Ali Sahip Eroğul - Kemik Dökülen Dere (Karabağ Hikayeleri)

Page 1

KEMiK ••

••

DO KULEN DERE



© 2007, Ufuk ötesi Yayınları © Bu kitabın her türlü yayın hakkı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası gereğince Ufuk ötesi Yayınlarına aittir.

Editör: Fethi Gedikli Kapak Tasarımı: Ali Arif Esatgil İç Tasarım: Burhan Maden Baskı: Çetin Matbaası Davutpaşa Mah Güven San. Sit. C Blok Nu:248 Topkapı/İSf .

0212 576 59 85 ISBN:

978-975-8806-2�3

1. Baskı: Ekim 2007 e-posta: ufuk@ufukotesi. com http:// www. ufukotesi. com

UFUK ÖTESİ YAYINLARI Alemdar Mah Molla Fenari Çıkmazı Nu: 16-18 İşcan Han Kat: 3 Cağaloğlu tsrANBUL Tel: (0212) 511 88 28 511 72 09 Faks: (0212) 511 72 16 .

-

-


KEMiK ••

••

DO KULEN DERE

ALİ SAHİP ERoGUL Türkiye Türkçesine Çeviren KEMALE ELEKBEROVA

İstanbul

-

2007


ALİ SAHİP ERO�UL lsrafılzade Karabağ'da,

Ali

Sahip

Cebrayıl

IO Eylül 1948'de

şehrinin . Dağtumas

köyünde doğdu. 197 J 'de

Bakü

Devlet

Üniversitesi' nin

Mekanik-matematik fakültesi Mekanik Bö­ lümü 'nü, 1976'da Marksizm-Leninizm Üni­ versitesi'nin İktisadiyat Fakültesi'ni bitirdi. 1971 'de çalışma hayatına giren yazar, J 972-73'te öğretmen, 1973-78 yıllarında okul

müdürü, 1976-80

arasında

Cebrayıl şehri

parti komitesinin teşkilat şubesinde talimatçı, 1980-1989 arasında Cebrayıl şehir Halk Nezaret komitesinin başkanı, 1989-92 yılları arasında Cebrayıl şehir İcra Komitesi'nin katibi, 1992-93 yılları arasında «Günbez» inşaat-demir kooperatifinin baş­ kanı olarak çalıştı. 1993-99 yılları arasında Azerbaycan Tarım Ekoloji Enstitüsü'nde rektör yardımcısı, Azerbaycan Tarım Akademisi'nde büyük mühen­ dis, Gence Kil-Toprak İB-de iktisatçı-mühendis vazifesinde çalıştı. Karabağ muharebesi gazisidir. Mecburi göçkün olarak Bakü şeh­ ri, Nesimi bölgesinde yerleşmiştir. 1993 yılından beri Azerbaycan Yazarlar Birliği'nin üyesidir. Bir­ çok roman. uzun hikaye, hikaye ve gazete yazıları ile l9801 ' i yıllar­ dan beri ülke matbuatında görünmektedir. 12 kitabın yazarıdır. Evlidir. 3 evladı, 1 torunu var. Yayımlanmış kitapları: Ali Sahip lsrafilzade, «At oğrusu» (uzun hikaye ve hikayeler), Bakü. «Gençlik», 1992. 88 s. Ali

Sahip

İsrafilzade,

«Ekologiya», 1996, 148 s. Ali

Sahip

lsrafilzade,

«Sızıntılarım «Leylekler

ve

sızıltılarım»,

yuvasına

Bakil,

kayıdacak

( Karabağ hikayeleri). Bakü, «Ekologiya», 1996, J28 s.

mı»


Ali Sahip lsrafılzade, «Boğanak» (uzun hikaye ve hikayeler). Baku, «Ekologiya», 1997. 15 l s. Ali Sahip İsrafılzade, «Gürze gözü» (roman), Bakü, «Ekologiya»,

1998, 232 s.

Ali Sahip EROOUL, «Toprak ıtırlı insak», Bakü, «Ekologiya»,

2002, 192 s.

Ali Sahip EROÔUL, « Yahya Çelebi - Hak dünyamızın ışığı»,

Bakü, «Ekologiya», 2002, 164 s. Ali Sahip

ERQÔUL,

«Tigana»

(hikayeler

toplusu),

Bakü,

«Ekologiya», 2002, 392 s. Ali Sahip EROOUL, «İki gevher-İki inci», Bakü, «Ekologiya»,

2003. 488 s. Ali

Sahip

EROÔUL,

«Ekologiya», 2005, 307 s. Ali Sahip

ERoGUL,

«Büyük

Nazar»

(roman).

Bakü.

«Cebrayılım - mukaddes toprak». Bakü,

«Ekologiya», 2006, 412 s.

Ali Sahip EROOUL, ccErmeni-taşnak faşizmi ve Azerbaycan»,

Bakü, ccTehsil», 2007, 410 s.



İçindekiler LEYLEKLER YlNASINA DÖNECEK Mİ?!

SAKAT F.ŞREF'İN KAHRAMANLICI Ş(>HRET'İN YEMtN1

BACRIKAN DACI

..........................

21

.................................

25

...............................................................

···································································

SAGGARSU VAVEYLASI.

31

......................................... .............

KÖZEREN BASTON

................................................................

ERMENİYİ KAPINDA TANI BİZ ERMENİ OLAMAYIZ TİGANA

35

43

.................................................

YANIK KEREME OYNAMAZLAR

.................................... . . .

......................................................

.....................................................................................

ANA FERYADI.

........................................................................

UMUTLU SC>YKIRIMI

.... ........................................................

ZİNYET KADININ FACİASI ERMENİ NANKÖRLÜCÜ

'IiiRK TANRISI

......................................................................

ERMENİ HİLESİ.

lNTİl-IAR

.................................................

. . ..................................................

...................... .............. . ........ ........ ...............

·················································································

KEMİK OOKULEN DERE

........................... . ........................

9

49 53 67 69 75 79 85

103 115 127 133 159 7


GÜLSEFA ANANIN İNTIKAMI TA YKULAK .. . .

.

.....

.

.

.

.... ..... ...........................

ERMENİ DÜZENBAZLICI

.........

.

..... .................. .....

..

. .....

. .

.. .....

.

. .. ...

.

....

.

.... ..............

.

...... .........................

167 183

. 193

KIRKBULACIN NAMUS TACI .......................................... 207 KARABAC ERKECİ.

.....................

SUMGA YffiI öCRENCİ.

.....

.

.. .. . .

.

....... ................................

...

.

.

.... ............ ......

.. . . .. . .

.......

213 221

ZÜMRÜDÜANKA ŞARKISINI TUTIJŞTUCUNDA 5C>YLÜYOR

229

ECRİ BUTAR

237

.............................................................................

8

............

.

. .

.......................... ...

.....

.

.

..... ..................


LEYLEKLER YUVASINA DÖNECEK Mİ?! Yedi yaşındaki Azer Kerim dedenin en çok sevdiği to­ runuydu. Azer'e kadar dedenin çok görmek istemesine rağmen, oğul ve torunlarından hiçbirisi onun arzuladığı gibi çiftlikle ilgilenen, istediği her işe yüreğini koyan, canını veren, onun gibi heveslisi olmamışh. Ümit veren bir tek Azer oldu. Azer ayağı yere bastığından, eli ağaç tuttuğun­ dan başlayarak çalışmaya alıştı. Sabah erkenden yapabildi­ ği, gücünün yettiği işlerle uğraşıyordu. Dedesinin en yakın yardımcısı olmuştu. Söylenilen tüm işleri canla başla yapı­ yordu. Dedesini karınca kararınca mutlu etmeye çabalıyor­ du. Ailede Azer dışında kimse keçiyi çebici, koyunu kuzu­ yu, danayı buzağıyı doğal renklerine ve özelliklerine göre ayıranıaz; onlann kendilerine has belirtilerini, benzerlikle­ rini göremez, seçemez, söyleyemezdi. O çok kolaylıkla ya­ nıl, kola, salla, belle, kaşka, sekil, dikboynuz oğlaktan, çepiçten keçiden, köyerden, dibirden, seyizden

başlayarak kumral, kere,

küre, kara, metis, kelden, karabağı, kartıdolak, balbos, meles koyun

kadar tüm hayvanları cinsine, gurubuna, takma isimlerine göre

kuzuya, merenos koça, ebreşirn, buzag, dana ve ineklere

9


birbirinden ayırıyordu. Dedesi bile sürüden gelmeyeni, eve dönmeyeni, dört ayaklılardan öleni, yiteni, ürken yenileri hep ona sorar, rastladıklarının , karşısından geçenlerin onla­ ra ait olup olmadıklarını Azer' den öğrenirdi. Köy halkı da kaybettiği hayvanlarını dedeye değil de hep ona sorardı. Bu alışkanlık halini almıştı. Azer güneş doğmadan kalkar, yatağında kurcalanır, sabah erkenden kalkmağa alışmış dedesiyle birlikte ayakta olurdu. Becerebildiği işlerle uğraşıp dururdu. Sabah-akşam çebiç-kuzu emzirmekten, sağılan keçilerin boynuzundan, boynuzsuzun sakalından tutup yüzünü, gözünü okşamak­ tan zevk alırdı. İnek sağan babaannesinin türkülerini dinle­ ye dinleye köpüren, buğulanan, taze süt kokusunu ciğerle­ rine çekmekten doyamazdı. Çağa/ denilen, kuyruğunun ucu beyaz buzağıya ot atmak, ot isteyen oğlak-kuzuya çit kazık­ larına küçücük ot hortumları bağlayarak asmayı en büyük eğlence sayardı. Uzun kış geceleri dedesi zayıf, sakat hayvanlarına bakmaya gittiğinde hemencecik yanına sokuluverir, ahırda lamba tutmaktan bıkmazdı. 'İneğimiz doğurdu, buzağım dişi', 'Keçimiz ikiz doğurdu, ikisi de benim' haberlerini soğuk kış gecelerinde sıcak sobanın yanında uyuklayanlara, bağdaş kurup büyükannenin masallarından doyamayan küçüğe-büyüğe ilk ulaştıran, babaannesinden müjde iste­ yen de sadece Azer'di. İnek de benim diyordu, buzağı da, oğlak da benim, keçi de. Dede de dört ayaklı nesi varsa hepsini torununa bağışlardı: 'H�psi senindir, kurbanın ola­ yım. Gözüne ilişen ne varsa, yavrumdan başkasının değil' sözlerini sık sık tekrarlardı. Elini sürdüğü her şeyi, kapıdan içeri giren neyi varsa hep torununun ait ederdi. 10


Azer'in çocuk muhabbetiyle en çok 'benim' diye ısrar ettiği, sözünü ettiği gökte Çoban Yıldızı, yerde dik boynuz­ lu, mor renkli, göz boncuğu gibi bir çebiçti. Mor çebici hem ele; hem de fırça yemesine, azarlanmasına rağmen peşi sıra ikinci kata kadar çıkıp inmeye alıştırmıştı. Çebiçle sanki süt kardeşiydiler. Bir tek yatakları ayrıydı. Azer'in ev hayvanlarından böyle çok sevdiyi, gönül verdiyi bir tek dört ayakWar değildi. Ev kuşlarını da çok severdi. Kazlarını, ördeklerini sürüden o ayırır, kaybolan tavukları, civcivleri o bulur, hindinin karışanım o tanır, o seçerdi. Tavukları, civcivleri pençelerinden, bacaklarından tanır; etli göğsünün, sakalının özelliklerine, gagasının de­ senlerine, rengine, cildine, cinsine, büyüklüğüne, küçüklü­ ğüne göre sınıflardı. Birbirinden seçilemeyen, kuluçka ma­ kinesinden çıkan tavukları tüylerinin yönünden, duruşun­ dan, teleklerinin diziminden, ayaklarındaki desenlerinden, pençelerindeki çizgilerden tanırdı. Kurnaz kedinin veya çaylakların hangi civcivi aldıklarını, karganın hangisini çaldığını, saksağanın hangisini gagaladığını, tilkinin hangi­ sini boğduğunu, kaçının durduğunu, kaçının yittiğini di­ yen, bilen, hesaplayan yine de Azer olurdu. Hatta o, yerdeki kuşlarla yetinmeyip gökte kanat çır­ pan kuşlara da göz dikerdi. Onları da sahiplenirdi. Toplu olarak, karman-çorman uçan bıldırcın, serçe, sığıran sürü­ lerine aldırmaz, nerede süslü beyaz kuş görürse benim diye tuttururdu. Bahçelerini saran iğde ağacının dalına konu­ vermiş, erkenden sabah şarkısı okuyan çalıkuşu, köylerinin göğsüne yaslandığı, saçak saçak olan tepeciklerde şakıyan kınalı kekliğe de benim demekten bezmezdi. Sözüne, savı­ na gülenlerden de asla incinmezdi. Masmavi sonsuzluklar,,


da saf saf, yan yana uçan sedef dizimli turna katarına göz­ den kaybolana kadar benimdir der, arkalarınca bakadurur­ du. Yok olana dek mavi göklere, gizem dolu enginliklere bakakalırdı. Hayaller kurardı. Kendisi de bir kuş misali uçmayı arzulardı. Fakat Azer'in en sevimli kuşları yerleşik hayat tarzına alışmış leyleklerdi. İncecik, uzun boğazlı, ince bacaklı, be­ yaz tüyleri pırıl pırıl olan leylekler! Azer sabah erkenden leyleklerin enli, uzun gagalarının şakırtısına uyanırdı. Göl­ gesi çitlerine düşen, okul bahçesiyle evlerinin arasındakı küçücük açık meydanda yükselen, ortasına ip dolanama­ yan, gövdesi boydan boya düğüm düğüm olmuş, kabukları küçücük filizlerle kaplı, başı göklere ermiş kocaman kavak ağacının tam ucunda, düz dalları arasında, büyük sac kadar yuva yapmış çifte leylekleri Azer kendi malı bilirdi. Kar gibi bembeyaz güneş ışınları altında pırıl pırıl parlayan, biri uyuduğunda biri başında bekleyen leylekleri seyretmek Azer'in günlük iş planına dahil bir alışkanlığıydı. Leylekler de sanki Azer'e ısınmışlardı. Azer'in onlara karşı kaşını, gözünü oynatmasından, elleriyle, mimikleriyle onlara gös­ terdiği ilgiyi farketmişlerdi sanki. Onlara duyduğu sevgiyi bakışlarından anlıyorlardı. Azer'i gizli gizli izliyor, avuçla­ yıp getirip çit boynundakı kocaman kavak ağacının dibine serptiği buğday taneciklerine hasretle bakıyorlardı. Azer ne kadar beklerse beklesin leylekler inip buğday taneciklerini yerden almaz, yemez, gagalamazlardı. Bahçeye konmazlar­ dı. Çatılarda anca gölgeleri geçiverirdi. Sebebini sonradan dedesi anlatmışh: "İnsan nefesi dokunan yerlerde yaşamalarına rağmen, leylekler ev kuşu değiller, yavrum. Ele alışmazlar. Köy ara12


lanndaki küllüklerde, çöplüklerde eşelenmezler, aramazlar. Hac kuşlandırlar, mukaddes sayılırlar. Yuvalarını yıkmak, onlara kurşun atmak günahtır ... Bağa-bostana zarar ver­ mezler, tam tersine yararlan dokunur. Kötü değiller, iyilik severler. Tarlaları haşaratlardan, kurt-kuştan temizlerler, zararlı börtü-böcekleri yerler. Zehirli yılanlar da zaten düşmanlarıydı." 'Cibik' adlı alaca inekleri geçen sene yaylımda kalıp da yılan sokmasından öldüğünde Azer ne kadar ağlayıp sız­ lanuşsa, yılanlan mahvettiği için leyleklere olan sevgisi de o kadar artmışh. O olaydan birkaç gün sonra Azer yavrulan­ nı bekleyen leyleğin yuvasına sokulmaya çalışan yılanı kuyruğundan tuttuğu gibi havaya fırlatmasını gözleriyle gördü. Leylek yılaru göğün yedinci katından tuttuğu gibi yere, taşların üzerine çaldı. Leyleğin yaptıklarını sonuna kadar bakh. Göbeği patlamış yılaru daha sonra gagasına alan anne leylek yuvasına uçtuğunda, onu alkışladı da. Anne yavrularını yemek isteyeni, yavrularına yem yapmış­ h. O zamandan beri Azer, çocuk aklıyla leyleklerin adaleti­ ne, haksıza dersini vermelerine, adil kararlarına hayran kaldı. Hem de dedesi derdi ki, evveller 'haa leylek' diye ad­ landırılan bu kuşlar soğuklar düştüğünde güneye, sıcak ülkelere uçup gider, ilkbaharda, havalar ısındığında geriye dönerlerdi. Son birkaç onyıl vardı ki, Arabistan ülkelerine uçup gitmediklerinden halk arasındaki konuşmalarda git­ gide onlann adları kısalmış, 'hacı' sözü silinip gitmişti. Yirmi yıldan çoktu ki, daha kesin desek, pamukçuluk yeri­ ne tütüncülükle uğraşılmaya başlandığından beri hacı ley­ lekler Hekeri-Bergüşat vadisini kendilerine devamlı yurt 13


seçmiştiler. Dede ısrarla diyordu ki, barışsever kuşlar olan hacı leyleklerin göçebe hayat tarzından vazgeçmelerinin sebebi, belki de uçup gidecekleri yerlerde huzurun bozul­ masıydı. O yıllar, İsrail'in Arap ülkelerine karşı işgalci sa­ vaşına başlaması tarihine denk geliyordu da... Belki bu bir tesadüftü. Her halde dede konuşmalarında hacı leyleklerin Hekeri-Bergüşat vadisini kendileri için yeni vatan seçmele­ rinin, yerleşik hayat tarzına geçmelerinin nedenini tam açıklayam�a da, tarihini tüm kesinliğiyle gösteriyordu. Azer'in leylekleri hakkındaki dedikodular çocukların da dilindeydi. Leylekler daha önceki sene sıcak yaz günle­ rinin birinde suya dalıp nehir adasındaki biçme yerinde kurularuyorlardı. Çırpına çırpına güneşleniyorlardı. Tek bacakları üzerinde durup uyuklayan kuşlar kıyıdaki çocuk­ ların dikkatini çektiler. Çocuklara öyle geliyordu ki, ansızın kovalasalar tek bacak üste durmuş kuşlar neye uğradıkları­ na şaşıracak, telaş ettiklerinden uçamayacaklardı. Dengele­ rini kaybederek kanatlarının altına sakladıkları ayaklarının üzerine düşeceklerdi. Onlar gizli gizli nehri yüzüp geçtiler. Sudan çıkmalarıyla leylekleri taşlamaları bir oldu. Azer 'Ne yapıyorsunuz? Sağdan yedinci ve sekizinci kuşlar benim. Onlara taş atmayın, bacaklarını kırarsınız! diye bağırdı. Çocuklar Azer'in 'benim' demesine güldüler. Onunla dalga geçenler bile oldu: "Nasıl yani benim! Nereden tanıyorsun. Nereden anlayalım senin olduğum.ı. Hepsi aynı renkte, aynı ölçüdeler. Şimdi senin olup olmadığını anlarız", dediler. Azer'in bağırtısına, bazı leylekleri sahiplenmesine al­ dırmayan çocuklardan bir kısmı bilhassa Azer'in gösterdiği kuşları nişanlayıp taşladılar. Leylekleri korkutup adadan uçurdular. Sürü havalandı. Azer'in benim dediği kuşlar 14

ise


çok yükselmediler. Alttan uçtular, yanın daire çizip sürü­ den ayrıldılar. Köye doğru uçtukları zaman, çocukların söyleyecek sözleri kalmamışb. Haylazlık yapanlar, tartışan­ lar seslerini kesiverdiler. Sonucu beklediler. Gerçekten de onlar Azer'in leylekleri çıkh. Kuşlar okulun hizasına yetiş­ tiklerinde kanatlarını kısıp her taraftan yeşil gövdesi avuç içi gibi görünen yüksek kavak ağacının tepesindeki saca benzer yuvalarına kondular. Azer'in 'leylekler benimdir' sözüyle dalga geçen, tarbşan çocuklar hicaplanndan bo­ yunlarını büktüler. Gözleri yere dikildi. Arkadaşları bu cümbüşe ortak oldular, tanıma yetisi için Azer'i alkışladılar, aferin dediler ... Nehir kıyısı artık iki sene olmuştu ki, eğlence yüzüne hasretti. Çocuklar da buraya yabancılaşmağa başlamışlardı. Bu yıl da nehir kıyısının hatıralarda kalacak, anılacak yazı olmamıştı. Yazın sıcağında burada kahkaha sesleri daha çoğalacağına tamamen kesilmişti. Yazlan ata yurduna, memleketine akın eden şehirli çocukların ayaklan da köy­ den neredeyse tamamiyle dönmüştü. Her sene, yaz sıcakla­ rında çocuklarını asfalhn yakıcı ateşinden, kirli çevrenin soluk kesen havasından, egzozundan, dumanından, isin­ den, sivrisineğinden köye kaçıran şehirli anne-babalar, da­ ha kesin dersek, hayat düzenlerini Surngayıt'taı kurmuş Gubadlılılar2 Karabağ savaşı başladığında geleneklerine vefasız çıktılar. Endişeden, meraktan kurtulamadılar. Günı

SSCB devrinde çok sayıda kimyevi madde imal eden fabrikaları

2

Şimdi Ermeni işgalinde olan bölgemiz.

olan ve başkent Bakil'yle neredeyse birleşmiş bir şehir.

15


leri korku, telaş içinde geçti. Sıkıntılıydılar. Hocalı3 soykı­ nmından sonra endişeleri daha da arth. Arhk kendi çocuk­ larını bile köye götürmüyor, tam tersine savaş yoğunlaştığı, çatışmalar devam ettiği vakit köydeki akrabalarının çoluğunu-çocuğunu şehre, yanlanna aldılar. Laçın, Şuşa işgal edildikten sonra Errnenistanla yüz yüze kaldı Gubadlı. Cebrayıl'ın arkadan yediği darbeyle işgal olunması hem yardıma gelmiş şehirlilerin, hem de yerli halkın yurdunu­ yuvasını müdafaa etmek, düşmandan korumak hırsını kır­ dı, umutlarını yıktı. Tehlike son haddine ulaşıyordu. Gubadlı'nın kuşatma çemberi daraldıkça Bergüşat ve Hekeri nehirlerinin her iki kıyısındaki köylere her iki taraftan atılan top mermilerinin, füzelerin gürültüsünden kulaklar sağırlaşıyor, yer-gök titri­ yordu. Evleri oyuncak top gibi atıp tutuyor, ağaçları kö­ künden silkiyor, kocaman kayalan yerinden, dağları teme­ linden oynatıyordu. Ağustosun ikinci haftasının üçüncü günü, sabah sabah Azer uykudan kalkıp leyleklerini yuva­ lannda göremedi. Nereye ise uçup gitmiştiler?! Bilen yoktu. İnsanlar Azer'in gözüne bir tuhaf görünüyorlardı. İki gün sustu. Üçüncü gün kendini tutamayıp sordu. Ona yanıt veren olmadı. Umudu dedesineydi: "-Leylekler nereye uçup gitti, dede?" diye sordu. Dedesi üzüntüyle cevapladı: "-Banş, mutluluk olan yere, yavrum. Bu kanşıklıkta ap­ tal değiller ki, burada kalalar. Biz kendimizi savunamıyoErmenilerin halkının çoğunu katlettikleri Karabağ bölgesinde bir şehir.

16


Bu kuşları kan içen Ermenilerden kim koruyacak? Kendileri her halde her şeyi anlamış olacaklar ki, uzaklara ruz.

uçtular. Vaktinde davrandılar, şanslılar .... " "-Ermeniler kötüler, değil mi, dede?" "-Ermeniler bizim düşmanımız, yavrum. Bu aşağılıklar beş yıldır yiyip içtiğimizi zehir ettiler bize. Vaktiyle onları hizmetçi olarak kabul ettik. Yer-yurt verdik onlara. Sofra­ mızın ekmeğini bölüştük. Gözlerinden gelsin yaptıklarımız. Azıp sahibine havlayan köpekler gibi şimdi onlara yardım edenlere, kucak açanlara, arka çıkanlara karşı nankörlük ediyorlar. Ekmek, giyecek verenleri dişliyor, ısırıyorlar. Huzurumuzu elimizden aldılar. Görmüyor musun, onl� yüzünden kuşlar da sıcacık yuvalarını terkettiler! Uçup gitmişler savaş olmayan yerlere!... " Köy halkı ne yapmaları gerektiğini daha arayıp, araşh­ ramamıştı. Bir şey söyleyen de yoktu. Yüzü asık, suratsız insanlar bhbirine küs gibi dolaşıyor, telaşla geziyorlardı. Bir aşağıya, bir yukarıya yürüyorlardı. Ne olursa olsun Gubadlı'nın işgaline inanasıları gelmiyordu. Savunulacak­ lanndan da tam emin değillerdi. Her halde ailelerini güven­ li yere taşımak kaçınılmazdı. Ermeni saldırısı kaçınılmazdı. Leyleklerin uçup gitmesinden tam bir hafta sonra Azer de kardeşi Hazar'la birlikte şehre, amcalarına yolcu edildiler. Aradan beş gün geçer geçmez, öğle saatlerinde Ermeniler top, tank mermilerinin ateşi altında Geyen boyunca Gubadlı'nın nehir kıyısındaki köylerine sokuldular. Onlar köyün başından ateş açtıklarında dede kırda sığır otanyor­ du. Yapabileceği ancak kaçmaktı. Bahçe kapısından girer

girmez onu bekleyen, çal�!r .haldeki· arab_a nateket �ndi.

t .r

!".'!.

·111.

�· .

�tj�l· .. ,::.�:-. .. --

'

·

·

.

_f

..

_

'

--

-

J ·,

17


İkinci kata çıkmaya bile fırsat bulamadı. Ayağındaki boğazı kesik lastik ayakkabıyla koşarak giden arabaya zor atladı. Dedesiyle görüştüğünde Azer'in ilk sorduğu mor çebi­ ci, kendisinin saydığı kuzunun, buzağının nasıl olduğu, nerede ve kiminle kaldıkları idi. Dede de torununa kesin, kısa ve açık bir yanıt verdi: "-Neyin vardı, neyimiz vardıysa, hepsi Ermeniye kaldı, yavrum." Dede işaret parmağım ağzına sokarak sordu ve ağzın­ dan çıkarıp torununun gözünün önünde dimdik tuttu: "-İşte böyle çıktık, çırılçıplak. Nemiz var, nemiz yok Ermeniler yiyecek, üzerine de hazır dut arağından4 içip zıkkımlanacaklar, yemediklerini de toplayıp babalarının malı gibi götürecekler. Bu Ermeni piçleri yüz yıllık malları­ nı evlerimizden taşıyacaklar. Gavur sabırsız olur. Bari evle­ rimizi yakmasalar." Azer'in sesi titredi, hıçkınkla sordu: "-Evimize ne zaman döneceğiz, dede?" Dede bir anlığa durdu. Torununa ne söyleyecekti? Yut­ kundu. Bir şey arıyormuş gibi daldı. Torununun umudunu kırmak istemedi. Teskin edici gizemli bir cevap verdi: "-Leylekler yuvalarına döndüğü zaman, yavrum." "-Leylekler yuvalarına ne zaman dönecekler, dede?" Dedenin söz kervanı yine durdu. Bu defa belirsizlikten kurtulmak istedi, gözleri yaşla dolmuş halde söyledi: "-Onu gökteki Adam bilir, yavrum. Dede başıyla gök­ yüzüne işaret etti. O Adama da kimsenin eli yetişmiyor, 4

18

Duttan yapılmış alkollü içesek.


sesi gitmiyor. Kendisi bize acısın, yüzümüze bir kapı açsın. Kısmetse döneriz, yavrum. Bizim işimiz Ona, bir Allah'a kalmış." Azer sustu. Masum masum kendi kendine konuşan, gözleri dolmuş, yüzü bembeyaz olmuş dedesine baktı. To­ runun o günden başlayarak kalbi kınldı, dedesine bir şey sormadı. Soru sormak hevesi öldü bile. Dede de, torun da bir süre birbirine karşı soğuk davrandılar, serin durdular. Dargın gibi oturup durdular. Azer dört ayaklılardan, kazla­ rından, tavuklarından umudunu kesti. Her gece rüyasına giren yalnız evleri, bir de gözlerinin önünden çekip gitme­ yen, kavak başında kararan, kulağına gürültüsü tef gibi gelen, beyninde yankılanan sac yuvalar oldu. Geceleri rüya­ larında sayıkladı. Köylerini özledi. Bir de sağ-salim bir yer­ lere uçup gitmiş uzun bacaklı, uzun gagalı, eğri boyunlu barışsever leylekleri özledi. Bazen öğlenleri yürüdüğü, git­ tiği, oynadığı yerde bile uykudaymış gibi sayıkladı; kendi kendisine elleriyle, kollarıyla konuştu. Leyleklerle konuştu. Ona güldüler. Konuşmasın, bir şey söylemesin, diye kendi­ sini ne kadar zorlasa da başaramadı. Sorduğu sorular da, aldığı yanıtlar da tekrarlandı. Dede de, torun da aynı soru­ lardan ve yanıtlardan bıkmıştı. Kalplerine iz salmış göçkün sözünden, göçkünlük hayatından her ikisi korktu. Yine de bir ara sustular. Günlerini saydılar. Fakat sussalar da, geçen her gün, her saat, her an Azer'i düşündüren ve şaşırtan, ne kendisinin, ne de dedesinin yanıtlayamadığı bir soru vardı. Bu soru huzurunu bozu­ yordu. Azer onu düşündüren ve şaşırtan bu tek soruyu sadece gökteki göze görünmez Allah'a sormak istiyordu. Ondan başka kimseden yardım gözlemenin yahut herhangi 19


bir şey sormanın, sorusuna cevap beklemenin bir anlamı yoktu. Ne aklına yatkın cevap alabiliyordu, ne de susabili­ yordu. Her sabah yerinden kalktığında alışıldığı üzere yü­ zünü göğe çevirip Allah'a sorusunu tekrarlıyordu. Aslında ise her gün, her saat dipsiz maviliğe doğru yüzünü dönerek kendi kendisine fısıldıyordu: Leylekler yuvalarına dönecek ..1 nu·7

Fı�ıltısını bir tek kendisi duyuyordu, bir de göklerde mesken tutmuş, yetki sahibi Ulu ve Yüce Yaradan. Sorusu­ na asum,mdan, gizemden hala daha yanıt alamamıştı. Gök­ ler sesi çekiyordu, yankısı ise gelmek bilmiyordu. Gelmek bilmiyordu...

20


SAKAT EŞREF'İN KAHRAMAN LiGi Ermeni piçinin önünden Türk hiç kaçar mı?

1993 yılının 25 Ağustosunda, akşama doğru Ermeniler Tumas Ata dağının güneyindeki Tumas oymaklanna sal­ dırdıklarında, kuzeydeki Kazanhan obasının Kazanzemi köyünde kargaşa çıktı. Ordunun savuruna mevkilerini bı­ rakıp kaçması, durumu daha da vahimleştirdi. Ortalık ka­ nştı. Halk varı-yoğunun ele geleninden taşıyabildiği, yaru­ na alabildiği kadarını yüklenerek yola düşmüştü. Önüne gelen hayv anını alarak köyden çıkıyordu. Dünyanın sonu, ahiret günü gelmişti sanki ... Sakat Eşref yürüyemiyordu. Eline bir bohça alacak ka­ dar bile hali yoktu. Bir tek güvencesi vardı, o da polisten sakladığı eski av tüfeğiydi. Her ihtimale karşı, kayışının yerine ip bağladığı tüfeğini omuzuna geçirdi. Çoluk­ çocuğunu kendisi yüzünden yoldan geri kalmamaları için tembihledi. Onları da kaçanlara kattı. Kendisiyse koltuk değneğinden sallanarak halkın arkasınca yürüdü. Halk, güneş daha kavurmadan, henüz işgale uğramayan Hekeri boyu köylere çekildi. Kendilerini herhalde düşman elinden kurtulmuş sanıyorlardı. Eşref ise güneş bayağı yükseldi-

21


ğinde, nefesi tıkanmış halde oraya vardı. Yorgunluk onu bitkinleştinnişti. Azacık dinlenmek, nefes almak için yere· oturdu. Sırtını yol kenanndakı taşa yasladı. Aşağı Tumas'ta yanan otlara, dumanı göğe çıkan evlere bakınca bağrı yanı­ yordu. Çok yakınında çocukların, büyüklerin feryadı geli­ yor, silah sesleri duyuluyordu. Açıklığa çıkmak veya avuç içi gibi görünen ana yola iıunek tehlikeliydi. Tehlikeden kurtulmak için yakındakı üzüm bağlarına girme kararını verdi. Geç kalamazdı. Güneş yükseldikçe çatışma şiddetle­ niyordu. Barut, yanık kokusu bumunu gıcıklandırıyordu. Vakit dolmadan kalktı. Taştan uzaklaşmak istediğinde 'Eş­ ref dayı, bana yardım et, Eşref dayı!' sesine irkildi. Ses ona tanıdık geldi. Bağıran, Eşreflerin yakından akrabaları, Aşağı Tumas'a gelin gitmiş Gülenuşağı'ndan olan Güldeste'nin kızı Gonca'ydı. Kız bağa doğru koşuyordu. Eşref'i görünce tanımıştı. Bir azgın Ermeni piçi elinde silahı kızın arkasınca koşuyordu. Onu takip ediyor, canlı ele geçirmek istiyordu. Eşref sakatlığına rağmen hemen atıldı. Tüfeğini omuzuna alıp taşın arkasına yattı. Taş çok küçüktü. Şaşıra­ rak yönünü değişen, ona doğru koşan kıza bağırdı: 'Yav­ rum, yönünü değiştirme, bağa doğru koş'. Azgın Ermeni şaşırmıştı. Domuz gibi tıslıyordu. Köpek gibi dili ağzından bir karış dışarı sarkmıştı. Yetişe­ meyeceğini görüp koşan, bağa girmekte olan kıza arkadan nişan aldı. Eşref kendini tutamadı. Tüfeğinin kundağını göğsüne dayayarak yüksek sesle bağırdı: 'Ulan gavur, ıtoğlu it, erkek adam kıza kurşun sıkar mı?' Tetiğe bastı. Ermeni tüfeğinin namlusunu Eşref'e doğru yöneltmeye vakit bile bulamadı. Arunp düştü. Kocaman dut ağaa gibi yere seriliverdi. Eşref yardıma gelen Ermenilerle çatışıyor-

22


du. Yaralannuştı. Ağzından gelen kan damlaları göğsüne damladıkça dağılıp gül şeklini alıyor, teri kanına bulaşıyor­ du. Göğsü çiçek çiçekti. Halsiz düşse de, hayatının son an­ larını yaşasa da acımıyordu. Öfkelenmiyordu. Yüzünde güller açıyordu. Üç düşmanı yere sermişti. Gonca kurtul­ muştu. Eşref hayatı pahasına kızı ölümün pençesinden kur­ tardığı için· huzurluydu. Ruhunun Tannnın katına yüksel­ diğini görüyordu. İçin için gülüyordu ... Hava karardığında ortalık sakinleşti. Sürünerek olay yerine giden akrabaları Eşrefin delik deşik edilmiş, parça parça olmuş, tanınamaz hale getirilmiş bedenini çarşafa sarıp Hakeri kıyısına indirdiler. Ertesi gün onun naaşıru Yusufbeyli mezarlığında gömdüler. O gün herkes Sakat Eşrefin kahramanlığından konu­

şuyor, kansız, zalim Ermenilere beddua ediyor, lanet yağdı­ rıyordu. Gonca'ysa bir tarafta için için hıçkırıyordu. Nereye bakıyordusa, -yere, gökyüzüne, taşa, duvara, her tarafta­ kurtarıcısının, Eşrefin nurlu yüzünü görüyordu. Kocaman alnı, pala bıyıklan, sarkmış yüzü gözünün önünden gitmek bilmiyordu. Elleri yüzünde kalmıştı Gonca'nın. Yanağına süzülen boncuk boncuk gözyaşı taneleri durmak, kurumak, bitmek bilmiyordu. Sildikçe arkası geliyordu. Damlaya damlaya göl olup taşıyordu ...

23



ŞÖHRET'İN YEMİNİ Adem evladının bininden dokuz yüz doksan dokuzuna nasip olmayan ilk aşkına kavuşma mutluluğuna erişmişti Şöhret. Fakat bir taraftan veren Allah, diğer taraftan alır. Kan-kocanın çocuk görme arzusu gerçekleşmedi. Çocuk yüzüne hasret kaldılar. Evlatları olmadı. Genç yaşlarında Menzer'in defalarca ısrarına, "-Sonra pişman olursun, Şöh­ ret" demesine rağmen, Şöhret de ısrar etti, ikinci kez ev­ lenmedi. Tek olan Allah'a and içti: "-Bizi birbirimizden bir tek ölüm ayırır, Menzer." Evlat da edinmediler. Gerek bil­ seydi Allah bize çocuk verirdi zaten, dediler. İki bedende bir can gibi yaşadılar. Hep mutlu oldular. Birbirine danış­ madan, anlaşmadan hiçbir şey yapmadılar. Birbirinden habersiz bir adım bile atmadılar. Dillerine hiç acı söz getir­ mediler. Nasıl yapalım, ne yapalım tercihi karşısında çare­ siz kalmadılar. Dayanışma içinde, birbirine sadık, samimi yaşadılar. Ömürlerini boş uğraşılarla geçirmediler, hayatla­ rını yaşadılar, hoş günler geçirdiler. Fakat ölüm denilen o ayrılık kapıyı çalıyor, Menzer'in sayılı günleri yaklaşıyordu. Ahiret günü kapıya dayanmıştı. Adını dile getiremediğim.iz hastalık Menzer'i yataklara düşürmüştü. Menzer can veriyordu. Azrail'den aman dile­ miyordu. Hissettirmese de Şöhret'e verdiği azaplar yüzün25


den Allah'tan ölüm istiyordu. Tüm çilelere dayanan Şöhret ise Menzer'siz kalacağını düşündükçe, Menzer'den önce neredeyse kendisi ölüyordu. Düşündükçe deliriyordu, yal­ nızlığa dayanacağını, Menzer'siz günler geçireceğini aklı alnuyordu. Bir taraftan da yaklaşmakta olan Ermeni tehli­ kesi onu tedirgin ediyor, kafasını karıştırıyordu. Bu uygun­ suz, sıkışık zamanında ne yapacağını, nasıl davranacağını şaşırmıştı. Düşünmekten az kalsın aklı şaşıyordu. Ermeniler köye dolduklarında Şöhret kefen arayışın­ daydı. Mağazaya çıktığında gözlerine inanamadı. Fırsat bulan köylüleri vurdumduymazlıkla köyü terk ediyorlardı. Tezgahtar Cabbar herkesten çabuk davranrnışh. Zaten son zamanlar hep boş olan mağazada olan-kalan devlet malını da zimmetine geçirip ortalıktan kaybolmuştu. Şöhret ortalı­ ğın ana baba gününe döndüğü bu günde ne yapacağını iyice şaşırmıştı. Çaresizdi. İnsanların feryadı, arabaların gürültüsü köyü sarmıştı. Tüm ara yollar, yukarı mahallenin meydanları toz duman içindeydi. Füze düşmüş evler tütü­ yordu. Köyün yukarı tarafından çatışma sesleri geliyordu. Ortalık karışmış, herkes can havliyle kaçıyordu. Can paza­ rıydı. Akrabalar, kardeşler yabancı gibi davranıyor, kardeş kardeşi aramıyor, komşu komşudan habersiz taşınıyordu. Kimse malını düşünmüyordu. Halk sağ-salim kurtul­ mak için pürtelaş, palas-pandıras, yalın ayak yeşilliği Arazbasar' a dek uzanan üzüm sıralarının aralarına sokulu­ yordu. Şöhret'e rastlayan herkes onu uyarıyordu: "-Be ka­ dın, Menzer zaten ölü, bari kendine, canına kıyma. Kalıp da yalnız başına ne yapacaksın?! Kaç kurtul. Gavur eline geç­ me. Azgınlar zaten dinden insanlıktan çıkmışlar. Başına bin türlü oyun getirirler. Allah korusun, rehine alırlar seni. Seni

26


arayacak çoluk çocuğun da yok ..." Bu sözleri duymak onun için çok zordu. Sözler içine işliyor, kalbini kırıyordu. Köylülerince düşünülmeden söylenen bu sözler içini parça­ lıyor, kalbine dokunuyordu. Menzer olmadan nasıl kaçabi­ lirdi?! Menzer'i gömemeden nereye gidebilirdi?! Gömse bile mezanru düşmana bırakıp nasıl giderdi?! Kimseden bir şey umduğu da yoktu. Kimseye danlmıyordu da ... Yoksa arabası olan kendi akrabalarını, maluu bırakıp Merzer'in cenazesini mi alacaktı? Vallahi, kimse de kınanılacak değil­ di. Günahlı-günahsız herkesin canı tatlı. Denize düşen yıla­ na sarılır. Şöhret zaten isteseydi Menzer'ini sırtına alıp kaçı­ rırdı. Fakat canıyla uğraşan insana üstüne üstlük işkence vermenin ne anlamı vardı? Şöhret düşünceli düşünceli, hali perişan yokuşu çıkıp pınara doğru indiğinde, köye doluşmuş Ermeniler aniden arkadan onu kurşun yağmuruna tuttular. Kafasuu topladı­ ğında çevresini toz duman sarmışh. Kurşunlar ona isabet etmediği için şanslıydı. Belki de Ermeniler onu canlı yaka­ lamak istiyorlardı. İki iri yarı Ermeni ellerinde makineli tüfekle yanlarındaki başı bereli kızla sokağı geçip Şöhret'in arkası sıra geliyorlardı. Şöhret sokakla kaçmanın tehlikeli olduğunu görüp ıssız bahçelere daldı. Ermeniler 'dur' de­ dikçe süratini artırdı. Durmadan, arkasına bakmadan koştu. Arkadan vurabilirdiler. Yılan gibi dolana dolana koşa­ rak hedeften kaçıyordu. Bazen ağaçların altıyla, bazen da zikzak sıçrayışlarla pusulardan sıyrılıyordu. Saklanıyor, böylece o çitten atlayarak geçti. Son anda Menzer'ine yetiş­ ti. Ermeniler onu izliyor, avlarını bırakmak istemiyorlardı. Şöhret durumun vehametini anlıyordu. Merzer'siz bir ha­ yat istemiyordu. O da Menzer'inin yanında kalmak, onunla 27


birlikte ölmek istiyordu. Ama sıradan bir ölüm istemiyor­ du. Gerçek· bir erkek gibi savaşmalı, düşmandan öcünü almadan ölmemeliydi. Vaktiyle Laçınlı göçmenlerden ele geçirdiği makineli tüfeği sakladığı yerden çıkarıp ayarını yaph. Menzer'in son ışıkcığı kalmış gözleri Şöhret'e dikilmişti. Şönret ona eliyle "bir şey yok" işareti vere vere hızla yan taraftaki camın kenarına yaslandı. Ahşap sandalyenin altına çöktü. Tüfeği­ nin namlusunu demir parmaklıklardan çıkarıp sokağın ana yola kavuşan tarafına yöneltti. Onu izleyen silahlı iki Er­ meni hiçbir şeyi umursamadan kapılarına doğru geliyordu. Bereli kız da arkalarından geliyordu. Ermeni askerleri köy halkının silahsız olduğunu görünce, galiba rahatlamışlardı. Şöhret nefes alıp bekledi, Ermenilerin yakınlaşmasına mü­ saade etti. Birinci Taşnağı nişan aldı. Kurşun tam alnına isabet etti. İkinci Taşnağı iyice sıkıştırmıştı. Şöhret'in yerini belirlemeğe bile fırsat bulamadı. Geriye döndü. Bağıra bağı­ ra yüzü yukarıya fırladı. Şöhret onu da ensesinden vurdu. Döğü.şen kız ortalıklarda gözükmüyordu. Herhalde telsizle olay yerine yardım çağırmışh. Beş dakika geçmeden sokakta bir gürültü koptu. Kocaman göv­ deli bir tank sokağı dönüp pencereyi hedef aldı. Ölümün besbelli yaklaştığını duyan Şöhret tüfeğindeki kurşunların hepsini tankın üzerine boşalth. İlk mermi evin çatısını götürdü. Tüfek susunca ikinci mermi pencere demirlerine değip patladı. Ev yerinden oy­ nadı. Şöhret bir tek havada uçtuğunu hissetti. Öndeki, yüzü kıbleye dönük pencerelerin ara duvarlarına değip başı üs­ tüne yere düştü. Bayıldı. ..

28


Menzer'in 'canım, canım' fısıldamasıyla kendisine gel­ di. Bacakları onu dinlemez olmuştu. Misketler kemiklerini delik deşik edip karın boşluğuna dolmuştu. Elleri Menzer'in ranzasının ayak ucuna zor ulaştı. Demir ayak­ lardan sıkı sıkı tutup kendisini Menzer'e doğru çekti. Yarım metre anca sürünebildi. Ses verdi, ses aldı: -Şö·hret . . . " "-Canım ..." il

İkisi de sustu.

Şöhret uzanarak başını kaldırıp

Menzer'in yatağının üstüne koydu. "-Menzer. .. " "-Canım..." Bir ara sesler duyulmaz oldu. Bu arada ses dalgaları duyulmamakta olan 'canım, canım' fısıltısını oda kadar beşikte sallandırıyordu. Dudaklar 'canım, canım' hareketiy­ le kıpırdıyor, can canı, nefes nefesi, kalp kalbi söz düğü­ müyle çekiyordu. "Canım, canım" fısıltısı araya köprü kurmuştu. 'Canım canım' köprüsü üstünde taban tavana kavuşuyordu. Taban, tavan kirişleri, alt, üst tahtaları ateş alıp 'canım, canım' türküsünü tutuşturuyordu. Alevler evi sarmıştı. Pencere başlıkları uçmuş, evin bir tarafı çökmüştü. Şöhret gözlerini 'canım, canım' türküsüne açıp Menzer'e her baktığında onun didesi kaybolmuş gözlerinde hayat işaretinin son izlerini görüyordu. Ölüm karanlık kuyuya benzer örtüsünü sallayarak ejderha nefesiyle Menzer'i içine çekiyordu. Şöhret yerinde kıvrılıyordu. Son bir çabayla kımıldayıp kanlı parmaklarını ileri uzattı. Menzer'in gözle­ rini kapatmak istedi. Eli dudaklarına ancak ulaşabildi. Ale­ vin çatırtısına ürperdi. Vücudundan sel gibi akan kan yerde akıyor, sıcaktan pıhtılaşamıyor, serap gibi buharı görünü29


yordu. Kan bir yerde birikiyordu. Aleve kavuştukça kızıl kan sıvısı közeriyor, kavruluyor, cayır cayır yanıyordu. Alevi mıknatıs gibi çekiyordu. Alev dilimleri kirpiklerini yaktığında Şöhret son inadıyla ondan uzaklaşmak istedi. Tüm kuvvetiyle geri çekilip kalktı. Hemen de yere yığılı­ verdi. Başı Menzer'in göğsüne düştü. Bayıldı .... 'Canım, canım' türküsüne bir tek ev değil, sanki tüm dünya alevler içinde yanıyordu. 'Canım, canım' türkii};üne bedenleri bırakan ruhlar birbirilerine sanldı. Saç gibi örüle­ rek kayboldular. Semaya yükseldiler. İçeride ise insanoğlu­ nun kokusuna hasret bir yanan bir evin kıvılcımlan ara vermeden çevreye düşen bahar yıldmmına dönmüştü. Ca­ yır cayır yanıyordu. Tabanla tavan arasında yalımlar yük­ seldikçe yükseliyordu. Kıvılcımlan havai fişekler gibi şa­ kırdıyordu. Saçak saçak at yelesini andıran kan renkli ya­ lımlar Şöhret'in, Menzer'in açık kalmış gözlerine yansıyor­ du. Şafak saçıyordu. Ölüm silkiniyor, camlaşmış gözlerin billur aynasında şimşek gibi kırbaçlarını şaklabyordu.

30


BAGRIKAN DAGI Karabağ'a sonradan gelme Ermenilerden olan Verent meliği Şahnazar işgüzar, şeytana pabucunu ters giydiren fena bir adamdı. İbrahim Han'ın gözüne girmeden sağ kalmanın, Hanın yanında öbür meliklerden üstün makama erişmenin, üstünlük sağlamanın mümkün olmadığını bili­ yordu. Bu sebeple, İbrahim Han ile akraba olmak için yap­ madığını komuyor, kılıktan kılığa giriyor, kısacası, ona ya­ kın olmak için yırtınıp duruyordu. Sonunda muradına erdi. Kızı dünyalar güzeli Hürzat Hanımı İbrahim Han ile ev­ lendirdi. Bu evlilikten sonra rahat bir nefes aldı. Kızının elinden su alıp içen Hanı artık kendi safında görüyordu. Tahmininde yarulmamıştı. Bir cilve kurusu olan Hürzat Hanım tatlı dilini, kurnaz kafasını çalıştırmaya başlamıştı. Harun damarına girip onun gözdesi olması pek uzun vakit almadı. Abisi Cemşit'i de kendi yanına yerleştirdi. Cemşit babasından da, bacısından da zeki ve kurnaz bir Ermeniydi. Saraya ayağı değdiği günden itibaren Hana yaltaklık etme­ ye başladı. İyi davranışı, tatlı dili, güler yüzüyle İbrahim Han'ın aklını öyle çeldi ki, Han onu gözünün nuru sandı. Ona meliklik payesi verdi. Gününün çoğu vaktini Hürzat Hanımla geçiren İbrahim Han hanlığının tilin sorunlarının çözümünü de kaynına bıraktı. Kısacası Melik Cemşit yetki 31


sahibi biri oluvermişti. Han sarayının sadece günlük işlerini değil, hanlığın divan işlerinin denetimini de eline aldı. Ma­ kam sahibi, kendisini hana dost gibi gösterdikten sonra, rahat rahat düşmanca çalışmalarına başladı. Melik Cemşit Çar hükümetine muhbirlik ediyordu. Da­ ima kardeş hanlıkların arasını açmaya çalışıyordu. Türk kanı dökmeye hazır generaller yetiştirmek için gizli yollarla St. Petersburg' a, Çarın makamına Ermeni asıllı çocuklar seçip gönderiyordu. Onun sayesinde bir avuç göçmen Er­ meni Karabağ' da at oynahyor, dikkafalılık ediyorlardı. Me­ lik Cemşit'in dönekliği ve ihaneti sebebiyle için için hanlı­ ğın her işine engel olmasını anlayan, farkına varan kimse yoktu. Bir gün o, yakın akrabası olan muhtar Avan'ın kula­ ğına kısa zaman sonra Rusların Karabağ'ı ele geçirecekleri­

ni fısıldadı: "-Hanlığın yerinde Hıristiyan devleti kurula­ cak. Karabağ olacak bizim. Şuşa'da Rus ordusu tutulacak, Ermeni ordusu oluşturulacak. O güne şimdiden hazırlan­ mak, hazır olmak gerek." Muhtar Avan Melik Cemşit'in tavsiyesiyle muhtarlığı bıraktı. Oraya sonradan gelme olmasına rağmen, yerli halkı rencide etmeye başladı. Kimsenin dikkatini çekmeyen, uzaktan bakıldığında ormanın yüksek ağaçları arasında sivri tepesi zor seçilen, Şuşa'nın güneyindeki, dibine ayak değmemiş dağı kendisine gizli mesken seçti. Kaya altında yaptığı askeri eğitim toplantılarına birçok Ermeni topladı. Nankörlerden azgın, başkesen, eşkıya çeteleri oluşturdu. Türk olana düşman kesildiler. Kendisinin de bir tutkusu vardı. Türk kanı içmek, içirmek ona zevk veriyordu... Muhtar A van bu suç yuvasında sık sık eğlence, keyif meclisleri teşkil ediyordu. Odun için etrafdaki ormana gi32


denler arasından rehine aldıklarını, yitirdiklerini arayanlar­ dan, kimsesizlerden, özürlülerden ele geçirdiklerini hiçbir zaman sağ bırakmazlardı. Elini kolunu bağlayarak kaya dibine götürürlerdi. Yiyip içmenin en tatlı yerinde Muhtar Avan avını soyundurarak yüz üstü yere yatırırdı. Sonra o çok sevdiyi iblis oyununa başlardı. Avını bağırta bağırta boynuzdan yapılmış bıçağının sivri ucuyla sırtının etinden başlayarak iki taraftan birbirine paralel iki çizik atardı. Omurganın en ucundakı çiziği yere eğdirdiyi palamut dalı­ na sıkıştırarak bıraktırırdı. Kuvvetli, gerilmiş dal hızla yu­ karı kalktığında adamın derisi boynuna kadar soyulur, ba­ ğırtısı dağda-taşta yankılanır, feryadı yeri-göğü tutardı. kurbanın feryadını duyarun, görenin, bilenin bağrı yanardı. Göğsü dağlanır, içi kan ağlardı. Fakat çaresizlerin şikayeti İbrahim Han'a bir türlü ulaşamazdı. Çünki arada Melik Cemşit vardı. O divana şikayete gelenleri yan yolda engel­ lerdi. Her birini bir mazeretle aldatıp, uğurlardı. Aldatıp geri gönderdiklerinin parmak bastıkları dilekçelerini ise Hana ulaştırmak yerine yırtıp atardı. Yırtılmış şikayet di­ lekçelerini rüzgar kelebek gibi ormanlara savururdu. İbra­ him Han soydaşlarına yapılan işkenceleri görmekten, çek­ tikleri acılan duymaktan uzaktı. Hürzat Hanımın tadından doymak, okşamalarından ayrılmak, ateşli nefesinin doku­ nuşundan ayrılamıyordu. Han gün gelecek sevgili kaynının eniştesinin de pabucunu dama atacağından habersizdi. Bir gece içinde yakınları, misafirleri ve ailesiyle beraber İbra­ him Han'ın ölümüne ferman verecekti. Hanedanın külünü göğe savuracaktı. Melik Cemşit vüzüne güle güle Hanın ocağını söndürüyordu.

33


O zaman İbrahim Han'ın adaletinden umudu kesilen soydaşlarımız ona arka dönüp yüce Rabblerine tutundular. Haksızı Allah'a havale ettiler. Haksızlığın, işkencenin şahi­ di olmuş adsız dağa ad verdiler: Bağnkan dağı! Günahsız insanların feryadından kor kor olmuş Bağnkan dağı sağır­ lıktan, dilsizlikten bıktı, dağlıktan çıktı. Taştan yüzünü yo­ sunlar kapladı, eteği basamak basamak yosun tuttu. Dili ağzı olsaydı kim bilir neler söylerdi Bağrıkan dağı. İnsan gibi görür gözü, duyar kalbi, konuşur dili olsaydı bir efkarlı destan derdi. Muhtar Avan'ın başına taş, kaya yağdınrdı. Ermeni vahşetini tüm aleme duyururdu. Yanar kalbi yanar dağ oluvermişti. Dilsiz, ağızsız Bağrıkan dağı insan gibi konuşamasa da, insan gibi sarsıldı. Taştan dudakları yedi yerden çatladı. Utancından dimdik başı yedi arşın aşağıya, göğsünün üstüne eğildi. O gün bugün hasretle Türkün ebedi düşmanından intikam alacağı günü gözledi. Bağrıkan dağı hala ahirete bile kalmayacak o intikam gününü bekliyor. Bekliyor ki, o günü görsün, o günü yaşa­ sın. Derinden içini çeksin. İçinde birikmiş feryadı dışarı döksün. Kendisinde kuvvet bulup eğilmiş başıru kaldırabil­ sin. İki yüz yıl bundan evvelki kametini, neş'eli günlerini geriye döndürsün. Özüne dönsün, kendine gelsin. Hakkın şaşaasına o da tanıklık etsin, zaferimizi kutlasın. Sonunda güven dolu günleri geri dönsün. Gururlu bir hayat sürsün.

34


SAGGARSU VAVEYLASI Bakü'de, Şuşa'da yaptıkları katliamlara göre hak ettik­ leri

cezayı

alan

Taşnaklar

şimdi

tüm

dikkatlerini

Zengezur'a yönelttiler. Garbi Azerbaycan'ın yeşil çimli, bu güzel köşesine çoktan göz dikmişlerdi. Burasını da hayalen sınırlanru çizdikleri "Büyük Ermenistan" adlı devletin bir parçası yapmak istiyorlardı. Bu amaçla da Taşnaklar 1906 yılının 9 Ağustos günü Zengezur'un Okçuçay-Kafan dere­ sine saldırdılar. Tehlike altında kalan Okçu, Şebadek, Atkız ve Pirdavut köylerinin halkı bir araya gelmeye teşebbüs ettiler. İlk üç köyün halkı hem mukaddes ocaktan yardım dilemek, hem de Ermenilerin saldınlanru önlemeyi müza­ kere etmek üzere Pirdavut köyünde toplandılar. Burası çok kalabalıktı. Sanki tüm dere nüfusu buradaki Sekizinci İmam Rıza'run muhterem kardeşi Sultan Davut türbesinin ...

