Sosyalist Dayanışma Ekim 2017 Sayı 59

Page 1

Sarayın Sonu Demokrasi Mücadelesinde “Ekim’in Ufku” : 100 Yıl Öncesinden Gelen Çağrı

FİYAT: 2 TL

YIL:7 SAYI:59

EKİM 2017

WWW.SODAP.ORG /SODAP

/SODAP74

Geleceği Yola Turab Olanlar Kuracak Tersine Robin Hood Almanya ve Avusturya Seçimleri ve Eğilimler Dev Turizm-İş Marmara Bölge Şubesi Başkanı ile Röportaj Kürdistan Hayaleti Eğitim Sistemi (Error Not Found) Biat Değil İsyan Akyol İçin Mola Vermeye Zamanımız Yok İşçiler Güvenli Çalışmak İster Sermaye Birikim İster O Koca Hayat Bir Yazıya Nasıl Sığacak? “10 Ekim 2015” Unutmayacağız! “Bu Yasalar Böyle Geçmez!” Kürdistan Referandumu Üzerine Anayurt Oteli


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2017

uyan artık uykudan uyan uyan esirler dünyası zulme karşı hıncımız volkan bu ölüm-dirim kavgası yıkalım bu köhne düzeni biz başka alem isteriz bizi hiçe sayanlar bilsin bundan sonra her şey biziz.

bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık enternasyonal’le kurtulur insanlık bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık enternasyonal’le kurtulur insanlık

hem fabrikalar, hem de toprak her şey emekçinin malı

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 7, Sayı: 59 Ekim 2017 Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: H. Özgür ÖZCAN Adres: Piyalepaşa Mah. Şark Sk. No: 15/A Beyoğlu İstanbul İletişim Tel: 0535 922 82 68 İletişim Mail: info@sodap.org www.sodap.org Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34

2

asalak tanımayız hak her şey emeğin olmalı cellatların döktüğü kan bir gün onları boğacak bu kan denizinin ufkundan kızıl bir güneş doğacak

Enternasyonel Marşı


Ekim 2017 / Sosyalist Dayanışma

SARAY’IN SONU DEMOKRASİ MÜCADELESİNDE

M

eclis uzun bir aranın ardından tam da Saray’ın biçtiği misyona uygun şekilde açıldı. 16 Nisan referandumu ile fiili şekilde saray tarafından ülkenin yönetimi resmen de meclisin elinden alınmıştı. Son iki yıl enerjisini neredeyse HDP’nin siyaset dışında kalmasına harcayan meclisteki vekillere verilen saksı ile fotoğraf tamamlanmış oldu. Saray her ne kadar kontrolü elinde tutma gayretini gösterse de rüzgar bu yöne doğru esmemekte. Saray rejim değişikliğini referandumun sonuçlarına göre mecliste “uyum yasaları”nı çıkarma zahmetini göstermeden KHK’larla 2019’a kadar tamamlamayı hedefliyor.

İdeolojik olarak Cumhuriyet’in siyasal İslamcı karakteri alması hızlandırılmıştır. Devletin bütün kurumlarını buna göre şekillendiren Saray-AKP toplumu bir bütün olarak da hazırlamanın adımlarını atmaktadır. Bu noktada eğitimin özel bir yeri bulunmaktadır. Merkezine cihadın alındığı bir eğitim programı devrededir. İmam hatiplerin bütün yönlendirmelere rağmen istenilen rağbeti görmemesi, mevcut okulların imam hatiplere dönüştürülmesi adımını getirdi. Yıllardır sorun yumağına dönüşen eğitim sistemini “İslamcı” neslin yetiştirilmesine göre kurgulamaya çalışan Saray bir anda TEOG sınavını kaldırdı. Bu sınavlar eşitsizlik barındırdığı için değil, istenilen neslin bu sınavlardaki başarısızlığıdır. Eğitim sistemi müfredatından sınavlarına ya da biçimine kadar planlı bir dönüşümün olmadığını görüyoruz. Egemenlik sistemi inşa edilirken sınıfsal yapının oluşturulması büyük önem taşıyor. Neoliberal politikaların hızlı yürütücüsü

AKP döneminde yaratılan sınıf, kaynağını yağma ve vurgunlardan almaktadır. Özellikle rant, inşaat ve dışarıdan gelen sıcak paranın dışında kaynaklar oluşturulamamıştır. Hele ki uluslararası güçlerle yaşanan sürekli gerilim de ekonomik yapının giderek irtifa kaybetmesine yol açmıştır. Böylesi bir ekonomi politikayla inşa edilen rejimin geleceği de hayli sorunludur. İçinde yaşadığımız ekonomik bunalım ertelendikçe ortadan kalkmak yerine giderek büyümekte ve kalıcı hale gelmektedir. Haliyle ekonomik çöküntü kaçınılmazdır. Rant ve spekülasyona dayanan; öte yandan hızla çürümekte olan bir toplumsal yapı üzerine “başkanlık sistemi” inşa ediliyor. Bu nedenle gidiş büyük risklerle yüklüdür. Ülkeyi tamamen faşizmle yöneten Saray dışarıyla da aynı tarzda ilişki kurmaya çalışıyor. Suriye’deki kirli savaşta oynadığı rolle zaten ciddi derecede itibar kaybeden AKP-Saray, geçmişten ders çıkarmak yerine şımarık çocuk gibi gürültü çıkarıyor. Kürtlerin pozisyonlarını güçlendirmesine yönelik attığı Fırat kalkanı ayağına dolanırken, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’ndeki referanduma ağır söylemler geliştiriyor. Tarih unutulmayacak kadar taze olduğu için hem Irak yönetimi için hem de Barzani için güzellemeler de, tehditler de hafızalarda. Saray sayesinde devlet aklı yitiriliyor. Günlük değişen politikalar devlet ciddiyetini de ortadan kaldırıyor. Irak Kürdistan’ında gerçekleşen referanduma edilen ağır sözlerin ve tehditlerin gelecekte bir karşılığı olmadığını sözün sahipleri de gayet iyi biliyor. İçerde MHP ile kurulan ittifakın etkisinin hayli fazla olduğu referandum tepkisi kendisini aşar düzeyde.

Saray 2019’a giderken doğu ve batıya dair iki önemli sorun önünde duruyor. İlki “Rakka” sonrası “İdlip” savaşı ve cihatçıların Türkiye’deki konumlanışı, diğeri ise batı ile fazlasıyla gerilen ilişkilerin yıpranmışlığı. Bu iki hatta Saray’ın elle tutulur bir politikası yok. AKP Ortadoğu politikasıyla hiç olmadığı kadar yıpranmışken meclise getirilen sınır ötesi operasyonlara vs. izin veren tezkere CHP’nin de oylarıyla Meclisten geçti. AKP faşizminin çizdiği sınırlarda politika yapmanın dışına çıkamayan CHP kendi geleceği açısından da tarihi hatalar yapıyor. AKP’nin tehditlerini, baskılarını göze almadan siyaset yapmak faşizmi bertaraf etmez. Kaldı ki bugün AKP içinde kazan fazlasıyla kaynamakta. Önemli şehirlerdeki belediye başkanlarının “istifa” etmeleri içerdeki operasyonun başladığına dair önemli bir göstergedir. Saray’ın kendisi de mevcut AKP ile yeni rejimi inşa edemeyeceğini biliyor. Topluma bulaştırdıkları çürüme AKP’de bataklığa dönüşmüş durumda. Böyle bir yapı yeni bir rejimi değil ancak çöküntüyü inşa edebilir. Rejim değişikliğinin eşik noktasına yaklaşılırken Saray’dan her türlü saldırı ve provokasyon beklenmelidir. HDP üstündeki ağırlığı atmaya çalışıyor. Demokrasi mücadelesinin motor gücü olmayı başarabilmelidir. CHP’nin adımları hep “Kürt sorunu” ve “devletin bekası” söz konusu olunca geriye işleyecektir. Devlet ve AKP bunu çok iyi biliyor. Bu sınırları aşabilecek tek parti HDP’dir. Bunu yaparken demokrasi cephesini büyütmek en önemli görevdir. Ancak bunun için elde sihirli bir değnek yoktur. Önümüzdeki sürecin her anı çok önemlidir. Yapılabilecek en

önemli hata hesaplaşmayı 2019 seçimlerine bırakmak olur. Tam tersine o noktaya ilerlerken yaratıcı taktiklerle demokrasi mücadelesini yükseltmek gerekiyor. Rejim değişikliğine gidilirken mevcut siyasal dengeler ve tablo kaçınılmaz bir şekilde değişecektir. Bu 40’ların sonlarında tek parti yıllarından çıkarken böyle oldu; 60’lı yıllarla “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitle” olmaktan, sınıflı bir topluma dönüşürken de böyle oldu. Yaklaşan değişim en az iki tarihsel geçiş kadar önemlidir. Siyasal tablodaki ve güç dengelerindeki değişim sancısını, en hızlı ve en başarılı şekilde demokrasi güçleri yakalamak zorundadır.

Rant ve spekülasyona dayanan; öte yandan hızla çürümekte olan bir toplumsal yapı üzerine “başkanlık sistemi” inşa ediliyor. Bu nedenle gidiş büyük risklerle yüklüdür.

3


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2017

“EKİM’İN UFKU”: 100 YIL M. SİNAN MERT

“İnsan türünün tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir olay” Alain Badiou

4

G

ünümüzün en önemli sorunlarından bir tanesi de enformasyon bombardımanı altında kendini kaybetmek. Hele de Türkiye gibi bir ülkede yaşıyorsanız, hele de Ortadoğu’ya yakınsanız baş döndürücü gelişmelerin ortasında ipin ucunu kaçırmanız gayet mümkün. Gündem yoğunluğu ve değişkenliği düzenli ve istikrarlı bir izlek oluşturabilmeyi imkânsız hale getiriyor. Yoğunlaşmayı, bir tür uçar gezerlikle yer değiştirmeye zorluyor. Ekim Devrimi’nin 100. yıldönümü sosyalist harekete; bu enformasyon bombardımanının, “güncel olan”ın etkisinden en azından bir süreliğine kurtulmak için yapılan bir çağrı olarak değerlendirilmeli. Dünya tarihini değiştiren, bir yüzyılın açılış ve kapanışını imleyen bir olay haline dönüşen, kaale alınmayanların , hesaba katılmayanların dünyayı titretmesine yol açan devasa bir “olay” Ekim Devrimi. Bu büyük olayın açtığı pencereden bugüne baktığımızda, 3. Enternasyonal’in

çocukları olarak genel anlamda sosyalist/komünist hareketlerin kendilerini bir değerlendirmeden geçirmesi gerekmez mi?

DEVRİMİN MOTORU: YOKSULLARIN YIKICI ÖFKESİ

Ekim Devrimi’nin özünde “alttakilerin öfkesi” yatar. Öfkenin çok çeşitli boyutları olmakla birlikte esas olarak zenginliğe ve eşitsizliğe karşı olması ona ana karakterini kazandırır. İşçiler fabrikaları ve üretimi kendi denetimleri altına almak istiyorlardı, köylüler toprak talep ediyordu, askerler ise savaşmaktan bıkmıştı. Muazzam bir toplumsal hareketlilik esas olarak kendi üzerinde tahakküm kurmaya çalışan her yapıyı sorguluyor ve sarsıyordu. Dünya tarihinin denk geldiği en büyük sivil toplum uyanışlarından birisi yaşanıyordu. Alttan gelen bu muazzam enerji, gerçekten devrim yapmak isteyen bir devrimci aktörle kenetlenince dünya tarihinin aktığı yatağı köklü bir biçimde değiştiren devrim yaşandı.

Bugün küresel ve ulusal ölçekte sermaye ile emekçiler arasındaki eşitsizlik çok daha açık bir biçimde göze batacak durumda. 2008 krizi sonrasında yaşananlar, neoliberalizmin yarattığı toplumsal tahribatın büyük oranda yönetilemez bir dünya ortaya çıkarttığını -tekrar tekrar- gösteriyor. En son Almanya seçimlerinde AfD’nin parlamentonun 3. partisi olması ve merkez partilerin 2. Dünya Savaşı’ndan beri en düşük oyu alması, “popülist dalga”dan etkilenmeyeceği düşünülen ülkeyi ciddi biçimde sarstı. Küresel ölçekte gelir dağılımını düzeltecek, bir yeniden dağıtım geçekleştirecek bir siyasi atılım yaşanmadan içine girilen bu dehlizden çıkılabilmesi mümkün değil. Katalonya’daki seçimlerde yaşanan tablo özellikle İspanya İç Savaşı’nı anımsatması anlamında çarpıcıydı. Amerikan Merkez Bankası FED’in, 1929 krizinden sonra 1937’de yaptığı gibi, 2008 krizi sonrasında başladığı “miktarsal genişleme politikası”na


Ekim 2017 / Sosyalist Dayanışma

ÖNCESİNDEN GELEN ÇAĞRI son vereceğini açıklaması da tuhaf bir tesadüf belki ama uzayan krizin nelere yol açabileceği ile yeni beklentileri tetiklediği de muhakkak. “2008 krizinden de ancak büyük bir dünya savaşı ile mi çıkılabilecek?” sorusu güncel bir soru olmaya devam ediyor.

EMPERYALİSTLER ARASI ÇATIŞMANIN YARATTIĞI OLANAK VE DEVRİM Lenin, emperyalizmin gelişiminin keskinleştireceği çatışmayı, bunun da devletleri çözme olasılığını, böylesi bir çözülmenin de aslında büyük bir “devrimci” harekat alanı yaratacağını öngörmüştü. Beklentisinde haklı çıktı ve Rus Devleti’nin aniden tuz ve buz oluşunu, Avrupa’nın doğu despotizmin gerçek anladığı “şey”in bir anda yok olmasını muazzam bir olanağa çevirmeyi başardı. Bizlerin de benzer bir konağın eşiğinde olduğumuz öngörülebilir mi? Kesinlikle. 2008 krizinin dalgaları bize de 2013’ten itibaren ulaştı. 2013’ten beri her yöne akabilecek, bir türlü tam anlamıyla katılaşamayan bir dönemin içinden geçiyoruz. Erdoğan ve Saray şu ana kadar üstte dövüşmeye devam etse de aslında sonuç hala ortada. Bu büyük altüst oluştan ezilenlerin güçleneceği, devletin geriletileceği bir sonuç elde edilebilir. Böylesi bir sonucun elde edilebilmesi için sosyalistlerin böylesi bir dönüşümde rol oynayabilmesinin kaçınılmaz olduğu açıktır. Bu rolü oynayabilmenin ise niyetlerden bağımsız olarak bir toplumsal güç haline gelebilmekle alakalı olduğu kabul edilecektir. İşçi sınıfının temsilcisi olmayan bir sosyalist aktör, tarihin herhangi bir evresinde yaşanan bir büyük altüst oluştan kendi iradesiyle bir sonuç çıkartabilir mi?

1917 Ekim’in de İkinci Sovyetler Kongresi öncesinde iktidarın bir ayaklanma ile ele geçirilmesi noktasında partisi içinde muazzam bir gerilim yaratan, uzun erimli yoldaşları ile kanlı bıçaklı olan Lenin; bundan daha 3 ay öncesinde ellerinde silahları ile Petrograd Sovyeti’ne doğru bir Sovyet Hükümeti kurmak için yola çıkan Kronsdatlı askerlere neden “henüz erken” diyerek açık destek vermekten imtina etmişti? Çünkü Sovyetlerde Bolşevikler çoğunluğu elde edememişti. Sovyetlerde Bolşeviklerin çoğunluğu elde edememiş olması Lenin’i duraksattı. Ağustos ayında yaşanan Kornilov darbe girişiminin başarısızlığı sonrasında kitleler büyük bir hızla darbenin püskürtülmesinde en kararlı güç olarak ön plana çıkan Bolşevikleri desteklemeye başladı. Kerensky’nin ve Menşeviklerin artık mide bulantısı veren “Kadet’lerle anlaşma” (siz bugünün CHP’si olarak okuyabilirsiniz!) ısrarı özellikle işçilerin ve askerlerin yüzlerini büyük bir hızla Bolşeviklere dönmesi konusunda büyük katkı sağladı. Bolşevikler sanayi işçilerinin çekirdeğinden aldıkları güçle hem Kornilovcu kalkışmayı bastırdılar hem de iktidara yürüyüşü başlattılar.

