Fethi Tevetoğlu - Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Page 1

TÜRK BÜYÜKLERİ DİZİSİ : 10


KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI YAYINLARI: 669

AHMED HİKMET MÜFTÜOĞLU H a y â t ı

ve

E s e r l e r i

H azırlayan;

Dr. Fethî T EV ET O Ğ LU

TÜRK BÜYÜKLERİ DİZİSİ : 10


Onay : 23.6.1.986 gün ve 928 1-2516 sayı. Birinci Baskı, Ağustos 1986. Baskı Sayısı: 20.000 Ulucan

Matbaası - ANKARA


MÜFTÜOĞLU AHMED HİKMET (3 Haziran 1870- 19 Mayıs 1927)



Ö N S Ö Z

1951 yılında Millî Eğitim Bakanlığı’nca bastırılan (Büyük Türkçü Müftüoğlu Ahmed Hikmet) adlı ese­ rimize yazdığı önsözde rahmetli Tevfik İleri şöyle de­ me kdedir : «Milletleri millet yapan ve insanlık âlemindeki yerlerini belirleyen değerlerin başında, kendilerine mahsus kültür değerlerinin bütünü gelmekdedir. Bu değerlerin zaman boyunca devamı ve gelişmesi için herşeyden önce nesiller arasındaki kültür bağlarının kopmaması gereklidir. Kısaca şunu belirtmek isteriz ki, bu bağlantı geçmişle ilginin devamını zorunlu kıl­ makla beraber, dünün aynen yaşaması mânâsına da alınamaz. Bu bağlantı, her nesle, kültür değerlerini kendinden önceki ııeslio ulaştırdığı yerden daha ileri­ ye, daha yeniye götürmek imkânını sağlayacakdır.» Bu düşünce ve inançladır ki, bugünkü Türk genç­ lerinin geçmişdeki kültür değerleriyle bağlılığını sağ­ lamak ve korumak amacıyla bugün de Kültür ve Tu­ rizm Balranlığinm yayımlamayı plânladığı bu yarar­ lı kitablar dizisine şu elinizdeki eserimizle katkıda bu­ lunmak, bize derin bir mutluluk vermekdedir. 1937 yılından beri üzerinde çalıştığım Müftüoğlu Ahmed Hikmet Bey hakkında 1951 yılında yayımlanan, ilk kitabımız için şunları yazmışdık: 5


«Bugünkü milliyetçilik (Türkçülük) anlayışımızın temel kurucularından biri olan ve Türk nesrinin Arabca ve Farsçadan temizlenmiş, öz Türkçe ile en üstün örneklerini vermiş bulunan bu büyük Türkçünün ölü­ münden sonra hayâtı, eserleri, Türk Milliyetçiliğine ve Türk Diline yaptığı sonsuz hizmetleri âdetâ unutu­ luyordu. Bu tehlikeyi, yıllardır ömrümden, rahatımdan ona büy ük bölümler ayırarak önledim. Perişan du­ ranları düzenledim, dağılmışları topladım, unutulan­ ları hatıra getirdim, yanlışları düzelttim ve bilinme­ yenleri buldum; bu küçük kitabı kurdum.» (Sen Şarkın kınına giremiyen bir kılıcısın; döğüle dö­ ğüle tavlanır, vurula vurula kırılırsın. Yine her par­ çandan bir kıvılcım, her kıvılcımından bir şimşek çı­ kar İlâhî bir kuvvetin, ebedî bir feyzin var, ey Türk!..) diye bize Türk olmanın yüksek gururunu duyuran ve her gücü yenmenin sırrını veren bu Türk Büyüğü’nün yeniden yaşamasına ve ebedîleşmesine zamanımı se­ ve seve harcarken şu güzel öğüdü tuttum ve yerine getirdim : «Milletler büyüklerine saygı göstermesini bilmeli­ dir. Bu saygıdır ki, o millete yeniden bir takım bü­ yük adamlar yetiştirir. Bu saygının en iyi şekli kitabdır Bir büyük adamın hayâtını güzel ve olduğu gibi sergileyen bir kitab, o büyük adamı milletin gençle­ rine örnek yapar. Gençler ona benzemeğe çalışırlar, bu da onların arasından büyük adam yetiştirir. Bun­ dan da yine millet kâr eder.» Milletimize sonsuz hizmetler etmiş büyüklerimizi asla unutmayacağız. Bu küçük kitab bunun bir ör­ neğidir. 6


Milletimizi ve topraklarımızı kızıl, kara her tür­ lü belâ ve tehlikeden koruyacak ve kurtaracak sön­ mez ateşi, Türk Milliyetçiliği’ni, Türkçülük Ülküsü’nü yüreklerimizde yakan, bize yolumuzu aydınlatan mu­ kaddes alevi yazı olarak alınlarımızda parlatan bü­ yük düşünürleri dâimâ dimdik, sapsağlam yaşataca­ ğız. Bu yolda ömür ve çaba harcayıp her zahmete kat­ lanarak, onlara olan sonsuz borçlarımızı ödeyeceğiz. Bu kitapçık, benim Müftüoğlu Ahmed Hikmet Bey’e olan büyük borcumun küçük ödenişidir. Yukarıki satırları yazdığımız ve yayınladığımız­ dan bu yana geçen 35 yıl içinde, Millî Eğitim Bakan­ lığının (1000 Temel Eser) serisi arasında Müftüoğlu’­ nun (ÇAĞLAYANLAR)’ını, kitablarmda bulunmayan altı hikâyesini de ekleyerek 5. kez bastırmakla yetin­ medik; gazete koleksiyonları içinde unutulup kalmış (GÖNÜL HANIM) adlı romanını da ilk olarak ki­ tab hâlinde gençlerimize kazandırdık. Ayrıca bu ese­ rin başına da, yazar hakkında yaptığımız araştırma­ ların bir özetini ve sonuna da oldukça geniş ve ta­ mamlanmış bir (Müftüoğlu Ahmed Hikmet Bibliyog­ rafyası)’m ekledik. Değerli edebiyat tarihçisi Fevziye Abdullah Tan­ sel. 1951 yılında yayımlanmış Müftüoğlu Ahmed Hik­ met hakkmdaki geniş ve ayrıntılı araştırmasına1, son yıllarda iki önemli makalesini daha eklemişdir. Bun­ lardan birincisi : «Ahmed Hikmet Müftüoğlu’nun 1. Fevziye Abdullah Tansel . Ahmed Hikmet Müftüoğlu «Hayâtı ve San’atı», Türkiyat Mecmuası, IX. C, 1951, 2. s., ss. 1-34.

7


Gözden Kaçan bir Eseri»2; İkincisi de : «Ahmed Hikmet Müftüoğlu’nun Bilinmeyen İki Şiiri»3’dir. Ayrıca, Millî Kütübhâne’nin yazmalar bölümüne satın alınıp kazandırılan Müftüoğlu Ahmed Hikmet’e âid değerli belgeler ile (Millî Kütübhâne, Yazma A 5515); dergi, gazete k'olleksiyonları ve kitablar üzerin­ deki yeni inceleme ve araştırmalarımız; Müftüoğlu’­ nun yakınlarına âid mektublar; Midhat Cemâl Kuntay’m bize kazandırdığı Ahmed Hikmet’ten Tevfik Fikret’e yazılmış bir yazı4; Müftüoğlu’nun tarafımız­ dan bulunan yeni şiirleri ve şarkı hâlinde bestelenmiş parçaları, Büyük Türkçü hakkında daha derli toplu yeni bir kitab meydana getirmemize kaynak olmuş­ lardır. Büyük Türklük ırmağının ilk ÇAGLAYANLAR’ı, Müftüoğlu Ahmed Hikmet Bey’in Türklük için çarp­ mış asil yüreğindedir. Türklüğe gerçekten hizmet eden büyük Türkçüler ve onlardan biri olan Müftüoğlu Ahmed Hikmet Bey ııûr içinde yatsınlar. Biz onları bir bir uyandırıp diril­ terek aramızda sonsuza-dek yaşatacağız. Ç ankaya: 31 Ocak 1986 Dr. Fethî Tevetoğlu 2. Fevziye Abdullah lansel : Ahmed Hikmet Müftüoğlu’nun. Gözden Kaçan Bir Eseri, Orkun, Ekim 1963, Yıl: 2, Sayı: 21r ss. 2-4. 3'. Fevziye Abdullah Tansel • Ahmed Hikmet Müftüoğlu’nun Bi­ linmeyen îki Şiiri, Türk Kültürü, Mart 1970, VIII. C., Sayı: 89* ss. 302-307. 4. Midhat Cemâl K untay: Çok Lüzumlu Bir Kitab, Siyâset, 15 Şubat 1952> Sayı: 51, s. 4.

8


Müftüoğlu Ahmed Hikmet’in FİZİK

VE

M O R A L

T Â R İ F İ (*)

Müftüoğlu Ahmed Hikmet, oldukça değirmi çehreli yüksek ve geniş alınlı idi. Koyu siyah gözlerinin bakışlarında tatlı bir sanatkâr melâli görünürdü. Kaş­ ları gür ve dış uçları aşağıya doğruydu. Burnu yüzüy­ le uygun biçim ve orta büyüklükte, hafif tümsekli, ucu hafif kıvrıkça, delik kanadları geniş ve içeri dönükdü. Gür kara bıyıkları üst dudağını kısmen ör­ terdi. Sürekli bir gülümseme ifâde eden dudakları kalındı. Saçları siyah, teninin rengi esmerdi. Uzun boylu, geniş omuzlu, el ve ayakları büyükçe ve iri ke­ mikli idi. Zayıf, fakat her bakımdan birbirine uygun boybosu ile, yüzünün genel görünümü, sonsuz alçakgö­ nüllülüğünü ve nâzikliğini belirten bir sevimlilik, hey­ bet ve ağırbaşlılığını ifâde eden bir ulvilik örneği idi. Heyecanlı ve hattâ oldukça sinirli bir mizacı vardı. Üstü başı son derece temiz ve düzgündü. İyi giyin­ meyi ve zarif bir kıyafet içinde bulunmayı, sevilmek (*) Bu târifin başlıca kaynaklan, Güneş dergisinde Ahmed Hikmet Bey'in özelliklerini belirten yazılarla; arkadaş ve ya­ kınlarından, yeğenleri Ressam Hüseyin Hâlid ve Tekel Mü­ fettişi Hâmid Refik Örpn Beyler’den ve rahmetli Hâlid Ziyâ Uşaklıgil ile Enis Behiç Koryürek’deıı aldığımız, derlediği­ miz bilgilerdir.

9


ve sayılmak için çok lüzumlu gördüğünden, seçkin bir üslûpla, son derece kibar ve ustalıklı giyinenler­ dendi. Temizliğe fazla düşkündü. Hemen her gün elbise değiştirir ve bunlarda nokta kadar bir leke bulundur­ mazdı. İncecik saat kordonu, bunun ucundaki küçük platin çakısı, tertemiz parmaklarından birine takılı yakut yüzüğü göze çarpmayan süslerindendi. Boyunbağı iğnesinden hoşlanmaz, buraya arasıra minimini bir inci yerleştirirdi. Her sabah aynı saatta kalkmak, mutlaka tıraş ol­ mak, hafif bir kahvaltıdan sonra kütüphanesine geçip çalışmak onda alışkanlık hâline gelmişdi. Küçük bir çocuğa varıncaya kadar herkese son­ suz saygı göstermek ve buna karşılık saygı görmek büyük isteğiydi. Lütuf ve minnet altında kalmamak ve hayatta kimseye yük olmamak onun başlıca kaygısıydı. Düzenseverlik, hayır işlemek, herşeyde ince­ lik, zariflik, davranışlarında sonsuz bir dürüstlük is­ teyen, kalabalıkdan ürken, olduğundan başka görünmekden ve merasimden hoşlanmayan bir yaradılışı; taşkınlıklardan, özellikle kozmopolitlikden, yabancı hayranlığından ve züppelikden iğrenip nefret eden bir seciyesi vardı. Hayatta nur ve neş e arayan bir iyimserdi. Çok in­ ce ve asıl ruhu, birbirine karışmış hazlardan hoşlanmazdı. Onda perişanlığı seven dalgın ve yarı sarhoş bir sanatkâr hâli değil, ölçülü olmayı başlıca düzensever­ lik kaidesi bilen canlı ve uyanık bir düşünür-yazar davranışı vardı. Ulu fikirlerin serseri ruhlarda yaşayamıyacağma riyazî bir kesinlikle inanır; san’at, iyilik ve güzellik­ le)


den doğduğuna göre, sanatçının da yapısı fazilet ve ahlâk olmalıdır derdi. Bütün davranışlarında bir düzüye devam eden sonsuz ve şaşmaz bir intizam göze çarpardı. Evi, eşyası, yazı odası, çalışma masası, kütüphane ve kitablan çok temiz ve düzenli idi. (Güzelyazı) ile yazı yazmaya meraklıydı. Çok okunaklı ve özenilmiş bir yazısı vardı. Çok hayırseverdi. Kendisine her başvuranın iste­ ğini yerine getirmeğe çalışırdı. Resmî, hususî bütün mektuplara derhâl cevab verirdi. Genç yazar ve şâirle­ ri gayrete getirmekden, iyi niyet, teşebbüs, azim ve nâmuskârlık karşısında saygı duymakdan kendini ala­ mazdı. Sporcuları, kafalarını bilgisiz bırakmamaları şartiyle, çok severdi. Bahçe, çiçek ve tabiat onun en sevdikleriydi. Resim, müzik ve mimarlıkla büyük il­ gisi vardı. Kübist ve fütürist çizgilerden hoşlanmazdı. Pastoral tablolarla, başarı sağlanmış portreler çok zevkini okşardı. Batı müziğini saygı ve takdirle karşı­ lardı. Bununla beraber kendi acılarımızı ve hüzünlü hayâtımızda arasıra çiçeklenen neş’elerimizi anlata­ cak en iyi, en uygun musikinin, nağmeleri bize has olan ve ancak bize ses veren alaturka musiki olduğu­ na inanırdı. Edebiyattan sonra en çok mimarlığı se­ verdi. Günümüzde de büyük Türk mimarları yetişme­ sini çok isterdi. Mimar Sinan’la Süleymâniye, onun çılgınca takdisettiği, ululaştırdığı iki İlâhî âbide idi. Dokumacılık, döşemecilik, halıcılık, tezhipçilik, hattatlık, nakışçılık, oymacılık, işlemecilik gibi Türk milli süsleme sanatları, büyük Türkçü sanatkârın gö­ zünde ayrı ayrı birer zevk ve incelik mecmuası idiler. Bu incelikleri meydana getiren parmakları ulu sayar, 11


bu eserlerle süslenen âbide ve yapıları herşeyden çok kıskanırdı. Müftüoğlu Ahmed Hikmet’in aziz ruhu, gönül, verdiği Türkün yüce inceliği ve destan kahramanlığı ile doluydu. Geniş ve açık alnında, ulu milletinin ka­ rasevdası yazılı mutlu bir insandı. Ahlâk ve namusu eşsiz, her hareketi mertçe, var­ lığı vakar ve haysiyete pek bağlı, güzellik ve fazilete* vurgun, seçkin ve üstün bir yaradılışdı...

12


AH M ED

H İ K M E T ’ İN

H A Y Â T I

SO YU : Ahmed Hikmet’in dedeleri Moralı’dır. Ko:ren, Trapoliçe ve Moton'' taraflarında uzun yıllar müf­ tülük ettikleri için aile «Müftîzâde» veyâ «Müftüoğlu» soyadını taşımakdadır. Soy kütüğü dizisini kendinden yukarı doğru an­ cak üç göbek ileriye götürebildiğimiz Ahmed Hik­ met’in babası Yahyâ Sezai Efendi; onun babası A b­ dülhalim Efendi; onun da babası Hâfız Hacı Ahmed Efendi’dir. Hepsi de din bilgini; şiir ve edebiyatla uğ­ raşmış kimselerdir. Uzun yıllar müftülük eden Morali Hâfız Hacı Ahmed Efendi, oğlu Abdülhalim Efendi’ye dinî ve mil­ lî bir eğitim ve terbiye vermiş; böylece oğlunu da ken­ disi gibi müftü yetiştirmişdir. Mora’da, Anabolu (Nauplion)’da dünyaya gelmiş olan Hâfız Abdülhalim Efendi, eski büyük Türk yur­ dunun bu güzel parçasında, Yunanlılar ayaklanmaya başladıkları sırada (12 Şubat 1821 - 3 Cemâdiyülevvel 1236), orada Müftü bulunuyordu. Yunan İhtilâli çıkar çıkmaz, dörtyüz yıl önce bu yurd parçasına yerleşmiş Türk âilelerini korumak ve memleketini isyancı düşmanların eline düşürmemek <*) Tripolis, Mora Yarımada sı’nın merkezinde; Modon-Methoni,

aynı yarımadanın batı kıyısmdadır.

13


için silâha sarılan Müftü Abdülhalim Efendi, kahra­ manca mücâdeleye atıldı. Kasabada hatırı sayılan, sö­ zü dinlenen ve gerçek bir lider olarak tanınan Şeyh Hacı Ahmed Necib Efendi5’nin de büyük yardımı ile Türkleri, Müslüman halkı teşkilâtlandırıp Trapoliçe’yi korumak için büyük çaba harcadı. Uzun çarpışma­ lar sonunda yaralanarak isyancıların eline tutsak dü­ şen Abdülhalim Efendi, «Barbar» kelimesinin de ha­ fif geleceği bir canavarlıkla, Rumlar tarafından üze­ rine ve sakalına gaz dökülmek, reçine sürülmek su­ retiyle yakılmış; karısı ile baldızının da birer gözleri çıkarılmışdır. Abdülhalim Efendinin zavallı eşi, bu feci ölüm ve olaylar üzerine, 1816 (1232 H.) Trapoliçe doğumlu küçük oğlu Yahya Sezâi ve genç hemşiresi ile ortada kalınca, akrabaları olan Abdurrahman Sâmi Paşa (1795 - 1878) 'nm koruması altında, Kasım 1823 (Rebiülevvel 1239)’de Mısır’a geçmişler; oradan da güçlük­ le İstanbul’a göçedip Süleymaniye semtine yerleşmiş­ lerdir. Ahmed Hikmet’in dedesi Abdülhalim Efendi, va­ tanına ve milletine derin bir sevgi ile bağlı kahraman bir Türk evlâdı idi. Aynı zamanda çağının âlim ve fâzıl şahsiyetlerinden biriydi. Yaradılışında şâiıiik de vardı. Eserlerinin, kendisinin şehid edildiği felâkette 5

Seniha Sâmi M orali: Morali Ailesi, Hayat Târih Mecmuası, 1 Ağustos 1968, Y ıl: 4, S a yı: 7 (43), s. 21. Not : Bilindiği gibi, Şeyh Hacı Ahmed Necib Efendi (17691821), Hamdullah Subhi Tanrıöver'in babası Abdüllâtif Paşa (1818 - 1886) ’nın dedesidir ve 5 Ekim 1821’de Trapoliçe’nin kırk günlük kuşatma sonucu düşmesinden sonra, kal'adaki asker sivil, kadın ve çocuk dâhil 8000 Türkün Yunanlılar tarafın­ dan vahşice soy-kınma uğratılışmda, 52 yaşında iken şehid edilmişdir.

14


kaybolduğu sanılmaktadır. Basılmamış, tasavvuf fikir ve felsefesini taşıyan bir divânı bulunduğu söylenir. Ahmed Hikmet Bey’in îbnül’ Emin’e verdiği bâzı şiirlerinden6 ve 1802 (1217 H.)/de yazılmış bir şiir mec­ muasındaki parçalarından Hâfız Abdülhalim Efendi’nin şiir yazmakda başarılı bir sanatkâr olduğu anlaşılmakdadır.7 Adı geçen şiir mecmuasındaki : «Ehl-i irfâne bâzı nesâyıhı müştemil vâkıât-ı zaman» başlıklı ikiyüz beyitlik didaktik manzûmesinden seçilmiş şu bölüm, A b ­ dülhalim Efendi’nin yüce kişiliğini ve mertliğini anla­ tan bir parçadır: Aynı ibretle bak ey can âleme Gör neler gördün, irişdin ne deme Kimse bilmez gerçi kâr encâmını Lik saymak farzdır fercammı Aklü din ehli olur ehli ayar Âkibet ehvâlini eyler şumar Düzme koşma söz bulub da söylesen Kendini herkesle yeksân eylesen Gerçi artar rağbetin indelkibar Lâkin olur hayme-i din rahnedâr Bir musibetdir vefât-ı fazılan Göçdü bu günlerde nice kâmilan 6. Îbnül’ Emin Mahmud Kemâl (İnal) : Son Asır Türk Şâirleri^ İstanbul, 1930, s. 521. 7. Florinalı N âzım : «Hâristan» ve «Çağlayanlar» Mübdi-i Nam­ dan Ahmed Hikmet Bey. Süs, 3 Teşrin-i-sâni 1339, Nu. 21, ss. 4-6.

15


Fakr ile şimdi kimi hayrandır Gaflet ile kimisi sekrandır Eyleyen arslanları rubeh mizaç İhtiyaç oldu cihanda ihtiyaç Yok taallüm, hali mekteb, medrese Kalbi talib cilvegâh-ı vesvese İhtiyare şimdi hürmet kalmadı Merhamet yok. tıfla şefkat kalmadı Bed asıl ihsanın ile bed olur Aslı pâke lûtf edersen abd olur Halk ister şimdi kesb-i iştihar Bazıları itdi teseyyüdle şiar İtibare geldi her beyhûde dûn Ehl-i irfan hâk-i zilletde zebûn Etdiler İskendere bir gün süal Az zamanda nice oldu böyle hâl Yeryüzün cümle müsahhar eyledin Düşmene ayşi mükedder eyledin Didi: etdim kâre erbab ihtiyar Etmedim nâ ehle asla i’tbar Anın içün var mülkümde nizâm Söylenür nâmım ilâ yevmil kıyam. İbııür Emin eserinde, Abdülhalim Efendi'nin şu beytini de verm ekdedir: Bâde-i saf ile aklım nice ünsiyet eder Tevsen-i serkeşi zabt eyleyemez tıfl-ı zaif 16


!

BABASI : Küçük yaşda bir çocuk olarak annesi ve teyzesi ile 1823 sonunda İstanbul’a gelen Yahya Se­ zai, akrabaları bulunan Sâmi Paşa ailesinin yardım­ larıyla büyümüş ve okumuşdur. 1835 (1251 H.) yılında Bâb-ı Seraskeri Kalemlerin­ den birine girip burada yetişen Yahya Sezai Efendi, 1844 (1260 H J’de Girid Ayaklanması’nda Ordu Kitabeti’ne ve daha sonra Boğaz şehri, 1846 (1262 H J’da ise Midilli Tahrirat ve Mal Kitabetine atanmışdır. İki yıl sonra (1848) İstanbul’a gelerek, Reşid Pa­ şazade Dâmad Ali Galib Paşa’nın Dîvan Efendiliği’ni yapmışdır. Bundan başka Hakkâri, Bozcaada, Kudüs, Filibe Sancağı ve Trabzon Vilâyeti, daha sonra Van Eyâleti, Manisa, Aydın, Tırnova Sancakları Kapu Kethudâlıklarında vazife görmüş; Darbhâne Mâden Memurluğu’nda bulunmuşdur. Yahyâ Sezâi Efendi, böyle bir çok memurluk ba­ samaklarından çıkarak 1856 (1272 H.) yılında «7500» kuruş maaşla Evkaf-ı Hümâyûn Nezâreti Mektupçuluğu’na, daha sonra «6500» kuruş maaşla Cezâir-i Bahr-i Sefid ve Kıbrıs Kapu Kethudâlığı’na gelmişdir. 1877 (23 Cemâdiyülâhır 1294)’de vefat eden Yahyâ Sezâi Efendi, Üsküdar'da Karacaahmed Türbesinin arka davarı hizasında aile mezarlığına gömülmüşdür. Yahyâ Sezâi Efendinin de babası gibi tasavvufa eğilimli bir şâir olduğu. Dâmad Galib Paşa’nın Dîvan Kitâbeti’nde bulunduğu sıralarda düzenlediği, basıl­ mamış divânından anlaşılmaktadır. Ahmed Hikmet Bey’in babası hakkında İbnül’ Emin’e gönderdiği yazıda şu bilgi de verilmektedir: 17


Yalıya Sezai Efendi, Ali Galib Paşa’nm Dîvan Efendiliği’ndeyken bir gün, bir içki âleminde, sevdiği dostlarından biriyle sert bir tartışmaya tutulmuş ve karşısındakinin kalbini kırmışdı. Bundan son derece üzülen ve yaptığına pişman olan Yalıya Sezâi Efen­ di, hemen o akşam evine döner dönmez, içki ile ilgili kadeh ve sürahi gibi her 11e varsa, hepsini kırıp at­ mış ve o zamana kadar mey ve aşk üzerine yazılmış şiirlerini de yakmıştır. İbnül’ Emin Mahmud Kemâl bu konu ile ilgili olarak şunları yazmaktadır :8 Ne kadar âlet-i işret varsa Kırub atmakla savâb etmişdir Fakat eş’ârını ihrak ederek Vâdi-i cürme koşub gitmişdir Yahyâ Sezâi Efendi bu târihden sonra Nakşibendî tarikatına girerek kendini dine vermiş ve yazdığı şiir­ lerinde gerçek aşkı, İlâhî aşkı dile getirmişdir. Şeyh İsmetdir bugün, gelsün duyan dergâhına Kutlu feyzü gavsı âlem, düşme istiknâhma Gezme Allahı seversen serseri, âşık isen İşte mir’ât-ı hudâ, bak şâhid ol Allahına kıt’ası ile ululaştırdığı Sultan Selim’de Nakşibendiye-i Hâlidiye şeyhlerinden İsmet Efendi’ye intisab etmiş, bağlanmış ve daha sonra onun postuna yükselmiş, yerine geçmişdir. 8. İbnül’ Emin Mahmud Kemâl (İnal) : a.g.e., s. 1696.

18


Celâl Sâhlr Erozan’m belirttiğine göre,9 dil bakı­ mından rastlanan bâzı ihmaller bir yana bırakılırsa, Sezâî Efendi’nin dîvanındaki şiirleri arasında, fikir ve hayâl yönünden değerli parçalar bulunmaktadır. Bunlar içinden türkü olarak bestelenmişler de var­ dır. Hâilende Nikogos Ağa (1830-1890)’mn bestelediği Bayatî-Arabân Aksak makamındaki muhammes tür­ kü: Gidiyorum, gözy aşımı dökerim sık söylenen ünlü örneklerden biridir.10 Ahmed Hikmet, babası hakkında İbnül’ gönderdiği yazıda şöyle demekdedir:11

Emin’e

«Babamı altı yaşında kaybettiğimden irfan dere­ cesini ölçmeğe gücüm yetmez. Kendini bilenlerden işit­ tiğime göre zamanının hoş konuşan, nükteli sözler bu­ lup söylemekten hoşlanan, ince duygulu kimselerin­ den sayılırmış. Bir ihtiyar zat, babamın vaktiyle Ara­ ban makamından bestelenen: Göğe bakar, göz yaşımı dökerim Gördükçe ben seni boynum bükerim Ateşinden aşkın artık ürkerim Gördükçe ben seni boynum bükerim şarkısını söylerken beni ağlatmışdı.» 8. Celâl Sâhir (Erozan) : Ahmed Hikmet, Türk Yurdu, C ild : V, Sayı 30, (Müftüoğlu Ahmed Hikmet Özel Sayısı), Haziran 1927. 10. Yılmaz Öztuna: Türk Musikisi Ansiklopedisi II (2. Kısım), Millî Eğitim Bakanlığı Yayını, İstanbul 1976, ss. 451-452. 11. İbnül’ Emin Mahmud Kemâl : a.g.e., s. 1696.

19


Yahyâ Sezâi Efendinin basılmamış Küçük Dîvân’mda münacaat, naat, gazel, muhammes, tahmis, ka­ side ve şarkı olarak yüz kadar manzume bulunmak­ tadır.

G A Z E L Mübtelây-i derd-i aşka sorma derman istemez Ârif-i billâh olan tedbîr-i Lokman istemez Nûş edenler dest-i kâmilden şarâb-ı vahdeti Bir dahi semt-i fenada bezm-i irfan istemez Âlem i lâhute pervaz eyleyen ehl-i safa Tâc-i İskender değil, taht-ı Süleyman istemez Neylesün zevk-i behişti âşık-ı sıdk-u vefa Duş olan didar-ı yâre hur-ü gılman istemez Reng-ü buy-i yar ile bağ-ı derunun zeyn eden Bin bahar olsa yine seyr-i gülistan istemez Nur-ı vahdetle muzayyadır gönül Zata mir’atı mücellâdır gönül Reffolunmuş lâmekânın fevkına Cümle-i arşı muallâdır gönül Âlem-i zulmet içinde muhtefi Bir tecelligâh-ı Mevlâdır gönül Kevser-i aşk ile artmış safveti Mest i bîpervâyı sevdadır gönül Ey Sezâî pür safavü muhteşem Şâh-ı aşka kasr-ı valâdır gönül ❖❖* 20


Resen-i aşkı takub gerden-i teslimimize Bir gün eibet giderek biz dahi Mansur oluruz

Terkeyleme ağyarı, ağyar ile bul yârı Bildinse bu hazarı, kâr eyleyecek sensin

Çıkmadım bâlâsına aslâ bu kasr-ı devletin Bîesas olduğunu ben duyduğum gündenberi

ANNESİ : Yahyâ Sezaî Efendi iki defa evlenmiş­ tir Ahmed Hikmet’in annesi, aslı Mora’lı, Trapoliçe’li bulunan Halvetiye şeyhlerinden, Şeyh Tâhir Efendi oğlu Şeyh Ahmed Bedreddin Efendi’nin kızıdır. Müf­ tüoğlu âilesi soy kütüğündeki kayıdlara ve Florinalı Nâzım’m aktardığı bilgilere göre12, Ahmed Hikmet’in anne tarafından bu soy dizisi, otuzikinci göbekte Dî­ van sâhibi tasavvuf ehli şâir Niyâzi-i Mısrî Hazretleri’ııde son bulur. DOĞUMU VE ÇOCUKLUĞU : Çok çocuk seven bir baba olan Yahyâ Sezaî Efendi’nin iki evliliğinden dokuz evlâdı dünyaya gelmiştir. Ne yazık ki, çocuk bolluğuna uğrayan şâir babanın mutluluğu uzun sürmemişdir. Kötü bir tâlih eseri, Sezaî Efendi’nin sağlı­ ğında, dokuz yavrusundan altısını ölüm almış götür­ müştür. 1869 (1285 H.), bu zavallı baba için bir felâket yı­ lı olmuştur. O yıl İstanbul’da büyük kayıplara yol açan korkunç bir kuşpalazı (difteri) salgını çıkmıştı. 12. Florinalı Nâzım: a.g.m.

21 \


Bu salgın, pek kısa aralarla bir hafta içinde, 22 - 29 Mart 1889 (8 - 15 Zilhicce 1285) günlerinde, Yahyâ Sezaî Efendi’nin üç evlâdını birden götürmüşdü. Şâir baba, pek derin, dayanılmaz bir acı ile perişan olmuşdu Evi, bir felâket yuvasına dönen Sezaî Efendi’nin Allahdan tek niyâzı, yeni bir evlâttı. Yahyâ Sezaî Efendi, onbeş ay sonra bu murâdma erdi. Süleymaniye’de, Dökmeciler’deki evinde 3 Hazi­ ran 1870 (3 Rebiülevvel 1287) Cuma günü akşamı saat onbiri iki dakika geçe yeni bir erkek evlâdı, doğunca, şâir babanın eski acıları, büyük bir sevince dönüştü. Bu İlâhî armağan, Sezaî Efendi’nin içine doğdu­ ğu gibi, ileride, kalblerde Türklük aşkını alevlendire­ cek bir ünlü ve makbul edib, yazar olacakdı. «Hik­ met-! ilâhiye»yi belirterek (Ahmed Hikmet) adını koy­ duğu bu beşinci oğlunun doğuşunu Yahyâ Sezaî Efen­ di şu satırlarla kaydetmiştir: (Cenâb-ı rabbilâlemînin lütuf ve inâyet-i çelilesi âsârı olarak binikiyüz seksenyedi sene-i Arabiyesi şehr-i Rebiyülevvelinin üçüncü mübarek Cuma günü akşamı saat onbiri iki dakika mürurunda sulb-u âcizânemden bir malıdûm-u saadet mersum kademnihâde-i âlem şuhûd olub ismi AHMED ve mahlası HİK­ MET tesmiye kılınmıştır. Cenâb-ı Hak etvel-i ömr ile muammer ve her hâlde cemi’ evlâd-ü mü’minin ile beraber sulehây-ı sâlihinden ve ulem âyı âmilinden ve udebây-ı makbulinden buyura âmin bihürmete seyyidülmürselin. 3 Rebiyülevvel 1287 Sene-i mezkûre esb senesi yâni at senesi olduğu mâîûm olmak için şerh verildi). 22


İşte Ahmed Hikmet, ilk sosyal terbiyesini böyle köklü, tanınmış ve târihe malolmuş bir yüksek kül­ türlü, aydın ailenin kucağında almıştır. 5 Temmuz 1877 (23 Cemâziyülâhır 1294) günü ba­ bası Yahyâ Sezaî Efendi öldüğü zaman Ahmed Hik­ met henüz yedi yaşında bir çocukdu ve babasının sağ­ lığında yeni başladığı Süleymaniye Mahalle Mektebi’ne gidiyordu. Zayıf bir bünyesi olduğu için sık sık has­ talanıyor ve okuluna düzenle devam edemiyordu. Bir yıl kadar gittiği Süleymaniye - Dökmeciler’deki Ma­ halle Okulu (Taş M ekteb)’ndan sonra bir yıl kadar da Soğukçeşme Askerî Rüşdiyesi’nde bulunan Ahmed Hikmet, daha sonra Aksaray’daki Mahmudiye Vakıf Rüşdiyesi’nde eğitimini tamamlamışdır. Babasının ölümünden sonra âile yükünü omuzla­ rına alan ağabeyi Ahmed Refik Bey, diplomatlık mes­ leğine girmek isteyen kardeşi Ahmed Hikmet’i, kendi malî durumuna göre fedâkârlık sayılacak bir kararla Galatasaray Sultaııisi’ne yazdırmıştır. Ahmed Hikmet, değerli kişiliğinin bir bölümünü yaradılışına, fakat iyi bir eğitim ve terbiye ile artan, sonradan kazanılmış yeteneklerini, kendisine babalık eden ağabeysine borç­ ludur. Ahmed Hikmet’in, daha sonra ağabeğisi Refik Bey’­ in kayın - birâ,deri olan Tevfik Fikret’le tanışması ve ilgisi işte bu öğrenciliği zamanından başlamıştır. Babasının çok kıymetlisi olduğu için daha bebek­ lik çağından başlayarak üzerine titrenen ve iyi bir terbiye ile büyütülmeye çalışılan Ahmed Hikmet, ye­ tim kaldığı zaman da i’tinâdan mahrum bırakılma­ mıştır. 23


Ahmed Hikmet Galatasaray’a, o sıra Sadnâzam Halil Rifat Paşa’nın mühürdarı bulunan ve daha son­ ra Devlet Şûrası Üyesi olmuş ağabeyisi Ahmed Re­ fik Bey’in kayınbiraderi Tevfik Fikret’le birlikde gi­ diyordu. Ahmed Hikmet cılızdı amma çok çalışkandı. Dâima dersleriyle meşgul olur, tatil günlerini de oku­ maya ve öğrenmeğe harcardı. Kendini kısa zamanda bütün öğretmenlerine ve Galatasaray Müdürü’ne ta­ nıtmış, sevdirmişti. Hem ana, hem de baba tarafın­ dan gelen san’at yeteneklerine gayreti de eklenince, Ahmed Hikmet, en çok' sevdiği edebiyat dersinde bü­ yük başarılar gösteriyordu. Ahmed Hikmet, edebiyâta nasıl başladığını 1912’de açılan bir ankete verdiği karşılıkta şöyle anlatmakta­ dır :1? «Rüşdiye Mektebi’ni bitirip Sultanî Mektebi’ne girdiğim zamanlar, Beyoğlu’nun, gelip geçtikçe, ren­ gârenk camekânları, büyük mağazaları, bitmez tü­ kenmez hây-ı hûy hayâtı, küçük zihnimi büyük endişe ve hayâllerle sarsar, oyalardı. Her dükkânın önünde beş on dakika geçirmeden, her güzel şeyi derin sevgi ve saygı dolu bakışlarla bir an okşamadan yoluma de­ vam edemez ve bana eşlik eden Lalamın dâima azar­ larına uğrardım.» «Bu çocukluk merakı bana dâima çevremi incele­ mek, her hayat ve hareket mefhumundan bir gerçek mânâsı çıkarmak alışkanlığını kazandırdı. Görüp işit­ tiklerimi başkalarına da duyurmak merakı ilk kıvılcı13. a) Nevsâl-ı Millî, Ahmed Hikmet Bey, İstanbul 1330, ss. 64-65. b) İsmail Hikmet: Ahmed Hikmet, Kanaat Kütübhânesi, İs­ tanbul 1933, ss. 6-7.

24


mim böyle tutuşturmuş oluyordu. O zaman edebiyat­ tan başka bir uğraşılan işin pek de geçerli olmaması; ve belki ana-babadan gelme bir eğilim beni de ede­ biyat üzerine düşürdü.» «Mektebin dördüncü sınıfında yaptığımız bir uzunca vazifenin Mekteb-i Sultanî Müdürü İsmail Bey’in takdirini çekmesi ve sonra bu vazifenin kita­ bet şeklinde (Leylâ - yâhud - Bir Mecnûn’un İntikamı)14 adı ile (Asır Kütübhânesi Külliyâtı) arasında neşre­ dilmesi, küçük ruhumu teşvike sebeb olmuş ve o yaşda çok az bir te’lif hakkı almaklığım beni sevindir­ mişti.» «Meğer bu mevzuu vazife olarak bize veren mual­ limimiz, hikâyenin esasını, o sırada neşrolunan diğer bir romandan almış imiş.» Galatasaray’ın daha dördüncü sınıfında iken gördüğü bu teşvik sebebiyle Ahmed Hikmet kendini büsbütün edebiyâta vermişdir. İLK YAZILARI : Ahmed Hikmet’in kendi el-yazısı ile Millî Kütübhâne’de bulunan (Tâlebeliğime Âid Bâ­ zı Mekteb Müsveddâtı) arasındaki bir belgeden, onun yukarıda andığımız ilk hikâyesini Galatasaray Müdürü’ne sunan öğretmeninin Rıf’at Bey olduğu anlaşılmakdadır. Ahmed Hikmet 132 - belki bu sayı okul numara­ sıdır - yazılı, bir iki kelimesini sâdeleşdirerek aktardı­ ğımız : «Sivâs Vilâyetine bağlı ve Yeşilırmak’m sol yanında aşağı-yukan yüzelli evden oluşan bir güzel 14. Sezaîzâde Ahmed H ikm et: Leylâ - yâhud - Bir Mecnunun İn­ tikamı, Asır Kütübhânesi. İstanbul 1308, 9 X 13, 40 sahife.

25


köy vardır ki» diye başlayan hikâyenin baş tarafında şu not yazılıdır:15 «Atufetlu İsmail Beyefendi Hazretlerinin huzûr-u maarifperverîlerine arz ve takdim eyledim. Fevkelâde tahsin buyurdular. Bu yolda ibrâz-ı âsâr terakki et­ menizi ciddî bir surette tavsiye buyurdular. Rıfat» Galatasaray’da eğitim gördüğü dönemin üstad Recâizâde Ekrem’in öğretmenlik yıllarına rastlamayışına üzüntü duyan Ahmed Hikmet, edebiyat dersini yiııe ünlü bir otoriteden, başarılı bir yetiştirici Mual­ lim Nâci (1850- 11 Nisan 1893)’den almışdır.16 Tanzimat döneminde daha çok eski şiirin temsil­ cileri arasında yer alan ve 1885-1893’de kızışan eski yeni tartışmasında eski edebiyat taraf darlarının başı­ nı çeken Muallim Nâci, Batılı şiir tarzındaki başarılı örnekleri ile de ün kazanmış değerli bir şâir, «öğreten ve yetiştiren» değerli bir öğretmendi. Ahmed Hikmet’in Millî Kütübhâne’de incelediği­ miz orijinal evrakındaki notlardan, yazılarını, özellik­ le şiirlerini edebiyat öğretmeni Muallim Nâci Bey’in düzeltme ve eleştirisine sunduğu anlaşılmakdadır. Öğrencilik günlerine âid bâzı okul müsveddeleri arasmdaki «Kıyâm-ı Kıyamet» başlıklı nesir yazısın­ dan sonra, «Saâdet-i Mehtab» adlı uzunca bir manzûmesi ve «Bir Gazel»’i gelmekdedir. Bunların sonunda «Şâkird-i kemteriniz Ahmed Hikmet» imzâsı buluıımakdadır. Ne yazık ki, Ahmed Hikmet’in rastladığımız diğer basılmış ve basılmamış şiir, hikâye, monoloğ, makale ve roman türündeki bütün yazılarının altına 15 Millî Kütübhâne, Yazma A 5515. 16. Florinalı Nâzım : a.g.m.

26


I çoğunlukla yazılış târihlerini koymak güzel alışkan­ lığını yazar bu üç parçada nedense ihmâl etmişdir. Bu üç yazının yanma, numaralarla işâret koya­ rak değişiklik ve düzeltmelerini belirtmiş öğretmeni de sahifenin en altına «Teşekkür ederim, iyi bir kıyâmet koparmışsınız. Manzüme elbette gazelden güzel fakat gazel de kıymettar. Naci) notunun altına imzâsını koymuşsa da târih yazmamışdır. Bunun, Muallim Naci’nin öğretmen bulunduğu yıllarda, Ahmed Hikmet Galatasaray son sınıfında iken, 1887 veyâ 1888 yılında yazıldığını sanıyoruz. Ahmed Hikmet’in henüz Galatasaray öğrencisi iken yazılmış ve yine öğrenci iken 1887’de yayınlan­ mış ilk yazısı, Ali Fuad tarafından çıkarılan Pâyidar’da bulduğumuz (Bir Müteverrimin Ormana Son Vedâı) başlığını ve (Sezâizâde Abdüihakim Hikmet) im­ zasını taşıyan nesir parçasıdır.17 1888 (1306)’de Galatasaray’ı bitiren Ahmed Hikmet, ilk ön­ ce 1889 (1307)’da Dışişleri Ba­ kanlığı Konsolosluk Hizmetleri kalemi’ne stajyer girerek memurluk hayâtına başlamışdır. Bu sıralarda, Ahmed Hikmet’in vazifeden ar­ tan boş zamanlarını, Fransızcadan dilimize bâzı eser­ ler çevirmek işi dolduruyordu. Ahmed Hikmet’in Diplomatlığı Ve İlk Eserleri:

Ahmed Hikmet’in bu ilk memurluk yıllarında, Türk gazete ve dergilerinde geniş ölçüde bir tercüme faaliyeti göze çarpmaktadır. Dilimize yapılan bu ter­ cümeler, başlangıçda hikâye, roman veyâ şiir gibi ede­ bî parçalardan çok, fennî yazılardı. 1891 - 1894 yılla17. Payidar, Rebiulevvel 1305 Perşenbe, Nu. 2> ss. 9-10.

27


nnda yaygın hâle gelen bu modadan 'Ahmed Hikmet de kendisini kurtaramamışdır. Geleceğin hikâye, mo­ nolog ve roman yazarı, basın hayâtına bir tercüme fen kitabı ile girmişdir. XVIII. Yüzyılın ünlü bir Fran­ sız tarım uzmanı ve ekonomisti olan askeri eczacı Antoine A. Parmentie (1737- 1813) ’den dilimize çevir­ diği ve Asır Kütübhânesi yayımları arasında yer alan Patates adlı, tarımla ilgili eserini, ünsüzündeki 1304 (1886) târihinden anlaşıldığına göre, Galatasaray son sınıflarında iken hazırlamıştır. Dört formalık bu küçük tarımcılık kitabının birin­ ci bölümü Parmentie’nin biyografisinden, ikinci bölü­ mü patatesin târihinden, ekilişinden, kimyasından, terkib ve hastalıklarından bahasetmekdedir.18 Ahmed Hikmet bu konuda şöyle demektedir: «O zamanki muharrirleri takliden herşeyden bahsetmek, hezârfen görünmek istiyordum. Bu hevesle patates ziraatine dâir ufak bir kitabımı Asır Kütübhânesi meyâmna idhâl ettim.»19 Daha sonra, yine kitapçı Kirkor’un kurduğu Asır Kütübhânesi’nin hikâye serisi arasında, daha önce an­ dığımız (Leylâ - yâhud Bir Mecnûnun İntikamı) yaymlanmışdır. Ahmed Hikmet, 1308 Eylülünde, Baronne de Staffın kadınların tuvaletine, güzelliklerinin korunmasına ve uzun sürmesine ilişkin (Cabinet de Toilette) adlı eserini de dilimize çevirmişdir. Buna bizim çarşaf ve feracelerimizden, Türklerin giyim-kuşammdan bir bö18. Asır Kütübhânesi Neşriyatı, Cemâl Efendi Matbaası, İstan­ bul 13C7. 19. Nevsâl-ı Millî, İstanbul 1330 (1914), s. 64.

28


lüm de ekleyerek ve kadın orientalist Gülnar Hanım’m* takdim ve takdir yazısı ile birlikde (Tuvalet yâhud - Letâfet-i Âzâ) adını verdiği üçüncü kitabını, Kitapçı Arakel’e bastırmışdır. Genç edibin, bu tercüme eserinde bile Türk’e ve Türklüğe değinmesi; basın alanına kitablarla katılışı dikkat çekicidir. Ahmed Hikmet yine bu dönemde, Alexandre Dumas Fils’den dilimize çevirdiği (Bir Riyazî’nin Muâşa kası - yâhud Kamil) adlı romanını da Ahter Kütübhaznesi yayınları arasında çıkartmışdır.20 Bütün bunlar, Ahmed Hikmet’in kendini bulmak için yaptığı çalışmalardan ibâretti. Yoksa geleceğin Türkçü yazarı, ne lüzumsuz, yararsız tercümeler yap­ makla vakit harcayacak, ne de patates ekimiyle uğraşacakdı. Adı geçen tercüme eserlerinin yayın alanına ko­ yulmasından sonradır ki, Ahmed Hikmet, Doğu ve Batı sosyal gelenek ve göreneklerinin birbirine ters düştüklerini ve birbirinden pek uzakda bulundukları­ nı anlamışdır. Bu tercümelerin büyük bir fayda sağiamıyacağmı takdir ederek, artık tercüme eserler bastırmakdan vaz geçmişdir. Küçük yaşından beri âile ocağında dinlediği men­ kıbeler, Mora’da insanlık dışı bir canavarlıkla Dede’(*) Asıl adı Madam Olgadelebedef olan bu kadının hâl tercemesi ve İstanbul’daki hayâtı hakkında Servet-i Fünûn’da geniş bilgi vardır. Ahmed Hikmet Bey de ona Türkçe öğretenler­ den biridir. 20. (Bir Riyazî’nin Muâşakası yâhud Kamil), M üellifi: Alexandre Dumas Fils, Mütercimi: Sezaîzâde Ahmed Hikmet, Sâhib ve N âşiri: Ahter Kütübhânesi, Ahter Matbaası, İstanbul, 1308.

29


sinin şehid edilişi ve Babaanne’sinin, Büyük-Hala’sınm gözlerinin oyuluşu barbarlıkları, kuşkusuz Ahmed Hikmet’in rûhunda derin bir millî kin duygusu yaratmışdı. Muallim Nâci gibi vatansever öğretmenlerden ders görüşü ve o yılların gençlerinin ve bütün Türk nesillerinin gönüllerine taht kuran Nâmık Kemâl’in şiirlerine tutkunluğu, Ahmed Hikmet’in de daha genç yaşda iken bir Türk milliyetçisi olarak yetişmesine güç kazandıran kaynaklardı. Galatasaray’da son sınıf öğrencisi bulunduğu sıra­ da, büyük vatan şâiri Nâmık Kemâl’in ani ölümü üze­ rine 20 Teşrinisâni 1306 (1888)’da yazdığı (Nâmık Ke­ mâl’e Mersiye) şiiri, Ahmed Hikmet’in onsekiz yaşın­ daki millî duygularını yansıtması bakımından da çok ilginçtir. Millî Kütübhâne’nin yazmalar bölümüne kazandı­ rılan Ahmed Hikmet’le ilgili belgeler arasında çıkan gençlik şiirleri, bir defter dolduracak kadar çokdur. Bunların incelenmesinden, anne ve baba tarafından şâir bir soydan gelen san’atçının çok genç yaşında şiir yazmaya başladığı anlaşılmakdadır. Son yüzyıl Türk şâirleri ve hürriyet kahraman­ ları içinde en çok bağlı olduğu kimse, san’atma, mefkûresine ve idealistliğine küçük yaşdan beri tutkun bulunduğu Nâmık Kemâl’dir. Onsekiz yaşında iken yazıp, otuzaltı yaşında iken Hürriyet’in ilânı üzerine 1324 yılı Eylûl’ünde Übeydullah Es’ad Bey tarafından çıkarılmaya başlanan Re­ simli Kitab'm ilk sayısında yayımladığı Mersiye21, Ah21. Resimli Kitab, 1 Eylül 1324, C. I, Nu. 1, s. 31.

30


med Hikmet’in, Nâmık Kemâl’e ve onun şahsında hür­ riyete düşkünlüğünü göstermekdedir:

K E M Â L ’ E

M E R S İ Y E

Yâd-ı hicrânı kalb i ümmetde* Bâis-i hüzn-i bî hemâl oldu. Benzedi bir şehide.. Gurbetde,Her bir âhm sonu: Kemâl oldu. İsmini saklıyor dil-i âlem Cismini etse de ecel imhâ Rûh-ı ulviyyetin semâ peymâ Secdeler eylesin zekâ ve dehâ Meşhed-i ruhuna... Edib mâtem. İ’tilâ eyledin o rütbe ki sen Arş-ı â lâyı eyledin mesken. Toprak âğûşuna alıb da seni Bize göstermemek revâ olmaz! Terkediş hüzn-içinde bu vatanı, Zîb-i şân-ı ul’ün-nühâ olmaz! Kalb-i pâkin kif dense şâyeste, Vatanıydı fezâil-i himemin; Oldu pâmâli leşker-i acemin. Fem-i sâfııı kî, masdarı hikemin, Toprak içre müebbeden beste. Fikrinin menba’ı ise melekût • Rûhunun medfeni semây-ı sükût. i*) «milletde»

31


Fikre tindi güneş kadar âlî Seherler halkeder idin birden Hüznile, bak, seherlerin mâlî Sen de etdin bulutlan mesken Zulmet içre dalan bu ulviyyet Şeb-i mehtâbı andırır... Giryân : Elde âsânn etmede leme’ân İşte o lem’aya demek şâyân: Reh-nümâ-yi saâdet-i millet!... Seni ulvî tanır idi vatanın, Şübhesiz pür sehâbdır kefenin. 20 Teşrinisani 1306 (1888) Osmanlılarm şâir-i hamiyetperveri merhum Ke­ mâl Bey’e hîn-i vefatında - henüz mekteb ııişm olan sâhib-i imza tarafından tanzim olunmuş gayr-ı matbu bir figannâme-i teessüftür ki tertil-i mersiyesi bile evân-ı hürriyeti bekleyen bu mürebbî-i a’zam-ı mil­ letin nâm-ı mübârekini tebcilen dercolundu.

Ahmed Hikmet’de Türkçülük ülküsünün doğuşuna, kuşkusuz, Mora fâciasında âilesinin uğradığı felâketin te’siri bü­ yüktür. Yıllar geçtikçe onda şu duygu oluşmuş ve yüze çıkm ışdır: Türk’ ü Türk’den başkası sevemez. Uzun yıllar kendilerine sonsuz iyilikler ettiğimiz, in­ sanlık gösterdiğimiz Türk olmayanlardan aldığımız karşılık, nankörlük ve ihânetti. Bu gerçekler Ahmed Hikmet’i uyardı. Milletinin yüce vasıflarını öğrendik­ çe, Türk yaratılmış olmakdan övünç duymağa başla­ TÜRKÇÜLÜĞÜN DOGUŞU

32


dı. Türk’ü sevmek, Türk’ü korumak ve Türk’ü yücelt­ mek onun başlıca isteği ve amacı oldu. 1889’da Dışişleri Bakanlığı’na giren ve bu sırada Takvim-i Vakayi’de tercümanlık ederek, kitabcıklar bastırarak basın hayâtına katılan Ahmed Hikmet, meşhur Hıfzı Bey’in sansürlükden azli üzerine dört ay kadar sansürlük de yapmışdır. Az sonra Marsilya’da ve Pire’de görevlendirilmişdir. Buralarda pek az bir zaman kalan genç diplomat, büyük bir tâlih eseri, 1890’ da Kafkasya’da Poti’ye. nakledilmişdir. Daha sonra Kırım’da Kerç şehrinde vazife görmüşdür. Bu son iki ta’yin onda büyük Türkçülük ülküsünün bir an önce ve büsbütün kuvvetlenmesini sağlamışdır. Adı geçen şehirlerdeki yurd dışı hayat ve bulun­ duğu bu Türk diyarlarmdaki inceleme ve araştırma­ ların izleri, kendisinde olumlu ve uyarıcı te’sirler ya­ ratmış; onda millî edebiyat emel ve sevgisini artırmışdır. Değerli edebiyatçı ve yazar Dizdaroğlu da bu ko­ nuya şöyle değinmekdedir i22 «Düşünüyordu ki Pire de, Poti de, Kerç de, onlann bağlı bulundukları ülkeler de bir zamanlar bizim im­ paratorluğumuzun birer parçasıydı; yüzyıllar boyunca egemenliğimiz altında kalmışlardı. Buralar şimdi, bi­ zim için «yabancı ülke» durumuna düşmüşdü. Öz var­ lığımıza dört elle sarılmış olsaydık, Türklük ülküsünü gütseydik, imparatorluğumuz bu hâle gelir miydi? Dağılıp her parçasından bir devlet çıkar mıydı? 22. Hikmet Dizdaroğlu : Müftüoğlu Ahmed Kurumu Yayınları, Ankara 1964, s. 14.

Hikmet, Türk Dil

33


Bu soruları kendisine soruyor, târihî yanılgıları­ mıza yanıyor, yüreği burkuluyordu. Dünkü yurd par­ çasında bugün yabancı olmak ona ağır geliyordu. Bu iç baskı, onu Türkçülük ülküsüne götürüyordu.» Yeryüzünde tutsak Türklerin de bulunduğu acı­ sı, onun kanını coşturuyor, yüreğini burkuyor, içini yakıyordu. Bu acıyla ccşuş, burkuluş ve yanış, genç Türkçüye tam şuurunu ve nurunu buldurmuşdur. İl­ ham alacağı ve gıdalanacağı kaynağı öğretmişdir. (Dünya Yaratılırken), (Yakarış) ve (Altunordu) gibi Türkün ululuğunu duyuran eşsiz parçalar ve da­ ha sonra (Türk Derneği), (Türkocağı), (Türk Yurdu) dernek ve dergilerindeki Türkçülük çabaları, hep Kaf­ kasya ve Kırım’da kaynayan ve taşan bu coşkun kaynakdan gelmişdir. Bundan sonradır ki büyük Türkçü yazar, edebiyâtımızm millî bir amacı bulunmasının lü­ zumuna şiddetle inanmış ve bütün çalışmalarını bu isteğinin gerçekleşmesine yöııeltmişdir. 1896’ya kadar kançılarlık, muavin konsolosluk ve konsolosluklarda bulunan genç diplomat, bu târihde İstanbul’a dönerek (Umûr-u Şehbenderî Kalemi Serhalifeliği)’ne atanmış ve 1908’e kadar Hâriciye Nezâ­ reti (Dışişleri Bakanlığı) merkezinde çalışmışdır. Müf­ tüoğlu Ahmed Hikmet’in edebiyat ve Türkçülük ala­ nındaki yüksek yerini alması, işte bu târihlerde başlar.