çevresine toplarunışh. Ortada derin bir sükut vardı. Dinlenilen ise ak sakallı ihtiyar Pirdavutlu Hoca Hasan Efen­ di'nin yürekleri hoplatan, hafızalara sonsuza dek kazınan mukaddes sözleriydi: "-Oğullarım, barışta barış, savaşta savaş yüce Rabbimizin biz müslümanlara hediyesidir. Hiç­ bir rezaletten, alçaklıktan çekinmeyen Taşnaklar üzerimize yürüyorlar. Unutmayın ki, düşman hançerinden korkan gözümüz ölümü, mal ve servetimiz yağmayı,

ana

ve kızla35


rımızın namusu kölelik, tecavüz ve hakareti görecektir. Atalarımızın uyuduğu kutsal toprağa düşen her damla ka­ nımızsa hiçbir zaman nesillerin hafızasından silinmeyecek­ tir. Yazıklar olsun o insanlara ki, düşman hançerine arka­ dan maruz kalsın!" Taşnaklar Okçu, Şebadek, Pirdavut, Atkız köylerine saldırdıklarında akıllarının ucundan bile geçiremeyecekleri bir mukavemetle karşılaştılar. Her dört köyün eli silah tu­ tanları yiğitlikle, kahramanlıkla savaşıyorlardı. Birkaç gün önce dinledikleri kutsal sözler gençlerin savaş hırsını bire on artırmıştı, kollarına kuvvet vermişti. Nefeslerinden od saçılıyordu. Dört gün süren savaşta Taşnaklar ciddi can kaybı vererek geri oturtuldular. Üstüne üstlük Ermeniler yaşadıkları Gicevan köyünü de boşaltmak zorunda kaldılar. Barış yolu kapanmıştı. Taşnaklann Tiflis'te yerleşen yönetiminin sabır taşı çatlamıştı. Bu yenilgiyle banşamıyor­ lardı. Duyduklarına inanmak bile istemiyorlardı. Yardıma Erivan'dan, İran'dan yedek silahlı eşkıya çeteleri gönderdi­ ler. Paralar istiflendi. Taşnaklar Zengezur ilindeki Kazak alayının kumandanını rüşvetle elde ettiler. Üstelik bir dağ topu edindiler. Taşnak-Kazak silahlı kuvvetleri Ağustos ayının 18'inden 19'una geçen gece Okçu-Şebadek dağına yürüdü. Okçu, Şebadek, Pirdavut ve Atkız köyleri bu defa kendi trajedileriyle baş başa kaldılar. Halkta topu topu bir­ kaç tüfek, birkaç yüz de yedek kurşun vardı. Tüfekler ara­ lıksız süren dört günlük çatışmada, özellikle de, Gigelan köyü uğruna yapılan gergin çarpışmalarda istifade edile­ mez hale düşmüşlerdi. Namluları şişip genişlemiş veya mermi yuvaları patlayıp dağılmıştı. Tüfek ve cephane için Araz kıyısına gönderilenlerse ümitsiz bir biçimde geriye

36


dönüyorlardı. Gurupların dördü de eli boş döndü. Umut verici hiçbir şey, bir söz bile getirememiştiler. Hatta imkanlı yerlerden y�dırn gönderileceğine dair kuru söz veren bile bulunmadı. Siparişlerini Araz'ın karşı tarafına gönderdi­ ler . .. Danışmak, teselli edici bir söz duymak, içlerini rahat­ latmak için halk yine de Pirdavut köyünde toplandı. Bu defa Hoca Hasan Efendinin evinde toplandılar. Yardımsız ve ümitsiz kalmış insanların sıfatlarından yorgunluk dökü­ lüyordu. Silahsız kalmış erler, erenler umutsuzcasına çaba­ lıyorlardı. Durumun ağırlığını anlayanlar arasında ağlayan­ lar, hıçkıranlar, feryat edenler vardı. Hoca Hasan Efendi 'Elhamdüllah'tan sonra ilk sözüyle onlara şöyle hitap etti: "-Ağlamak, kar:ılarla ses sese verip ağıt yakmak veya inlemeye başlamakta hiçbir yarar yok. Ağlamak adamı yı­ kar. Onu düşman önünde rezil eder, elini-kolunu bağlar. Ağlamaktansa soğukkanlı olmamız gerekiyor. Aklımıza güvenerek vaziyetten çıkış yolu aramalıyız. Bu yol olmasa bile yine de yolunu bulmalıyız . .." Ağlayanlar seslerini kesseler bile yerlerinden söz atan­ lar, itiraz edenler oldu: "-Ne yapalım, Efendi Dede, her yerden umudumuz ke­ sildi. Elimiz-kolumuz bağlı kaldı. Ağlamamız çaresizlik­ . tendir." 'O zaman ne yapalım?' sorusuna yanıt arayanların göz­ leri Hoca Hasan Efendinin ağzına dikilmişti. O ellerini göğe açh. Allah'a dua ettikten sonra konuya girdi: "-Oğullarım, biz savaştan kaçsak da, savaşsak da yine de felaketten kurtulamayız, bu bizim savaşımızdır, kader­ den kaçamayiz. Hücum edemeyiz, en azından nasıl savu37


nacağunızı düşünmeliyiz. Kuşkusuz, yann sabah erkenden Ermeniler köylerimize saldıracaklar. Köylerde kalırsak ta­ mamen mahvoluruz. Zaten bizim kadınlanmıza, çocukla­ rımıza

karşı Ermenilerin kalbinde damla kadar merhamet

yoktur. Biz hemen şimdi, gece gece köylerden çıkıp çevre­ deki kayalıklarda mevzi tutmalıyız. Ermeniler dağları terkedip köylere doluştuklannda yağmaya, çapula başla­ dıklannda belki bir fırsat bulur, başımızın çaresine bakarız. Kendimizi savuna savuna yukanlara doğru çıkabiliriz. Oradan da Ordubad tarafına geçeriz. Şüphesiz, bu zaman gavurlar bizi takip edecekler. Sakın yenilgiyi hissedince herkes birden savuruna mevzilerini bırakıp kaçmasın! Ka­ çışta cesur ve korkmaz gençlerden oluşturulmuş takımları öne çıkarmalıyız. Onlar düşmanı oyalamalılar ki, halkı ge­ riye çekebilelim. Başımıza ancak böyle bir çare kılabiliriz. Eğer bir kurşun mesafesi uzaklaşabilsek, böyle bir vaziyet olursa, gavurların elinden o zaman kurtulabiliriz." Gece geçiyordu. Hoca Hasan Efendi son sözünü Fatiha suresiyle bitirdi. Herkese 'Allah korusun!' dedi. Toplanhyı terk edenlerin gözünde artık bir umut kıvılamı beliriyordu.

O gece Pirdavut köyünün silahsız halkı, yaşlılar, çocuk­ lar, tek kelimeyle, yürüyebilen herkes köyün yaslandığı Saggarsu dağının eteğine çıktı. Kayaların arasını, mağarala­ rı,

oyukları kendilerine sığınak yaptılar. Eli tüfeklilerse is­

tihkarnlara girdi. Siper taşlarının arkasına yattılar. Maalesef, aptallık edip boşuna tuzağa düştüler. Tan attığında Taşnak-Kazak bölüğü birkaç top ateşi al­ tında köye girdi. Hiçbir direnişle karşılaşmayan silahlılar evlere sokuldular. İlk olarak evlerinden çıkamayan mazlum insanları katlettiler. Saggarsu ise savunuluyordu . . . 38


Saggarsu'yu kuşatmaya alamayacaklanru, birçok kayıp vereceklerini kesinleştiren Ermeniler hileye başvurdular. Sabah güneş doğmamışh henüz. İran'dan gelmiş silahlı Ermeniler ormana çekilip köyün doğusundan 'Ya Ali, Ya Ali!' nidalarıyla Saggarsu'ya doğru yürüdüler. Savunma­ dakiler tatlı Tebriz ağzından etkilenip kendilerinden geçti­ ler. Ermeni hilesine kapıldılar. Hep beraber 'Tebrizli gardaşlanmız bize yardıma geldiler!' diyerek istihkamlar­ dan çıktılar. Sevinç yaşlan dökerek kardeşleri sandıklan Ermenilerin önlerine çıktılar. Ansızın açılan ateşle göğüsleri dağlandı. Sevinç gözyaşları bir an içinde yüzlerinde dona­ kaldı. Yanaklarda boncuk boncuk taşa döndü. Öbür köy­ lerde de Ermenilerin hilesi tuttu. Okçuçay-Kafan deresinde vahşicesine bir Türk katliamı oldu. Yavrular 'ana!', analar 'yavrum!' diye feryat ettiler. Yaşlılar ellerini göğe doğru açıp Allah'tan imdat dilediler. 'Bu lanet olmuş Türkleri kırınız, doğrayıruz, dökünüz!' diyen Taşnakların vahşi ba­ ğırtısı Okçuçay-Kafan deresinde yankılandı. Ağlaşma sesi, çığlıklar dağlarda yankı yaptı. Kıran kıranaydı. Fırsat bulan kaçtı. Ermeni eliıi.e geçmemek için kızlar-gelinler kendileri­ ni dağdan, taştan, kayalardan, uçkunlardan attılar. Kendile­ rini mahvettiler. Saggarsu'yu kendilerine sığınak seçenlerden sağ kurtu­ lan 62 kadın ve 15 çocuk Hoca Hasan Efendinin çevresine toplandı. Hoca Hasan Efendi son çareyi düşmandan aman dilemekte gördü. O, elinde Mushaf-ı Şerifi tutarak, boynuna kefen dolayıp Taşnakların karşısına çıktı. Kutsal kitabı üç kez öpüp alnına koydu. Sonra Mushaf-ı Şerifi iki eliyle öne uzattı. Yüz�nü göğe doğru tutup şöyle dedi:

39


"-Bir olan Allah merhametli ve rahimdir. Yüce ve ulu Yaradanın büyüklüğü, birliği namına, mağdur kadın ve çocuklar için sizden imdat, merhamet, aman istiyorum . . . " Hoca

Hasan

Efendi

sozunu

tamamlayamadı.

Taşnakların çöl domuzuna benzer burnu olan çetebaşı tüfe­ ğinin süngüsüyle onun elinin altından öyle bir vurdu ki, parmaklarından ikisi koparak yere düştü. Kitap ise elinden kurtularak göğe fırladı. Yaprakları havada uçuşan Kitabı süngünün ucuyla paramparça etmeye başladı. Hoca Hasan Efendinin gözleri yuvalarından fırladı. Nurlu yüzüne du­ man çöktü. Halden çıktı. Gavur önüne Kitap çıkarmasını hata olarak değil de, küfür olarak gördü. Allah'ın önünde işlediği bu günah için kendini affedemedi. Kanıyla, canıyla, tüm varlığıyla Kitabı, yapraklarını gavurun darbesinden korumaya çalıştı. Göğsünü siper yapmaya çalıştı. Allahsızı uyardı: "-Gavur itoğlu, ne yapıyorsun?! Kuran-ı Şerife yan ba­ kan milletin sonu yok! Bu öfke, bu kin sizde oldukça, yarın­ lar için ümitlenmeyin! Her şeyin bir sonu var. Cenab-ı Hakkın izniyle bir zaman sizin de iziniz-tozunuz bu toprak­ larda kalmaz, inşallah!..." Belki de İncil-i mübareke bile imanları, inançları olma­ yan bu kansızların her biri bir taraftan Hoca Hasan Efendi­ nin üstüne kılıçla saldırdı, ona hançerlerini sapladı. İrfan sahibini doğram doğram doğradılar. Kıyma kıyma ettiler. Utanma nedir bilmiyen cellatlar kılıçlarını sıyırıp 62 kadını, 'Bu benim payıma', 'bu da benim payıma' diyerek doğradı­ lar. Hepsini katlettiler. İnsanlıkla bir arada düşünülemeye­ cek birşey yaptılar. Görülmemiş bir vahşilikle 15 çocuğun

40


kafasını kestiler. Önceden vaat edilmiş ödüllerini almak için yavruların başlarını çarşafın arasına topladılar. Bir gün içinde insan suretine girmiş Taşnak barbarları yalnız Pirdavut köyünde anlatılamayacak kadar feci hadise­ ler, korkunç müsibetler ettiler! Köy tümüyle canlılardan temizlendi. Halkın malı­ mülkü talan edildi. Sığırları, koyunu, keçisi sürülüp götü­ rüldü. Evler kundaklandı. Köy yerle bir edildi. Sultan Da­ vut türbesine toplanmış eski, kutsal ve nadide kitaplar ya­ kıldı. Külleri göğe savruldu. Türbenin bir tek kubbesi kaldı. Taşnaklar Saggarsu eteklerinde insan organlarını dağa­ taşa saçtılar. Dökülen kanlar taşların arasına sızdı, kayala­ rın diplerine aktı. Çukurlar kanla doldu. Bu manzaraya dayanamayıp yüzünü sarartansa gökteki güneş oldu. Bu rezilliğe fazla bakamadı. Saggarsu dağının öbür tarafına geçip saklandı. Akşam çöktü. Dolunay bulutlardan yüzüne örtü çekti. Utancmdarı gök yere girdi. Kan kokusu sinmiş Okçay-Kafarı deresi koyu siyaha boyandı. Çılgın ve ölü bir sessizliğin derinliğine düşen gidi dünya göze görünmez oldu. Dağlarda, derelerde insarı iniltisi kesildi. Saggarsu'da şehit olanlara doğanın kendisi ağlııyordu ...

41



KÖZEREN BASTON 96 yaşındaki Ali Efendiyi tamirci torunu ne yaptıysa bir türlü römorka bindiremedi. İhtiyarın ne ayaklan, ne de ellerini çatıp uçlarından motor direksiyonu gibi yapıştığı, uzun, iki kat olmuş yumak olmuş gövdesini yatay kollan üstüne yıktığı bastonu topraktan koparamadı. Sanki ayak­ lan da, bastonu da vücudu kadar yerin alhna girip kök at­ mışh. 'Çocuğum, bu yurüyemez bacaklanmla ben nereye

gideceğim, kimin kapısını çalacağım. Bir ayağım çukurda­ dır zaten. Bu ihtiyar yaşımda göçmek bana ya.kışır mı? Evimden çıkmakla, göçkün damgası vurulmuş kaderimle beş gün fazla yaşayacağım zaman, zillet içinde geçireceğim hayat bana lazım değil. Kadere eğilmem. Bırak da, dünya dağılsa da ahiret günüm evimde olsun. Kendi ocağımın başında ölüp kalayım. Siz daha gençsiniz . . . Allahın izniyle bir zamanlar yurt yuvanıza dönersiniz. Ben yaşlı bir ada­ mım. Gözüm baka baka mezarımı garip ellerde sıcak yu­ vama hasret bırakamam. Mezarımda rahat yatamam' diye­ rek ısrar etti. İnadını bırakmadı. Israr etmek boşunaydı. Dedeyi şiddet göstererek tutup da yükü göğe dayanan koşkunun üzerine bindirmek toruna yakışmazdı. Babası öldüğünde o, küçücük bir çocuktu. Annesi genç yaşında dul kalmak istememiş, görücülerin ayağıru açmak için baba 43


evine dönmüştü. Torununa hem babalık, hem annelik yapmış, torun da her zaman, her sözüne 'başım üstüne' demiş dedesinin gururuna dokunmayı hiçbir zaman dü­ şünmezdi. Şimdi de omuzlarını silkti. Kafasını sallayıp ara­ baya çıktı. Dede kalıyordu. Lastikli traktör acı duman bıraka bıraka yerinden kalk­ tı. Silkinip çekinmekle kap-kacak, ev eşyaları, yatak-yorgan, halı, kilim yüklenmiş, üstüne kadın ve çocukların bağdaş kurarak oturdukları römorku arkasınca çekti. Köyden çıkıp hızlanan traktörün sesi köye girmekte olan Ermeni tankla­ rının kulak patlatan gürültüsüne karışarak duyulmaz oldu. İhtiyar öğlen saatlerinde harabeye çevrilmiş köye, içi

boş kalmış evlere, canlılığı kaybolmuŞ bahçelere bakınca içi kan ağladı, gözlerine karanlık çöktü. Vücudu titredi. Ayak­ larını yerden kesmek istedi, yapamadı, dermanı kesilmiş dizleri titredi. Sakinleşti. Fakat nefes almada zorlanıyordu. Zorla yürüyor, ayaklarını çekeliyor, bahçede dolaşıyordu. Elleri havada asıla kalmıştı, d urmadan evliyaları yardıma çağırıyordu. Zamansa durmadan akıyordu. Çarkıfelek dur­ madan dönüyordu. İhtiyarın midesi zil çalıyordu. Fakat açlığını unutmuştu. Ermeniler kimsesiz köye top, tank mermisi atıyorlardı. Füzelerin gürültüsü sona ermişti. Şim­ di bu sesler aşağı köylerden geliyordu. Güneş iniyordu. Akşamın serin rüzgarı yüzünü-gözünü okşuyordu. Ali Efendi sürahiyi aldı, abdest edip ikindi namazına durdu. Dört tarafına düşen menni şarapnelleri sanki ondan kaçı­ yorlardı. Ona denk geleni yoktu. Namazını bitirip kalktı­ ğında demir katmanlara deyen darbelerden kapının sürgü­ sü yerinden oynadı, kapılar ardına kadar açıldı. Elinde ma­ kineli tüfeği olan üç sakallı adam içeriye sokuldu. Öndeki 44


sarışın, koca göbekli Ermeni eve ayağını basar basmaz Ali Efendiye bağırdı: "-Ulan, ihtiyar moruk, eller yukarı! Bana San Ter, San Seyit derler. Tork düşmanıyım. Neden defolup kaçmadın. Belki kendini kahraman sanıyorsun. Başını yakarım, o za­ man anlarsın, hurda kalmak nasıl oluyor." Ali Efendi kolunu kaldıracak durumda değildi. İkiye katlanmış belini zorla doğrulttu: "-Evladım, insaflı konuş. Dinin, imanın olsun. İhtiyar yaşımda kendi evimden neden kaçacakmışım?! Kendi oca­ ğımı bırakıp nereye gidecek mişim!? Neden vatanımdan uzaklaşmalıyım? Hangi köşe-bucağa sığınmalıyım?! Neden kapılarda kalmalıyım?! Vicdansız olma, çocuğum!" "-Bu toprak bizim, salak Müslüman. Bizim, belki anla­ mıyorsun?! Belki sana tüfekle anlatayım. Karabağ'ı unutu­ nuz. Bu topraklar bizim. Hiç Arsak, Alban adlarını duydun mu? İşte onlar biziz. Şimdi sizi kendi topraklarımızdan kovmak, çıkarmak için geldik. Geldiğiniz yere kadar kovu­ lacaksınız. Hazar'ın öte kıyısına." "-Evlat, biz Tumas Ata çocuklarıyız. Tumas Atanın kendi elleriyle Oluklupınara diktiği ağacın iki bin yıl yaşı var. Ersek, Alban, Türk bize ne diyorsan de. Alban da zaten Türktür. Sebebini bilmiyorum, bize kim hangi adı verirse versin, o biziz. Bu toprak hep bizim olmuş, soy-sopumuzun yurdu-yuvası olmuştur. Gavur olsalar bile onlar bizim ken­ di atalarımızdır. Ateşe tapınmışlar. Atalarımız, dedelerimiz İslamı kılıç. zoruyla kabul etmişler. Bize kılıç Müslümanı derler. önceleri nasılsak, Müslüman olduktan sonra da aynen kalmışız, dilimizi değişmemişiz. Değişen bir tek di­ nimiz olmuş. Anla oğlum. Haksız iş yapma. Halkı yurdun45


dan-yuvasından etme, yazık olur onlara. Yukanda All ah görüyor. Milletin ahı yerde kalmaz, Allahsızlık yapmayın! Haksız yere kan dökmeyin." "-İhtiyar moruk, sen benim ne babamsın, ne de dedem. Benden de sana oğul olmaz. Ben ancak sizin başınıza taş yağdınnrn. Kökünüzü, soyunuzu-sopunuzu yeryüzünden kazıyıp sileceğim. Sizin bu yerlerde yaşama hakkınız yok. Bizi bin yıldır rahat yaşatmadınız. İşkenceler yaptınız. Şim­ di de 'sıra' bizde. Canım sağ oldukça, atalarımızın öcünü sizden alacağım, ey pis Müslüman. Kulaklannı aç, beni iyi dinle!" Kendisini San Ter adlandıran adamın insanlıktan fer­ sah fersah uzak olduğunu gören Ali Efendi konuşma tarzı­ nı,

tonunu değiştirdi: "-O kadar da yukandan uçma. Senin de kanadını kıran

bulunur elbet. Haddini aşma! Seni kışkırtan var. Bize galip gelmen senin hünerin değil. Rusların sayesinde hınldıyor­ sun. Arkalı köpek kurt basar. Arkan yere geldiğinde görü­ rüz seni. Kendini fasulye gibi nimetten sanma! O kadar da büyük konuşma!"

Sanki an yuvasına çomak sokmuşlardı. San Ter bağırdı: "-Ulan, bu Türkün koyusuymuş ... Keşke genç olsaydı da, kafasını kesip kanını kana kana içeydim. Hayır, sana kurşun sıkmam, moruk, seni yakmam lazım. Belki o zaman öfkem geçer. Bana San Seyit derler, Tork" düşmanı. Ara, akpercanlar, tetikte olunuz, çevreden atan filan olur. Ben bu

46

Ermenice Türk.


ihtiyar bunağın işini kendi bildiğim gibi bitireceğim. Alevi göğe çıkacak bir ateş yakacağım Torktan!" San Ter kudurmuş köpek gibi Ali Efendinin üzerine atıldı. Makineli tüfeğin kundağıyla boynunun arkasından vurup ihtiyarı yere serdi. Ali Efendi düşman önünde ne diz çöktü, ne de yalvardı. Kendine gelir gelmez kafasını toprak­ tan kaldırdı. Dizi üstüne çömeldi, bastonuna dayanıp kalk­ tı. Sarı Teri tersledi: "-U1an, itoğlu! Gavurluğunu belli etmek için hemen fır­ sat kolluyorsun. Daha düne kadar kapıları dolaşan Ter Arnbarsum'un torunu sen değil miydin? Kapıları, pencere­ leri onarıyor, dut alıp içki yapıyordun. Yalını fazladan ver­ mişler galiba. Adamını tanıyamaz olmuşsun. Sana ekmek verene boynuz gösteriyorsun. Neden bu kadar çabuk az­ dın ?! Sahibini ısırmaya çalışan itlere benziyorsun. Kapma­ ya, ısırmaya fırsat kolluyorun. Kafana sıkılacak kurşunun yetmiyor sana, it dölü!" San Ter koku almış köpekler gibi orayı, burayı koklu­ yor, taşa duvara hrmaruyordu. Koku almışh. Sanki bir şey­ ler arıyordu. Sonunda aradığını buldu. İnsanlığını kaybet­ miş gavurun kan kaplamış gözleri şöminenin önündeki yarısına kadar yakıt doldurulmuş kovaya takıldı. Onu kap­ hğı gibi Ali Efendinin üzerine boşaltıverdi. Kibrit yakarak arkasına fırlattı. Ali Efendi alevlenip yanmasına aldırmadı. Bastonuna yaslanarak ellerini göğe kaldırdı. Yüzünü Allah'a çevirdi. Şehadet getiriyor, gavurlara durmadan lanet yağdırıyordu. Öfkesini boğmuştu, ölüm ayağında 'Allah, Allah!' diyor, Kuran'dan ayetler okuyordu. Ne hıçkırarak ağlıyor, ne ba­ ğırıyor, ne de gözyaşı döküyordu. Ölüm haktır. O bunu 47


biliyordu. Takatsizleştikçe duygu algısı ölüyor, hafızası yitiyordu. Ruhu göklere uçuyordu. Aklından doğan yankı­ ları ve içinden çıkan ağrılan alevin sıcağında eriyordu. Ha­ fızası silkine silkine somut varlığından kopup uzaklaşıyor­ du. Bilinci kendisine dışarıdan bakıyordu. Göz zarının dışı­ na ak geliyordu. Alev saçakları araya perde çekiyordu. Gö­ rüntüyle bilinç arasından çıkarak ölüm çizgisini aşan ruhu ise göğe uçuyordu. Göze görünmezliği ile ölümsüzlüğe kavuşuyordu. Fakat alev sarmış ateş saçan anıta dönüşmüş bedeni ise kıpırdamıyordu. Alevler arttıkça inceliyordu. Ali Efendi yandıkça alev dilimlerinin saçakları gölgesini kesik kesik doğruyordu. Yandıkça üstündeki giysileri parça par­ ça, organları tutam tutam dökülüyordu. Gölgesi de küçülü­ yordu. Külü kendisine çocuk mezarı kadar yer açıyordu. Ali Efendi bayılana kadar kendisini ayakta tuttu. Alev mi­ desine ulaştığı anda arkası üstüne yere düştü. Bastonu elin­ den çıkıp göğsünün üstüne kaydı. Varlığından geriye kalan bir avuç külü oldu. Dışarıda, koridorda telaşla dolaşan, kendi kurbağa dil­ lerinde bir şeyler söyleyen sakallılar zemin katı aradılar. Birinci kata çıktılar. Verandayı da aradılar. Odaların altını­ üstüne getirdiler. Ellerine değerli bir şey geçmeyince evi ateşe verdiler. Giriş kapısından çıktıklarında artık akşam oluyordu. Alaca karanlıkta Ali Efendinin geriye kalan bir avuç gümüşi külü, bir de külü üstünde közü henüz sön­ memiş bastonu belli belirsiz ışıldıyordu.

48


ERMENİYİ KAPINDA TANI Kaleli tüccar Hacı Beyler ile Nikolay adlı Ermeni tuha­ fiyeci sıkı arkadaştılar. Aralarından su sızmazdı. Birbirleri­ ne söz vermişlerdi: Ermenilerle Müslümanlar arasında sa­ vaş çıkarsa, sadık dostlar gibi birbirlerine arka çıkacaklar, birbirlerini savunacaklardı. Hatta birbirlerine güven ver­ mek, inandırmak için inandıkları mukaddes kitaplara el bastılar. Hacı Beyler elini Kuran-ı Kerimin üzerine koyup 'Yemin ediyorum Kuran-ı Kerime ki, Nikolay Kirve eğer Müslümanlar üzerimize gelirse, ben hayatım pahasına seni kurtaracağım' diye and içmişti. Nikolay Kirve de ondan geri kalmadı. O da aynı şekilde İncil'e el basıp yemin C'tmiş­ ti. Gerçek dost zor günde tanınır, diye bir atasözü var. Günlerden bir gün Nikolay Hacı'nın dükkanınd a oturup çekirdek, kuruyemiş yiyordu. Ansızın bir gürültü koptu. Silahlı Müslümanlar 'Ya Ali!' diye diye sözlerinden dün­ müş, barış anlilşmasıru bozan Ermenilerin üzerlerine yürü­

yorlardı. Nikolay'ın bir anda beti-benzi attı, dizlerinin bağı çözüldü. Dükkandan dışarıya bakacak hali bile kalmadı. Hacı arkadaşının bu durumunu görünce telaşa kapıldı. Tüm vücudu titreyen Nikolay'a destek oldu. Kolundan tuttuğu gibi onu dükkanının arka kapısına götürdü. Arka49


daşını dükkanın deposunda sakladı. Üç gün ona yiyecek, içecek götürdü. Çatışma bitip ortalık sakinleştiğinde, her iki taraf durduktan sonra Nikolay'ı sakladığı yerden çıkardı. Saygıyla evine gönderdi. Nikolay onu yere-göğe sığdıra­ maz olmuştu. O, hayatı boyunca Hacı'ya borçlu olduğunu belirtiyor, döne döne teşekkür ediyor, sevgili kirvesinden ayrılamıyordu. . . Durum öyle getirdi ki, günlerden bir gün bu olayın ter­ si cereyan etti. Hacı Beyler'in dostuna 93 manats borcu var­ dı. Borcunu ödemek için arkadaşının dükkanına gitti. Te­ şekkür etti. Parayı verip kalkmak istediğinde Nikolay Ha­ cı' nın dizine bastı, arkadaşını kınadı. Bir bardak çay içme­ den bırakmam, dedi. Çaylarını içerken koyu muhabbete daldılar. Dostlar tatlı tatlı sohbet ediyorlardı ki, dışarıda yine gürültü koptu. Tüfek ve tabanca sesleri birbirine karış­ tı, kurşun sesleri pazarı, dükkanı sardı. Hacı telaşla dşanya çıkıp dönen Nikolay'a sordu: "-Kirve, bu ne gürültü böyle? Sokakta ne oluyor? Ça­ tışmanın nedeni nedir?" "-Çatışma değil, kirve, Ermeni-Müslüman savaşı baş­ ladı, diye çok rahat bir tavırla, hiçbir şeye aldırmadan yanıt verdi Nikolay." "-Ben ne yapacağım?" diye sordu Hacı ve heyecanını belli etmemek için hareketsiz kaldı. Araya sessizlik çöktü. Hacı'run içinden, kendisinin Nikolay'ı silahlı Müslüman­ lardan sakladığı gibi, arkadaşının da kendisini saklayacağı geçiyordu. Şimdi dostu kesinlikle onu Ermeni haydutların5

Azerbaycan para birimi.


dan nasıl koruyacağı hakkkında düşünüyordu. O anda gör­ düğü manzaradan Hacı'nın gözleri fal taşı gibi açıldı. Oysa alçaklık, Nikolay'ın göbek adıymış. Aniden çekmeceden çıkardığı İngiliz mavzerini Hacı'ya doğrulttu. Şişman, tüylü işaret parmağını zorla tetiğe geçirip Hacı'nın göğsünü ni­ şanladı: "-Arkadaşlığımız namına izin veriyorum, kelime-i şehadetini söyle Hacı! Ecelin geldi!" Hacı sanki ölüm uykusundan uyandı. Dostunun şaka yapmadığını görüp ellerini havaya kaldırdı. 'Zaten yolun sonu bu. Her şey olacağına vanr!' diye içinden geçirdi. Ke­ lime-i şehadetini getiriyormuş gibi yaptı. Derin bir nefes alarak havayı ciğerlerine doldurdu. "Eşhedü enla" deme­ siyle ağız boşluğuna doldurduğu tükrüğünü dönek dostu­ nun gözünün tam içine püskürtmesi ve göz açıp kapayınca kadar yerinden fırlaması bir oldu. Gözleri tükrükten göre­ mez olan Nikolay dostunun beklenmedik hareketi karşısın­ da şaşırıp kaldı. Fırsatı kaçırdı. Nikolay tetiğe bassa da kur­ şun Hacı'nın göğsüne isabet etmedi, omuzunu sıyırıp geçti. Hacı omuzundan kan aka aka can havliyle kaçmaya devam etti. Yıldırım hızıyla kaçarak bir zıplayışta iki engel, bir çiti aşh. Zıplayıp kendisini yamaçtaki meyve bahçesine ath. Sırtını arkadan ahlan kurşunlara hedef yapmamak için yere yath. Gözlerden kaybolmak için ağaçların arasında ot bas­ mış yere doğru yuvarlandı. Nikolay'ın: "-Ara, Müslümanı bırakmayın kaçsın, vu­ rurı! Meyve bahçesini aştı, otluğa doğru yuvarlandı" diye kopardığı gürültüye komşu dükkanlardaki Ermeni tuhafi­ yecileri de katıldılar. Yedi Ermeni Hacı'nın arkasınca tüfek


ve tabancalardan yirmi el kadar ateş ettiler. �il! :.> eseri kur­ şunların hiçbiri ona isabet etmedi. Hacı paçasını sıyırdı. Dili-dudağı titreyen Hacı Beyler evine ayak bastığında gözleri doldu. Akrabalar, konu-komşu, Ermeni pazarına gittiğini duyan tanıdık-bildik herkes onun evinde toplanıp yolunu gözlüyorlardı. Hacı Beyler ve onu kucaklayanlar uzun yılların hasretlisi gibi öpüşüp görüşüyorlardı. Düş­ man elinden sağ kurtulduğu için herkes onu kutluyor, Al­ laha şükürler ediyorlardı. Gelenler birçok mevzuları açıyor, Ermenilerin dönekliğine ait gerçek olaylar anlatıyorlardı. Sonra da konuyu döndürüp dolaştırıp bugünkü olaya geti­ riyorlardı. Hacı Beyler'i soru yağmuruna tutuyorlardı. Fa­ kat soluk alamayan, göğsü sızlayan, içi acıyan, arkadaşı, kirvesi tarafından ağzı yanan Hacı Beyler hala kendisine gelemiyordu, yüreği cız ediyordu. Başına gelenlerin ayrıntı­ larına dair soruları yanıtsız bırakıyordu. Konudan kaçını­ yordu. Dönek arkadaşını anlatmaya, Nikolay'ın adını an­ maya, dost, arkadaş, kirve sözlerini söylemeye dili varmı­ yordu. Ürperiyordu. Ne kadar gayret etse de kendisini to­ parlayıp bu sözleri boğazından çıkaramıyordu. Boğazı tı­ kanıyor, dili kayıyor, kekeliyordu. Soluğu kesile kesile kim­ den, neden konuşsa, her defasında son sözü: "-Atalar doğru demiş: 'Ermeniyi kapında tanı"', olu­ yordu.


YANIK KEREME 6 OYNAMAZLAR Banka Nuri'yi Karabağ'da taramayan yoktu. Banka la­ kabı, onu adaşlarından ayırmak için değil, uzun süre, 27 yıl aralıksız banka müdürlüğü görevinde bulunduğu için ken­ disine verilmişti. Herkes onu bu adla çağırıyordu. Akraba­ ları, tanıdıkları, yaşıtları, arkadaşları, kısacası, köylüleri ve yakınlan ise ona Nuri Muallim7 derlerdi. Nuri Muallim ağırbaşlı, efendi, kültürlü, adıyla bilinen, tanınan Arazbasar ihtiyarlarındandı. Elleri her gün parayla oynasa da asla para düşkünü olmadı. Bunu asla aklının ucundan bile ge­ çirmedi. Hayatı boyunca elini harama sürmedi. Boğazından haram lokma geçmedi. Onurunu her şeyden üstün tuttu. Başkalarnın kazandıklarına göz dikmedi. Her zaman benli­ ğini, gururunu korudu. Nefsine sahip oldu. Gerçekleri söy­ ledi, cesareti, namusu her şeyden üstün bildi. Parayı el kiri sayanlardan, iştahını dişiyle kesenlerden oldu. Kısacası, onurlu ve saygıdeğer bir şahsiyet sahibiydi.

ıı 7

Çok acıklı bir saz ezgisi. Çağdaş Azerbaycan Türkçesinde "müellim: muallim, hoca" saygı ifadesi olarak kullanılır.


Hayatının sonbaharını keyifle, yüz akıyla yaşayan onurlu, irfan sahibi bu adamın hiç aklına gelmezdi ki, gÜzel günlerini kara bir dönem takip edecek veya kara günleri de olabilir yahut var. Ne zamansa Karabağ'da savaş çıkaracak­ lar, ihtiyar çağında evinden-eşiğinden uzak düşecek, top dağıtmaz evinden, alın teriyle biriktirdiği, kazandığı ma­ lından-mülkünden ona kuru bir çöp bile kısmet olmayacak. Bir parça ekmeğe, sıcak bir yuvaya muhtaç, hasret kalacak. Göçkün damgasıyla onuru, benliği ayaklar altında kalacak, gururu kırılacak. Akrabalan, tanıdıkları, bildikleri ona yüz çevirecek, uzak duracaklar. Feryadını duyan, imdadına yetişen, ses veren, halini soran, kuru dille bile durumuyla ilgilenen, adını anan bulunmayacak, herkese yardım eden kendisi, ele bakacak, yardıma muhtaç olacak. Servetinden olacak. Yılan meler çölde çadır altında inleyecek. Sivrisinek vızıltısından, sıtmaya yakalanmak korkusundan bedeni titreyecek. Uykusuzluktan başı dönecek, beyni sulanacak, kalbi duracak gibi olacak. Aman Allahım, kalp krizi geçire­ cek! 'Banka Nuri bu dünyada ne günah işlemişti ki, bu çile­ yi, bu işkenceyi çekiyordu, ey IBu Tanrı?!' Nuri Muallim kendi kendine sorduğu bu soruya bir türlü yanıt bulamı­ yordu. Fikirleri çelişiyor, düşünceleri perişan oluyor, kafa­ sındakiler birbirine giriyor, karışıyor aklı karman-çorman oluyordu. Bazen de ruhu cisminden aynlıp kendisine dışa­ ndan bakıyordu. 'O, kime ne kötülük etmişti, Rabbim?! Kime yan gözle bakmıştı?! Kimn tavuğuna kışt demişti!? Halbuki hayatında karınca bile ezmemişti. Gördüğünde yolunu değiştirmiş yanından geçmişti. Eline bıçak alıp ta­ vuk başı bile kesmemiş hayatında . . . 54

"


Şimdi istese de, istemese de Nuri Muallim yurdundan­ yuvasmdan, malından-mülkünden, şehit düşmüş nice ak­ rabalarından, köylülerinden, varlığını canı bildiği Karabağından olmuştu. Ana yurdundan uzak kalmıştı. Yoksulluğa mahkumdu. Göçkünlerin yaşadığı N sayılı çadırkente sığınmıştı. Geçen bir haftada gördükleri, yaşa­ dıkları, mahkl•m olduğu zorluklar, çileler şimdi ona kabus gibi geliyordu. Arazbasar'm birkaç gün içinde boşaltılması­ nı, onlarca köyün bir gün içinde harabeye çevrilmesini, düğünlü-dernekli, bayramlı-seyranlı, düzenli ellerin vira­ neye dönmesini bir türlü aklına sığdıramıyordu. Her şeyi gözleriyle görmesine rağmen yine de inanmak istemiyordu. Soğukkanlılıkla düşünme yetisini kaybetmişti. Hisse kapılı­ yordu. Gururunun kınlmasmı gürünce ümitsizliği ona ra­ hat vermiyordu. Psikolojik dengesizlikten morali bozulu­ yor, sinirleri geriliyordu. Hali haraptı. Heyacanlandıkça içi burkuluyordu. Didindikçe manen, cismen üzülüyordu. Üzüldükçe içinde kendi kendine karşı bilerekten, kasıtlı, garazlı türlü günahlar uyduruyordu. Kendisine ait ettiği, yamadığı uyduruk suçlamaları yüzünden kendisini affe­ demiyordu. Onun aleminde inadı, kuru erkeklik gururu Nuri Muallime ve onun sözünü dinleyen çevresine pahalı­ ya mal oldu. Ermeni tehlikesi artsa da, ona bakanlar, sözü­ nü dinleyenler ne evlerine el sürdüler, ne göç etmeye teşeb­ büs ettiler. "Ermenilerin Araz kıyılarında yapacakları bir şey yok ki, buraya gelsinler. İran sınırlarına ordu çıkarsın­ lar, kurşun atsınlar", dediler. Göçenlere, evini-barkını, ma­ lını-mülkünü özenle toplayıp Mil'e, Muğan'a gidenlere ve taşman eşyalara hor gözle baktılar. Akıllı sandıklan bölge idarecilerinin yalan vaatlanna, "Ermeniler ancak bizim 55


ölümüzün üzerinden geçerek buraya girebilirler" demeleri­ ne inandılar. Köye füze yağdığında diner dediler. Hatta gözlerinin önünde disiplinsiz ordu birliklerinin, bölük ve takımlarının çekip gitmelerine rağmen, yine de köylerinin Ermeniler tarafından işgal edileceğine inanmadılar. Kaçan­ lara eski hükümet taraftarlarının yeni hükümete çelme at­ ması gibi bakıyorlardı. Tüm kaçmaları oyun sanıyorlardı. Kıllarını kıpırdatmıyorlardı. Tam bir hafta umutla gözledi­ ler. İdareden teklif, yardım, imdat falan geleceğini ya da her hangi bir önlem alınacağını beklediler. Ermenilerin önceden düşünülmüş, tasarlanmış biçimde yaptıkları saldırı planlan kendi akarıyla devam ediyordu. Nihayet, son aşamaya, bitiş hattına ulaştı. Horadiz yolu kapatıldı. Silahlı Ermeni çeteleri köylerine girdikleri zaman ayıldılar. Evlerinden hiçbir şey alamayanlar kurtulabildiler. Onlar Hudaferin Köprüsünden İran hududunu geçmeyi kendilerine tek kur­ tuluş yolu olarak seçtiler. Mala-mülke aldanıp kalanlar, nefislerine kul olup geç kalanlar bu fırsatı da kaçırdılar. Şehit düştüler. Kurşundan kaçanlar kendilerini nehre attı­ lar. Çoğunu sular-seller aldı. Ölümden güç bela kurtulan Nuri Muallim, eşi Südabe Hanımla beraber bir tek üstlerin­ dekilerle Araz'ı geçtiler. Şimdi her gün sabah sabah getirilip çadırkente dağıtı­ lan ekmeğin umuduna kalmışlardı. Allah'ın gücüne gitme­ sin, ekmek de ne ekmek?! Çiğnedikçe kum tanecikleri dişle­ rinin arasında kalıyordu. Bugün o kumlu ekmeği bile za­ manında getirmemişlerdi ki, halk geçinsin. Öğününü nasıl savsın, nereden bulsun. Göçkünler üstü kapalı, mavi renkli ekmek arabasının ufuktan ne zaman çıkacağını, ne zaman görüneceğini has56


retle bekliyorlardı. Sabah erkenden gözlerinin çapağını silip beklemekten gözlerine kara sular indi. İkindi saatleriydi. Yollarda ağaç olanlar aniden "Ekmek geliyor!" diye bağır­ dılar. Bu sese Nuri Muallim de çadır önüne çıktı. Yolda toplananlar arabanın asfalt yoldan çadırkente girmesine "Ne gerek var?" dediler. Yol ayrımında karşıladıkları ara­ bayı göz açıp kapayınca kadar yüzük taşı gibi çevrelediler. Halk öyle bir çoğaldı, öyle bir kalabalıklaştı ki, araya giren polis memuru da bu kalabalığı sıraya sokamadı. Onu ters­ leyen asker elbiseli sakallı göçkünle dövüşmesi, birbirinin yakalarına sarılmaları durumu daha da zorlaştırdı. Halkın bağırarak "Ulan, ayıp ya, dalaşmak bizim neyimize? Terbi­ yeli olun, utanın! " demeleri ve kınamaları dalaşanların eli­ ni-kolunu bağladı. Sinirlerini yatıştırdı. Aralandılar. Dala­ şanlar güçlükle sakinleşseler de polis memuru susmak bil­ miyordu. Bir köşeye çekilip kızgınlığını atmak için söylene söylene kaldı. Gah söz dinlemez Karabağ halkını evinden­ barkından kovmuş Ermenilere küfür ediyor, gah hak veri­ yor, gah da bu millete az bile diyordu. Onun söylenmesine aldıran yoktu. Göçkünlerin tüm dikkati ekmeğin yanınday­ dı. Gözler ekmeğe dikili, eller arabaya uzalı kalmıştı. Her­ kes midesini düşünüyordu. Bugün aç kalanlar vardı. İnsanlar arabaya çıkmış sürücünün aşağıya inmesini beklemedi. Aç kendisini kılıca çarpar, derler. Sabrı taşanlar öyle bir gürültü kopardılar ki, sanki bu gece ekmeksiz ka­ lanlar sabaha çıkmayacaklardı. Göçkünler bugün ekmeksiz kaldıkları için adamakıllı savaşıyorlardı. Sürücü aynı za­ manda yüz ele ekmek verip yetişmenin imkansız olduğunu bir anlığa algılayamadı. Durdu. Ekmek almayı halka bırak­ saydı, bu kalabalıkta arabanın arabalık hali kalmazdı. Ani-

57


den şoförün aklına ne geldiyse elini eline sürttü, bağırdı: " Ey millet, arabadan uzak durun. Beş-on adım geriye çekilin. Ekmekleri bir bir atacağım. Ama hakkınız kadar alın. Al­ ması gerektiğinden fazla ekmek alanın, götürenin anasını, avradını . . . Herkes kendi payına düşenle yetinsin!" Ekmek­ leri alıp başlar üstüne atmaya başladı. O, ekmekleri araba­ dan dört-beş metre uzağa atıyordu. Yuvarlak ekmekler havada dönmüyor, uçuşuyor, elinden çıkan yere düşmü­ yor, havada kapışılıyordu. Şoförü kabahati sebebiyle suçlayamasa da, içinden kı­ rıldı Nuri Muallim. Sanki gökten Nuri Muallimin başına ekmek değil de ekmek kadar taş yağıyordu. Göçkünler bir­ birinin üzerine atılıyor, birbirinin omuzuna basarak hava­ daki ekmekleri kapıyorlardı. 'Bu nasıl bir dehşet, bu nasıl ders, nasıl bir manzaradır, bize gösteriyorsun Allah! Düne kadar yavan ekmeğe inmeyen, gururundan ödün vermeyen günaşırı yiyeceği kebap, pilav, haşlama, kızartma et olan bu milleti kuru ekmeğe mi muhtaç ediyorsun, Allahım! Ya Rabbim, bu trajediye nasıl dayanılır?! Belki bundan beter günlerimiz var önümüzde İlahi!' Allak-bullak oldu, için için odlandı Nuri Muallim. Heyecanından, sinirinden alnının kınşlan açılıp buruştu. Cildi çekildi. Konuşmak istedi. Nuri Muallimin sesi paslanmış boğazına takılıp kaldı. Gırtlağı huni ağzı gibi inceldi. Yutağı tıkandı. Birkaç defa yutağı incelip görürunez oldu. Sanki içine girip çıkh. Nuri Mualli­ min fısıltısını kendi 4e duyamaz oldu. Sözün değerini kaybettiği bir andı. Seyrettiği, gördüğü manzara Nuri Muallimi bıktırıyor, sarsıyordu. Doktorun daha önceki gün onu muayene ettikten sonra söylediği "Gizli kalp krizi geçiriyorsun, sana kıpırdamak, heyecan58


lanmak yasak. Nuri Muallim, kendine dikkat et!" uyarısını unuttu. Çadır önüne çıkalı ancak beş dakika olmuştu. He­ yecanının içine vurmasıyla tüm vücudu titredi, soluğu ke­ sildi. Nuri Muallimin sanki o an kalbi çekilip gerildi ve bu­ ruştu. Yerinden oynadı. Bir siyah damlaya çevrilip ağız boşluğundan dışanya fırladı. Yoksa kalbinin sıyrılan özeği mi kırıldı?! Elleri bacakları titredi, dizleri kesildi. Birşey anlayamadı. Dili katlanıyordu. Kirpiklerinin seğirmesi durmak bilmiyordu. Gözleri karanyordu. Başı dönüyordu. Yer gök çevresinde dönüyordu. Düştü düşecekti. Nuri Mu­ allim düşmemek için köydeki komşusu, şoför Ali Asker'in hayatını tehlikeye atarak kurşun altında, eski arabası delik­ deşik olsa bile iş�al bölgesinden çıkardığı ev eşyalanndan ona bağışladığı sandalyeyi güç bela altına çekti. Ellerini ensesine dayadığı kafasını iki avucu arasına alarak karpuz misali sıkı sıkı sıkh. Kendine gelir gibi oldu. Hafızası, aklı duruldu. Beyninden diline damla damla sözler sızdı: "Ek­ meği fırlatmazlar, ekmek kutsaldır. Ekmek yeryüzüne Ku­ ran'dan önce gelmiş. Yerde ekmek kınğı gördüysen eğil al, öp, gözüne sür, bir köşeye koyuver: Ekmeği kendinden bile yüce tut, evlat. Allah bizi ekmekle sınamasm! Açlık bir yıl sürer, kına!< bin yıl!" Nuri Muallim için için baba öğüdünü tekrarladı. Tekrarladıkça içinden çıkan, yasak, men etme gibi kabullendiği bir çift söz beynine sancıldı. Yuvarlak ekmekler havada uçuşuyordu. Gaipten haykırtı geldi: "- Heheyyy!!!" "- Ekmeği atmazlar!!!" Ekmekler havada yalnızca uçuşmuyor, fırlatılmıyor, hem de kendi yörüngesinde topaç gibi dönüyordu. Karan59


lığa kalmasın, yükünü hemen boşaltsın, ekmek dağıtımını hemen bitirsin, diye şoför kafasını kaldırmadan eline geçen ekmekleri rasgele fırlatıyordu. Hatta, ekmekleri sadece başı, omuzları üstünden değil, gömleği kemerinden dışarıya sarkıp torbalanmış yanlarından, böğürlerinden, yetişeme­ yende hızını yavaşlatmasın diye bacaklarının arasından da arka arkaya, aynı hızla atıyor, fırlatıyordu. Ekmek ekmeğe ekleniyordu. Birbirine değip halkın başı üzerinde yuvarla­ nıyordu. Aziz nimet göçkünlerin parmak uçlarında oynu­ yordu. Hayır, «Dolangel»8 oynamıyordu. Sanki Yanık Ke­ remi oynuyordu. Evet, Yanık Keremi oynamak için ekmek­ ler arasında hem sıkı sıkıya yarışma, hem de yoğun bir tar­ tışma gidiyordu ve bu an deli gibi dansetme isteği için için Nuri Muallimin iliğine işledi. Beynine iyice girdi. Hayır, havada yuvarlanan, dönen, parmaklar arasında rakseden, oynayan ekmek değildi de Nuri Muallimdi sanki. . . Evet, bu Banka Nuri'nin ta kendisiydi! Evet, evet, ta kendisiydi! Utanmazsan oynamak nedir ki! Bakın, bakın!!! Utancını yitirmiş Banka Nuri... Utanmadan, sıkılmadan ortaya çıkıp Yanık Keremi oynuyordu. Bir soluğa yüz ek­ meğe ayak uyduruyordu. Dans ettikçe açılıyor, için için yağmalanıyordu. Oturduğu yerde nefesi tıkanıyor, kan-ter içinde kalıyordu. Fakat ortaya girenler durmak bilmiyor­ lardı. Ekmek ekmeğin, nefes nefesin yerine geçiyordu. Ban­ ka Nuri'yle ekmekler kol-kola giriyor, gah cenge çıkıyor, gah da karşı karşıya dans ediyorlardı. Birbiriyle yarışıyor­ lardı. Ekmeklerin dansta eşi, arkadaşı olmak Banka Nu8

60

Tempo lu bir Azerbaycan milli dans müziği.


ri'nin nasibi, kaderiydi! Her solukta bir okşama vardı. Ek­ mekler Banka Nuri'yle Yanık Kerem eşliğinde dans ediyor­ lardı. Bu müzikle dans ede ede, atlaya atlaya aynı zamanda bir vakitler okuduğu bir cümle de süngüye dönüşüp beyni­ ne saplandı Nuri Muallimin! "Yanık Kereme oynamazlar. Yanık Kerem ahtır, feryattır, naledir." Banka Nuri ise dans etmesindeydi. Yasaklı sözlerse diken çıkarıyordu. Ok uç­ lukları gibi gah çiftleşiyordu, gah da tek tek oluyordu. Bey­ nini deliyor, neşter uçları hafızasını oyum oyum oyuyordu. İçten içten didikliyordu. İçleniyordu Nuri Muallim! Yuvarlak ekmekler havada uçuşuyordu. Banka Nuri parmakları üzerinde Yanık Kereme oynuyordu. Gaipten ses geliyordu: "- Heheyyy!! ! " "- Ekmeği atmazlar! ! ! " "- Yaruk Kereme oynamazlar!! ! " . ..Banka Nuri'nin Yaruk Kereme oynamak gibi bir tut­ kusu vardı. Bu müzik onundu. Bu tutkunun doğum tarihi halk sanatçısı Hurşit'in bu saz müziğini kara zurnada feryat ettirdiyi günden başlıyordu. Banka Nuri Yanık Kereme oynamıyor, Yanık Kerem'i dansta yaşıyor, yaşatıyordu. Kemiklerinin hışıltısından, oynaklarının şakkıltısından vü­ cuduna depreşme giriyordu. Kilolu olsa bile meydana gir­ diğinde kendini kuş gibi hafif hissediyordu. Uyumlu, çılgın ve mahrem dansıyla ağır acısını, hastalığını sanki sağaltı­ yordu. Omuzları büküm büküm dört yana bölünüyor, bu­ ruluyor, eşiliyor, ortası bükülüp açılıyordu. Beli incelip yüzükten geçecek oluyordu. Burnunun kanatları inip kalkı­ yordu. İrice, yuvarlak vücudu gah parmaklarının ucunda topaç olup y�rinde dönüyor, gah da çözülen yumak gibi 61


çözülüveriyordu; gah da düğüm olup yeniden eğiliyordu. Meydanı dolaşıyor, salon boyunca dağılıyordu sanki. Dizle­ ri üste kanat toplayıp meydanın merkezine çekildiğinde dolamalar, dolaylar, dönemeçler noktalanıp gözünde karar­ tıya dönüşüyordu. Vücudunu evire-çevire büküp küçültü­ yordu. Asıl noktalar nöron seline dönüşüp kafa boşluğuna akıyordu. Morali Yanık Kerem üstüne ayarlanıyor, nabzıyla müzik temposu aynı uyum içinde, aynı tempoyla atıyordu. Sanki Yanık Keremin kendisine dönüşüyordu. Hevesinden çıldırıyor, halleniyordu. Kerem yangısı buluyordu. Hayır, Banka Nuri'nin yangısı onun çıldırmasına ve Erzururn'un gediğine vardığında iniş yapmasına bağlı de­ ğildi. Bu özellik onda gönül hoşnutluğundan, gözü peklik­ ten, iyi kalplilikten doğmuştu. Onu bu hale yükselten şey ise şehre her gidişinde Merkezi Otelde çalışan Ermeni asıllı Aslı adlı metresinden aldığı neş'e ve zevk ateşi idi. Yangısı da bir tuhaftı. Dansa başladığında öyle sanıyordu ki, As­ lı'nın kollan arasına giriyor, ağırlığını yitiriyor, çekimsizlik ortamına giriyordu. Ağırlık, yorgunluk ve ağrı-acının ne olduğunu duymadan dansediyordu. Kanat açıp istediği gibi gah uçuyor, gah göğe çıkıyor, gah da kanat çalıp Erzu­ rum'un gediğine varıyordu. Gah karla, rüzgarla savrulu­ yor, gah da fırtınaya, borana yakalanıyordu. Ara sıra keyfi­ nin çok gıcır olduğu zamanlarda elleri üzerinde takla atarak meydan boyunca tekerlek gibi dönüyordu. Bu sarhoş

za­

manlarında dedikoduculara Banka Nuri hep son sözünü söylerdi: 'Yanık Kereme oynarlar ve üstüne üstlük anasını da satarlar. Gerekirse Erivan'a kadar Aslı'yı takip edip ar­ kası sıra at da koştururlar, araba da sürerler'. Dansını eder­ di. Fakat her 62

zaman

herkesin sözüne, isteğine uyarak dansa


kalkmazdı. Hoşuna giden, sevdiği, tatlı müzik eşliğinde kimseye aldırmadan dansederdi. Kaç kişinin ricasından, arkadaşlarının ısrarından sonra ayağa kalkardı, kollarını kaldırırdı. On düğünden birinde, çok samimi olduğu birile­ rinin düğününde, hem de içinden geldiğinde dansederdi. Yalnız bir kez. Tüm bölge halkı Banka Nuri'nin Yaruk Ke­ reme oynamasına hayrandı. Meydana çıkh mı, büyük­ küçük herkes onun dansını seyir için toplanırdı. Herkes onun dansına hayrandı. Haykırtılar dağa-taşa yansır, kır­ larda yankı yapardı: "Banka Nuri Yanık Kereme oynuyor, heheyyy!!! Heyyy!!!" Şimdi göçkün Nuri sandalye üstünde, yerinde kıvnla kıvrıla, içi burkula burkula Yaruk Kereme oynuyordu. İçin için yanıyordu. Kıpkırmızı kor olup içinden yanıyordu. Yana-yakıla oynuyordu. Kavruluyordu. Çevreye kıvılcım saçıyordu. Koru havaya savrulup küllendikçe yüreğine siyah siyah benler düşüyordu. Bağrının başı da öylece kara­ rıyordu. Aldığı temastan korkuyordu. İşlediği günah ona rahat vermiyordu. Kafası sorular yüzünden şişiyordu. Dü­ şünceleri çatallaşıyor, sesi kınlıyordu: 'Belki, Kerem Aslı ateşine tutulduğunda başlamış dertlerimiz. Yoksa, galiba Bahadır Beyin Ermeni Sona'sına kavuşmayınca kalbine sıkhğı alhn kurşunun sesinden, sedasından doğmuş. Hayır, her halde, sersem aşıkları kendimize idol seçe seçe ahçilere9 kavuştuk. Aldandık. Düşmanlarımızı baştacı ettik. Ocağı­ mızın başında kendimize düşman yetiştirdik, düşman yav­ rusu besledik. O günden başladı faciamız . Meyvesini bugün 9

Er.- kızlara

63


tadıyor, acısını şimdi göıiiyoruz. Cezamız çok ağır, günah­ larımız büyük! Bu yüzden Allah bağışlamıyor bizi! Cehen­ nem ateşi bu dünyada yakıyor bizi. Böylece cehennem aza­ bını ışıklı dünyada çekiyoruz. Gözümüz göre göre yanıp tutuşuyoruz . . . Nuri Muallim oturduğu yerdece kuruyup kalmıştı. El­ '

leri-ayakları buz kesiliyordu. İbret olacak ölümüne hak demek zoruna gidiyordu. Ruhu somutluğunu yitiren varlı­ ğından ayrılıyordu. Sanki tırnağım etinden ayırıyorlardı. İçinden kopan sızıltılar, acılar ses çıkarmasına fırsat vermi­ yordu. Sanki dili de kıyma kıyma doğranıyordu. Fakat duyguları ağrıyı duyacak durumda değildi. Organlan canlı:­ lığıru kaybediyorlardı. Kıpırdarsa ağrıları duyabileceğinden korkuyordu. Aslında kıpırdanmaya hiç hali de yoktu. Kal­ binin özeği yontuluyor, inceliyordu. Soluğu kesiliyordu. Südabe'yi çağırdı. Şoför Ali Asker'in ne zamandan beri onların da ekmek payını havada kapıp ona vereceğini bir köşede durarak bekleyen Südabe Hanım, hafif akşam rüz­ garının sesinden aldığı ölgün sesiyle, hassascasına, kendine özgü bir tarzda içini çekti. Kan-koca bir yastığa baş koy­ duktan sonra birbirlerine şefkatle Sülü, Nuruş diye sesleni­ yorlardı. "-Sülü, Sülü . . . " Sese Südabe Hanım irkildi. Çadırın önüne geldi: "-Nuruş, kurbanın olayım, ne diyorsun?" "-Sülücan, kendimi iyi hisetmiyorum. Yere bir yatak atıver. Yatmak istiyorum. Uykum var. İyi değilim." "-Nuruş, hayatım, akşamüstü uyumazlar. Bu vakitte uyku ağırlık getirir, derler. Doktor çağırayım mı?"

64


"-Hayır, Sülücan, beni yere uzat. Galiba artık zamarum doldu. Ölüyorum, Vallahi. Zaten bir can borcum var . . .

"

"-Allahını seversin, öyle konuşma Nuruş, canım. Bizim sıramız geldi mi ki? Ölecek o kadar çok ihtiyar var ki! Bizim sıramıza henüz çok var. Yurdumuza-yuvamıza dönmemiş bizim ölmeye hakkımız, yetkimiz yoktur. Ermeni elinden kurtarabildiğimiz bir tek carumızdır. Allah onu da bize fazla mı gördü diyorsun?! Onu da bu çölün ortasında bıra­ kıp gidelim mi?!" Nuri Muallim Südabe Harumın bu sözlerini algılamadı. Göğsünü doldurarak iç geçirdi. Beynine saplanan iki keli­ melik yeni yasaktan ürperdi: "Akşamüstü uyumazlar!!!" Ne, nasıl bir vakittir ki, bu yasakhr? Nafile ikileşir, tekleşir, gah iki iki tekleşir, tek tek i.kileşir, gah da yeniden tekleşir­ di. Üç ünlemli süngülere dönüşüp Nuri Muallimin beynine saplanıyordu. Südabe'nin yardımıyla Nuri Muallim kendi­ sini güç bela sürüyüp yatağa attı. Herşey de böylece bitti. Nuri Muallim yere yathğı gibi dili tutuldu. Südabe Ha­ nım

"Doktor!" diye feryat etti, çığlık attı. Çadırdan dışarıya

fırladı. Nuri Muallimin beynini delen, diden bu yasaklar birbi­ riyle haHl çekişiyorlardı. Nuri Muallim yarılmış, içine tığ sokulmuş ceviz gibi içleniyordu. İçi ovuldukça ovuluyordu. Kavruldukça kavruluyor, yandıkça yanıyordu. Gözlerinde­ ki son umutla suskun suskun çadırın kapısından dışanya bakıyordu. Yuvarlak ekmekler havada uçuşuyordu. Banka Nuri parmaklan üzerinde Yanık Kereme oynu­ yordu.