SINIFSAL ÇELİŞKİNİN KÜLTÜRELLEŞMESİ NASIL AŞILABİLİR? Hiç kuşku yok ki bugün kapitalizmin en önemli tarihsel başarısı sınıfsal, ekonomik çelişkiyi her fırsatta kültürelleştirmeyi başarabilmesidir. Marx’ın Manifesto’daki en önemli beklentilerinden bir tanesi kapitalist gelişmenin ilerledikçe sınıfsal ayrışmayı daha da belirgin hale getireceği idi. Bunu da Marx’ın gerçekleşmeyen beklentilerinin arasına yazmakta fayda var. İdeoloji, üstyapı meselesini hafife almanın en doğrudan sonuçlarından bir tanesi de bu öngörü yanlışıdır. Hiç kuşku yok ki

sermaye bugün kendisini perde arkasında gizlemeyi her zamankinden çok daha iyi başarıyor. Toplum sınıfsal eşitsizliklerin yarattığı cehennemi ateşle alttan alta fokur fokur kaynıyor, ancak çelişkiler sermayeyi bir taraf haline getiremiyor. Kapitalizmin ideolojik hegemonyası, çelişkilerin sermayeyi de içine alacak biçimde yapılandırılmasını engelliyor. Bu çarpıtma günümüzde popülist hareketlerin temel manevra alanını yaratıyor. Çünkü bunların da sermaye açısından kabul edilebilir olmasının temel sebebi toplumsal çelişkileri kültürelleştirme kapasiteleridir. AfD’nin 30 yıl öncesine kadar sosyalizmin yaşadığı Doğu Almanya’da her 5 kişiden birinin oyunu alması, kapitalizmin günahlarını “yabancı düşmanlığı”na havale edebilmedeki üstün kapasitesi ile mümkün olabildi. Bugün dünya tarihi açısından böylesi bir kritik kırılma anından geçtiğimiz doğruysa ufukta yeni Ekim Devrimlerinin yaşanabilmesinin temel koşulu sermayenin sınıfsal çelişkiyi kültürelleştirmesinin önüne geçebilmemizdir. Sınıfın; millet ve din karşısında yeniden belirleyici olabilmesi sağlanmadan büyük altüst oluşlar yaşanabilir ancak burada sosyalizm ana belirleyici güç olamaz. Bu söylediklerim var olan kültürel çelişkilerin görmezden gelinmesini değil ama onların sınıfsal bir hegemonya eşliğinde kavranmasını ve ele alınmasını gerektirir. Bu noktada güncel bir örnek olarak saya işçilerinin deneyimini vurgulamak aydınlatıcı olabilir. Suriyeli işçiler sektörde yeni iş bulmaya başladıklarında Türkiyeli işçilerle büyük gerilim yaşıyorlar. Türkiyeli işçiler onların “ücretlerin düşüklüğünün sebebi” olarak gördükçe bu durum devam ediyor. Ancak sonrasında sayacıların sömürülmesinin sebebinin Suriyeli işçilerin ucuza çalışması değil de işverenlerin açgözlülüğü olduğu hatırlanınca bu sefer

Suriyeli işçilerle (mülteci işçiler tabirini kullanmak daha anlamlı olabilir) beraber gerçekleştirilen eylem işverenleri ücretlerde zam yapmaya zorluyor. Patronlardan birisi tepkisini çok veciz bir biçimde ortaya koyuyor: “Ne oldu bu Suriyelilerin gözünü oyuyordunuz? Şimdi yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmiyor!” Sınıfın milletin önüne geçmesi işverenin kaybettiği nokta oluyor. Millet, burjuvazinin en büyük tarihsel icadı, iktidarının en büyük meşruiyet kaynağı olarak başköşede asılı duruyor. Sonuç olarak Ekim Devrimi diyor ki: “Sınıf içinde örgütlü değilsen söz hakkın yok. Belirleyici değil ancak belirlenen, takip edilen değil ancak kuyrukçu olursun!” Bu yalın gerçekle ilgili değil 100 yıl 1000 yıl da geçse temel noktanın değişmesi mümkün değil. Sınıfsal çelişkinin ortaya çıkma biçimleri değişiyor ancak temel olarak toplumun, üretimin sonuçları üzerine nasıl belirleyici olacağı sorunu temel ekseni oluşturmaya devam ediyor. Güncel siyasetin koşullarını biz belirlemiyoruz. O yüzden hayat her zaman sınıfsal çelişkiler kanalından akmıyor ve seyirci kalınması asla affedilemeyecek diğer sorunlar gündemde ön plana çıkıyor. Sorun olarak nitelenebilecek ise bir sosyalistin kendisini bir ezilen sınıfın temsilcisi olarak uzun vadeli değil de gündelik dövüşler içinde kısa vadeli bir siyasal bilinçle yapılandırması. Bu tuzağa düşmemeliyiz. Güncelin içinde boğulmamalı, güncelin içinde sınıfı AKP hegemonyasından kurtarabilmek için yüzebilmeliyiz. Hayat bunun için muazzam olanaklar yaratmaya her şeye rağmen devam ediyor. Şubat Devrimi sonrasında Petrograd Asker Sovyeti’nin aldığı 1 No’lu kararda subayların askerlere “sen” diye hitap etmesi yasaklanıyordu!

1

5


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2017

GELECEĞİ YOLA TURAB OLANLAR KURACAK SEZGİN KARTAL

17

Eylül’de Kartal’da gerçekleşen “Eşit, Parasız, Anadilde, Laik Eğitim” mitingine sayılı günler kala tertip komitesinde aktif görev alan cemevi başkanına “miting sonrası eylem etkinlik programınız var mı?” diye sormuştum. Yönetici “evet var” deyip susmuştu. Aradan geçen zamanda bu suskunluğun da cevabını almış olduk. Okulların açılışından, ders kitaplarının içeriğine değin mitingde de konu edilen sorunun boyutunu açıkça görmüş olduk. Yeni eğitim müfredatında sorunun iki yönü var. Biri dini referans alan, cihada yönlendiren yönü olması diğer de Aleviliğin ve diğer inançların dezenformasyonudur. Dikkat edilirse birinden kurtulmaya çalışırken sorunun kendisi çok boyutlu hale geldi. İslam’ın kutsandığı okul kitaplarında Alevi inancına dair değerler sıradanlaştırılarak

folklorleştirilmiş, sır olarak yüzyıllardır yürütülen kimi inanışlar teşhir edilmiştir. Mesela cem törenlerinde ibadetin bir parçası olarak gerçekleştirilen semah okul kitaplarında oyun olarak tariflenmekte. Oysa Aleviler semahı cem törenleri dışında dönmeyi doğru bulmazlar. Semah’a biçilen anlam Hacı Bektaş-ı Veli’nin dediği gibi “Bizim semahımız oyuncak değildir. O bir aşk halidir. Salıncak değildir.” Eğitim müfredatıyla Alevi çocukları Sünnileştirilirken aynı zamanda değerleri de yerle bir edilmesi hedeflenmekte. Alevi toplumu ülkede yaşanan rejim değişikliğinden habersiz değildir. Bu süreçte kendini güvende hissetmeyen, öfkesi ise en yüksek topluluktur. AKPSaray’ın kuşatamadığı, dönüştüremediği önemli toplulukların başında geliyorlar. Alevilerin yüzyıllardır egemenlere karşı verdiği kendini var etme ve kabul ettirme mücadelesinde örgütlenip politik hattını kuracakları kurumların eksikliği bugün kendisini fazlasıyla hissettiriyor. Alevi kurumları kendi iç meselelerinin dışında örgütlen-

me konusuna maalesef eğilemiyor. Aslında sorun kurumlarla Alevilerin ilişkilerinin inanç temelinin ötesine taşırılamamasındadır. Bu sorumluluk öncelikle Alevi toplumunda değil onun temsiliyetini yürüten kurumlardadır. AKP’nin hedeflediği gibi 2019 sonrası dönüşüm başarılı olursa tartışacağımız Alevi kurumları da bulamayabiliriz.

Model yaratabilmek!

Kaos dönemleri tehlikeler kadar olanakları da içinde barındırır. Küçük büyük demeden “yol”u fethetmeyi düşleyenler dünün yavaşlığını, sıradanlığını, alışkanlıklarını bir kenara bırakıp Alevi toplumunun en kılcal damarlarına değin dokunabilmeyi ve örgütlemeyi becerebilmelidirler. Bir mahallede cemevimiz mi var? Orada yaşayan her aile örgütlenmeli, kendi dayanışma ağlarını kurmalı ve ihtiyaçları bu temelde karşılanmalıdır. Öncelikle kendini yalnız hissetmemeli, kurumuna güven duymalı. Okullarda asimilasyoncu eğitim varsa, çocuklarımızı bu saldırılardan korumalı; kurumlarımızın bilimin, anadilin, laikliğin esas alındığı alternatif eğitimler vermesi sağlanmalıdır. Bu da ancak eğitimcisinden çocukların ailelerine varana kadar dayanışmayla olur. Saray, iktidarını kaybetmemek için her türlü provokasyonu yaratabilme çılgınlığına sahip. Bu noktada Alevilerin kapısını çalacak, Suriye Savaşı’ndan devşirdiği binlerce Selefi çete örgütlenmeleri mevcut. Aleviler bu tehdidin de gayet farkında. Kendince bireysel önlemler aldıklarını da söyleyebiliriz. Bu bile başlı başına çok tehlikelidir. Provokasyonu iki şekilde ger-

6

çekleştirebilirler, ya Kürt-Türk ya da Alevi-Sünni çatışmasıyla. Bu oyunu bozacak toplumun örgütlenmesidir. Bu tehlike sadece Saray’ın iktidarı kaybetme olasılığına da bağlı değil. Cumhuriyetin bütün dönemlerinde Aleviler tehdit altındaydı. Bugünün farkı tehdidin boyutunun hayli büyük olması ve canlılığını yitirmemesidir. Bu durumda Alevi toplumunun öz örgütü olan dernek ve cemevlerimiz kendini hem pratik hem de anlayış ve hedefler bakımından yenilemelidir. Kaldı ki Alevi toplumu ihtiyaçları ve politik talepleri noktasında umudu yaratamayan kişi ve kurumlarla ilişkilerini sınırlı tutmaktadır. Kurumlarımız geçmiş mücadele tarihinden de beslenerek yarını kurma iradesini göstermekle yükümlüdür. En nihayetinde Alevi toplumu üzerinden düzen siyaseti yapmanın da sonuna gelindi. Ülkede ve dünyadaki siyasi koşullarla birlikte Alevi toplumunda da politik ihtiyaçlar fazlasıyla değişti. Dün “Aleviyim” diyebilmek bile mücadelenin en önemli meselesiyken bugün “Ben varım ve benim taleplerimi yok sayamaz, bana başka bir inancı dayatamazsın.” diyen bir toplum var. Alevi toplumunun politik ihtiyaçlarının seviyesi düne göre hayli yükselmiştir. Alevilerin sempatisini kazanacak birkaç söz söylemek bugün karşılık bulmamaktadır. Zamanın ruhu da buna müsaade etmemektedir. Bu ruhu yakalamak Alevi toplumunun içinde kök salmakla mümkündür. O kapıdan niyaz edip girecek canların “yol” rehberi Pir Sultan Abdal olacaktır. Aşk ile…


Ekim 2017 / Sosyalist Dayanışma

TERSİNE ROBİN HOOD

V

ergilendirilmiş kazanç gerçekten kutsal mıdır? Peki ya ödediğimiz vergiler bize gerçekten yol, su ya da elektrik olarak geri dönüyor mu? 1970’lerin Türkiye’sinde bu vecizelerin bir karşılığını bulmak belki mümkün olabilirdi. Ama günümüzde bunlardan bize kalan duble yollar ve şaibeli bir kutsallıktır. Hani çıkıp “Başbakanım, Cumhurbaşkanım, vergimizi de ödüyoruz ama biz açız!” deseniz “Ben yol yaptım yol!” diye size bağıracak gibi. Yeni torba yasa, dolayısıyla yeni vergi zamları yine gündemde. Dünya üzerinde halkını bu kadar fazla soyan ikinci bir devlet daha olur mu? Olur tabi, ama olmaz olsun! Meclis’in ritüeli haline gelen torba yasa ile yine halkın sırtına pek çok yük bindirildi. Dolaylı vergiler artarken enerjiden inşaata, madenden turizme hatta sigortaya kadar pek çok sektörde hükumetin suç ortağı Cengiz Holding’in, Sabancı’nın ve daha ismini bilmediğimiz pek çok şirketin vergi borcu silindiği iddiaları dolaşıyor. Cengiz Holding’in 425 milyon lira dolayında vergi borcu silinmiş görünüyor. Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek ise bunun için “uzlaşı” kelimesini tercih ediyor. Devlet-şirket uzlaşısı gündeme gelirken halkın cebindeki üç beş kuruşa da göz dikiliyor. Para-maliye politikası ikilisini birbirlerini destekleyecek şekilde kullanmak ülke ekonomisi açısından önemli ancak böyle bir ikili uyum görünmüyor. Şaibeli referanduma gidilirken hem maliye politikası gevşetildi hem de para politikası araçları işlevsizleştirildi. Erdoğan’ın Merkez Bankası ile olan faiz polemiği

hepimizin hatırındadır. Şu an döviz kuru oynaklığına müdahale edebilecek herhangi bir para politikası aracı kalmadı. Daha doğrusu bu müdahalenin ekonomik bedeli yükseldi. Maliye politikası ise giderek sıkılaşmaya hazırlanıyor. Yeni torba yasada MTV, ÖTV, gelir vergisi zamları gibi dolaylı vergi yükünü arttıracak kalemler mevcut. Dolaylı vergi yükünün artması ise ülkede toplumsal vergi yükünün bir bütün olarak artması demektir. Tam da bu noktada hükumet kanadından gelen açıklamalar toplumsal tepkileri absorbe edecek şekilde aktarılıyor. Başbakan’a göre

bu zamlar istihdamı arttırıcı ve enflasyonu azaltıcı politikalarda kaldıraç işlevi görecek. Naci Ağbal’a göre de jeopolitik risklere karşı savunma sanayisini güçlendirmek için kullanılacak. Yani milliyetçilik ülkemizde toplumsal rıza sağlamanın ideolojisi olarak ön plana çıkıyor. Ülkesinde gelir ve servet eşitsizliği olan, vergi adaletsizliği olanlar kendi sınıfsal konumlanışlarına, sınıfsal çıkarlarına ters davranışları savunacak hale geliyorlar. Türkiye İstatistik Kurumu’nun, 2015 yılına ilişkin Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’na göre (bu araştırma iki yıl öncesinin verilerini

kullanmasına rağmen maalesef gelir-servet adaletsizliğine ilişkin en güncel olan çalışmadır) en yüksek gelire sahip yüzde 20’lik grubun toplam gelirden aldığı pay yüzde 46,5, en düşük gelire sahip yüzde 20’lik grubun payı ise yüzde 6,1. Önceki yılın yani 2014’ün oranları ise sırasıyla 44,9 ve 6,2 idi. Diğer yandan 2014’ten 2017’ye kadar olan GSYİH oranlarındaki artış ise iki yıl için toplamda %7 civarında. Bu oranların açıklaması ise şöyledir: Araştırmaların yapıldığı dönemden günümüze kadar, enflasyonu, zamları, makarna kömür yardımlarını, eğitim kredilerini, vergi muafiyetlerini, vs. hepsini hesaba katalım. Toplam ülke ekonomisi %7 büyüyor. Toplam pastanın %7 büyüdüğü bir ekonomide, 2015 yılında 472 milyon lira harcayan Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın geçen yılki harcamaları 1,3 milyara çıkıyor, yıllık 4 milyar dolar ciro yapan Cengiz Holding’in vergi borcu siliniyor ama bizim borçlarımız artıyor, ödediğimiz vergiler artıyor, evimize aldığımız ekmeğin suyun fiyatı artıyor. Aynı sürede toplam üretkenlik, yani saat başına üretilen mal ve hizmet değeri artıyor, çalışılan toplam saat artıyor, pasta büyüyor, ama ücretlilerin durumu hep aynı, hatta tersine bile gidiyor.

