Sosyalist Dayanışma Dergisi Ağustos 2015 35. Sayı

Page 1

Sokak Barış Diyecek! Halklar Kazanacak! Barış Mücadelesini Yükseltelim Savaşı Okumak Barışı Örmek Fiyatı: 2 TL

/SODAP

/SODAP74

www.sodap.org

AĞUSTOS 2015 YIL: 5 SAYI 35

SARAYIN SAVAŞINA KARŞI

HALKLARIN

BARIŞI!

Halkların Demokratik Partisi’ne Yüklenelim AKP Eğitimde Çöküşün Diğer Adı Oldu HDK Neden ve Nasıl? Syriza’nın Yenilgisi Ne Anlatıyor? Saray Darbesine Karşı Demokrasi Yine, Yeniden: Ya Sosyalizm Ya Barbarlık Bir İktidar Uğruna Yanan Ormanlar Dünyanın Bütün İşçileri, Birleşmek İçin Sendikalı Olun! Bir Elde Kalem Bir Elde Orak Barış için ‘’Kadın Özgürlük Meclisi’’ Anormal Renkler Devimci Kişilik ve Duruş Başka Sinema’dan Haberiniz Var mı?


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2015

YA BARIŞ YA BARIŞ! Bir önceki sayımızda “Yeni Yaşamı Kurmak İçin İleri!” demiştik. Seçim zaferimizin ardından yapacağımız işleri tartışmaya başlamıştık. Hatta daha yeni başlıyoruz vurgumuz vardı.

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 5, Sayı: 35 Ağustos 2015 Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Sezgin Kartal Adres: Piyalepaşa Mah. Can Sk. No: 8/B Beyoğlu İstanbul İletişim: 0535 922 82 68 infosodap@gmail.com www.sodap.org Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34

2

Son bir ayda ülke savaş alanına döndü. HDP’nin seçim zaferini sindiremeyen Saray ve cuntası, kaderini eline almaya niyetli halkların başına nasıl bela olacağını çok iyi anladığı için savaş başlattı. Suruç’ta 31 sosyalisti IŞİD paravanını kullanarak katlettiler. Doğuyla batının buluşmasına öfkelerini kustular. Askeri ve siyasi operasyonlar, yargısız infazlar, medyanın hizaya çekilişi neredeyse her şey 90’ları hatırlatıyor. Saray’ın 90’ların topyekün savaş konseptini büyük bir hevesle kopyalamaya çalıştığı aşikar. Ancak tarihte hiç bir şey aynen tekerrür etmiyor. O dönemdeki savaşı egemenlerin kaybettiğini bilmem hatırlatmaya gerek var mı? Aynı koşullarda olmadığımız ise altını çizmemiz gereken en önemli olgudur. Egemenler Gezi’yi, Kobani’yi hafızalarımızdan silecekler mi? Bu direnişlerin yarattığı sonuçları hangi güçle olmamışa çevirecekler? İşleri çok zor. Ama bizim işimiz de kolay değil. Savaş ortamında halkların barışa sahip çıkması süreçten çıkmak için olmazsa olmazdır. Sadece savaşan güçlerin sözlerini söylediği ortamda halkların ödeyeceği bedel geri dönülemez sonuçlar açığa çıkaracaktır. Yeni yaşamı kurmak için nasıl ve nereden başlayan örgütlenmeler tartışmasını daha derin yapmayı isterdik. Ancak savaş koşullarında barışı nasıl inşa edeceğimizi yoğun olarak tartıştığımız bir sayıyla karşınızdayız. Zaten barış mücadelesini salt silahların susturulması darlığından çıkararak ele alırsak yeni yaşamı öreceğimiz örgütlenmeler için ciddi bir zemin oluşturabilir barış mücadelesi. Bir sonraki sayımızda Saray darbesinin geriletildiği, barış için ciddi adımlar atıldığı bir ortamda buluşmak dileğiyle.


Ağustos 2015 / Sosyalist Dayanışma

H

SOKAK Barış Diyecek! Halklar Kazanacak!

DP’nin barajı geçmesiyle tek başına iktidar olamayan AKP ve buradan doğru başkanlık hayalleri suya düşen Recep Tayyip Erdoğan’ın kirli planları Türkiye halklarına savaşı dayatıyor ve büyük bir hızla şer ittifakının provakasyonları sürüyor. 7 Haziran seçimleri öncesi AKP’nin HDP barajı geçemezse demokrasi ve özgürlük güçlerine büyük bir operasyon yaparak önündeki tüm engelleri temizleyeceğini düşünüyorduk. Ancak HDP’nin barajı geçerek mecliste ezilenleri temsil eder bir nitelik oluşturması ve tüm yoksullarını birleştirmesi üzerinden yarattığı umut, onlar için en büyük tehlike oldu ve rafta bekletilen savaş planları devreye sokuldu. Halkın arasında ciddi bir kutuplaşma yaratmak üzerinden attığı taktiği sürdüren Tayyip Erdoğan ve AKP’si bu ayrıştırmayı derinleştirerek HDP’ye kaptırdığı moral üstünlüğü yeniden almayı düşünüyor ve PKK mevzilerini vurarak bir adım öne geçmiş görünüyor. Yine “mezhep” vurgusu yaparak Sünnileri Alevilere karşı hem kemikleştiriyor ve hem de Alevileri “ateist sol örgütlerin tabanı” göstererek marjinalleştirme gayretini sürdürüyor. MHP tabanından kaybettiği oyu geri almanın bir yolu olarak da bu ayrıştırma taktiğini derinleştirmekte görüyor. Böylece erken seçim planlarının sonunda kaybettiği oy oranını ve moral gücü yeniden kazanmayı hedefliyor. Erken seçimde yeniden kazanma hayaliyle bu planlar sürerken ve savaş iki ileri bir geri yükselirken toplumda da muhalefetin yükseldiği bir süreç yaşanıyor. Yaratılan tüm baskı ortamına ve her yerde bomba patlayacak yaygarasına karşı Suruç katliamından başlayarak tüm cenaze ve protesto gösterilerinin kitleselliği dikkat çekiciydi. Ve sokaklar boşalmadı.

Yapılan her eyleme devletin saldırması, Türkiye’nin bir planını boşa çıkardı. Türkiye’nin savaş başlatmak ve Suriye planları hayata geçirmek için yaratmaya çalıştığı “IŞİD Türkiye’ye topyekün saldırıyor manipülasyonu” bir anlamıyla de şifre oldu. Tabloya bakıldığında IŞİD’in neden sadece HDP’ye saldırdığı neden sadece Kürtlere saldırdığı ortaya çıktı. Çünkü devlet de sadece Kürtlere ve demokrasi güçlerine saldırmaya başladı. Ülkesine yapılan “terörist saldırıya” tepki duyanlara devletin saldırısı IŞİD-AKP işbirliğini de deşifre etti. Manipülasyon ustası Recep Tayyip Erdoğan eski hükümet kadrolarıyla paralel yürüyen gizli suç örgütüyle beraber, televizyon yayın yönetmenlerinden, gazetelere, sendikalardan, askere herkesi rolünü yeniden biçiyor. Ve bunu meşru olmayan bir zeminde, hükümetsiz, meclissiz yapıyor. Tüm yetkileri halk tarafından elinden alındığı halde sivil bir darbe ile yürümeye devam ediyor. Uluslararası arenadaki desteğini de ABD üzerinden alarak saldırmaya devam ediyor. Bu desteğin karşılığında aralarındaki kirli pazarlığın sonucunda “ne verdiğini” ise önümüzdeki süreç gösterecek. Ancak şimdiden tüm bu saldırıların asıl hedefinin Rojava’ya karşı Türkiye’nin cephe haline getirilmek istenmesinin olduğu görülebilir. Başlatılan hava saldırılarında “IŞİD’e saldırıyorum” diyerek PKK mevzilerinin, PYD alanlarının vurulması, yapılan 1300’den fazla ev baskını ve gözaltında Kürtlerin ve devrimci sol örgütlerin, sendikaların hedef alınması, gözaltına alınan IŞİD’li sayısının göstermelik olması tabloyu ortaya koyuyor. Uluslararası arenada sadece Kürtlere saldırıyormuş gibi görünmemek için adına IŞİD operasyonu demesine

rağmen Kürt bölgelerine ve devrimci demokratlara saldırması oyunun bir parçası. Bu koşullar altında ise AKPCHP koalisyonu veya başkaca bir koalisyon fikri gitgide uzaklaşmakta ve erken seçim dahi olağanüstü koşullarda yaşanacak gibi görünüyor. Recep Tayyip Erdoğan AKP’sinin bu hamlelerine karşı ise 7 Haziran’da ele alınan moral üstünlük MHP’nin tarihsel koltuk değneği rolünü oynamasıyla savaş isteyenlerin cephesine geçmiş durumda. Bu arada HDP’nin örgütlenme sorunları ve CHP’nin HDP tarafından oluşturulmak istenilen demokrasi cephesine-bloğuna aynı netlikte yaklaşmaması ve meclisin bu süreçte tatil olması AKP’ye manevra alanı yarattı, zaman kazandırdı. Savaş cephesinin diğer hedefi de yukarıda belirttiğimiz gibi seçimde kazandığımız doğu-batı uyumu-ittifakı oldu. Batının doğuya el vermesi, yoksulların ortak çıkarlar etrafında birleşmesi düzen güçlerinin korkulu rüyası oldu. Şimdi bize düşen bu uyumun bozulmaması ve büyümesi için çaba sarf etmek. Başlatılmak istenilen savaşa karşı barış söylemini yükseltmek ve batının da barışı sahiplenmesini sağlanmak.

Erken seçimde yeniden kazanma hayaliyle bu planlar sürerken ve savaş iki ileri bir geri yükselirken toplumda da muhalefetin yükseldiği bir süreç yaşanıyor. Yaratılan tüm baskı ortamına ve her yerde bomba patlayacak yaygarasına karşı Suruç katliamından başlayarak tüm cenaze ve protesto gösterilerinin kitleselliği dikkat çekiciydi.

Toplumsallaşan bir barış talebi, silahların susması ve halkların ölmemesi anlamına geleceği gibi toplumsal yeniden varoluşumuzu sağlayacak ve garanti edecek duruştur. HDP bu projesinin de sahibidir ve savaş barajını yine HDP’de birleşen gücümüzle yıkacağız. Dayanışmayı büyütmeli ve savaş diyen saldıranları barış talebimizle hapsetmeliyiz. Bu barışın masada verilmeyeceği de son saldırılarla tüm kesimlerin malumu haline geldi. Şimdi sokaklar barış diyecek. Barışı sokakta biz inşa edeceğiz.

SODAP Meclisi Karar Metni’nden alıntıdır.

3


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2015

Başkan Yaptırmadık, Savaş da Yaptırmayacağız!

BARIŞ MÜCADELESİNİ YÜKSELTELİM Muzaffer KAYA

T

ayyip Erdoğan ve AKP yönetimi 7 Haziran seçimlerinin sonuçlarını bir türlü hazmedemedi. Mesele sadece Erdoğan’ın başkanlık hayalinin yıkılması değildi. Erdoğan için daha da kötüsü AKP’nin tek başına hükümet olmasının HDP tarafından engellenmesi oldu. Yolsuzluklara ve bin bir türlü kirli ilişkiye bulaşmış olan Erdoğan ve AKP yönetimi için muhalefete düşmek şöyle dursun, iktidarı paylaşmak bile kabul edilemez bir ihtimal. Bülent Arınç’ın itiraf ettiği gibi, AKP iktidar olmaya mecbur. O kadar kire bulaştılar ki bunların örtbas edilmesi için tek başına iktidar şart görülüyor. Bu yüzden 7 Haziran seçim sonuçları Erdoğan ve AKP yönetiminde şok etkisi yaptı ve 8 Haziran’dan itibaren Saray’da erken seçim planları yapılmaya başlandı. Saray ve geçici AKP hükümeti, bir yandan bilinçli olarak hükümet kurma çalışmalarını geciktirdi, diğer yandan başkanlığa ve tek başına iktidara mani olan HDP’ye ve Kürt hareketine karşı gerilimi sürekli tırmandırdı. Çözüm sürecinin bitirildiği bizzat Erdoğan tarafından ilan edildi ve sonunda PKK ile çatışmalar yeniden başladı. Burada vurgulanması gereken, çatışmasızlığa son vererek savaşı başlatan tarafın AKP olduğu gerçeğidir. Erdoğan ve geçici AKP hükümeti, planladıkları erken seçimde HDP’yi barajın altına düşürmek için var gücüyle yüklenmeye devam ediyor. Suruç Katliamı’nın ardından başlayan olaylar bahane edilerek yüzlerce HDP üyesi tutuklandı, başta Demirtaş olmak üzere HDP’ye yönelik yoğun kara propaganda başlatıldı, demokrasi güçlerine gözdağı vermek için yargısız infazlar ve polis terörü 1990’ları anımsatırcasına devreye sokuldu. Erdoğan, IŞİD’i bahane ederek Kürt-

4

lere ve demokrasi güçlerine karşı başlattığı savaşta MHP’yi de kendisine yedeklemeyi başardı. Muhtemel bir MHP destekli AKP azınlık hükümeti, seçime endeksli kirli bir çatışma politikasını sürdürmekte ısrarcı olacaktır. Erdoğan, onlarca insanımızın canı ve toplumsal çatışmalara yol açma pahasına gözü dönmüş bir seçim stratejisini hayata koymuş bulunuyor. Çatışmalı bir ortamda gidilecek erken seçimde vatan millet edebiyatı ve istikrar sopasıyla hem MHP’ye giden oyları geri almaya, hem de HDP’yi binbir baskı ve hileyle barajın altına düşürmeye çalışıyor. Bu koşullar içeresinde Türkiyeli sol ve demokrat güçlerin acil görevi, geniş bir barış ve demokrasi cephesi oluşturarak öncelikle çatışmasızlığa geri dönülmesini sağlamak olmalıdır. Savaş kışkırtıcılığına karşı güçlü bir barış hareketi örgütleyebilirsek, AKP’nin kanlı iktidar stratejisini boşa düşürebiliriz. Ülkemizde ve bölgede muktedirler ezilenleri birbirine kırdıracak savaş politikalarını yürütürken demokrasi güçlerinin etkin bir barış hareketi yaratabilmesi bugün hayati önemdedir. Çatışmaların yeniden başlamış olmasına rağmen Türkiye’de bugün kitlesel bir barış hareketinin yaratılmasının koşulları kesinlikle mevcuttur. Çatışmaların son bulması ve kalıcı bir barışın sağlanması AKP ve MHP’nin tüm savaş çığırtkanlığına rağmen ülkedeki büyük çoğunluğun özlemidir. Temmuz ayı başında geçici AKP hükümetinin Suriye’ye askeri müdahaleyi gündeme getirmesinin ardından kurulan Barış Bloku, Türkiye’de barış mücadelesinin yükseltilmesi açısından çok önemli bir adım olmuştur. Bünyesinde Türkiye’de emekten ve demokrasiden yana neredeyse tüm kurumları barındıra-

cak genişlikte olan Barış Bloku, AKP’nin savaş politikasının boşa düşürülmesinde belirleyici bir rol oynayabilecek bir potansiyele sahiptir. AKP ve MHP’nin “topyekun savaş” politikasına karşı “topyekun barış” şiarıyla mücadeleyi yükseltmeliyiz. Etkili bir barış mücadelesi AKP ve MHP’yi tecrit edecek, demokrasi güçlerinin geniş kesimlerle daha güçlü bağlar kurmasını sağlayacaktır. Belki de Türkiye’de ilk defa, Barış’ın toplumsal bir talep haline gelmesinin koşullarına sahibiz. Savaş çığırtkanları daha fazla inisiyatif kazanmadan Barış Bloku etrafında kenetlenerek halklarımızın yıllardır özlemini çektiği kalıcı ve adil barışı hayata geçirebiliriz. Barış mücadelesinin yükselmesi, AKP ve MHP’nin aynı ölçüde gerilemesi anlamına gelecektir. Bu yüzden içinde bulunduğumuz koşullarda tüm devrimci demokrat sol güçlerin yakalaması gereken kritik halka, Saray’ın savaş politikasına karşı halkların barışını gerçekleştirmektir. Bunun için öncelikle İstanbul merkezli olarak kurulan Barış Bloku’nun hızla diğer illere yayılması ve mahalle düzeyinde yerel ayaklarının oluşturulması gerekmektedir. Tıpkı 7 Haziran öncesinde olduğu gibi dinamik, coşkulu ve iddialı bir barış kampanyasını bir an önce başlatmalıyız. İmza kampanyaları, standalar, ev ve esnaf ziyaretleri, konserler, halk toplantıları, paneller, sergi ve sanat etkinlikleri, yürüyüş ve mitingler örgütlenebilir, yaratıcı eylemlerle barışın toplumsallaşması sağlanabilir. Kitlesel bir barış hareketi eğer yükseltilebilirse ve bu yolla yeniden çatışmasızlık sağlanabilirse, bu tüm toplumsal mücadelelere ve genel olarak demokrasi mücadelesine büyük bir ivme kazandıracaktır. Barışı sahiplenmek ve toplumsallaştırmak bugünkü koşullarda en devrimci görevi olarak karşımızda duruyor.


