ya da döğüş, dargınlık gibi bir geçmişleri varsa önce bunlar ortadan kalkar, borçlar ödenir, dargınlar barışır. Bunlar hiç itirazsız kabul edilir. Dördü de ayakta olan bu kişiler, sağ ayaklarının başparmak­ larını sol ayaklarının başparmaklarına basarlar. Sağ ellerini göğüslerine bastırmışlardır. Birbirleriyle ancak dirsek temasları vardır. Sendelemek, devrilmek yoktur. Böyle bir şey olursa tö­ ren bozulur, çünkü bu, uğur sayılmaz ve bundan, kardeş olmak isteyenlerin bu dileğine cevaz olmadığı anlamı çıkarılır. Başı-açık ve yalın-ayak ve bütün vücutları çıplak olarak pir huzuruna gelmiş olan bu dört kişinin durumu "sine oryan

-

eller

büryan" sözünde toplanır. Bunlar tarikat kazanında pişeceklerdir.

Dede onlara şöyle hitap eder : - "Bu yol, Muhammed-Ali yoludur. Bu yola herkes gire­ mez. Gelme, gelme. Dönme, dönme! ' ' der. Bu demektir

ki, gelmezsen· sana kimse bir şey demez, ama İkiniz kardeşlik,

tarikata bir kez girersen artık dönmek yoktur.

' '

karılarınız bacılıktır. Dünya, ahiret birinizin eksiği, gediği, öte­ kinin eksiği, gediğidir. Birlikte ağlayıp, birlikte güleceksiniz.

1 18


Ağzınızdan kem söz çıkmayacak. Elinize, dilinize, belinize sıkı olacaksınız. Pir postunda bunun için and içer misiniz?' ' B u soru dördüne birden sorulmuştur. Onlar sadece başlarını eğip ellerini göğüslerine bastırırlar ve karşılık olarak ' 'Allah, Ey­ vallah' • demekle yetinirler. Bundan sonra dedenin postunu öper­ ler. Meydanda üç özel yer vardır. Bunların ilki

pirin postudur.

Sonra dedenin yeri gelir. Bu iki yerin arasında kazan kaynamak­ tadır. Pirin önünde bir yer de rehberindir. Kardeş olacaklar bu sorudan ve onun karşılığından sonra de­ denin postunu öperler. Pirin yanında bir rehber varsa o zaman dedeyi öperler. Bütün bunlar tamamlandıktan sonra meydan ni­ yazı gelir. Meydaiı niyazı, orada bulunan topluluğun eline var­ mak anlamınadır, bunun için de bu dört kişi meydanın ortasında belli bir noktayı öperler. Bu tören tamamlandıktan sonra dede, meydanda kaynamakta · olan kazandan bunların herbirine birer lokma sunar ve birer dolu içirir. Gömleğin içinde bulunan bu dört kişi, kendilerine sunulan bu doludan, rakı dolu kadehten, sıra ile birer yudum içerler. Böy­ lece artık birbirlerinin kardeşi, bacısı olurlar ve tarikata girmiş sayılırlar. Bundan sonra artık yeme-içme, saz-söz deyiş, türkü ve semi başlar ve geç vakitlere kadar sürer . . . Şimdi adını hatırlamadığım bir masalda da, dev, masal kah­ ramanını gömleğinin yakasından geçirir, böylece kardeş olurlar ve artık devden ona bir zarar gelmez. Bu motife başka masal­ larda da rastlamak mümkündür. Görüldüğü gibi gerek kitaplarda, gerekse halkımızın dilinde yer alan bir deyimin ardına düşüldüğü zaman, onun kılavuzluğunda bir örf ve idet, bir gelenek ve görenek ülkesine ulaşılabilir. Bu yolculuk, bizim için anlaşılması gittikçe güçleşen kitapların di­ lini olduğu kadar, konuşulan dili öğrenmek için de gerekli­ dir.

1 19


2.6.6

KENZÜ 'L-KÜBERA VE MAHAKKÜ'L-ULEMA• ı.

Klasik Türk Edebiyatının XIV. yüzyıl tanınmış Anadolu şairleri arasında büyük bir yer tutan ŞeyhoAJu Sadrüddin Mus­ tafa'nın(l) şiirlerinden, Hurşitname, MarzubannAme(2) ve Ka­ busnAme(3) gibi eserlerinden başka bir de "Kenzü'l-kübera" adlı siyasetnamesi bulunduğunu ve bunun tek yazmasının rahmetli

Prof. Mehmet Fuat Köprülü 'nün elinde olduğunu daha onun öğrencisi olduğum yıllardan bu yana merak etmekte ve görmek istemekte idim. Köprülü, zaman zaman üstelediğim dileğimi bir

müsait

zamana

ertelemiştir.

Taşıdığı büyük önem dolayısıyla, başta Köprülü olmak üzere eser, türlü zamanlarda, başka başka yazarlarımızın kitaplarında ve yazılarında söz konusu edilmiştir. Köprülü, ilkin ' 'Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar"

adlı

kitabında, eserin konusunu açıklamadan, bu yazmayı vm. (XIV .)

yüzyılın, çoğu bilinmeyen şairlerinden bir çoğunun manzumele­

rini ihtiva eden çok değerli bir eser olarak haber veriyor.(4) İkinci olarak,

rahmetli Kilisli Muallim Rifat, Şeyh Mes'tld

b. Osınan'ın "Ferhenicname-i Sa'di Tercümesi"nde bu yazmadan yararlanmıştır. Kenzü'l-küberi'nın yazarı, konusu, kime sunul­ duğu hakkında , yeterince bilgiyi o vermiştir. Yazmayı tarayarak,

9 (1976), 37-5 1 . (1) Şeyhoğlu'nun hayatı ve eserleri tızerinde derli-toplu bilgi edinmek için bakınız : Fanık Alcin, İslim Ansiklopedisi, Şeyhoğlu maddesi . (2) Prof. Dr. Zeynep Korlcmaz, Sadr'ud-din Şeyhoğlu, Marzubannime, İrıceleme-metin-sözlilk- tıpkı basım; Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi yayınlan: 219, Ankara 1973. (3) Orhan Şaik Gökyay, Kabusname, Milli Eğitim Bakanlılı, Eski Tllrkçe Me­ tinler : 1, üçüncil basılış, İstanbul 1974, ÖnSÖ'Z, s. vn v.dd. (4) İstanbul, Matbaa-i Amire 191 8 , s. 269, çıkma 1 ; ikinci basım, Ankara 1966 , s. 205, çıkma 84. (*) Çeft'ell, yıl 4, sayı

120


Şeyhoğlu'nun üstadı Hoca Mes'ud'un Kenzü'l-kübeni'da geçen parçalarını toplamıştır. (5) Köprülü, Encyclop&lie de l'İslam'da, Kenzü'l-kübera'mn yazıldığı tarihi vermiş; eserin, çağının sözü-geçen kişilerinden Paşa Ağa b. Hoca Paşa'ya sunulduğunu söylemiş; kitabın orasına burasına, devrin şairlerinden alınmış manzum parçaların serpil­ diğini anlattıktan sonra bunun bir siyasetname ve bu zamanın sos­ yal hayatını tanımak için önemli bir kaynak olduğunu kaydetmiştir. (6) Yine bu bilgin, "Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesse­ selerine Tesiri .Hakkında Bazı Mülfilıazalar" adlı incelemesinde, ilk kez olarak Kenzü '1-küberi'nın içindekiler üzerinde geniş bilgi vermiştir. Bu önemli siyaset kitabında ''tımar, dirlik'' tabirlerinin bilinen anlamlarıyla kullanıldığını belirtmiş; kafir uclarından söz edilirken, oralara büyüle tımarla ve aynca yanına büyük asker kuv. veti verilerek, şecaatla ün almış bir beyin tayini lüzumunun ileri sürüldüğüne işaret etmiş; vezirlerin vazifeleri üzerinde dururken "sipahinin, su-başılann, baş-erenlerin, raiyetlerin ahvalini ve ni­ yetlerini daima tedkik etmek ve başka hükümdarlarla münasebette bulunup bulunmadıklarını ve devlete karşı ne gibi duygular bes­ ledilderini anlamak zaruretini anlattığım belirtmiştir. ' •(7) Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı "Germiyanoğlu Süleyman Şah' 'ın musahip, nişancı ve defterdarı olan Şeyhoğlu Mustafa'nın başka eserleri arasında onun Kenzü'l-küberi'sım da saymış, bu­ nun siyaset ve ahlaka dair yazılmış güzel bir eser olduğunu, 1400 yılında tamamlandığını söyledikten sonra, devrinin siyasi ve içti­ mai hayatım gösteren bu eserin dört bAb üzerine kaleme alınmış (5) Türkiye Cumhuriyeti, MaarifVekAleti Neşriyatı'ndan, adet: 66, İstanbul, Matbaa-i Amire 1340-1 342, s. 6-10. Burada (ı. 7, çıkma 1) kitabın adı ilk kez olarak "KenzO'l-ldibeıi ve MahallO '1-ulemA" diye veriliyorsa da doğnısu "kenzil'1-kilbeıi ve Mahakkil '1-ulemA "dır. Fuat Köprill6, eserin adını tam olarak vermemiş, ondan hep "Kenzü'l-kilbeıi" diye söz etmiştir. (6) Paris-Leyde, 1934, iV, 993. (7) Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, İstanbul 1 93 1 , s. 233 v.d.

121


ve önce Genniyan hükümdarının çaşnigiri üren sonradan Os­ manlılara intisap eden Paşacık Ağa b. Hoca Paşa'ya ithaf edil­ diğini kaydetmiştir. (8) Fuat Köprülü ' 'Vakfa ait Tarihi Istılahlar Meselesi'' adlı yazısında "müzekkirler"den söz ederken bu konuda en önemli açıklamaların Şeyh Necmüddin Rizi'nin XIII . yüzyılda Anadolu'da ikmal edilmiş olan • 'Mirsadü'l-ibad' ' adlı eserindeki bilgileri aktannıştır. Burada ilk kez Kenzü'l-küberi'nın Mirsadü'l­ ibad •dan hulAsatan tercüme suretinde vücuda getirildiğini kay­ dederek Şeyhoğlu Mustafa'mn eserinde de aym tafsilata rast­ landığına işaret etmiştir. (9) Yine Fuat Köprülü ' 'Anadolu Selçuklu Tarihinin Yerli Kay­

naklan" adlı yazısında, Kenzü'l-kübera'mn Mirs8dü'l-ibid'dan hulasa olarak Türkçeye çevrildiğini tekrarlamaktadır. Yalnız. Köprülü'nün yazı1annda geçen bu iki kayıttan Kenzü'l-küberi'nın, Mirsadü'l-ibad'ın bütününün özetlenerek Türkçeye çevirisi ol­ duğu anlaşılmaktadır. Oysa Kenzü'l-küberi'da, beş babdan mey­ dana gelmiş olan Mirsadü'l-ibad'ın, son beşinci bibımn ayrıldığı sekiz fasıldan ilk dört faslında bulunan konular yer almaktadır. (10) Son olarak Dr. Mustafa Çetin Varlık "Genniyan-oğullan Ta­ rihi" (1300-1429) adlı yapıtında Kenzü'l-kübera'ya da birkaç sayfa

ayırmıştır. Yazar, kitaptan aktardığı metin parçalarında, kimi sözcükleri değişik biçimde okumuştur. Kenzü'l-kübera'mn dört baba aynlmış olduğunu, bunların da "cemiyetin tümünün değil, idare, asker ve ilmiye gibi üst tabakamn aynmından ibaret bulunduğunu" söylemiştir. Sözüne devam ederek, "burada be­ lirtilmemekle beraber" kaydıyla "bu zümrelerin, halk tabaka-

(8) (9) ( 10) 122

Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devleti, Türk Tarih Ku­ rulTAl Yayınlarından, seri-VII, Nr. 2, Anlcara 1937, s. 83; ikinci basım, Ankara 1969, seri-VII, sayı 2, s. 216. Vakıflar Dergisi, Ankara 1938, sayı I, s. 137. Belleten, Ankara, Temmuz 1943, cilt Vll , sayı 27. s. 447 v.d., çıkma 1 .


lannın üzerinde icra ve ahkAm yürütmekte olduklarına, halkın da genellikle kasaba ve köylerde yerleşik bulunanlarla konar­ göçer olarak ikiye ayrıldığına hükmedilebilir' ' diyor .( 1 1) Dr. Mustafa Çetin Varlık'ın, kitap üzerinde bilgi verirken ·�Fuat Köprülü Şeyhoğlu'nun kendi hatt-ı desti olduğunu belirt­ mekte ise de eserin kimin tarafından lstinsAh edildili kayıtlı değildir" demekle neyi anlatmak istediğini anlamıyoruz.( 1 2) Eğer yazma müellif nüshası ise, demek ki müstensihi de yazarın ken­ disi değil midir? Kenzü'l-kübeıi'nın, en çok Türk Dili ve Ede­ biyatı Tarihi bakımından önemi olduğunu, dilinin cümle yapısında Farsçanın derin izlerini taşıdığım,(1 3) Mirsadü'l-ibad'ı süsle­ yen şiirlerin bAzan çıkarılarak yerine metni güçlendiren Türkçe şiirler konduğunu, imlasının xm. yüzyılın da özelliklerini yer yer ttş!dıimı ekliyor. Biraz da belirsiz olan bu yargıların bir fJlnığı . gösterilmiş değildir. • • •

Türlü bakımlardan önemli olan bu yazmanın, Fuat Köprülü'nün ölümünden sonra Yapı ve Kredi Bankası'nın eline geçtiğini ve tek yazma olarak taşıdığı değerden ötürü bankanın kasasında kilitli olduğunu öğrendim. ( 1 4) Kitabı incelemekliğime müsaade edilmesini bankadan rica ettim. Bankanın idare meclisi reisi ve murahhas aza sayın Fanrettin Ulaş Jutfedip izin verdi. Yıllardır özlemini çektiğim kitabı, bankanın ferah bir odasında, birkaç gün okuyup inceledim. Sonradan da, birkaç yerine yeni­ den bakmaklığım gerekince banka idaresinden yine aynı yüksek

(1 1) (12) (1 3) (14)

Atatürk Universitesi Yayınlan, No. 288, F.debiyat Fakültesi Yayınları, No. 51, Araştırma Serisi, No. 47, Ankara 1 974, s. 1 19 v.dd. Aynı yer, s. 120. Aynı yer, s. 125. Hocam Sayın Prof. İsmail Hakkı Uzurıçarşılı'nın bana söylediğine göre yazmanın ilk sahibi, Bayezit Ktltiiphanesi müdtırü rahmetli bilytık bilgin İsmail S4ib Efendi'dir.

123


anlayışı gördüm. Bu yazımda, yazmanın türlü yerlerinden seçtiğim

beş sayfanın fotoğrafını veriyorum. Bu resimler de Yapı ve Kredi Bankası'nın, kendi fotoğrafçılanna çektirip bana lıitfettiği değerli armağanlardil'. Bu büyük yardunlanndan dolayı adı geçen ban­ kaya ne denli

teşekkür

etsem azdır.

u. Yazmanın tam adı, başlıkta verdiğim

gibi "'Kenzü'l-kübeıi

ve Mahakkü ')-ulema' ' dır. Yazarı ŞeyhoAJu Sadrüddin Mustafa,

XIV. yüzyıl Anadolu'sunun, ölümünden sonra da uzun unutulmamış adlarından

zaman

biridir. Türlü konularda birtakım eser­

leri dilimize çevirmiş olup bunlar türlü yönlerden önem taşımak­ tadır. Gemıiyanoğlu Süleyman Şah 'ın musahibi, nişancısı ve def­

terdarı olan Şeyhoğlu, kitabım, hiikümdann çaşnigiri iken sonra­ Hoca Paşa'ya( l S)

dan Osmanlı sarayına intisap eden Paşa Ağa b.

ithaf etmiştir. Şair, Paşa Ağa'ya karşı büyük bir minnet besle­ (ypr. 1 1&1-l lSa) :

mekte ve onu türlü sıfatlarla yüceltmektedir

"Zikr-l meftıarü'l-ümerA mAlik-i ezimmetü'l-küberi Paşa Ağa b. Hoca Paşa" başlığı ile ona ayırdığı sayfalarda şunları (15) Yazmıda böyle (jpr. l 168). Aşık Paşa-7.Bde Tarihi, Ali Bey yayımı, İstan­ bul Matbaa-i Amire, 1332 (H.), s. 59. İsmail Hakkı Uzunçarşılı ise bu zAtın adını Paşacık Ağa b. Hoca Paşa diye veriyor. (Adı geçen yer. bi­ rinci baskı, ı. 83; ikinci baskı, s. 2 16). Aşık Paşazade, Sultan Murad'ın oğlu IChzadc Bayazid'e, Germiyanoğlu'nun kızı Sultan Hatun'u aldığını anlatırken (s. 56 v.dd.) Paşacık Ağa baklanda da bilgi veriyor: "Gcrmiyanoğlu dahi gelinin atını yedmcğe çaşnigir-başısmı bile gönderdi, hatununu yenge eylcıdi ve ol va'de edip kızına verdiği hisarlan bunlara verdi, içine er kodular. Gelini aldılar, Bursa'ya getirdiler. Paşacık Ağa'yı, Bayazit Hünkirın kızı anasından dilek etti, koyuvermedi, kendüye çqnigir-başı edindi. Anın oğlu Elvan Bey dahi çaşnigir-başı oldu. Elvan Bey oğlanlann Gçil dahi çqnigir-başı oldular. Osman kapısında muker­ rer oldular' '. Bu d1lğflnlln daha aynntıh anlatıldığı yerler için bakınız : Nqrt, Kitab-ı Cihannllma, Tilrk Tarih Kurunu yayımı, Ankara 1949, 1, 202 v.dd; Hoca Sa'dilddin, Tactı't-tevArih, İstanbul, Matbaa-i Amire, 1279, 1, 94. v.dd. 124


söylüyor : '"Kaleme getürdüm bu nüshanın kitabını ol bazretün mütalaası resmince ki şeriflerin zarifidir ve zariflerin şerifi ve ulu sultanların haôti, canların c"ha.nıdır ve cihanların r:.anı, Kılıç ve kalem sahibi, IOtuf ve kerem kaynağı'' diye niteledikten sonra onu düzyazıda SahbAn( 1 6) ve şiirde HassAn(l7) olarak görüyor. Kitabını beğeneceğini ve göz ucuyla biraz rağbet göstereceğini umuyor kendisinden. Ve devam ediyor : "Unfuvh-ı şebıibdan berü ki yiğitlik önüyidi, hatta ila yevmini ki pirliğin sonudur, altmış iki yaşı ömre aman bulundu. Ol hazretin terbiyeti ve rağbeti ve atası ve enva-ı nimetleri ve nefis ihlatleri ve yig atlan ve mec­ lis iletleri ve nakidden ve cinsden hiç vaktte hiç vechile bu zaif duacıdan diriğ kılmadı ve keramet galebesinden kendüye habbe minnet bilmedi ve peyapey güneş nılru hevaya erişir bigi yetişti ve henüz yetişmekte ve envüle keremler göstermekte ve suçlu bigi gerü özürler dilemektedir ki . . . " diye ondan gördüğü iyilik­ leri sayıp döküyor. Kendisine, oğullarının ve torunlarının mu­ ratlarını görmesi yolunda dualar ediyor. . .

Şeyhoğlu'nun kitabını sunduğu Paşa Ağa b. Hoca Paşa ile bir­ likte Osmanlı sarayına geçmesinin de, Kenzü'l-kübera'nın

yazıldığı tarihlerden önce olduğunu söyleyebiliriz. Padişahın halkla münasebetinin ne olması gerektiğini anlatan ikinci babda "ve dahi bilmek gerektir ki padişah çoban bigidir ve kalan halayık sürü bigidir ve çobana vaciptir ki sürüyü kurttan ve her şeyi ehlinden bekleye ve saklaya" dedikten sonra "bi-hamdillMı şimdiki vaktte sultanü's-salatin, zıllu'llih fi'l-aradin, Sikender-i rıly-i zemin, Kanıiü 't-tugati '1-mütemerridin, katilü '1-kefereti ve '1-müşrikin, ebü'l-feth şihenşihi'l-muazzam, melikü'l-birar ve'l-bihir (16) Vlil kabilesinden linlü bir kimse olup Arapçayı güzel ve doğru söyleyen söz ehli biri idi. Cahiliyye devrinde yetişmiı ve sonradan Mtısltıman olmuştur. Onun fesahat ve beligati darbımesel olmuştur. (17) Hazret-i Muhammed'in şairi olup onu dtlşmanlannın saldınlarına karşı şiirleri ile savwıması dolayısıyla büttln Mlisltımanlar arasında iln kazanmış ve saygıya ermiştir.

125


hudivend-i kioıran u kamgar Ehi Bayezid Han b. Murat Han b. Orhan b. Osman, halled' Allahu memleketehu . . ta haddi ki ' dişi koyunlar erkek koyuna lcalgar ve sürü üşendürür. . . '' diye­ rek, artık tahta geçmiş bulunan Yıldırım Bayezit'ten söz etmek­ tedir (ypr. 38h-39b). .

Şeyhoğlu, Kenzü'l-küberıi'nın sonunda (ypr.1 188) kitabını yazdığı tarihi de veriyor : Tarih-i kitib-ı Kenzü'l-kübeıi ve Mahakkü' l-ulema : -Yazıldı bu nüsha ve telif tamam beyaı.a geldi Recep ayının yirmi üç çeharşenbih günü öyle vaktinde, yılunuz hicretden sekiz üçüncü yılda. Mutalaa kılanlara huceste ve müba­ rek ola, İnşa-Allahu Tafili. " Demek ki kitabın beyaza çekilme tarihi 9 Mart 1401 'dir. • • •

Yazmanın bugünkü durumuna gelince : Bunda eksikler vardır. 1 b 'de, yaprağın bu yüzünde dört satır kaplayan bir yırb.k vardır. 49b'nin sonunda "beyt" yazıldığına göre, SOa'nın başında man­ zum bir parça olmalıydı. Demek ki burada bir eksik vardır ve bu eksiğin kaç yaprak. olduğu belli değildir. SOb'nin reddidesi "ilişan" olduğu halde Sla'mn başı "dilir olalar" diye başlamak.tadır. Demek ki burada da bir eksik vardır. 58b'nin reddadesi "diriğ"dir, oysa 59a "serbeser malın ve memleketin virdün" diye başlamaktadır. 60b'nin son satın "başarıcı, iş bi­ lici, eyü hulklu, an itikatlu ve müşfik ola"dır, reddidesi de "han"dır. Oysa 61a "padişah çok cihan darlığıla vezir işine kıyam göstere ... '' diye başlıyor. Burada da eksik bir yaprak, ya da yap­ raklar olduğu anlaşılıyor. 81b'den sonra 82a'nın "bir eşek nalın alana dönmeyesin'' diye başlaması tutarsızdır. Bence burada da eksik yaprak vardır. 89b'nin reddadesi "makamları"dır, oysa 9()a ''ve Allah adlan ve sıfatı ilim. . . •• diye başladığına göre burada da bir yaprak kopmuş olacaktır. 63a'da başlık "beyt" olduğu halde tek bir dize var, acaba 62b'den sonra bir yaprak eksik mi? ·

126


Yanlış ciltlenmeden gelen bozukluklara gelince bunları düzelt­ mek kolaydır. Ypr. Sla, S lb'den sonraya; 58a, 59b'den sonraya alınmalıdır; 50b'den sonra da 61a gelmelidir. Böylece yerlerini kaybeden yapraklar yerlerini bulmuş olacaktır. Yazma büyük boy (161h X 2S 1h) 1 19 yaprak olup her say­ fada on sabr varclır. Satır boyu 13 cm. 'dir ve güzel bir nesihle yazılmıştır. Kenzü'l-küberıi, lb'de besmele ile başlamaktadır. Tann'ya şükürclen sonra 2b'de "alkış ol balkın yeğine iki cihan beğine" diye Peygamber öğülmektcdir. 3b'de Şeyhoğlu, kitabı niçin yazdıAmt anlatmaktadır : "Geçmiş din uluları ve insanın Tann­ hululan meşrebinden bu :t.alfın yettikçe tikati b4zı hassa ve bazı ariyeti tefekkür küncünde oturdum ve birkaç l>Ab marifet kısmından Türk dilince kaleme getürdüm. Ebyattan ve eş'ardan ma'ni tak:az.Asınca yerli yerine yetürdüm. Ve ebyattan şol ki bu 'zatf inşasındandır, sade yazdım; ol ki küdôretinden safi kılalar. bu Türld dilde ol tayide ve çaşni ve saflyı bulalar ki hemen Tazide ve Parside bulunur, inşi-Allahu Ta8la. . . " 4a. . . Am.ma ba'dü bilmek gerek ki çün i.lem din ulularından hüi oldu ve mekan eclafve erazil birle doldu. Hi.lcim süstlığıyla şeriat za'fhhıl etti; padişahların zulmiyle İslam, imaratlıktan ha­ raplığa yüz tuttu; tarikat yolu kesildi; ma'rifet yayı yasıldı; ha­ kikat simurg-ı Kaf oldu; isteyiciler güzaf oldu, nice ki aydur :

Ey dirfla aceb uıman oldu Batıl ifler beUü, hale nihan oldu Her lcal'i fitneler ki di.rdi Resfd Şimdi Uf başladı, ayan oldu •••

Kitap, Fuat Köprülü'nün söylediği gibi bir siyasetnimedir.0 8) (1 8) Yapı ve K�i Banltası'nın ıcoıuır mGpviri Sayın Haluk Şaman, bunu, her­ halde içindeki manzum parçalara bakarak, bir antoloji diye nitelemekle yanılmııtır.

127


Dört baba ayrılmıştır ve bu bablar şöyle sıralanmı ştır (Sa): Bi­

rinci bib, padişahlar gidişinde; ikinci bab, melikler ve ulu bey­ ler dirliğinde; üçüncü bab, vezirler ve niyipler gidişinde; dördüncü bib, ilimler ve kadılar ve vaizler halinde. Her bahta bir fasıl sebt olundu ve adını

ulemA virdük,

Kenzü'l-küberA ve Mahakkü'l­

ciddile mutalia

kılanlara müfid ve mübarek ola

bi-Muhammedin ve ateretihi't-tahirin. Bu ana bölümler de konunun gereğine göre fasıl başlığı ile yan bölümlere ayrılmıştır. Fakat bunlar sıra sayılari ile belirtil­ memiştir. "Padişahlar gidişinde" olan birinci bab (ypr. 5a-3 1a) ile ' 'Padişahların siretlerinde ve hfiletlerinde ki her tAyife ile ne resme muamele etmek gerek" başlığını taşıyan ikinci bib (ypr. 3 1 a70b) kitabın en uzun bölümleridir. ''Vezirlerin ve kalem ehlinin ve niyiblerin revişin beyan eyler" başlığıyla üçOncü bib, ypr. 70b'den ypr. 86b'ye kadar sünnektedir. "Ulema revişinde, müfti­ lerden ve kadılardan ve viizlerden'' söz eden dördüncü bab 86b ile 1 15a arasındadır. Ypr. 1 15a'da bir

Tenbth

vardır. Ypr.

1 16a'nm son satırından l 1 8a'ya kadar da Paşa Ağa b. Hoca Paşa öğütmekte ve ona duilar edilmektedir. Bu yaprağın sonunda da kitabın beyaza çekildiği tarih verilmektedir. Birinci bab, ya Daviıde inni caalnike balifeten . . . 0 9) ayetiy­ le başlıyor. Bu ayetin Türkçesi verildikten sonra uzun uzun açıklanıyor, böylelikle padişahlarda aranan niteliklerin ne olduğu gösterilmek isteniyor. Onlar, yeryüzünde Tanrı 'nm halifesidirler, davranışları Tanrıca olmalıdır. Bunun ardından Peygamberin bir hadisi ele almıyor. Bu hadiste "Padişah Allahu Tafila hazretinin gölgesidir, yeryüzünde ana sığmur dükeli mazlum' ' denmektedir. Padişahlarda Tann'nın hem liıtuf, hem kahır sıfatı bulunmalıdır. Bundan dolayı onların da halka yerine göre sert, yerine göre de

(19) SM sdresi, ayet

12 8

26.


yumuşak davranmaları gerektir. Padişahlığın ve saltanatın asıl amacı bu yollardan, böyle davranarak Allah'a yaklaşmaktır. İkinci bapta da, birinci bApta olduğu gibi ilkin ana konu ve­ riliyor. Sonra da iki türlü padişahlık vardır, has padişahlık in­ sanın kendine ve nefsine hikiın olmasıdır, deniyor. Bunu izleyen fasılda, padişah çobana ve halk sürüye benzetiliyor. Çobanın sürüyü kurttan ve her türlü kötülerden koruyup gözetmesi gerek­ tir. Padişahların halka nasıl davranmaları gerektiği anlatılırken, onların, halkı devlet adamlarının zulmüne ve haksızlıklarına karşı koruması üzerinde duruluyor. Yine ayrı bir yanbölüm açılarak, orada da padişahların halka şefkatinden dolayı kapısında dindar ve ' 'tevarih bilen'' güvenilir bir hacib bulundurması öğütleniyor. Bu bacibin, haceti olanların ve haksızlığa uğramışların hallerini tarihe bakarak, ya da güzel bir yoldan padişaha anlatabileceği ve böylelikle onların sıkıntılarından kurtulacakları gösteriliyor. Üçüncü bapta, padişahlık bir çadıra benzetiliyor. Onun ipleri,

iri ye ufak beyler ve su-başılandır; çadır iplerine bağladıkları ufak

ipler askerlerdir. Çadırın direği, ipleri, bunların ufağı ve irisi, her nesnesi yerli-yerinde olsa bile kazıksız ayakta duramayacağı bellidir, işte bu kazık, bu direk vezirdir. Ancak vezirin ülkeyi adaletle idare etmesi gerektir. Adaletin hüküm sürdüğü bir mem­ leket küfürle yıkılmaz ama, haksızlıkların alıp yürüdüğü bir mem­ leket de iymanla ayakta kalamaz, bunu Peygamber söylemiştir.

Vezirlerde doğruluk, yücelik, sebat ve tahammül olmak üzere dört nitelik bulunmalıdır. Aynca vezirlerde üç hal aranır. Bun­ ların birincisi vezirin kendisiyle Tanrı arasında olandır. İkincisi kendisiyle padişah arasındadır. Üçüncüsü kendisiyle komşusu ve raiyyet arasındadır. "Vezir gerek hamıil, hanın, yük götürücü ola. ' ' ''Ulema revişinde' ' olan, müftilerden, kadılardan ve vaizler­ den söz açan dördüncü bölümde ilkin bilginler ele alınıyor. Bil129


ginler de üç bölüktür. Birincilerin "devleti sayesinde ve hlın­ meti

sığındusunda halle aman bulur. "

İkinci

bölük

"dil

yüğrüklüğiyle hakkı batıl kılar. " Üçüncü bölük durmadan nef­ siyle savaşta ve çekişekte olanlardır. Müzekkirler, yani vaizler de üç bölüktür. Birincisi "fasıl oku­ yuculardır" .

Bunlara

"kassis" derler.

İkincisi vaizlerdir,

üçüncüsü de gerçek müzekkirlerdir. Fassallar pek anlardır

canlı olarak anlatılmaktadır : Amma fassallar

ki birkaç fasıl masnu ve müsecca ' 'bi-mina sözlerden

yad tutuldururlar, din ilminden anda hiç yoktur, illa ma-şia' Al­

lah ve bazı kısas-ı enbiyadan ve meşayih hikayetlerinden gfilı olur

ki ibarete getürürler ve gah olur

ki bazı ayatlardan tefsir düzüp

bir ad teltik vermişlerdir ve dillerini ana öğretmişlerdir ve bazı münacat birbirine bağlayup aydurlar ve eş'ar ve ebyat katup okur­ lar ve rast alınmış süal ve cevap şerhe.derler. Ve bunun bigi dürlü

dürlü sanatlar ki fassallann vardır, okurlar. Avam biçare sanur­ lar ki ol bunların isti'dadından ve ehliyetindendir. Çok olur

ki

avam bunların kabulüne uyarlar; cehlile bunların aldamağı çuval­ larına girerler. Ve ol tayifenin hod garazı oldur ki birkaç sefih ortasında kabul bulalar ve dünya maksudu hasıl ola. Bu ma'niden ötürü sanat ve salusluk ve bülaceplik ve şeyyadlık ve şairlik gös­ terirler. Ve minberler üstünde padişahların ve beylerin ve vezir­ lerin ve uluların ve sadır ehlinin ve mansıp ehlinin ve kadıların ve alimlerin ve avvaruann ve zalimlerin ve iasıkların medhine ve sitayişine meşgul olurlar. Ve hoş;;.amedi sözler söylerler ve yalan hikayeler ve her-beste rivayetler irad ederler. Diriğa Pey­ gamber yerinde bu kamuyu reva görürler. Ve birkaç kalp akça ve pul cem' etmek içün

ki minber başından gedaylık ederler ve

hezar hıffetle ve harlıkla kabul ederler ve isteyenler dahı haram, halal demezler, bunlara verirler. Filcümle bu nizgarda bu tayi­ fenin ekseri ki dünyada yürürler ve halkı bid'ate ve dalalete bırağurlar ve mezmum yerlerde ve ma'siyette dirlik ederler ve

1 30


taassuba dururlar.

Ta vakt olur ki avam ortasında ulu fitneler zihir yüzü suyunu dö­

ola ve na-hak kanlar döküle . Bunlardır ki ilmin

kerler ve halkın iradetini fisit ederler ve Mimlerin itibarını gönüllerden götürürler. Hakikat bunlar ol dilleri Mim ve gönülleri cahil filimlerdürür. Tamunun odunu yanduruculardan olıserlerdür (ypr. 100b- 102a). İkinci bölükten olan vaizler dindardır, ahiret sevabını bul­

mak için söylerler. Bid'atten ve yoldan çıkmışlardan uzak olur­ lar.

Sözleri tefsirden,

ahbardan ve meş8yih kitaplarından

alınmıştır. Uluların ve salih kişilerin siretlerini ve menkabelerini anlatırlar. Müzekkirlere gelince : Bunlar.

Tanrıyı tanımanın yolunu açar­

lar. Bunlar din uluları ve şeyhlerdir; zahir ve batın ilmiyle süslenmişlerdir. Padişahlığın lutfunun verdiği mükişefe yoluyla ledünni ilme el bulmuşlardır. Kadılar da üç bölüktür. Peygamber bunlar hakkında ' 'üç türlü kadı vardır, iki bölüğü cehennemi ile ve bir bölüğü cennetlik" demiştir. Cehennemlik kadılar şöyle anlatılıyor : ' ' Hak tarafından halk tarafını gözlemeği yeğ bilir ve rişvet dahı alır. Dürlü libasla ve si­ ciller kitabetin ve nilaihlar akdin kabalaya verir . . . · Ve kendi nayibi­

ni ve bademini salmaya koya ki kimden gerekirse rişvet alalar. . .

Ve kaviler .cinibini zaifler üzerine yeğleyeler (ypr. 1 lOa- 1 1 la). B�tün bu dört ana-bölüm, konunun gereğine göre aynca "fasıl " adı altında yan-bölümlere ayrılmışsa da bunlara sayı sırası verilmemiştir. Yazar kitabını bir ' 'tenbib' ' ile bitirmekte, burada kitabın ko­ nusunu ve amacını bildirmektedir, o da şudur : "mutalaa kılan­ lar bileler ki bu kitap eğerçi Türk dilinde teliftir ve illa garip

tasniftir; zinhar marifet dşıklan ve talep sadıkları bu surete ikıihile nazır bırakmayalar ki. 131


Garaz hubun cemaJ.idir amilli Gerek Türld donansın ger Muğaıt Zira tiyifelerde birkaç tayife ki güzin ve narin ve nazenin ve şerif ve zarif ve maksut ve ma'huttur ve meşhurdur. Bu tiyife­ lerdir ki bunda mezkôrdur, herbirisinin hali nedir ve nicedir ve niçündür ve netmek ve yollu yoluna ne resme giunek gerek ve neden ihtiraz edeler ve ne ile ihtilat edeler, sureten ve ma 'nen, sırren ve aleniyeten ma'rifetle zfilıiren ve bitmen takrir olundu. Ve bunca iyat ve ahbir ve ebyat ve eş'ar münderic bulundu. Su­ retten ma'niye ve ma'niden surete gelindi. Sebil gönneyeler ve mutalia kılmağa nefse mehil venneyeler. Nice ki zfilıir gözüyle nakline kılmayınca bilinmez, batın gözüyle dahı aklisine ve sırrisine mülahaza etmeyince bulunmaz ; eğer bu şartla okuna.

Göreler yüzü lci herlciz görmedi göı İşideler kulal işitnuulü/c söı

Eğer ptr, eğer civan ve ger kız ve ger oğlan okuyalar ve okudalar, iyibn ve hadislerin ve beytlerin hıfzetmek ardınca ola­

lar ve kalan sözlerin fehvisın gönüllerine alalar ki iki cihanın ber­ hordarlığını andan bileler.

Beyt

Kitabet ıulmetinden kaçma iy Ki içindedir anın ab-ı hayvan

can

Şöyle ki eğer kimse bu şartla ki zikrolundu, okuyalar, tamimet saltanat adabını ve memleket hesabını ve vezaret ve erkin-ı dev­ let erkAnım ve ulema-i zahir ve ulemi-i batın ve meşiyih sırların ve mev'iza iayidelerini ve cemi' eğriyi ve doğruyu ve hakkı ve ni-hikkı hakayıkıyla ve dakayıkıyla ma'lum ide. Bundan ulu ne seadet ola ve Hak Tafila Hazretinde enbiya ve evliyi ve ulemi-i risıh sevabını bula; ve halayık içinde muazzam ve muvakkar ve müeddet ve muazzez ve mükerrem ve irif ve vikıf adıyla dirile. 132


Beyt Giril haklale ve dürq ilmik Ki olur müyesser her iş ilmih

(ypr. 1 1 5a- 1 16a)

Yazmanın imlası, bu yüzyılların başka yapıtlarında da gördüğümüz özellikleri göstermektedir. Kitap baştan başa hare-­ kelidir. Arapça ve Farsça sözcükler genellikle, o dillerin doğru imlasıyla yazılmaktadır. Türkçe sözlüklerin yazılışında bir düzen yoktur. Kimi kez bunu vezin gerektirse de düz yazılarda

da bu

düzensizlikler görülmektedir. Ünlülerden a hem a, hem e yerine kullanıldığı gibi, bütün ünlülerin yerine Arapçadaki harekeler, üstün, esre, ötre de kullanılmak.tadır. &ki harflerdeki "toparlak h"de yerine göre a ve e ünlülerinin yerini tutmaktadır.

Arapçada

kullanılan ' 'tenvin''de birtakım sözcüklerde yer almaktadır. Bun­ ları birkaç örnekle göstennek istersek şu tanılclan vermekle ye­ tineceğim : Depeleye sözcüğü "dplya", göreler sözcüğü "gralr", yakaya sözcüğü "ykye" biçiminde yazılıyor. Yakadan sözcüğünün yazılışı "ykdn"dır. Sowducu sözcüğü "svdc" olarak yazılmış ve okunuşuna göre harekelenmiştir. Mi.kneti sözcüğü "mknet" biçiminde yazılmış ve son harfin albna bir esre konmuştur. İsmin "i" hali yerine, kimi kez bir hemze konmuştur : Cümleyi sözcüğü bu sözcüğün son harfi olan "e" üzerine bir hemze konarak yazılmıştır. Kısmından, ebyattan ve hicretten gibi sözcükler Arapça tenvin kullanılarak yazılmışbr: Ksmndn, ebyatdn, hic­ retdn gibi. Dil, o yüzyılın bu soy yapıtlarının amaçlarına

da uygun ola­

rak kolay anlaşılır bir dil olduğu gibi Türkçe sözcükler yönünden de zengindir. Türkçenin tarih boyunca nasıl geliştiğini incele­ mek açısından

da Kenzü '1-küberıi yararlı bir kaynaktır.

Kitapta geçen ilci yüze yakın Türkçe sözcükten birkaçı, başta Türk Dil Kurumu'nun "Tanıklarıyla Tarama Sözlüğü" olmak üzere başka sözlülclerde de yoktur. Ya

da başka anlamlarda 133


kullanılmıştır. Bu sözcüklerden birkaçını burada örnek olarak ve­ riyorum :

Düşmek : Ayrılmak, sapmak, uzaklaşmak. Düşürmek : Ayırmak, saptırmak, uzaklaştırmak. " . . . ve hevaya mütabaat etme, yani kendi dileğine uyma, pes seni bırağa Tanrı yolundan ki yani taat ve kurbet yolundan düşüre ve hakikat ol kişilere ki Allahu Taala yolundan düştüler. Anlara illa katı azap yani kendü hevasına uyar ve Hak yolundan düşer ve Hak yolundan düşenin azabı katı olur (ypr. 5b). Sovuducu : Serinletici . . . . "padişahın gölgesine sığına ki göğez sovuducudur (ypr. 6a). Bayağı söz : Asıl konu, sadet. "Geldük bayağı söze ki . . . (ypr. 29a).

Sonradan konmuş yatluluk ve eyülük : Bid'at-i seyyie ve bid'at-i hasene. "İndi her sonradan konmuş eyülük ki raiyyetin yükünü yeyniltmekte ve hfilayıkın asayişinde memlekette kodu­ lar ve dahı her sonradan konmuş yatluluk ki getürdüler. . . (ypr. 37a).

Çaganlık : Gürültü, patırdı; bağırıp çağırma, "Mecmu'-ı halayık ortasında yavuz hı1luğıla ve çaganlıkla ve zalımlığıla ma'ruf ve meşhur olur" (ypr. 42a). Yanut-daş : Ecir, ıvaz, karşılık, mükafat. ' 'Ve her bir zerre ve katreyiçün hayırdan ve şerden ana yanut-daş ve ceza viriser­ ler" (ypr. 43a).

Bunc eylemek : Bunaltmak, sıkıntı vermek. ' 'Allahu Taala halkına güc ve bunc eylemeye" (ypr. 46a).

Kaçıngan : Sert, titiz. "Ne yumşak mum ol, ne katı taş - Ne yavlak kaçıngan, ne inen yavaş" (ypr. 5 1a) . .

Kılınç : Adalet, iyi davranma. "Sal illıre kılıç ve müsülmanlara kılınç" (ypr. 67b). 1 34


Re'yi uzun : Uzun görüşlü; eli-kısa : başkalarının hakkını

yemeyen, halda olmayan nesneye sahip çıkmayan, "Yetimler mabndan ve mirastan ve vakıflardan ve rişvetten dahı buna ben­ 1 zer '1esnelerden eli-kısa ola ve rey'i uzun ola" (ypr. 68a).

Kısa-ellü : Başkalarının ve devletin malına el uzatmayan, çal­ mayan. "Kani' ve aziz nefislü ve kısa-ellü ola" (ypr. 78a). Yüz gerinçliği : Çatık kaşlılık, surat asma, yüz buruşturma. "Vezir heman tündlük ve yüz gerinçliği göstermeye" (ypr. 79b). Taş ilim : Zfilıir ilmi, kitaplardan öğrenilen bilim; iç ilim : Batın ilmi, Tanrının kişiye verdiği bilim. "Ve peygamber -aleyhisseıam- iki dürlü ilim miras kodular, bir zfilıir ilim yani taş ilim ve bir batın ilim yani iç-ilim" (ypr. 88a).

Göz etmek : Bakmak. "Melekler ol yüze göz etmemiştir" (ypr. 89a).

Üşençlik : Savsaklama, üşenme. ' 'Anı sağınlamak üşençliktir'' (ypr. 90a) .

Sığındu : Himaye, sığınak. "Ve ilem ehli anın devleti saye­ sinde ve himmeti sığındusunda aman bula" (ypr. 9 l b). Dil yüğrüklüğü : Ağız kalabalığı, cerbeze. "Ve dileyeler ki dil yüğrüklüğü ile hakkı batıl kılalar" (ypr. 93a). Gen kuşluk : Kaba kuşluk, gün ortasına yakın vakit, güneşin zenit noktasına yakın olduğu vakit (ypr. 98a). Çekişek : Çekiş, çekişme, mücadele, savaş. ' 'Ve hemişe nef­ siyle cenkte ve çekişekte ola (ypr. 99a). El bulmak : Yol bulmak. "Padişahın eltifı mükişefesiyle ledünni ilme el bulmuşlardır" (ypr. 105b).

Kenzü'l-kübera'da, Şeyhoğlu'nun bir beytinde ilci tane de Rumca sözcük bulunmaktadır. Angelos : Melek ve Kelabando­ ros : Gulyabani. 135


Efer azgun ola uya bir angelos Olur a/abet ol lcelabandoras (ypr. 38b) Bir de bir atasözü geçmektedir : yer demir, gök bakır 63a).

(ypr.

m.

Kenzü'l-kübeıi MirsAdü'l-ibid'ın özetlenerek çevirisi mi?

Yukarıda ilişildiği üzere, Fuat

köprülü, Kenzü'l-kübeıi'mn,

MirsAdü'l-ibAd'dan özetlenerek Türkçeye çevrildiğini söyledik­ ten sonra, Dr. Mustafa Çetin Varlık da bunu tekrarlamış, hatti bu çevirinin, cümle yapısında Farsçanın derin izlerini taşıdıgım, hiçbir tanık vermeden ileri sürmüştür.

Tam adı Mirsidü'l-ibid mine'l-mebdei ile'l-maid olan eser, DAye diye bilinen Necmüddin Ebubekr b. Abdullah b. Muham­ med Şahvir el-Esedi er-Razi tarafından yazılmış olup, 620 re­ cebinin birinci pazartesi günü (3 1 Temmuz 1223), Sivas 'ta tamamlanmış ve Anadolu Selçuklu sultanı 1. AJiüddin Keykubad a ithaf edilmiştir<20) . Kitap beş baba ve kırk fasla bölünmüştür. '

(20) Necrnüddin Diye, bu eserini bir de Arapça yazmıştır. Kimi dosttan ken­ disinden, siliklerin kerametlerini ve bu yolda yürüyenlerin konaklarını, bütünüyle içine alan, Ariflerin makamlarına ait bir şerh yazmasını istemişlerdir. O, bunları otuz yıl kadar önce Mirsidü'l-ibAd adlı eserinde yazdığını, fakat Farsça olduğu için bundaki faidelerden Arapların yarar­ lanamayacağını düştinerek eserini bir de Arapça yazdığını belirttikten sonra, bunu "fatiha" (önsôz), bitime (son söz) ve "makamit" konu­ sunda olmak Ozere on bAp olarak meydana getirdiğini söylemektedir. Adı "MinArit'ü-siir\n ve MakamAttl't-t.Airln"'dir (K.eşfil'z-zunt\n, Il, 1823). MirsAdll 'l-ibAd, Kasım b. Mahmud Karahisirt tarafından, JI. Sultan Mu­ rat zamanında "İrşadiln-müridln ile '1-murid fi terctlmeti Mirsidü'l-ibAd' ' adıyla Tilrkçeye çevrilmiştir (K.eşfil'z-zunt\n, JI, 1955 v .d. ; Osmanlı Müel­ lifleri, I, 1 14). Bu çeviride, aslındaki manzum parçalar Türkçeye man­ zum olarak çevrilmiştir (örnek için bakınız, Süleymaniye Kütüphanesi, Yusuf Ağa kitaplan, Nu. 272, Ypr. 1 56a, 157a). Yukarıda geçen eser­ lerin İstanbul kitaplıklannda birçok yazmalan bulunmalctadır.

1 36


Muhtelif meslek -�rbAbının tutmaları gereken yolu anlatan beşinci

bap, sekiz fasıldır. Bunlar : l) Hükümdann ve devlet adamlarının tutacakları yol, 2) Hükümdarın hali ve ahlfilcı ve bunların reaya tayifesinin hepsine göstermeleri gereken şefkat, 3) Vezirlerin, ka­ lem erbabının ve nüblerin yolu, 4) Dindar ve müttaki bilginle­ rin, müzekkirlerin ve kadıların gidişi, 5) Zenginlerin tutacakları yol, 6) Köylülerin ve çiftçilerin tutacaldan yol , 7) Ticaretle uğraşanların tutacaldan yol, 8) Zenaat sahiplerinin tutacaldan yol olarak sıralanmıştır.

Kenzü'l-kübera'da, beşinci babın ilk dört bölümü vardır, son dört bölümü yoktur. Şeyhoğlu kitabının, MirsAdü'l-ibAd'm ilgili bölümlerinin bir çevirisi olduğunu söylemiyor. Kenzü'l-küberi'nın sonunda yazıldı bu nüsha ve telif dediğine göre, bunu bir çeviri saymıyor demektir. Yalnız ypr. 3b'de ''geçen ulular ve insanın Tann-hululan meşrebinden bu zaif yetdükçe takati bAzı his ve

bAzı Ariyeti tefekkür küncünde oturdum ve birkaç marifet kısmından Türk dilince kaleme getürdüm" demesi Mirsadü'l­ ibad'm birkaç bölümünün çevirisi olduğuna dair uzak bir ima mıdır, diye düşünülebilir. Bu imayı, burada geçen babı hassa ve biiı Ariyeti kaydıyla birkaç bip marifet kısmından Türk Di­ lince kaleme getürdüm hatırlattığı gibi, güçlendiriyor da sanırun. "Bazı hassa tefekkür küncünde" demesini Necmüddin Razi'nin kitabına bir atıf diye anlamak, "bazı 8.riyeti"yi de bu kitabı çevi­ ri�ken ona kendinden kattığı yerlere, özellikle birtakım şairlerden aldığı manzum parçalara yormak mümkün görünüyor, "Birkaç marifet" demesini de, elimizdeki kitaba bakınca, bunun Mirsadü'l­ ibad'ın bütün haplarını değil de bir tek babının ilk dört faslını konu edinmesine bağlayabiliriz. Sonra, eserini okuyucuya sunar­ ken, an-gönüllü okuyucuların, Türki dilde de TAzide ve PArside bulunan faide ve çeşni ve salayı bulacaklanm söylemesinden Mirsadü'l-ibad'm, Şeyh Razi tarafından ilkin Farsça, sonra da adını başka koymakla birlikte, Arapça yazılmış olmasına baka­ rak bu eserleri kasdettiğini anlamak ta olur belki. 1 37


Netekim, biri, kitabın sunuş bölümünde (ypr. 3b), öteki de nunda "tenbih" bölümünde (ypr. l lSb).

so­

Garaz habu.n cemalidür ümidi Gerek Türld donansın ger Muğaıt dizelerini üstelemesinden, yalnız eserini savunduğunu değil, bu Türkçe çevirinin de asılları kadar güzel olduğunu anlatmak is­ tiyor, olmalıdır. Buna karşılık, (ypr. 1 1 Sa) da ' 'mutalaa kılanlar ' bileler ki bu kitap eğerçi Türk dilince telifdür ve illa garip tas­ nifdür" ve (ypr. l 18a) da "yazıldı bu nusha ve telif tamam beya­ za geldi" dediğine göre Şeyhoğlu, Kenzü'l-kübera'yı kendi telifi saymaktadır. Yoksa "telif ile tercüme"nin anlamlarını ve sınırlarını pek iyi bilen yazarın "telir ' sözcüğünü burada, onun asıl ' 'ülfet ve imtizaç ettirmek, bir araya toplamak, bir araya ge­ tirmek" anlamına kullandığı söylenebilir mi? Böyle alınınca Mirsadü'l-ibad'daki konular üzerinde kendi düşündüklerini de bir araya getirerek Kenzü'l-kübera'yı meydana getirdiği ileri sürüle­ bilir mi? Mirsadü'l-ibad'da ve onun bir bakıma Arapçası olan Minarıitü's-sairin ve makamatü't-tairin'de geçen manzum parçaların yerine ·Şeyhoğlu 'nun kendinden, üstadından ve çağdaş şairlerden aldığı parçalan koyarak bir ''telir ' meydana getirdiğini söylemeliyiz. Bütün bu sorular Kenzü'l-kübara'nın telif mi, çeviri mi ol­ duğunu araştırırken aldımız.a takılmaktadır. Marzubannfune ve Ka­ busname çevirilerinde, bunları Türkçeye çevirdiğini açıkça söyleyen Şeyhoğlu, bunu Kenzü'l-kübera'da niçin saklasın? Ne­ den Mirsadü'l-ibad'ın ve onun yazarııun adını, ya doğrudan doğruya ya bir sırası gelince anmasın? Yukarıda bütün bu söylenenleri bir yana iterek Kenzü'l­ kübera'nın bir çeviri olup olmadığını belirtecek daha sağlam bir yol vardır. O da Kenzü'l-kübera ile Mirsadü'l-ibad'ı karşılaştırmaktır. Ben bu yazının çerçevesini genişletmeden bir 1 38


sonuca varabilmek için, Kenzü'l-küberıi'nın "vezirler ve nAyib­ ler gidişinde" olan üçüncü bölümüyle, Mirsadü'l-ibad'ın beşinci babının üçüncü faslı olan "der beyin-ı sübik-ı vüzeıi ve esbab-ı kalem ve nüvvab" bölümünü karşılaştırdım(2 1 ). Bu bölümler, Kenzü'l-kübeıi'da 70b-86b yapraklar arasında, Mirsidü'l-ibid'da ise (Süleymaniye, Fatih kitapları, 2781 , 212a-227a; CArullah, 1 099, 195b-201b yapraklarındadır)C22). Mirs4dü'l-ibid'ın Kara­ hisari çevirisinde ise bu bölüm (Yusuf Ağa, Nu. 272) 155a-160a ve Fatih (Nu. 2576) 99a-105a yapraldarındadır. Şeyhoğlu, Kenzü'l-kübeıi'da bu bölümü olduğu gibi almıştır. Yalnız araya koyduğu manzum parçalarla burada anlatılanları berkitmiştir. Netekim, veziri, padişahlığın misali saydığı çadırın direği gibi alır. Bu direkte "doğruluk, yücelik, sebat ve te­ hamınül" olmak üzere dört .. haslet"in bulunması gerektiğini söy­ ledikten sonra vezirde de üç "halet�' saymaktadır. Bunlardan birincisi, "kendiyle Tanrı ortasında" olan "doğruluk"tur. Tanrının buyruğu olan .. fe'stakim kemi ümirte"(23) ayetini Şeyhoğlu kendisinin bir parçasıyla açıldıyor. (24) . (2 1 ) Fatih yazmasında (Nu. 278 1 ) bu bölümün yaprakları karışıktır. Ypr. 225b'nin son satırından sonra 2 12a'ya geçilecek; 2 1 8b'den sonra da 226a'ya geçilerek devam edilecektir. (22) Gerek Fatih, gerekse Carullah yazmalannda istinsah tarihleri yoktur. Bu­ nunla birlikte ikisinin de yazısı ve kağıdı bakımından XIV. yüzyıla ait olduğu anlaşılmaktadır. Karahisıirt'nin çevirilerine gelince baktığım iki yazmadan her ikisi de baştan sona hareketidir. Fatih nushası (Nu. 2576) 831 yılının Zilhicce'sinin yinni altıncı çarşamba günü (6 Ekim 1428) Ha­ san Paşa'nın azatlısı Abdullah-oğlu Şahin tarafından yazılmıştır. İkincisi 960 Recebinin sonlarında (1553 Temmuz başları) İstanbul'lu İskender oğlu Mehmet tarafından istinsah edilmiştir. (23) Hlld stlresi, ayet 1 1 2 . Anlamı "sana buyurulduğu üzere dosdoğru ha­ reket et" demektir. (24) Ypr. 72b. "Halkı Hakka yeltemege bil bayık • . . " diye başlayan parça. 139


Ondan sonra gelen "ve inne

haza sırati müstak:imen . . . "(2 5)

ayetinin de Türkçesini verdikten sonra bu açıklamayı da " şiir" başlığı altında bir manzumesiyle tamamlıyor<26) . men k.lne "

lillabi kaile Allahu lehu"yu da yine böyle bir beyitle açıklıyor<27). Vezirde aranan

"yücelik" hasleti için de Mirsadü'l-ibad'ı ol­

duğu gibi izleyen Şeyhoğlu oradaki üç beyitlik Farsça şiiri, onun

mealini koruyarak Türkçe dört beyitle veriyor(28).

Burada, ömrü,

Ka'be yoluna düşen bir kervanın yolculu�u ile anlatan bir ben­

asıl "maksad ve maksud" olan Ka'be arasında bir takını hicaplar bulunduğunu

zetmeyi sürdürmektedir. Kişinin nefsiyle

söyledikten sonra bunu bir de Yusuf Meddah'ın bir beyti ile tek­

rarlamaktadırC29).

İnsanların uykuda olduklanru, ancak öldükleri zaman uya­ nacaklarını ve ellerinde mahrumluk yelinden ve başlannda ha­ calet toprağından başka ve gözlerinde hasret suyundan ve

yüreklerinde pişmanlık odundan artuk nesne bilmeyip dermansız derde uğrayacaklarını da yine kendi manzumeleriyle tek­ rarlıyorC30> . Ö mü r sona erince, "kahr evi" ••pişmanlık evi"ne giren insana y ine bir beyitle öğüt veriyor(3 I ) .

Karşılaştırmayı sonuna değin sürdürdüğümüz zaman görüyo­ ruz

ki, bu bölüm, Mirsadü' l-ibid'ın olduğu gibi tıpatıp çeviri­ ,

sidir. Yalnız Şeyhoğlu üstadı Hoca Mes'ut'tan ve çağdaşı olan

başka şairlerden alınan manzum parçalarla, sıras ı geldikçe bun-

(25) En'am sQresi, ayet 153. Anlamı "Şüphesiz ki bu benim dosdoğru yo­ lumdur". (26) Ypr. 72b'de "Ne dürlü işe kim olasın yakın" diye başlayan parça. (27) "Kim Allah yolunda ise Allah da onunladır" demek olup Ypr. 73a'da "iki her kim halc:k ile ise. . . " diye başlayan dizeler. (28) Ypr. 73a-b'deki "behalc:ikat bilür işin . . . " diye başlayan uzun parça. (29) Ypr. 74a. (30) Ypr. 74b. "Sataşdı derde kim derman bulunmaz . . . " dizesiyle başlayan manzume. (3 1 ) Ypr. 74b.

140


· lan bir kez daha tekrarlamakta ve berkitmektediı{32) . Yeri gel­ dikçe kitaba serpiştirilmiş olan bu parçaların çoğu ŞeyhoAJu'nun kendisindendiı<3J) .

Kenzü '1-kübeıi'nın üçüncü bölümünün Mirsadü 'l-ibad ·dan ta­ maıniyle, satır satır ve öteki bapları da orasından burasından karşılaştırarak benim vardığım sonuç, Kenzü'l-kübera'mn, Mirsadü'l-iood'da, adı geçen beşinci babının ilk dört faslının özet­ lenerek değil , belki tam olarak çevirisi o)duğudur.

(32) Bakınız : Bu yazının III . bölümü. (33) Bakınız : Bu yazının ın. bölümünde Şeyhoğlu'nun kitaba serpiştirilmiş

olan şiirleri.

·

141


2.6.7

AşıK ÇELEBİ TEZKİRESİ• ı.

Toronto Üniversitesi, İslam Tedkilderi bölümünde profesör olan G .M. Meredith-Owens, daha çok Aşık Çelebi Tez­ kiresi diye bilinen MeşAirü'ş-şuarA'yı, Londra'da, British Museum'da, Or. 6434 numarada kayıtlı yazmanın tıpkıbasımını yayımlamış olmakla Türk Edebiyatı 'na yararlı bir hizmette bulunmuştur< O. Kanada.da,

Başına koyduğu önsözde (s. lX-XXV), Meredith-Owens, türlü bölümler altında bize kitabın yazarı Aşık Çelebi'yi ve onun tez­ kiresini tanıtıyor. Bilindiği gibi, Aşık Çelebi ve onun eseri üze­ rinde en geniş ve etraflı bilgi, rahmetli Fuat Köprülü'nün İslam Ansildopedisi'ne yazdığı Aşık Çelebi maddesinde verilmiştir. Prof. Mere4ith-Owens de, önsözünde, büyük ölçüde Fuat Köprülü'nün bu incelemesine dayandığım belirtiyor. Gerçekten, Fuat Köprülü, Tezkire'yi baştan sona okuyarak, Aşık Çelebi'nin yaşayışını ayrıntılarıyla anlatmış, onun eksiksiz bir portresini çizmiştir. Bununla birlikte o bu maddeyi yazdığı sırada, tezkire henüz yazmalar halinde bulunduğundan, verdiği bilgilerin geçtiği yerleri görmek okuyucu için imkfuısız gibi kalmıştır. Şimdi eli­ mizdeki tıpkıbasım, verilen bilgilerin, tezkirenin hangi yaprağının hangi yüzünde bulunduğunu görebileceği için okuyucuya daha da çok kolaylık sağlamış bulunmaktadır. Meredith-Owens, Fuat Köprülü'nün Aşık Çelebi maddesini yazmasından sonra çıkan birkaç incelemeyi de eklemiştir. Bun­ lardan bir tanesi L. Begojevic'in "Atti del Secondo Congresso Internationale di Arte Turca (Naples 1966)"da "Les turbes de Skopje" adıyla verdiği bildiridir. Bu bildiride. Aşık Çelebi'nin (•) i .ü. Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, 30 (1976), 39-48. (1) Meşl'irü't-Şu'arl or Tezkere ol Aşık Çelebf by G.M. Meredith-Owens, "E.J.W. Gibb Memorial", London, 1971 , XXV + 66 sayfa + 299 yaprak.