ÇINAR ENGİN

Yeni torba yasada MTV, ÖTV, gelir vergisi zamları gibi dolaylı vergi yükünü arttıracak kalemler mevcut. Dolaylı vergi yükünün artması ise ülkede toplumsal vergi yükünün bir bütün olarak artması demektir. Tam da bu noktada hükumet kanadından gelen açıklamalar toplumsal tepkileri absorbe edecek şekilde aktarılıyor.

Yaşam kalitesi, alım gücü, demokrasi, hak-hukuk, adalet, gibi kavramlar yerine devlet gücü üzerinden kendi değerini ölmeye çalışmak insanları hem kendi çıkarlarına hem de toplumsal/ sınıfsal çıkarlarına ters davranmaya itebilir. Hizmet edilen sadece piramidin tepesindekilerin çıkarı olur, o kadar.

7


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2017

ALMANYA VE AVUSTURYA SEÇİMLERİ VE EĞİLİMLER SİDAR ARSLAN

Aslında iki parti de seçim öncesi bir seçim manevrası olarak Türkiye karşıtı bir tutum sergilemişlerdi. Sosyal Demokratların lideri Martin Schulz, seçimler öncesinde Başbakan seçilmesi halinde Türkiye’nin Avrupa Birliği ile yürüttüğü müzakereleri keseceğini açıklamıştı. Sol Parti, Türkiye’nin otoriterleştiğini savunarak müzakerelere son verilmesini istiyor.

8

D

ünyanın birçok yerinde önemli seçimler ve referandumlar hızla gelip geçiyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde Trump’ın seçilmesi, Venezüella’daki sancılı süreçte yaşanan seçimden Maduro’nun tekrar aktör olması, Kürdistan ve Katalonya’daki Dünya çapında ses getiren referandumlar ve son olarak Almanya ve Avusturya seçimleri… Konu itibariyle hepsi de ayrı ayrı çok uzun tartışılacak konular; lakin meseleye yakınlığım itibariyle Almanya ve Avusturya eksenine odaklanmak istiyorum. Zira Avrupa’da ama özellikle de Almanya ve Almanca konuşulan diğer ülkelerdeki bazı ilginç gelişmelere odaklanmak istiyorum. Örneğin Avusturya geçen sene Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kazanan %51 ile Van Der Bellen oldu; ama sayımda yanlışlık yapıldığı iddiası ile seçim yenilendi. İkinci seçimin yapılacak olması halkta şüphe uyandırdı ve insanlarda Van Der Bellen’in bu sefer kazanamayacağı yönünde kaygılar gelişti. Ama %56 ile Van Der Bellen tekrar kazandı. Şimdi bu ne anlama geliyor? Van Der Bellen sosyalist bir siyasetçi değil. Ama Türkiye gibi düşünürsek, sosyal demokrat bir siyasetçi olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlamda yine çok cazip olmayabilir ama karşısındaki aday 1946 yılından itibaren ilk defa bu kadar güçlü bir adaylık ortaya koyan aşırı sağcı –Hitler yanlısı bir tutum sergileyen- Hofer olunca işler biraz değişmişti. Kamuoyunda Hitler’i açık olarak olmasa da savunan bir anlayışın %50’ye yakın oy alması oldukça huzursuzluğa yol açmıştı. Bu durumdan özellikle ülkede yaşayan azınlıklar oldukça rahatsızdı. Her ne kadar belli edilmese de yetmiş yıl sonra Hitler zihniyeti yine bu topraklarda kendini silik bir suretle göstermişti.

Tam şu sıralar ise Avusturya parlamenter seçimleri var ve SPÖ (Sosyal Demokrat Partisi), ÖVP (Avusturya Halk Partisi, Katolik çizgisi ile Avusturyalı muhafazakâr ve liberal bir siyasî partidir.), Die Grünen(Yeşiller), FPÖ (Avusturya Özgürlük Partisi. Başkanı Heinz-Christian Strache, özellikle ‘Viyana İstanbul Olmamalı” sözleri ile tartışma yaratmıştı), KPÖ ( Avusturya Komünist Partisi) arasında bir yarış söz konusu. Lakin ipi göğüsleyecek olan iki aşırı sağcı koalisyon partileri SPÖ ve ÖVP olacak gibi gözüküyor. Çünkü Dünya genelinde olduğu gibi Avusturya’da da artan bir sağ popülizm var. Özellikle Avrupa’da yükselen bu sağ popülizmin bir numaralı nedeni ilticalar ve de ekonomi. Aslında Avusturya Avrupa’nın ortasında küçücük şirin bir ülke gibi gözükse de ciddi silah üretim kapasitesi ve pazarı olan bir ülke. Bu anlamda Ortadoğu’da yaşanan herhangi bir savaşta parmağı olmaması mümkün değil. Yani iltica ve mülteci sorunu ülke ekonomisini ayakta tutan silah ticaretinin bir parçası. Ama ekonomik refah içinde yaşayan Avusturya halkı mülteci sorunun temel nedenini göz ardı ediyor, bu konuda epey ikiyüzlü davranıyor. Almanya’da ise durum pek de farklı değil. Son seçimlerde Merkel’in oyu düşse de en çok oyu yine Merkel aldı. Muhtemelen Merkel’in oy düşüşünün ardında mülteci sorununa yaklaşımı ve Türkiye ile gelgitli ilişkisi yer alıyor. Zira Almanya mülteciler ile uğraşmak ‘istemiyor’. Merkel’in göstermelik de olsa bu konudaki ılımlı tavrı aşırı sağcı kesimin tepkisine neden oluyor. Çünkü Merkel sürekli şunu söylüyor: Wir müssen immer offen sein (Biz daime açık olmalıyız).

Ama bu politika görünen o ki Merkel’e ciddi oy kaybettirdi. Ama burada kaybeden sadece Merkel ve partisi değil. Aynı zamanda Almanya’nın ikinci büyük partisi SPD (Almanya Sosyal Demokrat Partisi)’de bu konuda kaybedenler arasında. Merkel’in partisinin karşısında ‘sol’ bir parti olarak duruyor ve mülteci sorununda insan haklarını gözetmeye çalışıyor. Bu yüzden yine bu parti de aşırı sağcıların olmasa bile mülteci sorunundan rahatsız olanların tepkisine yol açmış durumda. Aslında iki parti de seçim öncesi bir seçim manevrası olarak Türkiye karşıtı bir tutum sergilemişlerdi. Sosyal Demokratların lideri Martin Schulz, seçimler öncesinde Başbakan seçilmesi halinde Türkiye’nin Avrupa Birliği ile yürüttüğü müzakereleri keseceğini açıklamıştı. Sol Parti, Türkiye’nin otoriterleştiğini savunarak müzakerelere son verilmesini istiyor. Başbakan Merkel ise Türkiye’ye yönelik tutumunu sertleştirerek, Türkiye ile müzakerelerin durdurulması seçeneğini Ekim ayında yapılacak Avrupa Birliği zirvesinde gündeme getireceğini ifade etmişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise Ağustos ayında Almanya’daki Türkiye kökenli seçmenlere seslenmiş; Türkiye düşmanı olan partilere “Sakın ha, oy vermeyiniz! Sakın! Türkiye dostu olanlarla beraber olun. Küçük partiymiş falan buna da bakmayın, onları büyütelim” demişti. Erdoğan’ın son dönemdeki bu ve daha birçok çıkışı Avrupa’da özellikle de 700 bin Türkiye kökenli insanın yaşadığı Almanya’da çok fazla gerilime neden oldu. Türkiyeli göçmenler tepki ve baskılar nedeniyle Alman halkı ile paralel/ birbirine temas etmeyen bir yaşam sürmeye başladılar. Mesela iş başvurusuna gittiğinizde, ya


Ekim 2017 / Sosyalist Dayanışma

da ev ararken Türkiye kökenli olduğunuzu duyduklarında ‘Siz AKP’li misiniz?’ diye sorularla karşılaşabiliyorsunuz. İnsanlar hangi taraftan olduğunuzu öğrenmeye çalışıyorlar. Dolayısıyla Almanya’da yaşayan Türkiye kökenlilerin hayatı bu gerginlik içerisinde gittikçe zorlaşıyor. Siyasiler de uyum politikasında gittikçe sertleşmeye başlıyorlar. Partilerin hemen hepsindeki hafif sağa kayma da bu gelişmenin bir parçasıdır. Genel seçim havası ve trend, yabancı, siyasi-İslam ve Türkiye düşmanlığı üzerine oturtulmuş da diyebiliriz. Türkiye’deki siyasi gelişmeler ve AKP’nin Avusturya’da yaşayan Türk kökenli insanları, seçmen ve taraftar olarak kullanmak istemesi, çok menfi bir durum yaratmış ve bahusus, yasal olmayan çifte vatandaşlık hadiselerinin ortaya çıkması, tatsızlıklara yol açmış ve sağ partilere propaganda malzemesi olmuştur. Bunların sonucunda sağ popülist bir parti olan Almanya için Alternatif (AfD) genel seçimde yüzde 12,6’lık oy oranıyla üçüncü parti olarak resmi olmayan nihai sonuçlara göre meclise 94 milletvekili sokmayı

başardı. AfD genel görüşmelerde söz alabilecek, meclise yasa tasarıları sunabilecek ve hükümete soru önergeleri verebilecek. Seçimlerde 90 civarındaki Türkiye kökenli adaydan 14’ü milletvekili seçildi. Seçim sonuçlarını değerlendiren Türkiye kökenli milletvekilleri, sağ popülist Almanya için Alternatif ’in (AfD) Federal Meclis’e girmesi konusunda bir hayli kaygılı. Sosyal Demokrat Partili Cansel Kızıltepe, AfD’nin Federal Meclis’e girmesiyle “Almanya tarihinde kara bir sayfanın açıldığını” söyledi. “İkinci Dünya Savaşından sonra Naziler tekrar parlamentoda olacaklar” diyen Kızıltepe, bunu “çok acı verici” olarak nitelendirdi. Almanya’nın geçmişi ve ülkede Hitler dönemi sonrası demokrasiyi savunmak için yürütülen yüzlerce proje düşünüldüğünde, Almanya’da sağın bu kadar güçlü olması biraz korkutucu. Yani onca hesaplaşmaya, soykırım anıtlarına rağmen Hitler’in gölgesi hala aramızda.

da açacak. Doğru düzgün bir parti politikası yok. Sadece kutuplaşmayı malzeme edip ortaya çıkacaklardır. AfD, başka bir içeriği olmadığı için yatıp kalkıp Erdoğan, İslam ve Türkiye’yi malzeme edecektir. Almanya Devlet Televizyonu ARD’nin sandık çıkış anketine göre AfD eski Doğu Almanya’da çok daha güçlü. Afd eski Doğu Almanya’da oyların yüzde 21,5’ini, eski Batı Almanya’da ise yüzde 11’ini aldı. Almanya ve Avusturya başta olmak üzere Avrupa’da popülerleşen yabancı düşmanlığı ve sağ eğilim ne boyutlara varır şimdilik bilmiyoruz. Ama Ortadoğu kaynayan bir kazan. Ve ortada parçalı bir III. Dünya savaşı halinden karşılıklı gövde gösterilerini ve giderek kötüye giden bir Dünya ekonomisini düşününce artan bu ırkçılık yeni savaşların dinamosu haline de gelebilir. Bunu hepimiz bekleyip göreceğiz.

Partilerin hemen hepsindeki hafif sağa kayma da bu gelişmenin bir parçasıdır. Genel seçim havası ve trend, yabancı, siyasi-İslam ve Türkiye düşmanlığı üzerine oturtulmuş da diyebiliriz.

AfD’nin meclis faaliyetleri Almanya’daki entegrasyon politikalarına da gölge düşürecek ve Almanlar ile farklı etnik gruplar arasındaki makas aralığını daha

9


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2017

“ÜLKENİN HER TARAFINDA ÖRGÜTLENME PERSPEKTİFİMİZ VAR.” RÖPORTAJ

Turgay merhaba, bize kendinden bahseder misin?

Merhaba, ben Turgay Özdemir. 2004’ten beri turizm sektöründe çalışan bir turizm işçisiyim. Bugün de Devrimci Turizm İşçileri Sendikası’nın Marmara Bölge Şube başkanlığını yapmaktayım.

Dev Turizm İş ne zaman kuruldu, şu andaki örgütlenme düzeyi nedir, biraz bahseder misin?

Dev Turizm İş DİSK’in içinde var olan turizm sektöründeki Oley-İş sendikasının Hak-İş’e dönmesiyle 2011 yılında DİSK’in içerisinde açığa çıkan turizm sektöründe bir sendikanın olmaması açısından eski Oley-İş’in içinde yine mücadele yürüten ama çeşitli nedenlerden dolayı bir şekilde dışlanmış kişilerin kurduğu ve DİSK’in içerisinde bir kitle sendikacılığı yapmaya çalışan bir sendika konumundaydı. Bugünkü geldiği konumda sadece Marmara Bölgesi’nde 36 iş yerinde örgütlenme var. Marmara Bölgesi’nin Bursa, Kocaeli, Düzce, İstanbul içerisinde yürütülen bir örgütlenme çalışması

var. Bugün sendikamız iyi bir gidişat göstermektedir. Bugün yaptığımız değerlendirmelerde sendikamızın turizm iş kolu içerisindeki eski sendikalar da dahil olmak üzere en iyi ivme gösteren bir sendika konumuna gelmesi bizi de verdiğimiz bu emek noktasında mutlu etmektedir.

Dev Turizm İş’in toplu sözleşme yetkisi var mı, baraj sorunu var mı?

Bizim önümüzde 8 bin gibi bir baraj sorunumuz var. İki sene önce Çalışma Bakanlığı’nın yeni kurulan sendikalar için yetki meselesinde geliştirdiği bir esneklikle sendikamızın şu anda yetkisi var. Sendikamızla beraber 2 tane bağımsız 2 tane de Hak-İş’in içinde olan sendika da aynı konumda. Ancak önümüzde büyük bir baraj sorunu var. Bu sorunu aşmak için ciddi bir örgütlenme çalışması yürütmekteyiz. Bizim şu ana kadar üye kaybımız olmadığı gibi her geçen gün üye sayımız artmaktadır.

Turizm işçilerinin yaşadığı sorunlar nedir?