Daha önce basılan (Patates) ve (Tuvalet yâhud Letâfet-i Âzâ) adlı kitablan hakkında yazılmış tanıtma yazılan mü­ nasebetiyle adı Servet-i Fünûn mecmuasında görü­ Ahmed Hikmet Servet-i Fünûn’da

34


len23 Ahmed Hikmet, bu derginin 18 Mart 1309 tarihli sayısında çıkan (Roman Fabrikası)24 başlıklı makale­ siyle, burada ilk yazısını yayımlamış bulunuyordu. Ahmed Hikmet’in ilk te’lif hikâye denemesi sayı­ lan parça, Leylâ - yâhud - Bir Mecnûıı’un İntikamadır: Genç hikâyeci, bu yazısının 16 İkiııcikânun 1306 (29 Ocak 1889) tarihli önsözünde, eserinin hayâl ve ef­ sâne değil, hikâye şekline getirilmiş bir gerçek vak’adan ibâret olduğunu belirtmekdedir. Bu hikâyede vak’a, Sivas’ın Kızılmeşe Köyü’nde geçer ve kahra­ manları Sâliha ve Leylâ adlı bir ana-kız’dır. Leylâ’yı, köyün ileri gelenlerinden Mahmud Ağazâde Süleyman istemekdedir. Kız ise, kendisi gibi kimsesiz bir âile ço­ cuğu olan Hüseyin’i sevmektedir. Eşrafdan çekinen Sâliha, kızını gizlice Hüseyin’e nikâhlar. Bunu duyan Süleyman bir intikam plânı düzenler. Hüseyin’e bir adam göndererek Leylâ’nın evi yanıyor haberini ona ulaştırır. Daha önce Leylâ ve annesine de Hüseyin’in vurulduğunu haber vererek onları evden uzaklaşdırmış ve evlerini gerçekdeıı yaktırmışdır. Leylânm da yandığını sanan Hüseyin çıldırır.’ Bu olaydan sonra tekrar Leylâ’yı almak isteyen Süleyman’ın isteği yeri­ ne getirilmez. Eser, Hüseyin ve Süleyman’ın Yeşilırmak Köprüsü üzerinde boğuşup her ikisinin de ırmakda boğulduklarını; Leylâ’nın da aynı sonuca ulaşdığıni; annesi Sâliha’ıım ölümünü ve Mahmud Ağa’nm mezarlıklarda gezip dolaşmasını tasvir ederek son bu­ lur. Bu ilk* acemice küçük hikâye denemesinde bile Ahmed Hikmet, köylülerin çevresini, yaşayış ve gi­ yimlerini tasvirde başarı göstermişdir. Onun mahal23. Servet-i Fünûn, C. s. 140 ve C. IV, s. 23. 24. Servet-i Fünûn, 18 Mart 13û9f C. III, Nu. 107 ss,. 36-37.

35


lî renkleri canlandırmakdaki hüneri şeklinde belire­ cek bu özelliğine, ileride kendisine ün kazandıracak hikâyelerinde de rastlanacakdır. Bu ilk hikâyede çok sâde bir dil kullanılması ve Ahmed Hikmet’in «parmak hesabı iledir» diye belirterek Cs. 8, 31 v.d.) yazdığı ve hikâyesine serpişdirdiği şu hece vezni dörtlükler, onun gelecekde millî cereyanlar, Türkçülük ve Türkçecilik hareketleri içindeki seçkin yerinin ilk müjdeleri sayıl­ malıdır : Yârim ağlama derdi Tuttu gönlünü verdi Ben nasıl sığdırayım Camma böyle derdi Dağlar, kayalı dağlar Yeşil boy ah dağlar Ben âhumu isterim Bülbül yuvalı dağlar Sevgili kız ağlama Yüreğimi dağlama Bırak aksın kanlan Şu yaramı bağlama Yandım Allah’ım yandım Ah bu candan usandım Ben sesini dinledim Billahi bülbül sandım Âhım yetişmez mi esmesin yeller Seni sevdiğimi duymasın eller Gönlüme bıraktı bir sönmez ateş Kurbanı olduğum o beyaz eller 36 /


Akşam oldu neyleyim Derdim kime söyleyim Var git vefasız akşam Yarsiz seni ne’yleyim Servet-i Fünûn’un ilk ve daha sonraki cildleri in­ celenince, ileride (Servet-i Fünûncular) veya (Edebiyât-ı Cedîde’ciler) adını alacak şâir ve ediblerden hiçbirinin, henüz o târihlerde mecmuaya katılmamış oldukları görülür. Âhmed Hikmet’in yurcl. dışında geçen ilk diplo­ matlık hizmetinden sonra, 1896’da Dışişleri Bakanlığı (Konsolosluk İşleri Kalemi) ’ne «Mümeyyiz» olarak İs­ tanbul’a merkeze dönüşünde, Servet-i Fünûn, bir ede­ bî okul hâline gelmekdeydi. Aslında derginin en eski yazarlarından biri bu­ lunan genç edib, Edebiyât-ı Cedideciler adını alacak bu yeni grubun, kişiliği kendine özel, kuvvetli bir nesir yazarı mevkiini almışdır. Ahmed Hikmet bundan sonra, Servet-i Fünûn der­ gisi ve İkdam gazetesindeki yazıları; edebiyat, ilim ve kültür kuruluşlarındaki faâliyetleri; kongre ve top­ lantılardaki tebliğ ve konferansları ile Türk san’at ve fikir hayâtının seçkin sîmâlanndan biri olarak yük­ selecek, parlayacakdır.

1908 İkinci Meşrûtiyet İnkılâbı’na kadar Dışişleri Bakanlığı Merkez Kuruluşu’nda, Konsolosluk İşleri Bölümü’nde «Mümeyyiz» ve «Serhalîfe» sıfatıyla hiz­ met gören Ahmed Hikmet, bu târihden sonra, Hârici­ ye Nâzın Gabriyel Noradungiyan Efendi tarafından Dışişlerindeki vazifesinden alınarak, Ticaret ve Ziraat Nezâreti’nde «Ticaret İşleri Genel Müdürlüğü»’ne geti37


rilmişdir. Buradaki görevi bir yıl sürmeden Halacyan Efendi ile aralarında geçen bir anlaşmazlık yüzünden Ticaret İşleri Genel Müdürlüğü’nden isti’fa etmiş ve «Dışişleri Bakanlığı Ticarî İşler Müdürü» olmuşdur.

Ahmed Hikmet, Balkan Harbi’nden sonra 1912 Eylûl’ünde «Peşte Başkonsolosu» ta’yin edilinceye ka­ dar İstanbul’da kalmışdır.

Müftüoğlu Ahmed Hikmet Bâzı yazarların ve bu arave da Florinalı Nâzım'm: «EdeEdebiyât-ı Cedîde’ciler biyât-ı Cedîde edebî mek­ tebini teşkil ve temsil eden büyük üstadlarımızdan bi­ ri»25 diye tanımladıkları Ahmed Hikmet’in Edebiyât-ı Cedîde Grubu ile olan ilişkisini burada ayrıntılarıyla belirtmek istiyoruz.

Galata’da Millet Hanı’nda Rumca basılan Kostantinopolis gazetesi sâhibi D. Nikolaidi, öğleden sonra­ ları da Servet gazetesini çıkarıyordu. 1887’de kurulan ve üç yıl süren bu gazete, Türkçe çıkan ilk akşam ga­ zetesidir. Bu gazetenin ajans telgraf tercümanlığına giren genç Ahmed İhsan Bey, D. Nikolaidi’ye başvurarak, Servet gazetesine bir fennî ilâve ruhsatını alıp, ufak bir ücret karşılığı kendisine vermesini istedi. Dilekçe verildi. Servet gazetesine ilâve olarak çıkacak resimli nüshanın (Servet-i Fünûn) adında olması hakkında «kariha-i ilham sabiha-i Hazret-i Pâdişâhı’den» bir Rum adına irâde çıkdı. Bir yıl sonra imtiyâzı tamâmen Ahmed İhsan Bey’e geçdi. 25. Florinalı Nâzım: a.g.m. 38


1887’de kurduğu Servet gazetesini üç yıllık bir yayın süresinden sonra kapatan D. Nikolaidi, tekrar Kostantinopolis gazetesine dönünce, (Servet-i Fünûn) müstakil dergi olarak Ahmed İhsan Bey’in basımevinde basılmaya başlandı. İlk sayısı 1891 yılının 27 Mart günü çıkdı. Protestanlık propagandası için kurulmuş, Mercan’daki (Biebel Hause)’den kira ile alman tabiî manzara kalıplan basarak, Jül Vern’in romanlarını tefrika ederek işe başlayan Ahmed İhsan Bey, Avrupa’ya ge­ ziye çıkdı ve o zamanki devlet adamlarının fotoğraf­ larından, İstanbul’un güzel manzaralarından klişeler yaptmp getirdi ve Servet-i Fünûn’u bunlarla süsledi. Viyana’da yapılan klişelerden «Ortaköy Camii», ikinci altıncı ayın birinci sayısı olan 27. nüshada çıkdi. İstanbul’da çinko ile basılan ilk nefis resim budur. Bundan sonra basılan ^Kızkulesi», Sultan Abdülhamid'in dikkatini çekmiş, yâni «Manzûr-u Şâhâne ol­ muş» ve böylece Servet-i Fünûn’a Saray’ca yardım ya­ pılmaya başlanmışdır. 1892’de sahifelerini çoğaltıp resimlerini güzelleş­ tirmiş Servet-i Fünûn’a ilk muharrir Nâbizâde Nâzım Bey olmuşdur. Mahmud Sâdık ve Ahmed Bâsim Beyler’Ie, Doktor Besim Ömer Paşa da aynı zamanda yaz­ maya başlamışlardır. Takvim-i Vakayi’in 19 Kânunuevvel 1307 günki 170. sayısında çıkan i’lânda : «...Ahmed İhsan Bey’e lüzumu miktar muavenet akçesi i’tası ve işbu gazete imtiyazının mumaileyh İhsan Bey nâmına tahvili ve teferruatının icrası hususuna irâde-i mekârim âde-i Pâdişâhı şerefriz-i sünuh buyurulmağla ber mantık-u 39


emr-ü fermân-ı hazret s şehriyârî icray-ı icabına te­ şebbüs ve ibtidar kılınmışdır.» deniliyor. Paris’den getirilen hakkak Napie’niıı Güzel San’atlar Okulu’ndaki vazifesi dışında zamanını Servet-i Fünûn hakkâklığma harcaması da irâde olunuyordu. Böylece Saray ve Sultan gölgeliğinde yeşeren Ser­ vet-i Fünûn’un bu ilk yıllarında, az önce adları geçen Nâbîzâde Nâzım, Mahmud Sâdık ve Ahmed Rasim Beyler’le, Doktor Besim Ömer Paşa’dan başka, daha sonra Servet-i Fünûn’a ve Edebiyât-ı Cedîde’ye malolacak edib ve şâirlerin hiçbiri henüz mecmuaya gir­ miş değillerdir. Ahmed İhsan Bey’in, (Patates) ve (Tuvalet yâhud Latâfet-i âza) kitabları hakkmdaki tanıtma yazıların­ dan ötürü adı dergi yapraklarında görülen Ahmed Hikmet, ilk kez mecmuanın 18 Mart 1309 günlü sayı­ sında, (Roman Fabrikası) başlıklı yazısıyla Servet-i Fünûn yazı âilesine katılmış bulunuyordu. Uşâkîzâde Hâlid Ziya, Reşid Saffet ve Âlphonse Daudet’nin (Jack) romanı tercümesiyle mecmuaya giren Sâmipaşazâde Sezâi Beyler ve özellikle ileride (Servet-i Fünûncular), (Edebiyât-ı Cedîde’ciler) adını alacak başda Recâizâde Ekrem Bey olduğu hâlde Tev­ fik Fikret, Mehmed Rauf, Cenab Şahâbeddin ve Hüse­ yin Câhid Beyler gibi şâir ve ediblerin hiçbiri, Ahmed Hikmet’in Servet-i Fünûn’a girişinde, henüz mecmu­ ada değillerdir. Recâizâde Ekrem Bey’in Tevfik Fikret’i getirerek, Hâlid Ziya ve Cenab Şahâbeddin Beyler’i yalnız Ser­ vet-i Fünûn’a yazmağa teşvik ederek (Edebiyât-ı Cedi­ de) ailesini kuruşu, Ahmed İhsan Matbaası ve Servet-i 40


Fünûn İdârehânesi’nin Bâb-ı-âlî yokuşundan Postahâne’ye giden büyiik caddeye yerleşmesinden sonradır ve bu 1896’ya, Yunan Muharebesine rastlamakdadır.2* Hecâizâde Ekrem Bey'in (Şemsa) adlı ufak bir eseri çıkmışdı. Servet-i Fünûn bunu okuyucularına haber verirken Ahmed İhsan Bey, Mülkiye’den çok sevdiği hocası olan Ekrem Bey ve eseri hakkında çok takdir edici bir dil kullanmışdı. Abdülhamid’in matbuat azmanı olan Baba Tâhir ise yayımladığı (Ma’lumat) risalesine, Ekrem Bey’iıı isteği dışında, Şemsa yı aynen nakledivermişdi. Bu meslek hırsızlığına çok üzülen Recâizâde Ekrem Bey, Servet-i Fünûn’un 30 Teşrinisâni 1311 günlü 248. sa­ yısında çıkan açık mektubuyla Servet-i Fünûn’a ya­ kınlık duydu ve 1312 (1897) yılma rastlıyan bir karakış akşamı, yeni Servet-i Fünûn İdârehânesi’ne, Tevfik Fikret olan, bir delikanlı ile bizzat gelerek yazı âilesine katılmış bulundular. Mekteb risalesindeki üç arkadaşdan Mehmed Rauf ve Cenab, Servet-i Fünûn’a girmişlerse de, mecmuada henüz Hüseyin Câhid’in (La Nature) gibi Fransızca fennî dergilerden çevirdiği (Fennî Eğlenceler)’! basılmamışdır. Yine Hüseyin Câhid’in (Röneka) adlı hikâ­ yesini Rauf henüz Servet-i Fünûn’a getirmemişdir. Sıraya koymak gerekirse, bir üstad ve bir isti’daddan yâni Ekrem ve Tevfik Fikret Beyler’den sonra Servet-i Fünûn’a ilgi gösteren Hâlid Ziya, Cenab Şahâbeddin, Nâmık Kemâl oğlu Ali Ekrem, Şâir Safa, Hüseyin Siret, Süleyman Paşa oğlu Sâmi, Reşid Saffet; Mehmed Rauf, Doktor Suad, Süleyman Nazif, Hüse­ 26. Ahmed İhsan: Matbuat Hâtıralarım, İstanbul 1930, C. I, s. 93..


yin Câhid, Şuayib, Hüseyin Kâzım Beyler (Edebiyât-ı Cedide Ailesi)’ni kuruyorlardı ve Ahmed Hikmet Bey de onlardan sayılıyor ve bu arada kendisine seçkin bir mevki’ veriliyordu. Yalnız aynı çağda, aynı dergi ve zümre içinde bulunmakdan ibaret bu ilgi, başlangıçda genç edibe oldukça te’sir etmiş ve 1317 yılında (Edebiyât-ı Cedide KütübhânesDnin 9. kitabı olarak çıkan (Hâristan ve Gülistan)’da Ahmed Hikmet, dil bakımından onlarla aynı yolda yürümüşdür, Florinalı Nâzım’m makalesinde bir büyük tenkidcinin yazısından aktardan şu sözler çok yerindedir :27 «... Bu muharrir, kendi şahsiyetini, kendi eliyle yoğuranlardan biridir. Gerçi o, bir zamanlar bize edehî bir hizbin âzasından biri sıfatıyla göründü. Bu hiz­ bin koyduğu düsturlara uydu. Fakat Ahmed Hikmet Bey in kuvvetli kişiliği her fırsat düştükçe bu kanalın dışına taşmakdan ve başkaları tarafından koyulmuş kaidelere uymakdan çok kendi incelemelerinin ve kendi duygulanmalarının sonucu olan hususî, eşi ve benzeri olmayan bir güzelliğe doğru gitmekden geri kalmadı.» Edebiyâ-ı Cedîde’ciler, inkâr edilemez bâzı fay­ dalarıyla birlikde, çok kere ruh ve kalıpta Frenkseverlik, dil ve kaidede Arab ve Fars-severlik göstermiş, Türk edebiyâtma ve Türk diline giderilmesi çok zor büyük zararlar da getirmişlerdir. Hüseyin Câhid Yalçın, koyu bir Edebiyât-ı Cedided oldukları için, çoğunluğu kozmopolit Servet-i Fü27. Florinalı Nâzım : a.g.m.

42


nûmcularm çok vatansever ve milliyetçi olduklarım savunarak: «... Servet-i Fünûn matbaası bir milliyet ve vatan­ severlik ocağı idi. Onun yazarlarını san’at bağı ne ka­ dar birbirlerine bağlıyorsa, istibdaddan ve Saraydan nefret, hürriyete muhabbet hissi de onları o kadar bir­ leştiriyordu» demektedir.28 Bunun, Hüseyin Câhid Yalçm’m hâtıralarını yazdı­ ğı günümüzde milliyetçiliğin geçer akça oluşu ve Ser­ vet-i Fünûncuları koruma kaygusundan ileri geldiği anlaşılmakdadır. Çünkü yazar, aynı eserin 122. sahifesinde, istibdad ve baskıdan"kurtulmak için Newzeland Adalarina hep birden göç etmek tasavvurundan bah­ sederken şunları kaydetmekdedir: «... Nuvelzeland teşebbüsünde yalnız bir noktada Tevfik Fikret ile aramda bir ihtilâf çıkıyordu. Fikret ilelebet adada yerleşmek ve hiç memlekete dönmemek fikrinde idi. Ben: - Hayır, diyordum, Abdülhamid ölür de memlekette Meşrûtiyet teessüs ederse Nuvelzeland’da kalamam, mutlaka buraya dönerim.» Dil bakımından ilk çağlarda aynı yolda yürümüş­ se de, ruhen ve fikren tâ o zaman şuurlu bir Türkçü olan Müftüoğlu Ahmed Hikmet, Edebiyât-ı Cedîdecilerden ayrılığını, Millî Şâir Mehmed Emin Yurdakul’­ la Servet-i Fünûn’da kurdukları Türkçü cebhe ile de belirtmişlerdir. Bu konuyu, mecmuanın sâhib ve kurucusu Ahmed İhsan Tokgöz şöyle anlatmakdadır :29 28. Hüseyin Câhid Yalçın •. Edebî Hâtıralar, İstanbul 1935, ss 120 - 121. 29. Ahmed İhsan Tokgöz: a.g.e., ss. 122-123.

43


«... Türk dilini Türklerin konuşduğu gibi yazmak cereyanının kuruluşu; hele Lâtin harflerinin kabulü ile kendimi o kadar bahtiyar buluyorum ki, tarif ede­ mem. Şimdi nasıl, asıl Türkçe kelimeleri arıyorsak, on sene evveline gelinceye kadar muharrirler işitilmemiş ve yazılmamış Arabca ve Farsça kelimeleri bulup çıkarmakda iftihar duyarlardı. Türklük cereyâmnın ilk işaretleri Servet-i Fünûn’a, Tevfik Fikret zamanın­ da. Şâir Mehmed Emin ve Ahmed Hikmet Beylerle gelmişdir.» Edebiyât-ı Cedîde’cilerle Ahmed Hikmet’in eserle­ ri öz ve söz bakımından karşılaştırılınca gün gibi ay­ dınlanıyor ki, Türkçü Müftüoğlu’nun Servet-i Fünûn ve Edebiyât-ı Cedîde’cilerle ilgisi, bu derginin o zama­ nın yegâne İlmî, edebî dergisi bulunuşu ve o zümre­ nin zamanın başlıca edebî grubu oluşundan ibârettir. Ahmed Hikmet, Servet-i Fünûncu ve Edebiyât-ı Cedîdeci sayılamaz. O zümre Batıcılık, Müftüoğlu ise Türkçülük yapmışdır. Ahmed Hikmet Servet-i Fünûn’cularm «san’at için san’at» düsturunu kabul etmemiş; «Türklük için san’at» akidesini almışdır. Medenî teknikden önce millî kültüre değer vermişdir. Bir örnek vermek gerekirse, (Yeğenim) monolo­ gunda, Avrupa’ya eğitime gidip Türklüğünü unutan ve bir züppe olarak dönen gençle Ahmed Hikmet'in alayını ve onu eleştirmesini hatırlatmak yeter. Batı­ ya körükörüne tapman kozmopolit ruhlu Servet-i Fünûn’cular, Ahmed Hikmet’in bu yazısını görüş ve id­ dialarına aykırı bulduklarından köpürmüşler; Meh­ med Rauf’un kalemiyle Yeğenim monoloğuna şiddet­ li saldırılarda bulunmuşlarda. 44 (


Durum böyle iken, Ahmed Hikmet’in millî çaba­ larını, Türk diline büyük değer verme ve üstün ör­ nekler kazandırma başarılarını Servet-i Fünûn’a veyâ Edebiyât-ı Cedide’cilere maletmek yanlışlık ve haksız­ lık olur. Ahmed İhsan, Servet-i Fünûn’un 1000. sayısında­ ki30 (Servet-i Fünûn’un Tarihçesi) yazısında, Yunan Muharebesi’ne rastlayan 1313 (doğrusu 1314 -1897) yılında Ahmed Hikmet’in Hüseyin Câhid, Hüseyin Siret, Mehmed Rauf ve Hüseyin Suad Beylerle Servet-i Fünûn’a katıldığını yazmışdır ki yanlışdır. Daha ön­ ce belirttiğimiz gibi Ahmed Hikmet’in (Roman FabriTtası) yazısı 18 Mart 13C9’da; bu dergideki ilk hikâye­ si olan (Sema-yi dil) 21 Mart 1312’de basılmışlardır ki 1313 yılından ve yukarıda adlan anılan yazarlardan çok öncedir. Servet-i Fünûn kolleksiyonlannı dikkatle incelemeyen, derginin sâhibi ve kurucusu başda, birçok araştmcı gibi, Haşan Âli Ediz de Aylık Ansiklopedi­ deki maddesinde bu noktayı yanlış, yazmıştır.31 Ahmed Hikmet, Servet-i Fünûn’cudur, Edebiyât-ı Cedîde’ye mensubudur deyip, onun Türkçülük yolun­ daki çalışma ve başarılarından bu dergi ve gruba övünç ve şeref payı çıkarmak, Servet-i Fünûn’cular ve Edebiyât-ı Cedîde’ciJerden çoğunun Türkçeye ve Türkçülüğe saldın ve zararlarını, yâni belgelerde ya­ şayan dünü bilmemek demekdir. Bugüne kadar Servet-i Fünûn ve Edebiyât-ı Cedi­ de’çiler arasında adlan sayılanlardan yalnız Müftüoğ30. Servet-i Fünûn, 22 Temmuz 1326 Perşenbe, Sayı : 1000, ss. 178 -180. 31. Aylık Ansiklopedi, Cild 2, s. 730.

45


lu 'Ahmed Hikmet’dir ki ilk kez yazılarından yabancı kelime, terkip ve kaideleri atmış; edebî Türkçülüğü şekilden öze derinleşdirmişdir. İstanbul’un Türk olmayanlarla dolu yörelerinde, küfe ile üzüm satan Kastamonulu’nun gür efendi se­ siyle, milletimizin asillik ve egemenliğini duyurup sembolleşdiren kudretli san’atçı, Edebiyât-ı Cedıde’cilerin hiçbiri değil, yalnız büyük Türkçü Müftüoğlu Ahmed Hikmet’dir.

Ahmed Hikmet Müftüoğlu Ahmed Hikmet, Galatasaray’da Öğretmen İstanbul’da Merkez’de, DışVe işleri ve Ticâret BakanlıkÜniversite’de Profesör lannda çalışdığı sıralarda, ek görev olarak, 1898’den - 1908’e kadar kendi yetişdiği Galatasaray Sultanîsi’nde öğretmenlik de yapmışdır. Küçük sınıflardan büyük sınıflara doğru İmlâ, Kıraat, Türkçe, Kitabet ve Edebiyat dersleri okutmuşdur. Alçakgönüllü Ahmed Hikmet, öğretmen olarak Galatasaray’ın son sınıfına girdiği gün, şu sözleri söylem işdir: «Bu kürsü Üstad Ekrem’lerin, Muallim Nâci’lerin, Tevfik Fikret’lerin kürsüsüdür, Ahmed Hik­ metlerin değil. Ben aranıza sâdece bir müzakereci ola­ rak giriyorum.»32 Ahmed Hikmet böylece, daha sonra Servet-i Fünün ve Fecr-i Âti kadrolarına katılan birçok ünlü şâir ve edibimizin yetişmesini sağlayan başarılı bir öğret­ men olmuşdur. 32 İsmail Hikmet (Ertaylan.) : a.g.e., s. 9.

46


Genç Türkçü öğretmen, dilimizin bugün de maale­ sef hâlâ tesbit ve ıslâh edilmemiş bulunan imlâsında­ ki düzensizliği, karışıklığı daha o zaman ele almak gerekliğini duymuşdur. Uzun inceleme ve araşdırmalar sonucu erişdiği gerçekler ve esaslar çerçevesinde, el-yazısı risâleler düzenleterek, öğrencilerinin yeterince belirli ve sınırlı kaideler altında Türkçe öğrenmelerini sağlamaya çalışmışdır. Onlara milliyetçilik ve inkılâbçılık yolunda değerli aşılar yapmış; yazılarında efreııcî (Milâdî) târih kullananlara kızıp çatacak derecede millî duyarlık ve titizlik göstererek onları uyarmışdır. Ahmed Hikmet’in, yazı dilimizin sâdeleşmesi, harf­ lerin ıslâhı gibi düşünce ve plânları, Arab ve Türk vezinleri üzerindeki inceleme ve denemeleri, hep bu öğretmenlik döneminin çalışmaları arasındadır. Müftüoğlu Ahmed Hikmet, bu davranış ve çaba­ larıyla, dil ve yazı inkılâbımızın, edebî Türkçülüğün ilk bayrakdarlarmdan biri olmuşdur. Mehmed Rauf, ölümünden sonra Ahmed Hikmet Bey için yazdığı bir makalede, bu noktaya şu satır­ larla değinmekdedir:33 «Ahmed Hikmet, bu son günlerde takdir ve sita­ yişle sözkonusu olan Türkçülüğe, Galatasaray Sulta­ nisinde edebiyat hocalığını deruhte ettiği zaman mey­ letti. Ve bu büyük fikir evvelâ, yalnız Türkçemizde arabî ve fârisî kaidelerin tahakkümüne âni bir isyan­ dan peyda oldu. 23. Güneş, 1 Haziran 1927, (Müftüoğlu Ahmed Hikmet ö ze l Sa­ yısı), Sayı: 11, s. 6.

47


Kendisi, riayete mecbur olduğumuz bu kaideleri istemiyor, kabul etmiyor ve kaldırıp atmağı öngörü­ yordu. Bir gece, Büyükada’da Hâlid Ziyâ, O ve Ben, bu bahis hakkında uzun uzun tartışdık. Kendisi bu fikre, o kadar bütün varlığıyla bağlanmışdı ki, tartışmaya tahammül edemiyor, taşıyor ve coşuyordu: «Canım ne demek Allah aşkına, diyordu, haydi lisanımız fakir olduğundan, tıpkı Fransızların ve İngilizlerin yapdığı gibi ecnebi kelimelerini alalım, kul­ lanalım. Bu kaidelerin ne işi var? Bunlara neden mec­ bur oluyoruz? Fransızca’da birçok Lâtin kelimeleri var; İngilizce’de birçok Fransız kelimeleri olduğu gi­ bi.. > Yazarlar bu kelimeleri kullanıyorlar. Fakat İngilizler bu Fransızca kelimeleri Fransız grameri kaide­ leriyle değil, sırf İngiliz kaidelerine göre kullanmı­ yorlar mı? Bizim bu hâlimiz, lisan meselesinden çıkı­ yor da âdetâ bir esâret oluyor. İnsan konuşduğu, yaz­ dığı dile hâkim olmazsa neye hükmedebilir?». «İşte bu nüvedir kî, mürûr-u zamanla ve muhte­ lif avarız ve şerait te’siri altında genişlemiş, derinleş­ miş, yükselmiş, uzamış ve bugünkü bülend ve muh­ teşem Türk varlığının temelini teşkil eden milliyet fikrini doğurmuşdur.» Ahmed Hikmet’in öğretmenlik mesleğinin özelli­ ği. en küçük noktalan bile araştırmalarıyla aydınla­ tarak, dersin sınırlı çerçevesiyle kayıdlı olmayıp, tak­ ririne serbestlik vererek ve öğrencisiyle yakından il­ gilenerek öğretimine bir çekicilik kazandırmasında idi. 48


Bu öğretimi, kendisinin çok ilgilendiği ve devamlı çalışdığı bir konu ve alan içinde bulunduğu için, öğ­ rencilerine büyük yarar sağlamışdır. Ahmed Hikmet’in Galatasaray Sultanisi’ndeki öğ­ rencilerinden, Türk edebiyat târihinin hatip ve şâir olarak iki ünlü ve üstün şahsiyeti Hamdullah Suphi Tanrıöver ile Ahmed Hâşim’in öğretmenleri hakkmdaki yazıları, büyük Türkçü Müftüoğlu’nu yakından ve özellikleriyle tanıtmakda büyük değer taşımakdadır. Türkocakları’nm kuruluşu ve Türk milletine, Türk yuıduna yapdığı büyük hizmetler yolunda sonsuz ça­ balar harcayarak edebiyâtımızda ve Millî Mücâdele Târihimizde şerefli ve seçkin bir mevki kazanmış Hatîb Hamdullah Subhî Tanrıöver’in bilinmeyen bir de­ ğerli san’at yönü de, mizah yazarlığıdır. Kültür ve Tu­ rizm Bakanlığı’nca yayımlanan biyografisinde ilk ön­ ce tarafımızdan ayrıntılarıyla gün ışığına çıkarılan Hatîb Hamdullah Subhî’nin bu değerli mizah yazıları arasında bulunan bir ilginç parça, (Ahmed Hikmet Bey) başlığını taşımakdadır.34 Hamdullah Subhî Bey’in Başyazar, Haşan Vâsıf Bey’in Müdür olarak çıkardıkları (14 Teşrinievvel 1324 -14 Mayıs 1325, 24 Sayı), (DAVUL) haftalık edebî mi­ zah dergisinde, Hamdullah Subhî adının ilk harflerin­ den oluşan (Ha-Sad), (Münekkid), (Toplu-iğne), (Siv­ risinek), (Keçi Boynuzu) v.b. gibi değişik takma ad­ larla da yazılar yazdığı anlaşılan Tanrıöver, (Vur 2-4. Münekkid (Hamdullah Subhî’nin takma adı) : Vur Abalıya, Ahmed Hikmet Bey, Da\ul haftalık mizah dergisi, 11 Mart 1324 Çarşanba, Nu. 19, ss. 9-11. Ayrıca Ahmed Hikmet Bey’in büyük boy bir karikatürü.

49


Abalıya) sütununda her hafta, devrin şâir, yazar, dev­ let adamı v.b. gibi ünlü kimselerinden birini konu seçmiş, hicvetmişdir. Ahmed Hikmet Bey Bugün size Edebiyâf-ı Cedîde’nin en dikkate değer sîmâiarmdan biri olan Ahmed Hikmet Bey’den bah­ sedeceğiz. Ahmed Hikmet Bey’in edebî özelliğini in­ celemeden önce, size şahsını tanıtmak, yazılarının resmîlik ve ağır başlılık perdesi arkasında gizlenen harîm ve samimî yüzünü size göstermek isteyoruz. Bundan sekiz yıl önce Mekteb-i Sultanî’niıı (Galata­ saray’ın) dördüncü sınıfında muhterem muharrirle karşıkarşıya bulunmuşduk. Hangi vesiyle ile olduğu­ nu hatırlayamıyoruz. Bir konu bizi, Türklerle Avru­ palIlar arasında duygu ve düşünce bakımından bir uyumluk, birbirine alışkanlık bulunup bulunmadığına dâir uzun bir tartışmaya sürüklemişdi; hocamız diyor­ du k i : Türkler hiçbir zaman bir Avrupalı gibi düşüne­ mez, hissedemez. Hepimiz şaşırmışdjk. Umûmî bir inanış ile bunun aksini söylüyorduk. Hattâ öyle sanıyorduk ki içimizde, ruhumuzun pek derin bir köşesinde yüzyıllardanberi atalarımızdan süregelmiş olan bir Türklük korkusu olmakla beraber kalbimizde iz bırakan her his, fikri­ mizde uyanan bütün düşünceler bizim Asya'dan çok Avrupa’nın çocukları olduğumuzu isbâta tamamen kâfidir. Birkaçımız birden i’tirâz ettik: Ahmed Hik­ met Bey okulun eski döşemelerini titreten bir kuvvet­ le ayaklarını yere vurdu, en yüksek sesiyle haykırdı? 50


Bir Türk, bir operayı anladım derse, efendiler, o adam ya bir ahmak, ya bir yalancıdır. Biz zurnadan anlarız; operadan anlamayız. Hepimiz susmuşduk. Bu her nevi’ tahminin üstün­ deydi. Hocamız devam etti: Her sene yazın Mısır’dan buraya gelen ... Annesi, yalısının bahçesinde akşamları zurna çaldırıyor; an­ ladınız mı? Karga Ali (bu arkadaşlarımızdan birine verdiği­ miz addır) i’tirâz etti : Bu, hiçbir şey göstermez efendim, bu bir hususi zevkdir. Umûmun hisleri için bir ölçü oîamaz. Hocamız ne karşılık verecekdi, bir saniye bunu bekledik. — Oturunuz, dinleyiniz! Efendiler dedi, biz Av­ rupalIların mûsikîsini, edebiyâtını anlamak değil, hattâ elbiselerini bile adamakıllı giyenleyiz; her ta­ rafımızdan dökülür, rahatsız oluruz. O elbiseler bi­ zim kalıbımıza uymaz, yürüyüşümüzü şaşırırız. Anla­ dınız mı efendiler? Biri sordu : Pekiy ne giyelim efendim? Ne giyeceğiz? Bacaklarımıza şalvar, sırtımıza aba, kafamıza külah!! Hayretten hayrete düşüyorduk. Bütün arkadaşlar ağzımız yarıya kadar açılmış, o devam etti: Evlerimize gider gitmez, yakalığı bir tarafa, ce­ keti, pantolonu bir taraf a atmamız isbat eder ki yet­ miş senedenberi buna alışamadık ve alışamıyacağız? 51


İT

Elbiselerini giyemediğimiz adamların düşüncelerini, duygularını benimser isek kimi aldatırız? Kendimizi... Karga Ali tekrar i’tirâz etti: — Efendim her kes üçüncü sınıfın ... hocası ... Efendi değil ki elbiseler üstünden dökülsün. Biz her gün sokaklarda bir takım adamlara rast geliyoruz ki en şık Avrupalılar gibi giyiniyorlar. Elbiseleri üstlerin­ den dökülmüyor. — Susunuz, dedi, ben sizin hocamzım. Söylediğim söze inanmanız lâzım gelir. Karga Ali : — Aslâ, dedi, hocanın her sözüne inanmak lâ­ zım gelmez. Doğru söylerse pek âlâ... Söylemezse as­ la... Ahmed Hikmet Bey, sınıfın döşeme şiddetle bir tekme vurduktan sonra*.

tahtalarına

— Buraya gel, dedi, çabuk.. Buraya!.. Yüzü sapsan olmuşdu. Hepimiz çarpıntı içinde idik. Ali, anfite-atrdan yavaş yavaş indi. Hocaya yak­ laşır yaklaşmaz, Hikmet Bey sol ayağı üstüne basa­ rak sağ ayağıyla bir tekme savurdu ki, hepimiz bir sâniye içinde hocanın her sözüne inanmak lâzım gel­ diğine inanmışdık ve sol ayağının basdığı yeri mer­ kez edinerek diğer ayağıyla havada bir dâire çizdi. Cenâb-ı Hakka bin şükür ki zavallı Ali bu dâirenin dışında kalmışdi: Kapıyı açarak dışarı kaçdı ve bir muhakkak ölümden kurtuldu. Dersden sonra hepimiz kendisini tebrik ettik î 52


— Allaha bin şükür.. Eğer tekme rast geleydi karga-büken yemiş gibi öbür dünyaya giderdin.. Aziz hanım okuyucular.. Bey okuyucular! Bu uzun mukaddemeyi niyçün yazdığımı şimdi anlayacaksınız! Şu vak’a ile Ahmed Hikmet Bey’in yeğeni arasında ga­ yet sıkı bir ilişki vardır. Herkesin yeğeni Avrupa’da bir şey öğrenerek geldiği hâlde niyçün Ahmed Hikmet Bey’in «Yeğeni» hiç birşey öğrenmeden geldi. Kanı aşa­ ğı insin diye ayağını, parmaklarını pamuklara sara­ rak, karyolaya dayayıp da niyçün ev halkının aklını başlarından aldı? Aşçı İbiş’in bıyıklarını tıraş edece­ ğim diye kendini yanmış odunla kovalatarak ailesini telâşa düşürdü? Bunu mahsus yazılmış bir gülünç hikâye olmak üzere almayınız. Bunun asıl sebebini, Ahmed Hikmet Bey’in «Türkler Avrupalılaşamaz» inanışında arayı­ nız. Hattâ kendisi sebeblerini söylemiyor mu? Biz pilâvı yemeğin sonunda yeriz, AvrupalIlar ba­ şında.. Biz iyi halıları yere koruz, onlar dıvara.. Biz yazıya sağdan başlarız, onlar soldan*. O hâlde bütün bu mühim, değişdirilmesi imkânsız şiddetli sebeblerden ötürü Avrupa’ya giden «Yeğenler»buraya geldikleri vakit Aşçı İbiş’den dayak yer, ev halkının aklını alırlar... Onları ayran gibi apışdırmak için Zonguldak’a göndermelidir. Şimdi asıl mesele burada: Ahmed Hikmet Bey son olaylara karşı ne düşünüyor? Türklerin Avrupalılaşmak için girişilen yenilik hareketleri onda ne gibi fikirler meydana getiriyor? izninizle bu sorulara biz karşılık verelim: 53


Ahmed Hikmet Bey bunların bir olumlu sonuca erişeceğine inanmamakdadır. Bacağımıza şalvar, sır­ tımıza aba, kafamıza külah kiymedikçe.. Mûsikîmizi zurnaya hasretmedikçe adam olmak yolunu tutmuş olmayız. Hattâ bunun için memleketin hâlini merha­ mete muhtaç buldu. Ve Yeni Gazete’nin üç ay önceki bir sayısında bu memleketi kurtarması için Cenâb-ı Hakka bütün Türklüğüyle, en su katılmamış Türkçesiyle yalvardı.. Yakardı. Tamamen çıkmaz bir yola saptığımıza inanmış ol­ duğundan (Meşrutiyet) inkılâbımız hakkmdaki fikri, bizi böyle duaya muhtaç görmekden ibarettir. İşte Ah­ med Hikmet Bey’in son olaylar hakkında ilk ve son fikri. Ahmed Hikmet’in Galatasaray’daki öğretmenlik yılları ile ilgili en güzel ve ilginç bir yazı, yine öğren­ cilerinden biri olan ünlü şâir Ahmed Hâşim’indir. (1000 Temel Eser) serisi içinde Profesör Mehmed Kaplan tarafından titizlikle hazırlanıp Millî Eğitim Bakanlığı’nca yayımlanan Bize Göre eserindeki yazı şu­ dur :3:' AHMED HİKMET Türkocağı’nda aziz hâtırası anılan Ahmed Hikmet, büyük bir san’atkâr olduğu kadar, eşsiz bir öğretmen idi. Galatasaray Lisesinde, yirmiiki yirmiiiç sene ev­ vel onu dinlemiş bulunanlardan biri olmakla iftihar ediyorum. Asil çehresi, mahrem ve ilhamlı konuşma­ 35. Ahmed Hâşim: (Bize G öre), (Gurebâhâne-i Laklakan), (Frank­ furt Seyahatnamesi), (100C Temel Eser) Nu. 17, İstanbul 1969, ss. 47-49.

54


sı, ona üzerimizde nâdir bir tesir gücü vermişdi. Nice yüksek ehliyetleri üzüntüye düşürmüş olan şu konu­ suz edebiyat dersine kıymet ve mânâ veren ilk ve son insan, benim için, Ahmed Hikmet oîmuşdur. Ahmed Hikmet’in edebiyat dersleri iddiasızdı. He­ nüz bıyıkları terlememiş dinleyicilerine Türkçeyi doğ­ ru yazmağı öğretmekden daha yüksek bir gayesi yok gibiydi. Fakat üstadın asıl dersleri, basit üslûp kaide­ lerini anlatırken, konu dışı söylediği sözlerin içinde gizli idi. O zaman kelimelerin arasından garip bir şa­ fak sökerdi ve ruhlarımızı tatlı bir aydınlığa boğardı. Bu kıymetsiz satırlara, onun alevinden uzak bir akis verebilmek ümidiyle, hatırımda kalan fikirlerin­ den birini hürmetle naklediyorum: Bir gün bize bilmem neden bahsederken, demişdi k i : «Fikrin şekilden evvel hazırlandığı hissini veren eserlerden şiir mucizesinin var olmasına imkân yokdur Ahenk ve kafiyenin tesadüflerinden doğmayan fikirler, san’atâ mal edilemez.» Senelerden sonra, Sorbonne profesörlerinden ve asrın en büyük filozoflarından Chartier’nin bir kita­ bında te'yidini bulduğum bu görüııüşde basit fikir, bizde Tevfik Fikret, Fransa’da Sully Prudhomme nev’indeıı ahlâkî, sosyal ve felsefî şâirlerin, taşıdıkları ko­ ca kanatlara rağmen, bir türlü göğe havalanamayışlarının sır ve hikmetini bana daha o zamandan izah etmiş oldu. Bu fikir, aynı zamanda, bana, san’at vadi­ sinde övünmekten iğrenmeği de öğretti. Alıklığın ya­ yılmasına karşı rûhu korumak için, hayat beni, şim­ diye kadar daha te'sirli ve daha sıhhî bir düsturun mevcud olduğundan haberdar edememişdir. 55


Ahmed Hikmet’in Galatasaray’daki öğretmenliği, ailesiyle ilgili bir olaydan ötürü dargın bulunduğu Tev­ fik Fikret’in 20 Kânûnuevvel 1324 (1909) günü, o oku­ la müdür getirilmesiyle sona ermişdir. Ahmed Hikmet daha sonra, Mâbeyn Kâtibliği’ııe ta’yin olunan Hâlid Ziya Uşaklıgil’deıı boş kalan İs­ tanbul Dârülfünûn’u Edebiyat Fakültesi Alman ve Fransız Edebiyatı Târihi kürsüsüne profesör gelmişdir.

1910’dan 1912 Eylül’üne - Budapeşte Başkonsolos­ luğuna gitmesine - kadar üniversite profesörlüğü de yapan Ahmed Hikmet, öğretmenlik mesleğinden çok büyük memnunluk duyduğunu bütün yakınlarına her zaman tekrarlamışdır. Bu yılların Ahmed Hikmet’ini anlatan ve onun de­ ğerli hâtıralarını canlandıran satırları, büyük edib Hâlid Ziyâ Uşaklıgil’in (Kırk Yıl) adlı değerli eserin­ de buluyoruz :36 «İdarenin can sıkan, zihni yoran işlerinden kurtu­ lur kurtulmaz, Kalemin huzur defterini imza etmek vazifesi de bitince, fırlar çıkardım; o gün matbaaya kadar uzanmak arzusu galebe çalmazsa, kışm fena havalarında doğrudan doğruya eve giderdim. Bahar ve yaz günleri İdâre ile ev arasında ya yolda şuraya buraya uğrayıp ilişmek, yâhud büyük caddede dolaş­ mak en büyük zevklerimden birini teşkil ederdi; fakat sayfiyeye gitmek âdetine tebaiyetten, evin semti bizi müstağni bıraktığı için, kendime göre bir sayfiye iııtihab etmişdim: Bahar da Taksim, yazın Tepebaşı Bah­ çeleri...» 36.- Hâlid Ziya Uşaklıgil : Kırk Yıl, İstanbul 1936, C.V., ss. 70-76

56


«... Bu bahçelerde adetâ sevişdiklerimle buluşmak için bir mev’id-i mülâkat verilmiş gibiydi. Bu meyanda Edebiyât-ı Cedide ile taallüklerine binaen Safvetl Ziya ile Ahmed Hikmet’i yâd edeceğim. Biri «Salon Köşesinde», İkincisi «Hâristan ve Gülistan» ile edebi­ yat âlemine sıkı sıkı Dağlanmış oldukları gibi, me’* muriyet hayatına daha sıkı bağlarla bağlıydılar.» «Safvetî Ziya bir aralık, galiba mizacının hiffeti sebebiyle kaybettiği Sadrıâzâm damadlığı sırasında Şûrây-i Devlet âzâhğmda tutunmuş, diğeri Hâriciye’de şehbenderlik işlerinin başlıca hülefasmdan olmuşdu.» «Daha sıkı râbıtalarla dedim, bu tâbir Ahmed Hik­ met için pek doğru idi. Safvetî Ziya için tashihe muhtaçdır. O hayatta, son seneleri istisnâ edilirse, herşeye gayet gevşek râbıtalarla bağlıydı...» «... Ahmed Hikmet de Kaleminden çıkdıkdan son­ ra gelip bizi bulmakda acele ederdi. Acele kelimesini kullanırken onun telâşîa, sanki hemen ilk dakikada bulamıyacak olursa bir daha bulmak imkânı zuhur etmiyecekmiş endişesiyle, âdetâ koşarak, fıldır fıldır etrâfa göz gezdirerek bahçeye girişini görüyorum. Bü­ tün mevcudiyeti sinirlerinin mahkûmu olan bu adam, herşeyde acelenin bir timsâli gibiydi. Halbuki bizi bu­ lamamasına, kalabalığın içinde kaçırmasına imkân da yokdu; bahçe müdavimleri arasında ben de evvel ge­ lenlerden biri olduğum için hemen dâimâ aynı masa­ yı işgal ederdim. Ve bu masa orkestra mahalliyle, ça­ lınacak parçaları gösteren levhanın arasında bulunu­ yordu.» «Ahmed Hikmet söylemekden ziyâde dinlemeğe meyyaldi; fakat söylerken ağzından çıkan sözlerden ziyâde, ellerinin gayet kalabalık, etrafı dolduracak ka­ 57


dar geniş işaretleri vardı ve kendi kendisine lâkırdısı­ nın heyecan vermesi lâzım geleceğine hükmettiği yer­ lerde, tâkib olunamıyacak derecede çevik bir hare­ ketle sağ elini göğsüne çarpışları olurdu; ve o zaman elinin her çarpışma ref akat eden bir kesik kesik gü­ lüşü vardı.» «Bu hareket o kadar mu’tâdıydı ve o esnâda her vakitkinden o kadar fazla sevimli olurdu ki ben da­ yanamaz, onunla beraber sanki teheyyüc ederek gül­ meğe başlar, bir yandan da göğsüne vuran elini zapteclerek: < derdim.

— Şu sînezenlikdeıı vaz geç de öyle konuşalım!...»

«... Bir gün Ahmed Hikmet, her vakitten daha faz­ la bir aceleyle, bir telâşla bahçeye girdi ve bize ko­ şarak, Safvetı Ziya’nm bir hikâyesini keserek : — Ne oldu? diye sordu. «Bu sual bana irad ediliyordu. Hayretle yüzüne bakdım : «— Ne, ne oldu? dedim.» «Soluk soluğa: — H. Nâzım’la*, A. Nâdir** ne için Servet-i Fünûn’dan çekilmişler? Ne için (Ma’lumât)’a gitmişler? diye sualini itmam etti.» t*) (H. Nâzım), Servet-i Fünûn Edebiyâtı’nın tanınmış şahsiyet­ lerinden Ahmed Beşid Eey (1870-1956)’dir. Ekrem ve Cemâl Reşid Rey Beylerin babasıdır. Onun şairliğini unutsak bile, Ferik Hâdi, Reşad Hâlis ve Riza Tevfik gibilerin imzaladık­ ları Sevr paçavrasını imzâ edemiyeceğini bildirerek Dâhiliye Nâzırlığı’ndan ve Murahhaslık’dan isti’fâsmı, Türk milliyet­ çileri dâima takdir ve şükranla hatırlamalı ve annıalıdır. (**) (Ayın Nâdir), Nâmık Kemâl’in oğlu Ali Ekrem Bolayır (1867 - 1937) ’m takma adıdır.

58


«Hiçbir şeyden ma lûmatım yokdu:» «— Kat’iyyen haberim yok! dedim. Sonra bu ha­ berin bende hâsıl ettiği te’siri tefsir ederek: — Pek ga­ ribi.. diye ilâve ettim.» «O zaman Ahmed Hikmet oturdu ve sinezenliğine arasıra avdet ederek coşdu: Hiç garib değil! Ben bunu zâten bekliyordum. Beklemediğim bir şey varsa o da Malûmât’a gitmiş olmalarıdır.» «Ahmed Hikmet’in o sıralarda Fikret’le araları pek açıkdı, hattâ dargındılar. Onun için bütün fıfratinin, iktidarının yüksekliğine hayranlığından hiç bir zerre kaybetnıiyerek, tâ mektebde refakat hâtıralarını bile unutmaksızın, Fikret’in hiddetle hücîıma, tenkid ve muahezeye meyyal mizacından şikâyet eder, muhibbâııe olmakdan hâli kalmayan bir lisanla, bunlardan ta­ zallüm ederdi.» «Bu dargınlığa, daha doğrusu birikmiş infiallerin taşmasına vesiyle olan, Fikret’in hemşiresinin vefat etmiş olmasıydı. O zaman Sadrıâzam Halil Rifat Pa­ şa’nm Mühürdâr’ı ve Ahmed Hikmet’in büyük bira­ deri olan Refik Bey, Fikret’in eniştesi idi. Nasılsa ka­ yınlarla eniştelerin birbirine lâyıkıyle ısınmış olmala­ rı nadiren görülen şeylerden olduğu için, Fikret de eniştesine kalben pek yakm değildi. Bunu bilen Refik Bey, zannetmem ki aynî hisle mukabele etmiş olsun, her hâlde aynı hissi taşıyorsa bile bunu açığa vurmamışdı. Fikret, hemşiresinin vefatından doğan acısını tefsir eden bir mersiye yazmış ve o acının te’siriyle olacak, bunda eniştesini gücendirecek bir lisan kullanmışdı.» «Bugün de bu ayrılış hâdisesine sebeb olarak Fik­ ret'i gösterirken, onun yalnız hırçınlığından, önüne 59


geçen herkese, en yakın dostlarından başlayarak, hü­ cum için vesiyle bulan didişkenliğinden bahsetti; mut­ laka Ali Ekrem’i değilse bile, Ahmed Reşid i gücen­ dirmiş olacağına hüküm verdi.» «Ben vak’anın 11e başlangıcına, ne cereyanına vâ­ kıf olmadığım, fakat Ahmed Hikmet’in verdiği hükme de temayül etmemek için bir sebeb bulamadığımdan yalnız dedim k i : «— Hayatta sevişmek, alâkadarların birbirine kar­ şılıklı müsaadeler yapmasına, yaklaşma noktasını bu­ labilmek maksadiyle fâsılalan silmesine bağlıdır. Fik­ ret’in bahsolunan ve şikâyet edilen halleri, onu sevdi­ ren meziyetlerinden bir zerre eksiltmez, hattâ insaf­ la bakılınca, onu mizacına âid bir yapılışın esası bir kere kabul edilmiş bulununca, bunlar o meziyetlerin bir kuvve-i müeyyidesidir.» «Ahmed Hikmet’in verdiği haber doğru çıkdı. H. Nâzım ve A. Nâdir, Edebiyât-ı Cedîde’nin başlıca er­ kânından olmak sıfatından hiçbir zaman için ayrıl­ madan, «Servet-i Fünûn» intisabından ayrılmış oldu­ lar Bunun sebebi, az çok Ahmed Hikmet’in nazariyesiyle belki kabil-i izah olur.» İlkönce, her ikisinin de Ahmed Hikmet - Tevfik Fikret yakın dostu ve arkadaDargmlığı şı bulunan, ünlü edib Hâlid Ziya Uşaklıgil ta­ rafından değinilen (Ahmed Hikmet - Tevfik Fikret Dargınlığı) olayını, bir ayrı bölüm hâlinde eserinde inceleyen araşdırıcı, değerli edebiyat târihçisi Kenan Akyüz olmuşdur.37 37. Kenan A k yü z: Tevfik Fikret, Sakarya Basımevi, Ankara 1947, SS. 80 - 83.

60


Kenan Akyüz, (Tevfik Fikret) adlı araşdırmasmm (Kizkardeşinin Ölümü) ve (Ahmed Hikmetle Dargın­ lık) bölümlerinde konuya geniş yer vermekde ve Ah­ med Hikmet’in, Tevfik Fikret’le olan dargınlığında haklı bulunuşunu belirtmekdedir. Yazar eserinde, ge­ nellikle Fikret için objektif kalamadığı hâlde, dargın­ lık konusunda Ahmed Hikmet’i haklı görmek gerçe­ ğini teslim etmekdedir. Fikret’in şiirinde çok ağır bir dil kullandığını, kızkardeşinin ölümünü Müftüoğlu âilesine düşmesinde gördüğünü, örnek aldığı mısra’larla belirttikden son­ ra şunları söylemekdedir:

«... Fakat asıl büyük hakaretler Refik Bey’in üze­ rinde toplanır... Bunun üzerine tabiî olarak, Ahmed Hikmet’le araları açıldı, darıldılar. Barışdıklarmı bil­ diren bir söylenti yokdur. Ancak, bu dargınlığın aşın ve çirkin tezahürleri olmamışdır. Esâsen Ahmed Hik­ met çok nâzik, terbiyeli ve saygılı bir adamdı. Bu say­ gısını Fikret’ten de esirgemiş değildir. Fakat ona kar­ şı içinden çok kırgın olduğu, fırsat düştükçe ona hü­ cum etmekden de geri kalmamasından anlaşılmakdadır.» Akyüz daha sonra, rahmetli hocam Dr. Mazhar Osman Uzman’m konuya ilişkin bir hâtırasını aktarı­ yor ki, öneminden ötürü bunu asıl kaynağından ta­ mamlayarak biz de buraya alıyoruz ı38

«...Hekim oldukdan sonra birçoğu ile tanışdım, dost oldum, derece derece mahremiyetlerine girdim. Hepsinden hararetli teveccüh ve dostluk gördüm. 38. Dr. Mazhar Osman Uzman : Tevfik Fikret’le Çalışdığmı Za­ mana Âid Hâtıralar, Yeşilay Dergisi, 1944, Sayı: 135, s. 4.

61


Abdıilhak Hâmid’ler, Süleyman Nazif’ler, Tevfik Fikret’ler, Ahmed Hikmet’ler, Cenab Şahabeddin’ler, Ali Ekrem’ler, Hüseyin Suad’Iar hâtıralarını dâima hürmetle ta’zizettiğim dostlarımdı.» «Berlin’de idik. Meşrûtiyet İnkılâbı’ndan sonra halkımızın birçoğu o zamana kadar yasak olan Avru­ pa’yı görmeğe ya tek tek veyâ grup hâlinde geliyor­ du, Grup hâlinde gelenler, gittikleri yerden daha çok istifâde eder tabiî... İyi gezerler, önlerine kılavuzlar konur-, fabrikaları, müesseseler! çok iyi görürler. Böy­ le bir grup Almanya’ya gelmişdi. Berlin’deki Ataşemiİllerimiz, Hürriyet Kahramanı Binbaşı Enver Bey’di. Ben de ihtisâsımı ilerletmek için Müııich’de ve Berlin’­ de bulunuyordum. Türk kolonisi, memleketten gelen bu misafirleri Wansee Gölü üzerinde gezdirdiler. Gece zi­ yafetleri tertip ettiler. Gelen hey’ette Hüseyin Câhid, İsmail Müştak, Ahmed Hikmet ve daha birçok kimse­ ler vardı.» «Bu gece resepsiyonunda, Almanya’da musikiye çalışan gençlerimizden rahmetli Süreyya, piyano ile güzel parçalar çaldı. Hattâ millî gösterilere coşkunluk verdiren bir iki parça Türk musikisinden de vardı. O sırada herkes biraz da şiir istediler. (Sis) diye bağrışdılar. İsmail Müştak (Mayakon) ayağa kalkdı. Kendi­ ne mahsus, fevkelâde âhenkli bir sesle (Sis) ’i tekrar dinletti. Coşkunluklar, alkışlar ölçüsüzdü. Arkadan (Târih-i Kadîm) istendi... İsmail Müştak onu da okur­ ken, birdenbire bir ses yükseldi. B iri: «Burası Alman­ ya’dır; bu eser din ve cemiyet aleyhindedir. Sosyalist* lik telkin eden böyle bir manzûme burada okuna­ maz!» diye bağırdı. Bu yükselen ses, (Hâristan ve Gü­ listan) mübdii, Budapeşte Şehbenderimiz Ahmed Hikmet’indi.» 62


I

Ahmed Hikmet’in ölümünün 25. Yıldönümü’nde kadirbilir bir GalatasaraylI yazarın, Fikret Âdil (19015 Haziran 1973)’in (fa) kısaltılmış takma imzasıyla ya­ yımladığı değerli yazısında bu dargınlığına da değini­ lerek şu bilgiler verilmektedir :39 «... Tevfik Fikret ile aralarında bir dargınlık olacakdır. Sebebi Tevfik Fikret’in hemşiresinin vefatıdır. Ahmed Hikmet’in ağabeysi Tevfik Fikret’in eniştesi idi. Hemşiresi vefat ettiği zaman, eniştesini bu ölüm­ den mes’ul eden bir infialle, «Hemşirem İçin» isimli ve «Elbet sefil olursa kadın alçalır beşer» meşhur mıs­ raını taşıyan manzûmesini yazmışdı. Ahmed Hikmet’in mektebde kendisiyle arkadaşlık eden Tevfik Fikret ile bu dargınlığı, Tevfik Fikret’in Mekteb i Sultânı Müdür!üğii’ne geldiği zaman oradan ayrılmasına da sebeb oîacakdı. Çünkü Ahmed Hikmet, 1898’de Galatasaray’a Türkçe ve Edebiyat hocası olmuşdu. 1909’a kadar da devam etmişdi. Sonra Dârülfünûn’â, Alman ve Fransız Edebiyâtı Târihi Profesörü oldu. 1912’ye kadar da ora­ da kaldı. İşte Ahmed Hikmet, bu devrede yazı dilinin sâdeleşmesi, Arabî ve Fârisî kaidelerinin kaldırılması için düşünmeğe ve faâliyete başlamışdır.