65


Göçkün Nuri

zamansız

uyuyordu. Gaipten

ses

geliyor­

du: "-Heheyyy! !!" "-Ekmeği atmazlar!!!" "-Yanık Kereme oynamazlar!!!" "-Dar zamanda uyumazlar!!!" Nuri Muallimin kalbi son defa sançtığında sanki sırtı­ nın sol tarafından kalbinin başına 150'lik bir çivi çakılmıştı. Dönmek istedi, kollarını bile kıpırdatamadı. Son çabadan sonra yalnız bir kez gerinerek yerinde dönebildi. Sol tarafı­ na döndü ve yerindece kıvrıldı. Korkuya dönüşmüş yasak­ larsa hala daha beynini deliyor, oyuyordu. Delinen, yırtılan, çatlayan, oyulansa kalbi oldu. Çatlamış kalbinin özeğini kırmak, kesmek için yasak sözler sağdan sola, soldan sağa onu testereliyordu. Dışarıdaysa cümbüş devam ediyordu. Yuvarlak ekmekler hala havada uçuşuyorlardı. Banka Nuri canı ağzında parmaklan üzerinde Yaruk Kereme oynuyordu Göçkün Nuri ecel örtüsünü kafasına çekip aksi vakitte uyuyordu. Gaipten ses geliyordu: "-Heheyyy! !!" " - Ekmegı - . atmazlar... ııı" " -Yanık Kereme oynamazlar!!!" "-Dar zamanda uyumazlar!!!..." Gaipten gelen sesler kesilmek bilmiyordu. Aynı sırala­ mayla sadece tekrarlanıyordu. . .

66


BiZ ERMENİ OLAMAYIZ 1918 yılında Ermeni-Müslüman savaşı başladığında

Goruslu usta Şahan Laçın'ın Mişni köyünde ev yapıyordu. Ortalık karışınca yollar kapatıldı. Usta Şahan Gorus'a gi­ demedi. Taşnakların sebep olduğu görülmedik trajedileri, deh­ şet saçan olaylan duyanların damarlarında kanlan donu­ yordu. Namuslarına dokunulmuş köy gençleri öfkelerini soğutmak için Usta Şahan'ı öldürmek kararını aldılar. Fakat köyün saygın ihtiyarlan araya girerek buna mani oldular. O zaman soylu, cesur ve köyün seçilir genci olan Ahmet Bey ihtiyarlara etiraz etti: "Siz Ermenilerin bebelerimize bile aman vermediğini, acımadığını, süngüye takhklanru duy­ madınız mı? Kadın-kız, genç-ihtiyar aynmı yapmadan adı Türk olan herkesi mahvediyorlar. Diri diri yakıyorlar, baş­ larını kesiyorlar. Biz neden bu Ermeni gavurunu öldürme­ yelim? Sizin Ermeniye acım.anızı biz gençler asla anlayamı­ yoruz." O zaman köy ihtiyarlarından olan Rıza Efendi ileri çı­

kıp şöyle söyledi: "-Yavrum, silahsız, emeğiyle geçinen insan evladma dokunmak Allah'ın gücüne gider. Ataları­ mızdan başlayarak biz hep alçaklıklardan uzak olmuşuz. İnsafımızı kaybetmemişiz. Gerektiğinde mertlk yapmışız. 67


Namertlik Ermenilere has bir özelliktir. Çünkü onların adı Ermeni. Biz Ermeni olamayız" Aksakal sözü karşısında gençlerin diyecek bir sözü yoktu. Onlar kendi elleriyle Usta Şahan'ı boz katınna bindi­ rip sağ-salim, gizli patikalarla Gorus'a gönderdiler.

68


Tİ GANA Adını doğru dürüst bilen yoktu. Gerçek adı unutul­ muştu. Belki kendi adını kendisi bile unutuvermişti. Kasaba halkı, o cümleden tanıdı.klan onu Tigana diye tanımışlardı. Tigana kışlada oturuyordu. Komutanlar da, askerler de kömür gibi siyah, ince, uzun boylu, asker üniformalı, cıvıl avıl, okul çağındaki bu çocuğu 'Tigana' diye çağırıyorlardı.

O sanki

Fransa'nın

siyah

derili

ünlü

futbol

yıldızı

Tigana'yla ikizdi. Tıpatıp ona benziyordu. Bu benzeyişle birlikte, meçhul birisince ne zamansa ona verilen bu lakap kendi adını unutturmuştu. Tigana'nın ailesi Güneydendi. Köylerini, sonradan gel­ me Ermenilerin yaşadığı Hardut köyünden Kuşçular ovası ayırıyordu. Karabağ savaşı başladığında Tigana on bir ya­ şına yeni basmıştı. Beşinci sınıfta okuyordu. Yaşının masına

az

ol�

rağmen, Ermenilerle savaşmaya acele ediyordu.

Kuşçular'da askeri karargah kurulduğunu işitince yüzünde güller açtı. Tigana askerlerden ayrılmadı. Onu bu yoldan döndürmek imkansızdı. Geceleri de orada kalıyordu. Ufak tefek işlere koştUruyor, askerlere yardım ediyordu. Su taşıyorr, odun topluyordu. Ateş yakıyor, çay pişiriyordu. Denilen her işi yapardı. Açıkgözlü, uyanıktı. Alay kararga­ hına gitti. Cephane, kurşun, mermi taşıyordu. Çamaşırları 69


götürüp getiriyor, yiyecek peşine gidiyordu. Ermeniler bas­ kıyı artırdıkça Tigana'ya da, onun yardımına da ihtiyaç çoğalıyordu. Ondaki ağırbaşlılık, sabır, cesaret, zeka, mesu­ liyet çoğu askerde yoktu. Çok ağır anlarda bile o işe yarı­ yor, yardıma koşuyordu. Anasından asker doğmuştu sanki. Ona da asker üniforması, asker parkası, asker elbisesi verdi­ ler . .Kışladaki askerlere kahldı. Tigana korkunun ne oldu­ ğunu bilmiyordu. Askeri noktalara giden yollar ateş altında tutulurken, çatışmalar devam ederken, sıkışan askerler Tigana'mn yolunu bekliyorlardı. Tigana zor koşullarda onlara yiyecek götürüyor, cephane bittiğinde kurşun, mer­ mi yetiştiriyordu. Düşman başlarına dolu gibi mermi, füze yağdırdığında Zümrüdüanka oluyor, yolundan dönmüyor, ölümün üzerine yürüyordu. Kurşun, mermi yağışının al­ tından kaçmıyordu. Tigana'ya, "görünmez", "kurşun işle­ mez" dediler. O yere yatıp süründüğünde topraktan fark edilmiyordu. Düşman nişancılarının kurşunları ona vız gelirdi. 'Cesur savaşçı' ünvanıru kazanmış Tigana, yara­ lanmış dostlarını düşman elinde bırakmazdı. Şehit olanların cesetlerini sırtına alıp getirirdi. Anaların gözyaşlarına da­ yanamazdı. Onlan umutsuzluktan kurtarırdı. Hayatını teh­ likeye atarak sık sık ateş hattını geçerdi. Savaş meydanlarını arar, kayıp olanların ölüsünü bulur, ailesine ulaştırırdı. Yiğitliğine, korkusuzluğuna göre o takımın gururu ol­ muştu. Savaş arkadaşları onu içten seviyor, özen gösteri­ yorlardı. Hoşgörüsüne, iyi kalpliliğine, riskli tavırlarına, karşılık beklemeksizin yardım etmesine, tek kelimeyle fe­ dakarlığına göre halk arasında da

nam

salmıştı. Bir tek ya­

şıtları arasında dili kısaydı. Kasabanın sol sahil sokağında sık sık öğrencilerle karşılaşırdı. Çocuklar bu yüzü yumuşak 70


askerin yakasından düşmüyorlardı. Ona sorular yağdınyor­ lardı. Tigana onlara birçok şeyi anlatıyordu. "Bak bu AK, bu AKM, bu da makineli tüfenk mermisidir. Bu UZİ otoma­ tik silah kurşunudur. Bastığımız Ermeni noktasında bul­ dum. İnsan hayatı için çok tehlikeli bir şey, kurşunu hem insan vücudunda dolaşıyor, hem de zehirli. Ermenilere sadece Ruslar silah vermiyor; yurtdışından da onlara silah gönderiyorlar. Büyük devletlerin hepsinden yardım alıyor­ lar", diyordu. Keşif koluna gitmesini, düşman mayınlarını nasıl etkisizleştirdiğini anlatıyordu. Tigana ne kadar anlatsa bile, yine de çocukların alayla­ rıyla karşılaşıyordu. Kendisinden büyükler arasında övün­ se

de, akranları yanında övünemiyor, gururlanamıyordu.

Onunla tartışan çocukların sözünden alınıyordu. "Asker olabilirsin. Fakat silahın yok ki. Ermeni öldürmemişsin". Kızların olduğu yerde böyle sözler duyunca çok utanıyor­ du. Tigana'run şimdi bir tek dileği vardı. Eline silah almak, Ermenilerle savaşmak, yaşıtları arasında omzunda silahla görünmek. Fakat bu arzusu arzu olarak kalıyordu. Alayda en çok saygı gösterdiği, arkadaşlık ettiği, bölük komutanı Genceli subaydan ona silah vermesini sık sık rica ediyordu. Fakat alayda yeteri kadar silah yoktu. Askerlerin bile çoğu silahsız kalmıştı. Tigana'run ricası her gün geri bırakılıyor­ du. Bugünkü çatışma öncesi bölük komutanı Tigana' ya, kesin söz verdi ve son sözünü söyledi: "Alay kumandanıyla konuştum. Yannki denetlemede sana törenle silah verece­ ğiz. Kumandan sözünden caysa bile, ben kendim silahsız

kalsam bile, silarurtu s�a vereceğim. Rahat ol".

Şiddetli, kanlı bir çatışmaydı. Ermeniler, bizimkileri yeniyorlardı. Hep üzüntülü havadisler geliyordu. Bizimki71


lerin birileri tarafından satıldıkları dedikodusu dolaşıyor­ du. Son alınan bilgi Tigana'nın beyninde bomba gibi patla­ dı: "Genceli subayın bölüğünü imha ettiler. O da kanlar içinde yatıyor. Ağır yaralı. Düşmana tutsak düşme tehlikesi var!" Tigana dostunun zor durumda olduğunu duyduğun­ da hiçbir şey düşünmeden derhal haberin geldiği yana doğ­ ru atıldı. Arkasınca: 'Nereye gidiyorsun? Kendini ölümün kucağına atma!' deseler de dönmedi. Taşların, çalıların ara­ sından yılan gibi kıvnlıp geçti. Süründü. Çevresine düşen mermilerin tozuna bulandı. Gözünün önünde uçuşan şa­ rapnellerden, kızıl kurşunlardan asla kokmuyordu. İstih­ kamlardan atlıyordu. Kendisini düşman pençesinde kalmış arkadaşına yetiştirdi. Genceli subay yarı baygın halde Tigana'run boynuna sanldı: "Gözünü seveyim, Tigana, galiba ben iki bacağımı kaybettim. Silahımı al. Onu sana hediye ediyorum. Bundan böyle düşmanla erkek gibi sava­ şırsın. Arzunu gerçekleştirirsin". Tigana silahı sol koluna geçirdi. Arkadaşını omzuna alıp, geldiği yolla geriye sü­ ründü. Tigana'run üzerinde süründüğü sanki toprak değil­ di. Ter içinde, ter gölünde kuğu gibi yüzüyordu. Giysileri kan-ter içindeydi. Giysilerinden sıyrılıp çıkmak istiyordu. Teri kanıyla boyandığında azacık bir ağrı duydu. Fakat ne yaralandığını anladı, ne de Genceli subayın ona: "Kendini helak etme, Tigana sen daha çocuksun. Bu dünyada henüz bir şey görmedin. Gözünü seveyim, sen daha yaşamalısın", fısıltısını duydu. Kendi kanını sevgili arkadaşının kanı san­ dı. Bütün gücünü harcayarak süründü. Sürünmesini bı­ rakmadı. Takatten düşene kadar çekti, emekledi, can çekiş­ ti. Çenesi toprağı yardığında kulak zarları son defa aldığı

72


heyecanlı sesten titredi: "Çabuk olun, çocuklar! Gavurlar Tigana'yı da vurdular!" Yardıma gelmiş hp görevlileri Tigana'yı kanlı savaş meydanından çıkardıkları Genceli subayla birlikte sedyeye uzattılar. Cankurtarana koyup Merkezi Askeri Hastaneye götürdüler . . . Tigana'nın sönen bakışları acıyla ona bakan hemşirenin kirpiklerinde biriken damlalarda asılı kalmıştı. Kopamıyor­ du. O masum, boş bakışların dokunuşundan etkilenen, ya­ nakları kızarmış hemşire kendisini alevler içinde kalmış gibi hissediyordu. Yanağından göğsüne düşen her damla gözyaşı ateş gibi yakıyordu: "Benim fakir, kimsesiz yavrum! Elimizde olan kanlar bitmiş. Senin yaşamana ümit yok!" diye kendi kendine hıç­ kırıyordu. O, "adil olun doktor!" diyerek Tigana için kan istediğinde öfkeyle karşılaştı: "Bizim kan ihtiyatımız ancak komutanın

hayatını

kurtarmaya yeter!" cevabını aldı.

Tigana'run kanla ilgili hiçbir anlayışı yoktu. Bir şeyler dü­ şünmeye bile hali kalmamıştı. Bütün vücudu takatsizdi. Sararıp solan yüzünde nurlu, ışıklı bir parıltı vardı. Arzu­ sunu durmadan sayıklıyordu: "Bana da silah verin! Ben de Ermenilerle savaşmak istiyorum!" Tigana çok kan kaybetmişti. Ona çok kan gerekiyordu. Hastanedeki kan skoku bitmişti. Bir taraftan da verilen kan­ lan götürmüşlerdi. Ermenilerin şehre girdikleri söyleniyor­ du. Alçakların önünde duran yoktu. Ortalık karışmıştı. Alayın askerleri vatana sadakat yeminini unutmuşlardı. Savunma safı bozulmuştu. Perişan olmuş, başıboş kalmış­ lardı. Her taraf enkaz, virane idi. Sokaklarda kaos hakimdi.

73


Halk kaçmak, eşyalarını taşımak, kurtulmak istiyordu. Herkes yalnızca kendi canını düşünüyordu.

Öç alma hissi unutulmuştu. Su yerine kan akmıyor, kan

yerine su akıyordu. Düşman toplarının gürültüsü kesilmi­ yordu. Şehir elden gidiyordu. Arzusu içinde kalmış Tigana ise hala sayıklıyordu: "Bana silah verin. Ben de Ermenilerle savaşmak istiyorum!" diyordu . . .

74


ANA FERYADI Kalenin fa.kir halkından olan Haspolat adlı genç deli­ kanlılıktan ergenliğe adımını atınca geçimi iki kat zorlaştı. Zaten ağır olan hayatı biraz daha ağırlaştı. Haspolat ailesini geçindirmek, günlük ihtiyaçlannı gidermek için çabalama­ ya başladı. Şehir dışındaki Çevirmeli derede, Taşaltı ırma­ ğının sağ tarafındaki değirmeni işletmeye başladı. Eşi Gülaye ve üç aylık bebeği Muhamrned'i de yanına, değir­ mene aldı. Haspolatlar hem değirmeni işletiyor, hem de sığır, tavuk besliyorlardı. Irmak kıyısırun su basan yerlerin­ de ise ekin ekiyorlardı. Kısa bir sürede hayatlarını düzenle­ diler. Değirmen deresinde kendileri için bir düzen kurdu­ lar. Herkes Haspolat'tan memnundu. O işinde Ermenilerle soydaşlan Türkler arasında aynın yapmazdı. Her iki mille­ tin mensuplarına aynı gözle bakardı. Müşterileri aynm yapmaksızın, kimseye torpil geçmeden sıraya dizer, sırası yetişenin buğdayını öğütürdü. Kimsenin ununun fazla ka­ laruna, artanına bile göz dikmezdi. Yükünün ağırlığına göre sahibinden parasını alırdı. Helal çalışırdı. Değirmene ayak basanı güler yüzle karşılayıp güler yüzle gönderirdi. De­ ğirmen taşlarının gürültüsü, sesi Haspolat'ın kafasını o ka­ dar kanştırmış, kulağını o kadar doldurmuştu ki, Ermeni­ Müslüman savaşının başladığı haberini duyduğunda işin

75


ciddiyetini kavrayamamıştı. Karışıklık çıktığı günden itiba­ ren değirmene gelenler bu ıssız derede Haspolat'a tetikte olmasını, dikkatli davranmasını söylüyorlardı. Ermenilerin yaptıkları feci hadiseleri anlatıyorlardı. Haspolat ise ceva­ bında hep 'Ben kimseye bir şey yapmadım ki, bana da bir şey yapan olsun!' derdi. Fakat yapan bulundu. O kansız, nankör adam! Baş kesmekte, yağma ve eşkıyalıkta ün ka­ zanmış Taşnakların elebaşı Harnzat.

1905 yılının ılık ilkbahar günlerinin birinde Hamzat önde Taşnaklardan oluşan çetesi, arkasınca da katır ve �şek­ lerini değirmen deresine döktü. Haspolat fırsatını bulup silah alamamıştı. Eşkıyarun önüne direnle, baltayla çıktı. Hamzat balta atmasına fırsat vermeden Haspolat'ı tüfeğin iki kurşunuyla yere yıktı. Gülaye kucağında bebeğiyle ken­ disini göğsünden kan fışkıran kocasının üstüne attı. Erme­ niler vaveylayı, feryatları dinleyerek zaman kaybetmeği düşünmüyorlardı. Gözü yaşlı, eli yüzü kanlı Gülaye başına dikilmekte olan H arnzat'ın ayağına kapandı. Üzengisinden tutup yalvarmaya başladı: "-Allahı severseniz, günaha batmayın. Allah aşkına be­ ni öld ürün, fakat yavruma dokunmayın. Allahıruzı unut­ mayın!" Hamzat atıru sola çevirdi. Göz kırpa kırpa yüzünü, bo­ yun-boğazıru kıl basmış silah arkadaşına doğru çevirdi: "-Korkma kardeş, çocuğunu öldürmeyiz. Mestop onu oğul edinecek. Doğru söylemiyor muyum, Mestop Kirve?" Mestop pişmiş kelle gibi sırıtarak kısa boyunlu başını salladı. Atını Gülaye'nin tam karşısına sürdü. Haydutların kaş-göz etmelerinden, mimiklerinden amaçlan belliydi. Çocuğu da öldürmek, kadını kendileri ile götürmek istiyor76


lardı. Ana aldatılacağırun fark edecek halde değildi. Şimdi onun içinden geçen tek dilek vardıysa, o da kendisinin de sevgili kocasıyla yan yana gömülmesiydi. Akli dengesini, hafızasını, bilincini kaybetmiş anne içgüdüsel bir hareketle yerinden kalkarak mahrem bebeğini kendi elleriyle Mestop'un kucağına verdi. Celladın ağzı kulaklarına vardı. Bebeği annesinden alıp beleğini hemen açıverdi. Muham­ med ağlıyordu. Sesi yanan, kıştan kalma ot yığının siyah dumanına karışıp göğe kalkıyordu. Mestop soyduğu küçü­ cük bebeğin sol bacağından tuttuğu gibi sağ bacağını elebaşıya uzattı. Mestop'la Hamzat yüz yüze durdular. Kansızlar at üstündeyken tavuğun göğüs kemiğinden tutup lades yapar gibi sıkı sıkı tutup kuvvetle ters yönde çektiler. Muhammed iki parça oldu. Canavarlar ikiye parçalanmış bebeğin parçalarını annenin üstüne attılar. Anne sanki bin yıllık uykudan ayıldı. Önce gördüklerini bir düş olduğunu düşündü. Kendisine geldiğinde yüreği oklandı. Öfkeden çıldırdı. Ermenilerin bu vahşetinden cinnet geçiren anneye yer-gök dar geldi. Anne feryat etmedi, inlemedi, yavrusunu ağlamadı, ağıt okumadı. Ağlamağa, ağıt yakmaya sabn

vardı? Anne kan çökmüş gözleriyle ne düşmanlarına bak­ mak istedi, ne de yavrusunun kucağına sıktığı parçalarına baktı. Feryat etti . Tırnaklarını gözünün bebeğine geçirdi. Göz kapaklarından başlayarak yanaklarından göğsüne doğru çizerek kanını döktü. Didesi avcunda kör dünyaya bakıp feryat etti : "-Bastığını kesen düşman! Aman isteyene aman ver­ meyen düşman! Allahından korkmayan düşman! Sinsi düşman! Bizim suçumuz neydi ki, bize bu çileyi çektirdi­ niz?! Ey gökyüzü, neden düşmüyorsun?! Ey yeryüzü, ne77


den ayrılmıyorsun, yanlmıyorsun, yarattıklarını neden yutınuyorsun?! Bundan büyük vahşilik olur mu?! Hak mahkemen nerde senin, ey ulu Yaradan?!. .. Anne üçüncü solukta feryat koparamadı. İçin için kıymalandı. Feryadı dağa, taşa, toprağa, suya çöktü. Anne son anda, son solukta, son çabayla iki defa hıçkırdı. Üçüncü çabada kalbine indi. Kalbi paramparça oldu. Köksüz ağaç gibi ciğerparesinin iki parça olmuş, elinden yere düşmüş, azalan üzerine yığılıverdi. Anne feryadının kabusundan korkan Mestop cansız bedenin aniden yerden kalkıp arka­ dan onun boğazından yapışacağından, boğazlayacağından korktu. Ondan önce davranayım, dedi. Kendisini rahatlat­ mak için tüfeğini alıp annenin cansız bedenine üç kurşun sıktı. Katiller değirmende olan içi tahılla dolu çuvalları, un keselerini topladılar. Gözlerine takılan ev eşyalarını, iş alet­ lerini, kısası ne varsa hepsini silip süpürüverdiler. Toplayıp katırlara yüklediler. Kümesteki tavukları, civcivleri heybe­ lere tıkhlar. Koyun, keçiyi, sığırı önlerine katıp babalarının malıymış gibi götürdüler ... Akşam çöktüğünde dağa, taşa, toprağa, suya sinmiş ana feryadının yankısı değirmen deresine çökmüş ölü, fakat korkunç sessizliği bozdu. Taneliğinin buğdayı bitmiş de­ ğirmen taşlarına buğday dökülmüyordu. Taş taşı yiyordu. Taşların sesinden insanın tüyleri diken diken oluyordu. Taşlan dönderen pervanenin hızı arttıkça su olukları dolup taşıyordu. Oluktan geriye akıyordu. Su barajını geçip top­ rağa sızıyordu. Toprağın sızısı artıyordu. Toprak katı boşa­ lıp kayıyordu. Ana feryadını toprak dalga dalga yutuyordu. Ana feryadı sessiz sessiz gaibe çekiliyordu. Hafif akşam rüzgarı ise Taşalh ırmağının soğuğunu değirmen deresin­ den çıkarıp Kale'ye doğru kovuyordu ... "

78


UMUTLU SOYKIRIMI Umutlulann silah elde etmek çabalan sonuçsuz kaldı. Ellerini nereye attılarsa boşa çıkh. Önlerinde koskoca kara kış vardı. Murovdağ'ın zirveleri kardan örtüsünü eteklerine uzatıyordu. Kar yağacak olursa yollar kapanacak, köyün savunmasız, silahsız halkı dişine kadar silahlanmış düşman karşısında hem güç d urumda kalacak, hem de katliamdan kurtulmak için köyden çıkma girişimlerine bağlanan son umutlar da tükenecekti. Dört taraftan Taşnakların yuvalan­ dıkları Ermeni köylerinin içinde kalmaları, zaman daraldık­ ça köyün havasına bıkhncı, korku verici tesirini günden güne artırıyordu. Halkı kötü günlerin beklediği belliydi. At sırtından inmeyen, el kuşu uçuran Cavanşir beylerinin gay­ ret damarını sanki kesip atmışlardı. Halkı düşünecek halde değillerdi. Ermeni metresleri edindikleri günden beri milli ve dini değerlerini unutmuşlardı. Ermeni taarruzuna uğ­ ramış soydaşlarına karşı vurdumduymaz, yad tavırlar ser­ giliyorlardı. Taşnaklar ise Terter deresinde at oynatıyorlar­ dı. Her gün bir Türk köyünü yağmalıyor, kendi pis ihanet­ lerinin, soykırım siyasetlerinin mağduruna çeviriyorlardı. Taşnaklann Tµrk köylerine 1905 yılının 3 Ekiminden başlayan baskınları Aralık ayının sonlarına kadar devam etti. Çıraklı, Hacıgervent, Pirhut köyleri kundaklandı. Bu 79


köylerin halkı kılıçtan geçirildi. Sağ kalanlarsa yurtlarından kaçmak

zorunda

kaldılar.

Göçkünler

I<arabağ'ın,

Gencebasar'ın tehlikeden uzak çevre köylerine dağıldılar. Terter deresinde

40 haneli Umutlu'dan başka Türk köyü

kalmadı. O günden beri de Umutlu halkı huzurunu kaybet­

ti. Umutlu köyü il merkezi Terter'den 40 vestıo uzakta yerleşiyordu. Halkın bu karmaşada içlerini dökmeye, şika­ yetlerini söylemeye köyde ne ağalığı, ne de beyliği belli olmayan Muhtar İsmail'den başka kimseleri yoktu. O da çok huysuz bir adamdı. Muhtarlık, başka aday olmadığı için ona verilmişti. Çok uğraşıdan sonra köy ihtiyarlanrun ısrarıyla İsmail halk adına valinin yanına şikayete gönde­ rildi. Vali Rus Pivovarov da diğer Çar memurları gibi Taşnaklara çoktan sahlmıştı. Dindaşlarının gözüne girmek için her an dalkavukluk yapmağa, kılık değiştirmeğe, rüş­ vet almak için her şeyi yapmağa hazır birisiydi. Muhtarı tercüman aracılığıyla sabırla dinledi. Pivovarov Emenileri kötülese de, sonuçta onların yararına olan bir karar verdi. Ortaya kanıtlar, olgular, çeşitli mazeretler koydu. Sonuçta ne köyün savunulacağına güvence verdi, ne de köyün ta­ şınmasına nezaret etmek için Kazaklardanl1 oluşan koruma gönderebileceğini vaat etti. Her hangi bir yardım gösterme­ nin olanaksızlığından, imkan yoksuzluğundan konuştu. İçi

boş,

sadece göstermelik Hıristiyan merhameti ve ikili siya-

ıo O dönemde kullanılan uzunluk birimi. ıı

80

iç güvenliği sağlamak için, genellikle Ruslardan oluşturulan as­ kerler.


setiyle halkın isteğini olumlu yönde çözemediği için üzül­ düğünü belirtti. Özür diledi ve bilhassa kendi namına Umutlu halkına özrünün ulaşblmasıru muhtardan tekrar tekrar rica etti. Muhtarı geriye üzgün, çaresiz, yardımsız gönderdi. Her yerden umudu kesilen, kimsenin yardımına güvenemeyen Umutlu halkının son umudu yine kendi ol­ du. Yüreklerini pek tutup, oy birliği ile köyden çıkma kara­ rını

verdiler. Sonunda Allah kerim deyip 1905 yılı Aralık

ayının 26'sında sabah erkenden köyden aynldılar. Soğuk bir gündü. Göç ikindi saatlerinde ilk Ermeni k�

yü olan Ayvalı'ya anca ulaştı. Araba çekenler köyün kıyı­ sından, Güneybatı yamacındakı Yamuktepenin arkasından, ormandan geçip getmek için yoldan sapmak istediler. O anda ilerdeki köyün muhtarının onlara doğru geldiğini gördüler. Muhtar Abram'la İsmail eskiden beri hep kirvey­ diler. O, atın sırtında elini göğsüne koyup baş eğdi, halkı selamladı. Sonra atından inip İsmail kirvesine sarıldı. Öyle samimi öpüşüp görüştüler ki, tanımayanlar öz kardeşi ol­ duğuna inanırdılar. Muhtar Abram yoluna devam etmek isteyen göçün önünü kesip el salladı: -Umutlu halkı! Ey gözümün nurlan! Kendiniz de bili­ yorsunuz ki, ben sizden yerle gök kadar memnun bir ada­ num.

Rica ediyorum benim söylediklerimi yanlış anlama­

yın. Ben yaşadığım müddetçe, benim namusum yol vermez

ki, gecenin , bu uygunsuz zamanında siz yolunuzu dağla, taşla devam ettiresiniz. Çocuklarınız yılana, kurda-kuşa yem olsun. Benim muhtarlık yaptığım Ayvalı' dan size kim­ se dokunamaz. Çok rica ediyorum, Ayvalı'da kalın. Çadır kurup yerleşin. Uyuyun, dinlenin. Sabah erkenden şafak söktüğünde yola koyulursunuz. İsmail Kirve, sen de bize 81


gidelim. Geceyi bizde geçir. Bir az içimizi dökelim. Ara­ mızda düşmanlık çıkaranın Allah belasını versin. Allah'ın laneti onunla olsun! Karışıklık çıktığından beri git-gelimiz kesildi. Birbirimizle ilişki kuramadık. Allah korusun, her gecenin bir aydın sabahı var. Her şey iyilikle biter, İnşallah! Umutlu halkı danışmak için toplandı. Konuştular. Muhtar Abram'ın teklifi üzerine çok düşündüler. Ortak bir karar veremediler. Bir kısmı "Yolcu yolunda gerek", bir kısmı "Akşamın faydasından sabahın şerri iyidir" dedi. Ayvalı'da sabahlama taraftarı oldular. Son kararı ise İsmail Efendi verdi. O, Abram'ın tatlı şeytan diline aldandı. Hal­ kından ayrılmağa, Abramlarda sabahlamağa razı olmasa da, halka Ayvalı'da sabahlama aklını verdi. Muhtar Ab­ ram'ın dönek olacağı, onu tuzağa düşürebileceği, iyiliğe kötülükle cevap vereceği aklının ucundan bile geçmemişti. Hiç Muhtar Abram'ın kumazcasına başlattığı bu oyunun Taşnaklar tarafından düzenlendiğini anlayacak durumda değildi. Deseler bile inanmazdı. Hatta İsmail, Muhtar Ab­ ram' ın bu türlü iyi davranmasını her şeyden önce beş altı­ ay bundan önce ona yaptığı iyiliklerin karşılığı gibi görü­ yordu. O zaman, ilkbaharın ortalarından yaz sorılarına ka­ dar devam eden ilk Şuşa Savaşında İsmail, Muhtar Ab­ ram' a yeterince yardım etmişti. Çuvallarca un, tahıl, şeker, yakıt stoklayıp Muhtara vermişti. Muhtar da bunları sıkın­ tıdaki Şuşa Ermenilerine ulaştırmıştı. İsmail Efendi her Ermeniye düşman gözüyle bakmazdı. Aralannda helal emeğiyle yaşayan yoksullar da az değildi. Alınlarının teriy­ le yaşayanlar da Taşnakların elinden az çekmiyorlardı. O burılan biliyordu. Alırılarının teriyle yaşayanların kendileri de Taşnaklardan şikayetçi idiler. İsmail Efendi bunları bili82


yordu. Fakat o, Ermenilerin devlet idarelerinde yüksek ma­ kamlarda çalışanlardan köy muhtanna kadar ileri gelenle­ rinin ancak Taşnaklardan olduklarını veya onlara itaat edenlerin o görevlere tayin edildiğininin farkında değildi. Muhtar Abram da böylelerindendi. Zaten başka türlü ola­ mazdı da. İsmail Efendinin tavsiyesiyle göç arabaları açıldı. Katır­ lar, öküzler yükten kurtarıldılar. Çubuklar yere dikildi. Geçici, bir gecelik çadırlar kuruldu. Her şey olabilir diye bekçiler de ayrıldı. Korku içinde yorganı kafasına çekenler yorgunluktan tatlı uykuya daldılar. Gecenin tam ortasında, bekçilerin uykuya daldığını gö­ ren Muhtar Abram kılavuzluk yapıp getirdiği Taşnak eşkı­ yasıyla göç yerini dört taraftan kuşattı. Taşnaklar bekçiler­ den birinin haber vermeğe koştuğunu görünce ateş açtılar. Uyuyanların yerlerinden kıpırdalanmalarına fırsat verme­ yip onları kurşun yağmuruna tuttular. Tatlı uykuda uyu­ yanlar ateş seslerine kalktılar. Ortalık

ana

baba gününe

döndü. Yerinden kalkıp kendisini kaybeden, şuursuz şekil­ de Abram'ı yardıma çağıran İsmail Efendinin çağırışına cevap geldi. Muhtar "Dayan, yardıma geliyorum, karşıya çık!" diye bağırdı. İsmail Efendi uyku sersemi sesin geldiği yöne koştu. Önüne çıkan İsmail Efendinin şakağına ilk kur­ şunu bizzat Muhtar Abram sıktı. Ölümün pençesinden Umutlu köyünden büyüklü-küçüklü toplam 30 kişi kurtu­ labildi. Taşnaklar silahsız Umutlu halkına karşı olmadık gaddarlıklar yaptılar. Günahsız insanları eşi görülmemiş vahşilikle kırıp döktüler, katlettiler. Erkekleri kadınlardan ayırıp kurbanlık koyunlar gibi boğazladılar. Hamile kadın­ ların karınlarını hançerle parçalayıp daha doğmamış bebek83


lerin kanlı başlarını yere döktüler. Annelerin gözleri önün­ de yavrularını doğradılar. Kokmasın diye 300 civarında cesedi üst üste yığıp ateşe verdiler. Fırsatını bulup kendisini dağdan-taştan atıp öldüremeyen alh aylık gelinleri ve on iki yaşındaki kızlan esir alıp kendileriyle birlikte götürdüler. Onlara tecavüz edip köle yaptılar. Umutlular'ın beklenilen katliamdan göç edip kurtulma girişimleri de cebhane alma çabalan gibi boşa çıktı. Son umutlan da suya düştü. Taşnaklann feci katliamlarından biri olan Umutlu soykınrnı 1905 yılının Aralık ayının 26'sından 27'sine geçen gece korkunç, kanlı bir sayfa gibi tarihimize işte böyle girdi.

84


ZİNYET KADININ FACİASI Yağmur serpiyordu. Terter bölgesinin sonuncu oym.a­ ğıru da arkada bıraktılar. Şoför frene bastı. Otobüs tren yo­ lunu geçti. Yevlah-Ağdam anayolunu geçip Ağcabedi yo­ luna çıktı. Hızını artırdığında trafik polisi durağına topla­ nıp yağmurdan korunan yolcular sanki aynı anda uykudan uyandılar. Gürültü-patırtıyla gelip geçmekte olan, durmak istemeyen otobüsün önüne yürüdüler. Genç şoför frene bastı. Tekerleklerden korkunç bir ses çıktı. Otobüs durdu. Şoför yerinden kalkarak boş yer bulmak amacıyla arkaya bakındı.

Çaresizliiğini

bildirmek,

belli

etmek

ıçın

şikayetlenen yolculara doğru omuzlarını silkti. Deminden beri ayakta durmuş kargaboğaz oğlanın onun yüzüne karşı "Şoförlerin cepleri dolsa da gözleri dolmaz. Ayak koyacak yer yok, utanmadan bir de otobüsü durduruyor" diye söy­ lenmesinden iyice alındı. Yanakları hafiften kızardı ... Kargaboğaz oğlan birazcık hassas olsaydı, hiç kuşku­ suz şoförün içinden geçenleri en azından yüzünden okur­ du. Konuşmazdı. Yüzsüzlüğünü sergileyip böyle gaf yap­ mazdı. Şoför genç olmasına rağmen tavırları, kullandığı arabada oluşturduğu düzen onun iyi kalpli, efendi birisi olduğunun gösteriyordu. Otobüsün camlarına asılmış mavi renkli, ütülü tül perdeler insanın iÇini açıyordu. Sık sık si85


lindiğinden cam aralarındaki üç çengelli askılar, nikel kapı kolları, tozsuz, lekesiz camlar pırıl pırıl parlıyordu. Tavan, yer, oturacakların deri örtüleri parıltılarıyla insana moral veriyordu. Ayak altına boydan boya serilmiş Çizgili lastik ayakalhlar zamarunda yıkanıp temizlendiğinden yeni gö­ züküyorlardı. Sanki mağazadan yeni alınmışlardı. Şoförün zevkine diyecek yoktu. Şoförün arka camına Sibel Can'ın aşağısına takvim yerleştirilmiş kocaman, renkli resmi yapış­ tırılmıştı. Onun deniz mavisi gözlerinin büyüsüne kapıl­ mamak elde değildi. Kapılınca da istemeden gençlik yılları­ na dönüyorsun. Sol tarafına Gökgöl manzarasını yapışhr­ mıştı. Bakınca insanın gözleri dinleniyordu. Kapının sağın­ da oturan, kucağında çocuk olan genç kadının başı üzerin­ den asılmış süslü, altın renkli çerçeveye ise Zengilan'ınt2 büyük, saygın seyitlerindent3 merhum Seyit Hasan Ağa'run siyah-beyaz fotoğrafı konulmuştu. Şoförün önünde, ön camın sol tarafındaki açık yerindeki koldan Hazreti Ali'nin "Allah Muhammed ya Ali" kelamı yazılmış üçgen, aşağısı ipek püsküllü atlas üzerine kızıl ipliklerle işlenmiş renkli resmi asılmıştı. Tüm bunlar yolcuların yol yorgunluklarını atmalarına yardımcı olmak amacıyla genç şoförün arayışla­ rının sonucuydu. Bunun dışında gideceğimiz yere varma­ mış şoförün daha bir özelliğinin, hakkındaki iyi düşüncele­ rimizde yanılmadığımızı kanıtlayan tavırlarının bir daha tanığı olduk.

12 13

86

Şimdi Ermenistan işgalinde olan Azerbaysan bölgesi. Kutsal olduklan sanılan, öldükten sonra da türbelerine tapınılan insanlar.


Genç şoförün Fuzuli yolunda, Gubadlı'run Mirler kö­ yünden dindar doktor Mirmuhammet Ağa'nın araba kaza­ sında hayatını kaybettiği yerde, Elmalı Bağda dikilmiş anı­ tının yanında otobüsü durdurması, inip ziyaret etmesi ve adak adaması, dua etmesi onun inançlı, din-iman sahibi olduğunu gösteriyordu... Şoför ön kapıyı açan otomatik düğmeye bastı ve utana­ rak kargaboğaz oğlana doğru şöyle dedi: "-Neden öyle diyorsun, kardeş? Görmüyor musun, ge­ ride kalanların hepsi yaşlı-başlı kadınlar, kızlar, gelinler. Aralarında bir tane asker var. Onlar bizim ana-bacılarımız değil mi?! Onları nasıl yolda bırakalım?! Yoldaki en son araba benim. Şimdi devir değişti. Ekmek aslanın ağzında. Benzin pahalı, yedek parça bulunmuyor. Bulunduğunda da çok pahalı oluyor. Altı manatlıkl4 biletin fiyatı yetmiş ma­ nata çıktı. Günlük parayı vermek zorlaştı. Kimse çalışmıyor. Herkes bu devrin sonunu bekliyor. Biz de kendi yağımızda kavruluyoruz ...

"

Şoför bir bakıma haklıydı. Yolcusu olduğumuz bu oto­ büs Gence'den çıkıp Beylegan'dan güneybatıya saparak Zengilan'a giden tek arabaydı. Hocavent yolu Ermeniler tarafından kapatılmıştı. Üç yıl vardı ki, Arazbasar'a giden ulaşım araçları her gün yüz elli-yüz altmış kilometre fazla­ dan gitmek mecburiyetindeydiler. Uzak yolculuğu ayakta yapmaya razı olan yolcular "Yeter ki, gideceğimiz yere va­ ralım, yollarda mağdur olmayalım" diyorlardı. Durumu göz önünde bulunduran yolcular kargaboğaz oğlandan

14

Azerbaysan para birimi.

87


farklı olarak yola çıktığı için Zengilanlı şoföre sık sık teşek­ kür ediyorlardı. Otobüs günaşırı yola çıkıyordu. Gence Se­ yahat Birliği çatışma noktalarına giden arabaları durdur­ muştu. Ulaşım bir tek karşı tarafın, savaş bölgelerindeki seyahat birliklerinin sayesinde sağlanıyordu. Gidiş-geliş sürüyordu. O yüzden de kargaboğaz oğlanın yakınmasına önem veren olmadı. O da çenesini tuttu. Herkes kendi der­ dindeydi. Gorbaçov'un "yenidenkunna" devri geçmişti. Sovyetler Birliği denen kocaman bir ülke dağılıyordu. Kim­ senin yannlara umudu yoktu. Gence-Zengilan otobüsünde de meraklı herkes için yolcuların hangi bölgelere gittiğini, neden endişe duyduklanru bulmak, belli etmek o kadar da zor olmuyordu. Birazcık dikkatli olmak, konuşulanları din­ lemek her biri hakkında ünlü mantık uzmanı Şerlok Holrnus gibi fikir edinmek için kafiydi. Ön sırada oturmuş kızların, gelinlerin bebekli anneyle dertleşmelerinden göçkün oldukları belli oluyordu. Çatış­ malar azacık ara verdiğinden Zengilan'ın, Gubadlı'nın he­ nüz tehlikeyi savuşturmarnış hudut köylerinden dönüyor­ lardı. Orta yerlerin sahipleri kasabalarda Gence'deki kuru­ luşlarının şubelerini açmış, hesap-kitap etmek için Baş İda­ relere gidip gelen Araz boyu köylerinin iş adamlarıydı. Fuzuli'ye, Cebrayıl'a giden yolcular arasında öğrenciler, işportacılar, gönüllü askerler vardı. Kim oldukları onların açık konuşmalarından, tartışmalarından belli oluyordu ... Daha kapı açılmamış binememek korkusuyla kargaşa çıkaran, birbiriyle çekişen, itişen yolcular hep beraber oto­ büse çıkmaya giriştiler. Herkes birinci binmek için ileri can atsa da yerde kalan olmadı. Çifte kesikli, katlanır kapılar zor kapandı. Otobüs sallanıp kalktı. Kapı ağzında sıkışıp 88


kalmış kadınlar dirsekleriyle, bazen de omuzlarıyla birbiri­ ni sıkışhrmal<la kendilerine yer açıyor, ayale yeri buluyor­ lardı. Aralanndan dürtme, dirsek yiyenlerden kimse kendi­ sini koruyamadı. Zorla bir basamalc çıkan kadın direnenin arkası sıra söylendi: "-İnsanlar ne kadar alıngan olmuşlar, kol dokundur­ madan hemen alınıyorlar ya!" Surah mora çalan diğer bir kadın dedi ki: "-Ben hiçbir şeyden alınmam. Neden alınayım ki, kocam yanımda, oğ­ lum yanımda." Arkada oturmuş yaşlı kadınlardan birisi kadına laf sok-

tu: "-Ne mutlu sana, daha senin ne derdin var ... " "-Allah bana verdiği mutluluğu kimseye nasip etmesin, bacı!" diyen kadın içlendi. Ne yolcular arasında, ne de yanında söylediği gibi ona eş olabilecek bir adam ya da oğul olabilecek bir çocuk var­ dı. Kadın büyük bir ihtimalle alayla söylüyordu. Alayı ilk sözünden dikkatimi çekti. Yeni binen yolcuların ortaya athkları kavgalı, kanlı ko­ nular, Hocalı faciası halckında başladıkl"arı konuşmalar, · deminden beri devam eden, sesleri otobüsü saran siyasetbaz yolcuların geveze geyik muhabbetlerine, tartış­ malarına, yaklaşımlarına, boşu boşuna suçlamalarına, dedi­ kodularına nihayet verdi. Hocalı'dan sonra şimdi de Karabağ'ın ·savunmasız kalan köy ve şehirleri kendi feci günlerini yaşıyorlardı. Her gün birisi bir Hocalı faciasıyla yüz yüze kalıyordu. Günü güne ekleyip yerini yurdunu bırakmayanlar, evini barkını zamanında taşıyamayanlar

89


aldanıyor, kaybediyorlardı. Millet yarına umutsuz bakıyor­ du. Çaresizlikten yılmışlardı. Söyleniyorlardı. Karabağ yastaydı. Şuşa tuzağa düşürülüyordu. Günaşı­ rı Ağdam, Fuzuli şehirlerine "Yer Yer", " Alazan", "Kristal", "Grat" füzeleri, top mermileri atılıyordu. Evler yerle bir oluyordu. Sivil halk arasındaki can kaybı günden günden artıyordu. Kasaba merkezine füzeler, mermiler atıldıkça halk evinden-barkından çil yavrusu gibi dağılıyordu. Hu­ zuru kaybolmuşlar evlerine ancak ateş kesildikten sonra, ortalık sakinleştikten sonra dönüyorlardı. Ölümle burun buruna, bereketi zehir olmuş göçebe hayat tarzına ne kadar tahamm ül edilirdi ki?! Uyanıklar "yol yakınken" deyip alttan alta bohçasını alıyor, evini barkını, ev eşyalarını uzak yerlere naklediyor, kendileri de göçlerinin arkası sıra ses­ sizce çekip gidiyorlardı. Kasaba yöneticileri sülük gibi kol­ tuklanna yapışnuş kalkmak bilmiyorlardı. Karabağ'ın sa­ vunması hakkında da bir şeyler düşünmüyorlardı. Karma­ şadan sadece kendi yararları için istifade ediyorlardı. Dev­ let malını zimmetlerine geçiriyor 'fırsatını bulmuşken' de­ yip kendilerine servet, mal yığıyorlardı. Konu savuruna olunca "Ermeni saldırısını önlemek bize düşmez. Bunun için ordu var" deyip halka soytarılık yapıyorlardı. Bir şeyler tasarlayan, Karabağ'ın kaderini düşünen bir Allahın kulu yoktu. Uzun yıllardan beri var olan "adı var, işi yok" sivil savunma teşkilatlarının kapısından asılnuş paslı kilitleri açan yoktu. Bodrum katlarını sığınak için hazırlayan, sığı­ naklan yaptıran kimse bulunmuyordu. Riyakar ülke yöne­ timi, milletvekili koltuklarını rüşvetle kiralamış meclis üye­ leri sivil halkın güvenliğini sağlamak kudretinde değillerdi. Uyruğu belli olmayan, Kremline köle sadakatiyle hizmet

90


eden başsız başkanlar Karabağ savaşının kaderini Mosko­ va'ya, oradaki ağalarına açtıkları telefonlarla çözmek iste­ ğinden vazgeçmiyorlardı. Bin bir kurnazlık, hile kullanarak makamlarını elde tutmağa çalışıyor, halkı her gün bir yalan söyleyerek uyutuyorlardı. Her geçen an Ermenilerin yararına işliyordu. Hem mu­ halefet, hem de iktidar temsilcileri, kendisini siyasi önder sanan kimseler milli menfaat uğruna bir araya gelme dü­ şüncesinden uzaktılar. Bazı liderler bu ağır günlerde siyasi rakiplerini saf dışı etmeyi, makam edinmeyi, kendi siyase­ tine yarar sağlamayı, servet yığmayı Karabağ uğruna mü­ cadele etmekten, ordu oluşturmaktan, düşmanla yüz yüze durmaktan üstün tutuyorlardı. Karabağ'ı kurbanlık koyun gibi Ermeni işgalcilerinin ayakları altına itiyorlardı. Karabağ elden gidiyordu. Millet makam manyaklarının eline kalmıştı. Kendi sahipsizliğini Hocalı soykırımında idrak eden halk Karabağ faciasının feciliğine, Taşnak faşiz­ minin vahşetine karşı duramıyordu... Oysa Ağdam'dan gelen yolcuların kaza ve kaderi, der­ di-azabı ne konuşulacak, _ ne de çekilecek türdendi. Kara bulut gibi b?.şımızın üzerinde dolaşan, kaynaşan, ayakta kalmış siyah giysili, bağrının başı kızıl kana belenmiş yaslı siyah başörtülüler facianın ta kedisiydiler. Herkes içini dökmeye, derdini anlatmaya birisini arıyordu. Üzüntüsü­ nü, çilesini yakmak için kor arıyordu. Otobüs kadar sesler hava balonu gibi şişiyor, ses tonları, tempoları kulak yoluna sığmıyordu. Kulak zarları deliniyordu. Ses dalgalarının oluşturduğu basıncın etkisinden ağızlar açılakalmıştı. Ses­ ler, sözler, fısıltılar başıma harf harf, ses ses değil de sanki saçma saçma vuruluyordu: 91


"-Tarih acaba, Türk karu akıtan Ermenilerin cinayetini affedecek mi? Onun dehşetini, ağırlığını Allah bağışlar mı?!" "-Neden millet bu çileden kurtuluş yolu bulamıyor?! Hayvan hayvanlığıyla kendi yararını anlıyor, ona zarar veren yoldan sakınıyor. Bir zorlukla karşılaştığında onu defetmek için bir araya toplaruyor. Bizse uğradığımız onca felakete rağmen hala ayılıp birlik olamıyoruz. Birleşemiyo­ ruz! Fikir birliğimiz neden yok?!" "-Hayır, abi, milletin burada ne suçu var? Seçilenler ye­ rine oturtulan, bilinçsiz, milli benliği olmayan, rüşvetçi, haram para kazanan, riyakar, mafya başkanlarından başka­ sı değiller. Sıradan insanlar için bir şey yok burada. Halktan ne umarsın?! " "-Her gün Rusya televizyonu Hankendi'nin Şuşa'dan füze ateşine tutulmasından, yıkımlardan haber veriyor, görüntüler yayıyor. Onlara bakılırsa şimdi Hankendi'nde taş taş üstünde kalmamıştı. Bir gün öncesinde Erivan tele­ vizyonunda canlı yayımlanan Karabağ'ı anlatan bir prog­ ramı seyrediyordum. Oysa Hankendi'nin bir taşı, bir ağacı yerinden kıpırdamış mı?! Her şey yerli yerinde öylece du­ ruyor. Şimdi gel de Moskova'ya inan bakalım. Her gün Moskova televizyonu Hocalı'da, Ağdarn'da füzelerin, top mermilerinin yerle bir ettiği, virane koyduğu binaları, yakı­ lan evleri gösteriyor, fakat bunların Hankendi'nde olduğu­ nu söylüyordu. Ermenilerin lehine propaganda yapıyordu. Bizi rezil ediyorlardı." "-Kendinizi boşuna yormayın. Halk Karabağ'ı vermez­ di. Yukarıda oturanlar zaten çoktan satılmış. Hem de bir kese altına. İhanet yukarıdan geliyordu. Bizim mücadele92


miz i�eyle kuyu kazmaya benziyor. Oyuncak devletimiz babayiğit oğullarımızı sırtından vurmakla meşguldü. Zaten Karabağ'da Rus parmağı var. Her şey Rus ordusunun eliy­ le, Moskova'run yardımıyla yapılıyor. 20 Kasımdaki vuru­ lan helikopterde onlardan içlerinde vatan aşkı olanlar fitne­ ye maruz kaldılar. Netice ne oldu. Terörcüleri açığa çıkar­ mak için incelemek yerine karakutuyu yok ettiler. Her şeyi bize bırakın dediler. Sorulunca soruşturma devam ediyor derler... " Son sözleri söyleyen, demin arkadan söz atan, . önde oturanların konuşmasına katılan yaşlı bir kadındı. Biraz evvel kendi bahtlılığıyla alay eden 'kocam yanımda, oğlum yanımda' diyen genç kadın gene yaşlı kadının sözlerine tepki verdi. Dolmuş sesle lafa katıldı: "-Teyze haklı, ben Karabağlıyırn. Helikopterin vurul­ duğu o gün köyümüzü askerler kuşatmışlardı. Sorana Öz­ bek uyruklu askerlerden birisi gizlice demiş ki, Karakent'te büyüklerinizi Ermeniler katletmişler. Olayı duyup köye saldırmanızdan korkuyorlar. Bu sebeple, köyü kuşatma altında tutuyoruz. Biz beş adımlıktaki faciadan tam yirmidört saat sonra haberdar olduk. Ermeniler nice böyle vahşilikler yaptılar. Hem de askerlerin eliyle. Biz sıradan insanlar bir yana dursun, o çaptaki cinayet mukabilinde hükümetimiz ne tepki gösterdi?! Bir tek Ermeniye bile g� zünün üste kaşın var diyen olmadı. O sırada kimdi bize arka çıkan? Nafile yere kendinizi yormayınız. Milletin sahi­ bi yok, o kadar!" Ona yaslanan, siyah başörtüsü omuzlarına düşmüş ka­ dın Karabağlıyırn diyen kadından hemen sonra şunları de­ di: 93


"-Bu Ermeniler var ya, onlardan bize huzur yok. Ga­ vurlar bize yapmadıklarını bırakmadılar. Özellikle de bu Ketik Ermenileri, hepsi de arsızlıkta ün kazanmış o, aşağı­ lık, kör olasıca köylüleri Zori Balayan gibi Türk kanı içen­ lerdir. Piç kurularının kadınları bile Taşnak. Hiç olmazsa diğer köylerin Ermenileri tanıdıklarına ara-sıra merhamet ediyorlar. Fırsat düştüğünde yardım ediyorlar. Of, of, bu Ketiklilerden!" Gene konuşan kendisini Karadağlı adlandıran genç ka­ dın oldu: "-Hepsi aynı. Kötü kötüdür. Yılanın akına da lanet ol­ SWl,

karasına da . . . Fark etmez Ermeni Ermenidir." Konuşan genç kadının Karadağlı olması ikinci kez dik­

katimi çekti. Karadağlılar için endişe ediyordum. Hoca­ lı'dan önce Hocavent'in Karadağlı köyü Ermeni paralı as­ kerleri tarafından işgal edilmiş, burada da olmadık vahşi­ likler yapılmışh. Kendi faciasıru yaşamış Karadağlıdan tüm dış dünya habersizdi. Televizyon ve gazeteler köyün alın­ ması hakkında ancak yüzeysel ve kısa bir bilgi vermekle yetinmişler. Hem Ermeniler, hem Ruslar, hem de kendi hükümet memurları tarafından ülke iletişim ablukasında tutuluyordu. Devlete ait kitle iletişim araçları bu ablukayı daha da sertleştirmekle uğraşıyorlardı. Gerçekler hem halk­ tan, hem de dış dünyadan saklanıyordu. Sansür at oynah­ yord u. Sordum: "-Adınız nedir bacı?" "-Zinyet. " "-Karadağlının akibeti nasıl? Onların faciasından ne söyleyebilirsiniz bize? Şimdi halkı nerede? Hayatınız nasıl geçiyor? Siz nereye göç ettiniz?" 94


Zinyet'in yüzünü ciddi bir ifade sardı. Galiba benim kim olduğumu merak etti. Gözlerimin içine dik dik baktı. Yavaş yavaş anlatmaya başladı: "-Abi, biz aslında Hocavent göçtüğünde göçmeliydik. İzin vermediler. Biz de aptallık ettik. Denilenlere inandık. Aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya devlet makamların­ da oturanlannuzın tümü, kısası büyüklerimizin, akıl danış­ tıklarırnızın hepsi bizi kandırdı. Bizi savunulacağınuza inandırdılar. Son anda, dar vaktimizde ise bizi bırakıp kaç­ tılar. İl, köy büyükleri, ellerinde arabaları olanlar evli-barklı göçtüler. Ortalıkta kalan, evi dağılan, yağmalanan, çapulla­ nan, esir olan, kanı akıtılanlar ise kimsesizler, fakir-fukara, kısası sıradan insanlar oldu. Ermenilerin tankla, topla köye saldıracaklarını duyduğumda okul çağındaki oğlumla beni Dünyamalılar'a akraba evine gönderdiler. Bu türlü gidişle­ rimiz çok olmuştu. Üniversite öğrencisi oğlumla kocam köyü savunmak için kaldılar. Ortalık sakinleşsin, döndü­ ğümüzde bi.z de evden birkaç parça eşya çıkarırız diye dü­ şünüyorduk. Fırsatını bulamadık ki... Ermeniler arkanuz sıra köye doluşuvermişler. Faciamızın boyutu, ağırlığı dille söylenecek değil. Varımızı-yoğumuzu yağmalamışlar. Kö­ yümüzü savunan erkekleri kuşatıp kurşuna dizmişler. Milli Orı:iu üniformasında olanları ve köyün yiğit savunmacıla­ rından 51 kişiyi belediye binasının önünde derhal kurşuna dizmişler. Cesetleri sürüyüp çiftliğin içindeki kuyuya dök­ müşler. Öldürmedikleri esirleri ise Hankendi'ne götürmüş­ ler. Bir kısmını orada işkence yaparak öldürmüşler. Geriye kalanlar hakkında hiçbir bilgimiz yok. Oğlumun cesedi de kuyudan çıktı. Kocamın haberini Hankendi'nden aldım. Her gür\ Askeran askeri mıntıkasına gidip geliyorum. Söy95


lentilere bakılırsa henüz sağ. Fakat parayla satıyorlar. Genç­ ler için elli bin, orta yaşlılar için otuz beş bin, ihtiyarlar için yirmi bin istiyorlar. Parayı veren alıyor. Olmayan, benim gibi kara bahtlılar öylesine kalmış, insan ticaretine baka­ kalmışlar. Yalvarana-yak.arana aldıran bile yok. Parası ol­ mayana dikkat eden bile yok. Neyimiz vardıysa geçen sene satıp savdık. Azdan-çoktan biriktirdiğimiz parayla geçen sene oğlumuzu üniversiteye gönderdik. O da savaş bitsin sonra okurum, dedi. Okulu bıraktı, gönüllü olarak orduya yazıldı. Sonu da böyle oldu, kan revan içinde kaldı. Şimdi de kocamı salıvermek için otuz beş bin manat istiyorlar. Satmaya, almaya bugün bir yerimiz yok. Çok zor durum­ dayım!" Zinyet hıçkırdı. Son kelimeyi söylerken nefesi tı­ kandı. Kahnru boğmak ve kendine gelebilmek için sözünü yarıda bıraktı. Sonunda kendisini tutamadı. Boğula boğula söyledi: "-Bizim gördükferimizi Allah kimseye göstermesin. Size bu belalan, Zinyet'in faciasını Allah yaşatmasın, gardaşlar! İnşallah Muğan'a, Mil'e gavur ayağı değmez!..." Zinyet'in son haykırışta boğazı düğümlendi. İçi tutuş­ tu. Sesi kırıldı. Duyulmaz oldu. Batık sesiyle feryadını, sesi­ ni daha duyuramadı. Esir düşmüş kocasının bundan sonra ona kocalık yapacağına inanası da gelmiyordu. Sağ-salim salıverileceğine umudu yoktu. Ceset ve esir ticaretinden, para hesabından bıkmıştı. Gördüklerini tiksine tiksine, hıç­ kıra hıçkıra anlatıyordu. Söyleniyordu: "-Salıverilenler çok kötü durumdalar, Allahırn! DÖ­ vülmüş, hakaret edilmiş, akıl ermez işkencelere uğramış, iğneler yapılmış, sakat bırakılmışlardı. Hepsi ölüme mah­ kum edilmişler. Fazla yaşayamazlar...

96

"


O, adını hatırladığı-hatırlayamadığı nice esiri, rehineyi anlattı. Serbest bırakıldıktan sonra üç gün, beş gün, bir ay dolmadan ölenlerin adlarını sıraladı. Zinyet bir ara iç geçir­ di. önde oturmuş, feryadının ateşine yanmış bebekli kadın ona " ahın yerde kalmasın, bacı"' dedi. Zinyet kadına doğru dönüp teşekkürünü bildirmek isterken sesi kısıldı. Hasta tavuklar gibi ansızın kafasını aşağıya eğdi. Dudaklarının kıpırdayışı durunca, yılan sokmuş gibi yerinde kıvrıldı, büzüldü. İnledi. Vaveyla koparmak istedi. Onu da yapa­ madı. Bir tek 'vay benim halime' diyebildi. Kendisine ölüm dilemek istedi. Fakat ağzında dili dönmedi. Katlandı. Göz­ lerinden yaş da çıkmadı ki, silsin. Dudağı kurumuştu. Çok susamıştı. Vücudunda bir damla olsun su kalmamıştı. Bir­ kaç gün vardı ki, kendisini, etini yediğinden kupkuru ku­ rumuştu. Vücudu lastik gibi gerilmişti. Bir anda soluğu kesildi, bayıldı. Dudağı mosmor oldu. Gözleri döndü. Ren­ gi sarardı. Ben hala gözümü ondan alamıyordum. Zinyet kıvrıla­ rak yere çökmek istediğinde hemen yerimden fırlayıp ko­ lundan tuttum. Yaslandığı oturacak.ta oturan öğrenci kız kalktı. Beraber Zinyet'i camın önünde oturttuk. Dudakları­ na su damlattık. Dertlerini içinde kaynatmasaydı dertleri erimezdi. Sessiz feryadı içinde taşlaşmıştı. Rüzgar yüzünü yaladıkça Zinyet'in yüzünün allığı, baygınlığı hafifliyordu.