1 42


Üsküp'te Lokman Hekim Tekkesi'nde bulunan mezartaşmdan da söz edilmektedir. Yazık ki bu mezar, Üsküp'te 1963'te meydana gelen depremde yerlebir olmuştur(2). Mezartaşınm üzerinde, onun ölümüne Bursa 'lı şair Cenaru'nin düşürdüğü Aşık Sefer eyledi cihandan

tarihinin yazılı bulunduğunu Evliya Çelebi'den öğreniyoruz(3), Prof. Meredith-Owens, önsözünde, 1 . bölümde yazarın ha­ yatını verdikten sonra (IX-XIII) , 2. bölümde, onun düz ve ölçülü yazıdaki üslubuna geçiyor. Bu üslup Fuat Köprülü'nün ve Meredith-Owens'in dikkat ettiği ve tezkire okunduğu zaman da görüleceği üzere yapma bir üsluptur; seci'lerle doludur; kelime oyunları ve cinaslar vardır. Yazılışlan bir, fakat harekeleri değiştiği zaman birbirinden uzak anlamlara gelen sözcükleri aynı cümlede kullanarak, adeta okuyucunun bilgisini sınavdan geçir­ mektir. Ayetler, hadisler yanında Arapçadan ve Farsçadan bol bol alıntılar vardır; cümleler kimi kez birbiri içine girmektedir. Bununla birlikte bu cümlelerin kendilerine özgü bir çekicilikleri vardır, ve bunlar pek seyrek olarak aleladenin basamağına in­ mektedirler. Bu üslup, kendi alanında renkli ve tumturaklıdır. Meredith-Owens, onun üslubundaki özellikleri okuyucuya tam bir fikir verecek biçimde sıraladıktan sonra, Aşık Çelebi'nin şiirlerini batı zevkine daha uygun bulmaktadır. Bu şiirler, herkesin kul­ landığı konuları kullanmakla birlikte, onun kendi yaşantılarını yansıtmaktadır. Kimi kez de onun kişiliğini meydana vuruyor. Şiirlerinde, yaşadığı yerlerin övgüleri vardır; murabba'lan da gerçek hayatı vermektedir. Bununla birlikte Aşık Çelebi'nin asıl ünü tezkiresine, demek ki şiirlerinden çok, düz yazısına dayan­ maktadır. Meredith-Owens, önsözünün, Aşık Çelebi'nin Tezkiresine ayırdığı 3. bölümünde onu kendinden önceki tezkirelerle, Sehi (2) Bkz. L. Begojevic, adı geçen yer, s. 34. (3) SeyahatnAme, V. 560.

143


ve Utifi tezkireleriyle ve kendinden sonraki bir tezkire ile, Ha­ san Çelebi tezkiresiyle karşılaştırıyor. Sehi Tezkiresi kısadır; şairler haklonaa verdiği bilgiler yeterli ve doyurucu değildir. Utifı, onun bir tamamlaması olmuş, şair sayılarını çoğaltmıştır. Bu bölümde, tarihçi Gelibolu'lu Ali'nin, Aşık Çelebi için yazdıklarına ayn ve büyükçe bir yer verilmiştir. Profesör bunda da haklıdır. Çünkü, Aşık Çelebi Tezkiresi üzerinde gerçeğe yakın yargılar Ali'ninkilerdir. A.li'ye göre, Aşık Çelebi'nin şairlerden söz ederken verdiği bilgiler güvenilir soydandır. Çelebi gerçeğe karşı tarafsızdır, gerçekten sapmıyor. Onun yanıldığı yer, kitabına gerçekten şair olmayanları ve onların kimi nekrelerini de koy­ masıdır; amacı da, iyiliklerini gördüğü birtakım tanıdıklarının bi­ yografılerini vermektir. O, bu sayfalarda duygularının etkisi altındadır. Aşık Çelebi'nin kendisi de kitabının bu yönünü, Üsküp'te görüştükleri zaman Ali'ye açıkça söylemiştir. Aşık Çelebi'nin tezkiresi ve onun önemi üzerinde, Fuat Köprülü'nün söylediklerini tekrarlayan Meredith-Owens, kitabın ebced sırasına göre düzenlendiğini belirterek onun Türk ve Fars tezkireleriyle benzeyen ve onlardan ayrılan yanlarını ele alıyor. Aşık Çelebi'nin, tezkiresinin başında, nesri nazımdan üstün tut­ tuğunu belirten satırlarına yer veriyor. Sonra, Çelebi'nin tezki­ resinde uyduğu altı ilkeyi sıralıyor. Sonunda da Fuat Köprülü 'nün vardığı, kendisinin de, bizim de katıldığımız'bir yargıya varıyor: Aşık Çelebi Tezkiresi edebiyatla ilgili eleştirilerinden ve tahlil­ lerinden çok bir edebiyat çağını canlandınnası bakımından önem­ lidir ve o bu alanda eşsizdir.

4. bölüm, Aşık Çelebi'nin yapıtlarına ayrılmıştır. Bunların sayısı on üç olup, kimisi Arapçadır, kimisi Arapçadan ve Farsçadan çevirilerdir. Edebiyat ve tarih bakımından önemli olan­ ları Ravz2tü'ş-Şühedi Çevirisi, Arapça Şakayık Zeyli, Sigetvar-ııame, Bursa Şehrengizl ve Divamdır. Tıpkıbasımın en önemli ve en dikkate değer bölümlerinden biri, Aşık Çelebi Tezkiresi'nin yazmalarına ayrılan son bölümdür.

144


Meredith-Owens'in bu tıpkıbasım üzerinde on yıla yakın çalıştığını biliyorum. Bu çalışmaları bir ara yakından izlemek

fırsatıriı da buldum. Onun yaptığı iş gerçekten öğülmeye değer. Bu bölümde sıraladıAt on dokuz yazmanın fotokopileri üzerinde uzun uzun duran,

bunları esas aldıAJ yamıa ile bir bir karşılaşbran

Meredith-Owens, XVI. yüzyılın Türk Edebiyatı için en önemli,

en geniş çaplı kaynağını bize armağan etmiştir. Bu on dokuz yaz­ mayı birbirleriyle karşılaştırmış,_ onların birbirleriyle ilgilerini, hangisinin hangisine dayandığını, birbirlerinden ayrıldıkları yön­ leri , kısacası bunları ne yolda kullandığını, onlardan ne yolda ya­ rarlandığım, okuyucuya hesap verircesine anlatmış ve meydana koyduğu yapıt üzerinde bizde tam bir güven yaratmıştır. Tıpkıbasıına esas alınan yazma, 9TI ( 1 1 69/1 170) de Meh­ med b. Murat tarafından istinsah edilmiştir. 'yazmaların değerleri üzerinde eni-konu duran Profesör, tıpkıbasımı meydana getir­ mek için, haklı olarak, en eski yazmalara dayanmak gereğini duymuştur. Türlü yönlerden yaptığı karşılaştırmalardan sonra o, başta esas aldığı yazma olmak üzere, Upsala (Üniversite kitaplığı, Tonberg, pp. 209-2 10, Nr. 304), İstanbul (Hüdai Efendi, Selim Ağa kitaplığı, Nr.

1 157) yazmalarına dayanmıştır. Gerekli

gördükçe öteki yazmalara, bu arada, özellikle, Topkapı Sarayı Müzesi Kitaplığında, Yeni Yazmalar, 1 1 87 numarada, Aşık Çelebi'nin kendi müsveddesine de başvurmuştur. Bu sonuncu yazma, yazık ki tezkirenin ancak ikinci yansıdır. Meredith-Owens'in tıplobasımdan okuyucunun kolayca ya­ rarlanabilmesi için yaptığı çok önemli bir iş de, tıpkıbasınıa, me­ tinde geçtikleri sıraya göre, demek ki

ebced sırasım izleyerek,

şairlerin adlan ile ilgili bir dizin koymasıdır. Bu şair adları di­ zininden sonra, metinle ilgili olan yazma aynlıkları ve açıkla­ malar geliyor (s.

10-39). Böylece, tıpkıbasımı hazırlarken

başvurduğu on dokuz yazmadan yararlanmak yoluyla bize eksik­ siz bir Meşiirü'ş-şuara sunulmuş oluyor. Bu çok yararlı sayfa-

145


laı dan sonra, tezkirede maddebaşı olan şairlerd�n

başka olarak

geçen adı-belli kişilerin, sülOelerin ve sıradan kimselerin adlan

yer almaktadır. Bu dizinlerin ikinci bölümünde ise kitapta geçen yapıtların adlan sıralanmış, üçüncü bölümünde de kitapta geçen yer adlan dizini verilmiştir. Bir de metnin sayfalarına beşer beşer olmak

üzere, satır numaralan konmuştur. Böylece okuyucu me­

rak ettiği, aradıAı şairi, kişiyi, yeri, kitabı, sık-satır 299 yaprak tutan ve 424 şairi tanıtan büyük-boy

bu tıpkıbasımın içinde ko­

layca bulacak ve ondan dileğince yararlanacaktır. Gönül, edebiyatımızın ve tarihimizin ana-kaynaklannın böyl� eksiksiz, düzenli ve güvenilir bir kılıkta ilgili kişiler ve kurum­ larca hazırlanıp gecikmeden, geç kalmadan ortaya konmasını ne denli istese azdır.

Yakın çevremize baktıkça içimizde umutsuzca

küllenmeye yüz tutmakta olan bu şavk, önümüzde böyle örnek­ leri gördükten sonra yemden kıvılcımlanmaktadır. Sayın ve bilgin arkadaşım Prof. Meredith-Owens'i, bu büyük başarısından dolayı candan kutlarım.

n.

Aşık Çelebi Tezldresi'nln Önemi Aşık Çelebi Tezkiresi, yalnız içinde geçen şairlerin sayısı ve onların yaşayışlarını tanıtma açısından değil, daha birçok yön­ lerden büyük önem taşır. Bundan dolayı da kendinden önceki şuara tezkirelerinden ayrılır; onların arasında ayn, başlı-başına bir yeri

vardır. Kitabının özelliklerini sayarken onu

tevArih-i şuArA diye ni­

telemesinden de anlaşılacağı üzere, Aşık Çelebi, tezkiresinde, şairlerin edebiyat ve şiir alanındaki değerlerinden çok, onların hayat hik!yelerine yer vermiş, onların özel yaşamlarına değin inmiştir. Bunlar kimi kez bir hiicaye konusu olmaktan çok tam

bir hiicaye biçimi almıştır. Başka tezkireler, şairleri bize basma­

kalıp yargılar, nitelemeler altında tanıtırlarken, Aşık Çelebi on-

146


lann canlı portrelerini çizmek yolunu tutmuştur. Birçoğunu baba dostu, medrese arkadaşı,

meslekdaş olarak,

bir bölüğünü

yazışmalarla, ya da tanıyanların ağzından dinleyerek yakından bil­ diği bu şairleri biz de özellikleriyle tanıyabiliyoruz. Yazı alanında ün yapmış kişilerin, yazdıklarında onların özel hayatlannı aydınla­

tacak bilgi bulamadığımızdan, ürünlerini açıklarken b� yardımcı olacak unsurlardan yoksun bulunuyoruz; bundan ötürü de, on­ ları tanımakta ve tanıtmakta bir yanımız ebik kaldığı gibi yanılıyo­ ruz

da. Onun içindir ki Aşık Çelebi Tezkiresi'ne ayn bir değer,

ayrı bir önem veriyoruz . Söylediğimize tanık olarak, onun çizdiği portrelerden bir-iki örnek vermek istiyoruz. Pare-Pare Ahmet Çelebi'yi tezkire bize şöyle anlabyor : • •yazın bir ak sade ve kışın bir gök kapama üstüne bir Selaruk çukası ve başında bir Donuzlu (Denizli) çalması var idi. Atı ve kulu yoktu. Uşağı kadılığında muhzırdan ve mülaze­ metinde ücretle tuttuğu birinden ibaretti. Mahkemesinde döşendiği bir hasır idi. Kadılığa gitse kira beygiri tutar, semerinin üstüne bir seccade salıp binerdi. İşinden ayırdıkları zaman yol parası ol­ mak üzere bir kitap satar, İstanbul' da mülazemet harçlığı için yazıcılık. yapardı. Yanında resmi mahkeme ücretinin belli bir sının yoktu, sicil ve i'lam karşılığı bir akça, iki akça ne verirlerse onu alırdı, demezdi ki bu azdı, bu çoktu . Ama haklı davranmanın ver­ diği aydınlık., doğruluğun verdiği uğurla öyle bir heybeti ve salabeti vardı ki beyler ve voyvodalar ister-istemez buyruğuna uyardı, yamnda bunların değeri bir yeşil yapraktan daha azdı. Yargılarında ve şeriabn buyruklarını yerine getirmekte, davaları kesip atmakta bir keskin kılıç idi ve hep Kitapta (Kur'an'da) yazılana göre kadı ve hakimdi' ' (ypr.

4()8).

Şair Mümin'i anlatırken de vasf-ı nAp41d diye bir yan-başlık koyarak şunları söylüyor : "Herzaman sarığı kir-pis içinde, gi­ yeceği yırtık-pırtık, üstü başı leş gibi kokardı ve yakası kirli idi. Yüzü yıkanmamış, sakalı tararunamışu. Ve sarığı sandan

147


farkolunmazdı; meğer gören biri yastadır diye şemJe(4) ihtima­ lini versin. Kendince şah soyundan geçinirdi . Atam illır beyleri içinde ünlü ve kefere tarihlerinde safur diye yazılıdır, deyip öğünürdü (ypr. 127h). Bu yoldan biz, tek tek şairleri değil ,

o yüzyılın şairlerinin bir

araya gelip toplanchldan yerleri, bahçeleri, meyhaneleri, hamam­ ları, düWnlan ve tekkeleri de birlikte tanıyoruz . Bunlardan ki­ misinin yerlerini, nerede olduklarım da öğreniyoruz. Hayati, Sultan Sellin Hamamı yakınında güzel bir ev yaptımıış , bu evini

mecma'-ı şuarA ve zurefi etmişti.

Eyyüp yöresindeki

bahçesi, Uçmak bağı gibi türlü çiçeklerle bezenmişti, yaz , kış, ilk-yazın ve güzün bu bahçelerde saz-söz, yime-içme olurdu (ypr.

908) . Takma adı Katibi olan Seydi Ali Çelebi, Çin nigarhanesini kıskandıran cennet gibi bir köşk yaptırmış, bunları zamanının şairlerine ve ı.arifkişilerine açmıştı. Buraya gelip giden şairlerden bir bölüğü de bu köşkün yapılışına tarihler düşürmüşlerdi (ypr.

998).

Rahiki'nin attar düWnı, Galata'ya giden aydın kişilerin der­ neği idi. İçki içenlere, dükkanında içki takımım hazır bulundu­ rurdu.

Balıkpazan'na giden herhalde Rahild'ye uğrar, alıp birlikte

giderdi. Rahiki mahlasım almasının nedeni, şarabatiliği olsa da olur, harabatiliği olsa da olur (ypr. 232b)(5).

Sübuti'nin Karaman Pazan 'nda şerbetler, reçeller, macunlar sattığı düWnı da şairlerin uğrağı idi.

Şuar4 tMcma 'ı, gaz.el kanı Karaman 'da SübUti dükkAnı

(ypr.

83• v . d . ; 259b)

(4) Şemle, bir sarığın uc:u; kimi kez sarığın kıvnmları arasına sokulur, kimi kez de omuman sarkıtılır. (5) Rahik "saf, berrak prap" ve Rahiki "praba düşkün" demek­ tir.

148


Bursa' daki

Şems Meyhanesi, güzellerin uğrağı. şairlerin ve

şiirden anlayanların toplandığı bir yerdi (ypr. 2698). İstanbul 'dald Efe Meyhanesi, şairlerin demek kurdukları bir meyhane idi. Bu meyhane Ağa Yokuşu'ndan inerken, bir gölgeli ulu ağacın bulunduğu çeşmenin yanında idi.

Mecnun ki bel4 deştini seyretti serlJser Gam-haneme geldi dedi : H�lin ne birader1 dizesi dolayısıyla

Deli Birader

diye ün almış olan

Gazili,

Beşiktaş'ta bahçe, mescit, zaviye ve hamam, bu hamamın içinde de bir havuz yaptırmıştı. Bu hamamda, şairler toplanırdı. Öyle kalabalık olurdu ki içeride yer bulamayanlar dama çıkıp bakar­ lardı (ypr. 294b v . d.) Şairlerin takma-adlarını, lakaplarını, yetişmelerini, meslek­ lerini, yetiştikleri yerleri, aşklarını, sarhoşluklarını, serüvenleri­ ni ve daha birçok özelliklerini de sayfalar boyunca izleyebiliyo­ ruz . • ••

Tezkirenin dilinin, çağının üslubuna çalması yanında, Türkçe sözcülcler, deyimler, atasözleri, cinaslar, şairlerin aralarında

lltife

diye adlandırılan açık-saçık şakalar ve benzerleri yönünden de büyük zenginliği vardır. Bunların bir bölüğünün anlamlarını ve nerelerde kullanıldığını, nereden geldiğini biliyorsak da büyük bir bölüğünün de bize güçlükler çıkardığını görüyoruz. Bunları ayıklamak, toplamak ve anlamlarını, nerelerde kullanıldıklarını açıklamakta ve dile mal etmekte yabana ablmayacak bir yarar gör­ mekteyiz .

Başına tahta külAh unnak, sakalına soğan doğramak, yaş elle tutmak, kömür çuvalı gibi götünden tutuşmak, keçe­ bıçaklık etmek, borata maymunu, sağ işini sol eylemek, so­ lağına davul çalmak, deli meydanı yalnız bulmak, avurda çek149


mek, bıyıAını balta kesmemek, piyaz doğramak, salavatla yürümek, burnu yell alınmak, eşek ayalı geçmek gibi deyim­ ler, kaltak kazanır, kaltaban yer; ak taş, kara taş, yat ışığa kutsuz baş; gibi atasözleri, ağduk anlamak, yacanmak, yazınmak, uyuvermek, enetmek ve benzerleri eski sözcüklerin tutan,

küçük bir sözlük yapacak sayıdadır.

Bu vercUğimiz örneklerin içinde, bugün anlamını hiç bilme­ diğimiz, ya da belli-belirsiz kestirdilderimiz de vardır. Nitekim enesi enetmek sözcüğü için, Türk Dil Kurumu'nun ölümsüz bir anıtı olan ''Tanıklarıyla Tarama Sözlüğü'' buna türlü kaynaklar­ dan tanıklar vermiştir (Ill, 1475 v.d.) ve ensi entmek diye okumuştur. Bu sözcük, Dedem Korkut Kitabı'nda da, bir yerde<6> geçmektedir. Okunuşu kesin olmayan bu sözcüğü ben ensi amtmak diye okumayı yeğ görüyorumm. Niçin böyle okumak istediğimi de açıklıyorum. Bununla birlikte benim okuyuşumun da kesin olmadığını biliyorum. Şimdi Aşık Çelebi Tezkiresi'ni okurken geh şevkından aklı başından gitti, geh hayretinden ensesi enitti diye karşımıza çıkıyor. (ypr. 1 J3h). Ancak yazı di­ linde bulduğumuz ve konuşma dilinden düşmüş olan bu sözcük, okunuşu bakımından bir keskinliğe ulaşmış değildir. Bir gün ana­ dilden derlemeler arasında gerek enttl, gerek antlının kesin söylenişinin ve anlamının ne olduğunu bize bildirecek bir yeni ve sağlam tanık çıkmasını beklemekten başka yol yok, sanıyo­ rum. Yalnız Aşık Çelebi Tezkiresi değil, birçok eski yapıtlarımız da, bu açıdan ele alınıp taranacak olsa, dilin Türkçe yönünden de nasıl işlendiğini görebileceğimize güveniyorum. &ki eserleri ulu-orta kötüleyip geçmek yerine, bir maden filizi gibi altınını sızdırmak, dilimizi tanımak bakımından çok yararlı olacaktır, kanısındayım. Aşık Çelebi Tezkiresi'nin, dil yönünden de üze(6) Orhan Şaik pökyay,

Dedem

ccxxvıı.

(7) Aym eser, gösterilen yer.

150

Korkutun Kitabı, İstanbul 1973, s. 38;


rinde durmak ve çalışmak isteyen önemli bir kaynak olduğunu belirterek sözü bağladıktan sonra kitabın başka bir yönüne geçmek istiyorum. * • •

Kitabın çözüm bekleyen güclükleri az değildir. Kendi yazdıkları da içinde olmak üzere Aşık Çelebi, tanıtmaya çalıştığı

424 şairin türlü yazılarından örnekler vermiştir. Bunların içinde, kendi nazireleri, terbi', tahmis ve tesminleri, şairlerin muam­ maları, bir bölüğü açık-saçık latifeleri de vardır. Tezkirede birtakım gelenek ve göreneklerimizi de buluyoruz. Çağının toplum yaşayışını, adetlerini, folklorunu , inançlarını ve genel olarak kültürünü tanımak bakımından bu tezkire zengin bir kaynak olarak alınabilir. Meclislerin yol-yordamım, adib ve erkanını kimi kez bir şairin hayatını okurken öğreniyoruz. Şair Hayati anlatılırken, bir içki ileminin resmini de çizilmiş bulu­ yoruz : "Herzaman sohbeti sade, yani bi-bAde değil idi. Amma zamane toplantısında, dileğin kadehi sürüldüğü gibi kadeh devr edüp sagar dönmezdi(S) . Saki kadeh-i adilini koyup kimine dolu, kiniine boş sunmazdı. Herkesin önüne bir cam konulmuş, kimi cümlesini içer ve kimi birazını içer; sakinin ayağına sular in­ mez, ikide-bir kadehin bağn hün olup son yudumun yüzü yere düşüp sürahinin başı aşağı olup kimseye artuk-eksik denmezdi . Kimseye iç diye teklif olunmazdı. Aransa mecliste çalgıcıdan başka saçma söyleyen ve güzellerden özge sert huylu, şaraptan gayrı ekşi suratlı, nağmeden artuk sohbet-dışı ve sazdan özge konuşmaya engel nesne bulunmazdı. Bununla birlikte kendisi sıradan bir adamdı" (ypr. 1 69b) . (8) Aşık Çelebi burada geçen "siirülmek, devr etmek, dönmek, dolu, boş" ve daha başka tilrlü sözcüklerin çeşitli anlamlarıyla oynamaktadır.

151


Giyecekler, lalık-kıyafetler de sık-sık: karşımıza çıkmaktadır. Bunlapn aç�ı da toplwnun bir yanını öğrenmek ve aydınlat­ mak için gereklidir. • • •

Aşık Çelebi, zamanının türlü daHardan sarkan kültürünü bütün yönleriyle bildiği için, anlatbğı şairler, bilginler ve türlü meslek­ lerden olanlar dolayısıyla onun hemen her konuda söyleyecek­ leri vardır. Hekimlik bilimine, hastalıklara ve bunların ilaçlarıyla ilgili pek çok konuya uzanmaktadır. Hattatlardan, yazı türlerin­ den bir yetkili olarak söz etmekte olduğu gibi sazlar ve makam­ lar üzerinde de musikiden çok iyi anlayan bir bilir-kişi gibi konuşmakta�ır. Şair Karaferyeli Garimi'nin sesi güzel olduğu gibi kendisi de saz çalmaktadır. Şiirlerinden başka hoşa giden ve iç-açan türkücüleri ve nakşı andıran razbftrlleri vardır. Kendisi bir saz da icat etmiştir. Bu saz kemanesiz rebap gibidir. Kişi bunu göğsü üzerine alıp kemançe sihi gibi sihini eneğine dayaya ve iki eliy­ le çenk çalar gibi çala. Bundan dolayı adını sine-çAk koymuştur. Hocası Leys-zade işitip kendi de dinledikten sonra, bu sazdan vaz­ geç, diye ona yemin verdirmiş ve saz icat etmekte dinin sert bir yasağı olduğunu söyleyerek Garimi'yi korkutmuştur (ypr. 288b v.d.). Tezkirenin içinde geçen türlü konularda üç yüze yakın kitap­ tan bir bölüğü ele aldığı şairlerin ürünleri olsa da, bunlar da içinde

olmak üzere, geri kalanlar onun kültürüne kaç yazarın, kaç türlü yapıtın kaynaklık ettiğini bize bildiriyor. • ... ...

Aşık Çelebi Tezk.iresi'nin bence en önemli yönlerinden biri de, yalruz medreseden yetişenlerin, yalnız saray ve devlet adam152


larırun, yalnız okur-yaz.arların edebiyatı saydığımız Divan Edebiyatı'mn hiç de öyle olmadığını, bu edebiyatın toplumun bütün sınıflarındaki insanları arasında yaygın bir kültürün yemişi olduğunu görmemizdir. Edebiyatımızın bu önemli kaynağını bütün yönleriyle tanıtmak için ölçüsü daha geniş tutulmuş bir dizi yazı yazılabilir, böyle bir inceleme de hem gerekli, hem de yararlıdır, eğer buna ve­ rilecek emeği ve zamanı göze alanımız çıkarsa . . .

153


BİR

2 .6.8

FETVA DA BİZDEN•

1 FETVA SURETİ Mesele :

A

Bir kimesne, bir yolunu bulup Medresetü'l-Kuzit'ta,

-

ıstılah-ı zarnAne ile Hukuk Fakültesi'nde bieyy-i hal( I) müderris­ lik payesi ihraz edüp ta 'lim ve tedris kürs�.ıini işgal eylese. B

-

Feemma ol kimesne okuduğın anlamasa ve işbu anla­

maduğu nesne üzerine adem-oğullarından herhangi birinin PİRE misillü mfiziyatınC2) en küçüğiyle çiftleşmesi gibi aklen ve nak­ len(3) havsala-i beşerin ibatasından hariç bulunan bu türlü bir id­

diaya vücut verüp birtakım nabeca(4) ve na-seza(5) a.hkfun-ı batıla binasına kalkışsa(6) .

C

-

Ve bu iddiasını, Ebussuud Efendi gibi, Osmanlı

İmparatorluğu'nun en yüksek ve ileri çağında, İkinci İmam Ebu­

Hanife diye yüceltilen ve otuz yıl aralıksız şeyhülislam olan ulu

bir fıkıh ve tefsir alimine ve kanun yapıcısına isnad ile kendüleri hakkında "onu

hiç bir vechile büyük insan , ya da ilim adamı

saymak olanağı yoktur" deyü bühtanlar eylese. Herhangi bir tarik-i amO> üzerinde karşımıza çıkacak Ç abad-ı nastan(8) şeriatçe mükellef(9) sayılan laalettayin bir fer-

(*) DBG, 262-266.

(1) Her nasılsa.

(2) Pire, bit, tahtakurusu, sivrisinek ve benzerleri gibi insanlara eza veren hay-

vancıklar.

(3) Akıl ve şeriat açısından.

(4) Yersiz. (5) Yakışıksız. (6) İlhanArsel, Değer ÖIÇ(llerimiule Zavallılık, Varlık Dergisi, Ağustos 1 976, Sayı: 827, s. 3 . (7) Herkesin gelip geçtiği yol, anayol. (8) Halktan herhangi biri, profesör filan değil. (9) Çocuk, deli, bunak, ya da okuduğunu anlamayan bir profesör olmayıp da dinin buyruklarını ve yasaklarını yerine getirmekle yükümlü olan sağlıklı müslüman.

1 54


din dahi, insanoğlunun Pire ile cim;ı ını t.ısiilvvuretmenin imkinsız olduğunu teyakkün edeceğinde, böyle bir süale muhatap olduğu takdirde, buna bhi tasavvur-ı bAtıJ, r.ehı hayAl-1 muhAI mısra•-ı meşhı'.iru ile karşılık vereceğinden asli ve kat'a( IO) şekk ve şübheye mahal olmaduğu bilinse. D -Bundan maadi, müderris-i merkumun, kendünün emsal ve alcranlanndan nicelerinin Kurun-ı Vusti medreselerinden her­ hangi birinde, müderrislik değil, ta'lim ve teallüm ile külliyyen alakası bulunmayan ve edna hidınetlerden sayduğu hademelik bile yapamayacak kertelerde kimselerden olduğu ve kifAyet-i ilmiy­ yesinin mefkudiyyeti, tevatür hududını aşup ala melei'n-nas( l t) ikrar ve itidfı ile sübut bulsa, ol müderrisin, medrese-i mezkılrede işgal eylediği ta 'lim ve tedris makamında ibkası caiz olur mu? Cevap buyurup sevaba giresiz. El-CevAb : Olmaz. Ketebehu el-fakir ila rabbihi el-Gani Orhan Şaik el-Kavsü'l­ kuzahi el-KarlUki el-Oğuzi, aia anhü fi Muharremi'l-haram, sene 1 397 min hicreti'n-Nebi. il

EBUSSUUD EFENDİ 'NİN FETVALARINDAN BİRKAÇ ÖRNEK Şeyhülislam Ebüssuud Efendi'yi küçültmeye yeltenen bir yazıda, onun hulle hakkındaki fetvalarından biri alınarak, büyük İslam hukuku bilgininin o fetvasında "chnh kadir olmayan bir }>İRE"den söz ettiği ileri sürülmekte ve burada, bu sözcük, aman okuyucunun gözüne ille de batmasın diye olacak, bütün harfleri büyük yazılarak iki defa tekrarlanmaktadır. Oysa, bu fetvada geçen (10) Hiç mi hiç. (1 1) Herkesin içinde,. yani Cumhuriyet Gazetesi'nin, 28 Aralık 1976 tarihli ve 1 8826 sayılı nüshasının 2. sayfasında, İlhan Arsel'in "Fakülteden Aynlırken" başlıklı yazısında. 155


bu sözcük PİRE değil PİR'E dir ve berkesin bildiği ve bile­ ceği gibi "yaşlı" anlamına PİR'dir. Fetvada "cimaa kadir ol­ mayan pir'e" denilmektedir ki "erkeklikten kesilmiş olan yaşlı kişi'' demektir. Türkçe'yi yeni öğrenmeye başlayan bir yabancı bile bu fetvayı doğru okumayı, okuduktan sonra anlamayı be­ cerecektir, kuşkusuz . Fetvada "cimaa kadir olmayan pir'e, ya­ hut on iki yaşında olan oğlancığa hulle etse" dendiğine göre, burada pir ve oğlanclk sözcüklerinin, dilbilgisindeki "e durumu" dediğimizden başkası olamayacağmı anlamak için ilkokula git­ meye bile gerek yoktur. Türkçe'yi konuşmak yeter. Gerçi, pire ile hepimiz, çocukluğumuzdan bu yana aynı yatakta çok yatmışızdır, yatıp duruyoruz, ama hiç birimizin aklından bir kötülük geçmemiştir, hele pirenin aklından haydi haydi. İmdi, onun bu fetvasını, günümüzde, yani ilkel ve cahil bir toplum( 1 2) olmaktan az çok kurtulduğumuzu sandığımız bir za­ manda, bir profesörün bu biçimde anlayıp üzerinde böylesine ahkim yürüttüğüne, Ebüssuud Efendi sağ olsaydı, acaba ne derdi? Elbette ince zekası, şeriata uygun, nükteli bir fetva verirdi. Onun bu yanını gösteren fetvaları az değildir. Bize, en ol­ mayacak gibi gelen bir sözcüğü, gerekince pervasızca ve tam ye­ rinde kullanacak güçtedir O. Türlü konularda verdiği fetvalardan birkaçını okuyucuya sunmakta yarar görüyoruz( l 3).

1 Berş04) ve afyon yutmaya müptela olan bazı kimseler, bu iptilalarından kurtulmak için şarap içseler caiz midir? -

Cevap : Afyon müptelası kimseler, insanlıktan çıkmışlardır,

ne poh yirse yisinler. ( 1 2) Milletimiz hakkında İlhan Arsel'in yargısı bu. ( 1 3) Aziz, okumuş arkadaşım sayın Hayrullah Örs'ün lıltufkAr müsaadesiyle, onun türlü kütüphanelerde okuyup incelediği fetva kaynaklarından top­ ladığı notlardan alınmıştır. Yanlış okumayı ve anlaşılmayı önlemek kaygısıyla elden geldiğince fetvaların dili bugünün diline yaklaştırılmıştır. (14) Afyon macunu. 156


2

-

Zeyd, avretlerin olduğu cennet bana gerekmez dese ne

lazım olur? Cevap : Gerekmezse cehenneme.

3

-

Hatip Zeyd; kadı, müslüman olmaz; rnüslürnan, kadı ol­

maz dese hatiplik etmesi caiz olur mu? Cevap : Özellikle günümüzdeki zalim kadılar için dediyse olur; tüm rnüslüman kadıları için dediyse azli gerektir. Ebüssuud Efendi'nin, kuru saplantılar içinde olmadığını gös­ teren fetvaları da vardır :

4

-

Bir mescitte imam olmakla dülgerlik işlemekten hangisi

daha üstündür? Cevap : Asla namazı bırakJl:ıadan sanat işlemek daha mak­ buldür. 5

-

Bir köyün eski mescidi bulunup köy halkına yeterken,

içlerinden biri onun yanında bir mescit daha yaptırmak istese, eski mescit boş kalır diye onu men'edebilirler mi? Cevap : Eski mescit yetiyorsa birini daha yapmak günahtır.

6

-

Zeyd, üzerinde farz olmadan hac ettikten sonra, hali vakti

düzelse, yeniden haccetmesi mi, yoksa kamu yaran için köprü yapması mı daha doğru olur? Cevap : Köprüye kesin ihtiyaç varsa onu yapması yeğrektir.

nı Bu kadar da değil . Ebüssuud Efendi, bugün de dünyanın birçok yerlerinde uygulanmakta olan işkencelere karşıdır. Herhangi bir sanık hakkında ahz-i şeöıd ile alız olunmak gerektir,

deyü buyu­ rulmuş, ahz-i şedidden murad ehl-1 örfün işkencesi midir, beyan buyurula( l 5) sorusuna onun verdiği karşılık şudur ( 1 5) Sanığı tutuklayıp kelepçeye vurmak ve başka işkenceler yapmak. 157


HaşA, ehl-i örfün (zabıtanın) sanığı yakalayıp tutuklamasını is­ temek bile mümkün değildir, nerde kaldı ki işkence ola. Kanuni Sultan Süleyman, koyduğu kanunları, bir yönden de şeriata uygun olduğunu göstererek güçlendirmek istediği için Ebüssuud Efendi'ye başvurmuştur. Onun bu konuda verdiği fet­ valar, bugünkü dille raporlar,

mAruzat

adı a}Unda toplanmı şur.

Bugün , toplumda tehlikesini yeni yeni kavradığımız kimi ko­ nular üzerinde, bundan dört yüz yıl önce düşündüklerini açıkça ve doğruca söyleyen de odur. "Bir kimse onunu, on ikiye, on üçe verüp( 1 6) faiz alsa za­ manımızda sultanın buyruğu ve zamanın şeyhülislfilnının fetvası, onu onbuçuktan yukanya( 17) verilmesin diye tenbih olunduktan sonra dinlemeyip yüksek faiz almada dirense şeriatçe ona ne lazım olur? .. sorusuna "Böyle bir tefeciye, şeriatin hükmettiği sayıda değnek vurulması ve uzun süre hapsedilmesi gerektir . . karşılığım vermektedir. Bunun gibi selem, yani gelecek yılın ürününü bu seneden saup parasını önceden almak işinde de, bununla uğraşanların üreticiye

aşın derecede insafsızlık ettiklerini, hatta kimi köylerin bu yüzden harap olduğunu açıkça söylemektedir.

iV

Halkının dinine kuvvetle ve inanarak bağlı olduğu, şeriat hükümlerinin, daha doğru bir deyimle İslam Hukuku 'nun, ka­ nun değerinde yürürlükte bulunduğu bir devirde, bir ülkede, in­ sanların birbirleriyle ve toplumla il�şkilerinde,

gerektikçe,

Şeyhülislamlık makamından ve müftilerden bir fetva istemelerinde yadırganacak ne vardır? O çağın gerekli kıldığı ne varsa ona uy­ dular, dört yüz yıl sonrasına göre davranmadılar diye, bilginle( 1 6) Yüzde yirmi, ya da yüzde otuz faiz. ( 1 7) Yüzde beş faiz.

158


riyle. halkıyla bütün bir millet için

cahil ve ilkel bir

toplum

yargısına varmakta kendimizde nasıl bir hak göıiiyoruz? Nasıl . oluyor da bu küfre dilimiz varıyor? Hiç olmazsa, o yüzyılların hiç bir ferdi, bu yargıya varan gibi,

kadar

pire ile insanı çiftlcştirecek

iz'an ve irfandan uzak düşmemiştir.

Hem tarihteki bütün imparatorluklardan daha uzun sünnüş olan bu Türk

İmparatorluğu eğer böyle ilkel ve cahil bir toplum idiy­

se, toptan bir Hıristiyanlık dünyasına karşı altı yüz yıl nasıl dim­ dik ayakta kalabilmiştir? Nasıl olmuş da, bugün her biri,

müslüman, hıristiyan, başına-buyruk birer devlet haline gelmiş olan bu ayn ayn toplumları; dilleri, dinleri, örf ve adetleri başka başka milletleri, yüzyıllarca yönetebilmiştir? Bir yandan Atlas Okyanusu'na, bir yandan Hint Okyanusu'na yol alan kalyonları, kendi tersanelerimizde yapıp donatan onlar değil midir? Bunları oralara yel üfüıiip yelken mi götünnüştür? Döktükleri tunç

top­

larla kaleler değil de havanda su mu döğmüşlerdir? Türk ordu­ ları doğudan batıya, babdan doğuya turist olarak mi gitmişlerdir? Alemleri yıldızlarla öpüşen bu minareleri , bu camileri, bu türbeleri,

kışın

musluklarından

sıcak

sular

akıttıkları

bu

şadırvanları, bu herkese yeten çeşmeleri, yol venneyen nehirler üzerindeki bu köpıiileri,

kervansarayları,

ticaret hanlarını,

çarşıları, kimler yapmıştır? Bu kışlalar, medreseler, kütüphane­ ler, daıii şşifalar, hamamlar bize hangi bilgin, ileri, uygar ya­ bancının

armağanıdır?

Bu vakıflar,

kış, yaz yoksullara,

öğrencilere sıcak yemek veren bu imarethaneler, bu hemen her türlü yapının duvarlarını süsleyen, acımasının, yardım elinin, aynı toprakta yaşayan kuşlara kadar uzandığının eşsiz tanıkları olan bu kuş evleri, süıiiye katılıp sıcak yerlere gidemeyip kalan ley­ leklere,

akbabalara

bakmak

saydıklarımız, dilim kurusun,

için

vakfiyeler. . .

Bütün

bu

ilkel ve cahil bir toplum'un çin­

gene çadırları mıdır? Nedir? Söylesenize bize.

159


2.6.9

BURHAN-1 KATie ÇEVİRİSİNİN TÜRKÇE

AÇISINDAN ÖNEMİ• MÜTERCİM AHMET ASIM EFENDİ, TEBRİZLİ HÜSEYİN b. HALEF'in Burhan-ı KatıC adını taşıyan sözlüğünü Tibyan-ı Nafic der Tercerne-i Burhan-ı Katıc adıyla Türkçe'ye çevirnıiştir. Bu Farsça-Türkçe sözlük, türlü bakımlardan üzerinde durmaya değer. ASIM EFENDİ, Burhan-ı Katıcı Kamusü'l­ Acem diye tanıtmakta, onun için (Türkçeleştirilmiş ve özetlenmiş olarak) şunları söylemektedir : "Bugün Türkiye'de elde dolaşan bu tür sözlüklerden hiçbiri onunla ölçülemez. Burhan-ı Katıc, Farsça sözcüklerin anlam­ larını doğru olarak verir; bu dildeki deyimleri ve terimleri toplamıştır; her bakımdan yeterlidir. Otuzu aşkın sözlükten ya­ rarlanılarak hazırlanmıştır. Astronomi, astroloji, hendese, felsefe, ilahiyat, tasavvuf gibi türlü bjlimlerle ve konularla ilgili incelik­ ler bu sözlükte bir araya gelmiştir; bundan dolayı Fars ve Türk bilginleri arasında el üstündedir' ' . ASIM EFENDİ, işte taşıdığı bu değerlerden dolayı ve onun öğrencilere yararını göz önünde tutarak bu eşsiz sözlüğü Türkçe'ye çevirmeye girişmiştir. Bu işi yaparken yalnız Burhan-ı KatıC'a bağlı kalmamıştır. Oradaki Farsça sözcüklerin, deyimlerin ve te­ rimlerin tam karşılığını arayıp bulmak, yerine koymak, türlü ko­ nularla ilgili sözcükleri, deyimleri, terimleri açıklamak kaygısıyla, gerektikçe daha birçok kaynaklara ve kitaplara başvurmuştur. Ön­ sözünde bir bir saydığı kitaplar şunlardır : Ferheng-i Mahmudi, Mecmau'l-Fürs-i KAşAnJ, Mecmau'l-Kavmd ve CAmiü'l­ FevAid, Ferheng-i Şutlri, Halimi, Nimetullah, CAmiü'i-Fürs, Şeref-name, Tacü'l-MasAdır, Deşişe, Lehcetü'l-Lügat, Aksa'l­ İreb, Kenzü'l-iügat, MüşkilAt-i Şeb-name, SihAhu'l-Acem, (•) Ömer Asım Aksoy Annapnı (Ankara, 1978), 125-136.

1 60


NevAdirü'l-Lügat, Kamus, Ahteri, Vankulu, Terceme-i Tuh­ fetft'l-Müminin, Feyzlyye, Gayetü'l-İtkan, MüfredAt-ı Şeyh İsa, FerAidü'l-Müfredat, Tarifit-ı Seyyid Şerif, lstılilıAt-ı Sfi­ fiyye, Şerh-i Fusfis, Şerh-i ÇaAmtni, HulAsatü'l-HisAb, MatAlib-i Aliye ve bunların benzeri nice makbul kitaplar. Görüleceği üzere, bunların içinde yalnız sözcükler değil, tıp, tasaVV\Jf, mitoloji, dilbilim, matematik, tarih gibi türlü konularda, adı belli kaynaklar da yer almaktadır.

ASIM EFENDİ, önsözünde, çevirisinde sözü uzatmaktan kaçtığmı belirtir; bu çevirinin güvenilir olmasını sağlamak kaygısıyla aslından ayrılmadığını, ona dışarıdan bir şey kat­ madığını, kendinden bir şey eklemediğini, ancak kimi ağaçlan anlatırken, çiçeklerin ve yemişlerin özelliklerini verirken, bun­ lara, Burhan-ı Katıc'da söylenenlerden sonra, azdan az, metni değiştirmeyen, bozmayan eklemelerde bulunduğunu söyler. Sözlüğün aslında, HÜSEYİN b . HALEF, sözcüklerin dizilişinde bir ayrım yapmamış, onları düz-ara sıralamıştır. Bir başka deyişle, bunların ilk harflerinin üstün (a, e), esre (ı, i) ve ötre (u, ü) seslerinden hangisi ile başladığına bakmamıştır. Sözcükleri düzgün dizilmemiş inciler gibi sıralamıştır. Bu yüzden de sözlükte aranan sözcük kolayca bulunamaIRaktadır. ASIM EFENDİ, bu düzensizliği göz önünde tutarak, çevirisini yukarıda bildirilen seslere (harekelere) göre bir düzene koymuştur.

Burhan-ı Katıc Çevirisi'nin başına konan yazının bir yerinde "Terceme-i Burhan-ı Katıc nam kitab-ı fazail-nisabın bi't­ terceme müeIIifi, müderrisin-i kiramdan AYNTABI AHMET

ASIM EFENDİ. . . " denmektedir. Bu "bi't-terceme müellifi" sözünden Burhan-ı Katıc'ın "çeviri yoluyla yazarı" anlamını çıkarırsak, buna, bu çeviriyi eline alan herkesin katılacağına güve­ nebiliriz.

Gerçekten de ASIM EFENDİ, sözlüğün aslını nasıl Kamusü'l­

Acem diye değerlendirmişse, biz de onun çevirisini "Türkçenin 161


Büyük Sözlüğü' ' olarak adlandımıaktan kendimizi alamayız. Ge­ rek Burhan-ı KatıC, gerekse Kamus çevirilerinin Türkçe için k� lay yapılmaz ve hiç yıkılmaz iki anıt kaynak olduğuna inanıyoruz. Bu çevirileri yapmış olan büyük bilginin, Türkçe'ye verdiği emeği, çok daha küçük ölçüde göze alan biri çıkıp da, bu iki ki­ taptaki Türkçe sözcükleri, deyimleri tarayarak bir sözlük düze­ nine koysa, Türkçe'nin zenginliği bir daha ortaya çıkacaktır. Kendi kendimize Türkçe karşılıklarım bulmak için ter döktüğümüz nice yabancı sözcükler de meydandan çekilip gidecektir. Basma Burhan-ı Katıc Çevirisi'nin başında yer alan takriz­ ler (övgüler)'i, bir yandan da kitabın değerini belirterek onun basılması gerektiğini bildiren raporlar sayabiliriz. * * *

Burhan-ı Katıc ve Kamus çevirilerine bu açıdan, benim bil­ diğime göre ilkin Sayın ÖMER ASIM AKSOY bakmıştırO>. O, Burhan-ı Katıc• dan söz ettiği sayfalarda, A) Sözlüğün aslı ve ya­ zan (s. 36 v .d.), B) Burhan-ı Katıc Çevirisi (s. 37 v.d.); C) Burhan-ı Katıc Çevirisinden Örnekler (s. 38 v .d.), bizi çeviriyi daha yakından tanımaya götürecek olan yolun izini açmıştır. ASIM EFENDİ'nin Türçe'si üzerinde, daha önce gelenler de söz söylemişlerdir. ZİYA PAŞA "Şiir ve İnşa" makalesinde "bizim tabii inşamız Mütercim-i Kamus'un ittihaz ettiği şive-i kitabettir" dediği gibi, NAMIK KEMAL de, "Bahar-ı Daniş Mukaddemesi'nde (İstanbul 130 1 , s. 1 5) "ASIM ile AKİF PAŞA'nın belagat hususunda eslifı unutturduklarını ve lisanımıza yeni bir çığır açılmak kabil olduğunu" söylüyor. EBÜZZİYA TEVFİK BEY de, Kamus ve Burhan çevirilerindeki üslubun "başlı başına bir lisan-ı beyan" olduğunu tekrar ediyor (Nümune-i Edebiyyat-ı Osmaniyye, s. 98). ( 1 ) ÖMER ASIM AKSOY, Mütercim Asam, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1962.

1 62


FUAT KÖPRÜLÜ, İslam Ansiklopedlsi'ne yazdığı ' 'ASIM EFENDİ" maddesinde<2> yukarıdaki görüşleri verd�en sonra onlara kahlmakta ve bunun nedenlerini sayarak şöyle bir yargıya varmaktadır. "Sade lisanla yazılmış resmi ve hususi yüzlerce eser ve tercüme meydanda dururken ASIM"a böyle büyük bir rol isnadına asla imkfuı yoktur. Lugat tercümelerinde oldukça sade bir dil kul­ lanılması zaruri idi ve daha evvelki Osmanlı lugatçileri de böyle yapmışlardır. Lakin diğer eserlerinde ASIM'm lisanı fazla muğlak ve oyuncaklı, üslubu tatsız ve ağırdır ... Bu yargı, ASIM'ın Tarlb'inde ve Siyer-i Halebt Çevlrlsi'nde kullandığı dil göz önünde tutulursa, bir bakıma yerindedir. Burban-ı Katıc ve Ka­ mus çevirilerini de içine alıyorsa, bize göre, pek haklı değildir. Bu iki çeviriye, yalnızca üslup açısından değil, Türkçe'nin türlü yönleriyle zenginliğini göstennesi; ASJM EFENDİ'nin Türkçe'ye verdiği önemi; bu dili, başkalarıyla ölçülemeyecek kadar bildiğine tanıklar vennesi; çevirilerinde halkın konuştuğu, bildiği, anladığı dile inmesi yönünden bakarsak, bu yargıyı da yargılamak gere­ kir sanıyoruz. Onun için de, başımız darda kaldıkça, şöylece açıp birkaç sözcüğün anlamına bakmakla yetindiğimiz bu sözlükler­ den birini, Burhan-ı Katıc çevirisini, daha başka bir gözle ele almak gereğini duyarak A ve B ile başlayan harflerini içine alan yüz elliye yakın büyük sayfayı satır sabr okuyup birtakım so­ nuçlara varmış bulunuyoruz. Bunları aşağıdaki bölümlerde ver­ meye çalışacağız.

(2) bkz. 1, 665-673. MÜTERCİM ASIM EFENDİ'nin hayatı kişiliği, eser­

leri, tarihçiliği, dilciliği, Oslubu ve dili üzerinde eksiksiz bilgi buradadır. MÜTERCİM ASIM hakkında bilgi alınabilecek bütün kaynaklar da yine burada yer almaktadır.

1 63


1 BURHAN-1 KATIC ÇEVİRİSİNDE TÜRKÇE'NİN AYRIMLARI A. Genel Olarak Çeviriyi okuyup incelerken, ilkin ASIM EFENDİ'nin kaç türlü Türkçe bildiği dikkatimize çarpıyor. Bu ayrım, Türkçe'de kul­ lanılan, bu dilin nüfusuna kayıtlı sözcüklerin nerelerde ve kim­ lerin ağzında dolaştığını anlamak yolunda bize kılavuzluk etmektedir. a) Başta ana-dilin, hepimizin malı olan sözleri yer almaktadır. Bunları ASIM EFENDİ Türld'de diye belirtiyor.

İskftliş : Fikir ve hayal ve endişedir ki Türki'de "sanı" ta­ bir ederler.

Benag : Bir zevc taht-ı nikahında olan ezvac-ı müteaddide­ nin her birine denür. Türki' de, ortak ve kuma tabir olunur. Asıl Türkler evvelkisine "altçı" ve ikinci ve üçüncüsüne "kuma" der­ ler. b) ASIM EFENDİ Türki' de dediği · zaman, bununla Türkiye'de konuşulan ve bir dereceye kadar yazılan Türkçe'yi anlatmaktadır. Bunu kimi kez daha da açarak bizim Türki'de diye belirtiyor. Türkiye dışında yaşayan Türklerin sözcüklerini ise Türkistan'da diye ayırıyor. AhdestandAr : Yani aftabedir ki Türkistan'da "Mtabçı" der­ ler, haliya bizim Türki'de " ıbrıkdar" tabir olunur. Ürib : . . . Türkistan'da "kaykaç" ve bizim Türki'de "kaçak" denir. c) Türçe'nin ona göre başka aynmlan da vardır, bunlardan biri de Türki-i kadim'dir.

Bişbahar : ' 'Kaya koruğu' ' tabir olunan nebata denir . . . Tür­ ki-i kadim'de "Uruz otu" ve "kulak otu" ve "yara otu" derler. 164


ç)

Türki-i gayr-ı meşhur

ile neyi anlaunak istediği kesin

değilse de bunu, herkesçe bilinmeyen, yaygın olmayan Türkçe diye anlayabiliriz.

Edvt :

"Ekir" tabir olunan kök ismidir, "ekir-i Türki" dahi

derler . Bazılar bu lugati "sabır"(3) ile beyan eyledi. Meşhur acı darudur ki bir nebatın usaresinden hasıl olur.

Türki-i gayr-ı

meşbur'da "azvay,. derler. d) Türki-i mehcur ise artık dilden düşmüş olan sözcükler için kullanılmaktadır. Derzin : Arabide "nar tabir olunur. e)

(=

ateş)"

Türki-i mehcur'da

'od"

bugün de kullanılan bu deyim İstanbul

Taşra Türkisi,

dışında kullanılan Türkçe demektir. ASlM EFENDİ, Ayıntap'lı olmakla birlikte

Burhan-ı Katıc'ı

İstanbul'a yerleştikten sonra

çevirmiştir.

Avend :

. . . altıncı anlamı "evvel" ve "akdem"dir.

Taşra

Türki'sinde "öndin" ve "ilk" tabir olunur. '

f) Kaba Türki ile

' 'nezaketsizce ' ' saydığı sözcükleri belirt­

mektedir.

BirzQ : Kaba

Türkt'de "dana çadırı" tabir ederler.

B�bOs : MerzengOş adıdır ki tahrifle ' ' mercanköşk' ' Kaba Türki'de "sıçan kulağı" derler.

tabir

olunan nebattır.

g) ROmi'yi de, daha başka birçok kitaplarımızda görüldüğü üzere Anadolu'lu, Anadolu'lu Türk ve doğrudan Türk ve Türkiye yerine kullanmaktadır.

Entile-i Sevdi :

•••

birkaç kısım olur, bundan murad hindisi­

dir. Rômi kısmına "peygamber düğmesi" derler.

(3) Burada "sabır" bir bitki adıdır, "acı sabır" diye bilinir.

165


h) Istılah sözcüğü de "deyim" ve "özel anlamlı sözcük" karşılığıdır.

Abşinas : . . . karada dahi su ahvalinden bahir olan kimes­ neye ıtlak olunur. Mesela filan mahalde su ihtimali vardır ve fi­ lan yerde yoktur ve umku şu kadar ve filan mahalle gelmesi kabil, yahut kabil değildir, deyü bu gune suya dair ahvalden fehim ve haberdar ola. Istılahınnzda "su yolcuX"(4) tabir olunur. Ennend : Aram ve karar sahibi manasınadır ki vakur ve müte­ mekkin kimesnedir. Istılahımızda ''lengerlü' ' tabir olunur. İrmen : Beş manası var. Biri tufeyli'dir ki kendisi med'uvv

değil iken ahbap ve aşinaya uyup zıyafete giden kimesnedir. Türki'de "ekti" ve " uyuntu" ve ıstılahımızda "dalkavuk" ta­ bir olunur.

ı) Kimi deyim ve sözcüklerin daha dar bir çevre içinde kul­ lanıldıklarına da yer vermekte ve bunu ıstılahlarında diye be­ lirtmektedir.

Bermegaz : Üstada ücreti verdikten sonra şagirdlere verilen bahşiş ve atıyyedir. Istılahlarında -demek ki zenaat ehli arasında- "şerbetlik" tabir ederler. Binigfiş : Masum yeni doğdukta ebe-kadın parmağını ma­ sumun ağzına sokup çenesini kaldırmaktan kinayedir ki ıstılah­ ların da -demek ki ebelerin ve kadınların arasında- "damak açmak" tabir olunur. i) AvAm-ı Türki deyiminden "Türk halkı"nı anlamalıyız. (bkz. Bölüm III : Abdercuy-i tüst)

j) Bir de inkılya sözcüğünü açıklarken ehl-l mağnp l(lgatlnde "eşek marulu" tabir olunan nebat adıdır. Türkt'de "hava cıva" ve "mum boyası" dahı derler, diyor. "Ehl-i Mağnp higatinde" (4)x İşaretli sözcükler, Türk Dil Kurumu'nun Tarama Sözlüğü'rıde yoktur. .

166


dedikten sonra verdiği ' 'eşek marulu' ' karşılığı Türkçe olduğuna göre bununla hangi Türkçe'yi, ya da kimlerin dilini belirtmek is­ tediği bence belirsiz kalıyor.

Çünkü "ehl-i Mağnp" Kuzey-Afrika

kıyılarında yaşayanlar demektir, özellikle Tunus ve Cezayir'de, Osmanlı İmparatorluğu devrinde pek çok Türk bulunduğunu ve onların Türkçe konuştuklarını biliyoruz . Acaba, onların dilinde mi, demek istiyor, kestirilemiyor.

B. Bölgesel olarak a) Çeviride geçen sözcüklerin ve deyimlerin bir bölüğü de ya doğrudan ASIM EFENDİ'nin doğup büyüdüğü Gaziantep yö­

diyarda ve bizim diyarımızda diye, bizim diyar ıstılahında diye belirtmektedir.

resindendir� o, bunu bizim ya da

AzergQn : Şakayık nevinden bir çiçektir. Ortası siyah ve ke­ narları kırmızı olur. Türki'de "ayçiçeği" ve bazı diyarda " şems ve kamer ve çanak çiçeği" ve "güne Aşık" dahı derler. Ve bazıları p�patya nevinden bir çiçektir, dedi. Bu çiçeğe bizim

diyarda

"karagöz" tabir ederler. b)

Bizim diyarlarda diye belirttiği sözcükler ise yalnız Ga­

ziantep yöresine değil de, bütün güney yöresinde kullanılan sözcükleri anlatmaktadır. EdenmekeŞ

:

Teğelti

dikecek

demür

iğneye

denür,

çuvaldızdan küçük olur, bizim diyarlarda ana "kıyık" tabir eder­ ler. End : . . . biyan tabir olunan nebattır.

Bizim diyarlarda şerbet

yaparlar. "Biyan şerbeti" meşhurdur. c) Bundan başka onun bazı

diyarda diye belirttiği sözcükler

de vardır. Bunlar, anlaşıldığına göre, onun yetiştiği Gaziantep yöresinin dışında kalan bir bölge, ya da bölgelerdir.

AbrQn : Türki'de ' 'kaya koruğu' ' tabir olunan reyhana, fusül-i Bazı

erbaada ter ü taze olduğu alakasıyla alem-i has eylediler .

. .

diyarda "Arzu otu, uruz otu, kulak otu ve yara otu" derler.

1 67


EnşAsA : Türki'de "muzek" . . . ve bazı diyarda "nezle otu" ve "keyiflüce ot" derler. İstersek, bunlara bakarak, ASIM EFENDİ' nin bize, bölge­ lerimizin bir dil atlasını hatırlattığını da düşünebiliriz. il

TÜRKÇE KARŞILIKLAR

Burhan-ı KatıC Çevirisi'nin, Türkçe karşılıklar ve sözcükler açısından değer biçilmez bir zenginliği vardır. Farsça'dan geçmiş olup da yazı dilinde ve az bir bölüğünü bugün de kullanmakta olduğumuz sözcüklerden birçoğunun hiç de yadırganmayacak olan karşılıkları bu çevirinin sayfalarında yatmaktadır. İlk karşılaştığımızda, kimi kez durakladığımız sözcükler de bunların arasındadır.

AbAngruı : Ferverdin mfilunın onuncu günü (ilkbaharın onuncu günü) eğer yağmur yağmaz ise nisaya müteallıktır deyüp nisa tai­ fesi suya girerler ve birbirleriyle sulaşup suda cilve ve mülaaba ederler. Vantilatörün karşılığı orada durup duruyor. ASIM EFENDİ badkeş'i "asma yelpaze" diye veriyor, güzel ve tam değil mi? Günlük yaşayışımızda bize gerekli olan (hekimlik, hastalıklar, emler gibi; zenaat türleri gibi; araçlar ve gereçler gibi her gün karşımıza ne çıkıyorsa) dilimizden yitip de başka yerlerde, başka yollardan aramağa kalkıştığımız bu gibi karşılıklar orada vardır.

Abid : Kıgılcım ve şerare-i ateş manasınadır. Bazı diyarda çıtırıkx ve çınkı dahi derler . .Abhast karşılığındaki hışırlamakx, kavun, karpuz, hıyar gibi meyvelerin posalaşıp bozulmasını anlatır. Azeden, Aziden, Ajiden : İğne ve çuvaldız ve emsali nes­ neler ile sançmak ve baturmak ve niRendelemekx ve "gözemek" ve "teğellemek" manalannadır. 1 68


Asime : . . . ve bire ve kamaşık' ve uyuşuk manasına gelür, gözde ve sair uzuvda ve gerek akılda olsun.

Ürib : Bir yanına eğri olan nesne, muharref manasına, amme tahrif edüp "verep" tabir ederler . Türkistan'da "kaykaç" ve bi­ zim Türki'mizde "kaçak"" denür, bu inhiraf ekseriya yaş tah­ talar kurudukta hadis olur, kapu ve pencere tahtaları gibi.

İklimiya : Şol nesnedir ki bakır ve gümüş ve altun gibi ecsad-ı mutarraka zevb olundukta ' 'köpük" ve "çökük"" gibi fevkında ve tahtında müctemi ve münakid olur.

Endôd : Ol sıvık balçık ve bağdadi ve horasani kireç ki dam ve dıvar sılar, Türki'de "sıvak"x tabir olunur. BizdAşten, bAn zeden, ' 'girülemek' 'x manalannadır.

binivend

:

Alıkomak ve

Berkem : "Ahkoma" ve "girüleme"x ve "oyalandırma" manasına gelür. Der rO.y deviden : . . . "şiddet ve hiddet" etmek, "yüze yapışmak" ve "yüze atılmak" tabir olunur. Binas : Burhan-ı Katıc ın aslında bunun için "deriçe-i haneli gıiyend" demiş, bırakmıştır. Çevirisinde ASIM EFENDİ "büyük kapı içinde olan küçük kapıdır, ol büyük kapıya "yavrılı kapı"" tabir ederler" diye bunu açıklamıştır. '

DEYİMLER, ATASÖZLERİ, TÖRELER Bu çeviride, yeri geldikçe deyimler, atasözleri ve töreler de buluyoruz, bunlar doğrudan Türkler'indir.

Ab der ciiy-i tüst : Şimdi revaç ve revnak ve ikbal senin ta­ rafındadır ve hail ü akd ve retle ü fetlc senin yedindedir, diyecek yerde darbolunur. Avam-ı Türki beynlerinde bu mana "Şimdi maymun sizin kapıda oynuyor" ile tabir olunur. 1 69


Ateşin-pençe :

Kir-ı sanatında cüst ve ç&bük ve tiz-dest ki­

mesnedir ki "kirının celladı"x tabir olunur.