12 Eylül sonrası işçi sınıfında yaşanan bilinç gerilemesinin de yansıması olarak turizm sektö-

ründe de büyük oranda sendikasızlık var. Turizm işçilerinin bu gerilemeden doğan büyük bir hak kaybı var. Biz ailecek turizm işçileriyiz. Aynı zamanda ben Aşçılar Federasyonu üyesiyim. O kurum içerisinde de bazı çalışmalarımız var. Her alanda yaptığımız çalışmalarda ilk önce mesai sorunu karşımıza çıkıyor. Turizm sektöründe haftalık 45 saat mesai yok, en az haftalık 70 saat, 75 saat, 80 saatten oluşan bir mesai sorunumuz var. Özellikle yerel ve yabancı turizm diye ayırmalıyız. Bu sene yabancı turistlerin gelmemesiyle beraber -zaten bu da AKP hükümetinin yanlış politikalarının sonucu olmuştur- bu sene turizm sektörü ciddi sıkıntı yaşadı. Turizm işçisi başka iş kollarına geçmek zorunda kaldı. Metale geçen, plastiğe geçen özellikle Bursa bölgemizde karşılaştığımız sorunların başında geliyor bu. Antalya ve Ege Bölgesi’ne sezonunda gidip de işsiz kalan ve sadece bize iş için başvuran kendi yakın çevremizden ve sendika çevremizden 450’nin üzerinde başvuru oldu. Geçmişten bu yana turizm sektörünün içinde yer alan sorunlardan bir tanesi de fazla çalışma, mesai ücreti alamama, çocuk işçilik. İstihdamın önünü açması gerekçesiyle turizm liselerinde 1. sınıftan itibaren stajı zorunlu yapmaları otellere bedava iş gücü sağlamakta. Bizim iş kolundaki en büyük sorunları da kadın işçiler yaşıyor. Diğer iş kollarına baktığımızda kadın oranının en yüksek olduğu iş kollarından biri de turizm. Genellikle house-keeping diye tanımladığımız otellerde temizlik bölümünde çalışanların hemen

10


Ekim 2017 / Sosyalist Dayanışma

hemen %100’ü kadınlardan oluşur. Bu alanda çalışan kadın işçiler eşit işe eşit ücret alamamaktadır. Erkek 2000-2200 TL maaşla çalışırken bir kadın asgari ücretle çalıştırılıyor. Uğradığı taciz ve hakaretler de ciddi bir sorun olarak durmaktadır. Bu sorunlar üzerinden de hem örgütlenen hem de örgütlenmenin başını çekenler kadınlar. Kendi sorunlarını çözmeye çalışan kadınlar bu sektörde bizim önümüzü açmaktalar. Burada değinmek istediğim önemli bir konu da patronlara verilen teşvik. İşsizlik Fonu’nda biriken para aslında işçilere verileceğine bu paraların patronlara peşkeş çekilmesi. Mesela 2-3 senedir zam almayan turizm işçisi var. Sebebi turizmin kötüye gitmesi olarak gösteriliyor ama patron için turizm kötüye gitmiyor çünkü devletten teşvikini alıyor, her türlü desteğini alıyor, destek kredisini alıyor ama bizim işçilerimize zam yok. İşte bugün Taksim Şişhane’deki bir otel. İki senedir zam alamayan halen de zam görüşmeleri dahi olmayan, arkadaşlarımıza her zam taleplerinde kapıyı gösteren “şirket zaten iflas konumunda küçülmeye gideceğiz” gibi gerekçeler sunuluyor. Ama her gün otelin çeşitli yerlerinde tadilat yapılıyor, deri koltuklar alınıyor, VIP salonlar açılıyor, yeni müdürler istihdam ediliyor. Turizm sektörü en büyük işçi istihdamının yaşandığı sektördür. Sadece otel, kafe, bar, restoran değil en küçük bakkal, manav da bu sektördedir. Kamuda da hastane, üniversite yemekhaneleri örgütlenme alanlarımızdandır. Bugün kamuda da şöyle bir şey var: Belediyeler yemekhane ve temizlik işçilerinin örgütlenmemesi için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Mesela bugün Çapa Hastanesi yemekhanesinden hiçbir tazminat verilmeden işten atılan işçiler var hiçbir gerekçe gösterilmeden, iş fesih kağıtları dahi verilmeden “sizin Cuma gününden itibaren işinize son verilmiştir ama pazartesi günü de işe geleceksiniz”

deniliyor, arkadaşlarımız yine pazartesi işe gidiyorlar. Çapa Hastanesi önünde 3-4 gündür süren bir direnişimiz var arkadaşlarımızın işe geri alınmasıyla ilgili. Burada bir detaya değinmek isterim. Bizim Çapa’daki hastane yönetimi ile yaptığımız görüşmede arkadaşların hepsinin işe geri alınacağı noktada teminatta bulundular ama “biz burada üst işveren olarak temizlik işçileri, sekreterler, şoförler, hemşirelerden sorumluyuz” dediler. İhale usulsüzlüğü ile ilgili açtığımız davalar ve bu konuda kamuoyuyla paylaşacağımız bir program var. Yaklaşık yemekhanede 110 işçi çalışmakta, 110 işçi orada yatan hastalara yemek hizmeti vermekte, temizlik işçileri temizlik yapmakta işte sekreterler büro hizmeti yapmakta. Burada yemekhane işçilerinden farklı olarak diğer çalışanlardan Çapa Hastanesi yönetiminin üst işveren sorumluluğu var ihalede tanımlı olarak. Aynı zamanda yemekhanede çalışan 110 işçi üretimi yerinde yapan, üretim denetiminin hastanenin elinde olduğu, hastanenin istediği gibi üretime müdahale edebildiği, taşeronun yetkili işletmecilerini değiştirme yetkisinin bile olduğu, hastanenin mal alımı, hangi malı nasıl kullanacaksın tespitinde dahi bulunduğu bir işletmede konu bizim işçiler olunca “bizim üst işverenliğimiz yoktur” yaklaşımıyla karşılaşıyoruz. Burada yapılan ihalede “işçilerden hizmet alınmaktadır” ibaresinin bulunmaması oradaki hastane yetkililerinin kendilerine oluşturduğu bir savunma. Aslında turizm işçileri çalıştırılırken devlet eliyle yapılan ihalelerde de usulsüzlük oluyor, usulsüzlük işin en temelinde var. Biz hastanenin “üst işveren değiliz” yaklaşımını kabul etmiyoruz. Yine kamuda İTÜ’de üç dönemdir üst üste yapılan devletin kendi eliyle yaptığı, Çalışma Bakanlığı’nın atadığı Yüksek Hakem’in imzaladığı toplu sözleşmemiz bile üç dönemdir gerçekleşmiyor. Arkadaşlarımız üç dönemdir daha geriye dönük haklarını dahi alamadılar. “Paramız yok ödeyemiyoruz ama biz bu parayı döner sermayeden ta-

lep ediyoruz, onlar da ödemiyor” gerekçesiyle. İşin kafa kurcalayan tarafı devletin kendi eliyle imzalayıp kabul ettiği hakların devlet tarafından ödenmemesi. Bugün turizm iş kolu buraya kadar gelmiştir. Biz de bu konuda hukuki yollardan haklarımızı arayacağız, dava açma hazırlıklarımız devam ediyor.

Sendikal örgütlenmede karşılaştığınız güçlükler nelerdir?

Sendikal örgütlenmede karşılaştığımız zorluklardan biri patron ve patron vekilleri. İşçilerin sendikalı olması patronların tercih etmediği ve bunu engellemek için elinden geleni yaptığı bir dönemin içerisindeyiz. Küçük bir örnek vermek isterim. Bizim örgütlü olduğumuz Beşiktaş sahilde Sangri-La Otel’de arkadaşlarımız anayasal hakları olan sendikal örgütlenme sürecini yürütürken 14 arkadaşımız hukuksuzca işlerinden oldular. Burada açık açık ifade edilen şey “siz sendikayı tercih ettiniz, bize ihanet ettiniz” dediler. Burada mahkemelerin dahi anayasal hak olan sendikal mücadelenin önünü kesmek için yapılan bu işten atmaları bu şekilde değerlendirmemesi. En çok zorlandığımız meselelerden bir tanesi devletin patronlara verdiği destek. Devletin polisinin, yasasının işçiler sendikalı olmasın diye yaptığı baskı var. Yıllarca sendikalar hakkında yapılan kötü propagandalar, patronları bizi terörist olarak tanımlaması da sıkıntılı konular. Önemli sorunlardan biri de yandaş sendikalar. Tam örgütlenmeye başlayıp bir ivme aldığımızda pat diye patronun getirip kendi eliyle oraya koyduğu yandaş sendikanın orada patron eliyle örgütlenmesi.

Bu bahsettiğin sorunlara ek olarak OHAL koşullarında ekstra zorluklar yaşıyor musunuz?

OHAL her şeyi olumsuz etkilediği gibi sendikal örgütlenmeyi de olumsuz etkiliyor. Bugün biliyorsunuz kamuda greve çıkmak dahi yasak. Bugün OHAL koşullarında işçilerin her gün izlediği

haberler örgütlenmesinin, hak talep etmesinin önünde engel olmaktadır. Çünkü patronlar da işçileri OHAL ile tehdit etmektedir “OHAL var hiçbir şey yapamazsınız, bizim elimiz daha sağlam” diyerek. Hakarete uğrayan bir işçi, darba uğrayan bir işçi polisi arayıp çağırdığında polisin oraya gelmesi en az bir gün sürerken bugün patronun “burada sendikal çalışma var, gelin bunları buradan götürün” demesiyle 10 dakikada polisin orada olması OHAL’in kimlere yaradığını açık açık ortaya koymaktadır.

Sendikanın şu anda örgütlenme süreci nasıl gidiyor?

Marmara Bölgesi’nde Ege ve Akdeniz Bölgesi’ndeki gibi değil, yerel turizm vardır. Günübirlik gelinip gidilen, genellikle iş faaliyetlerinde kullanılan oteller, restoranlar ve iş kolunda göçmen işçilerin de çalıştığı bir alan. Bugün Bursa’da örgütlenmeye çalışmadığımız otel yok. Bizim iş kolumuzda çıkan gıda zincirlerinde örgütlenmeye çalışıyoruz. Örgütlenmemiz İstanbul ağırlıklı gidiyor hem kamuda hem özel sektörde bir örgütlenmemiz var. Düzce ve İzmit’te de aynı şekilde hem kamuda hem özel sektörde bir örgütlenmemiz var. Bizi motive eden nokta sendikamız kurulduğundan bu tarafa geriye düşmeden sürekli ileriye gitmemiz. Aynı şekilde Ege, Akdeniz, İç Anadolu ve Doğu’da örgütlenmemiz var. Ağrı’da Devlet Hastanesi’nde, Diyarbakır’da örgütlüyüz, buralarda toplu sözleşmelerimiz var. Mardin’de de örgütlenmemiz var. Ülkenin her tarafında örgütlenme perspektifimiz var.

OHAL sürecinde sendikal örgütlenmeye ciddi saldırıların olduğu, DİSK’in, KESK’in üye kaybettiği, sarı sendikaların sınıf sendikacılığının alanını daralttığı bugünlerde Dev Turizm İş bizlere de umut veriyor. Çalışmalarınızda başarılar dileriz.

Biz de bize kendimizi anlatma fırsatı tanıdığınız için teşekkür ederiz.

11


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2017

KÜRDİSTAN H MEHMET YILMAZER

B

ir referandum hem bölgeyi hem de dünyayı oldukça gerdi. Bu gerilimden yeni savaş senaryoları üretmeye çalışanlar hayal kırıklığına uğrayacak olsalar da, yaşanan gerilimin önemli bir derinliği vardır. Türkiye iç politikasında Kerkük ve Musul’a plaka numarası vermeye kadar giden hamasetin sahadaki etki anlamında hiçbir karşılığı yoktur. Ancak dünya gerek Saray’dan, gerekse küçük ortağından yükselen çığlıkları dikkatle dinliyor ve “not alıyor”. Saray, diplomasi ve siyasetin seviyesini o kadar düşürdü ki, söylenenlerin hemen hiçbir değeri olmuyor. Olan bitene Türkiye iç politikası açısından bakınca doğru dürüst bir değerlendirme yapmak ve sonuca varmak hemen hemen imkansızdır. Erdoğan son günlerde üslubunu biraz değiştirmeye başlasa da, sonuç değişmiyor. Saray’dan söylenenlerden hareketle referandumun bölge ve dünya açısından anlamı hakkında bir sonuca varmak çok zordur. Dünyaya Trump iktidarı ile daha da artan bir belirsizlik egemendir. Büyük güçler arasındaki ilişkiler çok belirsiz ve kaypaktır. Bu bir şikayet konusu olmaktan çok günümüzün bir özelliği olarak kavranmalıdır. Ortadoğu’da çok sıcak ve hareketli günler yaşanırken dünya güçler dengesi Uzak Doğu’ya, Pasifik bölgesine doğru kaymaktadır. Bu kaymanın kaçınılmaz etkileri olacaktır. Trump iş adamı edasıyla bölgede Katar sorununu çıkartıp,

12

sonra Suudilere ve Katar’a silah satıp işi yumuşamaya bırakmıştı. Pasifik’te Kuzey Kore sorunu nedeniyle Japonya ve Güney Kore’ye silah satışları artmış, büyük tatbikatlar başlatarak depolardaki silahları tüketip yeni üretim için yer açılmıştı. Öte yandan, Avrupa’da Rusya ile gerilimi arttırıp, Suriye’de bazı uzlaşma alanları yaratmaya uğraşıyor. Washington genel olarak gerilimleri besleyen yollar izliyor, ancak bunu yaparken stratejik ağırlık noktaları belirlemede kararsız ve belirsiz kalıyor. Irak ve Suriye konusunda zamanın olgunlaşmasını bekliyor. Radikal adımlar atmak için şimdilik gücü ve ufku sınırlıdır. Referandum konusunda da benzer tavrını sürdürüyor. Barzani’nin adımı yüzünden Ankara ve Bağdat’la keskin bir şekilde karşı karşıya gelmek istemese de, gerilimin yükselmesini istemiyor. Bu konuda Putin de, Barzani’ye uygulanacak bir ambargonun kötü sonuçlar doğuracağını açıklayarak, gerilimin yükselmesine karşı olduğunu ilan etmiş oldu. Referandum nedeniyle bölgede yeni bir savaş çıkma olasılığı hemen hemen yoktur; ancak bütün bu yaşananların bölge ve özel olarak Ankara için anlamı önemlidir. Olanların en genel anlamı bölgede yeni bir güç dengesine geçişin sancılarının yaşanmakta olmasıdır. Irak’ta ve Suriye’de yeni siyasal dengelere doğru bir gidiş vardır. Bu gidişte Rusya, İran, Irak ve Şam’ın rolü belli ölçüde artarken, ABD’nin rolü sınırlı hale gelmiştir. Türkiye’nin rolü ise son yıllarda çizdiği tutarsız bir politika ile seyirci konumuna gerilemiştir. Körfez Savaşı’ndan beri Ankara’nın özellikle Kürdistan’da koyduğu “kırmızı çizgiler”in hepsi paspas olup çiğnenmiştir.

Bunun öfkesiyle şimdi Ankara Kerkük ve Musul ile ilgili altından kalkamayacağı bir söyleme başlamıştır. Düne kadar “kardeş” oldukları Barzani artık emperyalizmin ve İsrail’in bir uşağı olarak görülüyor. Ortada kırmızı çizgi ve itibar kalmadıkça, Ankara’nın hesapsız öfkesi yükseliyor. Avucunun içinde tuttuğunu sandığı Barzani karşısında bir caydırma gücüne sahip olmadığını gören Saray, yeni yol arayışları içindedir. Tahran, Bağdat ve Ankara arasında gelişen son ilişkiler nedeniyle Saray yine tehditlerini yükseltmeye başlamıştır. Özellikle Kerkük ve Musul konusundaki yaklaşımlar bu görüşmelerin daha başlarken geleceğini belirsiz hale getirmektedir. Ankara’nın her an ortalığa saçılan Kürt düşmanı tavrı referandumla Barzani’yi de içine almıştır. Saray’ın dış politikasının en önemli özelliği sık sık yaşanan keskin dönüşlerdir. Esad’a “Kardeşim” diyen ve ortak bakanlar kurulu toplantısı yapmaya kadar samimiyeti ilerleten Erdoğan, Arap isyanlarının havasını yanlış okuduğu için bir anda

Esad’ın düşmanı oluvermiştir. Şimdi aynı şey Barzani’nin başına geliyor. Böyle kör öfkeyle politika yaptığını sanan Saray, yeni girdiği ilişkilere; yani Tahran ve Bağdat’a baktığında hatalı bir yolda olduğunu görmesi gerekir. Ancak Saray, “aldatılmadan” öğrenememek gibi bir özelliğe sahip. Büyük bir hırsla Barzani’yi aşağılayıp ezmeye niyetlenen Saray, sağına soluna bakınıp, olanları görebilse içine girdiği yeni ilişkilerden böyle bir beklenti içine girmenin hata olduğunu görebilir. Ankara’nın kavramadığı, daha doğrusu kavramak istemediği esas konu değişmekte olan güç dengeleriyle Kürt sorununun seviye ve niteliğinin de değişmekte olduğudur. Konu bölgesel seviyeyi de aşıp, uluslararası bir düzeye çıkmıştır. Kürt sorunu artık bölge devletlerinin özel bir “iç sorunu” olmaktan çoktan çıkmış, büyük güçlerin masasına taşınmıştır. Bu gerçeği Suriye’de PYD sorunu nedeni ile çok acı bir şekilde gören Ankara, büyük bir öfke ile konuyu kendi istediği “terör” alanında tutmak için çoktandır çaresiz çırpınışlar içindedir.