O, sızlaya sızlaya kendisine geliyordu. Sesini yükseltip onunla konuşan yaşlı kadın yüzünü Allah'a tutup kan ağlı­ yor, feryat ediyordu: "-Allahım, Allahım! Bu ne zillet, ne azaptır veriyorsun bizlere?! Bu halkı belalardan kurtaracak birisi bulunmaya-

97


cak mı? Allahım faciamızın sonu olmayacak mı? Ne güna­ hımız var ki, bize dayanılmaz dertler veriyorsun?" Otobüsü ölüm sessizliği sarmıştı. Sessizlik içinde nice şehit anasının, kocasını yitirmiş mateme bürülü gelinlerin, kardeşleri, ağabeyleri gözlerinin önünde kıymalanmış bacı­ ların ağıtı, feryadı toprağına kan serpilmiş Karabağ'ın fela­ ketine ağlıyordu. Otobüs ağlama sesleriyle dolup taşıyordu. Otobüs demir kutudan çok et kıyma makinesinden çıkan, içinde kan biriken pastırma kutusuna benziyordu. Oysa Zinyet'in yol arkadaşları kan gölünde yüzüp, kan nehrin­ den çıkan, ondan daha beter facialar yaşayan, zor günler geçiren ağır dertli Hocalı göçkünlerinden başkaları değildi. Doğrudan vasıta olmadığından yakın yollarını uzak ediyor­ lardı. öte yandan, ilkbahar yağmuru onları şaşkına çevir­ mişti. Üçyol'a kadar onlar da bizimle yolculuk yapacak, yol arkadaşı olacaklardı. Zinyet'in kendi faciasına ağıt demesi onların da kan fışkıran yaralarının sargısını çözmüş, yarala­ rına tuz-biber serpmişti. Söz yerine dudaklarından kan sızı­ yordu. Hocalılar dert dağıydılar. Acı yağışında ıslanmışlardı. Batmışlardı. Onlar benim not aldığımı görüp gazeteci oldu­ ğumu anlayınca neler anlattılar, neler. Herkes kendi felak� tini, derdini, feryadını anlattı. Kendi feci anlarını, gözleriyle görd ilkleri kanlı sahneleri birer birer anlattılar. Hocalı faciasının içinden çıkmış, o müthiş, o kanlı g� ceyi kendi gözleriyle görmüş, yaşamış Mehmer Ana feryat ede ede şöyle dedi: "-Taş yığını arasında saklanmıştım. Kör olasıca gözle­ rimle gördüm. Komşum Emirov Tevekkül'ün elini kolunu bağlayıp, ağaca sarıyorlardı. Ayaklarının altında lastik yak98


tılar. Göğsü tutuştu. Onu külü çıkana, ölünceye kadar ba­ ğırttılar. Pusudan çıkıp cesetlerin arasından ileriye sürün­ düm. 'Mehmer' inlemesine irkildim. Eldar Enveroğlu can çekişiyordu. Fakat beni tanımıştı: 'Mehmer bacı, karım evle birlikte yandı. Bebeği kaçırabildim. Ben ölüyorum. Bebeğim işte, o tarafta, Allahıru seversen, onu da al, hiç olmazsa o yaşasın, bizden bir nişane kalsın'. İşaret ettiği tarafa bakın­ dım. Üç yaşlı çocuğun beyni havaya savrulmuştu. Ele alı­ nacak bir parçası kalmamıştı. Kendimi zor tuttum. Eldar'ın ruhu huzur bulsun diye ona 'Ernin ol, çocuğunu alıp gide­ ceğim', dedim. Eldar'ın can verdi. Gözlerini kapatıp ayağa kalktım. Her tarafın bembeyaz karı kızıl kana boyanmıştı. İnsafsız Ermeniler kışın karını sıcak kanımızla erittiler o gece. Ailesini Üçyol'dan Bakü'ye gönderip kendisi savaş bölgesine dönecek olan gönüllü asker Memrnedov Taptık'ın söyledikleri Hocalı soykınrnırun kanlı tarihine geçen satır­ lar oldu: "-Kaybolanlarımızı ararken anlatılamayacak, dile geti­ rilemeyecek, gözle bakılamaz dehşet saçan sahnelerle karşı­ laştık. Ermenilerin yaptıklarının sözlerle anlatılması zor. Neler duyduk, neler gördük, neler... Şefa Mehdiyev'in baş derisini soyrn�lardı. Hasan Garaşoğlu Nebiyev'in beynini kafa tasından çıkarıp götürmüşlerdi. Kayınvalidesi Növreste'yi yolda öldüren Ermeniler Mihriban Bacıyı sekiz, altı ve on aylık üç kız çocuğuyla beraber Daşaltı'nda tutu­ yorlar. Ablamın oğlu Malik babamın cesedini zor bulup gömdü. Oğlundan bir haber alamadık. Amcamın oğlu Mehmet'ten de haber yoktu. Ne vahşilikler yapmadılar ki, Ermeniler?! Öyle aileler var ki, temelli mahvedilmişler. 99


Mürşit Sarnetoğlu'nu, kızını ve üç torununu arka arkaya kurşuna dizmişler. Cesetlerini yan yana dizili gördüm... Şubat ayının 25'inden 26'sına geçen gece azap çekmek­ ten saçları bembeyaz olmuş Suma kardeşin söyledikleri insanın damarında kanını dondurucu cinstendi: "-Gece yarısı bodrumdan çıkıp çit dibine kısılmışhm. İki Ermeninin konuştuğunu duydum. Biri ötekine diyordu: 'Çok kazandım. Ulan, bu topraklarda ne kadar para-pul, altın varmış'. Öteki cevap verdi: 'Ben de iki bavul dolusu damatlık-gelinlik buldum, nişan yüzükleri, takıları da caba­ sı. Arka taraftan ses, gürültü geldiğinde Taşlı yolu geçip saklandım. Sesin geldiği tarafa bakındım. Gördüğüm man­ zara karşısında dehşete kapıldım. Sarsıldım. Ermeniler Fergana göçkünlerinden olan Ahıskalı Türk çocuğunu ko­ valıyorlardı. Zavallıyı yakalayıp yol ortasındaca yere uzatı­ verdiler. Diri diri başını kestiler. Gavurlardan birisi ötekine diyordu: 'Bu Torku toprağa kurbanlık ediyorum'. Çocuğun feryadı hayatmun sonuna kadar kulaklarımda çınlayacak. Bu haykırtıya bayılmışım. Kendime geldiğimde parmak uçlarımı, diz kapaklarımı karla ovuşturup uyuşuğunu aç­ tım. Gerilmiş sinirlerimi oynattım. Canlandım. Ha.la korku içindeyim. Ömrümün sonuna kadar bu korkudan, telaştan kurtulamam." Hocalı faciası yapılmazdan on-on beş gün önce şehir­ den helikopterle çıkarılmış Güllü Nine acıyla kıvrıla kıvnla şöyle dedi. Elleri titriyordu: "-Kardeşim Mehmet'e yazık oldu. Oğlu Namık savaşta aldığı yaralardan hastanede öldü. Oğlu İsmail'in ve damadı Bahtiyar'ın bacağını kestiler. Eniştesi Kamil'in ne ölüsün-

1 00


den, ne de dirisinden bir haber aldık. Üç yavrusu ağlar kal­ dı ... " Konuşulanlardan, söylenenlerden aldığım izlenimler içimi yakıyordu. Bu ateş hafiflemek bilmiyordu. Dumansız alev alev yanıyordum. Yangının şiddetinden ve süreklili­ ğinden koru havada külleniyordu. İçimde tutuşan ocağın sıcağı, yalımı başıma vuruyordu. Kan dolaşırnımın hızı azaldıkça azalanın etleniyordu. Kemiklerim sızlıyordu. Beden boşluklarıma hava değil, sıcak, yanar, kanlı gözyaşı damlaları doluyordu. Gözlerimden gözyaşı değil de kan damlıyordu. Gözbebeklerim için için ovuluyordu. Kanlı gözyaşlanm sanki damla damla ter olup avucumda kaynı­ yordu. Gözümde yansıyan, fakat yüzleri hiçbir zaman dide­ lerimden silinmeyecek soydaşlarımı dinledikçe kendimi faciaların mengenesinde sıkılmış görüyordum. Ucu sessiz­ lik olan feryattan, haykınştan, hüngürtü.den, göğsümü de­ len hıçkırıklardan kulaklarım çınlıyordu. Ölümün içinden geçip gelmiş insanları avutmanın, onları teselli etmenin, söz söylemenin kendisi de şimdi bana ağır bir dert olmuştu. Dolmuştum. Duygularımı, içimi saran hisleri her hangi bir biçimde belirtmeye söz bulamıyordum. İçim yanıyordu ... Üçyol'a az kala Dünya.malılar köyünün dönemecinde, üstü yarım yamalak örtülü durakta Zinyet otobüsten indi. Facia­ sı onu uyuşturmuştu. Zinyet tek yavrusunun yanına acele ediyordu. Sık sık "Keşke akraba evinden kaçmamış olsa" diyordu. Anne yavrusunun inadını kıramıyordu. Okulu daha bitirmemiş olmasına rağmen, oğlu yemin ediyordu ki, babamın, ahimin öcünü Ermeni köpeklerinden alacağım. Her sapah yatağından kalkıp: "Şimdiden orduya katılaca­ ğım. Öliliürn de sözümden dönmem" diyordu. 101


Faciasına bürünüp yavrusunun yanına iven Zinyet otobüsten bayağı uzaklaşmıştı. Süratli adımlarla yürüyor­ du. Otobüstekiler hala daha onun gittiği yönden gözlerini alamıyorlardı. Bakışlan kirpiklerinden asılakalmış, ona saplanmış halde arkası sıra bakınıyorlardı. Acılanru ondan habersiz onunla beraber çekiyorlardı. Dünyarnalılar dura­ ğından bayağı uzaklaşmamıza rağmen aradaki sessizliği bozan yoktu. On-on beş dakikadan sonra Üçyol'a vardık. Bizim geldiğimiz yol Arazban'na gelip kayboluyordu. İki yolda yolumuz da çatallaşıyordu. Burada facialar anafo­ rundan tesadüf sonucu kurtulmuş, sağ kalmış Hocalıların otobüsten inmeleri gerekiyordu. İndiler. Onl arın yolu Araz'ın akarı boyuncaydı, Bakü'ye, Sumgayıt'a doğru git­ meleri gerekiyordu. Bizse sağa dönüp Araz yukarı, Arazbasar'a çıkacaktık. Yolumuz Fuzuli'ye, Cebrayıl'a, Zengilan'a, Gubadlı'ya doğruydu ...

1 02


ERMENİ NANKÖRLÜGÜ Taşnak generali Dro üstüne kadın elbisesi giyip gizli yollarla Hekeri'nin Uçan Gov yarından Karabağ'a geçti. O burada eşkıya başı Domulu Levon ve onun silahdaşlarına katıldı. Taşnaklar Azerbaycan Cumhuriyetine karşı ayak­ landılar. Karabağ'ın şehir ve köylerinde katliamlar yaptı­ lar ... Evini barkını bırakan Hankendi halkı dağlara çıktı, or­ manlara dağıldı. Köyde tek tük Ermeni kaldı. Onlar da is­ yancı Taşnak çetelerine katıldılar. Taşnak eşkıyası halkın malını yağmalasa da haram malı sindiremediler. İsyan ha­ berini alan Nuri Paşa, İslam Ordusunun öncü mangalarını Karabağ'a gönderdi. Saldırıya Hankendi'nden başladılar. Türk çavuşlarının "Ermeni piçinin önünden hiç Türk de kaçar mı?!" haykırtılan çevredeki ormanlarda yankılandı, Meydan ovasına ses saldı. Yankının dalgası, gürültüsü Mu­ hammed Otağı Dağına kadar uzandı. Anadolu ağzı Taşnakların canlarına korku düşürdü. Yatağından uyku sersemi fırlıyan Taşnak eşkıyası çıplak olarak dışarıya kaçtı. Korkudan yerlerini henüz ısıtamayan Ermeni uşakları da onlara karıştılar. Şaşırmış Ermeni eşkıyası Balasanyan, pantalonunun ipini çekip bağlayamamış kapı kolundan sallandı. Gelinliğini henüz çıkarmamış kansı da kendi canı1 03


nı yavrusundan tatlı bildi. Küçücük bebeğini kendisine yük etmek istemedi. Kapıyı bebeğinin yüzüne kapattı. Onu be­ şikte ağlar koyup kocasının peşinden koştu. Dağa, ormana çıkan halk evine-barkına döndü. Ermeni bebesini belekte ağlar gören anneler kendi yavrularını hatır­ ladılar, müteessir oldular. Ağlamaktan mosmor kesilmiş bebeğin iniltisi yürek yakıyordu. Bebeği emzirecek sütan­ nesi aradılar. Köyde Maya'dan başka kucağı bebeli kadın hatırlayamadılar. Bebeği küçücük olan "Bacı" lakaplı Maya karşı çıkmadı. Bebeğe acıdı: "-İnsafıma yediremem ki, ağızsız-dilsiz bir bebek gö­ zümüzün önünde ağlayıp çatlaya. Açlıktan can vere. Ben de seyirci kalayım. İnsafsız, vicdansız ana-babası olmuş ki, küçücük bebeği bırakıp kaçmışlar", dedi. Nuri Paşanın "silahsız Ermenilerle hiçbir işimiz yok" açıklamasından sonra Taşnaklara katılıp Hankendi'ni terk eden Ermeniler korkudan kurtulunca köye döndüler. Maya Bacı çok aradı, sordu fakat bebeğe sahip çıkacak birisini bulamadı. Genç Ermeni kan-kocanın kimliği belli olsa da onların ne öldüsü, ne de kaldısı bulunmadı. Kayıp saydılar. Kocası Kelbeli'yle danışıp Ermeni çocuğunu evlat edindiler. Adsız bebeğe ad da verdiler. "Maya Bacı, gel adını Taptık ıs koy" diyenlere Maya Bacı kesin sözünü dedi: "-Aranadım ki, tapayım (bulayım). Kaybettiğim bir şeyim yok, niyet de etmedim ki, taptığımda (bulduğumda) adını Taptık (bulduk) koyayım. Görgüsüz değiliz. Ona kendi, öz çocuğumun adına uyan bir ad koyacağım." ıs

Azerbaycan türkçesi. Bulduk.

1 04


Maya Bacı ad konusunu bir tek yaşıtı, yakın akrabası, abisinin adı İbrahim olan Bilgeyis'e açtı: "-Bilgeyis kardeş, İbrahim Abi'nin oturuşundan duru­ şundan, davranışından herkes memnun. Herkes onu sevi­ yor, sayıyor. Müsaade edersen bebeğe İbrahim'in adını verelim. Kelbeli'yle böyle karar verdik." Bilgeyis: "-O ne demek, Maya Bacı. Çocuk sizin. Ana-babası da sizsiniz. Burada soracak bir şey yok ki... İstediğiniz adı ve­ rebilirsiniz. Danışıyorsunuz ya, sağ olun! Ben izin veriyo­ rum." Maya Bacı sevgili, öz yavrusu Rahim'in adına uygun ad seçti; Ermeni çocuğuna İbrahim adını verdi. Rahim'le İbrahirn'i ikiz evlat saydı. Birbirinden ayırmadı. Her ikisine aynı memeden süt verdi. Sağıyla Rahim'i, soluyla İbrahim'i emzirdi. Her ikisini aynı elle yedirdi. İlk kaşığı Rahim'e verdiğinde ikinciyi İbahim'e uzattı. Her ikisini aynı okşadı. Üvey öz farkı duyurmadı onlara. Anne-babası beş yaşlarına vardıklarında Rahim'le birlikte İbrahim'i de sünnet ettirdi­ ler. Yedi yaşlarına vardıklamda her ikisine aynı renkte, aynı biçimde elbise giydirip ikiz kardeşler gibi şehir okuluna gönderdiler. Arkalarından aynı testiden su attılar. Maya Bacı'run gözleri buğulandı. Fısıltısını kocası Kelbeli de duydu: "-Benim sevgili yavrularım, Allah sizi nazardan koru­ sun. Size kem gözle bakan gözlere bıçak girsin ... Maya Bacıya söyleseler bile inanmazdı, rüyasına bile girmezdi, hiçbir zaman aklı almazdı ki, öyle bir zaman olur ki, se�ip okşadığı, okula gönderdiği yavrusu İbrahim onun başına bela olur. Sevgili yavrusu ona düşman kesilir, başına "

105


dert açar. İbrahim adını Abram, Memmedov soyadıru Balasanyan yazdınr. Fakat bir tek onu görüyordu ki, Soyvet hükümeti gözleri önünde küçük bir Türk köyü olan Hankendi'ni yıldınm hızıyla ve özenle Ermenileştiriyor, büyütüyor, Ermeni şehrine dönüştürüyordu. Azerbaycan'da Sovyet rejiminin zaferinden daha üç yıl geçmeden Şuşa ili ortadan kaldırıldı. Karabağ parçalandı. Dağlık Karabağ adlı uyduruk bir özerk kurum, Ermeni ili oluşturuldu. Hankendi'ne şehir stastüsü verildi. Onu il merkezi

yaptılar.

Fermanın

mürekkebi

kurumadan

Hankendi'nin adını da değiştirdiler. Şehre koyu Türk düş­ manı, hatta bir zamanlar Bakü'yü de Ermeni şehri ilan eden Stepan Şaumyan'ın şerefine Stepanakert adını verdiler. Şeh­ rin nazım planı hazırlandı. Ağaların kocaman bağları, ko­ nak ve sarayları, arsaları toplumsallaştırıldı. Nazım plana alındı. Sosyal yapıtların, çok katlı konutların inşaatı için ayrıldı. Arazide ölçüm işleri görüldü. Evlerin önündeki bahçelerin, toprakların fazla bildiklerini alıp sonradan gel­ me Ermenilere dağıttılar. Şehre Çaykavuşan'dan su hattı çekildi. Karabağ'ın değişik bölge ve köylerindeki el yapı­ nuyla işleyen imalathaneler, tezgah ve aletler Stepanakert'e taşındı. Onlar esas alınarak ipek fabrikası kuruldu. Örgü fabrikası tesis edildi. Şehre akın eden, dışarıdan gelen Er­ meniler için topraklar aynldı, bol bol iş yerleri açıldı. Kısa­ cası, Sovyet hükümeti sonradan gelme ve dönme Ermenile­ ri Karabağ'da eli kılıçlı, fermanlı etti . Taşnaklar maskelendi­ ler. Bolşevik kılığına girdiler. İçeriden Taşnak, dışarıdan Bolşevik oldular. Ermeni keyfiliğinin, Ermeni vahşiliğinin kendine özgü Sovyet merhalesine adım attılar. Taşnaklar kendi işlerini her vakte, her ana uygun, aralıksız, sürekli 1 06


şekilde sürdürüyorlardı. Kötülüklerini bırakmadılar. İhanet yolundan dönmediler. Türk karşıtlığından bir parmak ol­ sun caymadılar. Dışandan gelen Türkleri kütüğe kaydet­ mek bir yana, çeşitli bahaneler icat ederek şehrin köklü Türk halkının sakin yaşamlanru yapay biçimde engelleyip onlar için dayanılmaz bir hale soktular. Köklü ailelerden bazılan tüm bunlardan bıkıp şehirden taşındılar. İlk sırada şehirdeki Türk asıllı tüm adlar silindi. Değiştirildi. Yedi ağanın toprağı olan Hankendi'nde onların adlarından bir iz bile kalmadı. Hankendi'nin soylularından olan Muhammed Ağa'run yerleştiği yer olan Mehemmedağa Mahallesi de Balasanlı

Mahallesi

diye

değiştirildi.

O Balasan ki,

Hankendi'ne adım atan ilk Ermeni olmuştu. Mehemmed Ağa onu bahçede çalışhrrnak için Urmiye'nin köle pazann­ dan alıp getirmişti. Dünyanın bin bir haline bakın ki, bu alışverişten henüz yüz yıl geçmeden ağa alçaldı, uşak kal­ kındı. Eski çamlar bardak oldu. Uşağı Balasan, Mehemmed Ağa'ya düşman kesildi. Karabağ'ın Rusya tarafından işga­ linden sonra Balasan kol-kanat açtı. O Rus generallerin jur­ nalcisine çevrildi. Onun işaret ettiği yerlere Ermeni aileleri taşındı, yerleştirildi. Hankendi'nde ve onun çevresindeki Yedi Ağa topraklarında Ruslar tarafından İran'dan, Türki­ ye'den alıp getirilen Ermeni aileleri yerleştirildi. Yalnızca Muhammed Ağa'nın topraklarında Henezek, Badara, Ballı­ ca gibi Ermeni köyleri kuruldu. İtiraz eden hanlar, beyler, ağalar Rus toplarının ağzın.t atıldı. O cümleden Sovyet dev­ rinde kafa kaldıran kafasından oldu. Ermeniye el kaldıran gider gelmeze yollandı. Bir hakaret yüzünden Maya Bacı da sevgili kocasını, Kelbeli'yi kaybetti.

1 07


Kelbeli köyde dükkanda çalışıyordu. Kadınların kavga­ sına kurban gitti. Bitişikteki Ermeni kadınla Maya Bacının arası iyi değildi. Sonradan gelme Ermeni kansı komşulann su almasını engelliyordu. Maya Bacı İran' dan göçen Ermeni kadına 'Gemide it azdı, birisi de İran'dan geldi' demesine pişman oldu. Ermeni kan, dükkan komşularımızın başını döndürmüş, gözleri bizleri görmez oldu, millet aynını ya­ pıyorlar, hemen yukarılara jurnalla, diye kocasını kışkırttı. Adam yapacağını yaptı. Dükkan denetlendi. Kelbeli'nin 5 şahi 16 eksiği çıktı. O hem de Sovyet rejimi aleyhtan, propa­ gandacısı, milli düşmanlığı kışkırtan, komşuya iftira eden adam diye tutuklandı. Adı halk düşmanına çıktı. Tutuk­ lanmasından üç gün sonra Sovyet hükümetine düşman unsur gibi Sibirya'ya sürüldü. Sürülmesinin yılı tamam olur olmaz Kelbeli'nin ölüm haberi geldi. Babası halk düşmanı diye tutuklandığında Rahim 7. sınıfta okuyordu. Yedi yıllık okul diplomasını alıp okulu bıraktı. Aileyi geçindirmek için merkezi pazardaki ufak-tefek şeyler satan bayide çalışmaya başladı. İbrahim ise okumaya devam etti ... İbrahim büyüdüğünü, delikanlı olduğunu göstermek için yaşıtlarından geri kalmadı. Okulunun tüm Azeri öğ­ rencileri gibi o da Ermeni Rus bölümünde okuyan kızların arasına sokuldu. O da göz kırpmakla, kaş-göz oynatmakla, laf atmakla onlara takıldı. Delikanlılık aşkını, sevgisini on­ lara gösterdi. O arkadaşları gibi hemen tutuşup sönenler­ den olmadı. Kara sevdaya tutuldu. İbrahim yan sınıfta oku­ yan Badaralı, Hankendi kilisesinin papazı Meliset'in kızı ı ı.

Ufak para birimi.

1 08


Asiya'ya öyle tutuldu ki, ondan ayn düştüğünde sudan çıkmış balık gibi kuyruğunu yere çırptı. Kütüphaneden "Aslı ve Kerem" destanuu alıp defalarca okudu. Kara papa­ zın iblis kılığına girip Han Kerem'in başına neler açtığından haberdar oldu. Sevgisinden korkup bu geniş dünyada sı­ kıldı. Sevdasının kolay kolay baş tutacağından kendisi de emin değildi. Belki Ermeni asıllı olmasından kulağına bir şeyler çıtlatılmıştı. Fakat herkes onu Müslüman olarak tanı­ yordu. Ona Türk oğlu gözüyle bakıyorlardı. Asiya da bir taraftan babasının papaz olduğunu İbrahim'e sık sık hatır­ latıyor, duyuruyordu. Asiya nazını, işvesini artırdıkça, zor­ lul<larla karşılaşan İbrahim'in halinde düştüğü ortama uy­ mak, yeni kalıba girmek için kendiliğinden değişme duygu­ sunun uyanıp pekişmesini gözlüyordu. Kanındaki bu biyo­ lojik etkiyi artıran hiç kuşkusuz ki, Ermeni anne­ babasından aldığı kromozomlardı. Mayasında karar tut­ muş, fakat Türk ahlakının eğitim çevresinde edilgin kalmış Ermeni nankörlüğü şimdi onu çevreleyen kuşatmayı yırtıp ortaya çıkıyordu. Şimdi İbrahim Asiya'ya kavuşmak için kendisini her türlü kötülüğü yapmaya hazır hissediyordu. Asiya kız ar­ kadaşlanna göre daha korkusuzdu. Arkadaştan erkek öğ­ rencilerle çıkmaktan sakınıyorlardı. Türkleri ele alsalar da, gelecekte evlenip Türk yavruları doğurup, onlara Ermeni terbiyesi verip veremeyeceklerini merak ediyorlardı. Asiya ise öteden beri sadece İbrahim'in gönlüne girmek değil, onu sahiplenmek istiyordu. Asiya İbrahim'i Abram diye çağırıyordu. Çünkü İbra­ him .Peygambere Ermeniler Abram diyorlardı. İbrahim ilk defa Enneniliğini Asiya'run Abram çağırışına yanıt verdiyi 1 09


birinci günden onayladı. Paskalya Günü ise Asiya anne­ babasırun rızasıyla Abram'ı kiliseye davet etti. Onu babası Papaz Meliset'in yanına götürdü.

O anlaştıkları gibi Hıristi­

yan olmasıru resmen İsa'run haça gerilmiş resmi önünde açıklamalıydı. Aslında bu açıklamaya gerek de yoktu. Hiç kuşkusuz ki, Abram doğduğunda vaftiz edilmişti. Fakat papazın koştuğu şart çok ağır oldu: "-Abram yavrum, seni Türk sütüyle emzirmişler. Türk eli sana ekmek yedirmiş. Sana sünnet yapılmış. Herkes seni ehli Muhammed gibi tanıyor. Beni de bir düşün yavrum, ben hem Ermeniyim, hem de unutma ki, Ermenilerin ma­ nevi babasıyım, Ermeni papazıyım. Ben kızımın seninle evlenmesine nasıl müsaade e4eyim ki. . . Benim yerime sen olsaydın nasıl yapardın? Sen de yok derdin. Fakat ben senin kalbini kırmak, seni yolundan saptırmak istemiyorum. Bir şartla razı olurum ki, beni gerçek Ermeni olduğuna inan­ dırmalısın. Damarlarında Ermeni kanı dolaşıyor. Demek

ki,

şartımız kesindir. Anlaşmamız bozulamaz. Sen her şeyden önce Türk değil Ermeni olduğunu kanıtlarnalısın!" İbrahim kararlılıkla cevap verdi: -Şartıruza kabul ediyorum. Sözümden, yeminimden 11

kuşkulanmayın. Size gerçek bir Ermeni olduğumu kanıtla­ yacağım Papaz baba! " Badaralı papaz İbrahim'in kararlı tavrından çok mem­ nun oldu. Hoşlandı. Morali yükseldi. Yüzünde güller açh: 11

-Bu kadar kararlı olman hoşuma gitti. Bakalım, söyle­

d iklerin yaptıklarına nasıl uyuyor. Bir şeyden içim rahat ki,

1 10


sen Şurdvadz Haylardan17 değilsin. Balasan türemesisin. Anne-babanı Nuri Paşanın askerleri öldürmüş. Papaz ba­ banın sınavından onurla çıkacağına hiçbir şüphem yok. Git, sana Ermeniler haynna çalışmalarında başarılar diliyo­ rum." İbrahim'in bir anlık tereddüdü ona dikkatle bakan pa­ pazın gözünden kaçmadı: "-Belki sakındığın bir şey var, Abram oğlum?" İbrahim deminden kafasına takılan, yapacağı işe ait papazdan henüz bir söz almamıştı. Sevgilisine kavuşmak için daha kendisini ve hayahnı güvence altına aldırmamıştı. Mırıltıya benzer bir sesle: "-Türkler diyorlar ki, Sovyet hükümeti var, ağzıyla kuş tutuyor. Ben işleyeceğim cinayet için ceza yersem, benim aşkımın sonu nasıl olur, Papaz Baba?" Papazın şaşkınlıkla karışık gülüşünden dudakları ku­ laklarının dibine kadar uzadı. Kaşları lastik gibi gerildi. Alnının kınşlan bir gerilip bir açıldı: "-Abram yavrum, görüyorum ki, sen Ermeniliğin çok özelliklerinden henüz habersizsin. Ermeni halkının bir bü­ yüklüğü ondadır ki, işledikleri suçun izini zamanında kay­ betmesini bilir. Biz azız, fakat Ermeniyiz. Büyük ve eski halkız. Önemli olan sayı değil, niteliktir. Ermeni oğullarının Türklere karşı işledikleri cinayetler sayısızdır. Şimdi onların hepsini birer birer yazmaya kalksak ne kağıdımız, ne de kalemimiz yeter. Fakat bunların hiçbirinden ceza alan kim­ se yok. Türk kanı akıtan, ona zarar getiren Ermeni kimliği11

Er - dönme Ermeni.

111


ne ve işlediği cinayete rağmen halkımız tarafından sevilip, savunulmuş, halkın kahraman oğlu gibi kabul görmüştür. Ölse bile kiliselerde her zaman arulır, ruhuna dualar edilir. Şimdi söyle bakalım, işleyeceğin her hangi bir suç için endi­ şe etmeğe değer mi?!" İbrahim papazdan ayrıldı. Kiliseden tam bir Ermeni gi­ bi çıktı. Annesi Maya Bacı'dan nankörcesine öç almak ama­ cıyla kendi kendisine söz verdi. Ertesi günü Rahim'i kendi elleriyle merkezi pazarın kocaman kapısından içeri itti. Annesi İbrahim'den okuldan bu kadar erken dönmesinin sebebini sorduğunda "başım ağrıyor" dedi. Anne telaşa kapıldı. Tavuk çorbası hazırlamak istedi. İbrahim onu ko­ lundan tuttuğu gibi yerine oturttu. Anne yavrusunun göz­ lerinde kaynayan hile ve öfkeden habersizdi. İbrahim an­ neye ilk sorusunu sordu. "-Bana yemeyi hangi elinle yediriyordun anne ?" "-Her ikinizi sağ elimle yediriyordum, yavrum. Bu ne soruşturmadır yapıyorsun, evladım? Tek Allah tanıkhr

ki,

haram iş yapmadım. Aklımdan bile başka bir şey geçirme­ d im. Sol mememde ne kadar süt varsa, son damlasına ka­ dar sana emzirdim, oğlum. Her zaman da afiyet-şeker ol­ sun dedim. Şimdi de öyle diyorum, oğlum." Anne İbrahim'in tuhaf tavırlarından, sorularından yine de bir şey anlamadı. Oğlunun ona karşı kötü bir şey düşü­ neceği, ona kötü bir şey yapacağı aklına, hayaline gelmezdi. Her hangi kötü şey düşünecek halde de değildi zaten. İbra­ him'e kendi öz oğlu gözüyle bakıyordu. İbrahim ise kendi­ sinin Türk düşmanı olduğunu papaz babasına ispatlama­ lıydı. Aşkına kavuşmalıydı. İbrahim'in birden bire delirme­ si, cebinden parlayan bıçak çıkarıp aniden üzerine yürüme1 12


si annenin hiç hoşuna gitmedi. İbrahim'in nankörlüğü alnı­ na kazınmış bir milletin dölü olduğunu sanki şimdi anladı. Kapıya doğru yürüyüp kendisini dışarıya atmak istediğin­ de, alnına değen yumruk darbesi onu sırtüstü yere serdi. Bayıldı. Fakat gözü dönmüş evlat hemen Maya Bacı'nın sağ kolunu bileğinden kesti. Sol memesini kökünden kopardı. İbrahim kahr gibi anıra anıra üzerine sıçramış kan lekelerini temizledi. Arkasına bakmadan, hızla kapıdan çıkh. Uzun zamandan sonra kendisine gelen Maya Bacı'run feryadını, iniltisini ilk duyan Bilgeyis oldu. Bilgeyis'in bağırıp çağır­ masını duyan komşular toplandılar. Maya Bacı'yı kanlar içinde yatar gördüler. Kolunu dirsekten sanp kanını kesti­ ler. Kesil< yerine bez yakıp koydular. Memesinin yarasına idrar akıttılar, sardılar. Doktor çağırdılar . . . Rahim'in kendisi, amca ve dayıları İbrahim'den şika­ yetçi oldular. Şikayetçiler hangi kapıyı çaldılar, nereye baş vurduysalar -milisteıs, savcılıkta, ilin parti ve Sovyet ku­ rumlarında- tilin idarelerinde makam başında oturanların Ermeni olduğunu gördüler. Adını arananlar listesine dahil ettirseler de İbrahim kayıplara karıştı. Şikayetçilerin il hu­ kuk kurumlarından umutlan kesildiğinde, Bakü'ye baş­ vurmak zorunda kaldılar. Şikayet dilekçeleri bakılmak için yeniden il yönetimine gönderildi. Ermeni soruşturmacıları onlann sesini kesmek için şikayet dilekçesi yazanlar hak­ kında soruşturma açmaya başladı. Şikayetçiler ve onların şikayetleri çevresinde kuşku doğuran nüanslar kurdular.

Onları suçlamak fikrine düştüler. "İşlediği suç için İbraıs

Şimdiki polisin görevini yapan kurum.

ı ı3


him'den intikam almışsınız. Öldürüp cesedini saklamışsı­ nız. Yerini gösterin" suçlamasıyla ileri çıkanı zorlamaya, git-gele salmaya başladılar. Kolu kesilmiş, göğsü parçalan­ mış, sakatlanmış Maya Bacı yatağında zarıl zanl ağladı: "-Hakkettiğim cezayı çekiyorum. Allahı severseniz, kendinizi boşu boşuna yormayın. Zaten hiçbir şey yapama­ yacaksınız, boşuna uğraşmayın. Ermenilerle boy ölçüşeme­ yiz. Onlara arka çıkan, dil veren Sovyet yönetiminin kendi­ sidir. Sesinizi kesip yerlerinizde oturun. Yoksa sizi de dö­ nüp dolaştırıp Kelbeli'nin peşinden Sibirya'ya gönderirler. Allah onların belasını versin. İblisin yavrusu da iblis olur­ muş", dedi . . . Papaz Meliset ise görevini yapıyordu. Sütannesine acımasızcasına gaddarlık eden İbrahim kendisini soluk soluğa papazın ibadet odasına attı. Papaz onu üç gün kili­ sede sakladı. Caninin kızıyla ilişkisinin kuşku doğurmadı­

ğını görünce, onu evine götürdü. Sonra bir gece onu atına bindirip Badara'daki akrabalarına apardı. İran'da yaşayan amcasının oğlu olduğunu, gizli yollarla oradan kaçıp geldi­ ğini, dedi. Bir süre Badara'da kapalı ve gizli bir ortamda yaşayan İbrahim'e Hezenek köy belediyesinde sahte do­ ğum belgesi tanzim ettirdi. İbrahim adını Abram, soyadım Balasanyan diye yazdırdı. Ortalık sakinleşip Ermeni asıllı soruşturmacılar hakkındaki soruşturmayı kapattıktan son­ ra, İbrahim Abram adıyla ortaya çıktı. Papaz Badara'da Asiya ile Abram'a muhteşem bir düğün yaptırdı. Evlendik­ lerinin 15. günü ise okullarına devam etmek için onları el ele tutuşturdu. Cezadan kaçırdığı caniyi kızıyla birlikte Erivan' a gönderdi.

1 14


TÜRK TANRISI Aleysan Efendi Hamamlı'ya taşındığı günden parma­ ğını ısırdı. Yalnız kalmıştı. Ne oğlu Armo onu dinliyordu, ne de kansı Gevher. Bir türlü söz geçiremiyordu onlara. O nankör evladı ve kaba kansından her gün fırça yiyordu: "Baba, Karabağ şandığalığınıı9 bırak, huylarından vazgeç! Namlı hükümet adamı Çartazlı Suren'den ya da memleket­ lin Hadrutlu Yura'dan üstün olmadığını anla. Her ikisi de Ermeni halkının yararlarına karşı çıktıklan, bize katılma­ dıkları için mahvedildiler. Bu çağda Hamamlı'da da Türkseverliğini bırakmıyorsun. Hahrım için sana ilişmiyor­ lar. Aklını başına topla, fazla konuşma. Türklerle az arka­ daşlık yap. Vahşi göçebelerin tarafını tutup bizi rezil etme". Armo'nun sözünü kansı Gevher tamamlardı: "Oğlum doğ­ ru söylüyor. Dilinin cezasını çekeceksin. Söyle bakalım,

bizim ebedi düşmanımız olan Türklerde ne görüyorsun ki, taraf tutuyorsun. Bizim Arsak uğruna yaphğımız mücade­ leye boş hayal, sersemliktir diyorsun?" Aleysan Efendi si­ nirlerine zor hakim oluyordu: "Türk dostlarımdan gördü­ ğüm iyilikler, saygı az mı olmuş?! İnsan kendisine yapılan 19

Er.

-

itoğlu.

1 15


iyilikleri unutmaz. Yediği ekmeğe saygı duyar. Senin gibi azgına baktığında eniğine ne dersin!" Aleysan Efendi gör­ düklerini çok nakletmiş, çok söylemişti. Türklerin iyilikse­ verliklerinden, arkadaşlarına karşı vefalı ve güvenilir ol­ duklarından nankörlere çok örnekler vermiş, çok şeyler anlatmıştı. Her defasında sözlerini bitirdiğinde Türk atasöz­ lerinden misaller getirir, her sözünün başında "Aşık gör­ düklerinden söz eder" derdi. Gerçekleri söylemekten bık­ maz, usanmazdı. Fakat söyledikleri Taşnak sayıklamalarıy­ la zehirlenmiş kafalarına bir türlü girmezdi . . . Aleysan Efendi aslında Karabağlıydı. Köy papazı Mesrop'un sağ kalan tek çocuğuydu. Babası ona hep seni bana Allah'tan sonra Hoca Veli Kirve verdi, yavrum, derdi. Senden önce peş peşe üç çocuğumuz oldu, öldü. Hoca Ve­ li'ye, "Ey Kirve bir kitap aç, söyle bakalım derdimin çaresi, ilacı ne?! Bizim kitabı ne kadar açarsam açayım, iyi bir şey göremiyorum. Çaresizim.", diye danıştım. O da kitaba ba­ kıp dedi ki, "Derdinin çaresi çok kolay, Kirve. Bebeğe Müs­ lüman adı koy, o kadarcık. Adıyla kocar, inşallah!" Çocuğa hasrettim. Sen doğduğunda ad koyma merasimine doğru­ dan doğruya bizzat Hoca Veli'yi çağırdım. Adını da o koy­ sun dedim. Yine kitaba baktı. Aleysan adını o verdi sana. Allah'a çok şükürler olsun ki, seni bize çok görmedi. Yaşa­ dın . . . Aleysan Efendi aynı zamanda Birinci Dünya Savaşına katılmıştı. Ne zaman hayattan, kaderden konuşulsa hep derdi ki, "Ben savaşın ateşini gördüm, alevlerin içinden kefeni yırtıp çıktım. İkinci defa doğdum sanki. Allah'tan sonra hayatımı dini ayn kardeşim Şirvanlı İmran'a borçlu­ yum. Kuşatılmıştık. Her iki bacağımdan ağır yara almıştım. 1 16


Kanlar içinde yatıyordum. Buraya kadarmış diye düşün­ düın. Yardım eden, yanaşan da yoktu. Herkes kendi der­ dindeydi. Sağ kurtulan geriye kaçıyordu. Fakat İmran beni bırakmadı. Yoksa çoktan o dünyayı boylamışhm. Beni sırtı­ na alıp on kilometre kadar taşıdı. Yoruldum, bıktım deme­ di. Dunnadan yürüdü. Dizleri kesildiğinde yürümedi, sü­ ründü. Beni askeri sıhhiye bölüğüne ulaştırdı. Orada bayıl­ dım. Kendime geldiğimde askeri hastanede buldum ken­ dimi. Sonra da tedavi için beni Bakü'ye gönderdiler. Geliş o geliş. Bakü'ye yerleştim. Uzun süre yatalak oldum. Sakat kaldığım için teskeremi elime verip beni terhis ettiler. Savaş bittiğinde teşekkür etmek için kurtancımı aradım. Mektup­ larıma hüzünlü bir cevap aldım. İmran savaşta öldürülmüş­ tü. Kendi kendime söz verdim. Evlendiğimde erkek evla­ dım olursa kurtarıcımın şerefine İmran adını verecektim. Dileğim gerçekleşti. Fakat Gevher'e rastladığım güne kara bir taş düşseydi keşke. Taşnak mezhepli bir kadın oldu­ ğundan İmran adını sevmedi. Benimsemedi. Ona Armo demeye başladı. İmran nüfus kağıdında, bir de benim di­ limde kaldı. Arkadaşları arasında Armo olarak tanındı. Bu konuda ikinci darbeyi İmran'dan yedim. Adından imtina ettiğinde . . .

"

İmran askere gittiğinde sürücü kursuna gönderildi. Askerliğini Ennenistan'da yartı. O zamandan itibaren ora­ da kaldı. Hamamlı su kanalı inşaatı idaresinde şoförlük yapıyordu. Ana terbiyesi ve Ennenistan'daki Taşnak ortamı yapacağını yaptı. O da Komsomo120 adı altında açık seçik :ıo

Komünist Partisinin gençler kolu.

1 17


şekilde çalışan, fakat adı örtülen Taşnaksütyun Partisinin Hamamlı Gençler Kolunun aktif üyelerinden birine dönüş­ tü. Bundan on yıl önce 1998'in Aralık ayında Bakü'ye tatile

geldiğinde annesine, babasına ilk müjdesi yeni nüfus cüz­ danı çıkarttığını söylemesi oldu. Artık resmi belgelerde de 11

adım Armo olarak yazılıyor", dedi. Anne sevindi. Baba sinirinden küplere bindi: "-Aferin sana, oğlum! Evladım, sen ne yaphğını sanı­ yorsun, babana danışmadan. Çok ayıp . . . " Oğul: "-Baba, bundan sonra bir daha bana İmran dersen sana çok kınlırım. Bu Türk adlarında ne buluyorsun, anlamıyo­ rum ?! Gel sen de adını değiş. Ayıp oluyor. Hayastan'da2t Türk asıllı adlara iyi gözle bakmıyorlar. Oysa sen bana üs­ tüne üstlük bir de kızıyorsun." Baba: "-Sen bu aklı bir de

anana

versene. O da adını değiştir­

sin, daha sonra düşünürüz. Onun adı da Türkçe. Adını d� ğiştinnek istediğinde bana sorman gerekmez miydi?" Gevher kocasının sözünü yarım kesti: 11

-Hayır, sen yavruma karışma. Kulaklarını aç, iyi dinle,

Gevher Türk adı değil, Arap adı. Ennenistan'ın dünyaca ünlü sanatçısı Gevher Gasparyan'la adaş olmaktan şeref duyarım. Sen sus da Anno'nun tavsiyesini dinle. Küstah küstah konuşma! Anno ne söylediğini, ne yaptığını iyi bilir. O senden de, benden de daha zeki. " Aleysan Efendi: 21

E r.

1 18

Ermenistan.


"-Benim adım da Arapça. Neden gücünüze gidiyor ki?!" Oğul: "-Hayır baba, ya. . . Senin tartışmak hoşuna gidiyor. Adın Arapça olsa bile iki Türkün birisinin adı ya Muham­ met'tir, ya Ali. Fakat Gevher adı bizde moda. Bu ada saygı duyarız. İslamdan önce Araplara, Farslara daha yakın ol­ muşuz. Şimdi de yakınız. Farslarla biz dini ayn kardeşleriz. Onlarla gurur duymaya değer. İran'da üç yüz bin Ermeni için her türlü imkan sağlanmış. Okullarımız var. Gazetele­ rimiz basılıyor. Kırk milyon Türkün ise kendi dilinde okulu yok. Türkün eğitilmesine fırsat vermemek gerek. Onları mahvetmek lazım. Yine söylüyorum, adını değişirsen iyi olur. İyiliğin için." Baba: "-Evladım, benim adımla uğraşma. Sana ne zararı var? Kendine hangi adı korsan koy, benim için İmran'sın, öyle de kalacaksın. Sanki size orada aşı yapıyorlar. Kim çocuğu­ nu Erivan'a gönderiyorsa, hep şikayet ediyor. Orada ne yapıyorlarsa size, hepiniz Azrail'e çevriliyorsunuz. Döndü­ ğünüzde kana susuyorsunuz. Büyüğünüzü, küçüğünüzü saymaz oluyorsunuz. Bize isyan ediyorsunuz." Oğul : "-Ne yapsınlar baba, biz orada milli ideoloji etrafında birleşiyoruz. İnancımızı, amacımızı olgunlaştırıyoruz. Ya­ kında Hayastan'dan Türkleri bir kişi kalmamacasına kova­ cağız. O gün pek uzakta değil. Karabağ'ı, Nahçıvan'ı da kendi toprağımız yapacağız. Rusya, Fransa, Amerika bizim arkamızda. Söz vermişler. Büyük Ermenistan, Hıristiyanlı­ ğın Doğu'daki kalesi, süper devleti olacak. Bizim işimize , 19


karşı çıkanları kimliklerine bakmadan yolumuzdan kaldıra­ cağız, kaldınyoruz da. Bu hedef uğruna mücadele ediyo­ ruz. Ölümden bile korkmuyoruz. Yarınlar bizimdir! Sizleri de Hamamlı'ya götürmek için geldim. Orası bir cennet. Bakü'nün sıcağında, dumanında ne buluyorsunuz anlamı­ yorum?! Neden bırakmıyorsunuz bu viraneyi?!..." Aleysan Efendi tereddüt etti. Taşınmak hakkında kesin karar veremedi. Yine son sözü Gevher söyledi. Bir sene sonra evi-barkı satıp Bakü'ye elveda dediler. Hamamlı'ya göçtüler. Taşnağın annesi-babası da Hamamlı halkına ka­ tıldılar . . .

On sene sonra şimdi, 1988 yılının Aralık ayında bıçak kemiğe dayanmıştı. Babayla oğul sık sık münakaşa ediyor­ lardı. Oğlunun insanlığa sığmayan tavırları, Türkler hak­ kında sarfettiği yakışıksız sözler babanın hoşuna gitmiyor­ du. Dakika başı birbirlerini tersliyorlardı. Oğlun dediği gün gelmişti. Ermenistan'ın her köşesindeki şehir ve köylerde Türklere karşı hücumlar, çatışmalar başlamışh. Azgınlaşmış milliyetçi Ermeni gençlerinden oluşmuş terörcü çetelerin cinayetleri günden güne artıyor, yoğunlaşıyordu. Onlan engelleyen yoktu. Silahsız, yardımsız kalmış sivil ve maz­ lum Türk evladı terörcüler tarafından dövülüyor, hakarete uğruyor, kolu bacağı kınlıyor, hırpalanıyor, kulağı, burnu kesilerek yurdundan-yuvasından kovuluyorlardı. Bin yıllık ana yurdunu bırakıp gitmek istemeyenler ocaklarının baş­ larında katlediliyorlardı. XX. asnn son Türk katliamı başlamıştı. Azerbaycan yö­

neticilerinden bir ses çıktığı yoktu. Başsız başkanlar ·sorum­ suzca davranıyor; korumas ız, talihsiz soydaşlarına yardım etmek için hiçbir çaba göstenniyorlardı. Onların müdafaası 1 20


için silahlı manga göndermek, Ermenistan'a gidip görüşme­ ler yapmak yerine Kremlin'e telefon açmakla işlerini bitmiş hesap ediyorlardı. Merkezdense "Ermenistan'da ordu bir­ likleri var, rahatsız olmayın", cevabını alıyorlardı. Askerler­ se Taşnak terörcülerinin cinayetlerini dışarıdan seyretmekle yetiniyorlardı. Şikayet eden Türk'e "Biz sizin güvenliğinize teminat veremeyiz. Devir 'açıklık' devri, 'perestroyka' dev­ ridir, biz Ermeni halkının arzusuna, isteğine karşı çıkama­ yız. En iyisi, siz başınızın çaresine bakın, şimdiden gönüllü­ ce

pılınızı-pırtınızı toplayıp sağ-salim kaçın kurtulun", di­

yorlardı. Türkün kaderi ancak Allah'a kalmıştı . . . Taşnak terörcülerinin elinden Hamamlı'da da bir yıla yakındı ki Türklere rahat yoktu. Aleysan Efendi bu şehirde, belki de tüm Ermenistan'da Ermeni uyruklu tek kişiydi ki, feryadı arşa çıkan himayesiz Türklerin haline acıyordu. Karşılaştığı

müslüman arkadaşlarına,

konu-komşusuna

moral veriyordu. 1948-1950 deportasyonlanndan22 kurtu­ lup şimdiye kadar vatanları Hamamlı'da yaşayan Türk aileleri kendi başlarına azgınlaşmış unsurlara karşı direni­ yor, ikinciler gibi ulu atalarının ruhlannın uyuduğu şehri, toprağı bırakıp gitmek istemiyorlardı. Eşkıya çıkardığı karı­ şıklıkların, yıkımların, çatışmaların sonuçsuz kaldığıru gö­ rünce daha gaddar usullere el attı. Korkunun tesirini artır­ mak, halkin gözünü korkutmak için en aşağılık işe, tarihte eşi benzeri olmayan bir cinayete başvurdu. Taşnak terörcü­ leri şehir·kreşine sokularak 17 küçük Türk çocuğunu rehine alıp bilinmeyen bir yere götürdüler. Çocuk hırsızlığı haberi 22

Devlet tarafından halkın toplu halde sınır dışı edilmesi.

121


yıldırım hızıyla tüm şehre yayıldı. Canilerin arkasına, izine düşen olmadı. Çocuğu çalınmış ebeveynlerin şikayetine, feryadına, yalvarmalarına cevap veren, aldıran, imdatlarına koşan bulunmadı. Anneler feryat ede ede sokaklara dökül­ düler. Annelerin "yavrum vay!" feryadından, yangılı se­ sinden Aleysan Efendinin bağrı delindi, kalbi sıkıştı. Ertesi günü şehir dışındaki iş yerine geldiğinde gördüğü manzara karşısında dehşete düştü. Ürperdi. Tüyleri diken diken oldu. Her nefeste göğsü çekildi, sıkıştı. Hamamlı'ya geldiği günden beri emekli maaşıyla yetinmemişti. Oğlunun çalış­ tığı idarenin şehir dışındaki dere boğazına dökülmüş boru deposunun bekçiliğini yapıyordu. İş arkadaşlarının rehine aldıkları kreş çocuklarını bağırta bağırta kocaman borulara doldurduklarını, ardından boru başlanna yuvarlak demir parçaları kaynak ettiklerini gördü. "Allah'm vallahi sizden haberi yok!" diyen Aleysan Efendi kendisine hakim olama­ dı. Çocukları Ermeni vahşetinden kurtarmaya çalıştı. Fakat eşkıya onu boruların yanma yaklaştırmadı. O, akıl almaz bu vahşiliği işleyenleri ve onlara koşulan oğlunu kansızlıkla suçladı, kınadı. Aleysan Efendi feryat ediyordu: "-A kansızlar, a kan içenler, insaf, merhamet edin. Bu suçunuz insanlıkla bağdaşmaz. Bu zulmü yer-gök kaldır­ maz. Gökten Allah görüyor. Oğlum, sen bari kendini güna­ ha sokma! Allah'ın ibret dersi, Hak divanı var. Allah korku­ su var. Eninde sonunda cezasını çekersiniz. Sizin Fransa, Amerika gibi destekçiniz, Sovyet ordusu gibi arkanızda gücünüz, kuvvetiniz varsa, Türkün de Tanrısı var! Tan­

rı' dan korkun! Zulmü arşa daya.mayın! Zulüm arşa dayan­ dığında Tann 'run da sabır taşı çatlar. Çatladığında kimse

1 22


onu engelleyemez, önünde duramaz. Onun belasından kimseye kurtuluş yok!. .. Neler söylemedi Aleysan Efendi! Fakat azmış, insanlık sıfatını kaybetmiş oğlu da gözünü kan bürümüş öbür arka­ daşlarının tarafını tuttu. Türk yavrularına acıdığı için baba­ sını kınadı, küfür bile etti. Taşnak eşkıyası Aleysan Efendiyi taşa tutup oradan kovdu. Her iki ucunu kaynak yapıp bi­ tirdiklerinde boruyu uçurumun başından dereye yuvarladı­ lar. Yaptıklarından zevk alıyor, yuvarlanan borunun için­ deki çocukların feryatlarından coşuyor, yırtıcı hayvanlar gibi atlıyor, çocuk seslerini taklit ede ede kahkaha atıyor­ lardı. Kol kola verip uçurumun çevresinde halay çekiyor­ lardı. Sabah erkenden Türklerin bindiği sonuncu tren düdü­ ğünü öttürüp istasyondan doğuya doğru hareket ettiğinde, Aleysan Efendi morali bozuk halde bekçilik yapmak için ters tarafa, iş yerine doğru acele ediyordu. O, dünkü cina­ yete kayıtsız kalamıyordu. Aklından çıkaramadığı, ona uyku uyutmayan çocuk sesleri kendisini uçuruma doğru çekiyordu. O masum yavruların seslerinin çekim alanından kurtulmak henüz insanlık hislerini yitirmemişler için zor ve imkansızdı. Kahrından Aleysan Efendinin boğazının da­ marlan az kalsın çatlayacaktı. Ses telleri kopacaktı. İş yerine ulaştığında doğru boruların yuvarlandığı uçurumun başına gitti. Dipsiz uçuruma dikkat kesildi. "Bu ne haldir görüyo­ rum, Allahırn?!" dedi. Dağa taşa çarpıp derin derenin di­ binde mezara dönüşmüş boruya bakıp inledi. İçinin sızla­ maları irinli şişlikler gibi delindi. Tüm bedenini küt ağrılar sardı. Dizleri titreye titreye pişman pişman kendisini bekçi kulübesine zor attı. Sandalyeye yaslanmasıyla sandalye 1 23


altından kaydı. Sandalyenin sol bacağının kırıldığını sanıp ağırlığını sağ tarafa yoğunlaşhrrnak istedi. Bu hareketle birlikte sandalye de sağa kaydı. Düşmemek için önündeki komodinin ucundan yapıştı. Komodin de onunla birlikte sallandı. Ayağa kalkıp dengesini zor sağladı. Fakat yerin altındaki gürültüden kafasının içinde bir boşluk oluştuğuna hayret etti. Soluğu kulak zarlarından çıktı. Kafasını kaldır­ dığında, tavandan asılan elektrik lambasının adeta havada dansettiğini gördü. Yer ayaklanrun altından kayıyordu. Aleysan Efendi kendisini derhal dışarıya attı. Toprak dur­ madan sallanıyordu. Kocaman borular derenin bir tarafın­ dan öbür tarafına yuvarlanıyordu. Galiba kıyamet kopu­ yordu. Dünyanın sonu gelmişti sanki. Aleysan Efendiye şimdi toprak çatlayacak, gök yarılacak, her tarafı su kapla­ yacak, göze takılan ne varsa hepsi kara toprağa girecek gibi geldi. Korkudan elini kolunu havada sallaya sallaya sağ tarafındaki tepeye tırmandı. Dereden uzaklaşıyordu. Şehre yaklaştığında gözleriyle gördüklerine inanası gelmedi. Yüksek, beş katlı binalar yeraltı sarsıntılarının, darbelerinin gücüne dayanamıyorlardı. Evler kökünden yıkılıyor, şehir gözleri önünde tuzla buz oluyordu. Yer gök titriyor, düzü dünyayı toz duman kaplıyordu ... Yeraltı sarsıntılan apansız başladığı gibi, apansız da durdu. Ayağı altındaki yerin kıpırdamadığından emin olunca Aleysan Efendi acele şehre doğru koştu. Cadde ve meydanlarda, evlerde sağ kurtulmuş halk bina erıkazlarının çevresinde toplanıp ağıt yakıyorlardı. Yakınl arına sesleni­ yor, birbirini çağınyor, yanıt almadıklarında feryat ediyor, vaveyla koparıyorlardı. Sadece bir tek Ermeni halkından oluşmuş on binlerce insanın depremin yuttuğu ve yıktığı 1 24


evlerin enkazı albnda kalıp öldüklerinden hiçbir kuşkusu yoktu. Evsiz barksız kalmış insanlar için geçici barınak yer­ leri yapılıyor, sığınaklar ayarlanıyordu. Aleysan Efendi de yalnız başına kalmıştı. Onu da çadırkente götürdüler. Ermenistan'da meydana gelen feci deprem haberini alan dünya derhal harekete geçti. Her taraftan uzmanlaşmış özel timler yardıma geldi. Büyük hızla arama kurtarma işlerine başlandı. İlk kurtarma işleri yerüstü enkazlarda yapılıyordu. Aleysan Efendinin yaşadığı binanın enkazı yerin üstündeydi, oğlunun yaşadığı bina ise yerin dibine gömülmüştü. İki ceset çıkarıldı. Sağ-salim kaldığı belirlenen ilk insan ise kansı Gevher' di. Tavan uçsa da yan açık kal­ mış uçlan toprağa dayanıp kitap gibi tam katlarunamış bir biçimde kalmıştı. Bacaklarından tutup onu oyuktan çıkaran Rus kurtarıcısına teşekkür etmek, sağ ol demek, oğlunun torunlarının halini düşünmek, onları merak etmek, telaş­ larunak yerine Gevher'in ilk sorusu Karabağ hakkındaydı: "Bizim Mişa, Dağlık Karabağ'ın Ermenistan'a devredilme­ sine ait toplantının kararını söyle bakalım! Dün Yüksek Sovyet'te bu konu görüşülecekti?" Kurtarıcı kendisini tu­ tamadı, gülümsedi. Bıçak vursan kanı çıkmayacak olan Aleysan

Efendi

kansının

yüzsüzlüğüne

dayanamadı.

Rusun vereceği cevabı beklemedi. Bayramlık ağzını bir açtı pir açtı: "Sana da, senin Mişa'na da tüküreyim. İmansız karı, oğlum, torunlarım, gelinim nerede, onlara ne olmuş, başlarına ne gelmiş?!, diye sor. Yaşadıklan bina yok olmuş, yerirt dibine girmiş. Sen Karabağ'dan tutturmuşsun!