AgendegOş : Yani "kulalı dolu"• ki ahide ve sefıhtir . . . BAdbAn

murad mütenassıh,

: . . .hafif ve hercayi-meşrep kimesnedir

ki

bir ki-

mesne ile dostluğu mütemadi olmaz, rüzgar ne taraftan eserse kendi

dahı ol tarafa döner, öyle kimesneye "yelken mezhepll''X ·

tabir olunur.

BAdperrAn : • •Avurdu yelli" , "savrak"• kimesneye denür. BAdgan :

. . . ve ol kimesneye denür ki daima fahr ü mübfilıit

ve arz-ı alayiş ve tecemmülat edüp ve gihice incazı macdum vait­ ler eyleye. Bu makule leffaf ve avurdx kimesneye . . .

�Asür

ve bistAr :

Etba-ı elfaz kabilindendir. Filan ve

be­

heman gibi. Ve bu lafızların istimalleri evsif-ı mechulede şAyidir. Bu makule kelimat her lisanda cari ve şiyidir. Ezcümle Türki'de

fılan fıstekez ve bazılar "nesne" ve "mesela' ve "anladın mı?" derler,

bu makule kelamı haşv-i kelam ederler. Türki'de bu mi­

sillü kelimata "söz söykesi" tabir ederler.

DA seg be-çuval reften : Gayette hılif-ı cins olan şahısla bir

arada olmaktan kinayedir. lstılahımızda dahı bu mevkide "köpek

ile bir çuvala girmek":ıı:

tabiri vardır. Ve herzegü ve herzekir

kimesne ile münakaşa ve muaraza etmek mevki'inde irad olunur. BA hemşir

ü şeker bilden : İki kimesne biribiriyle gayet de­

recede ülfet ve imtizaç ve nıahabbet etmekten kinayedir, ıstılahımızda

"yağlı ballı olmak"•

Bergandan

tabir olunur.

: Ol ayş ü işret ve sohbet ü cemiyyete denür ki

ramazan-ı şerif mütakarrip oldukta demsaz olurlar, erbib-ı safa

"bıçak silme":ıı:

ve

"defter kapaına":ıı: tabir ederler.

Binemaz1 : Kanların hayz kanı zuhur etmekten ve hayız ol­ "namazsız olmak":ıı: tabir olunur. malarından kinayedir ki beyinlerinde "aybaşı" ve

170


Beotume : Burc ağacıdır ki bağ sarmaşığı gibi ekseriya zey­ tun ağacına sarılır. Deve kısmı andan gayette hoşlanır. Hatta me3eldir ki "deveye burç lazım ise boynunu uzadup alur. ••

iV

YİYECEK VE İÇECEKLER Burhan-ı Katıc Çevirisi 'nde yiyecek ve içecek adlan da ayn EFENDİ, bunların bir bölüğünün

bir yer tutmaktadır. ASIM

Türkçe' deki adlarını verme,kle yetinmeyerek bütünleyici bilgiler de vermiş ve sözlüğün aslına bu yoldan eklemeler yapmıştır.

AbkAme

: Bunun bir tür

katık olduğunu söyledikten sonra

"beyanlarına göre bu katık Bağdat ve Türkistan'da dahı olur, bir­ kaç nevi yaparlar. Bir nevine yalnız kime derler . . . dereotundan ve yarpuz ve fesleğenden yaparlar. Türkler

"piyaz" derler, bun­

suz taam etmezler. Taamlarında salata ve salamura menzilesinde, muin-i taamdır, derler ve buna bazirgan aşııı: dahı derler'' açıkla­ masını ekler. Ülbi : Ciğer dolması ve ciğer kavunnası . . . Araplar "hasretü'l­ mühik' ' derler diye sözlüğün aslındaki bilgiyi verdikten sonra ASIM

EFENDİ

şunu ekliyor : Zira daire-i mülı'.ike bu makule

taam-ı hasis uğramaz.

Engebine : Bal helvası demek olur ki ' 'ak helva' ' ve bazı di­ yarda " mafiş helvası" dedikleridir.

Buğra

: . . . bir taam ismidir ki padişah-ı müşarünileyh

(BUÖRA HAN) ihtirfüdır. Bizim diyarlarda ' 'Acem yalımsı' ' ve bazı diyarda "salma aşı" dedikleri taamdır. Bazıları dediler ki

"boram"

tabir olunan taamdır ve "boranı" "buğrahani" mu­

harrefidir. Erbfi : "Armut ile macruf meyvesidir" dedikten sonra

manın rw\an kardaşıdır

diye

ekler.

Elmanın,

el­

armudun

sütkardeşi olması, her ikisinin de yumuşak çekirdekli meyve ol-

171


masından ya da " kavun-karpuz"un birlikte söylenmesi gibi ar­ mudun da ' 'elma-armut" diye bir arada söylenir olması dolayısıyla olacaktır.

v

BİTKİ, ÇİÇEK VE AGAÇ ADLARI Kaya koruğu , arzu otu, uruz otu, kulak otu , bostan güzeli, bey börkü, domuz ağırşağı, ay çiçeği, çanak çiçeği, güne aşık, karagöz, sığır gözü, kadın tuzluğu, karaca, dur da bak, kunduz hayası, kuzgun ayağı, güyegü otu , eşek marulu, hava cıva, beşparmak, bıldırcın otu , yılan başı, engerek başı, it siyeği, kap­ lanboğan, kaplan otu, kargabüken, köpekboğan, koca yarpuzu, lcarga düveleği, erkurtaran, gövercin otu, kedionı, karnıyarık, teke sakalı, kuş ekmeği, pırpırım oynaşı. koyun sarmaşığı, kara börklü, kandil ağacı, şimşek ağacı, deve otu, katır kuyruğu, kalkan ti­ keni, kuş ayağı, civan perçemi, dilber kakülü, nezle otu , keyiflüce ot, kuzu otu, kuş dili, boğa tikeni , oğul otu, it üzümü, sıçan ku­ lağı, gelin saçı, şeyh-i Türki, sığır kuzu-kulağı, koç boynuzu, öksüz oğlan otu, siğil otu, peygamber düğmesi, çoban değneği, düğün çiçeği, çıyan otu , baldırıkara ve benzerleri... Yukarıda bir bölüğü sıralanmış olan bitki, çiçek ve ağaç ad­ larında Türkçe bakımından bir özellik görüyoruz. Türkler kes­ kin bir gözlem gücüne sahiptirler. Doğaya bir başka gözle ve yakından bakıyorlar. Çevrelerini saran varlıklara ad koyarken on­ ların görünüşlerini, biçimlerini , etkilerini , yararlarını, ya da za­ rarlarını göz önünde tutuyorlar, bir başka deyişle Türkler gerçekçidir. Bunların hepsinden üstün olarak da, hele çiçeklere ad vermede, onların doğuştan ve halkça şair oldukları ortaya çıkıyor. Her çiçek, ya da bitki adı, bir şiirin başlığı gibi, insanda türlü hayallere yol açıyor. Bunu hem dilin, hem de o dili konuşan insanların özel ve güzel bir yanı olarak görüyoruz.

172


VI HASTALIK VE EM ADLARI Burban-ı Katıc Çevirisi'nde, birtakım hastalıkların ve on­ ları iyileştirmede kullanılan türlü emlerin adlan, bunların nasıl hazırlanıp yapıldığı görülmektedir. Bu adlardan çoğu, konuşma dilinde bugün de yaşamaktadır. Bir hekimlik tarihi sözlüğü yapılmak için bu çeviri elbette ilk akla gelen bir kaynak değildir. Ama, bugün artık yabancı dillerden alıp dilimize yapıştırdığımız birçok yama hastalık adlarının, ilaç adlarının bir Türkçe sözlüğü yapılmak istenirse, Burhan-ı Katıc Çevirisi bir yana atılamaz. Birkaç örnek vermekle yetinmek istiyoruz. Ab-ı siyah : . . . göz illetlerinden karasu tabir olunan illete de­ nir. Maazallahu Taala ama iras eder ve ilaç kabul etmez. Amma a�ux yedi seneden sonra devapezir olur. Abnus : . . . Su ile meshfıkunu iktihal "şebkUr" illetini müzildir. Ve illet-i mezbureye Türki'de tavuk karanusu tabir ederler. Mübtela olan gündüz görür, gece görmez ve tenavülü mesanede olan taşlan müfettit ve muhriçtir. Etrh : "Kadın tuzluğu" ki meşhurdur, murad semeridir. Zereşk dahı derler. Kesr-i safra ve takviyet-i kalb ve ciğer ve mi­ dede binazirdir. . . Ahleb-i diyA : Ağaç sütleğenix tabir olunan nebattır. Sütleğen nevindendir. . . ekseriya su kenarlarında biter, sakı kamışa şebih ve kırmızıya mail olur. Tenavülü, sığır nevini' mühlik ve koyuna gayr-ı muzırdır. Ve sütü, zahmetsizce dişleri yerinden ka]ceder ve iki dirhemini tenavül katildir. Ve tılası temreye ve uyuz illetierine nafidir. Aristo : Aristo lafzı zeravend dedikleri daninun dahı ismi­ dir. Beyne'l-atıbba bu isimle maruftur. Ve iki nevidir, tahvil ve müdevver olur. Tahvil nevine zeravend-i tavil derler, Türki'de Rüstem Ağacıxve Kümren düveleğix ve çiğ tiryakx tabir eder­ ler. Ve müdevver nevine zeravend-i müdahreç derler, Türki'de Erkurtaranx tabir ederler. 173


VII

TÜRLÜ ZANAATLERLE İLGİLİ SÖZCÜKLER Bunların sayısı çok değilse de az da değildir . Agaze ve egaze : Pabuşçu ilitından ökçe ağacıx ki kıskı ta­ bir ederler.

Aııence : Çulhalann kenargir olan demürlü ağaçlandır ki do­ kuyacakları bezin iki tarafında vazc ve üstüvar ederler, ti ki bez buruşmaya ve buruşuğu açıla. Bu cihetten ana "çinbür" derler ki "buruşuk giderici" demektir, amme "çenber" derler, Türkı..de metutx (?) ve selimX (?) dahi derler. Ve bazılar dedi ki filıence ol sicimdir ki çulhalar tezgfilıın ayağından geçiriip sakf üzerine bakara ile üstü var ederler, ıstılahlarında köprüx tabir ederler. vm

BİRKAÇ KÜÇÜK NOT Bu bölümde, birkaç küçük noktaya da ilişmeyi uygun bulu­ yorum. a) Biri, Rahmetli MÜTERCİM ASIM EFENDİ'nin bu sözlüğü çevirirken ne çok emek verdiği, çöp atlamamak için ne kadar çok araşbrdığıdır. Onun verdiği Türkçe karşılıkları, yerli yerine oturt­ mak, bir yanlışlık yapmamak için nasıl bir titizlik gösterdiğinin tanıklanyla ikide bir karşılaşıyoruz :

AzAddaraht : Bu maddede şöyle diyor : Bir ağaçtır ki Gürkin

diyarında "Zehrizemin" ve Fars ülkesinde "tak" ve "tağak" ve Arapça "alkam" ve "şecere-i cerre" derler ve meyvesine ''hanzal' ' derler. Bu şecerin hakikatinde ve Türki isminde katı çok ihtilaf ve ıztırap edüp akıbet İran diyarına mahsus tesbih ağacının kebirinde karar verdiler. Yaprağı ''ağu ağacı' ' gibi ze­ hirlerden olmağla hayvanları öldürür. Kimileri tak ağacı ile açıkladı ki Türkçe'de Sinsin ağacı dedikleridir. Ondan odun eder­ ler ve odununun ateşi hayli müddet söyünmez, durur. Arapça "gada" derler. Ve "dardağan ağacı"na da derler. Bizim di-

174


yarlarda çoktur. Meneviş ve üzümlük gibi salkım salkım ve da­ neleri nohut kadar ve çekirdekli yenilir yemişi olur.

Büşcir 'i anlatırken "bir ağaçtır, çok sert olduğu için ondan yay düzerler . . . . bu ağacı çitlenbik ağacının dağda yetişeni der­ ler. Kimileri akça ağaç ile pamuk ağacı dediler. Bugün de İstanbul'da .Boiaziçinde, Hünkir İskelesi denilen gezi yerinde bir tanesini gördüm. Sözlük yazanların çoğu kayın ağacı deye söylerler. Kesin olduğuna güvenmediği karşılıkları da belli ediyor :

Ağritas için, Türki' de "ayrık" tabir olunan nebat olacaktır, diyor. b) Burhan-ı KatıC Çevirisi'nde, sözlüğün aslında yanlış sayılacak sözcüklerinde, ASIM EFENDİ, başta söylediklerinden ayrılmayarak hiçbir düzeltme yapmamış, bu yanlışlara dokunmamıştır. Harezm hükümdarı Atsız, aslındaki gibi Etsiz diye okunmuş ve "Farsça bigtlşt müradifidir, meali "arık, nahif ' demek olur. Adı geçen padişah, gayet zaif ve nahif olduğundan bu adla anıldı'' , diye açıklanıp bırakılmıştır. c) Burhan-ı Katıc Çevirisi'ndeki birkaç Türkçe karşılık üze­ rinde de durmak istiyorum.

1 . BAhse ve bervire için ' 'hanenin mütearef olan yolundan başka mahfi yola denür ki orgun yol tabir olunur, diye yazılmıştır. Osmanlı tarihlerinde, hemen her kaleden söz edilirken karşımıza çıkan bu gizli yol için hep uinm yol denilmektedir, anlam bakımından da doğrusu budur. Ancak halk arasında ve Antep'te "urgun" denildiğinden Hoca da öyle yazmış olmalıdır. 2. Üstürden için "kazımak, yonmak ve tıraş etmek ki yürümek tabir olunur" diyor. Bu son sözcüğün de doğrusu yülümek olmalıdır.

175


3 . Aşul ve uşuğ sözcüklerine verilen karşılık Halk Edebiya­ tımız açısından göze çarpmaktadır. Bu iki sözcüğün anlann, birin­ cisinde

"mechulü'l-hal kimesneye " denür; ikincisinde ise

"mechulü'n-neseb ve meflaıdü'l-beled şahıs manasınadır, yeri yur­

du belürsüz tabir olunur" diye karşılanıyor. Bildiğimiz gibi, Erme­ ni halk şairlerinin adı "aşık"tan bozma olarak "aşuğ''dur(S). Bunların da bizim Türk aşıkları gibi bir hayat sürdükleri, elle­ rinde sazlarıyla köyden köye gezerek, düğünlere, derneklere da­ vetsiz katıldıkları düşünülürse, ana anlamlarından kayarak

aşuğ ve uşuğ sözlerinin Farsça'da ' 'yersiz, yurtsuz, kim olduğu belir­

siz" yerine kullanıldığı görülür.

IX Dedem Korkut kitabı'nda geçen, anlamlan henüz belirsiz, ya da eksik kalan birtakım sözcükler için de

Burhan-ı Kabe

Çevirisi'nden yararlanabiliriz. Üzerinde ayn ayn dumıayı bir yana bırakarak yalnızca bunları sıralamakla yetiniyoruz : Azvay , uruz otu, çatlağuç, karakuş, kıya bakmak, biserek, boz at, bilik, ya­ puk, kesme, nöker. Bu konuya başka bir yazıda döneceğiz .

SONUÇ

Burhan-ı Katıc Çevirisi'nin baştan iki harfinde, A ve B harf­ lerinde sıralanan sözcüklerin Türkçe karşılıklarına bakarak bu çevirinin Türkçe açısından ne denli önem taşıdığım gösteren tanıklar sayıyoruz . Türkçe'yi, kimi kez, ancak kendi dar yete­ neklerimize ve çalışmalarunıza dayanarak arındırmaya çalışırken önce MÜTERCİM AHMET ASIM EFENDİ'nin Burhan-ı KatıC ve

Kamus çevirilerine, Türkçe'nin bu iki ana kaynağına sık sık

varmak yerinde olacaktır, diyoruz . (5) Bkz KÖPRÜLÜZADE MEHMeT FUAT. Türk Edebiyatının Ermeni . •

Edebiyatı Üzerindeki Tesiri, Darülfünun Edebiyat Fakültesi Mecmuası,

İstanbul, 1 338/ 1 922, Mart 1 338, sene 2, sayı 1 , s. 2 vd. (x) Ömer Asım Aksoy Armağanı (Ankara, 1 978), 125-136.

176


2.6.10

RÜYALAR ÜZERİNE• ı.

Giriş a) Rüya İle İlgili Sözcükler ve Deyimler Rüyaların ve bunların tabirlerinin, bildiğim kadarıyla, bütün

milletlerin hayatında önemli bir yeri vardır. Türkçede, bununla

ağır basma, düş, düş azmak, düş görmek, düş yormak, kara-basan, kara düş, kara kaygıh rüya, karakura, karakura basan, karakura basmak, karakura düş görmek; Arapçada ih­ tilam (düş azmak, düşte cinsi münasebette bulunmak), kAbus (ağır' basma), kAbus basmak, rüya ve Farsçada bAb gibi birçok sözcük ve deyim vardır. Arapçada "düş' ' anlamına kullanılmayan vikıa ilgili

kelimesi Osmanlıcada rüya karşılığı kullanılmaktadır. Vikıa'nın

Türkçede bu anlama kullanılmasının ayn bir önemi olduğunu sanıyorum. Mütercim Asım Efendi'nin Kamus çevirisinde

(Ill ,

457) "vakıa" için bulduğumuz karşılık "vuku bulan şey " ; El­ Müncid'de (s. 9 1 3) ise " savaşta çarpışma; bela; kıyamet; cesur ve yürekli kişi" demektir. Tarama Sözlüğü'ndeki (Il, 1 340 v.dd.)

kaynaklarda şunlar var : Nimeti, Lugat-i Nimetullah (s. 27 1) hab,

uyku, vAkıa ki düş dahi derler; Kaınusü' l-edeb, (s. 61 -2) er-rüya,

düş dedikleri halettir, vAkıa dahi derler;

Kamus-ı Osın!ni, (iV,

617) vıllaa, rüya, düş; bunlardan başka Radloff (iV, 1954) Kırım lehçesinde düş; Lehçe-i Osmani

(Il,

1435) rüya , düş; Redhouse

(s . 2 1 23 v.d.); Hüseyin Kazım Kadri, Büyük Türk Lugati (iV, 635). Vakıa'nın Arapça aslında, Türkçedeki gibi "düş" değil de, "olan şey , başa gelen hal, hadise, vak'a" anlamlarını taşıması bizde rüyanın görülüp geçilmiş bir hayal değil, gerçekten olmuş, tıpkı uyanık iken gördüğümüz bir hcidise gibi sayıldığını anlatır. Bundan dolayı da, iyi, ya da kötüye yorulabilir. Seyrek kul-

(*)

il.

Milletlerarası Türk Folklor Kongresi BiJdirileri, iV (Ankara, 1983), 183-208. 177


lanılmakla birlikte Arapçadan dilimize geçmiş olan bir de 'edps-1 ahliın' vardır. Bunlardan birincisi "yaş ve kuru karışık ot" de­ mektir; ikincisi ise "rüyada cima eylemek" anlamındadır. (Kamus) Halle dilinde "düş azmak" denir; aynı kökten gelen ih­ tiliın ile eşanlaınlıdır. Kamus çevirisi (I, 666 ; n, 246) "edgas-ı ahliın" dedikleri rüya bundan alınmadır ki karışık olduğundan yormaya elverişli olmayan düş, demektir diye açıklıyor.

b)

Rüyanın İslim İnanışında Yeri

Taşköprizade Ahmet Efendi, Mevziiatü'l-ulı1m'unda, llrn-i 360 v .dd.) "bu ilimden tehayyülat-ı nefsiniyye ve umıir-ı gaybiyye beyninde olan münasebet taarrüf olunur; ta ki, evvelkiden saniyeye intikal ve hariçte olan ahvil-i nefsaniyyeye veyahut afakta olan ahvüe is­ tidlü olunur. Ve bu ilmin menfaati, umıir-i atiyeyi tebşir vey­ ahut inzar ve tahzirdir" diyerek bu bilimi tanıtıyor. Sonra, bazı kimselerin rüyaya inanmadıklarını, ama bu sözün aslı olmadığını söylüyor; tanık olarak da "rüyanın aslı olmasa, insanda bu kuv­ vetleri yaratmak faydasız olmak lazım gelir; oysa Mkim-i mut­ lak olan Allah boş şeyler yaratmaz" diyor.

tA'birl'r-rüyayı anlatırken (Dersaadet, 1 3 1 2 , s.

Ona göre rüya iki türlüdür. Bir türü, çok defa uykuda görülen rüyalardır; bunlar seçilemeyen, yorulmaya elverişli olmayan, karmakarışık düşlerdir. İkincisi, azdan az görülen gerçek düşlerdir; bunlar da iki türlü olup bir bölüğü yorulmaya muhtaçtır; bir kısmı da değildir.

Katip Çelebi de, Taşköpıizade'nin tarifıni tekrarladıktan sonra Rüya ilmi 'ni tabii ilimlerin kollarından saymaktadır (Keşfü'z­ zunun, I, 416 v.d.). Hazret-i Peygamber "sadık rüyalar, peygamberliğin kırkaltı parçasından bir parçadır" buyunnuşlardır. Bununla, kırk yaşından altmış üç yaşında öİümüne kadar yirmi üç yıl süren dini tebliğ müddetinin kırkaltıda biri olan ilk altı ayın sadık rüyalarla başladığını anlatmak istemişlerdir. 178


c) İstihare Kişinin iki işten birini tercihte karar veremeyerek tereddütte kaldığı hallerde, Allah'tan kendisine hayırlı olanı göstermesi için niyazda bulunması, demektir. Hazret-i Peygamber, iki işten hayırlısını bildirmesi için Allah 'tan dilekte bulunduğu gibi bunu ashabına da tavsiye etmiştir. İstiharenin yediye kadar vardınlmasını söylediği hakkında hadis de rivayet edilmiştir. İstihare ile ilgili olarak bir de istihare namazı vardır. İki rekat­ tan ibaret olan bu namazın her rekatında okunacak sure veya ayet­ lerle edilecek duaların neler olduğu belli edilmiştir. (Mehmet Zihni, Kitabü's-salat, İstanbul, 1320, s. 379 v.d.). Bu konuda dilimizde istihareye yatmak deyimi de vardır. Kişi kendisi is­ tihareye yattığı gibi, bunu, Allah katında duası makbul olan bi­ rinden de isteyebilir. Görülen rüyanın, bir salih kişi tarafından yapılan tabirine göre bir karara varılır. İstiharenin, devlet işlerinde bile yeri olduğu hakkında tarihte pek çok tanıklar vardır. Muaviye'run, oğlu Yezid'i halef olarak seçerken istiharede bulunduğu rivayet edilir. Emevi halifelerin­ den Süleyman, verdiği kararın faydalı olacağının iı;tihare ile tel­ kin edilmediğini hissedince, oğlu lehine düzenlenen veliahtlık vasiyyetnamesini yırtmıştır (İslam Ansiklopedisi, V2, 12 16). Görülen düşler, başkasına gece anlatılmaz; anlatılmak gerek­ tiğinde "gündüz niyetine" diye başlamak gerektir. Dinleyenin de "hayır olsun", ya da "hayr ola" demesi şarttır. Gördüğü düşü "hayr ola" demedikleri için anasına, babasına, başkalarına ve sonunda padişaha anlatmayan, bu yüzden hapse atılan bir gencin masalını biliyoruz (Wolfram Eberhard und Pertev Naili Boratav, Typen Türkischer Volksmarechen, Wiesbaden, 1953, s. 230, Nr. 197). ç) Rüya Tabiri (düş yorma) Kur'an-ı Kerim'de, Yusuf Sıiresi'nde, Allah'ın Yusura

ehld"ısin te'vilinden ilimler öğreteceği söylenmiştir. Bu ' 'ehadisin 179


te'vili" nefiste meydana gelen ve gerçeğe ilgisi dolayısıyla gizli bulunan sözlerin gerçekteki anlamlarını belirtmek, demek ki düş yormaktır; yani Allah'ın vahyinde ve işaretindeki belirsiz ve ka­ palı yönleri , bunların iç yüzündeki anlamlan kavramak, ya da olayların ileride varacağı gerçeği anlamak ilmi, demektir (Elmalılı Muhammed Yazır, Hak Dini - Kur'an Dili, iV, 2648). Muabbirlere (düş yorucular) gelince : Herkes düş yoramaz . Muabbirde bir derece meharet gerektir ki, yorulmaya elverişli olmayan, karmakarışık düşlerle gerçek düşleri biribirinden ayırmak gücünde olmalıdır; ruham kelimelerle cism8.ni kelime­ leri biribirinden ayırabilmeli ve insanların bulundukları düzey­ leri fark ve teşhis edecek kudreti olmalıdır. Çünki kimi insanlar var<lır ki rüyaları gerçek olmaz; kimininkiler ise gerçek olur. Bun­ dan dolayı Yunanlılar, "muabbirlere vaciptir ki hükema ve mülıikün düşlerini yormayı iş edinsin; hor, zelil , aşağılık kim­ selerin düşlerini yormasın" demişlerdir (Taşköprizade, aynı yer, s. 361). Bildiğimiz en eski düş yorucu, Yusurun babası Hazret-i Yakup'tur. Yusufdüşünde, kendisine onbir yıldızla, güneşle ayın secde ettiklerini görmüş. Babası da "düşünü kardaşlanna anlauna, sonra sana bir tuzak kurarlar'' diye kendisini uyarmıştır. Yusurda, zindan arkadaşlarından ikisinin gördüğü düşü yorduğu gibi, Mısır Azizinin, muabbirlerin karmakarışık sayarak yormaya elverişli bulmadıkları düşünü de tabir etmiş ve bu tabirlerin üçü de gerçek çıkmıştır (Elmalılı Muhammed Yazır, aynı yer, IV, 2861 ve 2864).

d) Tabirnameler Rüyaların ve bunların yorumlarının gerek Yi<;inin, gerek dev­ letin başında bulunanların hayatındaki yeri göz önünde tutulursa, bu alanda tabimamelerin meydana gelmesi anlaşılır . \rap ede­ biyatında, bu konuda en tanınmış kitap İbn Sirin'ink.ıJir (İslam Ansiklopedisi, İbn Sirin, V, 824; tabir maddesi, XI, 602) . Onun 1 80


kitabında tanınmış ünlü kişilerin gördüğü rüyalarla bunların yo­ rumlan vardır. Bunlardan birkaç örnek Taşköprizadede, verilmiştir (Aynı yer, s. 362). Daha geniş olarak, demek ki gö­ ren kim olursa olsun, herkesin gördüğü rüyaların tabirlerini de Demiri'nin HayAtü'l-hayavan adlı büyük ansiklopedisinde bu­ luruz (İslam Ansiklopedisi, Ill, 521 v.dd.). Burada Arapça ad­ larına göre alfabetik bir sıra ile sıralanmış olan hayvanlara dair türlü yönlerden verilmiş bilgilerin sonunda, yedinci sırada, o hay­ vanın düşte görüldüğü durumlara göre, tabirleri vardır. Türkçe çevirisi, İstanbul, Matba-i Amire, 1272 Recebinin Ortaları (Mart, 1 856) nda basılmıştır. Çeviriyi Abdurrahman b. el-Hac İbrahim Efendi yapmıştır. Abdü'l-Gani b. ismail ibnü'l-Nablusi'nin Ta'tirü'l-enim fi Tabtrl'l-menAm (1641-1644) adlı rüya tabir­ leri ansiklopedisi de Türkçeye çevrilmiştir (Ali Bayram - M. Sadi Çöğenli, İstanbul, 1980). Seyyid Süleyman'ın Kenzü'l-menim adlı Türkçe tabirnamesi de ellerde dolaşmaktadır (İstanbul, 19n). Katip Çelebi, bu alanda pek çok eserin bulunduğunu bildir­ dikten sonra kendisine ulaşan ve kendisinin gördüğü yirmiüç ta­ bimameden bir bölüğünün yalnız adlarını vererek sıralamaktadır. Bunların arasında Tabir-i Aristo, Tabir-i Eflatun, Tabir-i Okli­ des, Tabir-i Batlamyos. Tabir-i Cfilinus gibilen çok daha eski­ lere, Yunanlılara kadar gitmektedir. Bu da bize, rüyanın ve onun tabirinin milletlerin hayatında aldığı yeri açıkça göstermektedir. Şurasına da işaret edelim ki rüyaların tabirleri milletlere, kişilere ve onları yoranlara göre elbette aynı olmayacaktır. n. Türlü Rüyalar

A

-

Kutsal Rüyalar

a) Peygamber İbrahim'in Rüyası : Kur'an-ı Kerim'de (Elmalılı Muhammed Yazır, aynı yer, V"4061 v.dd.) İbrahim Peygam­ ber, oğlu İsmail çalışma çağına gelince, Allah için yapılacak bir iş 181


bir taat göstermek üzere, ona gördüğü rüyayı söyler; düşünde İsmail'i boğazladığmı görmüştür (rivayete göre Kurban Bayramı sıralan). İsmail de babasına ••sana buyurulanı yap" demiştir . Ba­

bası, İsmail' i kesmek üzere yatırınca Allah'tan bir nida gelir :

' 'Ya İbrahim, rüyanı gerçekten doğruladın, gördüğün gibi inandın;

biz de sana oğlunun yerine bir büyük kurbanlık, bir necat fidyesi verdik" der.

b) Yusuf Peygamberin Rüyaları ç yanbaşlığı).

:

(Bkz . yukarıda, I .

bölümde,

c) Hazret-i Muhamıned'in Rüyaları : Hazret-i Ayişe, Pey­ gamberimize ilk vahyin gerçek düşlerle başladığım söylemiştir; ' 'bir rüya görmezdi ki fecr-i sadık gibi zuhur etmesin' ' demiştir.

(Elmalılı Muhammed Yazır, aym yer, I, 8; Prof. Dr. Muham­ med Hamidullah, İslam Peygamberi (Çeviren : Dr. Salih Tuğ, İstanbul, 1980, l,

79.).

Hazret-i Muhammed, Bedir savaşından önce düşman safında olan Kureyş ileri gelenlerinden her birinin yıkılacakları yeri rüyasında gördüğü gibi (ElmaWı Muhammed Yazır, aynı yer, IV, 3185) Hudeybiye savaşına ç�azdan önce de kendisinin ve as­ habının emniyetleri için başlarını kazıtmış ve kırktırmış olarak Mekke'ye girdiklerini görmüştü. Mekke'nin fethini muştulayan bu düş Feth suresinde, ayet 1 05'dir; (aynı yer, VI,

ç) Ermişlerin Rüyaları :

4437).

Ermişlerin de böyle gerçekleşmiş,

ya da yaşayışlarına yön veren rüyalar gördüklerini menakıbna­ melerden öğreniyoruz . Bunların örnekleri çoktur, biz birkaç ör­ nek vermekle yetiniyoruz.

1. Sadrüddin Konevi ve MevlAııa : Sadrüddin ilk zaman­ larda Mevlana'yı inkir etmektedir. Bir gece düşünde onu görür. Uyanıp istiğfar eder; ikinci, üçüncü geceler aym düşü görür, uyanır. Uşağına kitaplıktan bir kitap getirmesini söyler. Uşak, aşağı indiği zaman Mevlana 'yı basamaklarda oturur görür ve 1 82


'� haber verir. Aşağı inen SadrüddffiTgofenMevlana kalkat, kucaklaşırlar. Mevlana "üzülme ve istiğfar etme;

Sadrüddin ayağa

böyle olur, kimi siz benim ayağıma düşersiniz, kimi biz sizin hiz­ metinizde bulunuruz; bizim aramızda birlik vardır, ayrılık yok­ tur' ' der (Eflaki, Menfilcıbü'1-Arlfın, Türk Tarih Kurumu, Ankara,

1 959, c. ı, 305 v .d.).

2. Ak Şemseddin'in Rüyası : Ak Şemseddin, Hacı Bayram'ın zavallıların ve yoksulların işlerini yürüttüğüne, borçluların bor­ cunu ödemek için, nefsini kırarak bizzat sadaka topladığına inanmıyor. Şeyh Zeynüddin

HM'i"nin irşad yolundaki ünü dünyaya

yayıldığından Osmancık'taki medresesini bırakıp o ulu kişiye ulaşmak için yola çıkıyor. Haleb"e varınca, rüyasında görür ki boynunda bir zincir var, zincirin ucu Ankara şehrinde Hacı Bayram'ın elinde. Hemen uykudan uyanıyor ve dönüp Osmancık'a geliyor (Tacü't-tevarih, Il,

3.

İhtiyar Kadımn

5 1 9).

Rüyası

:

İlahi

diye ün almış olan Şeyh

Abdullah'ın sevdiği yaşlı bir kadın vardı. Bir gün canı sıkılmış olarak geldi, şeyhe düşünü anlattı : ' 'Bir gece düşümde gördüm ki bir kurbağa olmuşum. ' ' Şeyh bu düşü ' 'sen dervişlere ziyafet vermeye kalkmış iken bundan vazgeçmişsin' ' diye yorar. Kadın ' 'gerçektir, evim dar olduğundan vazgeçtim"' der. Şeyh kişinin niyyeti onu işlemekten hayırlıdır"" diye karşılık verir. Bu bikayeyi anlatan Mevlfuıa Muslihüddin,

bu düşü neye dayanarak böyle yor­

duğunu kendisinden soruyor. O da diyor ki "gerçi geçmişte büyükler rüya tabirinde kitaplar yazıp nice kurallar koymuşlardır. Fakat asıl derviş odur

ki,

kendisinden bir düşün tabiri istendiği

zaman, düşü ve bu düşü göreni bir yana bırakıp gaybdan gelen ilhama yönelmelidir. Buna yönelince de gönlüne doğan ilhama

dayanarak yorsun. Ben de gayb dergahına yöneldim; kadının gördüğü hayvanın Arapçası "dafdi"dır. Bunun ilk hecesi "ziyafet ver" anlamına bir emirdir; ikinci yarısı da "bırak, vazgeç"' an­ lamına bir buyruktur; işte buna göre tabir ettik" ' der (Tacü"t­ tevarih, n,

537). 183


4.

Seyy id İbrahim'in Rüyası : Seyyid İbrahim düşünde bir

yeşil kanatlı, kızıl gagalı büyük bir akkuş olduğunu, Arş ve Kürsi üzerinde uçtuğunu, kökü yerde ve dallan Arş-ı A1a'da bir �üyük ağacın doğudan batıya uzanmış olan dalına konduğunu görür; şeyhe vakıasını anlatır. Şeyh tabir etmeyerek ' ' meşgul ol' ' deyip geçer. Seyyid İbrahim, birkaç gün sonra yine bir düş görüyor, bir eşeğe binmiş, yularını sürüyüp gidiyor, üzerinde bir kabda şarap var. Ardınca tüysüz bir oğlan salınıp geliyor. Seyyid İbrahim 'in elinde bir tanbur var, bu tanburu çalmakta. Uyanınca dertleniyor, şeyhe gelip düşünü anlatıyor. Şeyh teselli edip ''gam çekme'', bu vakıa, birincisinden iyidir' çünkü şarap cezbe su­ retidir, ama eşeğin yularının elinde olmaması hiç kimseye uy­ mayacağına delilet eder' ' diye yoruyor (Tacü 't-tevarih, il, 56 1). B

-

Ünlü Kişilerin Rüyalan :

1. Kitip Çelebi'nin Rüyası : Onun bize aynntılanyla anlattığı ve bir müjde saydığı için mübeşşire diye başlık koyduğu rüyası şudur : "Bu risaleyi (Mizanü'l-Hakk) yazmaya başladığım bin altmış yedi Muharrem'inin dördüncü gecesi, Pazar gecesinde (13 Kasım, 1 656) Hazret-i Fahr-i Aıem -Allah'ın salat v e selamı üzerine olsun- düşte bu fakire göründüler. Bir kırda, savaşçıların kılığında, eteğini beline dolayıp kılıç kuşanmışlar; adamları ve yardımcıları çevresinde, uzak bir yerde idi. Şerefli huzurlarında durmuş, birtakım meseleler üzerinde onlara ders vermekte idi­ ler. Ancak aklımda bu kaldı ki onlar ayakta, fakir oturmakla ayakta durmak arası durup ders dinlerken mübarek dizlerini öpüp "Ya Resfilallah, bu bendenize bir isim telkin buyurun, meşgul olayım" deyince "Ya Peygamber ismine meşgul ol" dedi. Bu sözü yüksek sesle söylediler. Öyle ki kulağım bununla dolup uyandığım za­ man sesin eseri bfila kulağımda duruyordu. Bu rüyada nice manaya işaret ve irşad buyurdular. Önce savaşçılar kılığında, etekleri be­ linde, kılıç kuşanmış olarak görünmeleri, yere - batası kafirler üstün görünüp birtakım adalara yayıldıklarından savaş için te-

184


dariki buyurdular. Fakir de eskilerin savaşlannı yazmak üzere olduğumdan bu düşünce içimde yer etmişti.

Ve "Peygamber adına meşgul ol .. buyurduğunun tevili ve yo­ rumu budur ki bundan önce ' 'Düsrurü'l-anıel' ' sonunda üstü ka­ palı olarak bu manaya işaret olunmuştu . Bu sırada gerektiğinden bununla ilgili işleri düşünmekte idim. Bu söz de onun müjdesi çıkıp uygun geldi ve bunun içinde bir noktaya da açıkça tenbih buyuruldu" (Mizanü'l-Hakk, Orhan Şaik Yayımı , İstanbul, 1972, s.

120 v . d . ) .

2. Evliya Çelebi'nin Rüyası

:

Evliya Çelebi, Seya­

hatname'sinin başında, geziye nasıl çıktığını, hangi savaşlara katıldığını, dolaşıp gördüğü yerleri, Osmanlı İmparatorluğu ülke­ leri başta olmak üzere, kaleleri, şehirleri, şaşılacak garip eser­ leri, her diyann beğenilen sanatlanm, yiyeceklerini, içeceklerini, şehirlerin enlemlerini, boylamlarını yazmasının kendisine tavsiye edildiğini uzun uzadıya anlatmaktadır. O, uyku ile uyanıklık arasında, Yemiş İskelesi yakınında, uykuda, kendisini Ahı Çelebi adındalci camide görür; cami cemaatle dopdoludur. Evliya Çelebi, minberin dibinde oturmuş bu güzel yüzlü cemaate hayran hay­ ran bakmaktadır. Yanındakine

kim olduğunu sorar; bu, Sa'd b.

Ehi Vakkas ' tır. Bütün ermişler, Hazret-i Peygamber'in yakınlan,

ille dört halife, Bilfil Habeşi hepsi oradadır. Ellerinde bayraklarla, kızıl kanlı giyeceklere batmış askerler, Hamza'nın ve şehitlerin ruhlarıdır bunlar. Bütün bunlar Azak Kalesi'nde başı darda kalmış olan Tatarlara yardıma gitmek üzere İstanbul'da toplanmışlardır. Evliya Çelebi mihrapta oturmakta olan Peygamber' in elini öpüp "Şefaat ya Resulallah" diyecek yerde "Seyahat ya Resulallah" der; oradakilerin bir bir ellerini öper; bu ellerin herbiri bir başka çiçek gibi kokmaktadır. Sa'd b. Ehi Vakkas sadağını çıkanp Ev­ liya Çelebi'nin beline kuşatır ve ona türlü öğütler verir. Çelebi uyanır. Düşünü iki ayn kişiye yordurur. Hayırlı bir düştür bu gördüğü . Düşünü yordurmaya ikinci olarak gittiği, Kasımpaşa

185


Mevlevih�esi şeyhi Abdullah Dede ona "ilkin bizim Islimbol'cuğumuzu yazmaktan başlayarak elinden geleni yap" der ve Evliya evine gelip İstanbul'u yazmaya başlar (Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Derseadet, 13 14, 1, 28 v.dd.).

C

-

. Padişah Rüyaları :

1 . Osman Gazi'nin Rüyası : Osmanlı tarihleri, Osman Bey'in gördüğü düşe büyük bir önem vermişlerdir. Bu düş şudur : "Osman Gazi Allah'a niyaz edip bir zaman ağladıktan sonra uyumuştur. Düşünde görür ki bütün halkın güvendiği, bir çok kerametleri görülmüş bir ermiş aralarında bulunmaktadır. Bu ermişin dervişlik gönlündedir, ama dünyası ve nimeti ve davan çoktur; misafirhanesi hiç boş kalmamaktadır; Osman Gazi arada bu dervişe konuk olur. ' ' Aşık Paşazade devam ediyor : ' 'Düşünde gördü kim bu azizin kuşağından bir ay doğar, gelir, Osman Gazi'nin koynuna girer. Bu ay Osman Gazi'nin koynuna girdiği demde göbeğinden bir ağaç biter' daha gölgesi alemi tutar; göl­ gesinin altında dağlar vardır, her dağın dibinden sular çıkar, ol sulardan kimi içer ve kimi bahçe suvanr ve kimi çeşmeler akıdır. Gelüp bu düşünü şeyhe anlatır. Şeyh aydur : Oğul Osman, padişahlık sana ve nesline mübarek olsun ve benim kızım Mal­ 0 hatun senin helalin olsun, deyü hemendem nikfilı ediverdi' ' (Aşık Paşazade tarihi, Ali yayımı, İstanbul 1332 H. , s. 6; aynca bkz. Neşri, Kitab-ı Cihannüma, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1949, 1, 80 v.d . ; Hoca Sadettin, Tacü�t-tevarih, İstanbul, Matbaa-i Amire, 1279, I, 1 6). l. Yavuz Sultan Selim 'in Rüyası : Bu rüya, ayrıntıları ve yorumu bakımından ilgi çekicidir. Yavuz Sultan Selim, Mısır'ın fetholunduğu günlerde, gördüğü düşü Hasancan'a anlauyor : " Gece, rüya aleminde Muhammed Bahşı Hazretlerini gördük. Yolcu kılığında, bir beyaz keçe ve kepenek, üstünde bir ip kuşak kuşanmış. Bu kıyafette gelip sefere çıkacağını bildirerek bizimle veda eyledi. "

1 86


Hasancan diyor ki : "Gençlik dolayısıyla tabire kalkıştım. O gibi uzlet ve inziva köşesinde oturan ermişlerin seferi, görülüyor ki ahıret seferidir; eğer vefat etmemişler ise ö1üm1eri yakındır, dedim. Padişah Hazretleri süktit buyurdular; ben de ta�irimden peşiman oldum. Bir zaman sonra şeyh hazretleri, ölüm döşeğinde Şam'ın ileri gelenlerini çağırıp, o yüce padişahın Allah tarafından müeyyed olduğunu bildirdiler ve Arap diyarının ele geçirilme­ sine, Allah kabnda memur olduğunu ve Tanrının yardımı ile Gayb erenlerinin kendisine kılavuzluk ettiğini söylediğini, padişaha güzeJce itaat etmeleri yolunda, orada bulunanlara ve bulunma­ yanlara vasiyyet edip Haremeyn-i Şerifeyn hizmetleriyle yüce­ len şanJı sultana dua ve selam ve sevgi yollayarak bu dünyadan sefer ettiğimi bildirin, deye ısmarladığım Şam bakimi padişahın kapısına bildirmiş. Bu sırada, hocaları olan Halimi Çelebi Efendi, padişahın huzuruna geldi. Konuşma sırasında buyurdular ki : - Bu türlü bir vıik:ıa göıınüştük ve Hasancan böyle yoıınuştu. Çoğu düşlerin gerçekleşmesi tabire göredir. Şimdi o ermiş vefat etmiş, bunun kötüye yorulması yüzünden olacaktır. Siz hakem . olun, bu yönden te'dibe müstahık olmamış mıdır ve bu uygun­ suz tabirin cezası te' dip değil midir? Halimi Efendi de bu hakire ayıttılar ki "senden bu yolda çiğ bir hareket çıkmaz iken ne hoş böyle acele etmişsin?" Ben de utancımdan başımı önüme eğip dedim ki : - Ölüm tarihleri tahkik edilsin ve rüyanın tarihi ile karşılaştırılsın. Eğer rüya ölümünden önce ise feıınan devletlü padişahındır; yok, iş böyle değil de aksine ise zahir budur ki ce­ zası caize ihsanıdır. Halimi Efendi de cevabımı doğru buldu; ' 'Hasancan bende­ nizin cevabı akla yakındır, zahir budur ki sizce de makbuldür. '' Yavuz Sultan Selim Şam' dan gelen mektubu gösterdi. Gördükleri rüyanın şeyhin göçtükleri gece olduğu meydana çıktı. Bunun üze187


rine hilat ile ayan-tam ilciyüz altın ihsan buyurdular. Hoşuna git­ tiğini görünce ''bu ata, tabirin ctizesidir, cevabın ctizesi de ina­ yet buyurulmaz mı'? " dedim. Padişah Hazretleri gülümseyerek "doğrusu cevabın, tabirinden daha güzeldir; kürsi üzerine yığılan hassa camelerden gönlünün dilediğini al, dediler. Ben de padişahın buyruğuna uyup padişahın :zatına mahsus giyeceklerden görülme­ dik, güzel çuka kaplı, bahası ağır bir değerli samur alıp ayak­ larını öptüm ve bunca ata şeyh hazretlerinin kerametidir diye ruhlarına dualar eyledim. " (Tacü't-Tevarih, ll, 586 v.d.).

3. Ill. Sultan Murad'm Rüyaları

Padişah, Manisa'da şehzadeliği zamanında gördüğü bir düşü, zamanının ileri gelen büyüklerine, bilginlerine göpdererek bunu yormalarun ister. On­ lar, bu düşün karmakarışık olduğunu, bundan ötürü tabir edile­ meyeceğini söylerler. Başka bir muabbir aranır. Köşesine çekilmiş Şuca Dede adında birini bulurlar; Sultan Murat bir adamıyla düşünü ona gönderir. Adam, bu düşü kendisi görmüş gibi anlatır. Şuca Dede bu düşü onun değil, padişahın gördüğünü söyler. Sul­ tan, Dedeyi davet eder, aralarında tasavvuf üzerine konuşmalar olur, sonunda kendisine intisap eder; ondan sonra da bütün gördüğü rüyaları ona gönderip tabir ettirir. Bu rüyaların birkaçı bir yana, hepsi tasavvufla, kerametle, manevi alemle ilgilidir. Düşünde Allah'ı, Peygamberimizi, öteki peygamberleri, melekle­ ri görür, hem kaç kez. Bu düşlerin arasında pek azı saltanatla il­ gilidir. Bunlar da onun saltanata geçmesinden önce (ypr. 60-a); saltanata geçeceği hakkında (ypr. 1 00-b); kendisinden önce ge­ len padişahlardan daha uzun ömürlü olacağına dair (ypr. 2 15-a); olan düşlerdir. Bunlardan başka Hünemame-i Aı-i Osman (ypr. 241-a); padişahın cirit oyununa çıkması (ypr. 243-b) gibi düşler bunların arasından ayrılmaktadır. Bütün bu düşler Kitabü'l­ menmnet (Nuruosmaniye Kitaplığı, Nu. 2599) adlı bir kitapta toplanmıştır; fakat hiçbirinin tabiri verilmemiştir. 259 yaprak olan bu kitap 1001 (1592/93) yılında büyük Mirahur Nuh adında biri ta­ rafından istinsah edilmiştir. Örnek olmak üzere ikisini alıyoruz : 188

:


VAkıa : Benim seadetim, ol vakıa budur ki divana çıkmışız, paşa ve defterdarlar oturur. Pes defterdar kalkup boğazımıza bir bıçak çalar� boğazımızdan üç katra kan damlar. Bu vakıadan katı bihuzur oldum; ol zalim, zulm etmiş ola; benim sertacım, gerek afak, gerek enfüs, her nice ise tabir edin, hitf eylen; ferman sul­ tanımındır (ypr. 7-b v.d.) . VAkıa-1 saltanat : O vakıa budur ki bir gayet yüksek ner­ dibanda oturmuşuz; gelüp derler ki "padişahlık mübarek ola. " Andan sonra hünkirm oğullarını getürüp karşumuzda oturturlar; bir kimesne gelüp yani veziriaz.am imiş, elimizi öper. Andan sonra varır, oğlancıklan bir bir boğar, helak eder, benim sultanım (ypr. 100-b.).

4. il. Sultan Osman'ın Rüyası : Padişah halkın dedikodu­ larından ötürü Hicaz'a gitmek işinde tereddüt üzere iken bir gece Peygamber'i düşünde görür. Sultan taht üzerinde Kur'an okur­ ken Peygamber gelüp elinden mushafı ve eğninden silahlarını alup bir sille vururlar. Tahtından yıkulup bir zaman kalkup mübarek ayağına yüz sürmeye çalışırsa da yapamaz . Bu korkunç düşünü önce Hoca Ömer Efendi'ye söylerler. Hoca tabir edüp "Hacca olan niyyetinde tereddütü bırakmak için sana bir tevbihtir. Rüya­ dan uyanınca yüz sürmek müyesser olmadıysa İnşallahu Taala, aydınlık mezarlarına yüz sürersiniz' ' der. Bu tabirden padişahın içi yine de rahatlamaz. Vaktin ermişi Üsküdarlı Mahmut Efen­ diye varup tabir ettirirler. O da bu düşü şöyle yorar : "Kelim-ı Kadim, şeriatın hükmüdür ve cebe varlık alemidir. İslim padişahına lazımdır ki tevbe ve duayı bırakmayalar. Padişah bun­ dan çok üzülerek uluların mezarlarını ziyarete başlarlar (Naima Tarihi, II, 2 1 1 v .d.). D

-

Fetih Rüyalan :

1. BAb, Aydos Hisan ne suretle alındı anı bildirir. Meğer tekfurun bir kızı varmış, bir gece Resulullahı -üzerine salat ve selam olsun- düşünde gördü kim kendüsü bir çukurda, bir mah1 89


bub suretlü, latif kişi gelir, bunu çukurdan çıkarır; giydiği gi­ yeceklerini çıkarır, yabana atar, gövdesini yur ve ipek giyecek­ ler giydirir. Kız uyanır, düşe şaşar ve ill i bu gördüğü kişinin hayali kızın aklını alır; gecede ve gündüzde hayali gözünden ve gönlünden çıkmaz . . . "Beni bu çukurdan çıkardı , başka giyecek giydirdi ve hem durduğum yerden ayırdı; malum oldu ki benim halım bir dürtü dahı dönse gerektir, der; döner yürürdü. Daim bu hali fikr edüp yürürken ansızın Türk gelüp Hisar üzerinde cenk ederken kız aydur : "Ben de varayın, cenk edeyin" der. Hisar halkına geldi, gördü, o çukurdan çıkaran kişi bir leşkerin ser­ veridir; kız aydur : "Bildim ne imiş" . Derhal evlerine geldi, Rumca bir kağıt yazdı, düş macerasını bildirdi ve dahı ayıttı : " Gerçek bu hisarın üzerinden gidin. " Bir gece tayin etti, ayıttı kim ' ' itikat ettiğiniz kişilerden birkaç kişi gönderin, ben hisarı size vereyin" dedi. Bu kağıdı bir taşa yapıştırdı, cenk eder gibi oldu, ol taşı attı. Taş geldi Gazi Rahman'ın önüne düştü. Gazi Rahman taşı aldı , . Akça Koca'ya iletti . Bir Rumca bilir kişi bul­ dular, mektubun mealini bildiler, hem inandılar. Akça Koca ay­ dur : "Gaziler, kimdir kim bu yola Hak yoluna baş koya ve bir nişan koya ve ben dahı anınla olayım. Gazi Rahman aydur : ' 'Ben

hazırım. " Konur Alp aydur : ' 'Bir hal dahı idelim. " Sordular

kim "ne idelim?" Ayıttı : "Oturduğumuz hisarı oda uralun. " Kabul ettiler. Hemendem geldiler, Samandıra'yı oda urdular, ken­ dileri göçtüler, gittiler. Aydos tekfuru ve kafirler begayet şad ol­ dular, yiyüp içmeğe, eğlenmeğe başladılar.

Kızın va'desi tamam oldu. Hemen gece Gazi Rahman, bir nice gazilerle kızın dediği yere geldi; kız dahı muntazır idi. Kız Gazi Rahman 'ı gördü, bedene ip bağladı, aşağı sarkıttı . Gazi Rah­ man, ipe yapıştı , hisara çıktı, kızla buluştu . Hisarın kapısına vardılar ve kapucuyu paraladılar, kapuyu açtılar. Hazır olan ga­ ziler koyuldu, doğru tekfurun sarayına vardılar. Tekfur gece fe­ rah olup sohbet etmişdi, sarhoş yatardı, boğazını aldılar. Sabah oluncaya değin Akça Koca dahı erişti, hisarı zaptettiler . . . (Aşık Paşazade Tarihi,

190

Ati Yayımı,

İstanbul ,

1332 H . , s. 32 v.d.).


2. Fatih Sultan Mehmed'in Rüyası :

Fatih Uzun Hasan'la

savaşa tutuşmasından önce bir rüya görmüştür. Uzun Hasan, güreşçiler kılığında meydana girip güreşçiler gibi durur ve peh­ livanlık lafı urur. Fatih de onun mertlik davası etmesinden ar edip giyeceğini çıkarır, güreşçi kılığına girer, mertlik kemerini kuşanır, onunla güreŞmeye başlar, el ele verip birbirlerine girişirler, peh­ livanlık fenlerini göstermeye ve kuvvet imtihanına başlarlar. Uzun Hasan, çekinmeden sultana el atar ve yenecek gibi olarak sultanı dizinin üzerine düşürür. Sultan da o sırada Karakoyunlu serdan olan güçlü Türk'ün yan tarafına

kurt gibi pençe urur ve zafer­

lere yol açan tırnaklanın içine geçirip ciğerinden bir parça ko­ parır, toprağa atar; o nabekin sataşma ve dinçlik yücesinden bitkinlik

çukuruna

düşürüp

mertlik

gücüyle

kendisinden

uzaklaştırır. Bilginlerden biri bunu en güzel şekilde yorar ve Fatih'in sonunda hasmım yeneceğini müjdeler (Tacü't-tevarih,

l, 533 v.d.).

3. iV. Sultan Mehmed'in Rüyası : Bir cuma gecesi, akşam namazı ile yatsı arasında, padişahın adeti olduğu üzere enderun­ dan ve birundan izin almış olan ayncalı talebeler padişahın hu­ zurunda tefsir dersi için meclis düzerler. Yani Mehmet Efendi de ders anlatır, Padişah da dinlerken büyük hayretlere düşerek Yam Efendi'ye döner, der ki : "Çocukluğumda, saltanatımın ilk günlerinde Yenisaray'daki Kubbe Odasında bir gece rüyamda gördüm ki bir yola gidiyorum ve yolda çok ufak kaleleri vire ile fethediyorum. Birden bir atlu adam çıkup 'bunlan nice bir düşürürsün, yetişür' dedi. Bu rüyayı onbeş yılı aşkındır ki büsbütün unutmuştum, bu düş bugün hatırıma geldi ve çıktı . Hatırıma gelmesinin sebebi bugün bu taraflarda, Musahip Paşa ile dolaşırken bir top sesi duydum; yine asi palankalardan arta kalmış; ancak inşallah Kaplan Paşa'ya haber göndereyim; İlbav'da dönüşte uğrayıp alsun, dediğimde Musahip Paşa da 'nedir, ha­ ber gönderdiğinizin faydası , ol dahi vire edüp halas olur' dedikte ol saat rüya hatırıma geldi. Bir zaman beni bir dehşet kapladı,

191


Musahip Paşa'ya hemen cevap veremedim ve Kaplan Paşa' ya da haber göndermekten vazgeçtim", buyurdular (Silahdar Tarihi, l , 614 v.d.) . ın. Edebiyatta Rüyalar

Kimi manzum est>rlerin, özel­ likle mesnevilerin, aşk hikdyelerinin bir bölüğünde, bunların bir rüya ile başladığı görülmektedir. Burada yalnız iki örnek ver­ mekle yetiniyoruz. A - Divan Edebiyatında

:

1 . Fahri'nin Husrev ü Şirin mesnevisinde, Husrev düşünde ceddi Nuşirevan'ı görür (Barbara Flemnıing, Fahri's Husrev ü Şirin, Wiesbaden, 1974, ypr. 8-a v.d. , beyt 385 v .d.). -

2. - Şeyhi'nin Husrev ü Şirin'inde de, yine Husrev düşünde Nuşirevan'ı görür (Faruk Timurtaş, Şeyhi'nin Husrev ve Şirin'i, İstanbul, 1963, metin bölümü, s. 36). B

-

Devrin Siyaseti ve Devlet Adamlarıyla İlgili Rüyalar:

Bir devrin durumunu ve kişilerini, giiya gördüğü bir rüya çerçevesi içinde sergileyen eserler de edebiyatımızda ayn bir yer tutmak­ tadır. Bizim konumuz ile ilgisi pek olmamakla birlikte, tanınmış yazarların kalemlerini rüya perdesi altında kullandıkJannı hatırlat­ manın bir yaran olduğu düşünülebilir; bundan dolayı bu tür eser­ lerden en tanınmış olanlarından birkaçım kısaca hatırlatmak istiyorum. Bunlar genellikle hAbnime, vAlaanAme ve rüya adıyla yazılmışlardır. 1. Veysi'nin HAbnlmesi : Veysi (1567-1 628) I. Sultan Ahmet ile Büyük İskender'i düşünde görür ve onların, dünyamn bozulan düzeni karşısında çarelerin neler olabileceği üzerinde konuştuklarım dinler. -

2. Namık Kemal'in Rüyası : Namık Kemal 1289 yılı Safer'inin ondördüncü gecesi (24 Nisan 1 872), bu rüyayı, Bo-

192


ğaziçinde, karanlık, fırtınalı bir gecede görür. Ufukta peyda olan bir bulut içinden, bir güzellik tanrıçası gibi hürriyetin timsali doğar. Esarete katlandıklarından, ölüm korkusuyla helak olduk­ larından, miskinliklerinden, alçaklıklarından, gözlerini hep ar­ kaya çevirmiş olduklarından dolayı günün insanlarına çıkışır. Sonra başka bir topluma dönerek, onların attıkları tohumların yeşererek gelecekteki meyvelerini müjdeler. Medeniyetin bütün nimetlerinden yararlanmış bayındır bir vatan tasviri ile rüya sona erer (Edib-i Azam merlıum Namık Kemal'in Rüyası, İstanbul,

1326).

3. Ziya Paşa'nm Rüyası : Ziya Paşa rüyasında Sultan Abdülaziz'le konuşur; ona millet meclisinin açılmasını, böylelikle devlet adamlarının keyfi idarelerinin önleneceğini söyler; Ali ve Fuat Paşaların fenalıklarını sayar, döker. Ali Paşa'dan sadaret mührünü alan sultan onu Kıbns mutasamflığına gönderir (Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, ikinci baskı, İstanbul, 1956, I, 3 1 3 v. dd.). 4. Mizancı Murat Bey'in Rüyası : Murat Bey memleketin hali üzerinde düşünürken kendinden geçer ve bir sacla ile karşısında

Abdülhamid'i görür. İki hasım birbirlerinin haklarındaki düşüncelerini söylerler. Bu rüyadan sonra Abdülhamit, tahtından indirilmesi açıkça istenen padişahtır (Doç. Dr. Birol Emil, Mi­ zancı Murat Bey, İstanbul, 1979, s. 368 v.d.).

S. Halit Ziya Uşakhgil'in Rüyası : "Sada-yı İncil" başlığıyla yayınlanmış olan bu rüyada, yazar Hristiyan aleminin Türklere yaptığı haksızlıklar ve zulümler karşısında İsa'nın sustuğunu, asıl barbarların Türkler değil, ona bu zulmü reva gören batılı Hris­ tiyan milletler olduğunu anlatır (Ayastafanos, Şubat 1329 (26 Kanun-ı Saru) 19 14, Tanin, sayı 1 828, s. 3). Bunlardan başka Tanzimat devrinde ve ondan sonraki tarih­ lerde yazılmış daha birçok bunlara benzer hibnameler ya da rüya­ lar vardır. Biz bunları ayn ayn sıralamayı bırakıyoruz.

193


C Romanlarda Rüyalar : Yukanki bölümde söylenenler gibi gerçekten görülmüş düşler olmamakla birlikte birtakım ro­ manlarda yazarlar rüyalara yer vermişlerdir. Ahmet Midhat Efendi'nin Gönü llü sünde Receb'in Rüyası (s. 27 v.d.), Kala­ bak Manasbn (s. 71 v.dd.); Ercüment Ekrem'in Meşhedi ile Devr-i Aıemi'nde, eserin son bölümü tam bir rüya olduğu gibi Kan ve İman' ın ille parçası da bir rüyadır; Şükıife Nihal 'in Yalruz Dönüyorum adlı eserinde de onun rüyasında gördüğü Tevfik Fikret'le ilgili sayfalar vardır (İstanbul, 1938, s . 184 .v.dd.). -

'

iV. Halk Edebiyatında Rüyalar

A

-

Destanlarda :

1. Dedem Korkut Dest�larında : Bu kitaptaki destanlann üçünde rüya motifi vardır. Bunlardan biri Salur Kazanın Evi­ nin Yağmalanması Boyu'ndadır: Gece yaturken Karacuk Çoban, kara kaygulu düş görür, belinleyip kalkar. Kıyan Gücü, Demir Gücü, bu iki kardaşmı yanına alır. Karacuk Çobanının nasıl bir düş gördüğünü bilmiyoruz, ama bu korkulu bir düştür; iki kardaşı yanına a1masından, ağılın kapısını berkitmesinden, üç yerde tepe gibi taş yığmasından, ala­ kollu sapanını eline almasından ve böylece savaşa hazırlan­ masından anlıyoruz bunu. (Orhan Şaik Gökyay, Dedem Korkud'un Kitabı, İstanbul, 1973, s. 1 7). İkincisi yine aynı boyda Salur Kazan 'ın gördüğü düştür: Sa­ lur Kazan Bey gece yaturken Kara kaygulu vakıa gördü, sar­ murdu, ayağa kalktı, aydur :

- Beyler, karukura düş gördüm; yumruğumda talbınan şahin benüm kuşum alır gördüm; gökten ıldırım ağ ban evimin üzerine şakır gördüm; kuduz kurtlar evimi dalar gördüm; kara deve en­ semden kavrar gördüm; bileğimden on parmağını kanda gördüm;

194


gece kim bu düşü gördüm; ayruk uyuyamadun. Şundan berü aklım usum derebilmem; Hanım kardaş bu menüm düşümü yorgıl mana, dedi kardaşına . Karagüne aydur : "Kardaş, kara bulut dediğin senin devle­ tindir; kar ile yağmur dediğin leşkerindir (Salur Kazan'm düşünde bu geçmiyor); saç kaygıdır (bu da yok); kan kazadır;_. kalanın yorabilmen, Allah hayra yorsun" , dedi. (aynı yer, s. 19).