Ağustos 2015 / Sosyalist Dayanışma

SAVAŞI OKUMAK BARIŞI ÖRMEK

H

ızla yeniden bir savaş sarmalının içerisine yuvarlanıyoruz. Suruç’la başlayan gelişmeler son birkaç yılın bütün gerilimlerinin zemberekten boşanırcasına savaş dinamiğini beslemesine yol açtı. Neredeyse tamamen geçmişte kaldığı düşünülen birçok savaş taktiği sivil katliamları, orman yakmalar, yargısız infazlar, mayınlar, köy boşaltmalar, güvenli bölgeler şeklinde geriye döndü. Türk Devleti’nin genel karakterinin su üstüne vurduğunu görebiliyoruz. Türkiye kuruluşundan bugüne neredeyse bir operasyonlar ve özel harp devleti olarak kurgulandı. Hem yok edilen, asimilasyona uğratılan halkların ezilmesi hem de Soğuk Savaş’ın cephe ülkesi olunmasıyla sol/devrimci/komünist hareketin ezilmesi amaçlarıyla meşrulaşan özel harp geleneği çeşitli yeniden yapılandırmalara rağmen varlığını sürdürüyor. Aslında Türkiye’de gerçek anlamda bir demokrasiden bahsedilemeyişinin en önemli sebeplerinden başta geleni de budur. Egemenler her başları sıkıştığında halkın şu veya bu talebine karşı özel savaş makinesini devreye sokabilmekteler. Devlet ve egemen sınıflar, halkın karşılayamayacakları bir talebi karşısında onunla uzlaşmanın yollarını bulmaktansa onu hızlıca kriminalize ederek, bir savaş konusu haline getirerek ezme yolunu tercih ediyorlar. Şu anda yaşanan yükselişi bir Saray Darbesi olarak açıklıyoruz. Doğrudur, Erdoğan’ın iktidar alanını sınırlayacak bir politik sürecin 7 Haziran’la birlikte açılması Erdoğan’ı ve cuntasını özel harp aygıtını kapsamlı bir biçimde devreye sokma konusunda ikna etti. Suruç Katliamı bu anlamıyla özel harp aygıtının imal ettiği, taşeronluğunu ise IŞİD içindeki devlet kontrolündeki unsurların gerçekleştirdiği bir saldırı görüntüsü veriyor. As-

lında tam da saldırının karakterini ortaya koyan kodlar içeren bir saldırıdır. Devleti 7 Haziran öncesinde dehşete düşüren olgu özel harp aygıtını by-pass ederek, onu kullanılmaz hale getirerek toplumsal muhalefetin HDP ekseninde güç kazanması oldu. Ayrıca Rojava Devrimi’nin zeminin sürekli güçlenmesi, PYD iktidarının giderek istikrar kazanması ve Türkiye’nin bu konuda karşı diplomasi olanaklarının çok sınırlı kalması da devlet açısından savaşı bir politik yöntem olarak devreye sokmayı kaçınılmaz bir ihtiyaç olarak öne çıkardı. Suruç tam da tüm bu dinamiklerin kesiştiği bir eyleme dönük gelişen bir saldırı oldu. Kürt Özgürlük Hareketi ekseninde gelişen bir karşı hegemonyanın Rojava Devrimi’ne de nefes borusu açacak şekilde ülkede gelişmesi, meşruiyetini geliştirmesi ezilmek isteniyor.

dönük ciddi her hangi bir hamle görülmedi. Bunu Türkiye’nin Batı’yı kandırması olarak okuyabilir miyiz? Belki ama daha güçlü olasılık özellikle Kobane Direnişi sonrasında bölgedeki pozisyonunu önemli biçimde geliştiren PKK’nin sınırlanması ile ilgili Barzani’nin de yoğun motivasyonu ile bir konsensüs oluşmuş olabilir. Malum ABD bölgedeki kaotik yapıyı yönetilebilir seviyede süreklileştirmek için bölgede dönem dönem kimi yapıların önünü açıyor kimi zamansa bunları sınırlıyor. Süreçleri değerlendirirken emperyalizm algımızın sınırlanması çok ciddi politik hatalara yol açabilir. Dünya tarihinde emperyalizmin suç ortağı olmadığı hiçbir büyük katliam yoktur. Eğer savaşın arkasında böylesi bir uluslararası konsensus da varsa o zaman daha uzun erimli bir şiddet sarmalı bizleri bekliyor demektir.

Dolayısıyla oluşan savaş blokunun Erdoğan’ın ihtirasından daha derin temelleri var görünmektedir. Erdoğan’ın ihtiraslarının devletin biriken kininin ortaya saçılmasının perdesi olduğunu düşünmek daha gerçekçi. Dolayısıyla Erdoğan’ın günü birlik politik dönüşlerinden birisiyle açıklanabilecek ya da sona erebilecek bir sürecin içinde değiliz. Sürece darbe niteliği kazandıran en önemli yön budur. Devletin bir süredir birbiriyle meselesi olan, dolayısıyla da koordine olmakta zorlanan parçaları bu özel savaş konsepti ile yeniden koordine olacaklardır. Özellikle Genelkurmay ve Erdoğan/AKP arasındaki ittifakın kalıcılığı savaşı derinliğini belirleyecektir.

Böylesi bir şiddet sarmalı içeride ve dışarıda gerekli ittifakların gelişmesi ile at başı giderse Erdoğan’a hukuku tamamen bypass eden, fiili iktidarının adımları atma olanağı sağlar. Dolayısıyla 23 Ağustos’a doğru işlerin çok daha sertleşmesini bekleyebiliriz.

Savaşı derinliğini belirleyecek bir diğer olgu da emperyalizmin Türk devletine yol verme seviyesi olacaktır. Türkiye’nin PKK’ye saldırmak için IŞİD karşıtı koalisyona kerhen katıldığı görünüyor. Savaş sürecinin başlamasından bu yana IŞİD’e

Savaş dinamiklerinin ne kadar güçlü ittifaklara dayalı bir temelinin olduğunun işlerin gidişini büyük ölçüde belirleyeceği ortadadır. Günler geçtikçe sürecin daha da ağırlaştığını görüyoruz. 7 Haziran’la birlikte halklarımızın yarattığı büyük zafer savaş dinamikleriyle çalınmaya çalışılıyor. Bunu engellemek için ise halk güçlerinin çok daha seri hamlelerle barış inisiyatifini yükseltmesi gerekiyordu. Savaş derinleştikçe barış hareketinin inşası daha da güçleşecektir, savaşan taraflar dışında toplumun inisiyatif kazanması daha zorlaşacaktır. O yüzden özel harp aygıtının halklarımızın umudunu çalmasını engellemek için

M. Sinan MERT

özelikle Batı’nın büyük illerinde güçlü halk inisiyatifleri yaratmak zorundayız. Özel harp aygıtının oyunlarını bozmak için günü geçiştiren eylemlere değil gerçekten gündemi belirleyecek derinlikte bir demokratik inisiyatifi örerek, ellerimizi taşın altına koyduğumuz bir barış atılımına ihtiyaç var. Şu ana kadar ki performans bu anlamda umut verici olmakla birlikte çok yavaş ilerlemekte, halklarımızın 7 Haziran sonrası kaybettiği hamle üstünlüğünü geri alabilecek boyutlarda değildir. Zorluklarla dolu bu süreci kararlı bir direnişle aşabilirsek özel harp aygıtının felç edilmesi ve diktatörün elinin kolunun bağlanması konusunda muazzam olanaklar sağlayacağız. Ancak ciddi bedeller içeren bir mücadele döneminin bizleri beklediğini unutmadan ve gerçekçi politik beklentilere sahip olmadan bunun mümkün olamayacağını da kalın kalın çizmek gerekiyor.

5


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2015

HALKLARIN DEMOKRATİK PARTİSİ’NE YÜKLENELİM Serpil KEMALBAY

lere duyurmayı başardı. HDP ile toplum uzun zamandır ilk kez egemen siyasetin çekim alanının dışına algılarını açtı. Kutuplaştırıcı, İslamcı, militarist, şovenist, neoliberal ideolojilere karşı demokratik mücadele siyaseti şans kazandı. Yerel seçimlerin ardından gelen CB seçimleri HDP mayasının tutacağına dair ilk işareti vermiş; 7 Haziran’da alınan %13,1 ile sadece Kürt siyasi mücadelesini temsil etmekle kalınmayıp ayrıca “Türkiye partisi” olma yoluna çıkılmış olduğunu gösterdi.

H

alkların Demokratik Partisi programı şu cümlelerle biter. “Partimiz, işçilerin ve emekçilerin, her ulustan, her inançtan, her kültürden ezilen ve sömürülen halkların eşitlik, özgürlük ve adalet için verdikleri mücadelelerin ilerletici gücüdür. Tüm toplumsal muhalefet kesimlerini, demokratik direniş odaklarını, demokrasi, eşitlik ve barış mücadelesi veren tüm özneleri, umut ve heyecanla ortak bir mücadele hattında buluşturmak ve sürece müdahale etmek üzere kurulmuştur.” Gerçekten de HDP kuruluş tarihten bu günlere gelirken, oldukça samimi, temkinli ve mütevazı bir şekilde ifade etmeye çabaladığı yukarıdaki hedeflerine umulmadık bir hızla yaklaşmaktadır. Hem toplumun olabildiğince geniş ezilen kesimlerini kapsayıcı yenilikçi bir siyaset dili kullanmasıyla, hem politik aktivizmi ile ilkelerini geniş kesim-

6

Kürt siyasi hareketinin devrimci dinamizmi, bireylerin yanında bileşenler olarak HDP içerisinde yer alan 6 sosyalist devrimci yapı ve HDK’de bulunan mücadeleci demokratik yapılar HDP kimliğinin önemli parçaları. Seçimlerin ardından partiyle ilişkilenen, kendisini HDP içerisinde görmese de seçimlerde destekleyen katmanlarla ilişkiler de giderek güçleniyor. Geçici hükümet eliyle verilen savaş kararı ve yükseltilen militarist politikalara karşı şekillenen barış bloğu gösteriyor ki bu yakınlaşma gelişerek sürüyor. Öyle görülüyor ki şimdiye kadar yürünülen çizgi geliştirildiğinde ve önemli bir hata yapılmazsa HDP’nin etrafındaki bu “sevgi” halkası giderek büyüyecek. 7 Haziran seçimlerinde olduğu gibi HDP egemen siyasetin planlarını bozacak siyasi bir odak olarak ezilenler cephesine güç katacak. Şimdi bize düşen yakaladığımız bu eşsiz tarihsel fırsatı halklarımız için kalıcı bir kazanıma dönüştürmek için var gücümüzle HDP’ye sarılmak. Şimdiye kadar egemenler tarafından belirlenen ana akım siyaset karşısına, ezi-

lenlerin politik gücünün dikilme fırsatını ete kemiğe büründürecek örgütsel ve politik varoluşu aşağıdan inşa etmek. Bunun için Karadeniz’den, Ege’ye, Güney’den Kürdistan’a halk inisiyatifine dayanan bir parti olmayı başarabilmeli, ezilenlerin gücü olacak halk meclisleri, kadın meclisleri, gençlik meclisleri, ekoloji, barış, demokrasi inisiyatifleri, yerel örgütler, halk örgütleri olarak yerellerde yeşerecek bütün inisiyatifler HDP/HDK saflarına kazanılabilmeli, kapsayabilmeli veya inşa edebilmeliyiz. Partinin kurullarında, her biriminde parlamentarizme kapılmadan var olabilmeli, bürokrasiye düşmemeli; halkın katılımını, doğrudan demokrasi mekanizmalarının oluşmasını, yeni bir politik kültürün ezberlerde değil hayatta var olmasını güvenceye almalıyız. Söz ve eylem birliğiyle düzen güçlerinin kapitalist, neoliberal saldırılarına karşı tutunacağı dal olmayı başarmalıyız. HDP, emeğin sömürüsü karşısında mücadelenin bağrında bulunmalı; Soma’ya, Ermemek’e, maden işçilerine, mevsimlik tarım işçilerine, ev işçilerine, taşeron sistemine, güvencesizlere karışmalı, harman olmalı… HDP olarak doğanın katledildiği yaşam alanlarının yok edilmek istendiği alanlarda olmalı; Yırca ’yı, Çamlı Hemşin’den, Cerattepeye, zehir akan Ergene deresine her derdi sahipleri ile beraber HDP içine taşımayı başarmalıyız. Kürtlerden, Araplara, Çerkezlere… Bütün ezilen halkların mücadelesini HDP içerisinde birleştirebilmeliyiz. Kadın mücadelesini, LGBTİ mücadelesini

içselleştirmeliyiz. Kapitalizmin saldırıları karşısında bütün acı çekenlere, bütün gerilim noktalarına, harekete geçen bütün demokrasi dinamiklerine adres olmayı başarmalıyız. Yeni bir yaşamı kurma yoluna çıkan ezilenlerin mücadele içindeki hareketlerin birleştiği, gücünü ve öfkesini birleştirdiği sadece Kürt coğrafyasına dayanan değil batıda da en az o kadar kökleşen bir mücadeleyi inşa edebilen bir HDP için bugünden yarına kollarımızı sıvamak zorundayız. Halkların Demokratik Partisi elbette bu kadar hızla çekim merkezi olmuşken kof bir büyüme riski ile de karşı karşıyadır. Kendisi de bir işçi olan Lula tarafından yönetilirken Brezilya İşçi Partisi için söylendiği gibi “halklara seslenen ama burjuvaziye çalışan” konuma sürüklenme riski HDP için de vardır. O nedenle HDP örgütlü bir toplumsal güce dayanması ile ezilenlerin partisi olma rolünü üstlenebilir. Kürt siyasi dinamiği önemli bir örgütlü gücü temsil ediyor. Buna sınıf örgütlerinin ve diğer toplumsal meselelerin örgütlü gücünün eklenmesi batıdaki sınıfsal ve sosyal çatışma alanlarının içinde örgütlenerek olacak. Ve bunun kendiliğinden olması ya da Kürt siyasi hareketinin bu görevi batıdaki dinamikler adına da üstlenmesini beklemek hem haksızlık olur, hem de tarih gösteriyor ki bu görev Türkiye sosyalist, devrimci hareketinin omuzlarındadır. Biz sosyalistler bir elimizde kendi bayrağımızı tutarken öte yandan bütün bu görevleri göğüslemekle üzere boylu boyunca HDP’yi örgütlemekle yükümlüyüz.


Ağustos 2015 / Sosyalist Dayanışma

AKP EĞİTİMDE ÇÖKÜŞÜN DİĞER ADI OLDU

T

ürkiye toplumunun bu aralar en büyük sorunlarından birisinin eğitim olduğu çok açık. AKP’nin 13 yıllık iktidarı eğitim sistemini içinden çıkılamaz bir düğüme dönüştürdü. Eğitimin her kademesinde muazzam sıkıntılar var. Bu konuda yeterince kapsamlı bir siyaset yapılamıyor oluşu bu gerçeği ortadan kaldırmıyor. Dershanelerin kapatılması ya da daha doğrusu temel lise adı altında yeniden yapılandırılması süreci Anayasa Mahkemesi’nin dershanelerin kapatılmasını “teşebbüs hürriyetine aykırı” bularak iptal etmesi ile yeni bir aşamaya sıçradı. Görünen o ki dershaneler bu yıl da açık kalacaklar. Dershaneler tam anlamıyla kapansa devlet okullarında, özellikle akademik eğitim yürütülen Anadolu Liselerinde öğrencilerin büyük bir kısmı temel liselere geçiş yapacaktı. Birçok köklü okul neredeyse mezun veremeyecek hale gelecekti. Şu an itibariyle ortada tamamen belirsiz bir durum var. Veliler oldukça endişeli durumdalar. Sınava dayalı eğitim sistemi, üniversitelere dayalı meslek edinme modeli söz konusu olduğunda üniversite sınavı belki de bütün 13 yıllık sürecin en önemli anı ve dolayısıyla bu noktada kimse telafisi mümkün olmayan bir adım atmak istemiyor fakat ortada kocaman bir belirsizlik var. Önümüzdeki sene tam olarak nasıl bir işleyişin ortaya çıkacağını kimse bilmiyor. Herkes el yordamıyla kendisine bir tutum belirlemeye çalışıyor. AKP’nin iktidar olmayan hükümeti ise kafayı Erdoğan’ın başkanlığına ve her ne pahasına olursa olsun savaş çıkarmaya takmış olduğu için bu konuda herhangi bir düzenleme yapabilecek durumda değil.