A kan­

cık, neden kendi derdini anlatmıyorsun?!" Aleysan Efendi­ nin ağzından çıkanı kulağı duymuyordu. Neler söylemedi ki karısına. 1 25


Depremden on gün sonra, yerin alhnda arama kurtar­ ma çalışmalarına başlandı. Aleysan Efendi oğlunun, torun­ larının, gelininin cesetleriyle karşılaştı. Cesetler yan yana dizilmişti. O, oğlunun cesedi başında göğsünü yumruklu­ yordu. Hüngürdüyordu. İçin için kan ağlıyordu. "Sana söy­ lemedim mi, evladım, insan gerek insafını yitinnesin. Ada­ letli olsun. Yaptığınız zulmü yer-gök kaldınn.az . Allah'ın gücüne gider, dedim mi, demedim mi?! Sizi uyardım. Sizin Fransa, Amerika gibi destekçiniz, Sovyet Ordusu gibi arka­ nızda gücünüz, kuvvetiniz varsa, Türkün de Tanrısı var. Türk Tanrısı sizi cezalandırır! Söyle bakayım dedim mi, demedim mi?!" Aleysan Efendi derinden derine içini çekiyor, feryat ediyordu. Bir yerde duramıyor; içi parçalanıyordu. Elleri göğsünde söylene söylene öteye beriye yürüyordu. Kendi­ sine de, karısına da ölüm diliyordu. Hayıflanıyordu. Her cümlesinin sonunda, konuşmasının bitişinde "dedim mi, demedim mi?" sözlerini tekrarlıyordu.

1 26


ERMENi HİLESİ Kalede Kazakların23 bulunduğu karargahın yakınında birkaç Ermeni ve Müslüman ailesi komşu yaşıyorlardı. Er­ meni-Müslüman savaşı başladığında tüm Müslüman ailele­ ri telaşa kapıldılar. Tüfeği olanlar silahlarının pasını temiz­ lemeye koyuldu. Baştan savunma mevkiini tuttular. Çünkü Kazaklara itimat etmiyorlardı. Ermeniler bölüğün sivil işle­ rinde görev alıyorlardı. Askeri idareyle omuz omuza çalışı­ yorlardı. Aynı tencereden yemek yiyorlardı. Kazaklar noelde, paskalya bayramlarında, düğünlerde Ermeni sofra­ sının başında oturuyorlardı. İçki içiyorlardı. Ermeni kızla­ rıyla düşüp kalkıyorlardı. Ermenilerin tarafını tutacakları besbelliydi. . .

Geniş ailesi olan Meşedi Zeynel evleri birbirine yasla­ nan, duvar duvara komşu ·olduğu Ermeni Sancan'la çok yakın aile dostuydu. O, komşusunun ona veya onun kom­ şularına gün gelecek silah doğrultacağını aklının ucundan bile 'geçirmezdi. Fakat Meşedi Zeynel de soydaşları gibi yaptı. Onlardan geri kalmadı. Çoluk-çocuğu, kızı-gelini vahşilik yapmakta ün çıkarmış Taşnakların hücumundan 23

Rus askerleri.

1 27


korumak için kendisine ve dört oğluna silah almayı uygun gördü. Ateş pahasına iki 'Süzen' ve üç 'Bendarka' aldı. 1906 senesinin Haziran ayının 12. günü sabah şafak sökmeden Taşnaklann çetesi karargaha sokuldu. Kazaklar onlara hiç direnmediler bile. Çahşma başladı. Farklı dinden, dilden olan komşu ailelerin arası gerildi. Meşedi Zeynel yufka yürekli, arkadaşlığa, komşuluğa sadık bir adamdı. Sancan'ı gözetlememişti. Komşusunun sık sık kiliseye gidip gelmesini dinine, ibadetine sadakati olarak değerlendinniş­ ti. Onun Taşnaksütyun partisine mensubiyetinden haber­ sizdi. Her akşam Taşnakların kilisede yaptıkları gizli top­ lantılara katılan Sancan ise birçok şeyden haberdardı. Hatta komşusu Meşedi Zeynel'in silah aldığından da. Meşedi Zeynel ve oğullanrun Taşnaklara karşı silah kullanacakları­ nı biliyordu. Bu bilgiyi onların reisine de ulaştımuşh. Şimdi de çatışmayı önlemek için Taşnak istihbaratının ona verdiği emri aynen uygulamak üzere hain rolünü oynamalıydı. Beklediği an geldiğinde, ilk ateş sesine yerinden fırlayan ilk önce Sancan oldu. Komşusuna acıma dışında, yüzüne de yalancı bir hüzün verdi. Nefes nefese kendisini Meşedi Zeynel'in kapısından içeri attı. Acele şunları söyledi: "-Kirve, Taşnaklar bir Müslümanı bile sağ komayacaklar. Kazaklarla anlaşmışlar." O, yüzündeki Ermeni hilekarlığını belli etmemek, Meşedi Zeyneli inandırmak için Taşnakların sırrını ifşa etti: "-Taşnaksağanların Şuşa'da Müslümanları katletmek için tüccarbaşı Kiki Kelenterov Rus generali Kalaşov'a bin

1 28


çervon24 rüşvet vermiş. Tetiğe basıp kendinizi ateşe atma­

yın. Hadi, gel sen ailenle, çoluk-çocuğunla bize taşın. Benim evimde size dokunmaya kimsenin cesareti çatmaz. Emni­ yette olursunuz." Meşedi Zeynel oğullanrun yüzüne baktı. Onlar babala­ rına bir ağızdan: "-Baba, herkes nasıl biz de öyle. Komşuda gizlenmek­ tense son damla kanımıza kadar savaşsak daha iyidir", de­ diler. Komşularının tatlı diline aldanan, samimiliğine inanan, Sancan'ın ona karşı hile yapabileceğini aklı almayan Meşedi Zeynel: "-Evlat çok tatlıdır, yavrularım! Size kıyamam. Başı­ nızdan bir kılıruzın eksilmesine gönlüm razı olmaz. Toyluk yapıp kendinizi mahvetmenize izin veremem", dedi. Oğullarını Ermeni evine taşınmaya razı etti. Meşedi Zeynel kocaman ailesiyle birlikte Sancan'ın evine yerleşti. Sancan'ın en büyük gayesi komşulanrun silahlanru ellerin­ den almaktı. O, Meşedi Zeyel'in ailesini penceresinden bah­ çe görünmeyen arka odasına topladıktan sonra gelip şöyle dedi: "-Kirve, tüfeklerinizi de verin saklayayım. Çatışma bit­ sin,

yeniden

size

iade

ederim.

Yoksa,

olur

da

Taşnaksağanlar gelip sizi benim evimde eli tüfekli bulursa­ lar azgın köpeklere çevrilecekler. Beni de size kahp öldüre­ cekler."

24

Alhn para birimi.

1 29


Meşedi Zeynel'in oğullarından hiçbirisi tüfeğini ver­ meye razı olmadı. Babalarına: "-Bu tuzaktır, silahlanmızı verirsek, Taşnaksağanlar ge­ lip bizi öldürürler. Sancan bizi çocuk belliyor! Komşu olabi­ lir, fakat o da Ermenidir. Sancan'ın sözüne inanamayız!" dediler. Meşedi Zeynel'in basireti bağlanmıştı. Oğullarının bu sözlerini babaya itiraz, saygısızlık gibi değerlendirdi. Kendisi kadar, belki de kendisinden daha fazla saf sandiğı komşusunun hilesine aldandı. Oğullarına kızdı: "-Evlatlanm, her şeye şüpheyle yaklaşmayın, şüphe­ lenmeyin. Sancan'la biz dedelerimizden beri hep kirveyiz. Sancan'ın babasına evi de benim dedem vermiş. Çok güç durumdalarmış. Ailesini doyurmuş, giydirmiş. Biz de Sancan'la ağırlığımız kadar ekmek yedik, su içtik. Aynı mahallede büyüdük. Şimdiye kadar birbirimizin ailesine, kızına, gelinine yan gözle bakmadık. Dargınlığınuz olmadı. Birbirimize kırıldığımızı şimdiye kadar duydunuz mu, gördünüz mü? Duymuşluğunuz, görmüşlüğünüz varsa çekinmeyin söyleyin! Meşedi Zeynel'in oğlanları babalarını kızgın görüp sus­ tular. İnat etmeyi bıraktılar. Utançlarından kafalarını aşağı­ ya eğdiler. Meşedi Zeynel tüfeklerin beşini de birbirine bağlayıp Sancan'a uzattı. Sancan silahlan götürüp evin çatı­ sında sakladı. Islık çaldı. Pusuya yatmış Taşna.klar saklan­ dıkları yerden çıktılar. Silahlılar kendilerini içeriye sokar sokmaz Meşedi Zeynel'i ve dört oğlunu sorgusuz sualsiz kurşuna dizdiler. Çığlık atıp feryat eden, kendilerini taşa duvara çarpan, dışarıya kaçmak, kurh,ılmak isteyen haru­ mını ve gelinlerini hançerle doğradılar. Bağırıp çağıran, oraya buraya sokulan, yürüyebilen torunlarının başlannı 1 30


üzdüler. Gelinlerinin kundaktaki bebeklerini süngüye ge­ çirdiler. Meşedi Zeynel'in yirmi kişiden meydana gelen aile üyelerinden hiçbirisine aman vermediler. Hepsini komşu­ sunun etini yemeye, kemiğini kemirmeye hazır olan Sancan'ın inadıyla son nefese dek kanlarım döktüler. Malı­ nı,

mülkünü yağmaladılar. Evini barkını ateşe verdiler . . . Karargahın bahçesinde çatışma hala devam ediyordu.

Üstünlük Ennenilerdeydi. Savunanlar yenildiler. Soydaşla­ nrun

yardımına gelen Müslüman döyüşçüleri Kazaklar

tarafından ateşle karşılandılar. Onların Taşnaklarla savaş­ masını engellediler. Evlerini barklarını bırakmak zorunda kalan savunmadakiler ise çoluğunu-çocuğunu ı<apıp evle­ rinden çıktılar. Kendilerini savunarak karargahın merkezi binasına doğru çekildiler. Evleri yakılsa da, mallarını kay­ betseler de son anda kendilerini ve ailelerini ölümden kur­ tarabildiler. Kurşunları bittiği zaman ise kaçıp aileleriyle birlikte �lalara doldular.

1906 senesinde yapılan ikinci Şuşa katliamı Meşedi Zeynel soyunun kınmıyla sona erdi. Onun kocaman ailesi şehit düştü. Bu kanlı kaderden karlı çıkan ise namertliğinin sonu, ihanetinin sının olmayan, "Ermeni hilesi"nden kaza­ nan,

uzun zamandan

beri göz diktiği Meşedi Zeynel'in top­

raldanna · sahiplenen komşusu Sancan oldu. Komşusunun od-ocak yerini, bağını, bahçesini kendisininkilere kattı.

131



İNTİHAR Lalezar hayatım kendisi için yaşamıyordu artık. Tam tersi o kendisini pis bir kılıkta, orospu gibi görüyordu. Ben­ liğini yitirmiş, namusu çiğnenmiş, kendisini korumayı ba­ şaramayan sokak kadını sayıyordu kendisini. Kendisinden nefret ede ede, kirletilmiş bedeninden tiksine tiksine yaşı­ yordu. Bahtı anne rahmindeyken kara gelmiş kör bebeğinin hatırı için hakaretlere katlanıyordu. Yaşamıyordu, kör be­ beği kucağında düşman kampında geçiniyordu. Çocuğun kör doğmasında tek suçlu kendisini sayıyordu. Yaşaması ancak Yadullah'ın yadigarını korumak içindi. Oysa çocuk kör doğmasaydı, kafasına girmiş, beynine sinmiş kendisine de yavrusuna da kıyma fikrini artık çoktan gerçekleştirmiş olacaktı. Şimdiye kadar kemiği bile çürümüştü. Bugünün üzüntüsünden, azaplarından yanan, kavrulan çilesi de çok­ tan bitmiş olurdu. Maalesef, çocuğun kör doğması istediği­ ni yapmasını engelledi. Derdine dert ekledi, onu kahretti. Lalezar derdini dertle soğutma illetine tutuldu. Kendisin­ den intikam almaya koyuldu.

Öyle bir intikam ki, yazgıya

dönüştü. Onunla omuz omuza, baş başa kaldı. İntikamı ikileştirdi. Çocuğa da ad koydu: İntikam . . . Birden bire millete ne oldu İlahi! Söz işitmez oldular, birbirine düşman kesildiler, kanlı-bıçaklı oldular Vatanın 1 33


namus tacı Şuşa'yı satblar. İhanetin haftası dolmadan Laçın'ı yağlı çörek gibi Ermenilerin önüne attılar. Köyler birbirine karıştı. Milli Ordu denen fakat ayn ayn şahıslann hizmetinde duran Savunma Bölüğü binbir bahaneyle orta­ dan kayboldu. "Biz gidiyoruz. Hocalılılann durumuna düşmek istemiyorsanız siz de peşimizden gelin, ey Laçınlılar. Şuşalıları kendinize örnek alın. Bizden söylemesi. Sonra uyarmadılar, söylemediler demeyin", dediler. Erme­ nilerin hücumunu beklemeden, bin yıl uğraşsalar da silah gücüyle alınamaz, sinmez, düşmana siper Laçın'ı yani va­ tanın kalesini terkettiler. Bir zamanlar süngüye dönüşüp düşman gözüne giren Sultan Bey yurdunu dığaların25 ayak­ lan altına serdiler. Köye velvele saldılar, bozgunculuk etti­ ler. Ortalık ana baba gününe döndü. Göçler başladı. Mem­ leketin çeşitli kurumlarından Laçın'ın taşınmasına yardım maksadıyla gönderilen taşıt kervanları otobüsler, kamyon­ lar ancak şehir ve şehir dışı köylerin naklinde seferber oldu. Bu yeterli olmadı. Bölgenin uzak yaşayış yerlerinin, oymak ve köylerinin halkı zor durumda kaldı. . . Araba bulmak için Çaykavuşan'a inen Yadullah bir tür­ lü gelip çıkmak bilmiyordu. Köye Ermenilerin gireceğini, yalnız kendisinin değil, hiç kimsenin Ermeni eline düşece­ ğini aklı almayan, henüz gelinliğini üstünden çıkarmaya fırsat bulamayan Lalezar, ancak Yadullah'ın vaat ettiği süre bittiği, düne kadar dönmediği için içi daralıyordu. Şaşırıp kalmıştı. Düne kadar karınca yuvası gibi kaynayan köyde kimseler kalmarnışh. Köy suyu savrulmuş değirmene benıs

Er.- oğullanrun.

1 34


ziyordu. Dün köyden son çıkanlardan ona: "-Sen de göç, kaç" diyenlerin sözlerine kayıtsız kalmıştı, söylenenleri işitmemişti. "Ben gelinceye kadar evden kıpırdama" diyen Yadullah'run sözünden sonra Lalezar evden hiç dışan çıkar mıydı?! 'Yadullah neredeyse şimdicik gelir' diye diye koca­ sının izni olmadan kapıdan dışanya adımını atmayan Lale­ zar

yüz

haneli köyde yalnız başına kalmıştı. Gece nasıl

uyudu, bilemedi. Sabahı dar etti. Şafak söktüğünde uykudan kalktı. Karanlık çekildikçe sabahın getirdiği tenhalık korkusunun ağırlığı birden bire üzerine çöktü. Köye çökmüş ölü sessizlikten korktu Lalezar. Korku hissi bedenini sardı. İrkildi. Korkudan bacaklan, sonra da tüın bedeni titredi. Bir yerde duramıyordu artık. Ansızın kulak zarlarını delen, sessizliği yıkan, gürültüye dışanya fırladı. Evvelden füze sesleri uzaklarda duyulurdu. Sesini dağlar getirirdi. Bugünse sabah erkenden ilk defaydı ki, köyün tam ortasına füze düşüyordu. Yalyurt adlı mahal­ lenin duvarları birbirine yaslanan ortak çitli evleri tutuşup yanıyordu. Füzenin düştüğü her yerden semaya kocaman mantar misali toz-duman kalkıyordu. Top top, balon başlı direkleri küçüldükçe, boğazlan inceldikçe katar katar tarak­ lanan duman kervanını Delidağ kendisine doğru çekiyor­ du. Lalezar gözyaşlanru sile sile feryat ediyor, için için hıç­ kırıyordu. Hafızasının haneleri, oluklan çırpınıyor, sırası birbirine karışıyordu. Yüzündeki hamilelik çilleri kömür g"ibi koyulaşıyordu. Morali bozulmuş, halden düşmüştü. Bilinci bulanıyor, ara sıra aklı başından çıkıyordu. Akşam­ dan kararlaştırdığı, sabah yapacağını kesinleştirdiği işleri unuttuğundan ne köpeğe yal pişirdi, ne küınesin kapısını 1 35


açıp tavuklarına yem verdi, ne de koyun kuzuyu otluğa bıraktı. Sığırlarını da suya götürmedi. Dilsiz-ağızsız hay­ vanları nice gündür ahırda tutuyordu. Lalezar tüm benli­ ğiyle Yadullah'ı bekliyordu. Şimdicik gelir, bu saat gelir düşüncesiyle bekliyordu. Şimdilik üç gündü ki beklenen bir türlü gelemiyordu. Umuduysa şimdicik gelir sözlerine takı­ lıp lastik gibi gerildikçe uzuyordu. Yadullah evden çıkhğı zaman, Lalezar yeni oturmaya başladıkları evlerinde ne varsa toplayıp ortaya dökmüştü. Taşınabilecek neyi varsa, hepsini kutulara yerleştirip bohçalar yaptı. Yadullah dedi­ ğine göre TIR getirecekti. Onun hesabıyla sığırlar dahil ne­ leri varsa hepsini arabaya yükleyeceklerdi. Dediklerine bakılırsa düşmana dört duvardan başka dişe değecek bir şey bırakmak istemiyorlardı. Gerekirse evi de ateşe verip çıkacaklardı ... Fakat her şey Yadullah'ın tasarladığı gibi olmadı. Nasıl derler evdeki hesap çarşıya uymadı. Kader Yadullah'tan erken davrandı. Aia sıra Lalezar'ın kulağı motor gürültü­ sünün sesini duysa da, çok geçmeden rüzgarın getirdiği yanıltıcı sesler yitiveriyordu. Yadulah'ın kendisi gibi sesleri de duyulmaz oluyordu. "Hayır, başında bir haller var. Yadullah'ta deve sabrı yoktur. İki eli kanda olsa yine de gelir, kuş olup uçardı" fısıltılarıyla balkonda o başa bu başa yürüyordu. Lalezar ara sıra kendini kaybediyordu. Sonra da böyle karamsar düşündüğü için kendisini azarlıyordu. "Yol işte, sağı solu belli olmaz" deyip kendisini sakinleş­ tirmeye çalışıyordu. Yadullah'tan ve getireceği TIR'dan ses sorak yoktu. Köye düşen füzelerin sayısı artıyordu. Şimdi elini kolunu sallayıp öylece durmak, yanan evleri seyret­ mek zordu. Heyecandan Lalezar'ın kalbi hızla atıyordu. 1 36


Hekeri'nin doğusunda ak yumak gibi açılıp dağı saran yol­ lara bakmak, kendisini sakinleştirmek için gösterdiği çaba­ lar doruk noktasına ulaştı, sabrı taştı. Lalezar sonunda ürke ürke kapıdan dışarıya çıktı. Göğsüne patika dolanan, evleri eteğinde yerleşen dağa doğru yukarıya tırmandı. Hamile olsa da kendisini hafif hissediyordu. Rahmindeki emaneti sanki ona yük olmak istemiyordu. Boynundan asılıp onu geriye doğru çekmiyordu. Tam tersi, ayaklarını yüzü yuka­ rı dayayıp Lalezar'ın çabuk yürümesine sanki yardım edi­ yordu. Lalezar en yüce yere, Devetaşı'nın üzerine çıkıp oradan aşağılara rahat bakmak istiyordu. Ermenilerse ha.la yamuk dağ yarının öbür tarafında pu­ suya yatmışlardı. Köyde silahlı adamların olabileceğinden sakınıyorlardı. Sanki Lalezar'ın evden çıkmasını, henüz boyanmamış siyah kapıdan uzaklaşmasını bekliyorlardı. Lalezar Devetaşı'run üzerine çıkıp aşağıya bakmak istiyor­ du. Füzeler yeniden gürlemeye başladı. Devetaşı'nı teme­ linden sarsh. Lalezar düşmemek, tepetaklak olmamak için tırnaklarıyla zor tutunup taşa sıkı sıkı sarıldı. Aşağı yuvar­ lanmamak için kendini güç tuttu. Gürültü kesildikten sonra kafasını kaldırabildi. Yerinden kalktığında sanki başına gökten kocaman bir taş düşmüş gibiydi. Başı döndü. Evleri alev almış yanıyordu. Bahçelerini duman sarmıştı. Azmış gibi palet sesleri de dağda taşta yankılandı. Ormandan kıv­ rılıp çıkan yol boyunca köye tanklar, zırhlı taşıtlar, askeri araçlar geliyordu. Lalezar taşın üzerinden korka korka ka­ yarak indi ve ormana doğru kaçıp saklanmak yerine, ürküp ağa düşmüş ceylan gibi yanan evlerine doğru koştu. Hay­ vanları yanıp kül olmaktan kurtarmak için iviyordu. Daha

1 37


evine varmadan yağma için köye dağılmış Ermeni eşkıya­ sırun eline geçti . . . Yadullah birkaç araba bulup konuşsa da, çok yüksek bir ücret vaad etse de şoförlerle anlaşamadı. Kimse cesaret edip göz göre göre hayatını tehlikeye atmak, ateş içine ara­ ba sürmek istemedi. Her saat başı Laçın'ın işgaliyle ilgili birbirinden acı, kötü haberler geliyordu. Yadullah boşuna zaman kaybettiğine pişman oldu, yandı. Öyle oldu ki, ken­ disi de yaya kaldı. Araba bulmak sevdasından vazgeçen Yadullah bin pişman ve yaya olarak geriye döndü. İlerleme olanağı yoktu. Yolu-yolağı, ırmak boyu uzanan asfalh sığır, koyun sürüleri, arabalardan oluşan göç kervanları tutmuş­ tu. Yadullah karşısına çıkan, gözüne takılan tanıdıklardan, köylülerinden Lalezar'ı soruyordu. Ondan bir haber, bir bilgi veren, onu gören yoktu. Kervan.tl1:" arkasından gelen­ lerden "Geçit Ermenilerin eline geçti. Geriye dön. Etme, kendine kıyma' sözlerini duyduğunda tüyleri diken diken oldu, elektrik çarpmış gibi bir süre donakaldı, yere çivilen­

miş gibi durdu. Gözü karardı, yere yığıldı. Dönen başı yere değer değmez ayılıp kalkh. Yine de çokları ona "Kendini mahvedersin, geriye dön", "Azrail'le dansediyorsun" dedi. Söylenenler hiç kafasına girer miydi?! Canı, ciğeri işgal böl­ gesinde kalmıştı. Gitmesi lazımdı. Yoldan çıktı. Fakat yo­ lundan dönmedi. Derede, tepede, dağda, taşta kaldı. Gün­ düzleri mağaralarda, oyuklarda saklandı, ormanlara sığın­ dı. Genelde geceleri yol aldı. Sonunda menziline ulaştı. İtleri ulayan, evi barkı yağ­ malanan, yanık kokusu, is sarmış sevgili köyüne ancak gece girebildi. Her an, her dakika tehlikeyle karşılaşacağını bilse de aldırmadı. Şafak sökene kadar köyün dört tarafını dolaş1 38


tı. Baktı, kokladı. Fakat Lalezar'ın ne öldüğünden, ne de kaldığından haber verecek bir nişane, iz, işaret, koku bula­ madı. Köyde ne Lalezar vardı, ne de binbir arzu, binbir dilekle inşa edip kurduğu evi. Tek katlı evi tamamen yanıp kül olmuştu. · Virane yeri hala duman duman tütüyordu. Tavuklar kümeste, sığırlar ahırda iken yanıp çöken çatının altında kalmışlardı. Koyunları da yanıp mahvolmuşlardı. Kül içinde kemikleri gözüküyordu. Zincirinin uç halkasını kınp yanmaktan kurtulmayı başaran köpekleri Sanbaş ise ölümden kaçamamıştı. Duvar dibinde çırpınarak can ver­ mişti. Köpeğin gövdesini şarapnel parçalan delik deşik etmişti. Yadullah önce Lalezar'ın da yanıp kül olarak evin enkazı altında kaldığını düşündü. Ellerini yaka yaka yan­ mış tahta parçalarını iterek toprak topaçlarını dağıttı. Lale­ zar'ın ölümünün hiçbir belirtisine rastlayamadı. Kanlı göz­ yaşları döke döke ahırdan geriye kalan küllüğü eşeledi. Koyun, kuzu, inek, davar, buzağı kemikleri arasında insan kafası aradı. Süt kovasını aradı. "Lalezar süt sağarken füze düşer de, ahırın altında kalabilir" ihtimalini de düşündü. Fakat ihtimalleri, kuşkulan sonuç vermedi. Yadullah en sonunda Lalezar'ın sağ-salim evden çıktığı kanısına vardı. Onu kuşkulandıran dış kapının dışarıdan kilitli olmasıydı. Aramasını evden çıkarak sürdürdü. İki gün virane kalmış köyün altını üstüne getirdi. Devetaşı civarını, çevre ormanı gezip dolaştı. Akla gelen ve gelmeyen yerlere baktı. İğne arıyormuş gibi her yeri tekrar tekrar köşe-bucak aradı. Er­ meni eşkıyasını gizlice izledi, çok yakından, iki adımdan konuşmalarını dinledi. Lalezar'a dair herhagi bir şey kula­ ğına gelmedi. Rehine alındığı konusunda hiçbir şey duya­ madı. Üç günlük araması neticesiz oldu. Lalezar'ın yanıp 1 39


kül olması, ölmesi veya sağ-salim kalması, ı;ehine, esir alınmasına ait kesin bir bilgi edinemedeı:ı. bin pişman, kuş­ kular içinde kavrula kavrula geldiği yolla geriye döndü. O günden beri uyku uyuyamaz oldu. Huzurunu yitirdi. İçi yana yana canım dediği Lalezar'ıru aradı. Abşeron'un26 göçkün köylüleriyle dönüp dönüp konuştu. Ermeni Murov'a çıkana kadar bir sene Kelbecer tarafında kaldı. Boş, viran kalmış birçok köyü birer birer dolaştı. Dağlar, ormanlar aştı. Lalezar'ı sordu, soruşturdu. Sesine ses veren olmadı. Her yerden umudu kestiğinde kendisini azarladı, neden Lalezar'ını da beraberinde Çaykavuşan'a indirmedi­ ğine, kendisiyle götürmediğine pişman oldu. Cancağızım dünya malına kurban ettiği için kendini affedemezdi. Ken­ disini onun kaybolmasının sorumlusu olarak gördü. Yadullah'ın kalbi bazen duracak gibiydi. Çıldıracak gi­ bi oluyordu. Çok gözyaşı akıttı, için için yandı yakıldı. İçi kan ağladı. Beli büküldü. Yorulup elden düştüğünde, kı­ pırdamaya hali olmadığında, ona "Lalezar'ı ölmüş bil" de­ diler. Fakat evde sağ bıraktığı sevgilisinin kaybıyla hiç ban­ şamazdı. Dizini katlayıp oturamazdı. Bir gün kulak dolgun­ luğuyla bir haber aldı. Esirlerden birisi galiba Lalezar'ın adını anmış. Onu Akkilise27 taraflarında gören, duyan biri­ sine rastlamış. Yadullah o günden başlayarak sanki diken üstünde kaldı. Sanki omuzundaki yük hafifledi biraz. Kim kime söylemiş, kim kimden duymuş aradı, sordu, soruş-

2lı ZJ

Bakü, Sumgayıt, Hırdalan gibi şehirlerin yerleştiği yarımada. Günümüzde Ermenistan sınırlan içinde olan eski Azerbaysan köyü.

1 40


turdu. Sora sora bölgeler, köyler dolaştı. Kapılar çaldı. Lale­ zar'ın Enneni elinde olduğu kuşkusuzdu. Kızıl Haç'ın Bakü Temsilciliğinin bulunduğu adrese giden yolu yeniden kat etmeye başladı. Fakat Lalezar'ın yerini kesin bilen, kendi gözüyle onu gördüm

deyen

bir

kişiyle

tanışamadı,

görüşemedi

Yadullah. Söylenenlerin dedikodu olmasına da inanamadı. Ülke içi aramaların bir faydası olmadığında yine de kendi umuduna kaldı. Üç sene askerde oldukları, canciğer olduk­ ları asker arkadaşları aklına geldi. Tifüs' e yöneldi. Gürcü Otarcı buldu. Derdini ona söyledi. Son sözlerini söyledi: 'Umudum ancak sana kaldı. Beni bu beladan bir tek sen kurtarırsın. İçime doldu. Cesaretli davran, yürekli ol. Ken­ dini benim yerime koy. Benim gibi düşün. Hiçbir şeyden sakınma. Para sorun değil. Param var. Yetmezse bile yine bulurum. Ne kadar gerekse harca. Bana bir haber getir. Kahrımdan ölüyorum. Daha dayanamıyorum'. Otar'ın aynı gün Erivanlı asker arkadaşları Artur'u araması, üstüne üstlük Artur'un subay olması, Yadullah'ın içinde bir umut ışığı yakh. Artur Rus ordusunun çavuşuy­ du.

Donahın yetkilisi görevinde çalışıyor. Enneni askerle­

riyle her türlü ilişkisi, bağlantısı vardı. Otar zaman kaybet­ meden ertesi

gün uçakla

Erivan'a uçtu . . .

Lalezar'ın hamileliği yüz metreden belliydi. Adına in­ san denilen herkes hamile kadına yaklaşmazdı. Hamile kadına dokunulur muydu hiç?! Fakat Arç'"JJ3 takma adlı, Leninakanlı Enneni Lalezar'a dokundu. Lalezar insanlık

28

Er. - ayı.

141


sıfatını yitirmi vahşiyle çarpıştı, dövüştü. Yüzünü gözünü hnnaladı. Gebe, ikicanlı olmasına rağmen tekmelerden, yumruklardan, darbelerden korkmadı. Halden düşünceye kadar direndi. Arç'la dövüştü. Son anda üzerine yığılan Arç'ın sakalını eline geçirdi. Sanki koluna kuvvet geldi. Tutuğu gibi nasıl çektiyse Arç ağnadı. Anıran Arç kadına diziyle öyle bir darbe indirdi ki, Lalezar aldığı bu darbeden bir anlığa öldüğünü sandı. Bayıldı. . . Şimdi bile sağ kalmasına inanası gelmiyordu Lale­ zar'ın. Bir tek onu kesin biliyordu ki, İntikam'ın kör doğ­ masının nedeni, ancak ve ancak o aldığı darbenin fesatla­ nydı. O olaydan sonra Lalezar'ın vücuduna kramplar gir­ meye başladı. Ağırlıktan, ağrılardan doğumun süresi azal­ dıkça sancılan daha da kuvvetleniyordu. Ölüp ölüp dirili­ yordu. Doğumun zamarundan önce başlaması Arç'ın vah­ şetinden kurtardı onu. Esirliğinin on beşinci günü Lalezar'ı ganimet malı taşıyan Enneni şoförlerinden birine kattılar. Çapulcular geri dönüşlerinde onu Akkilise'nin hastanesine bırakhlar. Arkasından askerlerin geleceğini söyleyip gitti­ ler. Fakat onu götürmeye kimse gelmedi. Beklemediği hal­ de Lalezar burada haline yanan, ona acıyan bir Allah ben­ desine rastladı. O kadın doğum hekimi Roza idi. Doktor Roza'run aslı Bakülüydü. Eğitimini de Bakü'de almışh. Karabağ olaylarından on sene önce ailevi bir sebeple Enne­ nistan'a taşınnuşh. Lalezar'a Bakü'yle ilgili güzel hahralan­ ru anlattı. Aralarında düşmanlık çıkaranları lanetledi. Roza Doktor ağır doğumun sağ-salim yapılması için elden geleni esirgemedi. Çok uğraşh. Bebeğin kör doğmasının, göz ka­ paklarının kapalı kalmasının sebebini ise onları çalıştıran kasların aldığı darbeden kısılmasında görüyordu: "Hekim1 42


li.k yaptığım yirmi senede ilk defa böyle bir vakayla karşıla­ şıyorum. Doğuştan körlerin göz kapaklan genellikle açılıp kapanır. Körlükleri ilk bakışta belli olmaz, sonraki tavırla­ rından belli olur. Körlükleri görme sinirlerindeki sorunlarla ilgilidir. Tecrübemde o gözlerin ileride görebilecekleri ihti­ malirıi kabul etmedim. Umumiyetle düşündüklerim de gerçekleşti. Senin çocuğunun körlüğü, bence kirpikleri ça­ lıştıran kasların aldığı hasarlar sebebiyledir. Uzman göz hekiminin tedavisiyle gözlerinin göreceğini sanıyorum" diyordu. Lalezar iki buçuk ay hastanede kaldı. Bahçenin temizli­ ğine, düzenine yardım etti. Hastane müdürünün karşı ol­ masına rağmen Doktor Roza onu kendi himayesine aldı. Lalezar'ın yalvanşlannı duydu, onun yeniden askerlerin eline geçmesine fırsat vermedi. Lalezar'ı bebeğiyle birlikte terk edilmiş ve kimsesizlerin yaşadığı yuvaya gönderdi. Yuvanın tanıdık bayan müdürü onun ricasuu geri çevirme­ di. Aynı zamanda Lalezar'ı boş olan temizlikçi kadrosunda işe aldı. Ona ana blokta kalacak yer de ayırdı. Lalezar çev­ resindekilerden yüz bulmamasına, ona pislik olarak ve kötü gözle bakmalarına aldırmadı bile. Kendi işiyle uğraştı hep. Fakat ne kadar çalışsa da kendi kaderiyle barışanuyordu. Düşüncesine hakim olan intihar fikri ona rahat vermiyordu. Bir aralar klorofos içmek istedi. Bardağı eline aldığında midesi bulandı. Kokusunu kaldıramadı. Cam kırıklarına göz dikti. Loş, daracık bannacağırun yüksek demir parmak­ lıklı penceresirıin ahşap altlığına dolu zehir şişesi de bulup koydu. Fakat son anda vücudu titredi. Elleri onu dinlemedi. Kollan boşalıverdi.

1 43


Zaafiyetini belli etmedi Lalezar. Acizliğini, bağımlılığı­ nı hiç hissettirmiyordu. Sadece iradesini toparlayamıyordu. Son anda, son defa kör bebeğine baktığında kaslan gevşi­ yor, kollan boşalıyordu. Günü güne satıyordu. Sakat yav­ rusunu boğmaya eli varmıyordu. Yaddullah'ın emaneti

rahmin9-teyken intihar etmek aklının ucundan bile geçmez­ di. Şimdiyse bebeğin kör doğmasına üzülüyordu. Belki de

bebek kör doğmasaydı, amacını çoktan gerçekleştirirdi. O zaman düşman elinde yaşamaması için bebeğini boğmaya kendisinde güç bulurdu. Sonra da istediği gibi intihar eder­ di. Şimdi iki yol arasında kalmıştı. Lalezar kendine kıy­ mazdan önce kör bebeğiyle ne yapacağını düşünüyordu. Bir türlü karar veremiyordu. Allah'ın kör kuluna eli nasıl kalkardı?! Körler Allah emaneti idiler. Hiç Allah'a, onun emrine karşı gelinir miydi?! Üstüne üstlük bir de kendi yavrun olursa! Lalezar o zaman kör çocuğunu kime bıra­ kırdı?! Onu rezalet ve hakaret kuyusuna bırakmak için mi doğurmuştu?! Bu cevapsız sorular Lalezar'ı yiyip bitiriyor, fikrini, düşüncesini bulandırıyordu. Aklı kalbine karşı çıkı­ yordu. Lalezar şimdiye kadar geçen zaman içinde kendisini can sıkıcı yalnızlıktan kurtarmıştı. Konuşmak için iki arka­ daş bulmuştu. Arkadaşlanndan birisi sadakatiyle övündü­

ğü, bir zamanlar şaşaa içerisinde yaşamış Çubuş'tu. Çubuş'u da kendisi gibi terk edilmişlerden birisi sayıyordu. Çubuş bırakılmış veya kendisi kaybolmuştu. Söylentilere bakılırsa

milli

temelde

malum

hadiseler

başladığında

Akkilise'yi terk etmiş bir Rus ailesinin sevimli köpeği idi. Bırakıp gitmişler taşındıklarında. Çubuş da burada Lale­ zar'ın yanında kalıyordu. Gündüzleri bütün günü kapı 1 44


ağzında oynuyordu. İnsan gördüğünde oynasa da, gözleri­ ni girip çıkanların ellerinden çekemezdi. İnsaflı birinin

önüne ekmek ufantısı atacağını veya yanındaki metal kaba kemik, yemek artığı dökeceğini beklerdi. Lalezar'a rastladı­ ğı günden beri karnı yerden azacık yüksek, püsküllü beyaz tüyleri yeri süpüren, fakat gözleri, bir de küçücük burnu­ nun ucu ışıldayan Çubuş'un morali bayağı düzelmişti. Key­ fi gıcırdı. Şimdi pençeleri üzerinde yürüyordu. Lalezar'la can ciğer kuzu sarmasıydı. Dilsiz, sözsüz, konuşmadan birbirilerini anlıyorlardı. Bakışlarıyla, mimikleriyle anlaşı­ yorlardı. Lalezar kendisi için uydurduğu masalı ara sıra akıllı, olgun birisiyle konuşuyormuş gibi Çubuş'un kulağı­ na da fısıldardı: "Türk güzeli iğne yemiş ite döndü. Çocuk yuvasırun bahçesinde dolaşmıyor, sürtüp duruyordu. Üs­ tüne üstlük kendisine eş olarak küçücük bir köpek bile bul­ du. Aynı kaderi paylaştığı Çubuş adlı bu dert ortağına kısa sürede alıştı. Arkadaş oldular. Şimdi gel onlann arkadaşlı­ ğından sana ayn ayrı öyküler anlatayım." Başlıyordu uydu­ ruk şeyler anlatmaya. Çubuş'un tüylü başını okşaya okşaya dudaklarını kulağına çok yakın tutardı: "-İkimizin de kade­ ri bir, sevgili arkadaşım. İkimiz de artıklarla, ufantıyla geçi­

niyoruz. İkimiz de sahipsiziz. Kim nasıl istiyorsa bizie öyle davranıyor. Bıldiğini yapıyor. Her şey bu şeytandan dön­ melerin sütüne kalmış. Sevgili arkadaşım, biz yaşamıyoruz, sürünüyoruz. Göreceğimiz günleri bekliyoruz" diyerek başlardı masallarına . . . Masallarsa bitmek bilmiyordu. Çubuş şaşkın şaşkın La­ lezar'ın yüzüne bakıyordu. Bazen da iki büklüm olup baş­ parmak kadar sağ pençesini kaldırıp kulağının arkasını kaşıyordu. Açlığın, kimsesizliğin ne olduğunu, açlık çeken, 1 45


yalnız kalan bilir. Sanki Çubuş da arkadaşına olan sevgisi­ ni, arkadaşlığını kendine has tavnyla, oynaşmasıyla belli etmeye çalışıyordu. Ondan sonta buraya gelmiş, onun gibi gece gündüz yuvanın hudutlarını terk etmeyen Lalezar'a öyle alışmıştı ki, birazcık ondan uzak kaldınu, hemen özlü­ yor, türlü sesler çıkarıyor, havlıyordu. Lalezar gözüne iliştimi arkasından koşuyordu. Aralarında öyle bir iletişim kurulmuştu ki, nefes nefese olmaktan, yüzlerini birbirine dayamaktan çekinmiyor, aksine bu içten dokunuştan avu­ nuyorlardı. Lalezar her sabah Çubuş'a elini uzattığında Çubuş da sağ bacağını kaldırıp pençesini onun elinin üstü­ ne koyuyordu. Lalezar'ın elini ayağını yalamaktan, yılış­ maktan bıkmak usanmak bilmiyordu. Çubuş'un tuhaf bir özelliği de denilenleri sadece sesten, sözden değil; fikirden, nefesten, bakıştan, yüz ve alın kırışlarının kıpırdayışından, kaş-göz işaretlerinden anlamasıydı. İstersen Türkçe söyle­ me, Ermenilerin kurbağa dillerinde yahut başka dilde "git" de, gidiyor, "gel" de geliyordu. Z.avallı Çubuş'un gözlerin­ de Lalezar yumuşak huyu, merhametiyle yüce bir yerde duruyordu . . . Lalezar'a göre göğsünde kalbi atan herkes kendisinden güçsüze, kimsesize şefkat göstermekten başka bir şey dü­ şünmemeliydi. Acunasızlık ancak yırtıcı hayvanlara ait bir özelliktir, diyordu. Allah zaten her şeyi görüyor, doğruluk­ tan sapmayan her bir kulunu şereflendiriyordu. Düne ka­ dar Allah hakkında düşünmeyen, ruh aleminin algılayışının imkansızlığını kabullenen Lalezar şimdi hayatın vefasızlı­

ğına,

öte dünyaya ait dini ayinlerin anlamları hakkında

düşünüyor, kimsesiz, yardımsız, güçsüz kaldığı zor gün­ lerde, anlarda aradığı Allahına yalnızlığıyla tapıruyordu. 1 46


Onu yardıma çağırıyordu. Sonra da gökyüzünün esrarında yeniden hayata dönmenin, yeniden doğmanın, dirilmenin olacağını düşünüyordu. Yenilenmeye; kafasında, aklında, düşüncesinde kendisini aklamak için yollar arıyordu. Buna çaba gösteriyordu. Fakat sonuçta çaresizliğe, umutsuzluğa kapılması bu düşüncelerini altüst ediyordu. Acizliği, güç­ süzlüğü onu intihar etme fikrinden uzaklaştıramıyordu. Ümitsizliği ile de kendine güven kapılarını kendisi kapatı­ yordu. Taşıdığı dert yükünün altında huzuru gece gündüz Çubuş'la paylaşmakla buluyordu. Dertlerini bir tek Çubuş'la paylaşıyordu. Ara sıra dertleştiği ikinci kişiyle aldığı yaraların kabuğunu koparıp dert düğümlerinden kan çıkarıyorlardı. Konuştuğu ikinci kişi seksen küsür yaşındaki, yaşlan­ dıkça yansı toprağa dikilmiş ağaç kütüğüne benzer, çocuk yuvasının bekçiliğini ve bahçıvanlığını yapan Ermeni mo­ ruğu Petros'tu. İhtiyar Petros titreye titreye konuştuğundan sözü ağzında geveliyordu. Aslında Türkçe konuşması zor anlaşılıyordu. Kollarını bahçedeki büyük gölgeliğin hrab­ zaruna aşırdığında ve başını kolunun üstüne yasladığında titremesi geçiyordu, o zaman konuştuğu da kolay anlaşı­ yordu. Konuşmaya başladığında bitirmek bilmezdi. Arada da olsa çenesini kapatmayı, karşısındakini dinlemeyi aklı­ nın ucundan bile geçirmezdi. Konuştukça konuşuyordu. Bir konuyu bitirmeden ötekine geçiyordu. Mircafer Bağırov'un29 hayranıydı. Sözüne "yoldaş Bağırov"la başlar, "yoldaş Bağırov"la bitirirdi. Diyordu ki, yoldaş Bağırov'un 29

Stalin'in yönetim dönemi.İlde Azerbaysan'ı yönetmiş kişi.

1 47


korumacılığını yaptım. En iyi günlerim de onun dönemin­ de, onun sayesinde oldu·. Her türlü güvencemiz vardı. Tüm giderlerimiz karşılanırdı. Yokun ne okluğunu bilmezdik. Çok iyiydi. Hayatı için bize, biz Ermeni gençlerine güvenir­ di. Aramızda birkaç Rus da vardı. Fakat Türklere hiç gü­ venmezdi. Kendisine güvenenleri yok ettiriyordu. İyi de ediyordu. Adamı dinlemeliydiler. Kurallara, yasalara saygı da onun gibi adamlarla gitti. Şimdi nerede Yoldaş Bağırov gibi adamlar, sözü geçenler! İhtiyar Petros ağzı köpüre kö­ püre Bağırov'u överdi. Lalezar değişik mazeretlerle onun çenesinden zor kurtulurdu. O ihtiyar Petros'tan daha çok Çubuş'la derdini paylaşmayı seviyordu. Ayrıca zamanının çok kısmını çalışarak geçiriyordu. Lalezar onu ilgilendiren veya ilgilendirmeyen hangi işi söylerseler itiraz etmez yapardı. İşlerine yaradıkça, söyle­ diklerini yaptıkça gitgide dadılar da, eğitmenler de, çalışan diğer kadınlar da Lalezar'ı kendi aralarında övmeye, çalış­ kanlığını değerlendirmeye, onu saymaya, insan yerine koymaya başlıyorlardı. Ne uykusu vardı, ne de rahatı Lale­ zar' ın. Hastalanan, hastası olan, kısası evinde acele işi olan­ olmayan herkesin yeri ne çalışmaya daima hazırdı. Ufak ufak Ermenice de konuşuyordu. Fakat aydınlık dünyada bir tek kendi kaderiyle barışamıyordu. Hala bu dünyada ya­ şamayı kendisine haram biliyor, hakaret sayıyordu. Eksik­ lik biliyordu. İntikam'ıru büyütmek, bir yana çıkarmak iste­ ği kendisinin de yaşamasına sebep olmuştu. İntikam artık oturuyordu. Göremediği nesnelerin özelliklerini galiba ses­ lerinden algılamağa çalışıyordu. İlk başlarda duyuşu, sesin uzaktan veya yakından geldiğini yani yönünü belirlemek çabasından başladı. Sağdan ve soldan gelen seslere omuzla1 48


rı üzerinden başını çevirmekle tepki verdi. Arkadan gelen seslerle iletişim kuramadığı için şaşırıyor, kafasını sallıyor, dengesini sağlamaya çaba harcasa da sırtüstü düşüyordu. Ellerini kanat gibi açıp çevresine çırpıyordu. Ses karşı taraf­ tan geldiyse, işte o zaman olan oluyordu. Yerinde oynuyor, sesi yakalamak istermiş gibi sesin geldiği yöne atılıyordu. Elleri havada asılı kalarak yüzüstü düşüyordi. Bir şeyler görmek hırsından sinirleniyor, göğsünü yere sürtüyor, göz­ lerine el atıyordu. Oydukça oyuyordu. Yorulmuyordu. Hır­ sını çıkarıyormuş gibi göz kapaklarının derisini ditiyor, tutup durdurmayınca kanı sızana kadar tırmalıyordu. İnti­ kam'ın bağırtısı diğer çocukların sesinden seçiliyordu. Sesi ağlamaya değil, zulmetten gelen bağırtıya benziyordu. Onun sesi gelince öteki bebekler susuveriyor, bu sesten korkuyorlarmış gibi onu duyunca çıt çıkarmıyorlardı. Gene ağlayarı hep Lalezar olurdu. Lalezar'a öyle geliyordu ki, bu krizler geldiğinde bebeğinin ellerini tutan olmazsa, o, göz­ lerini oyup avucuna dökmeden siniri yatışmazdı. Her zamarı olduğu gibi Lalezar bugün de alıştığı gibi yaptı. Bağırarı bebeğini kucağına alıp göğsüne sıktı. Sus­ turmak için ona meme verdi. İntikam yarı sesli, yarı sessiz, soluğu kesile kesile memeye kafa attı. İntikam iştahla süt emiyordu ki, Lalezar'a koridordan seslendiler. O da karşılık verdi. "Seni soruyorlar, dışarıda iki adam seni bekliyor" dediler. Lalezar'ın boğazı kurudu. Yine kimlerdi onun hu­ zurunu bozmak isteyenler. İzini sürüp onu arayanlar. Fela­ ketler onun peşi sıra

düşmüştü yoksa? Ona rahat ver­

mek istemeyenleri Arç aşağılıklarındarı sarıdı. Köyünün gençleri arasında "Türk güzeli" ünlenmiş Lalezar'ın güzel­ liğinden, gençliğinden şimdi bir nişane kalmamıştı. Derisi 1 49


kemiğine yapışmıştı. Veremliler gibi Qksürüyordu. Bir lok­ ma ekmek yemesi, bir yudum çay içmesi ancak kör bebeği­ ni sütsüz bırakmamak içindi. Lalezar silkinip irkildi. Neden şimdiden böyle düşünüyordu ki . . . Bu halde kim onun ka­ dınlığına, güzelliğine, çirkinliğine bakardı?! Gelmelerinde belki başka maksatları var. Belki Kızıl Haçtandırlar. Belki devlet adamlarıdırlar. Onu da esir listesine geçirmeye,

so­

ruşturmaya, ya da hapishaneye götürmeye gelmişler. Belki­ ler arasında Doktor Roza'run onun hakkında neyse düşü­ nebileceği ihtimalini de göz ardı etmedi. Korku, heyecan ve telaşa kapılarak ikinci defa seslenildiğinde "geliyorum" dedi. Çocuğu yatağına yatırarak dışarı çıktı. Gerçekten de Artur ile Otar'ı yuvaya gönderen Dr. Ro­ za olmuştu. Bu gençlerin yüzü Lalezar'a hem tanıdık geli­ yor, hem de onu kuşkulandırıyordu. Artur ile Otar kim olduklarını

söylediklerinde,

Yadullah'ın

arkadaşlarıyız

dediklerinde, Lalezar elinde olmadan hıçkırdı, parmaklaruu ısırdı. Onu deli bir ağlamak tuttu. Köyde yalnız kaldığı son günlerde her akşam Yadullah'ın askerlik yıllarından kalan kırmızı kadife kaplamalı albümü o yana bu yana, sağa sola çevirmişti. O andaca Yadullah'ın askerden gönderdiği, sol köşesinde "Foto Sçastya"JO sözleri yazan, bu arkadaşlarıyla beraber çektirdiği resmi habrladı. Yadullah resmin arkasına kendi eliyle şunları yazmıştı: "Tanışın, arkadaşlarımdır: Sağ yanımdaki Ermeni Artur, solumdaki Gürcü Otar. Askerde l.>ize herkes 'Kafkasyalı üç şövalye' der. Gücümüz karşısın­ da duracak, arkadaşlığımızı bozabilecek kimse yok." Lal� �

Rusça - foto Mutluluk.

1 50


zar Artur'un, Otar'ın tanıdık yüzlerini aynen resimdeki gibi görüyordu. Hiç değişmemişlerdi. Yudum yudum su içtik­ ten sonra hıçkırığı kesildi, kendisini toparlayabildi. Dostlar gelişlerinin nedenini açıkladılar. Lalezar onlarla gitmesinin imkansız olduğunu söyledi. Yeteri kadar kanıt, sebep saydı. Üstü kapalı bir şeyler anlatmaya çalıştı. Kendisinin değil, İntikarn'ın acilen tedavi edilmesi için Yadullah'a ulaştırıl­ ması gerektiğini inandırıcı şekilde söyledi. Kendisinin git­ mesi için zamana ihtiyacı olduğunu da ekledi. Güya kendi­ sinin de, onlann da ele geçebileceğinden korkuyordu. Neler söylemedi, daha neler uydurmadı ki... Lalezar binbir türlü bahaneler bulup söyledi. Sonunda dostları tavlamayı ba­ şardı. Kendisi kaldı. Kör bebeğini onlarla yoku etti. Kendisi de mektupla "İntikam emaneti. Körlüğü kas gerilmesi so­ nucudur. Doktorlar diyor ki, ciddi tedavi edilirse gözleri muhakkak açılacaktır!" diye yazdı . . . Lalezar onu rahatsız eden önemli sorununu çözmüştü. Emanet yavrusunu sahibine göndenniş, yerine-yuvasına ulaştırmışh. Bu nedenle de omuzlarından büyük bir yük kalkmıştı. "İntikarn'ın kaderinin nasıl olacağı bundan sonra beni ilgilendirmez. Kör gözünü sahibi çaba gösterip açtırsa da, açtırmasa da kendisi bilir artık." Fakat "açılmamak" sözünü Lalezar kesinlikle kabul etmiyordu. Onun gözleri­ nin derinliklerinde kül altında kalmış ümit koru sönmek ateşinden göğsünün bağlıydı, köke bilmeyen gıdalaruyordu. Pırıltısı gözbebeğinden belli oluyordu. Bu ışıktan İntikarn'ın kör gözlerine şifa veren nur seli akıyor­ du. O toprağına, eline, obasına vatanına arka, dayanak ola­ rak büyüyordu. Pehlivanlar gibi göğüs kemikleri büyüyor, enleniyordu, ortası inceldikçe gücü, kuvveti kollarında dü1 51


ğümleniyordu. Öfkesiyle beraber büyüyordu. İntikam inti­ kam, kısas hissiyle alışıp yanan bir vatan oğlu gibi büyü­ yordu. O annesinin namusuna dokunan, kendisini körlük azabına uğratan düşmandan intikam almayı arzuluyordu. Öcü kıyamete bırakmak isteyenlere "öç kıyamete kalmaz!" diyordu İntikam. Kalbi "öç sahibinden bu dünyada alınma­ lı" düşüncesiyle beraber atıyordu. Lalezar o günü apaçık görüyordu. O günün umuduyla ruhunu teskin ediyordu. Hakkı çiğnenen dünyada kendisini "yaşamak hakkunı kay­ bettim" hükmüyle cezalandırmasına hak işi gibi bakıyordu. Kirletilmiş vücudu kutsal ruhuna yük olmamalıydı. Pak ruhunu fiziğinin beden tutsaklığından kurtarması gerekir­ di. İntihar Lalezar'ın yüzüne kapı açacaktı. Konuştukça Lalezar'ın artık dudakları titriyordu. Gücü iradesinin hük­ mündeydi. Elleri canına kıymaya hazırdı. O eller intihar kılıcını eline almadan Yadullah'ın arkadaşları ikinci kez Lalezar'ın karşısına dikildiler. Dizden yukarı çıkan Üçtepe kan dünyayı beyaza bo­ yanuştı. Uzakta görünen Kırklar Dağı bin tonluk kar yonga­ larını başına çekip uyukluyordu. Bu sene kış geç kalmamış­ tı. Kar zamanında, gerektiği kadar yağmıştı. Kışın sert geçe­ ceği bekleniyordu. Artur ve Otar bir saatten fazlaydı ki, kalın kar örtüsü temizlenmiş iki basamaklı bahçe meyd anrunda Lalezar'la tartışıyorlardı. Onların bu tartış­ masından Lalezar'ın sinirleri gerilse de, henüz yüz damar­ larına kırmızılık çökmemişti. Titreme tutmamıştı. Sinirlen­ mesini belli eden tartışanlardan çok onlara dikkat kesilmiş Çubuş'tu. O ne hissetmişse, bu hissinden ötürü sükunetini yitiriyordu. Küçücük pençeleriyle süslü dış kapısını tırma­ lıyordu. Bir yerde duramasa da, o da ihtiyar Petros gibi 1 52


kara batıp kalacağından korkarak dışarıya adım atamıyor­ du . Ara sıra Lalezar'ın ayaklarının üzerinden o yana, bu yana atılıyor, cırtlak sesiyle gürültü kopanyordu. Sinirini yatışhrmak için kapıyı tırmalamaya devam ediyordu. Hav­ laması i nsanı ürküten, beyne saplanan, ürperten bir şekil alıyordu. Şimdilik ona aldıran yoktu. Lalezar Yadullah'ın arkadaşlanrun ilk gelişlerinden bir memnunluk duysa da, sevinip hıçkırsa da, deliler gibi ağlasa da ikinci gelişlerin­ den dolayı hüzünlenmişti. Arkadaşları Yadullah'tan Lalezar'a mektup da getir­ mişlerdi. Yadullah, "her ne olmuşsa olmuş, oldu olacak. Bana her şey kabul. Tüm suç bende. Senin yapacağın bir şey yokmuş" diye yazıyordu. Tekrar tekrar rica ediyordu ki, kendisinden uydurduğu şeylerden bahsetmesin, arkadaşla­ rının sözünü dinlesin. Hiç olmazsa İntikam'ın hatırı için dönsün. Küçücük bebeği annesinden ayırmak günahtır. Lalezar'ı suçlamıyordu. Her şeyin suçlusu olarak savaşı gösteriyordu Yadullah. Karabağ savaşının milli trajedi ol­ duğunu yazıyordu Yadullah. "Aldığımız yara, çektiğimiz dert benimdir, senin değil, tilin milletin belasıdır, vatanın felaketidir.

O

zaman tilin halkın, milletin intihar etmesi

gerekir." Lalezar mektubu okudukça harfler, sözler, satırlar üzerinde kanlı gözyaşları döküyordu. Fakat bu yakıcı yaş­ lar yüreğinin yangısıru soğutmadı, kendisine karşı katı tu­ tumunu yumuşatmadı. Yüreği ferahlarnadı. Başkalarına merhameti ve iyilikseverliği ile örnek olan, şefkat gösteren Lalezar kendisiyle barışamıyordu. Kendisine karşı yumu­ şak değildi. Kendi canına kıymak hükmünden caymadı. Kendisini, sözünü değiştiremezdi. Yeniden yaşamak fikrini yakınına bırakmadı. İradesi bunu kaldırmazdı. Kendisine 1 53


karşı canlanacak olan ve artık yeniden onarılamayacak merhamet hissini kalbinde çoktan gömmüştü. Namusuna dokunulan andan beri o hissi öldürmüştü. Kuruca nefesi kalmıştı. Kendisi değil, gölgesiydi yaşayan, konuşan. O günden beri kendi kendisinin mezar taşıydı. O taş altında, yüreğinin başında kendisi kadar büyük bir boşluk vardı. Bu boşluğun duvarları kanla sıvanmıştı. Hazır, içi boş mezardı. Lalezar'ın gömüleceği günü bekliyordu. Lalezar'a sadece kuru cesedini bu mezara uzatıp üstünü toprakla örtmek kalıyordu. Gecikmesi bugüne kadar kör bebeğini ışık yüzü­ ne hasret doğurması, sakatlığının suçlusu olarak kendisini görmesi, suçlaması olmuştu. Şimdi onu bu yoldan sakındı­ racak, döndürecek iğne ucu kadar ışık bile söz konusu ola­ mazdı. Çünkü ruhunu bunca beden kafesinde tutsak tut­ mak olamazdı. Müebbet hapis cezasına çarptınlmış kişinin hapishanede yaşamasının ne anlamı vardı ki?! O ki kaldı ruhu bedenini bırakıp gitmiş olana. Ölümün de kendine özgü aşkı var. Vücudunun yokluğuyla beden ruhu özgür­ lük kazanacaktı. Lalezar'ı bu fırsattan yoksun bırakmak isteyenler ölümü canlı elbisede gezdirmek, yaşatmak fik­ rinden döruneyenlerdi. Lalezar için intihar, kendine kıyma ölümü kaçılmaz ve yadsınmaz bir mutluluk idi. O, ancak ahiret dünyasında huzur bulacağını düşünüyordu.