Üçüncüsü, Kazılık Koca-oğlu Yegenek Boyu'nda<hr : Meğer ol gece Yegenek düş gördü. Düşün yoldaşlarına soyladı, göre­ lim Hanum ne soyladı, aydur : - Beyler, yoldaşlarım, gafıllüce başım, uyhuda iken düş gördü. Ala gözüm açuban dünya gördüm; ağboz atlar çapdurur alplar gördüm; ağ ışıklu alptan yanıma saldım; ağ-sa.kallu Dede · Korkut'tan öğüt aldım; ileri yatan kara dağlan aştım; ileri yatan Karadeniz'e girdim; ağaçdan gemi yondum; ağ gömleğim çıkardım, yelken kurdum; ileri yatan denizi deldüm, geçtim; öteki kara dağın bir yanında alnı başı balkır bir er gördüm; kalkubanı yerümden ürüdurdum; kara dillü öz sünümü kapdım; karşulayu ol ere vardum; karşusundan ol eri sancasum vakıt denedüm; göz ucuyla ol ere bakdum, dayım Emen imiş; anı bildüm, döndüm ol ere selam verdüm; Oğuz illerinde kimsin, dedüm; kapaklarını kaldırup yüzüme bakdı ; oğul Yegenek kanda gidersin, dedi; söy­ ledi; ben ayıttum, Düzmürd Kalasında babam tutsak imiş, ona giderim, dedüm. Burada dayını mana soylamış, görelim Hanım ne soylamış, Emen aydur. [Burada Emen, bütün erliğine rağmen o kaleyi alamadığını söyleyerek Yegenek'i yolundan döndürmek ister, fakat Yegenek dayısına] soylamış, görelim Hanum ne soy­ lamış, ayılmış . . . Yegenek'in burada iki soylaması geliyor. Ve şöyle devam ediyor : ' 'Bu düşü Yegenek yoldaşlarına hikayet ey­ ledi. Meğer dayısı Emen ol arada yakın idi. Cümle beyler ile gelüp yoldaş olup gittiler" . (aynı yer, s. 100 v.d.). 195


Bu düş , bu boyun dörttebiri kadardır ve öncekilerden çok daha uzundur. Boyun bir bölüğü düşte anlatılmaktadır. Bir başka özel­ liği de, Yegenek ile dayısının soylaşmalandır ve Yegenek'in bütün bunları aklında tutup tafsilatıyla anlatmasıdır. Bu düşün başka bir yönü de tabir edilmemiş olmasıdır. Rüyalann kahramanların başına gelen felaketleri haber ver­ diklerini başka bir destanda da buluyoruz : Köroğlu Destanı'nda İsa Balı bir gece rüyasında Köroğlu'nu kan deryasında görür, bun­ dan onun tehlikede olduğunu anlar. Köroğlu, Bolu Beyi ve Ayvaz 'a karşı harb ederken Deli Mihter aynı rüyayı görür; Kö­ roğlu da, Ayvaz Bağdad'a turna teline gittiği zaman, onun tutsak düştüğünü bu yolla anlar. Oğlunun imdadına yetişen Köroğlu, savaş meydanında Gülizar'ı yalnız görünce Hasan 'ı ölmüş sanır ve o zaman kendisine felaketi haber veren rüyayı hatırlar : "Karukuru şeyler girdi düşüme. " (Pertev Naili Boratav, Köroğlu Destanı, İstanbul, 1 93 1 , s. 84 v . d.).

2. Danişmendnaıne : Battalname'nin bir devaon sayılan bu destanda da Melik Ahmed Gazi düşünde sık sık dedesi Battal Gazi'yi görür (Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Il, s . 192 v .dd .). Saltukname'de (Doğu Dili ve Edebiyatı'nın Kaynaklan, yayımlayan : Şinasi Tekin, Harvard Üniversitesi Basımevi, 19741976) .

Saltukname'de başta Sarı Saltuk olmak üzere birçok kişilerin gördüğü çeşitli rüyalar vardır. Bunlardan birkaçını örnek olarak alıyorum . a) Üzerine at süren Alyon Rumi'ye San Saltuk "Müslüman ol, seni ben Sultan Gıyasüddin'in katına ileteyim" der. Alyon Rumi gülüp ' 'bu gece bir vakıa gördüm; sabah vardım, şarap içtim, gönlüm kabul etmedi, kustum; ağzımdan bir ölü yılan çıktı. Ve hem düşümde gördüm ki bir karakuş ağzımdan çıktı, yerine

196


bir akkuş girdi . . . ' ' San Saltuk bu düşü onun Müslüman olacağına yorar. (12a v.d.). b) Bir ulu dervişe, düşünde gördüğü bir bölük derviş, Kırun'da Kefe'yi alan Türklere gidip onlara , dervişlere kurban, sadaka ve zekat vermelerini, böylece fukararun Mundan gelen taunun üzer­ lerinden gideceğini söylemesini isterler. (998) . c) Tekür düşünde, deveden büyük bir kuş gelip sarayının üze­ rine konduğunu, kanatlarını birbirine vurunca sarayın birden yıkıldığını görür. Kuşun ağzından çlkan odlar düştüğü yeri kap­ kara yakar. Tekür'ün beyleri bunu "dün Saltık'ı andınız, onun için böyle bir düş gördünüz' ' deye yorarlar. Tekür iSC? buna inan­ maz, düşünü yazıp onu tabir etmesi için, ermişliğine inandığı San Saltuk'a gönderir ( 1 55b v.dd.). . . .

ç) Düşünde kendisinden dilemesi üzerine San Saltuk, Antalya'da Ahı Frengi Sultan'ın mezarı üzerine türbe ve bir çar­ dak mescit yaptırır. (363b) . d) San Saltuk düşünde Büyük İskender'in düzdüğü ve dünyada her yeri gösteren Ayine-i Gitinürni 'yı görür. Bunu meclisinde bulunan şeyh tabir eder. Böylece uyanık iken sözü geçen tepeye giderek oradaki gömüyü çıkarırlar. (43 l b v.dd.). Saltukname'de daha birçok düşler anlatılmaktadır. San Saltık düşünde Hazret-i Peygamberi (371 b v.d.), Hazret-i Ali'yi (3988 v .dd.), Ebuhanife'yi (3708), İstanbul'un fethini (3958) ve bir piri (41 1 1 v.d.) görür. Eserde daha başka düşler de vardır. B

-

Masallarda ve Halk HikAyelerinde :

1 . Tarihçe : Sevgiliyi rüyada görmek motifi birçok halk ma­ salları için tipik bir motiftir; bu motif Türk-İran halk edebiyatında çok eskidir. Bunu ilk olarak, Büyük İskender' in çağdaşı olan (356323) Midillili Chares'in rivayetlerinde buluyoruz. Bu rivayetlerde, daha sonraki İran destanının Alkimedler çağında yaşayan

197


motifleriyle birlikte, şehnamedeki kimi kişi adlan da vardır. Şehname' deki Guştasb ile Zaraer'in adlan ilk kez burada karşımıza çıkıyor. Bu iki kardaşın Şehname'de de anlatılan hikayelerinin ilk şeklini bu Yunanlı yazarda buluyoruz . Chares'de Hystaspes (Şehname'deki Guştasb) Media hükümdarıdır. Hazer geçitlerin­ deki memlekete hükmeder . Oradan Tanais (Sır-derya) e kadar doğuya doğru memleket, kardaşı Zariadres (Zaraer) indir. Oda­ tis adındaki kızı ile Zariadres

rüyada görüşüp sevişirler.

adres, Omartes'den kızını ister; o da kabul etmez.

Zari­

Kız, bir ziyafette

kime kadehini uzatırsa ona varacaktır. Zariadres kendisine bunu haber veren kızı alıp kaçmr. Chares'e göre, bu hikaye Asya'da yaşayan barbarlar arasında çok sevilmiş, tapınaklarda, saraylarda, konaklarda duvarlara bu hikayenin sahnelerini gösteren resimler koymak adet imiş; birçok prensler kızlarının adlarını Odatis koymuşlar. Burada biz, bir destan epizoduna yakışacak maceraların içine karışmış olarak, daha sonraki Türk halk hikayelerinin en önemli unsurlarından birini teşkil eden

tifini

buluyoruz.

(W.

"rüyada görüp aşık olma" mo­

Barthold, Zur Geschichten der persischen

Epos, Zeitschrift der Deutschen Morgenlaendischen Gesellschaft, C. 98 (23) 1944, sayı: 1 , s. 12 1 - 1 5 1 (Almanca'ya çeviren: Sc­ hader; Pertev Naili Boratav bu önemli yazının bir tanıtmasını yapmıştır: Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, 1 944, C. m, sayı: 3 , s. 330).

Raznihan ile Mahfiruze Hikayesi'nin motifleri arasında da kahramanın genç iken uzakta bulunan bir kızı rüyasında görüp ona aşık olması aynı şekilde ve aynı zamanda kızın da onu rüyasında görmesi, dervişin onlara rüyalarında içki kadehinden içki içirmesi, aşk yüzünden her ikisinin de hastalanması, hastalığın onlarda şarkı söylemek istidadını yaratması vardır. Rüyada sevgilisini gördükten sonra aşka düşüp onun ateşiyle kavrulma motifi eski Yunan ve Hind roman ve aşk hi� :l ye kitap-

1 98


lannda nasıl anlaUlmışsa, o zamandan beri aynı şekilde tasvir edi­ lip gelmektedir. Aşk hastalığının sevgililere terennüm istidadını vermesi hakkındaki lirik motif yalmz Türk Edebiyatında

görülür.

Prof. W. Ruhen, her iki tarafın gördüğü rüyanın, bir rüya olmadığı, sihirli bir macera olduğu fikrindedir. Nitekim Orta­ Hindistan'da ibtidai bir halde yaşayan Beiga kabilesinde bugün de şu tasavvur vardır : ''Geııç kızlar, sihir yaparak, rüyalarında, seçtikleri delikanlılara rastfarlar; onları, kendileriyle evlenmek üzere baştan çıkarırlar. Eğer böyle bir genç, ertesi gün ormana giderse, orada, rüyasında gödüğü, kendisine büyü yapan kıza ' rastlar ve kız onun kansı olur." Malenezya'da bu türlü itikatların bugün de yaşadığı malumdur. Eski Hind mitolojisinde bu gibi karşılıklı rüyaların, miladdan önce üçüncü yüzyılda bulunduğu tesbit edilmiştir. (Prof. W. Ruhen, Halk Hikayeleri, Raznihan ve Mahfiruze, Ülkü, XVIl, s.483-488). Chares'in anlattığı bu en eski sihirli-efsanevi rüya macerası, halk hikayesinde sevgi iksiri ile birleştirilmiştir. Böyle bir birleşmenin bugüne kadar yalnız Türk edebiyatında mevcut ol­ duğu isbat edilmiştir. (Spies, 64, Zwei volkstümliche Liebesgesc­ hichten aus den Orient, FFC 127, Helsinki, 1 939). Rüya görmeden bir aşk kadehinden içki içmek yolundaki mo­ tif Avrupa masallarında da vardır.

2. Masallarda Rüyalar : Bunun örnekleri çoktur. Aşağıdaki örneklerden bir bölüğü Wolfram Eberhard und Pertev Naili Bo­ ratav (Typen Türkischer Volksmaerchen, Wiesbaden, 1953) dan alınmıştır. a) Anne, masal kahramanını düşünde uyarıyor (Eifersucht und Verbundung, Typ. 239, ill . ); birbirlerini gör­ meden rüyada aşık olma (typ. 89, III , not-ı); rüyada va'dedilen bir sevgiliyi bulmak için yola çıkma (typ. 108 , Ill . ); (typ. 208, 199


V .Je) bir oğlan rüyasında, uzakta bir kıza işık oluyor, kız da ona (typ. 139). Bir hamam dellaki ile bir zengin aynı rüyayı görüyor­ lar; muabbir her ilcisi için de güzel bir istikbal yoruyor (typ. 1 96) .

Bir derviş tarafından gösterilen bir rüya ile çocuğu olmayan bir kız gebe kalıyor (typ. bölümüne bkz.

197); bunun için yukarıya, ı.-c, istihare

3. Halk Hikfayelerinde Rüyalar : Aşk hikayelerinin hemen

hepsinde kahraman bir aşıktır (şair) . Aşık geleneğinde şairce il­

hamın başında ve hikayede aşkın doğuşunda aynı tarz vardır. Bir

ihtiyar -ki bir derviştir-, yahut Hızır rüyada kahramana bir

şerbet içirerek ona sevdiği kızın resmini gösterir (Pertev Naili

Boratav, Epopee Lirique : "Hikaye" , Fundamenta,

II, 34 v.d.) .

Kö�lu'nun İstanbul rivayetinde, hem Hasan Bey, hem sev­

gilisi Benli Hamın bir pirin elinden rüyalarında aşk badesi içer­ ler (Pertev Naili Boratav, Köroğlu Destanı, İstanbul,

193 1 , s. 81);

Raznihan ile Mahfiruze hikayesinde derviş iki gece gelir, birinci gece haber verir, ikinci gece badeyi içirir (aynı yer, s.

8 1); Hurşit

ile Mahmihri hik3yesinde Hurşit rüyasında bir tepeye çıkar; kırda pire rastgelir. Onlar Hurşid' e yedibuçuk ay sonra sevgilisinin ge­ leceğini haber verir (aym yer, s .

81); Elif ile Mahmut hikaye­

sinde Mahmut ava çıkar; bir geyik kovalarken bir mağarada kırk

dervişe rastgelir. Duvarda bir

kız resmi görür, o kızın kim ol­

duğunu öğrenmek ister, bu ancak dervişlerin elinden aşk şarabını

içmekle mümkündür. Bu şarta razı olup şarabı içince Mahmut

artık aşık olmuştur (aynı yer, s.

8 1 v.d.).

Aşk hikayelerinin kimisinde rüya yoksa da onların aşka

düşmelerine yol açan motifler vardır. Arzu ile Kanber'de aşk

tılsımı; Arzu'nun bileziğini çeşmeye bırakmaSı; Aşık Garip'te pirin

Garib'e verdiği tasın onu hem aşık hem şair yapması. Bu tasın aşk badesi ile dolu olduğunu söylemek gerekmez. Melikşah ile

Güllühan hikayesinde dervişin oğlana

kızın

resmini göstermesi

ve iki aşıka şarabı uyanık iken içirmesi; Kerem ile Aslı'da,

200


Kerem•in

AsJı•nın

elinden aşk badesini içtikten sonra yanıp

yakılmaya başlaması görülür (aym yer, s .

·

8 1 v.d.).

.Karacaoğlan (Belgratlı İsmail) hiliyesinin Kının rivayetinde ahını alır. Kocakarı

İsmail bir kocakarının destisini kırar, onun

ona "Muradına geç eresin, çok belfilar çekesin. . deye ilenir. İsmail bir gece rüyasında İsmikan Sultan adında bir kıza Aşık olur, onu aramaya çıkar . . . (Pertev Naili Boratav, Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği, Ankara,

1 946, s. 1 84). v.

Halk Şairlerinde Rüyalar A

- Tarihçe

:

a) Halk şairlerinin düşlerinde gördükleri bir ulu kişinin tel­

kini ile şiire başlamaları motifi çok eskilere uz.anmakta, bir bakıma Hazret-i Peygambere kadar gitmektedir. Tefsircilerin söylediğine göre Kur'an'ın Hazret-i Muhammed'e gelen ilk süresi Fatiha ol­ makla birlikte . . Alak

(İkra")

suresinin (sure:

96) ilk ayeti de,

Kur'an'ın ilk inen parçasıdır ki bu ayet "ikra : Oku" diye başlar . Bunu Peygamberin eşi şöyle anlatmaktadır : "Resul-i Ekrem'in üzerine salat ve selam olsun - ilk vahyi, ilkin saJih rüya ile başlamıştır. . . Hıra mağarasında idi ki ona Hak ·geldi. Şöyle ki ona bir melek geldi, 'ikra" (oku) dedi. O da 'ben okumuş değilim'

diye cevap verdi. Resulullah şöyle buyurdu : 'Bu cevap üzerine melek hemen beni tuttu ve vücudumu sanp sıktı ki canıma tak dedi. Sonra beni salıverdi. Yine 'oku' ! dedi, ben de 'ben okumuş değilim' dedim. Der-demez beni yine tuttu ve öyle bir sıktı ki canıma tak dedi . Sonra beni yine salıverdi ve 'oku!' dedi. Ben de 'ben okumuş değilim' dedim. Bunun üzerine beni bir daha sardı, sonra bıraktı ve derhal 'oku! • dedi. Bunu tamamlayan ikinci bir rivayete göre de, Peygamber halvetine çekildiği zaman ken­ disine bir nida geldi ve Fatiha suresini sonuna kadar söylemesini istedi (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini-Kur'an Dili, İstanbul,

1935, I, 7 v .dd . ) .

201


b) Çok uzaklarda, İngiltere'de bir başka rivayet

karşımıza

çıkıyor : Adından anlaşıldığına göre bir Kelt olan Caedmon'un şiire başlaması da şöyle anlatılmaktadır: Bede'nin Kilise Tarihi'nde anlatılan şudur : "Northumbria'da, Streoneshalh (bugün Whitby) manastırında bir rahip vardı. Manastırın başında Hild adında asil

bir kadın bulunuyordu ve Caedmon bu manastıra mensuptu". Bede diyor ki : "Bu başrahip kadının manasbnnda bir rahip vardı

ki

ilahi teveccühe mazhariyyetle tanınmış, dine, zühd ve takvaya müteallik şiirler yapmakla maruftu. Mukaddes kitaplara

ait ule­

madan öğrendiklerini şiir lisaniyle süsler, en tatlı ve hararetli ifade ile söylerdi. Hakikatte o şiir sanatını ne insanlardan, ne de in­

sanlar vasıtasıyla öğrendi . Rabbın inayetiyle şiir yapmak kudreti ona Allah 'ın bir hediyyesi idi. Bundan dolayı o , hiçbir zaman boş, yalancı şiirler değil, dine müteallik ve mümin diline layık man­ zumeler söylerdi. Bu adam, ihtiyarlığına kadar şiir öğrenmeden bu dünyada yaşadı, ve çok defa herkesin sıra ile harpa qalıp şarkı söylediği eğlence için tertip edilen bir ziyafette bulunduğu za­ man

harpanın ona getirildiğini görür-görmez, mahcubiyetinden

ziyafet evini terkederek ahırlara çekildi. Çünkü gece atlara bak­ maya o memur edilmişti.

Vakti gelip de yatağına uzanıp uykuya

dalınca rüyasında bir kişi ona selam verdi, adıyla hitap etti :

"Caedmon bana bir şey söyle! " O zaman cevap verdi : "Ben

birşey söylemesini bilmem. Eğlenceyi ben, bir şey söylemesini bilmediğim için terkettim, buraya çekildim. " Ona hitap etmiş olan tekrar dedi ki : "Fakat sen söyleyebilirsin, terennüm et!" Ve

Caedmon o zaman dedi ki ' 'Ne söyleyim?' ' .. O rüyada gördüğü adam "Bütün mevcudatın başlangıcını söyle! " dedi. Bu cevabı

alır-almaz hemen Rabbı, Halikı sena eden ve kendisinin hiç işitmemiş olduğu şekilde aşağıdaki mısraları terennüme başladı . . . (Halide Edip Adıvar, İngiliz Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1940, s. 42 v . dd . ; Legouis ve Cazamian, History of English Literature, London 195 1 , s. 35 v .d.).

B

-

Halk şairlerinin (Aşıkların) şiire başlamaları.

Saz

şairlerinin şiire ilkin nasıl başladıklarına dair gelenekte türlü ri-

202


vayetlcr vardır. Bunlar esasla bir olmakla birlikte ıüyalannda ken­ dilerine görünen kişiler ve bunların kıyafetleri yönünden değişikİ.ikler görülür. Bunların onlara söy ledilderi sözler değişik olduğu gibi, şairlerin rüyalarını gördükleri yerler de başka başkadır. Kendilerini aşka düşüren ve sonwıda şiir söylemeye başlatan kızların sayısında ve kişiliklerinde de başkalılclar görülmektedir. Bunları yan başlıklar hali.ilde sıralamak istiyoruz.

a) Rüyalarında halk şairlerine kimler görünüyor? Bwılann kıyafetleri : Bunlar ya genel olarak sadece bir ulu kişidir (Vuslatt); ya ak­ sakallı, kır-atlı biridir (Sümmani'ye alt rivayetlerden birinde); ya orta boylu bir şahıstır (Mustafa Özbey'de); Alim kılığında beş-altı kişidir (Talib1 Coşkun'da); rUtıam bir cemaattir (Seyrant'de); bir pirdir (Köroğlu'nun İstanbul rivayetinde , Ha­ san

Bey ve sevgilisine bade sunmuştur; Aşık Garlp'te; Hurşit

ile Mahmllıri'de); nurani yüzlü, sakallı, yeşiller giyinmiş üç pirdir

(Pervant'de); pirlerdir (CelAlt'de; Seyranl'ye ait başka bir ri· vayette); üç nunini, sakallı ihtiyardır (Bardız'b Nihani'de); Ak­ saçlı, nur yüzlü bir ihtiyarla bir kızdır (Şenlik'te); dervişlerdir (Seyrani'ye ait bir başka rivayette); Saçlı Derviş adında bir ermiştir (Ali Akış'ta); üç derviştir (Sümrnani ye ait bir başka rivayette); bir halk şairidir, Rubsatt'dir (Emsalt'de); Hazret-i Muhammed ve sevgilisidir (Şenlik e ait bir başka rivayette); Hazret-i Muhammed'dir (Sanatt'de); Peygamber ve Hulefi'yı Rişidin'dir (Türkmen şairi Mahduınkulu'nda); Hazret-i Musa'dır (Abdülkadir Kaynar'da); Hızır'dır (Aşık Garlp'te; Baldın Süleyman Ata'da); bir kadındır; bu kadının rivayetin so­ nunda Hızır olduğu söyleniyor ki bu da bir ayrıcalıktır (Seyyid Türk'te) : '

'

Genel olarak görünen üç pir, Hızır Nebi, İlyas Nebi, Kutub Nebi'dir (Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, I, 281). Bu Ku­ tub Nebl'nin kim olduğunu bilmiyoruz, daha doğrusu böyle 203


bir peygamber yoktur. Bu herhalde tasavvuftaki derecelerin en yükseğine çıkmış olan ve kendisinde dünyayı idare eunek gücü bulunan kutub olacaktır ki kim olduğu bilinmez. Bunlara, bu yoldaki rivayetler tarandığı zaman daha başkaJan da eklenebilir.

b) Aşıklann yukanda sıraladığımız ve onlann rüyalarına giren bu ulu kişiler neler söyler? Vuslati'ye "sen vuslata er­ meyeceksin, ömrün oldukça feryat edeceksin' ' derler; onun için adını Feryadi'ye çevirir. Mustafa Özbey e Arapça birşeyler söy­ lerler, anlamayınca tekrarlar. Bu sözlerin anlamı, baladan dünyaya gelip de dinin pirini beklersen cemalini canında ve gönlünde görürsün, demekti. Üç yıl sonra yazıda gezerken karşısına orta boylu bir şahıs çıktı. Mustafa'ya burada ne aradığını sordu. Adam ona gördüğü rüyayı ve Arapça sözleri hatırlattı; gösterdiği çeşmeden abdest almasını söyledi; abdestini alıp dönünce, bir yeri işaret ederek "Buraya bir mezar kaz" dedi. Baş ucuna pir, ayak ucuna o, oturdular. Cebinden çıkardığı zarflardan, üçüncüsü huc­ cettir, dedi, tez günde getirip vereceğini söyledi. Dördüncü gün getirip babasına konuk oldu. İki tanığın yanında hucceti verip ömrü boyunca takip edeceği yolu uzun uzun anlattı. '

Sümmani'ye Aylak taşında danaları güderken ak-sakallı ve kır-atlı ihtiyar gelerek ondan ekmek istemiş ve dua öğretmişti. Kırk bir gün bu duayı okumasını ve kimseye söylememesini tenbihlemişti. Hurşit ile Mahmihrl hikayesinde de rüyasında gördüğü pir ona yedibuçuk ay sonra sevgilisinin geleceğini haber verir. Bu sırrı kimseye açarsa zarar edeceğini de ilave eder. Halk hikaye­ lerinde aşıkların sırlarını saklamalarının sebebi budur. Kimi kez, her nasılsa, sırlarını söyleyen aşıkların muratlarına ermemeleri veya pek güç ermeleri bunu gösteriyor. Ali Akış'm kulağına derviş birşeyler söyler. 204


c) Şairlerin Rüyalarını gördükleri yerler : Vuslati, Mus­ tafa Özbey'de çeşme başı; Emsali ve Şenlik'te bahçe ; Abdülkadir Kaynar ve Seyrani' de cami, mescit; Talibi Coşkun' da cennet mi­ sali bir yer; Şenlik' in başka bir rivayetinde av yeri; Seyraııi ve Süınmani'nin başka rivayetlerinde kenar bağlan; Celali' de kaya dibi; Bardızlı Nihant' de dağlarda bir taş; Sümmani' de, bir başka rivayette Aylak Taşı; Pervani'de kiraz ağacı'dır.

ç) Aşıkların Rüyalarında gördükleri, ya da ulu kişiler ta­ rafından onlara gösterilen kızlar : 1) Yalnız kız veya kızlar. Emsali'ye üç kız. 2) Adlan belli kızlar. Vuslati'ye Güldane; Sümrnani'ye Gülperi'nin resmi; Bardızlı Nihani'ye Mihriban; Pervani'ye Ümınihan; Talibi Coşlrun'a, akrabası Emine. d) Aşıklara neler sunuyorlar ve kaçar tane? Emsali'ye su; Abdülkadir Kaynar'la Talibi Coşlrun'a şerbet; Seyrani'ye, dervişlerden biri elindeki aşk badesiyle dolu kadehi uzatıyor; bi­ rinci badeyi alemin Rabbı aşkına, ikinci badeyi Peygamber Efen­ dimizin aşkına içiyor. Dervişler üçüncü badeyi de doldurup veriyorlar ve "iç oğul, sevdiğin kızın aşkınadır; vilayeti Çin­ Maçin, şehri Bedahşan, babası Abbas Han, adı Gülperi'dir" demişler. Badeyi zorlukla içince, sevgilisi olacak Gülperi'yi baş ucunda görmüş. Dervişler sonra Gülperi'ye dönerek şöyle demişler : "İç kızım, sevdiğin delikanlı aşkınadır." Badeler içilince Gülperi ortadan kaybolmuş. ·

Bunlardan büsbütün ayn bir motife Celali'de rastlıyoruz. Pirler onun bileğine bir h,alka takarlar.

e) Mahlas verme, mahlas verme sebebi, mahlas değiştirme : Yukarıda da söylendiği gibi bir gün rüyasında Vuslati'ye "sen vuslata ermeyeceksin, ömrün oldukça feryat edeceksin" diyor­ lar, o da bu yüzden adını Feryadi'ye çeviriyor. Şenlik'e mahlası rüyasında piri vermiştir; Celali'nin bileğine halka takan pirler, ona CelaD tapşırmasuu verirler; Pervant sev­ gilisi Ümmihan'm aşkıyla şiirler söylemeye başlamıştır. Yeni yapılmış bir değirmeni görüp de "ne güzel dönüyor, pervane 205


gibi. . . " deyince pirler ona Pervani mahlasını verir­ ler. (B. bölümü için bkz. Vuslat1 (Feryadi), İbrahim Aslanoğlu. Su, Haziran 1964; sayı: 40, s. 14 v .d.; Emsali, Su, Aralık 1 964, sayı: 46, s. 15 v.d. ; Seyyid Türk, Su, Ocak 1964, sayı: 47; s. 16 v.d.; Abdülkadir Kaynar, Su, Şubat 1965, sayı: 48, s. 17 v.d. ; Talibt Coşlrun, Su, Ekim 1965, sayı: 56, s. 12 v.d.; Sanati, Su, Şubat 1966, sayı: 60; s. 1 2 v.d ; Çıldırlı Aşık Şenlik, Dr. Ensar Aslan, Ankara 1975, s. 14; Celalt, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, II. 28 v.d . ; Köroğlu, Aşık Garip ve Mahtuın­ kulu için, Pertev Naili Boratav, Köroğlu Destanı, İstanbul, 198 1 , s . 8 1 v.d.). C Aşk badesi ve badeli Aşık : Aşık edebiyatında gördüğümüz en önemli motiflerden biridir. Şiir söylemeleri düşlerinde bir pir elinden bade içtikten sonra başlayan şairler hakkında badeli Aşık sıfatı kullanılmaktadır. Aşık badeli olduğunu duyurunca onu imtihan etmek de ge­ rekir. Nihani'nin badeli olduğu duyulunca Narmanlı Sümmani, Nihani'nin köyüne gidip onunla müşaareye girişmiştir. Badeli olarak tanınan şairler arasında Köroğlu, Erzurumlu Em­ rah, Bayburtlu Celali, Yusufilili Muhibbi, İkrari, Kağızmanlı Hıf­ zı, Hodlu Şamili ve daha başkaları vardır (Türk Dili ve Edebiyab Ansiklopedisi, II, 281 v.d . ; İbrahim Aslan, yukarıda bölüm B-d; Pertev Naili Boratav, Köroğlu Destanı,İstanbul, 193 1 , s.81 v .d.). Rüyada pirlerin ıişıklara sunduğu aşk badesi yerine, kimi kez onların ağızlarına tükürdükleri de olur. Haklın Süleyman Ata 'nın ağzına Hızır tükürdükten sonradır ki o hikmetli sözler söylemeye başlamıştır. Kerem ile Aslı hikayesinde ise Kerem aşk badesini Aslı'nın elinden içer (Pertev Naili Boratav, aynı yer). Bu konuda söyleneceklerin hepsi bunlardan ibaret olmadığını da belirtmek geı:ektir. Saz şairlerinin hayatı bütünüyle incelen­ dikten sonra burada işaret edilenlere daha başkalarının eklene­ bileceği unutulmamalıdır. .

-

206


2.6.Jl

ANITKABİR SENARYOSU•

1.

Girişin Toplanma Yerinde

Tarihin saatini geriye doğru kuruyoruz. Zaman on bin yıl ön­ cesini gösteriyor. Orta Asya'dayız . Tiyan-şan Dağları'nın Han Tanrı doruğuna çıkılınca buradan doğu görünür. batı görünür, kuzey ve güney görünür. Alabildiğine bir tarih ve coğrafya uzanır: Türk tarihi, Türk coğrafyası .

İlk Ana-yurt, Tiyan-şan'ların batı ve kuzey yamaçlarıyla Aral

Gölü bölgesidir. Bir yandan kuraklık, bir yandan hızla artan nüfus ve asıl, göçebe ve hareket halinde bir millet olmaları, Türklerin bu ana-yurttan, dört bir yana taşmalarına yol açmıştır. Kuzey­ Asya, Hazar Denizi kıyıları, Azerbaycan, Kafkasya, Orta-Avrupa, Mezopotamya, Yukarı-nil vadisi, Hindistan, Türklerden korun­ mak için ünlü seddi yapan Çin, onların izlerini taşımaktadır. En eski çağlardan başlayarak, tarihin türlü devirlerinden kalma ve her yerde görülen izler . . . Türkler, tarih boyunca, birbiri ardından büyük devletler kurmuşlardır. Oğuz Han adıyla tanıdığımız Hun Hükümdarı Mete fütubatçılığı ve teşkilitçılığı ile tarihin büyük kişilerindendir. Batı Hun'lannın hükümdarı Attila, Doğu ve Orta-Avrupa'ya değin kılıcı elinde tutmuş, destan kahramanlığına yükselmiş bir ünlü Türk! Gök Türklerin hükümdarı Bilge Hakan, ilk Türk tarihini taşa yazan büyük bir Hakan! O, Orhun Yazıtlan'nda, yok olmaya yüz tutmuş olan milleti kaldırıp nasıl bağımsızlığına ve özgürlüğüne kavuşturduğunu, düşmanlarını nasıl alt ettiğini an­ latır : Başlıları eğdirdirn, dizlileri çöktürdüm. İlk Müslüman Türk devleti olan Karahanlılar' da devlet düzeni ve toplum yapısı daha da ileridir. Devlet idaresinin yollarını gös­ teren ilk eser, Kudatku-bilik bu devrin ürünüdür. (*) Tarih ve Toplum, 1 1 . (Kasım, 1984), 9-12.

207


Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun bir ucu Afganistan'a, bir ucu Mısır'a uzanıyordu. Alp Arslan 1071 'de Malazgirt Meydan Savaşı 'nda Bizans'ı yenerek Anadolu'yu Türkleştirdi. Anadolu Selçukluları çağında bütün Anadolu Türklüğü birleşti. Anadolu bütün dünya ticaretinin köprüsü oldu; zenginleşti. . . Medreseler, hastaneler, kervansaraylar, köprüler, kaleler çok yüksek düzey­ de siyasal, sosyal ve ekonomik bir uygar hayatın mevcut olduğunu anlatan tarih anıtlardır. Tarihte ve coğrafyada kaynaşan bu millet Türktür, anlamı da "güç, kuvvet"tir. Kendisi söylemez, dostu-düşmanı söyler: Türk cömert, doğru, sabırlı ve dayanıklı, itaatli, veialı, ihtiyatlıdır. Sır saklamasını bilir; insanları ve memleketleri de�emiştir; korku­ suzdur; gururuna, bağımsızlığına, özgürlüğüne düşkündür; savaşçıdır; savaştan başka yerde hile nedir bilmez. Türkler, bir cihangir ulusun, bir yurda bağlı kalmakla birlikte, göçebe ve cevval olması gerektiği kanısındadırlar. Daha Şamanlık çağlarında, hikim bir millet olarak yaratıldıklarına ve kendile­ rine bazı insan-üstü özellikler verildiğine inanmışlardır, buna komşularını da inandırmışlardır. Fütubatlannda, her vakit çok sade ve esnek teşkilat sistemine, törelere, yasalara dayanmışlardır. Küçük, fakat sağlam bir düzene uyan kuvvetlere dayanarak süratli hareketle ihtiyatı, etraflıca hazırlanarak iş görmeyi bir arada bulundurmuşlardır. Türklerin cihan hakimiyetinin sırlarım komşularından kimisi at yetiştirmelerinde ve biniciliklerinde; kimisi de yada taşının tılsımında sanmışlardır. Oysa bu sır, daha tarih öncesi onların "çeliğe bürünmüş" bir millet olmalarındadır, yani demiri çıkarıp işlemesini bilmişlerdir. Türkleri, yalnızca savaşçı ve göçebe bir millet olarak tanımak yanlıştır. Tarih-öncesine ait kazılar onlar hakkında daha başka gerçekleri de aydınlatmıştır. Bu kazılarda, eski kültürlerin en aşağı 208


tabakalarında, tanın hayatı ürünleri, insan eliyle sulama kültüni meydana çıkarılmıştır. Dan gibi, bal gibi tanın kültürüne bağlı birçok kelimeler Türklerindir. Atçılığı Türkler, İsa'dan önce, daha 2500 yıllannda , belki daha önceleri ilerletmişlerdir. İlk kez atı evcilleştiren, savaşta, tarlada kullanan onlardır. Atlarıyla ırakları yakın euneyi başarmışlardır. Kültürce ileri olduklarını gösteren çok tanıklar vardır. Gök Türkler Orhan alfabesini kullanmışlar, dillerini bir yazı ve ede­ biyat yükseğine çıkarmışlardır. Uygurlar devrine ait tapmak ve manastır yıkıntılarında nice sanatlı, güzel duvar resimleri ve min­ yatürler bulunmuştur. Semerkand, Buhara, Beykend ve Merv gibi nice büyük şehirleri kuranlar da Türklerdir. İlerleyen şehir haya­ tı yanında, Orta Asya'da, Doğu-Batı ticaret yolunu bir yandan Çin'e, bir yandan Orhun havzasına değin açmışlar, ticareti geliştirmişlerdir.

Osmanlılar Devri Anadolu Selçuklularından sonra, XIII . yüzyılda, Anadolu'nun batı sınırlarında beylikler -bunlar Moğol baskısına direnmekte­ Anadolu 'da Bizans'ın elindeki yerlerin fethine girişmektedir. Bu çağ, Alplar Çağı, Gaziler Çağı'dır. Uç beylerinden biri Osman Bey -Buyruğunda kırk bin atlı ve bir o sayıda yaya- sade bir hayat sürüyor. Bir topluma düzen vermek, akıncı bir toplumun başında bulunabilmek için gerekli bütün erdemleri kendinde toplamış -kol gücü yanında kafa gü­ cü: - Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucusu işte bu bey ! Bursa'yı alan Orhan Bey'in büyük oğlu Süleyman Paşa, 1352 'de denizi geçip Rumeli yakasında ilk köprübaşım kurdu ve Rumeli açıldı Türklere. Artık sancaklar çözülür, kösler vurulur -düşer kaleler bir bir, şehirler bir bir- Edime'nin ardından bir akınlar ve fetihler zincirinin sesleri yüzyıllarca yankılanır durur. n.

Rumeli fütuhatı, düzenli bir yerleşme siyaseti ile birlikte yürümüştür. Anadolu'dan getirilen göçmenler askerlik ve ticaret 20')


yolları üzerinde.yerleştirilmişlerdir. Bu

bir yurt tutmaktır. Türk­

ler vardıkları yerlere, bırakıp dönmek için değil, kalmak için gitmişlerdir; fetihlerin amacı bu. Kılıç gücü kadar, manevi kültürJeri de üstün Türklerin . . . Bursa'da iJk medrese, sonra İznik'te, sonra her yerde, her yanda bayındırlık eserleri: Camiler, hastahaneler, kütüphaneler, med­ reseler, hanlar, hamamlar,

imarethaneler, vakıflar, yollar,

köprüler, çeşmeler. Din ve dünya işlerinde taassup yok -Fatih'in

öğretmeni olan Hoca-zade'nin bir adı ''Akl-ı Selim.''- Örf­ ler ve yasalar, şeriat kanunlarından güçlü -kanunlar, fermanlar, vakfiyeler- senin, benim anlayacağımız Türkçe ile bilimin her dalında ünlü kişiler- mutlak adalet -kanun saygısı-, makul bir vergi sistemi-sıkı bir disiplin altında bilinçle, azimle teşkilatlanmış bir toplum- başa geçenlerin hepsinde halkı tutma.

Denizde gider gibi, tay­ falarıyla, yelkenleriyle, kürekleriyle, bütün donatmııyla, bay­ raklan, buyruklarıyla Boğaz'dan kalkıp karadan gemiler indirilir Haliç'e. Fatih bizimdir, İstanbul bizimdir. Rumeli ve Timur sarsıntısı gerilerde kalmış .

Anadolu diye iki ayn parça sayılan Türk vatanı bu fetihle bir bütün olmuştur.

Hüner, bir şehr bünyô.d eylemektir Reaya kalbin abô.d eylemektir diyordu Fatih. Sonra Yavuz

Sultan

Selim'le,

İslam

dünyasında

tam

üstünlüğümüzün kurulduğunu görüyoruz . Kanuni'nin kişiliğinde, Türkün büyük]üğü, asaleti, yüksek ka­ rakteri, ölçülü, adil ve vakur hükümdar tipi bir anıt gibi yükse­

lir. İki denizin ve iki karanın hakimidir o -Akdeniz'le Karadeniz birer Türk gölü olmuştur- Türk donanmasının bayrakları, ta Hind denizlerinde girdaplarla birlikte çalkalanmaktadır onun zamanında. Geniş bir alanda da] budak salan kültürü, zengin ticareti , dört yönde zaferleri ve fetihleri ile onun çağına "Türk asn" denmiştir.

2 10


Sonra karşı alemdeki yeni buluşlar -bunların toplum ha­ yatındaki önemleri vaktinde kestirilemediğinden başlayan geri­ leme . . . - Avrupa'ya, onun sanayileşmesine, makineleşmesine ayak uyduramamak yüzünden iktisadi bir çöküş . Her savaşın so­ nunda birer birer düşüp elden çıkan kaleler, şehirler, ülkeler . . . Bu gerileme konaklan, artan bir süratle geçilmiş, sınırlar gittikçe daralmış, sonunda Türkleri 1. Dünya Savaşı'nın ateşine atmıştır. Türklerin bu savaşın - bütün cephelerinde ve en büyüğünü Çanakkale'de, son neferine ve son neferinin son damla

kanına

kadar, vatanını savunmada gösterdiği eşsiz kahramanlıklar yalnız onun değil, insanlık'tarihinin büyük destanıdır. Bu destanın kah­ ramanları tarihlere sığmaz.

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? Gömelim gel seni tarihe desem, sığmazsın! m.

Atatürk Bölümü

On bin yıllık Türk tarihinin sayfaları çevrildi, çabuk çabuk. Son sayfayı açıyoruz, yazısı çetrefil, yazılması kolay, okuması güç. Bir kara düşü anlatır tarih, yonnası bizden -nice kara düşleri biz hayra yormuşusuz; hayra çıkarmışız, tarih boyunca. - Ve

"Tarih, bir milletin kanım, hakkı m, varlığını hiçbir zaman inkAr edemez!" Atatürk'ün sözü : "Manzara-i Umumiye: Osmanlı devletinin dahil bulunduğu grup Harb-ı Umumi'de mağlup olmuş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şeraiti ağır bir mütareke imzalanmış . . . Ordur nun elinden esliha ve cephanesi alınmış ve alınmakta . . . İtilaf Devletleri mütareke ahkamına riayete lüzum görmüyorlar . . . İti­ laf donanmaları ve askeri İstanbul' da . . . Adana vilayeti Fransızlar; Urfa, Maraş ve Ayıntap İngilizler tarafından işgal edilmiş. An­ talya ve Konya'da İtalyan kıtaat-ı askeriyesi; Merzifon ve Samsun'da İngiliz askerleri bulunuyor . 15 Mayıs 19 1 9'da İtilaf 21 1


Devletleri'nin muvafakatiyle Yunan ordusu İzmir'e ihraç edili­ yor.

Bir kara duman çölur İunir üstüne: Bir gavur duman! Kor gibi parlar bu karanlıkta Rıhtım 'da dölcülen er Türkün kanı, Bir kıvılcım gibi tutuşur bu kandan Yurdun her yanı; Bir "icara savtq " başlar, Düşman kahbece, Türlckr yiğitçe. Paşası, beyi, eri, subayı bütün millet hep bir ağızdan :

Vatanın bağnna düşman dayasın hançerini, Bulunur lwrtaracak. bahtı kara maderini, diyor. Sonra, tarih

:

19 Mayıs 1919.

Bir gemi açılır engine, Bu tek gemi, bu küçük tekne Bir yenümez donanma heyetinde yarar Karadeniz'i. İçinde bir asker var, bin asker gibi,· Bir kılıç var belinde, gücü bin kılıç; Bir ordu gibi çıkar o tek asker Samsun 'a, Kuşanır bir kılıç gibi Anadolu yu, Bir kılıç gibi kuşanır onu Anadolu. . . En.urum yaylasında bir şafak söker, Bir bayrağın dinç kızıllığı vurur Yurdun üstüne . . . "Tek karar, hıikimiyet-i milliyeye müstenid, bila kayd ü şart müstakil bir Türk devleti tesis etmek' '. Mustafa Kemal ' 'gaye-i mukaddesemiz için her türlü fedakarlıkla çalışmak üzere, sine-i millette bir ferd-i mücahit" olduğunu ilan etmiştir. Erzurum 212


Kongresi'nde "teşkilat-ı medeniye ve esasiyesi ile henüz yaşamakta olduğumuz bütün cihana bir defa daha büyük bir kuv­ vet ve metanetle" duyurulur.

Tele bir asker millet olmuı, Bütün millet düşmüı ardına, Yürüyen, büyüyen, yaldlqan bir dağ gibi İner Mustafa Kemal, Sivas 'tan Ankara )ıa... Boz/ar ortasında bir küçüle ıehir Ankara : Iıı/csız, ağaçsız, susuz.. . . Ve icar ve /aş ve buz.. . . Ankara'da btqlar bir yürek çarpmaya, Bir damar atmaya. Kuru damarlarda bir kan doliqır, Ilgıt, ılgıt Ankara'm heyecan, Ankara 'm kan, Ankara 'm can bulur. İstanbul'dan da haberler gelir, Kara mı kara. . . Sokaklarda kaynllfır, Ye 'cuç, Me'cuç. . . Askerler silngillenir karakolda, Kahbece. . . Asker ka1Jı durur, Yüce mi yüce Asker bir avuç ••

• • .

•••

.•�

Arkasından bir kara lcağıt imzalanır bir yerlerde. . . Savaş bitmiştir, onlarca; bizce değil -bizimki yeni başlayacak- savaş bitmiştir, onlarca hem de zaferle (!) -bir kutlaması kalmış. Tarih 10 Mayıs 1920.

Cilnbilfl�r lcurulmuı bir yaban yerde, Türlcüler söylenir, saz benim değil. Bir çömlek düzülür Sevr'de,

213


Kara nakJşlı, Yar.dar üstünde karadan kara, Dil benim değil, söz. benim delil. Bir ya:osır. harta gibi sennişler Anadolu 'muzu, Masanın üstüne, Ras-gele bir boya vurulmuş, o yana, bu yana, Alaca-bulaca Parçalanmış Anadolu 'm, Türkiye 'm Kan otunnUf yüreklere! Alaca bezler çekilmiş direklere, Bu pörsük, bu kansız. beı benim değil... Çiğnenmiş topraklar benim, İndirilen al bayraklar benim! •.•

.•.

Başlar top sesleri, başlar savaş. Artık ' 'Milli mücadeleyi ya­ pan doğrudan doğruya milletin kendisidir. ' ' Kadınlar emzirir mer­ mileri kağnı üstünde, yağmur altında . . . Mermiler kadınların sırtında . . . Düşman yürür, ocaklar söndürür; düşman yürür, kan içinde, çoluk demez, çocuk demez . Düşman yürür, ırz demez, can demez; düşman yürür, kadın demez, kız demez . Düşman yürür, hep bu minval, İnönü savaş meydanına dek-susamış kanına. Ama. . . Altı bin tüfek susturur, yirmi bin tüfeği ve yirmi sekiz top iki yüz topu . . . Düşman döner, gelmesi dönüp kaçmak içinmiş meğer. Gel, Metris-tepe'den seyret alanı : "Düşman, binlerce

leşle doldurduğu meydanı, silMılarunıza terketmiştir." Ve ' 'burada yalnız düşman değil, milletin makds talihi de yenilmiştir. " Bu yandan, şimdi Mustafa Kemal Başkumandan. Bir mavi çizgidir baksan Sakarya, hartada. Tarihte Sakarya, geceli-gündüzlü yirmi iki gün arasız bir savaşın, "cihan tarihinde ender olan büyük bir meydan muharebesi,.'nin adıdır. Yüz kilo­ metrelik bir cephe üstünde mi dedik, hayır, "hatt-ı müdafaa yok­ tur, sath-ı müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır.'' Ve

214


Mustafa Kemal, Çanakkale' de, daha Anafartalar'da hakettiği un­ vanını alır bu ı.aferle : Gazi . Bütün erleriyle birlikte. Bir kaynaşma var, Akşehir' de. Paşalar vermiş ler konuşur? Mustafa Kemalim, Tuz

Gölü

baş-başa, ne­

üzerinden varmış

Konya'ya -Kendi Konya'da, adı Çankaya'da, çaydadır. Koca-tepe'de bir çadırlı ordugah -Bayrağının şavkı vurmuş günün üstüne- Güneşle birlikte doğar top sesleri ve 30 Ağustos'ta "düşmanın

kuva-yı

asliyesi

imha

ve

esir

edilmiştir" ,

başkumandanlanyla birlikte. Bir keskin. askerce kısa bir emir du­ yulur Dumlupınar' dan -Top sesleri arasından yankılanır :

' 'Ordular, ilk hedefiniz �deniz'dir, Beri. ' ' Ve ard-arda kal­ kar

bu

mahşerden

ayağa

:

Kütahya,

Eskişehir,

İzmir.

Başkumandan ' 'milletin mukadderatmı doğrudan doğruya deruhte ederek yeis yerine· ümit, perişanlık yerine intizam, tereddüt ye­ rine azim ve iyman koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıka­ ran Meclisimizin, civan-mert ve kahraman ordularının başında, bir asker sadakat ve itaatiyle emirlerini yerine getirmiştir' ' ve

"Yunan ordusu harim-i ismetimizde tamamen boğulmuştur". Ve ey bu zaferi kaı.anan Türk askeri "dünyanın hiçbir or­ dusunda, yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam bir as­ kere rast gelinmemiştir. Her zaferin mayası sendedir. Her zaferin en büyük payı senindir. " Bir inkılAp kervanı çıkar yola Çankaya' dan v e Meclisin için­ den : Saltanat gider. Bir başka kağıda yazılır Lozan. Ve Mua­ hedesi ' 'Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış, Sevr Muahedesiyle ikmal edildiği ı.annedilmiş, büyük bir suyıkasdın inhidamını ifade eden bir vesikadır. ' ' Yeniden fethedilir İstanbul . Ankara, İstiklil Savaşı tarihi­ nin kendisidir ve hükümet merkezidir. Yüzbir pare top gürler ufuklarda. Cumhuriyet ilin edilmiştir. Hakimiyet bila kayd ü

şart milletindir. Yapılan 'işlerin en büyüğü,

temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye

215


Cumhuriyeti'dir. " "Türk Cumhuriyeti'ni tesis eden Türk halkı medenidir; tarihte medenidir, hakikatte medenidir. ' ' Bundan do­

da

layı

"medeni ve beynelmilel kıyafet bizim için çok cevherli,

da bizim gibi Onlar yüzlerini cihana göster­

milletimiz için layık bir kıyafettir. ' ' ' 'Kadınlarımız müdrik ve mütefekkir insanlardır.

sinler ve gözleriyle cihanı dikkatle görebilsinler. " Çünki "sefil olursa kadın, alçalır beşer . ' ' ' 'Dünyada fütuhatın iki vasıtası vardır : Biri kılıç, diğeri sa­ ban. Hakiki fütuhat yalnız kılıçla değil, sabanla yapılandır" der Atatürk. Şimdi artık "her vasıtadan evvel büyük Türk milletine onun bütün emeklerini kısır yapan çorak yol haricinde kolay bir okuma-yazma anahtarı verilmelidir . . . Bu okuma-yazma anahtarı ancak Latin esasından alınan Türk alfabesidir. " Geleceğin Türkiye'si için yeni yeni yollar açan eşsiz Atatürk yurdun kalkınmasına, gelişmesine de ışık tuunuştur. ' 'Artık ser­ best ve müstakil bir hayata atılan Türkiye için hayat-ı iktisadi­ yesini boğmakta olan kapitülasyonlar mevcut değildir . . . Ekonomik kalkınma, Türkiye'nin hür, müstakil,

daima daha kuvvetli, daima

refahlı Türkiye idealinin belkemiğidir. " Kalkınma yoluna giren ve "on yılda on

beş milyon genç yarattık" diyebilen Türkiye'de

biz "çelik ağlarla ördük anayurdu dört baştan . " Dünya milletleriyle olan ilişkilerimizde "dürüst ve açık olan siyasetimiz sulh fikrine dayalıdır' ' diyen Atatürk şu ilkeyi koymuştur : "Yurtta sulh, cihanda sulh. " Atatürk bu Cumhuriyet'i, onu yaşatacak olan bu devrimleri ' 'çalışkan, zeki, birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiş olan Türk milletinin . . . içerde ve dışarda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni sosyete ve yeni bir devlet' 'in sahibi olan Türk mil­ letinin gençlerine emanet euniştir : "Ey Türk gençliği, birinci vazifen Türk İstiklAlini, Türk Cumhuriyeti'ni ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir Muh­ taç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur. " •.

Ne mutlu Türk'üm diyene.

2 16


2.6.12

Kitaplarda neler var? KAHİRE'DE GÜNLÜK

1599'DA

MUSTAFA

HAYAT•

w, HALATÜ'L-KAHİRE MİNE'L Aı>A.Ti'Z-zABiRE

AşaAıda verilen parçalar, XVI. yüzyılın çok yönlü bir yazan

olan Gelibolu 'lu Mustafa Ali 'nin yukarıda adı verilen kitabından allllDllştır. Kitabın Arapça olan adı "Yaşamakta olan adetleri

yönünden Kahire' ' anlamınadır.

Eserde, yazarın 976 (1568) ve 1008 (1599) yıllarında Kahire'yi ilci kez ziyaretinde, orada gördükleri an1ablmaktadır. Ali, bu iki

ziyaret arasında geçen otuz yıl içinde Kahire'nin iyiden kötüye

giden değişimlerini, arada manzum

parçahir da koyar3k, türlü yön­

lerden ele almıştır. Bir giriş, iki ana bölüm ve bir ekbölümden meydana gelen kitabında o , Mısır'ın İslirnlıktan önce, İslamlıktan sonra ve Osmanlılar idaresindeki durumunu göstermektedir.

1. Bölümde, Mısır'ın güzel, beğenilen yanlarını vermekte, il.

bölümde idarenin ve halkın çirkinleşen yüzünü açmaktadır.

Yirmidört yanbaşlıkta verilen 1. anabölümün önde gelen ko­

nuları, Nil Nehri, Ehramlar, Ezber Camii , Mısır'ın bereketi ve

bolluğu, cündileri, şenlikleri, kahvehaneleri, Şafi Havuzu ve başkalarıdır.

II. anabölümde, elli yanbaşlıkta Mısır'ın değişen ve çirkinleşen

yüzü anlatılmaktadır. Bunlarda, Mısır kadınlan, kadınların ve er­ keklerin

kılık ve kıyafetleri, Mısırlıların yemeleri, Türkiye'de

yetişmeyen yemişleri, alış-verişleri, düğünleri, dilencileri, ölü gömme adetleri, ağıtçıları, mezar ziyaretleri, ulakları , ziyafetleri,

Mısır askerinin düzeninin bozulması gibi konulan okumaktayız .

Konular önemi oranında ve ölçüsünde ele alınmıştır. Kimi ko­ nular da ayn ayrı bölümlerde tekrarlanmıştır.

Bu yazımızda kitaptan Kahire'nin kahvehaneleri, düğünleri,

Şafii havuzu seçilmiştir.

(•) Tarih ve Toplum 4 (Nisan 1984) 65-67. 2 17


Kitabın sonunda Mısır'da beylerbeyilik yapanlar sıralanmak­

tadır. Bunlann nasıl adamlar oldukları, kişilikleri, iyilikleri, kötülükleri anlatılmakta ve kimilerinin dikkate değer portreleri çizilmektedir. Bu portrelerden bir örnek olmak üzere Zekeriyya­ zade Kadı Yahya'yı alıyorum. Ali'nin bu eseri , Prof. Andreas Tietze tarafından yayımlanmıştır. O, İstanbul kitaplıklarında bulunan üç yazma­ ·dan yararlanarak hazırladığı eseri Mustafl An's Description of Cairo of 1599 (Wien 1 975) adıyla bastırmıştır. Tietze bu yayımında Selim Ağa K.itaplığı' ndaki yazmanın fotokopisini ver­ dikten sonra, eksikleri eserin öteki ilci yazmasından tamamla­ mak yoluyla Hfilit-ı Kahire 'nin transkripsiyonunu ve İngilizce çevirisini de vermiş, başa da Ali'nin hayatı, eserin yazmaları ve içindeki konular hakkında bir önsöz koymuş ve çevirinin indek­ sini de eklemiştir.

I. Kahire'nin Kahvehaneleri (Sellin Ağa Kitaplığı Yazması, ypr. 586-596; transkripsi­ yon, s. 108-110) Yirmiüçüııcü : Bir de Kahire şehrinin kahvehanelerinin çok­ luğu. Adım başında bir kahvehane vardır. Bunlar ademoğullannın toplandığı baha biçilmez yerlerdir. Seherde namaza kalkanlar ve dindarlar doğrulup buralara varırlar; bir fincan kahvelerini içip canlarına can katarlar. Bir bakıma bunun verdiği keyfi, taat ve ibadetlerinin güçlenmesine sebep bilirler. Bundan dolayı kahve­ haneler öğülür ve anlatılır. Ama buralarda toplanan cahillere göre anlatılmaya değer yanı yoktur. Şüphesiz tabiat ehli ve ince üslup sahibi olanların bu yazdıklarıma ilişip Sataşmamalarını , burası el­ bette ikinci bölümde gerekti dememelerini rica ederim. Çünkü bu bölümde kahvehanelerin anlatılmasının, ikincide ise zamanede kahve içenlerin ayrıntılarıyla ele alınmasının daha doğru olduğu bilinmektedir.

218


Kısacası, Mısır diyarında kahvehanelerin çoğu aşağılıklarla ve tiryakilerle dolu ve nicesi emekli, yaşlı çavuşlarCI ) ve müte­ ferrikalarla(2) dopdolu olup bunlar güneş

doğmadan gelirler, bir

eski hasır döşeyip akşam oluncaya kadar eğlenirler. Kimisi, köle kısmının keyf ehli(3) , söze geldikçe törpü-dillilerin keskin kılıcı, dünyanın olaylarım bilir geçinir Kölemenlerdir. Onlara ' 'idrak semtine gel" deseler, aklın yattığı yola girmez, kelemen(4) ke­ limesini anlamaz, gelmen(5) sözünden geçmez. Karaşet keli­ mesini<6> , salt bundaki harflerin boğaz olan çıktığı yerlere

yakınlığına dayanarak kara eşek sözünden ayıramayan bir bölük iki ayaklı eşeklerdir. Birtakımı da ata, dona gücü yetmez, divan hizmetini yap­ mağa gitmez, adlan çavuş ve müteferrikadır. Bedava geçinmekle ün almış bir fırkadır ki işleri kahvehanenin üst köşesine_geçip otur­ maktır. Söze geldikçe zenginlikten dem vurup veresiye kahve

içmektir. Ve yalan-yanlış girişler yaparak otu geçtiği gibi(7) ken­

disinden geçmektir. Yani çoğu sözleri, yalandır; boş dedikodu­ ları ya birini çekiştirmek, ya birinin kötülüğünü söylemektir, ya da koğuculuk ve iftiradır : " Filan zamanda filan idim ; ve filan devletlüye itibarlı bir kethüda idim; ve filan serhadde bir peh­ levan idim; ve filan savaşta kimi Rüstem(8) ve kimi Neriman(9) idim" deye kesip atarlar. Bugün de kendilerinden doğru bir söz çıkması ne mümkün, ne de bunun kolayı vardır.

( 1) Divan-ı Hümayun müb&şiri ve icra kuvvetine hizmet etmekle yükümlü bir sınıf mensubuna verilen ad. Mı111r divanında, Mısır Beylerbeyilerinin top­ lantılarında hizmet etmekle yükümlü olan görevli. (2) Hükümdarlarla vezirlerin ve başka hizmet sahiplerinin yanında hademe gibi bulunan bir bölük hizmetlilere verilen ad. (3) Esrarkeş, esrar düşkünü. (4) Kıpçak lehçesinde "gelirim" demektir. (5) "Gelemem" (6) Arap harflerinin sayı değerlerine göre düzenlenmiş olan ebced alfabesinin içindeki kelimeletden biri. (7) Yuttuğu afyonun sarhoşluğu geçer geçmez. (8) İran destanı Şehname'deki baş kahramanın adı. (9) İran destanı Şehnarne'deki baş kahramanlardan birinin adı.

219


Yazann(IO) La 'net olsun ana kim slJjky. lcasden yaları Ede geh ilkre, gelı undüye varır bühtan İfi hiç rlzst gelür mü ol aed nekbetinin(l 1 ) Kizbedüp( 1 2)eyleye iynumı s•r4Jın viran Hay/ o mümin gözüne kim baka lclu.Jp(13) yüzüne Yazık ol dofruya kim efriye olmıq nigeran(1 4) KAzibin yüt.üne bakan lifinin onma:; qi Eri§ür mtmU!lelcine nice yüı.den 1ıüsran( 1S) İnceden inceye araşbnlıp varılan gerçek şu ki

adı geçen şehrin

kimi kahvehaneleri ağzı salyalı divAneler ile dolu, hele akıl ve idrake yabancılarla dopdoludur. Oysa darüşşiffilan, delilerin has­ retine tutulmuş bimarhane( 1 6) adını taşırken kendileri o hastalığın hastası olarak harap olmuşlar. Bucakları dopdolu akrep, yılan ve

kimi bit. · Kahvelerde kendilerinden geçmiş, va.Iih ve hayran<m tiryakiler' duvardaki suret gibi duvara dayanıp kalmışlar' Müslümanların toplandığı köşeleri puthaneye döndürmüşlerdir. Şaşılacak yer şurasıdır

ki

onun gibi uygunsuzlara saz bile

çaldırırlar. Binlerce kımıldayan ölü ile dolmuş meclisi düğün evine döndürürler. Oysa onları kim okur, kim dinler. Zavallı sazen­ deler yalnız ücret almak için çalıp çağırırlar; çenk ve rebib gibi inil inil inlerler.