Ekim 2017 / Sosyalist Dayanışma

HAYALETİ Bundan daha önemli olan seviye değişikliği ise, Suriye’de yaşananlar sonucunda, Ankara IŞİD ve El Nusra gibileriyle haşır neşir olurken, Kobani’nin IŞİD’den kurtarıldığı günden itibaren YPG’nin uluslararası güçler tarafından dikkate alınmaya başlanmasıdır. Rakka operasyonunda yer alan PYD-YPG artık hem Amerika hem de Rusya açısından bölgede siyasi ve askeri bir güç olarak görülüyor. Ankara istediği kadar yüksek tondan bağırsın bu gerçeği değiştirme gücüne sahip değildir. Ankara referandum sonrasında Barzani düşmanlığı ile kendi karşısında geniş bir Kürt cephesi yaratmıştır. Bölgede farklı devletlere dağılmış Kürt halkı, daha çok kendi içinde bulunduğu devletle sorunlar yaşamış ve onu düşman bilmişken, artık tüm bölge Kürtlerinin ortak bir düşmanı vardır; bu da Ankara’dır. Bu kimsenin yarattığı değil, Ankara ve Saray’ın özel çabaları sonucunda ortaya çıkan bir durumdur. Sonuç olarak, “Kürt sorunu” Ankara açısından çözümlenmek veya yoluna girmek bir yana çok

daha karmaşık hale gelmektedir. Referandum sorunu yeni bir aşamaya çıkartmıştır. Ankara’nın “terör” seviyesinde tutmak istediği sorun artık bölge ve dünyanın gözünde çok daha açık bir şekilde “ulusal bir sorun” haline gelmiştir. Aslında zaten böyle olan sorun, bir anlamda örtülerinden kurtularak çıplak hale gelmiştir. Ankara sorunu “terör” kuyusuna gömmek istedikçe, o kendi niteliğini daha güçlü olarak ortaya koymanın yollarını yaratıyor. Bu kısır döngüde yuvarlanan Ankara’nın en son büyük yanılgısı, sorunu, Tahran ve Bağdat’la yakınlaşarak çözebileceğini sanmasıdır. Oysa ne Tahran, ne Bağdat sorunu Ankara ölçüsünde dar ve kısır görmüyor. Saray medyası referandumdan sonra “Barzanilere” karşı bir kampanya başlattı. Yeni Şafak’ta “emperyalist güçlerin maşası: Barzaniler” diye yazılar çıkıyor. Referandumun ABD ve İsrail projesi olduğu vurgulanıyor. Bir ara Erdoğan’da “MOSSAD’la konuşup meşruiyet sağlanmaz.” demişti. Neresinden ele almalı? Ankara “emperyalist güç” Amerika ile

yıllardır NATO’da birlikte yer alıyor. Aradaki çekişmelere rağmen Ankara’nın NATO’dan çıkmak gibi bir derdi yok! Öte yandan yakın zamana kadar “Kürt liderleri” Ankara’ya geldiklerinde ilk ziyaret ettikleri kurum MİT’di. Şimdi de bu kural değişmedi, sadece ziyaretlerdeki sırası değişti. Siyasal İslam tam bir ideolojik çürüme içindedir. Çürüme sadece yolsuzluklardan ibaret değildir. Siyasal duruşları da tepeden tırnağa çürüme içindedir. Düşünce ve tavırda hiçbir tutarlılık izleme derdi olmadan, sadece ana “hizmet” eden her türlü yaklaşım ve davranış mubahtır. Ancak bu dipsiz kuyudan böyle örneklerle çıkmak mümkün değildir. Referandumu veya Kürt halkının kendi kaderini tayin davranışını “emperyalist güçlerle” ve İsrail’le ilişkilendirip itibarsızlaştırmaya çalışmak tarihi gerçekliği örtemez. Gerçek de şudur: Kürt ulusu söz konusu olduğuna göre, dört devletin egemenleri önce tarihin hesabını vermekle karşı karşıyadır. Kürt halkı bu devletler içinde neden yok sayılmıştır? Kendi kurtuluşları için her davranışları neden katliamlarla cevap bulmuştur. Bu inkar ve zulmün ortadan kalktığı koşullar oluşursa; eşit demokratik bir siyasal yaşam gerçekleşirse, ancak böyle koşullarda sorunlar çarpıtılmadan açıkça tartışılabilir, bazı sonuçlara varılabilir. İnkar ve zulmün devam ettiği koşullarda halklar kendi kurtuluşları için özgür ittifaklar kurma hakkına sahiptir. Amerika ve İsrail adlarının geçmesi bile belli bir toplumsal kesimin tüylerini diken diken etmeye yetiyor. Ancak siyaset duygu fırtınalarından başka bir şeydir. Hedef halkların çıkarlarına uygun ise yolda farklı ittifaklar yapılabilir. Ancak Saray’ın derdi tutarlı olmak değildir. Takiyye ve pragmatizm siyasal İslam’ın en sevdiği yön-

temlerdir. Bunun son bir örneğinin Barzani üzerinden yaşanması Kürt halkının haklı davasına gölge düşürmez, siyasal İslam’ın takiyye arşivine bir yenisi eklenmiş olur. Referandum üzerine Saray’ın bu kadar abartılı tepki göstermesinin elbette nedenleri vardır. Toparlarsak, bölgede yaklaşan yeni dönem ve yeni güçler dengesi artık Kürt sorununu uluslararası seviyede ele alınan bir konu haline getirmektedir. Suriye İç Savaşı bir sona doğru yaklaşıyor. Bu durum, Kürt sorununun bölgede ele alınışı için bir dönüm noktası oluşturacaktır. Elbette sorunun bölgedeki büyük güçlerden bağımsız ele alınması ve çözümlenmesi mümkün değildir. Ancak artık sorunla ilgili bölge devletlerinin konuya inkarcı yaklaşımları sürdürmeleri veya konuyu çözmeden süründürmeye devam etmeleri de mümkün değildir. Cin şişeden çıkmıştır, süreç geriye çevrilemez. Bu gerçeklik en çok Ankara’yı çileden çıkartıyor. Ankara’nın sürece müdahale etme imkanının kalmaması, bir seyirci konumuna düşmüş olması, referandum sırasında hiçbir caydırıcılığının olmamasının gözler önüne serilmesi özellikle Saray’ı çileden çıkaran bir diğer nedendir. Son olarak, referandumun sembolik olduğu biliniyor. Yarın bağımsız bir Kürdistan kurulmayacaktır. Ancak bu sade referandumla bir tabu yıkılmıştır. Mahabad Cumhuriyeti’nin yıkılması ile gömüldüğü sanılan bağımsız Kürdistan, altmış yıl sonra yeniden diriliyor. Bölge siyasetinin gündemine giriyor. Sadece bu gerçek, yani bir Kürdistan hayali, bölge egemen devletleri için bir kabusu tetikleyebiliyor. 25 Eylül referandumu bunu yaptı.

13


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2017

EĞİTİM SİSTEMİ (ERROR-NOT FOUND)

M. SİNAN MERT

Teori ile pratik, kafa emeği ile kol emeği arasındaki uçurumu kapatmanın tek yolu POLİTEKNİK EĞİTİM’dir. Bilim ile işi birbirine dokundurmaktır. Dünyadaki gelişmelerle iletişim kurulabilmesi için dil eğitiminin büyük bir yetkinlikle başarılmasıdır.

“Eğitimde Türkiye’ye çağ atlattık. Eğitimin amacı toplumun refah süresine katkıda bulunmaktır. Türkiye milli geliriyle dünyada 16. sırada. Bizim doğalgazımız, petrolümüz, elmas madenimiz yok. Ama elmastan değerli eğitimimiz var.”(MEB Bakanı İsmet Yılmaz, 24 Eylül 2017) İnsanın aklına “ağlamak istiyorum sayın seyirciler” diyen maç spikeri geliyor bu demeci okuyunca. Ortada çok açık ki bir enkaz var, milli eğitim enkazı. Tamamen harabeye çevrilmiş, topluma neredeyse hiçbir katkısı kalmamış, tam tersine büyük bir tedirginlik ve telaş kaynağı haline dönüşmüş bir eğitim sistemi var. Geçtiğimiz günlerde yayınlanan uluslararası bir araştırma ülkeleri eğitim nitelikleri açısından sınıflandırmış. İsviçre, Singapur ve Finlandiya üst sıraları paylaşıyor. Türkiye ise 101. sırada. Ancak bu sene atılan adımlarla Türkiye’deki eğitimin sorunun sadece nitelik olmadığı belirginleşti. Eğitim sisteminin sorunlarından bahsedebilmek için ortada bir sistem olması lazım ancak böyle bir istikrarlı, güven veren sistemden bahsetmek mümkün değil. Türkiye’de çok köklü ve geçmişi olan liseler var. Bunların önemli bir kısmı dil konusunda da belli bir yetkinlik sağladıkları için hem de doğrudan yurtdışı eğitim olanakları sağlamaları

14

itibariyle öğrencilerden ve velilerden önemli talep görüyorlar. Çoğunda gelişkin bir kültürel ve bilimsel üretim ortamı da var. Öğrencilerin öz güvenleri daha yüksek olduğu için okul içerisinde daha demokratik bir işleyişi söz konusu. Dünyadaki gelişmelerle ilişki çok daha üst düzeyde. En önemlisi de bu okullarda en azından AKP’ye “muhalif ” bir atmosfer var. Birkaç yıl önceki proje okulu eylemleri hatırlanacaktır. AKP bu okulları tam anlamıyla zapturapt altına alabilmek için idarelerini ve öğretmenlerini bütünüyle değiştirdi. Ancak yine de buradaki kendisine “muhalif ” havayı dönüştüremedi, imam hatip atmosferini buralara taşıyamadı. Malum, Saray’ın kültürel hegemonya inşası konusunda yaşanan başarısızlıktan büyük rahatsızlığı da var. TEOG’un ve merkezi sınavın kaldırılması, öğrenci alımlarında okul idaresinin belirleyiciliğini arttıracak uygulamalar (her okulun kendi sınavını yapması, mülakatın öğrenci alımında belirleyici olması, öğrencilerin portfolyo ile başvuru yapması) adaletsizliğin daha da tavan yapmasına yol açacaktır. Saray, kendisinin tek belirleyici olmasını engelleyen hukuk, sınav gibi yöntemlerden rahatsız. AKP’nin son dönemde hızlanan “açık uçlu soru” takıntısını da bu çerçevede ele almak lazım. Test sisteminin pedagojik olarak eksiklikleri mevcut, üretkenliği ve yaratıcılığı düşürüyor ancak ölçme-değerlendirme de (sınav öncesi sosyo-ekonomik ayrımdan kaynaklanan farklar göz önünde bulundurulmazsa) açık ara hala en hakkaniyetli sistem. Şu anda karşımızda kendi “tarihsel haklılığı”ndan yola çıkarak nalıncı keseri gibi her şeyi hep kendine yontmayı hak sayan bir iktidar sizce hadi matematikte neyse ama edebiyat, tarih gibi sözel derslerde adalet-

li değerlendirme yapabilir mi? “Alnı secdeye değenden zarar gelmez” mantığı ile devletin tüm kilit mevkilerinin emanet edildiği cemaatçilerin sınav sorularını çalmak için ÖSYM’ye 12 km. paralel iletişim hattı haberleri daha yeni yayınlanmadı mı? Hiçbir ülke, eğitimi ciddiye alan hiçbir anlayış böylesi bir sınav sistemi değişikliği gerçekleştiremez. Ülkenin en önemli sınavı olan üniversite sınavının son halinin ne olacağı ekim ayına başladığımızda hala meçhul. AKP toplumsal sağlığa zararlı derken ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılıyor mu? TEOG’un bu sene yapılmayacağı açıklandı ve şu anda liselere nasıl öğrenci alınacağı belli değil? 8. sınıfta okuyan öğrenciler ne yapacağını bilemez, geleceğini göremez halde. Milli Eğitim Bakanı’nın bahsettiği elmas gibi eğitim sistemi, “falcı küresi mi oluyor”, kaç kırattır kimse bir şey anlayamadı. Soruları çalınmayan, herkese aynı soruların sorulduğu, kapalı uçlu sınav istiyoruz! Teori ile pratik, kafa emeği ile kol emeği arasındaki uçurumu kapatmanın tek yolu POLİTEKNİK EĞİTİM’dir. Bilim ile işi birbirine dokundurmaktır. Dünyadaki gelişmelerle iletişim kurulabilmesi için dil eğitiminin büyük bir yetkinlikle başarılmasıdır. (5. sınıflarda pilot okullarda başlayan yabancı dil ağırlıklı eğitim geçmişteki hazırlık sınıflarını hatırlatıyor ancak hala okullara bu seviye ile ilgili kitap gönderilmemiş, öğretmenlerin de nitelikli kaynak kitap kullanması yasak! Çocuklar haftada 15 saat kitapsız, kaynaksız eğitim alıyor.) Elmas mı dediniz? Sistem mi dediniz?


Ekim 2017 / Sosyalist Dayanışma

BİAT DEĞİL İSYAN

G

ezi’yi yaratan üniversitelerin fethedilme harekatı 15 Temmuz sonrası OHAL dönemiyle birlikte ivme kazanmış durumdadır. Üniversiteler, OHAL döneminden önce de saldırılarla, baskılarla karşı karşıya kalırken; OHAL ile birlikte kuşatmalar artmış, ülke yönetiminin yanı sıra, üniversite yönetimi de KHK’lar ile sürdürülmüştür. Geçtiğimiz yıl iktidarın üniversitelere saldırısını en net şekliyle görmüş olduk. Bilimden, barıştan, özgürlükten yana hocalarımız tamamen keyfi ve hukuksuz bir şekilde ihraç edilmiş, eğitim kampüs sınırları içerisine hapsedilmeye çalışılmış, bilim ayaklar altına alınmış, eğitimin içi boşaltılmak istenmiş, niteliksizleştirilmeye çalışılmış ve ses çıkaranlar; baskıyla, şiddetle, tehditle, uzaklaştırma cezalarıyla sindirilmek istenmiştir. Gezi sürecinden ders çıkaran AKP, gençliğin mücadele dinamiklerini ve alanlarını bastırmaya, yok etmeye çalışmakta; okul içerisindeki polis/ÖGB saldırılarına bilime, özgürlüğe düşman “dindar ve kindar” nesillerini de eklemiştir. Bunların sonucunda geçtiğimiz dönemi başta İstanbul Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi olmak üzere üniversiteler, ülkücü çetelerin saldırılarıyla kapatmıştır. Bu saldırılara karşılık; KHK’larla içi boşaltılan üniversite gerçekliğine karşı, öğrenciler ve akademisyenler “Bize Her Yer Üniversite” parolasıyla yeni bilimsel üretim alanları oluşturmuş ve eğitimin yalnızca taş duvarlar arasında olmayacağını, kampüs içine hapsedilmeyeceğini göstermişlerdir.

Çıkarılan KHK’larla ihraç edilen hocalarımızın vatandaşlık haklarının önemli bir kısmı gasp edilerek çalışma hakları ellerinden alınmıştır. Saray/AKP rejimi hocalarımızı işsiz bırakarak biat ettirmek istemiştir. Açlığa mahkum etmeye çalıştıkları Nuriye ve Semih hocalarımız ise 200’ü aşkın gündür açlık grevindeler, direniyorlar ve biat etmiyorlar. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezuniyet töreninde, DirenHukuk’lu arkadaşımızın “Tahir Elçi’nin izinde ADALET’in peşindeyiz. ADALET Sokakta!” yazılı pankartı açması sonucunda gözaltına alınması ise adaletten ne kadar korktuklarının göstergesidir. AKP’nin üniversiteleri fethetme harekatında gelinen aşama sonucunda, üniversiteler işgal altında olmasına rağmen üniversitelerini korumak isteyen öğrencilerde herhangi bir yılgınlık halinin oluşmadığını ve hocasıyla, öğrencisiyle akademinin biat etmediğini ve etmeyeceğini görmüş olduk.

Ayrıca bu dönem ülkücü faşist çetelerin, sene boyunca sürdürdükleri saldırıların ardından üniversiteyi zapt etme duygusunu ve özgüvenini yaşadıklarını, ayrıca üniversiteye hakim oldukları düşüncesiyle üniversitelerde güçlerini büyütmeye çalıştıklarını görüyoruz.

DEFNE NEHİR

Ama üniversitelere ne kadar saldırırlarsa saldırsınlar, baskıların yükselmesine rağmen üniversitelerimizi savunacağımızı unutuyorlar! Fethetme harekatına karşı mücadele edecek, işgale karşı direnecek ve kuşatmayı kıracağız! Çünkü biliyoruz ki, iktidarın özgürlükleri boğacak adımlarına karşı ilk ses her zaman üniversitelerden yükselmiştir. Ve akademiye, üniversitelere de bu yüzden bu kadar saldırmaktalar. Fakat akademinin susmayacağını, biat etmeyeceğini ve isyanı seçeceğini unutuyorlar.