Birkaç ay önce büyük tantanalarla ortaokulun ilk sınıfını İngilizce hazırlık sınıfı olarak yapılandırılmasının planlandığı açıklanmıştı. Malum AKP iktidarının ilk yıllarında Anadolu Liselerinin büyük bir kısmındaki hazırlık sınıfları kaldırıldı. Şu anda 13 yıl boyunca eğitim gören gençlerin çok önemli bir bölümü asgari seviyede dahi İngilizce kullanabilir hale gelemeden mezun oluyorlar. AKP’nin bu 13 yılda eğitime verdiği tahribat o boyutlardaki geçmiş uygulamaların bir kısmının yeniden hayata geçirilmesi bile bir umut olarak pazarlanabiliyor. Fakat görünen o ki bu sene hazırlık sınıfı ile ilgili bir düzenleme gerçekleşmeyecek. AKP döneminde eğitim sistemi tam bir projeler mezarlığına dönüştü. Yine büyük bir propaganda kampanyası ile pazarlanan Fatih Projesi de bir elektronik çöplüğü yaratmak dışında bir sonuç yaratmadan gözden kaybolmakta. Sınırlı sayıda okulda dağıtılan tabletler öğrencilerin ekran bağımlılığını arttırmak dışında bir etki yaratmadı ve şu anda da büyük bir kısmı kullanılamaz halde. Yine belirli sayıda okulda bulunan akıllı tahtalar da ders kitapları tahtaya uyumlu tasarlanmadığı için kullanılmıyor. Derslerin büyük kısmında akıllı tahtalar hiç açılmıyor, sadece kara tahta işlevleri ile kul-

lanılıyor. Aslına bakılırsa gerekli malzemenin kullanılabilmesi durumunda akıllı tahtaların işlevli biçimde kullanılması mümkün fakat verimli kullanılabilen tahtaların oranı %10’u geçmiyor. Eğitimin sosyalist anlamda kurgulanışı; insanlığın binlerce yıllık birikimini kucaklamış, kendisini bu hikayenin bir parçası olarak kurgulamış, zihinsel yetenekleri ile edimsel yeteneklerini bütünleştirebilmiş, muhakeme yeteneği, özgüveni/özeleştiri kapasitesi gelişmiş bireyler yetiştirmeyi planlar. Kapitalist eğitim algısı ise böylesi bir bütünlük kurgusu üzerine oturmaz. Sınıfsal parçalanmaya denk biçimde öğrencileri kategorize eder ve onları olası işlevlerine göre yetiştirmeyi planlar. Eğitimin ilk birkaç yılı sonrasında kimin yönetici kimin işçi olacağını belirler ve her öğrenciyi kendi ölçeğinde yetiştirir. Dolayısıyla işçi olarak eğitilen bireylerin yapacakları işler ile ilgili temel becerileri kazanmaları hedeflenir. Sistem, öğrencinin bu tek boyutunu geliştirmeyi hedefler. Türkiye’de ise geri kalmış, üretim yapısı gelişmemiş bir toplum olmanın vebali olarak kapitalist eğitimin sınıfsal ayrışması yapılmak istenir fakat hiçbir kategoride asgari seviyede bile bir yeterlilik sağlayacak eğitim gerçekleştirilemez. Akademik

M. Sinan MERT

eğitim yapması planlanan bireylere yabancı dil öğretilemez, yöneticilik yapması planlanan öğrencilere temel matematik ve muhakeme yeteneği verilemez, işçi olarak yetiştirilmesi planlanan kişilere ise hınca hınç dolmuş meslek liselerinde asgari seviyede bir iş bilgisi sunulamaz. Okul müdürünün iktidara yakınlığı onun bütün ilkelliklerinin üstünü örtebilir. Öğretmenlerin büyük kısmı mesleki yeterlilikleri ile değil idareye ve iktidara yakınlıkları ile rahat konumlarda varlıklarını sürdürmeye ve bürokraside yükselmeye odaklanmışlardır. Öğrenciler de bir şey öğrenmenin çoğu zaman imkansız olduğu bir modelde sadece diplomayı ele geçirmeye odaklanmışlardır. Böylece eğitim süreci neredeyse bütün ögelerinin yabancılaştığı koşullarda sürdürülür, ortaya kocaman bir sıfır çıkması da bu anlamda son derece anlaşılırdır. AKP’nin toplumda yarattığı tahribatın en görünür kısmı eğitim alanında ortaya çıktı. Bu tahribatın hesabını sorabilmek mümkün olmazsa toplumun geleceği açısından çok büyük sorunlar birikmeye devam edecek.

7


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2015

HDK NEDEN VE NASIL ? df

Bahar EKİNCİ

Bazılarınca sorun olarak görülen HDP’nin öne çıkışı sıkıntı duyulması gereken değil değerlendirilmesi gereken bir olanaktır. Belirttiğimiz gibi biz de HDP’nin başta seçim partisi, tabela partisi olması yaklaşımındaydık. Ama süreç başka türlü aktı. Her şey öngörüldüğü gibi gelişmeyebilir. Bizlere düşen açığa çıkan olanakları değerlendirmektir. Yoksa sürecin akışını geriye dönüp değiştiremeyiz. HDP geldiğimiz konakta önemli bir olanak açığa çıkarmıştır.

H

DK’nin yeniden örgütlenmesi gündemiyle karşı karşıyayız. Kürt Özgürlük Hareketi, stratejik yaklaşımı gereği bu konuya özellikle önem veriyor ve HDK bileşenlerini bu anlamda göreve çağırıyor. Aslında HDK projesi ilk ortaya konduğu günden bu yana bir evrim geçirdi. Konuyla ilgili herkes biliyor ki HDK/P projesi aslında Öcalan’ın projesidir. Demokratik Cumhuriyetin demokratik ulus perspektifiyle inşası sürecinde bu coğrafyadaki halkların kurucu iradelerini açığa çıkarması yaklaşımı birincil önemdeydi. HDK’nin ilk kongresinin açılışında farklı uluslardan pek çok konuğun kongreyi kendi dillerinden selamlaması bu yaklaşımın ürünüydü. Kongre’nin adı da bu yaklaşımla belirlenmişti. O süreçte HDP, HDK’nin siyasi partisi, hatta bir seçim partisi olarak ele alınıyordu. Aslolan HDK idi. Bizler açısından o dönemde HDK, başta Kürt Hareketi ile ittifak yapacağımız bir zemin olarak önemliydi. Bu ittifakın o günlerde başkaca bir zemini yoktu. Ancak HDK projesine aynen KÖH gibi bakmıyorduk. Halkların buluşmasının ideolojik zemini doğru tariflenmeliydi. Ezilenlerin, emekçilerin talepleri HDK’de etkin olmalıydı. Bunun ideolojik mücadelesini HDK’de vermek kaydıyla içinde bulunmayı büyük ölçüde önemsedik. HDP’nin ise bir seçim partisi olması yaklaşımındaydık biz de, HDK’deki pek çok yapı gibi. Ama süreç birkaç açıdan öngörüldüğü gibi akmadı. HDP, 7 Haziran’da aldığı %13’ü aşkın oy oranıyla başta AKP diktatörlüğünden kurtulmak isteyen kitlelerin umudu haline geldi. 2011’den bu yana Türkiye politik atmosferinde çok ciddi gelişmeler oldu. Bu gelişmelerin HDK/P projesini doğrudan etkilemesi kaçınılmazdı. Gezi İsyanı’yla AKP’nin diktatörleş-

8

mesine karşı ayaklanan kitleler batıdaki havayı değiştirdi. Kimi çevrelerce kalıcı sonuçları olmamış gibi görünen bu isyanın, belki de en önemli etkisi bilinçlerde oldu. Gezi’de oluşan forumlar, kısa bir süre sonra sönümlense de örgütlülüğe yaklaşımda toplumda açığa çıkan bilinç sıçramasının göstergesiydi. Bir diğer etkisi korku duvarlarının aşılmasıydı. Yazının konusu itibariyle Gezi’nin önemli sonuçlarından biri de şovenizm duvarlarında oluşan çatlaklardı. Bunda hiç kuşku yok ki 2013’te başlatılan müzakere sürecinin de etkisi oldukça fazlaydı. Bir diğer önemli gelişme Rojava devrimidir. AKP destekli katil IŞİD çetesine karşı insanlık mücadelesi veren YPG/YPJ’nin direnişi, dünya kamuoyunda olduğu Türkiye’nin batısında da ciddi bir sempati oluşturdu. Gezi İsyanı ve müzakere sürecinin de etkileriyle 6-8 Ekim Kobani Direnişi batıda da önemli etkiler yarattı. Rojava devriminin önemli sonuçlarından biri de halk örgütlenmeleriyle kurulmaya çalışılan modeldir ve bu model HDK projesinin içeriğini doğrudan etkilemiştir. Toplumun öz savunmadan ekonomiye, eğitimden adalete öz örgütlenmelerle yeniden inşası sürecine girildi. Uygulamalar ve tartışmalar 21. yüzyıl sosyalizmi deneyimlerinden biri olarak değerlendirmeyi hak ediyor. 21. yüzyıl sosyalizmi deneyimi L. Amerika’da ilk filizlerini ortaya çıkardı ve çok zengin deneyimler biriktirmeye devam ediyor. Kapitalizmin yapısal dönüşümü, sınıfın parçalanması, kapitalizmin üretim alanından gitgide uzaklaşması, işsizliğin kalıcılaşması, varoşlarda ciddi gerilimlerin birikmesi, kapitalizmin doğayı kendi çıkarları için yok etme noktasına gelmesi ve artık sadece işçi sınıfına değil tüm insanlığa düşman bir sınıf haline gelmesi gerçekliği üzerinden şekillendi 21. yüzyıl

sosyalizmi tespiti. Kapitalizmin içinde sosyalist alternatiflerin, üretimin emekçiler tarafından örgütlenmesinden toplumun öz örgütleriyle kendini yönetmesine kadar zengin örnekleri var bu coğrafyada. Biz de bu süreci başından beri takip ediyor, yaşanan sorunlarla birlikte açığa çıkan deneyimleri tartışıyor, stratejik ve taktiksel yönelimlerle uygulamalarda bulunmaya çalışıyoruz. 1996’dan itibaren yaptığımız stratejik değişiklik ve ardından 21. yüzyıl sosyalizmine bakışımızla açığa çıkardığımız deneyimler biliniyor. Dünya’nın bir ucunda L. Amerika’da bu süreç yaşanırken diğer ucunda Rojava’da, belki de bu deneyimlerden etkilenerek değil de koşulların kaçınılmaz dayatmasıyla çok benzer uygulamalar yapılıyor ve tartışılıyor. L. Amerika’da neoliberal saldırıların açığa çıkardığı gerilimler üzerinden akarken süreç, Rojava’da Suriye’de açığa çıkan iç savaş ve IŞİD çetesinin saldırılarına karşı ayakta kalma mücadelesiyle şekilleniyor devrim. Ama çok benzer uygulamalar ve tartışmalarla. HDK projesinin içi artık halkların birliği ve cumhuriyeti kurucu bir iradeyle inşa etme meselesinden çok daha ileri bir şekilde doldurulmaya çalışılıyor. Bunun böyle olmasında Rojava’da yaşanan süreç kadar -zaten onun da etkisiyle- Kuzey Kürdistan’da DTK üzerinden yapılanlar ve yapılmaya çalışılanlar da etkilidir. Kürt Özgürlük Hareketi, DTK üzerinden Kuzey Kürdistan’da yaşamı üretimden tüketime, adalete eğitime, öz savunmaya kadar halkın iradesini açığa çıkaracak şekilde öz örgütlerle yeniden kurmaya çalışıyor. “Burada yapılanların bir kısmı 80 öncesi batıda da mesela Fatsa’da da yapıldı, ne farkı var?” denebilir. Çok ciddi bir yaklaşım farkı var. Kapitalizmin içinde sosyalist alternatifler yaratarak ikili iktidar


Ağustos 2015 / Sosyalist Dayanışma

odakları oluşturulmaya çalışılıyor (Bu aynen KÖH’nin ifadeleri). Fatsa’da devrim yapmak için halk örgütlenmeye çalışılırken koşulların dayatmasıyla ‘kurtarılmış bölge’ oluşmuştu. “Ama devrim çok yakındı.” KÖH’nin sürece teorik yaklaşımıyla aramızda farklar yok değil. Özellikle devlet ve iktidar kavramlarına bakışlarıyla aramızda ciddi farklar var. Ama bu konu bu yazının sınırlarını aşıyor. Başka bir yazıda ele alınabilir. Rojava devriminin ve DTK’nın önüne koyduğu projede yol alabilmesi hiç kuşku yok ki KÖH’nin yarattığı siyasi hegemonya sayesinde olabilmiştir. Halkın tepkisellikle ve bıçak kemiğe dayandığı durumda hareket ettiği, çok geniş ve kitlesel meclis, konsey vb üzerinden 1 yılı aşkın sokakları işgal etse de iktidarı “daha namuslu” burjuvalara armağan ettiği Arjantin ayaklanması; siyasi hegemonya ve geleceği ellerine alma ideolojisi olmadan neler olabileceğine dair acı bir deneyimi barındırıyor. İşte bu noktada HDK’nin batıda örgütlenmesinin önündeki en önemli sorunlardan birine değinmiş oluruz. Batı’da Kürdistan’daki gibi siyasi hegamonya inşa edebilen bir “önderlik” henüz şekillenmemiştir. Türkiye Devrimci Hareketi, henüz geniş kitlelerle ideolojik ve siyasi kopukluk yaşamaktadır. Gezi İsyanı’nın sonuçları, bunun önemli bir göstergesiydi. Bu noktada HDK’nin 4 yıllık tarihine rağmen neden yol alamadığı konusuna giriş yapmış oluyoruz. HDK kurulduktan

sonra ülkede 3 seçim yaşanmış olması, HDP’nin hızla öne çıkması ve AKP’den sıtkı sıyrılanların umudu haline gelmesi HDK’yi büyük oranda HDP’nin gölgesinde bıraktı. Seçim partisi olarak kurgulanan HDP birden yeni yaşamın örgütlenmesinde önemli bir umut haline geldi. Bir diğer önemli mesele HDK’de bulunan her bileşenin HDK’ye aynı misyonu biçmiyor olmasıdır. KÖH’nin verdiği misyon anlatıldı. Ama mesela; EMEP HDK’nin bir güç birliği gibi, eylem birliği yapan platform gibi çalışması gerektiğini söylüyor. HDP’nin gölgesinde kalan HDK’nin örgütlenmesinin önünde bu yaklaşım farkları da ciddi bir engel olarak duruyor. Batıda kitlelerle ciddi bağlar kuramadan daha homojen bir yapılanmanın içine girmenin yaratacağı sıkıntıları tartıştırmak anlaşılır bir durumdur. Önemli olan bu tartışmayı şovenizmin etki alanı dışında yapmaktır. Bu meseleyi aşmanın yollarından biri birlikte olumlu pratikler inşa edebilmekten geçiyor. Mesela; Kürt işçilerin yoğunlaştığı bir sektör olan inşaat sektöründe sınıf mücadelesi anlamında olumlu bir pratik hayata geçirilebilir. Bunun için hala geç kalınmış değildir. KÖH’nin BDP’yi feshedip Kürdistan’da DBP’yi kurması batıda da olduğu gibi HDP’ye geçmesinin yarattığı semptonlar da tartışmaya değer. En ağırlıklı bileşenin olduğu gibi HDP’ye geçip HDK’de de aynı konumlanışa geçme durumu, diğer bileşenlerin yapılarını koruyup temsilci-

leri üzerinden süreci yürütmeye çalışması eşitsizliği daha da yönetilmesi zor hale getiriyor. Bir de daha önce batıda mahalle düzeyinde örgütlü olan Kürt kitlesi HDK yerel meclisleri kurulmadığı için açıkta kalmıştır. Bu durum KÖH’ni kaygılandırmaktadır. HDK’deki her bileşenin HDP’de bulunmayışı da HDK/P ilişkisinin başta kurgulandığı gibi ya da birilerinin hala olması gerektiğini savunduğu gibi yürüyemeyeceğini gösteriyor. Hatta son süreçte HDK’nin genişletilmesi tartışmaları bu ilişkinin tekrar tariflenmesini gerektirmektedir. Bazılarınca sorun olarak görülen HDP’nin öne çıkışı sıkıntı duyulması gereken değil değerlendirilmesi gereken bir olanaktır. Belirttiğimiz gibi biz de HDP’nin başta seçim partisi, tabela partisi olması yaklaşımındaydık. Ama süreç başka türlü aktı. Her şey öngörüldüğü gibi gelişmeyebilir. Bizlere düşen açığa çıkan olanakları değerlendirmektir. Yoksa sürecin akışını geriye dönüp değiştiremeyiz. HDP geldiğimiz konakta önemli bir olanak açığa çıkarmıştır. Milyonlarca insan HDP’ye oy vermiş belki en az o kadarı da kulağını kabartmıştır. Bu durumu örgütlemeye dönüştürmemiz gerekir. HDK bir projenin adıdır. Bu projeyi hayata geçirirken HDP’nin öne çıkışından azami oranda faydalanabiliriz. Kuracağımız meclislerin daha etkili olacaksa HDP’nin meclisleri olarak kurulmasında ne sakınca olabilir? Hatta bir de tersinden düşünürsek HDP ya da HDK’ye

gelmeyenlerle ama yan yana durabildiğimiz bileşenlerle kurduğumuz Barış Bloğu nedir? Yanlış mıdır bu oluşum? Ya da herhangi bir mahallede kuracağımız bir meclise HDK’de değil diye mesela Halkevleri’ni çağırmayacak mıyız? O mahallede bulunan köy dernekleri HDK altında olmak istemiyorsa katılımı genişletmek için kuracağımız oluşuma başka bir isim versek günah işlemiş mi oluruz? HDK; emek, kadın, ekoloji, eğitim, gençlik ve sağlık alan örgütlenmelerini korumalı ve geliştirmelidir. Bunu yaparken de kendi dışındaki oluşumlarla yakın temasta olmaya ve hatta yan yana durmaya azami dikkat göstermelidir. Yerel meclisler, HDP’nin açığa çıkardığı olanaklardan da faydalanarak kurulabilir. Ancak bu meseleye tüm bileşenler ortak bakmıyor. Kurmamalıyız diyenler de var. Bizce yerel meclisler olumlu örnekler yaratılabilecek belli başlı yerlerde pilot uygulamalarla kurulmaya başlanmalıdır. HDK/P projesi sadece iki “yakamızı” bir araya getirme projesi değildir. Devrimi birlikte örme araçlarından biridir. Bu süreci örerken yaşanan sıkıntıları, olanakları derinlikli tartışabilmemiz gerekir. Basınç oluşturarak ikna etme yaklaşımı sonuç alıcı değildir. Önümüze çıkan olanakları değerlendirerek gerçekleştirilecek olumlu örnekler ön açıcı olacaktır.