(10) Ali'nin ele aldığı konulann sonunda, önce söylediklerinin tenkidi yerinde

(11)

(12) (13) (14) (15) (16)

(17)

220

yazmayı adet edindiği manzum parçalann başına koyduğu başlıklardan biri. Alçak, değersiz, kötü kişi, sefil. Yalan söyleyip. Yalancı. Bakmak. Ziyan. Tımarhane, hastahane. Esrar sarhoşu.


Nerde bulunur öyle bir kahve ki Türk zarifleriyle dolu ol­ sun, ya da Arap ve Acem bilginlerinin toplandığı bir yer olsun.

Düğünleri (Selim Ağa Kitaplığı Yazması, ypr. 668-6()h; transkripsi­

n. Mısırblarm yo , s. 123-125)

n

Yirmiildnd : Gelin ve güveyi ile ilgili törenler konusudur. Bir

kız bir ere verilse ilkin kadınların düğün toplantısı olur.

Kına Gecesi dedikleri bu gece toplantısında mutlaka güveyi do­ natıp bir kürsü üzerine oturturlar. Bildiklerinden ve yabancılar­ dan orada bulunan kadınlar ve kızlar ve erkeklerden kadınlan seyretmeye düşkün olan perişan kişiler ilci tarafa dizilip oturur­ lar. Sonra süslenecek olan gelini donatırlar. Bu yazıcılar< 1 8) güçlerini gösterip gelini süsledikten sonra balmumu ile gözleri­

nin kapaklarını berkidirler; yani gelin başkalarına bakmayıp

gözünü açınca

güveyini gördüğünün hatırasını bu gözlere

yerleştirirler. zaten daha o gece gelin gözünü açsa da güveyin­

den başka, orada dizilip duran namahremlerin birine baksa öli.ip gidince o ayıpla anılması kesinleşir, herkes de bunu böyle bilir. Sonra geline ait kaç parça giyecek varsa bunları ona mutlaka bir bir giydirirler. Süsleyip donattıktan sonra damadın karşısına getirirler . Güveyi de gelini her yanından seyreder. Ama gelin o halkın toplandığı yere gözü bağlı gelir, gider. Nihayet süsleyip donatma işi sona erer. İlkin kadınca giyinip kuşandıktan sonra erkeklere göre davranışlar ortaya çıkar. Kısacası kimi perişant destar< 1 9) ile, kimi külahlı ve gecelik takkeye yaraşan tavırlarla, çok sonra da çavuşların giydiği mücevveze(20) ve bozdoğanJa(2 1 ) ( 1 8) Gelin yüzü yazanlar, gelini süsleyip donatanlar. ( 1 9) Kulların ve uşakların giydiği bir tür sank. Kapıcılarla bölükbaşılan, subaşı, şehir kadısının kethüdası gibi aşağı durumdaki görevlilerin giydikleri başlık. Bunların tepesinde yerine göre sorguçları da vardı. Bir tür başlık üzerine sarılan sarık. (20) Eskiden giyilen başlıklardan birinin adı. Ağzı yukarısına göre dar, te­ pesi kırmızı renkle çıkıntılı mukavvadan ve silindir biçimindedir. (2 1 ) Demir savaş topuzu, demir topuz.

221


gösterilir. Ama nazlı gelin damada yakın gelince elindeki topuzla vurup onu hükmü altına almayı kasdeder . Gelinin yakınları buna çalışırlar; güveyinin yakınları da yine o niyyetle zavallıyı kapıp götürüp kurtarmaya çalışırlar. Oysa yine de iki halden bi ri olur.

Geliri o sırada ya güveyiyi vurur ya da ona eri şemediği görülür . Gerçi bunca namahrem kadınların ve kız-oğl an kızların açık oturması ve güveyinin kendilerine mahrem gibi sayılması yolunda erkekler takımının da levend ve evbaşları(22) ve zampara deni­ len nefislerine düşkün nice kallaşları birer köşeden bu durumu seyrederler. Hatta "bu fılanın avratı , bu da filanın melek huylu

bakire kızıdır" deye birbirleriyle işaretleşirler; göz ucuyla ezi­ lip büzillerek, gizlice yalvarıp yakarmalarla göz etmelerinin yüce şeriata aykırı olduğu meydandadır. Ama bu çirkin davranışları " biz bunu babalarımızdan böyle gördük" ayetine(23) sığınıp sürdürü p giderler . Kimi yakın dostlardan bu anlatılanın gerçek mi, yalan mı ol­ duğunu soruşturduğumda gerçek olduğunu söylediler. Memle­

ketin namuslu olan, sayılır; ulu kişilerinin ve vilayetin ileri gelenlerinin düğünlerinde bu kepazeliğe izin verilmediği, ancak kimi fellıihların ve aşağılık kimselerden nice ırz ve namus yok­ sulu küstahların düğünlerinde bunun olduğunu söylediler. Hele, o gece gelinin ellerine, bileklerine ve ayaklarına , topuklarına varıncaya dek gül, sünbül, lale ve karanfil resimleri yapılıp ba­ har ve çiçeklerle nakışlanmasının gerçeklerden olduğunu anlattılar. Bir de Arap çocuklarından biri güveyi olup halvete gireceği gerdek gecesinde onu atlandırırlar. Davul, nakkare ve zuma ile gece sabaha kadar gezdirip yüzlerce kişi onu mehtaba ve ışıl ışıl meşalelere karşı eğlendirirler. Yoksa kendisinden başka atlı yok ama yayası ve bağırıp çağırmaları umulandan artuktur. Bu yolla (22) Ayak takımından olan, aşağılık kimse, karışık adam, rezil. (23) A 'raf suresi, ayet 28.

222


güveyiyi deccal gibi mahalle mahalle gezdirirler. Ardınca eşeklere binmiş .kadınlar ise

liilu

avizesi ile şehri doldururlar. Ne zaman

ki akraba ve teallı1katının ve tanıdıldarırun ve evli kadınların yan­ larına uğrarlar, onlar da şenlik vaveylası ile meydana çıkıp karşısına saf bağlarlar. Sabaha yakın olunca bu seyirleri son bu­ lur. Güveyi ondan sonra arzuladığı döşeğin üzerinde ma'şukasına vasıl olur. Gelinin mumlanan gözleri balmumundan o zaman kur­ tulur.

nı.

ŞMli havuzu

(Selim Ağa Kitaplıw Yazması, ypr. S9h-60ba; traoskri� siyon, s. 110-111) : Bir de Şafii havuzu denilen, yani o temiz 4 2 mezhebin Hılaf( ) adındaki pis havuzlarıdır ki irin suretinde

Yirmidördüncü

donmuş ve sümük ve balgamla buz tutmuş, tükrük gibi nesne­ lerle bulanmış, içi dışı çörçöp dolu iken Hazret-i İmam Şafii -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bunun gibi sulan tabir tutmuş deye ondan abdest alırlar ve bununla tahareti caiz görmüştür deye ellerini yüzlerini . yurlar. Ama

başi

Hazret-i İmam'ın o yüzden

caiz

görmüş olsun.

pis sular onun temiz gözüne çarpmış olsun da bundan sonra bun­ larla taharetin sahih olduğunu

Allah'ın hikmeti, o türlü bir havuza bakan manzaraları çok olan bir yüksek köşkte bulundum. Sabah ve akşam Şafii mez­ hebindeki kavmin o havuzdan temizlendiklerini ve o suyu kul(24) Fıkıh ile ilgili konulardan bir bilim dalıdır. Bir meselede şeriate uygun tanıkları ortaya koymak ve buna aykırı olan delilleri yok etmektir. Bu dalda pek çok eser yazılmıştır. Bunların en tanınmışı Beyhaki'nin (öl . 458) eseri olup bunda İ mam Şafii ile EbQ Hanife arasındaki ihtilaflı me­ seleleri toplamıştır. Bu meselelerden biri de Şafii havuzu denilen ve eni iki zirA, boyu dört zirA ve derinliği bir zirA olan bir havuzun suyunun abdest almak, gusletmek gibi temizlenmeler için şeriatça uygun sayılıp sayılmayacağıdır. İmam Şafii bunu caiz görmektedir. ZirA, yerine göre boyu değişmekle birlikte genel olarak 68 cm.lik bir uzunluk ölçüsüdür.

223


landıklannı ternaşi kıldım. Eni iki zira v e boyu dört zira ve de­ rinliği bir zira olan havuzdan, diyelim bir saatte bir uğursuz fellah, kirli ayaklarını yurdu ve biri de onun yanında safa ve zevkle ab­ dest almaya hazırlanıyordu. Bununla birlikte bir edepsiz de o ha­ vuzun kenarına yakın yerde işedi, öylesine

ki pis sidiğinin

damlaları etrafa serpilip bu havuzun içine gidiyordu. Bunlardan başka bir pis meşrepli henüz haladan çıkmıştı, ne�aset bulaşmış elini istinca(25) için o havuzun içine sokmuştu. Oysa o pis su­ ratlı adamlar o murdar çirkeften ne olursa olsun çekilip uzaklaşarnıyorlardı . Yarablışları dolayısıyla yüzlerini tersine döndürüp o sidik ve nec!setle karışmış olan sudan iğrenmiyorlardı.

Yamnn kıt'ası Hdş4 ki böyle meşrebe ben pldulir diyem Ya öyle ıahsa saJıib-i ülraJu:Jir diyem Hdş4 bu kavle kail ola hauet-i İmam Ndpak olandan etmeye ızhar-ı nehy-i tam Andan uırflret olmaya bu irtikllbda Ve/ret dahi mukarrer ola ol db-ı ndbda Murdara meyleden kişi murdardır hemin Nlıpak olan bu vaz'a talebkdrdır hemin(26)

(25) (26)

224

Büyük abdest bozulduktan sonra taharetlenmek, necAsetten kurtulmak için temizlenme. Bugünkü Türkçe ile : Allah korusun, ben bu tutumda olan bir kiıiye temiz diyeyim. Ya öyle kiıiye akıllıdır diyeyim. İmam Şafii Hazretleri bu söze ıizı olsun, kesin olarak bayır; temiz olmayan bir nesneyi bütünüyle engellemesin, olmaz. Hem de böyle bir sudan temizlenmekte sıkılcım da yoktur, hele bunca çok, bol temiz su varken. Pisliğe yönelen kiıinin ken­ disi de zaten pistir; ancak murdar olan kiıiler böyle pis bir sudan te­ mizlenmeyi isterler.


iV. Zekeriyylzade Kadı Yahya (Selim Ağa Kitaplığı Yazması , ypr. 88L898; transkripsi­ yon, s. 168-169)

Bu kitabın yazıldığı tarihte Mısır kadısı olan Çelebi, eskiden şeyhülislam olan Zekeriyya Efendi'nin edepli terbiyeli oğlu Yah­ ya Çelebi'dir. Ünlü bilginler onu tanır. Medresedeki öğrenimini en kısa zamanda tamamlamış, molla olarak ve bir bilgin olarak yetişmesi çok kısa zamanda olmuştur. Bir olgun kişi olduğu akıllarda ve zihinlerdedir. Yahya Efendi'nin Mısır ve Şam kadılıklanna erişmesine öna­ yak olan, eskiden sadnazam ve şimdi kapudan olan şanlı, an gönüllü ve temiz anlayışlı Cağalazade jdi. Bu dediğimiz akıllı mahdum(27) Şam kadılığına ulaşınca bu soylu soplu olan kişi (Cağalazade) o ülkeye yenice beylerbeyi gelmişti. Ama sonsuz adaleti, akıl ve zekası uzağı gören her aklı başında kişiye, hatta sefihlere ve delilere bile malUm olmuştu. Hikmet Huda'nındır, Şam vilayetinde beş on gün hüküm sürdü. Ardından kapudanlıkla devlet kapısına çekildi gitti. Adı geçen Çelebi, kısa süren günlerde aklını, adaletini, her­ kesin suyunca gidiyor görünmesi ile ilgili olarak kazandığı tavırları gereği gibi ortaya koydu. Öyle ki şanlı vezir, onun yapmacık davranışlarını, yaratılışından gelme sanarak kendisine muhabbet gösterdi. "Zamanımızdaki kadıların haksızlıkları bunda yok; bu­ nun doğruluğa yeltenmesi, ötekilerin eğri tabiatlarının gerektir­ diğinden daha üstün. Herhalde bunun devletinin uzayıp gitmesine kılavuz olalım; mansıbında nice ay ve yıl kalmasına yol açacak­ layın kendisini güzelce yetiştirelim" , buyurdu. Ve zamanın padişahına üstüste defalarca tanıklık etti : "Mısır kadısı olan (27)

Kendisine hizmet edilen kimse. Daha çok kadılar ve din bilginleri için kullanılır. Dilimizdeki "erkek oğul" yerine kullanılması da bu anlama bağlıdır.

225


ve yükseltilmesi gereken Yahya'nun üstün aklı meydanda, bil­ ginliği yeterli, riyasız bir duacınızdır" deye Hazrefe(28) duyurdu. Oysa adı geçen Çelebi Şam'daki namusluluğu ve edebi, rüşvet almak ayıbından uzak durmak1aki beğenilecek çekingenliği Kahire'de sürdürmedi. 'Benim haklcımda tanıklık eden, temiz yürekli vezirin utanıp mahcup düşmesine sebep olmayım' de­ medi. Üç ay kadar rüşvete sabır ve ne hal ise canına cefa etti. Sonra, zincirden boşanmış divane gibi rüşvet alma yoluna düştü. Haram lokmaya, koyun sürüsü halat tuza seğirdir gibi seğirtti. Hele o ulu vezire intisap etmeyi kendisi için leke ve ar bildi. Mısır'daki kurala göre önünce yürüyen beş on Keçeli Hisar eri(29) o zavallıyı gururlandırdı, yani bu mansıbı, benim şanım gerek­ tirir, demeye başladı. Kapudan Paşa 'nın adı anıldıkça yüzünü döndürdü, söyleyenlere söğdü, saydı. Ama bu kadar var ki ken­ disinden öncekinden yeğ, selefinin kendisine göre askerlerden bir bey olduğunu her kişi ileri sürdü.

(28) "Padişah" anlamında. (29) Kale koruyucusu asker, yeniçeri. 1

226


2.7

TELİF KİTAPLARI

1 . Dede Korkut. İstanbul : Arkadaş Basımevi, 1938. 2 . Bugünkü Dille Dede Korkut Masalları. İstanbul : A. Halit Kitabevi, 1 939. 3. Devlet Konservatuvarı Tarihçesi. Ankara : Maarif Basımevi, 194 1 . 4. Mercimek Ahmed. Kabusname. Yeniden Gözden Ge­ çiren : Orhan Şaik Gökyay . İstanbul : Maarif Matbaası, 1944. 2. bs. İstanbul : Milli Eğitim Basımevi, 1966. 3. bs. İstanbul : Milli Eğitim Basımevi, 1974. 5. Kitip Çelebi Hayah, Şahsiyeti ve Eserleri. Ankara : Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1957. 6. Zekeriyyazade . Ferah Cerbe Fetihnamesi. Açıklama­ larla Yayına Hazırlayan Orhan Şaik Gökyay. İstanbul : Hilal Mat­ baacılık, 1975. Zekeriyyazade. Ferah Cerbe Savaşı. Açıklamalarla Yayına Hazırlayan Orhan Şaik Gökyay. 2 . bs. İstanbul : Kervan Kitapçılık, 1 980. 7. Bugünkü Dille Dede Korkut. İstanbul : Remzi Kita­ bevi, 1963 . 8. Dôçent-nAme. İstanbul : Doğan Kardeşler Matbaası, 1 964.

9. Kitip Çelebi'den Seçmeler. İstanbul : Milli Eğitim Basımevi, l 964. 10. Ahmet Rasim. Eşkil-i Zaman. Hazırlayan Orhan Şaik Gökyay. İstanbul : Milli Eğitim Basımevi, 1969. 227


1 1 . Katip Çelebi . Mizanü '1-Hakk fi Dıtiyar'I Ahak.k = En doğnıyu sevmek için bak terazisi. Açıklamalarla Yayına Hazırla­ yan Orhan Şaik Gökyay . İstanbul : Milli Eğitim Basımevi, 1972. 2.

bs. İstanbul : Kervan Yayıncılık,

1980. 12. Dedem Korkud'un Kitabı İstanbul : Milli Eğitim Basımevi, 1 973 . 13. Katip Çelebi. Tuhfetü'l-Kibar n Esfari'l-Bihar = De­ .

niz Savaşları Hakkında Büyüklere ArmaAan. Açıldamalarla Yayına hazırlayan Orhan Şaik Gökyay. İstanbul : Milli Eği­

tim Basımevi, 1973. 2 . bs. İstanbul : Kervan Yayıncılık, 1980. 14. Dede Korkud Hikayeleri, İstanbul : Milli Eğitim Basımevi, 1976. 2. bs. İstanbul : Kervan Yayıncılık, 1980. 3. bs. İstanbul : Dergah Yayınlan, 1985 . 15. Bir Kaç Şiir (İngilizce çevirileri ile birlikte) İstanbul: Hilal Matbaası, 1976. 16. Gelibolulu Mustafa Ali . Görgü ve Toplum Kuralları ·

Üzerinde Ziyafet Sofraları = Meviidü'n-nef'Als ft KavAidl'l­ MecMis. Hazırlayan Orhan Şaik Gökyay . 2 cilt İstanbul : Ker­ van Yayın . ,

1978.

17. Destursuz Bağa Girenler. İstanbul : Dergfilı Yayınlan, 1982. 18. KAtip Çelebi Ya,aını, Kişiliği ve Yapıtlarından Seçme­ ler. Ankara : Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlan, 1 982. KAtip Çelebi Hayatı, Kişiliği ve Eserlerinden Seçme­

ler. 2. bs . Ankara : Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlan, 1988. 19. Gelibolulu Mustafa Ali . HMAtu'l-Kahire Mine'l­ AdAti'z-Zahire. Sadeleştiren Orhan Şaik Gökyay . Ankara : Kültür

1984. 20. KAtip Çelebi. Ankara : Kültür ve Yayınları, 1 986. 2 1 . Molla LOtfi. Ankara : Kültür ve Yayınları, 1987.

ve Turizm Bakanlığı Yayınları,

228

Turizm Bakanlığı Turizm Bakanlığı


Çevirileri 1. George Jacob. Türklerde Karagöz Geschichte des Schotteutheoters adlı kitabın Türklere ait kısmı. İstanbul : Bur­ =

hanettin Basınıevi, 1938.

2. Oscar Wilde. Doryan Gray'ın Portresi = The Picture

of Dorion Gray. Çevirenler : Ferhunda Gökyay ve Orhan Şaik Gökyay. İstanbul : Remzi Kitabevi, 1 938. 2. bs. İstanbul : Remzi Kitabevi 1968. 3. Paul Wittek. Menteşe BeyliiJ : 13-lS'inci Asırda Garbi Küçük Asya Tarihine Ait Tektik Das Fürstentum Mentesche Studie zur Geschichte West Kleinasiens im 13-15 jh. Ankara: =

Türk Tarih Kurumu, 1944. 2 . bs. Ankara: Türk Tarih Kurumu,

1986. =

4. C. Brentano. Yiğit Kasperl ile Güzel Aıınerl'in HikAyesi Die Geschichte vom broven Kasperl und schönen Annerl .

Çevirenler S.Y. Baydar ve Orhan Şaik Gökyay. İstanbul : Milli Eğitim Basımevi, 1948 .

5. C. Brentano . Cockel, IIlnkel ve Gockelaya Gockel Hinkel und Gackeleia. İstanbul : Maarif Basımevi, 1959. 6. Clemens Brentano. Bahar Çelengi Frühlingskranz. =

=

2c. İstanbul : Milli Eğitim Basımevi, 1977.

229


2.8

TELİF ESERLERİ : KİTAPLAR

Orhan Şaik Gökyay'ın ilk kitabı 1938 yılında basılan Dede Korkut adlı kitabıdır. Bu eserle birlikte bugüne kadar yirmi ki­ tap yayımlanmıştır. Bazı eserlerinin II. ve Ill. baskıları da yapıl­ mıştır. 1976 yılında Birkaç Şür adıyla çıkan şiirleri, eleştirilerinin yer aldığı Destursuz Bağa Girenler ve DOçent-nime dışındaki eserleri tamamen metin çalışması ve araştırmaya dayanmaktadır. Dede Korkut HikAyeleri üzerindeki çalışmaları : Bu çalışmalar 1 938 yılından bu yana pek çok defa basılmıştır. Fakat asıl 1973 yılında basılan Dedem Korkudun Kitabı ile Orhan Şaik Gökyay , bu konuda yapılan bütün çalışmaları zikrederek, metin kısmından sonra açıklanması gereken kelimelerin metindeki yer­ lerini de gösteren bir indeks yaparak, kişi, boy ve yer adlan in­ deksi de ekleyerek sadece mükemmel değil, "abidevi" bir eser ortaya koymuştur. Bu kısımdan sonraki 605 sayfalık bölümde ise Dede Korkut'la ilgili her türlü bilgi yer almaktadır. Eserin yaz­ maları, Türkçe ve yabancı dillerdeki basmaları tanıtıldıktan sonra "Dede Korkut Hikayeleri ve Tarih" adlı bölümde Dede Korkut'un tarihteki yeri anlatılmış ve daha sonra hikayeler coğrafi açıdan incelenmiştir. Eser, kişiler, dil ve üslup, motifler-töreler, hikiyelerden bugün hiila yaşamakta olanlar ve ekler olmak üzere sekiz bölüm halinde tertip edilmiştir. Eserin sonunda ve­ rilen devlet, kabile, kavim ve kişi adlan dizini de aynca eserden yararlanmayı kolaylaştırmaktadır. Bu büyük eserin sadece bib­ liyografyasına göz attığımızda Orhan Şaik Gökyay'ın kitabını hazırlarken ne kadar geniş bir araşurma yaptığı kolaylılda anlaşılır. 1 973'ten bu yana esere eklenen yeni bölümler ve notların ki­ tabın hacmini bir buçuk misline çıkaracağım bizzat kendisiyle olan konuşmalarımızda öğrenmiş bulunuyoruz . Bu durumda eserin tek­ rar basımı halinde okuyucular yeni bilgileri de öğrenme imkanına kavuşacakla�dır. Dede Korkut Hikayeleri , edebiyatımızda çok önemli bir yer tutması bakımından, yerli ve yabancı araşuncıların daima dikkatini çeken bir eser olmuştur.

230


Eser'in ilk kez Orientalist Fleischer tarafından bulunması ve geniş bir araştırma ile Tepegöz hikayesinin Von Diez tarafından (Denkwürdigkeiten von Asien - Berlin und Halle, 1815) Alman­ casıyla birlikte yayımlanmasından sonra konuya önce Oriantalist­ ler sahip çıkmış ve üzerinde pek çok makale yazılmıştır. Ali Emin Efendi'nin dikkatini çekerek Berlin'deki nüshasının getirilmesiy­ le Kilisli Rıfat tarafından 1916 yılında İstanbul ' da Matbaa-i Amire'de bastırılan eser hakkında Türkiye'de de çalışmalar başlamış, nihayet 1 938 yılında Orhan Hoca'nın yayını bu kez Dresden nüshasının da getirtilmesi ile nisbeten karşılaştınlmalı olarak yapılmıştır. O günden beri yayımlanan pekçok makale ve Dede Korkut'un metin neşirleri bulunmaktadır. Hala bile bazı okuyuşlar üzerinde araştırıcılar birbirleriyle tartışmaktadırlar. Orhan Şaik'in bu ko­ nudaki eleştirileri ve eleştirilere cevaplan Destursuz Bala Girenler' de ve DO.çent-nime adlı eserde yer almaktadır. 1982'den sonrakiler ise "Dede Korkut Hikayelerinde Bazı Düzelunelere Düzeluneler" (Bkz. MAKALELERİ, 2 .4. 1987 yılı) adıyla çık­ mıştır. Orhan Şaik Gökyay bu çalışmaları ile "Dede Korkut'un to­ runu" ünvanını almıştır. Kabusname. İlk kez 1944 yılında basılan bu eser, Ziyir oğullarından Emir Unsurü'l-Meıili Keykavus tarafından miladi 1082'de oğlu Giylanşah için yazılmıştır. "Nasihat-nime" türündeki eser, 14. yy.dan itibaren Türkçeye çevrilmeye başlanmış ve 15. yy .da Mercimek Ahmed'in çevirisiyle Türk edebiyatında yerini almıştır. Orhan Şaik Gökyay, eserin dilini değiştinneden yeni harflere çevirmiş, sonuna ICıgatçe ve notlar eklemiştir. Eser gerek dili, gerekse toplumunun değer yargılarını belirunesi açısından büyük önem taşımaktadır. Kitabın bugüne kadar üç baskısı yapılmıştır. (bkz. kitapları ve çevirileri 2. 7). 23 1


KAtip Çelebi üzerinde çalışmalar : Orhan Şaik Gökyay'ın üzerinde çalıştığı önemli bir şahsiyet de Katip Çelebi'dir. Katip Çelebi ile ilgili kitabının 1 957 yılında yayımlanmasından sonra onun eserleri üzerindeki çalışmalarını

sürdüren Orhan Şaik Gökyay Tuhfetü '1-ldbar

fi Esfarl'l-Bihar

ile Mizanü'l-Hakk fi ilıtiyarl'l-Ahakk adlı eserlerini de bugünün Türkçesi ile yayımlamış, aynca eserlerin daha iyi anlaşılması için notlar eklemiştir. Edebiyatımızın en önemli kişilerinden olan Katip Çelebi, kendi

çağında olduğu kadar çağımızda da önemini yitimıeyen ' ' dev-�·· eserler vermişti. O, düşünce sistemi bakımından çağından çok ileride bir bilim adamı ve bir edebiyatçı olduğu için islimi bil­ giler ile müsbet ilimleri meczetmiş, Batı 'nın önemini kavraya­ rak Batı kaynaklarından da yararlanmanın gereğini anlamış bir bilim kafasına sahipti. Orhan Şaik Gökyay 'ın bu kadar güçlü bir yazar üzerinde çalışması onun değerini ve kalıcılığını göstermek bakımından ayn bir önem taşımaktadır. Bugün birçok kişinin an­ lamadığı veya anlamak istemediği yahut değişmeler sebebiyle an­ layamadığı ve okuyamadığı, bu yüzden de yok saymak eğiliminde olduğu bir edebiyatı ve bu edebiyatta eser vermiş- kişileri kültür tarihi açısından değerlendirmek kadar bu kültürün yeni nesillere aktarılması da önemlidir. Orhan Şaik Gökyay ,

Tuhfetü'l-Kibar'a

yazdığı önsöz'de bunu kanıtlamaktadır : "Bir de eski kitapları­ mızı, hiç olmazsa onların dili bakımından kötülemeye ve bu yolda genellemeler yapmaya alıştığımız için ben bu kitapta, bu soydan bir haksızlığın karşısına da çıkmak istiyorum. Eskinin savun­

masını yapıyor değilim, yalnızca dayanağı olmayan ulu-orta yargıların da yargılanması gerektiğini, bir bi1ene anlatmak isti­ yorum"( \ ) . (1)

232

Katip Çelebi, Tuhretü'l-Kibar Ft F.starl'l-bihar, Açıklamalarla Yayıma Haz . : Orhan Şaik Gökyay (İstanbul 1973), s. il.


Tuhfetü'l-Kibar. Türk deniz savaşlarının bir tarihidir. Bu açıdan Icaynak bir kitap niteliği taşıyan eserin bir özelliği de Türkçenin zengin anlatım gücünü ortaya koymasıdır. Orhan Şaik Gökyay'ın bu eseri seçişinin sebebi budur. Bunu eserin önsözünde kendisi de anlatır.

Mizanü'l-Hakk F1 İhtiyari'l-Ahakk. (En doğruyu seçmek için Hak terazisi) adlı eserin önemi hem dili, hem de muhte­ vasından gelir. Bunu Orhan Şaik Gökyay eserin önsözünde şöyle anlatır : "Çağının taassubu içinden siynlarak, başkalarının halkı birbirine düşürecek bir kavga haline getirdiği konular üzerinde doğru yolu gösteren odur. Doğruyu bulmaya ve göstermeye çalışırken, lcalemine haklın olan güç, tarafsızlığından gelir, . . Onu ilgilendiren kişiler değil, fikirlerdir. Devletin bozuk idaresi üze­ rinde düşündüklerini, hiçbir kaygıya lcapılmadan, hiçbir kayda bağlanmadan ortaya dökmek cesaretini gösteren odur. Bunu ya­ parken de onda bir iç rahatlığı vardır. Çünkü o memleketin bir aydını olarak bir vazife yaptığına inanmaktadır. . . Nesircileri­ mizin bir bölüğünde rastlanan ağır, yapmacık üslup onda yok­ tur. Lüzumsuz yüklerden eserini kurtannış, vakur tabiatına yakışan sade, kolay ve yapmacıksız bir dil kullanmıştır"(2) . Mustafa Ali'nin Mevlldü'n-Nemis fi Kaviidi 'l-MecAlis adlı eseri : Orhan Şaik Gökyay Görgü ve Toplum Kuralları Üze­ rinde Ziyafet Sofralan adıyla bugünün Türkçesine çevirdiği bu kitabın birinci cildini metin, ikinci cildini açıklamalar halinde yayınlamıştır. Kitabın önsözünde eser hakkında şu değerlendirmeyi yapmaktadır : "Bu kitap xvı. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu'nu türlü yön­ lerden tanımak için, Cavid Baysun'un da işaret ettiği gibi, eşine güç rastlanır bir lcaynaktır. O, bir yandan devlette, büyüklü­ küçüklü görevler yüklenmiş olan kimseleri tanıtmakta, bir .yan(2) K!tip Çelebi, Mi7.anü'l-Hakk fi İhtiyari'l-Ahakk, Haz: Orhan Şaik Gökyay , (İstanbul 1972), s. III . 233


dan da, abartmalar bir yana bırakılırsa, onları eleştirmektedir. Türlü zenaatleri işleyenler, doğru ya da eğri yolda yürüyenler bir bir ele alınmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu içinde yer alan, ayn kandan gelme ulusların seciyyeleri, özellikleri, öğülecek ve ye­ rilecek yanları bu kitapta belirtilmektedir. Kitabı kaplayan yüz dört bölüm içinde, padişahın sarayına ala­ cağı görevlileri, uşakları, karavaşları, devlet hizmetinde kulla­ nacağı kimseleri nasıl seçeceğinden, seçmesi gerektiğinden tutun da büyüklere, misafirlere, kimsesiz ve öksüz çocuklara, hiçbi­ rini ayırt etmeden kadınlara ne yolda davranılacağına kadar her konuda kalem oynatan yazar hafızları, imamları, kadıları , dervişleri, şairleri, sazendeleri, hanendeleri; bir toplantıda nasıl oturup kalkılacağını, okunan şiiri dinlemenin, yapılan sohbete ku­ lak vennenin, söze karışmanın ya da karışmamanın yol-yordamım, hepsini kimi sık, kimi seyrek elekten geçirmiştir . . . Kısacası ya­ zar bu kitabında doğrularla birlikte yalancıları; namuslularla bir­ likte ahlaksızları, haydutları, hırsızları, dolandırıcıları, ayyaşları, esrarkeşleri; doğru yolda gidenleri, yoldan çıkmışları, toplum içinde kötü gözle bakılan sapıkları da rahatça sergilemekten geri kalmamıştır"*. Ali'nin diğer bir eseri olan HMAtü'l-Kahire Mine'l-Adati'z­ zMıire ise yine sadeleştirilerek yayımlanmış bir eserdir. Kitap daha önce Prof. Andreas Tietze tarafından şecere tesb"itiyle mevcut üç yazmaya dayanılarak Mustafa Ali 's Description of Cairo of 1599 (Wien 1975) adıyla yayımlanmıştır. Prof. Andreas Tietze, bu yayımda metnin transkripsiyonu ile İngilizce çevirisini de vermiş, ayrıca metnin Üsküdar, Selim Ağa nüshasının da faksimilesini koymuştur. Zekeriyyazade'nin Ferah Cerbe Fetihnamesi : Bu eser yine Orhan Şaik Gökyay tarafından açıklamalarla birlikte yayına hazır(*) Eser daha evvel Cemil Yener tarafından MevAidü'n-nefAis fi Kaviidi'l­ mecalis adıyla (İstanbul 1975) yayımlanmışsa da Orhan Şaik Gökyay, bu kitabın yanlışları dolayısıyla, kitabı tekrar ele almak lüzumunu hissetmiştir. (Eleştirisi için Bkz. Orhan Şaik Gökyay, ' 'Kumsal I " , TD, 297 -Haziran 1976-, 4 1 5-4 19 ve Kumsal 11, TD, 298 -Temmuz 1 976- 3 1 8-325)

234


lanmıştır. (İstanbul : Hilal Matbaacılık Koli. Şti . ,

1975).

Türk

denizcilik tarihi bakımından önemli bir savaşı konu edinen ese­ rin tek nüshası Üsküdar, Selimağa Kütüphanesi,

768

numarada

bulunmaktadır. Orhan Şaik Gökyay, eseri okuyucunun daha ra­ hat anlaması için dilini mümkün mertebe bugünün Türkçesine yaklaştırmıştır. Ancak Türkçe kelimeleri ve deyimleri, dile ye­ niden kazandırmak amacıyla olduğu gibi bırakmışur. Açıklanma gereği duyulan kısımlar, açıklamalar bölümünde alınmış, sonra gerekli görülen kelimelerden bir sözlük konmuştur. Zekeriyyazade' nin ilgili

Ferah adını

metinden önce kitabın

Yazan

verdiği Cerbe adasının fethi ile başına

Piri

Reis'in

Kitab-ı

Bahriyye'sinden Cerbe adasını anlatan bir bölüm eklenmiştir. Bir tersane katibi olan Zekeriyyazade'nin bu kitabında Cerbe adasının fethi ile ilgili bilgilerin bir görgü tanığının ağzından nakledilmiş olması "Ferah" adlı bu eserin "özgün" bir eser old'.lğunu or­ taya koyar. Orhan Şaik Gökyay, kitabın önsözünde bunları an­ latmış ve Cerbe adası ile ilgili başka bilgiler de venniştir.

Molla Lôtfl

:

1987 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca

yayımlanan bu eser Molla Lôtfi'nin kişiliğini ortaya koyması ve devrin bu büyük bilgininin uğradığı haksızlıkları göstermesi bakımından hem önemli, hem de ibret vericidir.

53

sayfalık bu

küçük kitapçıkta Orhan Şaik Gökyay Molla Lutfi 'nin hayatını , kişiliğini,

1 6 eserini,

aynca İbn Kemal , İshak ve Kazımi gibi üç

önemli öğrencisini ve hayauna doğrudan bağlı kişileri ele almıştır. Bilindiği gibi Molla Lutfi'nin hayatı Hatipzade'nin haksız bir biçimde verdiği fermanla sona ermiştir. Orhan Şaik Gökyay bunu önsözünün son cümlesi ile çok güzel ifade eder : "İlim, cebi ile bir savaştır, doğru . . . Ama asıl savaş, kişinin kendi nefsiyle savaşıdır. Molla Lutfi'nin hayatı bize bunu öğretebilirse, bu ki­ tap okunmaya değer' ' . Nihayet Orhan Şaik Gökyay' ın iki yeni projesinden bahsede­ lim :

Evliya

Çelebi

Seyahatnamesi'nin

birinci cildinin yayına

hazırlanması ve haUralannı kaleme almaya başlaması . . . Bu iki eser de muhakkak edebiyatımızdaki önemli boşlukları dolduracaktır.

235


2.9 Destursuz Bata Girenler• . Orhan Şaik Gökyay'm bazı eleştiri yazılarını topladığı kitabının adı budur. 1982 yılında Dergah Yayınlan arasında çıkan bu kitapta, Dergfilı Yayınlan'run bir Sunuş'u (s. 5-6), Orhan Şaik Gökyay'ın Önsöz'ü (s . 9-10) ile 1936-1982 yıllan arasında yazdığı 47 eleştiri yazısı yer al­ maktadır. 1 982- 1988 yılları arasında yazmış olduğu eleştiri yazılarından bazıları "Eleazar Birnbaum, The Book of advice by King Kay Kaus İbn İskender . . . ' ' , "Ali, Hattatların ve Kitap Sa­ natçılarının Destanları . ", "İsmiyle Müsemma Değile", "Çanak" , " Nasihatü's-selatin" , ' "Bitkiler ve Bizler", " Dede Korkut Hikayelerinde Bazı Düzeltmeler" , "Baki'nin Bir Beyti Üzerine" , "Şair Necati'nin Bir Beyti Üzerine"dir. .

.

Orhan Şaik Gökyay bu kitabın önsözünde eleştiri üzerine fikirlerini şöyle anlatır : ' ' . . . Bu yazıların amacı, hiç kimsenin bir bölüğü pek aşın olan yanlışlarını sergilemek değildir, kesin olarak. Ancak bunca yüzyıllara serpilmiş olan ve türlü açılardan değer taşıyan kültür ürünlerimizin, gelişi-güzel, çoğu kez çetin olan bir emeği göze almadan, bugünün diline getirileme­ yeceği yolunda okuyuculardan bu alana girecek olanlara bir uyanda bulunmak istenmiştir. Bu kitabı, yalnızca, o da birçoğu yetersiz olan sözcükle­ rin yardımıyla anlamanın yolu olmadığı tanıklarıyla gös­ terilmeye çalışılmıştır. Sadeleştinneye, bu yoldan tanıtmaya kalkıştığımız bir kitabın, dilinden önce, onun yazıldığı za­ manın, çevrenin, yazarın dilini, üslubunu ve özellikle kültürünü kavramadan bu gömünün tılsımını çözemeyiz. Bu tılsım, masallardaki gibi, birkaç sözcüğün büyüsüyle açılamıyor, meydanda. (*) Destursuz Bağa Girenler için Doğan Hızlan Cumhuriyet Gazetesi 'nde bir yazı yazmıştır (23 EylQI 1982).

236


İşin başka bir yönü de var; o da bize daha da hazırlıklı olmayı buyuruyor. Yoksa sonuç. bir milletin varlığını ka­ lem yerine, bilgisiz ve insafsız kazmalarla yok etmeye vanr. Daha

da

kötüsü bu soydan emeksiz, bilgisiz, açıkçası

çırpıştınna yapıtlar, okuyucuyu yanıltır ve onu kendi öz zenginliği ve kültür varlığı üzerinde umutsuzluğa süriik­ ler; bu yüzden de onu, kendinden koparıp çok uzaklara atar . . . " Orhan Şaik Gökyay, bu sözleriyle, metin yayınlarında neden bu denli titiz davrandığını açık bir biçimde ortaya koymuştur. Ge­ rek

"Destursuz

Bağa Girenler"de,

gerekse

diğer eleştiri

yazılarında en çok dikkati çeken husus, Orhan Şaik Gökyay'ın üslubudur. Eleştirilerini hazan alaycı, iğneleyici, hazan haşin di­ yebileceğimiz bir üslupla kaleme alan Orhan Şaik Gökyay bu sa­ haya yeni atılan araştırıcılar için " korkulu bir rüya" olmuştur. Böylece hiç olmazsa yeni neslin bir kısmı yazılarını veya metinle ilgili zorlukları, bilen kişilere danışma alışkanlığım edinmişlerdir. Batı'yı tanıyanların bildiği gibi aslında "bu danışma" çok önem­ lidir, kişiyi yanlış yapmaktan alıkoyar. Bütün bunlardan çıkan so­ nuç şudur : Eski metinlerle uğraşmak zor, yorucu,

zaman alıcı, yalnız ede­

biyat değil, aynı zamanda kültür birikim isteyen bir iştir. Onun için bu konularla uğraşmak isteyenlerin kendilerini çeşitli bilgi­ lerle teçhiz etmeleri gerekir. Bu iş de araştırıcının "ben bunu an­ ladım mı?" demesiyle başlar. İşte Orhan Şaik Gökyay eleşti­ rilerinde bunu dile getirmek istemiştir. Orhan Şaik Gökyay, eleştiri yazılarına

1936 yılında Ülkü'de

Oğuzlara Dair adlı kitabına yazdığı Destursuz Bağa Girenler'de bu eleştiri

Hüseyin Namık Orkun'un yazı ile başlamıştır.

yazıları kronolojik olarak düzenlenmiştir.

237


2.10

ÇEVİRİLERİ

Buraya kadar görüldüğü gibi Orhan Şaik Gökyay çok yönlü, çok verimli bir yazar ve araştırmacıdır. Bununla beraber onun bir yönü de "çeviri" dalında gelişmiştir. Orhan Şaik Gökyay'ın bir yandan kitap hazırlarken, makaleler yazarken öte yandan çeviri yapması kendisinin ne kadar yoğun bir çalışma hayatına sahip ol­ duğunu gösterir. Yayın listesine göz attığımızda onun ı 938 yılında biri Almancadan, öteki İngilizceden iki çevirisinin, aynı yıl Dede Korkut kitabı ile üç makalesinin yayımlandığını görürüz. Orhan Şaik Gökyay Türk edebiyatına altı çeviri kazandmnıştır. Bu çevirilerinin yalnız ikisi bir başkası ile birliktedir. Dorian Gray'in Portresi dışındakiler Almancadan yapılmıştır. Burada üniversiteye girince Fuad Köprülü 'nün kendisine hangi dili bil­ diğini sormasını ve Orhan Şaik Gökyay'ın Almanca demesini hatırlayalım. Orhan Şaik çeviri deneyimine üniversiteye girdiği yıl Fuat Köprülü'nün kendisine verdiği bazı Almanca makaleleri çevirmekle başlar. (1927-1928) Ancak bu tecrübe sadece hocası Fuad Köprülü'ye yaptığı çevirilerle kalmamış, daha sonra Al­ mancasını hem kendi kendine, hem de birlikte çalıştığı Menzel, Teaschner ve Duda gibi Alman Oriantalist'lerle geliştirmiştir. Bu çabalar on yıl sonra meyvesini vermeğe başlamış ve ilk çevirisi olan Türklerde Karagöz (1938) işte böyle ortaya çıkmış­ tır.

238


2.11

KİTAPLARINDAN ÖRNEKLER 2.11.1 KABUSNAME'DEN. •

Kabusname, Ziyar oğullarından (928-1077) Emir Unsur­ ül-Mafili Keykavus tarafından Hicretin 475'inci yılında ( 1082M.)( 1) oğlu GiylAnşah'a yazılmıştır.

Önsözünde müellif kitabını ' 'Nasihatname'' diye umumi bir isimle adlandırmış olmakla be­ raber, ilk zamanlardan beri Kabusname adıyla şöhret bulmuş ve eserlerine bundan nakillerde bulunanlar da onu daima bu isimle anmışlardır. Yalnız Muhammet Avfi, Ciıni-ül-HikAyat ve Limi-ür-Riviyit'ında bu eseri adını söylemeksizin Keyka­ vus, oğluna verdiği nasihatlarda şöyle demiştir, şeklinde umu­ mi olarak zikretmektedir. Anlaşıldığına göre kitabın asıl adı Kabusname olmayacaktır. Çünkü yazar kitabını oğlu Giylin­ şah adına yazmıştır; Kabus ise onun dedesinin adıdır. Bununla beraber dedenin adını kitaba vermek mutat olduğu gibi(2) müel­ lifin "Kavus" adından alınarak, Kavusname'den bozulmuş ol(*) Mercimek Ahmet. Kabusname (İstanbul: Maarif Matbaası, 1 944), 1-Xm. ( 1) Düvel-i İslAmiye (S. 1 83/4) müellifin adının KAvus olup hizan KeykAvm diye anıldığını söylüyor. Ölüm tarihini de 462-470 arasında gösteriyor. Fakat Kabusname'nin sonunda müellif 475 Hicret yılında yazdığını ve o tarihte 63 yaşında olduğunu söylediğine göre bu tarihin düzeltilmesi ge­ rektir. Bir de Kabusname'den müellifin hiç hükümdarlık etmediği de anlaşılıyor. Çünkü lc;itabında sekiz yıl Gazne 'de McvUid b. Mesut Gaznevi 'ye ( 1 04 1 ) nedimlik ettiğini söylediği gibi bir yerde de Ebu el­ Esvar Şeddadt'nin yanında bulunduğunu ve güya 435 yılında onunla bir­ likte Rum seferine çıktığını, başka bir yerde de Abbasi halifesi Kaim Blem­ rillah zamanında ( 103 1-1075) hacca g ittiğ ini anlatmaktadır. Onun bu ifadelerinden başına buyruk bir hükümdar olmadığı manası çıkarılabilir. Katip Çelebi'nin (Keşf-el-zunun, Maarif vekilliği neşri, il, s. 1 305) ölüm tarihi olarak verdiği 462 de yanlıştır.

Kabusname'nin yazılış tarihi Türkçe tercümelerinden üç tanesinde (Ankara Maarif Kütüphanesi, J, 5/37, Bay Faik Reşit Unat'ın ve Diez'in nüshaları) 473 ( 1080) yılı gösterilmekte, diğerlerinde (Ankara Maarif Kütüphanesi, J, 3/3; Leyden kataloğu, s. 207 ve Rieu, Or. 3252) 475 ( 1082) yılı verilmektedir. (2) Netekim Cengiz'in ölümünden çok sonra, onun sülalesinden gelenler hakkında yazılan eserlere de "Cingizname" adı verilegelmiştir.

239


ması da bir belki olarak söylenebilir. İran edebiyatında bü­ yük bir payesi olup Arapça nazım ve nesirde de gelenlerinden

bulunan

Kabus'un(3),

sülale

İran 'ın

içinden

ileri

tanın­

mış kişi olması , eserin onun adıyla anılmasına yol açmış olması da bir ihtimaldir. Müellifin zamanının ilim ve adetlerine dair zengin bilgisi ki­ tabın kırk dört baba ayrılan çeşitli mevzularında açıkça görülmek­ tedir. Tıb, nücum, şiir, musiki bahislerindeki ihtisası, " . . . kul ve karavaş satın almak" babında olduğu gibi, muhtdif kavimlerin hususiyetleri hakkında -zamana

göre- wkufu göze

çarpıyor.

Düşündüklerini hiç bir kayda bağlanmadan olduğu gibi anlat­ ması, yapmacıklara kaçmadan, üslup özentilerine sapmadan mev­ zuunu basit fakat sağlam bir ifade ile kavrayıp götürmesi ona İran edebiyatı nesrinde büyük bir yer ayırmıştır. Netekim Gazneli

Hakim Senli, daha eserin yazılmasından dokuz yıl sonra tamam­ ladığı Hadikat-ül-Hakika'sında bir hikayeyi bundan alarak aşağı yukan olduğu gibi nazma çektikten başka,

Muhammed

Avfi,

Cami-ül-Hikiyat ve Limi-ür-Rivayit 'ında; Kadı Ahmed

Gaffari, NigAristan ında ; Genceli Nizami, Husrev ve Şirin'inde; Feridüddin Attar, Esrarname ve Mant ıkuttayr'ında ; Af­ dalüddin Ebu Himid Ahmed b. HAmid KermAni, İkd-ül-Uli '

fi Mevkif-il-Ala ' sında ; İbn İsfendiyar, Taberistan Tarihi'nde ;

k as i d e ' s i nd e ; Husrev-i Sa' deddin KAfi , Dehlevi, Matla-ul-Envar mesnevisinde; Cimi, Silsilet-üz-Zeheb manzumesinde; Mecdüddin Muhammed Hüseyin Mecdi, Zinet­ ül-Mecalis'inde ve Muhammed BAkır Ravzat-ül-Envar'ında bazı kitabın adını açıkça söyleyerek, bazı da işaret etmeden, bu eserden hikayeler ve bahisler almışlardır<4> . Kabus ' un elimizde bulunan edebi eserlerinden risaleleri ve mektupları tanınmış İran ediplerinden İmanı Ebu el-Hasan Ali b. Muhammed Yez· dadi tarafından, Kemal-ül-BelAğa, yahut " Ka rı\yln- 1 Şems-ül-MaAli" adıyla bir kitap halinde toplanmıştır. Kabıö'un bazı Arapça ve Acemce şiirleri de elimizdedir. Hayatta iken kendisi için yaptırdığı türbe, "Künbend-i Kabm" da, mühim bir eseridir. (4) Akay Sait Nefisi, Kabusname, 1 3 1 2 Tahran, Önsözden.

(3)

240


Bu gün elimizde bulunan nüshalardaki bahislerden başka bu kitapta daha bir takım bahisler bulunduğu ihtimali Kadı Ahmed GalTiri'nin bu kitaptan aldığı fakat elimizdeki kitaplarda mev­ cut olmayan iki hikayeyi, Kabusname'de deniyor ki, kaydıyla anlatmasından dolayı düşünülebiJir(3>. Kabusname, İran edebiyatında aldığı yerden dolayı şimdiye kadar İran'da ve Hindistan'da sekiz defa basılmıştır(6) . Eserin bunca zamandır elden ele geçerek bozulması, bilgisiz kimseler tarafından, kitabın yazılmas.ından yüz yıllarca sonra gelen şair ve yazıcıların eserlerinden alınarak buna ilaveler yapılması, ba­ hislerin kendi keyiflerine göre değiştirilmesi, hatta beğenilmeyen bahislerin çıkarılması yüzünden, bu basımlar metin bakımından birbirlerinden ayrılmaktadır.

Son defa olarak Akay Sait Nefist 1 3 12 (1933) yılında 750 Hicret (1349 M.) yılında istinsah edilmiş olan bir metne göre bastırmış, bir önsözle kitabın sonuna, eserde geçen tarih ve kitap isimleri hakkında notlar koymuştur. 1941 'de, içinden bazı bahisleri tamamıyla çıkarmak suretiyle eserin İran okulları için yeni bir basımını ortaya koymuş; sayfa altlarına da Tahran'da bunu,

(5)

Bu iki hikAyeden biri şudur

: Ulu Tanrı İsrail Qiullan'nın eyi kişilerinden bir uluya üç duasını kabul edeceğini vadetti. Kansı bunu öğrenince, bu üç duadan birisini kendisi için etmesini kocasından diledi. Kocası ona, ne istersin diye sordu, Tanrıdan sana ne dileyeyim? Kadın dedi ki : Ben İsrail Oğlu kadınlarının en güzeli olayım. ZAhit elini göğe kaldırdı, Tanrının va'di üzerine duası kabul oldu. Kadın kendini bu kadar güzel bulunca cil­ velendi, yabancılarla düşüp kalkmağa başladı. Kocası bunu anlayınca kıskandı ve ilendi. Bunun üzerine kadın anında çirkinlerin çirkini oldu ve ağlamaya başladı. Çocuğu işi anlayınca o da ağlayıp sızlamayı tutturdu ve babasından anası için hayır dua etmesini diledi. Baba onlann haline acıdı, üçüncü ve son duayı da etti. Böylece sonunda bu uğursuz kadının yüzünden eyi bir kişinin her üç duası da ziyan olup gitti. (6) Akay Sait Nefisi, Müntahab-ı Kabusname, Tahran 1320 (1941), Mu­ kaddi me s. 34. Bu basımlardan biri de Mecma-ul-Fusaha sahibi Rım Kulu Han tarafından Tlmur'un TüzükAt'ıyla birlikte 1285 (1868) de Tahran'da neşredilmiştir. 241


bir 'akım kelimelerin manasını vermek, tarih ve coğrafya isim­ lerini açıklamak ve bazı tabir ve ifadelerin manalarını belirtmek için, sayfayı metinle paylaşan notlar koymuştu rm . Kabusname'yi müsteşnk 1 886), H.

F.

A.

Querry Fransızcaya (Paris

von Diez de elinde mevcut bir Mercimek

Ahmed ve iki tane de Nazmizade tercümesine dayanarak Buch des Kabus, adıyla Almancaya (Berlin 1 8 1 1) çevirmiştir. Kazan bilginlerinden Kayy6m NAsıri tarafından Os­ manlıcasından alınarak biraz kısalblrnak suretiyle Kazan lehçesine çevrilerek iki defa basıldığı gibi müsteşnk kadınlardan Rusyalı Gülnar Hanım (Madam Delebedet) tarafından Rusçaya çevri­ lerek basıldığını da Bursalı Tahir Bey yazmaktadır. (Osmanlı müellifleri, Ill, s. 152). Mioritz, Deutsch-Türkische Chrestomathie (Wien 1 863) de " Şiir ve şairler terbiyetini beyan eder" babından bir parçayı almıştır (s . 262-65)(8) . Türkçe tercümeleri : Kabusname XIV'üncü asrın sonunda bir ve XV'inci asnn

ilk yarısında iki defa olmak üzere üç defa ayn ayrı tercüme edilmiş, XVID'inci asrın başlangıcında da tekrar gözden geçirilmiştir(9) . (7) Bu notlar çok defa tatmin e.dici değildir. Bazı defa da, hele tıb, nücum ve saire gibi ihtisasla ilgili bölümlerde metin doğru olduğu halde yanlış olarak düzeltilmiş ve tabirlere, hiç bir şey ifade etmeyen hlgat manaları verilmekle yetinilmiştir. (8) Bu notları bana çıkarıp vermiş ve kütüphanesinden faydalanmaklığıma müsaade etmiş olan İstanbul Üniversitesi Şark dilleri profesörü muhterem Bay H. Ritter'e burada bir defa daha teşekkür ederim. (9) Kabusnaıne'nin edebiyatımızdaki yeri bu tercümelerden belli olmakla be­ raber Türkçe ahlıik ve siyaset eserlerinde bunun nasıl bir yer aldığını ' araştırmak, zahmetini ödeyen faydalı bir çalışma olacaktır.

242


Genniyan Oğullanndan Mehmet Bey oğlu Süleyman­ şah adına yapılan tercüme. Türk Tarih Kurumu kütüphane­

sinde, yazma kitaplar kataloğunda 17 /57 numarada kayıtlı 15 say­ falık bir fotoğrafı bulunan bu tercüme Mısır Krallık Kütüp­ hanesi'ndedir. Eldeki bu 1 5 sayfalık fotoğraf bir önsözle, birinci ve ikinci hapların tercümesini ve kitabın sonundan üç say­ fayı ihtiva etmektedir. Güzel bir nesihle, El GAnt el-hakir -

Baba Ali b. Salih b. Kutbuddin b. Abdullah b. Tevekkül b. Hüseyin b. Mahmut el-Merendi tarafından 863 (1458) yı­

lında istinsah edilmiştir. Kimin tarafından yapıldığı bilinmeyen bu tercümenin sahibi ayrıca Merzübanname'yi de Türkçeye çevirmiştir : "Çün Merzübanname tercümesinden fariğ olduk, Beyler beyi, cömertlik kanı, kerem ma'dini , adil <:erağı, ihsan bağı, yohsul yüreği yağı, Germiyanlar sultanı, melijder ham el­ müeyyed min-indir-Rahman

Muhammed Bey oğlu Süleyman

(Harresallahu memleketehu an nevazil il-badesan) şöyle işaret ey­ ledi ki Kabusname dagı tercüme oluna, ta anun eyi adı cihan yüzünde taze ola. Ümitdür ki Haktaalıi kenez ve müeyesser kıla. Lazım değüldür ki bir lafı tercüme oluna, belki andağı sözi hoş söyleyeler" .

Kabusname'nin bilinen en eski tercümesi, Germiyan beyi Süleyrnanşah adına yapılan bu tercümedir. Bir fikir vermek için birinci babı alınmıştır (Ek 1)( 10> . Ak

Kadı Oğlu Tercümesf(l 1 )

:

Kabusname'nin Türkçeye ikinci tercümesi budur. İnkıllp müzesi'nde rahmetli M. Cevdet 'in kitapları arasında, küçük boy (10) Bu fotoğrafı rahmetli Hasan Fehmi Turgal getirtmişti. · (1 1) Şimdiye kadar bence bilinmeyen bu tercümeyi bana muhterem hocam Bay Kilisli Rifat haber vermek lütfunda bulundu. Kendisine minnetlerimi tek­ rarlanm.

243


187 numarada kayıtlı olan bu eser 1079 (1668) de Hasan b. Ali adında biri tarafından istinsah edilmiştir. Birinci yapraktan sonra arada herhalde kopup düşmüş olan bir yaprağı atlayarak üçüncü yaprağa geçiyor. Bu yaprakta tercüme eden önsözünde devamla şunları söylüyor : Emma ba'dü emir-i kebir ve vezir-i hatir Nu­ rullahi (bir kelime okunamadı) ed·dünya ved-din Hamza Bey yes­ serallahu (bir kelime okunamadı) sultan-ı islam Hudavendigar Emir Süleyman

b. Bayezid

(halledallahu sultanehu ve evzaha

ala el-alemine burhanehu) hazretinin hassulhassı idi, bilhayri vel­ ihlas cümletülmülk ol idi02) . Memleket üs tine fennaru makbfil idi. Unsur-ül-Mafili'nün Kabusname mafuıisinden sormuş, görmüş ki sözleri iğen nasuhdur ve nasihati tükenmez fütuhdur; mülazim­ lerinden emir-i mükerrem Kara Hüsamullah (bir kelime okuna­ madı) ed-din Hasan Bey kan-ı ulı'.im hizmetine işaret kılmış ki ben zaif-i nahif Ak Kadı Oğlu anı Farisiden Türkiye tercüme kıldum. Eğerçi ki ben bilürüm kim bunun gibi işden aciz kulum kim şevagil-i havadis-i ruzgar fırsat eunezdi; hem kulacum bu meblağa ermezdi . Ukin anun işareti bize beşaretidi; ana muhalefet kılmak hasaretidi ; şürıi ettüm, eğerçiki katı cesaretidi; maksud hemen bir itaatidi; cehtetdüm, şolkadar ki vüs'i takatidi; dile getürdüm şunu ki hüsn-i ibadetidi; ruşen şöyle kim gayetidi. Haktaala ko­ lay getirdi sebil zaman içinde bitirdi, el-hamdü lillahi veliy­ yülhamd . Bu tercüme hakkında bir fikir vermek için, kitabın sonunda

" cenk oyunu"nu anlatan yirminci bap alınmıştır (Ek

Il).

Baştanbaşa karşılaştırmamak.la beraber bu tercümenin aslına uy­ gun olduğu söylenebilir. Mercimek Ahmed'inkinde olduğu gibi

Ak Kadı Oğlu bunda kendiliğinden ilaveler yapmamıştır. (12) Cümletülmülk olmalıdır. Bak. Latifi Tezkeresi, İkdam neşri, s. 162; Zihni rahmetullahi aleyh, Sultan Bayazıt oğlu Sultan Mehmet Kefe livasına mu­ tasarrıf iken defterdarı ve cümletülmülkü ve iftiharı idi. Bak. ayrıca Yah­ ya Bey, Yusuf ve Züleyha, basma s. 24, alttan S'inci beyit · Görür kim cümletülmülk oldu, inas-Göremez Yusufunu methar-i nas.

244


Aldığımız parçanın son tarafında, metne göre, altı yedi sabr eksilc­

tir03) .

Mercimek Ahmed

b.

İlyas Tercümesi(l4) :

İkinci Murat adına yapılmış olan bu tercümenin önsözünde Mercimek Ahmed, tercüme edenin adım vermeksizin, İkinci Murad 'ın ağzından, kendinden önce Kabusname'nin "bir kişi" tarafından Türkçeye çevrildiğini, fakat bu tercümenin "ruşen" olmadığını , ••hikayetinden halavet" bulamadığım anlatıyor. Bu­ rada kendinden önce yapılan tercümelerden hangisini kasdettiğini bilmiyoruz.

Mercimek Ah med ' in tercümesi, kendisinin de "Kabusname'yi Türkiye tercüme etdüm, şöyle ki bir lafzı ara­ layup geçmedüm, belki aklum erdiğince bazı müşkilce elfazını dahi bastile şerhetdüm" demesinden anlaşıldığı gibi genişleterek yapılmış bir tercümedir. Kendince müphem gördüğü y�rleri aslının tercümesini verdikten sonra bir ikinci cümle ile veyahut bir ata­ sözüyle daha ziyade açtığı gibi bazı defa da istitratlarla bir mevzu üzerinde tercümeyi bırakarak, durduğu görülüyor.

Bu tercüme hem Türk nesrinin, hem de tercümenin güzel bir örneğidir. Tercümede bu günün ifade şeklinden ayrı inşa edilmiş cümlelere rast1amamamızın bir sebebi de, Mercimek Ahmed' in aslın cümle inşasına gösterdiği sadakattir. ( 1 3)

Ankara Maarif Kütüphanesi J .3/3 'te kayıtlı olan tercümenin de Ak Kadı Oğlu'nun olduğu anlaşılıyor . . . Önsözün büyük bir kısmı eksik olduğu gibi içinde de bazı haplar ya hiç yoktur (2 , 7 , 12, 14, 1 5 , 34, 35'inci haplar) yahut tam değildir. Ak Kadı Oğlu'nun adı bulunan sayfa eksik olmakla beraber İnkılip müzesindeki nusha ile karşılaştırıldığı zaman bu­ nun aynı olduğu görülmektedir. ( 1 4) Bu tercümenin 1298 H icret ( t 880 M) yılında Abdülkurun ŞirvAni delale­ tiyle (Kazan) şehrinde basılmış olduğunu Sait Ncfısi (Kabusname, Emir Unsur el-Maili Keykivus b. Kabus . . . . Tahran 1 3 1 2 Şemsi, Matbaa-i Meclis, mukaddeme) söylüyor.