O zaman neden rahat bırakmıyorlar?! Yadullah neden onu anlamak istemiyordu?! İsmeti çiğnenmiş, tecavüz edilmiş Lalezar'ı bundan böyle Yadullah ne yapacaktı?! Dili kısa, gözü gölgeli, kalbi kırık, lekeli yaşamanın Lalezar için, onu sevenler için bir anlamı, bir önemi var mıydı?! Lalezar şimdiki d urumda Yadullah ile ne bir yastığa baş koyabilir­ di, ne de onun gözlerine dik bakmağa cüret ederdi. Yakın1 54


}arının, akrabal annın, münasebette bulunduğu insanlann

kınayıcı bakışları altında Lalezar sıkıla sıkıla, boğula boğula yaşamayı kendisine nasıl yakışhrabilirdi?! Karşılaşhğı aşa­ ğılık birisinin kayıtsızcasına ona söyleyeceği "orospu" sö­ zünden yüreğine inmez miydi?! Lalezar'ın aleminde, iç dünyasında arkadaşlarla birlikte gitmenin, utanmanın, rezil olmanın, utançla yaşamanın değil, sürünmenin hayatı bo­

yunca Çekilecek azabı, derdi vardı. O bunu kaldıramazdı. Gölgeli yaşamayı başaramazdı. İradesinin hükmünü engel­ leyemezdi, isteğine karşı çıkamazdı. Fakat Yadullah'ın arkadaşları bu defa onu bırakacağa hiç benzemiyorlardı. Lalezar'sız dönmemeleri için Yadullah onlara yemin bile ettirmişti. Allah'a yemin alnuştı onlardan. Artur kendi tatlı diliyle, Ermeni yapışkanlığıyla çok diller

döktü. Konuşması bitmek bilmiyordu. Lalezar'ın gitmesi­ nin gerekliliğini anlattı. Yapacağı yardımları, döndüğünde kaldıracağı engelleri saydı. Türkçe konuşmakta zorlanan Otar yamuk yumuk konuşarak, sözleri kıra kıra, heceleri boğazında kaynata kaynata konuştu. Gürcü bencilliğiyle elini kolunu salladı. O da az ısrar etmedi. Arkadaşlar çok rica ettiler. Onlar ricadan yalvarmaya geçtiler. Lalezar inadı bırakmıyordu. Konuşmalar uzadıkça uzuyordu. Zaman ise geçiyordu. Konuya girenler arkadaşları destekliyor, taraf tutuyorlardı. Yine de düşündükleri fayda vermiyordu. Dört saatlik konuşma, tartışma bir sonuç vermedi. Arkadaşlar sert konuşmağa başladılar. Galiba şiddet kullanmadan ol­ mayacaktı. Atrur'la Otar'ın amaçlarını mimiklerinden anla­ yan, kaş-göz etmelerinden anlayan Lalezar içgüdüsünde yarulmamıştı. Tartışmaları bu haddi aştığı için o, bu nokta­ da inadını bıraktı. Toparlanmak için 3-5 dakikalık süre isteı ss


di. Lalezar'ın bir anda razı olması arkadaşları kuşkulan­ dırmadı. Tam tersi onun inadını kırdıkları için menınundu­ lar. Lalezar'ı sonunda yola getirmeleri içlerini rahatlatmıştı. Soluğu kesile kesile, bıçak vursan kanı çıkmaz olan, morali bozuk Lalezar kulübesine doğru koştu. Onun arka­ sınca koşan Çubuş da içeriye sokulmak istedi. Fakat Lalezar gaddarcasına yumruk kadar köpeği tekmeleyip dışarıya attı. İnsan gibi dil anlayan zavallı hayvanın yüzüne karşı ilk defa kapı çarptı. Kendisiyse kapıyı kapatıp arka taraftan kilitledi. Camdan dışarıya bakındı. Zehir şişesine baktı. Aklını hızla çalıştırdı. Hayır, böyle intihardan, kendisini zehirlemekten iğreniyordu. Pis kokudan nefret ediyordu. Kendisini zehirlemekle bedenini yeniden kirletemezdi. Oy­ sa ona azap veren siyah kan sıvısını damarlarından akıtarak büsbütün temizlenmeliydi. Namussuzluk çirkefinden bu türlü kurtulup kendisini temize çıkarmalıydı. Vücuduna sinmiş çirkefi kendi kanıyla yıkamalıydı. Kar gibi bembe­ yaz, tem.iz, pak ceketini bağrınında kazdığı mezara, yüreği­ ne gömrneliydi. O zaman nasıl intihar etmesi gerekiyordu?! Alnının kınşları bir anda gerildi, açıldı. Kınşların ortasında düğüm düğümlendi. Bakışları pencere önündeki üst üste konulmuş cam kırıklarına takıldı. Ona öyle geldi ki, bu iki cam kırığı zehir şişesinin yanına bu gün için konulmuştu. Lalezar cam kırıklarını eline alırken son defa pencereden dışarıya, gökyüzüne baktı. Kendine kıyma, intihar anı artık yetişmişti: "Allah'ım tanık ol ki, hükmüne asi değilim! " diye fısıldadı. Lalezar katil insanlara imrenerek onlar gibi damarları­ na kast etmişti.

Sağ

avucuna sıktığı cam kırığıyla sol kolu­

nun bilekten giden ana damarını kesip doğradı. Uf deme1 56


den, çıt çıkannadan cam kırığını kemiğine dayanana kadar zorladı. Bayılmadan, halden düşmeden, kendisini kaybet­ meden zaman yitirmeden sol elindeki cam kırığıyla sağ bileğinin damarlarım açıverdi. Sanki damarlarından fıskiye gibi dökülen, çevreye çileyen kızıl kan yağmuru değildi, ona göre siyah renkli kirli sıvıydı. Canını dişine takıp vol­ kan gibi göğsünü delen sesini içinde boğuyordu. Hatta kendisinden intikam aldığı için kendisini gülümsemeğe zorladı. Dudaklarını kaçırdı. Bununla birlikte kendisini kana bulaşmaktan korumaya çalışıyordu. Kan kokusu alınış Çubuş uzun uzun üzüntüyle havla­ yarak kendisini yerden yere atıyor, kesik kesik havlayarak uluyor, arka bacakları üzerine kalkarak kapıyı küçücük pençeleriyle durmadan tırmalıyordu. Yırtınıp duruyordu. Çubuş'un ulumasına, imdat çağırışına duyarsız kalınamaz­ dı. Artur'la Otar bir şeyden kuşkulanmış gibi kulak kesildi­ ler. Lalezar'ın 4-5 dakikalık toparlanması az kalsın yarım saati buluyordu. Başını sallayan Artur saatine baka baka Otar'a döndü: "Bu kızın beş dakikası ne uzun sürdü?! Otar Türklerin dediği gibi 'kaş yapacağız derken göz çıkarırız'. Bu işten bir iş çıkar. Çubuş da huysuzlaştı" dedi. Gayriihti­ yari her ikisi beraber koşarak ve heyecanla oraya fırladılar. Kapı içeriden kilitliydi. Vurdular, açan olmadı. Anahtar deliğinden içeriye baktılar, kulak kesildiler. İçeriden zayıf inilti sed geliyordu. Burunları kan kokusu aldı. Gürültü patırtıya herkes toplandı. Yedek anahtar bulunmadı. Kapı­ ya omuz attılar, kıramadılar. Sağlam kapıydı. Çerçevesine manivela sokarak kapıyı yerinden kopardılar. Lalezar'ı kan gölüne düşmüş güz yaprağı gibi yüzü Kıble'ye titrerken gördüler. Kesik damarlarından son damlalar düşüyordu. 1 57


Pişman olmanın, üzülmenin bir faydası yoktu artık. Otar cenazenin yanında kaldı. Artur tabut bulmağa gitti. Çubuş'un havlaması kesilmek bilmiyordu. Onu bahçe­ ye doğru kovdular. Kara bata bata koşan köpeğin havlama­ sı ulumaya dönüştü. Kan savura savura, küçücük vücudu­ na yakışmayan yanıklı bir sesle feryat ediyordu Çubuş. Uluma sesi dere boyunca kalkıyor, yayılıyor, meydanlara doluyor, yukarı tarafı dere boğazındaki yüce dağlara daya­ nan şehirde yankılanıyordu. İhtiyar Petros 'Aystvaz, Aystvaz!'3t diye diye bekçi ku­ lübesinin kapısının ağzına tıkılıp kalmıştı. Kapıdan uzak­ laşmaya cüret edemiyordu. Adım atarsa kara batacağından, kayarak düşeceğinden korkuyordu. Düşecek olursa, ona yardım edecek, elinden tutarak durduracak birisi olmalıydı. Sese aşçıbaşı da gelmişti. Hiçbir zaman onu yardımsız bırakmayan Lalezar'ın trajedisine acıyordu. Sık sık içeriye girip, dışarı çıkıyordu. Mutfağa koşuyordu. Tenceresi ocak­ taydı. Öğle yemeğini yakacağından korkuyordu. Her defa­ sında döndüğünde baş başa vermiş kadınlara katılıyor, ofluyor, her geldiğinde ilk söylediği cümlesini gene aynen tekrarlıyordu: 'Namus konusunda ancak Türk kadınlan kesin karar verebilir. Ben onları hep böyle, namus lekesini kendi kanlarıyla temizleyen gördüm' diyordu.

31

Er.- Allah, Allah.

1 58


KEMİK DÖKÜLEN DERE Andranik'in kulağı henüz kesilmemişti. Taykulak de­ ğildi, uzun kulakh. Ashğı astık, kestiği kestikti. Türk kanı dökmekten, Türk kanı içmekten bir türlü doymıyordu . . .

1918 yılırun kaşı dağlarda çok sert geçiyordu. Andranik İngiliz mavzerleri ve Anadolu' dan geriye çekilen Rus ordu­ sunun ona bağışladığı top tüfekle silahlandırdığı ordusunu Göyçe üzerine yürüttü. Zengezur' da dişleri kana bahruş, azgın Taşnak eşkıyası sürüye dalan kurtlar gibi Göyçe'ye tam ortasından daldılar. Mahal iki yana ayrıldı. Dehşet sa­ çan feci kanlı olaylara, felaketlere, trajedilere, ölümlere ge­ niş meydan açıldı. Kan su diye aktı. Celladın soykırım hükmüyle Taşnaklar 35 köyü kılıçtan geçirdiler. Yaşlılara, kadınlara, çocuklara bile aman vermediler. Sakatlar ve ruhi hastalar, yıllarca yatağından kalkamayan yatalaklar, kısaca­ sı Türk olan herkesin canına kıydılar. Eli sazlı, dili sözlü Göyçe halkı dişine kadar silahlanmış düşman önünde peri­ şan oldu. 17 bin Göyçe Türkü kızıl kanına boyandı. Şişkaya köyünün kadınlı erkekli, büyüklü küçüklü 640 kişisi diri diri ateşte �akıldı. Taşnaklar halk sanatçısı Taşkentli Aşık Necef'in sırtına semaver bağlayıp köy arasındaki yol bo­ yunca koşmaya zorladılar. Ciğerlerini buharla parça parça ettiler. Kalbinin özeğini ateşin korunda pişirdiler. Bu olay1 59


lar her köyün, her mahallenin, her evin, her ailenin, her bir ferdin, kişinin kaderinde görülmedik kanlı bir iz bıraktı . . . Göyçeliler kendilerinin sonraki aklını kerizliklerinden değil,

belki

de

nadanlıktan

Basargeçer

ve

Zağa

gartağanlanna32 çeldirdiler. Sağ kurtulan dizini dövüyordu . Göğsüne çekilen dağın acısı arttıkça başını dağa-taşa çarpı­ yordu. Kendisine ölüm diliyordu. Zengezur'da katliam başladığında gartağanlar tilki kılığına girerek Göyçe halkı­ nın

hizmetinde durdular. İtaatkar sinsi av köpeği gibi kuy­

ruk sallayarak "Anlaşnuşız, Andranik bu taraflara gelme­ yecek"

dediler.

"Biz

sağ

olduğumuz müddetçe emin

olabirisiniz ki Taşnaklar size zarar veremezler." Göyçeliler gartağanların tatlı diline uyup yalanlarına kandılar. Hatta beline bağladığı hançerini açıp eve atanlar da oldu. Kışın, uzun gecelerde yüz kişilik evlerde sofra kurdular. Saz eşli­ ğinde şiir düzüp mısra koştular. Birbirlerine şiirler söyledi­ ler, söz yarışmasına girdiler. Gartağanlar ise güven tesis ettikten sonra ihanet ağlarını örmeye başladılar. Andranik'i tam zamanında çağırdılar. Törenle karşılamağa çıktılar. Karşıladılar. Silahlannuş orduyu, gücü arkalarında görünce nankör gelmeler de komşularına karşı öbür gerçek yüzünü gösterdiler. Bir namert babanın asılsız, ikiz evladı oldukla­ nru

yeniden bir daha tasdiklediler, kanıtladılar. Eli silah

tutanlar Andranik'in eşkıya çetelerine katıldı. Ayağı yer tutanlar ise hep beraber askeri bölüklerin önüne düştüler. Kan içenlere kılavuzluk ettiler. Evini-barkını, malını bırakıp kuruca canını kapıp kaçanlara, ölümün pençesinden kur-

32

Er.

1 60

-

gelme.


tarmağa kalkışanlara dağda-taşta da huzur, rahat vermedi­ ler. Nerede saklanırsalar saklansınlar, kılavuz gartağanlar orayı işaret ettiler. Peşlerine silahlı mangalar taktılar. Ele geçmeyenler, dağda-taşta doruna tehlikesiyle karşı karşıya kaldılar. Evlerine dönmelerini engellemek için Taşnaklar evleri ateşe verdiler. Bununla da içleri rahat etmedi. Köy­ lerde

askeri

noktalar oluşturdular.

Bekçiler

koydular.

Göyçe'nin Kırkbulak, Kızılveng, Kanlı arasından günbatı­ mında yerleşen köylerin sağ kurtulan halkı İran'a, Türki­ ye'ye geçmek için Arazdöven'e yöneldi. Yukarı Şorca, Akkilise ve İnekdağ'dan başlamış Babacan'a kadar gün doğar köylerinin halkı Konur, Söğütlü, Dikyurt yaylalarını sınırlayan Gedikdağı'nın eteklerine dağıldılar. Top sesine irkilip erken davranan aileler fırsatı kaçırmadılar. Zor da olsa binbir _türlü yollarla Kelbecer tarafına geçtiler. Kulağı­ nın

dibinden geçen kurşun seslerine ayılanlar, geç kalanlar

ise varını yoğunu, akrabalarını bırakıp başı açık, yalın ayak, çırılçıplak kaçtılar. Akyol deresine toplanan 400 ailenin kaderi de böyle oldu.

İz sürenler göze değmiyordu.

İzlerini

geceden yağan kar kapatrnışh. Düze, dağa yorgan sermiş kar örtüsünün üstünde kalsalar da hava

kararmadan

Akyol'un yokuşuna hrmanmaktan sakınıyorlardı.

Dağa

tırmananlarsa kana susamış Taşnakların dikkatini çekmek­ ten korkuyorlardı. Havanın kararmasını bekliyorlardı ki, yola koyulsunlar . . .

1918 yılının kışı şimdiye kadar görülmedik sert, soğuk bir kıştı. Çahlardan buz salkımları sarkıyordu. Soğuk nefes­ leri ağız boşluğunda donduruyordu. Kaçanların izini kay­ bettiren lapa lapa yağan kann yerine öğleden başlayarak saçma gibi dökülen tane tane kar yağmaya başladı. Bu az161


mış gibi ikindi namazına yakın rüzgar da çıktı. Havadaki bu değişkenlik yaşlıların dikkatinden kaçmadı. İçlerine kurt düşürdü. Mağara ve oyuklarda, kaya arkalarında saklanan­ lardan çoğu karşıdan gelen felaketi, kar fırtınasını, soluk kesecek, kulak, parmak düşürecek soğuğu anlayacak halde değillerdi. Durmadan zıplayarak canlarına sıcak vermekten başka bir şey düşünecek halde değillerdi. Sabırsızlıkla ka­ ranlığın basmasını, yola konulacakları anı bekliyorlardı. Zaman zaman da dişlerini şakırdata şakırdata karşılarında­ ki dike bakınıyor, Akyol yarına umut yolu gibi bakıyorlar­ dı. Araya çökmüş ölü sessizliği ise gençliklerini kaybetmiş­ lerin, her şeyi görenlerin, 1905 yılında Ermeni-Müslüman savaşını yaşamışların sesi bozuyordu: -Ermenilerin damarlarında şeytan kanı varmış. Bizi na­ sıl da aldattılar, Allah'ım! 1905 Olaylan bunun yanında hiç kalır. -Hayır, biz öyle arkadaş canlısıyız ki, yüreğimiz yufka­ dır. Her aldanış da insanseverliğimiz, komşuya sadakati­ miz, tanıdıklarımıza arkadaş gibi yaklaşmamız, güvenme­ miz sonucu oluyor. Görecek günlerimiz varmış . . . -Gartagan it dölleri beni nasıl uyuttularsa, 'Süzen', 'Bendarka' aramak bir yana, belimden kılıcımı da çıkarıp evin bir köşesine fırlattım. İki elli sazı kıvradım. Aşıklık havasına kapıldım. Sesim açılsın diye sabah akşam yumur­ ta içiyordum . . . Son sözler pala bıyıklarını kulaklarının üstüne aşırmış Aşık Elbeyi'nin koynuna yılan gibi sokuldu. Yerinden fırla­ dı. İriyan vücudu zangır zangır titredi: -Derdimi deşme, ay Dadaş. Acele ettiğimden şapkamı da askıda bırakıp geldim. El atarak ancak bu kahrolmuş 1 62


sazımı alıp kapıdan çıkhrn. Sazı ne yapacağım, arkadaşlar, şimdi bana şapka lazım. Soğuk başımı donduruyor, diyerek sazı elinde oynattı. Sinirinden ne yapacağını şaşırdı. Kah bıyığını çiğnedi, sazının çanağıyla pantolonunun buz tut­ muş eteklerini çırptı. Siniri yatışmadı. Ermenilere olan öfke­ sinin hırsını sazından çıkarmak istedi. Ansızın sazın kolun­ dan tutup başı üzerine kaldırdı. Sağ eliyle sazı dibi görün­ meyen dereye doğru fırlath: -Bundan böyle sen bana lazım değilsin. Don vurmuş

y

parmaklarımla seni söyleteme eceğim. Sen de bana gözda­ ğı olacaksın. Karı suratlı Dadaş sana özenirse, ben aşıklığı bu günden bırakıyorum. Senin yerin aşağıda çürümektir . . . Yapılan bu manasız geyik muhabbetleri soğuk kış gü­ nünde onları oyalıyordu. Akşamı buldular. İnsanlar hareke­ te geldiler. Soğuktan titreyenler hızlandılar. Umut yolunun yokuşunu artık arkada bıraktılar. Fakat dik tırmanmak ne kadar zor olsa da, Akyol'un dolaylarında ilerlemek, kork­ madan adım atmak onun on katı daha zordu. Akyol'un dönemeçleri, dolayları kar uçkunu altında kalmıştı. Adım yeri bulmak, yolu belirlemek, güvenli yere ayak basmak, adım atmak olanaksızdı. Rastgele yürümek göz göre göre kendisini ölümün kucağına atmak demekti.

İki

gencin al­

dırmadan adım atmak, ilerlemek çabası kar uçkununun ağzına düşmeleri ile sonuçlandı. Uçkun her ikisini kucakla­ yıp içerisine aldı. Arama çalışmaları bir sonuç vermedi. Bu defa yapıca zayıf olanlar önlerine düştüler.

İz

açtılar. Kolu

güçlüler el ele verip onların ortalarına geçirdikleri iplere tutundular. Yürümeye devam ettiler. Akyol dönüşü olma­ yanları koynuna alıyordu. Fakat geriye yol yoktu. Arkada yanıp kül olmak, kızıl kana boyanmak korkusu vardı. Dike 1 63


yaklaştıkça, yukanya çıktıkça soğuğun şiddeti, rüzgarın hızı da artıyordu. Kar fırtınasının uğultusu, uluması kulak­ larda yankılanıyordu. Söğütlü yaylasının fırtınası topladığı kan göçün başı üstünden savuruyordu. Yann felaket geti­ ren havası duyuldukça soğuğun keserini nefesleriyle de­

fetmeye çalışanlann gücü kuvveti tükeniyordu. Ovsalar da artık çoğunun bumu, kulağı kendinin değildi. El ayak par­ maklarının sızıltısı kalbine vuranların sayısı durmadan fazlalaşıyordu. İliğe işleyen soğuktan dokulann doruna korkusu

beyinlerden

dışarıya

çıkıyor,

gerçekleşiyordu.

Ayağım don vuran kadınlar baş örtülerini açıp ayak par­ maklarına sarıyorlardı. Başları donanlar ise ortalanndan açtıkları şalla başlarını sarıyorlardı. Soğuk hoyratlaştıkça bıçak gibi onların parmaklarının ucuna batıyor, yanlarına saplanıyordu. Talihsizlerin sırası ilerlemiyordu. Seslerini içlerine atıp ölümlerine doğru sürünüyorlardı. Yaylaya çıkanların fırtınayla, boranla, kasırgayla mücadelede kaza­ nacaklarını ummaları nafileydi. Ama yine de son umut için son bir çaba gösteriyorlardı. Söğütlü yaylasına burun göstereni koyrıuna alıp dön­ düren kar fırtınası, alabildiğini alıp top gibi oyrıatıyor, ha­ vada sallıyor, göğe kaldırıp kafa üstüne yere çarpıyordu. Sanki gökyüzü delinmişti . Saçma gibi yüze çırpılan, ağız, burun boşluklarına dolan kar, buz taneleri soluk almağa, çıt çıkarmağa fırsat vermiyordu. Soğuğun şiddeti, fırtınanın uğultusu feryatların, iniltilerin sıcağının yutaklardan dışa­ rıya çıkmasına fırsat vermiyor, önüne geçilmez engel olu­ yordu. Zaten çenelerinin altında nefeslerini donduruyor, tuzla buz yapıp yeniden karın boşluklanna dolduruyordu. Konuşmak isteyenin dilini buz katı kesiyordu. Yutaklar don 1 64


bağlayıp nefes borusunun ağzına tıkanıyordu. Dudaklar sarkıt bağlıyor, çeneler kilitleniyordu. Kirpikler buzlanıyor, gözler camlaşıyordu. Kucaklardaki küçücük bebekler tahta parçalarından farklı değillerdi. Buz anıtların gölgesi, kar üzerine düşmüş karanlığın derinliklerinde birbirinin peşin­ ce nokta nokta gözden kayboluyordu. Birisinin diğerinin yardımına yetişebileceğinden söz etmek boşunaydı. Ağzını açmak, soluk almak fırsah olmayan göç halkının yolu ej­ derha ağzına dönüşmüş, geniş saha kadar kapağını açıp dipsiz ve yüzü düpedüzgün olan adsız derenin kar yığını­ nın üzerinden geçiyordu. Göç akınının safı burada kırılı­ yordu. Kimsenin haberi yoktu ki, akının üyeleri, birer birer kurbağa gölüne ahlan taşlar misali derenin dibine yuvarla­ nıyor, üst üste düşüyordu. Belirsizlikle ileri adım atanı dere derya olup yutuyordu. Kar uçkununa düşenlerin birincileri ikincilerden habersiz kalıyordu. Kar fırtınasıysa bir türlü dinmek bilmiyordu. Göçü dört yandan kaplayıp dere ağzı­ na götürüyordu. Erler-erenler taş anıt gibi sanki ejderha ağzına yuvarlanıyorlardı. Derenin dibi don vurmuş küçük bebek emziren anneleri, hamile gelinleri, sırtına torununu almış yaşlı kadınlan soğuk mezar gibi kendisine çekiyor ve bir türlü doymak bilmiyordu. Donup ecelini bulan göç hal­ kı topa topa, gurup gurup kendi kar yorganına, aslındaysa kar kefenine doğru yuvarlanıyordu. Canlar can can diye içten içe sıkılıyorlardı. Soluklan içerilerinde kalan insanlar kar altında kalıp üst üste yığılıyor ve sonsuza kadar sürecek uykuya yatıyorlardı. Kötü güçlerin atını oynattığı bu gece 400 ailenin kökü birden kazındı. Söğütlü yaylasının derin

dağ deresi tarihi bir cinayetin tanığına çevrildi. Soykırım olgusuna imza ath. Fakat unutulmaz dehşet orasındaydı ki, 1 65


o gece bu dağ deresinde don vuran 2000 soydaşımızın ka­ derinden herkes habersiz kaldı. Kemik tomarları, kafatasları her sene yazın yaylaya çıkarılan at, sığır, koyun sürülerinin ayakları altında kaldı. Kırıldı, çiğnendi. Dilsiz-ağızsız hay­ vanların tırnaklarına ta.kılıp çevreye yayıldı, dağıldı. İnsan kemikleri dere boyu baştan başa serpildi. Yıllar geçti, adsız dere kendisine ad kazandı. Soydaşlarımızın kemikleriyle dolu olan bu feci dere "Kemik Dökülen Dere" adıyla coğrafi yere dönüştü. Dipnot: Hafızalara gömülen "Kemik Dökülen Dere"

Sovyet döneminde gözdağı gibi kaldı. Kısas, intikam hisle­ rinin kuşaktan kuşağa iletilmesine,

ruhların kınamasından

· kurtulmak için o kanlı sayfaları çevirmek yasaklandı. Dün üstünün açılması yasaklandı. Ermenisever Sovyet rejimi, işgalci devletin Türk aleyhtarı siyaseti ve bu siyasete hizmet eden yapay Sovyet tarihçiliği Ermeni vahşetini algılamak, açıklamak fırsatını vermedi. Azerbaycan toplumu zaman zaman mankurtlaştı. Düne kadar Söğütlü yaylasının bu derin dağ deresinde insan kemiklerinin kime ait olduğu yaşlı kuşağa belli olsa da; her gün aya.klan alhnda çiğne­ nen, her sene yaylaya çıkardıkları sığır, koyun sürülerinin tırnaklan altında kalan, toprağa karışan bu kemikler, kafa­ tasları kan içen Andranik tarafından kışın boranında, fırh­ nasında Göyçe' deki yurtlarından, atalarının toprağından, sıcak yuvasından kovularak toplu şekilde mahvedilen soy­ daşlarımıza ait olduğu genç kuşağa malum değildi.

1 66


GÜLS EFA ANANIN İNTİKAMI Dün gördüğü manzaranın etkisinden hala kurtulama­ yan anne bugün daha çok sarsıldı. Uzunluğu bir karışa anca varan adımlarıyla sanki ulu Oğuz yurdu - Borçalı33 topra­ ğının ölçülemeyen, önü, uzunluğu bilinmeyen, sonu gö­ rünmeyen genişliği ona daracık geldi. Göğsünde kanlı acı­ lar başkaldırdı. Başında ağrılar duydu. Sanki yer yediğin­ den, gök göklüğünden çıkmıştı. Kötümser düşünceler başı­ nın üzerine şemsiye olmuştu. Annenin sinirine, öfkesine, gürültüsüne dünyayı yerinden oynatmış Gorbaçov'un 'pe­ restroyka' siyasetinin dalgası sebep olmuştu. Oğuz eli Tanrının bedduasına rastlamıştı. Hayır, bu yerde şeytana uyan cinler ortaya çıkmışlardı. Borçalı topra­ ğında oynatıyorlardı. Yağmalayan yağmalayana fırsat ta­ nımıyordu. Huzurunu yitirmiş Canbahçe Mahalı savaşlar, çatışmalar içinde boğuluyordu. Geçen sene Ermenilerin fitnesiyle sıcak yuvasından uzaklaşmış Dağ Borçalı'nın Demirciler, İmirli halkı Gürcistan'ın Ennenistan sınırındaki Muğanlı, Saatlı köylerine sığınmışlardı. Şimdiyse geçen yıl soydaşlarına arka çıkan Muğanlılar, Saatlılılar bugün so�

Gürsistan'da Azerilerin yoğun olarak oturduğu bölge.

1 67


yadlarını Gürcüleştirmiş Gamsah,urdiyacılann34 ördükleri ağa düşmüşlerdi. Evlerini barklarını değer değmezine hü­ kümete satıp kervan kervan Gence'ye, Bakü'ye taşınıyor­ lardı. Çarkıfelek ters dönüyordu. Bin yıllarca ilkbaharda yaylaya göçen halk bu ılık nefesli ilkb�ar gününde dağa

göçmüyorlardı. Kışlakta yaylanın sınınnda olan Ayorta köyü Karabulak ırmağının vadisine dek gürültüyle dolmuş­ tu . . . Ana beynini oyan göç havasının rüzgarını kaldıramı­ yordu. Kulak kabartıp içine dolan ses selinin dalgaları onu duvara dayıyor, taşa, ağaca çarpıyordu. Moralinin nasıl, ne halde olduğunu kendi kendine belirtmeye, bir netice çı­ karmaya fırsat bile vermiyordu. Huzursuzluktan heyecan­ lanıyor, sinirinden içine kan rengli erik taneleri kadar acı ter damlaları akıyordu. Anne dışarıya çıkıp ne Abdal Köprü­ sünden ara vermeksizin gelip geçen, göç taşıyan araba ker­ vanına bakabiliyor, ne de içeriye girip gözünde sanki tabanı boydan boy kalkıp inen, tavan tahtaları başı üzerinde oy­ nayan, çekilip açılarak yüzüne çarpılan odaya sığındı. Dizi­ ni katlayıp oturmayı çok istemesine rağmen, kendisine ha­ kim değildi. Dinlenmek için ne oturabiliyor, ne de yatağına uzanıp gözlerini yumup uyumaya sabrı yetiyordu. Sık sık balkona çıkarak yüzyıllann ötesinden beri bu yana bakan, Nadir Şah döneminde burçları oyulup dökülmüş, tahrip olmuş Goçurlu Kalesine hasretle bakıyordu. Oluklardan top top çıkan yemyeşil çimlerin bıçağa benzer uçlan adeta sün­ güye dönüşüp annenin göğsünü hedefe almıştı. Vatan, top:ı.ı

O dönemde Gürsistan'a sumhurbaşkanını destekleyen kişiler.

1 68


rak yangısı göğsünü dağlıyordu. Harf harf, söz söz, damla damla diline odlu kelimeler yığıyordu: 'Dağlan, yaylaları düşman elinde bırakıp bu halk nereye göçüyor böyle?! Top­ rağını terkeden bu insan sürüsü canlanna kastettiklerini, Tanrıya karşı çıktıklarını, varlıklarına balta vurduklarını anlamıyorlar mı?! Topraktan ekmek, bereket devşiren bu köy halkı gittiği yerlerde boş boş oturmaktan bıkmayacak­ lar mı?! Şehirde hangi işle uğraşacaklar?! Daracık tahta ev­ lere nasıl alışacaklar, kutuya nasıl yerleşecekler?! Topraksız kalmaya nasıl dayanacaklar?! Doğanın koynundan ayrıl­ mamış bu insanlar fabrikaların zehirli, dumanlı, sisli hava­ sına, can sıkan dayanılmaz sıcağına nasıl tahammül edecek­ ler?! Canları burunlarına geldiğinde ne yapacaklar?! Sonu­ muz nasıl olacak?! Allalum insan topraktan nasıl kopar?! Toprağa, köye dayanmayan şehre nasıl şehir denir?! Top­ raksız vatandan vatan olur mu?!' Gülsefa Ananın cevapsız soruları bitmiyordu. Anne az kalsın, ahiret dünyası sevabına Abdal Köprüsünü yaptırmış Pir Babanın arkası sıra söylensin. Yapabilse, gitsin şimdiden köprüyü yıksın. Yeter ki göçü engellesin. "Eğer Başkeçid bölgesinin köyleri böyle başlarsa, bu hızla göçerlerse hafta başına değil bugün, yarın veya öbür gün sıra Ayorta'ya da gelecek. O zaman ölüyü bırakıp diriyi ağlarız artık! " diyor­ du. Ayorta köyündeyse bugün düğün-demek kurulmuştu. Yeni bir ailenin temeli koyuluyordu. "Feleğin oyununa bak Allah! Bir tarafta d üğün-demek, cümbüş kurulmuş, öbür tarafta göçen göçene. Millet tehdit edilerek yurdundan, yuvasından oluyor!' nidaları Gülsefa Anayı içinden oyu­ yordu. Öfkesi anaya sabretmeye fırsat vermiyor, tam tersi­ ne bir taraftan sabrım taşırıyordu. Annenin sabır taşım çat1 69


latan iki endişesi vardı. Her ikisi de ejderha nefesli dev ağ­ zım açıp ona doğru uzanmıştı: Biri bu göç kargaşasıydı. Öteki ise . . . Bakü'de okuyan oğlu Alihan'ın ayrılığına beş sene da­ yanan, beş sen�nin nasıl gelip geçtiğini farketmeyen, aldır­ mayan anne şimdi onun tayini için beklemesine, üç-beş günlük ayrılığına, Bakü'den geç dönmesine dayanamıyor­ du, onu özlüyordu. Huzursuzluktan aklına kötü şeyler ge­ liyordu. Oğlunun aklını çelenler bulunurdu. Başkası değil de kendi öz oğlu gibi olan Afgan abi Alihan'a "-Kardeş, herkes o yerlerden kaçıyor, göçüyor. Sense hala o yerlere tayininin çıkması, oraya dönmek için memur kapıları çalı­ yorsun. Torpil için adam arıyorsun. Her zaman böyle fırsat bulamazsın. Akıllı ol, iyice düşün. Yaptığın doğru mu?! Zaten senin tayinin Bakü'ye. O taraftan gelenler, Bakü'de sıcak

evlerde,

yüksek makamlarda oturup Erivan'da,

Borçalı'da toprak talebinde bulunuyorlar. Bırak, biz de on­ lardan biri olalım. Tatlı dille bir yolunu bulup annemizi de Bakü'ye getirelim. Eski kafalı kadındır bir

az.

Borçalı'da ne

bulduğunu anlayamıyorum bir türlü. O kahrolası köyden çıkmak istemiyor. Üstelik beni de kendine düşman sayıyor. Ne varmış, efendim, o zaman ben bilerek tayinimi Borçalı'ya almamışım. Köye dönmemişim. Her şeyi güya kendim yapmışım. Annemin sözünü geri çevirmişim . . . Yaşı yetmiş civarında olan Gülsefa Ana hayat ortağını yitirdiğinde çocuklan küçücüktü. Saçının birisini ak, birisini kara örerek iki yavrusunu büyüttü. Oğlanlarına sadece an­ nelik değil, babalık da yaptı. Şimdi de hayatının yaşlı dö­ nemine adım atmıştı. Kaç yıldı ki, tek isteği küçük oğlu Alihan'ı hangi yolla olursa olsun köye bağlamaktı. Onu 1 70


atalarının ocağını, baba çırasını yakan adam olarak görmek istiyordu. Yoksa gözünün önünde sayısız çocuklarını pervazlandıran kocaman evler, köşkler, köklü mahalleler sahipsiz kalmış, insan nefesi değmediğinden harabeye dörunüşlerdi. Köyden çıkan geriye dörunüyord u. Askere gideni, çalışmağa gideni Rusya yutuyordu. Eğitim, ilim peşinden gideni ise Bakü yutuyordu. Zamanı bitmiş yaşlılar ise hayat denilen altın tahttan indikten sonra gösterişli gü­ zel evlerin çırası sönüyordu. Sahipsiz kalıyordu. Evi-barkı yıkılıyordu. Bakımsız kalmış yurt yerleri, bahçeler sığırların otlak yerine dönüşüyordu. Orda baykuşlar uluyordu. Oysa Gülsefa Ana ocağı başında varis görmeseydi, bu dünyadan içi buruk giderdi. Ömür 'treninin dizini erken kıran yalnızlığın kendisi de ona dert olurdu. O her ihtimale karşı önlemini aldı, akıllı davrandı. Alihan'ı daha başlangıç­ ta köye bağlamak için, daha Bakü'ye gittiği, üniversiteyi kazandığı ilk yıl içinde -kendi tabirince söylersek- gözünü açma fırsatı tanımadı. Onu erken yaşta evlendirdi. Her iki tarafın rızasıyla hem akrabası, hem de yakın komşusu olan Melek Kadının helal süt emmişi Selime'yi Alihan' a gelin getirdi. Şimdi ondan iki kız torunu vardı. Gelini üçüncü kez hamileydi. Akşam sabah çocuğunu doğuracaktı. Gelin ken­ disine ikinci anne bildiği kaynanasını bu günler avutsa da, annenin içinde bir burukluk vardı: "-Alihan olur da şeytana uyar, göçü mazeret getirip tayinini Borçalı'ya almaz. İçim içimi yiyor, kızım. Geçen gece rüyasını gördüm, çıkar diye korkuyorum", diyordu, "Bir tek o kahrolası tayin belgesini kendi gözlerimle görsem rahatlardım. Büyük oğlum bir Cumhuriyetten ötekine tayin yok diyerek Bakü' de kalmadı mı?! Solucan gibi içine çekilmiş, yalnızca kendi işiyle uğra171


şıyor. Bu kargaşalara aldırış ettiği yok. Bu serinkanlılıkta kime çekmiş onu anlamış değilim. Allah korusun Alihan'ın huyu Afgan'a benzemesin. Annesi Alihan için boşuna endişe ediyordu. Alihan ana hakkını Tanrı hakkı biliyordu. Tayin işi için cidden çok çalı­ şıyordu. Abisinin ona laf sokmasına "-Amma da kendini kaptırdın" demesine aldırmadı bile. Afgan'dan yardım bile beklemedi. Tayinini Borçalı'ya, iki yanlı anlaşma uyarınca doğrudan doğruya Ayorta köy okuluna yaphrdı. Çok mut­ luydu. Uçacak kanat arıyordu. Daha Bakü'den çıkmadan bir an önce eve varmak istiyordu. Kocaman dış kapıları kulüp meydanına, Şeytanpazarı'na açılan çiçekli bahçeleri­ ne girmeye, kapılarından içeriye adımını atrnağa acele edi­ yordu. Biliyordu ki, annesi ilk önce ondan tayin belgesini soracak. 'Ayorta', 'öğretmen' sözünü heceleye heceleye okuyacak. Belgeye dokunup sevinecek. Çok mutlu olacak. Annesi onu da, belgeyi de göğsüne sıkıp Allah'a dua et­ mekten, şükürler dilemekten, adaklar adamaktan yorulma­ yacak. Bugün aynca köylerinde on yıl aynı masa arkasında oturduğu okul arkadaşı Mehmet Ali'nin düğü.nüydü. O, Rusya'dan dönüp yıllarca yolunu bekleyen teyzesinin kızı Gülbahar'la evleniyordu. Arkadaşının düğü.nüne yetişebil­ seydi çok iyi olurdu. Arkadaşının alacağını venn.iş olurdu. Otobüste şu da aklından geçti ki, şüphesiz şimdi gençler gece kafayı iyice çekmiş; kurtlarını dökmek için şimdi köy kulübüne toplanmış; penceresi örülmüş sahne duvarının arka tarafına toplanıp, ortaya kağıt döküp kumar oynuyor­ lardı. Her halde öyleydi . . . Alihan hoş hatıraların ve tatlı hayallerin kanatlarında uçuyordu. Can sıkıcı uzun yol yorgunluğunu böylece atıp 1 72


vakit geçiriyordu. Başkeçid'e geçen otobüs 'Ayorta' sözü yazılmış, üzerinde köylerine doğru ok işareti çizili madeni l �vharun altında durduğunda yerinden kalktı. Şoför ' İnen varsa insin' diyordu. Bu ılık haziran gününde güneş köyün arka tarafında batıyordu. Yüzü kızıl renge boyanarak yuvarlaklaşıp firuze taşlı yüzük gibi ufkun üzerinde parlıyordu. Köyün yukarı başından müzik sesleri geliyordu. Alihan morali çok iyi halde evlerine yetişmeye acele etti. Kollarını sallaya sallaya adımlarını hızlandırdı. Düğünde takı takacaktı. Alihan kulüp meydanı olan Şeytanpazarı'na yaklaşır yaklaşmaz yolda içine doğan oyunla değil de, beklenmedik, hoşlanılmaz bir manzarayla, karışıklıkla burun buruna gel­ di. İki polis memuru kumar oynayan gençleri kovalıyordu. Yakalanmamak için herkes başını alıp bir yana kaçıyordu. Kaçanlar mimiklerle selamlaşıyor, Alihan'a el sallayıp göz­ den yitiyorlardı. Biri ise Alihan'la tokalaşıp derhal sağ tara­ fından fırlayıp kaçmıştı ama bu polis memurlarının gözün­ den kaçmadı. Koşanların peşinden gitmenin hiçbir faydası olmadığı­ nı gören polisler dış kapılarına ulaşıp bir elini kapı koluna uzatmakta olan, ötekiyle ise siyah çantasını sallayan Ali­ han'ın önünü kestiler. Alihan'ın eli kapıya uzalı kaldı. Her iki memurun kim olduğu Alihan'a çoktan belliydi. Birisi köyden sorumlu polis yüzbaşısı, öteki koruma bölüğünden polis çavuşuydu. Her ikisi de aslını inkar ederek soyadları­ nı Gürcüleştirmiş Ermeni asıllı aşağılıklardandılar. Azmış bu adamlar Türk köylerinde emniyeti temin etmiyor, kaba­ dayılık ediyorlardı. Çeşitli hilelerle insanların arasını bozu­ yor, anlaşma sağlamak yerine her zaman araya düşmanlık 1 73


tohumu serpiyorlardı. Devamlı olarak üst kurumlara jur­ nalcilik, ispiyonculuk yapıyorlardı. Kendi elleriyle imzasız dilekçeler yazıyor; sonra da çantalarını alıp denetlemeye çıkıyorlardı. Soruşturmalara, tutanaklara, ifadelere, sorgu suallere bol bol yol açıyorlardı. Sudan sebeplerden yakala­ dıklarının yakasını diğerlerinin eline veriyor, işi ilerletiyor, gözlerine takılanları kaz gibi yoluyor, yolduruyorlardı. Kendine güvenen kimseye rahat vermiyorlardı. Polise işi düşen

Türke

işkence

vermekten

zevk

duyuyorlardı.

Karabağ meselesi ortaya çıkalı beri kanlan coşmuş Ermeni­ ler daha da azdılar. Önlerine çıkana diş biliyorlardı. Her türlü yolla kavgaya, tarhşmaya bir Türk evladı arıyorlardı. Polis memuru kağıt kalem çıkardı. Evrak çantasını di­ zinin üstüne koydu ve aldınşsız bir tavırla, içinden gelen kinle sordu: "-Söyle bakalım, seninle tokalaşan kimdi?" Sorusuna yanıt beklemeden rahat bir tavırla şöyle devam etti: "Ka­ çanların adlarını söyle yazayım. Zaten elimden kurtulamaz­ lar. Gör bakalım onların başlarına ne oyunlar getireceğim. Yemin ederim derilerini soyduracağım. O zaman anlarlar, devlet memuruna karşı çıkmak, sözünü dinlememek, kaba davranmak nasıl olur?!" Alihan gönülsüz gönülsüz kafa salladı. Dik kafalı, ken­ disine çok fazla güvenen polis memuruna dilinin ucuyla cevap verdi: "-Hayır, tanıyamadım!" "-Tork itoğlu, söyle, nasıl yani taruyamanuşsın?! Köylü­ lerini nasıl tanıyamazsın?! Sen benimle dalga sun?! Ulan, sen ne yaphğıru sanıyorsun?!"

1 74

nu

geçiyor­


"-Ulan, bana köpek gibi ne hırlıyorsun, havlıyorsun? Ağzını da bozma. Adamını ara bul. Bakü' den geliyorum, yol yorgunuyum. Bırak da içeriye, evime gireyim. Soluğu­ mu alayım. Bu yol ortasında önümü neden kesiyorsun?! Yakamdan düşsene. Asabımı bozma. Bu ne soruşturması böyle?!" "-Ulan pezevenk, Bakü'den değil, istersen cehennem­ den gel. Cehenneme de git. Bana mı köpek diyorsun. Köpek nasıl olurmuş sana gösteririm" deyip aniden dosyasını yere fırlatarak Alihan'ın alnına bir yumruk vurdu. Alihan he­ men çantasını yüzüne siper edip darbeyi havada defetti. Çantasının zırhlı ve sert tarafı yumruğu önledi ve parmak oynaklanrun derisini yüzdü. Dayanılmaz ağrıdan ve acıdan öfkesi artsa da yüzbaşının kollarının havası alındı. O, ikinci darbede korkak davrandı. Çantasını yere bırakan Alihan hızla ve atik hareketle bu defa dirseğini darbe önüne tuttu. Sağ yumruğuyla ise hedefe darbe indirdi. "Amanın, gözüm çıktı" diye bağırarak bir eliyle gözünü tutup, öteki eliyle tabancasına uzanan polis yüzbaşısını Alihan ortaladı. Kol­ larını yanlarına sıkıp başını boğazına dayadı. Yüzbaşının soluğu kesildi. Yüzbaşıyı Alihan'ın kuvvetli, pres makinesi gibi kollarından alamayan, ona yardım edemeyen çavuş tabancasına uzanmadı, cebinden bıçak çıkardı. Fırsatını bulup arka taraftan kendisini tekmeyle savunmaya çalışan Alihan'ın sol tarafına soktu. Korku hissini yitirmiş Alihan ise kendisinden akan sıvının kokusunu aldı. Kanı kanla coştu. Yüzbaşıyı bıraktı. Nara attı. Çevre vurup kendisini savunmak için elinde bıçak tutup saldın bekleyen, fakat kan görüp korkan, kan tutan Ermeni çavuşunun üzerine atladı. Bıçağını elinden düşürttüğü çavuşla dövüştü. Ali1 75


han'ın beyaz kısa kollu gömleği, sanmıtrak pantolonu kızıl kana boyanmıştı . Bağdan, bahçeden, sokaklardan kulak kabartan delikanlılar Alihan'ı kanlar içinde görüp saklan­ dıkları yerlerden çıktılar. Yerlerden bağırdılar, birbirlerine arka çıktılar, köye ses saldılar: "-Ey millet, Ermeniler halkı öldürdü. Alihan kanlar içindedir. " Feryat ikindi namazını bitirmiş, bağdaş kurup oturdu­

ğu yerde uyuklayan Gülsefa Anayı düş aleminden ayırdı. Alihan adını duyan ananın feryadı köy kadar uğultu çıkar­ dı. Haykırışın yankısı düğün evinden geldi. Bu ses, kulakla­ rı sağır eden müziği susturdu. Köye bir anlık sesizlik çöktü. İnsanlar

dört

yandan

kulüp

meydanına

yani

Şeytanpazan'na doğru akıştılar. Tartışmanın kanla sonuçlanacağını, kanla biteceğini beklemeyen, çavuşun bıçak kullanacağını aklından bile geçiremeyen polis yüzbaşısı erken davrandı. O vaziyeti kurtarmak, plan yapmak, bir şeyler düşünmek, paçayı yırtmak için, kısacası zaman kazanmak için ortadan kay­ boldu. Çavuşun elindeki kanlı bıçağı kanıt olmasın diye mendiline büküp beraberinde götürdü. Çavuşu da gitmek, kaçmak için arkasınca çağırdı. Yardımcısının kurtulmasını beklemeden o, aceleyle kendisini kulübün gündoğan tara­ fındaki tepenin arkasında durdurduğu arabasına ath. Ça­ vuş ne kadar çabalasa da Alihan'ın elinden kopamadı, on­ dan aralanamadı. Alihan halsizleşip yere yığılsa da, onun arkasınca sürünse de, son defa kendisini toparlayıp kanca gibi tutuğu Ermeniyi kaçmaya koymadı. Çavuş Alihan'ının elinden demin kovup tutmak istediği delikanlıların artık her taraftan kendisini kuşatmış gördüğü zaman kurtulabil1 76


di. Başka bir gurupsa arabanın arkasınca koşuyordu. Gözle­ rini kan tutmuş Türklerin eline geçerse sağ kurtulamayaca­ ğını anlayan yüzbaşı hemen çalışır durumda bıraktığı ara­ basının gazına bastı. Çavuşu öylece bırakıp kaçtı. Arkasın­ dan ahlan taşlardan ancak birisi arabasının siyah perdeli arka camını kırdı. Gülsefa Ana dışan çıktığında polis çavuşu tabancasıyla kendisini savunmaya çalışıyor, havaya uyan ateşleri açıyor, kimseyi yakınına yaklaştırmıyordu. Şaşkın halde kuşatmayı yarmak istiyor, adım adım geriye çekiliyor, kendisi için yol açmağa çalışıyor, ona doğru birinin yaklaşhğını görünce öküz gibi böğürüyordu. İlerleyeni, ona yaklaşanı kurşunla­ yacağıyla tehdit ediyordu. Silahın korkusundan kimse ne konuşabiliyor, ne de ilerilemeye cesaret edebiliyordu. Ça­ vuşu öylece uzaktan uzağa korkutuyorlardı. Oğlunun kan gölünde yüzdüğünü gördüğünde Gülsefa Ananın öfkesin­ den kanı beynine sıçradı. Tepesinden alevler çıktı. Ölümü­ nü göze alarak çitten söktüğü kazıkla dığanın3s havada salladığı silahını yere düşürdü. Tabanca sahibinden beş on metre öteye düştü. Gülsefa Ana "Yediğiniz ekmek dizinize dursun, görmüyor musunuz düşman yavrumu kızıl kanına boyamış. Ey kansızlar, gavur önünde neden bakaduruyor­ sunuz?! ", diye etraftaki gençleri suçladı. Anne ayıplamasından, azarından harekete gelen genç­ ler silahını almayı deneyen polis çavuşunun dört taraftan üzerine atladılar. Allah yarattı demeden neresi geldi yoru­ lana kadar onu tekmelediler, yumrukladılar. 35

Er.

-

oğlanın.

1 77


Alihan başı annesinin göğsünde gülümseyerek kendi­ sini toparlamağa çalışıyor, kendisini parçalayan, yiyen an­ nesini teselli ederek ağrılarını ondan saklarnağa çalışıyordu: "-İnşallah, birşey olmaz, anne. Korkacak bir şeyciğim yok. Her şey iyi olacak. Sakın korkma anneciğim!" Alihan çok kan yitirmişti. Gücünü kaybediyordu. Zor konuşuyordu. Sesi sanki kuyu dibinden geliyordu. Hemşireyle beraber olay yerine yetişen köy doktoru Alihan'ın durumunu görüp son umutla, son çare olarak onu acil olarak Borçalı'nın merkezi hastanesinin cerrahi şubesine yetiştirmeyi tavsiye etti. Yarayı bezle sardı. Ali­ han'ı cankurtaranla götürdüler. Doktor şoföre acele ettirip arka tarafa geçti ve hemşireyle birlikte kendisi de yaralının yanına oturdu. Gülsefa Anayı arabaya binmeye bırakmadı: "-Sen bize daha da engel olacaksın, Ana. Her ne gerekiyor­ sa biz kendimiz yapacağız. Her işe yardımcı ben kendim olacağım. Sen rahatsız olma", dedi. Oysa doktorun ısrar etmesi "sen kal, ortalığı toparla", demekti. Bu deyiş, bu davranış geçici teselliden başka bir şey değildi. Doktorun gözleri dolmuştu. Gülsefa Ana dığanın elini kolunu, bacaklanru bağlattı­ np it gibi sürütüp içi boş olan samanlığa attırdı. Sinirinden bedeni zangır zangır titriyordu. İntikam hissinden ateş alıp tutuşuyordu. Dili dudağı titriyordu. Fakat hıçkırığını kese­ miyordu. Feryat ediyordu. Beş dakika içinde olup bitene yanıyordu. Sabah erkenden beri ona bir türlü huzur verme­ yen endişesinin sebebini daha şimdi anlıyordu. Rüyasının esran da daha şimdi çözülüyordu. Yaptı.klan dolayısıyla feleğe beddua ediyordu. "Kaderin kazasına ne diyeyim", demekten yorulmuyordu. Gelini kendisine geldikten sonra, 1 78


o da birazcık kendisini toparladı. Dünya görmüş köy ihti­ yarlarının, kadınlarının teselli edici sözlerinin, konuşmala­ rının ne manaya geldiğini sanki şimdi şimdi anlıyordu. Doktor neden onun cankurtarana binmesine izin vermedi?! Belki oğlundan şimdiden ümidini kesmesi gerekiyordu. Belki Selime'nin bayılmasıyla burada kalması gerektiği kararlaşhrılmışb. Hayır, hayır, Ana şimdi anlıyordu ki, neden, ne için demin oğlunun hayat ışığı sönmekte olan gözlerine bakamamıştı. Beklenmedik, göz açıp kapayıncaya kadar olup biten olaya sıcağı sıcağına serinkanlı davrana­ mayan Ana köylülerinin acıyan bakışları altında kalıp eri­ yor, tüın bedeni titriyordu. Ana Ermeni dığasına son sözü­ nü kesin şekilde ve yargıcın hükmünü andıran biçimde söyledi: "-Benim oğl� sağ salim döndü, buradan da sağ salim gelecek. Hayır, dilim kurusun, oğlum nefessiz geldi, kendi şansına küs, senin de sonun geldi demektir. Bil ki, yaşayamayacaksın, öldürüleceksin! Kanlımdan kısas al­ mazsam ne bu dünyada huzur bulurum, ne de öbür dün­ yada. Mezara uluya uluya girerim. Benim alnımın, kaderi­ min yazgısı böyleymiş demek. Alihan'sız yaşam bana gerek değil. Arnarumı kırdın, nankör dığa! Bu ışıklı dünyada tek umut yerim ancak Alihan idi." Alihan yarı yolda yaşamını yitirdi. Oğlunun ölüm ha­ berini alan Gülsefa Ananın gözlerini kan bürüdü. Rengi simsiyah kesildi. Bahçede gözüne ilk takılan demin çitten çıkardığı, sonra da duvar dibine attığı kazık oldu. Arkasın­ ca yılan kovalıyormuş gibi samanlığa koştu. Ermeni kılıklı bu melun şeytan bu ilkbahann ilk zehirli yılanıydı: Pis, iğ­ renç huyundan dönmeyerek kış uykusundan ayılıp kuyruk üstüne kalkmışh. Ananın karşısına çıkmışh. Yuvasındaki 1 79


gibi bacağına dolanmıştı. Damarına zehir darnlatıruşh. Ana Ermeni'nin yılan gibi dil çıkarmasına aldırmadı. Kendisini de yılan sandı. Ne yalvarmasına baktı, ne de uyarısına al­ dırdı. Haykırdı: "-Yılanı görüp öldünneyene lanet, öldürüp de gömrneyene bir daha lanet. Başı ezilmezse, gözü gökte yıldız görmezse yılan ölmez demişler!" dedi. Yılan başı eziyormuş gibi kana susamış Ana kanlısına cehennemi boy­ lattı. Düşmanım ölmüş görünce ise sakinleşti. Ana kalbi duygulandı, kendi kansızlığına perişan oldu. Gaddarlığı için kendisini kınadı. Dayanamadı, düşmana acıdı. Bahçe­ sinin ortasına iki ahşap yatak koydurdu. Cenazeleri yan yana yatırdı. Altlarına gül halı, üstlerine kırmızı çiçekli ipek çekti. Her iki cenazeyi ağladı, ağıtlar söyledi. Olay yerine gelen savcılığın soruşturmacısı ve İç İşleri İdaresinin polis­ leri Ana feryadına yanarnazlardı. Cenazede gördükleri sah­ neye acıdılar. Gülsefa Ananın katil olmasına bir türlü inanasıları gelmedi. Cinayet işinin araşhnlmasına cenazeleri gömdükten sonra başlandı. Polisler olay yerinde rastladıkları, gözlerine takılan gençlerden, adamakıllı erkeklerden birkaçını yüzba­ şının sanık ifadelerine göre soruşturmaya aldılar. Durumu iyi olanlardan para alıp salıverdiler. Rüşvet vermek isteme­ yenleri, cimrilik edenlerin işini uzattılar. Ara sıra tutukladı­ lar. İstediklerini korkutuyor, içinden geçirdiklerini onlar­ dan koparıyorlardı. Suçu olup olmayanları dövseler de, hakaret de etseler boyunlarına hiçbir şey koyamadılar. Tilin yerlerde Gülsefa Ana aynı ifadeyi verdi, söylediklerini ay­ nen tekrarladı. Kanlından intikamı, kısası ben yalnız başıma ve kendim aldım dedi. Ermeni toplumunun etkisinde olan Moskova ise Tiflis'ten ısrarla talep ediyordu ki, katiller gu180


rup halinde bulunmalıdır. Yukarıdan önemli kablımcılar belirlenmeli, en azından üç Türk en ağır cezaya çarpıtılma­ lıdır siparişini veriyorlardı. Polis memurlarına karşı çevril­ miş bu katil olayı hiçbir zaman yetmiş bir yaşındaki bir kadınca yapılamazdı. Bu yaşlı kadın katil olamazdı. Cinaye­ tin işlenmesinde diğer el, diğer nedenler var. Siz muhakkak Türk barbarlığını ortaya çıkarmalısınız sözlerini sürekli tekrarlıyorlardı. İki yıldır Gülsefa Ana Kür'ün kayalıklı kıyılarına gemi direği gibi dikilmiş ünlü Metek Kalesinde tutsakh. Bir saat, bir gün içinde soruşturulması kapatılabilecek bu cinayet dosyası aydan aya, yıldan yıla uzatılıyor, araşhnna sürün­ dürülüyor, bir türlü bitmek bilmiyordu. Gürcü uyruklu soruşturmacılar baskı alhnda çalışmak, haksızlık yapmak istemiyorlardı. Daha açık söylersek, sipa­ rişle anneye veya herhangi birisine ölüm hükmü çıkarılma­ sına yönelik uyduruk bir soruşturma yürütmek istemiyor­ lardı.

Ana ortada

kalmıştı.

Ermeniler cinayetin milli

saiklerle işlendiğini iddia ediyor, bu olayı Türk vahşiliğinin apaçık örneği olarak uluslararası toplumunun dikkatine sunmak istiyorlardı. Bunu Türklerin Ermenilere karşı yön­ lendirilmiş yeni bir soykırım siyasetinin örneği gibi göster­ meğe çalışıyorlardı. Soruşturmayı çıkmaza sokuyorlardı. Zaman öldürüyorlardı. Soruşturma süresi sebepsiz olarak uzatılıyordu. Gülsefa Ana artık cezaevi ortamına alışmıştı. İçinde fi­ lizlenen huzur duygusuyla kendisini avutuyordu. Kanlı­ sından intikamını almıştı. Hem de ulu ocağı başında oğlu Alihan'ın yerine Alihan adlı torunu büyüyordu. Alihan'ın ölümünden üç ay sonra torunu doğmuştu. Gülsefa Ana 1 81


torununa ciğerparesinin adını koydu. Artık bu dünyaya gözlerini kapatsa da, içi rahattı. Çırasını söndürmeyecek torunu, Alihan'ı vardı bu dünyada. Oğul yerine umudu onaydı. Hem de Ana göç için rahatlamıştı. Elinin, obasının haysiyetli evlatları harekete gelmişlerdi. Köylerin çıkışları­ na, köprü başlarına, geçitlere gönüllülerden oluşan bekçiler konulmuş, köylerde savunma mangaları oluşturulmuştu. Göç kervanları geriye döndürülmüştü. Ara bozucular, karı­ şıklık salanlar engelleniyordu. İnsanların rehine alınmasına son verilmişti. Sığır hırsızlığı bayağı azalmıştı. Güzel man­ zaralı Borçalı yine eskisi gibi kalabalık ve canlı haline dö­ nüyord u. Hem de Ana sahipsiz değildi. İnsan hakları müdafaası­ na, özellikle kadın hakları müdafaasına ait dedikodular Sovyetler Birliğinin cezaevlerine de ulaşmıştı. Ana cezae­ vinde sık sık dillerini anlamadığı çok sayılı gazeteci, insan hakları müdafaacısı olduklarını söyleyen kızlarla, kadınlar­ la görüşüyordu. Cinayetin milli saiklerle işlendiği iddialan artık Gülsefa Ananın yararına işliyordu. Gülsefa Ananın duruşmasının garazla ve siparişle yürütülmesi artık imkan­ sız olmuştu. Borçalı halkının kadın temsilcilerinin girişimiy­ le kurulmuş Gülsefa Ananın Haklarını Müdafaa Derneğinin çağrılarına bazı uluslararası kadın kurumları ve onların başkanları da katılmıştı. Gülsefa Ananın davasının insan haklarına ait uluslararası alemde kabul edilmiş hukuk ku­ ralları çerçevesinde çözüleceğine basında sık sık yer verili­ yordu. Dergi ve gazetelerde umut veren yazılar yazılıyor, röportajlar yapılıyordu. Televizyonda, radyoda, çeşitli top­ lantılarda sık sık Gülsefa Ananın adı geçiyordu . . .