9


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2015

SYRIZA’NIN YENİLGİSİ NE ANLATIYOR? M. Sinan MERT

Yunan deneyimi, mikro ölçekte kurulan ekonomik dayanışmaların bir makro politika yaratmadığını ortaya koydu. Yunan deneyimi bu konuda bir çok zengin deneyim içeriyor. Kooperatifler, alternatif para uygulamaları, takas pazarları vb. birçok girişimi barındıran bir dayanışma ekonomisi mevcut. Halkın gündelik yaşamının neo liberal bataklığa minimum seviyede battığı bir ülkeden bahsediyoruz. Fakat bu deneyimlerin bir halk iktidarının makro uygulamalarını ikame etme şansı yok.

10

S

YRIZA’nın istikrar paketine karşı politikalar uygulamak üzere iktidara geldikten yaklaşık 6 ay sonra yeni bir istikrar paketini kabul etmek zorunda kalması birçok açıdan çok önemli bir deneyimi ortaya çıkardı. Çok bilmişlik yapmadan ve gerçekten anlamaya çalışarak bu deneyimden sonuçlar çıkarmamız gerekiyor. Zizek’in sık sık vurguladığı gibi “Büyük gösteri zamanlarından sonra, kapitali rahatsız etmediğiniz müddetçe bir netice alamazsınız” ve/fakat solun elinde kapitali nasıl rahatsız edeceğine dair kitleleri ikna edici bir program uzunca bir süredir yok. SYRIZA, sermayenin “karşı çıkılamaz aklı”na karşı çıkmayı hem de toplumunun çok önemli bir kesimini arkasına alarak bunu yapmayı başardı fakat o da elinde ikna edici bir programı olmamasının bedelini ödedi ve işin kötüsü bu bedeli sadece SYRIZA değil dünyanın bütün ilerici/devrimci demokrasi hareketleri de onunla birlikte ödemek zorunda kalıyor. Örneğin SYRIZA’nın pes etmesi sonrasında PODEMOS’un oyları da ciddi biçimde düştü, istikrar paketlerinin sol savunucusu sosyal demokratların oyları artmaya başladı. 2008 krizinden bu yana dünyanın dört bir yanı isyanlarla, kitlesel halk hareketleri ile sarsılıyor. Fakat bu hareketlerden henüz devrimci bir alternatif ortaya çıkmadı. L.Amerika’da yaşanan gelişmeler halkçı bir ekonominin inşası ve 21. Yüzyıl Sosyalizmi ufku açısından ortaya önemli ve umut verici olanaklar çıkardı. Doğrudan demokrasi ile halkçı bir ekonominin bileşimi olarak kısaca özetlenebilecek 21. Yüzyıl Sosyalizmi, Venezüella’nın ayrıksı petrol geliri olanağının bulunmadığı yerlerde şimdilik tekrarlanma şansı bulama-

dı. Petrol gelirlerinin düşmesi Venezüella’da da ciddi ekonomik sıkıntılara yol açıyor. Finansallaşma, globalleşme ve serbestleşme üçlü sacayağı üzerine oturan neo liberalizm 2008 kriziyle büyük bir yara aldı, kriz o günden bu güne odağı coğrafi olarak yer değiştirerek devam ediyor. ABD, Avrupa ve son olarak Çin ve G.Doğu Asya odak haline gelmiş gibi görünüyor. Fakat özellikle finansallaşma ayağı krizin faturasının hala büyük oranda en alttakilere çıkmasına yol açıyor. Kapitalizmin talep yetersizliği sorununu aşmak hem de bu sayede üretimde azalan kar oranlarını telafi edecek yeni yatırım olanakları ortaya çıkarmak için geliştirdiği finansallaşma araçlarının, toplumun en altındakileri de global tüketim ağlarına eklemeye çalıştıkça kırılganlığı da artıyor. ABD’de 2008 krizini tetikleyen etken, “subprime” adı verilen yoksullara dönük ev kredileri ve bunlardan üretilen türev kağıtları piyasalarının sürdürülemez hale gelmesi idi. Avrupa’da da Almanya ve Fransa’nın üretimlerini emmek üzere konumlandırılan görece yoksul Güney Avrupa ülkeleri, bu işlevlerini artık devam ettiremez hale gelince krizin sebebi haline geldiler. Avrupa Birliği’nin güney ülkeleri için nasıl bir endüstrisizleşme süreci olduğu, dünyanın ihracat devi olan Almanya’nın dış ticaret fazlasının büyük oranda bu endüstrisizleşmeye bağlı olduğu hiç konuşulmuyor. Almanya’da sanayinin toplam ekonomi içindeki payı hala %26’nın üzerinde. İki Almanya’nın birleşmesi döneminde ülkenin dış ticaret fazlası neredeyse ortadan kalkmıştı, ancak 2000’li yıllarla birlikte ülke yine milli gelirinin %5’i civarında dış ticaret fazlası vermeye başladı. Almanya bu başarısını büyük oranda AB üzerindeki

hegemonyasına borçlu. AB’nin yeni üye ülkelerle büyük bir hızla büyümesi, AB sanayi için geniş ve talep seviyesi oldukça yüksek pazarlar yarattı. Yunanistan’da PASOK ve ND’nin, düzenin iki büyük partisinin patronaj ilişkilerini ve yolsuzluklarını finanse etmek için kullandıkları AB fonlarının yarattığı kamusal borçlar Yunan halkının geleceğini teslim alacak bir duruma geldi. Son 4 yılda Yunan ekonomisi 2. Dünya Savaşı sonrasında bir ülkenin yaşadığı en büyük küçülmeyi yaşayarak %25 daraldı. İşin kötüsü de bu daralmanın sonu gözükmüyor: Daralan bir ekonomi, daha az vergi geliri toplayabilen bir kamu ve sürekli olarak artan borçlar. Yunanistan SYRIZA eliyle bu yıkımdan kurtulmak için, AB kamuoyunu iknaya dönük bir politika geliştirmeye çalıştı. AB’ye karşı sol iyimserliğin bu planın en büyük zaafı olduğu şimdi çok daha iyi anlaşılıyor. Varoufakis’in deyimiyle Troika temsilcilerine “İsveç Milli Marşı’nı okuyup dursaydık da aynı sonuç ortaya çıkardı” çünkü “kendi çerçeveleri dışındaki hiçbir öneriyi dinlemediler”. Borçların silinmesi hiçbir biçimde gündeme gelemedi. Aslında Yunanistan’dan alacaklı olanlar AB bankaları idi. Geri alamayacakları borçları verenlerin aslında bundan sorumlu tutulmaları gereği kapitalizmin en basit ticari gerçeklerinden birisi iken kriz sonrasında devletler, bankaları kurtarmak amacıyla borçları kamulaştırdı. Dolayısıyla borç silinme tartışması her gündeme geldiğinde mesele “tembel Yunanlıların çalışkan Alman ve Finlilere borçlarını ödememesi” misali ağustos böceği-karınca etiğinde tartışılabildi. (Güneşli Pazartesiler filminde işsiz İspanyol emekçinin masala verdiği tepki hatırlardadır). Oysa


Ağustos 2015 / Sosyalist Dayanışma

aşırı kar hırsıyla elindeki ne yapacağını bilemediği fazla sermayesini, verdiği karşılıksız kredilerle batıran sermayenin bedel ödemesi gerekiyordu. Troika’nın önerilerinin referanduma götürülmesi ise sermaye çevrelerini tam anlamıyla çılgına çevirdi. Referandum aslında ekonomik meselelerin teknik konular olarak ele alınmasını boşa çıkaran bir tutum olarak çok önemliydi. Yunan halkı bu konuda üzerinde düşeni yaptı, referandumda beklentileri aşan bir %61, çok büyük bir irade gösterisiydi. Ancak AB’ye karşı bir istikrarsızlaştırıcı unsur olarak düşünülen Grexit’in masaya Almanlar tarafından getirilmesi SYRIZA’nın iradesini kırdı. Yunanistan’ın Euro’dan çıkışı ve Drahmi’ye geçmesi nerede durulacağı bilinmeyen bir devalüasyon anaforu yaratacak ve ülkenin bütün varlığının üç beş kuruşa Avrupa sermayesinin eline geçmesi olanağı ortaya çıkacaktı. AB ekonomisinin sadece %4’ü büyüklüğünde bir ülkenin para sisteminden çıkmasının da o oranda bir türbülans yaratma olanağı da olmayabilirdi. Dolayısıyla Yunan ekonomisinin Euro’dan çıkmakla yetinmeyip, bütün sermaye hareketlerini de denetim altına alması gerekecekti. Tsipras bu riskleri göze alamadı. Bankaların kamulaştırılmasının sokaklarda tartışıldığı bir ülkede daha ileriye yürünebilirdi. Halkın tabanda geniş bir örgütlülük yarattığı, büyük bir dayanışma ekonomisi inşasının gerçekleştiği bir ülkede halk daha ağır sonuçlara hazırlıklı görünüyordu. Yunanlılar yaşadıklarını 2. Dünya Savaşı’ndaki Nazi işgalinin devamı olarak algılama eğiliminde de oldukları için toplumsal direnç üst seviyede idi.

Tsipras, kendisine dayatılan Düyun-u Umumiye’yi kabul etmemek için kapsamlı bir istikrar paketini kabule zorlandı. Yunan halkının sırtındaki ağırlık artmaya devam edecek. Emekli aylıkları azalacak, artan katma değer vergileri halka pahalılık olarak yansıyacak. Yunanistan’ın onurlu bir çıkış bulması İspanya, Portekiz ve İtalya’da da taşları yerinden oynatacaktı. Troika’nın ve Alman Maliye Bakanı Schauble’nin yarattığı vahşi saldırganlık esas böylesi bir gelişmenin önünü kesebilmek içindi. Şimdilik bunu başarmış görünüyorlar. Yunan deneyimi, mikro ölçekte kurulan ekonomik dayanışmaların bir makro politika yaratmadığını ortaya koydu. Yunan deneyimi bu konuda bir çok zengin deneyim içeriyor. Kooperatifler, alternatif para uygulamaları, takas pazarları vb. birçok girişimi barındıran bir dayanışma ekonomisi mevcut. Halkın gündelik yaşamının neo liberal bataklığa minimum seviyede battığı bir ülkeden bahsediyoruz. Fakat bu deneyimlerin bir halk iktidarının makro uygulamalarını ikame etme şansı yok. Bankaların kamulaştırılması, paranın konvertibilitesine son verilmesi ve sermaye hareketleri üzerinde kesin denetim kurulması gibi uygulamaları gerçekleştirmeden halkçı bir ekonomi politikası uygulama şansı yok. Yunanistan örneğindeki gibi kamusal dış borcun sürdürülemez olduğu durumlarda iflası göze alarak borç silme dışında bir seçenek yok.

Geçmişte Almanya’ya uygulanan borç silme şu anda kabul edilmedi. Yunanistan’da halk istikrar paketine karşı çıkıyor fakat siyasetin bu karşı çıkışı hayata geçirebileceği bir merkez bankası yok, tüm ekonomi Avrupa Merkez Bankası’na bağımlı durumda. Avrupa Merkez Bankası da gayet bağımsız bir biçimde Yunan halkının yaşam hakkına değil de para babalarının servetlerini koruma ve büyütme hakkına destek olmaya devam etti. Bankaları kamulaştırınca Avrupa’dan akan fonlar duracağına göre bankalardaki halkın parasının karşılığı nasıl yaratılacak? Bunu sağlamak için halkçı bir ekonomi seçeneğinin güçler dengesi oranında bir kamulaştırma gerçekleştirmek zorunda olduğu açıktır. Siyasi demokrasinin kendisini gerçekleştirebilmesi için ekonomik anlamda da demokratik, yani geniş yığınların çıkarlarını önceleyen bir politika geliştirebilmesi zorunluluk olarak görünüyor. Yunanistan referandumu, siyasi demokrasinin sınırının kapitalizmin kendisi olduğunu açıkça ortaya koydu. Yunan halkı, geleceğini ipotek altına alan bir istikrar paketini kabul etmeme hakkına sahip olamıyorsa demokrasi bu işin neresinde? SYRIZA’nın 6 aylık deneyiminin ortaya çıkardığı en açık gerçek budur: Toplumsallaşmış ü re t i m ko ş u l larında

demokrasinin koşulu, sermayenin kamulaştırılmasıdır. Toplumun sermaye üzerindeki önceliğini kabul etmeyen herhangi bir anlayışın kendisini demokrat olarak adlandırabilmesi imkansızdır. Bu anlamıyla kapitalist demokrasi, demokrasinin kendisini inkara dönüşmüştür. Sadece siyasal alanda kalarak demokrasiyi gerçekleştirmeye çalışmak boş bir çabadır. SYRIZA ve Yunan halkı, tüm dünyaya bunu açık bir şekilde bir kez daha hatırlattı. SYRIZA deneyimi böylesi çokluk partilerinde, koalisyon yapılarda kritik dönüm noktalarında parti içinde nasıl çatallanmalar yaşanacağına da açık bir örnek sunuyor. Tsipras’ın PASOK ve ND desteği ile istikrar paketini yürütmeyi seçmesi, parti içindeki sol kanadın ne yapacağını son derece önemli kılıyor. Şu ana kadar inisiyatif almaktan kaçınır gözüküyorlar. Tsipras’ın ve parti merkezinin aldığı tutum da esas olarak referandumdan EVET çıkmasını bekliyor olduğunu gösteriyor. Dünya Solu, SYRIZA deneyimi ve Latin Amerika’da yaşananlar üzerinden çıkaracağı derslerle somut bir devrimci ekonomi programı ortaya koyamadan kapitalizmin krizi solun yükselmesine hizmet etmeyecek. 21. Yüzyıl S o s y a l i z m i’n i n kendisini tüm dünyada gerçek bir seçenek haline getirebilmesi bu alanda gerçekleştireceği atılıma bağlı.

11


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2015

“S Mehmet YILMAZER

Bu olaydan önce kendimiz için ders çıkartalım. Orada gerçek bir savaş var, en küçük boşluk düşman tarafından hemen kullanılıyor. En masum amaçlarla Kobani’ye destek vermek isteğinin bedeli büyük bir katliam oldu. Bu katliam öfkemizi biledi, bilinçlerimizi daha uyanık kıldı.

andık sandık” diyenlerin sandığa karşı darbe yaptığı günlerden geçiyoruz. Türkiye hem iç politikada hem de bölgede olağanüstü bir dönemden geçiyor. At izinin it izine karıştığı şu günlerde neler olduğuna göz atarak olayların iç mantığını kavramaya çalışalım. Olaylar Saray’ın koalisyona değil, erken seçime karar vermesiyle başladı. Koalisyon görüşmeleri bu gidişin örtüsü olmaktan öteye bir role sahip olmayacaktı. Saray, erken seçimle AKP’nin oy oranında yeterli artışı yakalayabileceğine ikna olunca hızla taktiklerini devreye soktu. Erdoğan erken seçim yoluna iki ana taktikle çıktı. Birisi, MHP’den oy devşirmek için Kürt düşmanlığını körüklemek, çözüm sürecini inkar etmek; ikincisi ise, HDP oylarını aşağıya çekmek için Kürt Özgürlük Hareketini sürekli kışkırtmak, çatışmalı günlere geri dönmek. Çatışmalı günleri başlatmak için aslında AKP, seçim öncesinden beri didinip duruyor, bir türlü başaramamıştı. Şimdi daha fazla şans yakalamış görünüyor. Erken seçim taktiği Suruç katliamıyla birlikte yeni bir aşamaya tırmandı, hatta sadece erken seçim taktiği olmaktan çıktı. Katliamın üzerine hemen gizlilik perdesi indirildi. Kanıtlar IŞİD’i gösteriyor. Ancak bu büyük katliamın gerçek örgütleyicilerini belki de hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Bu olaydan önce kendimiz için ders çıkartalım. Orada gerçek bir savaş var, en küçük boşluk düşman tarafından hemen kullanılıyor. En masum amaçlarla Kobani’ye destek vermek isteğinin bedeli büyük bir katliam oldu. Bu katliam öfkemizi biledi, bilinçlerimizi daha uyanık kıldı.

12

SARAY DARB

DEMO

Suruç katliamının AKP açısından sonucu, IŞİD’e karşı tavır almaya zorlanmak ve ABD ile bu konuda yeni bir uzlaşmaya razı olmak oldu. Bu gelişmelerin nelere yol açacağını yakın zamanda göreceğiz. Bu kadarıyla olaya baktığımızda konu basit bir erken seçim taktiğinden öteye geçmiştir. Bölgedeki savaşın ülkeye taşınması koşullarını daha fazla güçlendirmiştir.