Döneme başlarken; rant uğruna bir gece ansızın, yangından mal kaçırır gibi çevik kuvvet ve TOMA eşliğinde girdikleri ODTÜ ormanını kıyım operasyonuyla, yeni müfredatta yer alan “Kocaya itaat ibadettir” diye buyuran ders kitabıyla, dünyanın yuvarlak olmasının mason uydurması olduğu ve dünyanın aslında düz olduğunu iddia eden iddialarıyla, biyolojiden evrimi ve sosyolojiden Karl Marx’ı çıkarmalarıyla bilimden ne kadar uzak olduklarını da görüyor, bilimsel eğitimde ısrarımızı sürdürüyoruz.

15


AKYOL İÇİN YAZAR MEHMET YILMAZER

G

ünümüzün vebası kanserin Akyol’u aramızdan alışının üzerinden bir yıl geçti. Onu yakından tanıyanlar kıpır kıpır halini, gülen yüzünü, piposuyla duruşunu özlemiştir. Gençlik yıllarında Vatan Partisi kuruluş sürecine katıldı, sonra da boydan boya mücadeleye… O günler inanılmaz hareketliydi… Yoksa bize mi öyle geliyordu? Nefes nefese yaşanıyordu. Her zaman olduğu gibi o günlerde de yayınlar için sorumlu bulmak bazen sorun oluyordu. Akyol bu soruna aldırmadan Sosyalist Gazetesi sorumlusu oldu. Böylece ilk kez bir sorumlu müdürün idamla yargılanmasının ayrıcalığını taşıdı. O yıllar Kürt sorunu büyük tabular arasındaydı. Gazetede bu konuda çıkan yazılar nedeniyle Akyol idamla yargılanmaya başlamıştı. 12 Eylül askeri darbesi yaklaşırken yurt dışına çıkmak zorunda kaldı. Sonraki mücadelesini bütün hızıyla yurt dışında sürdürdü. Mücadeleden bir gün bile kopmadı. Yıllar sonra yeniden ülkeye döndü ve mücadelesinin son birkaç yılını ülkede geçirdi.

Yurt dışına çıkarken öğrenci hareketinde yer alan bir gençti. Dışarıda uzun sendikal mücadele deneyine sahip oldu. Siyaset, yayın, sendikal çalışma yurt dışı yaşamında mücadele alanları oldu. Ülkeye dönünce de yayın ve sendikal mücadeleye katıldı. Akyol’un yaşamından söz ederden sadece onun siyasal mücadelesine yer vermek doğru olmaz. Onun bazı kişisel özellikleri Akyol’u Akyol yapmıştır. Bütün yaşamı boyunca bir evliya gibi yaşamıştır. Düzenin dışında bir gezgin, hiçbir konfor aramayan yaşam tarzı Akyol’un en güzel özelliğiydi. Onun konforu piposu ve kahvesiydi. Yurt dışı yaşam kurallarını, bürokrasiyi kısa sürede çok iyi tanıdığı için her sorunu olanın başvurduğu kişi haline geldi. Bıkmadan, oflamadan herkese yurt dışı yaşamıyla ilgili sorunlarda yardım etti. Bulunduğu ülkede bu özelliğinden dolayı Akyol’u hemen herkes tanırdı. Bir yerden bir biçimde yardımı dokunmayan hemen kimse kalmamıştır. Bu yardımları sırasında siyaset-

lerin duvarlarına hiç takılmadı. İnsan olmak yeterliydi. Uzun yurt dışı yaşamına rağmen, ülkeden uzak olmanın, dışarının koşullarının yarattığı deformasyon ve bozulmalar Akyol’un yaşamına hiç uğramadı. Dışarıda en sık yaşanan bozulma ve yozlaşma siyasetten yavaş yavaş uzaklaşmak, olmadık yeni şeyler keşfettiğini sanarak siyaseti küçümsemekti. Bu yoldan gidince insanın yaşamındaki en önemli şey kendi egosu oluyor. Çevresinde pek çok örnek olmasına rağmen Akyol bu yoldan hiç yürümedi. Ülkeye döndüğünde hala büyük bir enerjiye sahipti. Onun belki de en önemli kusuru “kamu malı” olmasına rağmen kendine yeterince dikkat göstermemesi, sağlık ve beslenme konularını fazla ciddiye almamasıdır. Enerji ve coşkusuna, kafasındaki onlarca projeye rağmen birkaç yıl içinde aniden günümüz vebasının eline düştü. Zamansız ve acele aramızdan ayrıldı. Onu çok özlüyoruz.


Ekim 2017 / Sosyalist Dayanışma

MOLA VERMEYE ZAMANIMIZ YOK Faşizm; paramparça edilip yere serilmeden, aramızdan hiç kimse dinlenme ve mola verme hakkına sahip değildir. (ClaraZetkin)

S

essizlik kulakları sağır etmese de yürekleri çürütür. Bunca adaletsizlik karşısında susan bir toplumdan yana taraf olmamız bekleniyor. Daha rahat yaşamamızı umuyorlar bu durumdan. Etliye sütlüye karışmadan, sağa sola bulaşmadan huzurlu olunacak sanılıyor. Ne kadar da komik bir durumdur bu. “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” felsefesinin peşinden gidilmeye çalışılıyor. Eğer bir yılan varsa eninde sonunda seni de gelip sokacaktır. Bu durum sadece biraz zaman alır. Bu yüzden biz susmayı reddedenlerdeniz. İnsan olmamızdan kaynaklı bunca adaletsizliğe sessiz kalamayız. Değiştirme gücümüzü devrimci düşünce ve pratiğimizden alıyoruz. Mahallemizin her köşesinde farklı hikayeler yaşanıyor. Kimisi ya bir çeteye mensup ya da işsizlik sınıfında kendi doktora tezini yapıyor. Devletin sadece vergisinden, zamlarından, zorundan başka nasiplenmemiş bir halk yoksulluk havuzunda yüzüp duruyor. Bunları görmeyelim, duymayalım ve doğal olarak konuşmayalım. Soma’da ölen madencilerden hiç bahsetmeyelim. Bodrumlarda öldürülen gençlerden, çocuklardan hiç bahsetmeyelim. Öldürülen kadınların isimlerini bile anmayalım, ya sonra çok güzel bir dünyada mı yaşayacağız? Evimizin önünde çiçekler mi bitecek, daha özgür mü olacağız? Bence daha da tutsak olacağız. Zulme itiraz etmemek tutsak olmakla aynı yere denk düşer. Çünkü sistem senin yüreğini tutsak etmiştir. Bir karabasan gibi üstüne çöreklenmiş bağırmak istesen de artık bağıramazsın.

T. Erdoğan televizyon karşısında çıkıp insanlara şöyle bir sesleniş yapıyor: “Lüks yaşamdan uzak durun.” diyor. Şimdi az buçuk aklımızı, fikrimizi çalıştıra duralım. Bunu söyleyen Erdoğan sarayda yaşıyor, aldığı maaş 53 bin TL, sarayın yıllık temizlik gideri 2 milyon TL tutarında. Akılla oynamak böyle bir şeydir. Kendisi bir yandan şatafatlı bir yaşantı sürerken, karşısındakilere “Lüks içinde yaşamayın.” diyebiliyor. Bu hem keyfilik sınırlarının lağıma dönüşmesidir hem de elinde bulundurduğu gücün zehirlenmesidir. Bu duruma öfkelenmeyen her genç yaş olarak değil, ruh olarak kendisini sorgulaması gerekiyor. Bize cehennem gibi bir yaşamı layık görenler karşımıza geçip dalga geçercesine zenginliklerini gözümüze sokup “hem yoksulluğunuzla yetinin, hem de şükredin” diyorsa bu durum kabullenilecek bir durum değildir. Aksine öfkemizi artıran bir durumdur. Bu adaletsiz düzenden hesap sormak için daha fazla örgütlenmek zorundayız. Yaşamımızın her anında, her planlamasında aklımızın, yüreğimizin her köşesinde bu durumu tutmalıyız.

genç varsa onlarla buluşmalı, mücadelenin hangi kanalında yer alacaksa bu alanda mücadele etmesini sağlamalıyız.

CAN ATEŞ

Gelişen siyasal süreç mücadeleyi büyütemediğimiz her anımızın hesabını soracaktır. Mücadeleyi geliştireceğimiz her adım, her çalışma faşizmden, kapitalizmden hesap sormak için bizlere kanal açarak, halklara nefes borusu olacaktır. Kazanılacak çok mahalle ve genç var, yapılacak çok iş var. Nefes alır verir gibi mücadele etmek, bir orkestra gibi faşizme karşı halkların korosunu kurmak önümüzde görev olarak durmaktadır. Önümüze çıkacak her engel ya da sorun geri çekilmemize değil, mücadeleyi büyütme irademizi güçlendirmeye yol açmalıdır. Şimdi bütün kararlılığımızla, mücadeleye olan bağlılığımızla saflarımıza yeni gençleri katalım.

AKP liselerde imam hatipleri artırarak itaatkar bir nesil yetiştirme hevesinde koşarken, bizler bu durumda çekirdek çitleyip seyirci pozisyonuna düşemeyiz. Önümüzden önemli bir süreç kendini şekillendiriyor. Ya burada rol alıp yönümüzü ezilenlerden, yok sayılanlardan yana çevireceğiz, ya da bu cehennemde yaşamaya razı göstereceğiz. Hiçbir aklı başında insan bu cehennemi kabullenmez, kendi kaderini eline alarak insanca yaşayacağı bir toplum ister. Bu isteğimizin yerine gelmesi için daha çok çalışmak zorundayız. Artık dinlenme ve mola verme lüksümüz yoktur. Daha çok gençleri mücadele alanımıza katmamız gerekiyor. Çevremizde ne kadar

17


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2017

İŞÇİLER GÜVENLİ ÇALIŞMAK İSTER SERMAYE BİRİKİM İSTER FAHRİ KOÇAN BATİS ÇERKEZKÖY TEMSİLCİSİ

24

Eylül’de İstanbul Tabip Odası’nda HDP tarafından “Durmayalım İş Cinayetlerini Durduralım” konulu sempozyum gerçekleştirildi. Sempozyumda işçi sağlığı ve iş güvenliği (İSİG) ele alındı. Sempozyuma akademisyenler, avukatlar, sendika temsilcileri, direnişteki işçiler, iş cinayetlerinde yakınlarını kaybedenler ve birebir iş cinayetlerine tanıklık etmiş işçiler katıldı.

Üretim ilişkilerine baktığımız zaman insan ihtiyacı için doğada yapılan değişiklik üretimdir. Ancak kapitalist üretim yaparak doğayı ve insanı koruyamazsınız. Kapitalist üretim sonucunda emek güvencesiz kalır.

18

BATİS sendikası olarak biz de sempozyuma katıldık. Trakya’da yürüttüğümüz İSİG mücadelesini ve işçi temsilcisi olarak seçilmesinin ardından işten çıkartılan Bony Çorap direnişçisi Hakan Gürses’in iş güvenliği mücadelesini anlattık. Bu çalışma başlığından da anlayacağımız gibi çok değerli ve her gün 7-8 işçinin hayatını kaybettiği bu vahşi çalışma koşullarında bu toplantıları daha fazla yapmalı ve daha fazla işçiyle bu konuyu tartışmalıyız. Sempozyumda konuşulanlar aslında nasıl bir cenderenin içinde boğulmak istediğimizin tablosunu ortaya çıkardı. Bu tabloya kısaca bir göz atacak olursak şu sonuçlara varmak mümkün: Üretim ilişkilerine baktığımız zaman insan ihtiyacı için doğada yapılan değişiklik üretimdir. Ancak kapitalist üretim yaparak doğayı ve insanı koruyamazsınız. Kapitalist üretim sonucunda emek güvencesiz kalır.

Çalışmaktan başka çaresi kalmayan işçi; asgari ücret, iş güvencesi ve iş güvenliği olmadan çalıştırılır. * Bugün sorunlarımızın başında güvencesizliğin derinleştirilmesi var ve iktidarın göçmen politikası bunu destekliyor. Bugün işçiler emeğinin karşılığını alabilmek için mücadele edemez hale gelmişken, patronlar işçilik maliyetini düşürebilmek için göçmen işçileri kullanmaktadır. Adana’daki saya işçileri güvencesiz, kötü koşullarda, düşük ücretle çalışmaya daha fazla dayanamayıp iş bırakarak direnişe geçtiler. Adanalı işçilerin arasında Suriyeli işçiler de vardı. Adanalı işçiler direniş boyunca “Anladık ki Suriyeli işçiler nedeniyle kötü koşullarda çalışmıyormuşuz.” Dediler. Suriyeli işçiler ise Türkiyeli işçilerin ayrım yapmayarak kendilerini arasına almalarına çok sevindiklerini belirterek “Türkiyeli işçiler ne talep ederse biz de aynısını talep etmeliyiz.” dediler ve demeye devam ediyorlar. * Dünyada her yıl 3 milyon insan iş kazası sonucu hayatını kaybediyor. 160 milyon işçi meslek hastalığına yakalanıyor. Türkiye’de her gün 7-8 işçi ölüyor. Halbuki tüm resmi veriler gösteriyor ki, iş kazalarının %98’i ve meslek hastalıklarının %100’ü engellenebilir. Son on dört yılda 20.000 emekçi hayatını kaybetti. Kapitalizm can almakta ırk farkı yapmıyor. Bu sayının içinde çok sayıda göçmen işçi arkadaşımız var. İş cinayetleri kesintisiz üretimi sürdürme esnasında “Hadi! Hadi!” diye bildiğimiz amir baskısıyla oluyor. Ve iş güvenliği bir politika olarak uygulanmıyor. AKP döneminde iş kazalarının artmasının asıl sebebi ise taşeron sistemidir. Bir iş yerinde sendikal örgütlülük varsa iş kazası azalıyor.

Yoksa iş cinayetleri artmaktadır. * Güvencesiz işler Kürt ve Suriyeli işçilere yaptırılmaktadır. Yine inşaat sektöründe sigortasız, güvencesiz, sendikasız işçiler çalıştırıldığından iş kazası oranı da fazladır. Tarım işçilerinin koşulları ise daha acil bir müdahale istemektedir. * Patronlar üretim araçlarına yıpranma/yenilenme payı ayırmaktadırlar. Ancak işçi, emekçi için yıpranma payı ayırılmamaktadır. Hatta yıllık izin hakları bile kullanılamamaktadır. Esas artı değeri üreten biz işçiler için yıpranma payı ayrılmamaktadır. Kıdem tazminatları ise güvencesizliğin pençesine terk edilmiş durumda. Fon tartışmaları şu an ne kadar durulsa da iktidarın gündeminde zaten kuşa dönen kıdem tazminatlarını tamamen yok etme hedefi var. * İş kazalarının %98’i meslek hastalıklarının %100’ü engellenebilir. Bu hususta ise ancak ve ancak mücadeleyi politikleştirirsek başarılı olabiliriz. Bu sebeple “İş cinayetleri politiktir.” diyoruz. İşçiler örgütlüyse söz hakkı vardır. Söz hakkı yoksa iş cinayeti vardır. Esas OHAL iş yerlerinde zaten yaşanmaktadır ve iş cinayetleri doğurmaktadır. Türkiye’de iş cinayetlerinde her yıl savaşta ölmeyecek sayıda işçi hayatını kaybetmektedir. Üstelik bu durum kaza, kader, fıtrat, kalkınma şehidi gibi söylemlerle görünmez kılınmak istenmektedir. Normal şartlarda iş güvenliği devrimci demokrat, sendikal yapılar, işçi dernekleri fark etmez tüm kesimlerin önceliği olması gerekir. Ancak sermaye birikim istiyor, işçiler ise güvenlik istiyor. Bunu durdurmanın yolu örgütlenmeden geçiyor. Kapitalist üretim sistemine karşı bir üretim sistemi koyamazsak çalışırken ölmeye devam edeceğiz.