245


Bu neşirde ancak üç nüshadan faydalanılmıştır. Bunlardan biri Ankara, Maarif Kütüphane'sinde J. 5/37 numarada kayıtlıdır(1 5) . İkincisi Bay Faik Reşit Unat'ın elinde bulunan nüshadır(1 6) . Üçüncüsü İnkılap Müzesi'nde, rahmetli M. Cevdet in kitapları arasındadır (küçük boy 87)0 7) . . . '

Nazmizade'nin Düzeltmesi : Mercimek Ahmed'in tercümesini, Üçü ncü Ahmed za­ manında, Bağdat valisi vezir Hasaıı Paşa'nın ' 'sırf Türki-i kadinı olmağla bu zemanede müstamel ve meşhur olan Türkiye çendan çesban olmayup dilpesend ve faidemend olmamağla tekrar tas­ hih ve tenkih olunup zebin-ı zemaneye mutabık ve fehm-i has ve ama muvafık Türki ile tecdit olunur ise metruk iken fileme mergub ve endahte-i zaviye-i nisyan iken matlub ül-kulub olur idi", şeklinde işareti üzerine Nazmi7.ade Murtaza tarafından 1 1 17 Hicret ( 1705 M.) yılında gözden geçirildi ve tercümenin sonunda dua kısmında "Hak sübhanehu ve tailadan riça ederim ki bu fa­ kire ve bu kitabı tahrir edene ve okuyana ve bir gez görene ve bazı ibaratın ıslah edene ve herkesin feh mine göre zemane lugat ve istimaline göre suret-i cedit verene . .. . ' ' derunesinden anlaşılacağı gibi Nazmizade artık kullanılmayan veya kul­ lanılmadığını sandığı Türkçe kelimelerin yerine Arapça ve Farsça kelimeler koymak suretiyle değiştirmiş olduğu için burada yeni bir tercüme akla gelmemelidir. Nazmizade'nin düzelttiği, daha

(IS) ( 1 6)

( 1 7)

Hangi tarihte yazıldığı belli değildir. Güzel bir nesihle yazılmıştır, imlası bozuktur. Kendi nüshasını, bu neşri hazırlarken kullanmak üzere bana vermek IQt­ funda bulunan sayın Bay Faik Reşit Unat'a teşekkürlerimi tekrarlarım. Bu nüsha 99 5 H icret ( 1 586) yılında yazılmıştır. Metni Maarif Kütüphanesi'ndeki nüsha ile hemen hemen birdir. Bunlardan başka İstanbul , Nuruosmaniye KQtüphanesi'nde 4096 numa­ rada kayıtlı bir nüsha daha vardır. Fakat şimdi orada olmayan bu nüsha­ dan faydalanmak mümkün olmadı . . . KAbusname'nin yabancı ülkelerdeki Türkçe nüshaları hakkında Bale. Rieu, British Museum, Türkçe yazmalar kataloğu, s. 1 16/17.

246


doğnısu değiştirdiği bu tercüme hakkında bir fikir vermek için, kitabın sonuna ondan ayn bir bab alınmış�r (Ek 1Il)(19). Benim bildiğime göre bizde şimdiye kadar Kabusname'den, Hıfzı Tevf"ık, Hasan An, Hamamizade İhsan'ın (Türk Edebi­ yatı Nilmuneleri, s. 243)'nde önsözden ve Nuşirevan'ın nasi­ hatleri, aşk ve Aşıklık haplarından birer küçük parça verilmiş; M. Fuat Köpl'iilü, Milli Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirleri (s . 15/16)'nde "şiir ve şairler" hakkındaki babın ilk satırlarını almıştır. Ahmed Cevat Dilernre, Ondördüncü asır yazmalarından nümuneler başl ığıyla 7, 8, 9, 10, 1 1 , 12, 14, 20, 2 1 'inci bapları, bazı kelimelerin ve ifade şekillerinin izahlarını vermek suretiyle neşretmiştir (Türk Dili, Belleten, Seri Il, Sayı 5-6; sonteşrin 1940). Birinci Köy ve Ziraat Kalkınma Kongresi yayınlarından ' 'Türk Ziraat Tarihine Bir Bakış" adlı eserde fazıl üstadımız muhterem Bay İhsan Sungu, Kabusname' nin Mercimek Ahmed tercümes inin Maarf Vekilliği Umumi Kütüphanesi'ndeki yazma nüshalardan atlara ait 25'inci babından dört say fanın fotoğrafını ve bunların Türk harfleri ile transkripsiyonunu neşretmiştir (1938).

( 1 9)

Nazmlmde'nin üzerinde işleyip değiştirdiği tercümelerinden iki tanesi Üniversite Kütüphanesi 'ndcdir. (Halis Efendi 2739 ve Rıza Paşa 23 14). Nazrnizade bundan başka kardeşi ile Vassaf' ın güç lı1gatlarım hal­ lederek bunların Türkçe karşılıklarını bulup koymak suretiyle bir eser daha meydana getinniştir. Ancak bulduğu Türkçelerin çoğu "Eırak lisan­ ı kadimi olmağla'' ortada maruf olan tabirlere uymadığından 'Türki bir lı1gat aranmak Jazımgelse zahmet çekildiğinden" tezkere sahibi Salim tarafından o devrin diline göre yeniden toplanıp yazılmıştır (Salim tez­ kiresi, s. 620). •

247


2.11.2 DEDEM KORKUT'UN KİTABl'DAN*

' 'Oğuz Beyleri"•• . Arız (Alp)(l)••• - Yazıcı-oğlu Selçuknamesinin başındaki Oğuznamede(2), "doksan deriden kürk olsa topuğunu örtmeyen, dokuz deriden şebkülah olsa tülüğ�n(3) örtmeyen, doksan koyun dovgalık(4), on koyun öyüncük yetmeyen, dokuz yaşar cüngün(S) silküp atan, kıynağında gökte dutan, at başın yalmırıp bir kez yu­ dan Efrasiyab-oğlu Alp Arız Bey" ve Dede.Korkut kitabında ise "altmış erkeç derisinden kürk eylese topukiarını örtmeyen, alu ögeç derisinden külah etse kulaklarını örtmeyen, kolu budu hıranca, uzun baldırları ince, Kazan Bey'in dayısı at-ağızlu Aruz Koca'' diye sıfatlamaları sıralanan Aruz Koca, altmış kırkıl sa­ kallu kocanın ulusudur(6). Dış Oğuz beylerinden olup Salur Kazan'ın dayısıdır, toplantılarda hep onun sol yanında oturmak­ tadır. İki oğlu vardır : Kıyan Selçük ve Basat. Bayındur Han, beyleriyle seyrana çıktığında, yolda rast­ ladıkları bir yığınağa, atından inip tepince mahmuzu dokunur, yığınak yarılır, içinden çıkan oğlanı, Tepegözü eteğine sarıp alır, evine getirir. Fakat Tepegöz büyüyünce ona kan kusturur. Kazan Han'ın Dış-Oğuz beylerini çağırmadan, evini yalnız İç-Oğuz beylerine yağmalatmasına darılarak baş kaldırmış, Sa­ lur Kazan'ın inağı ve Dış-Oğuz'dan kız aldığı için onların güveyi (•) ( ..) ( ... )

Dedem Korkut'un Kitabı (İstanbul : Milli Eğilim Basımevi, 1973), CXU-CLUI. Beylerin adlan, alfabe sırasına konmuştur. Dipnotları kitapta olduğu gibi her sayfada 1 'den başlatılmayıp 1 'den ilibaren nu­ mara sırasını izlemektedir. (Hazırlayanın notu)

( 1 ) Osman, Tevirih-i Cedid-i Mir'it-ı Cihan'ın Bahni'l-Ensib adlı kitaba dayanarak verdiği bilgiler arasında geçen Dış-Oğuz beylerinden "Uruz Han"da bu olacaktır. Gerek Dresden, gerek Vatilr..an yaznıalannda kimi yerlerde, Anz'ın adı "Uruz" olarak yazılmııtır, bu bir sürçmeden başlr..a bir şey değildir.

(2) Toplr..apı Sarayı Kütüphanesi, Revan Köşkü, sayı: 1 3Q(). (3) "Tülük (tuluk, tulum)" kaşla kulak arasındaki yerde olan saçlar, şair.ak üstüne dökülen saç, 5111r..alr. . (4) "Dovga (Tovga)" kuzu eti, un ve turşu ile yapılan bir aş. (5) "Cüng", y(ilı. taşıyan deve (Sengulih, 215 v . ). (6) Osman. aynı yer, s. 24, sı . 1 82-3.

248


olan Beyrek'i yalan bir haberle

aldatıp yanına

çağırtmış , ken­

dileriyle birlikte Kazan Han'a karşı ayaklanmaya katılması tek­ lifini kabul etmediği için onu öldürmesi üzerine, Beyrek'in öcünü almak üzere yapılan çarpışmada, Kazan Han'ın karımı olarak döğüşmüş ve Kazan Han tarafından mızraklanarak atından düşürülmüş, Kazan'ın kardaşı Kara Güne tarafından başı kesi­ lerek öldürülmüştür. Anz'ın

tarihi

bir kimse alınası mümkündür<?> . Hiç değilse

kendisi eski destan geleneğindeki dev kahramanlara özgü bir dış görünüştedir. Onunkine benzer mübalağalı tasvirler Orta-Asya Türklerinin kahramanlık destanlarındaki en eski anlatım yoludur. Bunlara Özbeklerin Alpamış'ında ve Kırgızların Manas destanında daha çok düşman kahramanlarının, korkunç devlerin tasvirinde rastlanmaktadır. Bunlardan biri elli kişiyi kuşatabilen bir kuşak kuşanmaktadır. Ötekinin giydiği kavuşlar (deri ayakkaplan) dok­ san büyük öküz derisinden yapılmıştır; üçüncüsünün giydiği kal­ pak altmış çift-arşın, yollu pamuk bezindendir; başka kahramanlar da buna benzer biçimde anlatılmaktadır(8) . Oğuzname'de Alp Arız 'ın babası olarak gördüğümüz Efra­ siyab (Tuna Tekin) kültü ve kahramanın destanı Orta-Asya Türk­ leri arasında şüphesiz geniş ölçüde yayılmıştır. Efrasiyab , Türk ve İran rivayetlerine göre Hazer Denizi'ni kuzeyden ve güney­ den dolaşmıştır. Türk destanlannda Efrasiyab'ın oğlu Alp Arız Demirkapı'yı, yani Doğu-Kafkasya'daki Derbend'i açmıştır. Eski Türk rivayetlerinde kimi kahramanlar hakkında "Demürkapuyu depüp (kapup) alan ' ' diye bir tabir kullanılmıştır<9> . Bu tabir eski Türklerin Hazer Oenizi'nin kuzeyinden gelerek Kafkasya'yı açma(7)

Divanü Lügaıü't-Türk'te bir erkek adı olarak "Avnız" geçmektedir. (1, gg ı ı).

(8) Jirmunskiy, Kiıab-ı Dede Korkut ve Oğuz Destanı Geleneği, Belleten, An­ kara 1 96 1 , XXV . s. 625 . (9) Bkz. metin, s. 273S , 73 1

249


larına ait hatıralarla ilgili olsa gerektir. Yedinci yüzyılda yaşayan Saka hükümdarı olarak kabul ettiğimiz Tuna Alp (Efrasiyab), (Volga) nehri

tarafından

Edil

gelerek Demirkapı üzerinden Asya'ya

geçmiş ve oradan İran-Horasan yolu ile Buhara yakınındaki Bey­ kend ve Çu havzasının yukarı taraflarında bulunan Koçungar­

Başı mevkiine dönüp gelmiştir. Oğuzhan ' ın seferlerine ait Oğuz destanındaki rivayetler de buna benziyor( IO). Firdevsi, Şehnamesinde İran-Turan çarpışmalarını anlatırken, Efrasiyab'a

büyük

bir yer ayınmşur.

Alp

Anz

burada,

Efrasiyab'ın oğlu değil, kardaşı olarak gösterilmiştir, adı Agıires şeklinde geçmektedir( l 1 ) . Her ildsi de Turan kumandanı Peşenk'in oğludur. Bu bölümde İran hükümdarı Minuçihr' in ölümü üzerine Peşenk'in İran'a karşı savaş açmak istemesi, oğlu Efrasiyab'ı yanına çağırarak ona öç almak sırasının geldiğini söy­ lemesi , Efrasiyab 'ın hazır olduğunu bildirerek babasından der­ hal İran ordusuyla çarpışma emrini alması, savaş hazırlıldan yapılıp bittikten sonra akıllı ve doğru yol gösterici Arız'ın saraya gelmesi, babasına, �rışıklık sıralarında öç alma kitabını oku­ manın doğru olmayacağını, soğukkanlılığı elden bırakmamak ge­ rektiğini, yoksa ülkede karışıklık çıkacağını söyleyerek onu uyardığı, fakat babasının bunları dinlemediği anlatılıyor. Peşenk, ona Efrasiyab ile birlikte İran 'a giderek kardaşına destek olmasını buyuruyor ve savaşı� ilgili başka buyruklar veriyor. İki ordu bir­ birine yaklaştığı zaman Türk Pehlevanı Barman(12), meydana çıkıp er dilemek arzusunu gösterince, akıllı Arız, ağabeyi Efrasiyab'a, "bu döğüşte Barman'a bir kötülük gelecek olursa, sınır bekçilerinin cesaretleri kırılır ve ordunun planı bozulur, onun ( 1 0)

( 1 1) ( 12)

250

Ahmet Zeki Velidi, On Mubarakshah Ghuri, Bulletin of the School of Oriental Studies, Landon, Institution, vol. VI, 1 930-32, s. 853 v.d. ; aynı yazar. Umumi Türk Tarihine Giriş, 1, İstanbul 1946, s. 103. Aşağıda "Ağrires" yerine "Arız" alınmıştır. Divanı Liigatü't-Türk'te bulunan Efrasiyab'ın oğlu olduğu söyleniyor (III, 272 1 ) .


için biz bu işe önce henüz adı sanı belli olmayan birini seçelim de sonra pişman olup parmağımızı, dudağımızı ısırmayalım" diye bir düşüncede bulunuyor, fakat Efrasiyab ağrına giden bu sözü

dinlemiyor. Yapılan savaşlarda İran hükümdarı Nevzer, yanında.ld

yiğitlerle birlikte Efrasiyab'a tutsak oluyor ve birçok Baturlann İranlılar tarafından öldürüldüğünü haber alınca öfkesinden ve acısından o da Nevzer'i öldürüyor. Öteki

tutsak yiğitleri de

öldü rmek üzere katına getirdiklerini haber alan Arız, heyecanla bunlar için aman dileyor. Onlar zaten savaş dışı olmuşlardır, diyor,

tutsakları öldürmenin doğru olmadığını, bir mağarayı zindan ha­ line koyarak onları oraya tıkacağını, başlarına akıllı kimselerden bekçiler koyacağını anlatıyor. Efrasiyab da bunun üzerine can­ larını bağışlıyor. İran başbuğu Zal, Nevzer'in öldürüldüğünü

duyup da ordusuna öç almak için hazır olmaları buyruğunu ve­ riyor, bunu San'da zindanda bulunan İran pehlevanları öğreniyor.

Anz'a haber gönderip, İranlılar bu yana yönelirlerse, Efrasiyab'ın

buna kızacağını ve öfkesini onları öldürmekle alacağından kork­

tuklarını bildiriyor; bundan ötürü kendilerini bırakması için yal­

varıyorlar. Fakat Arız, bunu doğru bulmuyor, kardaşının bu

yüzden kendisine kin beslemesini önlemek için başka bir çare düşünüyor. Zal, San'ya yönelecek olursa, kertdilerini ona teslim

edeceğini söylüyor. Zindandakiler, bir elçi göndererek, durumu Zal'a bildiriyorlar. Zal , seçtiği kahramanlarla ve ordusuyla Zabül'den Amil'e doğru yola çıkıyor. Bunu haber alan Arız, or­

dusunu yola çıkarıyor. Bütün tutsakları orada bırakıyor. Zal 'ın kahramanları gelip tutsakları kurtarıyor. Arız, Amil'den Rey'e gelince, Efrasiyab ona ' ' Senin yaptığın nedir? Bal ile ebucehil

karpuzunu karıştırmaktan kastın ne?" diye çıkışıyor, "bir savaşçı aklı ile iş görmez, o bütün şerefi ancak savaşta arayıp bulur" diyor. Anz'ın, kimseye kötülük etmemek gerektiğini söylemesi üzerine de kızıp onu öldürüyor( 1 3) . (1 3) Firdevsi, Şehname çevirisi, Necati Lngal, M illi Eğitim Bakanlığı kla­ sikleri, İstanbul 1 945, c. I, s. 366 v.dd . ; Atsız, Türk Edebiyatı Tarihi, il . Baskı İstanbul 1943, s. 1 1 v .dd. 251


Avşar BeyC14) Osman'ın Tevarih-i Cedid'i Mir'at-ı Cihan'ında0 5) Bahrü'l Ensab'a dayanarak, Bayındur Han'a ayrılmış olan bölümde adları sayılan Dış-Oğuz beylerinden biri. Avşar, Oğuzların yirmi dört boyu arasında, gerek sayıca çok ol­ maları, gerekse tarihte nıttuklan yer bakımından çok önemli olan bir ilin adıdır. Oğuz geleneğinde Avşarlara, Üç-Ok'lardan daha soylu sayılan Boz-Ok kolunda yer verilmiş olduğunu, yine orada bu kabilenin hükümdar yetiştiren boylar arasında gösterildiğini görüyoruz. Kaşgarlı Mahmut, bu ili, Oğuz boyundan altıncı ola­ rak yazar ve damgasının şeklini de verir. Ona göre Afşar, bu Oğuz boyunun ilk atalannın adıdır. Türlü kaynakların söylediğine göre(16) Avşar, Oğuz Han'ın üçüncü oğlu Yıldız Han'ın büyük oğludur ve kelime "işini çabuk yapan, itaatli" anlamına gelmek­ tedir<m. Anadolu'nun orta ve bau bölgelerinde Afşar adını taşıyan birçok yerler vardır. Afşarlann türlü adlar taşıyan oy­ maklarına bugün Türkiye'nin birçok bölgelerinde ve küçük azlıklar halinde Afganistan ve Sovyet Azerbaycanında hala rastlanmak­ tadır( 18). -

B�t( l9) - Dış-Oğuz beylerinden Aruz-oğlu Basat, Aruz ta­ rafından beslendiği için ' 'imdi kardaşuz, kıyma bana' ' diye onu (14) (1 5) (16) (17) (18) ( 19)

�52

Bu ada Avşar, Avuşar ve Afşar biçimlerinde rastlanmaktadır. Atsız yayımı, İstanbul 196 1 , s. 24, sır. 178- 179. Burada "Avşar" ola­ rak harekelenmiştir. Re�idüttin, Cimiü't-Tevirih; Yazıcı-oğlu, Selçukname; Ebülgazi Baha­ dur Han, Şecere-i Terakime. Ebülgazi'ye göre anlamı "İşini yaldam işlekçi"dir, aynı yer s. 35, str. 600 . Daha çok bilgi edinmek için Bk. Fuat Köprülü, Avşar maddesi , İslim Ansiklopedisi ; Faruk Sümer, Avşar'lara dair, Fuat Köprülü Armağanı, s. 453 v.dd . ; aynı yazar, Oğuzlar, Anlc:ara 1 967, s. 256 v.dd. Basat adını "Bisat" ve "Busat" okuyanlar da vardır. J irmunslciy "Bisat" ve Ali Sultanlı, Dede Korkut Hakkında Kayıdlar, Dl. malc:ale, s. 3, 1959, s. 4 ve Yazıcı-oğlu Oğuznamcsi . Basat okunuşunun daha eslci olduğunda şüphe etmemelidir. Çünkü en eski kaynak olan Dürerü 't-Ticin'da "Basat"tır.


kardaşı sayan Tepegöz'ün sorulanna verdiği karşılıkta kendini şöyle anlatmaktadır : -

Kalartla lwparda yerim Gün-Ortaç

Karanu dün içre yol auam umum Allah Kaba alem götüren hanımuz Bayındur Han Kınş günü önden depen alpumuı Salur Ka'lJUI Atam adını sorar olsan kaba ağaç Anam adını der isen kağan aslan Menüm adımı sorar isen Aruz-oğlu IJasat(lO) Onun için kullanılan sıfatlar da şöyledir :

Avucuna sığmayan Elüldiı-oğlu, Erdil teke boynuzundan katı yaylı İç-Oğuı'da, Dış-Oğuz'da adı belli Aruz-oğlu h4num BasaJ<21) Dış-Oğuz'un İç-Oğuz'a baş kaldınnası üzerine, ölümcül ya­ ralanan Beyrek, Salur Kazan'a öcünü bir an önce, ' 'ağca-yüzlü görk.lümü Aruzoğlu Basat gelüp almadan' ' almasını vasiyet eder<22) . Basat, kendisini tanıtırken de söylediği gibi, bir aslan ta­ rafından emzirilip büyütülmüştür. Bir gün Oğuz otururken üstüne yağı gelir, geceleyin Oğuz ürküp göçer, kaçup giderken Aruz Koca'nın oğlancığı düşer, bir aslan götürüp besler onu . Oğuz Han'ın ılkıcısı, bir gün gelip, sazdan bir adam çıktığını, ün ur­ duğunu, apul apul yürüyüşünün adam gibi olduğunu, at basıp kan sömürdüğünü haber verir. Aruz, "bu, belki ürltjip kaçtığımız vakıt düşen oğlancığumdur" diyerek atlanıp aslan yatağına gelir, as­ lanı kaldırıp oğlam tutar. Fakat ne kadar getirseler oğlan yine as­ lan yatağına döner. Bunun üzerine Dede Korkut, kendisine insan (20) Bk. metin, 1 13, str. 10-1 6 . (2 1) Bk. metin, 1089. (22) Bk. metin, 149, str. 28-30. 253


olduğunu, hayvanlarla düşüp kalkmaması gerektiğini, yahşı at bi­ nip yahşı yiğitlerle eşip yortmasını öğütler ve ona Basat adım ve­

rir. Oğuzların daha IX. - X. yüzyıllarda Sır-Derya boylarına gel­ melerinden önce mevcut en eski hikayelerinden biri.

belki de Basat'ın Tepegöz'ü nasıl öldürdüğünü anlatan hikayedir(23) . Rossi, Basat'la Tepegöz'ün mitolojik maceralarını, aşağı-yukarı

zamanın dışında olduğu için, tarihi saymamakta, bundan dolayı Basat'ı tarihte aramamaktadır(24). Ebu Bekr b. Aybek El-Devfuliri'nin hicri VIlI.

(XIV . ) yüzyılın

başında yazdığı Dürerü't-Ticin'da onun Tepegöz'den ilkin nasıl haber aldığı. sonra onu niçin öldürdüğü başka türlü anlatılmak­

tadır : Oğuzlar içinde yetişip de atıcılıkta kendisini kimsenin ye­ nemediği bir kız vardır. Basat bu kızı yenip aldığı ve babasına muştu vererek getirdiği

zaman babası ona "ben de sandım ki

Tepegöz'ü öldürdünüz" demiş. Bunun üzerine, Türkler arasında yetişmiş itibarlı, ünlü, güçlü, yürekli "Urus-oğlu Basat" bunu duyunca birçok kurnazlıklar düşünmüş ve sonunda Tepegöz'ü ö1dürmüştür(25). Tahrani'nin Kitab-ı Diyarbekriyye'sinde Basat "Bisüt Han" adı altında geçmektedir : Bisüt Han yüz yirmi dört yıl saltanat sürdü, Moğol askeri ba­ basının evine saldırdığı vakit anası ona gebe idi. Kaçarken doğurdu ve onu yolun üstüne atarak savuştu. Yaşlı bir kadın onu aldı, özenle besleyip büyüttü. Yürümeye başladı, kadın onu dört ay inek sütüyle besledi. Babası tekrar ülkesine döndüğü zaman onun varlığını öğrendi ve çocuğunu kadından geri alarak adını "Bisüt" koydu(26) _ (23) Jirnnınskiy, Kitab-ı Dede Korkut ve Oğuz Destanı Geleneği, Belleten, Ankara 1 96 1 , XXV, s. 6 1 8. •(24) Rossi, Giriş, s. 3 1 . (25) OŞG, XLI, v.d. (26) Ebu Bekr Tahrini, Kitab-ı Diyarbekriyye, Türk Tarih Kurumu yayımı, Ankara 1 962 , c. 1, s. 2 1 .

254


Adnan Erzi, doğru olarak, Bisüt hakkında anlatılan hikaye­ nin, Dede Korkut kitabındaki Basat'ın macerası ile büyük ben­

zerlik göstermekte olduğuna, her iki metnin karşılaştırılmasından Basat ile Bisüt'ün aynı kimse olduğuna şüphe bırakmadığına dik­ kat ve Ebu Bekr Tahraru'nin, Bisüt hakkında duyduğu veya oku­ duğu menkabeye -eserine yakışır bir şekilde- daha realist ve tarihi b� veçhe vermek Jstediğine, Dede Korkut'taki yağı yerine bu masalda Moğol askerini, aslan yerine de yaşlı bir kadını koy­ duğuna, Basat adının "Bisüt" olarak bozulmasını da sonraki bir halk türetmesinin mahsulü olduğu ve Basat'ın ana sütünden yok­ sun olarak büyüdüğünü ifade ettiğine işaret ediyor(27). Tepegöz hikayesinin, Güney-Anadolu'da, Türkmen boylan arasında yaşayan şeklinde, Basat "Busat" olarak anılmakta, Tepegöz'ün de, Kitab-ı Diyarbekriyye'de Bisüt için söylendiği gibi bir "sütlü davar" tarafından emzirilerek büyütüldüğü anlaşılmaktadır<2 8) . Bu rivayet Oğuz geleneği ile ilgilidir. Çünkü "Tek-gözlü" tipini Pusat yani Basat ile birleştirmektedir. Bu Pu­ sat, aslan avına çıktığı sırada bir masal dağı olan Kaf Dağı'nda Tepegözlerin ülkesine düşmüş, bu Tepegözlerden birini almış, yurduna getirmiş ve insan olarak yetiştirmek istemiştir. Sözü tamamlamak için, Prof. Zeki Velidi Togan'm, Moğol tarihi kaynaklarından, İlhanlılar devrinde doğudan gelen Uruğlann çoğunun orduda ayrı "hezare (ming)" ler, hatta tümen çıkardıklarını, bunlardan birinin de "Bisüvüt Uruğ'u" olduğunu söylediğini ekleyelim(29) . Yazıcı-oğlu Oğuznamesinde ' 'Yedi yıl Elbürz''e sefer kılan, kayup dönen, Kıyan Busat kardaş kanın alan, it Tepegöz'ü öldürüp (27) (28) (29)

Akkoyunlu ve Karakoyunlu Tarihi Hakkında Araştırmalar, Belleten, 1954, sayı: 70, s. 179 v.dd. Ali Rıza Yalmİln, Cenupta Türkmen Oymaktan, iV, s. 32-34; OŞG, LX­ XIII, linnunskiy, KN, s. 215. Uınımi Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1946, 1, s . 239.

255


ad koyan "Unılmuş Han" diye geçen alkışta, Tepegöz'ü öldüren Basat değil, onun kardaşı "Urulmuş Han" olarak gösterilmek­

tedir. Ayrıca Basafın kardaşı olup Tepegöz'ün elinde heiak olan Kıyan Selçük'ün ••kıyan" sıfatı da burada Basat'a verilmiştir. Tarihte, belli kişilerden • •easat" adını taşıyanlar da vardır. Çepni beylerinden bir Piri Bey oğlu Busat tanıdığımız gibi(30)

xvı. yüzyılın ikinci yarısındaki kürt beylerinden birinİll adının da "Basat" olduğunu biliyoruz(3 1).

Bay Bura

-

Türk folklorunun en yaygın hikayesi veya des­

tanı olan Bamsı Beyrek'in babası. Hilcayede türlü yerlerde

''

Kam

Bura, Bay Bura Bey, Bay Bura Han " diye geçmektedir.

Zeki Ve­ lidi Togan bunu "Bay Börü" diye okumak ve bununla "Börü tekin' ' arasında bir ilgi kurmak istiyor. Bu adın, birçoklarıyla bir­ likte,

XI. yüzyıl ve daha önceki zamanlarda kullanılmış bir ad

olduğunu, tanık göstermeden ileri süren Faruk Sümer, başındaki "bay" kelimesini bu sıfatı taşıyan öteki beyler gibi, Bura Bey'in de servet sahibi olmasıyla ilgili görüyor(32) .

Bayındur Han

-

Yazıcı-oğlu Oğuznamesinde, Bayındur

Han'ın adı bir alkış içinde . . Bayındur Han şeylanlu Oğuz" , "Bayındur Han devletlü" ve ' 'Bayındur Han devletlü yedi dev­ letün versün" diye geçer, Böylece onun, devleti ve mutluluğu temsil ettiği anlaşılır. Dede Korkut kitabında ise onun unvanları ve sıfatları ' 'Hanlar Ham Han Bayındur" , "Boz-atlu Kam Gan oğlu Han Bayındur" ve "Ağ alınlu Bayındur Haıi"dır(33). (30) (3 1) (32) (33)

256

Faruk Sümer, Oğuzlar, s. 322. Aynı yazar, aynı yerde, s. 4 10. Bkz. aynı yer, s. 375 ve 38 1 . Bkz. metin, türlü yerlerde, yalnız bir yerde, Kazılık Koca-oğlu Yegenek boyunda (VII), Yegenek'in ·Bayındur Han'a hiıabında kullandığı sıfatlar, Dede Korkut kiıabında Salur Kazan için kullanılan sıfatlan andırmaktadır: • •Alan sabah sapayerde dikilende ağ ban evli, atlasıla yapılanda gök say­ vanlı, tavla tavla çekilende şahbaz atlı, çağınıban dAd verende yol çavuşlu, yağ tökülende bol ni'metlü, kalmış yiğit arhası, beze miskin umıdu,


Oğuz'un "kaba alem götüren Haru"dır. Buyruğunda yirmi dört sancak beyi vardır; İç-Oğuz beylerine o hükmeder; akınların so­ nunda, "kuşun ala-kanını, kumaşın arzusunu, kızın gökçeğini, dokuzlama çargah çukayı" ona pencik çıkarırlar. Ağ meydana kurulmuş bir ağ ban evde oturur(34) . On iki hikayeden altısında, olay onun meclisini anlatan bir sahne ile başlar. Başka hikaye­ lerde de onun adı bir münasebetle geçer. Bayıııdur Hin'ın, hikaye­ lerde, eski destan geleneğine dayanan bir desteği yoktur. Dede Korkut kitabında soy adından başka onunla ilgili olarak, işlenmiş bir konu olmadığı gibi, özel bir adı da yoktur. O, burada, büsbütün ikinci planda bir hükümdar olarak gösterilmiştir. Yerini, Oğuz alplarının başbuğu sıfatıyla onun beylerbeyi ve güveyisi duru­ munda bulunan Salur boyundan Kazan Alp alınıştır(35). Bununla Tür1cistanın direği, türlü Jcılşun yavrısı, Amıt soyunun aslanı, Karacuğun kaplanı, devletlü Han (s. 99). Bir yerde de "padişahlar padişahı" diye geçer (s. 149). Bayındur bir yerde "Kam Han", üç yerde de "Kam Gan-<>ğlu" diye anılmaktadır. Atsız, burada "kam" ve "gan"ın iki ayrı kelime mi, yoksa "kamgan" şeklinde yalnız bir isim mi olduğunun kestirilemeyeceğini söy­ ledikten sonra bu kelimenin Gök-Türk kağanlanndan ünlü İlteriş Kutluğ Kağan 'ın kardaşı ve onun yerine geçen Kapağan Kağan 'ın adını hatıra ge­ tirdiğine işaret ediyor ve "Kamgan"ın bu ismin başka bir söylenişi ol· ması ihtimalini ortaya atıyor. Dede Korlcut ' ta insan ad ı olarak Kabakkan =Kabukkan'da geçmekte ve Karamanlı Nişancı Mehmet Paşa tarihinde Osman Gazi'nin beşinci göbek atası olarak sayılan Kabak Alp'ı hatırlattığını söylemektedir (Bkz. Dede Korkut, Yücel, İstanbul 1939, sayı: 48, s. 308). Yalnız "kam" kelimesi, Bamsı Beyrek hikAyclerinde de "Kam Bura" şeklinde geçtiğine göre (s. 3 1 , str. 1) bunun daha çok bir unvan olduğu ve "Kamgan"ın tek bir ad olamayacağı anlaşılmaktadır. (34) Bkz. Kitab-ı Diyarbekriyye, c. I, s. 24. (35) Yalnız, burada eski Türk hQJcümdarlığının bir tür çift-hQJcümdarlık olduğu hatırdan çıkmamalıdır. Hakan, birliğin ve adaletin sembolüdür. O Adeta halkın gözünden uzak yaşamakta ve öyle hüküm sürmektedir. O yalnız manevi hususları idare ediyor. Onun yanında asıl iş gören bir başbuğ ve kahraman vardır. Hikiyelerde harekete hiç karışmayan Bayındur Han bun­ dan dolayı Oğuzların en büyük hükümdarı olarak görünüyor, hareketi kah­ ramanlar yapıyor ve onların arasında en çok Kazan Bey'in adı geçiyor (Bkz. Walter Ruben, Ozean der Maerchen Ströme, Teil I, Helsinki 1944, s. 27 1 ; Zeki Velidi Togan, lbn Fadlan's Reisebericht, Eşk. 93e ve 94•).

257


birlikte hikayeleri bir bütün halinde onun kişiliği birleştirmekte ve kitabın on hikayesi onun adıyla ilgili bir daire teşkil etmekte­ dir. Yazılı kaynaklarda o, Akkoyunlu soyunun at.ası olarak görülür. Kitab-ı Diyarbekriyye' de onun için oldukça etraflı bir bilgi ve­ rilmektedir : ' 'Padişah Bayındur Han - Onun padişahlığı zamanında bütün İran, Rum, Şam, Mısır, Efrenc, Hıta ve Deşt-i Kıpçak ele geçirildi . Bacanak onun büyük kardaşı idi. Sayram'da onu ken­ disine kaymakam yaptı, ve kendisi Karabağ kışlağına ve Gökçe­ Deniz yaylalarına yöneldi ve büyük bir kurulta)' kurdu ve büyük bir toplantı düzenledi. Büyük toy verdi ve altundan çok büyük bir otağ kurdu ki Türkçede buna "ban ev" derler. Ve bu toyda yüz yirmi bin erkek koyun ve dokuz bin kısrak ve on sekiz bin sığır kırdırdı. Ve Türkçede "Göl" denilen üç havuz yaptırdı, bi­ rine, şerbet, birine süt ve birine süzme bal doldurup sebil etti . Altun ve gümüş hesapsız , beş yüz tane kıymetli taşlarla işlemeli kemer ve kemerden daha çok parlak ve gümüş kılıçlar o toyda armağan etti . Ve ülkelerini de kabiliyetlerine göre oğullarına dağıttı ve ondan bir kaç gün sonra da hakkın davetine icabet etti" . Burada anlatılan toy, Dede Korkut'taki toy tasvirlerinin benzeridir. Bahrü'l-Ensab adlı bir kaynağa dayanarak Bayındur hakkında bilgi veren bir başka eser, Tevarih-i Cedid-i Mir' at-ı Cihan<36), " Der Beyan-ı evsaf-ı Bayındur Han" diye ona ayırdığı bölümde şöyle anlatmaktadır : "Gök Alp Hanun kaçankim eceli yetişüp dünyadan gitti, oğullarından Kaydur Han, Turmuş Han memleketlerini taksim edüp her biri bir vilayete han oldu. Karındaşları Bayındur Han taallukatıyla Horasan'dan azimet edüp Anı'ya, Kars'a geldiler. Gürcistan keferesiyle cenk edüp Tiflis'i aldılar. Andan Demür(36) Atsız yayımı,

258

s.

24.


kapu'ya varup Küswek meliki muhasara edüp Demürkapu 'yu alup başını kesti . Ol tarihte İsa aleyhisselam göğe çıkup bizüm Pey­ gamberimüzden nişan yoğudu . Anlar din, mezhep bilmezlerdi, amma Hakka ikrarları vandı. Oğuz tayfası derlerdi. Kazan Han derlerdi, Bayındur Han'ın veziri idi ve hem damadı idi. Aralarında Taş-Oğuz, İç-Oğuz beyleri anılurdu . . . Cümle doksan bin asker idi. . . Oğuz kavlince bunlar bir tayfa idi. Bayındur Han'un as­ keri idi. Bizim Peygamberimüz dünyaya gelmezden mukaddem bunlar kırk yıl Gürcistan keferesiyle cenk (ü) cidal edüp dokuz tümen Gürcistan beylerinden haraç aldılar. Kaçankim Server-i Kii­ nat Muhammed Mustafa Sallallahu ve Sellem Efendimüzi vakıasında görüp iyman getürdü . . . Sonra Bayındur Han'un evladından Uzun Hasan memleket-i Acem'de padişah olduğunda İslam dini Acem'de üstüvar oldu". Saltukname ise Osmanlıların soyunu Bayındır Han'a bağlaımtktadır(37) . Hacı Bektaş velayetnamesinde de o, Oğuzların padişahı olarak geçiyor(38). Şecere-i Terakime Salur boyundan Ögürcük Alp'ın, lrak'ın güçlü halkı Bayındur ili beyinin hükmünü tutmadığı için bozuştuklarını, Ögürcük'ün Salur ve Karkın boy­ larından bir topluluğun başında Şamahı'ya geldiğini, orada da du­ ramayup İtil Irmağı'nı geçerek Yayık Suyu'Ôa ulaştığını, o zamanlarda oralarda yaşamakta olan Kanglılarla bir süre otur­ duğunu, sonra Kanglı hanıyla bozuşarak Mangışlak'a gelip Kara Han denilen yerde üç yıl kaldığını, Kanglılann Hanı Gök Tonlu'nun onun yerini öğrenip üzerine atlandığını, Ögürcük'ün de bunu işitip Balhan Dağı'na gittiğini anlatmaktadır(39) . Bun­ dan ve yukarıda geçen öteki kaynaklardan, Bayındurlann, daha sonra XV. yüzyılda adlarını verdikleri Akkoyunlu İmparatorlu(37) Adnan Sadık Erıi, aynı yer, s. 199. (38) Abdülbaki Gölpınarlı yayımı, s. 73; Adnan Sadık Erzi, aynı yerde, s . 186. (39) Kooonof yayımı, s. 67; Faruk Sümer, Oğuzlara ait destani mahiyette eserler, DTF, XVII, sayı: 3-4, 1959, s. 393. 1

259


ğunu meydana getiren, yüzyıllar önce bu imparatorluğun ülke­ lerini kafirlerin elinden alıp yurt edindiklerini anlatan bir destan gelenekleri olmak gerektir<40>. Alckoyunlu Türkmenlerin Hükümdar soyunun çıktığı Bayındur boyunun, Yakın-Doğu' da hfildnı bir yer tutmakta bulunduğu sırada (XIV. yüzyılın ortasından XV. yüzyılın ortasına kadar) ancak, Oğuzların destan kahramanı olarak Bayındur Han'ın adı destan­ larda yerleşmiş olabilir. Bayındurlar, XV. yüzyılda Ahlat'ta hükümet etmişlerdir ve Gordlevski, Ahlat'ta Bayındur Han'ın ve onun oğlunun menlcabede yaşayan türbesini ziyaret etmiştir. Bugün Kars ile Revan çevrelerinde, Türklerle Ermeniler ara­ sında kullanılan önemli bir tabir, Bayındur Han adının hfila yaşa­ makta olan hatırasını saklamaktadır. Birisinin devlet işi göıiilmeyip de daha büyük makama baş vurması bildirilince "Bayındır yolu verdi" veya "Bayındır yolunu gösterdi" denilmektedir. Çok canlı olarak yaşayan ve yaygın olan bu tabir mecaz olarak devlet kapı­ sında görülmeyen bir işin daha büyük makama havalesi ile çıkmaza girdiğini anlatmak için kullanılmaktadır<4t). Dede Korkut'ta, (IX) hikayede, ilk savaşına çıktığını okuduğumuz genç kahraman Emren'in babasıdır. Bu hikaye, or­ dasını kafirlerin sardığı ağır yaralı babası Begil'i, oğlu Emren'in kafirlerin elinden nasıl kurtardığını anlatmakta olup Begil'in hikayesiyle başlar. Hanlar Hanı Baymdur Han tarafından gücen­ dirilmiş olan Begil, bir feodal devir destanının çok tipik bir kişisidir. Tabii olarak böyle hareket görmüş kahramanlar güç za­ manlarda yurdun kurtarıcısı olurlar, Firdevsi Şehnamesinde Rüstem ve İsfendiyar gibi. Feodal. ilişkiler bakımından Begil ile Bayındur Han arasındaki anlaşmazlığın sonuna kadar açıklan(40) Bu konunun münakaşası için Bkz. Faruk Sümer, Oğuzlara Ait Destani Begil

-

Mahiyette eserler, s. 393 v dd ; Pertev N . Boratav, Türkiyat Mecmuası, XIII, s. 46 v.dd. Kırzıoğlu M. Fahrettin, Dede Korkut Oğuznameleri; s. 78 v.d. .

(41) 260

.


mayan sosyal nedenlerden olduğu akla gelebilir. Destanda Begil 'e "bey" değil, "yiğit" sanı verilmektediı:{42). Begil, üç yüz altmış

altı alpın çıktığı avda, yay kurup ok atmadan , kementle geyikleri avlar, semizini boğazlar, arığının kulağını delip bırakır. Beyle­ rin avladığı geyiklerin kulağı delik olsa ' 'Begil sevincidir" diY� ona gönderirlerdi.

Atı kara yeleli kazılık attı . Bu O�uz kahl ....

manının adı kitapta bir tek hikayede geçmektedir. B1J bakımdan, Begil ile oğlu Emren 'in daha yeni kişiler olmaları düşünülebi­ lir(43) . Zeki Velidi Togan Begil adını Bükil ( = Bügıl) okuyor ve bu­ nun Türkmenlerdeki Vükil kabilesi olabileceğini düşünüyor. Bu adı Arapça sanarak . .Vekil" diye okuyanların bulunduğuna ve bunun yanlış olduğuna da işaret ediyoı:{44). Bu isim bugün de halkta yaşayl;ln adlardandır(45) . Şamil

Cemşidof(46)

Begil-oğlu

Emren'in

hikayesinde

Oğuz'un, yani destandaki kahramanların yaşadığı yerlerin daha da belli olduğunu göstermektedir. Ona göre kitapta geçen olay­ ların geçtiği yerler, Berde-Gence-Gürcistan serhaddi istikamet çiz­ gisinin arkasındadır. Çünkü Begil'in Oğuz'dan göç edüp Gürcistan serhaddine gittiği yolda Oğuz ile Berde arasında bir şehir olsaydı, onun adı mutlaka geçmek gerekti, diyor.

Beyrek

- Dede Korkut'un kendisine koyduğu ad Bamsı

Beyrek'tir. Metinde iki yerde "Boz-Oğlan" diye geçer(47).

Yazıcı-Oğlu Oğuznamesinde "Ban hisarından parlayup uçan, altı (42 ) (43) (44) (45)

Jirmunskiy, KN, 229 v.d.; aynı yazar, Belleten, s . 6 1 7 . Aynı yer. Hocamın 4. 7. 1936 tarihli mektubundan. Tahmasib, Dede Korkut boyları hakkında, Azarbaycan Şifahi Halk &le­ biyatına Dair Tetkikler, Bakü 1 96 1 , s. 5 . (46) Kitab-ı Dede Korkut kahramanlarının yaşayış yerleri hakkında, Azer­ baycan İlimler Akademiyası, Republika Elyazmalan Fondunun Eserleri, Bakü 1 96 1 , tom. 1, s. 123. (47) Bkz. metin, s. 33, str. 8-9.

261


batman som demürü ayağında kıran, apıl apıl yürüyende boğalayın , zıvıl zıvıl zıvlayanda yıJanlayın, on altı yıl Bayburt

hisarında dutsaklık çeken, baldın-uzun Baldırşa' dan hakkın alan, yüce yerden alçak yere göz gözeden Bay Bura-oğlu Bey Ban Yiğit"(48) diye alkışlanmaktadır. Dede Korkut kitabında ise ' 'Parasanın Bayburt hisarından parlayup uçan, ap-alaca gerdeğine karşu gelen, yedi kızın umudu , kalın Oğuz imrencesi, Kazan Bey'in

inağı,

boz-aygırlı

Beyrek"

diye

nitelenmektedir.

Kızkardaşmın anlattığına göre de "bilekleri kunt kunt, yürüyüşü apul apul, duruşu aslan gibidir, kannlarak bakar" . Bey-oğlu bey olan Beyrek'in yayını kendisinden başkası çekemez . Kazan Bey'in emektarı ve inağı ve Kara Budağ 'ın musahibidir. Bayburt hisarına

yapılan saldırışta, Yeğenek'le birlikte kafirin sancağını, tuğunu kılıçlayıp yere salan odur. Kardaşından üstün saydığı , başına be­

raber tuttuğu bir boz-aygın vardır. Yedi kızkardaşını, kazanılan

savaşın sonunda yedi yiğide verir, düğünleri beraber olur, "Kemal ve Cemal iyesi" olduğu için Oğuz'da "nikapla gezen" dört yiğitten biri de "Beyrek'tir. Salur Kazan'm tutsak olup oğlu

Uruz'un çıkardığını anlatan hikayede (XI) kanını olarak karşısına

çıktığı sırada Salur Kazan'ın kim olduğunu sormasına" Parasa­

run Bayburt hisarından parlayup uçan, adahlusunu ayruklar alur­ ken tutup alan" diye karşılık verir. İç-Oğuz beylerinden olan(49) Beyrek, kendilerinden kız aldığı Dış-Oğuz'un Salur Kazan'a karşı ayaklanmaları üzerine Kazan'ın dayısı

Aruz

tarafından hiyle ile

çağırılıp getirilir ve Beyrek Kazan 'a karşı ayaklanmaya katılma teklifini şiddetle teptiği için

Arız tarafından öldürüJür(50) .

(48) Prof. Zeki Velidi Togan, bunu Bay Bura-oğlu Barıbek diye okuyor (Bkz. On Mubarakshah Ghurl s. 853). Jimıunskiy ise "Bay Büre-oğlu Ban Bey" diye okuyor (s. 240). Kırzıoğlu "Bay Bura oğlu Barı Yagan Bek" diye okuyor (Dede Korkut Oğuznamelerini bırakan kimlerdir? 29 Ocak 1966 'da Ankara Türk Dil Kurumu 'nda yaptığı konuşma). O burada Bay Beyrek'in tarihi kimliğini de göstermeye çalışarak birtakım görüşler ileri sürüyorsa da bunların üzerinde dunnuyoruz. (49) Bkz. Tevarih-i tedld-i Mir'at-ı Cihan, s. 24. (50) Jirmunskiy, kökü bakımından bu Dış-Oğuzların isyanını tarihi saymak­ tadır.

262


Bamsı Beyrek hikayesi, Dede Korkut hikayelerinden Türk

�ünyasında en yaygın oJanıdır. Bu hikAye, Bayburt halkı arasında

bugün bile zevkle dinlenmektedir. Hatta onun, Duduzar köyünde 1 ıbulunan mezarı herkese gösteriliyor(S t ) . ·

1

Bu mezarın Birinci Dünya Savaşı'na kadar yerli Müslüman ve Ermenilerce saygı ile ve yatır gibi ziyaret edildiği söyleniyor. Bayburt'un Almışka köylüleri arasında şu rivayet yaşamaktadır: "Seferberliğe (1914-1918) kadar komşu Ermenilerden zengin ve eski bir aile kendilerini Bey Böyrek hikayesinde geçen Bayburt padişahının torunları sayar ve bununla övünürlerdi. Bu Erme­ nileri komşuları olan biz Müslüman Türklere "bizim ulu dede­ lerimiz, sizin ulu dedelerinizden Bey Böyrek'e bir kız vermişti, sizler de bizim kızımızdan doğan türemeler olduğunuzdan biz siz­ lere dayı düşeriz, sizler ise yeğenlerimiz sayılırsınız' '(52) derler. Böyrek, Şeyh Süleyman Efendi'nin Çağatay Lfıgati'nde, Türk­ lerden bir boy olarak verilmektedir. Bugün Kıpçak kabilesinin oymakları arasında Beyrekde yer alır. Fakat herhalde kabilenin küçük bir oymağı olacaktır. Kırgızların bölündüğü on bölükten (5 1)

İslim Ansiklopedisi, Bayburt maddesi. Fahretıin Kırzıoğlu'nun bana lüt­ fedip bildirdiğine göre, türbe Duduzar'da eski Müslüman mezarlığının batı-güney ucunda ve Jaıyalığın üzerindedir. Dört köşe olan türbenin güney ve kuzey duvarları dıştan 765, doğu (kapılı) ve batı 7 14 cm. dir. Üzerini 1 957'de Bayburt'lu bir hacı, çimento hatıl ve çinko sacla onartmıştır. La­ hid de çimento sıvalı tuğla ile yapılmış olup, batıdan doğuya doğru boyu 540 ve eni 1 10 cm. dir. Ortası açıl!: ve toprak doldurulmuş olup üstünde yeşil renkli yekpare bir keten örtü vardır. Çevre köylerden ziyaretçiler gelir. Duduzarlı yaşlılar ve halk, bu türbedeki Gazi'nin daha uzun boylu olduğunu ve eskiden daha uzun olan lahdin, onarımlar sırasında di:zden aşağısının doğudaki duvar altında, ayağının da dışarıda kaldığını söyler­ ler. Di:zden yukarısı 540 cm.'dir. (52) Bkz. Pertev N. Boratav, Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği, Ankara 1946, s. 65 .

263


biri olan Karmışlann türlü oymakları arasında Beyrek de var­ dır(53) .

Tanınmış folklorcu Cahit Öztelli'nin bana lütfettiği bilgiy� göre, Ankara'ya 100 km. uzakta bir Beğrek Dağı vardır. Kızılır-· mak bu dağın eteğinden geçiyor. Ankara-Kırşehir şosesi üzerinde bir de Aşıklar Köyü vardır, halkı da Türkmen'dir. (Bkz. Seyyah Kandemir, Ankara Vilayeti , Türkiye Seyahatnamesi, s. 257, 260 v .dd .).

Bican Bey

·

Beyrek'in beşik-kertme nişanlısı ve sonra eşi olan Bam Çiçek'iıi babası. Bartold onun Oğuzname diye bilinen Atasözleri mecmuasında da geçtiğini, bu mecmuada 75 sayılı ata­ sözünde, Kitab-ı Dede Korkut'ta olduğu gibi üçyüz altmış altı ba­ hadurdan söz edilmekte olduğunu, 5 sayılı atasözünde, Bican'm ideal bir bey olarak gösterildiğini, 6 sayılı atasözünde ise onun yiğitlik örneği olarak belirtildiğini(54) söylüyorsa da bu, adı geçen mecmuadaki Bilecin kelimesinin yanlış okunmasına dayanmak­ tadır (Bkz. yazma, ypr. 1 b , str . 8). Bamsı Beyrek hikayelerin­ deki (III . ) bu Bay Bican Bey adının geleneğe bağlı olduğunu şüphe ile karşılayabiliriz . Çünkü Orta-Asya destan rivayetlerinde bu ad geçmez. Ancak Oğuz boyundan bu adı hatırlatan "Bican" adlı bir Türk oymağı bildiğimiz gibi, Akkoyunlular zamanın­ da Bican Bey adında bir beyle(55), Sultan Yakub'un oğlu genç hükümdar Baysungur'un atabeyi olan Sofu Halil'e karşı baş­ ka beylerle de birleşerek onu yenip öldüren Diyarbekir valisi Süleyman Biçen Bey ' i de tanıyoruz ( 56) Bu ad -

(53) Bkz. Y.R. Vinnikov, Güney Kırgızistan Topraklannda Kırgızların Bünye-

leri ve Yerleşmeleri, Kırgız Arkeolojisi-Etnoğrafya Araştırma Gezile­ rinin Eserleri, 1, Moskova 1956, Sovyetler İlimler Akademisi yayınlarından, s. 1 59 v.d . ; Aristof, Türk Kabileleri ve Uluslarının Etnik Teşekkiilleri Hakkında Notlar ve Sayıları üzerinde Bilgiler, 1 896, s. 364 v.d. (54) Barthold, Türk Destanı ve Kafkas, s. 1 1 9. (55) Kitab-ı Diyarbekriyye, 1, s. 145 . (56) İslim Ansiklopedisi, Akkoyunlular maddesi.

264


günümüzde de Azerbaycan'da halle arasında yaşayan adlar­ dandır(57) . Boğaç Han

-

Sokakta oynarken ansızın karşılaştığı bir boğa

ile döğüşerek onu yenip öldürdüğü için Dede Korkut tarafından kendisine ' ' Boğaç' ' adı verilen bu kahraman, genç Oğuz cılasun­ larından biridir. Babanın, savaş arkadaşlarının tezvirlerine ka­ narak, bir genç yiğit olan oğlunu nasıl öldürdüğünü anlatan ' 'Dirse Han-oğlu Boğaç Han hikayesi"

(I.) nin kahramanlarına öteki Dede

Korkut destanlarında rastlanmamaktadır. Hikayeleri birbirine düğümleyen Bayındur Han'ın varlığına rağmen bu konunun des­ tanlara sonradan sokulmuş olması mümkündür(58). Cam-ı Cemayin'de(59), Boğa adında üç kişi vardır, bunlar Can Boğa, Baş Boğa ve Kızıl Boğa'dır. Baş Boğa ile Kızıl Boğa'nın adları " boğa" ile ilgilidir. Baş Boğa'run adı doğduğu zaman hazır bulunan Baş Boğa'nın kurban edilmesi dolayısıyla kendisine verilmiştir. Kızıl Boğa'nın bu adı alması ise, babasının " kızıl boğa"yı avladığı gün doğmuş olmasındandır. Baş Boğa, alemi korkutan bir kuduz kurdu öldürmüş ve bir biserek azgın deveyi çomakla haklamıştır. Bunlardan Baş Boğa'nın bizim Boğaç Han'la ilgisi düşünülebilir. Ziya Gökalp, Boğaç Han'ın Oğuz Han olmak ihtimalini ileri sürüyor ve bu görüşünde, her ikisinin de babalarıyla mücadele etmesine dayanıyor(60) .

(57) Tahmasib, aynı yerde, s. 5. Yazar bu adı "Beycan" diye okuyor. (58) Jir1T11nskiy, Belleten, 617. (59) Hasan b. Mah!Tllt Bayat1 Cam-ı Cemay1n, Ali Emiri yayımı, İstanbul 1 33 1 , s. 24 v .dd. (60) Tiirk Medeniyeti Tarihi, İstanbul 1 34 1 , s. 83 v .d. ve 203 . Dedem Korlcud'un Kitabı (İstanbul : Milli Eğitim Basımevi, 1 973), CXU­ CLIII.

265


2.11.3

ZİYAFET SOFRALARI*

ÖNSÖZ

Elden geldiğince sadeleştirerek ve gerekli açıklamalar yapıla­ rak okuyucuya tanıtmaya çalışbğımız bu kitap, "MevAidü'n­ neffils fi Kaviid.i'l-mecAlis", çok yönlü bir yazar olan Gelibo­ lulu Mustafa Aıi'nin eserlerinden biridir. Yazmayı, İstanbul'da Bayazıt'ta sahhaf rahmetli Raif Yelkenci bulmuş ve rahmetli Prof. Cavid Baysun bunu faksimile olarak yayımlamıştır. Cavid Bay­ sun, Tarih Dergisi'nde (C . 1 sayı 2, İstanbul 1950, s. 388-400) kitabı tanıtmak üzere yazdığı incelemede, onu türlü bakımlardan ele almıştır. Ali bu eserini, daha önce yazdığı "Kavaidü'l-mecilis" adlı kitabını genişleterek meydana getirmiştir. "Kavaidü'l-mecilis" çağının bilginlerince çok değerli ve önemli bulunmuş, yalnız kısa oluşu yüzünden, yeterli görülmeyerek, yazarından bunun geniş- letilmesi istenmiştir. Nermin Pekin, "XVI. Asırda Bir Adab-ı Muaşeret Kitabı' ' adlı yazısında (Kubbealb Akademi Mecmuası, İstanbul, Nisan 1973, yıl 2, sayı 2, s. ·()().68) "Kavaidü'l-mecMis"i tanıttığı gibi, "Meviidü'n-nefais fi Kavfildi'l-mecilis"e de kısaca değinmiştir. Rahmetli Atsız, "Ali Bibliyografyası" kitabında (İstanbul 1968, Milli Eğitim Basımevi, s. 46) "Kavaidü'l­ mecalis"in Süleymaniye Kütüphanesi, Reşit Efendi Ki�plan arasında, 146 numarada bulunan ve 1 19 b - 142 a yapraklarını kaplayan yazmasını müellif nüshası olarak göstermiştir. Ali, hazırlamakta ve yazmakta olduğu türlü konulardaki eser­ leri arasında "Mevaidü'n-nefiiis fi Kaviidi'l-mecfilis"ini yaz­ maya da yol bulmuştur. O, 1006 (1657) sıralarında, Tevarih-i Ali Osman yazan, Hasancan-oğlu şeyhülislam Sadeddin (*) Gelibolulu Mustafa Ali, Görgü ve Toplum Kurallan Üzerinde Ziyafet Sof-

raları, Meviidü'n-netiis fi kaviidi'l-mecilis, 2 c (İstanbul; Kervan Yayıncılık, 1978), 1 5-22 , 158- 1 59 .

266


Efendi'ni n

"Kaviidü' l-mecalis . . i

genişletmesi

yolundaki

öğütlerine uymuştur. "Kavaidü'l-mecfilis" teki on bölüm yerine, genişletilmişinde yüz dört bölüm vardır. Bu görgü kitabında Ali, denebilir ki, o çağdaki Türk toplumunun türlü sınıflarını, önem­ lerine

ve

toplumdaki

yerlerine

göre

üzerlerinde

durarak

sıralamıştır.

Yazmanın Özellikleri elimizdeki

yazmanın

: Cavid Baysun' un da belirttiği gibi

hemen

her

sayfasında

birçok

imli

yanlışlarıyla karşılaşmaktayız. Onun ' 'Bazı kelimelerin doğru oku­ nup anlaşılmadığı için, bir resmi yapılmak suretiyle yazıldığına bile ihtimal vermek mümkündür' ' demesine biz de katılıyoruz. Gerçekten, Ali'nin, elimizde olmayan kitabının aslındaki doğrusu ile uzaktan, yakından bir ilgisi olmadığı hiçbir anlam verileme­ mesinden anlaşılan birtakım yanlış okunmuş, bu yüzden yanlış yazılmış, daha doğrusu uydurulmuş, sözcükler bu yazmada sık sık karşımıza çıkmaktadır. Bunun örneklerine, sunduğumuz bu kitabın

"Açıklamalar Bölümü' ' nde birçok tanıklar verilmiştir.

(Bkz. 2 1 , 39, 57, 69, 245, 328, 480 ve başkaları) . . . . Çağının geleneğine uyarak yazarın kitabına koyduğu adı ben, konusunun XVI. yüzyıl Türk toplumunda geçerli görgü kuralları olduğuna dayanarak "Görgü ve Toplum KuraJları Üzerinde Zi­ yafet Sofraları" diye karşıladım .