... Hakikî mânâsıyla Müslüman olan Ahmed Hik­ met Kur’an’ın Türkçeye tercümesini de istiyordu. Hat­ tâ buna teşebbüs etmiş fakat bu iş için yirmi, yirmibeş sene çalışmak gerektiğini ve yeniden girdiği Hâri­ 29. fa (Fikret Âdil) : Ahmed Hikmet, Yeni İstanbul, 19 Mayıs 1952 Pazartesi, Yıl : 3 Sayı: 897, s. 2.

63


ciye mesleğinin bu vakti ayırmasına engel olduğunu görerek vazgeçmişdi. Yalnız, (Resimli Gazete)’deki bir makalesinden onun (Besmele)’yi şöyle tercüme etti­ ğini anlıyoruz: «Esirgeyici yargılayıcı Tanrının adıyla» Demek Ahmed Hikmet, Kur’an’m Türkçeye tercü­ me edilmesinde mahzur olmadığını daha o zamandan ileri sürmüş bulunuyor. Bugünün mürteci’leri için ne büyük ibret!» «...Eserlerinin çoğu, Türk harfleriyle dahi kitab hâline gelmiş değildir. Hattâ bir kısmı eski harflerle de kitab hâlinde toplanmamışdır. Buna mukabil, bir kısım hikâyeleri Almanca ve Macarcaya tercüme edilmişdir.»

İnsafla tahlil edildiğinde görülmektedir k i: (Elbet sefil olursa kadın alçalır beşer) gibi değerli birkaç mısraı ile edebî değeri bir yana, bu şiir, tertemiz yüzlere haksız­ ca yağdırılan bir iftira ve çirkef yağmurudur. Dargmîığa Yolaçan Şiir

Çok kibar, nâzik ve terbiyeli bir insan olan ve ailesini, eşi Sıdıka Hanım’ı çok seven Refik Bey için Kayınbiraderi Fikret’in hırçın, didişken, hasta rûhundan taşan bu haksız saldırı, edebiyat târihimizin bir önemli belgesidir. Ahmed Hikmet - Tevfik Fikret Dar­ gınlığı kördüğümünü, Ahmed Hikmet’in lehine çözen bu şiirin tamamı şudur :40 40. Tevfik Fikret: Rebâb-ı Şikeste, İstanbul 1326 (1910), Tanin Matbaası, ss. 284 - 288.

64


Hemşirem

İçin — Nineme: —

Biz çocukduk. seni defneylediler Bî vefa kumlara bi-kayd eller. O zamandanberi müştak ve zebun, Ne zaman kıbleye dönsem dilhun Seni bir mahfede püyan görürüm? Sonra kumlarda perişan görürüm. Bir diken belki delil-i kabrin, Develer belki ziyaretçilerin? Kimbilir, belki de, pâmâl-i gubar, Ne diken var ne ziyaret, ne mezar? Ne de sen... Bense bu gün derdimle Seni inletmeğe geldim, dinle. Dinle her nerde isen, her ne isen? Toz, bulut, ruh, melek, taş, ya diken? Bunların hepsi giryan edecek Bir cinayet ki bu... Cinayet gerçek! Bir cinayet ki kavanin, edyan Koymamış ismini? lâkin vicdan, O büyük hâkim. O kanun-u mübin Veriyor hükmünü: Lanet! Nefrin! Bu lanetiyle fakat muztarip mi vicdânm? Sorun fazileti tahkir eden esâfilden. Sorun tabiati terzil eden erâzilden? Bu lanetiyle, evet, muztarip mi vicdanın? Sorun şu ismeti tesmim eden o katilden. Zavallı kardeşim! İnsan tasavvur ettikçe Sonunda toprak olan sergüzeşt-i müellimini, Şu onsekiz senelik dehşet-i mezahimini, Tahammül etmiyor... Artık bu böyle gittikçe İçim zehirlenecek yâd edip mekârimini. 65


Koşardı pîş-i mehâsiııde dâima hevesin; Küçüklüğünde henüz mâii-i fezâildin; Ulûv-vi kalbe, ulûv-vi hayâle nâildin... En iptida bana telkin-i şî’r eden sensin; Çocukluğunla beraber zarif-ü âkildin. Zarif ve âkil idin, düşmesen bu âileye. Kalırdı belki kadmlıkda bir büyük yâdın, Yaşardı belki onun gölgesinde ahfâdm. Sen inmedin, seni indirdiler o mezbeleye; Sen ölmedin, seni öldürdüler, zavallı kadın! Öldürdüler... Bu hem de bu gün, şimdi olmadı; Çokdan gömüldü hüsn-ü şebâbın, zarafetin, Kalbin, kadınlığın, şerefin, istirahetin. Bir an didiklemekden o hâin yorulmadı, Bittin çamurlu tırnağı altında gılzetin. Tırnak, çamur, tokat... Bu senin kısmetin değil Ey ismet-i mübâreke, ey hüsn-ü zî hicab, Ey hande-i tulu’ hayâ, bikr-i gülnikab... Tırnak, çamur, tokat... Sonu bir ömr-ü mübtehil, Tırnak, çamur, tokat... Sonu mahv-ü ebed, türab! Elbet değil nasibi mezellet kadınlığın, Elbet değil melekliğin ümidi zulm-u şer; Elbet sefil olursa kadın alçalır beşer. Lâkin bu gün hep onlara âid yığın, yığın Endişeler, kederler, eziyyetler, iğneler! Bîçâre kardeşim, ezilip bittin, öyle mi? En sonra ezdiler seni, öldürdüler seni. Ben yıkmak istedim yapılırken bu medfeni»


Lâkin hata bırakmadı, muzlim, cehennemi, Bir kuvvetin elinde, müzehher fakat denî Bir kabr olan muhitine gördüm nüzulünü, Cebrî, sürüklenir gibi indin adım adım. Arkanda ben bu hâle, bilirler, çok ağladım. Kaldmdı bir ufukta ki hattâ ufulünü Islak nazarlarımla uzaktan selâmladım. Bilmem ki şimdi hangi tecelline ağlasak: Bir tâze mahvolub gidivermek, bu bir keder; Mahvolmanın sebebleri hep ayn darbeler; Lâkin bu tâzenin ebedî aşka müstahak Bir kalb iken ezilmesi.. Mahvolmadan beter! Bâzeıı felâketin de olurmuş hayırlısı : Kurtuldun işte lâhzada bin kere ölmeden. Öldürdüler fakat... Beni yalnız bu titreten; Ölmek değil, bu öldürülüş en kahırlısı; Çekdiklerinle muztaribim en ziyâde ben. Nâmınla, ey vücudunu tezlil eden sefil, Kaldır taşından olsun o jeııg-i hacaleti; Gölgen karartacak bu cebin-i şahadeti... Ey karha-i hayatı olan mel’anet, çekil, Toprakda bari inlemesin rûh-u ismeti. Siz toplanın başında bu na’ş-ı mükerremin, Siz, ey kadınlığın ebedî iştikâları, Ey za’f-u zilletin mütevehhiş bekaları; Siz toplanın* ve ağlaşalım... Siz, bu mâtemin En doğru, en yakın, en asıl âşinâları! — 17 Teşrinievvel 1318 — 67


Daha önce (Büyük Türkçü Müftüoğlu Ahmed Hik­ met) kitabımızda oldukça geniş yer verdiğimiz41 bu konu üzerindeki açıklama ve aydınlatma, değerli Türk şâiri Midhat Cemâl Kuntay tarafından yapılmışdır. Midhat Cemâl Kuntay, Ahmed Hikmet hakkmdaki kitabımız için yazdığı tanıtma yazısına,42 edebiyat târihimiz için son derece değer taşıyan bir belgeyi ek­ lemek lütfunda da bulunmuşdur. Bu yazı, yalnız (Ah­ med Hikmet - Tevfik Fikret Dargınlığı) olayını aydın­ latmakla kalmamış; aynı zamanda, Büyük Türkçü Müftüoğlu Ahmed Hikmet’in gelecek nesillere örnek olacak bir şeref tablosu hâlinde, yüce ahlâk ve karak­ terini de sergilemişdir. Kuntay’m, (Edebiyat Târihimizin İçyüzü: Çok lü­ zumlu Bir Kitab) başlıklı bu yazısını aynen sunuyo­ ruz : «Doktor Fethî Tevetoğlu, memlekete (Büyük Türk­ çü Müftüoğlu Ahmed Hikmet) isminde lüzumlu bir kitab verdi. Türkçenin hicrânını duyan, Türkçeyi ari­ yan ve Türkçeyi bulan Ahmed Hikmet Bey’i, bir kitab hâlinde verdiği için, müellife teşekkür etmek borcumuzdur. Ben, müellifin, hakkımdaki müsbet duygusunu gösteren bir ithaf fıkra ile bana gönderdiği eseri, iki türlü sevdim, kitabına ikinci basılışında kullanılma­ sına imkân hazırlamak ve Ahmed Hikmet’in büyük kıymetler önünde hususî öfkesini unuttuğunu iki ve­ 41. Dr. Fethi Tevetoğlu: Büyük Türkçü Müftüoğlu Ahmed Hik­ met, Millî Eğitim Basımevi, Ankara 1951, ss. 22-26. 42. Midhat Cemâl Kuntay: Edebiyat Târihimizin İçyüzü: Çok Lü­ zumlu Bir Kitab, Siyaset, 15 Şubat 1952, Sayı: 51, s. 4.

68


sika ile göstermek üzere bir 'mektubunu aynen ve bir makalesini kısmen buraya alıyorum. Tevfik Fikret’in kızkardeşi Sıdıka Hanım, Müftü­ oğlu Ahmed Hikmet’in büyük kardeşi Refik Bey’in eşi idi ve Sıdıka Hanım ölünce, kocası Refik Bey’e, (Hem­ şirem İçin) başlıklı şiirinde Fikret, şu mısralarla hü­ cum etmişdi: Zarîf-ü âkil idin; düşmesen bu âileye, Kalırdı, belki, kadmlıkda bir büyük yâdın, Yaşardı, belki onun gölgesinde ahfâdm. Sen inmedin, seni indirdiler o mezbeleye. Müftüoğlu Ahmed Hikmet Bey, Babası Yahyâ Se­ zai Efendi ailesinin «mezbele» ile kafiye yapılacak de­ recede hücuma uğramasına çok öfkelenmiş ve aşa­ ğıdaki mektubu yazmışdı. (Ahmed Hikmet Bey’in ya­ zısı ve imzasiyle ve kurşunkalemle olan bu mektub dosyamdadır) : «Sen, ne akreb tinet bir mahlûksun ki sana tesa­ düf felâketinde bulunanlar zehr-i nühûsetiııle dâğıdâr olurlar. «Berhayat olan bir zâta dâir olan tefevvühatına? tevcih-i sem idüb etmemek tenezzül ve tegafülü ona âiddir. Lâkin benim zâtıma mâ’tuf şân*ı âilem ise savtmın yükselemiyeceği bir mevki-i-pâk-ü-ulvîdedir. «Pederim Sezâi Efendi’ye müzâf olan âilemden ne istersin ki o aileyi mezbeleye takfiye etmekden utan­ mıyorsun? Vicdanın yoksa aklın, muhakemen de mi yok?.. Acaba ben de bir manzûmede öyle bir hezeyan edip sana âid bilcümle merhûmînin ervâhmı tâzib edemez miyim? Bu insanlık mıdır? Bu merdlik midir? 69


r < Her yerde birçok emsâîi göriiien enişte - kayın münâferet-i-âdiyesine, garaz-ı-şahsîsine bir âile nâmı neden karışsın? Herkesle beraber sen de bilirsin ki Yengem kocasını çıldırırcasına severdi ve yine o aşk ile zevcinin kucağında öldü. Ve sen de onu bir kerre hastalığında ziyaret etmedin. «Elbette hususiyât-ı ahvâline âid Yengemden işit­ tiğim, efrâd-ı-âilenden duyduğum bin türlü levsiyyât vardır ki onları bugün bir suretle enzâr-ı ağyâra koy­ mak işden değildir. Fakat ne âdilikdir. Ne alçaklıkdır. «Eyilikler, güzellikler varken, kötülükler, çirkin­ liklerle uğraşmağı şu mahdud hayat için beyhûde ad­ dederim. «Benim felsefem, etrafımda senin gibi nefretler ika’ ederek değil, hürmetler ibda’ eyliyerek yaşamakdır, ölmekdir. Sen ne kimseyi seversin, ne kimse seni sevebilir. Sen bir ucûbe-i-hilkatsm. İsti’dâdın gılzetedir. «Seni mahkeme-i-vicdân-ı-umûma havâle ederim. Allâh belânı versin.» Ahmed Hikmet 2 Eylül 324. Böyle bir mektub yazacak kadar (Hemşirem İçiıı) ünvanlı manzûmeye isyan eden Müftüoğlu Ahmed Hikmet Bey, Rübâb-ı Şikeste şâiri ölünce, «Düşünce» ismindeki mecmuada aynı şiirden mısralar seçerek be­ ğenmek büyüklüğünü gösteriyordu: 1318’de (Hemşirem İçin) ünvanlı mersiyede :

Koşardı plş-i-mehâsinde dâimâ hevesin; Küçüklüğünde henüz mâil-i-fezâildin; 70


Ulüv-vi-kalbe, ulüv-vi-hayâle naildin.. En ibtidâ bana telkin-i-şi’r eden sensin; Çocukluğunda beraber zarif-ü-âkildin diye hemşiresi için ağlıyordu. (Düşünce, s. 200).

Aynı mecmuadaki aynı yazının biraz aşağısında Fikret’in kıymetini anlamayanlara haykırıyordu: «Biz o kadir bilmezlere değil, gençliğe, şâkirdliğe, Sultanî’nin ismi var, cismi yok cemiyetine teessüf ede­ riz ki, mektebin salonuna Fikret’in bir tablosunu ko­ yacak kadar bile kadirşinas olamadı. Gelsinler, gör­ sünler, şu Robert Kolejden bir ders-i-intibah alsınlar, büyük kadri ne demekdir öğrensinler. Öyle zannede­ rim ki, bu memleketin Dârülfünün’u önüne tunçdan heykelini de bir gün Amerikalılar dikecek...» - (Dü­ şünce, s. 205.)

Müftüoğlu Ahmed Hikmet’in hiç bir yerde basıl­ mayan o mektubundan sonra (Düşünce) ’de basılan bu satırları, büyük şâiri, büyük Türkçünün ne kadar sev­ diğini gösterir. Ve dosyamdaki mektubun yukarıdaki kopyası ile, (Düşünce) mecmuasmdaki satırları, Dok­ tor Fethî Tevetoğlu’nun (Büyük Türkçü Müftüoğlu Ah­ med Hikmet) ismindeki eserine, yanyana konularak alınırsa, edebiyatımız, Ahmed Hikmet Bey hakkında bir vesika kazanır.» Ahmed Hikmet, yakın arkadaşAhmed Hikmet’in lanndan Alişaıızâde İsmail HakEvlenmesi kı Eldem'in kesinlikle açıkladı­ ğı târihe göre43, 1897 (1314 H.) 43. Alişanzâde İ.H. (İsmail Hakkı Alişan Eldem) : Aramızdan Kaybolanlar, İçtihad, 1 Eylül 1927, Y ıl: 23, Nu. 235, ss. 44794480.

N ot: Müftüoğlu Ahmed Hikmet'in yakın meslek ve gençlik ar­ kadaşlarından biri olan diplomat ve yazar İsmail Hakkı Ali-

71


yılında, Sakız Mutasarrıfı Reşid Paşa’nm kızı ve eski asker, İstanbul Meb’usu ve Nâfıa Vekillerinden Be­ hiç Erkin’in baldızı, Suad Hanım’la evlenmişdir. Bu evlenme, Ahmed Hikmet’in hem kişisel, hem edebî hayatında çok büyük tesirler yaratmıştır- Beste­ lenen şiirlerinden ve Millî Kütübhâne yazmaları ara­ sındaki Poti ve Pire’den yazılmış (Benim Küçücük Muhibbem) seslenişli özel mektublarmdan da anlaşıldığı gibi, büyük bir aşkla sevdiği eşi Suad Hanım, değerli san’atçınm gerçek ilham kaynaklarından biri olmuşduı*. 1926 - 1928 yıllarında Nâfıa Vekilliği yapan baca­ nağı Behiç Erkin, Ahmed Hikmet’in ölümünden son­ raki yıllarda onbir yıl Budapeşte Elçisi (1928- 1939) ve dört yıl Paris Büyükelçisi (1939 - 1943) ve bir dö­ nem Çankırı Meb’usu (1943- 1946) da olmuşdun Ah­ med Hikmet’in özel mektublan arasında bulduğumuz 10/11/926 tarihli, (Türkiye Cumhuriyeti Nâfıa Vekâ­ leti - Husûsî) antetli ve (Nâfıa Vekili Behiç) imzalı, zar­ fının üstünde de : (Meclis-i İdâre âzâsmdan Hikmet Bey efendi’ye) yazılı şu yazı, iki bacanak arasında çok samimî ilişkiler bulunduğunu göstermesi bakımından da ilginçdir :

Azizim Hikmet Beyefendi; Lütufnâme-i biraderîlerini aldım. Mösyö Weil ile görüşdüm. Hâlen Meclis-i İdâre âzâlığı münhal olma­ şan Eldem (1897-13 Mart 1944), Dışişlerine aynı yılda girdikle­ rini ve aynı yılda evlendiklerini yazmakdadır. Eşi Azize Hanım’la 1897’de evlenen Alişanzâde İsmail Hakkı Bey'in ilk evlâdı Galibe Hanım, rahmetli Fethi Okyar’ın eşidir. Alişanzâde’nin diğer üç evlâdı ise Vedad, Mimar Sedad ve Sa’di Hakkı Eldem beylerdir.

72


dığı cihetle sizi yeni Ticaret Kanunu mucibince Elektirik Şirketi’ne murâkıb yapmayı düşünüyor. Ve si­ zinle görüşmek istiyor. Ben avdetini haber veririm. Mamafih siz de avdetinde gidip kendisini görünüz. Şimdilik bu olsun. Ma’yişet tevessü’ etsin de âtiyen daha müsaid işler düşünürüz kardeşim efendim. Nâfıa Vekili Behiç Suad Hanım’la mutlu bir yuva kuran Ahmed Hik­ met’in yirmibeş yıl süren bu evliliklerinde, hiç çocuk­ ları olmamışsa da, ömürlerinin çeğrek yüzyılı, derin bir aşk, sevgi ve unutulmaz hâtıralarla süslüdür. Gezi hâtıralarını bizzat yazdığı - Millî Kütübhâııe’de bulunan - küçük defterlerinde rastladığımız samimî notlar, gördükleri yerleri, birlikde kaldıkları otelleri belirtirken kullandığı sözler, Ahmed Hikmet’in eşine ne derece romantik bir sevgiyle bağlı olduğunu açıklamakdadır. Özellikle Hâristan ve Gülistan’daki yazılarının pek çoğuna akseden duygu ve düşüncelerin; bu dönemde hikâyelerine seçdiği konuların gerçek kaynağının bu samimî aşk olduğu anlaşılmakdadır. İyi bir eğitim görmüş, geniş bir kültüre sâhib eşi Suad Hanım, Fransızca, İngilizce ve Almanca dillerine edebiyat ve gramerleriyle tam olarak vâkıfdı. Musiki­ ye düşkünlüğü de eşine derin bir haz vermişdir. Suad Hanım, Ahmed Hikmet’e birçok çalışmalarında yar­ dımcı olmuşdur. Kendi çocukları bulunmayan bu mut­ lu çiftin, Ahmed Hikmet’in yeğenlerini yetişdirmekde büyük bir ilgi gösterdiklerini, çaba harcadıklarını, 1949 73


da, Amerika’da San Antonio, Texas’da şahsen tanışdığım değerli ressam Hüseyin Hâlid Bey’den dinlemişdim.*

19 Nisan 1985’d Ahmed Hikmet’in hâne’ye satın alınarak kazanBestelenmiş Şiirleri dmlan (Müftüoğlu Ahmed Hikmet’e Âid Dokümanlar) <Millî Kütübhâne, Yazma Bölümü, A 5515) arasında bulduğumuz (Talebeliğime Âid Bâzı Mekteb Müsveddâtı) yazılı bir defter ile diğer müsvedde kâğıdlarında rastlanan — kendi el yazması — eserlerinden, Ah­ med Hikmet’in gençliğinde oldukça çok sayıda aşk ve hüzün şiirleri yazdığı meydana çıkmakdadır. {*) Burada bir hâtıramı nakletmeden kendimi alamıyacağım. 1949 yılı Eylûl’ünün çok sıcak bir günü, Amerika’da, Texas’m San Antonio şehrinde Fort Sam Houston Subay Kulübü yüz­ me havuzunda yıkanıyorduk. Diğer iki askerî doktor arka­ daşım, Ercümend Palabıyıkoğlu ve rahmetli Gazanfer Bin­ göl ile bu şehre geleli henüz üç gün olmuşdu. Havuza karşı olan oparlör: (Doktor Tevetoğlu, ziyaretçiniz var!) diyen sekreterin sesini aksettirirken, hayret ve heyecandan donakalmışdık. Bu şehirde benim ziyaretçim olamazdı, olsa da bu saatte beni burada bulamazdı. Bu kimdi? Heyecanla sudan çıkdım. Uzakdan orta boylu, giyinişi Amerikan, yüzü, sevimliliği Türk bir zat geliyordu. Beni ona göstermiş ola­ caklar ki, o yanıma doğru yürümeğe başladı. Temiz bir İstanbul şivesiyle-. «Hoş geldiniz, ben ressam Hüseyin Hâlid, Müftüoğlu Ahmed Hikmet Bey’in yeğeniyim» dedi. Şaşkınlı­ ğımı şimdi de hiçbir cümle anlatamaz. «Ağabeyim Hâmid, bana Türkiye’den muntazaman gazete gönderir. Dün gelen 19 Mayıs târihli Tasvir gazetesini buradaki Türkiyeli, Galata­ saray me’zunu dostum Lokantacı Manusoğlu Marko’ya götür­ müş, amucamm ölüm yılı dolayısı ile bir yazı da var, oku, demişdim. Marko, bu dcktor şimdi burada, dün radyo bu­ raya gelen üç askerî doktorun adını söyledi, birisi bu idi, dedi ve sizi Subay Kulübü’ne sordu, burada olduğunuzu öğren-

74


Daha önce, Fevziye Abdullah Tansel’in44 ve bizim45 dergilerde bulduğumuz Ahmed Hikmet’e âid şiirlerin sayısı parmakla sayılacak kadar azdır. Sedad Simavî’nin yayımladığı (İnci) dergisinde bulduğumuz (Dürrüşehvar Sultan) için yazdığı bir şiir46 ve (Yeni İn cir­ deki (Te’sir-i Bahar) manzumesi47 eklenince de yayım­ lanmış şiirlerin sayısı bir düzineyi geçmemektedir. Müftüoğlu Ahmed Hikmet, bu kadar az sayıda şiir yayımlamış bulunduğu hâlde, bunlardan ikisi, Türk mûsikisinin en ünlü iki sanatçısı tarafından şarkı ola­ rak bestelenmişdir. Her iki şarkının güfteleri de, Ahdik». Amerika’da çok tanınan ve sevilen, New York’da profe­ sörlük eden bu değerli Türk sanatçısı bana Amerika’daki en tatlı hâtıralarımın pek çoğunu kazandırdı. Bir hafta kalacağı San Antonio’da daha birçok Texas güzellerinin portre sipa­ rişlerini kabul ederek ve özellikle çok takdir kazanan bir sergi açarak günlerimizi sevinç ve gururla doldurdu. Birçok Türk tiplerini, köy ve kasabalarını da eserleri arasında Amerikalı sanat severlere tanıtan aziz dostumu, bu kitabdaki bilgilerin tamamlanmasına yardımından ve bilhassa amucasınm ölüm döşeğindeki karakalem resminden ötürü de şükran hislerimle anmalıyım. (Müftüoğlu Hüseyin Hâlid Bey’in hayâtı, Amerika’daki resim sergileri ve büyük başa­ rısı hakkında, Çmaraltı dergisinin 5. sayısında, 6 Ağustos 1941, Kâmran Şerif «Amerika’da Bir Türk Ressamı» yazısı ile geniş bilgi vermekdedir). 44. Fevziye Abdullah Tanse? : Türkiyat Mecmuası, C. IX, 1951, SS. 1 -3 4 ;

: Türk Kültürü, Y ıl : VIII, Sayı: 89, SS. 302 - 307.

45. Dr. Fethî Tevetoğlu : a.g.e., ss. 87, 110, 165 v.d. 46. A.H. (Ahmed Hikmet) : Dürrü - Şehvar} İnci, 1 Teşrinievvel 1919 Salı, Nu. 9, s. 8. 47. Ahmed Hikmet : Te’sir-i Nu. 12, s. 9.

Bahar, Yeni İnci, Temmuz 1339,

75


med Hikmet’in ilk eşi Suad Hanım için yazılmış iki şiirden seçilmişdir. Bunlardan birincisi, ünlü Türk şâir, edibe ve bes­ tecisi Leylâ Saz Hanımefendi (1850-1936) tarafından Hicaz Curcuna makamında bestelenmişdir. Aynı şiir, yine büyük Türk bestecisi Hâlid Lem’i Atlı (1869-1945) Bey tarafından da Kürdi’li Hicazkâr Müsemmen ma­ kamında bestelenmişdir.

Leylâ Saz Hanımefendinin Musiki Külliyâtı için­ de bulunan bu (Hicaz Şarkı) ’nm güftesi şöyledir:43 Hicaz

Şarkı

G üfte; Müftüoğlu Hikmet Bey’in Beste : Leylâ Saz Hanı m’m Esirindir benim gönlüm Güzel gözlüm güzel gözlüm Şirin seslim lâtif sözlüm Nakarat Güzel gözlüm güzel gözlüm Ne hâr-u*şen baharsın sen Güler söyler şakarsm sen Bakarken pek yakarsın sen Nakarat Güzel gözlüm güzel gözlüm İkincisi ise, yine üstad Lem’i Atlı’nm bestelediği Hüzzam Ağır Aksak Şarkıdır.49 48. Külliyât-ı Mûsiki Leylâ Hanımefendi, İstanbııl-Matbaa-i Âmi­ re 1339, Cüz’ 2, s. 62. 49. Yılmaz öztuna: Türk Musikisi Ansiklopedisi, II Cild (2. Kı­ sım), Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1976, s. 437.

76


Müftüoğlu’nun 1922’de vefat eden çok sevdiği 25 yıllık birinci eşi Suad Hanım için yazdığı uzun ve içli (M eısiye)’den alınmış olduğu anlaşılan bu Hüzzam Şarkı’nm güftesi ise şöyledir :so

Hüzzam Makamında Katakofti (Müsemmen) Usû­ lünde Şarkı Güfte: Müftüoğlu Ahmed Hikmet Bey Beste: Hâlid Lem’i Atlı Bey Bir gören yok bilmiyorlar nerdesin sen nerdesin Nerde olsan sevdiğim sen bendesin sen bendesin Gözlerimde hûn* ile tâbendesin tâbendesin Nerde olsan** sevdiğim sen bendesin sen bendesin

Türk Derneği, Türk Yurdu, Türk Bilgi Derneği ve Türkocağı: Müftüoğlu Ahmed Hikmet’in ilk ve en ve­ rimli Türkçülük çalışmaları, 1908 -1912 yıllan arasın­ dadır. Türk Milliyetçiliği (Türkçülük) târihini yazacak araşdmcılar, bu idealin doğması, gelişmesi ve yayıl­ masında merkez vazifesi görmüş Türkocağı'nın teme­ lini oluşduran (Türk Derneği), (Türk Yurdu) ve (Türk Bilgi Demeği) adh, üç kuruluşu, ayrıntılarıyla incele­ mek zorundadırlar. 50. Mustafa Rona : 20. Yüzyıl Türk Musikisi, ilaveli 3. Baskı, Türkiye Yayınevi, İstanbul 1970, s. 136. *) Millî Kütüphâne’deki (10 Ağustos 1337) târihinde yazılmış (Ahmed Hikmet) imzalı orijinalinde bu kelime (hüzn) şek­ lindedir. **) Bu kelime de (olsam) diye yazılıdır.

77


ir Bu millî kuruluşlarda unutulmaz çaba ve hizmet­ leri geçmişlerden üç Türk büyüğünün, Mehmed Emin Yurdakul, Müftüoğlu Ahmed Hikmet ve Hamdullah Subhî Tanrıöver’in hayat hikâyelerini yazarken, yeni­ den inceleyip derlediğimiz bu kuruluşlar hakkmdaki bilgileri özetleyerek gençlerimize sunmayı yararlı bul­ duk. Kısaca «Türkçülük» adını alan Türk milliyetçiliği* Ziya Gökalp’m elinde, inkılâblarımıza temel teşkil ede­ cek bir «Millî Mefkûre» hâlinde işlenip formülüne ka­ vuşturulurken ; bu ülkünün yayılması ve yerleştiril­ mesi için köklü kuruluşlara ve yayın organlarına ih­ tiyaç duyuluyordu. 1908 Meşrutiyetinden sonra, Türk milliyetçiliği «Türkçülük» çok yayılmış; ülkede dal-budak salmış,, aydın gençlerin dimağ ve kalblerinde yer bulmuş, de­ rinleşmiştir. Türk târihinde çok büyük bir değer taşı­ yan Türkocağı kurulmadan, Türkçülük cereyanı için merkez hizmeti gören kuruluşların ilki Türk Derneği­ dir. 1908 yılı Kasımında Kazan’dan İstanbul’a gelen Akçoraoğlu Yusuf Bey, okul hayâtından tanıdığı Türk­ çü arkadaşları Necib Âsim ve Veled Çelebi Efendi ile görüşmüştür. Onlara, politika ile uğraşmıyacak, yal­ nız kültür alanında çalışmalar yapacak bir kurum oluşturmayı önermiştir. Böylece atılan ilk adımla, o yılın sonlarına doğru, Mülkiye Mektebi Müdürü Meh­ med Celâl Bey (1863-1926)’in odasında toplanan üç Türkçü: Balhasaııoğlu Necib Âsim (1861-1935), Mevlânâ Celâleddin Rûmî torunlarından Veled Çelebi İzbudak (1869-1950) ve Akçoraoğlu Yusuf (1876-1935) tarafından Türk Derneğinin kurulması kararlaştırıl­ mış ve adı konmuştur. 78

Ib


Türk Derneği, Türkçülük ilkelerine dayanan ilk ilmi kuruluştur. Müftüoğlu Ahmed Hikmet, derneğin barınabile­ ceği bir yer sağlamıştır. Necib Âsim bunu şöyle anlat­ maktadır :

«... En faal ve ateşli uzuvlarımızdan birisi de Hik­ met oldu. İttihad ve Terakki siyasî faâliyete geçmiş; herkes ona yaranmak için işi politikaya dökmüştü. Türk Derneği’ni önce (üniversitede) kurmuşduk. Ora­ dan (koğarcasma muamele) gördük. Hepimiz parasız­ dık, yersiz kalmışdık. Müftüoğlu Ahmed Hikmet bize Yeni Gazete İdârehâııesi’nde barınacak bir yer buldu. Fakat orası da bir siyâset ocağı olduğu için işlerine gelmedik.» Hüseyin Nâmık Orkun, bu derneğin tüzüğü 12 Ara­ lık 1908’de yayımlanmıştır, diyor.51 Tarık Z. Tunaya ise Türk Derneği’nin kuruluş tâ­ rihi olarak önce52 25 Aralık 1324 (8 Ocak 1908) ve son­ ra53 5 Aralık 1324 (18 Ocak 1908) târihlerini veriyor. Kenan Akyüz de Türk Derneği Tüzüğü’nün yayınlan­ dığı 25 Aralık 1908 gününü aynı zamanda kuruluş tâ­ rihi olarak da yazıyor.54 Bu çelişkilerin Hicrî, Rûmî ve Milâdî tarihlerin karalıklarını birbirine karıştırmakdan doğduğu an­ sı. Hüseyin Nâmık Orkun - Türkçülüğün Târihi, İstanbul 1944, s. 86. 52. Tarık Z. Tunaya : Türkjye’de Siyasî Partiler 1859 - 1952; İs­ tanbul 1952, s. 376. 53. Tank Z. Tunaya: Türkiye’de Siyasî Partiler, C. I, İstanbul 1984, S. 414.

54. Türk Ansiklopedisi, C. XXXII, Türk Derneği Maddesi, s. 69.

79


1

iaşılmakdadır. Derneğin Merkez Yönetim Kurulu mühüründe55 (Türk Derneği) adı altında yazıh bulunan târih (13 Zilhicce 1326) H.’dir ki, kuruluş târihi budur ve Milâdî (6 Ocak 1909 Çarşanba) gününe karşılıktır. Sonunda yazılı târihten (25 Aralık 1908 Cuma) günü hazırlandığı anlaşılan (Türk Derneği Nizâmnâmesi) ise önce İkdam’da56, sekiz gün sonra da Sırât-ı Müs­ takim haftalık dergisinde yayımlanmış bulunmakdadır57. Derneğin amacı, tüzüğünün şöyle anlatılmaktadır :5H

ikinci maddesinde

Cemiyetin (amacı), Türk diye anılan bütün kavimlerin geçmişteki ve bugünkü eserlerini, yaptıkları­ nı, durumlarını ve çevrelerini öğrenmeğe ve öğret­ meğe çalışmak; yâni Türklerin eski eserlerini, târihini, dillerini, halk ve (aydın tabaka) edebiyatını, etnograf­ ya ve etnologyasını, sosyal durumlarını ve bugünkü medeniyetlerini, Türk memleketlerinin eski ve yeni coğrafyasını araştırıp ortaya çıkararak bütün dünya­ ya yayıp tanıtmak, ayrıca da dilimizin açık, sâde, gü­ zel ilim dili olabilecek surette geniş ve medeniyete elverişli bir dereceye gelmesine çalışmak ve imlâsını ona göre tetkik etmekdir. Derneğin ilk resmî toplantısında bulunanların başlıcalan şunlardır*. Ahmed Midhat Efendi, Emrullah Efendi, Necib Âsim Bey, Bursalı Tâhir Bey, Korkmaz55. Türk Demeği, Sayı: 5, s. 168. 56. İkdam, 6 Ocak 1909 (13 Zilhicce 1326 H/24 Aralık 1324 R) Çarşanba, 15. Yıl, Nu. 5249, s. 4. 57.- Sırât-ı Müstakim, 14 Ocak 1909 Perşenbe, Y ıl: 1, Aded: 21, ss. 331-332. 58. (Türk Derneği Nizâmnâmesi), Karabet, Matbaası, İstanbul 1908.

80


oğlu Celâl Bey, Veled Çelebi Efendi, Akçoraoğlu Yu­ suf Bey, Tarihçi Ârif Bey, Akyiğitoğlu Mûsâ Bey... Mülkiye Mektebi toplantısı sırasında İstanbul'da bulunmayan Mehmed Emin Yurdakul, Ağaoğlu Ah­ med, Dr. Hüseyinzâde Ali Turanî, Müftüoğlu Ahmed Hikmet, Gaspıralı İsmail ve Azerbaycan Cumhuriyeti Başbakanlarından Yusufbeyzâde Nesib Beyler dem e­ ğin kurucuları arasında değillerse de, derneğe ilk ya­ zılan üyelerdendir. Türk Demeği, amacını yaymak için dergiler, bro­ şür ve kitablar bastıracak, herkese açık ders ve se­ minerler düzenleyecekdi. İlkönce, Necib Âsım’m «Türklerin Pek Eski Yazısı» ile, Bursalı Tâhir’in «Türk­ lerin İlim ve Fenne Hizmetleri» adlı broşürlerini bas­ tırıp yaymıştır. Sonra, başda Müftüoğlu Ahmed Hik­ met olmak üzere, birçok Türkçülerin yazılan bulunan «Türk Demeği» adlı Türkçü dergiyi çıkarmağa başla­ mıştır. 1911 yılında ancak 7 sayı çıkabilen bu dergi, düzenle devam edememiştir. Türk Derneği’nin düzenlediği genel derslerden en kayda değeri, Akçoraoğlu Yusuf’un «Çingiz Han» ko­ nulu konferansıdır. Ömrü kısa ve az verimli gibi görünen Türk Derne­ ği’nin ileri gelen üyelerinin, vazife gereği İstanbul’­ dan ayrılmalan, Türk Demeği dergisinin artık çıkma­ ması ile sonuçlanmışsa da, demek ve dergi, tam bu sırada daha geniş programlı bir Türkçülük organı ola­ rak kurulan (Türk Y urdu)’na yerini bırakmıştır. Türk Derneği’nin yurd dışındaki, özellikle Peşte Başkonsolosu Müftüoğlu Ahmed Hikmet ve yardımcı­ sı Enis Behiç (Koryürek) ’in çabalarıyla Macaristan’da 81


açılan şubeleriyle ilgili bilgileri, (Hamdullah Subhî Tanrıöver) hakkmdaki kitabımızda ayrıntılarıyla ver­ diğimiz için, burada tekrarlamıyoruz. Yine, Türkocağ im oluşturan kuruluşlardan (Türk Bilgi Derneği) ve onun yayın organı (Bilgi Mecmuası), Müftüoğlu Ah­ med Hikmet’in yurd dışında vazifeli bulunduğu za­ man kurulmuş ve faaliyet göstermişlerdir. Yukarıda adı geçen kitabımızda bu konuya da uzun uzadıya de­ ğinilmiştir. 18 Ağustos 1327 (31 Ağustos 1911) Perşenbe günü kurulan (Türk Yurdu) cemiyetinin kurucuları şunlar­ dır: Millî Şâir Mehmed Emin, Müftüoğlu Ahmed Hik­ met, Ağaoğlu Ahmed, Doktor Hüseyinzâde Ali (Turan) Doktor Âkil Muhtar (Özden), Akçoraoğlu Yusuf Bey­ ler... •«Türk Yurdu» fikrini ilk ortaya atan, Millî Şâir Mehmed Emin Yurdakul’du. 1912 Eylülünde Ahmed Hikmet Bey, Budapeşte Başkonsolosluğuna gidince, üniversite profesörlüğün­ den de, Türk Yurdu’ndan da ayrılmak zorunda kal­ dı. Türk Yurdu’na onun yerine Ziya Gökalp Bey seçil­ di. Türk Yurdunun kuruluşu sıralarında Ziya Gökalp, Selânik’de bulunuyordu. Derginin imtiyazı Millî Şâir Mehmed Emin Bey’in adına alınmıştı. Emin Bey’in 1911 yılı Ağustosunda Erzurum Valiliğine atanması üzerine derginin imtiyazı ve müdürlüğü Akçoraoğlu Yusuf Bey’e geçti. îlk sayısı 1911 yılı Kasımında çıkan Türk Yurdu, böylece bütün Türk dünyasına seslen­ meğe başladı. 1931 yılına kadarki ilk yirmi yıl ile, da­ ha sonra 1 Eylül 1942’den 15 Ocak 1943’e kadar Dr. Haşan Ferid Cansever ve 1957’den Aralık 19<37’ye 342. 82


sayısına kadar Hamdullah Subhî Tanrıöver, Osman Turan ve Fmdıkoğlu Ziyaeddin Fahri Beyler tarafın­ dan yürütülen Türk Yurdu kadar, büyük Türkçülük ülküsüne fayda ve yardımı dokunan bir dergi daha gösterilemez. Büyük Türkçü Müftüoğlu Ahmed Hikmet Bey, iki numaralı kurucusu bulunduğu bu Türkçü dergi ile olan yakın ilgisini, yurd içinde olsun, yurd dışında bu­ lunsun, tâ ölünceye kadar sürdürmüştür... Hattâ öl­ dükten sonra da Türk Yurdu, V. cildinin Haziran 1927 tarihli 30. sayısını, bu büyük Türkçünün aziz hâ­ tırasına ayırmıştır. Türk Yurdu, 1917 yılından bu yana, Türkocağı ile iyice kaynaşmıştır. Dergiyi yöneten Akçoraoğlu Yusuf Bey, Kızılay delegesi olarak ve Rusya’daki Türk esir­ lerinin, Türklere esir düşen Ruslarla değiştirilmesine memur edilerek İsveç, Danimarka ve Rusya’ya gön­ derilince, Türk Yurdu’nuıı yönetimi ve yayımı, Türk­ ocağı Merkez Kurulu’na. bırakılmıştır. Türkocağı’nın ilk Başkanı rahmetli Millî Şâir Meh­ med Emin Yurdakul, ocağın doğuşunu ve Türkçülük mefkuresi üzerindeki rolünü 1939 yılında bana şöyle anlatmışlardı :59

«Türkocağı, Türk gençliğinin ve bilhassa memle­ ketimizde yapılan hürriyet mücâdelesinin ilham kay­ nağı olmuş Askerî Tıbbiye Okulu çatısı altında bulu­ nan inkılâpçı Türk gençlerinin kurmak istedikleri ve 59. Dr. Tevetoğlu (Fethî) : Millî Şâirimiz Mehmed Emin Yurda­ kul, Kopuz, S a y ı: 6, ss. 209-210, İstanbul, 15 Eylül 1939; Millî Şâirimize Aid Hâtıralarım, Kopuz, Sayı: 10, s. 240, Samsun Şubat 1944.

83


Karacaahmed Mezarlıklan’nda verdikleri bir kararla kuvveden fi’le çıkardıkları bir millî ideal mabedidir.» Resmî kuruluş ve faaliyete geçiş târihi sayılan 22 Mart 1912 (9 Mart 1328 H.) Cuma günü ilk toplantısı yapılan ve tüzüğü tamamlanan Türkocağinm kurulu­ şu sıralarında Müftüoğlu Ahmed Hikmet, siyasî vazi­ felerle çok meşgul bulunuyordu. Eylül ortasında da Macaristan’a yollandığı için, Türkocağinm başlangıç faâliyetlerine katılamadı. Fakat Türkocağı Genel Mer­ kezi heyetinin yönettiği Türk Yurdu’na yazı göndermekden aslâ geri kalmadı. 23 Ağustos 1330’da, 649’uncu sıra sayısı ile, İstanbul Türkocağina üye olarak da girdi. Ölümüne kadar Türkocağinm Türkçülük yo­ lundaki çalışmalarının büyük bir yardımcısı oldu. Müftüoğlu Oriyentalistler Büyük Türkçü MüftüoğKongresi’n d e: îu Ahmed Hikmet, üni­ versite profesörlüğü sırasında öğrencileri üzerindeki olumlu te’sirleri ve Türkçü demek ve kuruluşlar için­ deki yararlı ve verimli çalışmalarından başka, ilmi kongrelerde de faaliyetler gösteriyordu. Yunanistan’da toplanan Oriyentalistler Kongresi­ ne Türkiye adına katılan Müftüoğlu Ahmed Hikmet, burada sunduğu Fransızca bir bildiri ile Türk dili ve edebiyâtı üzerindeki görüşlerini bütün dünya bilgin­ lerine açıklamıştır. Türk Yurdu, 10. sayısının (Türklük Şuûnu) sütu­ nunda şu haberi veriyordu: «Türk Yurdu tahrir heye­ tinden Ahmed Hikmet Beyefendi önümüzdeki Pazar günü Atina'da kurulacak milletlerarası Oriyentalist­ ler Kongresi’ne (Türk Millî Eğitim Bakanlığı) tarafın­ dan temsilci olarak gönderiliyor. Hikmet Beyefendi’84


nin Kongre’de Türkleriıı târihine ve Osmaniı Türkçesi edebiyâtma dâir tebliğierde bulunacağını işittik.» 11. sayının yine (Türklük Şuünu) sütununda (Millerarası Oriyentalistler Kongresi’nde Türklük) başlığı altında şu tamamlayıcı haber veriliyordu: «Milletler­ arası Oriyentalistler Kongresi’nin Atina’da kurulan XVI. Toplantısına, Osmaniı Hükümeti’nin, Türk Yur­ du tahrir heyetinden Ahmed Hikmet Beyefendi’yi tem­ silci olarak gönderdiğini geçen sayımızda yazmıştık. Kongre’den aldığımız habere göre Hikmet Beyefendi geçen Perşembe günü İslâm Şûbesine, Türk Dili ve Edebiyâtı hakkında demeçte bulunmuştur.» «Yurd’uıı gelecek sayısında aynen yayımlanması­ na çalışacağımız bu demeçin belli başlı noktaları şun­ lardır: (Türkleriıı yayıldığı ülkeler), (Türklerin savaş ve istilâ ile pekçok meşgul olmalarına rağmen yetiştir­ dikleri büyük adamlar'), (Türk Dili’ne giren yabancı lûgatlar ve bunların giriş sebebleri), (Türk Dili’nin zenginliği - örnek olarak bir kökden, olumsuz ve soru şekilleri dışında 1200 kelime üretmek kabildir-, Arabî ve Fârisî kelimelerin istilâsından ötürü saf Türkçenin fakirlenmesi, Enderun Mektebi’nin Türkçeye zararı), (Kırım Muharebesi sırasında Türkçenin uyanması), (Şiııâsi, Ziya ve Kemâl devri, bunlarda Türklük duygu *) Hikmet Bey, İslâm Medeniyeti’ne hizmet etmiş büyük Türklerden bahsederken, Arab dilinin birinci lügat kitabını «Si hah»ı yazmış olan Otrarlı, Cevherî’yi zikrediyor. Mısır, Hidivliğinin resmî temsilcisi Ahmed Zeki Paşa da Kongre üye­ lerine dağıttığı L’Aviation chez le Musulmans adlı risale* sinde, Cevherî’nin İslâm âleminde ilk kez havada uçmak meselesinin halline çalışan ve o uğurda canını fedâ eden bir ilim ve medeniyet kurbanı olduğunu isbat ediyor. (Türk Yurdu).

85


ve düşüncesinin noksanı), (İnkılâptan sonra millî his­ sin kuvvetlenmesi, Yem Cereyan: Türk Demeği, Genç Kalemler ve Türk Yurdu).» Türk Dili’ne ve Türkçülüğe pek büyük hizmetleri dokunan Müftüoğlu’nun bugün de değerini aynen ta­ şıyan bildirisini, Türkçülüğün önemli bir belgesi oldu­ ğu için buraya alıyoruz:

Türk Dili ve Edebiyatı Hakkında Düşünceler Hanımlar, Beyler; Ben şarkiyatçı (Oriyentalist) değil bir şarklı (Do­ ğulu) yım- Onun için Türklerin ve Türk Dilinin dün­ yâ kadar eski menşeinden bahse lüzum görmem. Bu işi huzurlarıyla şeref duyduğum bilginlerin derin in­ celeme ve araştırmalarına bırakıyorum. Yan insaniyetin ceddi olan atalarımın yâni Mongollarm, Sitlerin (Çağatay), Hunların, Avarlarm, Ha­ zarların asıl vatanlarında bırakdıklan medeniyet iz­ leri eski Karakurum ve Karabalgasun şehirlerinde, Orkun Nehri kıyılarında, Turfan harabelerinde F. Wilhelm Radloff (1837 1918), Thomsen (1842 - 1927). Von Ie Coq (1880-1930) gibi oriyentalislerin, Jadrintzew ve komutan Delacoste gibi seyyahların keşfettikleri ta­ şa kazılmış yazılar ve heykellerle bugün yeter dere­ cede ma’lûm olmuştur. Samoyed, Fin, Türk, Mongol, Tunguz gibi muhte­ lif şubelere ayrıldıkları hâlde kelimelerin birleşme bi* çimlerinde, seslerin âhenklerinde görülen tıpkılık ile başka dillerden üstün bulunan Ural-Altay Dilleri ara­ sında en çok ilerlemiş dil, Batı Türkçesi, yâni Osman­ lIca’ dır. 86


Bu insanlığın anası olması lâzım gelen Turanı ırk, tâ Bunlardan Osmanlılara kadar, ilâhı bir kuvvetin, fevk-al-beşer (insan üstü) bir kudret şevkiyle, fey­ ziyle ilerleyerek büyük umudlanna, geniş tasavvurla­ rına dar gelen sınırlı ufuklu çorak yurdlarını, Sibiryayı. bozkırları bırakıp, Attilâlarm, Çingizlerin, Hülâgûlann, Temürlerin, Osman ve Süleymanların komutası altında Çin’in son ucundan İspanya sınırlarına, Kuzev-buz bölgesinden Yemen ve Hind’e kadar dünya­ nın en güzel kısımlarına yayıldılar. Bu Türkler, cihânı silkerek, uyuşmuş kollara kud­ ret. zayıflamış yüreklere kan ve can vererek insanlı­ ğın biçimini değiştirmek için yüce Yaratandan ken­ dilerine mânevi bir vazife verilmiş inancında idiler. Avrupa ve Asya’yı sarsan bu Altun Orduları oluş­ turan silâhşor kollar, san’at âletlerinden çok harb araçları kullanmakta ustaydı. Onlar feyiz saçan bir yağmur gibi dünyaya bereket vermekle beraber, ken­ di ilk başlangıçtaki özelliklerini, koruyamadılar. Bazı­ ları ömürleri boyunca bitmez tükenmez savaş gürül­ tüleri arasında öz dillerini unuttular ve hattâ hırçın atlarının ayaklan altından kopan toz ve dumanlar gözlerini bürüyerek, kendilerinden önce Avrupa’ya geçmiş olan kardeşlerini tanıyamadılar. Onlarla birer düşman gibi boğuştular. Hazar, Bulgar* ve Macarlar arasındaki kavgalar; Çingiz Han ve Temürlenge tâbi’ Tafcarlann Batı Türklerine, Osmanlılara saldırıları bu anîaşamamazlığın birer delilidir. «Bulgar» kelimesi Türk ve Tatarca karıştırmak, çalkamak mânâsına gelen «bulgamak»m köküne «ar» eklenmesinden ciuşmuşdur. «Ar», Avar, Tatar, Hazar’da olduğu gibi «er», «adam» anlanımadır. Bulgar kelimesi de bulgalamaktandır.

87


Güney-Batıya inen Türklerin bir kısmı, Arab ve Acem ülkelerinin büyük çoğunluğunu fethettiklerin­ den, yerli halkla karıştılar. Avrupa’ya geçenlerin bir kısmı ise Alman ve Ruslarla birleştiler. Ve böylece İran’da Şah, Yemen’de Sultan, Çin’de Hakan ■Çince deyimiyle - Tiyen-Çu * ^Göğün-Oğlu), Macaristan'da Kral oldular. Arabca ilk lügat kitabı (Sihah), bir Türkün, Cev­ herinin eseridir. Doğu'nun en büyük filozoflarından ikisi İbn-i Sînâ ve Fârâbî, Türktüler. Şevket, Hüsrev Dehlevî gibi en büyük İran şâirleri de o ırktandı. Daha garibi şu ki, büyük bir asker olduğu kadar büyük bir şâir olan Yavuz Sultan Selim en iyi şiirle­ rini Farisî yazarken, aynı yüzyılın mensubu ve hasını İran Şâhı İsmail Safevî tasavvufa ilişkin beyitlerini hâlis Türkçe ile inşa ederdi. İslâmm en i’tibarlı döneminde, Muaviye’nin sal­ tanatı zamanında, İbn-i Süvar-ül Abdi komutasındaki muzaffer Arab Ordusu Kayğan Sahrası’nda ilk kez Türk Ordusu’na karşı mağlup oldu. Lâkin Arabların siyasî dehâsı, bu ateş parçası milletin değerini derhâl anladığından, onları İslama yöneltmek için hiçbir fedakârlıkdan çekinmedi. Türkler, Arablarla ilişkilerinin başlangıç yılların­ dan, Abbâsîler zamanından bu yana, Halifeliğin en önemli vilâyetlerinde valilik ile hükümeti ellerine al­ dılar. *) «Tiyen-Çu» Türkçedir. Tan-Gök, Çiyu, Çu-Çocuk, küçük. Biz­ de Aliço gibi bâzı isimlere de eklenir.