Ekim 2017 / Sosyalist Dayanışma

O KOCA HAYAT BİR YAZIYA NASIL SIĞACAK? “Kitap okuyor mahkum Halil Çevirirken dizinde duran kitabın yapraklarını Çok rahat bir ustalıkla kullanıyor Bileklerinden demirli parmaklarını Kitap ve kelepçelerle On üç senedir Bu beşinci yolculuğudur Gözlerinin altında çizgiler Şakaklarında beyaz. Halil belki ihtiyarladı biraz. Fakat kitap, kelepçe ve yürek eskimedi. Ve şimdi Yürek her zamankinden umutlu” (NAZIM HİKMET) 1902-1971 yılları arasında devrim arayışı ile, direniş ile, mücadele ile geçen bir hayattı Kıvılcımlı’nınki. Arayışı ve mücadelesi hiç bitmedi, inancı ve kararlılığı da. En yalnız, en karanlık günlerde bilincin ve tarihsel haklılığın desteklediği muazzam bir irade ile direndi. “Örneği pek görülmemiş bu yargılama (Donanma Davası) Marmara Denizi’nde hareket halinde denizaltı gemisinde sürdürülüyor. Yargılama sonuçlanıyor, ağır cezalar veriliyor. Dr. Hikmet, aleyhine delil olmadığını dile getirip, delillerin gösterilmesini istiyor. Verilen yanıtı anılarında şöyle ifade ediyor: Savcı (Mareşal’in gönderdiği ikinci özel askeri savcı) Yarbay Şerif Budak, Almanya’da Spartaküs Hareketi’ni örnek getirdi. ‘Bir kıvılcım bazen koca bir dritnotu berhava eder, bir ülkeyi yangına verir’ gibi parlak edebiyat örnekleri yağdırdı. Sonra “saf ”taki “a”yı “dört elif mikdarı” uzata uzata aynen şöyle dedi: Doktor Hikmet için delil arayacak kadar safdil değiliz.” ( Cenk Ağcabay, Dr. Hikmet Savaşçı Bir Hayat) Genç Cumhuriyet’in hukuk anlayışını, “komünistsen sana hukuk uygulanmaz” yaklaşımını bundan daha güzel ifade edebilecek bir örnek olabilir mi?

Kıvılcımlı, dönemin diğer komünistlerinden farklı olarak yoksul bir ailenin çocuğu idi. Balkanlardan kopan göç katarlarıyla Anadolu’ya ulaştı. Kuvvayı Milliyecilik’ten, “imamın arkasındaki tek kişilik cemaatten” Tıbbıye’de komünizme ulaştı. TKP’nin Akaretler Kongresi’nde 23 yaşında Merkez Komite üyesi ve gençlik örgütü başkanı oldu. Partinin ataletinden, üretimsizliğinden yaka silkti. Sovyetler Birliği ile yakınlaşma günlerinin bitmesi sonrasında parti büyükleri kaçacak delik ararken o daha da öne çıktı. 1926-1950 döneminde 20 yıldan fazla cezaevinde kaldı. Sadece bu tablo bile aslında bir Doktorcunun Kemalizme nasıl bakması gerektiği ile ilgili çok şey anlatmaz mı? Kıvılcımlı daha 30 yaşına gelmeden, Moskova’daki KUTV Üniversitesine gitmeden YOL etüdü gibi Türkiye için muazzam bir Leninizm uyarlamasını yazmayı nasıl başardı? Bunu onun sosyalist düşünceye açlığından ve daha henüz Türkçe’de hiçbir kaynak yokken MarksizmLeninizm’in kızıl profesörü olmayı başarmasından başka türlü açıklayamayız. Onun bu enerjisi, yetkinliği ve devlet karşısındaki direngenliği TKP içinde ona karşı muazzam bir öfke oluşmasını açıklar. “Evinin her basılışında Aynı rahatlıkla açtı kapıyı. Ve müdüriyette her kalkışında sopanın altından (yanaklarında parçalanmış gözlüğü ve tabanlarında ayıpladığı bir sızı) Yüreğinde fakat Hiçbir şey söylememiş Hiç kimseyi ele vermemiş olmanın rahatlığı Aynı rahatlık…. Ve galiba üçüncü girişinde İstanbul Cezaevi’ne Aynı rahatlıkla yattı açlık grevine arkadaşlarla beraber,

ve tayınları yastık yaptılar ayaklarında pranga ve ıslak çimentoya uzandılar yarı çıplak” (NAZIM HİKMET) Geçtiğimiz günlerde Erbil’deki referandumla ilgili yaşanan tartışmalar Türkiye Solu’nda İhtiyat Kuvvet: Milliyet-i Şark’ın hala yeterince okunmadığını gösteriyor. “İlericilik”, “anti-emperyalistlik” soslarına bulanmış milliyetçilik ve devletçiliğin bu seviyede hortlaması Doktorcu enternasyonalizmin bu topraklar için ne kadar büyük bir olanak olduğunu gösteriyor. HDP içerisinde Doktorcu gelenekten akımların varlığının diğer sosyalist geleneklere göre çok daha fazla olması aslında Kıvılcımlı’nın neden “Doktor Hikmet, o uyurken bile devletin aleyhindedir” (Ateşten Köprü, Kerim Korcan, akt. Cenk Ağcabay) diye tanındığını çok açık bir biçimde ortaya koymuyor mu? “Kıvılcımlı’nın kendisi sadece ona böyle dehşetli bir nefret duyan TKP merkezinde değil, onun şahsiyetine -ve çeyrek asra yakın hapis yatmış olmasına- hürmette kusur etmeyen sol çevrelerde dahi, “susuş kumkumalığına” maruz kalmaktan dert yanmıştır. Eleştiri-özeleştiriyi ‘komünist moralin’ asli değeri sayan birisi olarak, fikirlerinin tartışılmamasından mutsuzdu. Oysa sadece TKP muhitinden çıkmış en üretken ve özgün düşünür değil Türkiye’de sosyalist düşünce tarihinin özel bir simasıdır.” (Tanıl Bora, Cereyanlar, İletişim Yayınları, s. 646) Kıvılcımlı, Lenin sonrasında Gramsci dışında pek de görülmemiş parti adamı/büyük teorisyen damarının Türkiye’deki yegane unsurudur. 2. Enternasyonal sosyalizminin eleştirisini “yerli” bir dilin içinden Marksizm’in tüm olanaklarını zorlayarak hayata geçirmeye ça-

M. SİNAN MERT

lışmıştır. Kimi Doktorcuların göstermeye çalıştığı gibi “izole bir Mesih” değil ama sosyalizmin sorunları üzerine düşünen, Ekim Devrimi’nin Avrupa’da yayılmamasını sorunsallaştıran, en az Gramsci kadar üstyapı sorununu teorinin merkezine alan, Türkiye’deki genel Marksist birikimin yetersizliği dolayısıyla da biraz da kaçınılmaz bir biçimde susuş kumkumasına maruz kalan bir komünisttir. “Sadece boş zamanlarını değil, tüm zamanını inkılaba adayan Hikmet Kıvılcım Yoldaş’a ithafımdır” (Fatma Nudiye Yalçı, “Sosyete ve Teknik” adlı eserinin ithafı) Genç yoldaşa bir soru ile bitirelim: Cenk Ağcabay’ın “Dr. Hikmet bir Savaşçı Hayat” ve Tanıl Bora’nın “Cereyanlar” kitabının Doktor Hikmet Kıvılcımlı bölümlerini (646-652) okundu mu acaba?

19


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2017

“10 EKİM 2015” UNUTMAYACAĞIZ! TÜLAY YILDIZ

“...Saraylar saltanatlar çöker kan susar birgün zulüm biter. Menekşeler de açılır üstümüzde Leylaklar da güler. bugünlerden geriye, bir yarına gidenler kalır bir de yarınlar için direnenler... “

102

canın yaşamını yitirdiği, 500 insanımızın yaralandığı 10 Ekim Ankara Katliamı’nın üzerinden tam iki yıl geçti. Ülkenin dört bir yanından Emek ve Barış Mitingi’ne gelen on binlerce insanı hedef alan katliamın üzerinden günler, aylar, mevsimler, yıllar geçti.

20

Aileler dernek kurdu, dava açıldı, duruşmalar yapıldı, tutuksuz olan sanıklar tutuklandı, katliamı bizzat planlayan IŞİD emirleri bir şekilde kendilerini patlattı, 10 Ekim günü insanların üzerine gaz atan polisler yargılanmadı, devletin en ufak bir kusuru bulunmadı... Mahkemede IŞİD’çi katiller yaşamını yitiren canlarımıza ‘leş’ dedi. Ülkede çokça şey yaşandı. Hatun anamızı toprağa koymamıza izin vermediler. Üstüne bunu yapanlarla fotoğraf çektirildi. Ancak ne yitirdiklerimizin acısı söndü ne de yaralarımızın yaraları dindi. Ne de öfkemizden, hesap sorma isteğimizden, mücadele etme bilincimizden bir gram bile eksilme olmadı. Yakınlarını kaybedenlerin ve yararlıların kurduğu 10 Ekim Barış ve Dayanışma Derneği acılarıyla ve onurlu bir duruşla mücadeleyi sürdürmenin kararlığı ile yollarına devam ediyorlar. Yani hepimizi öldüremediler. İki yıl geçti acılarımız taze öfkemiz gün geçtikçe bileniyor. Güneşe

uğurladıklarımızın bayraklarını onurla taşıyoruz, taşımaya devam edeceğiz. O gün güneşli günün sabahında, hepimiz ülkenin dört bir yanından geldik. Aklımızda emeğin yüceliği, barışın hemen gelmesi, artık böyle gidemez bu ülke bilinci, daha güzel bir yarın için ses vermek vardı. Bu ülkede emek, barış ve demokrasinin hayata geçmesi için mücadele etmekten başka şansımız olmadığını bilerek oradaydık. Heyecanlı ve umutluyduk. Ancak devlet destekli bir katliamla karşı karşıya kaldık. Devlet destekli olduğu dava açıldıktan sonra verilen ifadelerle daha anlaşılır hale geldi. Diğer sayılarımızda davayla ilgili yazılar yazılmıştı. Nasıl ilerlediğini biliyoruz. Biz biliyoruz ki bu katliam AKP ve Saray tarafından planlandı ve hayata geçirildi. Ardından yaşadığımız iki yılda bunu yaşayarak görmüş olduk. Ancak bir şeyi başaramadılar. Evet öldük, yaralandık, düştük sonra ayağa hemen kalktık.

Ayakta duranlar var olmaya devam ediyor bu ülkede. Diz çöken olmadı. Bu kadar acı yaşamış insanlar hala mücadele ediyor. Biliyoruz yaşam varsa umut vardır. Göremedikleri de bu olsa gerek. Bu devran böyle sürer diye hayalleriniz olabilir. Ama sanmayın ki biz öldürmekle biteceğiz. Ne demiş şair “Vurun ulan vurun ben kolay ölmem”. Elbet bir gün saraylarınızın, saltanatlarınızın, hükümetlerinizin, bir şekilde koruduğunuzu sandığınız düzeninizin yerle bir olduğu zamanlar gelecek. O zaman güneş doğacak gökyüzünde bütün ezilenler için. Bir bir hesabını soracağız bizden aldığınız canlarımızın. Bakmaya kıyamadığımız yeşil gözlü Veyselimizin, yüzündeki çizgilere rağmen coşkusu, öfkesi hiç bitmeyen Meryem Ana’nın, annesinin kuzusu Güney’in ve daha nicelerinin. 10 Ekim katliamının ikinci yıldönümünde katliamda hayatını kaybedenleri mücadelemizde yaşatacağımıza söz veriyoruz. Asla unutmayacağız.


Ekim 2017 / Sosyalist Dayanışma

“BU YASALAR BÖYLE GEÇMEZ!”

M

üftülük (Nüfus Hizmetleri Kanunu) ve Mağdur Hakları Yasa Tasarısı’nda hükümet tam gaz ilerliyor. Tepkiler sonrasında önce alt komisyona devredilen yasa tasarıları bugünlerde mecliste görüşülüyor. Şeklen meclisten geçsin ya da geçmesin kadınların nezdinde bu yasalar yok hükmündedir ve bu tasarıların kadınları ayrıştırmasına bizler asla izin vermeyeceğiz! Bir süredir hükümetin gündeminde olan bu kadın düşmanı yasaların özünü bir önceki yazımızda paylaşmıştık.

Erkeğe biat etmeyi savunan bir kurum evlendirme yetkisi alıyor! Özellikle kadın ve erkek eşitliğine inanmayan bir kurumun (müftülük) sosyal hizmet alanında yetkilendirilmesi konusunun biz kadınları çok yakından ilgilendirdiğini söylemiştik. Evlilikleri düzenleyen kurumlardan birisi müftülük olsun isteniyor. Düşünsenize evlenmek üzeresiniz ve erkeğine itaat, biat kültürünü meşru; şiddeti, sopayı kadına hak gören bir zihniyet, bir erkekle sizi karı-koca(?) ilan edecek ve daha hemen oracıkta boşanmayı yasaklayacak! Bununla bitmiyor tabi ki. Bu alan yeniden kadın-erkek eşitliği aleyhine İslami soslarla da bezenerek dizayn edilecek. Medeni Kanun’da dahi meşru sayılmayan, karşılık bulmayan köhnemiş bir zihniyet çeşitli bedeller ödeyerek edindiğimiz kazanımlarımızı da bir bir elimizden almaya çalışacak. Müftülük vesilesiyle din, medeni hukuk alanına böylece dahil edilmiş olacak. Diyanet dini referanslara göre hareket eden ve boşanmayı da sorun olarak gören bir kurum olarak nikah kıyma yetkisine sahip olacak.

Çocuk istismarlarının önlenmesini sağlamayı nasıl düşünmezler! Uzunca bir süredir kadın hareketinin gündeminde olan çocuk istismarları konusu vicdanları da acıtmaya devam ediyor. Duyabildiğimiz, tanık olabildiğimiz, örtbas bile edilememiş onca vaka önümüzde dururken bu istismarların ortadan kalkması için mücadele etmeyi neden bir tek kadınlar dert edinir! Toplumsal olarak mücadele etmemiz gereken bu sorun gün geçtikçe boyutlanıyor ve çocuklar ruh sağlığı bozuk nesiller olarak yaşama dahil oluyorlar. Değişiklikte “Sağlık personelinin takibi dışında doğan çocukların doğum bildirimi nüfus müdürlüklerine sözlü beyanla yapılır.” şeklinde bir madde bulunmaktadır. Aslında bu madde şu anda yürürlükte olan kanunda da bu şekilde geçiyor. Bir kere daha ifade edelim: İşte bu sözlü beyan çocuk istismarlarının örtbas edilmesine yol açıyor. Bundan dolayı da diyoruz ki: “yapılacak her yeni yasal düzenlemenin bir öncekinden daha iyi olması gerekir.” Çocuk yaşta evlilik çocuk istismarından başka bir şey değildir. Müftülük Yasası’nı geri çekin, çocuklarımızın ve kadınların bedeninden ellerinizi çekin!

Tasarıdaki “Genel Ahlak” kimin ahlakı?

Tasarıda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayanlara “evlilik yoluyla vatandaşlık verilmesi” ile ilgili olarak kriterler getiriliyor. Boşanmanın bunca zahmetli ve sorun olduğu böyle bir ortamda boşanmış olmak örneğin “genel ahlaksızlık” sayılacak mı? Ahlak kadınlara göre mi tanımlanacak? Erkekler ile kadınlar oluşturulacak kriterler karşısında eşit olabilecekler mi? Tüm bu sorulara verilecek yanıtın kadınlar ile erkeklerin eşit olmadığı bir düzende kadınların aleyhine olması ihtimali yüksektir.

Mağdur Hakları Yasa Tasarısı kadınları daha da mağdur ediyor! Tasarıdaki maddelerin pek çoğunun muğlak bırakılmış olması kadınların mağduriyetlerinin daha da artmasına yol açıyor. Maddelerin muğlak bırakılması esasen kadınlar aleyhine gerçekleşmiş. Örneğin şiddet temelli tanımlamalarda şiddet, cinsiyete dayalı olarak ayrımcılık sonucu ortaya çıkan bir suç olarak tarif edilmiyor. Şiddet kadın erkek eşitsizliğinden kaynaklanmıyormuş gibi anlatılıyor. Kadınlar kendi doğalarından gelen kırılgan bir yapıları varmış gibi anlatılıyor. Şiddete uğramış kadınların hak ve hizmetlere ulaşımı kolaylaştırılmalı. Yasaların cinsiyet ayrımına dayanan ve şiddetin kaynağını doğru bir yerden gören anlayışla yapılması gerekiyor. Bu bakımdan diyebiliriz ki mecliste görüşülen bu tasarılar

ELİFYAZAR IRMAK

erkek egemen düzenin hassasiyetlerine göre düzenlenmişlerdir ve kadınları daha fazla mağdur etmektedir.