Eserin Dili ve Üslubu :

Eski metinlerin dili üzerinde, onlara

bugünün okuyucusunun gözüyle bakarak bir yargıya varmak yanhşur, sanıyorum. Ali, edebiyat sanatlarından uzak du�duğunu, mümkün

oldukça

okuyucunun

yadırgayacağı

sözlerden

kaçındığını, "Sözün hayırlısı, söz bakımından kısa, anlam ve kav­ ram yönünden zengin olandır' ' ilkesine bağlı kaldığını söyledik­

"RCiz - merre edftlar ile inşAyı münAsip gördüm, beynennis zebAn-ı vuku deyü itibar olunan elfaz ifadesini şA­ mil gördüm" diye yukarıdaki sözünü bir defa daha açıklıyor. (Yazma, s . 9). Onun "ZebAn-ı vuku" dediğini biz bugün ten sonra

267


"Konuşulan dil , yazılan dil" diye anlamalıyız . Bunu genelleye­ mezsek de,

XVI.

yüzyılın okur-yazarlarının çoğunun -kitabı is­

tinsah edenin yaptığı ağır yanlışları aklımızdan çıkarmayarak­ bu kitabın dilini anladıklarını düşünebiliriz. Bu bize, o çağın bir bakıma, toplumun malı olan kültürüne, yazarların yanında oku­ yucuların da ortak olduğunu anlatır. Her kültürün , o kültüıii n içinde ayn ayn yer alan her konunun, kendine has bir dili vardır. O çağın hemen bütün adı-belli yazarlarında görüleceği üzere, Ali de secileri, başka bir deyişle düz yazıda ayakları, "Mevaidü 'n­ nefais' ' boyunca sürdürmektedir . Bir yanıyla yapmacık göıii nen bu üslup, öte yandan, ayakların yardımıyla, bize çoğu yerde, metni sürçmeden izlemek ve anlamak yolunu açar. Yalnız, onun kul­ landığı üslubun, göze batan ve kulağa çarpan yanı, dilinde ve ben­ zetmelerinde, pek de azımsanmayacak sayıda, aşın ve çıplak olmasıdır. Bizim bugün, bu benzetmelerin, en olmayacak, en ge­ reksiz yerde bile, böylesine açık-saçık ortaya dökülmesine şaştığımız da oluyor. Kitabı okurken, oralara gelince, yanımızda bir başkası olmasın diye ürküp çevremize bakıyoruz . Ali'nin bu tutumunu bence iki sebebe bağlayabiliyoruz, sanırım. Birincisi, ister aydın tabakadan, isterse halk kabndan olsun, Türk'ün gerçek­ leri anlatırken sözünü sakmmadığıdır. Bugün bile Anadolu'da, yalnız erkeklerin def,,ı ,

kadınların da,

bizim ayıp, çıplak

saydığımız sözcüklerden ve deyimlerden dillerini esirgemedik­ lerini, bunları adlı adıyla söylediklerini işitip durmaktayız. İkin­ cisi, Ali'nin yaratılışı bakımından, bu türlü açık-saçıklara düşkün olduğudur. En ciddi yerlerde bile, nitekim kitabının değerini an­ latırken, dönüp dolaşıp bu türlü sözcükler kullanarak ve benzet­ meler yaparak, dilini güçlendirmeye çalıştığını görüyoruz. Ama üslup, yalnız onun alamet-i fürikası değildir. Ak kağıtlar üze­ rinde, kara kalemlerini oynatan daha nice yazarların daha sık, ya da daha seyrek, bu kağıtlarını böylesine kirlettiklerini, eski metinlerle düşüp kalkan herkes bilmektedir.

268


Ali, başka benzerlerinde de olduğu gibi, kitabına yer yer man­

zum parçalar serpiştirmiştir. Bu parçaların manzum olduklarını belirtmek üzere nazım, şiir, mesnevi, beyt, rübat, kıt'a gibi bir­

takım başlıklar konmaktadır. Ali'nin kitabında bunların arasında en çok rastladıklarımızdan bir tanesi "Bedihiyye"dir. Bu, ka­

lemsiz, kağıtsız, hemen oracıkta, ayak-üstü söylenmiş manzume demektir. Bundan, y azarın , sırası geldikçe sözünü bir defa da he­

mencecik bir manzume ile berkitmek istediği anlaşılır. İkinci başlık " Li-münşiihi"dir. Bu da, bu başlıktan sonra gelecek parça, ya­

zarın kendisinindir, demektir. "Mevaidü'n-nefAis"te, bu başlık altında birçok yerler boş bırakılmıştır. Bundan anlıyoruz ki, Ali, oralara,

sonradan uygun parçalar yazıp serpiştirmeyi düşürunüştür.

Ama nedense bu boşlukları doldunnaya zaman, ya da _ imkan bulamamıştır. Kitabın, onun ölümünden kısa bir zaman önce

yazıldığı düşünülürse bunun sebebi anlaşılır . . .

"MevAidü'n-nefAis fi kavAidi'l-mecAlis"in Önemi : Bu ki­

tap XVI. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğunu türlü yönlerden tanımak için, Cavid Baysun'un da işaret ettiği gibi, eşine güç rastlanır bir kaynaktır. O, bir yandan devlette, büyüklü-küçüklü görevler yüklenmiş olan kimseleri tanıtmakta, bir yandan da, abartmalar bir yana bırakılırsa, onları eleştirmektedir. Türlü zenaatleri

işleyenler, doğru ya da eğri yolda yürüyenler bir bir ele alınmak­

tadır. Osmanlı İmparatorluğu içinde yer alan, ayrı kandan gelme

ulusların seciyyeleri, özellikleri, öğütecek ve yerilecek yanlan bu kitapta belirtilmektedir. Bu arada

"Türk"

ve

"EtrAk"

diye

adlandırdığı, İstanbul ve başka şehirler dışında yaşayan Türkleri

de, aşağı-yukarı o çağın hemen hemen genel anlayışına uyarak küçük görmektedir.

Onları,

şehirlerde

yaşayan

ve

okur­

yazarlardan ayrı bir sınıf saymakta, köylerde ya da göçebe ha­ linde yaşayan ve milletin asıl mayası olan bu insanları kaba, bil­

gisiz ve görgüsüz diye nitelemektedir. Buna karşılık şehirli, okur-yazar olanları da

"Rfimi" diye adlandırmakta, onları bütün

başka soydan ve kandan olanlardan üstün bularak övmektedir.

269


Kitabı kaplayan yüzdört bölüm içinde, padişahın sarayına alı.­ cağı görevlileri, uşakları, karavaşları, devlet hizmetinde kulla­ nacağı kimseleri nasıl seçeceğinden, seçmesi gerektiğinden tutun da, büyüklere, misafirlere, kimsesiz ve öksüz çocuklara, hiçbi­ rini ayırd etmeden kadınlara ne yolda davranılacağına kadar her konuda kalem oynatan yazar, hifızları, imamları, kadılan, dervişleri, şairleri, sizendeleri, hanendeleri; bir toplantıda nasıl oturulup kalkılacagım, okunan şiiri dinlemenin, yapılan sohbete kulak vermenin, söze karışmanın , ya da karışmamanın yol­ yordamım, hepsini, hepsini, kimi sık, kimi seyrek elekten geçirmiştir. Bu bölümlerin içinde bir hamamda soyunmuş ola­ rak bulunan kimselerin, demek ki kılık kıyafetlerine bakmadan, kim olduklarım, hangi meslekte bulunduklarını fıraset yoluyla çıkarılabileceğini anlatan meraklı bölümler de vardır. Vergi me­ murlarının hesaplar üzerinde nasıl oynadıklarını anlatan bölüm de dikkate değer. Kısacası yazar, bu kitabında doğrularla birlikte yalancıları, nfunuslularla birlikte ahlfilcsızlan, haydutları, hırsızları, dolandıncılan, ayyaşları, esrarkeşleri; doğru yolda gidenleri, yol­ dan çıkmışları, toplum içinde kötü gözle bakılan sapıkları da ra:.. hatça sergilemekten geri durmamıştır . . . • • •

"Mevaidü'n-nefiis fi Kavaidi'l-mecalis"i, Cemil Yener,

günümüz Türkçesine çevirerek

yayımladığını söylüyorsa da

(Hünkar Kitabevi, İstanbul , 1975), kitabı kaplayan türlü yanlışlar ve atlamalar yüzünden bu yayımın metnin aslıyla bir ilgisi kalmamıştır. (Bkz. Orhan Şaik Gökyay, KumsaJ-1, Türk Dili, Ha­ ziran 1976, Sayı: 297, s. 4 1 5 v . dd . ; KumsaJ-Il , Ağustos 1976, Sayı: 279, s. 3 1 8 v.dd.) Bizi eski eserlerden, onların dilinden çok, araya giren yüzyılların, o yüzyıllarla birlikte toplumun değişen yanlanmn ayırdığını unutmamak gerektir. Kaldı ki, bizi, bugünün kitap-

270


ıanndan bile uzak tutan engellerin arasında, onların dilinden öte, okuyucusuna göre daha başka nice etkenler vardır, sayılmaya kalkılsa.

ELLİÜÇÜNCÜ BÖLÜM ARİFANE TOPLANTILAR KONUSUNU ANLATIR ı

Arifane ile olan sohbetlerde, yani birkaç kişi bir yere gelip birer miktar akça çıkarmakla olan toplantılarda, her kişiye, "akçalığın kadar söyle" denilmesi sıradan adamlara vergidir. Bu ne, insanların değerlerini bilenlerin makbulüdür, ne de onların sözüdür. Çünkü saygı gösterilmesi gereken kişi her yerde sözü dinlenir ve üst köşede oturur olagelmiştir. Herkes akçasına_ göre ağırlanır, demiş kimse varsa yanılmıştır .

YAZARIN KENDİSİNİNDİR "Arifleri arifane doyurmaz, bunun aslı ariflere açıktır. Her­ kesin şanı eşit değildir, kişiye akça şan vermez , kardaş . ( •) "

ELLİDÖRDÜNCÜ BÖLÜM BADE MECLİSİNİ ANLATIR Gizli değildir ki içki meclisi olan toplantıda mutlak güzel guyende ve hanende takımından olan, el üstünde gül-yanaklılar, sonra saki adıyla hizmette ve toplantıda bulunanların görüp gö­ zetmekte ve mir-i meclisin mizacına uygun harekette elinden ge­ leni yapmak üzere ve aranan tüysüz-türüzsüz birinin elbette bulunması gerektir. Safa sofrasında ayak üzerine durmak

(492)

işinin başka hizmetlilere verilmiş olması yeğrektir. Şu şartla ki ke11eler kızışıp da ürkeklikler bade ateşiyle yumuşadıktan sonra onlara d� ara-sıra kadeh sunulsun. Hatta iltifata layık olan emek-

(•)

Pür etmez. arifiinı· iuifiin ı (494) Bunun aslı ıyandır ariF ana Değildir herkesin şanı beraber

Jüıiyı akça ıan J1tnnız. binulır

27 1


tarlara mir-i meclisin elinden kadeh verilmeli ki iitifat görenle­ rin meclisinde bulunanlarla birlikte oturmadığından bir bakıma gönlü hoş olsun. Özellikle gözceğizine getirip

(493)

aykırı ha­

reketler ve iltifatlar gördükte görmezlenmesi saklanmış olur. İçki sohbetlerinde börekler ve ağır yağlı yemekler doğru değildir. Pi­ lav .kısmından başka yağlı yemeklerin de değmede doğru görül­ düğü yoktur. Çünkü hükema katında, ı.ariflerin kanununa ve akıllı kimselerin düşüncelerine göre, içki meclisinin ayrılmaz yiyeceği, yarı�pişmiş kebap ile ekşili çorba, kavurmalar ve köfteler gibi hazır yemekler, hele denizden çıkan balık türünün çeşitleri ile ba­ vurya, istiridye, istakoz, teke ve midye makulesi sonsuz meze­ lerdir. Bundan sonra, içki meclislerinde, aşırı derecede dolular içmek, henüz içki meclisi karışmadan ve dostların kelleleri .kızışıp sohbete koyuluşmadan dolu vurmuş meyveli ağaca_ dönüp her kişi hele dili diline dolaşıp kusmak, akıl ve idrak ve edeplerinden kalıp susmak, ayak takımından olan beyinsizlerin, çoğu meclis yol­ yordamının nidüğünü bilmezlerin, kişiyi kötü yola kılavuzlayan şeytanların işidir. Zarifler bölüğüne ne gerektir, ne de onlara yakışan haldir. Şanı-yüce cömertlerin ve unvan sahibi olarak anılan büyüklerin ve safa ehlinin meclislerinde kırk-elli kadar mezelik­ ler, fıstık, fındık ve kavrulmuş badem bol bol olmalı . Sofra, balık yumurtası, havyar ve pastırma türünden yiyeceklerle dolup taşmalı . O mevsimde bulunan türlü meyvelerle meclis donatılmalı; hele vazolara çiçekler konmalı ve gül zamanı ise, taze gül yap­ rakları ile o bezm süslenmelidir. İnce yaratılışlı olanların şanı­ nın büyüklüğü bu türden gerekli nesnelerin bulundurulmasını is­ ter.

272


NAZIM

YAZARIN KENDİSİNİNDİR "Her yoksul anlamaz, içki meclisi, iyin-i Cem'dir. Bunda padişahça bir hal, başka bir a.J.em vardır. Her harabat içinde ömrü boyunca hiçbir yüce meclis görmemiş ham sofu nice sersem v;rrdır. "(*)

(•) Her gedd /ehm eylemez. ayin-i C4mdir &z.m-i mey (497) Bunda bir ıahdne tavr u başka lilem vanbr Müdikt-i ömribuk hergiz. bez.m-i ôli gönnemiJ Her harabat içre uıhil nke sersem vardu.

273


KATİP ÇELEBİ•

2.11.4

Hayatı

Katip Çelebi 'nin hayatına dair bilgimizi, başlıca kendi eser­

Süllemiü'l-VusOI ile Mil.anü'l-Hakk adlı eser­ kendi hal tercümesini venniştir. Bu iki esaslı

lerinde buluyoruz. lerinin sonunda

kaynaktan başka, Fezleke, Cihannüma, Keşf-iiz-zunun gibi eser­ lerinde, sırası geldikçe, hayatından ve anılarından söz etmekte­ dir. Bu son eserlerine serpiştirilmiş olan notlar, büyük bir yekUn tutmasa da, onun bir yönünü aydınlatmak bakımından önem taşırlar. Bütün bu notlar bir araya gelince, onun hayatına, çalışma tarzına, eserlerine ait tam bir çerçeve meydana çıkmaktadır. AsıJ adı Mustafa, babasının adı Abdullah'tır. Geleneğe pek uygun olmayarak, yalnızca babasının adını bildirmekle yetinen yazar, şehrin biJginleri arasında Katip Çelebi ve daire arkadaşları arasında da Hacı Halife diye anılmaktadır. Annesinin söylediğine göre,

1017 Zilkadesinde (Şubat 1609) İstanbul'da doğmuştur. Ev­

leri de İstanbuJ'da idi. Babası Enderun'a dahil olup, saraydan si­ lahdarlık zümresine bağlı bir vazife ile çerağ edilmişti; o bu göreve kanaatle seferlere gidip geliyordu; dindar bir zat idi; bilginlerin ve şeyfüerin meclislerine devam ediyor, gecelerini bile ibadetle geçiriyordu. Katip Çelebi, beş ya da altı yaşına geldiği zaman, babası ken­ disine Kırımlı İmam İsa Halife'yi hoca tuttu. Bu hocadan Kur'an okumayı, tecvidi, namazın şanlarını öğrendi. Sonra Mesih Paşa Darülkurdsı'nda ondan okuduklarını ezbere dinletti. Zekeriyya Ali

İbrahim Efendi ile Nefes-zade'den ders gördü ve Kur'an-ı

Kerim'i yansına kadar e-.zberlemekle yetindi. Daha sonra bir başkasından, İlyas Hoca'dan, Arap gramerini okudu . Böğrü Ah­ met Çelebi diye tanınan hattattan yazı dersleri aldı. Ondön yaşına (•)

274

Kltip Çelebi. Yaşamı, Kişiliği ve Yapıtlanndan Seçmeler (Ankara: Türkiye İş Bankası Yayınları, 1982), 1-6.


geldiği zaman babası ona aylığından ondöıt dirhem harçlık bağladı, ve kendi yanına aldı. Böylece Divan kalemlerinden Anadolu Mu­ hasebesi Kalemi·ne şagird oldu. Oradaki halifelerden birinden he­ sap kurallarını, erkam ve siyakat yazısını öğrendi ve az zamanda bu halifeyi geride bıraktı. Ordu (1623/24) yılında, Abaza Paşa isyanını bastırmak üzere, İstanbul'dan ayrıldığı zaman o da ba­ basıyla birlikte Tercan Seferine gitti. O tarihte silahdar alayında idi. Kayseri yakınlarında, Abaza ile savaşın kızıştığı bir sırada,

1033 (1624), yüksek bir yerden bu savaşı seyretmek fırsatını buldu . 1035 (1625/26) yılında Bağdat seferine katıldı. Orada, do­

kuz ay süren kuşatmada, savaşın bütün cilvelerini gördü. Kıtlık yüzünden düşmana yenilince, ümitleri kesilip de geri dönerler­

ken, herkesle birlikte büyük sıkıntılar çekti; ama el ile gelen düğün bayram, diyerek awnmaya çalışb. İslam askeri bu yolda çektiği

meşakkati hiçbir tarihte çekmiş değildir, diye geri çekilmenin tas­ virlerini kısaca veren Katip Çelebi, Musul'a geldiği zaman 103S

(1626) babasım kaybetti; onun arkasından, bir ay sonra da am­ cası, Cerrahlu menzilinde öldü. Bunun üzerine Katip Çelebi, Di­

yarbakır'a geldi . Babasının arkadaşlarından biri kendisini Süvari Mukabelesi'ne yerleştirdi. 1037 (1627/28) de Erzurum'da bulundu. Yetmiş gün süren bu neticesiz kuşatmadan sonra, Tokat'a gö­ çülürken yollarda korkunç sıkıntılar çekildi.

Birçoklarının

soğuktan eli ayağı donup kesilmiş, birçokları da ölmüşlerdi. Katip Çelebi

hiç bir tarihte .görülmedik musibet içinde daha birçok

acılar ve sıkıntılarla karşılaştı . 1038 (1628/29) de bir aralık İstanbul'a gelerek Kadızade'nin derslerine devam etti . Kadı­ zade'nin düzgün ve etkin bir dili vardı; halkı ilme ve cehaletten kurtulmaya teşvik ediyordu. Katip Çelebi, onun güçlü etkisi altında kaldı; bu zat onu kendisine bağladı ve ilim yolunda teşvik etti . Daha yüksek bir öğrenime ulaşmak için,önceleri edindiği temel bilgileri onunla müzakereye başladı. 1039 (1629/30) da Hüsrev Paşa ile yine sefere çıkıncaya kadar, Kadı-zade'nin va'zını ve ders­ lerini dinledi. Aynı yılda Hüsrev Paşa'nın maiyyetinde, Hemedan

27S


ve Bağdat seferlerine katıldı. Bu sefer sırasında uğradıkları ya da alıp ele geçirdikleri yerlerin anısına, hem Cihannüma'da, hem Fezleke'de dönmektedir Hemedan seferinden sonra 1040 ( 1630/31) yılında, Hüsrev Paşa, ordusuyla Bağdat'a indiği za­ man, o da beraberdi . Bağdat'ın kuşatılması 22 Safer 1040 (30 Eylül 1 630) da başladı . Orduya, genel kurala aykırı olarak emir verilmiş ve bu yüzden çadırlar kaldırılıp, metrisler ardında or­ dugfilı kurulmuştu. Herkes çadırının önünde metris yapıp çukur kazmıştı. Katip Çelebi'de, kelek tulumlarını yığıp Mukabele def­ terini bu yığınların ardında açar, öyle çalışırdı. Geceleri de çukur kazıp mezar gibi içinde otururdu. 1041 (1631/32) de tekrar İstanbul' a döndü ve yine Kadı-ı.ade'nin derslerine devam etti. 1043 (1 634/35) de Veziriazam Mehmet Paşa'nın serdarlığında, asker kışlamak üzere Halep'e çekildiği zaman, Katip Çelebi Halep'ten Hicaz'a gitti. Mekke'yi ziyaretinden dönüşünde, ordunun Diyarbakır' da bulunduğu sırada, kışı bu şehirde kimi bilginlerle sohbet ve tartışma ile geçirdi. 1 044 ( 1634/35) de N. Sultan Murat'la Revan seferine gitti. On yıl kadar, ordu ile türlü sefer­ lerde bulunduktan ve böylece hacc ve gazi işi tamam olduktan sonra, kendisini büsbütün ilm-i şerif talisiline vermek üzere İstanbul'a döndü. İstanbul'da kendisine kalan küçük bir mirası kitaba verdi . Halep'te oturduğu sırada sahhaf dükkanlarında gördüğü kitapları inceleyerek adlarını yazmaya başlamıştı. Daha çok tarih, hal tercümesi ve ölmüş büyük ve ünlü adamlardan söz eden kitapları okumaya içten bir meyli vardı. 1043 (1637/38) de akrabasından zengin bir tacirin ölümü üzerine, kendisine düşen birkaç yük akçalık mirasın üç yük kadarım kitaba verdi; geri ka­ lanla Fatih Cami'inin kuzey yönünde, Fatih Cami'i ile Sultan Se­ lim Cami'i ortasında bulunan evini onarttı; aynı tarihte evlendi. iV. Sultan Murad'ın Bağdat Seferine, kendini okumaya ve yaz­ maya vermek yolundaki azmi dolayısıyla, artık katılmadı. Fa­ zileti ve ihatasıyla ünlü A'reç Mustafa Efendi'nin derslerine devam etti." Bu zatı, şimdiye kadar derslerinde bulunduğu bilginlerin hep. •

276


sinden daha yüksek bir bilgiye sahip bularak, üstad edindi. O

da

Katip Çelebi'ye öteki öğrencilerinden ayn bir yakınlık gösterdi. Bu hocası ona aruz, astronomi gibi türlü bilimlerde ana kitapları okuttu.

1049 (1633/34) da Ayasofya dersiamı Abdullah ve 1050 (1649/41) de Süleymaniye dersiamı Keçi Mehmet Efendi gibi tanınmış kimselerin derslerini dinledi. 1052 (1642/43) de başka

bir hocadan, VAiz Veli Efendi'den ve daha sonra Ermenek müftüsü Molla Veliyüddin Efendi'den fıkıh ve mantık dersleri okudu . On yıl kadar geceli-gündüzlü, kendisini tamamiyle incelemeye ve araştırmaya vermiş olan Katip Çelebi, bir kitabı okurken ken­ disini unutur, odasında güneşin batmasından doğmasına kadar mum yanardı ve bundan hiç bir usanç duymazdı. Bu zaman içinde öğrenciler de kendisinden ders görmekte idi.

1 055 ( 1649/46) de

Girit seferi dolayısıyla haritaların nasıl yapıldığını ve bu konuda yazılan eserlerle çizilen haritaları bütünüyle gördü. Bu sırada Mu­ kabele başhalifesi ile arası açıldı. Katip Çelebi, geleneğe göre yirmi yıl hizmetten sonra halifeliğe sıra gelmesi gerektiği halde, kendisine hala nevbet gelmediğini ileri sürerek terfıini isteyince, Mukabele başhalifesi ölünceye kadar kendisine terfi sırası gel­ meyeceği karşılığım verdi, o da işinden çekildi. Üç yıl kadar me­ muriyet hayatından uzak ve münzevi yaşadı. Bu yıllarda, yine kimi öğrencilere türlü konularda ders verdi. Bir ara, hastalandı; bir yandan bilimdeki tedavi çarelerini ve yollarını öğrenmek, öte yandan, nibani yollardan kendisine şifa aramak maksadıyla, tıb kitaplarını okuduğu gibi, dua ve ruhi telkin yoluyla tedavi çare­ lerini gösteren birtakım eserleri de okudu. Halktan uzaklaşıp Al­ laha yakınlaşarak an-duru bir gönülle edilen duaların ve yazılan muskaların şifalı tesirinden emin bulunuyordu .

1057 (1647) sıra­

larında Ahmet Rfuni-oğlu Mevlana Mehmet ile kendi oğluna hen­ dese, hisap ve astronomi okuttu; onlara takvimin nasıl yapıldığını g()sterdi. lOSŞ

(1648) yılından sonra Takvimü't-tevArilı adlı eseri

dolayısıyla, Şeyhülislam Abdürrahim Efendi'nin veziriazam Koca Mehmet Paşa'ya söylemesi üzerine kendisi ikinci halifeliğe ge-

277


tirildi. Bu Abdürrahim Efendi, onun yakın dostu ve devlet işlerinde sırdaşı idi, netekim MlzAnü'l-Hakk 'ın faydalı bir eser olduğuna dair bir de fetva vermiştir. Katip Çelebi, geçimine yetecek bu para ile kanaat ederek, daha fazlasını istemedi. Birçok eserlerini bu son yıllarda yazdı. Şeyh Mehmet İhlasi'nin yardımıyla kimi eserleri de Latinceden dilimize çevirdi. 1067 yılı sonlarında, Zilhicce'nin 27. cumartesi günü (6 Ekim 1 657), sabah kahvesini içerken, fenalık hissederek, fincan elinden düşmüş ve birden ölmüştür. Mu.arı, Zeyrek Cami'ine varmadan, mektebin altındaki sebilin bitişiğinde, küçük bir avludadır. 1953'de kendisine yeni bir mezar yaptırılarak bir de kitabe yazılmıştır. Katip Çelebi'nin ölümü hakkında en inanılır kaynak, Topkapı Sarayı Kütüphanesi Revan Köşkü kitapları, 1624 numaradaki Cllıannüma yazmasıdır. Çünkü bu yazmayı onun terekesinden 1069 (1658/59) yılında, de­ mek ki onun ölümünden sonra, satın alan Mehmet İzzeti b. Lutfullah'ın gerek Katip Çelebi, gerekse onun nasıl öldüğü hakkında verdiği bilgi, dediğine göre, kendisinin gördüklerine da­ yanmaktadır. Katip Çelebi'nin hayatı hakkında bilgi veren gerek yazmalar, gerekse, Batı'da ve Türkiye'de basılmış olan eserler Şerefüddin Yaltkaya'nın Keşfü'z-zunfin'a yazdığı önsöz ile Ad­ nan Adıvar'ın Osmanlı Türklerinde İlim adlı eserinde ona ayırdığı sahifeler bir yana, hemen hemen Katip Çelebi'nin Mii.Anü'l-Hakk'taki otobiyografisini tekrarlamakla ya da çevir­ mekle yetinmişlerdir.

278


KİŞİLİÔİ ve HOCALIGI

3.

Orhan Şaik Gökyay merak, tecessüs, dikkat, enerji, sürekli araştırma,

ihtiras derecesinde öğrenme gibi meziyetlere sahip ol­

makla beraber daha da önemlisi kendi kültürüne aşık ve ona her­ kesi Aşık etmek isteyen bir edebiyatçımızdır. Sanki İzzet Molla 'nın beyti onun bu üstün meziyetini bütün zenginliğiyle ifade etmek içindir : ' 'Kaşld sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan/sözümüz cümle heman kıssa-i canan olsa' ' . Onun yaptığı en önemli iş, bence, bu sevdiği, Aşık olduğu kültürü kendi milletinin insanlarına

ak­

tarmak, tanıtmak, sevdirmektir. Bu bakımdan da görevini hakkıyla yapmış bir büyük hocadır. Bu bakımdan edebiyatın her dalında (şiir, makale, kitap ve çeviri) eser vermiş olan Oman Şaik Gökyay'ın araştırıcılığı kadar kişiliği ve hocalığı da dikkate değer özellikler taşımaktadır. Burada yine Orhan Hoca'dan dinlediğim bir hikayeyi nakledeceğim : "Il. Mahmut devrinin ünlü devlet adamlarından Halet Efendi, maiyetinde çalışanlardan Osman Efendi'yi hiç sevmez, oradan oraya sürermiş. Osman Efendi kişilik sahibi birisi. Kendisine yapılanları anlar ama görevini de mun­

tazam bir şekilde yerine getirirmiş. Birgün bayram ziyareti için Halet Efendi'yi ziyarete gelmiş. Hfilet Efendi, onu kapılardan karşılamış; izzet ve ikramda bulunmuş ve giderken de tekrar kapıya kadar geçirmiş. Yanında bulunan adanılan buna şaşmışlar ve sormuşlar : 'Efendi Hazretleri, siz Osman Efendi 'yi hiç sev­ mezsiniz, bu ağırlamak niye? ' O da 'Ben onun canını alının is­ tesem ama, ne yapayım ki, üzerinde bir Osman Efendi'lik var; işte bir türlü onu alamam' , demiş" . İşte Orhan Şaik'in de

279 .


kimse Orhan Şaikliğini a1amamıştır. Kendisini sevenlerin çokluğu yanında muhakkak ki nadiren sevmeyenler de olmuştur. Fakat onların Orhan Hoca 'nın kişiliği karşısında yapacaldan birşey yok­ tur. Onu hem öğrencisi olarak uzun yıllar tanıdığım, hem de dalına yakınında bulunduğum için kişiliğini yıllar içinde daha iyi değerlendirme imkanına sahip birisi sıfatıyla bu konuda bir-iki söz söylemek isterim. Dünyanın en zevkli, en zevkli olduğu kadar da en güç işi olan öğretmenlik, her öğretmenin başaracağı bir meslek değildir şüphesiz. Öğretmede bilgi kadar sabır, sabır kadar anlayış ve hep­ sinin ötesinde sevme duygusunun yer aldığı bir gerçektir. Bun­ lara sahip olmayan bir insan kendisini öğretmen sayabilir ama öğretmede başarılı olamaz ve öğrencileri tarafından sevilmez. Öğretici olmada insanın kişiliğinin de büyük bir rol oynadığı he­ pimizin malumudur. Orhan Şaik Gökyay'ı, bütün yayınlarını bir tarafa bırakarak, bir "hoca" ve "insan" olarak değerlendirdi­ ğimizde başarısının şu vasıflara dayandığını görürüz:

1.

Orhan Şaik Gökyay , her öğrencisi tarafından daima çok se­ vilmiş, çevresinde devamlı bir sevgi çemberi oluşmuştur. Bu­ nu kişiliğinden gelen sevme duygusunun yanısıra öğrencisine olan saygısında aramak gerekir. O her öğrencisine aynı değeri vermiş, tembeli ile çalışkamnı bir tutmuş ve sonuçta tembeli de çalıştırmasını ama kırarak değil, sevgi çemberine alarak, sayarak, kendisine değer verdiğini hissettirerek, gerektiğinde onun seviyesine inerek başarmış bir hocadır.

2.

O, bu sevgi ve saygı dolu davranışını sadece öğrencilerine değil, ilişkide bulunduğu yerli ve yabancı herkese karşı gös­ termiştir. Kendisine sözle veya yazıyla sorulan herşeyi büyük bir ciddiyetle araştırmış, cevabını bulunca yakınındaysa söy­ leyerek, uzağındaysa yazarak bilgi vermiştir. Evini ve bilgi dağarcığını herkese açık tutmuş, daima "hallal-ı müşkilat" olmuştur.

2&0


Gençler için her zaman bir bilgi kaynağı olduğu halde, Orhan Şaik Gökyay , çoğu zaman bu müşkülleri halletmek için kendi işini bırakmış, Göztepe'deki evinden kütüphane­ lere gidecek kadar bizzat yardımcı olmuştur.

3.

Hiçbir işini kimseye, özellikle öğrencilerine yüklememiştir.

4.

İleri yaşına rağmen hiçbir şekilde sağlık üzerine konuşmaz, kendisine "Nasılsınız Hocam?" diye sorulunca '"Her za­ man olduğu gibi daima çok iyi. Sen de iyi misin?" diye ce­ vap verir. Hocamız bu davranışıyla, insanın kendi dertlerini, özellikle bilim sahasında ön plana almaması gerektiğini tel­ kine çalışır.

5.

Öğretmekten hiç bıkmamış, hatta tam tersine öğrencilerle bir­ likte olmayı bir iksir gibi düşünmüş, bu yüzden de

1922

yılında öğretmenliğe başladığı yıldan bu yana öğreticiliğini sınıf içinde ve sınıf dışında sürdürmüştür. Öğrencilerine de bu

6.

tutkuyu

ve

aşkı

aşılamağa çalışır.

Mizaç olarak insanları çok seven, bu sevgisinden dolayı daima onlara "Vericilik" yanını sunan Orhan Şaik Gökyay , yolda, otobüste, herhangi bir yerde ve vasıtada hemen herkesle dost olur; onlara kendini sevdirir. Kısacası Orhan Şaik Gökyay' ın hocalıktaki başarısı "Sevmek

ve Saymak" şeklinde özetlenebilir. Herkes onun hayat anlayışına, yaşama, sevincine, çalışma gücüne, iyimserliğine, nüktelerine hay­ rand�r. Ben bu kitapta benim gibi bir çok öğrencisi olan Orhan Şaik Gökyay'ın diğer öğrencilerini de onun hakkında konuşmaktan mahrum etmek istemedim . Tabii ki öğrencilerinin hepsini bul­ mak

imkansızdı .

Benim

tanıdığım

kişilerden

-en

eski

öğrencisinden en yeni öğrencisine kadar- Orhan Şaik Gökyay'ın kişiliğini ve hocalığını tanıtan yazılar istedim. İşte size onlardan bir demet.

281


4. 4.1

ÖÔRENCİLERİ NE DEDİLER Orhan Şaik Gökyay'dan Hatıralar.

Orhan Şaik Bey, 1923-24 yıllarında, Samsun'da, bana ho­ calık etmişti. Eski hocalarım arasında O'nu, daha iyi habrlıyorum.

İnce yapılı idi. O vakitler bana, şimdi olduğundan daha uzun görünürdü. O günden bu yana çok zaman geçti. Yaşlı bir adamın bütün ömrü kadar : 65 sene! Bu seneler zarfında görüşme fırsatı olmadı . Bir kaç yıl önce, "Topkapı Sarayını Sevenler Demeği"nin bir toplantısında karşılaştık. Ben, kendimi hatırlatmaya çalıştım. Evvela bana inan­ madı; bazı sualler sorarak beni, adeta kontrol etti. Gözümün önünde, çok uzak senelerden kalmış, fakat netliğini kaybetmemiş bir kaç hatırası var. * * *

O devrin Samsun'undaki yeni mektebimiz, "İstiklal Nümune Mekteb-i İptidaisi" kuruluş halinde idi . Her sene yeni bir sınıf ilave ederek, lise haline getirilmek isteniyordu . Samsun'un "Eski Mezarlığl'" yanında, küçük bir konağı işgal ediyordu. Avlusu , kavruk, askeri talimgah gibi bir yerdi . Fakat, bitişiğindeki "Eski Mezarlık" taptaze bir ağaçlık, fundalık ve pırnallık idi. Bu mezarlık, şimdi, Samsun'un büyük parkıdır : Ha­ san Umur'un Belediye Reisliği sırasında, Eski Mezarlığı, park haline getirmişler. Mektebin avlusu ile mezarlık arasında hudut vazifesi gören bir tahta perde vardı. Ama, her tarafı sökük-dökük olduğundan

282


avludan oraya rahatlıkla geçerdik. Maksadımız, genç ağaç sürgünlerinden çubuklar keserek oynamaktı. At yapıp üstüne bin­ mek, Kazım Karabekir'in ' 'Şarkılı İbret" kitabındaki şiirlerini okumak :

Küçücük süvari Uçuyor kuşvari Hendek mendek dinlemeı Hoplar geçer beklemez Benim atım yaramaz Hiç yerinde duramaı Rap, rap, rap, rap, rap, rap. Fakat, Orhan Şaik Bey'in bize tertip ettiği .başka bir oyun vardı: Orhan Bey, eski Türk hayatına hayranlık duyan genç bir "mil­ liyetçi" idi . Çubuklan kesip "cirit" yapar, bize cirit oynamayı öğretirdi. Bir çocukla yaptığı konuşma' yı hatırlıyorum : Herkese kes­ tiği çubuk aynı boyda, aynı güzellikte olamazdı . Bir arkadaşımızın çubuğunu normal boyda tutabilmek için, ucuna doğru çatallaşan dalın bu kısmım da muhafaza etmek lazım gelmişti . Bunu beğenmeyen arkadaşımıza, Orhan Bey, uzun uzun o çatalın faydalı olduğunu, ' ' kuyruklu' ' ciridin, düz gitmesine ya­ rayacağını anlatmıştı ! Sonradan öğrendiğime göre, bu "cirit oyunu "nu, tehlikeli diye, bizzat kendisi yasak etmiş. *

* *

Bir gün, bize yaptırdığı çeşitli izci oyunlarından birisinde , ip kesmek için çakı lazım olmuş. Orhan Bey, etrafındaki çocuklara bakıp : "Çakısı olan var mı?" diye sordu . Benim cebimde, kırmızı yuvarlak tahta saplı, uzun üç köşe ağızlı, çakı niyetine beş kuruşa satın almış olduğum bir " şey"

283


vardı. Fakat ağzı ile sırtı arasında fark olmadığından herhangi bir şeyi kesmesine imkan yoktu. "Çakısı olan var mı?" sualine cevap vermedim. Ama Orhan Bey -kim bilir neden?- yüzüme

baktı : "9 1 , çakını ver! " dedi . Biz, mektepte, numara ile amlırdık ve ben 9 1 idim. Eğer bana : " Çakın var mı?" diye sorsa idi, tabii, "yok" diyecektim, ama "Çakım ver! " deyince, cebim­ den, kırmızı tahta saplı nesneyi çıkarıp uzattım. Etrafonızdaki çocuklarla beraber, o da güldü . Fakat çakıyı, kesmek için, si­ cimin üstüne sürdüğü vakit, suskunluğumun manasını anladı : Be­ nim çakım, suyu bile kesmezdi. O zaman, daha çok güldü . • * *

Bir defa hocamın o zamanların "Muallim Bey'i" önünde, son derecede mahcup oldum : Sınıfta idik. Tahtaya bir "Avrupa-Asya" haritası asılmıştı . Ortaya sordu : "Anadolu neresi?" . O senelerde, " Anadolu Edebiyatı" yeni başlamıştı . Kimse cevap veremedi . Bana döndü , "sen söyle" dedi. Harita üzerinde Türkiye küçücük bir yerdi. Ve ben, Anadolu ile Türkiye arasında bir fark olduğunu , hayal meyal biliyordum, ama iyice kestiremiyordum. Tereddüt içinde kıvranırken imdadıma yetişti. Elindeki tebeşirle, Batum•dan İskenderun'a doğru bir çizgi çekti, "Anadolu burasıdır· ' dedi ve ilave etti : İnsan, Vatan •ını bilmez mi? * * *

Eski bir konak yavrusu olan mektebimizin geniş bir sofası vardı. Bazen hocalar, bizi, orada toplayıp konuşma yaparlardı . Bu konuşmaların mevzuları çok değişik olurdu. Mesela bir defa, diğer bir öğretmenimiz, Halil Bey, bize, dişlerin nasıl yıka­ nac�ım, bir ibrik ve tas yardımı ile, ameli bir tarzda anlatmıştı .

284


Onun üst çenesindeki iki kesici dişi arasında bir çürüklük olduğu için, oradaki siyahlık ortadan kaldırılamazdı ama , kendi ifade­ sine göre, dişler muntazam fırçalanırsa, bembeyaz olurlardı . Bir gün yine bizi, sofada topladılar, Orhan Bey kürsü gibi bir yere çıktı ve bize anlattı : İngilizler, ' 'Halife'' sıfatını taşıyan bir zatı başımızın üstünde tutmak ve bunu, münasip saydıkları zamanda, bir çivi gibi bey­ nimize çakmak istiyorlardı. Fakat biz , bu halifeyi atıp başka bir şey yapmıştık. Orhan Bey'in Cumhuriyet'ini ben (yedi-sekiz yaşlarında idim), anlayamadım. Zaten, bir sene kadar önce, Halil Bey, bize, padişahlığın kalktığını fakat halifeliğin devam ettiğini anlatmak istemiş, hatta çocuklarla, yumuşak bir münakaşa içine de girmişti: Hitap ettiği küçücük çocuklar arasında, padişah taraftarları da vardı. Halil Bey onlara, halifenin muhterem bir kişi olduğunu, ama, işlerimize karışmaması icab ettiğini anlatmak istiyordu. Benim ise, padişah, halife, Cumhuriyet arasında kafam iy ice bulanmıştı, hepsi o kadar. * * *

En iyi hatırladığım şey, Orhan Bey' in "heyecanı" idi : O, "çivi"yi kafamıza nasıl çakmak istediklerini , hareketleri ve jest­ leri ile anlatmaya çalışıyor, genç alnının çizgileri buruşuk buruşuk oluyordu : Bugün gibi görüyorum. O zamanların Orhan Bey'inden bende kalan en kuvvetli te­ sir: Bu kadar sene sonra devam ettiğini memnuniyetle gördüğüm "Yakışıklılığı" idi. Şimdi, 65 sene evvelki günlerini hatırladığım hocama baktığım vakit, demek ki, diyorum, bizim hayranlıkla sevdiğimiz "Muallim Bey " irniz , o zamanlar, adeta, benim gibi bir çocuktu: Benden bir kaç yaş büyük ve çok yakışıklı . . .

285


Kendimde,

ihtiyarlık

alametlerini

şiddetle

hissetmeye

başladığım bir zamanda , yeniden temas kurduğum "Muallim Bey " , beni, yeni bir hayata döndürüyor : Bana, " Gençlik"in neşesini, heyecanını, canlılığım yaşatıyor . Bir insan "Hocasına" ne kadar çok şeyler borçlu olabilir, diye düşünüyor ve şaşırıyorum. Halbuki ben de bir Hocayım.

Demek ki, hoca olmak, her zaman "Orhan Bey" olmak değil. Prof. Dr. Ziya UMUR

286


4.2 Bana Göre Orhan Şaik Bey. Öğretmçnin kötüsü hiç olmaz ; hele bu, Orhan Şaik Bey olursa! Gerçekten, onun da kötü yönJeri var mıdır? Diye çok düşündüm. Yok işte! Sınıf önünde, mensur veya manzum neyi kıraat ederse, hem okuduğu eserin hem de kendisinin daha bir büyüdüğü hissedilirdi . Tabii konuşurken, ders takrir ederken de, bizde aynı duygulan uyandırırdı. Şiir, ideolojik yönünü hiç kaale almadan onun indinde yalnızca şiirdi. ' ' Sınır ' görüşü, mutlaka büyüklüğünün ŞAHİKASl'ydı. Öğrenci ayırımı yapmazdı. Edebiyata en elyak öğrenci ile en ka­ biliyetsiz (benim gibi) olamn arasında hiç fark yokmuş gibi dav­ ranır;

eşitlik

yaratan

bu

davranışıyla

hiçbir

öğrencinin

kırılmamasını temin ederdi. Olacak iş mi? Hfil ve hareketiyle, giyimi ve duruşuyla zarif ve vakur . . . Asla pantalon cebine sokmadığı elini ceketinin cebine değişmez bir tarzda yerleştirir, başını bir tarafa hafif eğerek o ne güzel takrir ederdi . Öğrencilerini hiçbir zaman bilmiyor durumuna düşür­ meyen

bir

tutum

içinde

" -Sen

oku! ' '

değil;

"Haydi ,

okuyalım"larla Hamid'i anlatabilmek için Finten 'den parçalar okurken öğrencilerin coşkusunu fark edip bir dersten öbürüne geçişlerle yüklü bir kitabın bitivermiş olduğunu görürdük. Oku­ duğumuz devrenin müsait zamanı ve zemini içinde edebiyat ta­ rihimizin

değerlerini

aynı

metod

ile

işleyerek

edebiyat

atmosferinde öğrencilerini toplayıverir, bizlere de şahsiyet tev­

cihini ihmal

etmezdi.

287


Bursa Erkek Lisesi'nin ikinci

sınıfına kadar, parmaklanm.ın

arasına kalem yerleştirmeye gayret sarfetmiş ne kadar öğretmenim olmuştur? Fakat, kalem tutuşumun en büyük ustası olan Orhan Şaik Gökyay için yazmakta başarısızım? O büyüğü t.arif ve tav­ sif, benim kalemimle mümkün değildir. Duyduğumu ve düşündü­ ğümü dilime, dilimden gelse kalemimle kağıda dökebilmeye kaabiliyetim kalmamış . Orhan Şaik Bey'i ne ile tarif edeyim?

O

her yönüyle okyanus, ben ondan bir zerre . . . Benim gibi bir beceriksize öğretmenlik yapmak talihsizliğine uğrayan hocamın iftihar edebileceği öğrencileri hiç de

az değil.

Bu da benim gibilerin tesellisidir. .

Binlerce, onbinlerce ödeşilmez emeği geçen , Hocam için

birşeyler yazmakla onun önünde en çetin imtihanın heyecanını · yaşarım. Ululuğuna ve hoşgörüsüne sığınıyorum. Amasra, Bursa Erkek Lisesi

1935-38 dönemi öğrencilerinden 1225 nu­

maralı Agah SİMBERK.

288

28 Şubat 1 989


4.3 Bir Efsane Adam

•••

1 940'1ı yılların ortalarında çok soğuk bir şubat sabahı , uzun boylu genç bir adam Galatasaray Lisesi'nin idari kısmına çıkılan yan kapısından içeri giriyordu . O soğuk havaya rağmen şapka giymemişti . Yeni kırlaşmaya başlayan kısa kesilmiş saçları rüzgarda uçuşuyordu. Üzerinde kahverengi balıksırtı İskoç kumaşından bir ceket vardı . Etrafına bakmadan, emin adımlarla dimdik yürüyordu. Yüzündeki sert hatları yumuşatan sevgi dolu bir çift göz hemen farkediliyordu. Okulda bir fısıltı dolaştı . Orhan Şaik Gökyay gelmiş dediler. O zamanlar onu pek tanımıyorduk. Bizim için sadece "Bu Va­

tan Kimin' ' şiirinin şairiydi . Gariptir, hiç bir şiiri ezberleyeme­ diğim halde, ' 'Bu Vatan Kimin' ' şiirinin bazı mısralarını farkında olmadan tekrarlardım. Orhan Şaik Hocanın hikayesi de bir anda anlatılmaya başlandı. Ankara' daki Konservanıvar Müdürlüğü 'nden Galatasaray'a geliyordu. Hükümetle bazı sorunları olmuştu . Türk Milliyetçiliği 'nin bayrak adamı olarak tanınıyordu . O zaman da liderlerin etrafında bir garip tipler vardı. Rahatsız olmuşlardı. Dev­ rin alacakaranlık siyasi hayatında pırıl pırıl fikir adamlarına yer yoktu . Görevinden alınmış, uzun sorgulara maruz kalmış ve işsiz bırakılarak yıldırılmaya çalışılmıştı. Orhan Şaik Hocanın hem ken­ disi, hem de arkadaşları için çok acı çektiği söyleniyordu . Bizler için inançları uğruna mücadele etmek, dostluk ve arkadaşlık en çok saygı duyulması gereken fikirlerdi. Gençliğimizin bütün he­ yecanıyla bu haksızlığa isyan etmiştik. Millete malolmuş bir Va­ tan Şairi'ne, bir fikir mücahidine reva görülen bu durum içlerimizi kinle doldurmuş ve onu hemen sevmiştik.

289


O şubat sabahından sonra birkaç defa daha onu Galatasaray Lisesi'nin avlusunda görmüştüm. Paltolar içinde titretiiğimiz o soğuk kış günlerinde hep sırtında aynı kahverengi ceketle başı açık geziyordu. İki yıl kadar sonra 1 1 . sınıfa geçmiştik. Edebiyat hocamız Or­

han Şaik Bey'di . Birden ona yapılanları hatırladık ve heyecan­ landık. Galatasaray'da çok şöhretli hocalarımız olmuştu. Bunların arasında meşhur romancılar, üniversite hocaları hatta Osmanlı Devleti'nde nazırlık yapmış olanlar vardı. Ancak Orhan Şaik Bey ; in öyküsü bizde başka bir yer etmişti. Onu bir öğretmen, bir şairden çok; bir fikir adamı olarak görüyorduk. Fakat kısa sürede yanıldığımızı anladık. O güne kadar rastladığımız en disiplinli ho­ camızdı. Sanki doğuştan hoca olarak yaratılmıştı. Son derece dik­ katli ve sert bir tutumu vardı. Fakat kırıcı değildi. Bir şeyler öğretmek için o derece büyük-uğraş gösteriyordu ki, ona hayran olmamak elde değildi. O sene hem divan edebiyatını, hem de halk edebiyatını okuyorduk. Açık söylemek gerekirse hocamızın bütün çabalarına rağmen divan edebiyatını sevemiyorduk. Osmanlıcanın yabancı kokulu çapraşık yapısı, çok makyaj yapmış yaşlı bir kadının yüzü gibi sinirlerimize dokunuyordu . Özellikle şiirleri okurken devamlı lugat kullanmak zorunda kalmamız bizi ede­ biyat dersinden nefret ettirmişti. Metinlerin -dilini anlaya­ madığımızdan gençliğimizin bütün coşkusuyla bu edebiyatı reddediyor ve bunun için son derece mantıklı sebepler buluyor­ duk. "Bizim dilimiz halk şairlerinin dilidir" diyorduk. Orhan Şaik Hocamızın günümüzde konuşulan dile göre pek az düzelterek der­ lediği Dede Korkut Hikayelerindeki dil bile bize daha yakın di­ yorduk. Hocamız bu haksız direnmemizin tamamen farkında idi . Çok üzülüyor, fakat bize bunu belli etmemeye çalışıyordu. İnanılmaz bir sabır ve soğukkanlılıkla divan edebiyatına karşı koy­ mamızı kırmaya çalışıyordu. Şiirleri büyük bir ustalıkla okuyor ve adeta onları olduklarından daha güzel bir hale getiriyordu. Bu sessiz mücadele üç ay kadar sürdü. Bizlere yavaş yavaş hakim 290


olmaya ve derslere karşı ilgimizi arttırmaya muvaffak olmuştU. Neredeyse,

Baki 'nin, Nedim' in, Fuzuli 'nin şiirlerinden zevk bile

almaya başlamıştık. Yine de ben Şeyh Galip'e gelinceye kadar bu karşı çıkmayı sürdürmüştüm. Fakat o başkaydı. Şiirleri divan edebiyatının karanlığında bir kutup yıldızı gibi parlıyordu. Bir garip, izahı güç ışık bizi kendine çekiyor ve hayal alemlerine alıp götürüyordu. O sıralarda Fransız edebiyatını okuyor ve onların etkisi altında kalıyorduk. Şeyh Galip'deki o efsanevi duygusallık karşısında batı edebiyatı bize artık eskisi kadar doyurucu görünmüyordu . Zannediyorum, Orhan Şaik Hoca'da beni ilk defa o

zaman­

lar farketti. Şeyh Galip hakkında gösterdiğim ilgi onun birden­ bire dikkatini çekmiş, şaşırtmıştı. O, Divan Edebiyatı'nın en zor anlaşılan şairlerinin başında geliyordu. Belki de bu zorluk beni cezbetmişti. Bilemiyorum. Bu vesileyle hocamızla ders dışında birkaç defa görüşme imkanını buldum. Bu kısa konuşmalarda onun ne kadar haSsas bir insan olduğu hemen anlaşılıyordu. En ufak bir söz bile onu incitiyor ve büyük bir hüzüne sevkediyordu . O içi dışı bir, coşku içinde, samimi bir insandı . Daha doğrusu her konuda samimi­ yetin ta kendisiydi. Sizden de hep bunu istiyor ve bekliyordu . Ertesi yıl, Galatasaray'ın 1 2 . sınıfına geçmiştik. Edebiyat ho­ camız yine Orhan Şaik Bey'di. Artık eskisi kadar birbirimize ya­ bancı değildik. davranıyordu .

Hoca

da bizlere karşı daha az mesafeli

Derslerin

birdenbire

d8ha

renkli

geçmeye

başladığını farkettik. Serbestçe fikirlerimizi söylüyorduk. Hatta ufak tefek tartışmalara bile girebiliyorduk. Onu tanıdıkça hay­ ranlığımız artıyordu. İnanılmaz bir öğretme isteği vardı. Ders ki­ taplarının dışına çıkıyor, günün şairlerinden konuşabiliyorduk. Şiirin her nevini bize sevdirmeye çalışıyordu. Şiirleri sanki kendi yazmış gibi hissediyor, bize de aynı heyecanı aktarmayı

291


başanyordu . Onun için öğretmek sanki doğal bir olaydı. Bu ne­ denle hocalığı son derece tabii ve etkileyiciydi . Galatasaray' dan ayrıldıktan sonra, 1950'1i yılların ortalarında şimdi Hukuk Profesörü olan bir arkadaşımla birlikte Uleli 'den Beyazıt'a doğru o eski bulvarda yürüyorduk. Karşıdan gülerek Orhan Şaik Hoca bize doğru geliyordu . Yine her zamanki gibi neşeli ve heyecan doluydu. Bizleri görünce gerçekten sevindiği yüzünden belli oluyordu. Zaten Hoca'nın her şeyi doğaldı. Yap­ macık hiç bir şeyi sevmezdi. Bir süre trafiğe aldırmadan o güze­

lim eski ağaçlı yolun ortasında konuştuk. Yahya Kemal Beyatlı Beyefendi'yi Cerrahpaşa hastanesinde ziyarete gidiyordu . Has­

tahanenin bulundu u Kocamustafapaşa semtine kadar üç-dört ki­ lometrelik yolu yürümeyi düşünüyordu. Zaten yürümeyi daima severdi . Yıllar onun dinçliğinden hiç bir şey alıp götürmemişti. Yine başı açık ve üzerinde İskoç tipi spor bir ceket vardı. Bu defa ceketinin İngiltere'den alındığı belli oluyordu. 1950 yılından sonra Londra'da Talebe Müfettişi olarak çalıştığı yıllarının hatırasıydı. Hastaneye kadar kendisine refakat etmeyi teklif ettik. Böy­ lece konuşmamızı biraz daha sürdürebilecektik. Memnuniyetle kabul etti . Fakat sonradan yolda aklımıza geldi. Yahya Kemal Bey' e bizi de götürmesini rica ettik. Birdenbire ciddileşti. Büyük Şair sürprizlerden hiç hoşlanmazmış. Daha önce haber verme­ den kimseyi kabul etmezmiş . Hele şimdi rahatsız olduğu için bu konuda büsbütün titizleşmiş, hoca bunları bize anlatıyor ve ısrar etmememizi istiyordu . Fakat sonunda bizleri kırmadı. Götürmeyi kabul etti. Orhan Şaik Bey hep böyleydi işte. Kendisinin üzüle­ ceğini bile bile kimseyi kıramazdı . Büyük şair gerçekten de bizi iyi karşılamadı . Fakat Orhan Şaik Hoca'ya karşı çok büyük bir hürmeti vardı. O zaman çok duy­ gulandık ve hocamızla iftihar ettik. Bizlerin değer yargılan hissi olabilirdi. Ama hiç bir şairi beğenmeyen Yahya Kemal Bey gibi birinin ona "şair dostum" demesi, her türlü övgünün üstün292


deydi . Hocamıza alışılnnşın üzerinde bir ilgi gösteriyor ve her haliyle onun şiirine karşı olan saygısını belli etmeye çahş�yordu . Bizim habersiz gelerek sebep olduğumuz o ilk dakikalardaki buz gibi soğuk hava geçer geçmez, Marmara 'ya bakan o hastane odasında iki büyük şair, iki büyük dost, koyu bir sohbete daldılar. Sadece şiir konuşuluyordu. Zaten Yahya Kemal Bey için dünyada şiirden başka hiç bir şey yoktu . Onları ne kadar dinlediğimizi hatırlamıyorum. Zaman o kadar çabuk geçiyordu ki isyan etmek elde değildi. Ancak akşamın alaca karanlığı çökmeye başlayınca, müsaade isteyip kalktık. Yahya Kemal Bey hocamızdan biraz daha oturmasını rica ediyor, bir dosttan değil, büyük bir şairden ayrılmak istemiyordu . Orhan Şaik Hoca bir şair olarak hep zirvede �imasını bilmiştir. Yerli yersiz mısraları bir araya getirip şiir diye ede­ biyat pazarına sürmeye hiç bir zaman tenezzül etmemiştir. Bu şerefli davranışı her zaman takdir gönnüştür. Netekirn yıllar sonra, Atatürk'ün Anıtkabir'inde yapılacak ışık ve ses gösterilerinin şiirlerini yine ondan yazmasını istediler. Böylece hocamız İstiklal Savaşı'nın destanını buram buram Anadolu kokan en coşkulu se­ siyle Türk Edebiyatı'na annağan etmiş oldu . Bir defa daha görüldü ki, kahramanlık şiirlerimizin tek ve unutulmaz şairi olarak kalmıştı. Hocamızın eğitimden ayrılması da kendine has bir biçimde olmuştur.

Mevzuatımızdaki

yaş

haddi

dolayısıyla

Eğitim

Fakültesi'ndeki görevi sona erince, son derece heyecanlandı ve telaşa kapıldı. Talebelerinden onu ayıramazlardı . Yine mücadele etti. Eğitim kurallarımızın üstüne çıkılarak ona özel izin verildi . Böylece bir kaç yıl daha üniversitedeki kürsüsüne devam etme imkanını buldu . Hocada gelecek nesillere eserler bırakmak, onlara Türk Edebiyatı 'nı tanıtmak ve sevdirmek isteği bir tutku halindedir.

293


Dünyanın maddi nimetlerine hiç aldırmadığı için hayattaki ye­ gane mal varlığı olan mütevazı evinin kütüphanesinde devamlı olarak çalışır ve yeni eserler verir. Bazan bir kelimenin kaynağını bulmak için günlerce uğraşır, gidip o sözün geldiği yörelerde in­ celemeler yapar, yaşlı insanlarla konuşur ve tatmin oluncaya ka­ dar araştırmalarını sürdürür. Bu araşbrma azmi ve arzusunu onu Anadolu'daki küçük bir köyün öğretmenliğinden, Edebiyat Fakültesi'nin en unutulmaz asistanlığına kadar yükseltmiştir.

Ülke­

mizde Türkoloji bilim dalını kurmuş olan Prof. Fuat Köprülü bile bu araştırma azminden son derece etkilenmiş ve onu yanından ayırmak istememiştir. Hoca en basit bir yazıyı bile kaleme alırken son derece titiz­ lenir ve sabahlara kadar uyumaz. Onun ilmi araştırmaya karşı özel bir saygısı vard1r. İnceleme yapmaktan garip bir zevk almaktadır. Çalışmak sanki onun için vazgeçilmez bir yaşam biçimi olmuştur. Orhan Şaik Hocayla zaman zaman bir araya geliriz . Görüşmelerimiz hazan onun evinde, hazan da. Boğaz' da veya Gülhane

Parkı'nda

bir kahvehanede

olmaktadır.

Bu

top­

lantılarımıza çok defa eşi Ferhunde Hanım da katılır. O da ho­ camız gibi hayatını eğitime adamıştır. Bir kaç yıl önce emekli oluncaya kadar, Eğitim Fakültesi'nde İngilizce öğretmenliği yapmıştır. O, tam anlamıyla erkeğin arkasındaki kadındır. Ho­ canın çalışmalarını destekleyerek kolaylaştırır, evde sorun çıkar­ maz, gezilerde iyi arkadaştır, güzel yemekler yapar ve son derece

kültürlüdür. O geldiği zamanlar sohbetlerimiz biraz daha renk­ lenir ve hocamız biraz daha nüktedan konuşmalar yapar. Hoca bir zamanlar nargile içmeyi severdi. Gittiğimiz kah­ vehanelerde onu tanırlar ve bu isteğini bildiklerinden hemen nar­ gilesini hazırlayıp getirirlerdi . Garsonlara da özel olarak tembih edilirdi. Nargilenin ateşi katiyen söndürülmez , kömür ateşini ta­ zelemek üzere komilerin biri gider biri gelirdi. Bu saygılı ikram tarzı , hocayı neşelendirir ve büyük bir zevkle uzun uzun nar-

294


gilesini fokurdatırdı. Her işte yapuğı gibi nargilesini de içerkeıı usulüne uygun hareket etmeye itina gösterirdi. Böyle

günlerde

hocamız daha bir başka olur ve bizlere edebiyattaki kavgalarını, yeni yazdığı kitapları büyük bir coşkuyla anlatırdı. Hocanın o sa­

kin ve hoşgörülü hali, edebiyattaki münakaşaları sözkonu�u olunca tamamen değişmektedir. Türk diline o kadar sahip çıJcmaktadır ki, yapılan en ufak bir kelime hatasını bile affetmez. Bu konuda son derece kavgacı ve hatta kırıcı olabilmektedir. Onun Türk di­ line bağlılığı

sanki

bir nevi ibadet şeklindedir.

Hocanın bu bitmeyen öğretme arzusunun kaynağı hiç şüphesiz

sevgidir. Sadece insanları değil, yeni filizlenen dallardaki kuşları, kırlardaki hayvanları, gökteki bulutlan, denizlerin köpüklerini,

velhasıl bütün doğayı sever. Bu sevgiyi sanki bütün dünyaya yay­ mak istercesine imkan buldukça, Türkiye' nin her köşesine ve ya­ bancı ülkelere gezilere gider. Herkesle konuşur ve onlara evrensel sevgiyi aşılamaya çalışır. Bu gezilerinden her dönüşünde de ye­ niden tazelenen bir şevkle masasının başına oturur ve gelecek ne­ sillere yeni eserler vermeye başlar. Düşünüyorum da, Orhan Şaik Bey'i bir fikir adamı, bir hoca, bir şair ve bir araştırmacı olarak anlatmaya çalışmak çok eksik kalmaktadır. Dostluk ve arkadaşlığı bir tavizler dengesi olmak­ tan çıkarıp· gerçek yerine oturtan, bu hissin karşılıksız, hep ken­ dinden bir şeyler verme demek olduğunu sergileyen hayatından örnekler sunmak da yeterli değildir. Ona belki asrımızda nadir rastlanan bir efsane adam demek daha doğru olacaktır.

A . Vedat ALPASLAN Teşvikiye l Kasım 1 988 .