1 82


TAYKULAK Sovyet rejiminin top dağıtmaz, dünyaya meydan oku­ yan bir devriydi. Her hangi bir saldırıya uğramak korku­ sundan ülke tam rahatlamıştı. Stalin'in demir perde siyaseti vaktini doldurmuştu. Şimdi ise bu kocaman devlet kendisi­ ni barışın bayraktarı ve öncüsü olarak gösteriyordu. Yavaş yavaş sınırlarını dış dünyaya açıyordu. Bunun yanı sıra kendi vatandaşlarını yabancı ülkelere turist gezilerine gön­ deriyordu. Kapitalist ülkelere az az olsa da Doğu Avru­ pa'run sosyalist ülkelerine her sene müttefik Cumhuriyetle­ rin, büyük şehirlerin ve bölgelerin, farklı illerin, ilçelerin önde gelen işçilerinden oluşan yüzlerce, belki de binlerce turist mangaları i:ertipleniyordu. Turist gezileri gündemde olan gündelik, sıradan işlerden birine çevrilmişti... Bu sene geziye gönderilenlerden bir gurubu da bizim bölgenin emekçi insanlarından, köylü ve işçilerinden oluş­ turulmuştu. Gurup Çekoslavakya, Macaristan gezilerini bitirip döndüğünde yolculuğun son kademesi sayılan Ro­ manya'nın başkenti Bükreş'e geldi. Rehber birinci gün tu­ ristleri şehrin müzesiyle tanıştırdı. Milli mimari abidelere götürdü. Bazı hoş manzaralı, görü.nnümlü yerleri dolaştılar. Akşamleyin ise rehber onlara iyice dinlenmelerini arzulaya­ rak güle güle ayrıldı. Fakat ayrılırken turistleri o andan 1 83


başlayarak merakta koyan, morallerini yükselten yarınki mutluluk vereci bir geziden söz ederek büyük bir hevesle şunları söyledi: "-Madem ki, Kafkasya'dan geldiniz, yann sizi tur dışı öyle bir yere götüreceğim ki, gönlünüzce olacak. Bana 'brova!' diyeceksiniz. Göstereceğim mucize ne olacak, sizi nereye götüreceğim, bu bir sürpriz. Henüz onu sır gibi sak­ lıyorum. Yarın görüşürüz! Guud bay! .. " Sürprizin ne olacağına ait turistler sabaha kadar tarhştı­ lar. Herkes farklı şeyler düşünüyordu. Sırrın esrarını çöz­ mek için birbirlerine fırsat bile vermiyorlardı. Herkes sürp­ riz derken kendi arzusunu kastediyordu. Arzusunu ilk açıklayan sadece bölgemizde değil, tüm ülkede ünlü bir pamukçu olarak tanınan Lenin Kolhozunun öncü manga başkanı, Lenin madalyası sahibi, hobisi yemek olan Cemil Celilov oldu: "-İçime doğdu ki, rehberimiz bizi yann gözden ırak, yüreğirnizce olacak güzel, manzaralı bir yerde restorana götürecek. Kebaba asılıp bir güzel kafa çekeceğiz. Yemek içmek yönünden sıkıntı çektiğimizi görüyor. Allah'ın bol ekmeğini bize küçücük parçalarla keserek veriyorlar. Et yiyen kuş gagasından belli olur. Biz Kafkasyalıların ekmeği çok yediğini, kebap sevdiğini biliyor. Rehberimiz, onların verdiği lokmanın umuduna kalırsak Aşkabat'ın36 battığı gibi batacağımızı anladı", diyerek yanında oturmuş Biç37 Hasan'ın tombul suratına bir tokat attı: "-Bu sen öl!"

.'IC. :17

Türkmenistan'ın başkenti Aşkabat'h vuran deprem kastediliyor. Az.- Kurnaz.

1 84


Her 100 koyundan 180 yavru alan 'Şen Hayat' Kolho­ zunun baş çobanı, daima lakabıyla çağırılan Biç Hasan yü­ zünün kızarmasına aldırmadı, sözüyle onun ağzından vur­ du: "-Kamına şiş girsin emi? Yabancılar sen değiller ya, bir şişe içkiyi bir solukta içeler. Bunlar bir kadehi bir güne anca içerler. Etle, unlu yemeklerle aralan olmaz. Genellikle, ye­ mek içmek, mideyi doldurmak, tıkınmak buralarda pek moda değil. Görüyorsun, kör değilsin ya, kompostoyla, meyve suyuyla, abur cuburla geçiniyorlar. Bu kızın söz ettiği sürpriz başka bir şey bence. Fazla hayal kurma! Ha­ yallerin suya düşer sonra! Yarın şişersin." Kısa boylu, fakat iddiası boyundan defalarca büyük ve uzun olan Mikoyan38 Kolhozunun parası çok olan parti başkanlığını yapan Fors Ali'nin düşüncesi de kendine uy­ gundu: "-Rehber bizi yarın yerel parti kurumlarından herhangi birisine misafir götürecek. Önder iş pratiğini sergilemek, pratik alış verişi yapmak için. Yeri gelmişken bu hususta ona ricada bulundum. Başka ne mucize olabilir ki?!" Her sene kuş yemini satıp devlete iki katı yumurta pla­ nı

veren, geçen senenin ürün bayramında emeğine göre

madalya alan ve Sovyetler Birliği Komünist Partisinin Ku-

38

Kolhozlar umumiyetle Komünist Partisi kurucularının adlannı taşırdı. Anastas Mikoyan da milli Azerbaycan devletine son veren Xl. Kızıl Ordunun başında Azerbaycan'ı işgal eden Ermeni milli­ yetçisi " komünist"lerdendi.

1 85


rultayırun katılımcısı olmuş, Moskova Kolhozunun kuş yetiştireni Kuş Ali partici adaşının fikrine karşı çıktı: "-Ay, kardeş, sosstran'larda39 partiye aldırış eden kim­ dir?! Sovyet hükümeti silah gücüyle bunları sosyalizm için­ de tutuyor. Askerliğimi Macaristan' da yaptım. Bunları iyi tanırım. Kendi başına bıraksan, değil bir gün, bir saat bile olsun bizim tarafımızda kalmazlar. Hemen hepsi kapstran'o oluverir. Başın üzerine yemin ederim, bu böyle! " Yirrnialtılar Kolhozunun kulüp müdürü� emektar kül­ tür adamı Çal Oyna Kamber'in ikazı Kuş Ali'nin sözünü ağzında kodu: "-Siyasi hata yapma, Kuş Ali! Olur ya bir de turistik geziye çıkmak sevdasına düşersin. O zaman işin çıkmaza girer. Sözü ağzında pişir, öyle konuş", demesiyle herkes birbirinin yüzüne baktı. Bu bahaneyle tartışanların hepsinin göz ucu bakışları Gozbelu Usub'a yöneldi. Şaumyan Kol­ hozunun sığır bakıcısı Gozbel Usub'un sol omzunun üze­ rinde gözle bakıldığında belli olacak kadar büyüklükte kamburu vardı. Kamburu gibi ajanlığı da kabarıktı. Gozbel Usub'u köylüsü, kolhozun veznedarı Dombagöz Yakup (gözleri kurbağa gözlerine benziyor) ele vennişti. Çünkü yola çıktıklarından beri herkesi bir husus düşündürüyordu. İçlerinde

istihbarat

teşkilatının

ajanı

kimdi

acaba?

Dombagöz Yakup yakınlarından birinin yanında ağzından kaçırmıştı ki, Gozbel Usup onlara hizmet ediyor. Önemli

39 40

�ı

Rus.- Sosyalist devletler. Rus.- Kapitalist devletler. Az.- kambur.

1 86


olan şuydu ki, gurup başkanı, makam sahibi Gulamali Mu­ allim bile Gozbel Usup'tan sakınıyordu. Çal Oyna Kamber bu anda Gozbel Usub'u yanında, tam çenesinin altında ma­ saya dirseklenen halde görüp bakışlarını ondan kaçırmak için hemencecik konuyu değiştirdi. Dudağının altında şarkı mırıldana mırıldana yeni bir mevzuya girdi: "-Rehber bizi hiç kuşkusuz, eğlenceli bir yere, büyük dans meydanı olan parklardan birine götürecek. Görüyor ki, aramızda t�k kadın kendisidir, hiçbirimiz de gözümüzü ondan alamıyoruz. Siz de gözünüzle yiyorsunuz zavallıyı. Kurtulmak için sizi kızların kalabalık olduğu yere götür­ mek zorunda kalmış, o kadar! Çapkınlığı yüzünden defalarca ceza yemiş Kirov Kol­ hozunun arnbarcısı Baz Ahmet yüreğinden haber verdiğine göre Çal Oyna Kamber'in türküyle söylediği söze ıslıkla devam etti:

"-Bize de birer tane Roman kızı ayarlayacak. Cilve naz­ lan çekeceğiz sineye, ohh! Yarın gel keyfim gel. Canıma değsin!" demekle ellerini birbirine vurdu. Şapırtısı bazı katlarda yankılandı. Uyuyanları uyandırdı. Baz Ahmet'in sözlerinden hoşlanmayan, bölgelerinin tek erkek sağıcısı, defalarca sosyalizm yarışmalarını kaza­ nan, madalyalı Çepu Gülali sinirlenerek bakışlarını ona doğru yönelttiğinde gözünün şaşılığı biraz daha artb: "-Nefsin başında değsin emi?! Kolhoz ambarı değil de, harman horozu gibi buğday topunun üzerinde ötüyorsun. Her gelen kızdan, gelinden bir çimdik koparıyorsun. Ro-

42

Az.- şaşı.

1 87


man kızlarına para göstermen lazım ki, sana kansınlar, yak­ laşsınlar. Şimdi o da sende yok, len!" Baz Ahmet harman horozundan seçilmeyen bir kibirle köylüsüne bağırdı: "-Sen git de, kendine gül. Göstermeye ne isterlerse bende var. İsteyene peşin para da gösteririm, gerekirse. Parayı öyle bir yerimde sakladım, huduttan geçirdim ki, anlamadılar bile. Param da var, o yönden sıkıntın olmasın. Çep Gülali 'paran var mı' sorusuna 'var, var, bir ambar!' derim. " Bu arada Baz Ahmet gördü ki, Partinin

12. Kurultayı

Kolhozunun şoförü Uçağan Mehmet ona göz kırpa kırpa dudağını ısırıyor, çenesini mimiklerle Gozbel Usub'a doğru uzatıp demek istiyordu

ki,

'fazla konuşma, herif kayıt yapı­

yor.' Bu sırada Gozbel Usup kurnazca bir kalkış yaptı. San­ ki açığa alınacağından korkuyormuş gibi oturduğu san<;lal­ yede sağa-sola döndü. Hapşırması geliyormuş gibi bir kere hapşırd ı. Eliyle ağzını kapatıp yerinden fırladı. Çenesini göğsüne sıkarak koridora çıktı. Lavobaya doğru gitti. Baz Ahmet boğazını kapıya doğru doğrultup konuşmasına ara verdi. Bir süre sonra sözünün arkasını getiriyormuş gibi söyledi: "-Anasını satayım, burada da arka güdenleri av köpeği gibi peşimize salmışlar. Bu uzak memlekette de serbest bırakmıyorlar insanı. İçimizi de dökemiyoruz doğru dü­ rüst.,, Sonra iş olsun diye fiske vurdu. Sözüne devam etti: "-Yemin ederim, bugün-yarın, bilirsiniz yalanım yok, bir fırsatını bulup selamlaşmak bahanesiyle rehberimizi göğsüme sıkıp, mucuk mucuk diye diye, konuşmasına 1 88


aman vermeden yüzünü gözünü öpüşlere gark edeceğim. Gavurun kızı ay parçası gibi pırıl pırıl parlıyor. Diyeceğim ki, 'gel senin o masmavi deniz gözlerine ben bir ırmak gibi aşk seli akıtayım.' Bundan güzel söz var mı? "-Rusça söyleyebilirsen, sözüne söz olamaz!", dedi Uçağan Mehmet. "-Gideyim, bu saat uyumadan Gulamali Muallime cümleyi çevirttirip geleyim. Sözleri berbat söylesem bile ezberleyip sözümü söyleyeceğim", dedi Baz Alunet. Fırla­ yıp üçüncü kata çıkb. Gulamali Muallimin odasına Baz Alunet yalnız başına gitmedi. Tartışanlar da ona katıldılar. Tartışmaya gurup başkanlarını da katıldılar. Ne kadar düşünseler de sürprizin ne olacağını bulup ortak karar veremediler. Gulamali Mual­ lim konuya nokta koydu: "-Çanğınıza taş mı girmiş? Huzur bulamıyorsunuz. Sabaha şunun şurasında ne kalmış ki?! Gidin uyuyun. Ne olduğunu üç-beş saat sonra bileceksiniz zaten . . .

"

Turistler sabırsızcasına sabahın açılmasını bekliyorlar­ dı. Sabah oldu. Rehber onlann merakına son verdi. Otobü­ sü şehrin merkezi meydanlarını aratmayan büyük bir mey­ dancığa sürdürdü. Güllü, çiçekli bir parkın dönüp sonunda, otobüsü kocaman bir anıta doğru çıkan çok sayılı basamak­ lann önünde durdurdu. Turistleri anıtın çevresine toplayıp mutlu bir sesle söyledi: "-Sizi, siz Kafkasyalılar için mucize bildiğim bu anıtı ziyarete getirdim. Bu anıt Kafkasya'nın halk kahramanı Andronik Ozanyan'ın şerefine yapılmış. Eloğlunuza onurla bakıruz!"

1 89


Turistler duydukları addan ve tekliften irkildiler. Şaş­ kınlıktan nutukları tutuldu. Boğazlan kurudu. Bir süre öy­ lece sessiz kaldılar. Sanki her birini sıcak suda haşladılar. Moralleri bozuldu. Deminden beri güle oynaya konuşanla­ rın yüzlerinden düşen bin parçaydı. Rehber şaşırdı. Omuz­ larını silkti. Kendisini yitirmeyen, hemen toplayan, söz ebe­ si ise Hudaferin Kolhozunun ünlü motor ustası Behram Efendi oldu. O ileri yürüdü, şaşkınlıkla: "-Hayır, hanım kızım, bu Andronik değil. Ol amaz!", dedi. 11

-Siz ne diyorsunuz, ta kendisidir. Geçen hafta Eri­

van'ın Ararat kulübünün futbokulanıu buraya getirdim. Onlar anıtın önünde diz çöktüler. Kutsal yer gibi dizin di­ zin tavaf ettiler. Her taşıru öptüler, granit eteğine yüzlerini sürdüler. Anıtın mermer kaidesini tuz yalıyormuş gibi ya­ ladılar. Buraya getirdiğim için bana sayısız teşekkürlerini bildirdiler. Hatta bana biblolar bağışladılar, değerli hediye­ ler verdiler. Rehber turistlerin morallerinin bozulmasının sebebinin tamamen farklı olduğunu geçirdi içinden. Belki gerçekten de abide Andronik'e hiç benzemiyordu. Nedenini öğren­ mek amacıyla Behram Efendiye sordu: 11

-Neye dayanarak Andronik değil diyorsunuz?! Nede­

nini öğrenebilir miyim?" Behram Efendinin rengi açıldı, güle güle şöyle dedi: "-Andronik olsaydı, kulağının biri yerinde olmazdı, hanım kız. Tek kulaklı olurdu." Soğuk suda ıslatılıp sonra haşlanana benzeyen, içleri yanan, deminden beri yerlerinde kuruyup kalan turistler sanki birden bire ayıldılar. Behram Efendiye katıldılar. 1 90


Hepsi birden güldüler. Elini eline vuran, şaplağırun sesiyle meydan kadar gürültü çıkaran Baz Ali sıradan bir gülüşle değil, katıla katıla güldü. Gayriihtiyari güldüğünden sesi çevresindekileri de kıpırdattı. Gülüşünü durdurmak elinde değildi. Gürültülü gülüş çevredekileri de etkiledi. Yoldan geçen herkes bu gürültülü gülüşe tepki verdi, durup Baz Ahmet'e dikkatle baktı. Turistler de, yoldan geçenler de gözlerini kapatıp ağzı açıla kalmış Baz Ahmet'e bakıyor, öylesine gülüyorlardı. Kendi,siyle dalga geçildiğini sanan rehber kıpkırmızı kızardı. Kızardı demek az kalırdı. Doma­ tes gibi kulaklarına kadar kan rengine boyandı. Rehberi bu müşkülden çıkarmak, utançtan kurtarmak için Gulamali Muallim ona açıklama yapmak zorunda kaldı: "-Harum kızım, biz Kafkasyalılar Andronik'in askıda çamaşırını tarurız. O bir Antanta ajanı, haindir. Kafkasyalı değil,

Türkiye'den

gelmedir.

Ermeni

milletyetçilerinin,

Taşnakların uyduruk, sahte kahramanıdır. O, Kafkasya halklarının nefret ettiği sayılı bir alçaktır. Çünkü vahşet getirmişti. Halklar arasına tefrika salmış, düşmanlık to­ humları ekmişti. Azerbaycan Türklerine karşı soykınm irtikap etmiş yaşlıları, kadınları, çocukları camilere yığdırıp diri diri yaktırmış. Silahsız adamları soydurup sırtlarına kaynayan semaver sardırmış. Hamile kadınların rahmine süngü sokturmuş. Kafkasya' da o, insan kılığına girmiş iblis olarak tanınır ve her zaman lanetlenir. Haydutluğu, dey­ yusluğu, vatandaşı olduğu Türk devletine hıyaneti yüzün­ den dünyanın hangi köşesinde saklanırsa saklansın, tanın­ sın diye Türkler onun kulağının birini dipten kesmişler. Kafkasya' da ona Andronik değil tek kulaklı anl amında Taykulak derler. Taykulak olarak tanırız onu." 191


Rehber kendisine geldi. Gurup tur gezilerini devam et­ tirmek ve öğle yemeğine yetişmek için morali bozuk, peri­ şan halde, bin pişman otele döndü. Taykulak vakasından sonra turistler ne kadar uğraşsa­ lar da Romanya'yı terk edene kadar morallerini bir daha önceki gibi yükseltemediler. Bir sorunun yanıtını kendi içlerinde aramağa, bulmaya çalıştılar. Tartışmaları bitmi­ yordu. Komünist ideolojisinin egemen olduğu bir ülkede, hem de onun başkentinde, insanlığa karşı suç işlemiş bir haine ve hayduda hangi hizmetleri dolayısıyla kimler tara­ fından ve neden kocaman bir abide dikilmişti?!...

1 92


ERMENİ DÜZENBAZLIGI Karacallılı Meşhedi oğlu Kurban her sene beslediği on kutu ipekböceğinin kozasını Kuşçular muhtarı Muhan Kir­ veye satardı. Muhan Kirve ise onun ürününü tartıp veresi­ ye olarak alırdı. İpek kozası çileyenlere teslim edip gelir, U.nru hesaplayıp baştan almayınca kimseye borcunu öde­

mezdi. O ipek kozalarının karşılığını altın parayla verir, sonbahara kadar ipekçilerle hesabı kapatırdı. Meşhedioğlu bu sene beslediği yüksek nitelikli ipek kozalarını çer çöpten temizleyip Muhan'a teslim etmişti. Sabırla, hiçbir endişesi olmadan, umutla alacağını bekliyordu. Sonbahar gelmişti. Daha koza bedelini almamıştı. Borç süresi uzadıkça Meşhedioğlu'nun sabrı taşıyor, onu sıkıntı basıyordu. Muhan Kirve ise onu oyalıyor, aldatıyor, zaman kazanıyor, yalancı yeminlerle dondan dona giriyordu. Her defasında bir mazerete sığınıp borç sahibini aldatıyordu. Meşhedioğlu ise ağırlığınca ekmek yediği kirvesinin yalancı yeminlerine kanıyor, aptallıkla onun nankörlük edebilece­ ğini, borcunu yalanlayacağını aklından bile geçirmiyordu. Hiçbir şeyden kuşkulanmadan alacağını bekliyordu. Kendi kendisini teskin ediyordu: 'Alacağım olsun, vereceğim de­ ğil'. Muhan Kirve ise kurnazlıkla köylüsü, köyün Taşnak gurubunun reisi seçilmiş Santur'un Karacallıların üstüne 1 93


silah doğrultacağı günü gözlüyordu. O gün gelsin de o da derhal komşusuna dirsek çevirsin. 'Defol!' desin. Andronik'in arkadaşı ve meslektaşı Taşnak generali Dro'nun yandaşı, Türk düşmanı Domulu Tevon şimdi Ceb­ rail bölgesinde at oynatıyordu. Pusuda tuttuğu silahlı çete­ sini harekete geçirmişti. Genellikle eski Çar ordusundan terhis edilmiş subaylardan ve Ermenilerden oluşturulmuş Taşnak haydutları sık sık komşu Türk köylerine baskınlar düzenleyip soygunculuk, çapulculuk, yağmacılık ediyor­ lardı. Bebek, kadın, ihtiyar demeden karşılanna çık.aru, elle­ rine sağ geçen her Müslümanı öldürüyorlardı. Evlerini yer­ le yeksan ediyorlardı. Tevon çeşitli bölge ve köylerdeki elemanlarını da bu işe koşmuştu. O, kırk haneli Kuşçular köyünden kendisi gibi Türk düşmanı olan Taşnak Santur'u da sonunda ayaklandırdı. Tevon'la Santur arasında yapılan anlaşmadan ve olayların nasıl sonuçlanacağından haberdar olan, bunun uğruna sermaye koyan Muhan zaten bu günü büyük bir sabırsızlıkla bekliyordu. Oyalamak, borcunu vermemek, zaman kazanmak için Meşhedioğlu'nun parası­ nı vermeyi geciktiriyordu. Santur Armutlu Düzünde sürü­ sünü ele geçirdiği ilk Türk çobanını derisinden yüzüp ot­ laktaki tek armut ağacına astı. Acımasızlığıyla çevre köy halkı arasında dehşet saçtı. Türk köyleriyle Ermeni köyleri arasında münasebet kırıldı. Artık git-geller çok gizli tutulu­ yordu. Meşhedioğlu'na borcu olduğunu Muhan sonunda in­ kar etti. Meşhedioğlu işin ne yerde ve Muhan Kirvesinin ne mal olduğunu, şimdiye kadar niye nankörlük ettiğini, neye uğradığını, talebine aldığı olumsuz yanıttan sonra anladı. Artık geçti. Sonbaharın kış gibi soğuk bir gününde gece 1 94


uykusunun

tatlı

yerinde

Santur

çetesiyle

Kuşçular'la

Karacallı arasında yerleşen yedi haneli Doşulu köyünü an­ sızın bastı. Ele geçene aman vermedi. Çatıları kuru saman­ dan yapılmış evleri ateşe verdi. Köyün sığırlarını önüne katıp götürdü, halkın malvarlığıru yağmaladı. Ölenler ve yaralananlar oldu. Sağ kurtulanlar köyden kaçmak zorunda kaldılar. Böylece Karacallı'ya giden yol üzerindeki engel kaldırılmış oldu. Sıradaki darbenin Karacallı'ya vuralacağı şüphesiz, ke­ sin ve beklendikti. Doşulu katliamı Karacallılıları gaflet uykusundan uyandırdı sanki. Halkı müteyakkız vaziyete geçirdi. Düne kadar kapı Ermenisi sandıkları ve uşakları bildikleri Kuşçularlılarla şaka yapmak od.la oynamak kadar tehlikeliydi. Kudurmuş, azmıştı komşuları. Emniyetlerini sağlamamaları en azından akılsızlık olurdu. Köylülerinin gözünde köyün akıl hocası olan, saygın, namusuyla yaşa­ yan adamlardan birisi olan Meşhedioğlu öfkesinden çıldırı­ yor, kafasının tası atıyordu. Allah'ın asalak Ermenisi tara­ fından aldatılmasını, nankörün düne kadar tavırlarından bir şey anlamamasını bir türlü hazmedemiyordu. Muhan göz göre göre onu kukla gibi oynatmıştı. Çocu_k aldatır gibi aldatmıştı. Yaşının

altmışı

geçmiş

olmasına

rağmen,

Meşhedioğlu'nun önce kendisi eline silah aldı. Gençlerin çoğuna silah aldırdı. Silah bulmalarına, kurşun, cephane ·edinmelerine yardımcı oldu. Yakın akrabası, köyün usta avcısı, kuşu gözünden vuran, çok iyi at binen, at sarrafı ve at meraklısı olan Nazar'ı onlara başkan yaptı. Nazar'ın ida­ resinde gençler talime başladılar. Kendi aralarında atçılık ve ata binme müsabakası geçirdiler. Köyün çevresinde sa1 95


vunma amacıyla istihkamlar kazdılar. Kuşçular'ın yakının­ daki dağ yarında denetleme maksadıyla bir gece içinde gizli lağım kazdılar. Küfül Geçidinde bekçiler için yerler tertip ettiler. Etrafı devamlı surette gözetlediler. Ermenile­ rin dikkatini çekmemek için nöbetler geceden geceye değiş­ tiriliyordu. Santur'un Karacallı'ya baskın yapacağı haberini alınca mangalar istihkamlarda kaldılar. Evlerinde uyumadı­ lar. Köyü beklediler. Santur' un Doşulu katliamını yaphktan sonra dişine kan değdi. O, Karacallı'ya tasarladığı saldın planını başarıyla gerçekleştirmek için uygun fırsat seçti. Saldmyı Nevruz bayramı

arifesinde

yaptı.

Bayram

yumurtasını

Karacallılılann kendi kanlarıyla boyamak fikrine düştü. Karacallılılar haydudun her hareketini takip ediyorlardı. Köyün müdafaacılan bu nedenle parmak.lan tetikte bekli­ yorlardı. Beklenilen an yetişti. Ermenilerin saldınsı Çar­ şamba ateşleri yakıldığında başladı. Şafak sökene kadar çatışma sürdü. Taraflar birbirinin direncini kıramadı. San­ tur gümanında yanılmıştı. O sanıyordu ki, köpek hırsızı gibi köye aniden girecek, velvele salacak, her şeyden haber­ siz köy halkını Nevruz Bayramı ateşi çevresinde kıracakh. Fakat sert kayaya çarpmıştı. Bununla birlikte, Santur geriye eli boş dönmek istemiyordu. Bugün o, Karacallı soykınmıy­ la Tevon'u müjdeleyeceği, öğleye kadar silahdaşlarıru se­ vindireceği

sözünü

vermişti.

Hem

Karacallı

stratejik

ehemmiyet taşıyordu, hem de halkının silah kullanma pra­ tiği vardı. Atalarından bu yana avcılıkla uğraşıyorlardı. Karacallı yakılsaydı öteki köylerin insanlarını yurdundan yuvasından kovmak hiç de zor olmayacaktı.

1 96


Santur nasıl olursa olsun amacına ulaşmayı düşünü­ yordu. Çabalıyordu, kuşatmayı yarmak için son defa çaba göstermeyi denedi. Ermeniler onun sözü ve zorlamasıyla süngü dövüşüne çıktılar. Karacallılılar avlarının tuzağa düşmüş gördüler. Süngü dövüşüne giren Ermenilerin istih­ kam ağzında cesetleri yan yana dizilmişti. Kolu bacağı dü­ şürülüp geri çekilen, tuzaktan sağ kurtulan Taşnaklar ara­ sında karışıklıklar çıktı. Santur ikinci saldırıdan vazgeçti. Kayıplar artıyordu. Karacallılılar istihkamlardan çıkıp ileri atıldıklarında Ermeniler mukavemet gösteremediler. Bu­ runları kırıldı. Perişan oldular. Santur başta olmakla takip­ ten sağ kurtulanlar süngüsü düşük halde eyerlerden anca tutabildiler. Atlarına vurup dört nala Kuşçular yönüne kaç­ tılar. Meşhedioğlu Ermenilerin arkası sıra yüksek sesle ba­ ğırdı: "-Ulan, Muhan'a söyleyin ki, veresiyeyi versin. Yoksa İmam Hüseyin'in Kerbela'da dökülen kanı üzerine yemin ediyorum, kafasını uçuracağımı söyleyin." Cevabını bekle­ meden Ermenilerden herhangi biri sesin geldiği tarafa atı koşa koşa birkaç kurşun sıkmakla verdi. Kurşun sesleriyle beraber duyulan, batan boğulan, fakat kulağı iyi duyan sesler

arasında

Muhan ın

ortağı

Danil'in

sesini

Meşhedioğlu açık seçik duydu ve tanıdı: "-Ulan", deli "musurman, alacağını ala ala, altın yerine torbana kurşun topla'' . söylüyordu. Meşhedioğlu'u kendi kendisine karar veriyormuş gibi emin bir sesle söyledi: ' İyi, gavur itoğlu it, söylediğimi sana da, o, deyyus ortağına da gösteririm Al­ lah'ın izniyle!" Karacallılılar karşıdan gelen Nevruz Bayramını içlerin­ den geldiği gibi geçirdiler. Ermeni cesetlerine hakaret et­ mediler. Uzun git-gellerden ve danışmalardan sonra sahip1 97


lerine karşılıksız, hiçbir şey beklemeden verdiler. Ceset sahipleri çok yeminler ettiler ki, önceki arkadaşlıklanru, kirveliği, gidiş gelişleri onarsınlar. Bu iyilikleri hiç unutula­ cak değildi. Bundan böyle Kuşçular'la Karacallılıların hiçbir düşmanlığı olamazdı. Kin tutmayacaklardı. Günah, suç bizim. Santur'u da kandıran zaten Domulu Tevon idi. Fakat Ermenilerin yılan gibi dil çıkarmalarına, samimiliklerine inanmayan tek bir kişi vardıysa, o da Meşhedioğlu'ydu: "Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek içer. Ermeninin hava­ sın aldıysan önünde yalakalaşacak, elinden çıkhysa seni tanıyamaz olur. Ne kadar ki, Kuşçular köyü üst başımızda, bize huzur yok, rahat yok. Cesetlerini verdik, bundan böyle cehenneme kadar yolları var. Ermeni ölüsüyle bizim işimiz yok. Fakat ne kadar dirisi var biz rahat oturmamalıyız. Ara bozuculuk onların kanında", dedi. Muhan'dan borci.ınu cesetle almak, cenaze sahiplerinin aracılığıyla helal malına sahiplenmesi kendisine yakıştıramadı. Hakkına girenden hırsını ölüyle almayı ahlakına, kişiliğine, benliğine zıt san­

d ı . "-Alacaklı borçlunun sağlığını ister! " dedi. O veresiye konusunu Nazar'a danıştı . Kesin bir karar veremediler. Yüksekte, iki dağ arasında, elverişli konumda yerleşen Kuşçular köyüne yüzü yukarı topsuz, makineli tüfeksiz çıkmak, girmek olur şey değildi. Köye geceleyin, hem de gizli yollarla girilebilirdi. Sonunda, çok danışmalardan, toplanmalardan sonra şöyle karar verdiler ki, Ermenilere karşı kendi yöntemlerini kullansınlar, pusu kursunlar, tuzak kursunlar. Kuşçuların kendinden

çok

emin,

bumu

havalarda

olan

Taşnak

faallannın hesabını görsünler. Veresiye konusunu tek cel­ sede kapatsınlar. Boş yere tüm bir halkın kanını dökmesin1 98


ler. Suçsuz insanları öldürmesinler. Kanlılarından intikam almak için Doşululardan olan üç genç de onlara katıldı. İntikam ateşiyle cayır cayır yanıyorlardı. Onlar da silahlan­ dılar.

Meşhedioğlu'nun

kısasçı

çetesine

katıldılar.

Meşhedioğlu, Nazar ve bu üç genç Ermenilerin bayramı günü, Paskalya gecesi, herkesi uyuttuktan sonra Kuşçular' a doğru yol aldılar. İntikamcı gurup atlarını Doşulu köyünün harabesindeki yere çekip başlarına torba geçirdiler. Kendi­ leriyse yeniden Kuran'a el koyup yemin ettiler. Gavurlar­ dan intikamlarını almaları gerekirdi. Birbirlerini, özellikle darda kalanı bırakıp kaçmamak için de yemin ettiler. Er­ menice, hem de Ermenileri yanıltmak için 'zinvor'u sözünü parola seçtiler. Görüştüler. Helallaştılar. Birbirleriyle tek­ rardan tokalaştılar, görüşüp, öpüşüp ayrıldılar. Herkes ön­ ceden kararlaştırdığı gibi, yaptıkları plana uyarak düşman üstüne yürüdü. Meşhedioğlu Muhan'ı yatağında öldürdü. Muhan Danil'e haber salamadı . Kapı bacası kapalıydı. Evini ateşe verdi. Nazar Santur'un evine giremedi. Evi iyi koru­ nuyordu. Taşnak Allahverdi'yi ise kapı önünde yere serdi. Onun büyük hedefi Santur'du. Hiç değilse ateş alsın değin Santur'un çitini dört taraftan ateşe verdi. Bekçiler uyanık davrandılar. Nazar'ı kurşun yağmuruna tuttular. Yaklaşanı Nazar gebertti. Kurşun sesine, gürültüye köy halkı şarabın, rakının sarhoşluğundan ayıldı. Köy halkı birbirine değdi. Araya karışıklık, kargaşa düştü. Kaçanın, kovanın kimliği belli değildi. Ermeniler birbirini çağırıyor, tanımayınca, sorgu sual edip cevap almayınca tetiğe basmıyorlardı. Ka-

43

Er.- asker.

1 99


dınlar 'hay huyla' ulaşıyorlardı. Taşnak Allahverdi'nin, Mirze'nin, Danil'in, Santur'un evinin alevi arşa çıktı. Karga­ şadan bir şey anlayamayan Santur kaçıp köyden çıktı. Fo­ yası yüze çıktı. Ele geçebileceğinden korkuyordu. Doşulu gençler Taşnak Mirze'yi ve iki oğlunu kendi evinde kurşuna dizdiler. Düşmanlarım alınlarından havaya çivilediler.

İkinci

eve

giremediler.

Nazar

yaralanmıştı.

Onun pınar tarafından 'zinvor' diyen feryadı geliyordu. Doşulu gençler göğsünden yaralanmış Nazar'ı çok zor bu­ labildiler. Nazar sürünüp kendisini güç bela Kuşçular pına­ rının dik taşı al tındaki böğürtlen çalılarının çevrelediği su oluğuna yetirebilmişti . Ölümcül haldeydi. Onlar sakinleşip Nazar'ı hemen alsalar da Karacallı'ya sağ salim ulaştırama­ dılar. Çok kan kaybetmişti. Yolda öldü. Kayıpları olsa da Kuşçular olayından memnun kalan Meşhedioğlu'nun mut­ luluğu fazla uzun sürmedi. Karacallılıların daha görecek kara günleri varmış . . . Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti Taşnak haydut­ larını

yerlerine oturtmak

için Karabağ'a ordu yürüttü.

Taşnaklar pis amaçlarını bırakmasalar da, kuvvet önünde hiçbir şey yapamadıklarını görünce tısbağa gibi kabukları­ na girdiler. Suratlarıru değiştirdiler. Fakat ortalık sakinleş­ memiş Karabağ' da üç renkli bayrağın yerine Kızılların orak çekiçli kızıl bayrağı dalgalandı. Milli Ordunun yerine 11. Kızıl Ordu bölükleri geldi. Kotov soyadlı kumandan bölü­ ğünü İran'dan gelme Ermenilerin kendilerine yurt edindik­ leri Hadrut' a yerleşti. Ermeniler Rusların Kafkasya'da en güvenilir dostları ve dayanakları sayılıyorlardı. Taşnaklar kendi din kardeşlerinin ve hamilerinin yardımım ve kayır­ masını görünce yine de kabuklarından çıktılar. Topluca 200


Bolşevik kılığına girdiler. Dıştan Bolşevik, içten Taşnak oldular.

Domulu

Tevon,

Kuşçularlı

Santur

ve

Danil

Kotov'un güvenilir elemanına, en yakın yardımcılarına, yandaşlarına dönüştüler. Silahlı adamlarını da Kotov'un çetesine kattılar. Ermeni hilesinden, Ermeni nankörlük psi­ kolojisinden habersiz olan, belki de haberi olup da bu yüz­ den de Ermenilere yaklaşan Kotov Taşnakların tatlı dilleri­ ne, keyif sofralarına alüfte oldu. Onların önünde yalaka­ laşmalarına, hediyelerine aldanarak canı gönülden onlara bağlandı. Güvenilir, inanılmış korumalarını da Taşnak si­ lahlılarından seçti. Ermenilerin etkisi altına düştü. Onlara danışmadan bir şey yapmadı. Ermeniler her türlü çabayla, çeşitli araçlarla çalışıp Kotov'u Türklere karşı düşmanlığa ayarttılar. Sınırların korunması

işiyle

görevlendirildiklerinden

Kotov'un bölüğü oturak çalışıyordu. Hadrut'ta karargah için bina yapıldı. Sivil halk için görev yerleri açıldı. Bölüğün teknik hizmetleri ve sivil personel işlerine ocakçılar, aşçılar, berberler, kunduracılar, hamamcılar, tıp personeli, at bakı­ cıları ve diğer alanlara ancak Ermeni uyruklu adamlar, kız­ lar ve gelinler işe alınıyorlardı. Bölük idaresi Ermenilerle her bakımdan içli dışlı oldu. Askerler Ermeni köylerine girdiklerinde tüm kurallara uyuyor, yasalardaki gibi disip­ lin gösteriyorlardı. Türk köylerine girdiklerinde ise eşkıya yuvasına girmiş gibi tavır takınıyor, sanki sırayla köyü tek­ rar işgal ediyorlardı. Askerler kendilerine it havlarsa kur­ şun sıkıyor, başı şapkalı atlı görünce eşkıya diye ateş edi­ yorlardı.

Halk

arasına

Rus

korkusu

düşürüyorlardı.

Taşnaklar malvarlığı, büyük tarlaları, altını, sermayesi olan zenginleri, tahıl saklayan orta hallileri, geçimi iyi olan köy201


lüleri Kotov'a ispiyonluyorlardı. Onların mallarını, olup kalanını ellerinden almak ocaklarına incir dikmek, kendile­ rini de sürdürmek için yapmadıklarını bıraknuyorlardı. Asillerin mülklerini, topraklarını ileride oluşturulacak ko­ lektif mülkiyet aracılığıyla ele geçirmek için şimdiden temel oluşturuyorlardı. Danil'in de eline fırsat geçti. Meşhedioğlu'ndan amca oğlu Muhan'ın intikamını almak için ısrarla onun da adını Kotov'un istenmedik adamlar listesine saldırdı. Kotov'u tam emin etti ki, Meşhedioğlu da burjuvadır. Onun yeteri kadar malı mülkü, altını, sermayesi var. Yeri de bellidir. Onun akıl hocalığıyla ağ da örülmüş. Bu sebeple, Kotov Karacallı'ya girdiği gibi işgal ve temizleme ışıne Meşhedioğlu'nun evinden, mülkünden, köşkünden başladı. Altınlarını istedi. Kotov ona: "-Suçsuz bir insanı, Kuşçular hayırseverini, Bolşevik taraftan olmuş Muhan'ı öldürürken evinden aldığın altınları da getirmen gerek" dedi. Meşhedioğlu hiçbir şeyi üstlenmeyince, Kotov onu kurşuna dizmekle, Sibirya'ya sürmekle korkuttu. Meşhedioğlu so­ nunda evinde, bahçesinde arama yapılmasına izin verdi. Danil yapacağını yapmıştı. Parayla satın aldığı, Bolşevik koyan satılık tarafından ahlan. taşın yeri işaret idi. Taşın atıldığı yere gittiğinde Kotov ağacın dibinin kazılmasını emretti. Meşhedioğlu bembeyaz kesildi. Bacaklan titredi. Halsiz düştü. Dizlerinin bağı çözüldü. Altınla dolu çömleği çıkarıp Meşhedioğlu'na her kelime başı 'svoloç'" dedi. Si­ birya'ya süreceğini belirterek toplanması için ona üç gün 44

Rus.- hayvan oğlu.

202


süre verdi. Dut bağında yeşil çimlerin üzerinde ikiye kat­ lanmış Meşhedioğlu'nun ayağa kalkrnağa, belini doğrult­ maya hali kalmadı. Yatağına kucakta götürdüler. Sürenin son günü dolmadı. Altıru, parası pulu, evi barkı yağma­ lanmı�, v�ı çapullanmış, üstüne üstlük kendisi de Sibir­ ya'ya gönderilecek Meşhedioğlu'na inme indi. İhsan olarak kesilen hayvanı da komşu köyden, halkın topladığı parayla aldılar. Kotov yağmaladığı alt�an, antika eşyaları, topladığı halıları güvendiği, inanılır adamı sandığı, Hadrut'ta evli olan Domulu Tevon'un evine topladı. Tevon pinti Kızılordu kumandanının bütün pis işlerinden haberdardı. Uykusu kaçmışh. Gece gündüz altınlan, halılan Kotov'un elinden nasıl, hangi yolla çıkarabileceğini düşünüyordu. Çok düşü­ nüp taşınrnışh. Çareler anyordu. Terör, suikast tek yoldu. Kotov yoksa iddiacı da yok demek. Her şey de onunla bir­ likte toprağa gömülecekti. Sır da çmunla birlikte gömülmüş olacaktı. Bir de ki, Kotov'un ölümüyle dünya ters dönme­ yecekti ya?! O da olsun ihtilal uğruna canından geçen mil­ yonlarca Rustan biri. Hem de bu terörü yapmakla Tevlon iki isteğini gerçekleştirmiş oluyordu. Hem zengin oluyor, hem de Türkleri Rusların eline teslim ediyordu. Bolşevik Taşnak çetelerinin tanıtımında Ermeni Rusa el kaldırmaz aksiyomu vardı. Kotov'un Ermeni korumalarını T�von daha baştan parayla satın aldı. Amacını ustalıkla, Ermeni kurnazlığıyla aşama aşama onların kafalarına sok­ tu. Bol bol ücret, para sözü verdi. Gayesine erdi. Umumi karargahın

yerleştiği

Hankendi'ne

gittiğinde

Kotov

Karyagin-Hocavent yolunda muhafızları olan Ermeni as­ kerleri tarafından katledildi. İhanete baskın adı, çatışma, 203


süngü dövüşü özelliği kazandırmak için muhafızlar atlarını sağa sola, dört tarafa çapa çapa havaya kurşun sıktılar. Türk tüfeklerini kullandılar. Yakındaki çevre köylerine, uzak Harami Düzüne taraf at izleri saldılar. Gürültüye ilk olarak Tevon'un pusuya yatmış atlıları geldiler. Çevredeki izler üst üste çiğnendi. Özel olarak ha­ zırlanmış ajanlar, ispiyoncular her tarafa Kotov'u Türk ka­ çaklarının öldürmüş olduğu dedikodusunu yaydılar. Ceset uzatıldığı yerden kıpırdatılmadı. Bekçiliğini askerler yaptı­ lar. Tevon'un reisliğinde Ermeniler Kotov adına şaşaalı bir merasim düzenlediler. Her türlü nimetle donatılmış, yiye­ cek içeceği bol olan 'ihsan' sofrası kurdular. Kaçakların, Türklerin vahşiliğinden bol bol uydurma hikayeler dediler. Kotov gibi kumandanın, askerin ölümünü yana yana, kalp ağrısıyla anlattılar. Timsah gibi gözyaşı döktüler. Kotov'u gözlerinin hayata kapandığı yerde, yol kenarında, küçücük tepe üzerinde gömdüler. Mezarı başında havaya ateş ettiler. Bir hafta içinde Ermeni taş yonanlan, ustaları kahramanın şerefine başına beş köşeli yıldızı olan anıt mezar diktiler. Tek mezara 'Bratskaya Mogila''s adı konuldu. Abide güm­ rükçülerin ziyaretgahına dönüştü. İç savaşın kahramanı olarak Kotov'un adını saygıyla hatırlıyorlardı. Her sene askere gelen gençlere vatana yemin ettirmek için törenler Kotov'un mezarı başında icra ediliyordu . . . Olayların sonraki gelişmesi Tevon'un istediği gibi ol­ du. Askerler arasında intikam hissi alevlendi. Yerli satılık askerlerden ve eski Ermeni Taşnaklannd an oluşturulmuş

45

Rus.- 'Kardeş Mezan'.

204


kızıl gerilla bölükleri ile hudut kuvvetleri bağımsızlığını yitirmek istemeyen ve Rus işgaline karşı çıkan özgürlük savaşçılarını mahvetmek için birlikte harekatlar yapmaya başladılar.

Kırıcı,

atik,

güçlü

mangalar

oluşturuldu.

Kotov'un öldürülmesi Rus askerlerinin Türklere olan kini­ ni, öfkesini bire on artırdı. 'Beyaz teröre karşı kızıl terör!' sloganı ve 'Kolçomaklara" ölüm!' adı altında yapılan te­ mizleme harekatlarında Yenibolşevikler halka, askerler köylülere yeniden işkence yaptılar, her türlü şiddete baş­ vurdular. Olmazın, akıl almaz gaddarlıklar ettiler. Halka amansızca davrandılar. Kotov'un intikamını alırız diyenler, Cebrail bölgesinin köylerinden nice seçkin kişinin, yiğidin öldürülmesine, akıllı ihtiyarların aradan kaldırılmasına revaç verdiler. Bir kısmını Sibirya'ya sürdüler. Çoğu ise kendi topraklarından sürüldü. Kaçan, kurtulan, koşabilecek ayağı olan, altında bineği olan erkekler Araz'ın karşı tarafı­ na geçti. Rus işgalinin Sovyet dönemi başladı.

46

Ça�m yanlısı.

205



KIRKBULAGIN NAMUS TACI 1905 yılının Haziran ayının 31'nde, akşamleyin tepeden hmağa kadar silahlanmış Tircabad Taşnaklan ansızın Kırkbulak Mahallinin 20 haneli Gözecik köyüne saldırdılar. Kendini savunmak için hiçbir hazırlığı olmayan halk arası­ na kargaşa düştü. Halk bu vaziyetten kurtuluş yolunu ma­ hallin orta halli köylerinden sayılan Menkuş'a sığınmakta gördü. Yüreği ağzına gelmiş kadın ve çocukların köyden kaçışı başladı. Erkeklerin de yükleriyle kadınların, çocukla­ rın

peşinden gittiğini gördüğünde sinirinden çıldıran Nev­

ruz

Kazımoğlu'nun başına sanki kaynar sular döküldü. O

gururun ve mertliğin ne olduğunu bilmeyen düşman önünden kaçmayı bir türlü benliğine yediremiyordu. Adeta burnundan soluyordu. Halka daha önceden diyeceğini de­ mişti oysa. Şimdi ikinci defa itiraz ediyordu. 'Karadeniz fırtına, al pırtını sırtına' deyip sürü sürü köyden çıkmakta olan erkeklerin önünü kesti. İleri çıkıp şöyle dedi: "-Köylülerim, meğer bunlar o Ermeniler de�ller mi ki, bir sene bundan önce ben onlara doğru parmagımı kaldır­ dığımda korkudan az kalsın Kırkbulak Mahallinden kaçı­ yorlardı. Saklanmaya sıçan deliği arıyorlardı. Şimdi size ne olmuş böyle, korkaklık ediyorsunuz. Çaresiz kalmış kadın­ lara, çocuklara kahlıp yurdu, yuvası belli olmayan, pis kanlı 207


düşmanın önünden kaçıyorsunuz. Bu it gibi korkakları üze­ rimize

havlatıyorsunuz.

Kötünün,

müfterinin

önünden

kaçtıkça o d aha da yüreklenecek, cür'ete gelip bize ve so­ yumuza karşı saygısızlık edecek, bize her türlü iftirayı da atacak. Başını alıp kaçmak, toprağı düşman ayağı alhnda komak, namusu lekeli yaşamak, Vallahi, Billahi kurtuluş değil, kardeşler, beni anlamağa çalışın!" Köyün saygın ihtiyarlarından sayılan Memiş Efendi ba­ şını salladı. Sonra Nevruz Kazımoğlu'nu ayartıp yola ge­ tirmek, kendilerine eş etmek, kaçanlara katmak için elinde­ ki bastonu sallaya sallaya konuştu. Nevruz Kazımoğlu'nu şöyle dedi: "-Evlat, bu kına o kınadan değil. Ermenilerin arkasında iki başlı kartal duruyor. Çar Nikola'run eli Ermenlerin üze­ rinde olmasa onlar bu kadar azamazlar. Sarı kulaklart' bi­ zim elimizi kolumuzu bağlayıp Ermenilere 'vur' diyorlar. Eğer öyle olmasaydı köyümüzün ağası Hümbet Bey birkaç gün bundan önce bizi başsız bırakıp İrevan;a göçmezdi. Her halde bir şey biliyormuş ki, böyle etmiş. Biz de boşuna kendimizi ölüme atamayız. Gel sen de inadını bırak. Köy­ den çıkmamız gerek. Sen de halkla 'Allahuekber' de! Köyde kalıp bir başına ne yapacaksın?! " Nevruz Kazımoğlu'nun yüzü alabora oldu: "-Memiş Efendi, o zaman ağalarımız ağa, beylerimiz bey, hanlanmız han olsaydı topraklarımız işgalci eline geçmezdi . Döneklik yapıp halkı başsız bırakmasaydılar, kendi aralarında çekişmeselerdi, birlik olup hepsi bir yum-

-t7

Ruslar.

208


ruk olsaydı çok meseleler yerinde ve hepten çözülürdü. Kutsal topraklanmız işgal olunamazdı. Çar itaatine düş­ mezdik. Bu günleri de yaşamazdık. Bu başa bela milleti tarihi topraklarımıza göçürrnezdiler. Bizim üst başımıza geçemezdiler. Atalarımız boşuna dememiş 'Yahşı insanın bahçesine taş atıp bostanına sığır bırakmazlar'. Düşman önünden kaçmak erkeklikten değil!" Yük altında soluğu kesilip boğazlarını ileri uzatanlar Memiş Efendinin sözünü tamamlamak için yerlerden söy­ lediler: "-Nevruz Kazımoğlu, namusuna da, nasıl bir adam ol­ duğuna hepimiz iyi şahidiz. Kırkbulak Mahalli kadar ün kazandın. Fakat biz burada kalıp şehit olmakla köyü eli­ mizde tutamayız. Silah, cephane hazırlığı yapmamışız. Tü­ feğe ihtiyacımız var. Olanların da kurşunu çok az. Çoluk çocuğu gavur elinde bırakmaya değer mi?! Bırak da karan­ lık bastırmadan gideceğimiz yere ulaşalım." Nevruz Kazırnoğlu kızdı: "-Kardeşler! Her bir milletin temsilcisi kendi adına, şe­ refine ve erkeklik gururuna, onuruna, benliğine yakışır biçimde davransın. Yalan dünyanın şirinliğine aldanmasın. Ölümü hak bilsin. Hak dünyasına alnı açık, yüzü ak kavuş­ sun. Biliyorsunuz ki, bu dönekler onlara huzurlu, eşit kom­ şuluk ortamında yaşamak isteyen bizlere karşı düşman kesilmişler. Aşağılıklar bizi ana yurttan kovup ulu ataları­ mızın uyudukları bu mezarların yerinde Ermeni devleti kurmak istiyorlar. Biz kanlı trajediler türeten Ermenilerin kulağını bükmedikçe, onları bu boş hayallerinden vazgeç­ meye zorlamadıkça, onlar kanımıza susayacaklar. Pis mak­ satlarından caymayacaklar. Ben öbür dünyada sorumluluk

209


taşımamak için Ermeni bölüklerinin karşısında bir başıma kalsam da köyü bırakmayacağım. Kesin fikrim gücüm ye­ tinceye dek savaşmaktır. Köyümü savunarak can verece­ ğim." Köylüleri Nevruz Kazımoğlu'nun ortaya koyduğu mantığa, yalanlanamaz karutlara kayıtsızlık ve vurdum­ duymazlık gösterdiler. Erkekler rüzgarla çalışan değirmen pereleri gibi kadınlarının, çocukların peşine takılıp köyü terkettiler. Nevruz Kazımoğlu ise tüfeğini göğsüne sıkarak ata ocağım kendisine istihkam seçti. Yaz güneşi köyün batı­ sındaki

Akpınann

serin

suları

üzerine saplandığında

Taşnaklar köye sokuldular. Nevruz Kazımoğlu saklandığı büyük odadan bahçesine yaklaşıp dış kapısının koluna el uzatan Ermenilerden birisini vurdu, ikincisini yaraladı. Silahlı çetenin diğer üyeleri yere yatıp geriye sürünmek zorunda kaldtlar. Az

sonra

Ermeriiler yeniden saldırdılar.

Ateş

bu defa beklemedikleri yönden edildi. Nevruz . Kazımoğlu Ermenilerden ikincisini de cehenneme gönder­ di, üçüncüsünü yere serdi. Köyün hiçbir sokağında. mahal­ lesinde direnişle karşılaşmayan Ermeniler hep beraber Nev­ ruz Kazımoğlu'nu susturmak için evinin çevresine toplan­ dılar. Evini kuşatmaya aldılar. Kendisini Kırkbulağın na­ mus tacı gibi tanıtmış, onaylatmış Nevruz Kazunoğlu'nun yurt yerini Ermeniler daha önceden bellemişti. Çetin ceviz olduğunu da iyi biliyorlardı. Fakat yakasından düşmeyi de d üşürunüyorlardı. Çete başı öfkesinden küplere binerek

bağırıyordu: "-Bu lanet Türkün başına 500 çervon41 veriyo.ı8

Alhn

210

para birimi.


rum!" diyordu. Savunma yerini sık sık değişen Nevruz Kazımoğlu az kalsın delirecek gibi olmuş Taşnakların dör­ düncüsünü, beşincisini fırsatını bulup mahvetti. Her defa­ sında kayıp verip, perişan halde geriye çekilen Taşnaklar köyünü savunan, onlara can vermeyen bu mert, cesur ve kahraman vatan oğlunu ateşle susturamayacaklarını kesin anlayınca evi kundaklama kararını verdiler. Önce evin ar­ kasındaki kümesi ve ahın ateşe verdiler. Ön tarafından yaklaşamayacaklarını anlayınca ateş yakıp dört taraftan evin ahşap hisselerine, çahsına attılar. Kurşunu bitmiş Nev­ ruz Kazım.oğlu kan ter içindeydi. Gah evin tutuşmaması için çalışıyor, o yana bu yana koşturuyor, odanın içine doğ­ ru dil uzatan alevleri söndürüyor, gah da tüfeğine saçma dolduruyordu. Evi barkı, çiti, duvarı cayır cayır yanıyordu.

Odaları koyu dum� sarıyordu, soluk alıp vermek anbean

zotlqıyordu. Boğulmamak, içeride yanıp kül olmamak için Nevruz Kazım.oğlu .kendisini dışarıya atmak zorunda kaldı. Ermeni kanına susamış vatan fedaisi, Ermenilerle yeniden savaşmak için evin arkasına geçmek istedi. Fakat evin arka tarafında yanan kümesin ve ahırın alev direkleri önünü kesti. Nereye döndüyse alev dilimleri yüzünü, yaladı. Kaşı, kirpiği yandı. Ellerini de yaktı. Yanıp dökülen koridorun enkazı .altında kalmamak için bir an bile düşün:meden ken­

disini odun-alevin içerisine attı. Üst başı yana yana oddan alevden kurtulmak için dumandan çıkınca tüfeğinin ilk kurşununu üzerine atlayan ve lülesine takılan Ermeninin kann boşluğuna boşaltb. Anırarak yere serilen Tircabad papazı Ayrapet'in oğluydu. Son anda ve son kurşunuyla Nevruz Kazım.oğlu üzerine atlayan onlarca Ermeniden an­ cak birini yaralayabildi. Kendisiyse esir alındı. 21 1


Taşnaklar Nevruz Kazımoğlu'nun elini kolunu bağla­ yıp altı ceset ve dört yaralıyla birlikte onu Tircabad'a gö­ türdüler. Taşnak bölüğünün kumandanı yüzünü papaza doğrultup "-Oğlunun katilinden intikamını istediğin gibi alabilirsin!" dedi. Papazın tavsiyesi ve buyruğuyla beş me­ zar üzerinde Nevruz Kazımoğlu'nun sırayla beş parmağını kırdılar; kollarını, bacaklarını oynaklardan ters yönde bü­ küp kırdılar. Kaburgalarını üçer üçer ezdiler. Damarını kestiler. Yüreği soğumazlar ve vahşilikleri 'insanlık duygu­ larını alt edenler bardaklarını Nevruz Kazımoğlu'nun ka­ nıyla doldurup kafalarına diktiler. Papaz Ayrapet matem günlerinde, düşmana bin bir türlü işkence, azap verdirdi. Sonra ise oğlunun mezarı ba­ şında Nevruz Kazunoğlu'nun başını kendi elleriyle kesti ve dedi: "-Bu baş beş yüz Müslüman kumandanının başına de­ ğer. Benim yaptığımı bırakın, tüm Ermenilere örnek alsın­ lar! " Taşnaklar keyif, eğlence meclislerinde sergilemek için Nevruz Kazımoğlu'nun kafasını en değerli ganimet olarak saydılar. Sırayla birbirine, meclisten meclise, elden ele ak­ tardılar. Şehirdeki elebaşçılanna da hediye ettiler. Bedensiz başı Ticabad 'dan önce Aleksandropol'a, oradan da Tiflis'e, Tiflis'tense ders olsun deyin Taşnaklann at oynattı.klan Bakü şehrine gönderdiler. Kırkbulağın namus tacını mah­ vettiklerini için Taşnaklar uzun bir süre keyiften dört köşe oldular. Bol bol keyif, eğlence sofraları kurdular, kafa çekti­ ler. Artık Nevruz I<azımoğlusuz kalmış, namus tacını yok ettikleri Kırkbulak Mahallini bundan böyle kendilerinin sayd ılar . . . 212


KARABAG ERKEGİ Karadağlı Dadaş alın yazısına çevrilmiş kısırlıkla ba­ rışmak fikrini asla aklının ucundan bile geçirmiyordu. Ken­ di yerine birini türetememesi için için yakıyordu onu. Ne­ den çocukları olmasındı?! Neden evlat yüzüne hasret kalsındı?! Çocuğunun olmamasının suçunu karşı tarafta görüyordu. Yedi kuşaktan beri soylannda ne kadar erkek, ne kadar kadın vardıysa aralarında kısır olanının adını şimdiye kadar duymamıştı. Üreme organlarında her hangi bir eksiği yoktu. Erkekliğinde de bir kusur görmüyordu. Üç yıllık beklentiden, kontrol müddetinin ardından karısını boşadı. İkinci kez evlendi. İkinci kansından da çocuğu ol­ madı. Birinci karısı ise yeniden evlendikten sonra her sene bir çocuk doğurdu. Meğer kısırlık Dadaş'tan kaynaklanı­ yormuş. Bu hafifliği yüzünden köylüleri onu kınadılar. Lakap da taktılar ona. Kısır Dadaş dediler. Alaya aldılar. Fakat o, kısırlığı kendisine dert edip toprak kulübesinin karanlık köşesine kısılıp kalmadı. Boş oturmadı. Atlandı. Başına çete topladı. Araz'ı karşıya geçti. Karabağ'da çapul­ culuğa başladı. Kayıpsız, ağrı acı çekmeden başa vurduğu ilk yağmadan bol ganimetle, eli dolu dönmesi onun iştahını daha da kabarttı. Başarılı oldu. Heveslendi. Bahtı yaver

gitti.