88


Kayahan aşireti reisi Süleyman Şâh’ın oğlu Ertuğrul Bey, Küçük Asya’ya girdiği zaman orada res­ mî dili Farsça olan bir Türk Devleti’ni, Selçuklular Saltanatlını bulmuşdu. Türkiye’nin târihini, coğrafî ve siyasî durumunu dikkat nazarına almayan bâzı oriyentalistler, Türk di­ linde Arab ve Fürs kelimelerinin bulunmasını Türkçe­ nin fakirliğine verirler. Sırası gelmişken şunu da söyleyip geçeyim ki, Türkçe herhangi bir cevherden ve sorgu şekilleri müs­ tesna olmak üzere 1200 şekilde siga ve zaman çıkar­ mak mümkündür. Eğer olumsuz ve sorgu şekillerini de eklersek bu sayıyı üç katı artırmak gerekir. Bu yüz­ den Arapça ve Fürsçeden kelime almak, Türkçenin fakirliğinden değildir. Şimdi İstanbul’da biz at, iğdiş, tay. aygır, kısrak gibi sözleri canbaz ve seyislere bı­ rakarak edebiyâta ayııı mânâyı ifade için esb, tevsen, semend, rahş, şebdiz, sütur, feres, hısan, küheyl, eblak, edhem, cevacl, matıyye, kümeyt, v.b. gibi çoğu Arab ve Acemlerin kendilerince bile unutulmuş isim­ leri alıyoruz. Bizim Ural-Altay Dili’mize yabancı aryânî ve sâ~ mî kelimelerin girmesi, aşağıdaki sebeblerin sonucu­ dur : Birincisi, Kur’an-ı Kerim ile ilâhiyat ve Şer-i-şerif ile adlî terimler Arabca olarak dilimize girdi. İkincisi, Fürslerin Arablardan alıp da Türklere verdikleri aruz veznine bizim kısa ve bir heceli keli­ melerimiz çoğunlukla sığmıyordu. Onun için şâirleri­ miz Türkçe kelimelerden çok düşüncelerini aruz vez­ nine uyan Arab ve Acem kelimeleriyle belirtmeye mec­ bur oldular. 89


Üçüncüsü, Arapça’da (O), (U), (Ö) ve (I) Cılık’daki kalın ı) sesleri olmadığından onları gösterecek harf de yoktu. Yazıdaki karışıklığı kaldırmak için harfler islâh olunacağına, zikredilen sesler bulunan Türkçe kelimeler yerine Arapça ve Farsçalarmm konul­ ması tercih edildi. Hamdolsun Ural-Altay Dilleri’nin kelimelerinde O, Ü, Ö, seslileri, her hecesi ötre olan kelimelerde hayret edilecek bir düzen ve usul ile bir­ birlerini tâkibederler ki, ses ahenginin bu özelliği Türkçede daha çok göze çarpar. Örnek olarak diyebi­ liriz ki: (ü)’den sonra yine (ü) gelir? büyüklük, küçük­ lük gibi. (Ö) den sonra (ü) gelir: ölçü, ölüm, kömür gibi. (O) dan sonra (u) gelir: Oyun, ordu gibi. (U) dan sonra yine (u) gelir: Buruşuk, buyruk gibi. Bir­ kaç heceden toplanmış Türkçe kelimeler, meselâ Fran­ sızca (fuseau ve pluvieux) gibi O ve Ö ile asla son bulmazlar. Belki de âhenkteki bu uyuşumdan ötürü­ dür ki İranlılar: Fârisî şeker est Türkî hüner est. demişlerdir. Âhenkteki bu özellik Arab harfleriyle ya­ zılmış Türkçenin okunmasını bir dereceye kadar ko­ laylaştırmıştır. Dördüncüsü, Fransız bilginleri fen terimlerini es­ ki Lâtin ve Yunan dillerinden aktardıkları gibi, Türk âlimleri de bilgilerini halkın gözünden kıskanarak, eski Arabçanın anlaşılmaz kelimelerinin siyah peçe­ leriyle örtüp sakladılar. Kendi dilini bütün özellikle­ riyle yazamamak Türkler için bir mahrumluktu. Bu mahrumluktan - istediğini elde edememekten - kur­ tulmak ve yazıya yeni sesli ve sessiz şekiller meydana getirip eklemek çok zordu. Çünkü bu yeni şekillerle '90


Arabi kelimelerin ele ilk ve asıl şekilleri bozulacak ve bu da dinî lisan olan Arabçanm imlâsına saldırı sa­ yılarak şeriata aykırı görülecekti. İşte bütün bu sebeblerden ötürü Türklerin hâlis dili unutuluyor ve onun yerini Fiirs ve Arab kelime­ lerinin bir karması tutuyordu. Bir derecede ki asıl Türk dili ancak köylüler ve okuma-yazmasız kadınlar arasında korunabildi. Âlimler medreselerde Türk gra­ mer ve sintaksmdan (sözdiziminden) bir sahife oku­ mak lüzumunu duymaksızın eğitimlerini Arab diliyle tamamlıyorlardı. Türk diline girmiş Arab ve Fürs ke­ limeleri, Rönensansdan önce Fransız ve Alman dille­ rinde bulunan Lâtin kelimeleri kadar bozulmuştu. Öy­ le ki, bir Fars veyâ Arab o kelimelerin aslını, kökünü, bir Türk mânâsını anlayamadığı derecede bilmezdi. Geçen yüzyılın ortalarına doğru eğitimini Paris’de tamamlayan bir genç şâir ile bir devlet adamı, dili­ mize muayyen ve mahallî bir şekil vermeği başardı­ lar, Millî Edebiyat, Şinasî ile başlar. Bu şâir, Arab ve Acem kelimeleri kullanmaksızm şiirler yazdı. Şinasî, Fransız - Alman Savaşı’nda bulunmuş ve hâlis millî edebiyatın nüfuz ve önemini görüp, düşünüp anlamış­ tı. Çöğür şâirleri tarafından sâde ve sofilere âid bir dille söylenen ve yazılan kahramanlık destanlarını bir tarafa bırakırsak, Fransız ve Alman edebiyâtı gibi Osmanlı Edebiyâtı da, sırf din âlimlerinin elinde idi. Bil­ ginler ise, Arab yazarlarının fasâhat (güzel ve açık konuşma) ve belâgatiyle (sözün düzgün, kusursuz ko­ nuşulmasıyla) yarışa girişerek, târih, ilâhiyat, hukuk, politika ve matematiğe dâir eserlerini büsbütün Arabça yazıyorlardı. 91


r I | !

XVI. Milâdî Yüzyılda, yâni Kanunî Sultan Süleyman çağından sonra yeni bir edebî okul kurulmuştu. Bu «Enderun Mektebi» idi. Bu gençler dinî olmakdan çok, felsefî ve edebî bir terbiye görürler ve Fürs edebiyâtını gereği gibi öğre­ nirlerdi. Bu okulda yerişmiş yazar ve şâirlerin çoğu devşirme çocuklarından ve Türkün gayrı idiler. Bu yüzden, Türklerin duygu ve düşüncelerine, rûhuna ya­ bancı olan bu gençlerin yazıları, Fürslerin hafif şiirle­ rine taklid olunmuş, tantanalı fakat boş bir saray ede* biyâtıııdan ibaretti. Onlar hemen özellikle gül ve bül­ bülden bahsederler ve mutlaka bir fırsat düşürüp Pâ­ dişâha ve Vezirlere dalkavukluk etmeyi de unutmaz­ lardı. Bu taklid ve dalkavukluk çağı, tâ Kırım Savaşina kadar sürdü. Bu harb sırasında Ziya ve Reşid ve Akif Paşaların yazılarıyla vatanseverlik hissi uyandı. Son Türk-Rus Muharebesi zamanında ise Kemâl, Hâmid ve Ekrem’in şiir, tiyatro ve romanlarıyla bu duygu bü­ tün parlaklığıyla ışıldadı. Türk şiiri en güzel edebiyâtmı o zamana borçludur. Kemâl ve Hâmid, Türki­ ye’de Hugo ve Shakespeare’in mümessilleri idi. Fakat bu iki şâirde de hayalî amaç millî değil, dinî idi. O za­ manlar milliyete sevgi daha uyanmamıştı. Bir de bu şâirler halka, köylülere, câhil tabakaya hitab etmiyor­ lardı. Eserlerini toplumun yüksek sınıfı için yazıyor­ lardı. Bunların ırk hakkında hiçbir belirli fikirleri yoktu. Hattâ Kemâl, «Celâîeddin Harzemşâh» fâciasmda ve «Cezmi» romanında, Çingiz Han’a ve İran Türkle­ rine - belki Şiî olmalarından - saldırmayı nasılsa uy­ gun görüyordu. 92


Sonra bir sükût devri gelmişti. Öyle bir çağ ki hiçbir kaleme ne güldürmek ve ne de ağlatmak mü­ saadesi verilmiyordu. Otuzüç yıl süre ile ağızlar ka­ pandı, hisler uyuştu. Kalbler durdu. Fakat Meşrûti­ yetin ilânıyla beraber, kalblerde, dimağlarda sıkışmış olan duygu ve düşünceler bir buhar hassasiyle birden­ bire coştu, taştı. O sırada o kadar bağırıldı ki sesler kısıldı, o kadar yazıldı ki İstanbul’da kâğıt kalmadı. O kadar basıldı ki, basımevleri yetişmez oldu. Artık hiç bir şey yetişmiyordu Herşey değiştirilmek, yeniden yapılmak isteniliyordu. Şiirler bile eski arûz vezniyle değil, eski Türkler gibi parmak hesabıyla yazılıp söy­ leniyordu. Çünkü fikirler kabarmıştı, vezne sığmıyordu. Harf­ lerin şekilleri, imlâ tarzının islâhı görüşülüyor, tartışı­ lıyordu. Türkiye’nin büyük şehirlerinin hepsinde bir­ biri ardınca fikir ve edebiyat kuruluşları açılıyordu. Herkes umud ve heves içindeydi. Bizde de diğer mil­ letlerde olduğu gibi bir millî his, bir millî vicdan doğ­ muş, büyüyordu. Türkler de, damarlarında asil bir kanın aktığını duymuşlar, mensub oldukları ulu Tu­ ran ırkının, en eski milletler kadar, belki onlardan da eski ve saygın bir târih ve geçmişi olduğunu anlamış­ lardı. Bu duygu, bu anlayış yeni bir edebî hareketi do­ ğurdu. Türk Dili’ni yabancı kelimelerden, yabancı ter­ kiplerden, Türk rûhuyla aslâ barışamıyan debdebeli ve iddialı ibarelerden kurtararak ona kendi rengini, saflığını, sâdeliğini, anlaşırlığını yeniden kazandırmak isteniliyordu. Geçmişin sâdeliğine dönerek yeni bir söyleyiş ve yazış tarzı meydana getirmek isteği, eski debdebeli, 93


gürültülü, fakat boş dil taraflısı kimseleri hayli kızdırdıysa da, Millî Dil kendine taraftarlar bulmalıda büyük bir başarı ile ilerledi- Bu edebî hareket, bugün* İstanbul’da (Türk Demeği) ve (Türk Yurdu); Selanik’de (Genç Kalemler), Manastır’da (Genç Fikirler) der­ gileriyle, İzmir’de (Köylü) gazetesi gibi yayın organ­ larına sâhib oldu ve böy lece Ondördüncü Hicrî Yüzyıl, Türkler için bir Millî Yüzyıl (Milliyetçilik Yüzyılı) ol­ du*

Ahmed Hikmet, millî kültür, Millî Türk Tiyatrosu millî terbiye ve millî mefkûre Ve konularına büyük önem ver­ Ahmed Hikmet miş; bu yolda hizmet için kurulmuş her dernek ve topluluğun faaliyetlerine katıl­ mıştır. Türkiye’de millî bir tiyatro kurmak atılımmda, Müflüoğlu Ahmed Hikmet’in de en çok çaba harca­ yanlardan biri olduğu anlaşılmaktadır. Bu konu ile ilgili bilgiyi ayrıntılarıyla önce Mus­ tafa Re’fet’in Melıâsin dergisindeki (Sahne-i Osmani­ ye) makalesinden60 ve daha sonra değerli araştırıcı ve tiyatro eleştiricisi Metin And’m (Sahne Târihimizin *) Türk Yurdu, Sayı: 12, şs. 345-351. (Bu tebliğin Türkçe ifâdesi,. Türk Yurdu Müdürlüğünündür. Ahmed Hikmet Bey raporunu Fransızca olarak yazmış ve sunmuştur). Aynı sayıda, altına (Türklerin, faydasına çalışanlardan.* Türklerin Milli Edibi Ah­ med Hikmet Bey) diye yazılmış, kuşe kâğıda basılı bir de fotoğrafları vardır. 60. Mustafa Re’fe t: Sahne-i Osmaniye, Mehâsin, Mart 1325, Nu. 7, ss. 474-475. (Ayrıca, Müftüoğlu Ahmed Hikmet’in de bu­ lunduğu iki grup fotoğrafı ss. 477 ve 484).

94


Unutulmaz Bir Devresi r Meşrûriyette Tiyatro) yazısı83 ile, (Tanzimat ve İstibdad Dönemi Türk Tiyatrosu) ad­ lı eserinden62 öğreniyoruz. 1908 Meşrûtiyetinden sonraki ilk yıllarda (Mürebbi-i Hissiyat), (Şark Dram Kumpanyası), (Millet Ti­ yatrosu) ve (Millî Osmaniı Tiyatrosu) gibi çeşidli ti­ yatro toplulukları faaliyette bulunuyorlardı. Bunların çoğunda, Ermeni asıllı sanatçıların sahneye hâkim ol­ duklarını ve bu toplulukların başı boşluğunu gören Türk aydınları, olumlu bir girişimde bulunmuşlardır. Türkiyede Comedie Française örneği bir Türk tiyatro­ su kurmak düşünülmüştür. Zamanın başlıca ünlü Türk aktörü Burhaneddin (Tepsi), (1882-1947) Bey’in başvurması ve aracılığı üzerine, iki sayın san’at ve kültür otoritemiz, konuya yardımcı ve öncü olmayı üstlenmişlerdir. Senato üyelerinden Recâizâde Ekrem Bey ile, Müze-i Hümâyûn Müdürü Hamdi Bey’in başkanlıkların­ da bir kuruluş meydana getirilmiştir. Bu kuruluş, gönderilen te’lif ve tercüme, oynanı­ lacak eserlerin incelenmesiyle, gösterilmeğe değer olup olmadıkları hakkında hüküm ve karar verecek; erkek ve kadın oyuncuların san’at eğitimlerini bir progra­ ma bağlayarak izleyecekti. Kuruluş, oniki üyelik bir (Edebî Hey’et) ile, idâre ve hesab işlerine bakacak yi­ ne oniki üyelik bir Idâre Hey’eti’nden oluşmaktaydı. 61. Metin And: Sahne Târihimizin Unutulmaz Bir Devresi : Meş­ rûtiyette Tiyatro, Hayat Târih Mecmuası, 1 Aralık 3966, Yıl: 2, Sayı: 11 (23), ss. 16-1?

€2. Metin And: Tanzimat ve İstibdad Dönemi Türk Tiyatrosu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1972.

95


Recâizâde Ekrem Bey başkanlığındaki Edebî Hey’et’de : Müftüoğlu Ahmed Hikmet Hâlid Ziya (Uşaklıgil) Cenab Şahabeddin Hüseyin Câhid (Yalçın) Hüseyin Rahmi (Gürpınar) İsmail Müştak (Mayakon) Server Cemâl İzzet Melih Ali Kemâl Mehmed Rauf Vâhid Beyler bulunmaktaydı. Müze-i Hümâyun Müdürü Hamdi Bey başkanlı­ ğındaki (İdâre Hey’eti)’nde bulunan başlıca üyeler ise-. Müzehâne Müdür Muâvini Halil İsmail Cenâni Mi’mar Vedad Edhem Ârif Mozorus Beyler Nuriciyan Efendi’dir. Bu topluluk, bir anonim ortaklık olacaktı. Karşı­ laşılan en büyük güçlük, yerli te’lif oyunlar yazdırmak; sonra da bunlara hakkını verecek, bunları yeterince temsü edecek oyuncular bulmaktı. Asıl güç olan, Türk kadın oyuncu sağlamaktı. Elde kadın oyuncu olarak bir Suzan Hanım vardı. Erkek oyuncular arasında en iyileri Burhâneddin ve Bedreddin Beyler’di. 96


Oyunlara gelince, bunlar arasında belli başlı şun­ lar bulunmaktaydı: Mehmed Rauf tarafından Hâlid Ziya’nm romanından oyunlaştırılan Ferdi ve Şürekâsı; yine Mehmed Rauf’un yeni bitirdiği Pençe, Halide Sâîih CAdıvar) Haninim Shakespeare’den dilimize çevir­ diği Julius Cesar... Ne yazık ki, 31 Mart olayı yüzünden bu faâliyetler yarım kalmış ve gerçekleştirilememiştir.

1912 yılında yeniden Dış­ Budapeşte Başkonsolosluğu işlerine dönerek Buda­ Ve peşte Başkonsolosluğu’Çağlayanlar na atanan Müftüoğlu Ahmed Hikmet, İstanbul’dan uzaklaşmakla, üniversi­ tedeki profesörlük görevinden ve Türkocağı faâliyetler inden de ayrılmış bulunuyordu. Fakat bu ta’yin, Türkçülük baikımmdan Ahmed Hikmet’e çok verimli sonuçlar kazandırmıştı. Büyük Türkçü, Macaristan’da, Türkler hakkında birçok konferanslar vererek mille­ timizin Avrupalılarca tanınmasına >ve böylece hakkı­ mı zdaki yanlış bilgi ve kanaatlerin düzeltilmesine ça­ lışmıştır. Bu yıllar içinde büyük Türkçü edibin birçok ya­ zıları Macarca, Almanca ve Fransızcaya çevrilmiş; bi­ yografisi ünlü ansiklopedilerde yer almıştır.63 Ahmed Hikmet’in yabancı dillere çevrilen eserlerinden özellik­ le (Hâristan ve Gülistan, Yeğenim, Üzümcü, Dünya Yaratılırken, Altunordu, Nakiye Hala, Ah Şu Kadm63. a) The Encyclopedia of İslam, Vol. I, Leyden-London 1913, 8. 198. b) Uj Idök Lexikona, Mudapest 1936, C. I, s. 142.

97


lar, Ah Şu Erkekler ve ilk Görücü) çok beğenilen par­ çalarıdır. Birçok oriyentalistler ve yabancı eleştiriciler, Ah­ med Hikmet’in pek orijinal buldukları millî eserlerin­ den övgü ile bahsetmişlerdir. Ahmed Hikmet’in Türkçülük duygu ve düşüncele­ ri Macaristan’da büsbütün gelişmiş ve olgunlaşmıştır. Büyük Türkçü görüşlerini şu özlü satırlarında belir­ tiyordu :G 4 «Yükseklik, büyüklük, incelik, derinlik gibi rûhu cilâlandıraçak duyguların halka pek yabancı gelme­ yecek kelimelerle anlatılmasının ve millet ferdlerinin seviyesinin Avrupa ahâlisi mertebesine yükseltilmesi­ ne çalışılmasının Türk ve İslâm yazar ve şâirleri için millî bir vazife, dinî bir borç olduğuna iyman ettim. Alman medeniyeti ve edebiyatı târihlerinde bu husus­ ta pek inandırıcı örnekler vardır. Yine anladım ki hal­ kın duygusunu, geleneğini, ruhunu, isti’dâdmı nazara almıyarak yazılan bencil eserlerin okuyanlar üzerin­ de bir te’siri olamıyor. Te’sirsiz eserlerin ise bir değe­ ri, bir ömrü olacağına inanmıyorum. Bugün (Fasihi) ve (Beliği) divanları ne kadar okunuyorsa, şimdi dâ­ hi, üstad yerine koyduğumuz edibler de o kadar oku-» nacak. Bu yüzyıl milliyet, açıklık ve benlik yüzyılıdır. Avrupa’dan gördüğümüz tahkirler, geçirdiğimiz buna­ lımlar yazı yazanlarımızı aşırı birer milliyetçi yapma­ ğa kâfi değil midir?...> İşte bu taşan milli duygu ve düşüncesiyle Ahmed Hikmet, Peşte’de geçer değerli günlerinde, ölmez par­ çalarından oluşan (Çağlayanlar)’mı hazırlıyor ve ta64. Nevsâl-ı Milli, İstanbul 1330, s. 65.

98


marnlıyordu. Bunu, Millî Şâir Mehmed Emin Yurda­ kul’a (Türk Sazı) ve (Ey Türk Uyan!) eserlerinin ken­ disine armağan edilişi üzerine yazdığı bir mektubda da anıyordu. (Müftüoğlu Ahmed Hikmet’in Yirmiiki Hikâyesi) ’ni kendisine tez konusu seçen bir genç edebiyat araş­ tırıcısı şu haklı hükme varmıştır :65 «Müftüoğlu Ahmed Hikmet, edebî şahsiyeti ve san’atı ile, millî benliğe yönelip, Türklük (Türkçülük) ülküsünün hissî ve fikri sınırlarını bulmaya çalışmış, Milli Edebiyatımızdaki yerini bu amaçla yazdığı küçük hikâyeleriyle sağlamıştır. Edebiyâtımızdaki «Milliyet­ çilik» kavramı, şiirde Mehmed Emin ile başlayıp, hi­ kâyede Ahmed Hikmet ile devam etmiştir.» Bir büyük millî mefkurenin, Türkçülük akımının başında bulunmuş şâir ve nâsir iki sanatçı arasında­ ki sevgi ve samimiliği gösteren ve bu bakımdan Türk­ çülük târihi için pek değerli bir belge olan bu mektubla, Dicle önünde) için yazılmış Ahmed Hikmet’in diğer bir mektubu ilk Kaz 1943’de tarafımızdan yayım­ lanmıştır. Bu iki târihî belge şunlardır :C6 «Ey Büyük ve Tatlı Şâir, Bu sizi pek seven kardeşinizi unutmayarak gön­ derdiğiniz (Türk Sazı)’nı, (Ey Türk Uyan)’ı aldım. Te­ 65. Zehra (Altay) Ö cal : Müftüoğlu Ahmed Hikmet’in Yirmiiki Hikâyesi, Hacettepe Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyâtı Bölümü’nde Me’zuniyet Tezi. Ankara, Şubat 1983, s. 1. 66. Bu iki mektub, diğer bâzı belgelerle birlikde ilk kez 20 Ağus­ tos 1939 Pazar günü tarafımızdan Millî Şâirimiz Mehmed Emin Yurdakul’un Beşiktaş Serencebey’deki konağında ori­ jinallerinden istinsah edilmişdir. İstanbul’daki ilk yayımın­ dan (193'9/1940) sonra ikinci defa Samsun’da çıkan Kopuz

99


şekkürler ederim. Türk Sazı’nın tellerini ırkımızın da­ marlarından mı seçtiniz? Her mısraı onları köklerin­ den titretiyor. Bâzı akşamlar kâh Sazınızı ve kâh Ey Türk Uyan’ınızı Tuna’ya karşı okuyorum ve sanıyo­ rum ki kanları, kemikleri bu topraklara serpilen yüzbinlerce Türkün aziz ruhlan penceremin Önüne geli­ yorlar. Sizin Sazınızın nağmelerini dinliyorlar, anlı­ yorlar ve ağlıyorlar. Siz binlerce senelik bu koca milletin rûhuna hita­ beden biricik şâirsiniz. Sözleriniz, fikirleriniz ana sö­ zü gibi müşfiktir. Onun için bir nine hitâbı gibi cana işliyor. Türk Sazı’ndan bahsedecek değilim. Onun her sahifesi, her mısraı en büyük saraylardan, en müte­ vazı’ kulübelere kadar bütün Türk muhitinde dünya durdukça okunacak ve ezberlenecektir. Ancak, «Ey Türk Uyan!» bence birkaç orduya bedeldir. Bize o ka­ dar kuvvet verecek, benliğimizi o kadar bildirecektir. Ben Hükümetin yerinde olsaydım bu kitabı resmen köylere dağıtırdım. Mevlid gibi her bucakta okunma­ sı esbabına tevessül ederdim. Varolun, sağolun! Yalnız, Sazınızın ilk mızrabına i’tiraz edeceğim. O mızrab ki samimiyette \ e şumûl-ü hakikatte bir âhengi umûmîdir, «Derdlilerin gözyaşını çevrem ile sile­ yim» diyorsunuz. Hayır, dâimâ siz böyle ağlamıyacaksınız. İnşallah bir gün de güleceksiniz. Çünkü o gün biz de, biz âdiler de güleceğiz. O zaman siz âlîler de o adlı Türkçü dergimizin Temmuz 1943, 3. sayısmda- ss. 63 - 64 (Türkçülük Târihine Âid Vesikalar) meyanmda neşredilmişdir. Şubat 1944 târihli Kopuz’un 10. sayısında -ss. 237-240yayımlanmış (Millî Şâirimize Âid Hâtıralarım) da incelenin­ ce görülür ki, bu önemli belgeler Yurdakul’un sağlığında aynen kopya edilerek basılmış; daha sonra bu belgelerin asıllan Yurdakul’un yanan konağı ile kül olmuşdur.

100


umumî tebessüme iştirak edeceksiniz. Vakıa siz bir gözyaşı şâirisiniz. Hatırımda kaldığına göre ilk mecmua-i eş’annız «Türkçe Şiirler» de Yunan Muharebesi hengâmmda neşrolunmuştu. Biz o zamandanberi gül­ medik. Fakat güleceğiz. O zaman ishak, bülbül ola­ cak ve siz de bize vatan sevgisini öğrettiğiniz gibi, gü­ zelliğe muhabbeti de anlatacaksınız. Dikkat buyuru­ nuz, onu anlatan, sizin gibi bir şâirimiz de yok, gel­ memiş. Yakında ben de «Çağlayanlar» imla size demsaz ol­ mak küstahlığında bulunmak arzu ediyorum. Benim masallarım sizin şiirleriniz karşısında ne kansız, ne uyutucu kalacak. Fakat gönül isterdi ki Çağlayanlar­ ın yanında otursun da Türk Sazı’nı ağlatsın, çınlatsın. Bâki hürmetler ve muhabbetler ile ellerinizi öper ve teveccühünüzün devamını dilerim kardeşim. 14 Kânûnuevvel 330 Peşte Başşehbenderi Ahmed Hikmet Hâşiye: Geçende «Zempleni Arpad»67 nâmındaki Macar şâiri tarafından tanzim olunan «Turan Şarkı­ ları» m bilvâsıta takdim etmiştim. Bunun Macarcasmı göndereceğimi İstanbul’da iken vâdetmiştim. Ancak daha sonra Almancaya tercüme olunduğundan mef­ humu daha kolay malûm olur ümidiyle Almaııcasım takdim ettim. Fakat sonradan gördüğüme nazaran Almanca tercümesinde Turanîliğe âid birçok şiirler 87. Zempleni Arpad: Âile adı Imrey’dir. Macarların ünlü lirik şâirlerinden biridir. 11 Haziran 1865’te ZemplĞn’de doğmuş­ tur. Üç cildJik (Şiirler), (1891), (Yeni Şiirler) (1897) ve (Seç­ me Şiirler) (1897) ve (Turani DaJok) adlı eserleri ile ünlü­ dür. (Pallas, Nagry Lexikona, Cild: XIII, ss. 1134-1135).

101


mevcud değildir. Teessüf ettim. Bir de affınıza sığına­ rak (Ey Türk Uyan)’m yirmiikinci sahifesindeki: «Tür­ küleri olarak isteplere gidecek» mısramdaki (istepî kelimesinin Türkçesi (bozkır)’dır, sanırım. Sizin ya­ bancı kelimeleri sevmediğinizi bildiğimden buna cür’et ettim. İhtimal ki bu yabancı kelimeyi bir faideden ötürü kullandınız. Ziyaret kartınız altındâ adresiniz olarak «Serencebey Yokuşu» var. Bu gariptir ki Ma­ carca bir kelime gibi görünüyor. Macarca «serence», şeref ve mutluluk demektir. Acaba bu adın konuş se­ bebi ne olsa gerek? Belki de orada «Serence Bey» adın­ da Türkleşmiş bir Macar oturuyormuştur da bu yokuş da onun ismine izafe edilmiştir. Kerîmüşşiyem Beyim i Bundan bir müddet önce pek kıymetli eserinizi tenezzülen muhlisinize göndermek lûtfunda bulundu­ nuz. Her tahminin üstünde gece gündüz tükenmeyen resmî işlerden aman bulup ta şimdiyedeğin bu (konu­ da) teşekkür edemediğimden üzgünüm. «Dicle Önünde» elime, 13 Mart târihinde neşideniz ile mâkûsen münasebettar olan bir kara haberi gazetelerde okuduğum gün vâsıl cldu. O derin eseri, birkaç yerinde ağlayarak bitirdim. İnşallah Bağdad’a dâhil olan genç zâbitlerimiz bu güzel şiirleri Dicle ke­ narında tertil ederler (usûlü ile okurlar). Hükümetimizin gelecekteki siyâsî târihini iki mil­ yonluk muzaffer ordumuz süsleyecek. Fakat milletimi­ zin, bu zamana âid edebiyat târihini yalnız şiz kapla­ yacaksınız, sanıyorum. Böyle mukaddes bir ateş ile yanan kalb, milletin meş’alesi olur. Böyle bir meş’aleye sâhib olan ve onu (lâyik bulunduğu tahta) oturta102


bilen bir kavmin ise geleceği güvenli ve sağlamdır. Feyz ve kudretinizin huzurunda derin saygı ile eğili­ rim. «Dicle Önünde» manzumesini bu yoldaki eserleri­ nizin hepsinden üstün sayarım. Onda ötedenberi sizde beklediğim : Senin kalbe can sunar Kâfur kollu genç kızların... Yanakları candan öper Aşk hummalı dudaklar Gibi sıcak, lâl seherin. misillû insanlığın en güzel kısmından istiare olunmuş hayalleri buldum. Ve tunda da ne necib bir surette muvaffak olduğunuza hayran kaldım. Fezalarda yanmayan çirağ sizin elinizde, Kitablarda olmayan ilim sizin dilinizde. tavsif i hakikat nümûniyle tarif ettiğiniz (Hastabakıcı Hanımlar) manzumesi tamamiyle temiz kalbinize lâyik bir şefkatnâmedir. Siz Türk ahlâkının, İslâm ru­ hunun bir saflık, temizlik örneğisiniz. Benim için bu kitabın mâhiyetini yine sizin ş u : Gökten iner bir sesfdir Bu mukaddes mihrablarm En İlâhî nağmesidir Altın sesli rebabların kıt’anız (tanımlamaktadır). Bâki, derin hasretlerimle sonsuz saygılarımı takçım eder ve teşekkürlerimi sun103


ıııakda vâki olan kusurumun bağışlanmasını tekrar niyaz eylerim. Ferman Beyim efendimindir. 20 Eylül 333 Peşte Başşehbenderi Ahmed Hikmet sn"# Beraber yazdıkları dergilerde, birlikde çalıştıkları ocak ve demeklerde, Türkçülük yolunda elele ve gö­ nül gönüle yürümüş bir «Millî Şâir» ile bir «Millî Edib» arasındaki derin dostluk ve sevgi bağlarını açıklayan bu mektublardaki asil duygular, rahmetli Millî Şâiri­ miz Mehmed Emin Yurdakul’un da Türklük için çar­ pan yüreğini doldurmakta idi. Millî Şâirimiz, Türk ya­ zarları arasında en çok Ahmed Hikmet ile, Ömer Seyfeddiıı’i severdi.63 Birinci Dünya Savaşı’nı Macar başkentinde büyük bir başarı içinde geçiren Müftü­ oğlu Ahmed Hikmet, birçok yüksek bilim ve politika çevrelerinde, özellikle kültür ve san’at alanında, ge­ niş bir takdir kazanmış; geleneksel Türk - Macar.dost­ luğunun sıcak ve samimi bir surette kuvvetlenmesini tam bir başarı ve yetenekle sağlamışdır. Türk-Macar Dostluğu

Bu temsilcilik, onun vazife aşkı yanında, kalbin­ deki mefkurenin verdiği bir eğilimle de candan sevdi­ ği bir işti. Çünkü burada Türkçülük idealine hizmet fırsatı buluyor; uzaktan ırkdaşımız olan bir milletin başkentinde, resmî faaliyetlerden ayrı olarak, Türk Macar sevgisini kuvvetlendirmeğe, iki kardeş milleti 68. Dr. Tevetoğlu (Fethi) : Millî Şâirimiz Mehmed Emin Yurda­ kul, I, Kopuz, 15 Ağustos 1939, Sayı: 5, s. 172.

104


birbirine başlıca kültür alanında yaklaştırmağa aşk ve imanla çalışabiliyordu. Tevhid-Efkâr gazetesinde yayımladığı (Türk ve Macar Dilleri) üzerindeki araştırmaları, bu yıllarm mahsulüdür.69 O günün Türk ve Macar gazete ve dergileri, bü­ yük Türkçünün Macaristan'da kazandığı başarı ve sevgiyi, çeşidli vesilelerle sütunlarında sık sık belirti­ yorlardı : «TuranlIlar Arasında - Budapeşte, 28 (K.) - Üniver­ site gençlerinden oluşan bir Musiki topluluğu, dün ak­ şam Türkiye Başkonsolosu Ahmed Hikmet Bey’in onu­ runa Konsolosluk binası önünde bir sokak konseri dü­ zenlemiştir. Ahmed Hikmet Bey bir konuşma yaparak teşekkürlerini bildirmiş ve Macar gençleri tarafından) gösterilen bu ilgi ve sevginin yalnız kendisini değil, bütün Turanh kardeşleri duygulandıracağını söylemişdir. Bundan sonra Kızılay Komisyonu onuruna bir mü­ zik konseri düzenlenmişdir. Konserde komisyon baş* kanı ve üyelerden birçoğu ile Türkiye Başkonsolosu ve konsolosluk mensubiarı hazır bulunmuşlardır.» Ahmed Hikmet’in başarısı o kadar büyüktü ki, Peşte Maarif Encümeni, geçmişte Macaristan’da vali­ lik etmiş Türk Paşalarının yazışmalarını yayımlatmış; Budapeşte’de Türkçe öğreten dershaneler açılıp kurs­ lar düzenlenmiş; Vigszinhâz adlı Komedi Tiyatrosu’nda Türkçe eserler oynanmış; Peşte’de yeni bir câmi yap­ tırılmış ve Macar Millet Meclisi, İslâm dinini kanun nazarında resmî dinlerden biri olarak tanımışdı. Ma­ caristan Kızılhaç’ı, «Topkapu» ve «Maltepe» hastahâ69. Müftüoğlu Ahmed Hikmet: Türk ve Macar Dilleri, Tevhid-I1 Efkâr, 5 Mart 1338, Nu. 265; 10 Mart 1338, Nu. 270 ve 19 Ni­ san 1338, Nu. 310.

105


nelerimizde kullanılmak üzere Türkiye’ye sağlık mal­ zemeleri göndermiş; Macar Sanayi’ ve Ziraat Okulları ile Üniversite’nin Târih bölümü, her yıl 100 Türk öğren­ ciyi parasız okutmayı kabul etmişlerdi. Budapeşte gazetecilerinden M. Pal Bodo, Türklerin milli savaş şiirlerini Macarcaya çevirerek yayımlamış; Peşte’de üniversitelerin bulunduğu çok büyük eski bir Türk caddesine (s. Zoltan Mohemmed Hamisz Ut.) (Beşinci Sultan Mehmed Caddesi) adı verilmişdi.70 23 Ağustos 1330 (1914) târihinde 649. sıra numa­ rasıyla İstanbul Türkocağı’na girmiş bulunan Ahmed Hikmet, yur d dışında bulunmasına rağmen, Ocağın kültür faaliyetlerinin gelişmesine çalışmalarıyla çok yardım etmiştir. Macar Kızılhaç Hey’eti’nin İstanbul’u ziyaretini sağlamış ve Türklüğü, Macar-Alman-Avusturya çevrelerinde diplomasi kadar, kültür ve san’at bakımından da tanıtmış ve yaymıştır. Müftüoğlu Ahmed Hikmet’in pek sevdiği eşi Suad Hanım, çok iyi bir eğitim görmüş ince, zarif bir Türk hanımefendi idi. Bu bakımdan, Ahmed Hikmet’in Ma­ caristan’da geçen diplomasi hayâtı sırasında Suad Ha­ nım da kendisini çok sevdirmiş ve saydırmış; yüksek Türk kadınlığını bu kardeş ülkede tam mânâsı ile tem­ sil etmiştir. GÜLBABA TÜRBESİ : Müftüoğlu Ahmed Hikmet’­ in I. Dünyâ Harbi yıllarında kurulan (Türk - Macar Dostluk Yurdu)’ndaki başarılı çalışmalarından canlı bir örnek, eski Budin’imizin koynunda ebedî uykusu­ nu uyuyan (GÜLBABA’mn türbesini onartmak sure­ tiyle muhteşem bir hâle getirmesidir. 70. Biz de buna karşılık olarak İstanbul’da bir caddemize (Ma­ car Kardeşler Caddesi) adını vermiştik ki, vefâlı Türkler bu adı hâlâ muhafaza ediyoruz.

106


Türk-Macar kardeşliğinin kökleşmesinde, kültür ve san’at ilişkilerinin gelişmesinde, Gülbaba Türbesi’nin Macaristan’da bir Türk mabedi ve müzesi hâlinde yeni başdan yapılmasında, Ahmed Hikmet’in çok sev­ diği muavini şâir Enis Behiç Koryürek’in de büyük hizmet ve yardımları olmuştur.71 Gülbaba tekke ve türbesi hakkmdaki araştırma­ mızda derlediğimiz bilgi, Türk Ansiklopedisi’ndeki Gülbaba maddemizde sunulmuştur.72 XV. Yüzyıl sonunda ve XVI. Yüzyılın ilk yarısın­ da yaşamış ve birçok gazâlarda bulunmuş bu ünlü Türk mücâhidi ve Bektaşi dervişi, Budiıı fethine de katılmıştır. Gülbaba, Budin Kal’ası önündeki savaş­ larda şehid düşerek Budin’e gömülmüştür (1541). Cenâze namazının Ebussuûd Efendi tarafından kıldırıldığ'iııi; Kanûnî Sultan Süleyman’ın da bu namazda bu­ lunduğunu yazan Evliya Çelebi, elinde büyük bir kı­ lıçla savaşlara giren Gülbaba’nm başında dâimâ bir gül taşıdığı için bu lâkabı aldığını kayd ve hikâye et­ mektedir.73 Macar ressam Ferenc Eisenhut (1857-1903) tara­ fından 1886’da yapılmış Ankara Macar Büyükelçili­ ğinde bulunan (Gülbaba’nm Şehâdeti) adlı ünlü tab­ lo, onun şehid oluşunu tasvir etmekdedir. Burada Gülbaba’nm yere düşmüş gülü de görülmekdedir. Bugün Budapeşte'de bulunan türbe, 1543-1548 yıl­ lan arasında 3. Budin Beylerbeyi bulunan Yahyâpaşazâde Mehmed Paşa tarafından yaptırılan Gülbaba 71. Dr. Fethi Tevetoğlu : Enis Behiç Koryürek, Hayâtı ve Eserleri Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınlan, Ankara 1985, s. 49. 72 Türk Ansiklopedisi, C ild : XVIII, ss. 137-140. 73. Evliya Çelebi Seyyahatnâmesi, Cild : VI, ss. 225, 248.

107


Tekkesi ve yanındaki türbenin, Ahmed Hikmet ve Enis Behiç beyler zamanında onarılmasından sonraki son kalıntısıdır.

1945-1946 yıllarındaki Sovyet istilâsının yıkıcılığı sırasında Gülbaba Türbesi de büyük hasara uğratıl­ mış74, fakat daha sonra Macarlar tarafından onarıla­ rak yeniden Budapeşte’nin belli başlı târihi ve turistik ziyaret yerlerinden biri olmuştur. Bir Macar ansiklopedisine göre73 Gülbaba, Buda­ peşte’de Gül Tepesi’ndeki bir Türk türbesinin adıdır. Bu türbeye şu efsâne atfedilmiştir: Gülbaba admda bir Müslüman burada kahramanca çarpışırken şehid düşmüş ve buraya gömülmüştür. Bundan ötürü buraya Gülbaba adı verilmiştir. Türk söylentileri ise bu ef­ sâneyi daha başka şekilde ifâde etmektedir. Türkler de böyle bir aziz’i kabul ediyorlar. Bu zât Pâdişâh ile beraber gelmiş, Budin’de vefat etmiştir. Fakat bu kah­ ramanın adı Gülbaba değil Kelbaba’dır. Kel denmesi­ ne sebeb, başında saçı olmayışındandır. Sonra bu zâ­ tın adındaki (Kel) kelimesi, (Gül)’e dönmüştür. Diğer bir Macar Ansiklopedisi de76, aynı bilgiyi ver­ dikten sonra, (Kel) kelimesinin halk etimologisi te'siriyle (Gül) olduğunu belirtiyor v e : «Gülbaba, edebî hayâtımıza da girmiştir. Onun hakkında küçük hikâ­ yeler, şiirler ve makaleler yazılmış; hattâ tiyatro eser­ leri kaleme alınmıştır. Gülbaba Câmii, Budapeşte’de yaşayan Türklerin dini bir merkezidir. îbâdet zamanı ve bayramlarda burada toplanırlar» diyor. 74. Dr. Fethî Tevetoğlu: Yıktırılan Gülbaba Türbesi, Zafer, lâ Şubat 1952 Salı, ss-. 2-3. 75. Pallas, Nagy Lexikona, Cild: VIII, s. 365. 78. Tolnai, UJ, Vilag Lexikona, Cild: VI, s. 49. *

108


f

Gülbaba’nın bizzat kendisinin şâir olduğuna dâir Naci Kum’un ilginç ve değerli bir araştırması bulun­ maktadır.77 Bu yazıda, IE.J.W. GİBB MemoriaD’da, Hi­ za Tevfik’in «Hurûfîlik» hakkındaki Fransızca maka­ lesinde Gülbaba’mn (Miftâhü’l-gayb) adında bir risa­ lesi bulunduğu ve bundan manzum, mensur parçalar alındığı bildiriliyor. Ayrıca Nâci Kum, arkadaşı Tâhir Erdem’in Gülbaba’ya âid belgelerinden onun «îligüb» veyâ «îlegüb» köyünden olduğunu ve Budin’de şehid düştüğünü çıkarmaktadır. (Târih-i Cevrî Çelebi)’nin kaydettiği (Gül Mehmed Dede) ile Budin’de yatan (İlegüb’lü Gülbaba) ’nın karıştırıldığına dikkati çeken Na­ ci Kum, bu yazısı ile, rahmetli Hüseyin Nâmık Orkun’^ un Macarcaya çevirdiği, Gülbaba’ya âid 9 parça şiiri de sunmaktadır. Zikri geçen (Güldeste) adlı yazma­ dan aktardıkları (Viyana’da medfun Gülbaba yâni ism-i diğeri Misâli) kaydından da anlaşılacağı gibi, Bu­ din’de yatan Gülbaba ile, Hurûfî şâiri Misâlî’nin aynı değil, ayrı şahıslar olduğu belirmektedir. İşte, büyük Türkçü san’atkâr Müftüoğlu Ahmed Hikmet, bu eski Türk şehrindeki bu Türk aziz’inin tür­ besini bakımsızlıkdan kurtarmıştır. Hereke Fabrikası’na dokuttuğu nefis Türk ipek seccâdeleriyle, Hattat Hâlid’e yazdırdığı cellî hatlı levhalarla bu türbeyi biz­ zat ve eşi Suad Hanım, muavini Enis Behiç Bey ile süs­ lemişler-, Avrupa’nın göbeğindeki bu uçmuş ve dağıl­ mış Türk kokusunu, keskin bir gül parfümüne dönüş­ türmüşlerdir. (Gülbaba Türbesi), o gün bugün, Türk süs san’atınm Avrupa’da açılan bir müzesi olmuşdur. 77. Nâci Kum: Gülbaba’nın elde ettiğimiz izleri, Ün (İsparta), Sayı: 26-27, ss. 380-384.

109


Millî Kütübhâne’deki Müftüi . , ı, r^-. .. oğlu Ahmed Hikmet’e Âid İstanbul a Donuş . .. _ . . . . , Dokumanlar ıçızıde bulunan 13 Aralık 1916 tarihli belge ve Gülbaba Türbedârı İmam Abdullatif Efendi’niıı yazı­ lan, Budapeşte’deki hastahâne ve rehabilitasyon mer­ kezlerinde bulunan yaralı ve hasta Türk erlerine na­ sıl bakıldığını ve yardım edildiğini açıklamaktadırMütâreke üzerine Peşte Konsolosluğumuz kaldırılmış ve Ahmed Hikmet Bey de İstanbul’a dönmüştür. Müf­ tüoğlu, iki yıl sonra, Alman ve Avusturya fabrikaları­ na harb içinde ısmarlanarak teslim edilememiş mal­ zemeler konusunu çözüme bağlamakla görevli komis­ yona başkan getirildi. Yeniden Peşte, Viyana ve Ber­ lin’e giderek bu başkentlerde iki yıl kadar daha kaldı. Buralardaki görevi sona erince 1 Ekim 1921 Cumarte­ si günü Peşte’den Tuna’nm Macar (Şas) vapuruyla ha­ reket eden Ahmed Hikmet Bey, ertesi gün Tuna kıyı kasabası Hainburg’a da uğrayarak 2 Ekim Pazar ak­ şamı Viyana’ya gelmiştir. Pazartesi tirenle Avustur­ ya’dan İtalya’ya ve 6 Ekim 1921 Perşenbe günü va­ purla Triyeste’den hareketle Cuma sabahı Venedik’e ulaşan Müftüoğlu, Akdeniz ve Ege yolculuğunu da ta­ mamlayarak İstanbul’a gelmişti. Bu gezisi ile ilgili notlarının altına Ahmed Hikmet Bey şunları yazmıştır:

Bir hâtıra? Suad ile Venedik’e geldiğimizde Hotel Luna’da kalmıştık. Gözlerin varken tenezzül eylemem mehtaba ben Kaşların varken teveccüh eylemem mihraba ben Beklemem mehtabı varken gözlerin Dinlemem ben ûdu kâfi sözlerin 110


İki yıl geçmeden, büyük Türkçü, kendisine Türk edebiyâtı ve Türkçülük târihindeki seçkin yerini ka­ zandıran, Peşte’de bulunduğu yıllardanberi hazırladı­ ğı ve 1911-1922 yılları arasında çeşidli gazete ve dergi­ lerde yayımlanmış hikâyelerini 15 Haziran 1922 Perşenbe günü (ÇAĞLAYANLAR) adıyla bastırdı. Sûdî Kütübhânesi’nin yayımlayıp dağıtımını yaptığı 176 sahifelik bu kitabın (Türkeli Zeybeklerine) sunulan ilk parçası, millî Türk edebiyatının değeri hiçbir gün ek­ silmeyecek şaheser örneklerindendir. Zamanın edebi­ yatçıları, milliyetçi yarar ve düşünürleri, özellikle Türkocaklılar arasında pek büyük yankılar yaratmış bu eserin değerli sanatçıya kazandırdığı şerefin sevin­ ci, beklenmedik bir felâketle unutulmuştur: Müftüoğ­ lu Ahmed Hikmet Bey, ayııı yıl içinde, uzun bir hasta­ lıkta ıı kalkamıyan genç ve kıymetli eşi Suad Hanım’ı kaybetti. Bu ölüm, içli ve eşine çok düşkün sanatçıyı kalbinden yaralı bir kuşa çevirdi. Ahmed Hikmet, kı­ sa bir süre sonra Tâhir Meııemencioğlu’nun kızı Fat­ ma Nerime Hanımla evlenmiştir. Müftüoğlu’nuıı bu evliliğinden de çocuğu olmamıştır. İkinci eşi de son derece genç, güzel, kibar ve kendisine taparcasına bağ­ lı olduğu hâlde Müftüoğlu’nun ilk aldığı yara ile çır­ pınması beş yıl sürmüştür. Daha önce belirttiğimiz gibi, ilk kıt’asıııda yapılan küçük bir değişiklikle Lem’i Atlı tarafından Hüzzam makamında bir şarkı olarak bestelenmiş (Bir Mersiye) r kendi el-yazısı ile gördüğümüz orijinalinden anlaşıldı­ ğına göre (10 Ağustos 1337) târihinde kaleme alınmış­ tır. İlk olarak da Subhî Nuri’nin çıkardığı haftalık İl­ mî, edebî, ictimâî resimii mecmua Yarm’da yayımlanmıştır.78 78. Ahmed Hikmet: Bir Mersiye, Yarın, 16 Mart 1338 (1922) Perşenbe, Sayı: 22, s. 4

llî


1922’de vefat eden Suad Hanımla 1897 yılında ev­ lenmiş bulunan Ahmed Hikmet’in ilk evliliği tam 25 yıl sürmüştür. İçli edib ve şâir sanatçının çok sevdiği eşinin ölümü üzerine yazdığı ağıt, denilebilir ki, man­ zum eserlerinin en başarılısıdır. Değerli araştırıcı Fev­ ziye Abdullah Tansel’in de örnek verdiği79 bu şiirin Millî Kütübhâne’deki orijinalinden aktardığımız tam metni şudur:

B İR

MERSİYE

Nerde olsan, sendiğim, gönlümdesin? Âteş-i rûhum mısın? Söyle nesin? Gözlerimde hüzn ile tâbendesin, Nerde olsam, sevdiğim, sen bendesin. Sen benim’çin, Hak bilir ki, bitmedin, Zevcini yâd illere terk etmedin. Sen beni hiçbir zaman incitmedin, Gitmedin, söyle, değil mi... Gitmedin? Ölmedin sen, bir ölen varsa... Benim. Fevk-i lâhdindir benim de medfenim. Seng-i kabrindir benim câmid tenim. Bir kitâbendir nigâh-i ahzenim. Rûhumu sensiz benim her şey sıkar! Kabrini yalnız benim yaşım yıkar. Sinemi açsan senin resmin çıkar! Beynimi yarsan senin ismin çıkar! 79. Fevziye Tansel: Ahmed Hikmet Müftüoğlu’nun Bilinmeyen İki Şiiri, Türk Kültürü, Mart 1970, Y ıl: VIII, Sayı: 89, ss. 302307.

112


Ey Suâd’ım Ey Suâd’ım Ey Suâd’ım Ey Suâd’ım

yâdının meşhûnuyum! çeşminin mahzunuyum! ruhunun meftûnuyum! aşkının Mecnûn’uyum!

Bir perîşân çılgınım ki... Bî-figan, Bir gezer mevta gibi bîhiss-ü cân, Ben kınk gönlümle bî-tâb-ü tuvân Hüzn ile olmaktayım kabre revân. Gözyaşımla rûhunu şâd eylerim Nâmını eflâke is’âd eylerim Her gece tenhâda feryâd eylerim Her vesileyle seni yâdeylerim! Sen bana hem dost idin, hem de ana Cismini rûhumla gömdüm yanyana. Kalbimi bir yasdık ettim ben sana, Hâlime vâkıf mısın?... Söyle bana! Söyle ki birleşmemiz kabil midir? İftirâkm sûri ve zâil midir?, Vuslat-ı ukbâya Hak mâil midir? Var mı Mahşer?... Tanrımız âdil midir? Kâinâta eylerim yüzbin hitâb, Her taraf medhûş-u ebkem!... Yok cevâb. Cehl içinde çekmede herkes azâb. Sen harâb! Yurdum harâb! Gönlüm harâb!.. Her ne dem gelse hayâlin yânıma, Bir tezelzül de gelir îmânıma. Serzenişle eylerim... Yezdân’ıma. Hak verir, Allah dahî, isyanıma113


Senden aldım aşk-i hüsn ü, san’ati Senden aldım ders-i hiss-i rikkati, Senden aldım lezzet-i ulviyyeti Sen bana öğrettin insâniyyeti! Ben seninle hâiz-i irfan idim Ben seninle sâhib-i vicdan idim Dâimâ mes’ûd idim, şâdân idim, Ben senin sayende bir insan idim... Sen benim irfân-ı vicdânım idin Dest-gîrim, hâmiyem, câmm idin, Âh pek kıymetli cananım idin, Ben köleydim, sen de, sultânım idin. Kalbimi yâdın senin her dem deler. Görmedi böyle eziyyet kimseler. Bir eza ki hâric-i tâb-ı beşer. Üç sene, Rabb’im, neler çekdin neler?! Olmadı hiçbir devâ yâr-u mu’în. Kırdı, ezdi cismini derd-i la’în. Sâde aşkındı kalan sende metin. Etmedin bir kerrecik âh*u enîn. Etmedin bir def’âcık âh-u enîn. İztirab çektikçe sen... Sakin, derin Bir gülümserdin ki... Ma’sûm-u hazîn Yâd-ı sûzişnâki zehr-i âteşin! Bir sükûnetti sözünde çağlayan. Bir tebessümdü gözünde ağlayan. Rûhunu handeydi ömre bağlayan. Bu siy âh şu’leydi kalbi dağlayan. 114


I

Soldu ıûhuıı gül gibi pür-ibtisâm. Târumâr oldu bu gün bâğ-ı merâm. Olmasın mı ruhuma neş’e haram?! Ses kısıldı çıkmıyor gayri sadâm. 10 Ağustos 1337 16/17 Kasım 1922 Perşeııbe/Cuma gecesi, son Osmanlı Pâdişâhı VI. SulMehmed Vahîddüddin, İngilizlere sığınarak yurddaıı uzaklaşmış­ tır. Bunun üzerine, son Veliahd Abdülmecid Efendi (1868-1944), 19 Kasım 1922 Pazar günü, Türkiye Bü­ yük Millet Meclisi tarafından «Halîfe-i Müslimîn» se­ çilmiştir. Abdülmecid Efendi, 3 Mart 1924 Pazartesi günü yine T.B.M. Meclisi’nce Halifeliğin lağvedilmesi­ ne kadar 1 yıl, 3 ay, 14 gün «Pâdişah»! olmadan yal­ nız «Halîfe-i Müslimîn» sıfatıyla Halifelik makamında bulunmuştur. ~

y . on ı arı

İşte bu dönemde Cumhuriyet Hükümeti, Müftüoğ­ lu Ahmed Hikmet’i, Halîfe Abdülmecid Efeııdi’niıı SerKarinliği’ııe - Halifelik Başmâbeyinciliği’ne - atamıştır. Müftüoğlu, güzel san’atlara, özellikle yağlıboya resme çok meraklı olan Abdülmecid Efendi’yi, Türkocakları’ndaki kültür faaliyetlerine yakın ilgi göster­ diği yıllardanberi yakından tanıyordu. Sedad Simâvî’ııin çıkardığı İnci ve Yeni İnci der­ gilerinin yazarları kadrosu başında gelen Ahmed Hik­ met, tâ 1919 Ekiminde, İnci dergisi için Veliahd Abdül­ mecid Efendi ile, Türk kadınlarının durumu, terbiye­ si ve sosyal geleceği konusunda bir ropörtaj yapılma­ sını sağlamıştı. Derginin kapağında ve içinde (Hâdîce Dürrişehvâr Sultan) ’m çocukluk resimlerini de yayım­ 115


layan İnci dergisinin (Musahebe) sütununda (Ahmed Hikmet) imzasıyla (Ninelere) yazısını ve (A.H.) rumzu ile de (Dürrişehvar Sultan) için yazılmış şu şiirini yayınlamıştır :co Bir kış gecesiydi, sâkin-ü târ Bir nükte fısıldayordu rüzgâr: Eflâk bu şeb-i cenana eşdi. Zühreyle Kamer lâtîfeleşdi. Bir cünbiş-i zevke girdi Zühre Bin gonca-i hande yağdı dehre. Neş’eyîe dû çeşm*i Zühre doldu. Rûyinde bir «İnci» hâsıl oldu.

Bu lu’lu’ nûrdan, pür esrar,

Halk oldu vücûd-u «Dürr-i Şehvâr». Halifelik kaldırılıp Abdülmecid Efendi 5 Mart 1924 Çanşanba akşam-üstü âilesi ile yurddan uzaklaştırılın­ ca, Müftüoğlu’nun kısa süren «Başmâbeyincilik» göre­ vi de son bulmuştu. 1926’da Ankara’ya, Dışişleri Bakanlığı’nm Konso­ losluk Hizmetleri ve Ticâret Genel Müdürlüğü’ne ge­ tirilen Müftüoğlu Ahmed Hikmet; aynı yıl içinde ön­ ce Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlığına vekil ve az son­ ra da asil olarak atanmıştır. Başkentteki kısa hizmet süresinde, Türkocakları’nda (Kültür Bölümü Başkanı) olarak da vazife gören değerli Türkçü, burada edebiyat ve musiki târihimize âid araştırmaları, Türkçenin Arab ve Acem kelime ve 80. İnci, 1 Ekim 1919 Salı, Nu. 9, ss. 4 ve 8.