Suruç katliamının yarattığı etkilere AKP iktidarı “üç boyutlu operasyonlarla” karşılık vermeye soyunmuştur. Böylece olağanüstü hal günlerine geri dönüldü. IŞİD kılıfı altında Özgürlük Hareketine ve Devrimci örgütlenmelere operasyonlar düzenleniyor. Şimdiden yüzlerce gözaltı gerçekleşmiştir. Bu noktadan itibaren Saray’ın erken seçim taktiği Özgürlük güçlerinin ve Devrimci hareketin zorla tasfiyesi aşamasına tırmandırılarak bir Saray darbesine dönüştürülmüştür. Olaylar ister istemez basit siyasal oyunlardan öteye mevcut güçler dengesinin zorladığı gerçek politik nedenlere doğru akıyor. Kandil bombalamaları ve yaygın operasyonlar önemli gerçekleri açığa vuruyor. Yaşananlar, siyasal güçler dengesinde Özgürlük güçlerinin ve Devrimci Hareketin kazandığı mevzilerin düzenin tüm sinir sistemini bozduğunu gösteriyor. Roboski anmaları sırasında yeni seçilmiş HDP Şırnak milletvekiline askerlerin namluları çevirerek “sen bizim vekilimiz değilsin vatan hainlerinin vekilisin” tepkisi sistemin kanallarında

biriken nefreti açığa vurmuştu. Ardından Erdoğan’ın masayı devirmesi, MHP’nin HDP’yi “yok sayması” yaklaşan olayların habercisiydi. Olaylar çok hızla sıradan bir gerilimden Saray darbesine kadar tırmandı. Bu düzen Devrimci güçlerin yükselişine ve güç kazanmasına daima askeri darbelerle cevap vermiştir. Bugün tablo değişmiştir. Sahnede asker yoktur, fakat yaşananlar onları aratmıyor. AKP ve MHP’nin ordu darbelerini aratmayacak tepki ve nefreti, devletin geleneksel refleksleriyle mükemmel şekilde üst üste örtüşüyor. Bu ülkede “normal” yollardan siyasetin yolu sürekli olarak “derin devlet” tarafından kesilmiştir. Şimdi bizzat “sivil siyaset” tarafından kesiliyor. Hani askeri vesayet tasfiye edilmişti? Darbeler, parti kapatmalar dönemi geride kalmıştı? Bunların tümünün göreli yaklaşımlar olduğu ortaya ç ı k ı y o r. Sivil darbecilerin kendilerini bu kadar


Ağustos 2015 / Sosyalist Dayanışma

BESİNE KARŞI

OKRASi çabuk ortaya koyması, belli bedelleri olsa da, ülkenin siyasal geleceği açısından yararlıdır. Evet, darbelere çağrı yapan sivil siyaset dönemi kapanmıştır; artık sivil siyasiler darbeyi bizzat kendileri örgütlüyor.

cekilerin tersine sivil siyasiler önde, ordu arkada konumlanarak eski günlerin uygulamalarını tekrarlıyorlar. Bombalamalar, geniş operasyonlar, yaygın sansür uygulamaları her şey darbe yıllarını ve 90’ları hatırlatıyor.

Bu ülkenin siyasal dokusu kendini bir kez daha farklı biçimlerde olsa da ortaya koyuyor. Son meclis toplantısında AKP meclis grubunda MHP sloganlarının atılması çok anlamlıdır. Nereden nereye? AKP ilk açılım günlerinde MHP’yi “şehit cenazelerini sömürüyorlar” diyerek eleştirirken şimdi kendisi o konuma gelmiştir. Bütün bunları basit bir erken seçim taktiği olarak görmek hatalı olur. Devletçi gelenek ve onun sivil siyasetten destekçileri bir kez daha yükselen demokrasi ve özgürlük güçlerine karşı saf tutup saldırıya geçiyorlar. Bu kez ö n -

Bu tabloda CHP’nin yeri özel bir değerlendirmeyi gerektiriyor. Bu toz duman arasında CHP’den belirgin bir tepki gelmedi. Böyle günlerde CHP hep silikleşir. Koyu bir devlet geleneğine sahip olduğu için, oynanan oyunları ortaya koymak gibi bir tavır alma yeteneğini hiçbir zaman gösterememiştir. 90’lı yılların Demirel-İnönü koalisyonu yıllarında bilindiği gibi topyekün savaş yaşanmıştır. 90’lı yıllar diye hafızalara kazınan bu dönem Demirelİnönü koalisyonu ile başlamıştır. CHP bugün susarak Saray darbesinin yolunu kolaylaştırıyor. ***** Her şey eski günleri anımsatsa da, süreçte çok önemli farklılıklar da vardır. Bunlara gelmeden Devrimci ve Özgürlük güçlerinin 7 Haziran sonrası taktik performansını gözden geçirmek zorunludur. Hemen söyleyelim genel olarak Devrimci ve Özgürlük güçlerinin taktik uygulama durumu hayal kırıklığı ve hatta öfke yaratacak ölçüde kötüydü. Bu durumhala belli ölçülerde dev a m ediyor.

Evet, 7 Haziran’da büyük bir zafer kazandık. Ancak ardından taktik dağınıklık ve kısmen zafer sarhoşluğu geldi. Seçimden hemen sonra genel olarak demokrasi ve barış söylemi ve taktiklerinin yükseltilmesi ve düşük hükümetin muhatap alınmaması gerekirken, sanki her şey kaldığı yerden devam ediyormuşçasına hükümetten İmralı ve çözüm süreciyle ilgili istekler tekrarlanmaya başlandı. Hiçbiri karşılık bulmadı. Bulamazdı. Artık muhatap değişmeliydi ve henüz muhatap belli değildi. Herkes AKP iktidarı devam ediyormuş gibi davranınca, AKP kısa sürede kaybettiği inisiyatifi ele aldı, moral üstünlüğü yeniden kurdu. “Silah bırakma” konusunda yaşanan polemikler taktik duruşu zayıflattı. Bu süreçte açıkçası Kandil çok fazla konuştu. Suruç katliamı sonrası devletin açık savaş ilanı karşısında Kürt Özgürlük Hareketi seçim öncesi düşmediği, ustaca koruduğu konumunu geçtiğimiz iki hafta koruyamadı. Devletin vahşetine karşı susulacak mı? Elbette hayır. Ancak verilen cevaplar 7 Haziran’da kazanılan mevzileri koruyup güçlendirecek seviye ve ustalıkta olamadı. Devlet cephesini, çılgınca savaş kışkırtıcılığına soyunmuş AKP ve MHP’nin elini güçlendirecek sonuçlar yarattı. Aynı zamanda HDP’nin siyaset yapma alanını çok daralttı.

Bu tabloda CHP’nin yeri özel bir değerlendirmeyi gerektiriyor. Bu toz duman arasında CHP’den belirgin bir tepki gelmedi. Böyle günlerde CHP hep silikleşir. Koyu bir devlet geleneğine sahip olduğu için, oynanan oyunları ortaya koymak gibi bir tavır alma yeteneğini hiçbir zaman gösterememiştir.

Sivil darbeci güçlerin savaş ilan etmesi yetmez. Kürt Özgürlük Güçleri için mevcut durumda savaşı yeniden başlatmak erken bir taktik değişikliği olur. Sivil darbecilerin niyet ve amaçlarını deşifre edecek taktikler ön plana çıkmalıdır. Ancak ortalık öyle toz duman oldu ki şu ana kadar bu başarılamadı. Suikast eylemlerinin taktik bilinci güçlendiren değil bozan etkiler yarattığını söylemeliyiz. Yaşanan süreçte, demokrasi mücadelesi ve barış güçlü bir şekilde savunulmalıdır.

Yazının devamı bir sonraki sayfada...

13


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2015

90’lı yıllarla bugünün benzerlikleri olabilir, ancak örtülemez farklılıklar öne çıkıyor. 90’ların “topyekün savaşı”nın hedefi Kürt Özgürlük Hareketini bütün ittifak güçlerinden koparmak, onu destekleyen alanları köy yakmalarıyla boşaltmaktı. Bu dönemde 17 bin faili meçhul gerçekleşti. Sonuç Kürt Özgürlük Hareketinin güçlenmesi oldu. İlker Başbuğ genelkurmay başkanı iken bu sorunun sadece askeri yöntemlerle çözülemeyeceğini en yüksek noktadan itiraf etti. Bugün yine Kürt Özgürlük Hareketi ve Devrimci hareketin kazandığı mevziler tasfiye edilmek isteniyor. Ancak yöntemler eskilerden farklı görünmüyor. Nasıl bir sonuç ortaya çıkacağı sanki bugünden bellidir. Eski günlerden bugünün en temel farkı cumhuriyetin dokusunda yaşanan kırılmadır. Darbeler döneminde yıpranan sivil siyasetin yerini yıpranmamış güçler -ordu- alır, onların göze alamayacağı uygulamaları yapardı. Bugün gerek Saray gerekse hemen tüm sivil siyaset ve ayrıca ordu hepsi yıpranmış güçler konumundadır. Kimse bu güçlerden bugün bir “zafer” beklemiyor. Ortada kopan gürültü kimseyi yanıltmasın. Yaşanan basit bir görev değişimi değildir. Olan biten sadece dün askerin yaptığı darbeyi bugün sivil siyasetin, ordunun pasif

14

desteğinde yapması değildir. Her zor uygulaması aynı zamanda ideolojik bir çimento gerektirir. Bugün cumhuriyetin ideolojik çimentosu kalmamıştır. Uzun yıllar Kemalizm adı altında askeri darbeler ve zulüm uygulandı. 90’lı yılların sonuna gelindiğinde Kemalizm büyük ölçüde yıpranmıştı. Onun yerini iki binli yıllarda Siyasal İslam veya Türkİslam sentezi almayı denedi. Ortaya “paralel devlet”, hukuk sisteminin çöküşü, pek çok devlet kurumunun çürüdüğü, yolsuzlukların ve toplumsal çürümenin zirve yaptığı bir “düzen” çıktı. Bu çürümüş düzen kendini bütün ağırlığıyla savunmasına rağmen 7 Haziran’da iki başlıca ideolojik çimento: Kemalizm ve Siyasal İslam önemli bir darbe aldı. Sorun sadece alınan yüzde 13 oy ve 80 milletvekilliği değildir. Bu çürümüş düzenin sahipleri ideolojik egemenlikte ortaya çıkan yırtılmanın büyümesi olasılığından dehşete kapıldılar. 7 Haziran seçim sonuçları sadece bir başlangıçtı. Ellerinde hiçbir gelecek ufku kalmayan düzen güçleri zoru bir kez daha harekete geçirmekten başka yol bulamadılar. Einstein’in ünlü bir sözü vardır: “Ahmaklar defalarca aynı deneyi tekrarlayıp bundan farklı sonuç bekleyenlerdir.” Şüphesiz ki siyaset ve fizik oldukça farklıdır. Ancak Saray darbecileri ve destekçileri gerçekten “aynı de-

neyi” bir kez daha yaparken nasıl farklı bir sonuç bekliyorlar? Burada günümüz koşullarının eski günlerden en köklü farklılığına gelinir. Bu da Türkiye’nin bölgedeki konumudur. Ankara öyle bir batağa saplanmıştır ki kurtulmak için yaptığı her hareket ile daha da derine batıyor. Ankara’nın IŞİD’le ilişkisi ve en son ABD ile yaptığı anlaşma, onu altından kalkamayacağı risklerle karşı karşıya getirecektir. Ankara çok ilkel mantıkla “üç bomba IŞİD’e atarım, bu arada PKK ve PYD’i ezerim” hesabı yapıyor. IŞİD bölgesel bir güçtür. ABD ise uluslararası bir baş aktördür. Ayrıca PKK de artık bölgesel bir güçtür. Nasıl ki Suriye olaylarının başında olmadık hayallere kapılıp, Esad’a açık savaş ilan edip sonra ortada kaldıysa; şimdi de şark kurnazlığı ile IŞİD’i teğet geçip PKK’yi ezerim düşüncesiyle Ankara sırat köprüsünün üzerine çıkmıştır. Bu göz göre göre gidiş neden? Türk devleti ya da cumhuriyet 90’ıncı yılında tıkanmış, eski kalıplarıyla yürüyemez hale gelmiş, büyük bir değişim sancısı içine girmiştir. Bu değişime karşı olanlar devletin içgüdüsel varoluş koşullarına yeni Siyasal İslam renkleri katarak eskiyi restore etmek istiyorlar. AKP iktidar olduğu ilk yıllarda farklı görüntü verse de 2011’de aslına dönüş yaparak

cumhuriyetin restorasyonu kervanına katılmıştır. Bu nedenle eski deneyi tekrar etmekten başka çıkar yolları yoktur. Fakat bu “deneyden” 90’ların sonundaki sonuçları bile elde etme şansları artık yoktur. Kürt Özgürlük Güçleri ve genel olarak demokrasi güçleri 90’lı yıllardan güçlü konumdadır. Bu güç sadece safların nicelik varlıklarından ibaret değildir. Saray ve destekçileri üstüne sağlam bir bina inşa edilemeyecek ölçüde çürümüş bir sosyal varoluşa dayanıyorlar. Oysa Devrimci ve Özgürlük güçleri toplumu çıldırma noktasına getiren Kemalizm ve siyasal İslam deli gömleklerinin yırtılmasından ortaya çıkan enerjiye dayanıyor. İçteki ve bölgedeki güçler dengesi nedeniyle cumhuriyet, büyük bir sınavla karşı karşıyadır. Yaşanan toz dumanla onun restorasyonu mümkün değildir. Eğer Demokrasi ve Özgürlük güçleri de “eski deneyleri tekrarlamak” gibi yaşamsal bir hataya düşmezlerse, geldiği yol ağızında cumhuriyet, 90 yıllık ömründe ilk kez demokratikleşme yoluna girebilir.


Ağustos 2015 / Sosyalist Dayanışma

Yine, Yeniden: Ya Sosyalizm Ya Barbarlık

Ş

Bu yazı, Suruç’ta yeryüzünü cehenneme çevirenlerin tam karşısına dikilerek yeryüzü cennetinin çocuklarına oyuncak taşıyan SGDF’li, ESP’li arkadaşların gülümseyişlerine, kokularına, hatıralarına ithaf edilmiştir.

u meşhur iki nehrin ortasında kalan topraklarla ilgili âdemoğlu daha yeni ne söyleyebilir? Dehakları, Muaviyeleri, Saddamları, Yankeeleri ve şimdi de Ebu Bekir El-Bağdadi’leriyle hiçbir dinin aklına getiremeyeceği cehennem tasavvurunun vücut bulmuş hali sanki bu topraklar. Şeytan tövbeye gelir bu topraklarda insanın insana ettiğini görse. Diz çöker Tanrı’nın karşısında, hüngür hüngür ağlar. Peki, cehennem varsa -ki varmış- cennet nerede ola? Hangi diyara gitmek, hangi dededen el öpmek icap eder cenneti bulmak için? İnsan cehennemi düşlerken cenneti hemen yanına koyamıyor zihninde, onu ufuk çizgisinin arkasında arıyor, dağların tepesinde, göklerin üzerinde arıyor, cenneti cehenneme yakın görmeyi ilk başta garipsiyor. Oysa cehennem cennetin tam karşısındaymış. Dehak’ın tam karşısındaki Kawa’nın yanında, Muaviye’nin karşısındaki Ali’nin yanında, Yankee’nin, barbarın tam karşısındaymış cennet. Dip dibelermiş bu iki ülke. Sınırları net iki komşu ülke imiş. Bu yazı Suruç’ta yeryüzünü cehenneme çevirenlerin tam karşısına dikilerek yeryüzü cennetinin çocuklarına oyuncak taşıyan SGDF’li, ESP’li arkadaşların gülümseyişlerine, kokularına, hatıralarına ithaf edilmiştir. Şeyleşmiş bir Dünya’nın büyüleyenler kervanına katılanlara, yarım kalan şarkılarını devam ettirme sözü veriyoruz. IŞİD’in Suruç saldırısıyla başlayan ve ardından AKP’nin Türkiye çapına yaydığı bir faşist terör uygulamasıyla geçiyor günlerimiz. AKP iktidarı IŞİD’e vuruyor görüntüsünün yarattığı meşruiyetle içeride sol-sosyalist

kesime karşı dev bir cadı avı başlatmış durumda. Sonuçlarını kendisinin de kestiremediği biçimde en azından bu yazının yazıldığı tarihe kadar (31 Temmuz) 1000’den fazla kişi operasyonlarla gözaltına alınmış durumda. Bu kadar büyük bir sayının çok kısa zamanda müdahaleye uğraması akla 2010’lu yılların başındaki KCK operasyonlarını anımsatsa da bir analoji yaparken dikkatli olmakta fayda var. Çünkü gerek Kürt Özgürlük Hareketi’nin mevcut konumunun kendi ifadeleriyle “tarihinin en güçlü dönemi” olduğu, gerekse HDP çatısı altından büyüyen demokrasi mücadelesinin 1960’ların TİP’ini bile aşan başarısı karşısında devlet klasik refleksleriyle eskisi gibi sonuç alamaz. Daha doğrusu alamaması için gerekli olanaklar elimizde bulunuyor. Bu olanaklardan sonuna kadar faydalanılmalı.

bırakıp en saf halleriyle iktidara tutunmak için elinden geleni yaptılar ve görüldüğü üzere de yapmaya devam ediyorlar. Yaşadığımız süreci 1950’li yılların ünlü McCarthy dönemiyle, Nazizmin yükseliş dönemlerine ya da yine 50’li yılların sonuna doğru Demokrat Parti dönemiyle kıyaslarsak pek çok noktada ortaklıklar bulunabilir. Tabii kavrama işin biraz başlangıcı oluyor. Nasıl hamlelerle bu son çırpınışların boşa düşürüleceği sorusu ne yazık ki bir formülasyona sahip değil. Ancak çözüm işaretlerine dair bir iki söz söylenebilir daha da önemlisi adımlar atılabilir. Her şeyden önce saldırılar çok geniş bir kesimin diktatörlükten kurtulma ve demokrasi umuduna yöneliktir. Bu tespiti yapmazsak saldırıları dar örgütsel reflekslerle cevaplandırma hatasına düşebiliriz.