Kadınların kampanyası sürüyor! Biz kadınlar, yüzden fazla kadın örgütü ve LGBTİ örgütleriyle kadınların aleyhinde olan bu yasalara karşı bir araya gelerek bir kampanya başlattık ve yürütüyoruz. Geçtiğimiz cuma günü Kadıköy’de gerçekleştirdiğimiz yürüyüşümüzle OHAL koşullarında bile sokakları boş bırakmama iradesini ortaya koyduk. Bundan sonra da şeklen meclisten geçsin veya geçmesin kadınların aleyhine olan her türlü düzenleme ve değişikliklerde yine bir arada olacağız, yine sokakta olacağız, yine dövüşeceğiz! Kadınların birbirinden ayrıştırılmalarına izin vermeyeceğiz. Özgür ve eşit bir yaşam için; her gün kadınların öldürüldüğü, boşanmanın bile suç olduğu, hayatlarımızın daraltılmaya çalışıldığı bir ortamda bize sorulmadan yapılan bu yasaların meclisten böyle geçmesine ve uygulanmasına izin vermeyeceğiz!

21


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2017

KÜRDİSTAN REFERANDUMU ÜZERİNE ELİF CAN

O

rtadoğu’da gündemlerin harareti dinmiyor. Uzun süredir bölge gündeminin ilk sıraları Suriye’deki gelişmelerle ısınırken Güney Kürdistan’da yapılan bağımsızlık referandumu Irak’ı gündemin ilk sırasına taşıdı. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY), ABD ve AB ülkeleri ile Türkiye, İran ve Irak yönetimi başta olmak üzere bölge ülkelerinin tepkilerine ve içeride diğer siyasi gruplarla olan kimi tartışmalara rağmen, 25 Eylül’de bağımsızlık referandumunu düzenledi. Referandum son güne kadar olacak olmayacak tartışmalarının gölgesinde ve özellikle Ankara, Tahran ve Bağdat’ın tehditleri arasında gerçekleşti. Mesud Barzani, IŞİD’e karşı savaşın sonuna doğru gelinirken bu sürecin yarattığı fırsatları değerlendirmek istedi. Rakka ve Musul’da IŞİD’e karşı zaferin yakın olması Suriye ve Irak’ın yeniden yapılanması için müzakere masalarının kurulmasına da yaklaşıldığını göstermekteydi. Bu hamle aynı zamanda tartışmalı hale gelmiş liderliğine yeniden itibar kazandıracaktı. Aldığı karardan geri adım atmadı. Kerkük gibi tartışmalı bölgelerin de dahil edildiği referandumda 4 milyon kişi oy kullandı. Katılım oranı yüzde 72,16 olurken, sandıktan yüzde 92,73 oranında bağımsızlığa “evet” çıktı.

22

Referandum sonucunda bölge ülkelerinin tehditleri, yaptırımlar boyutuna yükseldi. “Bağımsızlık için hemen harekete geçecek misiniz?” sorusuna Barzani’nin cevabı “Bu oylama aceleci veya tek taraflı bir bağımsızlık ilanıyla değil, Bağdat’la gerektiği kadar uzun sürecek dürüst bir müzakere süreci başlatmakla ilgiliydi.” oldu. Yani hedef Müzakere! Ya da müzakere için bir zemin... Irak Kürtlerinin önünde çetin bir pazarlık süreci olacağı kesin. Bölgesel ve küresel güçlerin çeşitli biçimlerde etkide bulunacağı bir süreç... Türkiye, İran ve Irak’ın hızla başlattığı abluka ve yaptırımların amacı da Kürtleri sandığa gittiğine pişman etmek, referandumun sonuçları üzerinden bir müzakerenin başlamasını önlemek ve nihayetinde süreci tamamen başarısızlığa uğratmak, kendi “Kürtsüz çözüm”lerini dayatmaktır. Ama artık bu mümkün değil. Kürtler 100 yıl önceki Kürtler değil..! Koşullar 100 yıl önceki koşullar değil! Yeni küresel, bölgesel güçler dengesi netleşene ve bölgede taşlar yerine oturana kadar sert, karmaşık ve bir o kadar hareketli günler yaşayacağız. Pek çok gelişmeye gebe günler... Biz şimdilik referandum sürecinin ortaya çıkardığı kimi gerçeklerin altını çizmekle yetinelim: - Referandum 100 yıl önce bölge haritası çizilirken emperyalist çıkarlara feda edilen Kürtlerin haklarını bir kez daha dünya gündemine taşıdı. Dünyanın bir “Kürt sorunu” olduğu açığa çıktı. PYD-YPG’nin Kobane direnişi ve sonrasında IŞİD’e karşı kazandığı zaferler ve Rojava Kürdistan’da ortaya koyduğu devrimsel süreçler tüm dünyanın Kürtleri yeniden “itibarlı bir bölge gücü olarak” tanımasını sağlamış; Kürt halkının bileğinin hakkına kazandığı başarı, Suriye’nin geleceğinin konuşulacağı masa-

nın Kürtlersiz olma ihtimalini ortadan kaldırmıştı. Referandum ise Irak’ın geleceğinin de Kürtlerin statü sorunu konuşulmadan çizilemeyeceğini ortaya koydu. - Kobane’den sonra ilk kez 4 parçada Kürtler arası ruhsal birlik bu seviyede oluştu. Ve aynı zamanda referandum, 4 parçada Kürtleri ortak bir kader etrafında birleştirmede bir adım oldu. Referandum sonrası sürecin iyi yönetilmemesi artık bütün Kürtlerin kazanımlarını 24 Eylül öncesine götürme riski taşıyor. Bu da Kürt Özgürlük Hareketi’nin uzun zamandır gündemleştirdiği “Ulusal Birlik” ihtiyacının bir kez daha altını çiziyor. - Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarının nasıl bir Kürt düşmanı olduğu görüldü. Bağdat yönetimini bypass ederek Kürdistan hükümetiyle 50 yıllık petrol anlaşması yaparken, Irak pazarını çürük çarık Türk malları ile doldururken gösterilen dostluk yaklaşımlarının takiye olduğu ortaya çıktı. AKP, Güney Kürdistan’ın da dostu değildir. Rojava Kürtleri bu gerçeği Kobane direnişi esnasında kavramıştı. Kuzey Kürdistanlılar, çözüm süreci sonrasındaki yıkımla bir kez daha görmüştü. Şimdi de Güney gördü... - Bölgenin tamamında Kürt karşıtlığı hala oldukça güçlü. Öyle ki, siyasi çıkarları neredeyse birbirine karşı konumlanmış olan bölgesel güçleri “ortak düşman” karşısında hızla yan yana getiriyor. İran, Irak ve Türkiye yakınlaşmasını böyle okumak gerekir. - Küresel güçler referandumu tanımadıklarını ifade etseler de Türkiye, İran, Irak vb. bölge ülkelerinde olduğu gibi tamamıyla bir ret cephesinde yer almıyorlar. Öncelikle alandaki güçlerin konumunu gözlemeyi, atacakları adımı ona göre seçmeyi tercih

ediyorlar. Rusya’nın ekonomik ilişkileri olduğu gibi sürdürmesi, ABD’nin tarafları sakin olmaya davet etmesi böyle anlaşılmalıdır. Referandum sonrasında Türkiye İran arasında yaşanan yakınlaşmaya dikkat çekerek bitirelim: Hulusi Akar’ın ziyaretiyle başlayıp Tayyip Erdoğan’ın ziyaretiyle devam eden Türkiye İran “iyi ilişkileri”, Kürt sorunu ekseninde Irak ve Suriye gündemi üzerine oturuyor. Karşılıklı olarak oldukça sıcak mesajların verildiği, siyasi, askeri ve ekonomik iş birliğinin vurgulandığı bu yakınlaşmanın kalıcılığı konusunda kuşkulanmak için yeterince tarihsel, konjonktürel şart mevcut. Türkiye ve İran arasında bölgede bir nüfuz savaşı var. İran’ın Bağdat Hükümeti üzerinde etkisi biliniyor. Türkiye’nin Güney Kürdistan’a yönelik yaptırımları İran’ın nüfuz alanını genişletebileceği gibi İran’ın hamleleri de Türkiye’ye yeni olanaklar açabilir. Kürdistan her ikisi için de önemli bir pazar. Türkiye iki ülke de bölgeyi birbirine kaptırmak istemeyecektir. Sürekli birbirlerini kollamak zorunda olacakları bu dönemsel ittifakın kalıcılaşması ancak taraflardan birinin eksen değiştirmesiyle mümkün olur. Rusya ile birlikte bölgedeki etkinliği güçlenen, stratejik bir planı ve buna uygun taktik adımları olan İran’ın konumlanışını değiştirmesi beklenemez. “Kardeşim Esed” noktasından IŞİD destekçiliğine, uçak düşürmeden Rusya ile iyi ilişkilere sürekli savrulan AKP politikaları için ise pragmatizmin sınırı yok. O nedenle şimdiden söylenebilecek şey, Türkiye; Rusya, İran, Suriye eksenine kaymadığı sürece bu ittifakın kalıcı olamayacağıdır. Eksen kayması yeni dünya düzeninde imkansız değil ama kolay da değildir. Görünen o ki, AKP iktidarı bir kez daha “yanılmışız” diyeceği yolları döşemektedir.


Ekim 2017 / Sosyalist Dayanışma

ANAYURT OTELİ

Y

usuf Atılgan, bizler tarafından pek bilinmeyen, pek keşfedilmemiş ama edebiyatımızın çok önemli kilometre taşlarından birisidir. Anayurt adlı eseri Ömer Kavur tarafından filme çekilmese belki bu kadar da tanımayacaktık. Vedat Türkali ile İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden sınıf arkadaşıdır, aynı dönemin yazarlarındandır. Az sayıda olsa da her biri ayrı öneme sahip eserler yaratmıştır. Siyasal faaliyetleri hayatında çok belirleyici olmamış ama öğrencilik dönemindeTürkiye Komünist Partisi’ne katılmış, 10 ay kadar hapiste kalmış, öğretmenliği de bu yüzden elinden alınmıştır. Edebiyatımız dünyasının sayılı yazarlarından biridir gerçekten Yusuf Atılgan. Onu Oğuz Atay’ın öncüsü sayanlar var. Günümüz yazarları tarafından da etkilenilen, feyz alınan bir yazar. Biz sosyalistler açısından çok gündemimize gelmemesinin nedenini, “eserlerinde daha çok toplumdan kopuk bireyi, onun ruhsal durumunu, iç dünyasını, yabancılaşmasını, yalnızlığını, dışlanmışlığını, güçsüzlüğünü hayal kırıklıklarını işlemesidir” diye düşünüyorum. Anayurt Oteli filmini yıllar önce seyretmiştim. Konusuna tam vakıf olamadan öylesine seyredilen filmden aklımda kalan, bizlerde de büyük bir iç sıkıntısı ve bunaltı yaratmasıydı. Açık bir gerçeklik ki, bizler daha çok kapitalizmin insanda yarattığı bunalımları anlatan eserlerden ziyade, toplumsal dönüşümleri anlatan filmleri, kitapları seviyoruz. Ama biraz sabredip Yusuf Atılgan’ın fikrini anlasak, onun çok derin anlatıları olan eserleriyle karşı karşıya kalırız. Anayurt Oteli romanında “Zebercet” adlı karakterin çevresine karşı yabancılaşmasını anlatır Yusuf Atılgan. Ailesinden miras kalan otelde kâtiplik ya-

‘İnsanın bir yakınlık sıcaklık arayışı’, hayal kırıklığı, korkunç son…

pan Zebercet yalnız ve kimsesizdir. Otelin dışına pek çıkmayan Zebercet’in sıradanlaşmış, rutin olarak ilerleyen hayatı, otelde bir gece kalıp giden kadının ardından farklılaşır. Yaşamı saplantılı bir halde ilerlemeye başlar. Kadının tekrar gelmesini bekler. Kadının kaldığı odaya kimseyi sokmaz, aynı şekilde muhafaza etmeye çalışır. Yatağı, havlusu, çay bardağı; yani kadının kullandığı her şey Zebercet’in hayatının merkezindedir. Giderek dışarıdan bakıldığı vakit anlamsız, saçma sapan olan ama çok acımasız işler yapmaya başlar. Korkunç bir sona doğru ilerler. Toplumla iletişimsiz, yalnız, uyumsuz, güçsüz, öteki bir karakter olan Zebercet’in zamanla akıl dışı hale gelmesi, acımazlığa ve şiddete yönelmesi, büyük bir sürükleyicilikle anlatılmış romanda. Yazarımız, Zebercet’in bunaltısını, iç sıkıntısını, saçmalaşmasını, saplantılarını eserini sıkıcı hale getirmeden büyük başarıyla işlemiş. Zebercet’in ailesiyle bağlantılı diğer ailelerin hikâyelerinin de, romanın akışında geri dönüşlerle anlatılması, hem olay örgüsünü güçlendiriyor hem de okumamıza heyecan katıyor. Anlatımı çok net, anlatılanlar birebir aklımızda canlanıyor. Romanda geçen ifadeler çok sade ama derin anlamlara sahip. Yusuf Atılgan, toplumsal kaygılardan uzaklaşmadan bireyin sorunlarına eğiliyor. Direkt baskıdan, sömürüden söz etmiyor; ama yarattığı bireyin şahsında tüm toplumu anlatıyor aslında. Sistemin, toplumsal düzenin, birey için nasıl yıkıcı etkilere sahip olduğunu, korkunç bir sona doğru giden Zebercet üzerinden işliyor. Baskı, sömürü çarkı insanları birbiriyle karşıt hale getiriyor, bireyin gerçek doğasını yadsıyor, insanın çevresini kontrol edebilme gücünü elinden alıyor, bilincini baltalıyor ve anlamsızlığa sürüklüyor. Güçsüzlük, ümitsiz-

lik hali yaşanıyor bireyde. İnsanlık, bilinçsiz ve yapay bir duruma eviriliyor. İnsanca bir yakınlığı ve sıcaklığı yaşayamayan, bastırılmış duygularının esiri olan anlamsızlaşan kişiler haline geliyor. Felaketin başladığı noktadır bu aslında. Bu felakete gidiş konu edinilir romanda. Satır aralarında Zebercet sessizce usulca fısıldar bu durumda.*

ZEYNEP KORU

*’İlk üç haftası...dayanılmaz gibi geliyor... günler... alışıyor sonra... düşlerde bile çıkılmıyor dışarı.’ ‘... yararlanmadın mı?’ ‘Hayır... tutmadı... iki yıl günü gününe...’ ‘... olmadı mı?’ ‘Oldu ama... güvensizlik, kuşku, yalan... hiç yalnız kalınmıyor... arada isteniyor... bir yakınlık, sıcaklık.’

Yusuf Atılgan hikâyede, “Düşman elindeyken belirli bir direnme göstermemiş kasaba ya da kentlerde kurtuluşun ilk yıllarındaki utançlı yurtseverlik coşkusunun etkisi belki” diyerek otelin adının neden Anayurt olduğunu belirtir. Roman, Cumhuriyet devrimi sonrası Anadolu’nun bir kasabasında (ya da kentinde) geçmektedir. “1922 yılı Eylül ayı başlarında Yunanlılar giderayak burayı yaktılar. Yaşlı adamlar ‘Her mahalleden eli silahlı bir tek erkek çıksaydı yanmazdı burası’ derler. Çoğu dağa kaçtı; bütün gün bütün gece aşağıdaki büyük yangını seyretti.” Sevgili Yusuf Atılgan’ın romanda geçen bu sözleri, günümüzdeki iktidar tarafından yaratılmaya çalışılan yapay değerleri, simgeleri, anıtları ne kadar çağrıştırıyor değil mi…

23


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2017

EKİM DEVRİMİ’Nİ 100. YILINDA SELAMLIYORUZ

24


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.