116


I

kaidelerinden arınması; Türk imlâ ve gramerinin tesbiti yolundaki çaba ve eserleriyle de milletimize bü­ yük milli yararlar sağlamak için didinmiştir. Dışişleri Müsteşarlığının gerektirdiği ağır çalış­ manın getirdiği büyük yorgunluk, Ahmed Hikmeti çok zayıf düşürmüştü. Sağlığını hiçe sayarak, gerçekleş­ mesine canattığı yüce dilek ve düşüncelerini daha ile­ ri götürecek gücü kalmadığını sezen san’at ve mef­ kure adamı, Müsteşarlık görevinden isti’fâ ederek An­ kara’dan ayrılmak zorunda kalmıştır. Daha o zaman hızla zayıflama, halsizlik ve şiddet­ li bir kann ağnsı ile belirtilerini gösteren kanserin se­ yir ve tahribinden habersiz, dinlenmek ve tedâvi gör­ mek kaygusu ile memuriyetten çekilmiş ve geçimini sağlayacak CAnadolu - Bağdad D e m i r y o l l a r ı Yönetim Kurulu Üyeliği) ile yorgun ve bitkin bir hâlde İstan­ bul’a dönmüştür. Bu arada kendisine, bacanağı Bayındırlık Bakanı Behiç (Erkin) aracılığı ile (Elektrik Şirketi Yönetim Kurulu Üyeliği) de verilmiştir. Mide ve karaciğer bölgesinde duyduğu şiddetli sancı, daya­ nılmaz bir hâle gelince, dok­ torları, Ahmed Hikmet’in evde yatmasını uygun bul­ mayarak onu 24 Mart 1927 Perşenbe günü Taksim’deki Fransız Hastahânesi’ne kaldırmışlardır. Ölüm Döşeğinde

Başta, aynı zamanda yakın dostu ve Ocaklı mefkûre arkadaşı Profesör Âkil Muhtar (Özden) olmak üzere doktorlarının koyduğu «galopan seyreden bir karaciğer kanseri» teşhisini ve bahtsız san’atçımn kurtulamıyacağmı bütün yakınlan biliyorlardı. 117


Türkçü edibi, ölümünden bir ay önce ziyaret et­ miş Mecdi Sadreddin, o günü şöyle anlatmaktadır :81 «Hastahânenin ilâç kokan, geniş mermer merdi­ venlerini hızlı hızlı çıktım. İkinci katın koridorunda rast geldiğim bir hastabakıcı bana yol gösterdi: — Ahmed Hikmet Bey, değil mi? Koridorun so­ nunda 39 numarada... Burada, kapıya yaklaştığımı gören beyazlara bü­ rünmüş başka bir «Sör» : — Giremezsiniz, dedi, doktorlar müsaade etmi­ yorlar! Kapı açıldı. Yüzünde nâzik, derin çizgileri belirli bir surette göze çarpan orta yaşlı bir hanım göründü. Kendisine Ahmed Hikmet Bey’i bir-iki sâniye görmek, hatırını sormak istediğimi söyledim. — Kim geldi diyelim, dedi, ismimi bildirdim. Bir­ kaç sâniye geçmeden aralık kapı bir az daha açıldı: — Buyurun, dediler. Fakat beş dakikadan fazla oturmamanızı rica ederim. Ayaklarımın ucuna basarak odaya girdim. Kıy­ metli nâsirimiz yatağında yatıyordu. Beni görünce, fer­ siz gözlerinde gülümseme belirdi. Kansızlıkdan sara­ ran, damarlı elini bana güçlükle uzattı veyâhud da yatak örtüsünün üzerinde süründürerek bana doğru getirdi. Yer gösterdi. Yanındaki iskemleye iliştim. De­ rinden bir of çekti. Her hâlinden ıstırap çektiği görü­ lüyordu. Beyaza yakın saçlarının siyah tarafları he­ men hiç kalmamıştı. Kuvvetsiz bir sesle mırıldanır gibi söze başladı: 81. Mecdi Sadreddin: Ölümünden Bir Ay Evvel, Türk Yurdu Haziran 1927, C ild : V, S a y ı: 11, ss. 532-533. ,

118


— Ankara’da hastalandım. Geldiğim güııdenberi bir türlü iyileşemedim. Bir aydır yataktayım. Nihayet doktorlar hastahâneye gelmemi tavsiye ettiler. Şim­ di de işte buradayım. Ameliyat yapacaklardı. Zayıf buldular, imkân görmediler. Âkil Muhtar Bey’le Dok­ tor Gassen bakıyorlar... Anlaşılıyordu ki, büyük Türkçü, hastalığının nev’inden haberdar değil. Kendisine başka türlü anlatmış olacaklar. İlâve etti: — Bir az toplanabilsem de... «Hâristan ve Gülistan» yazarı burada sözünü kes­ ti. Ve sonra başını kapıya çevirerek, aynı cılız sesle: — Dışarıdakiler, dedi, beni ziyârete gelen dostla­ rımı yanıma bırakmıyorlar. Onlar buranın diktatörü. Zarif diplomat, bu sözüyle hastabakıcıları kastedi­ yordu. Sözüne devam etti: — Bunlar ne fena insanlar, beni, sevdiklerimi görmekden mahrum bırakıyorlar... Bu sırada titreyen bir kol yandaki küçük masanın üzerinde duran kartvizitlere doğrü uzandı. Bunların arasında Macar Sefiri Mösyö Tahi’nin kartı da vardı. Her gencin ezberden bildiği «Yeğenim» monologu­ nun yaratıcısını daha fazla rahatsız etmemek lâzımdı. Ayrılırken elini öpmek istedim. Bırakmadı. Sıhhat te­ mennileriyle odayı terkettim. Aşağıda büyük kapının yanında rastgeldiğim Başhastabakıcı ile konuştum. Üstâdm hastalığı hakkında fazla bilgi almak istedim. İki elini havaya kaldırarak: — Birşey söylemeğe me’zun değilim. Hâlinden an­ lamış olmalısınız, dedi. Büyük Türkçü yatağa düşmeden birkaç ay önce «Türk Dili» hakkında İlmî bir eser hazırlamağa baş119


lamışdı. Hastalığı yüzünden bu eserini tamamlamaya muvaffak olamayışım, yanında bulunanlara üzülerek söylüyordu.» Rahmetli büyük şâir Abdülhak Hâmid Tarh an da, Ahmed Hikmet’in son günlerinden şu satırlarla bahsetmekdedir :82 «... (Kanser), çaresiz hastayı ölümün karanlığına doğru sürüklüyordu. Derin bir hassasiyetin mâkesi olan gözleri, artık parlaklığını kaybetmeğe başlamış, yüzü ıstırap çizgileriyle çevrilmişti. İnliyordu.. Ağlı­ yordu ve galiba pençesine düşdüğü tehlikeli hastalıkdan habersizdi de. Beni yanma oturttu.. Üstâd... dedi, ölüm muztaripler için bir saadettir. Ben de bu saadete erişmek istiyorum. Sonra yanıbaşmdaki masanın üstünden aldığı «Makber»i açarak bana şu beyti okudu : Ölmekse garaz, maraz ne lâzım? Ölsün, fakat etmesin teverrüm!...» Büyük acı çeken saıı’atçıyı, o zaman Gülhâne As­ kerî Hastahânesi Baştabibi bulunan General Tevfik Sağlam’la, değerli hocamız Prof. Âkil Muhtar Özden ve Şişli Fransız Hastahânesi Baştatibi M. Gassen tedâvi etmekde idiler. 13 Mayıs Cuma gecesi umudsuz hasta büsbütün ağırlaşmış ve birden komaya girmişdi. Altı gün ve ge­ ce süren bu koma hâli sonunda korkulan netice gel* miş çatmış, gerçekleşmişdi. Altı aya yakın feci bir elem ve ıstıraptan sonra büyük Türkçü, son zamanlarda kendi isteğiyle nakle­ 52. Türk Yurdu, Haziran 1927 (Müftüoğlu Ahmed Hikmet özel Sayısı), Cild: V, Sayı: 11, s. 8. 120


dildiği Osmanbey, Âfitab Sokağındaki evinde, 19 Ma­ yıs Perşenbe günü gecesi saat 24’e üç dakika kala, fâ­ ni dünyâda bırakdığı «Çağlayanlar» ’m ebedî kayna­ ğına, yazılarında Türklük için yalvardığı, yakardığı yüce Tanrı’nın katma göç etmişdi. 20 Mayıs 1927 Cenâze Töreni büyük Türkçü sanatkârın acı haberi, bütün Türk dünyâsı­ nı sonsuz acılarla kapladı. Cenâze, 21 Mayıs Cumar­ tesi günü saat tam oııbirde, hâtırasına derin saygı ile bağlı binlerce kişilik bir topluluğun omuzlan üzerin­ de, Türkçülük ülküsünün tüttüğü Türkocağı’mn ül­ kücüleri tarafından düzenlenen muhteşem bir tören­ le kaldırıldı. Cenâze törenini Türkocağı İdâre Hey’eti, çok gü­ zel düzenlemişdi. Kadirbilir Maarif Vekili Mustafa Ne­ cati, İstanbul Maarif Emini’ne verdiği emirle ve Ga­ latasaray ile Edebiyat Fakültesi de eski, değerli bir hocalarım kaybettiklerinden, bütün liseler ve üniversi­ te tatil edilmişlerdi. Müftüoğlu Ahmed Hikmet’in ceııâzesi sabahleyin, gusledilmeden önce, daha sonra büstü yapılmak üze­ re alçı ile yüz-kalıbı alınmış, bundan sonra yıkanarak teçhiz ve tekfini tamamlanmışdır. Yeryüzünde son yürüyüşünü yapan Ahmed Hik­ met, kendisine derin sevgi ve saygı ile bağlı gençle­ rin elleri üzerinde, Âfitab Sokağı, Şişli Tramvay Cad­ desi, Teşvikiye Caddesi yolu ile Teşvikiye Câmii’ne getirilmişdir. Cenâze namazı kılındıktan sonra tabut tek­ rar Müftüoğlu’ııu seven ve sayan gençlerin omuzların­ da Maçka Mezarlığı’na getirilmiş ve büyük Türkçü­ nün vasiyetine uyularak, rahmetli eşi Suad Hanım’m kabri yanma gömülmüşdür. 121


Cenaze alayını oluşturan büyük kalabalık, Deniz, Kara ve Jandarma Kor Komutanlıklarının silâhlı bir­ likleri ve ayrıca Polis ve Belediye Zâbıtası müfrezeleri, başda üstad Abdülhak Hâmid olmak üzere, Dışişleri Bakanlığı temsilcisi Nusret, eski Âyan Reisi Rifat, Ahmed Hikmet’in yeğeni Kâzım Refik, Türkocağı Kültür Hey’eti adına Köprülüzâde Fuad, İsmail Müştak, Azer­ baycanlIlar adına Resulzâde Mehmed Emin, Üniver­ site Edebiyat Fakültesi profesörlerinden Hâmid, Şerif, Halil Nihad, Celâl Sâhir, Konservatuvar Müdürü Ziya, Edebiyat Fakültesi Genelsekreteri Sıdkı Beyler’le Ede­ biyat Fakültesi, Galatasaray ve İstanbul Lisesi öğren­ cileri, Türkocaklılar, çelenklerle örtülü aziz ölünün çevresinde toplanmış bulunuyorlardı. Çok kimsenin tutamadığı gözyaşları, Üniversite gençliği adına Ede­ biyat Fakültesi’nden Muvaffak Hüsnü’nüıı konuşması başlayınca büsbütün hızlanmışdı. Daha sonra Galata­ saraylI öğrenci Ali Bey, arkadaşlarının büyük acıları­ na tercüman oldu. Bunu, Türkocaklan Kültür Kolu adına Köprülüzâde Fuad Bey’in konuşması izledi. Fuad Bey, hazin ve vakur bir sesle: «Büyük matemler huzurunda beliğ olanların bile dili tutulur. Ben ki, esasen belagat iddiasında bulun­ mak için kendinde cesaret görenlerden değilim. Mil­ letin mümessili olan aydın zümrenin, gençliğin bu muhterem ölüye gösterdikleri bağlılığı benden önce hurada konuşan gençlerimiz belirttiler. Bu samimi candan sözler onun rûhunu mutlu kılmışdır. Bu kara topraklarda ebedî uykusuna terkettiğimiz büyük ölü, henüz Türkocaklan yokken, henüz milliyet cereyan­ ları bu memlekette mevcud değilken, o bu iymanlı ka­ naati çok belirli surette bize, gençliğe aşılayanlardan biriydi. Zaman, ona milliyet aşkının bütün rûhlarda yanıp tutuşduğunu gösterdi. Bu cereyanın gelişdiğini 122


gördü ve bunun içindir ki hayâtının sonunda çok bah­ tiyardı ve bu mutluluk ile, katil bir hastalığın kurba­ nı olarak kara topraklara kanşdı ...» «Efendiler, Edebiyât’m, Hars (Kültür) Hey’eti’nin matemi büyük ve derindir. Fakat o çok mutluydu ve derin bir mutlulukla gözlerini vatanın umudlu ufuk­ larına bakarak kapadı. Büyük Ölü! Kabrinde müsterih uyu! Kabrinde yurdun geleceğini güvenle seyredebi­ lirsin! Çünkü o yolu açanlardan biri de şendin!..» Fuad Bey’den sonra Müctebâ Salâhaddin Bey ko­ nuşmuş, dökülen yaşlar, Şehidler Mezarlığındaki bu seçkin köşeyi süsleyen çiçekleri şebnemlemişlerdi. Top­ rak, bu büyük Türk milletinin karasevdâsıyla çırpın­ mış bir yüce vatan evlâdını daha koynuna almış ve yalnız Türkün olan ve başka hiçbir kimsenin olmayan sevgili İstanbul’un sevgili karatoprağı böylece Türk nesilleri için bir kere daha kudsileşmişdi. Üstad İbnül’ Emin Mahmud Kemâl Bey, mezar ba­ şında hazır bulunan edib ve şâirlere şunları söylüyor­ du : — Merhumun en büyük meziyeti (üstünlük vas­ fı) hiisn-i hulki (iyi huyu) idi. Hâmid s — En büyük meziyet de hüsn-i hulk’dan ibarettir, karşılığını verdi. Büyük kalabalık, Türkçülüğün Çağlayam’nı ebedî vatanına bırakıp kabristandan çıkarken, büyük şâiri­ miz Abdülhak Hâmid, çok üzgün bir yüzle şu sözleri fısıldayordu: — Mezaristandan çıkış, mezardan çıkar gibi...

123


Müftüoğlu Ahmed HIkmet’in ölümü üzerine Ocak Merkez Hey’eti’ndeıı, İstanbul Türkocağı Başkanlığı’na ve rahmetlinin eşi Fatma Nerime Hanımefendi’ye telgraflar çekilmişdir :83

Ölümünün Yankıları

Millî mefkûrenin sarp ve meçhul yolunda İlâhî bir meş’ale tutan büyük sanatçı Ahmed Hikmet’in sönmüş bir yıldız gibi kaybolması siz, aşk ve iyman yoldaşla­ rınız kadar bizleri de bir acı ve keder gecesi içinde bırakdı. Büyük ölüye karşı biz de ağlayan kalb ve ruhlarımızla sizin teessür ve ıstırablarmıza katılır ve yaslı kardeşlerimize başsağlığı dileklerimizi arzeyleriz. Türkocağı Merkez Hey’eti, Ahmed Hikmet’in aile­ sine de şunları yazmıştır: Türkün yiğitlik ve seciyesini temiz destanlarıyla terennüm ve Ocaklıların kalb ve ruhuna büyük bir aşk ve iyman nefheden (üfüren) büyük sanatçı muh­ terem Ahmed Hikmet Bey’in elîm ziyama karşı duy­ duğumuz ıstırap ve mâtemi, Türkocaklan Merkez Hey’eti de kalb ve ruhunun üstünde en siyah bir felâ­ ket gibi telâkki eder ve merhumun aziz âilesinin âzâsına başsağlığı dileklerini arzeyler. Merkez Hey’eti Reis Vekili Mehmed Emin Bütün bir ömrü, san’at ve kültür alanında Türk­ çülük idealinin gerçekleşmesine adayan ve harcayan aziz san1atçı Ahmed Hikmet Bey’in artık ebediyen yokS3. Bu telgraflar, İkdam Gazetesi’nin 23 Mayıs 1927 Pazartesi

günkü sayısında yer almışdır. Ahmed Hikmet Bey, İkdam’m eski yazarlarından biriydi. Onun 27 Ağustos 1926 tarihli İkdam'da çıkan (Cesaret et, Oğlum tayyareci ol!) adlı millî hi­ kâyesi, bu gazetedeki son yazısıdır.

124


1uğunun yarattığı acı ve üzüntüye Türkoc akları Hars Hey’eti de derin bir ıstırap ve heyecan hissiyle katılır ve muhterem ailesine başsağlığı dileklerini arzeyler. Hars Hey’eti Adına Mehmed Emin Ahmed Hikmetin ağabeysi Ahmed Refik Bey’den Türkocağı Başkanlığına şu teşekkür yazısı gönderilmişdir: Dayanılmaz acı ve ıstıraplardan sonra vatan ve milletin sonsuz kadirbilirliğine duyduğu gönül rahat­ lığı ile gözlerini hayata sonsuzadek kapayan rahmetli kardeşim Ahmed Hikmet’e yatağa düştüğü dakikadan i’tibâren şefkat ve teselli elini uzatan ve büyük bir ve­ fa hissi ve kadirbilirlikle en şiddetli çarpınmalar için­ de süren bahtsızlığını bir dakika olsun duyurmayan muhterem Türkocağı’na, dünkü defnetme (gömme) töreni sırasında gösterdiği hiçbir şükranla ödenemez samimilik ve sevgiden ötürü rahmetlinin büyük kar­ deşi olarak bütün ailemiz ferdleri adına gözyaşlanyla minnet ve teşekkürlerimi arzeylerim efendim. Müftüoğlu Ahmed Refik Ahmed Refik Bey’in oğlu Kâzım Refik Beyin ga­ zetelere verdiği bir açık teşekkür yazısı ile de başda aydın gençler olmak üzere bütün yabancı diplomatla­ ra, rahmetliyi seven bütün dost ve öğrencilerine gös­ terdikleri saygı ve teessüre karşı âileniıı minnet ve şükranları belirtiliyordu. Son günlerde Millî Kütübhâne’ye satın alman (Müftüoğlu Ahmed Hikmet’e Âid Dokümanlar) içinde bulunan belgeler arasında bizzat eşi Fatma Nerime 125


Hanımefendi tarafından (Şişli: 2 Haziran 1927) târi­ hiyle kendisine gelmiş başsağlığı yazılarına gönderi­ len teşekkür mektublannm kopyaları da bulunmakdadır. İstanbul Türkocağı’na (Doktor Fethi Bey’e), Yu­ suf Akçora’ya, Ahmed Hikmet’in yeğeni olduğu anla­ şılan (Şâdiye Hanımefendi’ye) ve Enis Behiç Koryürek’iıı eşi Müfide Koryürek Hanımefendi’ye yazılmış bu teşekkür mektublarmdan sonuncuyu örnek olarak alıyoruz :84 Şişli: 2 Haziran 1927 Muazzez Kardeşciğim Efendim, Canımdan çok sevdiğim zavallı zevcim dört ay süren mütemâdi (arasız) bir ıstırâbm sonunda, 19 Ma­ yıs Perşenbe/Cuma gecesi başı kolumda, nurânî göz­ leri gözlerimde o pâk o mübârek rûhunu Cenâb-ı Hakk’a teslim etti. Kurtuldu, çünkü ıstırabı müdhişdi. Fakat ben teselli kabul etmez bir elemle yanıyorum. Gece gündüz yanından ayrılmadım. Son dakikaya ka­ dar hep iyi olacak ümidiyle hastalıkla âdetâ muhare­ be ettim. Meğer bir sâniyecik, en kavi ümidleri mah­ vetmek için elverirmiş. Ben şimdi bütün beni sevenler arasında bîkes (kimsesiz) ve yalnızım. Felâketimin gerçekden en yakın en candan ortak­ ları size ve Enis Beyefendi’ye beni ta’ziyet lütfunda bulunduğunuzdan dolayı yaralı kalbimle arz-ı minnet ve şükran eylerim pek sevgili kardeşciğim efendim. Nerime Hikmet 84. Millî Kütübhâne, Yazma A 5515 (Müftüoğlu Alımed Hikmet’e Âid Dokümanlar). *

126


Gönderilen telgraf ve yazılardan başka, İstanbul’da bulu­ nan birçok sefaretlerin tem­ silcileri, Türkocaklan Merkez Hey’eti adına Ağaoğlu* Ahmed Bey, Maarif Vekili Mustafa Necati Bey’in va­ zifelendirdiği İstanbul Maarif Müdürü, Ahmed Hik­ met Bey’in kederli eşi Fatma Nerime Hanımefendi’yi ziyaret ederek başsağlığı vermişlerdir. Başsağlığı

Dostlarının Duyguları: «Daha birinin matemi dağılmadan öbürü gitti. Bi­ rine acır ve ağlarken diğerini kaybettik... Son seneler içinde Fikret, sonra Nazif ve nihayet Hikmet!... Edebiyâtımızın bu üç büyük ve seçkin sîmâsı, arkalarında yaslı bir elem ve teessür kafilesi bırakarak göçtüler... Ben ne bahtsızım ki, yaşça hepsinin büyüğü ve her birinin ayrı ayrı vefalı dostu olduğum hâlde her üçü­ nü de bizzat ademe (yokluğa, sonsuzluğa) uğurladım! İnsan çok yaşayınca, etrafının böyle gitgide çö­ züldüğüne şâhid ve tesellisiz acılara ve zor işlere du­ çar oluyor. Ben de bu acıyla, Nazif den soııra Hikmet’in de göçüşüne yetişmek felâketini gördüm!-.» «Ahmed Hikmet’le Edebiyât-ı Cedîde’nin en mü­ him bir unsuru daha eksilmiş oldu ve Türklüğün övü­ nülecek insanları silsilesinden bir halka daha koptu. Türk dilinin son gelişmeleri için en verimli bir değişim dönemini oluşduran ve edebiyat ile san’at anlayışla­ rında düşünce ve değerlendirme biçimleri açısından o zamana kadar denenmemiş yeni ufukları açmış olan Servet-i Fünûn hareketinde Ahmed Hikmet’in varlığı en faal ve verimli yazarlardan biriydi. Her ne denirse densin, Türklüğü yüzyılın gereklerine uygun yükselt127


mekde Batıdan en iyi, en güzel şeyleri getiren ve mu­ hakkak her nesilden çok Türklüğe hem hizmet eden hem sâdık kalan Edebiyât-ı Cedide’de o, hem kendi neslini hem kendisinden sonra gelen nesli kucaklamış büyük ve necîb bir göğüs, bir kalbdi ki oradan dâima bitmez tükenmez bir gürlük ile vatanı için, milleti için, dili için nurlu ve temiz bir aşk fışkırırdı.» Uşâkızâde Hâlid Ziya «Ahmed Hikmet, edebî Türkçülüğümüzde şahsiye­ tini çok sevdiğim bir kalem sahibidir. Fakat ne yazık ki kendisiyle görüşmek nasib olmadı. Üslûbu gibi bu temiz yüzü yalnız karşıdan gördüm. Her rastlaşma­ mızda selâmlaşır geçerdik. Selâmlarındaki samimî gü­ lümseyişe aynı sıcaklıkla karşılık verirdim. Böylece konuşmasız bir dille kalbden anlaşmış olurduk». «Fransız Hastahânesi’nde yattığını gazetelerde okuduğum zaman üzerine ağır, çok korkulu bir ke­ yifsizlik yormamışdım. Ölümünü duyunca çok mütees­ sir oldum. İsmail Habib Bey etrafında gücenmeler, kı­ rılmalar dalgalandıran eserinde güçbeğenikliğinin civatasmı gevşeterek onun için şöyle diyor: «Hâristan yazan ki bütün o devir içinde kültürü en çok bizim olandır. Edebiyâtımızın târihinde taşıdığı önem, saf ve samimî bir düşünceyle değerlendirilip hakettiği şe­ ref yeterince, lâyik olduğu gibi verilemedi. O önemi görmeli ve bu şerefi vermeliyiz.» «Ben de bu hak ve şerefi doğruluyor, destekliyo­ rum: Bugünkü «Millîcilik» cereyanı ki - bir zamanlar sözünü etmek bile şiddetle yasakdı - birkaç idealist Türkün kalemlerinden gizli bir gaye ile gözyaşı gibi sızarak görünmez bir birikinti husûle getirmişti. Şimdi damlaya damlaya göl oldu. Türklüğün bu âb-ı-hayât 128


(hayat suyu) kaynağı sebilcilerinden biri de Ahmed Hikmet merhumdur.» Hüseyin Rahmi «San’at ve edebiyat âleminin bir çok adamları için bu dünyâ bir sahnedir: Kendi özel âlemlerinde yaşar­ lar, bu sahnede ise oynarlar. Onlarda san’atçı ile in­ san o kadar ayrı iki örnekdir ki, birini tanıyan ötekini teşhis edemez. Ahmed Hikmet’in sevimli bir özelliği, buna tamamiyle zıt hüviyette olmasıydı. Olduğu gibi görünen bu samimi san’atçının en çok sevdiğim ve değer ver­ diğim bir özelliği de onda millet sevgisinin dâima genç ve kuvvetli bir heyecan hâlinde yaşamış olmasıdır. Bu mukaddes sevgi, bütün yazılarının kalbinde çarpar.» Celâl Sâhir 21 Mayıs 1927 si akşamı saat yo ile bütün İstanbul Türkocağı tarafından şu konuşma mışdır: Radyo İle Yapılan Yayın

Cumarteonda rad­ dünyâya, yaymlan-

«İstanbul Türkocağı, bütün Türkleri üzecek bir büyük acıklı haber vermekle elemlidir. Türkocaklan Kültür Hey’eti üyelerinden Ahmed Hikmet Bey öldü ve bugün büyük Ocaklı ve kıymetli edib ve öğretmen, Ocaklılann, dostlanmn, öğrencilerinin oluşdurduğu saygı hisleri ve acıyla dolu bir kafile tarafından uğur­ lanarak ebedî istirahat yerine taşındı, bırakıldı.» «Ahmed Hikmet, kişiliği ve girdiği her meslekdeki başarıları bakımından anılmaya değer pek üstün yetenek ve niteliklere sâhib bir seçkin insandı. Son zamanlara kadar Ankara’da Dışişleri Müsteşan bulu­ 129


r-

nan Ahmed Hikmet, gerek yurd içinde, gerek yabancı ülkelerde devletini en iyi temsil etmek; vatanının necîb bir örneğini göstererek kamu sevgi ve saygısını Türk’e çekmek kudretini ortaya koymuş bir Hâriciye memuruydu. Yıllarca önce Peşte Başkonsolosu olan, orada uzunca süre kalan Ahmed Hikmet, soydaş Ma­ carların çevresinde Türk adını sık sık sevgi ve say­ gıyla anılan bir ad hâline getirmişdir. Hâlâ bugün Budapeşte’de herkes, oradaki Türk Konsolosunu say­ gı ve sevgiyle hatırlamakdadır. Üniversite kürsüsünde ve Galatasaray Lisesi’nde edebiyat derslerini okutan öğretmen, profesör Ahmed Hikmet, yalmz bilgi ve yeteneği ile değil, derslerinin konusuna samimi aşkından doğan bir sıcaklıkla, ve gençliği aydınlatmak azim ve irâdesiyle derslerine ge­ niş bir ilgi uyandıran değerli bir yetiştirici idi. Pek çoğu kendisinden bilgi ve nur alan bugünkü nesil içinde millî edebiyat sevgisini taşıyan ve temsil eden­ ler, milliyetçi kişiliklerini rahmetlinin sıcak konuşma ve derslerine borçludurlar. Bugünkü nesil içinde onun doğru düşünce ve nur saçan mefkuresi te’sirinde kal­ mamış, aydınlatıcı ders ve telkinlerinden yararlanma­ mış çok az kimse vardır. Büyük edib Ahmed Hikmet, zamanın te’sirinden solmayan güzelliklerle göz ka­ maştıran ve gönül titreten bir duygu ve düşünce dün­ yâsıdır! Onu önce Servet-i Fünûn sahifelerinde, Edebiyât-ı Cedide topluluğu arasında tanıyoruz. Edebiyât-ı Cedîde’nin fazla marazî bedbinliği içinde yarının ümidini en çok besleyen onun eserleridir. Batı edebiyâtının damgasını taşıyan Edebiyât-ı Cedîde yazılan arasında millî benliği en fazla gösteren onun yazıla­ rıydı.» «O sahifelerde yayınlanan Selmâ ve Azrâ’sında, iki Türk kızının muhaberelerini teşkil eden mektub130


lar, Yeğenim, Nakiye Hala, Ah Şu Erkekler, Görücü başlıklı yazılar, ebedileşen Hâristan ve Gülistan’m bu unutulmaz parçalan, daha o zaman milliyetçi edibimi­ zin sevimli farklılığını gösteriyor, meydana koyuyor­ du. Daha sonra Altunordu, Alparslan Masalı, Çağla­ yanlarda toplanan kıymetli yazılar, ve özellikle kud­ retli olduğu kadar merhametli, merd ve şerefli oldu­ ğu kadar mazlum Türk’ün tasvirini hiç kimsenin yapamıyacağı bir ustalıkla Üzümcü’nün kişiliğinde can­ landıran Ahmed Hikmet, parlak bir sihrin vâdettiği büyük ve aydınlık günü Türk san’atma getirmiş, kazandırmışdır. Bu eserler, Türk edebiyatının parlaklık ve güzellikleri yüzyılların eskitmesine dayanan ölmez örnekleridir. Nihayet milliyetçi, Türkçü Ahmed Hik­ met... Gönlünde bir mukaddes aşkı patlamaya hazır bir heyecan hâlinde saklıyan Ahmed Hikmet’i, Türk Derneği’nin kurucuları arasında görüyoruz. Türk Derneği’ni^ kendi adıyla yayınladığı derginin en canlı ya­ zarlarından biri odur. Türkçülüğün yayın organı olan Türk Yurdu’nun kurucuları, ilk idâre hey’eti ve ya­ zarları arasında yine o vardır. Türkocaklan’nın ilk üyelerinden olan Ahmed Hikmet, bû büyük millî ku­ ruluşa olan şerefli bağlılığını onbeş yıldanberi yakın­ da uzakda bulunduğu zamanlar aynı değişmez inanç­ la, aynı sadıklık ile sürdürmüş, muhâfaza etmişdir. Türkocaklan’nın kültür faâliyetlerini düzenlemek ve yürütmek vazifesini üstlenmiş hey’etin üyesi olan Ahmed Hikmet, bu çalışmalara kıymetli katkılanyla çok şey kazandırmışdır. Rahmetlinin ölüm yatağında son düşüncesi ve son acısı Hars Hey’eti’nin yayınları arasında çıkacak eserinin küçük bâzı düzeltmelerini yapmaya sağlığının müsaadesizliği olmuşdur. O ölür­ ken bile Türklüğe son hizmetini yerine getirmek iste­ 131


ği ve buna erişemiyeceği, bunu başaramıyacağı kuş­ kusuyla titreyordu. Rahmetlinin milliyet aşkıyla eşsiz bir ahenk alan san’at musikisini kulaklarda bir defa daha çınlatmak için Altunordu adlı eserinden bir parça okuyorum: (Burada Altunordu’dan bir parça okunmuşdur.) Onun toprak tavanlı son evinde geçirdiği bu ilk yalnız gece, yurdun her köşesindeki ikiyüzyetmiş Türk ocağı’nm müşterek kalbinde heyecanlar ürperten, mu­ kaddes çatılarını saran bir matem gecesidir .Bizi din­ leyen bütün Ocaklılara ve sevgili Türk milletine bu büyük acıyı haber verirken, aynı zamanda büyük ölü­ nün aziz hâtırasının bize millet sevgisine ve nûra doğ­ ru koşmakda heyecan kazandıran bir kaynak olma­ sını dileyoruz.» İzzet Melih Bey tarafından yazılan ve radyoda ya­ yımlanan Fransızca bültenin tercümesi de şudur: «Son zamanlarda Dışişleri Müsteşarı bulunan Ah­ med Hikmet Bey’in 57 yaşında olduğu hâlde vefat et­ tiğini bildirmekden derin acı duyuyoruz. Yüksek bir mevki sâhibi ve kudretli, ünlü bir edib olan Ahmed Hikmet Bey, edebiyât âleminde heyecan ve coşkunlu­ ğu ve üstün, özenilmiş üslûbu ile tanmmışdı. Başlıca eseri (Hâristan ve Gülistan) ile (Çağlayanlar) ’dır.» «Ahmed Hikmet Bey, çok sevilen bir edebiyât pro­ fesörü ve ateşli bir Türkçü idi. Dilimizin sadeleşdirilmesine ve arınmasına hararetle tarafdar bulunuyor­ du. Amacı, son yüzyıllara doğru dilimizi istilâ eden Arapça ve Acemce kelimeleri ayıklamak ve yerlerine, öz Türkçe karşılıklarını getirmek, koymakdı. Bugün bütün Türklük ve Türkçülük âlemi Ahmed Hikmet’in ölümünden ötürü sonsuz acı içindedir.» 132


MÜFTÜOĞLU AHMED HİKMET’İN BÂZI ÖZELLİKLERİ Ahmed Hikmet, uzun çalışma yıllarının armağanı olarak çok değerli eserleri ve nâdir kaynakları ihtiva eden bir kütübhâneye sâhip olmuştur. Kırmızı perdeli ve kırmızı döşemeli olan yazıodasmm en seçkin bir köşesinde Hereke’de işlettiği: Vatan ne Türkiye’dir, Türklere, ne Türkistan Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan! beyiti yazılı ipek seccade asılı dururdu. Yazılarını ço­ ğunlukla ya sabahleyin çok erken veyâ gece biraz geç saatlerde yazardı. Evde sâkiıı ve mültefitti. Ne ilk eşi Suad Hanım’dan ne de onun ölümünden sonra evlen­ diği ikinci eşi Fatma Nerime Hanım’dan çocuğu olma­ mıştı. Çocukları çiçekler kadar çok sevdiği hâlde, ulu Tanrının onu babalık zevkinden mahrum edişi, ken­ disini bütün hayâtı boyunca müteessir bırakmıştı. Bu sebeble âilesi efradına ve bilhassa bunların çocukla­ rına, yeğenlerine çok düşkündü. Her iki hanımını da kıskançlık denecek derecede çok derin bir aşkla sevmişti. Eşlerine duyduğu aşkı platonik ve romantik yapan onun son derece ince ve hassas olan şâir ruhu idi.Çok güzel keman çalan ikin­ ci hanımının kemanım evden çıkarken kitlediğini ve: «Yalnız ben varken çalacaksın, kemanını yalnız ben dinleyecek, ben duyacağım» dediğini Müfide Koryürek Hanım’dan duymuşdum. Bayram ve kandil tebriklerine klâsik bir itiyad ile fevkalâde itinâ eder, Mevlûd, ezan, tilâvet ve Kur’an 133


dinlemekten zevk alırdı. İstanbul’un uzak, pitoresk kö­ şelerini çok severdi. Sıkıntı günlerinde yalnız başına Fâtih’in, Eyüb’ün, Aksaray’ın kuytu, hüzünlü köşele­ rine uzanır, bastonuyla bozuk kaldırım taşlan üzerin­ de çizgiler resmederek düşünürdü. Kitâbeler, mezar taşları, eski ve harap çeşmeler, han, hamam, medrese kalıntıları sık sık dolaştığı yer­ ler olurdu. Buralarda okuyup hoşuna giden beyitleri, dikkatini çeken târihleri bilinçli bir titizlikle defteri­ ne kaydeder, kütübhânesine döndüğü zaman bu zapt­ ettiklerini esaslı surette derinleştirirdi. Hakikî halk ile, bilhassa Anadolu Türkü ile görüş­ mekten büyük zevk duyardı. Dilimizin galisizm'ini tes­ pite çalışırdı. Edebiyat gibi, felsefe, dil, tabii coğrafya, dünya târihi, Türklerin menşeleri ve müzik üzerinde esaslı inceleme ve araştırmalarda bulunurdu. Okuma zama­ nını ayırdığı eserler daha çok ciddî ve ağırbaşlı telif­ lerdi. Eski büyük değerlerden Fuzulî, Bâkî, Nef’î, Ne­ dim, Rûhî-i Bağdadî ve Şeyh Galib’i sık sık okur, bil­ hassa Şeyh Galib hakkında uzun uzun tetkiklere giri­ şirdi. (Hak Gazetesi) vasıta ile para toplanarak Gali­ be âid eserlerin ihyasında önayak olmuştu. Şeyh Ga­ lib’e âid birkaç konferans ve makaleleri vardır. Son asır Türk şâirleri ve hürriyet kahramanları içinde en çok bağlı olduğu kimse, san’atma, idealist­ liğine küçük yaştanberi tutkun bulunduğu Nâmık Ke­ mâl’dir. Henüz onsekiz yaşında iken Kemâl’in ölümü mü­ nasebetiyle yazdığı ve 18 yıl sonra, 1324 yılı Eylülün­ de Übeydullah Esad Bey tarafından çıkarılmaya baş­ lanan, Resimli Kitâb’m ilk sayısında neşrettiği mersi­ 134


ye, Nâmık Kemâl’e ve onun şahsında hürriyete olan düşkünlüğünü göstermektedir. Ahmed Hikmet, Wagner’in operaları ile esaslı su­ rette meşgul olmuştu. Wagner’in hayât ve san’atı hak­ kında şahsî araştırmalarına dayanan telif bir eseri bi­ tirmek üzereydi. (Nûr-ıı siyah) adlı mensur parçasını (müstear) peşrevinden mülhem olarak yazmıştı. Ahmed Hikmet, muasırları arasında Abdülhak Hâmid’e (Şâir-i âzam) demekte tereddüt etmez, Sâmi Paşazâde’nin hassasiyetine ve üslûbundaki mümta­ zı yete hayran kalırdı. Süleyman Nazif ve Hâlid Ziya başta olmak üzere Edebiyât-ı Cedıde’nin seçkin sîmâlarını ayrı ayrı sever ve takdir ederdi. Recâizâde Ek­ rem Bey'e iptilâ derecesinde bağlılık duyuyordu. Tevfik Fikret’i müziç mizacı ve Amerikan Kollejindeki faâlîyetlerinden ötürü hasta ve psikopat, ikinci dere­ cede bir şâir sayar ve gelecek yıllar bunu gösterecek­ tir, derdi. Lamartin, Goethe, Schiller her zaman zevk ve lezzetle okuduğu dâhilerden birkaçıydı. İbsen’in Pergünt’ünü ömrünün son günlerinde tercüme etmeyi düşünmüştü. Pergünt, onun dimağını yakan, olgun hassasiyetini tahrikeden bir şaheserdi. Nü kt e l e r i : RUS KADINLARI Ahmed Hikmet, Rusya’ya giderken tirende güzel bir Rus kadını ile karşılaştı. Kadın elinde bulunan bir kitaptan hiç başını kaldırmıyordu. Memur olarak git­ tiği Rusya’da kadınların mücevherâta ne kadar düş­ kün olduğunu bilen genç diplomat, yeleğinin cebin­ den yavaşça, firuze taşlı bir yüzük çıkararak serçe 135


parmağına geçirdi ve bakışları çeken bir iğneyi de kı­ ra vatına yerleştirdi. Bu küçük hâdiseyi gözucuyla takibeden dilber Rus kadını uykudan uyanır gibi gözle­ rini açarak muhatabına döndü ve; — Bakınız Mösyö, şu mai renkli güzel semada ne emsalsiz bir güzellik var değil mi? Hele bu zümrüt gibi dağlar, şu kırmızı gurup yalnız bu İlâhî memle­ kete has güzelliklerden değil midir? dedi. Bu ânî hassasiyetin, gözleri önünde bir şerit gibi uzanıp dağılan tabiat güzelliğinden değil, parmağına ve kıravatma iliştirdiği mücevherlerden doğduğunu pek iyi anlıyan Ahmed Hikmet, mânâlı bir gülümse­ me ile şu karşılığı verdi: — Evet Madam, hakkınızı teslim ediyorum. An­ cak bu parmağımdaki mavi taşlı yüzüğün şu İlâhî renkli semayı, ve bu pırlanta kıravat iğnesinin uzak­ taki şu durgun ve menevişli gölün sathını tanzirettiğini inkâr edemezsiniz ya? Bunlar tabiatın eşyaya nü­ fuz etmiş güzellikleridir. Bu söz üzerine hassasiyetinin en ince teline doku­ nulan Rus dilberi: — Yeter Mösyö dedi, yeter.. Siz Rusyayı ve Rus kadınlarını benden iyi tanıyorsunuz! Dikkat Et! Haristan ve Gülistan muharriri bir kutu kibritin parlamasıyla elini yakan bir dostunun ziyaretine git­ mişti. Bir gün evvel güzel ve vefasızlığıyla meşhur bir kadının yanında gördüğü dostuna söz arasında şöyle dedi: — Dikkat et azizim, seni, dün de bir kutu kibrit ile oynarken görmüşler... 136


V e c i z e l e r i : Bunlardan ilk ondört tanesi yeğeni Hâmid Refik Bey tarafından Müftüoğlunun eserlerinden derlenmiş­ tir : Çile çekmiyen varlığım duyamaz.. Medeniyet denilen büyük gürültünün mâııâsi: Ma­ kinedir. Ezdikçe mağrur, ezildikçe

m e ’ y ıı s

olma!...

Dâima didin ve öğren, dâima iste ve yüksel! Korkutmaktan ziyâde, sevdirmeğe çalış... Türkiye : yıpranmış, tozlu, cildsiz, lâkin mühim, faydalı bir kitaptır. Onu okumak, tashih edip tabet­ mek için sabır ve merak ister! Yaşlar kurur, eııinler durur, çukurlar dolar, yan­ gınlar söner, mezarlar çöker, virâneler şenlenir.. Herşey bitti sanılır. Yalnız kitapların arasında hareketsiz duran, barut tozlarına benzer yazılar, hâtıralar kalır.. Lâle bir açık yara, gonca bir kanpıhtısı, sünbül çitişmiş bir hasta saçı, menekşe mavi gözlerin damla damla yaşı... Baharın ninesi yağmurdur, babası güneş. İnsan, zekâsı nispetinde meyustur! Mehtap, karanlık virâneler den yaptığı iyiliğin anılmasını bekliyor mu? Akarsular, çarpan dalgalar cilâladıkları çakıllardan teşekkür arıyor mu? Güller sinelerini delen, göğüslerini emen anlardan âşıkane karşılık görüyor mu? Öyle ise ey güzel kadın, sen de benden birşey bekleme! 137


Saadetlerin sebepleri sayılır, elemlerin sebepleri sayılamaz. Cihan,, bir çiçek ve meyva bağı değil, bir gözyaşı ırmağıdır. Türk ve Türklük İçin : Şarka belâ olan aşk, safa olan muhabbetten bin kere çok değil midir? Bir ulu çınarsın ki kırılır, eğilmezsin; ölür, ınlemezsin. Ey Türkoğlu!... Alnını yükselt, göğsünü ger, etra­ fına gururla bak!... Türke göre âdem oğlu dam gölgesinde doğar, gök altında ölürdü. Bir kimsenin değeri ilk, zoruyla, ikinci silâhiyle belli olurdu. Türkler babalarından, ninelerinden çok, ulularını sayarlar, severlerdi. Altunordu’da kanun, yasak iki kelimeden ibâretti: Sıra, saygı.. Sen gürbüz ninenin, gür ve temiz sütünü daha emerken azamet-i-nefs, sebat ve tahammül, itaat ve tahakküm gibi âmir olmak için yaratılmış bir cinsin faziletlerine mâlik olmuşsun. Bu sağlam vücut yalnız asker üniforması giymek, bu sert pençeler yalnız silâh kullanmak, bu kalın ses yalnız siper olmak için yaratılmıştır. Sen Şarkın kınına giremiyen bir kılıcısın. Döğüle döğüle, tavlanır, vurula vurula kırılırsın. Yine her par­ çandan bir kıvılcım, her kıvılcımından bir şimşek çı­ kar. İlâhî bir kuvvetin, ebedi bir feyzin var, ey Türk! 138


Cihânın târihi, vatanı uğrunda senin kadar uğra­ şan, kanını döken bir millet daha gösteremez. Senin kadar kimse vatanına sâhip olmağa hak kazanama­ mıştır. Bu vatan yâ şenindir, ya kimsenin... Dünyanın her tarafındaki taşsız mezarların, aza­ metinin mâlikâneleridir. Göğsünde tutuşan gönül, gö­ nül değil, cephâne oldu. Bu uğurda parçalandıkça ki­ nin ve feyzin çoğaldı. Arslan gibi ölmenin karşılığı insan gibi yaşamak olduğunu anla! İnsan gibi yaşamağa, efendi gibi yaşa­ mağa, ataların gibi yaşamağa azmet. Gurur! O, her Türkün yaradılışmdadır. Biz birbi­ rimizi bundan tanırız. Büyük Türkçü Müftüoğlu, huHürriyetseverliği susî hayatında disiplin ve in­ tizama ne kadar düşkün ise, milletimiz için de o kadar kuvvetle hürriyet isteyen bir hürriyet âşıkı idi. Üzerinde derin incelemeler yap­ tığı Türk târihi ve bilhassa son yüzyıllar içinde hürriyetsever, inkılâpçı bulduğu pâdişahlan, devlet adam­ larını saygı ve muhabbetle anardı. Resimli Kitab’m ilk sayısında çıkan, bu mec­ muadaki ilk yazısı vatan ve hürriyet şâirimiz Nâmık Kemâl’e duyduğu sonsuz bağlılığın bir ifadesidir. Ay­ nı mecmuada çıkan ikinci yazısı da (Mâ’şûka-i-insâniyet) başlığını taşımaktadır ki, Ahmed Hikmet’in târihî ve edebî bilgisinin derinliğini göstermekten başka, hürriyetseverliğinin derecesini de bildiren bir vesikadır.85 85. Resimli Kitab, Nu. 3, Ekim 1324, ss. 217-221.

139


tik insanlar arasındaki münasebetlerden başlıyarak, insanların «azamet-i insaniye» ve «kudret-i beşe­ riye» yi fark ettikten sonraki hallerini inceliyen Ahmed Hikmet: «İnsaniyet, tekâmül ettikçe hayvan gibi baş­ ka birinin keyfi için yaşamağa, başka birinin keyfi için ölmeğe razı olmamak ihtiyacını duymağa alıştı. Bundan bir vazife hissi doğdu» diyor. Daha sonra bi­ zim yakın târihimize geçerek şunları söylüyor: «Bizde, OsmanlIlarda bu meyl-i intizam evvelâ bir hâkimden, bir hükümdardan başladı. Şiir ile iştigalin­ de «İlhamî» tahallüs eden ince fikirli, rakik kalbli bu pâdişâh istibdad-ı saltanatı ne türlü anladığım: Bâğ-ı âlem içre zahirde safadır saltanat, Dikkat etsen mânevi kavgaya çadır saltanat. Bu zamanın devletiyle kimse mağrur olmasın; Kâm alırsa adl-ile, ol dem, becadır saltanat. Kesb eder mi vuslatın bin yılda bir âşık anın Meyi eder kim görse, amma, bîvefadır saltanat. Kıl tefekkür, ey gönül! Çarhın hele devranını, Geh safa ise, velî, ekser cefadır saltanat. Bu cihanın devletine eyleme hırs-ı tamah! Pek sakın «İlhamî» zira bibekadır saltanat. veya: Cihana kılma rağbet meyi edüb de meğer şeytana Emanet eyleme, nâ ehle halkı, hak nigâhbandır. Serir-i saltanatta, olma gafil, bir an «İlhamî»; Sana da bâki kalmaz çünki bu bir çarh-ı devrandır felsefe-i mütevekkilâne ve safiyaııesiyle anlatırken, bir taraftan hukuk-u ibad-ı, hukuk-u insaniyeti, vatan­ daşlarının selâmet-i hayatını temin etmek arzusuna düşmüştü. 140


r

I. Sultan Hamid ki, III. Sultan Selim’in amucası ve selefi idi, ibtida-yı saltanatta veliaht Sultan Selim’e o zamana kadar Hânedân-ı âl-i - Osman’da hiç bir va­ kit vaki olmamış olan bir hürriyet-i tamme vermişti. Sultan Selim şehzadeliğinde, veliahtlığında istedi­ ği yerde gezer, arzu ettiği zevat ile görüşür, görürdü. Veliahta taraf-ı saltanattan gösterilen bu itimat, aha­ liye pek ziyade hüsn-ü te’sir etmişti. Selim de bu serbestiyetten istifade ile ihtiyac-ı halkı, ahval-i zamanı tecrübe ile kemal-i zatisini takviyeden bir an hali kal­ mamıştı. Selim şehzadeliğini kafesnişin bir kanarya, bir mahpus gibi değil, tecrübe arayan bir genç, bir talib-i irfan, bir prens gibi geçirmişti. Bundan yüzyirmiüç sene evvel (1203-1788) Sultan Selim tahta geçti­ ği zaman tabasının bigânesi, hükümdarlığın yabancı­ sı değildi. Müşaverenin ehemmiyetini takdir ederdi. Bidâyet-i hükümetinde ilk işi emniyet ettiği zevattan ıslahat lâyihaları istemek oldu. Tatarcık Abdullah Efendi ile Defterdar Şerif Efendi ve Kocasekbanbaşı gibi o za­ manca kemaliyle mâ’ruf a’yânın lâyihalarını ayrı ayrı tetebbu etti. Üçüncü Sultan Selim, zâten babası Üçüncü Mustafa zamanında o dâhiye-i fitne-engiz İkinci Katerina’nın açıp bilâhara Küçük Kaynarca muahedesiyle hitam bulan izmihlâl ferma seferi görmüş, selefi ve amucası Birinci Abdülhamid Han devrinde (1201-1787) ’de baş­ layıp kendi zamanında (1205-1791)’de Ziştovi (Jitsov) ve (206 - 1792)’de Yaş muahedeleriyle neticelenen Avusturya ve Rus muharebesinin acısını tatmış oldu­ ğundan bu acı ile bu ağır tecrübelerle milletin yara­ larını ilm-el yakin teşhis etmiş, ve hükümetin esbab-ı 141


za’fını ayn-el*yakin anlamıştı. İşe nereden başlamak lâzım geldiğini biliyordu. Milletin alâkasını da -amali­ ne teşrik etmek diledi. Mutemetlerinden bu suretle lâ­ yihalar topladı. Bu lâyihalardan da meydana çıktı ki milletin ihtiyacı intizama ve intizamı yapacak olan itaatli askere idi. Yeniçeriler* artık eski çeri olmuş kendilerinde askere elzem olan vazife, itaat, fedakâr­ lık, intizam, cefakeşlik, istihkar-ı hayat, cesaret hisle­ rinden hiçbiri kalmamıştı. Yeniçeri ocağı, bir fesat ya­ nardağı olmuştu. Yeniçeriler, bu askerler artık devletin çürümüş bir uzvu idiler. Bu uzvu kesmek, Yeniçerileri kaldırmak lâzımdı. Bunun için Nizam-ı cedid askeri tesis ve Nizam*ı cedid vergisi ihdas olundu. Lâkin bu intizam, hükü­ metin kargaşalığından istifade edenleri memnun et­ miyordu. Sultan Selim’in, Serkâtip Ahmed Faiz Efendi, Ma­ beyinci Ahmed Bey, Gizli-sıtma İbrahim Efendi, Kethuda-yı sadr-ı-âlî Nesim Efendi gibi yârânı, zekî, fatin dostları dahi kendi hulkunda: Zarif, nazif, refik, nazik, halim ve mânâ’yı müsteariyle selim idiler. Bunlar «af nazariyesine» bütün şümulü ile kani oluyorlardı. Bunlar kalb kırmamak, can yakmamak inceliğiyle düşmen-i insaniyet olanları affettikçe öte­ den kindar bir kitle-i halk içinden bir Şeyhülislâm To­ pal Atâ gizli fesat dolabım çevirip : Çünki maksûdunu ne yâr, ne pâdaş verir Merd kalbinde olan sırrı için baş verir sebatiyle ıslahatın, intizamın aleyhine uğraşıyor, uğ­ raşıyordu. * Çeri, asker demektir.

142


r

Nihayet Topal Atâ, Köse Mûsâ gibi nâkıs mahlûk­ larla Kabakçı Mustafa ve Aygır İmam gibi kaba he­ riflerin fitnesiyle evvelâ Nizam-ı-cedid sonra Sultan Selim gibi yenilik yanlısı bir pâdişâh mahvolup gitti. Şu buhranlı günlerde, eslâfm hatâlarını ta’mir ile uğraşan bir pâdişâhın bile böyle duçar-ı gadr olmasiyle zuhur eden kargaşalık yüzünden bu devletin bü­ tün bütün mahvolmayışını bir inayet-i rabbaniye addetmelidir. Zira bir zamanda ki Rusya gibi hırs-ı istilâ ile İs­ tanbul İmparatorluğu için Kostantin adlı prensler ye­ tiştiren bir devlet, eli tetikte düşman iken hükûmet-i Osmaniyenin içli, dışlı bunca inhizamlardan sonra yi­ ne yaşayışı bir büyük nimettir. O nimetin bir kısm-ı mühim teşekkürünü de bu millet Sultan Mahmud’a borçludur. Sultan Mahmud amucazâdesi Sultan Selim’in terbiyesiyle perverde ol­ muştu. İlk teşebbüsü Selim-i şehidin bıraktığı yerden işe başlamak ve Yeniçerileri kaldırmak oldu. Bu âsilerin yerine «Asâkir-i-mansure-i-Muhammediye» geldi. Fe­ sat ilga, intizam ihya edildi. Gaye-i hayaliyeye doğru bu suretle ilk adımı ata­ cağımız zaman Navarin vakası ve Edirne muahede­ siyle neticelenen (1242-1829) Rusya muharebesi zuhur ediverdi. Yine geriledik, yine mâ’şûka-i insâniyete ka­ vuşamadık. Yine senelerce intizamsızlık, perişanlık, emniyetsizlik içinde çalkalandık durduk. Bu dertlere dış kargaşalıklardan Karadağ ihtilâlinden, Makamat-ı Mübâreke ve Kırım meselesinden dolayı «Tanzimat-ı Hayriye» de bir devâ sağlayamadı. 143


Bu iki hükümdarın, iki âmirin, iki kavinin hazırla­ dıkları bu devâyı bir me’mur, bir zaif Midhat Paşa tatbik etmek istedi. (1293-1876) Kanun-u esâsîsi bir nüsha-i sehhar gibi tesir-i hârika-nümasiyle milletin bazuyu kudretine bir tüvan-ı civani bahşetti. Lâkin bu tılısımm tesirini, yine düşmanların bîrahmane efsunu izale etti. Kollarımız büküldü, boyunlarımız büküldü, .gözlerimiz bağlandı. Yine bir Rus muharebesiyle be­ raber dahilî düşmanların ifsadatı yine elimizden ma’şûka-i insâniyeti aldı, bizi sevgilimizden ayırdı. İnti.zam-ı idaremizi altüst etti. Başımıza, beynimize inen istibdad muştası ile bizi sersemletti. Bu talâk, bu iftirak tam otuzbir sene sürdü.

Biz böylece yalnızlıkla inlerken nihâyet 1324 Tem­ muzunun onbirinci günü ansızın İttihad ve Terakki İsmiyle bir cemiyet kuruldu. Bu cemiyette Niyazi ve Alıver ismiyle iki şahid-i mücahid üçüncü defa olarak o ma’şûka-i insâniyet ile milletin nikâhını tazelemek istediler. Bu nikâhı kıymak için imam aradılar. İmamül müslimini buldular. Bütün bir cemiyet onu dâvet et­ ti. O da bir gece hususî meşguliyetlerini terketti. Bu nikâhı kolaycacık kıyıverdi. İşte o yâr-ı cana, o ma’şûka-i insâniyete dest-i temenni-i - visali üçüncü defadır ki uzatıyoruz. İki defa böyle bir zevce-i mutahhire ile hüsn-ü imtizaç edeme­ dik. Ağyarın, rukebanm dedikodu ve fitnesiyle sevgili­ mizle aramızda anlaşmazlık çıkdı. Onu boşamağa mec­ bur kaldık. Bu defa artık harim-i ruhumuzda, ka’r-ı ■canımız da saklamalıyız. Çünki biliyoruz ki bu üçüncü•dür. Aramızda bir daha iftirak vaki olursa... Ah! İşte o zaman.. «Hülle»ye müracaat etmek sevgilimizi bir ya­ bancının, bir ecnebinin koynunda görmek lâzım.. Ha­ yır bu «hülle» gecesini görmek istemeyiz ve görmeye­ 144


ceğiz. Sevgilimizle yaşıyacağız. Çünki bugün onu me­ sut edecek bir ruhumuz, bir kuvvetimiz var... Ölüm var ayrılık yok Şâhid olsun Halik ve mahlûk.» Yavuz’u çok seven ve rasladığımız dört yazısında (Yavuz)86 takma adını kullanan Ahmed Hikmet, Türk­ lüğe ve Türkçülüğe hizmet eden herkese büyük bir saygı ve minnettarlık beslerdi. İşte Türkçülük târihi ve ülküsü için birçok bakımlardan üstün değer taşı­ yan (Yavuz) takma adıyla yayınladığı (Müsteşrik Vamberi) adlı yazısı da, büyük Türkçünün bu özelli­ ğini ispatlayan bir eseridir:87 MÜSTEŞRİK VAMBERİ — Evet Madam, Asyâ-yı vüstânm göçebe Türkmenlerine, Özbeklerine, o susuz çöllerin yan çıplak gezen çobanlarına benzemek için bütün seyahatimde saçımı, sakalımı kestirtmedim. Aylar geçerdi ki yüzü­ mü yıkamazdım. — Ne söylüyorsunuz Mösyö Vamberi? Sizin gibi bir Avrupalmm bu hallere tahammül edebileceğine akıl ermiyor. 86. Müftüoğlu, (Yavuz) takma adını, Türk Yurdu’nda ve C ild : 1, Shf. 247-248 deki (Mehterhane Müsameresi), (Müsteşrik Vamberi) ve Cild: 6, Shf. 236&-2380 deki (Yatağan) yazıla­ rında kullanmıştır. Yeni İnci dergisinin Temmuz 1339 târihli 12. sayısında çıkan (Zehr içer âşık-ı dilhasta şifâ niyetine) parçası da (Yavuz) imzasını taşımakdadır. Akçoraoğlu Yusuf Beyin Türk Yılı’ndaki bir kayıttan, Ahmed Hikmet Beyin (Yavuz) ”u kendine seçtiği Türkçe ad olarak kullandığı da anlaşılıyor. 87 . Türk Yurdu, C ild: 5, ss. 962-968, Ekim. 1329.