295


4.4 Orhan Şaik Gökyay Hocamız. Sanat kurumlarının kuruluşları bir senfoninin ilk motifleri ya

gelişmesi, doruAa ulaşması ve bütünleşmesi hep bu ilk motiflerin, ilk mısralann

da bir destanın ilk mısraları gibidir. Eserin

sağlamlığına dayanır : Ankara Devlet Konservatuvan'mn kuruluş yıllan en sağlam, en soylu ve en doğurgan mısralarla başlayan bir küçük destan gibi idi. Hindemit'ler, Ebert'ler, Protoriusıar, Orhan Şaik Gökyay'lar bu destanın ilk satırlarının, ilk temel taşlarının yaratıcılanydı . . . Bir işin değerini belirleyen, o işin yapılışındaki amaçlardır. Atatürk'ün

birçok

kez

söylediği

YENİ

RUH

-

YENİ

SOSYETE'nin vazgeçilemeyecek koşullanndan biri idi Konser­ vatuvar. Tarihe bakış açımızı, çağın gereklerine göre geliştirip,

değiştinnek zorundaydık. Tarihsel akışın dışında kalamazdık; ta­ rihe katılmak ve katkıda bulunmak zorunda idik; kendimizin ol­ duğu kadar başka uluslann kültür değerlerinin zengin mirası ile aydınlanmak ideallerimizin en önde gelenlerinden biri idi . Değerler hiyerarşisinde (insanlığın yaratma eylemi olarak tanımladığımız kültürü) toplumumuzun içindeki layık olduğu yere . oturtmak, gerçekliğin en yoğun ışıltısı olan sanatı, bütün sırlan üretken kılan sanatı, halkımıza ulaştırmak bütün Konservatuvar yöneticilerinin ve öğrencilerinin vazgeçilmez ülküsü idi. Bu düşüncelerin ve hayallerin ekilip, boy verdiği bir soylu toprak idi o yıllarda Devlet Konservatuvan'mız. Çalkantılı bir biçimde biten ilk yılın sonlarına doğru Konser­ vatuvar müdürlüğüne Orhan Şaik Gökyay' ın atandığı haberini almıştık. Hepimiz merak ve biraz da kuşku ile bekliyorduk yeni yöneticimizi. Konservatuvann konser salonunda bize yaptığı ilk konuşmayı, aradan

40 yıl

geçmiş olmasına rağmen, bugün gibi

hatırlıyorum. Uzun boyu, sade ve temiz giyimi, kararlı ve se­ vecen bakıştan, konuşmasındaki kendine özgü tavır ve üslubu ile hepimizi çekivermişti kendine. Evet, biz bir savaşa, bir güzellik

296


ve iyilik savaşına girmiş gibi hissediyorduk kendimizi; bu savaşta bize yol gösterecek, bizi yönetecek birine ihtiyacımız vardı . Onu bulmu ştuk. O da bizi bulmuştu . . .

Il . Dünya Savaşı'nın acımasız tahribatını izleye izleye yol

alıyorduk. Orhan Şaik Bey bir yandan öğretim üyelerini Konser­

vatuvarın kuruluşundaki ilke ve amaçlara ters düşmeyecek bir

biçimde aydınlatıp yönlendirirken; diğer yandan gecenin geç saat­ lerine kadar bizlerle toplu veya münferit konuşmalar yapıyor, bizi

aydınlatıp güçlendiriyordu. Anlayış, tasanın ve hayal gücümüzün sınırlarını zorlayıp aşmamıza yardımcı oluyordu. Hiç unutmu­

yorum, bestelenecek olan yeni Konservatuvar Marşı'nın sözle­ rini

(ki bu sözleri kendisi yazmışb) bizlere okurken, sözcüklerden

oluşan

bir

ışık yağmuru

görür

gibiydik.

Özel

ve

genel

konuşmalarında en küçük bir ideolojik beyan veya telkinine tanık

olmamıştık. Konumuz her zaman sanat ve kültürün yansız, ta­

rafsız ikliminde dolaşırdı; bir iyilik-doğruluk-güzellik yarışması

olan sanatın

•••

Yıllar birbirini kovaladı. Hatta Kopservatuvar ilk mezunlarını

verdi. O da, biz de çok mutluyduk. Sonra karanlık ve üzücü günler geldi peşinden : Anadolumuz bu güngörmüş , dert ve acı çekmiş Anadolumuz, türküler yakar bazı gerçekleri aydınlatmak için : Bizde adet böyledir

Aman bizde adet böyledir Güzeli ağlatırlar

· Çirkini söyletirler. . . Evet, "Bir insanın, bir insana ettiğini , bir yılan bir başka yılana

etmez"miş . . . Hapis, sorgular, sualler, baskılar birbirini izledi.

Sonra serbest bırakılmışU . . . O karanlık günlerinde daha önce bize

de dinlettiği Kastamonulu Aşık bir mektup yazmıştı Orhan Şaik Bey'e; mektup şu sözlerle bitiyordu :

Dağdan dağa aşma ile yol olmaz Altın yere düşme ile pul olmaz. . .

Aydın GÜN

297


Orhan Şaik Atabey

4.S

Orhan Şaik Ağabey' in Orhan Şaik Gökyay olduğunu ilko­ kulda "Bu vatan

kimin?" şiiriyle öğrendim; hem şaşırdım hem

sevindim. Ama kimseye bir şey söyleyemedim sanının. Benim ona karşı duyduklarım sınıf içine sığabilecek gibi değildi. Orhan Şaik Ağabey benim için coşkulu büyük bir kahkaha , �uk­ luğumun hoş sadası idi. Bu sadanın berraklığı ve gürül gürül akışı dünyamı aydınlatırdı . Önce uzaktan sesi ve gülüşü duyulur, ar­ kasından kendi gözükürdü . O kadar da güzel görünüşlü idi çocuk kalbimle hafifçe utanırdım. İşte sanırım

ki, dört buçuk

yaşlarında iken Sirkeci Emniyet Müdürlüğü il. Şube koridor­ larında onu pijaması ile görünce bu yüzden çok utanmıştım. Bu beğeni her ne kadar benim duygularımdan kaynaklansa da, asıl bu kişiliğin beni cezbeden tarafı babamın ona karşı takındığı tavırdı. Her zaman "Hoca" olan ve köşesindeki san­ dalyesinde veya koltuğunda kurularak hep etrafındakilere bir şeyler anlatan babam Zeki Velidi Togan, Orhan Şaik Ağabey'in etrafında dolanırdı . Babamın boyunun kısalığını gövdesinin iriliği kapatır, hele otururken bu ufaklığı daha çok kaybolurdu; ama otursa da ayakta da dursa farketmez, içten ve coşkuyla "Orhan ! " diye ses­ lendiği zaman, babamın yüzü sevgi ışığıyla dolar ve bu sevdiği dostuna iştiyakla bakardı. Sanırım hepimiz Orhan Şaik Ağabey'in hem sesinin, hem de şiir gibi Türkçesinin etkisinde kalırdık. Ken­ disi güzel bir İstanbul Türkçesi ile konuşamasa da , Farsça ve Al­ manca şiirlere karşı ilgisinin gösterdiği gibi "güzel dil"den çok hoşlanan ve özellikle şifahi bir gelenek içinde büyümüş olan ba­

bam, sanırım, Orhan Şaik Ağabey'in Türkçesinde bütün aradıklarını buluyor, onu vesileler icad ederek konuşturuyor, güldürüyor, ona "İlahi Hoca .. dedirtiyor ve keyif keyif keyif­ leniyordu . İşte yılların verdiği uzun bir dostluk sonucunda da, herhalde iki çocuğundan sonra üçüncü çocuğu gibi baktığı ve kim­ seye değiştirmeye izin vermediği, el değdirmediği

298

Hatıralar'ını


(1968) Orhan Şaik Ağabey'e teslim etti. 1 967 yılbaşında Uludağ'da babam Habralar'ın son sayfalarım bana yazdınnıştı. Not aldığı acendası gibi ufak defterlerine bakar, sonra durur söy­ lemeye başlardı. Sanki olaylaı:m olduiu zamana geri giderdi. Yıllar yılı kapattığı bu duygu haznesine geri gitmek, bazen sevinçli, ba­ zen hüzünlü fakat tümüyle duygusal olan bu yıllan yeniden yaşamak onun için ne kadar kolay oldu bilmiyorum. Bildiğim bu . duygulara geri dönüşünün üıiinü Hatıralar'ı ancak Orhan Şaik Ağabey'e emanet edebilmesi idi. Ben bu konuyla ilgili ne sor­ dum, hatırlamıyorum ama bana "o bu dili iyi biliyor. Yalnız bil­ miyor, seviyor da . Onun gibi birisinin bu işi yapması ne güzel" diye cevap verdiğini hatırlıyorum. Ben de içimden "demek za­ hir öyle" dedim sayılır.

Dili güzel bilmek Orhan Şaik Ağabey'in güzel yaptığı ve ba­ bamın hayranlığını &ıyandırdığı tek şey değildi ki . . . O, İngiltere'de

o zamanki deyimle talebe müfettişliği yaptığı sırada, o sıralarda orada bulunan başka Türklere göre çok daha zevkli eşyalar, nes­ neler almışb.. Babam beğeniyle anlatmıştı. Sonra evini güzel yaptı. Uzun zaman kütüphanesindeki rafların ne kadar mükemmel ol­ duğunu duyduk. Bütün bu beğeniler içine Ferhunde Hanım da girerdi. Onu daha az göıiirdük, ama uzaktan da olsun beğenirdik. Onun da güzel şapkaları vardı. Tam bir münevver kadın modeli idi. Hiç bir şeyi ihmal etmiyordu. İşte bütün bu beğenilerin so­ nucunda babmmn Hatıralar'a onun şekil vermesini istemesini o zaman doğal karşılamışb.m. Sonraki yıllarda ise bunun büyük dost­ luk ve sevgi nişanesi olduğu kadar iftihar vesilesi de olduğunu Hatıralar'ın önsözündeki "Kitabın Doğu Türk şiveleri tesiriyle yazılmış olan aslım Türkiye Türkçesi bakımından gözden geçir­ mek ve baskı tekniğinin başarılı olmasını temin etmek zahmetini de edib ve şairimiz Orhan Şaik Gökyay üzerine aldı". ifadesin­ den anladım. Bir yıl önce Orhan Şaik Ağabey'in burada Bostan yakınında Duxbury'de Şinasi ve Gönül Alpay Tekin'lerin evinde kaldığını 299


duyduğum

zaman, hemen koşturdum. Çok alışık olmadığım bu yollarda gece vakti araba kullanırken, Orhan Şaik Ağabey'e, çocukluğuma ve babamla hatıralara koşuyordum. O beni büyümüş buldu "İsenbike çok büyüme! " dedi. O zaman, insan ancak böy­ lesine coşkuyu herhalde tam büyümeden yaşatabilir diye düşünerek kendisine sorguyla baktım. Durduk ve ikimiz de kahkahalarla güldük. İsenbike TOGAN-Arıcanlı Boston

25

300

Kasım 1988


4.6 Hocam Orhan Şaik Gökyay Daha ilk derste, biz üç yeni Yüksek Öğretmenli, sanatkar jestlerin refakat ettiği harikulade bir "intonation"la ürpermiştik :

Dolmuştu içimde ta derinden Yıldızlan mili bir semanın. . . Hawyla harap idim edanın, Hôla mütehayyüim sodanın Gönlümde kalan akislerinden Aradan otuz dört yıl geçti. Kulağımı bir musiki gibi hala dol­ duran bu ses, bana şiir ezberleme ve okumanın nasıl üstün bir meziyet olduğunu, edebiyatta başka hiçbir şeyin insan sesi ve hafızasının yerine geçemeyeceğini öğretti. Hocam Orhan Şaik Gökyay, ilk dersinden sonra da zihinle­ rimizde, hafızalarımızda ve ruhlarımızdaki fetihlerine devam etti. Yine Yüksek Öğretmen Okulu yıllarıma ait unutamadığım bir hatıram vardır : Bir divan şiiri gecesinde, hocam, sahneyi dol­ duran heybeti ve bütün salonu nefessiz bırakan ses hakimiyeti ile bazı şiirler okumuştu . İki tanesini hemen ertesi günü biz de ezberlemiştik : Rehayi'nin muhammesi ve Kanuni'nin meşhur ga­ zeli. Eminim, aynı hocayı bulsalar, bugünkü Üniversite Türk Ede­ biyatı öğrencileri de aynı heyecanı duyacaklardır. Rehayi' nin : Hemen ağlayıi geldim aleme ağlayu gittim ben San ol nilüferim kim suda bittim sUda yettim ben Ve Kanuni'nin : Stanbıilum Karamanum diyar-ı milket-i Rum'um Bedehşanum u Kıpçakum u Bağdadum Horasanum beyitlerinin bulunduğu şiirler nasıl okunursa genç hafızalarda yer eder, bunu o gün ve diğer günlerde hocamdan öğrenmiştik. Eski

301


şiirimizi başka türlü sevdirip benimsetmenin ikinci bir yolunu bil­ miyorum. Fakat zamanla edebiyatın hocamda nasıl bir bilgi, ilim ve kültür olduğunu

anlayacaktık.

Edebiyat ilmi ile edebiyat

kültürünün aynı şeyler olduğunu zannedenler aldanırlar. Bir yığın

kuru kitabi bilgiyi zihinde depolamak ve ilmi denen can sıkıcı bir üslupla yazıya dökmek belki ilimdir, ama edebiyat ilmi değildir. Objesi de, süjesi de insan olan yani hayal , duygu, he­ yecan, ihtiras ve rüyayı araştıran bir sahada bizzat insanı tanıma­ dan, insan hallerini bilmeden, hülasa az çok veya tam sanatkar olmadan hakiki edebiyat araştırması yapılamaz . Buna edebiyatı bir bütün olarak, eski ve yeni diye ayırmadan , çok geniş bir pers­ pektiften gönnenin ve kaynaklara kadar gitmenin zenginliğini ilave ediniz . Edebiyatın ilmi kadar edebiyat sanatının ve kültürünün de derinliği daha iyi anlaşılacaktır. Orhan Şaik Gökyay bütün bun­ ları şahsında meze etmiştir. Bu bakımdan şair, edip, araştırmacı ve kültür adamı Orhan Şaik Gökyay, üniversite dışında olmasına rağmen, bana çok hu­ susi bir ilim adamı tipi olarak görijnmüştür. Artık üniversitede yıllanmış olan bizlerden hiç birimizin rekabet ve aşma iddiasına cesaret edemeyeceği bu tip bugün, kelimenin tam manasıyla "emsalsiz"dir. Hem nesil, hem de muhteva olarak Türk Ede­ biyatı ilmi, yeni yetişenlerin bütün gayretlerine rağmen, Orhan Şaik Gökyay'ın tek başına temsil ettiği o kültür ve bilgi derin­ liğinden mahrumdur. Aynı sahada bir üniversite hocası olarak bunu itirafta fazilet buluyorum. Çok güzel bir Türkçe ve Os­ manlı Türkçesinin, Arapça, Farsça, Almanca ve İngilizcenin ne­ redeyse bütün kaynaklara hakim kıldığı bir "vukuf ' , ciltlerle kitap, sayısı rakam dizilerini zorlayacak kadar çok makale, bütün zihni ve uzvi melekeleri zinde iutan bir tecessüs ve enerji, hiç yorulmayan bir dikkat Orhan Şaik Gökyay'ı zamanımızda ' ' müs­ tesna" ve "emsalsiz" yapan vasıflardır. Bu vasıfları karşısında,

302


başka herhangi birisinin onun "ka'b"ına bile erişmek iddiasını sadece gülünç bulurum. Fakat bir hicraıiımı da söylemeliyim. Avrupa'da ilim sadece üniversitenin ilmi değildir. Tesadüfen üniversite dışında kalmış olan büyük zekfilar ve araştırmacılar, en azından toplumun kültür çevrelerinde ve üniversite muhitlerinde itibar görürler. Kıskançlık ve rekabetin oralarda hükmü yoktur. Böylelerini şu veya bu şekilde değerlendirmek onlara sadece şeref verir. Bizde ise "kaziye ber­ akis' 'tir. Ne kadar temenni ederdim ki, üniversitelerimizden biri Türk Edebiyatı araştınnalanna yarım yüzyıldan fazla emek venniş olan Orhan Şaik Gökyay Hocamıza ' 'Fahri Profesörlük" unvanını tevcih etsin. Profesör talebelerinin kendisine hfila muhtaç olduğu bir hocaya bu tevcih bir lutuf değil, çok tabii bir hakkın, çoktan hakedilmiş ilmi bir itibarın teslimi olurdu. Bununla beraber fazla üzülmeyelim. Son profesörlük fur­ yasındaki "kesret", hocam Orhan Şaik Gökyay'ın bugünkü "vahdet"ini, yegıine oluşunu, eminim, rahatsız ederdi. İbsen'in "Yalnız adam, yegane kuvvetli adamdır" sözünü ve Ahmet Haşim'in "Profesörler Aristokrasisi" yazısını hocam namına bir defa daha hatırlıyorum. Hocamın bende, aradan geçen yıllara rağmen, silinmez izi olan bir cümlesi vardır. Mezuniyet tezimin metinlerini toplarken karşılaştığım okuma güçlüklerini, o zamanki beni hayrette bıra­ kan bir rahatlıkla -Adeta metin tamiri yaparak- çözüyor, eski bir kelimenin veya terkibin, içinde yer aldığı kontekste göre nasıl olması gerektiğini gösteriyordu. Sonra Erzurum Lisesi'ne tayin edildim. Oradan kendisine gönderdiğim teşekkür mektubunda bor­ cumu nasıl ödeyeceğimi bilemediğimi yazdım. Verdiği cevapta, . ben de kendi talebelerimle aynı şekilde meşgul olursam borcumu fazlasıyla ödemiş olacağımı yazıyordo . Herhalde hocalık ve ho­ calığın fazileti budur. 303


Hocam Orhan Şaik Gökyay 'm doyulmaz sohbetlerinden bah­ setmeye lüzum görmüyorum. O, kelimenin tam manasıyla bi r mi­ zaç adamı olduğunu, bütün şahsiyet ve karakterini bu mizacın idare ettiğini asıl böyle anlarda gösterir. Bazılarına çok çarpıcı, yadırgatıcı, hatta kıncı gelen bu mizacın dışında, tereddütsüz söy­ leyeceğim ki, Orhan Şaik Gökyay yoktur. Bir gün, birisi için, kulağıma eğilerek : " -Bu nasıl

insan? Herkesi seviyor, her şeyi

takdir ediyor. Böyle insan olur mu?" demişti. Bütün hocam bu sözündedir. En objektif bilgi ve delillerin en sübjektif bir dav­ ranış tarzıyla birleştiği bir tenkit türü yalnız Orhan Şaik Gökyay'a mahsustur. Hepimiz biliriz, ki, meydana düşen onun adeta kaza oklarından kurtulamaz . Bir kitabına verdiği isimle ' 'Destursuz Bağa Girenler' ' akıbetlerine peşinen razı olmalıdırlar . Hocamın bu davranışı üzerinde çok düşündüm . Sonunda şu kanaate vardım ki, hocam, gerek doğru bilgiyi, gerekse uzun ömrünü verdiği Türk

Edebiyatı ve kültürünü şahsi haysiyeti yapmıştır. Bunlardaki en küçük bir hata, kasıt veya gaflet affedilmez bir tecavüz gibi hay­ siyetine dokunuyor ve bunun için destursuz bağa girenleri affet­ miyor, affedemiyor. Muhterem eşi Ferhunde Gökyay Hanımefendi' den dinlemiş­ tim : Hocam, galiba Viyana kuşatmasının 300. yıldönümü do­ layısıy la

katıldığı

toplantılardan sonra bir grup Avrupalı

Türkologla Kanuni'nin Zigetvar'daki türbesine gider ve orada Baki'nin meşhur mersiyesini sonuna kadar okur. Yabancılar hay­ ret ve hayranlıkla, hatta bir nevi huşu içinde dinlerler ve bu ka­ dar vecitli okumanın sırrım çözemezler. Bu noktada, hocam, hemen müdahale ederek : "-Elbette

öyle

okuyacaktım .

Çünkü

kendimi

cihan

padişahının huzurunda hissediyordum' ' dedi. Bir devrin, bir sal­ tanatın ve bir padişahın azametini bu kadar ruhunda duymak ve bu azameti dört yüz yıl sonra bile şahsi bir ruh hali yapmak ken­ dini milli tarih, milli kültür ve milli ruh ile ' 'identifier' ' etmek,

304


aynileştinnek demektir.

Hocam ve hocamız Orhan Şaik Gökyay nasıl önce "temessül" ve sonra

sadece bu davranışıyla bir kültür ' 'temsil' '

hata,

edilir, neden ondan hiçbir taviz veriiemez ve niçin onda

kasıt ve gaflet affedilmez, bütün bunları cihan padişahı Ka­

nuni ve Baki'nin şiiri kadar azametli bir örnekle yalnız hafıza­ larımıza değil, ruhlarımıza da nakşetmiştir. Prof. Dr. Birol

EMİL

305


4.7 Orhan Şaik Gökyay

Orhan Şaik Bey, her şeyden önce hoş-görü sihibi, sabırlı bir öğretmendir. Yüksek Öğretmen Okulu' ndaki öğrenciliğim sırasın­ da ( 1956-1060/61 ) hemen her zaman fakülteden yorgun argın dön­ dükten sonra geceleri, yaptığımız Osmanlı Türkçesi derslerimizde biz karşımizda bir öğretmenden daha çok sevecen bir dost, bir arkadaş bulurduk. Bizim başanmız adına kollarım gayretle sıva­ mış, bizim için uğraşan bir dost. Ayrıca herkesin yüreğine bir kabus gibi çöken Osmanlı Türkçesi dersleri, Orhan Bey 'in s4ye­ sinde yer yer şiirlerle süslenmiş bir oyun sahasına dönerdi. Çünkü Orhan Bey, bir Arapça kelime kökünden artık Osmanlı Türkçesi­ nin malı olmuş bir yığın Arapça kelimelerin türetilmesi, mana­ landırılması gibi bir aktivitenin genç ruhumuza yaptığı baskıyı çok iyi bilir ve bizi derin anlayışla ve mahir hocalık ustalığı ile yönetirdi . Öyle ki zaman zaman kelime türetme yarışları bile ya­ pacak kadar heyecanlanırdık. Ve bu arada masa üzerine yığılmış lügatler arasında kaybolduğumuzun farkına bile varmazdık. Çalışma zamanı çalışma, eğlenme zamanı da sonuna kadar eğlence olurdu Orhan Bey' le. Belki de bu yerinde duramayan ho­ camızı biraz da bu yüzden çok severdik. Geceleri Yüksek Öğretmen Okulu'ndan yürüyerek Tepebaşı'ndaki bir tiyatroyu sey­ retmek için onunla gitmez miydik? Yine Tepebaşı'ndan yürüye yürüye, gördüğümüz tiyatro eseri üzerindeki düşüncelerimizin münakaşasını onunla yaparak ve duygularımızı onunla paylaşarak geç vakitlerde Çapa'ya onunla dönmez miydik? Yüksek Öğretmen gibi, yatılı okul kaideleri çok sıkı olan bir okuldan tiyatroya gitme izni, bize ancak Orhan Bey'in bizimle ilgilenmesi, bizim için fe­ dakarlık yapması ile gerçekleşmez miydi? Bütün bunlar yıllarca sonra (25-30) 1 986 yılında Hocamla ve eşi Ferhunde Hanım ile beraber bulunduğum Macaristan Osmanlı Tedkikleri Kongresi'nde yeniden gözlerimin önünde bir bir can­ landı. Macaristan'da, Pecs'te (Peçuy) ve Budapeşte'de geçir306


diğimiz bir hafta sırasında Orhan Şaik Bey'in ne kendisinin ne de etrafındaki genç öğrencileriyle olan ilişkisinin değişmediğini sevinçle ve imrenerek seyrettim. Aynı sevecen, aynı hayat dolu insan . . . Ayrı{ yüreği büyük insan! Yüreğimize sevgiyi aşılayan, olan bitene, geçmişe olumlu gözlerle bakan insan. Orhan Bey ber mutad kendisini devamlı hayata doğru iten, bitmez tükenmez ener­ jisiyle Budapeşte'de hepimizi gölgede bırakacak bir çeviklikle dolaşıyor, bizim tarihimizle ilgili en ufak bir yeri, en küçük bir bilgiyi gözden kaçırmıyordu. Kendi tarihinden ve milletinden daha doğrusu geçmişinden gurur duyduğu o kadar apaçıktı ki etrafındaki genç öğrencilerine de kendiliğinden bu duygulan iletiyordu. Kısaca şunu söyleyebilirim : Orhan Şaik Bey, Pecs'te (Peçuy) ve Budapeşte'de bir mıknatıs gibiydi, yerli ve yabancı bizler de ken­ diliğinden ona doğru çekilen küçük parçacıklar . . . Bir yıl sonra 1 987 yılında, bu sefer de Princeton Üniver­ sitesi'nde Kanuni Sultan Süleyman yılı münasebetiyle düzenle­ nen bir konferansta karşılaştık. Orhan Beyde Türkiye' den gelen bilim adamlarıyla birlikte bir bildiri ile bu konferansa katılmıştı. Orhan Bey yine aynı şekilde yeni tanıdığı genç Türkologları, Os­ manlı tarihçilerini, eski öğrencilerini bir mıknatıs gibi kendine çekmiş ve bir gece Princeton Üniversitesi'nin gotik taklidi bi­ nalarından birinin, dışı kadar alımlı bir salonunda bir şiir gecesi hazırlanmıştı ve o gece, eski şiirimizi bilmeyenlere, bilmek is­ temeyenlere ve sevmeyenlere bu şiiri tanıtmış ve sevdirmiş, es­ kiden beri bu şiirin aşinası olan benim ve eşim Şinasi Tekin gibi, Nurhan Atasoy, Filiz Çağman ve Esin Atıl gibilerimizi ise son­ suz heyecanlara sürüklemişti. Orhan Bey o gece kendi şiirlerinden de bir kaç tanesini okumuştu. Kuvvetli duyarlılığa, zengin bir ses harmanisine sahip olan şiirleri muhakkak ki bize eski şiirimizden daha yakın ve daha mfuıis gelmişti. Ben hocamın bir şair olduğunu bilirdim. "Bu Vatan Kimin?" şiirini çocukluğundan beri Türkiye' de okumayan kim vardır? Ama onun bu denli çok sayıda ve vatan duygusunun dışında duyarlılığa sahip şiirleri ol307


duğunu o gece öğrendim. Kendisi şairliğini çok ender ortaya koyduğu için bu tevazu çoğu defa bize onun aynı zamanda iyi bir şair olduğunu unutturuyor. Aslında şu noktayı hiç gözden kaçınnamak gerekir : O iyi bir şair olduğu için o gece �ki şiirimizi okurken bizi böylesine heyecanlandırmakta başarılı olmuştur! O gece o salonda bulunanlar yine onun oradaki varlığı dolayısıyla, adeta görünmeyen bağlarla birbirine bağlanmıştı . Hepimiz, onun hem fiziki, hem de ruhi ve bilgisel aktivitelerinin büyüsüne ken­ dimizi kaptırmıştık. Konferans sonrası Orhan Bey'le beraber Boston 'a dönmüştük. Onu evimizde bir

kaç

gün olsun misafir etme şerefine ve mut­

luluğuna nfill olduk. Hocalığı ne kadar sevecenlik dolu ise , mi­ safirliği de hiç yükünü hissettirmeyen başlı başına bir zerafet örneği idL Ne yazık

ki onu yanımızda fazla alakoyamadık.

Ayrılışından bir kaç gün sonra Cambridge'de bana her zaman Boğaz'ı habrlatan ve bu yüzden de gözlerimizi ne zaman ona çevir­ sem, içimde kaybolan geçmişi yakalayamamanın hüznünü bana daima hissettiren Charles nehrinin kenarında arkadaşım İsenbike Arıcanlı-Togan ile yürürken ona Orhan Bey'in bu canlı, büyülü, sevecen kişiliğinden söz ediyordum. İsenbike'nin birdenbire şöyle konuştuğunu duydum : "Bana kalırsa Orhan Ağabey bir ıiizgann hafif veya kuvvetli sallanblanyla iki yanına salınarak, her de­ virde ayakta kalmasım bilmiş haşmetli bir söğüt ağacına benzer ! ' ' Birden bu güzel ve doğru benzetme karşısında nefesim kesildi . Bu cümle, gerçekten de hocamız, büyüğümüz, dostumuz Orhan Bey'i en iyi şekilde ifade etmekteydi. Uzun bir zamanın akışı içinde değişen Türk toplumundaki gelişen sosyal yapı, siyasi ve özel-kişisel yaşantılar içinde Orhan Bey hep kendisi olarak, kişiliğinden en ufak bir fedakarlık yapmadan yaşamış ve toplu­ mumuzun haşmetli bir söğüt ağacı olarak ayakta kalmışu. O, bu uzun hayatı boyunca neler yaşamamıştı ki !

Onun bu

yaşantılarını, düşünce savaşlarım, hayatını dört başı mamur ola­ rak yazacak olanlara bırakıyorum. Burada yalnız şunu belirtmek

308


istiyorum ki bütün kritik sosyal ve siyasi durumlar, olaylar içinde Orhan Bey sadece kendisinin doğruluğuna inandığı hususlara, düşüncelere bağlı kalmıştır. Onun belki de; kişiliğinin en kuv­ vetli yönü doğruluk ve mükemmellik duygusunu en derinden yaşayan bir insan olmasıdır. Öyle ki doğruluk duygusunun ge­ rektirdiği şekilde hareket etmemenin değersizlik olduğunu bilen Orhan Bey, böyle bir yaşantıyı yaşamayı dalına reddetmiştir. Bu durumu kendi tecrübelerimle yıllar önce tesbit etmiştim . Bu tecrübelerimden bir tanesini burada anlatmakta hiç bir sakınca görmüyorum.

1978 yılının yaz aylarından birinde idik. Kardeşim Günay Kut, eşi Turgut Kut, eşiın Şinasi Tekin ve ben İstanbul'a mahsus güzel yaz günlerinden birinin öğleden sonrasında onunla Bayezid'deki Simkeşhane'de bulunan bir kahvehanede buluşmuştuk. Hocamız bir nargile ısmarlamıştı. Bizler çaylarımızı içerken, o da keyifli keyifli

nargilesini

çekiyor,

zarif nükteleriyle

meclisimizi

aydınlatıyordu . Bir başka muhterem hocamızın adına hazırlanan TUBA ill 'e (Türklük Bilgisi Araştırmaları) girecek yazıların te­ mininden söz ediyorduk. Orhan Bey, duygulan yoğun ve güçlü insanlara mahsus bir kesinlikle : - Ben onu hiç sevmem; benden öyle bir şey istemeyin çocuk­ lar, demişti. O zaman ben yavaşça Orhan Bey'in kulağına eğilerek:

- Ama hocam , onun bir alim olarak değerliliğini kabul eder­ siniz değil mi? diye sorunca, - A! ! O başka iş! Dedi. O zaman ben, - Nasıl oluyor da bu ilmi ilgilendiren ve tarafsız olmayı gerektiren bir meseleyi , kişisel duygularınızın etkisiyle kestirip atıyorsunuz? deyiverince beni, ela gözlerinin içi gülerek, dik­ katle süzdü ve az düşündükten sonra - Haklısın, ben de yazacağım! Diye cevap verdi .

309


O anda hocamla nasıl iftihar ettiğimi, onu nasıl daha çok sev­

diğimi anlatmama bilmem lüzum var mı? Zira kişisel duygularını bilim hayatında bilimsel meselelere kılavuz eden insanları de­ ğiştirmeye çalışmanın tıpkı Don Kişot'un yel değirmenleriyle

Ama be­ nim Hocam Orhan Şaik Bey, bütün bu durumları aşmış bir insandı!

çarpışması gibi boşuna olduğunu çoktan farketmiştim.

Aynı zamanda bir şair olan Orhan Bey'i şimdiye kadar bir öğretmen ve bir dost olarak dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Şimdi de onun ilmi kişiliğinden, Türk kültürüne ve edebiyatına yaptığı hizmetlerden bahseunek istiyorum. Fakat bu yazının dar sınırlan içinde Orhan Bey'in ilmi faa­ liyetlerinden gereği kadar söz etmek imkaru olmadığı için onun ilmi kişiliğinin hakkını verenriyeceğimi biliyorum. Böyle bir araştırmayı yapabilmek için Orhan Bey'in eserlerini tek tek ele

almak, muhteviyatını incelemek, Orhan Bey'in bu eserlerdeki yön­ temini, vermek istediği şeyin ne olduğunu bulmak gerekmekte­

dir. Bunu yapmak ise daha uzun bir araştırmayı gerektirir. Ben bu yüzden Orhan Bey'in Türk kültürü ve edebiyatına ait ilmi faa­ liyetlerini kuş bakışı anlatmaya çalışacağım. Onun Türk kültürüne yaptığı hizmetleri başlıca üç alanda top­ lamak mümkündür : 1 . Tenkit,

2 . Metin neşri, 3. Turk edebi­

yatının eserlerini ve dolayısıyla Türk kültürünü halka indirmek. Bunlardan ilkine bakacak olursak bu alanda Orhan Be�·'i ha­ rekete geçiren gücün daha önce de belirttiğimiz gibi doğruluk, mükemmellik ve düzen duygusu olduğunu görürüz. Bu duygular ve bu duyguların yaşantıları Orhan Bey'de o kadar kuvvetlidir ki bunlar kişisel ilişkilerinde bir

güzellik meselesi*

olarak or­

taya çıkarken bilim hayatında acımasız tenkitler olarak karşı­ mıza çıkarlar. Herhangi bir araştırıcının yaptığı bir dikkatsizlik veya yanlışlılc onu ifrata varan bir tenkite götürebilir. Çünkü or-

(•)

310

Onca güzel ve iyi olan, mükemmel, doğru ve ölçülü olandır. Tabiat manzaraları daima mükemmel ve ölçülü, güzel insanlar ölçülü ve genç olan­ lardır!


taya konan bilimsel eser artık mükemmel olmaktan çıkmıştır. Çeşitli dil ve edebiyat dergilerinde (Türk Dili, Tarih ve Toplum) gibi çıkan bu türden tenkit yazı1annın bir kısmı "Destursuz Bağa Girenler" adlı kitapta bir araya getirilmiştir! Fakat bu tür yazılarıyla Orhan Bey'in yaptığı hizmet çok önemsenmesi gere­ ken bir hizmettir. Zira onun bu tavrı dolayısıyladır ki bilimsel yazı yazanlanmız ve metin neşredenlerimiz, yazdıkları yazılarda ve hazırladıkları metin neşirlerinde daha dikkatli olmayı, bildik­ lerini sandıkları ve tahmin ettikleri kelime manalarını tekrar tek­ rar lôgatlarda aramayı ·yani kılı kırk yarmayı öğreniyorlar. Doğrusu ben her metin hazırlayışonda, Orhan Bey'i, ne kadar uzakta olursam olayım, karşımda hep ciddi bir hfildm gibi düşünürüm! İkinci kategorideki eserleri onun en önemli ve yapıcı hiz­ metleri arasında yer alırlar. Orhan Bey metin neşri için gerekli bütün bilgileri kendisinde toplamış bir alimdir! Kuvvetli bir Arapça, Farsça bilgisi, Osmanlı Türkçesine olan derin nüfuzu, ve bu dile olan hakimiyeti apaçık ortadadır. Zamanımızda metin neşri için böyle teçhiz edilmiş olanlarımız pek azdır. Bu yüzden de giderek metin neşrinin önemini ink3r etmek ve metin neşri yap­ madan özet yahut da seçmeler yaparak meseleleri çözme yoluna gitme ve dolayısıyla tarihi ve edebi eserlerin kendileri ortada ol­ madan bilimsel tenkitler, çözümlemeler yapmak, bir takım ne­ ticelere varmak temayülleri vardır. Oysa metnin kendisi tam ve doğru bir şekilde elde olmadan doğru neticelere ve çözümlere var­ mak imkansızdır. Bugün Batı, kendi eserlerinden hareket ederek bir takım yeni sentezlere ulaşıyorsa, bunun sebepleri kendi eser­ lerini defalarca, notlarla tam olarak yayınlamış ve bu meseleyi artık kapamış olmasından ileri geliyor. Orhan Bey bu durumu ve metnin kendisinin önemini farketmiş bir bilim adamıdır. Bu yüzden bütün bilgisini bu yolda seferber etmiştir. Eserlerinden Kabus­ Name, Risale-i Mi'miriyye ve Dede Korkut zengin filolojik not­ larla dolu tam metin neşirleri olmakla bu sahada Türk araş-

31 1


tırmacılarına hangi yolda ve nasıl çalışacaklarını gösteren en güzel örneklerdir. Orhan Bey, A. Gölpınarlı, A. Ateş,

R.R. Arat ve Ali Nihad

Bey gibi ciddi ilk metin neşri yapan alimlerimizin arasında ye­ rini almıştır. Orhan Bey'in, kültürümüze üçüncü hizmeti, Eski Türkçe me­ tinleri bugünkü Türkçeye çevirme faaliyetleridir. Bu sahada Or­ han Bey, araştırmacı olarak ilim sahasındaki hizmetini aşmış, halkın da eski eserlerden istifade etmesini, başka bir deyişle kütüphane köşelerinde unutulmuş veya sadece araşbrmacıların fay­ dalanmasına sunulmuş eserleri herkesin okuyup anlamasını sağlamıştır. Onun bu amaçla hazırlanmış en önemli eseri

M.

Ali'nin " Ziyafet Sofraları"dır . Orhan Bey'in eserlerinin tam bibliyografyası, kişiliği ve sa­ natı hakkındaki bilgiler, TUBA'nın

6.

ve

7. sayılarında bulun­

maktadır : Kendisine olan minnettarlığımızın bir nişanesi olmak üzere bu derginin*

6.

ve

7. sayılan bir Armağan olarak Orhan

Şaik Gökyay'a ithaf edilmiştir. Bu Armağan sayılan, Princeton Üniversitesi'nde Kanuni Sultan Süleyman yılı münasebetiyle düzenlenen konferanslar sırasında Türkiye Cumhuriyeti Vaşington Büyükelçisi'nin de hazır bulunduğu bir toplantıda kendisine tö­ renle takdim edilmiştir. Gönül Alpay TEKİN

(*) Türklük Bilgisi Araştırmaları. Journal of Turkish Studies. Yayınlayan­ lar : Şinasi Tekin - Gönül Alpay Tekin (Harvard University, C. 1 , 1977); Önce Fahir. İZ ile Ş. TEKİN tarafından çıkarılmaya başlanan bu dergi, Amerika'nın ilk Türkoloji Dergisi olup, yurt dışında Türkçe yazılara bu kadar çok yer ayıran tek ilmi yayın organıdır. Şu sıralarda 13. sayısı hazırlanmaktadır.

312


4.8 Orhan Şaik Gökyay Orhan Şaik Bey, eski edebiyatımızı iyi bilen ve sayısı artık gittikçe azalan edebiyatçılanmızdandır. Araştırma ve çalışma gücü açısından da az rastlanan genç-yaşlılardan. Bence, bilginliği ozanlığına ağır basar. Gerek kişiler, gerekse yapıtlar karşısında Orhan Şaik Bey 'in titiz, güç beğenen, eleştiren bir yaklaşımı vardır, denilebilir. Öğrencileri, onun çocukları gibidir; sever, kızar, iğneler, alay eder ve onlarsız edemez. Kendisi, 1955-59 yıllan arasında, İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu'nda dört yıl süre ile hocam oldu. O zaman Yüksek Öğretmen Okulu, Çapa'daki güzel , çinili binadaydı . Gündüzleri Üniversite'ye gider, geceleri Yüksek Öğretmen Okulu'nda eğitim­ öğretimle ve anabilim dalımızla ilgili ek dersler alırdık. İşte Or­ han Şaik Bey, bu ek edebiyat derslerimize gelirdi. Sınıfta üç kişiydik! Bu yüzden derslerimiz daha çok özel ders ve söyleşi havasındaydı. Orhan Şaik Bey, fakült�e edebiyat tarihi olarak okuduklarımızın metin örneklerini bize tanıtırdı . Her sözcüğün anlamı üzerinde büyük bir titizlikle durur, "metni anlamadan hiçbir şey yapamazsınız" derdi. Başımız sıkışınca hemen ken­ disine koşardık. Hiçbir sorumuza ilgisiz kalmaz, ya anında yanıtlar, ya açıkça bilmediğini söyler, ya da yanıtını buluncaya kadar araşbnrdı. Öğretirken öğrenen, araşbncı hocalardandı. Ede­ biyatı öğretmekten çok, sevdirmeyi amaç edinmişti. Bol bol ve güzel şiir okurdu. O yıllarda çalışmalarını Dede Korkut Hikaye­ leri üzerinde yoğunlaşbrmışb. Belki de bu yüzden, benim gözümde Dede Korkut Hikayeleri ile Orhan Şaik Bey neredeyse özdeşleşmiş gibidir.

313


Hoş bir rastlantı, kendisinden önce kızkardeşi sayın Meser­ ret Ergin, İzmir Kız Lisesi'nde edebiyat öğretmenim olmuştu. Kendimi şanslı sayarım; çünkü öğretmeni bol bu değerli aile, bana yalnızca bir öğrenci gibi değil,

aileden biri, kızlan gibi

davranmışlardır. Yıllardır Orhan Şaik Bey 'in İzmir'e gelişleri, çoğu kez, hepimizi yeniden bir araya toplayan güzel bir fırsat olur. Daha uzun yıllar bu fırsatların sürmesi dileğiyle! Dr . Güler GÜVEN

314


4.9 Sevgi Pınarı Orhan

Hoca

1960'1ı yılların içinde Çapa Eğitim Enstitüsü'nde öğrenci ola­ rak iki mutluluğu bir arada yaşadım. Bir taraftan İstanbul'u tanımak, sevmek, bir taraftan o Türk Edebiyatı'mızın en büyük şiirlerinden biri olan ''Bu Vatan Kimin? ' ' şiirinin şairi ve Türk Halk Edebiyatı'nda en büyük otorite olan Orhan Şaik Gökyay'ı tanımak, sevmek. Sanıyorum ki hep aynı duygular içinde, kız-erkek bir sürü öğrenci gerek okulda, gerek dışarda, anaç tavuğun etrafındaki civ­ civler gibiydik. Onun kanatları altına girmek için sanki yarış ha­ lindeydik. Orhan Beyde bu durumdan son derece mutluydu. Zaman zaman çalışmasına ara verdiğinde, daha doğrusu bizleri özlediği zaman evden okula telefon ederdi . Saz çalan, şiir oku­ yan, şarkı söyleyen arkadaşlar 'hemen toplanıp koşa koşa evine giderdik. Evde bizler için hazırlık yapılmış olurdu. O Muhterem eşi Ferhunde annemiz de sanki Orhan Bey'in eivcivlerini rahat ettirmek için çırpınır dururdu . Ve biz ta o zamanlar bu Orhan Beyimizin arkasında, her yönüyle bize örnek olan dağ gibi bir Ferhunde annemizin olduğunu anlamıştık. Şimdi düşünüyorum da acaba bizleri Orhan Şaik Gökyay'a bağlayan neydi? Evi an kovanı gibi öğrenci dolar taşardı. İste­ yen evde yatabilir, yemek yer, para is.ter, isteyen evin üst katını kaplayan kütüphanesinde çalışabilirdi. Ama bu baba ve evlat yakınlığında aramızda güzel bir disiplin vardı. Mesela bir gün, Orhan Bey her zaman olduğu gibi Göztepe'den Çapa'ya gelmiş ve dersine vaktinde girmişti. Biz de üst kattaki yatakhaneden bir alt kata inemeyip derse bir kaç dakika geç kalmıştık. Orhan Bey biz� hiç bir şey demedi ama birimize derse başlamadan tahtaya 315


şu cümleyi yazdırdı , "Yumuşak aun tekmesi sert olur' ' . Bu olay­

dan sonra bir daha Orhan Bey'in karşısında kusur işlememek için birbirimizle adeta yarış ettik. Evet, neydi bizi ona bağlayan? Bilmem bu sorunun cevabı şu olabilir mi? Bir gün Fikirtepe'ye yeni taşınan okulumuzdan Orhan Bey'le çıkıp

Göztepe'ye

gidecektik.

Tam okul

kapısından biraz

aŞmıştık ki, birden Orhan Bey geriye dönüp okula şöyle an­

uzakl

lamlı bir baktı. Ben, hocam ne oldu? diye sordum. - Kudret içimden ne geçti biliyor musun? - Ne geçti Hocam?

- Şu okul benim olsa ve bu kadar da çocuğum olsa, dedi . Evet biz

hep onun çocuklarıydık ve ben biraz daha

şanslılardandım. Onlara daha rahat anne ve baba diyebiliyordum. Mezun olduğum gün ise bana özel muamele yapılmış ve eve ye­ meğe davet edilmiştim. Yalnız gelmem tembih edildiğinden ye­ mekte, Ferhunde annemiz , ben ve Orhan Bey vardı. Annemiz şahane bir sofra hazırlamıştı. Orhan Bey 'de bu mutlu günümüzü kutlamak için mahzenden kaliteli bir şarap getirmişti . On beş, yirmi yıl önce bu şarabı bir parlamenter dostunun verdiğini ve ona bu şarabı dünyada en çok sevdiği kişi ile içeceğini söyle­ diğini , ondan gayri ihtiyari bu şarabı alıp tekrar bıraktığını, beni de çok sevdiği için tekrar aldığını söy ]emişti. Anne, baba ve oğul o gün epeyce sohbet ettik. Bana gide­ ceğim ortaokulda bilgimin on yıl yeteceğini ama yine de çok çalışmam gerektiğini ve okul kütüphanesindeki kitapları okumamı tembihledi. Bir de idareciliğe özenmememi ve çok iyi öğretmen olmamı ayrıca öğretmenin aynasının öğrenciler olduğunu, daima o aynaya bakarak çalışmamı önerdi. O gün buna benzer bana söy­ lenen nasihatları dinlerken, mutluluktan mı veya o yıllanmış şaraptan mı bilmem benim başım dönmeye başlamıştı. Orhan Bey

316


kendi eli ile yaptığı sade kahveyi içirip sonra beni okula kadar getirmişti. İşte bence Orhan Bey'in büyüklüğü eski ve yeni edebiyatın temsilcisi olmasından veya Halle Edebiyatı, Dede Korkut, Katip Çelebi üzerinde otorite oluşundan ve şairliğinden ziyade, onun esas büyüklüğü mütevaziliğindendir . Onun esas büyüklüğü öğretmenliğinde, gençlere sevgisinde ve güvenindedir. Onun büyüklüğü gençleri, eski ve yeni edebiyat bahçelerinin güzellik­ leri için de gezdirip anlan yunurmasındandır. Bizlere ' 'Edebiyatı siz öğreneceksiniz, ben sadece yol gös­ tericiyim" derdi. Dili en güzel konuşanın köylümüz, esnafımız ve sade vatandaşımız olduğunu, onların kullandığı güzel Türk­ çe'ye kulak vermemizi öğütlerdi.

Ama yine de o, öğretmenliğinin büyüklüğü içinde, şiir sev­ gisi başta olmak üzere, bir surü edebiyat bilgilerinin özünü ve inceliğini sanki kafamıza şırınga ederdi . Her hafta sınıfımıza değişik konularda kariyer sahibi kişileri getirir, ufak paneller, kon­ feranslar düzenlerdi. Hele Orhan Bey, Karslı Halk Şairlerini top­ layıp getirdiğinde yer yerinden oynamış, İstanbullu sanat severlere ve bizlere unutamadığımız mutlu anlar yaşatmıştı.

İlk

defa

gördüğümüz bu ozanların sonradan günlerce etkisinde kalmıştık. İşte yirmi iki yıl sonra Orhan Şaik Gökyay'la ilgili anılar. Daha nice güzel anılar var geride. Ben bu yaşayan en büyük edebiyatçı­ mızın ve canlı tarih olan hocamız ın bilgi hazinesinden yeterince faydala�<lığımız için üzgünüm . Bu Halk Edebiyatı çeşmesin­ den kana kana su içemedik. Kudret

ÜNAL

Eski bir öğrencisi

317


4.10 Tanıdığım Orhan Şaik Gökyay Orhan Şaik Gökyay ile tanışmam

1982 yılında Marmara Üni­

versitesi Fen-Edebiyat Fakültesi'nde Osmanlı Türkçesi dersleri­ mize gelmesiyle başladı. Hocamız, bizlere yalnız Osmanlı Türkçesi değil , disiplini, arkadaşlığı, birbirimizi sevip saymayı öğretmişti . Kendisi son derece hoşgörülü ve neşeli bir kişi olup, her ko­ nuya ve tartışmaya açıktır. Bizlerle beraber olduğu dört yıl bo­ yunca derslerinin bir sohbet havası içinde geçtiğini söyleyebilirim. Bütün öğrencilerini sevip sayar. Kimsenin isteğini reddetmez. Öğrenci eğer doğru bir fikir ileri sürmüşse bunu kabul eder ve sevinir veya ileri sürülen fikirleri yanlışsa asla küçümsemez. Her zaman öğrencilerinin yanındadır. Bizlerin sevgisinin ve vefasının kendinin en büyük belki de tek gücü olduğunu söyler. Başarılar ve mutluluklar içinde olmamızı bilmek onun en büyük mutluluğu olmuştur. Öğrencilik yıllarımda ve mezun olduktan sonra da ho­ cayı hep yanıbaşımda buldum. Aşın duygusal ve heyecanlı bir kişi olup, acı haber duymak istemez . Onun bu duygusallığı şiirlerine de yansımıştır. Mesela, herkesin daha ilkokul sıralarında okumaya başladığı "Bu Vatan Kimin" şiirini gece geç bir saatte eve giderken resmi bir dairede bayrağın unutulduğunu görerek yazmıştır. Ona göre, Türk mil­ letinin esas harikası kahramanlıktır. Kendisi, içinin asker olduğunu söyler. "Tarihte askerleri, savaşları okuyoruz. Çanakkale ve İsjik:lal Harplerini yaşadık. O sırada bütün millet kahramandı, bütün millet vatanperverdi, bütün millet şairdi. Biz de onlara katıldık" diyerek büyük bir alçakgönüllülük gösterir. Bir kere­ sinde hocanın "asker ve bayrak gördüğüm zaman hala gözlerh ı yaşarır" dediğini hatırlıyorum. Bu yüzden kahramanlık şiirlerini

318


aşk şiirlerinden üstün tutar. Vatan sevgisini "Tükenmeyen, paylaşıldıkça artan bir sevgi varsa bu da vatan sevgisidir. Çünkü bunun kıskançlık tarafı olmaz. Olsa bile o da birbirimizden daha çok sevmeye özenmektir" diyerek ifade eder. Gençliği halkın arasında geçmiştir. Bu yüzden halkın dilinin bizim ana .dilimiz olduğunu, onu öğrendiğimiz zaman Türkçenin kaygılarından kurtulacağını söyler. Buna en iyi örnek, üniver­ siteye gittiği sırada birer araştırma konusu olabilecek Dede Korkut'taki kelimelerin yansından çoğunu sözlük kullanmadan bilebilmesidir. Kendisi bunun sebebini halkın arasında bulun­ masına ve halkın da bu dili konuşuyor olmasına bağlar. Çalışmayı çok sever, ara vermeden saatlerce çalışır. Kendi­ sinin bu çalışma hızına etrafındakilerin de katılmasını ister. Yanlışlara tahammül edemez . Son derece titiz bir kişi olup, yapılanları ve yaptıklarını devamlı bir tenkit kontrolünden geçir­ meden rahat etmez. Yorulmayan, bıkmayan bir enerj isi vardır. Davetli veya gö­ revli olarak yurtiçi ve yurtdışında araştırma ve incelemelerde bulunmuştur. Yürümek ve seyahat etmek en büyük hobisidir. Mecbur kal­ madıkça otobüse binmez. Kendisi Kastamonu'da öğrenciyken Arif Nihat Asya ile birlikte hafta sonunda Ilgaz dağlarım yürüyerek geçtiklerini, dönüşte köyde kaldıklarını anlatır. Hatta Samsun'da başlayan ve Kavak, Havza, Vezirköprü, Bafra yoluyla Samsun'a ulaşan turu yedi günde tamamlanuş, yurdumuzun bütün şehirlerini görmüştür. Hocanın tabiat sevgisine de değinmeden geçemiyeceğim. Yağmur, kar; lodos gibi tabiatın cilveleri hoşuna gider. Hiç şikayetçi olmaz. Evinin geniş bahçesinde ağaçlar ve çiçekler bir uyum içindedirler. Hayvanları çok sever. Pek çok da hayvan beslemiştir.

3 19


Hayatı, kitapları, konferansları ve hizmetleriyle dolu olan, kimseden birşey istemeyen ve şikayet etmek Adeti olmayan, şairlik, yazarlık ve öğretmenlik vasıflarını şahsında toplayan müstesna bir şahsiyettir. Hocayı yakından tanıyanlar ona yakın olmaya, onunla birlikte bulunmaya ve anlatbğı şeylere doyamazlar. Hiçbir zaman büyüklüğünü hissetmemiş ve hissettirmemiştir. Geniş kültürü, hayat tecrübelerinin zenginliği, işlek zekası ve duyarlı kalbine rağmen mevkie, şöhrete itibar etmemiş, insanları mevki ve zenginlikleri ile değil yurduna ve milletine hizmeti ölçüsünde değerlendirip, fazileti her zaman ölümsüz bilmiştir. Ömrünü okumaya ve okutmaya adayan hocamız , iyi vatandaş ve iyi insan olmak isteyenler için güzel bir örnektir. Nesrin SARIAHMETOGLU

320


2. 11

Bir Derste Orhan Şaik Gökyay

Türkçe Ölretmenimiz Yaşar Bey, bir hafta önceki derse mi­ Şaik Bey'i getirene dek kendisini yalnızca ''Bu Vatan Kimin?" adlı şiirinden tanıyordum. Ancak bu şiir bile o'nun hakkında bazı önyargılar edinmeme yetti. Örneğin şiirin coşkulu bir dille yazılması, bende Orhan Şaik Bey'in canlı ve dinamik olması gerektiği düşüncesini uyandırdı. Netekim bu görüşümde yanılmadılımı, dersimizin ilerleyen dakikalarında anladım. safir olarak Orhan

Orhan Şaik Gökyay, etkileyici ve kibar konuşmasıyla bizi ilk anda kendine ballamayı başardı. Bizim seviyemize inmeyi çok iyi beceren bir insan; sanki yılların eskitemediği bir tecrübe delil de bir arkadaşımızdı kırk dalcika boyunca. Alçak gönüllü, hoşsohbet ve zeki bir yazar. Bilgisini bizimle paylaşmak, sahip olduğu şeyleri bize aktannak istiyor. Konuşmalarından edebiyata ve dolaya büyük hayranlık duyan bir kişi olduğunu anladım. Za­ ten kendisi edebiyat ve doğanın bir bütün oluşturduğunu, doğayı tanımayan, tabiat hakkında bilgi ve deneyim sahibi olmayan bi­ rinin edebiyab anlayamayacağını da vurguladı. Bir ders boyunca güzel, neşeli ve öğretici konulardan bah­ setti ve bundan da Orhan Şaik Bey'in üzüntüleri, yaslan sev­ meyen, hayat dolu bir insan olduğu sonucuna vardım. Aynca bize nasihati hiç sevmediğini anlattı. Sanki bizim düşünce ve hisle­ rimizi bize anlabyordu bunu söylerken. Orhan Şaik Gökyay'ın konuşması sırasında kullandığı bir benzetme çok ilgimi çekti. Aynen şöyle dedi : "Ben, sözlülcleri mezarlılclara benzetirim. Oradaki kelimeler ölüdür. Onlara canlılık verenlerse şair ve yazarlardır" . Bu benzetme ve açıklamalar çok hoşuma gitti. 321


Son olarak da Orhan Şaik 06kyay'm bize bir şeyler öğretmek, yararlı bilgiler vermek ist.eline bir örnek vermek istiyoıum. Ders­ ten sonra kendisinin yazdığı "Dede Korkut HikAyeleri" adlı ki­ tabı kendi8ine imzalatmak. istedim. Bana bir şartla imzalayacağını, kitaptan iki hikaye okuyup anlamadığım bölümleri kendisine sor­ mam gerektiğini söyledi. Yalmzca bu olay bile onun ne kadar düşünceli ve insancıl biri olduğunu göstermeye yeter . . . S . Nur

ATALAY

Özel İzmir Amerikan Lisesi

322


4.12 İzmir-Amerikan Koleji'nde Konuşma Türkçe öğreunenimizden her ders dinlerdik, kendi Türkçe öğretmeninin neler dediğini, yazdığım, söylediğini. Kimdi bu "Hoca"? Doğrusu hepimiz çok merak: ediyorduk. Ben kim ol­ duğu hakkında bir fikre sahiptim . Birkaç şiirini okumuştum. Mükemmel .

Yanılmıyorsam

Sabahattin

Ali'nin

şiirlerinin

yayınlandığı Çağlayan'ın yöneticiside o idi. Vay canına desenize • • . Acaba bize nelerden bahsedecekti? Yaşından hiç beklenme­ yen bir dinçlikle sahneye çıktı ve konuşmaya başladı. ' 'Size bah­ sedeceklerim sıradan şeyler. " Daha başından, sıradan bir konuşma olmayacağı belli .- Sonra bizimle sohbete başladı. Genelde her­ kes bizim kafamıza birşeyler sokmaya uğraşır, ama sohbet ede­ rek hem bize hoş zaman geçirmeyi, hem gönlümüzü almayı, hem de birşeyler vermeyi akıl edemez. Hiç hazırlıksız karşımıza geçtiğini söyledi. Söze nasıl başlayacaktı? Sevgi . . . Zaten herşey onunla başlamaz mı? Söze sevgiyle başladınız on konuşun konuşabildiğiniz kadar. Bana sorarsanız biri bana sevgiden bahsetsin sabaha kadar dinlerim. Konuşmayla gittikçe daha çok ilgilenmeye başlıyordum. Konudan konuya at­ landı, konu şiire geldi. "Ben divan edebiyatını çok severim" . Hop . . . . Ben doğrusu pek sevmem. Bana sorarsanız divan ede­ biyatı

" idim" lerin

" idüm" ,

"ettim"lerin

" itdüm" ,

"eyledim"Ierin "eyledüm" yapıldığı bir Türkçe katliamıdır. Bu önyargıyla dinlemeye devam ettim. Şiire verilmesi gereken ses. Bence her şiirde bir melodi vardır,

çünkü şiirle müziği

karıştırdığım çok olmuştur. Ama divan edebiyatını ölü kelimeler olarak değerlendirip onların ifade ettiği anlamı yani şiirin sesini bir kenara itmiştim. Eve gittiğimde divan edebiyatı antolojisini bir daha baştan dikkatlice okumaya kendi kendime karar vere­ rek, konuşmayı dinlemeye devam ettim.

323


40 dakika nasıl geçti anlamadım bile. Bir sonraki ders de kal­ sak ne olurdu sanki? Emindim ki karşımda gerçek bir öğretmen duruyordu. Öğrenciyle arkada§ olabilen ve gerçek bi.rşeyler ve­ rebilen, ölJ'enciyi sevdilini hissetitireb len bir öğretmen. ICaqulllda şapkemr � da ne yaparsınız? Bumı kmdkine de söyledim. Bana "Nenxlen biliyorsun gerçek

bir öAretmm oldutumu.. dedi.

- Şiirden pek anlamayız ama ölretmenin hasını ayak sesin­ den çıkartırız biz.

Ve sizi çok seviyoruz. Emine Aslı MAVİ İzmir-Amerikan Koleji

324


KAYNAKÇA

VE

KlSALTMALAR

Koç, Gültekin. ••0rhan Şaik Gökyay' '. Basılmamış mezuniyet tezi. Ankara Üni­ versitesi, Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi 1972-73. "Adamlar Adamlar". Türkiye Yazılan, 8 (Kasım, 1977). 41-42. Öztürk, Ülkü. ' 'Orhan Şaik Gökyay'ın Oı.anlığı", Basılmamış mezuniyet tezi. Ankara Ü niversitesi, Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi , 1979-80. İvgin, Hayrettin. "Orhan Şaik Gökyay" . Antoloji Aylık Şiir Dergisi, 12 (Aralık,

198 1), 38-58. ÖZıürk, Ülkü. ' 'Orhan Şaik'in Bibliyografyası' ' . Joumal ol Turkkb Studies. Türklük Bilgisi An§tırmaıarı (Orhan Şaik Gökyay Armağanı 1), VIl1982 (1984), X-XVII. Bu makale aynı yazarın tezinden alınmlŞlır. Kut, Günay. "Orhan Şaik Gökyay" . Joumal of Turkfslı Studies. Türklük Bilgisi Araştırmalan (Orhan Şaik Gökyay Armağanı), VI/1982 (1981), 1-IX.

Maden, Said. "O.Ş. Gökyay'm Şiir Dünyası" . Journal of Turkish Studies. Türklük Bilgisi Araştırmaları (Orhan Şaik Gökyay Armağanı) VIl1982

( 1984), XVII-XX. Feritoğlu, Özden. ' 'Orhan Şaik Gökyay. Hayatı, Bütün Şiirleri ve Şiirlerinin İncelenmesi" . Basılmamış Mezuniyet Tezi. Atatürk Ü niversitesi, Fen­ Edebiyat Fakültesi, 1987-8S. "Orhan Şaik Gökyay' ' , Gergedan Sayı 9, Kasım, 1 987, 38-40. •.

Alpay, Kabacalı. " Dede Korkut'un Torunu". Cumhuriyet. 13 Mart 1989. : Destursuz Bap Girenler. İstanbul : Dergah Yayınları, 1 982.

DBG

: Türk Dili. Ankara: Ekim, 195 1 . • TF : Türk Folkloru. İstanbul, Ağustos, 1 979. • TFA : Türk Folklor Araştırmaları. İstanbul, 1949. •

TD

TFAY : Türk Folklor Araştırmaları Yıllığı. Ankara, 1 974. • TI : Tarih ve Toplum. İstanbul, 1 984. •

325






Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.