Rıfat KAVAK

Saldırılar, yapılabilecek en geniş mutabakata varmış kesimlerin topyekûn karşı koymasıyla düşürülebilir. Bu bakımdan kendisi henüz çok yeni bir girişim olmakla birlikte taşıdığı niyet ve şu ana kadarki genel yaklaşımların samimiyetiyle umut veren, gençlik örgütlerinin ortak ilkeler etrafında kuracakları bir ortak organizasyon girişimi için atılan adımlara özel bir önem atfetmek ve soluğumuzu daha gür üfleyebileceğimiz birliktelikler inşa etmek elzem. Peki, bu olmazsa? Bu olmazsa... Bir alternatif yok. Bu olmazsa olmaz. Ya teker teker dövüşüp hep birlikte yenileceğiz ya da hep birlikte dövüşüp yeneceğiz!

Kavramsal olarak Erdoğan’ın “de facto” talimatlarıyla ilerleyen operasyon dalgası için darbe tanımlaması rahatlıkla yapılabilir. Çünkü 7 Haziran’ın Türkiye’ye çizdiği tablo nispeten daha çoğulcu bir görüntü çiziyordu. Bunun tam zıttı bir sonuç çıkarıp kendi planlarını altüst eden partiye yönelik bu müdahale yegâne meşruiyet kaynakları olan sandık iradesini de gözü döndüğünde yok sayma çılgınlığını nasıl alabileceğini gösteriyor. Bu durumun kendisinin orijinal yanlarını gözden kaçırmadan yaşanan sürecin tarihselliğini ortaya çıkarabilirsek olası çözüm yollarından da daha verimli faydalanılabilir. Öncelikle kapitalizmin tarihinde iktidarların var olmalarına vesile olan normları alaşağı etmeleri pek ilginç bir durum değil. Özellikle olağanüstü dönemlere yakınlaşılırken ya da içindeyken iktidarlar maskelerini bir kenara

15


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2015

Bir İktidar Uğruna Yanan Ormanlar Sidar ARSLAN

C

udi, Dersim, Lice, Kulp… T.C. başlattığı savaş nedeniyle Kürdistan’ın dört bir yanında ormanları ateşe vermiş durumda. Savaşın etiği olur mu olmaz mı tartışmalarından uzak, öyle bir devlet ile karşı karşıyayız ki sadece sindirmeye çalıştığı bir halkı değil, siyasi çekişmelerden, bu sömürge anlayışından bi haber olan otu, ağacı, geyiği, kaplumbağayı da katlediyor. Bölgede ciddi bir savaş hazırlığı var. Sınıra yapılan sevkiyat, T.C.’nin bitmek bilmeyen tacizleri sonrası ateşkesin bozulması, medyanın savaş mantığıyla bezeli haberler servis etmesi, kalekolların etrafında konuşlanmayı önlemek için çıkartılan yangınlar… Devlet orman yakarak, derelere HES’ler/barajlar yaparak, sulara kimyasal zehirler atarak Kürdistan coğrafyasını talan etmeye devam ediyor. Ve bunu yaparken sadece bölge halkının değil orada yaşayan tüm canlıların da yaşam hakkına tecavüz ediyor.

Daha birkaç ay kadar önce Roboski’de katırlar yine aynı sebepten katledilmedi mi? Cudi’den sonra Lice ve Kulp ilçelerinde de aynı şekilde birçok yangın çıkartıldı. Kasıtlı olarak itfaiye arabaları yangın yerlerine gitmiyor, aranılan telefonlar açılmıyor. Yangınlar sonrasında koca bir alan küle döndü. Ekolojik verimliliği ayakta tutan ormanlar böylelikle yok oldu gitti. Yangınlar sonrası bir resim sosyal medyaya düştü. Resimde muhtemelen anne olan bir karaca öylece durmuş, yangına bakıyordu. “Yangından kaçan bir hayvan durup neden geriye baksın, kesin geride yavrusu kaldı” yorumları yapıldı sosyal medyada. Resmin ardındaki gerçeğe takılmadan Kürdistan coğrafyasındaki faşist sömürgeci zulüm nedeniyle sadece insanların değil hayvanların da yavrularını kaybettiğini görmek çok da zor değil. Ya da çok zor, bilemiyorum.

Dersim’de ise HPG gerillalarının yol kesip iki tırı yakmalarının ardından bölgede başlatılan operasyon ile yine birçok noktada yangın çıktı. Alevi inancına göre kutsal olan bazı ziyaretler de bu yangınlarla birlikte kül oldu. Dersim ki bırakın kültürel mirası, biyolojik mirası yönünden dünyanın sayılı bölgelerinden biridir. Bölgeden birçok endemik bitki ve hayvan türü vardır. Bilime önem veren bir ülke olsaydık bu bölgede değil yangın çıkarmak, çivi çakmak bile çok zor olurdu. Ama burası T.C. toprakları ve burada sömürülen bir halk ve yine onun gibi yakılan, su altında bırakılan, bombalanan toprakları var. Lice’de askerler tarafından ateşe verilen Fis Ovası kırsalında incelemede bulunan ekolojistler, bölgede yangının yarattığı tahribatın bilânçosunu açıkladı. Orman yangınları sonrasında tüm geçim kaynaklarının yok edildiği belirtilen raporda, “2 bin 740 dönüm üzüm bağı, 2 bin 500 meyve ağacı, 594 ton saman, 180 ton kuru ot, 10 bin adet kavak ağacı, 4 ton buğday, 10 dönüm ekili tütün alanı, 15 dönüm sebze bahçesi, 6 evin avlusu, 4 köy evi, 9 bağ evi, binlerce dönüm ormanlık alan yanmıştır” denildi. Kur’an’da Nuh’un Gemisi’nin Cudi Dağı’na oturduğu söylenmektedir. Hud Suresi’nde “Ey yeryüzü! Yut suyunu. Ey gök! Tut suyunu” denildi. Su çekildi, iş bitirildi. Gemi de Cudi’ye oturdu ve ‘Zalimler topluluğu Allah’ın rahmetinden uzak olsun!’ denildi.” diye geçer. Efsane, gerçek, varsayım… Adına ne derseniz deyin, bugün doğadaki canlıların tufandan kaçıp zirvesine geldikleri Cudi Dağı yeni bir başlangıcı ve birçok canlı türünün kurtuluşu-

16


Ağustos 2015 / Sosyalist Dayanışma

nu temsil eden bir nokta. Ve bu nokta T.C. ordusunun çıkarmış olduğu yangınla günlerce cayır cayır yandı. Toprağı, ağacı, kuşu, yılanı… Üzerinde yaşayan tüm canlılar ile birlikte yok edildi. İnsan da başta olmak üzere birçok neslin devamını borçlu olduğumuz kutsal bir dağ Cudi’ye siyasi bir kuşatılmışlık/yalnızlık reva görülüyor. “Bilmiyorduk” diyemecek kadar ortada olan bu doğa katliamına sessiz kalan çevreciler Havva Ana’yı alkışlarken Nuh’un Gemisi’ne sırtını çevirdiler. Yurdum medyası Atina’daki yangınla ilgilenirken -ki son derece önemli bir olaydır lakin bir yandan da ikiyüzlülüğün resmidir- Cudi’de yangın saatlerden hızlı ilerliyor. Orada yanan ağaçların, türlü türlü hayvanın tek suçu nasıl Kürt coğrafyasında yetişmek ve yaşamaksa, bu yangın haberinin Atina’daki yangın kadar haber değeri olmamasının sebebi de aynı etkendir. Burada asıl sorunun sömürgecilik olduğunu görmek lazım. Devlet Cudi’de, Lice’de, Kulp’ta, Dersim’de ve daha birçok bölgede sömürgeci konumundadır. Ve bizim çevreciliğimiz de burada sömürgecilik anlayışımıza takılıveriyor. Yoksa Kuzey Ormanları’ndaki bir ağaçtan ne farkı var

Cudi’deki ağacın. Başka birini, başka bir coğrafyayı, başka bir ülkeyi sömürerek yükselmektir sistemin asıl derdi. Yoksa ‘Müslüman’ bir coğrafyada Kuran’da kutsal kabul edilen Cudi Dağı’nı bu ‘mübarek bayram günlerinde’ ateşe vermezlerdi herhalde. Sonuçta hepimiz Nuh’un çocukları isek bu yangına karşı ses çıkarmamız lazım. Ama efsaneye inanmadığımızdan olsa gerek susuyoruz. Hiçbir yangın söndürme ekibinin müdahale etmediğini, halkın kendi imkanlarıyla yangını söndürmeye çalıştığını gördüğümüz halde öylece durup bakıyoruz işte! Bu ülkenin orman bakanı; derdi ormanları, içinde yaşayan canlıları, ekosistemleri korumak değilmiş gibi davranıyor. Bu da yetmezmiş gibi savaş bakanlığına soyunup ‘Kandil’i yerle bir edeceğiz’ diye açıklama yapıyor. Kürdistan’ı karış karış bombalayan savaş uçaklarını oyuncak zanneden, her canı sıkıldığında havalandıran bu devletin orman bakanlığı ormanları katletmek için çalışıyor adeta. Durumu biraz daha somutlayacak olursak: Tüm bu yangınlar aslında bir Kasımpaşalının iktidar hırsının sonucu. Seçimlerde HDP’nin barajı geçmesi, AKP’nin tek başına iktidar

olamaması, başkanlık sistemini artık kimsenin konuşmayışı, Kobane’nin düşmeyişi, Tel Abyad’ın alınışı iyice sinirlerini bozdu uzun adamın. Kendince çarenin bir erken seçim olduğunu düşünüyor. Ve hepimize “bakın ben iktidar olmazsam olacak olan budur” mesajı veriyor. Bu mesajı en net şekilde vermek için Suruç’ta bomba patlatıyor, dağa taşa ateş ediyor, doğaya ve insana operasyonlar düzenliyor. Yani bir iktidar uğruna ne ormanlar yanıyor. Türkiye sinemasının örneklerinden biri olan Kahpe Bizans için yapılan şarkının sözleri uzun adamın ruh halini özetliyor. Bu şarkıyı her dinlediğimde Kahpe Bizans’ın bir dönem filmi olduğu fikrinden vazgeçip, direkt günümüzü anlattığı fikrine kapılıyorum.

Bu ülkenin orman bakanı; derdi ormanları, içinde yaşayan canlıları, ekosistemleri korumak değilmiş gibi davranıyor. Bu da yetmezmiş gibi savaş bakanlığına soyunup ‘Kandil’i yerle bir edeceğiz’ diye açıklama yapıyor.

“Kral da benim, sultan da benim. Bin kere ölsem yine gelirim. Zayıfı da ezerim rüşvet de yerim. Tüm sofralarda hazır yerim. Asarım, keserim, çok kızarsam yakarım. Ne istersem yaparım, keyif benim.”

17


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2015

DÜNYANIN BÜTÜN İŞÇİLERİ, BİRLEŞMEK İÇİN SENDİKALI OLUN! Sevgi EVRİM

D

emokrasi ve özgürlük mücadelesi verenlerin, devrimci sınıf örgütlerinin-örgütlenmelerinin yükselişi ne zaman ezilmek ve ardından dizginlenmek istenmişse “barajlar” burjuvazi için kurtarıcı işlev görmüştür. Sözde demokrasi görünümünü artıran yasal düzenlemeler baraj duvarları olarak önümüzde yükselmiş; seçim barajı, sendika barajı gibi antidemokratik uygulamalar düzenin korunması ve devamı için olmazsa olmaz olmuşlardır. Sendika barajı, işçi sınıfının örgütlenmesi önünden en büyük engellerden birini yaratmış ve sarı sendikaların etkinliğini, denetimini kolaylaştırmıştır. Özellikle bağımsız sendikalar üzerinde kurulmak istenilen baskı ve denetim sendika barajının önemini artırmıştır. Bugün işçi sınıfı içinde örgütlülük oranı %6’dır. Bu %6’lık kısmın %90 gibi çok büyük bir kısmı ise devlet ve patron sendikalarının denetimindedir. İşçiler işe alınırken işe alınma şartı olarak bu sendikalara üye yapılmaktadır. Öyle ki patron sendikasının yetkili olduğu bir işyerinde, işçileri bilgilendirdiği için sarı sendikanın yöneticileri tarafından darp edilen işyeri temsilcileri vardır.

18

HDP’nin “barajları yıkma” hedefiyle 7 Haziran seçimlerinde tüm ezilenler için bir umut olması ve barajı geçmesi anti demokratik seçim barajını tartışılır kıldı. Seçim barajının yıkılması yoksulların işçilerin kadınların gençlerin mecliste temsil edilmesi, halk adına politika yapılması için bir şans oldu. Halkların bu şansı kullanmaması için yaratılan savaş konsepti çok şeyi belirleyecek tabi ki. Ama tüm ezilenlerin ve yoksulların çıkarları için birleştiği bir pratik, bize yürünecek yolun rotasını göstermesi bakımından önemli ip uçları verdi. Şimdi aynı şansı sendika barajını yıkarak kazanma vakti.

hastalıklarıyla ağır ağır öldüren, ezen, sömüren, makineleştiren bu sisteme, kapitalizme karşı en zayıf halkası yine örgütsüzlüğüdür ve kendi kendini vurmaktadır. Bu sebeple şimdi örgütlenme zamanıdır. En basit ekonomik talebi de atlamadan iş cinayetlerine karşı, meslek hastalıklarına karşı, üretim zorlamasına, uzun çalışma saatlerine, ücret eşitsizliğine, insanlık dışı asgari ücrete karşı birlik olma, karşı durma zamanıdır. Bunun için hemen yanı başımızda çalışan, aynı vardiyada çalıştığımız hatta aynı mahallede oturduğumuz, elimizin ilk yetiştiği, sesimizi ilk duyan işçi arkadaşımızdan başlayarak yoldaş olma vaktidir. Mayıs-Haziran ayları içerisinde metal işçileri tarafından, sınıfın en büyük düşmanlarından olan düzen sendikalarının lokomotifi Türk Metal’e verilen ders bize “ölmek var dönmek yok” sloganın gerçekliğini hissettirmiştir. Soma katliamından sonra ve yıl dönümünde yaşananlar unutulmamalıdır. Yine Temmuz ayı içinde Bosna Hersek Meclisi, işçilerin büyük tepkisini çeken çalışma koşullarına ilişkin yasa tasarısını, son yılların en büyük protestosu karşısında hükümete geri yollamıştır. İşçiler binleri bulan katılımla Bosna Hersek Meclisi’nin kapısına dayanmıştır. Dünyanın her yerinde işçiler “ölmek var dönmek yok” kararlılığıyla var olduklarını, bir güç olduklarını göstermeye başlamıştır. Gündemi belirlemek ve değiştirmek için işçi sınıfının örgütlü mücadelesi kaçınılmazdır.

Sendika barajının AB mevzuatı doğrultusunda %1’e düşürülmesi aslen olumlu bir adım olmuş ancak işten atmalarla ve sistematik baskıyla denetlenen işçi sınıfının devrimci-demokrat öncüleri için gerçek bir örgütlenme özgürlüğü sağlamamıştır. Çünkü işçilerin; onları iş cinayetleri ile katleden, meslek

Halen sendikalar; parçalanan, taşeron uygulamalarıyla iyice güvencesizleşen, kendi gücünü unutan işçilerin can damarıdır, feneridir. Ve şimdi devlet ve patron boyunduruğundan kurtulma zamanı gelmiştir. Vakit sendika barajını yıkarak kazanma vaktidir. Örgütleneceğiz, kazanacağız.

Bu ortamda Avrupa Birliği zorlamasıyla sendika barajını ILO sözleşmelerine uygun hale getirmek zorunda olan Türkiye, sendikalar yasasını yeniden düzenlerken bağımsız sendikalara yönelik baskıcı ve ayrımcı tavrını sürdürmüş ve %1’e indirilen barajı bağımsız sendikalar için %3 olarak belirlemiştir. Uluslararası sözleşmelere, Anayasa’ya ve yasalara aykırı olan bu düzenleme geçtiğimiz ay içinde AYM tarafından Anayasa’ya aykırı bulunarak iptal edilmiş ve bağımsız sendikalar için de %1 barajının uygulanması için yasal düzenlenmenin yapılması ve uygulanması artık zorunlu olmuştur. Bu karar gerçek sınıf örgütleri ve işçi sınıfı mücadelesinin yükselmesi yolunda yeni bir dönemi başlatacaktır.