145


— Yok Kontes, işi o mertebe mübalağalı görme­ yin. Ben esasen kirli bir Yahudi çocuğuyum. Hilkaten alışık olduğum o teseyyüb beni hiç müteessir etmedi. Bilâkis bugünkü tekellüfüm, zarafetim müsteardır, sahtedir. İhtiyar Vamberi bu sözleri, ekserisi asilzâdegân kadınlarından mürekkep olan belki yirmi kişilik bir mecliste söylüyor ve herkesin hayretini ve belki ihti­ ramını celbediyordu. Bu kadar çıplak bir hakikati, hattâ güzel ve kibar kadınlar huzurunda söylemek için sâhib-i kelâmın ne yaman bir i’timâd-ı nefs sahibi olması lâzım geleceği meydana çıkar . Peşte’de birkaç gün kalan ve memleketinin ede­ biyatına ve târihine vâkıf olan bir Türk için, Kara Mustafa Paşa Hamamından, elyevm tetevvüc kilisesi olan Fethiye Camii’ııden, Taban Mahallesi’ndeıı, Gezer-İlyas Tepesi’nden sarf-ı nazar, Peşte’de ziyâret olu­ nacak iki şey vardır: «Gülbaba» Türbesi, Mösyö Vam­ beri. Geçen sene Avrupa’ya seyahatim esnasında İstan­ bul’daki Mösyö Vamberi’nin yârâmndan aldığım bir tavsiyeııâme sayesinde bu «sahte derviş» ile yakından mülâkat için Tuna rıhtımı üzerinde kâin cesim bir dâiredeki apartımamııa gittim. Saat alafranga beş ol­ duğu hâlde ortalık gereği gibi kararmıştı. Hizmetçi beni etrafı seraser kütüphâneler ile müzeyyen cesim bir salona aldı. Loş bir sükûnet. Bir dakika sonra bu sükûna, başta siyah atlas takyesiyle kısa yakalı göm­ leği üstünde iri plastron boyuııbağlı, buruşuk değirmi çehreli, top kır sakallı, kısa boylu vakur ve sevimli bir ihtiyar siması ilâve edildi. Mösyö Vamberi üstü karmakarışık kâğıtlar ve kitaplarla dolu olan masa­ 146


nın başına geçti. Bir «Safa geldiniz Beyefendi» i’zaziyle mükâlemeye giriştik. Daha onsekiz yaşında Macaris­ tan’ın «Saint Georges» namındaki küçük bir kasaba­ sında iken fakriyle beraber muallimsiz, kimsesiz, yedi lisan birden öğrenmeğe muvaffak olan bu zâtın bu yaşta bile mâlik olduğu hâfızaya şaşıyordum. Reşid Paşa’nm, Âli Paşa’mn, Fuad Paşa’nm, Kabulî Paşa’nm daha birçok eski küberanm dâirelerini, hattâ dâireleri ağalarının i’tiyadlannı zikrediyor, bu zevatın herbirinin konaklarında kendisine gösterilen sâde fakat te­ miz odalarda aylarca yatıp kalktığını, onların sofra­ larında yiyip içtiğini kemâl-i minnet ve hürmetle yâd ediyordu. «Reşid ve Âli Paşalar veli-i nimetlerimdir» cümlesi tâ kalbinin en derin köşesinden fırlıyordu. Memleketinde bir Yahudi Vamberger, İstanbul’da İslâm bir Reşit Efendi, sonra İngiltere ve Peşte’ye av­ detinde Protestan Vamberi olan bu itikadsız ihtiyar karşısında, itimadsız bulunmak mı lâzım geleceğinde mütehayyirdim. «— Reşit Paşa’ya hürmetimden Reşit ismini al­ dım. Ve Türkleri, Türklüğün ehemmiyetini, Hilâfetin nüfuzunu Asyâ-yı - vüstâ’ya azimet ettikten sonra da­ ha anladım. Hattâ İstanbul’daki Paşa dâirelerinin uşaklarında ve hatta zevcelerine Fransızca ders ver­ mek için girdiğim... Paşanın ve... Beyin dâirelerindeki hanımlarda gördüğüm vakar ve temkin bu milletin hâkim olmak, âmir olmak için cibillî bir haslete mâlik olduğunu bana anlattı. Fakat şimdi cemiyetinizde bu gurur, bu mekânet kalmadı. Hepiniz zirzop, hepiniz frenk mukallidi oldunuz. «İnkâr edemem ben seyahatimi, şöhretimi, tecrü­ belerimi tamamiyle o zamanın Osmanlı ricâliııe borç­ 147


luyum. Âlî ve Reşid Paşalardan Buhara Emirine, Hıyva Hanına, İran ümerasına hitaben aldığım tavsiyenâmeler beni bütün Asya’da nail-i hürmet eyledi. O zaman Tahran’daki sefiriniz Haydar Efendi’den de pek çok muavenet gördüm. Bütün Asya akvamının ruh­ larında, kalblerinde ne yüksek mevkiiniz olduğunu hayretle öğrendim. Fakat Dersaadete avdetimde bu tebşirlerimden istifade edilmedi. Çünki getirdiğim ha­ berlere kimse ehemmiyet vermiyordu. O vakit için gö­ zünüz Avrupa, Tuna sahillerine dikilmiş kalmıştı. As­ ya çöllerinden gelen sıcak selâmlardaki lezzeti takdir edemiyordunuz. Bana bir Selim-i-evvel isterdi. Yazık ki o zaman Süleyman Kanunî politikası verâset dâvâsını görmekte ve çilesini çekmekte idiniz. Bu suretle seyahatim Türkiye hesabına iken İngiltere menfaâtine neticelendi. Halbuki ben Macarların ecdadını ara­ mağa çıkmıştım!! «İngilizler beni pek severler. Çünki onlara ilk As­ ya’yı tanıtan bendim. Fakat onlar da beni dinlediler, anladılar. Hattâ İngiltere Hânedân-ı hükümdârîsiyle ayn ayrı dost oldum. Onların iltifatlarını gördüm. «Evet, Abdülhamid de beni severdi. Hattâ Yıldız Sarayında misafir bile oldum. Huzuruna girdiğim va­ kit bana kendi eliyle sigaralar ikram ederdi. Ben İn­ giliz siyâsetiyle, sâbık Sultanın politikasını birleştir­ mek istedim. Çalıştım. Abdülhamid de sözlerimi din­ ledi. Fakat neticede ne oldu? Birçok ihsan vererek be­ ni Londra’daki Genç Türkleri kandırıp getirmek için İngiltere’ye yolladı!... Bu teşebbüs bana biraz bahalıya maloldu. Hattâ İngiltere’deki şöhretimi bu yüzden lekedar bile ede­ cektim. 148


«Ben Türklerin, fakat eski Türklerin lûtuflariyle perverde olduğum için (aynen kendi sözleridir) mille­ tiniz uğurunda çalışmağı vicdan borcu bilirim. Fakat Genç Türkler beni takdir etmediler. Bana Abdülhamidin dostu diye itimat eylemediler. Hatta Meclis-i Mebusaııda alenen aleyhimde bulundular!! Fakat ben şahsın değil, milletin dostu idim. Eğer ihtiyar olma­ saydım tekrar İstanbul’a gider onlarla ayrı ayrı gö­ rüşür, mürafaa olurdum.» Bu sırada büyük salonun müntehasmdaki küçük kapı açıldı. Bir ihtiyar kadın başı gözüktü. Yine geri çekildi. Anladım ki Mösyö Vamberfnin yemek vakti gelmişti. Bu ihtiyar âlim her akşam saat yedide yeme­ ğini yer ve onda mutlaka yatarmış. Mösyö Vamberi ise coşmuştu; daha söyleyecek pekçok sözleri olduğu­ nu anlıyordum. Avrupa’dan avdetimde kendisini tek­ rar ziyaret edeceğimi vadederek yanından ayrıldığım sırada ihtiyarın en son sözü «Ben Türklerin kalbı dos­ tuyum» cümlesi olmuştur. Şimdi düşünüyordum. Masasının üstündeki kale­ miyle kütüphanesindeki kitaplarından başka bir ser­ mayesi olmıyan geçen asrın bu Yahudi çocuğu, bu ir­ fan sarrafı, mahzâ zekâsı sayesinde yirmi, otuzbin li­ ralık bir servet kazanmıştı. Belki müddet-i ömürlerin­ de bundan daha çok çalışmış, bundan daha çok fâzıl âlimler aç ve bîkes vefat etmişlerdi. Vamberi ise bir­ kaç hükümdarın dostluklarını kazanmış ve iltifatla­ rına nail olmuştur. Genç Türklere serzeniş etmesinin esbabını da anlıyordum. Çünki Abdülhamid zamanın­ da kendisinin ayrıca bir de maaşı olduğu muhakkak idi. Meşrutiyetten sonra bu iradından birdenbire mah­ rum olunca bir hırs-ı pirî ile Alman ve İngiliz gazete­ 149


lerine hakkımızda nâ mülayim birkaç makale yaz* maktan çekinmemiştir. Mevsuk bir menba’dan işitmiştim ki irtihali gü­ nüne kadar Mösyö Vamberi’nin ikamet ettiği cesim apartmanın senelik icarı İngiltere hükümeti hâzine­ sinden verilirmiş.

Tesadüf beni, Balkan Muharebesinin hitamında, vefatından hemen bir iki ay evvel, Vamberi ile tekrar buluşturdu. Odasından içeri girergirmez, kemal-i ye’s ve serzenişle hemen dedi k i: «— Ne fes, ne kafes! Ha! Gördünüz mü neticesini? Ne fes, ne kafes ha! Freııklik, Avrupa’yı taklit, körükörüne taklit!... Milliyetinizi unutun, dininizi ihmal edin, büyüklere itaati, küçükleri himayeyi, civanmert­ liği, Allah yoluna ölmeği, şehitliği, gaziliği, kanaati, sadakati inkâr edin. Medeniyetinizi, o ayrı ayrı Türk­ lük medeniyetini, Arap ve Acem medeniyetini hiçe sayın. Maddi ve Manevi bir çıplaklıkla Avrupa’nın bo­ yunuza uymıyan hazır, çürük, bakkam medeniyet li­ basına bürünün, kalbinizi kemiren mürai ahlâkını tak­ lit edin. Lâkin Avrupa taklit edilmez; tahkik edilir. Si­ zin bir medeniyetiniz var, siz bilmiyorsunuz, fakat var. O medeniyetinizi bizzat siz ıslah edin, neşredin ve bü­ tün İslâmları da o büyük Türk imparatorluğunun de­ rin, vakur medeniyetinden istifade ettirin. Türklüğü­ nüzle iftihar edin. Sizin vücudunuz ile iftihar eden mil­ yonlarla halk var. Başınızı çevirin, bir kere de Asya’ya bakın. Anadolu’da oniki milyonu mütecaviz Türk var­ dır. İşte üçyüz milyon eh-li İslâmî mânevi esaretten, dalaletten, cehaletten kurtaracak ancak bunlardır. Ar­ tık her Türkün kaç kişi kurtaracağını, bunun için ne 150


derece büyük bir kalbe, ne mertebe yüksek bir eme­ le mâlik olması lâzım geleceğini siz düşünün. Düşü­ nün! Bu düşünmek size mevkiinizin ehemmiyetini, va­ zifenizin ulviyetini, hayatınızın kudsiyetini anlatır. Dü­ şünün ve kendinize güvenin! Fakat bunun için Avru­ pa’nın bir müstemlekesi olmaktan memleketinizi kur­ tarın, gümrükleriniz, AvrupalIların keyfine tâbi’ olur­ sa, siz Avrupa devletleriyle ayrı ayrı ticaret muahe­ deleri yapamazsanız, ıslahat diye yaptığınız her te­ ceddüt başınıza bir felâket getirir. «Bugün Anadolu’ya döşediğiniz demiryollar ihra­ catınızı teshilden ziyade, Avrupa ithalâtını memleke­ tinize sokmağa yarıyor. Artık sair ıslahatın netayicini bununla kıyas eyleyin. Avrupa size hürmet etmeli. Muhterem olmak için de sizde pulat gibi bir milliyet, granit gibi bir dindarlık ister. Biz Macarlar, küçük tu­ ranı bir kavim iken bunca aryaî akvam arasında mev­ cudiyetimizi ancak bu suretle millî taassubumuzla, edebiyâtımızla, millî ahlâk ve âdâtımızı muhafazada son derece inat göstermekle idame edebildik... «Asalet-i tarihiye, asalet-i askeriyeyi ihya edin. Nerede Karamanoğulları, Menteşeoğullan, Ramazanoğulları, Aydmoğullan? Bunların torunları?... Nerede Köprülülerin, Koca Ragıblarm, Zenbillilerin evlât ve ahfadı, hanedanı?.. «Biz Macarların erbab-ı asaleti, Macar milletinin teşekkül ve itilâsına pekçok faydaları dokunmuştur. Halbuki siz rütbeleri bile kaldırmak istiyorsunuz. Bu­ na teşebbüs etmek Şarkın mağrur, vakur ruhunu an­ lamamak demektir. Türkler yalnız para kazanmak için bir araya gelmiş yeni Amerika akvamı değildir­ ler. Aranızda bir aferin, bir şan, bir nam için bütün 151


âilesinin vücudunu berhava etmiş fedakâr âileler, ha­ nedanlar zuhur etmiştir. «Adam kıymeti biliniz. Tarihî, dinî büyüklerinizin şanını tebcil edin. En büyük hasletiniz olan ümerâya, ulemaya, şüerâya, herhangi bir meziyet ve fazilet eshabma hürmeti unutmayın, eski vezir-iâzamlann hu­ zuruna paşalar bile abdestli girerlerdi. Şimdiki sadra­ zamların yanma odacılar bile caketle dalıyorlarmış. «Size millî bir gurur, millî bir itimad-ı nefs ver­ mek isteyen şâirleriniz bizim (Petöfi)ler, (Vörösm arty)’ler gibi Anadolu Türklerine unuttukları me­ denî, İnsanî vazifelerini anlatsın. Hatta etrafındaki va­ tandaşlarınıza sizi sevdirsin. Size hürmet ettirsin. Öy­ le büyük şâirler, bir kuvvetli ordudan ziyade sizin is­ tiklâlinizin idamesine hizmet edebilirler. Öyle millî şiirleri hatta siz Arapçaya, Kırgızcaya, Tatarcaya ter­ cüme edin. İstikbaliniz bademâ A'syadadır. Fakat bu vatan-ı aslî ve tabiinizi silah ile fetih değil, kalemi­ nizle, medeniyetinizle teshir edeceksiniz. «Bir Anglosakson, bir İslâv, bir Lâtin milleti mev­ cut olduğu gibi büyük bir Turan kavmiyeti, medeni­ yeti vardır ve o cemiyetin bayraktan Türklerdir. «Bir diğer bakıma göre âlem-i İslâmm muktedâbihi (örnek almanı) yine Türklerdir. Türklük, İslâmlık, bu iki meşale iki elinizde olduğu halde istikbal yolun­ da, vakur ve metin adımlarla yürüyün! Kimse önünü­ ze geçemez. Türklerin âtisi birçok kavimlerden daha emindir.» Bu son söz üzerine ihtiyar Vamberi’nin elini öp­ tüğüm zaman o da ben de titriyorduk. Ben odadan çıkarken siyah sakallı bir genç girdi. «Oğlum Rüstem» diyerek mahdumunu bana takdim etti.

152


Müftüoğlu Ahmed Hikmet Bey o kadar doğru söz­ lüydü ki, karıncayı incitmekten içi titreyen bu nâzik ve kibar insan, bir yanlışlık görünce, haksız yere kı­ rılacak kalbleri düşünmez, hatâyı düzeltir ve sahibi­ nin yüzüne vururdu. Bunu günlük hayâtında, arkadaşları veyâ dostla­ rı arasında yaptığı gibi, İlmî ve edebî sahada da hiç ihmâl etmezdi. Bildiği bir mevzuda yapılan yanlış neşriyatı mu­ hakkak düzeltirdi. Bir çok örneği olan bu hususiyeti­ nin iki nümunesini kaydetmekle yetineceğim: Ahmed Midhat Efendi’nin (Mesâil-i muğlaka) adlı romanında Kuyucu Murad ve Baltacı Mehmed Paşala­ ra haksız ve yersiz telmih ve tarizlerde bulunulmuş­ tur. Ahmed Hikmet Bey buna dayanamamış, geniş ve derin târihî bilgisine dayanarak Ahmed Midhat Efen­ di’nin mütâlâasındaki haksızlığı sert bir lisanla Servet-i Fünûn’da ve İkdam’da88tenkit etmiştir. Bu, büyük Türkçünün, Türk târihinin tahrif edilmemesi hususun­ daki titizliğini göstermesi bakımından da mühimdir. Yine Midhat Cemal Bey’in Tanin’de Raif Necdet Bey’e yazdığı bir cevaptaki hatayı bir mektupla Mid­ hat Cemal Bey’e bildirmekten kendini alamamıştır.: Midhat Cemal Bey kendisine uzun ve asabî bir ifâde ile cevap vermiş, fakat daha büyük hataya düşerek, ağırbaşlı, olgun yaradılışlı Ahmed Hikmet Bey’i «sat­ hî fıtrat» bulmuştur. Bunun üzerine, Paristen Süley­ man Necib Bey yazdığı bir mektupla Midhat Cemai Beye makalesindeki başka gariplikleri de hatırlatmış­ tır. Bu münakaşalara dâir mektuplar şunlardır: 88. İkdam, Yıl: 5, Sayı: 1568, 20 Kasım 1898.

153


r

Midhat Cemal Bey’e89 Tanin’in birkaç gün evvelki nüshasında Raif Nec­ det Beye karşı yazmış olduğunuz bir makale-i ceva­ b iye^ okudum. Mukaddema kemâl-i nefret ve tahkir ile yâd ettiğiniz bâzı Fransız şâirleri hakkında bir kaside-i tebcil teşkil eden bu makalede ufak bir nokta nazar-ı istiğrabıma çarp tı: Dünyanın her yerinde her müntesib-i edebin malûmu olan bir eseri, Ch. Baudelaire’in «Fleurs du mal» ini Paul Verlen’e isnat ediyor­ sunuz. Pekçok karileriniz gibi beni de Fransız edebiya­ tı hakkmdaki malûmatınızdan pek haklı olarak şüp­ heye düşüren bu garip meseleyi teşrih ile Verlen’in bu eser-i gayrı mârufunu nerede bulabileceğimi tas­ rih ediniz. Aksi hâlde Fransız edebiyât ve üdebası hakkında dermeyan ettiğiniz mütalâaları bîmânâ ve tuhaf bir niday-i tasalluf addetmekte mazurum efen­ dim. A. Hikmet A. Hikmet Bey’e90

c

«Ezhar-ı - elem» in «Ch. Baudelaire»’e ait olduğu­ nu, zât-ı âliniz bana ait bir mübahasenin şahs-ı salisi sıfatiyle, ihbar buyurmazdan pekçok evvel biliyordum. Belki benim bu husustaki vukufum sizinkinden sin­ ilen de büyüktür. Bununla beraber eğer Avrupa ede­ biyatını bilmek bir müellifin ismine vâkıf bulunmak­ sa bu ilm-i mudhike müntesip görünmekten utanırım. Ve bu garabetli vukufu uhde-i liyakatinize hediye ederim. Tanin’deki makalemin akeb-i kıraatinde Baha Beyi buldum ve kendisine rica ettim ki aradaki cüm­ leyi düşürmek suretiyle Tanin tâbiine ait olan bu 89. Servet-i Fünûn, Sayı: 1054, s. 330. 90. Servet-i Fünûn, Sayı: 1055, s. 356.

154

ti—

*


sehv-i sathinin emr-i tashihini i’tâ etmesi için Tanin’in rükn-ü muhteremi olan Muhiddin Beye istirhamımı tebliğ etsin. Ziraat Bankası memurin-i muktediresinden olup Muhiddin Beyle uhuvvet ve münasebet-i müstakaresi bulunan Baha Bey bu kadar küçük bir yan­ lışın tashihini hem benim için hem gazete için bir kül­ fet şeklinde tasvir etti. Ben de Raif Necdet Beye ait bir makaleme ehemmiyet atfetmiş olmamak için ta­ lebimde Baha Bey’e karşı ısrar etmedim. Siz şahsiyet ile münasebeti olan mübahaselere merakı olan bir za­ ta benziyorsunuz. Binaenaleyh hemen keyfiyeti vaka­ nın vâkıf-ı bitarafı ve şahid-i sadıkı olan Baha Beyden tahriren sorunuz. Merakınıza ab-ı teskin serpmiş ol­ mak için şurasını da ilâve edeyim : Baha Bey ile aramızda bu mesele ve bu mükâleme cereyan ettikten sonra Mekteb-i Hukukun düvel ve idare muallimi Salâhaddin Beye tesadüf ettim. Hakkımdaki teveccühünü pek zikıymet bildiğim bu zat be­ ni Tanin’de bu hatânın tashihine dâvet etti. Ben de dünyada bu kadar küçük bir baskı yanlışından istifa­ de edecek kadar sadedil ve sathî fı,trat insanlar mev­ cut olamıyacağmı kendisine söyledim. Siz mektubu­ nuzla benim bu zannımı tekzip ettiniz. Bu hususu da o zat-ı muhteremden merakınızın tevlid ettiği salâhi­ yet ve asabiyetle derhal tahkik ediniz. «Chateaubriand» dan «Albert Samain»’den aynı makalede eserle­ rinin mahiyetiyle bahseden bir adam «Ezhar-ı elem» in kime ait olacağını — öyle itikat ederim ki — bilir. Midhad Cemal Midhat Cemal Bey’e91 A. Hikmet Bey’e yazdığınız o vakur cevabnâmeyi okudum. Hikmet Beyi «dünyada bu kadar küçük bir 61. Servet-i Fünûn, Sayı: 1058, s. 427.

155


baskı yanlışından istifade edecek kadar sathî fıtrat* buluyorsunuz. (Fleurs du mal) ’i Verlen’e izafe mürettip hatasından ibaretmiş. Esamisini saydığınız dört beş Efendi de bu yanlışın lüzum-u tashihini ihtar buyurmuşlar. Lâkin aynı makalenizde daha sahif bir yanlış var: («Chariot d’or»’unu «Albatros» manzumesiyle taçj dar-ı infirat kılan Albert Samain) diyorsunuz. «Albatj ros» şiirde filhakika bir taçdar-ı aferidedir. Lâkinmaatteessüf «Chariot d’or» da değil «Fleurs du mal» dedir. Samain’in değil Baudlaire'indir. Son mektubunuzda da «Chateaubriand’dan, A l­ bert Samain’den eserlerinin mahiyetiyle bahseden bir adam» sıfatını alıyorsunuz. Makalenizde başka garaip de vardır. Lâkin takındığınız o sıfat karşısında bu ka­ darla iktifa olundu. Paris Süleyman Necib Servet-i Fünûn’uıı 1060 ıııcı sayısında, shf. 474, Mithat Cemal Bey, Necip Beye, Ziya Paşanın bile Harâbât adlı aııtologisinde Osmanlı, Arap, Fars şâirleri­ nin birbirine isnadettiği ve «demek işerim ki benim gi­ bi acezenin değil ekâbir-i irfanın da zuhulü vakidir» şeklinde ve nihayet çıkaracağı risaleyi kastederek «zât-ı dirayetleri o risalenin kablettabı bir hata ve savab cedveli oldunuz» gibi bir cevabî mektup neşretmiştir.

Son derece hassas, iyi kalbli ve yardımsever olan Ahmed Hikmet, hayır cemiyetleriyle de ilgilenir, bu kurumlarm çalışmalarını desteklerdi. Resimli Kitap’ta 156


çıkmış (Dalgaların Nasihati)92 adlı sosyal yaramıza dokunan hikâye tarzındaki yazısı ve yine Resimli Kitab’m neşrettiği, 16 Ağustos 1326 (1910) Pazartesi gü­ nü (Büyükada Hanımlar Donanma İane Cemiyeti) tarafından verilen tiyatroda söylediği konferans,93bize Müftüoğlu’nun bu konudaki kalb asaletini de göster­ mektedir. (Dalgaların Nasihati) nde hasta yavrusu için di­ lenen annenin acıklı halini, kar altında donuşunu ve sıcak, ışıklı salonlarda daııseden zengin kadınların duygusuzluklarını belirten, «Ey insanlar! En mesut zamanlarınızda kapınızın önünde inleyen bir dilenci­ nin kadidi ile sizin kemiklerinizin arasında hiç, hiçbir fark olmadığını düşününüz ki o zaman yüreğiniz ha­ yatın hakikatini duysun!... Ruhunuz; saadetle, sefa­ letin gülmekle, ağlamanın yekdiğerine pek benzer, biri penbeler, biri siyahlar giymiş iki hemşire olduğu­ nu anlasın» diyen Ahmed Hikmet’in sanatı millî ve sosyal bir dâvâmıza, cemiyetimizde yardımlaşma, acı ve felâketleri paylaşma konusuna hasredilmiş bulun­ maktadır. Ahmet Hikmet’in, (Büyükada Hanımlar Do­ nanma İane Cemiyeti) nin tiyatroda düzenlediği top­ lantıdaki konferansı da, büyük Türkçünün, Türk ka­ dını hakkmdaki asil görüşlerini ve sosyal dâvâlanmıza olan bağlılığını göstermek bakımından İncelen­ meğe değer. Her akşam, her gece sigara dumanları, işret ko­ kuları, sarhoş kahkahaları ile dolan bir yerde, melek yaradılışlı, melek haslet hanımlarımızın böyle mu­ kaddes bir hisle toplanışlarının burayı bir Cennet kö©2. Resimli Kitap, Nu. 5, shf. 419-422, Kânunusâni 1324 (1908). 93. Resimli Kitap, Nu. 23. shf. 903-907f Ağustos 1326 (1910).

157


şeşi yaptığına işaretle sözlerine başlıyan edip, şunları söylüyor: «Meçhulâtı keşfeden âlimlerin, gönülleri titreten şâirlerin muharebeler kazanan kumandanların, dün­ yalara hükmeden hükümdarların, hatta... şu Barba­ ros Hayreddinlerin, Turgud Reislerin gönüllerinin en derin köşelerinde bir sır, bir his vardır. İtiraf olunamıyan o sır bir «kadına yaranmak» hissidir. «Kadında bu kuvvet olunca... O kuvveti, vatanı­ nın bu pek güzel, (daha iyi anlatmak için şöyle diye­ yim) bir kadın gibi güzel, bir kadın gibi şefkatli va­ tanının selâmeti, muhafazası şanı için sarfederse, o kuvvetten ne büyük muvaffakiyetler hasıl olmaz. Kuvve-i teshiriyesini yalnız vatanın şerefine sarfedecek kadınlara, ninelere, hemşirelere mâlik olan bir kavim bahtiyardır. «Dünyanın târihi gösteriyor ki nerede şefkatli, gayretli kadınlar varsa o memlekette fedakâr, vatan­ perver erkekler zuhur etmiştir... Bir erkek, yarasını saracak bir kadın bulabileceğinden emin oldu mu?.. Göğsünü düşman kurşununa açmaktan kaçmaz-, bu tabii bir duygudur. Dürüşt erkekleri kadınlar, kuvvet-i bâzûda geçemeseler bile, kuvvet-i şefkatte geçer­ ler... Mavzer kullanmasından korkan bir taze kız, bir kurşun yarasını gözyaşları ile yıkamaktan, dülbent. şefkatiyle sarmaktan çekinmez. «Erkeğin, hırsı uğrunda yaktığı, yıktığı memleket­ leri, astığı, kestiği insanları hemen kadın tamir etme­ seydi; evlât yetiştirmeseydi şimdiye kadar dünya ıssız bir sahra haline girmez miydi? «Vatan!... Bu pek sevimli vatan! Pek güzel bir gelinlik kızdır ki «terakki» denilen yâr-ı-cânma vara­ 158


cak!. Onun telâştan dağınık saçlarını düzeltmek, he­ lecandan uçuk benzine renk vermek, uykusuzluktan mahmur gözlerine nur saçmak, o gelini süslemek için, yine kadın inceliği, kadın zekâsı ister!...»

İnce ve asil kadın ruhuna seslenmesini pek iyi bilen ince ve asil ruhlu sanatkâr şimdi asıl konuya geçiyor : «Bugün bizi buraya toplıyan tatlı his şudur: Do­ nanmaya muavenet!... İlk bakışta donanma nedir?... Yakmak, yıkmak için, harbetmek için bir âlet mi?...

Hayır, hayır, Hanımefendiler! Başkaları için bil­ mem... Fakat bize, Türklere, düşmanlarımızla barış­ mak, rahat etmek, terakki etmek, mesut olmak için bir vasıta olacaktır. Türkler sulhu istiyor, devlet sul­ hu istiyor... Fakat düşmanlarımız sulhu istemezlerse ne yaparız?... Onlara bizimle başa çıkamıyacaklannı anlatırız... Kuvvetli bir ordu, heybetli bir donanma onları korkutur, sindirir. Yerlerinden kımıldatmaz. Bi­ zim istediğimiz bu!... «...İçinizde 93 Muharebesinden sonra katar, katar hicret edip cami avlularında sürünen ak saçlı ihtiyar kadınları, yüzü gözü çamurlar içinde sefil çocukları; canları yanarak, yürekleri parçalanarak, itilerek, sü­ rülerek, yalınayak, başaçık, evinden barkından ayrıl­ mış muhacirleri gören vardır değil mi? O zehirli, acık­ lı günlerde yaşamışlar vardır değil mi?... Düşüncesi bile tüylerimizi ürperten, gözlerimizi yaşartan o fa­ cianın bir daha tekrarlanmasını istemezsek; bizim ni­ nelerimizin, bizim çocuklarımızın da öyle çamurlar, çirkâblar içinde bîçâre, sefil* zavallı olmalarını iste­ mezsek donanmaya muavenetten çekinmeyelim!. Ka159


çmmıyalım!... Vatanımızı sahil-i selâmete getirecek donanmadır!..» Kadın ruhunun ince tellerine şöyle dokunuyor: «Kadınlar yarım iş yapmayı, itidal üzere hareket etmeği bilemezler. Onlar maddî ve mânevi fedakârlığı şu rumuzda ararlar: Hep veya hiç!. İşte ben kadın­ ların bu kusuruna tapınırım!» «Kadınlar acılıklara bir tatlılık, çirkinliklere bir güzellik, kabalıklara bir incelik verir: Çelikten zırh­ lar, tunçtan toplarla, demirden teknelerden yapılmış korkunç bir donanma, kadınların derya-yı şefkati, za­ rafeti içinde yasemenle güllerden bayraklariyle, hanımellerinden armalariyle gönülleri teshir eden bir nilüfer tarhına benzer...» «Kadınların vatan işlerinde vazifeleri hem mâne­ vi, hem maddî iki kısma ayrılır. Bunun birine şefkat, birine hamiyet deriz. Biri bizi teselli eder, diğeri teş­ vik eyler. Biri gözyaşlarımızı siler, diğeri kanımızı kay­ natır.» Bundan sonra kadınların Şarktaki büyük önem­ lerine işaret edip, Türk ve İslâm târihinin büyük ka­ dınlarım sayan Ahmed Hikmet, konuşmasını şöyle bi­ tiriyor : «Şarkta, vaktiyle nasılsa, itiraf olunmak, tekrar edilmek istenilmiyen kadınların ehemmiyeti bu kadar büyüktü. O ehemmiyeti, bundan sonra da «milletimizin terakkiyât-ı fikriyesi» yine kadınlara verecektir. Bun­ dan sonra da validelerimize hem veliye-i nimet; hem mürebbiye-i şefkat olarak muhabbet ve hürmet edece­ ğiz. Bugün güzel, mukaddes vatanımızın selâmeti için her biri koruyucu melekler gibi kanat açan kadınla­ rımızı bundan sonra bütün dünyanın saadeti için «harp 160


devleri*hi teshireden, zapteden «sulh perileri» olduk­ larını görmekle itilâ edeceğiz, iftihar edeceğiz.» Ahmed Hikmet’in, Türk kadınının hakları ve evlen­ me, boşanma meseleleri gibi sosyal-millî dâvâlarımız üzerindeki değerli düşünceleri de (Süs) mecmuasın­ daki34 bir ankete karşılığında bulunmaktadır ki, son derece ilginçtir. Eserlerinde de sık sık raslanılan «kadın» mevzuu, şâir ve edib Ahmed Hikmet’in daimî ilham kaynağı olm uştu: — Ömür nedir? — Aşk! — Aşk nedir? — Kadın! Kadınlarda güzellik olmasaydı, erkeklerde büyük­ lük olmazdı.. Erkeklerde büyüklük bulunmasaydı, ka­ dınlardaki güzellik görünmezdi.

94. Süs, Nu. 33, shf. 7 ve 9, Kânunusani 1340 (Âile Hukuku Özel Sayısı).

161


ESERLERİ NDEN

ÖRNEKLER

Müftüoğlu Ahmed Hikmet’.in (Hâristaıı Ve Gülis­ tan) ile (Çağlayanlar) ’ı, kendi sağlığında kitab hâlin­ de yayınlanmış iki ünlü küçük hikâyeler kitabıdır. . Değerli yazarın Türk edebiyâtmdaki seçkin .yeri­ ni ve haklı ününü kazandıran hikâye ve parçalarının toplandığı bu iki eseri, ölümünden sonra bâzı kitabevleri ve kurumlar tarafından yeniden basılmışlardır. Millî Eğitim Bakanlığı’ıım (1000 Temel Eser) seri­ si içinde 1971’de 5. baskısı yapılan (Çağlayanlar)’a, Müftüoğlu’nun tarafımızdan yazılmış bir kısa biyog­ rafisi ile, kitablarmda bulunmayan, yine ilk kez bi­ zim toplayıp 1951’de (Büyük Türkçü Müftüoğlu Ahmed Hikmet) kitabımızda yayınladığımız 6 küçük hi­ kâyesi eklenmişdir. (Gönül Hanım) romanını gazete kolleksiyonları içinden derleyip (1000 Temel Eser) serisinden Türk okuyucu ve araşdırıcılarma kazandırdığımız gibi, ilk fırsatta Müftüoğlu’nun diğer bütün hikâye ve yazıla­ rını da iki ayrı cildde toplamak en büyük dileğimizdir. Forma sayısı, Kültür Bakanlığı’nca kısıtlanan bu küçük kitabda, Müftüoğlu’nun kitablarmda bulunma­ yan hikâye ve yazılarından yeterince örnek veremi­ yoruz. Büyük Türkçü’nün burada verdiğimiz örnekleri de, çoğunlukla, daha önceki kitablarımızda yer alma­ mış parçalardır. Bunlardan bir önemlisi, ilk kez sayın Tansel tarafından bulunup yayınlanan bir monolog’dur. Değerli edebiyat tarihçisi Fevziye Abdullah Tan­ sel, bir mizah gazetesinde (Diken Mecmuası, Nu. 21, 162


21 Ağustos 1919) rastladığı bir ilân üzerine araşdırdı1 ğı ve sahaflarda orijinal baskısını bulduğu Müftüoğ­ lu. Ahmed Hikmet’in (Kadın Oyuncak Değildir) mono­ logu üzerinde şunları yazmakdadır :95 «... Bir formadan ibâret ve kapağında vak’a kah­ ramanı Meftun Efeııdi’nin Sedad Simavî tarafından çizilmiş bir karikatürü bulunan bu monologu bulduk (Diken Neşriyâtı, Nûr-ı Osmaniye’de Dâire-i Mahsu­ sa, 1335). Ahmed Hikmet Müftüoğlu’nun, sonunda 8 Nisan 1335 (21 Nisan 191S) târihini kaydettiği bu monoloğu, mevzû değilse de müdafaâ ettiği fikir bakımından ye­ nidir. Mevzû bakımından yeni sayılamaz; çünkü Şinasi, Şâir Evlenmesi komedisinde görmeden evlenmenin ne gibi zarar ve aksaklıklar meydana getireceği Nâ­ mık Kemâl Zavallı Çocuk adlı eserinde ana ve baba­ nın çocuklarının izdivaçlarına fazla müdahalelerinin doğurduğu feci’ neticeler meselesini, daha birçok mu­ harrirlerimiz izdivaç müessesesinin aksak ve düzeltil­ meğe muhtaç taraflarını mevzu’ almışlardır; fakat ko­ layca ve keyfî boşama, bu boşama hâdisesi üçü bu­ lunca hülle yolu ile tekrar aynı kadınla evlenebilme fikrinin insan hürriyet ve haysiyetine ne kadar aykın birşey olduğu fikri, ilk def’a bu monoloğ’da ele almmışdır. Ahmed Hikmet Müftüoğlu’nun çok temiz bir Türk­ çe ile, nükteli ve zarif üslûbuyla kaleme aldığı Kadın Oyuncak Değildir monoloğu’nu neşretmekle onun unu­ tulan bir eserini ortaya koymuş oluyoruz.» 95. Fevziye A. Tansel: Ahmed Hikmet Müftüoğlu’nun Gözden Kaçan bir Eseri, Orkun Dergisi, Ekim 1963, 2. Yıl, Sayı: 21, SS. 2-4.

163


Monolog KADIN

O Y U N C A K

DEĞİLDİR

Size, mühim, pek mühim, hayat kadar mühim bir sır tevdi’ edeceğim... (Durur) Afvedersiniz, içimizde (etrafına, hâzirûna yine endişeli medid bir nazar fır­ latarak) yabancı olmasın. Bu esrânn fâşedilmesini is­ temem. Reca ederim, evvelâ ortalık halvet olsun. Hal­ vet! Çünkü mes’ele izdivaç, zifaf mes’elesidir. Halvet lâzımcür. Sır saklamayanlar, gevezeler lütfen dışan çıksınlar... (Durur, yine bakınır, müstehziyâne güler) Şey! Titiz ihtiyarlar da salonu terkederlerse, hakla­ rında hayırlı olur. (Gayet nezâket ve nedâmetle ve isti’fâ-yı kusur tavn takınarak) Fakat beni, herkesi kovarak burada kendi kendine söylenecek sanmayınız. Maksadım ih­ tiyattan ibaret!... Zâten kimse dışarı çıkmadı. Demek, hazerât-ı hâzırûn kâffeten ketum! Ne âlâ; Ne âlâ!... Demek ki biz bizeyiz, biz bize.. (Tevakkuftan sonra) Öyle ise dinleyin; Bendeniz vaktiyle havalanmış, uçarı bir genç idim. Uçarı demek eskiden tayyareci demek değildi. Bizi vaktiyle yükselten (baş ve salavat parmağı ile hava­ da ölçerek) şöyle uzunca bir ökçe idi. İşte o kadar... Tıbbiye Mektebi’ne devam ediyordum. Daha doğrusu tıbbiyeli idim! O zaman bu sıfatın mânâsını ancak kızlar anlarlar idi. Her akşam, Aksaray’dan Unkapanı-Köprüsü’nden Beyoğlu’na bir yollanmam vardı. Tarlabaşı’nda, Tatavla’da kırk, elli kaynanam mukim idi. Bâzen clurdu ki bir gecede bir gecelik zevcemin ellerini bırakır, kayınvalidemin kollan arasına atılır, ora­ 164


dan bir pire gibi baldızımın boynuna sıçrardım... Böy^ le yıl, oniki ay, kadın ahâliden bütün nâ-ehiiler ile teehhül ettiğim hâlde, yine ehl-ü iyâl sâhibi olamadım.. Uzatmayayım... Bu tatlı zamanlardan on sene sonra kendimi Harput’ta Belediye Hekimi olarak bul­ dum; Allah’ı severseniz, bir kere benim hâlimi düşü­ nün! Bir de... Harput’u gözöııüne getirin!... (Bir lâhza tevakkufdan sonra) Tıss... Pısss... Herşey bitti. Nargile, kahve, sigara, sulfato... İşte bütün meşgale, eğlence... Bereket versin! Eh!... Eh.. Hekim olur da, nabz-gir olmamak olur mı ya? O hâlde taba­ bet diploması ne işe yarar? Ben de Vâli’niıı nabzını yokladım. Tabiatını anladım, çattım. Bu sayede beni oraya buraya teftişe göndermeğe başladı da hayâtım­ da biraz hareket peyda oldu. Bir gün salgın bir dizanteri hastalığı esbabının tedkiki için Mazgerd Kazâsı merkezinde idim. Hükü­ met Konağı’na gidiyordum. Yanımda İstanbullu, Jan­ darma Mülâzimi Kılıbık Sâlih vardı. Bu, yıpranmış bir Beyoğlu düşkünü idi; muarefemiz oradandı. Kenarı yabâııî gülden, böğürtlenden çitli, çamurlu bir sokakdaıı geçiyorduk. Önümüze çarşaflı bir kadın çıkdı. Kadın bizi görünce bürünmek, örtünmek istedi; kaçınmak istedi. Bu telâş arasında, rüzgârın şidde­ tiyle penbe beyaz çehresini, iri mâvi gözlerini, sarı ipek saçlarını daha ziyâde gösterdi. Kendimi kaybetmişim ve bağırmışım: «Aman bu kim?..» Perişanlığımı gö­ rünce gül dudaklarında tatlı bir tebessüm göründü. Mülâzım usulca izahat v e rd i: «Tapu Kâtibi Kodaman Selman Efendi’nin karısı... Vaktiyle bir Tahrirat Müdürü’nün ahretliği imiş. İyi 165


bir terbiye vermişler, mektebe göndermişler, biraz çal­ gı öğretmişler. Bundan dört sene evvel efendileri ve­ fat edince kız kimsesiz kalmış. Nihayet Müftü Efendi bu gülü tutmuş bu dikene vermiş. Lâkin Kodaman pek kıskanç, titiz; kadın da pek şûh, pek zekî olmalı ki, herif kadını üç defadır boşuyor, sonra nadim olup tekrar alıyor...» Yine bağırmışım : «Bir daha boşasa da ben al­ sam!..» Bu vakıadan iki gün sonra idi. Kader, bu ha­ nımı bana tekrar rast getirdi. Bu defa bir kuvvet-i kalb ile bağırdım: «Bir daha boşasa da ben alsam!...» Artık günde iki kere küçük evinin önünden geçmeğe başladım. Bir gün perdenin kımıldadığını gördüm; cam açıldı, aşağı ufak bir kâğıt düşdü. Kâğıtta şu cümle­ cik v a rd ı: «Siz kimsiniz?...» Hemen kurşun kalemiyle kâğıdın altına, «Harput Belediye Hekimi’yim. İsmim Meftuıı’dur, şimdi sizin meftununuz oldum» diye yaz­ dım. Kâğıdı karşıdaki duvarın kovuğuna sokdum. Bi­ liyordum ki beni gözetiyordu. Eve döndüm, işi Jandarma Mülâzimi’ııe açd ım : «Aman Kodaman Efendi’niıı karıcığı» dedim, «nitsek ne yapsak?! O tahrirli mavi gözler, gözlerimin önün­ den gitmiyor» dedim. «Çıldıracağım, öleceğim-, Allah için, Şeytan için bir çâre bul!» dedim. Yalvardım, ya­ kardım... Bir hafta bu çarpıntı ile, bu hulyâ ile vakit geçirdim. Nihayet elim böğürümde Harput’a döndüm. Bir ay geçdi. Kılıbık Sâlih’e yalvarıyordum, mektublar yağdırıyordum. Neler adamıyordum?... (Bir müddet tevakkuf)... Bir sabah Sâlih’i karşımda görmeyim mi? (Telâş ve tarz-ı tekellümleri taklid ederek) : «Aman! Hayır ola Sâlih’ciğim... Boşadı ise ne du­ ruyoruz? Kıyalım, nikâh kıyalım...» 166


«Evet, Kodaman’m canına kıyacağız!» «Nasıl?» «Herif boşadı amma...» «Ey!..» «Tekrar almak istiyor.» «Olur mu ya?! Olamaz ya?.. İmama, Müftüye, Ka­ dıya haber... Şeyhe, Şeyhü’l-İslâm’a telgraf... Müm­ kün değil, olamaz. Çıldırtma beni Kılıbık Sâlih!...» Salih, beni bir kanepeye oturttu. Karşıma geçdi. Görüşdük, konuşduk... Görüşdük, kırışdık. Kılıbık’m kıllı yüzünden belki yirmi kere öpdüm. Ah bu Kılıbık Sâlih! Ne büyük adam imiş! Şimdiye kadar Hâriciye Nazırı olmadığına hâlâ şaşıyorum. Pes! Herifin zekâsı­ na, pes herifin şeytanlığına! Pes Pes!.. Ve’s-selâm! Ertesi gün kendimizi Mazgerd civarında bir köy­ de bulduk. Kahvede otururken beni görseydiniz, he­ piniz gülmeden katılır, arka üstü düşerdiniz. Karnaval yâdigârı uzun bir beyaz sakal, koca bir kavuk, yeşil soluk bir cübbe, elde iri bir teşbih, kolda bir keşkül, göğüsde teslim taşı ile bir kemer, bir uzun a-sâ, çedik papuç, enfiye kutusu ma’a mavi mendil... Bu hâlde kahve sedirine, «Eyvallah! Erenler Hûu!» diyerek bir çökmemiz var... Öyle ya, ben şimdi külhanbeyi Meftun değil, müstecabu d-duâ Meftun Baba’yım.- Meftun Baba!... Fakir, kalender bir derviş, Himmetim hâzır... (Elini mukallidâııe kahvedekilere uydurur gibi uzatarak) Berhordar ol evlâd! Merhaba arkadaş!.. Elhamdülillah!.. Kahvenin kuytu bir köşesinde, Selman Efendi ile buluşduk. 167


«Okutacak mısm oğlum?» (Taklid ile) «Hayır efendi! Ben cahillik ettim de, bizim kaşık düşmanı ile bozuşdum da... Ayrıldık da..» «Vah! Vah!... Münasebetsizlik olmuş... Kadına yüz mü verdin, ne oldu? Evlâd-ı Hazret-i Âdem’i Cennet’ten çıkaran kadındır. Ona o kadar göz ağdırmamak... icabında (eli ile havada şamar resmi yaparak) icabı­ na bakmalı... Herhalde nikâh tazelemeli. Sonra da, yazacağım şirinlik nüshasını, suda ez, ez, gözü kapalı hem sen iç, hem de o içsin... Kuzu gibi olursunuz. «Hayır efendim, yeniden nikâh güç; çünkü ara­ mızda dört defa iftirak oldu.» «Hımm! O fena...» «Onun için, işte onun için, çünkü... Onun için... Efendim şey: Hülle...» «Hülle mi? Hülle mi? Allah esirgeye! Kalb ki Kâbetu’llah’dır, öyle bir seng-i fezâhatle recm edilemez. Sapıtmışsın-, bir teşbihten geçmelisin!» «Geçerim, herşeyden geçerim, yalnız karımdan geçemem. Ne yaparsan sen yapacaksın!» «Ne yapabilirim?» «Hülle!» «Ben mi?» «Bozulan yuvamı sen düzeceksin.» «Estağfurullah! Estağfurullah, ben mi?». (Bir şiddet-i mütezâyide ile), Estağfurullah, ben mi? Estağfuru'llahu âzamu kebıren! Ben ömrümde kadın yüzü görmedim; hattâ dişi diye hayâtımda tavuk bile ye­ medim. Bir tavr-ı vakur ve mânevi takınarak) Evlâd, 168


sen gafilsin! Câhilsin! SâfilsinL. Dünyada aşk-ı hakikim aşk-ı bâtmidir. O da Fenâfi’llah ile olur... Bu, bir ma­ kamdır. Tâc-ı medâmet denilen külâh-ı selâmeti giyen bu makama erer. Dâr-ı huzûra girer. Mahrûm-ı saâdeti kevneyn ise İskender-i zü’lkarneyn olur. Bu cihetle tesbihden geçmeden evvel, senin mâsivâdan geçmen ve bu külâhı geçirmen lâzım! Kodaman’ım Selman Efendi! Bu hezeyânım üzerine, Tapu Kâtibi, bana âdeta ta­ pınmağa başladı. Ertesi gün kendisine evvelâ esrarlı bir çubuk içirttim; külâh-ı selâmeti geçirirken o da şamdan tutuyordu. Bir gün sonra reca ve minnet ile beni Mazgerd’e götürdü. Ale’l-hisab suretiyle (Pöh...* diye gülerek) verdiği onbir altunu yolda fukarâ köy­ lülere tesaddük ettim. Bu hâl, kudsiyetime bütün bü­ tün hükmettirdi. İnleye, titreye, sendeleye Mazgerd’e vâsıl olduk. Hemen evde nikâhımız kıyılırken, ben sevincimden ağlıyordum. Selman Efendi de iffet ve fedâkârlığıma hayran oluyordu. Şâhidler gitti. Tapu Kâtibi elime yapışdı. Ha öptü, ha öptü. «Aman babacı­ ğım, kadını üzme!» diyordu; fakat baldım , herifin ev­ den, odadan çıkmağa niyeti yok. Düşündüm, koğsam musallat olacak. Hemen izhâr-ı celâl ile yukarı çıkıp yatmasını tenbih ettim. Küçük hizmetçi kızı gönder­ dim. Mutallakasmı yâni menkûhemi aşağıya çağırdım. Öyle ya, bu sinn-ü sâlimde bir eksik-eteğin ayağına gidemem a... Ben şu köşede zikr-ü tehlil ile sabahla­ yacağım. O da beni bekleyecek. Zavallı Selman Efen­ di : «O kadar mı?» demez mi? « O kadar veyâ değil, bana şer’i öğretme. Git, gü­ nahkâr adam, git!... Külâh-ı melâmetini giy! Akimı başına al ve hâb-ı gafletine dal!...» 169


Herif sindi. Yukarı kös kös çıkıyordu. Huda bilir ki benim de yüreğim davul gibi güm güm ötüyordu. (Bir dakika durur) Kadın yanıma gelince nasıl ken­ dimi anlatacakdım? Ya beni ele verirse, ya bağırırsa... Beş dakika geçdi. Bir çıtırtı, hafif bir öksürme, tahta gıcırtısı, terlik şıkırtısı... Ayy... Kapu açıldı. AyyL Sevgilim, o kır gülü, o tahrirli mavi gözler içeri girdi. Hemen arkamı döndüm, diz çökdüm, teşbih çekmeğe başladım. Bu levha birkaç sâniye sürdü. Kaşlarımı çattım, başımı çevirdim, bir kere yüzüne hışımla bakdım. «Hâza min fazlu Rabbi!» dedim, Â . . . Â . . . Kadın, kıs kıs gülmeğe başlamaz mı? «Siz Meftun Baba değilsiniz. Meftun Efendi’siııiz, hem fettan Meftun Efendi’siniz. Ben sizi haniya ilk rast geldiğim zaman, «Ah! Boşasa da ben alsam!» di­ yen sesinizden anladım.» demez mi? Bu tatlı dakikanın lezzetini anlatacak hiçbir lisanda hiçbir kelime yokdur. Memnun’dum, mes’uddum, çılgındım. (Etrafına bakınır) Herçe badâ-bâd hemen menkûhemin boynu­ na sarıldım. Hasret ateşlerimle onun yanaklarını yak­ mağa başladım. Belâya bakın ki... Tam o sırada heri­ fin içi rahat edememiş ki bizi kapıdan dinlemeğe gel­ miş... Çıtırtılar işittik; hemen mindere çıkdım. Başla­ dım. «yâ dâfiû’s - sukalâ-yâ râfi *ü’l-belâya» evradını çekmeğe... Kodaman dolaşdı, gezindi, dolapları açdı ve kapadı. Öksürdü, aksırdı. Bu hüllede bir hiyle olup olmadığını anlamak istedi. Belki kıskançlıkla tutuşdu. Yandı. Çillesini çıkarmağa yukarıya çıkdı. (Etrafı dinleyerek taklit ile) Ses kesilince biz bir daha, bir daha sarıldık. Boyuna sarıldık, enine sarıl­ dık; ayrıldık. Sarıldık ve böylece kaldık. Sabah olmuşdu. Kavl-ü kararımız üzre kapının önüne Kılıbık Sâlih, ahibbâsını toplamış gelmişdi. Biz 170


de bu gürültü ile tası tarağı topladık; bu hücumdan birşey anlamayan Selman Efendi de kapıyı açdı. Ka­ rı-Koca biz, vakar İle, azamet-i vakar ile, kemâl-i azamet-ü vakar ile odadan çıkdık. Dilber Hanım - hâ, menkûhemiıı adı Dilber Hanım da - koltuğumda kapıya doğru yürüdük. Tapu Kâtibi beni sakalsız, ter-bıyıklı görür gör­ mez, «Bu ne?» diye üstüme atıldı. «Ben Meftun E f e n d i ’ y i m . Bu da, dün nikâh-ı şer’i ile tezviç ettiğim haremim Dilber Haııım’dır» deyince herif, «Vay hayâsız! Vay çapkın!» diyerek ahırdan tır­ panı kapdı, başıma savurdu. Tuttular: «Durun baka­ lım... Haremidir... Nikâhlısıdır... Hayır değildir... Evet, haremidir... Kadı’ya gitmeli... Lüzum yok, gitmeme­ li!..» bir gürültü... Kahkahalar... Küfürler... Teselliler, fetvalar... Hükümler... Alaylar... Yağıyor. Tam o sırada, sapsarı kesilen Kodaman Efendi de yere yığılıverdi. Bîçâreye acıdım. Doktorluğum coşdu, nabzını yokladım. Şiddet-i telıeyyücünden bayılmışdı. Yüzüne su serpdim. Sirke ile kollarını, göğsünü oğdum... Bu esnâda ahırdaki öküz ile 'keçi de içimize dâhil oldular. Zavallı Selman Efendi’niıı başına boy­ nuzlarını dikdiler. Uğraşdım, herifi ayılttım... Etrafına göz gezdirdi: Bir keçiye, bir öküze bakdı. Boynunu bükdü. Hüngür hüngür ağlamağa başladı... Bir hatib tavrı takındım: «Efendi!» dedim, «Efen­ diler!» dedim, bu bir kıssadır, acı veya tatlı, her hâlde bir kıssadır; her kıssadan bir hisse alınır. (Huzzâra, tevcih-i hitab ile) Kadın, oyuncak değildir. İşte, bu kıssadan alınacak hisse!» dedim. Yürüdüm... Sersemleşmiş Tapu Kâtibi Kodaman Selman Efen­ di de beli kırık bir kukla gibi sırt-üstü yuvarlandı. 8 Nisan 1335 (21 Nisan, 1919) 171


H

Milli

T e r b i y e

Millî terbiyesiz ne ferdler ve ne de cemiyet teşek­ kül edebilir. Ferdleri düzgün bir terbiye gören hükü­ metin idare usulünde korku yerini sevgi, zor ve sert­ lik yerini ilim ve mantık alır. Çok, kez kanunun yeri­ ne getirilmesini askerî memurlar ve zabıta değil, aka­ demiler, edibler ve okullar hazırlar ve üstlenir. Okşa­ manın te’siri yumruğun gözdağma gerek bırakmaz; böylece medeniyet kurulur, kökleşir ve milliyet - baş­ ka bir deyimle-milletin özelliklerini belirlemiş, yerleş­ miş olur. Millî terbiye iki kısma ayrılabilir: Eûhâni Terbiye ve Cismânî Terbiye. a — Ruhanî Terbiye : Gönlü saflığa, ulvîliğe; dima­ ğı Allah’a Resûl-ü Allah’dan yükselten ve rûha yalnız Allah korkusu ve kıyamet günü mahkemesi cezası de­ ğil, bunlarla beraber, İlâhî aşk ve yaradana dönme, kavuşma aşkı aşılayan temiz, köklü, sevab ve hayır işleten, sağlam ve ciddî bir din fikri; kaza ve kadere karşı bir de insanın elinde olan irâde bulunduğunu; kanaata mukabil din ve millet uğruna yapılacak iyi­ lik ve hayırlı işlerin de mutluluk ve sevab kazandıra­ cağını aşılamak ve yaymakla mümkündür. Miskinlikden uzak, arınmış, besbelli ve vakur (ağırbaşlı) bir rûhî terbiye için apaçık ve sâde, her satırı nezih (temiz, pâk) ve «mensur bir şiir» olan ye­ ni «Durr-i yek-tâ»lar, yeni «İlm-i hâl»ler (Din kaide­ lerini öğreten kitablar) yazılmalıdır. Bu kitablarda bir insanın dünyâya gelip ahrete göçünceye kadar kendine, ana-babasma, akrabâ ve arkadaşlarına, ço­ cuklarına ve eşine, din kardeşlerine, vatanına ve va172


tandaşlarma ve bütün insanlara karşı yerine getir­ meğe borçlu olduğu vazifeler birer birer sayılmalı, sıralanmalıdır. O derecede ki eski çağların dindar aile­ lerinde alışılmış olduğu gibi bir nine çocuğuna ilk sü­ tü «Besmele» ile ve «Ya Gazi, Ya Şehid» duasıyla ver­ melidir. İsim koymak, bebeğin kulağına Ezân-ı Mu­ hammedi okunarak bir rûhâni âyin, dinî tören tar­ zında yapılmalıdır. Abdest alırken, beş vakit namaz­ larda, gece yatarken, sabah kalkarken, yemeklerin ba^ şında ve sonunda, Mevlid, Bayram gibi mübârek gün-* leriıı akşam ve sabahlarında okunacak, hece vezniyle vevâ ahenkli nesir hâlinde, herkesin anlayacağı dûa-1 lar hazırlamalı ve bu duâlarda vatanın selâmeti, yük­ selmesi, Halîfe ve Hâkan’m sağlığı ve ana-babanın ra­ hatlık ve mutluluğu, ölmüş yakınların günahlarının bağışlanması ve ruhlarının huzur ve istirahatı niyaz edilmelidir. Yine bu kitablarda dinî işler ve inanışlar­ la birlikde vatan sevgisi, vazife duygusu, çalışmanın yararı, sâdık olmak, doğruluk, kanuna ve kanun ya­ pıcıya saygı, yalan ve nazardan kaçınmak, söz ve va’dini tutmak, kadınlara saygı gibi İslâmlığın ve insan­ lığın esasları olan faziletler zikredilmelidir. Bir de kişilere güven ve onur veren, kazandıran ve düşünceye dayanan bir tutuculuğun oluşdurulması gerekir. Avrupada çok yaşayanlar bilirler ki Batı, Do­ ğudan daha dindar ve daha müteassıb, tutucudur. Bu bakımdan da AvrupalIları taklid edersek kimsenin bir şey demeğe hakkı olmaz. b — Cismânı T erbiye: Çocukların, millet ferdile­ rinin fikirlerini, umudlannı vatana bağlayacak husû­ sî güzelliklerle tâyin etme, gösterme, milli şereflerle yeniden kuvvetlendirme, maddî yararlar, çıkarlar sağ­ lamakla mümkün olabilir. 173