Evlat, varis aşkını paraya, pula değişti. Geçimi gün 213


geçtikçe daha da iyileşti. İsli, paslı kulübesinin yerinde iki katlı, beyaz demir parmaklıklı, beyaz duvarlı köşk yaphrdı. Köyün fermandarı onunla hesaplaşmaya başladı. Kısır sözü köylülerinin dilinde maziye kanşh. Sayıldı, seçildi. Adını değiştirip Kaçak Dadaş koydular. Bu adının da ömrü kısa sürdü. Kaçak Dadaş'ın gitgide eli genişliyordu. Karabağ'ın köylerini sömürmekten doymuyordu. Yağmayla, çapulla, hırsızlıkla, eşkıyalıkla o kadar mal topladı ki, servetinin çokluğu sebebiyle 'Han' adına yükseldi. Kısır cimri olur derler. Fakat Dadaş cömert bir adamdı. Karabağ'da nefsi Hazreti Ali'nin Zülfükar kılıcından keskin olsa da, Kara­ dağ'da Hatem cömertliği sergiliyordu. O, ganimetinden, yağmaladığı maldan köyün fakir fukarasına, kimsesizlerine pay veriyor, yetimlerine, öksüzlerine yardım ediyordu. Kutsal yerlere adaklar adıyordu. Tarihi günlerde, bayram­ larda Karadağ hanına da hediyeler gönderiyordu. Görüşü­ ne gitliyordu. Araz'ın bu yakasında beddua, karşı yakasın­ daysa dua sahibi olmuştu. Karadağ' da ününe ün kattı. Şöh­ ret

oldu.

Resmen Han adını

almasa

da, herkes ona

Handadaş dedi. Bu ad kendisinin de hoşuna gitti. Handadaş'ın karnı doysa da, gözü bir türlü doymu­ yordu. Nefsini, açgözlülüğünü bırakamıyordu. Sanki ken­ disine Karabağ'ın mağduruna soluk almağa fırsat vermeme sözü vermişti. Her defa şansı döner, yüzüne gülerdi. Ömrü vefa ettikçe onun yağmadan, çapuldan bıkmak, bu yolu bırakmak

fikri

yoktu.

Bu

hayatı

bırakacak

değildi.

Karabağ'ın servetiyse dipsizdi. Bitmez tükenmezdi. Handadaş'tan yararlananlar onun koltuğunu kabarh­ yorlardı. Onun bu git-gellerini merak eden, endişelenen, 214


haramdan çekindiren, sonu iyi olmayan işlere rıza verme­ yen tek kişi annesi Nurbahar Hanımdı. Anne oğluyla başa çıkamıyordu. Ne kadar uğraşsa da onu bu yoldan sakındı­ ramıyordu. Kendi içini de ferah tutamıyordu. Handadaş'ın sonu anneye belliydi. Çok üzülüyordu. Oğlu her defasında dönene kadar gözlerine uyku girmezdi. Her defa da eli dolu döndüğünde yavrusunu ahn üstündeyken azarlar fırçalardı: "-Yavrum, gel de bu taşı eteğinden döküver. Bu mesleği bırak. Sahibine kısmet olmayan malın sana da yara­ n

dokunmaz. Arkasından göz bakan mal haram olur. Ocak

söndürür, yuva yıkar, göz çıkarır. Helalı da birlikte alır götürür. Gençsin, canına kıyma. Ben anayım, bana acı. Sana da karşı çıkan olur bir gün. Dilim kurusun, sana bir şey olursa ben ne yaparım?" Son sözleri söylerken annenin gözlerinden hep yaş damlardı. Handadaş hemen atından inip annesine sarılır; ikiye katlanıp başını onun göğsüne dayar; gözyaşını siler, etli yanaklarını okşar, öperdi. Şefkat­ le yufka kalpli annesinin hemen gönlünü alırdı. Annesini teselli eder, sakinleştiğini görünce, o anda konuyu saptırır, sözünü derdi. Annesinin yanında kendisini överdi: "-Anne, beni merak etme. Her anne senin oğlun gibi oğul doğura­ maz. Bu dünyada sana eş yok. Allah'ın eli hep benim sır­ tımda. Her türlü hatadan korur beni. Karabağlılar yollarını kaybetmişler, gavurlara hizmet ediyorlar. Onların malı ba­ bamızın malı gibi helal bize. Bir de anne, gerçeği söylemem gerekirse Karabağ' da senin söylediğin gibi erkek adam yok ki, önüme çıksın. Sen git uyu, çocuklar da getirdiklerimiz mallara çekidüzen versinler. Adaklan, zekatları ayırtsınlar. Arkadaşlarıma bazı işleri havale edip geliyorum. Sabah ola hayrola." Anne de memnunsuzluğunu belirtip, oğlunun

215


arkasınca söylenirdi: "-Hayır yavrum, halk hakkında kötü konuşma, iftira etme. Sakın. Her yerin merdi da var, na­ merdi de. İyisi de var, kötüsü de. Yiğiti de var, korkağı da. Karabağ'da erkek adam var. Sadece daha sana rastlama­ mış." Her defa çapuldan döndüğünde anne oğul arasındaki bu manzara, bu tartışma tekrarlanırdı. Anne oğul arasında bir soğukluk olurdu. Her defasında da Handadaş annesi Nurbar Hanımın söylediklerini duymazlıktan gelir, kayıtsız kalır, vurdumduymazlık ederdi. Azarlamasından alınmaz, karşı çıkmalarını şakaya bağlardı. Annesinin tavsiyelerini tamam başka yönde yorumlardı. Her defa da bir mazeret bulur, aniden yaptığı yolculuklarından geri kalmazdı. Ku­ zeyli kardeşlerinin sığırını, halısını taşımaktan, Araz'ı kar­ şıya geçmekten doydum, yoruldum demezdi. . . İlkbaharın tam ortalarıydı. Karabağ'ı yeşil halı kapla­ mıştı sanki. Handadaş yolunu bu defa masalımsı Geyen Ovasından saldı. Tumas elatı göçe hazırlanıyordu. Aşık Şükür'ün koyun sürüsü İnce Yatağı'ndaki otlağındaydı. Sevimli çobanı Uzun Çapar sürüyü yayıp gölgeye yatmıştı. Kepeneğini

altına serip uyukluyordu.

Neyde 'Çoban

Bayatısı' çalıyordu. Kulağında yankılanan gizemli ney sesi­ nin iniltisinden, içini sızlatan, kemiklerini ısıtan bahar gü­ neşinin ılık dokunuşundan, bir de otların güzel, mis gibi ferah kokusundan mest olmuştu. Ayıldığında yedi atlının sürüyü bir yere topladığını gördü. Koyun kuzuyu melede melede Arazbasar'a doğru kovuyorlardı. Çapar'a Uzun adını bacaklarının uzunluğuna gire takmışlardı. Bacakları gövdesiyle kıyaslamada daha uzundu. Hem de tüm gücü kuvveti bacaklarında toplandığından sanki devekuşuyla da bir benzerliği vardı. Kas lifleri açılarak topuktan dize kadar 216


püskül püskül olup baldırına sarılmıştı. Butları kucak dolu­ su adaleden seçilmiyordu. Koştu, peşinden at, deve koştur­ salar yetişemezdi ona. Uzun Çapar Geyen Ovasında yayan koşup ceylan kovup, ceylanı yakalamasıyla ünlenmişti. Uzun Çapar'ın yerinden kalkmasıyla çapulculara ye­ tişmesi, sürünün önüne çıkması bir an bile sürmedi. Yedi atlıyla dövüştü. Oldum öldüm savaşına girdi. Çifte topuzlu çomağıyla hem kendisini savunuyor, hem de sürünün önü­ nü kesip koyun kuzuyu geriye kovuyordu. Atlıların ilerle­ mesini engelliyordu. İşin zora girmesi Handadaş'ın hiç ho­ şuna gitmedi. İlle elden tüfeğini çobanın hala daha salladığı çomağına doğru doğrulttu. Tetiğe basıp onu paramparça yaptı. Uzun Çapar çok korkmuştu. Sesini atının kişneme sesine katıp Uzun Çapar'ın üzerine atını yürüten silahdaşına: "-Ulan, Meşdeli, atından in. Bu salak itoğlunun elini kolunu bağlayıp bir tarafa bırakın, yoksa elimden kaza çıkacak. Gittiğin Meşhed'e yemin ederim, bu uzunu geber­ tirim." Handadaş'ın başka yolu kalmadığında son anda silah kullanırdı. Sabırsızlık yapmaz, önce sabrederdi. Kar­ deş kanı akıtmamağa özen gösterirdi. İstiyordu ki, araya kanlılık, kan davası düşürmesin. Fakat boş elle geri dönme­ yi kendine yakıştıramıyordu. Aklından bile geçirmiyordu bunu. Son anda, sabrını taşırdığında, çizgiyi geçtiğinde, mal sahibi canından geçmeyi göze aldığında başka çaresi kal­ mazdı. Son çareyi kullandı. Uzun Çapar bir anlığa durdu ve nasıl davranması ge­ rektiğini kafasında çözmeğe çalıştı. Ele geçerse eli kolu bağ­ lanacak, sürü gidecek, üstüne üstlük el içinde rezil olacaktı. Öldürülse daha iyiydi. Hayır, hayır, nafile ölüm olacaktı onunki. Öldürülse de yine sürüyü götüreceklerdi. Mal uğ217


runa canını vermek komik geldi ona. Bu fikrinden de vaz­ geçti. Öldürülmesinin ne kendisine, ne de mal sahibine hiçbir faydası dokunmayacaktı. Uzun Çapar son çareyi ancak kaçıp kurtulmakta gördü. Mal sahibine haber götür­ meyi daha önemli saydı. Kaçtı. Ne atından inenler, ne de atla peşine takılanlar Uzun Çapar'a yetişemediler. Onu yakalayamadılar. Peşinden kurşun sıktılar. Ona kurşun da yetişemedi. Arkasından bakakaldılar. Hızlı, acayip kaçışma güldüler de. Kurşundan ve tutsaklıktan kurtulan Uzun Çapar kendisini Deli Yar'ın derin deresine attı. Taşlı toprak­ lı, çer çöplü, çalılı dereyle Tumas'a yüz tuttu. Gaytumas'ta meclis kuran Aşık Şükür' e habere koştu. Köy Hekeri nehri­ nin sağ kıyısında yerleşiyordu . . . Aşık Şükür saz söz ustasıydı. Karabağ'da usta sanatçı olarak şöhret bulmuştu. Hem de yiğitliğiyle ad çıkarmıştı. Çok becerikli adamdı. Meclislerde daima Karabağlı olan herkesin bir eline saz, bir eline kılıç alması gerektiğini söy­ lerdi. Karabağ dünyanın cennet köşesiydi, göz koyanlan da çoktu. Bülbül gibi şakımak.ta iş yok. Toprak silahla korun­ malı. Ruslar Ermenilere bizden daha çok hürmet ediyorlar­ dı. Ermenileri Karabağunıza ortak etmişler. Güçleri arttıkça azmasalardı. İçin için diş biliyorlardı zaten. Aşık Şükür'ün kılıç oynatması, at koşturması dillerde dolaşıyordu. Dili vardıysa, eli de vardı. Sözüne söz, gücüne güç yetiren yok­ tu. Bileği iki elle tutulamıyordu. Aşık Şükür hayırseverdi. Çuhasınm altında hançeri, göğsünde sazı, omzunda tüfeği Göydemir atının üzerinden inmezdi. Köy köy dolaşır, mec­ lisler kurar, düğün demek ederdi. Düğünde güreşenlere hakemlik yapardı. Oyun bozanları, mızıkçılan yerine otur­ tabilirdi. Meydan okuyup ' İşte meydan, işte şeytan, var mı 218


bana yan bakan?!' deyip büyüklenen rakiplerinin önünde göğüs gerip kaç pehlivarun sırtını yere getirmişti. 'Gelin Atlandı' müziğinin refakatinde o da atına atlayıp yarışa katılmıştı.

Nice at

yarışını

kazanmıştı.

El

kızlannın,

Karabağ güzellerinin elinden mendil, eşarp, yemeni hedi­ yesi almıştı. Su içmişti. . . Uzun Çapar düğün evine dili ağzından bir karış dışan­ da girdi. Sabırsızdı. Selamsız vermeden söze başladı: "-Ne duruyorsun, Karadağlılar sürüyü götürdüler!" Sevimli ço­ banının üzüntülü sözlerini duyar duymaz Aşık Şükür ye­ rinden fırladı. Düğünü yönetmeyi yamağına devredip, ilk olarak kendisi atlandı. "-Karadağlı Handadaş bu yakada çok mu at oynatacak, beni seven atlansın!" deyip atını meydana sürdü. Yiğitler atlandılar. Yedi atlı Aşık Şükür'ün peşinden sıralandı. Aşık Şükür atlılardan üçünü Geyen Ovasına çıkardı. Onları tembihledi ki, Handadaş'ın çetesini oyalasınlar, zaman kazansınlar. Kendisiyse üç kişiyle bi�İik­ te atlarını yüzü aşağıya, Arazbasar'a doğru koşturdu. Handadaş'ın çetesini Dürü Dağına ulaşmadan yakalamayı düşünüyordu. Çabuk davransınlar. Araz'ı geçmesine fırsat vermesinler. Bu yakada çalışsınlar. Aşık Şükür atı Göydemir'i terletti. Arkadaşları da onun gibi. Atışma sesini arkada bırakıp Ceylan Ovasına yetiştiler. Dürü Dağına ulaştıklarında atlannı dinlendirdiler. Rahatla­ dılar. Hızlarını aldılar. Handadaş'ın yolunu Dürü Dağının kuzeyinde beklediler. Aşık Şükür atları gizledi. Kendileri de taşların arkasını kendilerine siper ettiler. Çığırı Araz'a giden

yol

ağzında

pusuya

yattılar.

Ardıyla

çatışan

Handadaş ileriden habersiz çetesiyle beraber tilki gibi ka­ pana sıkıştı. İleri can atan, sağa sola kurşun yağdıran 219


Handadaş kurşuna hedef oldu. Sürüyü başıboş bırakıp kaçmak isteyenlerin önüne arkadan gelenler çıktı. Kuşatma çemberi oluştu. Ölümden kurtulan olamadı. Aşık Şükür cesetlerin karşı yakaya götürülmesine izin vermedi. Çatış­ ma sesine olay yerine toplanan Hudaferin köyünün halkı mezar kazıp Karadağlıların yedisini de törelere uygun top­ rağa verdi. Oğlunun ölüm haberini annesine ulaşhrdılar. Anne ağlar kaldı. İnledi: "-Söylemedim mi, yavrum, Karabağ'da erkek adam var. Daha sana rastlamamış." Anne kanlı aramadı. Ölümünde suçlu yavrusunu bildi. O tarihten başlayarak Nurbahar Hanım her yıl Nevruz bayramı öncesi, yılın sonuncu Perşembesinde yavrusunun mezarını ziyarete geldi. Mezarın üzerine şekerleme dizdi. Yoldan geçenlere kuru pasta, tatlı dağıttı. Ağıt dedi, oğlunu ağladı. Bayatı dedi. Ninni söyledi. Her defa geri döndü­ ğünde son sözünü her sene olduğu gibi aynen tekrarladı: "­ Söylemedim mi, yavrum, Karabağ'da erkek adam var. Da­ ha sana rastlamamış. " Halk arasında 'Karadağlı Mezarlığı' adlandırılan bu yedi mezar şimdi de Hudaferin Köprüsüne giden eski ker­ van yolunun yanındaki tepe üzerindedir. Bugün de yolu buradan geçenler soydaşlarının yattığı mezarlara bakıp düşünceye dalarlar. Ana sözünü hatırlamadan, kafa salla­ yıp yürekten acımadan, burada duraklamadan geçmezler. Hüzünlenirler. İç geçirirler. Bu yerden duygulanarak ayrı­ lırlar.

220


SUMGAYITLI ÖGRENCİ Hoşlan çembere benzer istihkamda yalnız başına kal­ mışh. Bir o kadar da derin olmayan istihkam boyunca o yana, bu yana koşuyordu. Sanki koşmuyor da tekerlek gibi boylu boyunca yuvarlanıyordu. Soluk bile almadan, din­ lenmeden istihkamdan istihkama atlıyordu. Tekerlekle tek farkı oydu ki, sırasıyla değildi hızla ve değişik yerlere atlı­ yordu. Bir göz kırpımında işini yapıp sağa sola fırlıyordu. Gah tüfekten tutup düşmana ateş ediyor, gah da çabucak sağ taraftaki ayaklı makineli tüfeğin arkasına yatıyordu. Ermenilerin kafalarını kaldırmalarına, el kol açmalarına, cür'et edip ileri adım atmalarına, tarlaya ayak basmalarına, açık savaşa ve süngü dövüşüne girmelerine bir türlü fırsat vermiyordu. Kendisini ölümden savunuyordu. Hedefe al­ dığı Taşnağı cehenneme gönderiyordu. Bölük kumandanı Suren Seferyan şaşırıp kalmıştı. Ga­ liba kendisinin dediği gibi, zaferden başı dönmüştü. Ne kadar düşünse de son olaylan bir türlü anlayamıyordu. Hilesi ilk önce, hem de büyük başarıyla tuttu. Türkleri tu­ zağa çok çabuk düşürdü. Siper önüne çıkardığı beş on kişi karşı taraftan ateş sesi duyunca gürültü çıkardılar: " Türkler bizi kırdılar, kaçalım!" deyip koştuklarında Türkler Ermenilerin

korkmalarından

coştular.

İstihkamlarınd an 22 1


dışarıya fırlayıp kaçanların peşlerine düştüler. Pusulardan çıkan Ermeniler aldatılan Türk askerlerinin on beşini bir göz

kırpırnında

kurşunlayıp

yere

serdiler.

Suren

Seferyan'ın hesabıyla istihkamda kimse kalmamalıydı. On beş kişi tarafından savunulan istihkam sustu. O on beş kişi­ nin de mahvedildiğinden emindi. Fakat ateşlerinin üzerin­ den on, on beş dakika geçmeden istihkama doğru aldırışsız bir tavırla ilerleyen Ermenilerin bu defa kendileri tuzağa düştüler. İstihkama yetişmekle onlar ansızın kurşun yağışı­ na tutuldular. Bölüğün bir kısmı öldürüldü. Çalı arkasına yatıp kendisini ölümün pençesinden zor kurtaran Suren Seferyan beklenmeden karşı taraftan gelen darbeyi bir türlü anlayamıyordu. İstihkam dünden kuşatılmıştı. Dört bir taraftan istihkamın çevresi denetim altındaydı. Dışarıdan yardımın gelmesi palavradan başka bir şey değildi. O za­ man orada beliren müda(aacılar nereden çıkıvermiştiler?! Bel.ki dağdaki gözelerin kaynamasıyla havaya savrulan kum tanecikleri gibi Türkler de yer altından çıktılar, artıp çoğaldılar?! Hayır, bu olamazdı. Oysa Azerbaycan Milli Ordusunun içini dışını avcunun içinde bilen Ermeni istih­ baratının bilgilerinde bu çevrede yer altı sığınakları veya her hangi beton yapılan olan savunma istihkamırun varlı­ ğına dair bir bilgi yoktu. İstihbarat bilgilerinde müdafaacı­ lann on beş kişiden oluştuğu, hatta onların adları da göste­ riliyordu. Suren Seferyan'ı düşünmeye zorlayan şaşkınlık kesin bildiği bilgilerin boşa çıkmasıydı. Aldanmıştı. Onları kaldırmak için kumandanlığın verdiği süre de bitmişti. Sorular, çağırışlar bir uçtan uca uzuyordu. 'Neler oluyor?' sorusu ara vermiyordu. Üstelik askerlerinin de yüzde elli­ sini yitirmek üzereydi. İlk darbeyle otuz kişiyi nafile kay222


betmesi kumandanın sabrını taşırıyordu. Top ateş seslerini susturdukça her defa istihkamın yerle bir olduğunu düşü­ nüp saldıran Ermeniler ikinci ve üçüncü darbelerde ne ka­ dar özenle davransalar da üst üste on dört kişiyi yitirerek geriye çekilmek zorunda kaldılar. Her defa da düşüncele­ rinde yanılıyor, yeniden direnişle karşılaşıyorlardı. Cesaret edip ileri çıkanı Hoşlan yerinde kurşuna dizi­ yordu. Ermenilerin tüm saldırıları boşunaydı. Yenilip geri­ ye dönüyorlardı. Yaklaşan canından oluyordu. Topluca saldırmak fazla kayıp demekti. Hoşlan her türlü yolla kendi varlığını Ermenilere duyurmağa çalışıyordu. Yalnız başına olduğunu anlarsalar, yollarını keser, serbest hareketini her taraftan ateş altında tutup kısıtlarlardı. Onu istihkamın bir köşesine kısıtlayıp aradan kaldırırlardı. Hoşlan dört gözlü olmuştu. Yüksek palamut ağacına tırmanıp istihkamın içini yukarıdan denetlemek, gizli gözetleme yapmak isteyen Ermeniyi gözü hemen aldı. Bir anda onu nişanlayıp pisliği ağaçtan yere serdi. Yere düşmeden havada can verdi. Fakat Ermenilerin baskısı arttıkça ve onlar ağır silahlar kullandık­ ça d urum değişiyordu. Bir yere kaçmak veya teslim olmak düşüncesi aklından bile geçmiyordu. Ölümle karşılaşsa da ölümün ne olduğunu algılayamaz olmuştu. Arkadaşl anrun cesetlerine bakınca kanında kısas, intikam duyguları dağ çeşmeleri gibi coşuyordu. Bu duygudan doğan kendine bağlı olmayan tepkiler beynin istihkamı savunma meka­ nizmasının algıladığı savunmayı durdurmasını engelliyor­ du. Elini tetikten aldığı anda Ermeniler hemen aktifleşiyor­ lardı. Değil ateşi durdurmak, bir an bile yavaşlatmak, ara vermek olamazdı. Mola vermek ölüm demekti.

223


Suren Seferyan stresten çıkamıyordu. Kesin karar vere­ cek durumda değildi. Kurnaz av kuşları gibi gagasından ağa takılmıştı. Kumandanlanrun umutsuzluğu askerlerin de moralini düşürmüştü. Kurbağa gibi kurluyor ağaçların arkasında oraya, buraya hopluyorlardı. Açık alanda görü­ nen asker arkadaşlarının cesetlerine baktıkça içleri daralı­ yor, kendilerini onların yerlerinde görüyorlardı. Canların­ dan karınca geçiyordu. Ermeni kan görünce korkur, kaçar derler. Suren Seferyan askerlerini savaş alanında silah gü­ cüyle tutuyordu. Kendisi de korku içindeydi, iğne üzerinde oturmuştan hiçbir farkı yoktu. Karamsarlık içinde çabalı­ yordu. Onu korkudan, şaşırtan Hoşlan'ın kuşu kuşla avla­ mak ilkesine ustaca cevap vermesi, kabul ettiği karara k�sin uymasıydı. Tuzak kuranın kendisini tuzağa düşürmekle Ermeni kumandanına şerbet üzerinden zehir içirmişti . . . Hoşlan, on beş savunmacı "Allah, Allah!" deyip istih­ kam.dan ileri atıldıklarında arkalarından cephane götüre­ cekti. O ayağa kalkmasıyla birlikte arkadaşlarının kurşun yağmuruna tutulduğunu gördü. Kedi atikliğiyle kendisini arkaya, istihkama atmasını Ermeniler hissetmediler. Arka­ daşlarından öleni öldü. Yaralananlar ise istihkamın önüne kadar anca sürünebildiler. Yeniden kurşuna denl< geldiler. İstihkamın ağzında can verdiler. Hoşlan istihkamdan çıkıp herhangi bir yere kaçmayı düşünmedi bile. Ermeni askerle­ rinin bir araya toplanmasını, zafer ateşini açmalarını bile beklemedi. Sahipsiz makineli tüfekleri ateş noktalarına diz­ di. Namlularını düşmana doğru çevirdi. Arkayla iletişim kesilmişti. Bundan böyle canını korumak yersizdi. Ermeni­ ler gibi bizimkiler de bu noktanın yerle bir olunması habe­ rini saldından çok daha önce almıştılar. Ermenistan radyo2 24


sunun yayınını gerçek gibi kabul etmişlerdi. Azerbaycan Milli Ordusunun Baş Karargahında kendisine yuva edinmiş Ermeni ajanı tüm bilgileri birleşik Ermeni-Rus istihbaratına kesin, hem de zamanından önce sızdınyordu. Onun sadece Hoşlan'dan, bu isimde birisinden haberi yoktu. Çünkü Hoşlan'ın adı belgelerde yoktu. O, savaşa kumandanlık hattıyla gönderilmemişti.

As­

kere gitme yaşına daha üç senesi vardı. On beş yaşındaki çocuk okul çantasını yatağının üzerine bırakıp evden ha­ bersiz çıkh. Öğrenci arkadaşlarının gözü önünde gösterişli bir şekilde savaşa asker götüren otobüse bindi. Gönüllü olarak savaşa gitti. Hoşlan'ın kendi başına davranışından annesi-babası ancak ertesi gün haber aldılar. Ateş Öğret­ men oğlunun peşinden Laçın yoluyla Şuşa şehrine kadar gitti. Orada onun Ağdam'da olduğu haberini aldı. Kayıt ve hesap işlemlerinin feci durumda olduğu bir orduda Hoşlan gibi birisini arayıp bulmak, yerini kesin olarak belirlemek, öğrenmek zor bir şeydi. Babanın Ağdam aramaları da boşa çıkh. Ateş Öğretmen üzüntüyle geriye, Surngayıt'a döndü. İki hafta okutmadığı derslerin parasını da öfkesinden al­ madı. Hoşlan için geçirdiği merağını, acısını boğdu. Bir gün ise öğretmen arkadaşları onu müjdelediklerinde, aldığı haberden etkilendi, duygulandı. Gözleri buğulandı. Hoş­ lan'ın kahramanlığına ait 'Ordu' gazetesinde bir yazı ya­ yımlanmıştı. Yazar Sumgayıtlı öğrencinin vatanseverliğini ağız dolusu anlatıyor, başarılarından örnekler veriyordu. Onun askeri disiplinini anlattığında okulun, özellikle baba­ sının etkisinden ayrıca bahsediyordu. Ateş Öğretmen için hoş sözler yazıyordu. Ateş Öğretmen bu gazeteden kucak dolusu alıp eve götürdü. Vatanına yakışır bir evlat büyüt225


tüğüne ait yazıyı okuduktan sonra baba mutlu oldu, biraz rahatladı . . . Hoşlan hem yorulmuştu, hem de parmaklan tetikten bir bir kesiliyordu. Bazukanın mennisi tüfeklerin ikisinin gövdesini kınk kırık edip kullanılmaz hale düşürmüştü. Makineli tüfeğinin jatjörü boşalmıştı. Kurşunu da kalma­ mıştı. Boşalmış tüfekleri doldurmağa ne zamanı, ne fırsatı, ne de kurşunu vardı. Hoşlan eli tetikte son kurşunları da boşalttıktan sonra son anda ne yapacağı ve nasıl davrana­ cağım düşünüyordu. Hoşlan için bu dünyada ideal bir kah­ raman vardıysa, o da Mehdi Hüseyinzade49 idi. O, 'Uzak Sahillerde' adlı filmi on defa değil, günde yüz defa seyret­ seydi doymaz, bıkmazdı, gene seyrederdi. Hoşlan için bu dünyada bir Mehdi vardı, bir de kendisi. Önünde ise faşist­ leri gölgede bırakmış Ermeni Taşnaklan. İkinci Dünya Sa­ vaşına katılmış Aslan dedesi, Karabağ savaşı başladığından durmadan söyleniyordu ki, "-Yavrum, Ermeni Taşnaklan Alman faşistlerinden beterler. Faşistler en azından, işgal ettikleri topraklardan yerli halkı kovmuyorlardı. Silahsız halka dokunmuyorlardı. Bir tek onların yönetimine karşı çıkanları, gerilla hareketine katılanları, eline silah alıp on­ larla savaşanları tutukluyor, kurşuna diziyorlardı. Ermeni­ ler ise görünmedik vahşilikler yapıyorlardı. Yaşlı, kadın, çocuk

aynmı

yapmadan herkesi kurşuna diziyorlardı.

Açıkça Türk katliamı yapıyorlardı. Türk topraklarını Türk­ lerden temizliyorlardı. Ermeni

sana

düşman, kendini sa­

vunmak zorundasın. Yoksa öldürür seni." '�

2. Dünya Savaşı kahramanı.

226


Dedesinin sözlerini kulağına küpe yapmış Hoşlan kut­ sal sandığı Ana vatanını savunuyordu bugün. Ulu Tanrının bize verdiği toprağın bekçiliğini yapıyordu bugün. Soyunu yaşatmak için faşistlerden de korkunç huyu olan Ermeni Taşnaklanru öldürüyordu bugün. Ölümüyle de Taşnaklara ölüm getirmek hakkında son kararuu verdi bugün. Beyaz bayrak kaldırmanın zamanı yetişiyordu. Elindeyse tek bir silah - saçmalı partlayıcı kalmışh . . . Hoşlan üzerinden çıkardığı, kol yerine koyduğu patla­ yıcıdan iki elle tuttuğu gömleğini beyaz bayrak gibi başı üzerine kaldırdı. Sağ elinin başparmağını ise patlayıcının halkasına geçirdi. İstihkamdan çıkıp hayretten donakalmış, taş kesilmiş Ermenilere' doğru yürüdü. Hiç. korku ve heye­ canı yoktu. Ermeniler kabus görüyorlarmış gibi dehşet içinde hem birbirlerine, hem de bundan önce birkaç saat içinde onlara kan kusturmuş zayıf, ince yapılı, kısa boylu çocuğa - Hoşlan'a bakıyorlardı. Kollan boyuyla kıyaslama­ da daha uzun görünen bu zayıf çocuktan korkmayı da unutmuşlardı. Bölük kumandanı Suren Seferyan yerinde taş kesilmişti. Dört gözle Hoşlan'ın her adımda ıslak çimleri yarıp kalkan ayaklarını seyrediyordu. Hoşlan ise acele et­ meden ilerliyordu. Yavaş yayaş yürüyordu. Sorulara, soruş­ turmalara, laf sokmalara ancak kafa sallamakla yanıt veri­ yordu. Söylenen her şeyi tasdik ediyordu. Büyük bir sabırla onu muhasaraya alan askerlerin ona daha çok yaklaşmala­ nru,

daha sıkılaşmalannı gözünün ucuyla seyrediyordu.

Korkmadan dayanıyordu. Dayanıklılığının son haddine ulaştığında fırsatını iyi değerlendireceği anın heyecanını yaşıyordu. Kalp atışları dikkat çektiğinde Hoşlan'ın aniden yere kapanmasıyla patlayıcının patlaması bir oldu. Suren 227


Seferyan korkup uykudan yanm kalkmış insanlar gibi " Yere yatın!" diye bağırdı. Bu sözleri söyleyip havuza atlı­ yormuş gibi kendisini dalgalanan yeşil otlann arasına attı.

On bir kişinin cesedi Hoşlan'ın paramparça olmuş azalarıy­ la yan yana kaldı. İster ağır olsun, isterse hafif olsun bölü­ ğün bugünkü savaşta sağ kurtulan askerleri arasında yara almayanı yoktu. Suren Seferyan'ın kendisi de kolundan yaral anmıştı. Suren Seferyan ne yerinden kalkamayan yara­ lıların inlemesini duyuyordu, ne de yerinden kalkıp da çevresine toplanan askerlerin sızlamalarına kulak veriyor­ du. O, Hoşlan'ın azalan çevreye dağılmış cesedi üzerinde mezar taşına dönüşmüştü. Burnundan soluyordu. Faltaşı gibi açılnuş gözleriyle boynunu boğazını kir basmış, üze­ rinde bit dolaşan, giysileri üzerinden çıkmış Hoşlan'ın kanlı cesedinden gözünü alanuyordu. Bu küçücük Türk çocuğu­ nu kahramanlığın ölçüsü, fedakarlığın ihtişamı olarak gö­ rüyord u.

Bakhkça

yanıyordu.

Her

solukta

"-Türkler

Karabağ' a mutlaka dönecekler! Kan dökmemiz boşuna, boşuna! " diyordu. Kalp atışlarını tane tane, harf harf,

ses

ses dinliyordu. Sessizliği bozan telsizcinin bağırtısıydı. Al­ nından kan damlaya damlaya sihhiye taburuyla iletişime girmeye çalışıyordu. Acil yardım istiyordu.

228


ZÜMRÜDÜANKA ŞARKISINI TUTUŞTUGUNDA SÖYLÜYOR Azerbaycan'ın milli kahramanı Erşad oğlu Kazım Memmedov'un anısına . . . Büyük kalibreli makineli tüfeğin ışıklı kurşunları saba­ hın karanlığının bağrını deldiğinde Kazım şehadet parma­ ğını ısırdı: "-Dün Rus subayının köyde denetim yapması boşuna değilmiş, sıradaki hilesiymiş. Para insanı söyletir. Demek ki, Erme,"lilere sahlmış pezevenk", dedi. z.aten san kulağa güveni yoktu. Çağınlmadık misafirin zamansız zi­ yaretine dair karargaha bilgi verdi. "-Dikkatli olun!" dedi­ ler. Kazım'ın emrinde Elçin'le, Şükür adlı iki polis memuru vardı. Her üç savunmacıya Kalaşnikof tüfek vermişlerdi. Arada iki sivil insan -göçkünlerden Fazıla ve Müşkünaz�n eşleri Akif'le Yoku- da tüfekle silahlanmışlardı. Onlann da yedek kurşunu çok azdı. Her zaman olduğu gibi dün de dövüşçüler akşam ye­ meğini Fazıla Öğretmenlerde yediler. Kendisine bu geniş dünyada yer bulamayan Kazım gerilmiş sinirlerini yatış­ tırmak istedi, ısrarla teybi açtırdı. Şenlendiler biraz. Gece geçince meclis kendiliğinden dağıldı. Kazım kontrole çıkh.

229


Şükür kilise tarafında, Elçin köyün doğusunda gözcüydü. Akif1e Yolcu karargahta oturuyorlardı. Karargah da zaten Akif'in evinde kurulmuştu. Kazım gece dolaşıp döndüğün­ de Fazıla Öğretmeni için için ağlar buldu. Nedenini sordu­ ğunda, "-Belki Akif moralini bozmuş?" dediğinde kadın daha da bozuldu. Gözlerinden yaş damlaları boşana boşana şunları söyledi: "-Hayır, hayır, bu gece birazcık dedik, gül­ dük eğlendik. Ardından bir deli sessizlik düştü. Son zaman­ lar Taşnaklar her akşam köye ateş açıyorlar. Gürültüye alış­ tık artık. Bilmem neden, ama bu gecenin sessizliği korkuttu beni, irkiltti. Diyorlar ölü sessizlik arkasından bela, facia getirir." Akif hanımına moral vermeğe çalıştı. Kazım Fazıla Öğretmenin gözlerinde masumlukla birlikte akıl almadık derinden derine bir acı sezdi: "-Fazıla Öğretmen, şimdi ölüm bize her zamankinden daha yakın. Ama şunu bil ki, bir hadise olursa, kanımız pahasına olsa bile biz seni ölü­ mün pençesinden alırız. Allah' a şükürler olsun ki, Akif gibi er yiğitin de yanında. Niye ağlıyorsun?!" dedi. Fazıla Öğ­ retmen acıyla ve yavaş sesle: "-Sizsiz benim ne günüm ola­ cak, ay Kazım. Arada ölüm olursa, bırakın ben de sizinle beraber öleyim! . . . " dedi. Sözünün arkasını getiremedi. Köye yağmur gibi kurşun yağmaya başladı . . . Kazım anladı. Dişlerini sıkarak tüfeğini göğsüne bastı­ np hızla fırlatılan taş gibi ikinci kattan bahçenin karanlık köşesine sığındı. Ünlü Taşnak tedhişçisi Arkadi'nin gözet­ leyenleri uykuda yakalayıp mahvetmek hilesinden bir şey çıkmadı. Şükür de, Elçin de zamanında davrandılar. Geceyi gözlerini kırpmadan beklediler. Hareket duymasalar da ölü sessizliğe kanmadılar. Kıpırdama, yaprak, ot seslerini ku­ lakları mıknahs gibi çekti. Zifiri karanlıktı. Göz gözü gör2 30


müyordu. Çatışma sese göre yapılıyordu. Terörcüler köyün her ağacını, taşını, köşe bucağını çok iyi biliyorlardı. Dört guruba ayrılıp dört taraftan ayn ayn gözleme noktalarının üzerine yürüdüler. Akif'le Yolcu da tüfeklerini doldurup köyün savunmasına katıldılar. Fazıla ile Müşkünaz kurşun peşinden gidiyor, kocalarına yardım ediyorlardı. Çatışma­ dan çok geçmeden şafak sökmeğe başladı. Karaltılar seçil­ diğinde savunmacılar denk olmayan dövüşe direnemeyip geriye çekilmek zorunda kaldılar. Kendilerini koruyamayıp duvardan duvara atladılar. Omuz omuza verip son anda karargaha toplandılar. Sayısız Taşnak terörcüsünün saldırı­ sı beklenmedik ve engellenemezdi. Kazım üç kişiyle köyü savunmanın olanaksızlığına ait bölge polis şubesinin nöbet­ çi odasına bilgi verdi. Yardım istedi. Terörcüler üçer, beşer guruplara ayrılarak dört taraftan ateş ede ede karargaha, telsiz konulmuş iki katlı binaya doğru ilerlemekteydiler. Kuşatma çemberi daralınca Kazım ikinci kata çıktı. İleriye can atan terörcüleri birer birer hedefe aldı. Akif'le Yol­ cu'nun kurşunu bitmişti. Onlar Kazım'ın ateş altında tuttu­ ğu kapı önünde kalmışlardı. Kazım Elçin'le Şükür'e kesin emir verdi ki, terörcülerin arka ve yanlardan karargahın bahçesine girmelerine izin vermesinler. "-Savunarak zaman kazanmak, yardım gelene kadar Ermenilere direnmek ge­ rek!" dedi. Teslim olmak asla söz konusu değildi. Terörcü­ ler zaman yitirmek istemiyorlardı. Savunanları ortadan kaldırıp köyde hemen kendi savunma noktalarını tesis et­ meyi ve güçlenmeyi düşünüyorlardı. Kazım'ın ikinci katta siper duvarlar arkasma geçip saklana saklana bahçeye sız­ mak isteyen herkesi yere sermesi, tamahı Türk çeken Arkadi'yi, onun kana susamış çetesini dağıttı. Terörcüler 231


ancak pencere gözlerini fırsat bulup sayısız ateşler altında tuttuğunda oraya, buraya kaçışıyorlardı. Tek başlanna adım atamıyorlardı. Tüın dikkatlerini evin penceresi bu­ l unmayan arka ve yan taraftan bahçeye sokulmak düşünce­ si üzerinde topladılar. Arada duvar dibine yaklaşan olsa da duvar üzerinde başını kaldıran yoktu. Elçin'le Şükür'ün hedefine çevrileceklerinden korkuyorlardı. Fakat Akif'le Yolcu'nun ateşi durdurmaları dış kapıdan içeriye sokulma­ ya can atanları daha da hızlandırdı. Yolcu'nun kurşunu bittiğinde tüfeğini yararsız bir eşya gibi bir tarafa fırlattı. Baltaya uzanmak istedi. Baltayı Akif almıştı. Çaresiz kalıp boş elle kapı önünü kesti. Demir kapı delik deşik edilmişti. Ansızın kapıyı aralayıp bahçeye sokulmak isteyen Ermeni piçi ne içeriye girebildi, ne de geriye çekilmeye fırsat bula­ bildi. Yoku tüm gücüyle kapıya nasıl bastırdıysa dığanın etli boğazı iki kapı arasına sıkıştı ve gözleri berelekaldı. Yoku ile Ermenilerin kapı üste çekişmesinden cehennemi boylamış dığanın kafası kapı arasına geçip paramparça olmuştu. Demir kapıyı delip geçen kurşunlar karın boşlu­ ğuna dolup Yolcu'yu takatten düşürdüğünde Müşkünaz kendini tutamadı. Kocasının yardımına koştu. Arka ve yan tarafta sav unmada can koyanlar dış kapı önündeki çarpış­ madan uzak düşmüştüler. İkinci katın basamağından fırsa­ tını bulup hedefi şaşırmayan kurşunlarıyla terörcüleri devi­ ren Kazım da omuzlarını durmadan yalayıp geçen kurşun yağmurundan korunmak için arka duvarın gerisine çekil­ mişti. Ermeniler ömrü bitmekte olan fakat henüz son nefesi ağzından çıkmamış olan Yolcu'nun bumunu, kulağını, ba­ şını kestiler. Müşkünaz elleriyle, tırnaklarıyla göğsünü, kalbinin üzerini didikleyip döküyordu. Ermeniler alçakça232


sına Müşkünaz'ın elini kolunu bağlayıp onu dış kapıdan dışarıya çekmek isterken Akif'in baltası onlardan ancak birisinin kafasını iki yere parçaladı. "-Namusu için hayatın­ dan geçen adamın kadınına dokunmazlar!" diyen Akif'in son haykırtısı Kazım'ı yerinden oynattı. İkinci katın delik deşik olmuş kapılarını ayağının ucuyla itip açtı. Açık kapıyı kurşunlasalar da güvenilir köşeye çekilmiş Kazım bahçeye taraf uzandığında Fazıla Öğretmeni de elde gördü. Elleri kolları doğranmış cesedin üzerine ayağını koyup Akif'le dalga geçen, Fazıla Öğretmeni boğazlamış dığanın "-Erkeği kırmak için kadını rehine de alırlar, hakaret de ederler, Türk köpeği! " dediğini de duydu. Kazım fırsat kolladı. Bir anda sırıtan dığanın ağız boşluğuna kurşun sıktı ve yüksek sesle bağırdı: "-Eren hayattan gitse kadınını rehine almaz­ lar, alçak düşman!" Göz açıp kapatıncaya kadar yerini de­ ğiştirdi. Hava ışıklanıyordu. Zaman daralıyordu. Her an köye girenler yardıma gelebilirdiler. Arkadi terörcüleri iv­ diriyordu. Bir anın içinde bahçeye dolanlar arkada yapa­ caklarını yaptılar. Elçin'i, Şükür'ü susturdular. Fazıla'nın gözleri önünde Akif'in kafasını kestiler. Taşnaklar tüm dik­ katlerini Kazım'ın teslim alınmasına verdiler. Arkadi o tes­ lim olmazsa, evi kundaklama emrini verdi. Kollarını sırtına burdukları Fazıla Öğretmeni de ileri verdiler. Fazıla Öğ­ retmenin yalvarışlarını, yürek yakan sesini Kazım duyma­ dı. Duyduğu bir tek teslim olması halinde sağ kalacağına dair Arkadi'nin verdiği söz oldu. Kazım: "-Ben Türk oğlu­ yum, dığaya teslim olmam!" dedi. Fazıla Öğretmenin kolla­ rından tutan Ermeni dığası Türkün hassas damarına bas­ mak istedi. Kazım'a yüzünü çevirip: "-Ulan Tork, şimdi senin bu hanımına hakaret ederim, tecavüz ederim, o za233


man teslim olursun", demesiyle ensesine saplanan kurşunla arkası üzerine devrilmesi bir oldu. Kazım'ın ettiği ateşin arkasınca "-Dığa elinde rehine olmaktansa ölümü yeğ tuta­ rım", demesi kollan omuzdan çıkmış Fazıla Öğretmenin içini kabarttı . Fakat üzüntüden ağladı. Kazım teslim olmayı aklının ucundan bile geçirmiyordu. Arkadi dört taraftan binayı ateşe verdirdi. Taşnaklar Kazım'ı bu yolla korkutup ele geçirmek istiyorlardı. Kazım korkunun ne olduğunu bilen birisi değildi. Fırın gibi alev alıp .tutuşan evin içinde kıvılcım gibi oynuyor, dört tarafa zıplıyordu. Havadan ha­ vaya atılıyor,

alev yalımları

arasından gözüne takılan

Ermeniyi kurşuna diziyordu. Tüfeğinin kurşunu bittiğinde son kurşunu namluya sürdü, tetiğe bastı. Son kurşununu kendine saklıyordu. Ev tutuşup yanıyordu. Üst katın ahşap tavanını

delip

geçen

alev

dilimleri

tavanla

boy

ölçüsüyordu. Kazım hayatının sona ermekte olduğunu an­ lıyordu. Alevin pırıltısı gözlerini kamaştırmaktaydı. Kirpik­ leri, kaşları tutuşuyordu. Çok sıcaktı. Fazıla Öğretmenin dışarıdan gelen feryadını duymayı kalbi kaldırmıyordu. Tank sesi duyan Ermeniler bir taraftan kaçıyorlardı. Taban tavana kavuştuğunda Kazım bir aleve, bir de kurşuna bakh. Kazım haykırdı: "-Ben canımdan geçerim, rehine olmam.

Cansız cesedimin bile düşmana kalmasına fırsat vermem." Fırsatını bulup son kurşununu da alevler arasından karartı­ sı gözüne takılan, gözlerini kan bürümüş ak gömlekli Taşnağın ensesine sıktı: "-Allahu Ekber!" diye haykınp kendisini kıpkırmızı alev yalırnlanrun kucağına attı. Arkadi'nin bayağı asker kaybetmiş terör çetesi yardıma gelenlere karşı ne direnebildiler, ne de terörcülerin ayak alhnda kalmış cesetlerini beraberlerinde götürme .fırsatını 234


bulabildiler. Fakat kendi aşağılık amaçlarından da kalmadı­ lar. Rehine aldıkları iki kadını Fazıla Öğretmenle Müşkünaz'ı götürdüler. Alev söndüğünde Kazım'ın cesedinin yerinde tepsiye sığacak kadar bir avuç külü kaldı. Silahdaşlan henüz so­ ğumamış küle dokunduklarında hayretten donakaldılar. Avuçlan arasından sıyrılıp göğe kalkan mavi alev yalımının bir göz kırpımında açılıp toplandığını, sonsuzluğa karıştı­

ğını,

kızıl güneşe doğru kanatlanıp uçtuğunu gördüler. O,

Zümrüdüankaya dönüşmüş alev topu Kazım'ın huzursuz ruhuydu. Tann dergahına çıkıyordu.

235



EGRİ BUTAR50 Ruhun şad olsun, Hasan Muallim! Seyit Ferzeli ilkbaharın ortasında elden aynldı. Sürü­ sünü zamanında gönderdi. Kendisiyse diğer işleriyle meş­ gul oldu. İşlerini bitirince bir baktı ki, yaz gelmiş. Sıcak yaz güneşi yeri yakıyordu. Burada kalmak imkansızdı. O da atlandı. Gerçek bir Karabağ cinsi olan Köhsel adlı küheyla­ nının üzengisine ayak bastı. Küheylanı Yellice'yi göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Yaylaya ulaştığında hemen kişne­ di. Atlılar Derviş Pirim Yokuşunu ay ışığında indiler. Seyit Ferzeli büyük oğlu küçük Hasan'ı da yanına almıştı. Küçük Hasan Sekil diye çağırdığı tayını bindi. Yaylaya ilk defa ayn bir at sırtında gidiyordu. Babasıyla omuz omuza at bini­ yordu. Atlılar Uzun Düzün sıcağına düşmemek için Cede Ağzına gece yansı çıktılar. Sabah namazını Uçan Gov'da karşıladılar. Hekeriyi Gülebirt tarafından geçtiler. Seyit Ferzeli Hekerinin gözyaşı gibi berrak suyuyla abdest aldı.

San Aşık Yerinde namaza durdu. Üzerine yumurta sarısı çekilmiş fınn ekmeğine benzeyen kızıl güneş şafak elbise­ sinden sıyrılıp çıktığında, ufuk üzerinde oturduğunda Yazı �

I<arabağ'da yer adı.

237


Düzüne çıktılar. Cicimli köyü üzerinde yerleşen Malikejder Türbesini ziyaret ettiler. Güneş gölgelerini ayak izleri üze­ rine topladığında Gorus civarına ulaştılar. Hem hayranlık­ la, hem de hasetle evleri, sokakları an peteklerinin dizimin­ den seçilemeyen şehri seyre daldılar. Şehir İngiliz mimarın projesine uygun, hem de Gorus'tan bayağı aşağıda, tam el yolunun üzerinde yapılmıştı. İdaresi Şuşa'dan ayrılan Zengezur vilayetinin merkezine bağlandı. Tam bir Ermeni şehri gibi ünlendi. Burada ancak İran'dan, Türkiye'den Azerbaycan'a göçürülen gelme Ermeni aileleri yerleştirildi. Son yıllar Gorus'ta yuvalanan Taşnaklann diklenmeleri dikkat çekiciydi. Haydutluk ediyorlardı. Elden ayn düşen çobanlara ilişiyor, zarar veriyorlardı. Bu yüzden de Seyit Ferzeli yola çıktığında silahını unutmadı. O tedbirini alan adamlardandı. Kendisini yüce seyitlerden sayıyordu. Halk arasında sayılıp seçilirdi. Ad, ün kazaıunıştı. Mertliğiyle tanınıyordu. Atlılar Bergüşat'a etek veren Gorus Deresine ulaştığın­ da sessizliği bozan Seyit Ferzeli oldu. Yüzünü oğluna dön­ dü: "-Hasan, evladım, Ermeniler türeme bir halktır. Bun­ lardan ne kötülük dersen beklenilir. Onların arkasında da­ yanaktan, iki başlı kartalları var. Bu yerlere ayak bastın

nu,

dikkatli olman gerek!" dedi. Baba sanki bu sözleri hava boşluğuna bırakıyordu. Oğ1 u kendi alemindeydi. Sekil'i üzerinde kendisi gibi mor�i

de sallanıyor, keyifleniyordu. Hayali kanatlanıp gökyüzün­ de kattan kata uçuyordu. Onu göklerden indiren, hayaller­ den koparan, irkilten ise babasının sözleri değil, ilk evin

238


bahçesinin taş duvarının yanından geçerken burnuna gelen pis koku oldu. "-Baba, bu ne koku böyle?! Evlerden, bahçelerden geli­ yor. Çok iğrenç kokuyor!" dedi. Babası: "-Gavurlar bu toprağa göçürülenden, ayaklan buralara değdiğinden beri buraların beti bereketi kaçh. Cennet yur­ dumuzu küfür yuvasına, cehennem deresine dönüştürdü­ ler. Bu dereye eti haram olan domuz gibi bir hayvanın ayak izlerini saldılar. Şimdi de başlamışlar dut ekşitip içki yap­ mağa. O kahrolmuşun kokusudur bize dokunan. Çabuk ol, Sekil'e vur. Bu dereden hemen çıkalım." dedi. Baba oğul Üçtepe ovasına çıktıklarında esrarlı bir aleme adım attılar. Göz alabildiğine her yan kızıl çiçeklerle be­ zenmişti. Sonu görünmeyen ovaya sanki bin bir süslü, taç goncalı, ölçüsü bilinmeyen halı serilmişti. Bu yeşilliğin, gülzann öbür başında esip gelen Üçpete'nin meltemi yu­ muşacık dalgasıyla yüzlerini okşuyordu. Gülsuyu nefesli, mis gibi dağ havasıyla canlarına olmadık hafiflik, gönül hoşluğu, moral yüksekliği doluyordu. Kekik, dağ otu, gül­ hatmi, solmaz çiçeği, ıtırşah gibi taze çiçeklerin kokusunu sol tarafta Salvarhnın, Kırkların, Keçel Dağın, sağ tarafta Çalbayırın, Deli Dağın karlı zirveleri göklere çıkarıyordu. Yüce Tann'run arşıyla boy ölçüşüyorlardı. Seyit Ferzeli bu sihirli aleme bakıp boşuna söylemedi: "-Kuran'da anlatılan cennet burası, bir tek kışı olmasaydı!" dedi ve derinden bir nefes aldı. Ciğer dolusu bu nefesten sonra açlığını da hisset­ ti. Güneş gökyüzünün tam ortasındaydı. Öğle yemeğinin zamanı geçiyordu. Seyit Ferzeli oğluna: "-Hasan, yavrum,

239


Sekil'i yoldan al. Sol tarafa oyluğa bırak. Eğri Butar üzerin­ de yemek yiyelim. Atlarımız da dinlensin", dedi. Tuma gözü gibi berrak Eğri Butar pınan ovanın tam göbeğinde kaynıyordu. Pınar aşıp taşan fıskiyeye benziyor­ du. Çayırlığa da Eğri Butar deniliyordu. Seyit Ferzeli yiye­ cekle dolu yol heybesini Köhsel'in sırtından alıp yere koy­ du. Çiçeklerin üzerine sofra açtı. Yiyecekleri ortaya düzdü. Oğluysa önce Sekil'ın ipini koluna doladı. Arkasından Köhsel'i, atlan çayıra bıraktı. Baba oğul keyifle pınar başın­ da bağdaş kurup oturdular. Bismillah deyip ekmek kestiler. Yemeğin ortasındayken gelen sese doğru bakındılar. Seyit Ferzeli kendi kendine konuşuyormuş gibi "-Cin şeytan ol­ masın bu?' dedi. Bir de bakhlar ki, başı şapkalı, kısa boğaz­ lı, koca burunlu, koca dişli, eli çomaklı bir Ermeni onlara doğru koşuyor. Pala bıyıklan, kocaman dudaklanru makas­ lıyordu. Cin görmüş gibi durmadan bağırıyordu: "-Ulan, Aventis Ağanın korusunu atlara çiğnetmeyin. " Cin sesini kesmiyordu. Seyit Ferzeli dığanın havasını alma kararına geldi: "-Ulan, Ermeni gavuru, kalleşlik yapma. Bilmem A ventis Ağanmış, kimmiş başlarım imdi. O kim oluyormuş da, dün buralara gelmiş 'yersiz geldi, yerli kaç' diyor. Yay­ lalarımızı ne de çabuk sahiplenmiş. Sen huysuz adama ben­ zemiyorsun, bizimle uğraşma. Düz dünya koru. Sana yer mi yok. Gel yakına otur, ekmeğimizden kes, yemeğimizden ye.

Ondan

sonra

söyle

bakalım,

söylemek

istediğini.

A ventis Ağa kim, kimin nesi, kimin fesi . Niye el yolunu, elat yolunu sahiplenmiş. Belki o da Taşnaklardandır. Eşkı­ yalık ediyor!" dedi. Mızıkçılığın, kavga gürültünün yeri değildi. Seyit Ferzeli'nin tavnndan kendini bilen dığa sesi­ nin tonunu aldı, sonra tamamen kesti. Israra rağmen yine

240


de sofra başına oturmadı, inat etti. Gözlerinin önüne, başla­ rına dikildi. Sonra ellerini çomağının üzerinde bağlayarak çenesini dayadı. Huzursuz adamlar gibi alçak sesle şunları dedi: "-Hayır, oturmam, yemem. Sonra Aventis Ağa yedi­ ğimi burnumdan getirir. Lokmamı, boğma yapar." ded i . İnatkar <lığa Seyit Ferzeli'nin "-Yine sen bilirsin. Kıya­ met ondan kopar ki, biri yer, biri bakar", demesine bile al­ dırmadı. Kinli kinli onu seyretti. Bu bakışla da fırsat kolla­ yan kör şeytan içinde başkaldırdı. Atalarına lanet olasıca dığayı kendisine vasıta yaptı. Ermeni dığası sofra başında oturanların morallerini bozmak fikrine düştü. Deminden Seyit Ferzeli'nin yüzünün tüyünü, sivri bıyıklarını, çatık kaşlarını, geniş alnını, yuvarlak yüzünü, uzun boyunu, ona hususi bir yakışıklılık veren kıvırcık tüylü şapkasını seyre­ diyor, ondan gözünü alamıyordu. Nihayet tamah ettiği şapkayı kapma kararına geldi. Şapkayı başından kapıp kaçmaya elverir bir yer aradı. Alttan alttan çevreyi kolaçan etti. Eğri Butarın eteği dere önüne açılıyordu . Derede baş başa vermiş kocaman kaya parçalarının oyukları gözüne ilişti. Kaçıp taş oyuklarda saklanmak ona çok kolay geldi. Seyit Ferzeli'nin aklına gelmeyen başına geldi . Seyit ocağı kan dökmezdi . Kan davalarını yatırırdı, kanlıları barıştırır­ dı. Ancak şapkasını kaçan Ermcninin elinde görünce gözle­ ri çakmak çakmak oldu. Dığayı öldürmede gecikmişti. Şap­ kasını geri alamayabilirdi. Göz kırpımında yerinden fırladı. Süslü çuhasının eteğini katlayıp kuşağına uzandı. Dığanın karartısını nişanladı, tabancasının tetiğine bastı. Etin sesi boğması, dığanın 'vah' sesi kurşunun hedefini şaşmadığı­ nın belirtisiydi. Yaralı dığa son nefesinde kendisini kaya oyuğuna attı. Kendisinden önce şapkayı saklamaya çalıştı.

241


Şapka elinde iki kolunu da oyuğa soktu, arkasından başını anca sokabildi. Taşı tırmaladı. Ne kadar uğraşsa da koca­ man gövdesini küçücük oyuğa sığdıramadı. Koca gövdesi dışarıda, sanki kollarından asıla kaldı. Seyit Ferzeli d ığanın örme ceketinin yakalığından yapışarak güç bela onu geriye doğru çekti. Başının oyuktan sıyrılıp çıkmasıyla dığanın kana bulanmış cesedi gürültüyle yere yığıldı. Hayatında ilk kez ceset gören küçük Hasan soru dolu gözlerle babasına baktı. Seyit Ferzeli alçak sesle, sabırla şöyle dedi: "-Hasan, yavrum, şapkasını başında tutmayı beceremeyen adamdan erkek olmaz. Bu aşağılığı vurmasaydım, o zaman benim intihar etmem lazımdı. Yoksa şapkasız el içine çıkamaz­ d ım." dedi. Küçük Hasan bayağı düşündü. Morali anca bir zaman sonra d üzelebildi . İyi ki, çevrede kimseler yoktu. Çatışmaksızın

geçtiler.

Baba

oğul

atlanıp

Periçıngılına giden yollarına devam ettiler.

242

yaylaya,


UFUK ÖTESİ YAYINLARI Türkler Nasıl Bir Millettir? Merakı Hapsetmek Şeytanla Ekmek Bölüşmek Medyada Etikçiler Tetikçiler YAVER Kalem Kılıçlaşınca Hatayi Yurdu Gönül Dostları Kıbns'ta En Uygun Çözüm N�dir? Kazakistan'ın Yeniden Doğuşu Hüzünlü Şarkılar Bamteli Enver Paşa Cengiz Dağcı Kimlikteki Kim? Gölgedeki Kahraman Bir Öğretmenin Notları Gerçeğe Hu Diyelim Sibirya'dan Nazi Kamplarına Gökçence Sevdalar Dört Dörtlük İletişimin Rengi 243


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.