Ağustos 2015 / Sosyalist Dayanışma

Bir elde kalem bir elde orak

Ü

lkemizde 15 yaşından küçüklerin çalışması İş Kanunu’na göre yasak. Devletin resmi bir kurumu olan Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre 6 ila 17 yaş grubu arasındaki 893.000 çocuk ‘istihdam’ edilmekte. Aynı kurumun 2006 yılı verilerine bakıldığında bu rakam 890.000 olarak verilmekte. Bu yaş grubundakilerin %44.7’si tarım sektöründe çalışmakta. 2006 yılında bu oranın %36.6 olması kaçınılmaz olarak bunun nedeni üzerinde düşünmeye zorlamakta. Ağustos 2014 tarihli TÜİK’in Hanehalkı İşgücü İstatistiklerine göre istihdam içinde tarımın payı %22,1’dir (5 milyon 815 bin kişi). Bu rakamın ne kadarının mevsimlik tarım işçisi olduğu yönünde kesin bir veri bulunmamakta. Ancak bu rakamın yaklaşık %40 veya %50’sinin mevsimlik tarım işçisi olduğu yönünde bir genel kabul vardır. Bu da kadın-çocuk-yaşlı-genç olmak üzere mevsimlik gezici ve geçici tarım işçilerinin sayısının 2 milyonun üzerinde olduğunu göstermektedir. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün -temel haklara ilişkin 8 sözleşmesinden birisi olan17 Haziran 1999 tarihinde kabul ettiği ve Türkiye’nin de 25 Ocak 2001’de onayladığı 182 No’lu Kötü Şartlardaki Çocuk İşçiliğinin Yasaklanması ve Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Acil Önlemler Sözleşmesi’nin 3. maddesinde en kötü biçimlerdeki çocuk işçiliğini “doğası veya gerçekleştirildiği koşullar itibariyle çocukların sağlık, güvenlik veya ahlaki gelişimleri açısından zararlı olan işler” olarak tanımlamaktadır. Bu bağlamda tarım sektöründeki çocuk işçiliği, çocuk işçiliğinin en kötü biçimlerinden birisi olarak değerlendirilmektedir. TÜİK Çocuk İşgücü Araştırması 2012’ye göre Türkiye’de 6-17 yaş

nüfusun %5,9’u (893 bin çocuk) çalışmaktadır. Çalışan çocukların %44,7’si (399 bin çocuk) ise tarım sektöründe çalışmaktadır. Bu oran 2006 yılı için %36,6’dır (326 bin çocuk). Dolayısıyla bu süre zarfında çocuk işçiliğinde tarım sektörünün istihdam edilenler içindeki payı 8,1 puan, tarım sektöründe çalışan çocuk sayısı da 73 bin kişi artış göstermiştir. Öte yandan gene aynı kurumun verilerine göre 1994 yılında tarımda çalışan çocukların sayısı 1.5 milyon iken, bu rakam 1999 yılında 1 milyonun altına düşmüştür. Aynı dönemde tarımda çalışanların sayısındaki azalmaya paralel olarak görülen bu gelişme 2006 sonrası tersine dönmüştür. Bir yandan tarımda çalışanların sayısı azalmaya devam ederken, tarımda çalışan çocukların sayısı artmıştır! Mevsimlik Gezici Tarım İşçiliği 2014 Araştırma Raporu’na göre tarım işçisi çocukların ailelerinin %65’inin borcu bulunmaktadır. Sadece anne ve babaların çalışması bu borcu ödemeye yetmeyeceği için çocuklar da çalışmak zorunda kalmaktadır. Gene aynı araştırmaya göre bu ailelerin üçte ikisinin ana dili Kürtçe, beşte birinin ana dili Arapçadır.

Benzer şekilde ana dili Türkçe olmayanların sayısında da bir artış olduğunu söylemek mümkün. Öte yandan yukarda belirtilen anlaşmalar çerçevesinde Türkiye mevsimlik tarımdaki çocuk işçiliğini, en kötü üç çocuk işçiliği biçiminden biri olarak belirlemiş ve 2015’e kadar ortadan kaldırmayı Uluslararası Çalışma Örgütü’ne taahhüt etmiştir. Benzer sözü veren diğer ülkelerin durumu hakkında ILO bu yıl sonuna kadar bir rapor hazırlamaktadır. Genel durumu görmeden Türkiye için söylenecek şey bu rakamlarla daha şimdiden ortaya çıkmıştır. Ülke olarak bırakın verilen sözü yerine getirmeyi, ortadan kaldırılması gereken mevsimlik çocuk işçiliği son yıllarda artmıştır! Ancak üzerinde durulması gereken önemli bir konu, yoksulluğun şehirlerde olduğu gibi kırlarda da yaygınlaştığı gerçeğidir. Tıpkı şehirlerde olduğu gibi yoksulluğun yanı sıra borçlanma kırlarda da artmaktadır.

Mehmet AKYOL

işçi/emekçi özyönetiminde işletmeler ile dayanışma ekonomisi desteklenerek, kamu destekli bir toplumsal sektör geliştirilecek. Yerel yönetimler tarafından oluşturulacak işletmelerin ‘özyönetime’ dayalı kooperatifler biçiminde örgütlenmesi sağlanacak” diyerek bu sorunun çözümüne ışık tutmaya çalıştı. Bunların kağıt üzerinde kalmaması için somut adımlar atılması elzemdir. Kürdistan halkı bölgede bu tür adımlar atmakta. Bu filizlerin tüm ülkeye yayılması için artık kolları sıvamak gerekli. İnsanlığın yüzkarası olan çocuk çalışmasını ortadan kaldırmak ancak bu şekilde gerçekleşecektir.

HDP seçim bildirgesinde “Köy/kır/kent kooperatifleri ve

Daha önceki yıllarda benzeri bir araştırma olmadığı için bir karşılaştırma yapmak oldukça zor. Ancak borcu olanların sayısında önemli bir artış olduğunu söylemek mümkün.

19


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2015

Barış için ‘’Kadın ÖzgÜrlük Meclisi’’ Elif Irmak GÜLER

Barış Süreci’nden Günümüze…

2013

Newrozu’nda Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla başlayan çatışmasızlık ve çözüm süreci masanın bir tarafı olan AKP ile sürdürülüyordu. Ve Kürt sorununu da “demokrasinin Türkiye topraklarındaki yapıcısı”, “askeri vesayetle, darbeci zihniyetle hesaplaşan” tek iktidar olduğuna göre siyasi çıkarlarına denk gelecek şekilde AKP çözebilirdi. Aslında Türkiye siyasi tarihinde yok oluşa mahkûm olan iktidarların hepsi biliyordu ki Kürt meselesinin çözümüne dair bir şeyler söylemeli ve yapmalıydılar. Ya da hiç olmadı yapıyor gibi görünmeliydiler. Bu yaklaşımın en iddialı olanı ise AKP’den geldi. Böylece barış süreci olarak adlandırılan süreç başladı. Bu süreç daha sonra milli kardeşlik projesi gibi amacından uzaklaşarak ve asıl olarak da PKK’yi tasfiye etmeye götürecek hedeflerle AKP’nin gerçek niyetinin de ortaya çıkmasını sağladı. Yalandan şişirilmiş demokrasi balonu patladı ve AKP’nin Kürt sorununun çözümünün zerre kadar umurunda olmadığı da ifşa oldu. Son olarak Dolmabahçe mutaba-

katının inkârına ve PKK kamplarının -hatta Rojava’da YPG alanlarının- bombalanmasına kadar geldik. Artık KCK’ye göre de ateşkesin bir anlamı kalmadı. Ancak barış sürecinin tek muhatabı asla tek başına AKP değildir. Barış umudunun Kürdistan’dan başlayarak batıdaki tüm halklara dalga dalga yayıldığı bir dönemden geçiyoruz. Artık ne Kürt hareketi 90’lardaki Kürt hareketidir ne de barışın inşa edilmeye çalışıldığı coğrafyamızda insanlar 90’lardaki gibi şovenizmin mutlak yıkılmaz duvarlarıyla kuşatılmıştır. Öyle ki Gezi İsyanı’nın ve Kobane Direnişi’nin halklarımızın bilincinde yarattığı berraklık barışın hiç de uzağımızda olmadığına dair işaretler taşımaktadır. 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin barajı aşması salt Tayyip Erdoğan’ı başkan yaptırmamak motivasyonu ile ortaya çıkmamıştır. Aynı zamanda güçlü bir barış özleminin de işaret fişeği olmuştur.

Kadın-Barış/Savaş Diyalektiği Üzerine… Savaş cinayettir. Savaş katliamdır. Toplu tecavüzdür savaş. Bu yüzden kadın yaşamdır. Kadın özgürlüktür. Barıştır. Biz kadınlar barış ikliminin nasıl olduğuna aldırış etmeden barış için savaşmak zorunda olan tarafız. Barışın teminatı olduğumuzu, savaşta çocuklarını yitirdiği halde barış istemekten vazgeçmeyen annelerimizden

biliyoruz. Savaşların dünyanın neresinde olursa olsun birincil mağdurları olmamızdan biliyoruz. Savaş gerçeğinin özgürlüğümüzü ortadan kaldırmasından biliyoruz. Böylesi bir sorumlulukla ve kadının katkı sunmadığı bir barışın eksik olduğuna da inandığımızdan BİKG (Barış İçin Kadın Girişimi) içerisinde bir süredir mücadele yürütüyorduk. Örgütlediğimiz eylemlikler, sürdürdüğümüz politikalar eksikliklerine rağmen barışa yön vermenin nüveleri oldular. Türkiye’de ve Kürdistan’da barış noktaları kurduk. Nöbetler tuttuk. Mücadele etmeye de devam edeceğiz. Şimdi de özgürlüğümüzü savunmak için aynı sorumluluk bilinciyle “Kadın Özgürlük Meclisi”ni inşa ediyoruz.

Kadın Özgürlük Meclisi: Savaşa Karşı Barışı, Ölüme Karşı Yaşamı Savunacak! Kadınlar, 9-10 Mayıs tarihlerinde İstanbul’da düzenlenen ve 2 gün süren ‘’Demokratik Çözüm ve Müzakere Sürecinde Kadın Özgürlük Çalıştayı’’nda yapılan atölyeler ve tartışmalardan sonra sonuç bildirgesi açıklamıştı. … Çalıştay kendini ‘’Kadın Özgürlük Meclisi’’ olarak sürdürecek, meclis kendini salt müzakere süreçleriyle sınırlamayacak. Aynı zamanda barışı örgütleyecek bir yapı olarak kendini inşa edecek. Meclis içerisinde oluşturulacak çalışma grupları müzakere heyetleriyle doğrudan bağ kuracak. Esnek bir ağ mekanizmasının oluşturulması ile hem kadın hareketi içindeki örgütleri, hem karma örgütlerden kadınları, hem de muhafazakâr kesimlerden kadınlarla birlikte dernek, örgüt, grup

20

vs.’yi harekete geçirerek çalışacak ve yerelin kendi öz örgütlü gücüne dayanarak, kadınların barış ve müzakere sürecine geniş ve eşit katılımını sağlayacak. Hakikat komisyonu kurulması için çalışmalar sürdürecek. Kadına yönelik şiddete karşı da öz savunma mekanizmalarının kurulması için çalışmalar yapacak. …

Kadın Özgürlük Meclisi ile Barışın Sesini Yükseltmeye… AKP’nin demokrasi ve barışı tesis etmek konusunda tarihsel bir misyon oynamayacağını biliyoruz. Biz kadınlar olarak erken seçim seçenekleri dâhil öncesinde ya da sonrasında kurulacak hükümet hangisi olursa olsun inatla barışı savunmaya devam edeceğiz. Barışın sağlanması için de müzakere ve barış mekanizmalarının kurulması ve işletilmesi ile ilgili olarak üzerimize ne düşüyorsa yapacağız. Kendi siyasi iktidarını tek başına tekrar kurmak için ülkenin kaderini savaşa bağlamaya çalışan AKP’ye karşı olacağız. Barış umutlarının heba edilerek kadınların özgürlüğünün rehin alınmasına müsaade etmeyeceğiz. Toplumun farklı kesimlerinden kadınlar olarak bir araya geldik, kadın gücü ve iradesiyle savaşı durduracağız. Şimdi Kadın Özgürlük Meclisi ile birlikte bir kez daha Türkiye ve Ortadoğu halklarını kuşatma altına alan savaş gerçeğinin kadınların yaşamını rehin aldığını ve nefes dahi alamayacağı bir ortama sürüklediği tespitinden yola çıkarak savaşa karşı barışı, ölüme karşı yaşamı savunacağımızı duyuruyoruz. Jin Jiyan Azadi Kadın Yaşam Özgürlük


Ağustos 2015 / Sosyalist Dayanışma

Anormal Renkler

Y

eryüzünün, mağduru, maktulü, ötekisi ve direnişçisi ama en çok var olmaya çalışan “hiçbir şeyi”. Yani küfürlerin, arka sokak cinayetlerinin, üçüncü sayfa haberlerinin bir diğer öznesi, görünmeyen öznesi: “İbneler, dönmeler, hastalar, yanlışlar” LGBTİ’ler (lezbiyen, gay, biseksüel, trans, intersex) yaşamın var oluşundan beri, var olmalarına rağmen heteroseksist sistem, ikili cinsiyet sistemi ve heteroseksüelliği (romantik ve fiziksel olarak karşı cinsten etkilenme) dayatsa da, LGBTİ’lerin varlığı ve aşkları hem hayata hem sanata izlerini M.Ö. 2000-3000 yıllarından günümüze taşımayı başarıyor. İddia edildiği gibi “özenti” olmak için epey eski görünüyor. Bir diğer argüman ise “doğal” olmadığı. Günümüzde bizonlardan penguenlere, kuşlardan insanlara, kertenkelelerden böceklere kadar yüzlerce farklı türde homoseksüel ilişki tanımlanmıştır. Dolayısıyla eşcinsellik, tamamen doğal olarak görülmelidir. Zira bu olgu sadece bir avuç türde değil, tanıma bağlı olarak Dünya üzerinde 500 ila 1500 tür arasında bulunduğu bilinmektedir. En tutucu tanım dahilinde bile, en az 350 farklı türde eşcinselliğin net bir şekilde tanımlandığı bilinmektedir. Öyleyse kesinlikle “hastalık” olmalıydı. Çünkü “normal” değildi. Çünkü toplumsal cinsiyet ve mülkiyet ilişkileri ikili cinsiyet sistemi üzerinden ve kadının emeğini sömüren yerden kendi varlığını sürdürmeli, biyolojik cinsiyet farklılıkları; üreme organları arasındaki farklılıklar abartılarak (o da intersex bireyler yok sayılarak, “düzeltme ameliyatı” adı altında tecavüzler gerçekleştirilerek ve yine cinsiyet kimliği ve biyolojik cinsiyeti

uyuşmayan translar yok sayılarak) toplumsal “normlar” süregelmeliydi. Oysa Dünya Sağlık Örgütü (WHO), eşcinselliği 70’li yıllarda hastalıklar ve rahatsızlıklar kapsamından çıkarttı. Benzer şekilde Amerikan Psikoloji Derneği (APA) de eşcinselliğin bir tercih olmadığını, doğal olduğunu ve değiştirilemeyeceğini açık ve net bir şekilde belirtti. Transİntersex kimliklerin bir hastalık değil bir durum olduğu da bilim insanlarınca ifade edilmiştir. Peki nedir “normal” olmayan? Kudüs’te neden LGBTİ’lere saldırıldı? Kiev’de? Bursa’da? İstanbul’da? Ülker Sokak’ta her gün müstakbel katiliyle yaşayan insanlar kimler? Kolluk kuvvetleri sözlü ve fiziksel nefret suçlarına nasıl rahatça dahil oluyor? IŞİD eşcinsellerin izini sürüp neden çatıdan atıyor?

Homofobi-BifobiTransfobi “Doğal” mı?

Egemen sistem açısından ırkçılık kadar, faşizm kadar “doğal” ve “hayatidir”. Erkek egemen sistem kadar “doğal” ve “hayatidir”. Tıkır tıkır işletmeye çalıştığı sömürü çarkları kadar “doğal” ve “hayatidir”. Ay a k k a b ı sındaki delikle, Halaskargazi Caddesi’nde vurulup yere yığılan Hrant’la, Antalya’da Kürtçe konuştuğu için öldürülen Mahir’le, her gün okuduğumuz cinayet h ab e r l e r i n d e k i kadınlarla derdi neyse egemen sistemin LGBTİ ile derdi de odur. Salt nefret suçu üzerinden tanımlamak da yeterli olmayacaktır.