. M illî Terbiye, m illî bir dil ile gerçekleşir. M illi b ir dilin de düzgün ve derli-toplu b ir im lâsı olm alıdır. T ü rk çen in pek çok kelim elerini, elim izdeki nok san ses­ li h arflerle ya zam adığım ızdan on ların yerine başka dillerden k elim eler alm ak zoru n da k alıyoruz. İm lâm ı­ za g erek en sesli h a rfler eklenm ezse dilin saflaşdırılm asını, sâdeliğini istem ek gerçek d en gü lü n ç b ir.istek olu r... Bâzı k elim eleri d oğru yazıp ok u yam a d ığım ız­ dan, - biri öteki sanılacak surette - birbirlerine benze­ yişleri ortadan kaldırm ak için y a b a n cı k elim eler al­ mışız; bunları da A ra b ca b ilm eyen ler yanlış kullanıp du ra ca k ve ana dilim izdeki k elim ler de paslanıp dökülecekdir. A çık ve k ola y b ir dil olm ayınca, sa f ve sâde halka telkinler, fik ir aşılam alar nasıl ya p ılır? Bir halk ede-, biyâtı nasıl oluşur? Hisleri terbiye eden edebiyât ol­ m a yın ca m illet duygusu, yu rd sevgisi nasıl husul bu­ lu r? G ençler, b ab a ocağını, köylü, köyünü; şehirli, yu r­ dunu nasıl sever?... İm lâm ıza lâzım olan sesli h a rfler eklendikden, kazaııdırıldıkdan sonra M illî T erb iye’nin esâsı olaıı y u r­ dum u zun tarım la ilgili, m âdenleri, sanatı, bayındırlık işleri ile ilgili, târihî ve tavsifi resim li bir coğrafyası* T ü rk çen in bir edebiyât târihi; ciddî incelem e ve araştır­ m alara, sağlam hüküm lere da yan an b ir T ürk Târihi ya zılm a lıd ır(*). Bu üç çeşid b ilgiler kısaca, M üslüm an (■*) Daha sonra Türk memleketleri coğrafyası, genel Turan kavimleri edebiyât târihi, genel Türk ve Turan kavimleri târihi, Türk bayındırlık sanayii, sonra, İslâm ülkeleri coğrafyası, Arab, Fars, Hind, Afgan edebiyât târihleri gibi kitablar ya­ zılmalıdır. Bunlardan başka Türkiye’de muhtelif kasaba ve köylerde söylenen ve milletin rûhunu, ihtiyacm^ bir dere­ ceye kadar târihini, unutulmaz acılarını göstermek ve bun­ ları özellikle eski-yeni millî şarkılarının, türkülerinin müm-

174


olan ve olm ayan kız, erkek saıı’at okullarında, gece çırak eğitim kuruluşlarında okutturulacak bu m illî bil­ g ilerd en payların a düşeni alm am ış bulunanlar aşçı ve k aldırım cı bile olam am alıdır. Resm î ve hususî ziyaretlerde, yem eklerde, ifta rla r­ da, aileden k adınların bulundukları kuruluşlarda, câ^ m ilerde, m evlidlerde, cenazelerde, bayram larda, d ü ğ ü n ­ lerde, kına gecelerinde, yeni doğu m yapm ışları ziya­ rette, sarayda, resm î dâirelerde, bü yü k ler huzurunda, sokakda, tiyatrolarda, k onserlerde ve başka bu gib i bütün durum larda k adın ve erkeklerin u ya ca k la rı âdetleri ve g ö rg ü usullerini., eski terbiyem izi ve gele­ n eklerim izi b u gü n k ü ih tiyâcım ıza göre düzenleyip u y­ gulayarak, bir k itabda tesbit eylem ek lüzum ludur. Bunlar arasında m eselâ b ir cenâzeye veyâ başsağlığı zi­ yaretine kırm ızı b ir b oyu n b a ğı ve açık ren k bir e l­ bise ile gidilm em ek gibi, A v ru p a giyim tarzını ve b â ­ zı m edenî g örgü usullerini seçdikten sonra, dik kat ed eceğim iz zoru ıılu k lar da zikredilm elidir. M illiyeti, ideal ve düşüncesi, inanışı, dini ve ter-* biyesi bilin m eyen b ir takım y a ba n cı m ürebbiyelerin, çocu k terbiyecisi kadınların, öğretm enlerin ailelerim iz arasına girm elerini önlem ek üzere kendim izden «M ürebbiyeler», kadın öğretm en ler yetiştirm eğe ça b a h a rkün olduğu kadar hangi târihlerde çıkdığım, yayınlandığım göstererek bütün vilâyetler ve müstakil Mutasarrıflıklar Maa­ rif ve Okul Müdürleri ve edebiyat öğretmenleri eliyle top­ lattırılarak bir edebî hey’et tarafından bu şarkılardan za­ man aşımı ile değişip bozulm|uş, anlaşılmaz şekle dönmüş ve vezni değişmiş bulunanları mânâsına eksiklik gelmeden dü­ zeltilerek bir mecmua hâlinde yayınlamak gerekir. Bu şar­ kılara Bulgaristan ve diğer eski Türk ülkeleri Türklerinin tür­ külerini eklemek de çok lüzumludur. 175


ca m a lıy ız. H üküm et de onları g ü v en verici b ir resm î k a y ıd altına a lm ağa özenti gösterm elidir. Ç ocu klarım ıza ancak b ir y a b a n cı dil öğretm ek için m uk addes y u va m ıza g irecek k adın ların yeterince, m il­ letim izin târihini bilm esi ve ellerinde kendi doğu m yerlerin d en alınm ış ve k on soloslu k ların ca on aylı birer h â l tercü m elerin in (b iy og ra filerin in ), b irer yetenek belgesi, b irer iy i hâl k âğıd ı bu lu n m ası usul edinmeli^ dir. Bu g ib i y a ba n cıla rın V ilâ y et M a a rif idarelerinin k on trolü altında olm aları ve tescil edilm eleri ço k lü­ zu m lu du r. A v ru p a y a «tahsil» içü n ço c u k gönderm em elidir. Y alın ız «tahsilini tam am lam ak» içü n öğ ren ci gön d er­ m elidir. Bir d ereceye k a d a r gelen ek sel b ir terbiye ve sıkı b ir çev red e b ü yü yen tecrübesiz, bilgisiz T ürk ve İslâm çocu k la rın ın birden bire A v ru p a n ın baskısız, k or­ kusuz, otel, pansiyon h ayâtın da b a ş la n b oş b ırakılm a­ ları, h er tahm inin üstünde, kötü, p ek k ötü sonuçlar verm ek dedir. Hattâ bu çocu k la r yatılı ok u lla ra veyâ âileler ya n m a verilseler bile, çevren in te’siriyle, b u n ­ la rın dinlerine, m illiyetlerine, b elk i sa ğlık ların a a çı­ la n g ed ik ler p ek derindir. B unlardan va ta n a ciddî bir h izm et b eklem ek boşunadır. A k sin e M ülkiye, Hukuk, T ıbb iye, H arbiye, M ühendishâne, H alkalı Ziraat O kul­ ları g ib i yük sek m üesseseleri v e y â h iç olm azsa liseyi bitirdikten sonra «tahsilini tam am lam ak » içü n giden cid d î g en çlerd en d ir ki şim diye k ad a r vatan fa y d a görm üşdür. B undan sonra gerek devlet h esâ b m a ve gerekse a n a -b a b a la r tarafından A v ru p a y a gön d erilecek öğ ren ­ c ile r sıkı ve b ir sıra im tihandan geçm elidirler. Y ü k ­ se k oku llardan v e y â liseden m e’zu n olu p ihtisas y a ­ p a ca ğ ı fe n dalından başka, özellikle, dinî inanışlar, 176


T ürk Târihi, T ürk Edebiyâtı ve Edebiyât T ârihinden ve Türkiye C oğrafyasın da n iyi num ara alm ayan kız, erk ek oııaltı yaşından aşağı çocu k la rın A vru p aya g it­ m elerine, hattâ zabıta vâsıtasıyla engel olm ak lâ zım ­ dır. Y u rdu n u n co ğ r a fy a ve târihini, dilini, edebiyatını bilm eyen b ir genç, y a b a n cı b ir dil ile b ilgi denizini yutm uş olsa bile yine câhil, yin e câhildir. O, hayâtı, çalışm aları boşa gitm iş b ir çâresizdir; b ir dilsizdir, b ir vatansızdır. O ndan ne yurduna, yurddaşm a, ne a ile­ sine hattâ ne de kendisine b ir fa y d a beklenebilir. O, ne A v ru p a d a b ir Frenk, ne T ü rk iye’de b ir T ürkdür. O hâric-i-kısm et m illiyet, bir ucûbedir. M illetim iz ferd lerinin ise b öyle tecrü beler geçirm eğe, ne sa yılan , ne de nitelikleri u ygundur. Bir de devlet h esabına gön derilen gen çlerin A v ­ ru p a d a evlen m elerine v ey â h iç olm azsa denk ve nâm uslu olm aya n kadınlarla evlenm elerine m âni olm a ­ lıdır. Bu g ibi k adın lardan İslâm ve T ürk aile ve toplum u nu n ne d erece za ra r gördü ğü , gittikçe çok laşan örn ek leriyle anlaşılm ışdır. K onsolosluklarım ıza bu y o l­ da nikâh ları k ıym am aları içü n em ir verilm elidir. İstanbul’da b ir M illî Ensâb (S oylar) M üzesi’n in açılm ası lâzım dır. Bu m üze m eselâ Y unan, A sû r v.b. eski eserlerini içinde b u lu n du ra n M üze-i H üm ayûn’dan bile - b ir sam im i his ve in safla düşünülürse - m il­ let içü n daha faydalıd ır. Bu m üze işin başlan gıcın da üç şubeye a y r ıla b ilir : 1 — O sm anlı ülkesindeki T ürklerin soyuna ve m e­ deniyetine âid eşyalar bölüm ü. 2 — Bütün Osm anlIların soylarına ve m eden iyet­ lerine âid eşyâlar bölüm ü. 177


3 — O sm anlı ülkesi sınırı dışındaki Türklerin. m e­ deniyetine âid eşyalar bölüm ü. Y üzyıl sırasıyla dü zen len ecek bu m üze birinci kı­ sım dan başlanarak, yavaş yavaş tam am lanabilir. Bu­ rada b ir m illete ölçü sa yılabilecek ilmi, m edenî, çölde yaşayan, evde bulunan, iğn eden kılıça, b ir kum aş p a r­ çasından kalın b ir savaş zırhına, yü k sek dinlerden bâtıl fikirlere; şâm anlıkdan, budistlikden, ateşe .ta p ­ m a k sa n İslâm iyete k adar h erşey. sergilen ir ki, burası Türk ve O sm anlı m edeniyetinin b ir târih evi sayıla­ bilir... • ' •, . A n a d olu ya ayrıntılı bir ta’lim at içinde g ön d erile­ cek bir-iki satın alm a h ey ’eti çıkarm akla, b ir iki yılda bu m üzenin esası kurulm uş olur. D aha sonra yavaş yavaş bütün vilâyet m erk ezlerince de bu m üzenin b i­ rer şubesi açılabilir. M illî T erbiye’de M üslüm an olm aya n vatandaşları ayırm am ak çok lüzum ludur. Bindeki a zın lıklar Türkçeyi öğren m eğe ;yanaşm ayıp ana-dilleriııden sonra h a n gi yaba n cı dili tahsil etm işlerse o dilin m ensup ol­ du ğu m illetin vatanım ızda b ir k arik a tü rleri oiup k alıyorlar. Bu gibi âilelerin yola getirilm esi şim dilik m üm kün değildir. Y alınız Bursa, K astam onu A dan a ve diğer vilâyetlerde bâzı azınlıkların k öyleri vardır ki bü iılar T ü rkçeyi aııa-dili ve hattâ din-dili olarak kabu l etm işlerdir. Böyle k öylerde ve yörelerde hem en ilk ve orta kız ve erkek Türk ok ulları aça ra k Türkçe ok u m a-yazm aıım aralarında yayılm asına özenle çaba harcam alıdır. Özeıılikle b u n lar arasın da çalışm a

ve

ciddiliği görü len tâze ve gen çlerin yük sek eğitim leri için hüküm etin az bir fed â k a rlık d a bulunm asının bile iyi sonuçları görü leceği besbellidir. 178


S ağlam b ir dim ağ an cak sağlam bir vü cu dda bu ­ lunacağından, ahâlinin sağlığına çalışm akla b era ber m em leketim izde ötedenberi beğenilip sevilm iş, tu tu n ­ m uş olan pehlivanlık m erakını teşvik etm ek, kışkırt­ m ak lâzım dır. Y er y er ün kazanan güreşçileri önce yılda b ir kez vilâyet m erkezlerine, sonra iki yılda bir Başkent’e getirerek b ir «Cihan Pehlivanlığı» v eyâ «En K uvvetli Türk» arm ağan ın ın ortaya çıkarılm ası ve vi-* lâyetlerle ön em li b ölge m erkezlerinde binicilik, koşuculuk, a ğ ır taş atıcılık, nişancılık idm anları dü zen leye­ rek b irin ci çık an lara ödü ller verilm esi gerekm ektedir: R um eli’nin bâzı bölgeleriyle, Başkent ayrı tutul­ m ak üzere, A n a d olu ’d a k i bazı âilelerde soyadlar yü rü ıiü k d ed ir, k ullanıla gelm ektedir. H albuki va k ­ tiyle g erek devşirm eler ve gerek din değişdiren dönm e ailelere m ensub bulunanlar, uygunsuz, b eğ e­ nilm ez b ir hâtıra u yan dıran M üslüm an olm adaıı ön­ cek i dönem e âid soy kütüklerini bırakm ak zoru n d a kalm ışlardır. Ö zellikle yalnız devşirm elere ayrılan ve yapdırılaıı Enderun ve başkaları gibi S aray hizm etle­ rinde bu lu n an lar çaresiz soyadlarını red ettiklerinden, bu tarz git gide beğenilip tutuıım uşdur. T ürkler dâhil, A n a d olu ’dan İstanbul’a gelen ler de, hangi kavim den olu rlarsa olsunlar, çoğu n lu k la soy kütüklerini k u lla n ­ m am ak gören eğin e u ym ak zoru n da kalm ışlardır. G eç­ mişle ve ataların ü n van ıyla iftihara ehem m iyet verm e­ m işlerdir. Bu suretle m illetin - düşünülürse hiç b ir m il­ letin - ru h u n da olm ayan sahte ve zorak i - fa k a t o za ­ m an için çâresiz - bir türedilik m odası başiam ışdır. A taların sanı, toru n lar içün ço k kez b ir fa zilet k ayn ağı sayılm akla, şeceresi tutulm uş olan çöl atla­ rından da aşağı kalm ayıp, soylu b ir m illiyet topluluğu oluşdurm ak üzere herkesin nü fu s idârelerince kütük­ 179


lere geçm iş bir soyadı taşım asının hü k ü m etçe m ec­ bu riyet altına alınm ası u ygu n olabilir. Târihî âileler soyadların ı v a k ıf k a yıd la n n a , resm î olan ve olm aya n belgelere d a yan arak isbat edip özel sicillerine kaydettirm elidirler. Â ile a dları olm aya n la ­ rın a lacak ları soya dm a göre - A lm a n y a ’da olduğu g i­ bi - hüküm ete b ir d efa y a m ahsus a z v ey â ço k b ir v e r­ gi verm eleri uygundur. S o y a d la n içü n beş şekil v a r d ır : 1 — Birinci, varsa ikin ci adın son u n a b ab a adının e k le n m e s i: M ehm ed A li R ıza gibi. 2 — Birinci ve ikinci addan son ra «O ğlu» ekinin k o y u lm a s ı: M ehm ed V elî K urdoğlu gibi. 3 — B irinci ve ikinci adlardan son ra «gil» ekinin k a tılm a sıy la : A h m ed Şükrü Hasangil. 4 — Birinci ve ikinci adın önüne v ey â arkasına d oğu m yeri adının (lı, li, lu) ekiyle birlikde getirilm e­ si: K onyalı İsm ail Hakkı, A li Lütfi K onyalI gibi. 5 — Birinci ve ik in ci adların ön ü n e v ey â sonuna veyâ d oğu m yerine m ensubluk belirten b ir (î) ek le­ nerek : Bağdadî Bekir, A h m ed P eçevî şeklinde söyle­ nir. S o y a d la n arasında «Pasiç», «B egoviç» (Paşaoğlu, B e y o ğ lu ), G rande H ersek gib i m illiyet ile, T ürklük ve İslâm lıkla b ağdaşm ayan ü n v a n la n n İslâm lara veril­ m esine, koyu lm asın a engel olm ak siyâset gereğidir. Târihte anılan böyle ünlü âile a d la n n ın b u gü n k ü toru ııla n n a geçişde bırakılm a veyâ değişdirilm eleri dü ­ şünülm eğe değer. B ununla b era b er yen i adların sırf İslâm dillerinden alınm ası gerekir. Bu çeşid (V iç) ve 180


COf) ekleriyle son b u lan lak a bla rm O sm anlı T ezk ere­ lerine yazılm ası en gellen erek on u n yerine (O ğlu) k a y ­ dının geçirilm esi usul edinm elidir. Bir m illetin ru h ça yükselm esi, çevresinin dü zgü n ­ lüğü, tem izliği ve gü zelliği ile kabildir. A n adolu m u zda u fa k k öylerde hattâ b ü yü k k asabalardaki düzen­ sizlik, kirlilik, evlerdek i ilkel durum b u ralarda ya-şa-' yan ların ru hlarına incelik ve b ü yü klü k verm ek den çok uzakdır. M acarlar, b u n dan yarım yüzyıl ön ce k a ­ b a köylülerin i yontm ak, kendilerine m edeniyet zevki, in celik lezzeti, çalışm ak hevesi verm ek ve onların sos­ yal seviyelerini yükseltm ek içü n evvel em irde çalı-çırpıdaıı ibâret inlerini, k ulübelerini önleri toprakdan balkonlu, b ir katlı beyaz kireç boyalı, tek düzen fa k a t alım lı ve ahırı, anbarı, m utbahı bölm elerle ayrılm ış k ü ­ çük b irer katlı evlere dönüşdürm üşler ve yataklarını tahta kerevetlere yükseltm iş ve h er evin önüne b ir iki dut, ceviz, erik, çam a ğa cı gib i yararlı sağlığa ya ra r a ğ açlar dikm işler ve b âzan b ir k uyu eklem işlerdir. Macaristanda bugün, A lm a n ya ’da, İngiltere’dekilere b en ­ zer tem iz, boyalı, çitten d ıva r ile bölünm üş bah çe içinde şirin k ü çü k evlerden oluşan k öyler vardır. Bunun içün h erşeyden ön ce bâzı vilâyetlerde dü lger kalfası, dıvarcı okulları açm ak çok lüzum ludur. (Bizde ne dıvarcı, ne de d ü lger vardır!) Böyle b ir katlı dört dıvardan oluşan çatılı (kirem id b u lunm adığı yerlerde evlerin eğik çatıların ın üstlerini A vu stu rya ’da, M acaristan’da oldu ğu gib i kerpiçle veyâ uzun saplı kuru ot dem et­ leriyle örtm ek de olur) m illiyete ve iklim in gerek tir­ diğine u ygu n ev plânları düzenleterek, anlaşılm ası ko­ lay târifelerle birlikde N ahiye M üdürlüklerinde b ü y ü ­ cek k asabalarda bir pın a r başında, bir dere kenarında ve herkesin gireb ileceği özellikle çocukların oyn a yab i­ 181


leceği yerlerde, yine plân çerçevesinde, k ü çü k orm anım sı pa rk lar yapılm alıdır. K öylerde h er yıl bu yolda k aç ev ve bina ve k aç kasabada bahçe, p a rk yapıldı­ ğı hakkın da tutulacak istatistikler vilâyet m erkezleri­ ne gönderilm elidir. M illiyetin kıvam ı, aslında, o k avim düşünürleri­ nin, m em urlarının çoğu n lu k la m u h a fa za k â r olm ala­ rıyla ayarlıdır. D üşünce ve anlayışım ızın, iklim im izin gereklerine göre yavaş yavaş yerleşen alışkanlıkların, yüzyılların bize taşıdığı uygulanıp gelen usullerin b ı­ rakılm ası doğru değildir. Bu gelen ek ler b ırak ılm ak de­ ğil, gerekirse, düzeltilm eli, iyileşdirilm elidirler. Bunun gibi köylere, şehirlere özel ve eski târihî giyim lerim izi h o r görm em ek lâzım dır. Belki eski k ı­ yafetlerim izden düzeltilebilir olanları ü n iform a şek­ line sokarak bâzı divan kâtiblik lerindek i m em urlara bunları özel gü n lerde giydirm ek arzu olunur. Vâliler, m utasarrıflar, hâkim ler, m â b eyin ciler v.b. gib i zatla­ rın eski m odellerden değişdirilm iş b irer divan k ıy a ­ fetleri olabilir. Başkent Y üksek O kullarının b ü yü k sınıflarındaki gen çlerin her tatil dönem inde A n a d olu ve A rab istan ’ ­ da öğretm enleri, p rofesörleriyle incelem e, araşdırm a ve tecrübe gezileri yapm aları; vilâyetlerdeki lise ve yü ksek ok ul öğrencilerinden son sın ıfda bulunanların D ersaadet’i (İstanbul’u) ziyâret etm eleri usul hâline getirilm elidir. A v ru p a ’yı öğren m eden ön ce yu rd u m u ­ zu tanım alıyız. Bu geziler için H üküm et demiryolu* otel ücretlerinde indirim yapdırm alı ve d iğer bâzı k o­ la ylık lar gösterm elidir. Y u rd u m uzun özelliklerine âid sanatların ve hü­ n erlerin yeniden canlandırılm ası ve düzeltilm esi ve 182


y a v g m b ir hâle getirilm eleri yolunda çok dikkat ed il­ m elidir. Bu kon uda k ita b lar yazılm alı, k on feran slar düzenlenm eli, y arışm alar yapılm alı, ödüller verilm eli­ dir. Bu sanayiin başlıcaları çinicilik, halıcılık, oy m a ­ cılık, ile Türk m im arisi, Türk m usikisi, Türk millî o y u n ­ ları. T ürk yem ekleri gibi konulardır. T ürk m i’m ârî’sinin gelişim ine, düzeltilm esine, İsla­ hına ilişkin eserler yayım lam alı ve güzel plân ve p ro ­ jelere b eled iyelerce arm ağanlar, m ansiyonlar verilm e­ lidir. Başkent ile bü yü k şehirlerin geniş, ana yol ve bulvarlarından b irkaçın ın ve özellikle B oğa ziçi’nin iki kıyısında bun dan b öyle ya pıla ca k binâ ve yalıların bu usulde olm asını b ir düzene bağlam alıdır. Çinicilik, halıcılık, oym a cılık gibi yerli sanatlar için sergiler, fu a rla r açm alı, kitablar yaym lam alı, a r­ m ağanlar, ödü ller verilm elidir. Türk m usikisi islâh olunsa ve âhenk ile katkıda bulunulsa da m illî m usikinin asıl ruhunu yitirm em elidir. M a ca r m usikisi gibi. V ilâyetlerde sevilen ve yaygın * olan yerli m illi oyu n lar incelenm eli ve islâh olunarak M illî D anslar m eydana çıkarılm alı ve b u n lar ok ullarda oynatılm alı, öğretilm elidir. M acarların «Çardaş» denilen oyunları, dansları ne kadar sâde ise de onsuz hiç b ir baloları yapılm az. A lm an ya, A vusturya, İtalya yem eklerine göre, sebze ve tatlı çeşidleri çok daha üstün ve zengin b u ­ lunan m utbahım ız üzerine ok ullar açılm alıdır. Balık­ larım ızın pek de m uhtaç olm adığı «M ayon ez»den ön ­ ce, kızlarım ız ince yu fk a açm asını öğrenm elidirler. Eyub O yuncakları, A vru p a n m za rif ve zihin a çı­ cı, ço cu k eğlendirici eşyası karşısında kuşkusuz d e­ 183 ı


ğerden düşdü. A v ru p a ’nın bu gib i eşyaların ın ise ne dinî, ne m illî toz k ondurm azlık du ygu la rım ıza yararı olm adığından, feraceli, yaşm aklı, yeldirm eli, şalvarlı, çepkenli v ey â poturlu, fesli v eyâ k efiyeli bebeklerini, kurşundan T ürk askerlerini v.b. y a p a ca k b ir fa b rik a ­ nın gayrete getirilm esi uygundur. Bu gibi b ir fabrika, İslâm ülkelerine de ihracatta b u lu n sa b irçok ya ra r sağlayacağın dan, k ü çü k b ir serm aye ile bu yold a bir tezgâhın kurulm asına çalışılm alıdır. M aarif N ezareti (M illî Eğitim B akanlığı) de bay­ ram larda hediye ola ca k surette ço k güzel b ir şekilde bastırılm ış m illî çocu k hikâyeleri ya za ca k okul öğret­ m enlerini teşvik buyurm alıdır. Bütün bu m illî özelliklere bölgelerin, M üslüm an azınlık kavim lerin ren k ve zevk leri de katılarak bü­ tün Osm aıılı toplum una m ahsus gen el ve m illî sanayi’ ve h ü n erler m eydana getirildiği takdirde m illetin bü­ tün ferdleri kim olduklarını an lar ve bun u n la övü n ç duyarak, m illiyetine sarılarak yaşar, sarılarak ölür. Peşte B aşşehbenderi A h m ed H ikm et

(Milli Ta’lim ve Terbiye Cemiyeti Mecmuası, Mart 1334, Sayı: 3, ss. 4 9 -5 9 ).

184


TÜRKELİ ZEYBEKLERİNE Bu kitabı sizi düşünerek, sizin için yazdım . Belâ gecelerinde, yaşım sızarak, yü reğim sızlayarak y a z­ dım . Ey Türk! Bu satırlarda m âzinin destanlarını, h â ­ linin h icran ların ı söylem ek ve inlem ek istedim . Bir kem an g ib i... Bu kem anı a n a vatanın sinesinden yonttum . T el­ lerini k albin in dam arlarından çıkardım . îstedim ki bu sazın ahen gini yalnız sen duyasın. Bu acıklı iniltiler yalnız sana dokunsun. Cihanın târihi, vatan ı u ğru n da senin k ad a r u ğ ra ­ şan, kanını dök en b ir m illet daha gösterem ez. Senin kad ar kim se kendi vatanına sâhib olm ağa h a k ka­ zanm am ıştır. Bu va tan y a şenindir, y a kim sen in !... D ünyânın h er ta ra fın da k i taşsız m ezarların, aza­ m etinin m âlikâııeleridir. G öğsü nde tutuşan gönül, gön ü l değil, ceb h â n e o l­ du. Bu u ğu rda p a rça la n d ık ça k inin ve fey zin çoğaldı. Ey Zeybek! Bu kitabın yaprakların ı h a n çerin le yırt! V e h an çeri on u n k albinin üzerinde bırak! Bun^> dan son ra silâhının siperi b ir kitap olsun. Ey yurddaşım ! S enin b oyn u n a geçirilm ek istenen esâret halkası ne b ir gem , ne bir tasm adır. Boyundu-’ ru k altında olduğun hâlde, sen üşürken düşm an oca k ­ ları için sana odunlar, sen a çk en düşm an sofraları için sana b u ğ d a y la r taşıtacaklar. G ençleri kanda, taze­ leri g ö z yaşında b oğm ak istiyorlar. A sırlardır, dinin, m illetin aşkına başına yağan, so­ nu gelm ez b ir b elâ d ır... Y u rd u n nihâyetsiz b ir K erbeJâ’dır... M em leketin, içinde cenâze nam azı küınan, cenâze duası okunan b ir m âbed hâlini aldı. N e yoncan, 185


ne yon gan kaldı. Bir A lla h ’ın, bir de M u h a m m ed’in kaldı. Çile çek m eyen varlığını d u y a m a z... Bundan son­ ra d u y ve anla ki m edeniyet denilen b ü yü k gü rü ltü ­ n ün m ânâsı m akinedir. V e m akin eyi A vru p a'n ın elin­ d en aldığın zam an, senin rûhu n on u n k in den daha aşıl senin k albin onunkinden daha tem iz oldu ğu n u m ey­ d a n a koyacaksın. Senin de dükkânını, tezgâ h ın ı fa b ­ rik a ile; sapam ın, tırpanını m akine ile; pazunun em e­ ğini, ök ü zünün g ü cü n ü 'b u h a r k u vvetiyle değiştirdiğin zam an alnının onunkinden daha yü k sek olduğunu g ös­ tereceksin. Bunu gösterm eğe çalışm alısın. R ahat bı­ ra k ırla rsa ... V ak tiyle Ç in ve H ind’in m edeniyetleriyle İran'ın fey zin i birleştirdiğin gibi, bu gü n de A v ru p a ’nın irfân ını A s y a ’ya ileteceksin. Ey k erva n başı y ü rü !... Bir Cum a nam azından sonra çolu ğu n , çocu ğu n ile b erâ ber, cılız davarların ın otladığı ya m acın ötesinde, d erenin başındaki çağla yan la rın y a n ın d a çınarın g ö l­ g esin d e otur. M âvi yeldirm eli, sarı başörtülü A yşeciğin i, güneşten saçları sararm ış, yü zü kararm ış y a v ru ­ larını al. Y aralı geniş g öğsü n ü g ird g â ra ve rü zgâra aç.

Senin için ben ağlanm . Benim için kim ağlasın? diye, gürüldeye, gürü ldeye çağlayan, köpüren, si­ n esin i taşlara çarpa ça rpa kabaran, atılan derenin karşısında başından geçen leri düşün. T ükenm ez düş­ m anları, tükenm ez savaşları, tükenm ez kanları düşün v e bu çilelerin sebepleri kalbinde, dim ağın d a coşsun... ve durulsun. O zam an arslan gib i ölm en in ecri, insan g ib i yaşam ak olduğunu anla! İnsan gibi, yaşam ağa, e fe n d i g ibi yaşam ağa, ataların gibi yaşam ağa azmet. 186


E v lâ d la n n a temiz ve m âm û r taştan bir ev, tem iz ve düzenli b ir yuva, m alûm atlı b ir dim ağ bırakm ağa ahdeyle. V e ahdini ayalinin, evlâdın ın alm larm a k on du rd u ğ u ııs ıca k öpücü klerle im zâ et!... İşte o zam an Ayşeciğin in beş yapraklı al k ır gülüne benzeyen kınalı p a r­ m akları bu sayfaları çevirsin. K anatlı h ercai m enekşe­ ler gib i k elebek ler ekinlerin sükûnunda uçuşurken bu kitapçıktan b irk a ç sa yfa okunsun. O sırada çeh ren iz­ de p a rla y acak b ir tatlı gülüm seyiş, b ir ılık yaş çocu k ­ larınızın m elûl rûhunda, belki b ir ışık, b ir rahm et olur. A k şam üstü gü n batarken, ak öküz k ağn ıyı k öyün çeşm e ya lağı önündeki çam urlu yolda n sürüklediği, câ m i’nin im am ı m inareden kızıl m eydana göm ü len g ü ­ neşe telkin verdiği zam an ça ğla yan la r seyrinden k u ­ lübene d ön erk en u fu k ları delip daha öteleri görm ek istercesine bakışların dalsın ve derinleşsin. İşte o za ­ m an H azret-i M u h am m ed’in feyzin d en gönlünde de b ir sönm ez çırağ, Y a v u z’un dam arından sende de b ir dam la kan, A lp a rsla n ’ın yelesinden sende de b ir tu­ tanı saç olduğunu hatırla ve evlâdını ona göre h a zır­ la!... Bu satırları yazark en m asallarım ı süslem edim . Seııiıı rûlıu n gibi sâde olm asını istedim. Ötesinde, b eri­ sinde, eğ er varsa, göreceğ in özentiler sana beğendir^ mek, gu ru ru nu okşam ak içindir. G urur! O, h er T ü rk ’­ ün yaradılışm dadır. Biz, biribirim izi bundan tan ın z, değil mi?... Bu m asallar ile arzu ettim ki senin firû ze rûhu na tatlı b ir renk, altın k albine parlak b ir cilâ vereyim . G örü y oru m o renk siyah oldu, o cilâ d on u k ... M atem gü n lerin in taksîrâtı... Şişli, 20 M art 1338 (1922)

187


ÜZÜMCÜ «Velecl Ç elebi E fendi'ye» B üyükadada, Tem m uz başlarında öğle üstü güneşin eriyip toprak ları k avrayıp k avu rdu ğu , ya layıp parlat­ tığı b ir gün. G ökten dök ü len sıcak, ya n ak ları yakıyor, göğü sleri eziyor, n efesleri tıkıyor. Elle tutulabilir bir alev hâline geliyor. O rtalık, gözleri k am aştıracak d e­ recede aydınlık. K arşıdaki ça m lar yanık, siyah birer leke g ibi duruyor. Bu k adar n u ra d a yan am ıya n göz­ ler sön ü yor ve kapanan gözk a p ak la rı altında kım ıl­ danm ak istem iyordu. Y er, gök b ir k o r hâlinde için için yanıyordu. Baygın, geniş sükûtun için den tâ uzaklardan, is­ kele tarafından, akisler hâsıl ederek k ork unç, va k u r b ir seda k ü k r e d i: K aaarpuz!... K arpu z!... K öşklerin cam larına çarparak, çam ların tepelerin­ den aşarak k ızgın bir k artal m ehabetiyle d ağların sırt­ larından u çan bu sesten ürken bir küm e gü vercin karşıki çam lıktan havalandı. K aarp uz!... Bu sedaya N izam tarafın dan dah a dik, daha iri b ir ses aksiseda gibi cevap v e r d i : Ç aavuuuş!... S ükû t!... Sanki bu dik, kaim , b ü yü k sesin azam e­ tinden m evcu dat b ir sâniye için, ürkm üş, titremişti. Sükûtun altında sinmiş duran dağlara, denizlere bu iki sesin yük sekliği hâkim di. Ç aaavu u u ş!... Ç aaavu u u ş!... 188


Sesi kadar yük sek vücu du, değirm i ve k ır sakalı, açık ve yanık göğsü kalın tozluklu baldırları, sa f çe h ­ resi, arkasın da seksen ok k a çek en içiçe geçm iş k ü fe­ siyle b u recü liyet h eyk eli şim di karşım da d u r u y o r d u : — Baba, sen k um anda ed er gibi üzüm satıyorsun. Sesin gü rlü yor! — B ağırm ıyorum k i... Ü züm ünü verdi. Y u k a rık i tepeye tırm anm ağa baş­ ladı. E trafı çın la tıy ord u : Ç avu u ş!... Ben bu sese, b u sesi hâsıl eden cevh ere m eftunum . Şim di yanım ızdaki sokaktan b ir satıcı daha g e ç i­ yor : Biraz dah a u zaktan «çalı fasulye, k em er p a tlı­ can!» sesleri a lçaklarda p aytak lan arak yayılıyor. B un­ ların üstünde u ça n «ça a a vu u u ş!...» â vazım n yanında bu yıpranm ış, çatlam ış sesler ne k ada r âciz, ne kadar pest kalıyordu. Evin arka penceresine koştum . Ü züm cü tepeye v a r­ mıştı. Y olu n kenarındaki k aya n ın üstüne kü fesin i k o y ­ du. Ellerini belindeki kızıl kuşağın ön tarafın a soktu. A çık göğsü, çıplak, sert b aldırlariyle b ir k u vvet âbi­ desi vaziyetinde durdu. M ütekebbir, kalın kaşları a l­ tında m ü teh akkim a ğ ır dönen iri gözlerin den fırla ya n nazarlariyle, M a rm aram n dalgalarına, karşıki sâhile, m avi göğü , lâ civert deniziyle, altın k öp ü ğü renginde güneşinin ışığıyle m a vi gözlü, sarı saçlı b ir kıza b e n ­ zeyen sevim li, sevgili yu rd u n u n taşm a, toprağın a d e­ rin derin b a k tı... Bu bakıştaki esrar, bu bakıştaki feryad, m em leket i ç i n :

«Allah! dedim, yatağana dayandım; «Ben seninçin alkanlara boyandım.» be yi tinin m ağru r b ir m eali idi. 189

ı


P encerenin önünde bu canlı k aleyi hayretle, hür­ m etle seyrediyor; bun u n k u r’a n eferi hâlinde üstünde m avili, kırm ızılı yem eni sarılm ış kalıpsız, püskülsüz fesi, a yağın d a yırtık çarığı, sırtında alaca m intanının üstünde k oyu n postundan d a ğ a rcığ ı old u ğu hâlde sı­ ra yı bozm am ak için b ir k uzu gib i seğirte, sıçraya H ar­ biye N ezaretinin bü yü k kapısından içeri girdiğin i g ö ­ rüyordum . B ugün u çuk benzinle, yırtık çepkeninle b ir vatan ku rban ı teslim iyetiyle girdiğin devlet kapısından, as­ k er ocağından, yarın yeni libasınla, kızıl fesinle bir âm ir ku ru m u yla çıkarsın! O zam an, bu gü n k ü zayıf, yarın kavî bir kahram an olur; bastığın yerleri titre­ tirsin!... A tııı dizginini k avrayıp, kılıcını çektiğin, tü­ feğ in i om u zun a vurup, süngünü taktığın vakit bu gü n ­ k ü köylü, yarın k ork u n ç bir asker olur; âsileri sindi­ rirsin !... Tarlanı çapalar, d a v a n n ı gü d erk en h akaret görürsen bu gü n k ü koyun, ya rın yırtıcı b ir kaplan k e­ silir; yu van ı bozanları ezersin !... Seni b öyle b ir an içinde değişm iş g ören ler sanırlar ki bu sağlam vü cu t yalnız asker libası giym ek, bu sert p en çeler yalnız si­ lâh kullanm ak, bu kaim ses yalnız siper olm ak için yaratılm ıştır. Senin o tabur hâlinde b ir pulat kitlesi katılığında yü rü rken takındığın o salâbet, o v a k a rı görü p de, sa­ na güvenm em ek, seni sevm em ek k ab il değildir. Sen gürbüz ninenin, g ü r ve tem iz sütünü daha em erk en azam et-i nefs, sebat ve taham m ül, itaat ve tah akküm gibi âm ir olm ak için yaratılm ış b ir cinsin faziletlerine m âlik olm uşsun. Bu h âkim iyet esasla­ rını başka m illetler m ekteplerde, m edreselerde anlar* lar. Saııa bu m eziyetleri ninenin iri siyah bakışı, b a ­ 190


banın kü kreyen dik sesi, K u r’an ’m esrarengiz âhengi öğretm iş. Y ırtık potu run la d a vakursun; m ahkûm olsan da hâkim sin; tem ellükten ziyâde tecebbü re m eyyalsin; fik rin de azm in g ibi sabitsin; sertsin, sertliğinde k a ­ balıktan ziyâde âm iriyet kuvveti, ııecabet lâ u baliliği vardır. H iddetle yıldırım gibi gü rlediğin hâlde rik katle b ir bulut gib i ağlarsın; safiyette b ir m elek, ısrarda bir d evsin ... Ö ııun için dünyada eşi bulunm az b ir mil-2 let olm uşsun. D üşündüğün zam an bir arslan tem k i­ niyle ağır ve sakin duruşundan, kızdığın vakitki azim ve şiddetin anlaşılm az. Ü zün kirpiklerin altında utan ­ gan ve du rgu n düşünen iri gözlerin b ir kere açılm asın; kalın kaşların bir kere çatılm asın; o zam an varlığın, ben liğin köpürür, taşar; o zam an ceberutun, haşm etin parlar, yükselir. O zâm aıı ceb b a r olursun. Bu a ca y ip sırr-ı hilkatini bilm eyenler, yanılırlar. B üyüklere karşı saygın bizzat sayılm ağı sevdiğin d endir; m uti’ olm an, m u tâ ’ olm ak istem endendir. İnce işlere alışrha.ğa vaktin olm asa bile, zor-u b a zu ya b ağlı teşebbüslerden lezzet alırsın. K ara top ra k ­ tan, ak ekm eğini çıkarırsın. Fikrinde m uannit, m uhabbette m uannit, m u h a re­ bede m uannitsin. Y en iliğe ça b u k alışm azsm , fa k a t b ir defa da alışırsan bırakm azsın. Safsın; seni çekem iyen* ler böbü rlen m ekle değil, ekseri sana ya ltak lan m ak la seni ızra r ederler. A yak ların , kolların b ir b o ğ a gibi ağır a ğ ır kım ıldarken tavrından tükenm eyen b ir ta ­ ham m ül, yılm ayan b ir azim âşikâr olur. O engin d e­ nize benzersin ki yavaş yavaş coşa r ve coşu n ca da p ek h ırçın olursun. 191


M addî m enfaate ehem m iyet verm ezsin. Para d e­ nilen m aden pa rça sın a itibar etm ezsin. S uçun budur. M ü srifliği asalet ica b ı sayarsın. V a k arın benliğe galebe eder. C ânânm ı canına ter­ cih edersin. Ekseri başk aları için yaşar, başk aları için -çalışır; başkaları u ğru n a ölürsün. Başkaları seni b e­ ğ e n d iğ i hâlde sen kendini sevm ezsin. N e zam an k ö ­ yünde, önüne b ir ön lü k k oyu p m akine başına geçecek, n e vakit eline pergel alıp m a saya ya slan acak sın ? Ne za m a n dükkânının tezgâhında serm âyen in fâizin i h e­ sa p edeceksin?... Senden bunu b ek liy orla r... Fakat v a ­ kit k a lıy or m u? K eseni doldu rm a k için değil, k a m ın ı d o y u rm a k için kullandığın sapanın dem irini tarlanın orta sın d a bırakıp tü feğin çeliğin e sa rılıy orsu n ... O serhadden bu hududa koşuyorsun.. B ulgaristan’da ölüyor, Y u nan istan’da ölüyor, A cem ista n ’da ölüyor, Sırbistan■da ölüyor; yalnız yurdunda, k öyü n d e ölem iyorsun. S ev­ gilin A y şeciğ i d oya d oya öpem iyor, y a vru n M ehm edciğ i seve seve büyütem iyorsun.. Bir ulu çınarsın ki kırılır, iğrilm ezsin, ölür, inlem ezsin.. K anınla çorak k um lu kları sularken ek m eği­ ni alnının terine b atırır yer, yine düşm an karşısına yaraların la b era b er h er yerde b ir istihkâm gib i çık ar­ sın... Sen, zâlim heybetinde b ir m azlum sun, ninenin, atanın b u ca ğın d a b ir garip, ananın, b aban ın k u ca ğın ­ d a b ir yetim sin... Dul analarla dolu ola n şu A n a d olu b ir ü v ey nine k a d a r sana cefak ârdır. Sen Ş arkın k ın ın a girem iyen b ir kılıcısın; döğüle, döğüle, tavlanır, vu ru la vuru la kırılırsın. Y ine h er p a rça n d a n b ir kıvılcım , h er k ıv ıl­ cım ın d a n b ir şim şek çık a r? İlâhî b ir kuvvetin, ebedi bir fey zin var, ey T ü rk !... 13 T eşrin ievvel 1327 192


Y A K A R I Ş U lu Tanrı! G ün batıyor; sevgili k ork u n gön lü m de doğu yor. K um ral akşam b an a sessizlikler içinde b ü yü k lü ğü n ü fısıld ıy or... Bu a lacak aran lık lar arasında b ir kulun, dilm aç kullanm adan, öz bilgisiyle sana diller dök m ek istiyor... Ö dünç giyim alm adan, kendi çaputlariyle karşına çık m ak diliyor. O n un yalvarışlarını dinlem ez m isin? K anadı incinm iş, k arnı acıkm ış b ir serçenin ötüşçü ğü n ü anlarsın! B oynu bükük, benzi u çu k b ir çiçe ­ ğin istekçiğini d u ya rsın ... B ugün b ir T ürk’ün, y ıp ra n ­ m am ış sesini birin ci olarak sana eriştirm ek isteyenin suçun u bağışlasan gerektir. Ey, yü ce gök leri ışıklı yıldızlarla, azgın denizleri k öpü klü dalgalarla süsleyen T an rı!... K ullarına k en di­ lerini tanım ak, kendilerinde özünü tanıtm ak üzere o n ­ lara beyin, gön ü l verdin. O nlardan yüz b in lerce T ürk ler sevgili son yalavacınm * doğru izinden bu us, bu d u ygu k anatlariyle yüksele yüksele u çm a ğın a (cen n e­ tine) erm ek istediler... Y eryü zü n ü n en b ü y ü k ulusu olan T ürk ler’in y ü ­ reklerin i donduran soğu k bozkırlarını, yurtlarını b ı­ rak arak sözlerini anlam ak, senin öz birliğin i tanım ak' sana tapm ak üzere yalınayak, baş açık, ya d illere düş­ tü ler... Sıcak çöllere ü ştüler... O genişliklerde yeldiren ler (koşanlar) tutsağın oldular. Y orgu n , u rgan ın a sarıldılar. İlk ça ğd a aya, güne tapan bunlar, şimdi ayın, gün ün ısını (sahibini) buldular. Kutlu oldular. Y a la v a cm söylediği ya rlığın a b oyu n eğdiler. Y a ra d a n ’* Yalavaç — Peygamber.

193


larım bildiler. D oğru y ola girdiler. İstediklerine erdi­ ler. Ey bizi yok tan v a r eden Oğun**, sonra seni ulatm ak (yü celtm ek) birliğin sancağını yeryü zü n ü n b ir ucun­ dan öb ü r u cu n a iletm ek, gön lü g özü k ör olanlara, seni tan ım ayanlara seni gösterm ek, seni tanıtm ak üzere savaşm ağa başladılar. Şim şeklerine baktılar, k ılıçla rı­ nı çektiler. Y ıldırım larını işittiler, toplarını kullandı­ lar. K anlarını u ğru n da döktüler, başlarını yolu n a k oy­ dular. K oca denizleri geçtiler. Y ü ce d a ğ la n aştılar... Y eryü zü n d ek i sayısız k ullarından çok, pek çok, on la r senin u ğru n da çabaladılar. Sen de on lara öğdü ller (ödüller) verdin, dirlikler bağışla d ın !... Senin ve yalava çla rın ın a d la n n a a yırdığın ünlü yerleri bütün on ların yurtlarının b u ca k la rın d a sakla­ dın. Ö ğü p de yarattığın T ürk ler’iıı sana düşkünlükle yükseldiler.. Bu yü celik ten onları indirm e, ey sevgili Tanrı! O nları in dirm e... A k bulutlardan, k a ra ça m u r­ lara düşürm e! D üşürm e kim on ların yürek lerinde se­ nin korkun, senin sevgin v a rd ır... Sen va rsın !... Bilm eden yaptıkları suçları varsa dünkü em ek le­ rine bağışlam az m ısın ?... B ağrı k araların ı bugünk ü g özyaşları ile yıkam az m ısın ?... Y ü rek leri karardı ise, eşiğinde yerlere sürünen alm ları kadar, yüreklerinin karaltısını aydınlatm ak, düştükleri u çu ru m d a n bilek ­ lerini tutm ak, onları d oğru y ola getirm ek sana güç değildir; ey ulular u lu su !... G ü ç değildir! Şimdi, önünde çıplak gön lü ile k ek eleyerek söyle­ nen bu kulun bütün yurttaşları ile b ir ya rlıgayıcı (ba­ ğışlayıcı) bakışının yoksuludur. Ey b ü yü k Tanrı! Sen yine o n la n unutm a! Ş en yine onları esirge! B ak!... Sızan gözyaşları ne a ğ lıy or?!... Sızlayan yü­ rek ler ne in liy or?!... ** O ğun-A llah.

194


MÜFTÜOĞLU AHM ED H İKM ETİN ESERLERİNİN KRONOLOJİK LİSTESİ K itab Hâlinde B a sılm ışla r: 1. Patates, (P arm entie’den çev iri), A sır K ütübhânes, İstanbul 1307 (1890). 2. Leylâ - yâhud - Bir M ecn û n u n İntikam ı, K ütübhânesi, İstanbul 1308 (1891).

A sır

3. T uvalet - yâhud - Letâfet-i  zâ, (Baronne de S taffı’m C abiııet de toilette’inden çev iri ve T ürk giyi­ nişine âid b ölü m ler ek le n e re k ), K itabcı A rak el Basımı, İstanbul 1308 (1891). 4. Bir R iyazinin M uâşakası-yâhud - Kamil, (A lexandre D um as Fils’den çev iri), A h ter Basım evi, İstan­ bul 1308 (1892). 5. H âristaıı ve G ülistan, E debiyât-ı Cedide Kütübhâıaesi, Nu. 9, İstanbul 1317 (1900); K anaat K itabhânesi, İstanbul 1324 (1908); 3. bs. Ö tüken Y ayınevi, İstan­ bu l 1969. 6. K adın O yu n cak D eğildir, (M o n o lo g ), D iken N eş­ riyatı, N ûr-u O sm aniye’de Dâire-i M ahsusa, 1335 (1919). 7. Ç ağlayanlar, K ütübhâne-i Sûdî, İstanbul 1338 (1922); K itab S evenler K urum u Y ayını, A rkadaş M at­ baası, İstanbul 1940; B urhan Basım ve Y ayınevi, İs­ tanbul 1956; Ö tüken Y ayınevi, İstanbul 1968; M illî Eği­ tim Bakanlığı (1000 TEMEL ESER Serisi: 63), (Dr. Fet-/ hî T evetoğiu ’nun M ü ftü oğlu ve Ç ağlayanlar h akkm daki önzü sü ve kitablarında bulu n m ayan altı yeni (1924 ve 1926’da yazılm ış) hikâyesi ile, İstanbul 1971. 195


8. G önül Hanım , (R o m a n ), T asvîr-i E fk âr g a zete­ sinin 1 Şubat 1336 (14 Şubat 1920) gü n k ü 2974. sayısın­ da tefrik a edilm eğe başlanm ış; ara da bir, iki-üç ve se­ kiz gü n ara verilerek çıkm ış; gazete 21 M art’tan 6 N i­ san’a k ad a r çık m ad ığın dan rom a n a n ca k 13 N isan 1336 (26 N isan 1920) gü n ü 3024. sayıda tam am lanabilm işdir, 33 tefrik adan oluşan rom an ilk kez k itab hâlinde, (Dr. Fethi T evetoğlu ’nun M ü ftü oğlu ve G ön ü l H anım hakk m d ak i önzüsü ile) D evlet K ita b la n serisinde yayım laıım ışdır. M illî Eğitim B akanlığı (1000 TEMEL ESER Serisi: 62), İstanbul 1971.

196


DERGİ VE GAZETELERDEKİ YAZILARI:

PAYİD AR 1305 (1889) ; Bir M üteverrim in O rm ana Son Vedâ-ı

S a y ı: 2

S a h ife :________ T â r i h 9-10

R ebiülevvel 1305 (1889) Perşenbe

M İRSÂD (1307 H. -1891 M.) :

Telehhüf (Şiir)

20 Haziran 1307

15

HAZÎNE-İ FÜNÛN (1309-1312) (1893-1396): M oda I

1

7/8

2 Temmuz 1309 (1893)

Gazete ve Gazetecilik (Terakki Târihi)

1

8

2 Temmuz 1309 (1893)

M inim ini A yaklar Müsabakası

2

11/12

8 Temmuz 1309 (1893)

Gazete ve Gazetecilik (Terakki Târihi)

2

15/16

8 Temmuz 1309 (1893')

 lem -i raları

3

19/21

15 Temmuz 1309 (1893)

M oda II

4

30/31

22 Temmuz 1309 (1893)

Tevcih-i V ecih

4

31/32

22 Temmiuz 1309 (1893)

Emil Zola’ya Ziyâfet

5

38

29 Temmuz 1309 (1893)

Tevcih-i V ecih

5

39/40

29 Temmuz 1309 (1893)

Tevcih-i V ecih

6

45/47

5 Ağustos 1309 (1893)

Sebâhet (Yüzme)

12 Ağustos 1309 (1893)

İslâmiyet

Hâtı­

7

54/55

Gazel (Hâmid’in bir m ısrâm ı tazminen)

13

101

M uam m ây-ı Dil vet-i Fünûndan)

28

461/463

23 Eylül 1309 (1893)

(SerM art

1312 (1896)

197


SERVET-I

funûn

(1309-1327) - (1893-1911):

SayıSahife: Roman Fabrikası

T â r i h

C.V.

107

36/37

18

XI

264

54/56

21 Mart

1312 (1896)

Bir Menekşenin Ser­ güzeşti (Hikâye) XII

12 Eylül

1312 (1896)

Semây-ı Dil (Hikâ ye)

Mart 1309 (1893)

289

34/35

XIII

323

164/167

8 Mayıs 1313 (1897)

XIII

327

230/231

5 Haziran

İlk Görücü (Hasbihal-Monoloğ) XV

372

115/117

6 Nisan 1314 (1898)

377

199

21 Mayıs 1314 (1898)

382

273/282

Çiçekler Renkler

İstiyorum ki XV Musahabe-i Edebiye XV Eslâfda Dekadanlık Ve Şeyh Galib XVI

393

40/43

Mesâil-i Muğlaka XVI

401

170/171

Hüsn-ü Aşk (Hikâ­ ye) XVII 417/418

1313 (1897)

25 Haziran 10 Eylül

1314 (1898)

1314 (1898)

5 Teşrinisâni 1314 (1898)

11/14 27/28

25 Şubat 1314 (1898) 4 Mart 1315 (1899) 13 Mayıs 1315 (1899)

O Beyazlar Giyinmiş Siyah Ata XVII

428

184/185

Ah Şu Erkekler, Ah! (Monolog) XVIII

453

166/167 4 Teşrinisâni 1315 (1899)

Ramazan İçinde Bay­ ram (Küçük H.) XVIII

463

325/327

Yeğenim (Monolog) XIX

472

51/54

Zevk-i Hayâl (Hikâye)

XIX

491

356/358

Ninni (Küçük H.)

XX

497

35/39

İki Mektub (Hikâye)

XX

516

339/347

Leylâklar Açarken, XXI

541

330

198

13 Kânunusâni 1315 (18993 16 Mart

1316 (1900)

27 Temmuz 7 Eylül

1316 (19003

1316 (1900)

18 Kânûnusâni 1316 (1900) 12 Temmuz

1317 (1901)


S a y ı: Lâne-i M ünkesir (K üçük Hikye)

Sahife:

XXI 531/537 175/270

D ünyâ Y aratılır­ ken... XXXIX

1000

183/184

Midhat Cem âl Bey’e XLI

1054

330

Tahkikat-ı Edebiye Sü­ tunları (Ankete Cevab)

1439

101/102

T â r i h

3' Mart/14 Haziran 1317 (1901) 22 Temmuz

1326 (1910)

4 Ağustos

1327 (1911)

11 Kânunuevvel 1335 (1919)

İKDAM GAZETESİ (189-8- 1926) s Mesâil-i M uğlaka

1568

20 Teşrinisânî 1898

Asil Ecnebi (Hikâye)

9665

27 Şubat

Âdem Bey’le Havva Ham m (Hikâye)

9703

5 Nisan

1924

Bekir ile Tekir (Hikâye)

9706

8 Nisan

1924

N ûr-u

9722

25 Nisan

1924

9732

7 M ayıs

1924

9758

* 31 M ayıs

1924

Siyah

(Hikâye)

Dalâlet (Hikâye) Terennüm ler -Teellüm1er V esilesiyle Cesaret et Oğlum, T ayyareci Ol! (Hikâye)

1924

27 Ağustos 1926

MATÛMÂT Zevk-i Hayâl H ikâye),

(Küçük IX. Yıl

4

1161

(Yaz:iış T â rih i: 16 Tem m uz 1316)

10 Ağustos 1900 Paza; (28 Temmuz 1316)

DERSAADET (1323 - 1324), (1907-1908)- (1325-1326), (1909-1910); İki Asil Ruh

Nu.

Çamlar Serviler

Nu. 21

7

14 Temmîuz 28 Temmuz Çarşanba

199


Sayı s Bir Temenni

T â r i h

Sahife s

Nu. 28

Kartala Bir Ok D okun­ muş

Yine Kendi dan

Kanadın­ Nu. 35

11 Ağustos Çarşanba

Rahat ve Saadet Muha­ lifleri

Nu. 48

1 Eylül 1336 Çarşanba

Al-Ulemâ dürset-ül En­ biyâ

Nu. 55

8 Eylül 1336

MAHÂSİN (1324-1908) : Hanımlara Konferans HAK

Nu.

4

219-224

Kânunuevvel 1324

(Edebî İlâvesi) (1328 H. - 1912 M .) s

Gazetenin Sayısı:

Edebî İlâve S.

Galib Dede Hak­ kında Efkâr

121

11

29 Haziran 1328 (12 Temmuz 1912)

Şeyh Galib

128

12

6 Temmuz 1328 (19 Temmuz 1912)

MİLLÎ TA.LİM VE TERBİYE CEMİYETİ MECMUASI: Millî Terbiye

3

49-59

Mart 1334 (1918)

İNCİ (1335 - 1339 H.) (1919 - 1923 M .) s Ninelere (Dürr-i - Şehvâr) (Şiir) (A.H. İmzalı) Mavistan (Yazılış Tâ­ rihi : 9.10.1335)

10

4

Hanımlarımız Kürsüde

11

4-5

1 Kânunuevvel 1335

Heyecan İhtiyâcı

12

4-5

1 Kânünuevvel 1335

200

9

4

1 Teşrinievvel 1919

9

8

1 Teşrinievvel 1919 Salı 1 Teşrinisani

1335


Sayı .*

Sahife:

Memlekete Sâhib Olmak İçin

13

2-3

R enklerde Zekâ

14

2-3

M ir’âc-ı Nebevi ve Dante

16

Ziynet ve Bûh

17

2-3

Güzellik

19

2

Bayram (Yazılış Târihi: (Nusha-i Fevka­ Ram azan 1338/Mayıs lâde) 1336)

T â r i h

1336-1338

YENİ İNCİ 4 Haziran 1338

İnci

1

4

in ci Dizisinde Yalancı B oncuk

2

2

2 Temmuz 1338

Türkili Zeybeklerine!

2

16

16 Temmuz 1338

M eftun B aba’nın Güzel­ lik Hakkındaki Fikri

3

2

Kadın ve Kağnı

5

2

Y eryüzünde Gölgesi

2 Ağustos 1338 - 2 K ânunuevvel 1338

A llah’ın 2-3 Kânûsâni 1339

6

2-3'

Zelır içer âşık-ı dilhasta şifâ niyetine (Y avuz im­ zası ile, 12 Temmuz 1339’da yazılm ışdır)

12

2

2 Tem m uz 1339

Te’sir-i Bahar (Şiir) (Yazılış Târihi: 1337)

12

9

9 Temmuz 1339

ALEMDAR GAZETESİ (EDEBÎ NÜSHASI) Nazire t-ün-*ıezâir CŞiir) 31 Ağ. 336’da yazılmış (Alımed Hikmet imzalı) Nu. 4-619,4 Eylül 1336 (1920), S. 4. Deli (Küçük

Hikâye)

(A.H. im zasıyla) 4 Eylül 1336 (1920). s. 4

201


S a y ı:

Sahife:

T â r i h

TENİ ŞARK Pek M ühim Bir îyzah (Y avuz im zası ile)

3' Kânunuevvel 1337

Nu. 547

TEVHID-I EFKÂR : T ürk ve M acar Dilleri

Nu. 265

T ü rk ve M acar Dilleri

Nlu. 270

10 M art 1338

5 M art

1338

T ürk ve M acar Dilleri

Nu. 310

19 Nisan 1338

Nu. 1579

3 M ayıs 1338

VAKİT : A vd et

<Conte Oriental) Le B etour T raduit d ’A hm ed H ikm et M uftizade Du V akit Diye Fransızca tercüm esinin b ir Fransızca gazete kupürü (Millî Kütübhâne Y azm a A 5515 M üftüoğlu A h m ed Hikmet’e â id Doküm anlar) kutusu içindeki avrak arasında bulunmuşdur. S efir Paşa

Nu. 1589

10 M ayıs 1339

S efir Paşa’nm M ev’izesi

Nu. 1592

17 M ayıs 1339

Vaizlere M ev’ize

N|u. 1600

24 M ayıs 1339

RESİMLİ KİTAB (1324-1327) - (1908-1911): K em âl’e M ersiye (Y a­ zılış Târihi: 20 Teşri­ nisâni 1306) I

1

M â’şüka-i İnsaniyet

3

D algaların Nasihati (ö ğ ü d ü )

I

5

Bir M ehtab Gecesi

II

12

Bir M ektub (Naimâ. B ey’den Nazim â Efend i’ye) III

15

202

L.

I

31

Eylül 1324 (1908)

217/221 Teşrinievvel 1324 (19085 419/422 Kânunusâni 1324 (1908) 1208/1212

Eylül 1325 (1909)

202/209 Kânunuevvel 1325 (1909)


S a y ı:

Sahife»

T â r i h Temmuz 1326 (1910)

Örtüye Düşkün

IV

22

837/844

Bir Konferans

IV

23

903/907

Düğün Yok!

IV

24

1007/1010

Eylül 1326 (1910)

Bir Cevab (Nazimâ Efendi’den Naimâ Bey’e) V Yarayı Kanatan (Kü­ çük Hikâye) VI

28

274/280

Mart 1327 (1911)

31

595/618

Eylül

Ağustos 1326 (1910)

1324 (1908)

(Yazılış Târihi: Büyükada - 21 Ağustos 1327)

TÜRK DERNEĞİ (1327 H. _ 1911 M.) :

Sayı :

Târih t

Sahife:

Dilimiz

1 ve 2 20/24 ve 46/49

(1327-1911)

Yakarış

3

73/75

(1327-1911)

TÜRK YURDU (1327 - 1341H.) - (1911 - 19^5 M.) : Cild: Ü züm cü

S a y ı;

Sahife: 3/7

I

1

Pâdişâhım A lınız M e­ nekşelerim i I

4

96/105

Milli A ruz

I

8

218/224

M ehterhane Müsâmeresi (Y avuz imzası ile) I

8

247/248

Millî A ruz

I

9

249/253

Millî A ruz

I

10

281/286

Türk Dili ve Edebiya­ tı (Müsteşrikler - Orientaiiste’ler - Kongresi’ne Tebliğ) I

12

345/351

Târih s Teşrinisâni 1911

203


S a y ı: Altunordu

II

Müsteşrik Vamberi (Yavuz imzası ile)

V

Üstâd-ı Ekrem

V

Yatağan zası ile)

Sahife:

T â r i h

(24. sayıya ilâve ve­ rilen A ltun A rm ağ a n ’da) 21/31 962/968

11

(Yavuz im­ VI

1172 2369/2380

2S Mayıs

1330 (1914)

Kaya Han mı? Kayı Han mı? IX 2670/2764 ve 2777/2781 Telgraf (Türkocağı Kongresi’nden ötürü Melımed Emin Bey’e) XIV

324

Türk ve Macar Lisan­ ları Hakkında Tecrü­ be II

11

414/417

Ağustos

Ahmed Hikmet Sayısı (Şeyh Galib, Türkçemize Dâir) V

30

529/587

Haziran 1927

1341 (1925)

MAHFEL (1340 H.-1924 M.) : Sayı

Sahife

T â r i h

Onbirinci Asr-ı Hicri’­ de Türk Menâbi-i îrfâni: a) Tekkeler

1.9-20

625-33

1/10/1340

b) Medreseler

1-22

715-24

1/9/1340

24

835-45

1/12/1340

c) Enderûn

MİLLÎ MECMUA (1340 H. - 1924 M.) : Nedim

3

362

14 Teşrinievvel 1340 ■ (1924)

204


S a y ı: SÜS MECMUASI

Salıife:

11339 - 1340 H.) - (1923 -1924 M.) :

Âile Hukuku Hakkındaki A nkete Cevab

33

7 ve 9

EDEBİYÂT-I UMÛMİYE MECMUASI

Aache Deresi rında (Şiir)

T â r i h

26 Kânunusâni 1340 (1924) (1926- 1918) :

Kena­ 36

169/170

6 Teşrinievvel 1917

T Â R İH Î OSM ÂNİ ENCÜMENİ M ECM UASI:

Macaristan Tâc-ı Hüküm dârîsi

42

YENİ MECMUA

Aache Deresi rında (Şiir)

347/353

1 Şubat 1332 (1917)

(1917-1918) :

Kena­ 40

265

Alparslan Masalı

65

242/245

TASVİR-İ EFKÂR

(1919 - 1920) :

Rahat D öşeği (îşgal Kuvvetleri Sansürü tarafından çıkarılm ışdır). Gönül Hanım (Rom an)

Sahife :3

1918

9 K ânünuevvel 1919

2S74. sayıdan 3024. sayıya kadar 33 tefrika 1 Şubat 1336 (1920) - 13 Nisan 1336 (1920)

RESİMLİ GAZETE (1340 - 1341 H.) Garb M edeniyetçiliği

18 Nisan

17 Teşrinievvel 1918

38

Kadın Ne İle A vlanır?

39

(1924 - 1925 M.) : 2/3

24 M ayıs

1340 (1924)

2

31 M ayıs

1340 (1924)

Terakki İhtiyâcı

40

2/3

7 Haziran

1340 (1924)

M üdafaa-i Günah

41

3

14 Haziran

1340 (1924)

205


S a yı:

Sahife:

Târih

A lm anya’da Azm -u İntizam M enba’ları

42

2/3

21 Haziran

1340 (1524)

A lm an Dârülfünûnlarm da Düello

43

3

28 Haziran

1430 (1924)

R e’y-i Ahâli, R e’y-i Îlâhî’dir

44

3

5 Tem m uz

1340 (1924)

A sri Hayrat

45

3

12 Tem m uz 1340 (1924)

Teferrüc mü, tahazzüıı m ü?

46

3

19 Tem m uz 1340 (1924)

Şiir ve Şâir (Hâmid’e dâir)

47

3

26 Temmuz 1340 (1924)

Galatasaray A ltıncı Resim Sergisi

43

3

Diyânet-i Hristiyaııiyede Kadının M evkii

49

3

Şûh Bir Kazasker

51

3

23 A ğustos

A fak i Bir Serzeniş

52

3

30 Ağustos 1340 (1924)

M ukaddes Kin

53

2/3

6 Eylül

1340 (1324)

M edeniyetin Alâm eti

54

3

13 Eylül

1340 (1924)

M askenin Rûha Te'siri A im aıılar Nasıl V a­ tanperver O ldular?

55

3

20 Eylül

1340 (1924)

56

3

27 Eylül

1430 (1924)

Yediyüz Senelik Dim­ ilim Türk Kadın Müessesesi

57

3

4 Teşrinievvel 1340 (1S24)

Kur’ân-ı Kerîm Tercü­ mesi Münasebetiyle

59

3

18 Teşrinievvel. 1340 (1924)

Cemiyet-i Hâzıramızda Kadınlara Karşı Edilecek Muamele

60

3

1 Teşrinisani

Türkün Seciyesi

61

3

8 Teşrinisâni

Çölde

62

3

15 Teşrnisâni

206

2 A ğustos

1340 (1924)

9 A ğustos 1340 (1924) 1340 (1924)

1340 (1924) 1340 (1924) 1340 (1924)


T

I

S a y ı:

Sahife:

T â r i h

İslâmlar Aleyhindeki Sinema M evzuları

63

2

22 Teşrinisani

1340 (1924)

Türkiyat Âlim i Nasıl Yetişir?

64

3

29 Teşrinisâni

1340 (1924)

Med Meselesi

65

2

6 Kânûııuevvel 1340 (1924)

İmtihan M eydanı

66

2

13 Kânûnuevvel 1340 (1924)

Bin Yıl Evvel Tayyare Kâşifi Bir Türk

67

2/3

20 K ânunuevvel 1340 (1924)

Gerdek

68

3

27 Kânûnuevvel 1340 (1924)

H orozun V a ’zı

69

3

3 Kânunusâni 1341 (1924)

Leylâ’ya Mektublarım (I-K a d ın )

70

2

10 Kânunusâni 1341 (1925)

Leylâ’ya M ektublarım (II-Kadmlarda Hürri­ yet)

71

2

25. Teşrinievvel 1340 (1925)

Leylâ’ya Mektublarım (III-Sadakat, V efâ)

72

2

17 Kânunusâni 1341 (1925)

M illî Spor

73

2

24 Kânunusâni 1341 (1925)

Leylâ’ya Mektublarım (IV-Rûh)

74

2

31 Kânûnusâni 1341 (1925)

Leylâ’ya Mektublarım (V-G önül)

76

2

14 Şubat 1341 (1925)

77

2

21 Şubat 1341 (1925)

Leylâ’ya M ektublarım

CVT-Küfüv)

207


K A Y N A K Ç A

k i t a b l a r : AHMED H Â ŞİM : Bize Göre, İstanbul 1928; 1000 Tem el Eser Seri­ s i: 17, İstanbul 1969.

AKÇORAOĞLU, Y u s u f : Türk Yılı, İstanbul 1928. A KYÜZ, K e n a n : Tevfik Fikret, A nkara 1947.

AKYÜZ, Kenan: M o d e m Türk E debiyatı’n m A n a Çizgileri, 2. Bask ı? Ankara 1969. ATABİNEN, Reşid Saffet: Türklük ve Türkçülük İzleri, İstan­ bul, 1930. BANARLI, Nihad S â m i : Resimli Türk Edebiyatı Târihi^ Devlet Kitabları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1971-1976. BİN ARK, İsmet ve SEFEROGLU, Nejat: Doğumunun 100. Yıl­

dönümü Münasebetiyle AJımed Hikmet Müftüoğlu Bibli­ yografyası, Ankara 1970. DİZDAROĞLU, H ik m et: Müftüoğlu Alımed Hikmet, Türk Dil Ku­ rum u Y ayın lan , A nkara 1964. ERGİN, Osman: Muallim M. Cevdet, İstanbul 1937. ERGUN, Sâdeddin, N ü zh e t : Şeyh Galib, İstanbul 193'6. ERT AYLAN, İsmail H i k m e t Ahıned Hikmet, İstanbul 1936. EVLİYAGİL> N e c d e t: Edebi Konuşmalar, A nk ara 1959.

GÖNENSAY, Hıfzı Tevfik: Tanzimattan Zamanımıza Kadar Türk Edebiyatı Târihi, İstanbul 1949. GÖ VSA, İbrahim Alâaddin : Meşhur Adamlar Ansiklopedisi, İs­ tanbul 1933-1935. G Ö V S A , İbrahim A lâ a d d in : Türk Meşhurları Ansiklopedisi, İs­ tanbul 1947.

208


HEYD, U r ie l: Language R eform in M odern Turkey, Jenusalem 1954.

İĞDEMİR, U luğ: Yılların İçinden, A nkara 1976. KABAKLI, A h m e d : Türk Edebiyatı, İstanbul 1965-1966.

LEVEND, Âgâh S ırrı : Edebiyât Târihi Dersleri, İstanbul, 1938. NECATIGİL, Behçet : Edebiyatım ızda İsimler Sözlüğü, İstanbul 1968.

ORKUN, Hüseyin N âm ık : Türkçülüğün Târihi, A nkara 1944. ÖCAL, Z eh ra: M üftüoğlu A hm ed Hikmet’ in Y irm iiki Hikâyesi, (Sadık Tural’m idâresinde) Hacettepe Üniversitesi Ede­ biyât Fakültesi Türk Dili ve Edebiyâtı M e’zuniyet T ezit Ankara, 1983. ÖZÖN, M ustafa Nihad : Son A sır Türk Edebiyâtı Târihi, İstan­ bul 1941. ÖZTUNA, Yılm az T .: Türk M ûsikîsi Ansiklopedisi, II. C. (2. Kı­ sım ), İstanbul 1976.

SAUSSZY, E d m on d : Prosateurs Turcs Contemporains, Paris 1935. SAZ, L e y lâ : Külliyât-ı M ûsikî Leylâ Hanım efendi, Cüz’ 2, Matbaa-i Âm ire, İstanbul 1339 (1923).

SCHRADER, F ried rich : Türkische Frauen, (Prof. G. J a c o b : Türkische Bibliothek) Berlin 1907.

SELCENOĞLU, İbnül’ Emin Mahmjud Kem âl İn a l; Son A sır Türk Şâirleri, İstanbul 1930.

SEVÜK, İsmail H abib : Türk T eceddüd Edebiyatı Târihi, İstanbul 1924.

SEVÜK, İsmail H abib: Edebî Yeniliğim iz, İstanbul 1940. SOLOK, Cevdet K u d re t: Türk Edebiyâtı Hikâye ve Rom an A n ­ tolojisi, İstanbul 1945. TANPINAR, A hm ed H am di:' Edebiyat Üzerine M akaleler, İstan­ bu l 1969.

TEVETGĞLU, Dr. F e th i: Büyük Türkçü M üftüoğlu Ahm ed Hik­ met, M illî Eğitim Bakanlığı «Türk Kültür Eserleri S e ris i: l t A nkara 1951.

209


F

TEVETOGLU, Dr. F e th î: Enis Behiç Koryürek, Hayâtı ve Eserle­ ri, «Millî Kalem ler S erisi: 1», A nkara 1951; Genişletilmiş Y eni Baskı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, A n ­ kara 1985. TEVFİK FİKRET. Rebâb-ı Şikeste, İstanbul 1326 (1910). TOGAY, Muharrem F e y z i: Y usuf A k çu ra ’nın Hayâtı ve Eserleri, İstanbul 1944. TOKGÖZ, Ahm ed İh sa n : Matbuat Hâtıralarım, İstanbul 1930. TUNAYA, T ânk Z a fe r: Türkiye’de Siyasal Partiler, C ild i, İstan­ bul 1984. TÜRK DERNEĞİ: Türk D em eğ i Nizâmnâmesi, İstanbul 1908. TÜRKKAN, Reha O ğ u z : Türklüğe Giriş, İstanbul 1940. TÜRKKAN, Rehâ Oğuz : M illiyetçilik Y olunda, İstanbul 1944. URAZ, M u ra d : Türk Edib ve Şâirleri, İstanbul 1939. UŞAKLIGİL, Hâlid Z iy a : Kırk Yıl, İstanbul 1936. Y ALÇIN, Hüseyin C â h id : Edebî Hâtıralar, İstanbul 1935. YÜCEBAŞ, H ilm i: M ehm ed Emin Yurdakul, İstanbul 1947. ZİYA GÖKALP : Türkçülüğün Esaslarıt A nkara 1923 ve 1950; İs­ tanbul 1940; (1000 Tem el Eser Serisi), İstanbul 1971.

M a k a l e l e r : ÂDİL, Fikret (fa) : Ahm ed Hikmet, Y eni İstanbul, 19 Mayıs 1951 Pazartesi, C. III, S a y ı: 897, s. 2. ACAROĞLU, M. T ü rk e r: Tesalya H arbi’nin Edebî Yankıları. Y ü ­ cel, Şubat 1946, S a y ı: 112, ss. 204-208. AHMED C evd e t: Çağlayanlar, İkdam, 18 Tem m uz 1922 Sali( Sayu 9101. AHMED Cevdet :Çağlayanlar - A ltm ordu, İkdam, 31 Temmuz 1922 Pazartesi, S a y ı: 9114.

210


AKDER, Prof. N ecâti: Ziya G ökalp’de Târih A nlayışının Felsefî Temeli, Türk Kültürü, Ekim 1963, C. I, Sayı: 12. ss. 15-18.. AKYÜZ, Prof. K e n a n : M odern Türk Edebiyatının A na Çizgileri, Türkoloji Dergisi, C. II, S a y ı: 1; A nkara 1965, ss. 110-111; İkinci Baskı, A nkara 1969, ss. 113-114. ALÎŞANZÂDE İ. H. (İsmail Hakkı A lişan ELDEM) : Aram ızsan K aybolanlar, İçtihad, 1 Eylül 1927, Yıl: 23, Nu. 235, ss. 4479-4480. AND, M etin: Sahne Târihim izin Unutulmaz Bir Devresi, Meşrû­ tiyette Tiyatro, Hayat Târih M ecmuası, 1 Aralık 1966, Yıl: 2, C ild : 2, Sayı: 11 (25), SS. 15-20. ARTAM, N u re d d in : A hm ed Hikmet, Türk Dili, Haziran 1955. C. IV, S a y ı: 45, SS. 551-554. BALTACIOĞLU, Prof. İsmail Hakkı : Ziya Gökalp’ı Nasıl Ta­ nıyorum, Türk Klütürü, Ekim 1965, Yıl: III, Sayi: 36, ss. 931-936. BANARLI, N ihad S a m i: M üftüoğlu A hm ed Hikmet, Hürriyet, 6 Ekim 1951 Cumartesi, Nu. 1241, s. 2. BANARLI, Nihad S âm i: Servet-i Fünûn Edebiyatı, A ylık Ansik­ lopedi, ss. 805-806. BANARLI, Nihad S âm i: Türkiye’de Millî Edebiyât A ylık A nsiklopedi C. IV, ss. 1157-1164.

Cereyanları,

BAYRAMOĞLU, F u a d : A hm ed Hikmet, A ylık Ansiklopedi, M üf­ tüoğlu maddesi, C. I, s. 26. CENAB, Şahâbeddin: Çağlayanlar, Peyâm-ı Sabah, 3 Temmuz 1922 Pazartesi, ÇALIKOĞLU, M. Âsim : Hayâtım da Tanıdığım Çehreler : Ahm ed Hikmet, Son Posta, 20 Ağustos 1958 Çarşanba, Yıl: 29, Nu. 5637-4452, S. 2. DÜLGER, B ahâdır: Ahmed Hikmet, Zafer, 24 M ayıs 1951 Perşenbe, Yıl: 3, Nu. 751, s. 2. DÜLGER, B a h â d ır: Ok,unacak Bir K ita b : M üftüoğlu A hm ed Hik­ met, Zafer, 14 Eylül 1951 Cuma, Yıl: 3, Nu. 864, s. 2.

211


EDİBOĞLU, Bâki S ü h a : Yeni Bir Ziya, Vakit, 22 M ayıs 1927 Pa­ zar, S a yı: 3372, s. 3. EDİBOĞLU, Bâki S ü h a : Bir T elgraf Karşısında, Vakit, 23 Mayıs 1927 Pazartesi, S a y ı: 3373, s. 3. EROZAN, Celâl S â h ir : A hm ed Hikmet, Türk Yurdu, 1927, C. V } S a y ı: 30, SS. 530-536.

Haziran

EVLÎYAGİL, N ecdet: M üftüoğlu A hm ed Hikmet, Cumhuriyet, 19 Kasım 1951 Pazartesi, FLORİNALI N â z ım : «Hâristan» ve «Ç ağlayanlar» m übdi-i nam ­ d a n A hm ed Hikmet B ey( Süs M ecm uası, 3 Kasım 1339 (1923) Cumartesi, S a y ı: 21, ss. 4-6. GÖKMEN, A T u rg u t: A hm ed Hikmet, A nadolu Gazetesi, İzmir 16 M ayıs 1S36 Cumartesi. GÖKŞEN, Enver N â ci: A hm ed Hikmet İçin, Son Saat? 3 Haziran 1952, Salı Sayi: 2123, ss. 3 ve 5. GÖNENSAY, H ıfzı T e v fik : Kıym etli Edib A hm ed Hikmet ö ld ü , Hayat, 26 Mayıs 1927 Perşenbe, C. I, S a y ı: 26, s. 129. GÖNENSAY, Hıfzı T e v fik : A hm ed Hikm et’e Dâir, Türk Yurdu, Haziran 1927, C. V f S a y ı: 30, ss. 550-551. GÖVSA, İbrahim A lâ a d d in : M erhum A hm ed Hikmet Bey, Resim­ li Gazete, 28 M ayıs 1927, Cumartesi, Yıl: 4, Nu. 195, s. 2. GÖ VSA, İbrahim A lâ a d d in : A hm ed Hikmet, M eşhur A dam lar Ansiklopedisi, C. I, İstanbul 1933-1935, ss. 29-30. GÖ VSA , İbrahim A lâ a d d in : A hm ed Hikmet, Türk Ansiklopedisi, İstanbul 1947, s. 416.

M eşhurlan

HACIEMİNOĞLU, Dr. M. N ecm ed din : Dil Devrim inde Çeşitli G ö­ rüşler, Türk Kültürü; Eylül 1963, Y ı l : I, S a y ı: 11, ss. 5-9. HACIEMİNOĞLU, Dr. N ecm eddin : Dil B ayram ı’nın Düşündür­ düğü, Türk Kültürü, Eylül 1967, Yıl: V, S a y ı: 59, ss 844-846 HİKMET Ş evk i: A hm ed Hikmet ve Gençlik, Türk Yurdu, Hazi­ ran 1927, C. V, Sayı: 30, S. 551. İZBUDAK, V eled Ç e le b i: M üftüoğlu A hm ed Hikmet, Türk Yurd u t Haziran 1927, C. V, S a y ı: 30, ss. 538-542. KAFLI, K a d irca n : M üftüoğlu A hm ed Hikmet, Y en i Sabah, 14 Kasım 1951 Çarşanba.

212


KARAOSMANOĞLU, Fevzi L û t f î A h m e d Hikmet B e y : Çağla­ yanlar, Dergâh, 5 Temmuz 338 (1922), Yıl: 2, C. III, Sayı: 30, S. 96. (K ARAO SM AN OĞLU ), Yâkub K ad ri: «Çağlayanlar» ve Ahm ed Hikmet Bey, İkdam 25 Haziran 1922 Pazar, Nu. 9078, s. 2. KARLIDAG( Dr. A bdullah C e v d e t: A hm ed Hikmet Bey, İctihad, 15 Haziran 1927, Yıl: XXII, Nu. 230, s. 4383. KOCAGÖZ, Samim : Tanzim at ve Hikâye: A hm ed Hikmet, Servet-i Fünûn, 194.0, C. LXXXVIII, Sayı: 2288, ss. 51-58. KOÇU, Reşad E k re m : A hm ed Hikmet (M ü ftüoğlu), İstanbul A n­ siklopedisi, C. I, İstanbul 1958, ss. 372-373. KORYÜREK, Enis B e h iç : Ahm ed Hikmet( Türk Yurdu, Haziran 1927, C. V, S a y ı: 30, SS. 547-549. ’ KÖPRÜLÜ (K öprülüzâde), M ehm ed F uad: Şeyh Galib, Servet-i Fünûn, C. XLIII ve XLIV, Sayı 1:110-1114, 1117-1119, ss. 414 415, 438-439,’ 467-468 ) 494-495,i 579, 4-10. t 611, i KUNTAY, M idhad C e m â l: A. Hikmet Bey’e, Servet-i Fünûn, 11 Ağustos 1911, S a yı: 1055, s. 356. KUNTAY, M idhad C e m â l: Çok Lüzumlu Bir Kitab, Siyâset, 15 Şubat 1952 Cuma, S a y ı: 51, s. 4. MECDİ# S adreddln : Ölüm ünden Bir A y Evvel, Türk Yurdu, Ha­ ziran 1927, C. V, S a yı: 30, SS. 532-533. MEHMED, M e sih : Büyük Üstad Abdülhâk Hâm id Bey’in m er­ hum Ahm ed Hikmet Bey Hakkm daki Fikirleri, Millî M ec­ mua, Haziran 1927, C VIII, S a y ı: 87, ss. 1405-1409. MEHMED R a u f: Tetkikât-ı Edebiye, Servet-i Fünûn, 1901, Sayı: 551, ss. 60-70. MEMHED, R a u f: A hm ed Hikm et’i Nasıl Tamdım^ Güneş Mec> muası, 1 Haziran 1927, Sayı,- 11, s. 6. NEBİ (OĞLU), Osman-. M ax Schultz’Ia Bir Konuşm a I, Yüceî, Ağustos 1937, C. V, S a y ı: 30, SS. 222-226. ORHON, Orhan S e y fi: A hm ed Hikmet’in Ölümü, Güneş Mecmîuası, Haziran 1927, C. S a y ı: 11, s. l.

213


ORKUN, Hüseyin N âm ık: Kıym etli Bir Eser, Kudret, 25 Ağustos 195ı Cumartesi, S a y ı: 13000, s. 2. ÖZERDİM, Sâmi N â b î: A hm ed Hikmet, A nadolu Gazetesi, İzmir 16 M ayıs 1936. Cumartesi. CZORAN, Beria R e m z i: Fuad Köprülü, T ürkoloji ve Türkçülük, Türk Kültürü, Eylül 1966? Yıl: IV, Sayı: 47, ss. 985-987. ÖRİK, Nâhid Sırrı :Hâristan ve G ülistan’ı M üdafaa, Ülkü, Ha­ ziran 1941, C. XVII, Sayı: 100, s. 378. R .H .: A hm ed Hikmet ve Hususiyetleri, Güneş Mecmuası, 1 Ha­ ziran 1927, C. I, Sayı: 11, SS. 10-11. RİSAL M ,.P .: Türkler Bir Rûh-u Millî A rıyorlar, Türk Y urdu( C. III, ss. 58-62. SANÇAR, N ejdet: M üftüoğlu A hm ed Hikmet, Ölümünün Onbeşinci Y ıldönüm üne Yaklaşırken, T ann dağ, M ayıs 1942, C. I, Sayı â 1. ss. 14-15. SANÇAR, N ejd et: Türk Edebiyâtı Târihinde Kızılelma, Kızılelma, 21 Kasım 1948, S a y ı: 4, s. 3. SEVİN) İbrahim Ş e y d a : Anış, A nadolu Gazetesi, İzmir 16 Mayıs 1936 Cumartesi. SÜLEYMAN, N e c ib : M idhat Cemal Bey’e, Servet-i Fünûn, Nu. 1358, S. 427. TALU, Ercüm end E k re m : A hm ed H ikm et’e Dâir, Güneş M ec­ muası, l Haziran 1927, C. I, S a y ı: 11, ss 2-3. TALU, Ercüm end E krem : M üftüoğlu A hm ed Hikmet, Son Posta, 16 Eylül 1951 Pazar, Yıl: 22, Nu. 5637, s. 2. TAN PINARf A hm ed H a m d i: A hm ed Hikmet M üftüoğlu, İslâm Ansiklopedisi, C. I, İstanbul 1965, ss. 183-184. TANSEL. Fevziye A b du lla h : A hm ed Hikmet M üftüoğlu, Hayâtı ve San'atı, Türkiyat Mecmuası, 1951, C. IX, Sayı: 2, (A y ­ rı Basım), ss. 1-34. TANSEL, Fevziye A b du lla h : A hm ed Hikmet M üftüoğlu’nun G öz­ den K açan Bir Eseri, Orkun, Ekim 1963, C. II} Sayı: 21, ss. 2-4.

214


TANSEL, Fevziye Abdullah : Fuad Köprülü’nün 1913’de Türk M il­ liyetçiliği Hakkında Bâzı Fikirleri: Türklük-İslâmlık, Türk Kültürü, Temmuz 1969, Y ı l : VII, S a y ı: 81, ss. 621-627. TANSEL, Fevziye A bdu llah : A hm ed Hikmet M üftüoğlu’nun Bilinm iyen îk i Şiiri, Türk Kültürü, Mart 1970, Yıl: VIII, Sa­ yı : 89, SS. 302-307. TEVETOGLU, Dr. F eth î: A hm ed Hikmet, Kopuz, İstanbul 15 M a­ yıs 1939, C. I, Sayi: 2, SS 48-52. TEYETOĞLU, Dr. Fethi: Ahm ed Hikmet’den M ehmed Emin’e, Ko­ puz, Samsun Temmuz 1943', C. II, S ayı: 3, ss. 63-64. TEVETOGLU, Dr. F eth î: M illî Şâirimize  id Hâtıralarım, Kopuz, Samsun Şubat 1944, C. II, Sayı: 10, ss. 237-240. TEVETOGLU, Dr. Fethî: Büyük Türkçü A hm ed Hikmet ve Edebiyât-ı Cedîdeciler, Kanad Dergisi, A dana Nisan 1947, S a y ı: 2, ss. 14-15. TEVETOĞLU, Dr. F eth î: M üftüoğlu A hm ed Hikmet, M ayıs 1949 Perşenbe, S a y ı: 1370, s. 2.

Tasvir, 18

TEVETOGLU, Dr. F eth î: Büyük Türkçü M üftüoğlu A hm ed Hik­ met, Kudret, 19 M ayıs 1951 Cumartesi, S a y ı: 1203, ss. 2-3. TEVETOĞLU, Dr. Fethî: A hm ed Hikmet ile Enis Behiç’in Fizik v e M oral T ârifleri) Türk Yurdu, Eylül 1960, C. L, Sayı: 6, ss. 33-34. USMAN, Prof Dr. M azhar O s m a n : Tevfik Fikret’le Çalıştığım Zam ana  id Hâtıralar, Yeşilay Dergisi, 1944, S a yı: 135, s. 4. YAZIKSIZ, N ecib  sim : Ahm ed Hikmet, Türk Yurdu, Haziran, 1927, C. V, S a yı: 30, SS. 537-538. YURDAKUL, Mehmed E m in : A hm ed Hikmet’in Ölümü Üzerine Ailesine Çekilen Telgraflar, İkdam ( 23 Mayıs 1927 Pazar­ tesi. YUSUF Ş erif: A hm ed Hikmet, Türk Yrurdu, Haziran 1927, C.V. S a y ı: 30, ss. 542-544.

215


A n s i k l o p e d i

Ve

Y ı l l ı k l a r

Aylık Ansiklopedi The Encyclopaedia of İslam İslâm Ansiklopedisi İstanbul Ansiklopedisi M eşhur A dam lar Ansiklopedisi

Meydan - Larousse Türk Ansiklopedisi Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi Türk M eşhurları Ansiklopedisi Türk Mûsikisi A nsiklopedisi Uj Idök Lexikona

G a z e t e

V e

D e r g i l e r :

A lem dar Gazetesi (Nusha-i Edebiyesi) Anadolu Gazetesi (İzmir) Cumhuriyet Çmaraltı Dârüîfünûn Dersleri Davul Dersaâdet Diken Doğu Düşünce Edebiyâ-ı Umûmiye Mecmuası Güneş Fi ak Gazetesi Hak (Edebî İlâvesi) Hayat Hayat Târih M ecm uası Hazine-i Fünûn İkdam İnci Le Journal d ’Orient Kanat Dergisi (A dana) Kızılelma Kopuz (İstanbul - Samsun)

216


Kudret Mahâsin Mahfel Ma’Iûmat Millî M ecm ua Millî Ta’lim ve Terbiye C em ’iyeti M ecmuası Mırsâd 19 Mayıs Orkun Payidar Peyâm-ı Sabah Resimli Gazete Resimli Kitab Savaş Servet Servet-i Fünûn Siyâset Süs Takvim -i V akayi’ Tanrı Dağ Târih-i Osmanî Encümeni M ecmuası Tasvir Tasvîr-i Efkâr Tevhîd-i Efkâr Turan Gazetesi Türk D erneği Türkiyat M ecmuası Türk Kültürü Türklük Türk Yurdu Türkoloji Dergisi (Ankara) Ün Vakit Y arm Y eni Adam Yeni Gazete Y eni în ci Y eni M ecm ua Y eni Şark Y eşilay Dergisi Yücel



İ N D E K S —A— ABDLLHALÎM EFENDİ (M üftüoğlu ’nun d ed esi). -13, 14, 15, 16. ABDULHAMİD, Sultan I. - 141. ABDULHAMİD, Sultan II. - 39, 41, 148, 149. ABDULLÂTİF SUBHÎ PAŞA.-14n. ABDÜLMECİD EFENDİ. - 115, 116. ABDURRAHMAN SÂMİ PAŞA. 14, 17. ADIVAR, Halide Edib (S â lih ). 97 AĞAOĞLU, A h m e d .-81, 82, 127. AHMED BEDREDDİN EFENDİ, Şeyh (M üftüoğlu’nun anne tarafından dedesi). - 21. AHMED Bey (M âbeyinci). -142. AHMED EFENDİ, Hâfız Hacı CMüftüoğlu’nun d e d e si­ nin babası). - 13'. AHMED FÂİZ E fen d i.-142. AHMED HÂŞİM. - 49, 54. AHMED MİDHAD Efendi. - 80, 153. AHMED NECÎB EFENDİ, Şeyh Hacı. - 14. AHMED RÂSİM. - 39, 49. AHMED REFİK BEY (M üftüoğiu’nun ağabeyisi). - 23, 24, 125.

AHMED ZEKİ PAŞA. - 85n. AKALIN, D oktor Besim Ömer Paşa. - 39, 40. AKÇORAOĞLU, Yusuf. - 78, 81, 82, 83, 126, 145n. ÂKİF PAŞA. - 92. AKYİĞİTOĞLU Mûsâ. - 81. AKYÜZ, Prof. Kenan. - 60, 61, 79. ALEXANDRE DUMAS FİLS.-29, 195. ALİ BEY (G alatasaraylI). - 122. ALİ FUAD, (Pâyidar risâlesi im­ tiyaz sâhibi). - 27. ALİ GALİB PAŞA, Reşid Paşazâde Dâmad. - 17, 18. ALİ KEMÂL. - 96. ÂLÎ PAŞA. - 147, 148. A. NÂDİR (Takma a d ) . - Bk. BOLA YIR, A li Ekrem. AND, Metin. - 95n. ÂRİF BEY. - 96. ATABİNEN, Reşid Saffet. - 41. ATLI, Hâlid Lem’i. - 76, 77, 111. ATTİLÂ. - 87. AYGIR İMAM. - 143. — B— BABA TÂHİR. - 41. BAHA Bey. - 155. BÂKÎ. - 134.

219


BALHASANOĞLU, N ecib Asım. - 78, 79, 80, 81. BALTACI MEHMED PAŞA. - 153. BARBAROS HAYREDDİN. - 158. BARONNE DE STAFF. - 195. BAUDELAİRE, Charles. - 154, 156. BEDREDDİN BEY, - 86. BELİĞİ. - 97. BESİM ÖMER PAŞA, Doktor. 3k. AKALIN. BİEBEL HAUSE. - 39. BİNGÖL, Prof. Dr. Gazanfer. 74n. BOL AYIR, A li Ekrem. - 41, 58," 60, 62. BÖLÜKBAŞI, Riza Tevfik. - 58n, 109. BURSALI TÂHİR BEY. - 80, 81. —C— CANSEVER, Dr. Haşan Ferid. 82. CENAB ŞAHÂBEDDİN. - 40, 41, 62, 96.

DÜRRıŞEHVAR SULTAN ce. - 115, 116. — E—

EBUSSUÛD EFENDİ. - 107. EDHEM BEY. - 96. EDİZ, Haşan Âli. - 45. EİSENHUT, Ferenc. - 107. ELDEM, Alişanzâde İsmail Hak­ kı. - 71, 72n. ELDEM, Sâ’dî Hakkı. ~72n ELDEM, M î’m ar Sedad Hakkı. 72n. ELDEM, V edad Hakkı. - 72". EMRULLAH EFENDİ. - 80. ENVER BEY (Paşa). - 62. ERDEM, Tâhir. - 109. ERKİN, Behiç (Ahm ed Hikmed’in Bacanağı) - 72, 73. 117. EROZAN, Celâl Sâhîr. - 13. 122, 129. ERTAYLAN, İsmail Hikme:. - 24n, 46n. ERTUĞRUL BEY. - 89. EVLİYÂ ÇELEBİ. - 107.

— F—

CEVHER!. - S5n, 88. CHARTİER, Emile. - 55. V oıı le COQ. - 86.

Kâdi-

FÂRÂBÎ. - 88. FASİHİ. - 97. FETHİ, Doktor. - 126.

- ç ÇİNGİZ HAN. - 87, 92. —D—

FINDIKOĞLU, Prof. Fahri - 83.

FİKRET ÂDİL (fa takm a î.i;). 63.

DAUDET, Alphonse. - 40.

FLORİN ALI N Â ZM 42.

DELACOSTE. - 86.

FUAD PAŞA. - 147.

DİZDARCĞLU, Hikmet. - 33.

FUZULİ. - 134.

220

Z iya3id in

15n, 21. 38,


— G—

_ i _

GASPIRALI, İsmail. - 81. GASSEN, Doktor. - 119, 120. GİBB. E.J.W, - 109. GİZLİ - SITMA İBRÂHİM EFEN­ Dİ. - 142. GOETHE, J.W . Von. - 135. GOKALP, Ziyâ. - 78. G üLEABA. - 106, 107, 1C8, 109. 145. GÜL MEHMED DEDE. - 109.

İBN-İ SÎNÂ. - 88. İBN-İ SÜVAR-ÜL ABDİ. - 88 İBSEN. - 135. İLERİ, Subiıi Nuri. - 111. İLERİ, Tevfik (Millî Eğitim Ba­ kanı). - 5. İLHAMÎ. - 140. İNAL, İbnül’ Emin M ahm ud K e­ mâl. - 15, 16, 17, 18, 19, 123. İSMAİL BEY, Galatasaray M ü­ dürü. - 25, 26. CENÂNİ İsmail. - 96. SAFA, İsmail. - 4i. SAFEVÎ, İsmail. - 88. İSMET EFENDİ, Nakşıbendiye-i Hâlidiye Şeyhlerinden. - 18. İZBUDAK, V eled Çelebi. - 78, 81, 188. MELİH, İzzet. - 96, 132.

GÜLNAR HANIM (Madam OIgadelebedef) . - 29. GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi, 96, 129.

—H— HALACYAN EFENDİ. - 38. HALİL BEY (M üzeci). - 96. HALİL NİHAD. - 122.

HALİL

RİFAT

PAŞA

(Sadrı-

—J—

HAMDI BEY (Müze Müdürü). .

JADRİNTZEW. - 86.

âzam ). - 24, 59. 95, 96.

HAŞAN VÂSIF (Davul mizah sergisi m üdürü). - 49. HAYDAR EFENDİ. - 148. HIFZI BEY (Sansür). - 33. H. NÂZIM (Takma ad). - Bk. REY, Ahm ed Reşid. HÜSEYİN HÂLİD, Ressam (M üftüoğlu’nun yeğen i). - 9n. HÜSEYİN KÂZIM. - 42.

—K— KABAKÇI MUSTAFA. - 143. KABULÎ PAŞA. - 147. ŞERİF Kâmran. - 75n. KANÛNÎ SULTAN SÜLEYMAN .- 92. KAPLAN, Prof. M ehmed. - 54. REFİK KÂZIM, (A hm ed Hikm et’in yeğen i). - 122.

SİRET, Hüseyin. _ 41.

KİRKOR, Kitabcı (A sır Kütüp­ hanesi sahibi). -< 28.

HÜSREV DEHLEVİ. - 88.

KORKMAZOĞLU, Celâl. - 81.

HÜLÂGÛ. - 87.

KORYÜREK, Enis Behiç. - 9n, 81, 107, 108, 109, 126.

HÜSEYİN SUAD, Doktor,-41, 45.

221


KORYÜREK, Müfide. - 126, 133’ KÖPRÜLÜ (Köprülüzâde) M. Fuad. - 122, 123. KÖSE MÛSÂ - 143. KUM, Naci. - 109. KUNTAY, M idhat Cemâl. - 8, 68, 153, 154, 155, 156. KUYUCU MURAD. - 153. — L—

MUSTAFA RE’FET. - 94. MUVAFFAK HÜSNÜ. - 122. MÜCTEBA SALÂHADDİN. - 123. MÜFTÜOĞLU, Ahmed Hikmet. Kitabın her yerinde. MÜFTÜOĞLU, Hüseyin Hâl id (Ahmed Hikmet’in yeğeni, ressam). - 74, 75n. MÜFTÜOĞLU, Refik Bey (Ah­ med Hikmet’in büyük ağabeyisi). - 59, 64, 69, 70.

LAMARTİN. - 135. LEYLÂ SAZ HANIM. - 76. — M— MAHMUD SÂDIK. - 39. MAHMUD, Sultan. - 143. MANUSOĞLU, M arko (Max Man u s ). - 74n. M A Y A K O N s İsmail Müştak. - 62, 96, 122. MECDİ SADREDDİN. * 118. MEHMED, V. Sultan (Reşad). 106. MEHMED CELÂL (M ülkiye Mek­ tebi M ü d ü rü ). - 78. MEHMED PAŞA, Yahyâzâde. 107. MEHMED RAUF. - 40, 41, 44, 45, 47, 96, 97. MENEMENCIOĞLU, Tâhir. -111. MİDHAT PAŞA. - 144. MİMAR SİNAN. - 11. MİŞÂLÎ. - 109. MORALİ, Seniha Sâmi. - 14n. MOZORUS BEY. - 96. MUALLİM NÂCİ. - 26, 27, 30, 40. M UÂVİYE. - 88. MUHİDDİN Bey. - 155. MUSTAFA NECÂTİ. - 121, 127.

222

—N— NÂBİZÂDE NÂZIM. - 39. NÂMIK KEMÂL. - 30, 31, 22, 58", 85, 92, 134, 135, 139, 163.

NAPİE (Fransız hakkak). - 40. NECİB ÂSİM Bk. BALHASAN­ OĞLU. NEDİM. - 134. NEF’Î. - 134.

NERİME HANIM (Menemencioğlu Fatma Nerime), (Ahmed Hikmet’in ikinci eşi). - 111, 124, 125, 126, 127, 133.

NESİM Efendi. - 142. NİKOGOS AĞA (MELKONYAN ), Besteci. - 19. NİKOLAİDİ, D. (Gazeteci). - 38, 39.

NİYAZİ Bey. - 144. NİYÂZÎ-İ MISRÎ (Müftüoğlu'niun anne tarafından otuz ikine i göbekte atası). - 21. NORADUNGİYAN EFENDİ, Gabriel (Hâriciye N azırı). - 37. NURİCİYAN EFENDİ. - 96. NUSRET BEY (Diplom at).-122.


—o — OKYAR, Ali Fethî. - 72». OKYAR, Galibe. - 72n. ORKUN, Hüseyin Nâmık. - 79, 109.

OSMAN, Sultan. - 87. —

Ö

ÖCAL, Zehra (A ltay). - 99n. ÖMER SEYFEDDİN. - 104.

ÖREN, Hâmid Refik (Müftüoğ­ lu’nun yeğeni). - 9n. ÖZDEN, Prof. Dr. Âkil Muhtar. 82, 117, 119, 120.

ÖZTUNA, Yılmaz Tahsin. - 19n, 76n.

—P — PALABIY1KOĞLU, Prof. Dr. Er­ cüm end. - 74n. PARMENTİE, 195.

Antoine A. - 28,

PETÖFÎ. - 152. PRUDHOMME, Suliy. - 55.

A

152. —S—

SAFVETÎ ZİYÂ. - 57. SAĞLAM, Prof. Dr. Tevfik. - 120. SAMAİN, Aibert. - 156. SÂMIPAŞAZÂDE SEZÂİ. - 40, 135. SEDAD SÎMAVÎ. - 75, 115, 163. SELİM, Sultan I. - 148. SELİM, Sultan III. - 141, 142, 143. SERVER CEMÂL. - 96. SEZÂÎZÂDE ABDÜLHAKİM HİKMET - Bk. MÜFTÜOĞLU AHMED HİKMET SHAKESPEARE. - 97. SCHİLLER, Frederick. - 135. SIDIKA HANIM (Ahmed Hik~ met’in yengesi, Tevfik Fik­ ret’in hemşiresi). - 64, 69f

— R—

RADLOFF, F. Wiihelm. - 86. RAİF NECDET. - 153, 154, 155. RECÂİZÂDE, EKREM. - 26, 41, 46, 92, 95, 135.

REŞİD PAŞA (Sakız Mutasarrı­ fı - Ahmed Hikmet'in Ka­ yınpederi). - 72. REY, Ahmed Reşid. - 58r\ 60. REY, Cemal Reşid. - 58n. REY, Ekrem Reşid. - 58” RIFAT BEY (Müftüoğluııun öğ­ retmeni). - 25, 26. RİFAT BEY. - 122. RONA, Mustafa. - 77n. RUHÎ-İ BAĞDADİ. - 134. RÜSTEM (Vamberi’nin oğlu). -

70. 40,

SIDKI BEY (Edebiyat Fakültesi Genel Sekreteri). - 122.

RESULZÂDE, Mehmed Emin. 122.

SUAD HANIM (Ahmed Hikmet’in 1. eşi). - 72, 73, 76,

REŞİD EFENDİ (V am beri’nin İs­ lâm ad ı). - 147. REŞİD PAŞA. - 92, 147, 148.

77, 106, 110, 121, 133.

111, 112, 113,

SUZAN HANIM. - 96.

223

i,


SÜLEYMAN, Kânûni Sultan. 107, 148. SÜLEYMAN NAZİF. - 41, 62, 127, 155. SÜLEYMAN NECİB. - 153, 156. SÜLEYMANPAZAZÂDE, Sâmi. . 41. SÜLEYMAN, Sultan. - 87. SÜLEYMAN, ŞÂH. - 89.

-

ŞÂDİYE HANIM (A hm ed Hik­ m e tin y e ğ e n i). - 126. ŞERİF, Profesör. - 122. ŞERİF EFENDİ, Defterdar. - 141.

ŞEVKET. - 88. ŞEYH GÂLİB. - 134. ŞİNÂSÎ. - 85, 91, 163. ŞUAYİB. - 42.

THOMSEN, V ilhelm L. Peter. 86 .

TOKGÖZ, A hm ed İhsan. - 38, 3S: 40, 41, 43, 44, 45. TOPAL A TÂ (Şeyhülislâm ). 142, 143. TU N AYA, Tarık Z. - 79. TURAN, Prof. Osman. - 83. TURANÎ, Dr. Hüseyinzâde Ali. 81, 82. TURGUD REİS. - 158. —U—

_ rF _ TAHİ, M ösyö 119.

TEVETOĞLU, Dr. Fethi. - 1, 8, 68, 71, 75n, 83n, 104n, 107n, 108n, 195, 196. TEVFİK FİKRET - 8, 23, 24, 40, 41, 43, 44, 46, 55, 56, 59, 60, 62, 63, 64, 68, 69, 70 71, 127, 135.

(M acar Sefiri)

TÂHİE EFENDİ, Şeyh (Müftüoglu’nun anne tarafınsan ata­ sı). - 21. TANRIÖVER, Hamdullah Subhı. - 14n, 49, 78, 82, 83. TANSEL, Fevziye A b d u lla h .-7 , 8n, 75, 112, 162, 163n.

UŞAKLIGİL, (Uşâkîzâde) Hâlid Ziyâ. - 9n, 40, 41, 48, 56, 60, 96, 97, 128, 13'5. UZMAN, Prof. Dr. M azhar Os­ man. - 61.

—Ü— ÜBEYDULLAH ES’AD BEY (Re­ simli Kitab sahibi). - 30,134. —V —

TARHAN, A bdülhak Hâmid. 62, 92, 120, 122, 123', 135.

VÂHİD BEY. - 96.

TATARCIK ABDULLAH Efendi. - 141.

VAHÎDÜDDİN, VI. Sultan Meh­ med. - 115.

TEMÜR. - 87.

VAMBERİ (W am berger). - 145, 146, 147, 149 9 152.

TEPSÎ, Burhâneddin. - 95, 96.

224


VEDAD, (M i’m ar). - 96. VERLEN, Paul. - 154. VÖRÖSM ARTY. - 152. —W — WAGNER. - 135. VVEİL, M ösyö. - 72. —Y — Y A H Y Â SEZAİ EFENDİ (M üf­ tüoğlu’nun babası). - 13, 14, 17, 18, 20, 21, 22. 23, 69.

YALÇIN, Hüseyin Câhid. - 40, 41, 42, 43, 45, 62, 96. Y A V U Z SULTAN SELİM. - 88. YURDAKUL, M em ed Emin. - 43, 44, 78, 82, 83, 99, 100n, 104, 124, 125. YUSUFBEYZÂDE, Nesıb. - 81. —Z— ZEMPLENİ ARPAD. - 101. ZİYA BEY (K onservatuvar Mü­ dürü). - 122. ZİYA GÖKALP. - 82. ZİYÂ PAŞA. _ 85, 92, 156.

225



İ Ç İ N D E K İ L E R Ö n s ö z ....................................................................................................

5

M üftüoğlu Ahm ed Hikm et’in Fizik ve M oral T a r i f i ..........

9

Soyu .....................................................................................................

13

B a b a s ı..................................................................................................

17

A n n e s i ..................................................................................................

21

D oğum u ve Çocukluğu

...............................................................

21

İlk Y a z ıla r ı.........................................................................................

25

..................................................... ................................

27

Tükçülüğün D o ğ u ş u .......................................................................

32

Ahm ed Hikmet Servet-i Fünûn'da .........................................

34

A hm ed Hikmet ve Edebiyât-ı Cedide’c i l e r ..........................

38

G alatasaray'da Öğretm en ve Üniversite’de> P r o fe s ö r ..........

48

A hm ed Hikmet - Tevfik Fikret Dargınlığı ............................

D argınlığa Y olaçan Şiir ..............................................................

6i

A hm ed Hikmet’in Evlenmesi ......................................................

71

Bestelenmiş Ş ii r l e r i ................................................................

...

74

Türk D em eği, Türk Yurdu, Türk Bilgi Derneği ve T ü r k o c a ğ ı............................................................................................

77

Budapeşte Başkonsolosluğu ve Ç ağlayanlar .........................

97

T ü rk -M a ca r D o s tlu ğ u ...................................................................

104

İstanbul’a D ö n ü ş ..............................................................................

110

Son Y ı l l a r ı .........................................................................................

115

Diplomatlığı

227


Ölüm Döşeğinde ............................................................................... ... 117 Cenaze Töreni ve Ölümünün Y a n k ı la r ı....................................121 M üftüoğlu Ahm ed Hikmet’in Bâzı Özellikleri .................. ... 133 Müsteşrik V a m b e r i ......................................................................... ... 145 Eserlerinden Ö rn e k le r: Kadm O yuncak Değildir (M onolog) 162 Millî Terbiye ........................................................................................I 72 Türkeli Z e y b e k le r in e ....................................................................... ...185 Ü z ü m c ü ............................................................................................... ...188 Yakarış

............................................................................................... ...193’

Eserlerinin Kronolojik Listesi ..................................................... ...195 Dergi ve Gazetelerdeki Bâzı Y a z ıla r ı.........................................197 K aynakça

.............................................

............................................208

İndeks .....................................................................................................219 İçindekiler .............................................................. ............................ .. 227

228



MÜFTÜOĞLU AHMED HİKMET 1870 yılında doğmuştur. Galatasaray Sultânî’sini bitir­ dikten sonra hariciye mesleğine girmiştir. Pire, Marsilya, Ponti, K ereç’te Konsolosluk Kâtipliği ve Konsolosluk, Peşte’de Başkonsolosluk görevlerinde bulunmuştur. Dedeleri eski Türk yurdunun bir parçası olan M ora Yarım adası’nda yıllarca m üftülük ettikleri için «MÜFTÜOĞLU» lakabıyla anılmaktadır. Genç bir diplomat olarak, görev yapm ası onu Türklük için coşan bir «ÇAĞLAYAN » hâline getirmiştir. Kafkasya, K ın m ve M acaristan’da millî duygu ve dü­ şüncelerini oluşturan Türkçü yazar, bundan sonradır ki edebiyâtım ızın millî bir am acı bulunmasının gerekliliğine inanmış ve Türk Derneği, Türkocağı, Türk Yurdu gibi der­ nek ve dergilerdeki bütün çaba ve çalışmalarını bu yola y ö­ neltmiştir. > 1896’da Servet-i Fünûn Dergisi’nde yayım ladığı hikâye­ leriyle Edebiyât-ı Cedîde topluluğuna katıldı. Hikâyelerini millî ve yerli konularda, süslü bir üslûpla, fakat sâde bir Türkçe ile yazmıştır. «Hâristan ve Gülistan» ile «Çağlayan­ lar» başlıca hikâye kitapları olup, «Gönül Hanım» adlı bir de rom anı vardır.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.