Evet nefreti büyütmek ve ezilen kimlikleri baskı altında tutmak sistemin bekası için önemlidir. Fakat başka bir dünyanın inşasına girişen, umudun filizlerini yeşerten kısacası egemen sistemi hedef alan kim varsa, egemen sistemin hedefindedir. Suruç’ta yitirdiğimiz yoldaşlarımız gibi. Gezi’de ve Kobane Direnişi’nde katledilen canlarımız gibi. Gökkuşağının mücadelesiyle rengarenk tohumlar da, yeni yaşamın tohumları arasında yeşerdi, serpiliyor. Yazımı bileşeni olduğumuz HDP’nin programındaki ilgili maddeyle sonlandırıyorum:

LGBT Bireyler

Partimiz, heteroseksizmi bir tür ırkçılık olarak görür. Lezbiyen, gey, biseksüel ve transseksüellerin (LGBT) maruz kaldıkları homofobi ve transfobi temelli ayrımcılığa ve şiddete karşı mücadele eder. LGBT bireylerin özgürleşmesinin heteroseksüelleri de özgürleştireceğini savunan Partimiz, heteroseksüelliği zorunluluk olarak gösteren ve dayatan nefret söylemine ve nefret suçlarına karşı mücadele eder.

Özgür AYAZ

Kısaca Tanımlar: HETEROSEKSÜEL: KARŞI CİNSTEN ETKİLENİR. HOMOSEKSÜEL: HEMCİNSTEN ETKİLENİR. BİSEKSÜEL: HEM HEMCİNSTEN, HEM KARŞI CİNSTEN ETKİLENEBİLİR. TRANS BİREYLERDE BİYOLOJİK CİNSİYET İLE YANİ BEDENİN CİNSİYETİ İLE BEYNİN CİNSİYETİ FARKLIDIR. İNTERSEX BİREYLERDE ERİL VE DİŞİ ORGANLAR AYNI BEDENDE BULUNUR. LEZBİYEN: HOMOSEKSÜEL KADIN GAY: HOMOSEKSÜEL ERKEK

Kaynak: SPOD, KAOS GL, ILGA, COGİTO

21


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2015

DEVRİMCİ KİŞİLİK VE DURUŞ Bahar EKİNCİ

Eleştiri-Özeleştiri

E

leştiri yapmak bir sanattır. Hele bizim gibi daha çok doğulu özellikler taşıyan toplumlarda ince bir sanattır. Eleştirinin mutlaka bir amacı ve hedefi olmalıdır. Durup dururken yerli yersiz yapılan eleştiri sonuç vermez hatta ters teper.

Eleştiri dayanağını kollektifin önüne koyduğu hedeflerden almalıdır. Bu hedeflere doğru ilerlerken önümüze çıkan sorunların bizimle ilgili kısımlarını içermelidir. Her sorunda olduğu gibi öncelikle doğru tespitler gerekir. Görevimizi yerine getirmemişsek ya da eksik getirmişsek bunun nedeni doğru tespit edilmelidir. Göreve inançsızlıktan disiplinsizliğe, yanlış görevlendirmeden yanlış işe, kolektifteki uyumsuzluklara kadar geniş bir yelpazede sorunun nedeni aranmalıdır. Sorunun tek bir nedeni de olmayabilir. Doğru tespitten sonra mesele kişinin gelişimi ile ilgili ise geliştirici eleştiri yapılmalıdır. Eleştiri suçlayıcı değil değer kazandırmaya dönük yapılmalıdır. Zaaflarla başa çıkarken güçlü yönlerden dayanak alınmalıdır. Her kişinin mutlaka güçlü ve zayıf tarafları vardır. Güçlü yönler öne çıkarılarak zayıf yönlere yö-

22

nelmek gerekir. Mesela kişi çok emekçi olabilir ama kendine güven sorunu olduğu için sürekli yönlendirmeye ihtiyaç duyabilir. Bu sorunu aşmak için emekçi yönü öne çıkarılarak kendine güven sorununu çözmesine hizmet edecek şekilde başlangıçta küçük ama giderek büyüyen sorumluluklar vermek gerekir. Meseleyle ilgili yoldaşın eleştirisi, sorunu çözmek için çözüm önerisiyle birlikte sunulmalıdır. “Sen neden sorumluluk almıyorsun?” ya da “Senin ciddi bir özgüven sorunun var” deyip kestirip atmak hiçbir sonuç vermeyeceği gibi sorunu çözmek yerine derinleştirir. Bu anlamda eleştiri emek ister. Sorunu doğru tahlil edebilmek için hem kolektifimize, hem mücadele koşullarını anlamaya ve hedeflerimize hem de yoldaşlarımıza emek harcamalıyız. Kişiyi tanımadan yapılan eleştirinin hiçbir kıymeti yoktur. Derinliksiz yaklaşımlar ters teper. Eleştiri somut olmalıdır. Eveleyip geveleyerek “aslında” “belki de şöyle” diyerek ya da kişi tamamen karşımıza alınarak eleştiri yapılmaz. Somut durumun somut tahlili yapılmalıdır. Ne güçsüz, kırıp dökmeme korkusuyla yapılan eleştirinin ne de tüm bir kişiliği hedef alan eleştirinin hiçbir çözüm gücü yoktur. Güçsüz eleştiri yapan veya eleştirmekten kaçınan insanlar genellikle eleştirilmek istemeyenlerdir. “Dokunmamayım ki dokunmasınlar” anlayışı hakimdir. Yerli yerinde zaman ı nd a eleştiri yapmayan aslında ye te r i n c e iddialı değildir. Bu-

lunduğu kollektifi, yoldaşlarını ve kendisini masaya yatırmayan kişi devrimci iddialarını sorgulamalıdır. Ancak iddialı örgütler ve devrimci kişiler sürekli bir eleştiri özeleştiri bilinciyle geleceğe yürüyebilir. Yoksa herkesin kendinden memnun olduğu ortamda gelişme olmaz. Mücadeleyi büyütememenin sorumluluğunu kendinde aramayan bir örgüt objektif koşulların yetersizliğinden ya da geniş kitlelerin bilinçsizliğinden, geriliğinden dem vurup durur. Var olan durumu aşma yöntemleri geliştirmek yerine hayıflanır durur ya da dışındaki güçleri suçlar. Sağlam bir özeleştiri bilinciyle kendini geliştirmeyen kişi de benzer tepkiler verir. Kendine yönelmek yerine örgüte, örgütündeki kişilere yönelebilir. Kişinin gelişimi ile ilgili örgütün sorumluluğunu atlamadan tespitler yapacağız. Örgüt her zaman kişinin gelişiminden sorumludur. Kişinin kendini geliştirebileceği kanallar yaratmaktan sorumludur. Ancak böylesi bir ortamın bulunması her kişinin meseleye doğru yaklaşımını kendiliğinden getirmiyor. Bazı kişilikler kendine yönelmek yerine sorunu hep kendi dışlarında ararlar. Kendini perdelemenin bir yöntemidir bu. Hatta bu yaklaşım öyle noktalara varabilir ki böylesi kişilikler örgütün işleyişi dışında dedikodu mekanizmasıyla kişileri, örgütü yıpratarak örgüt düşmanı çizgiye düşebilirler. Dedikodu örgütün mekanizmaları içinde eleştiri özeleştiri mekanizmasını işletmeye yeteneği, cüreti ve bazen de niyeti olmayanların kullandığı yıpratıcı bir araçtır. Yaşanan sorunları çözmek bir kenara derinleştirmeye hizmet eder. Ne dedikodudur? Örgütsel mekanizmalarımızda dile getirmeyip sosyal ortamlarımız da konuştuğumuz örgüt ya da kişilerle ilgili her türlü değerlendirme bu kapsama girer. Böylesi durumlarda uyanık olmak gerekir. Bu mekanizmayı işleten kişilerin çok farklı ni-

yetleri olabilir. Kendi zaaflarını örtbas etmeye çalışmaktan hizip örgütlemeye ajanlığa kadar geniş bir yelpazede karşımıza çıkabilirler. Aldığımız bir eleştiri karşısında verdiğimiz ilk tepkiler kişiliğimizle ilgili ipuçları verir. Eleştiriye karşı “sen de şöyle yapmıştın” cevabı en ilkel tepkilerdendir. Bu duruma eleştiriyi yapanın yaklaşımı da etken olmuş olabilir. Ancak eleştiri yapan ‘kötü niyetli’ dahi olsa bu cevap yanlıştır. Kötü niyetli eleştirici deşifte edilmelidir. “Sen de şöyle yaptın” yaklaşımı bu deşifrasyona hizmet etmeyeceği gibi ortalığı toz duman kaplayacağı için süreci daha da uzatır. ‘Karşı ataklar’ eleştiriyi yapan kişinin acemiliğinden ya da yöntemsizliğinden kaynaklanan sorunları da çözmez. Karşılıklı didişmeye dönen iletişimler örgüt dokusunu zedeler. Bu durumu yaşayan her bir birey bu durumdan sorumludur. Özeleştiri pratikte verilir. Eleştiriyi sözel olarak kabul etmemiz bir adımdır ancak yeterli değildir. Kabul ettiğimiz konuyu pratikte ele alıp fark yaratmamız gerekir. Eleştiriyi sözel olarak kabul edip hiç bir şeyi değiştirmiyorsak aslında özeleştiri vermemişizdir. Özeleştiri bilinci, sağlam bir iç hesaplaşma gerektirir. Özeleştiri sadece bize yapılan eleştiriyle yapılmayabilir. Birileri bizi eleştirmeden de özeleştiri yapabiliriz. Aynen yoldaşlarımıza yaklaştığımız gibi kendimizi de ele almalıyız. Güçlü ve zayıf yönlerimizi bilmeliyiz. Güçlü yönlerimizden enerji alarak zaaflarımıza yönelmeliyiz. Geri alışkanlıklarımızı ortadan kaldırabilmek için meseleye iradeyle yönelmeliyiz. Yazının devamı bir sonraki sayıda...


Ağustos 2015 / Sosyalist Dayanışma

T

BAŞKA SİNEMA’DAN HABERİNİZ VAR MI?

ürkiye’de film sektörü de piyasa koşullarıyla içli dışlı olmaya başlayalı çok oldu. Sinemada gösterim koşullarının ticari kaygılarla üretilen popüler, klişe filmler için dizayn ediliyor olması pek çok sinemaseverin izlemek istedikleri filmlere ulaşabilmesinin önünü tıkıyor. Buna karşı duruşlar da oldu. Yakın geçmişimizden bir iki örnek çok çarpıcıdır. Bunlardan birincisi Alkazar Sineması’nın açılışıdır. 1994 yılında “Germinal “i ilk açılış filmi yaparak yola çıkan ve sadece kaliteli filmleri gösteren Alkazar Sineması yıllar boyunca bu duruşunu korudu. Ama 16 yıl sonunda dayanamayarak kapanışını ilan etti. Kapanış gerekçeleri için açıklama yapan Alkazar Sineması Yönetimi’nin şu ifadeleri, içinde bulunduğumuz gerçekliği bütün açıklığı ile ortaya koyuyordu: “Büyük alışveriş merkezlerindeki son derece yüksek yatırımlarla yapılan, teknolojik olanaklarla donatılmış olan ve popüler, ticari filmleri izleyiciye sunan 8-10 perdeli sinema salonlarına karşı ya da yanı başında adeta kahraman bakkallar gibi küçük, iddiasız sanat sineması olmayı sürdürecek gücümüz ne yazık ki kalmadı.” İkinci örneğimiz Emek Sineması’nın yıkılışına karşı gösterilen direnişdir. 1924 yılından beri film gösterimleri yapılan, sinema tarihimizin yaşayan bir anıtı Emek Sineması yerine yapılacak AVM projesinin bir parçası olarak kapatıldı. 28 yıl boyunca İstanbul Film Festivali ve diğer sinema festivallerine ev sahipliği yapmış Emek Sineması’nın kapatılmasına karşı sinema çevreleri büyük bir direniş sergiledi. Her ne kadar başarılı bir sonuç elde edilemediyse de Gezi Direnişi’nin ayak sesleri buralardan yükseldi.

Şimdi BAŞKA SİNEMA Var

1 Kasım 2013 tarihinden itibaren hayatımıza giren BAŞKA

SİNEMA, ticari sinema salonlarında gösterimine pek rastlayamadığımız pek çok kaliteli filmi izlememize olanak sağlıyor. Peki nedir BAŞKA SİNEMA? Festivallerde yoğun ilgi gören ama gösterime girme şansı olamayan bağımsız filmlerin izlenilmesine olanak sağlayan, alan açan sürekli bir sinema oluşumu. BAŞKA SİNEMA projesiyle filmler belirli sinema salonlarında daha esnek bir programla daha uzun süre vizyonda kalıyor, film gösterimi ve etkinlikleri birleştirilerek sinemaseverlerle sürekli iletişim ve etkileşim halinde olunuyor, izleyicinin istekleri doğrultusunda şekillenebilecek esnek bir yapı yaratılıyor, izleyiciler yönetmen ve oyuncularla bir araya getiriliyor. Filmler şimdiye kadar İstanbul (10 kadar sinema salonu var), Ankara, İzmir ve Eskişehir’deki sinema salonlarında gösterime giriyor; en az bir ay vizyonda kalıyorlar. Aynı salonda her gün en az üç farklı film gösteriliyor. 110 dakikaya kadar olan filmlerde ara verilmiyor. Her Çarşamba günü, son seansta ‘Sürpriz Film Gecesi’, ‘Kısa Film Gecesi’, ‘Belgesel Gecesi’, ‘Ön Gösterim Gecesi’, ‘Kült Film Gecesi’ ve ‘Kaçırmadınız’ gibi birçok özel seçkinin olduğu BAŞKA ÇARŞAMBA Geceleri düzenleniyor. 2015 yılı Ağustos ayında İstanbul’da (Beyoğlu Beyoğlu, Beyoğlu Pera, Kadıköy Rexx gibi sinema salonlarında) gösterime girecek olan filmler şöyle:

Hungry Hearts/Aç Kalpler

Venedik Film Festivali’nde Adam Driver’a En İyi Erkek Oyuncu; filmin diğer başrol oyuncusu Alba Rohrwacher’a En İyi Kadın Oyuncu ödülü kazandıran yapım, birbirlerine ilk görüşte aşık olan bir çiftin hikayesini etkili bir dille anlatıyor. Jude ve Mina, New York’ta bir tesadüf eseri tanışıp ilk görüş-

te aşık olurlar. Jude’un sosyal ve girişken kişiliğini Mina sakinliği ve çekingenliği ile tamamlayınca ilişkileri evliliğe kadar gider. Kısa süre sonra bebeklerinin dünyaya gelmesinin ardından, çiftin aslında ebeveynlik konusunda birbirlerinden çok farklı düşündükleri ortaya çıkar. Mina pek çok ilaç almakta, ağır bir diyet yapmaktadır ve bu diyeti bebeğine de uygulamaya çalışmaktadır. Bebeğin büyüme sorunlarıyla karşı karşıya kaldığını gören Jude, bu duruma müdahale etmeye çalışınca büyük bir aşk ile başlayan ilişkileri kırılma noktasına gelecektir.

Far from Men/İnsanlıktan Uzakta

Albert Camus’nun Misafir adlı kısa öyküsünden uyarlanan ve Venedik’te Altın Aslan için yarışan film, 1950’li yıllarda bağımsızlık mücadelesi veren Cezayir’de geçmesine rağmen klasik western filmlerinden izler taşıyor. Daru (Viggo Mortensen) ufak bir köyde öğretmendir. Cezayir’de doğmuştur fakat aslen İspanyol olduğu için hem etnik Cezayirliler hem de Fransız koloniciler tarafından ‘yabancı’ etiketiyle hor görülmektedir. Daru’ya, bir muhalifi garnizona kadar götürmesi emri verilir. Bir dönem Fransız ordusuna da hizmet etmiş olan Daru, bu yolculukta kendi sadakatini sorgulamaya başlar. İki kaçağı Atlas Dağları’nda zorlu ve nefes kesici bir kaçış serüveni beklemektedir.

Starry Eyes/Şeytanın Gözleri

Hollywood’un hırs ve rekabet dolu dünyasında genç ve hevesli bir oyuncu olan Sarah iyi bir rol kapıp başarılı bir film yıldızı olmak için eline gelen her fırsatı değerlendirmektedir. Bir gün

Zeynep KORU

karşısına çıkan ve tehlikesinden haberdar olmadığı gizemli bir film yapımcısı ile bir anlaşma yapar. Bu anlaşmanın ardından Sarah kendisini hem gizli bir Hollywood tarikatının hem de geri dönüşü olmayan, esrarengiz, acılı ve lanetli bir yolculuğun içinde bulur. Time Magazine’in “Lynch ve Cronenberg birlikte film yapsaydı sonuç Starry Eyes olabilirdi” şeklinde bahsettiği film, Alex Essoe’nun olağanüstü performansı ile de övgü topluyor.

Love and Mercy / Aşk ve Merhamet

Aşk ve Merhamet, Beach Boys grubunun kurucularından olan şarkıcı ve söz yazarı Brian Wilson’ın samimi ancak sıra dışı hikayesini konu alıyor. Film Wilson’un sansasyonel, çağ belirleyici müziğinin yanı sıra, kişisel yolculuğunu, olağanüstü başarılarıyla gelen nihai kurtuluşunu inceliyor. Müzisyenin kendisi ve eşinin işbirliği Aşk ve Merhamet, “Surfer Girl” “Fun, Fun, Fun” ve “Good Vibrations” ve “God Only Knows” şarkılarının yazarı dahi Wilson’un daha önce hiç görülmemiş yönünü ele alıyor. Yaptığı müzik ve oluşturduğu harmoni ile California’nın sonsuz yazlarını anımsatan müziği yaratan bu sorunlu müzik dehasını, oyuncular Paul Dano ve John Cusack canlandırıyor.

23



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.