Sosyalist Dayanışma Dergisi Aralık 2013 24. Sayı

Page 1

Politik Kriz Devrimin Anahtarı Olabilir mi? 10 Soruda Cenevre 2 ve Suriye Süreci

Fiyatı: 2 TL

www.sodap.org

ARALIK 2013 YIL: 3 SAYI 24

Zenginlere Servet Vergisi Yoksulun Hakkıdır! Ekonomik Tablonun Bize Fısıldadıkları

Unutmayacağız, Hesap Soracağız

YA ADALET YA KIYAMET!

Gezi ve Aleviler Tartışmasına Dair Kent- YerelleşmeDevrimci Demokrasi Üzerine Notlar Siyasi Bunalım Derinleşiyor Ankara’dan “25 Kasım” Manzaraları Uyuşturucu, Çete ve Mahalleler... Kesk Küllerinden Yeniden Doğabilir mi? Meşruiyet Arayışları, İktidar ve İlginç Bir Polemik Orta Doğu’da Önemli Anlaşma Doğu Cephesinde Yeni Haber Çok! Anladık İyisin Filler & Çimenler ve Suriye


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2013

Katliamları Unutmayacağız!

Maraş Katliamı Aralık 1978

“Hayata Dönüş” Operasyonu 19 Aralık 2000

İŞÇİLERİN ALİ HOCASI MÜCADELEMİZDE YAŞAYACAK!

Nusrettin YILMAZ

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 3, Sayı: 24 Aralık 2013 Sahibi ve Sorumlu Yazı işleri Müdürü: Sezgin Kartal Adres: Piyalepaşa Mah. Can Sk. No: 8/B Beyoğlu İstanbul İletişim: 0535 922 82 68 sodap74@yahoo.com www.sodap.org Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34

2

Roboski 28 Aralık 2011

Gever Aralık 2013

ÇIKARKEN 2014 arifesinde, bir isyana tanık olmuş 2013’ü geride bırakırken, içimizde kaybettiklerimizin acısı ve öfkesi dinmiyor. Kasım ve Aralık aylarında, halkın adalet arayışlarına ve adaletin “derin uykusuna” şahit olduk. 16 Kasım’da Berkin Elvan’ın davası için Çağlayan Adliyesi önünde basın açıklaması yapanlara polisin hunharca saldırısı ve faillerle ilgili henüz hiçbir adım atılmamış olması öfkemizi biliyor. Ardından 21 Kasım günü Mehmet Ayvalıaş’ın davasında mahkeme koridorunda ailelere biber gazı sıkılması, AKP faşizminin başka bir tezahürü olarak karşımıza çıkıyor. Ali İsmail’in Eskişehir’den Kayseri’ye sürülen davası ise müsamereye çevrilmiş durumda. Bu davayı, gözden ırağa alarak gönüllerden de ırağa alabileceklerini sanıyorlarsa ciddi yanılıyorlar. Hâkimin mahkemede uyuklayacak kadar ciddiyetsizleştiği Ethem’in davasında, sanık polis henüz mahkemeye getirilebilmiş değil. Bu soğuk günlerde kış uykusundaki adalet sadece Gezi davalarında değil iş cinayeti davalarında da derin uykularda. Kasım ayında kaybettiğimiz en az 128 canda olduğu gibi yine bir iş cinayetinde hayatını kaybeden Rukiye Şimşek “adalet” için basit bir kazadan öteye anlam ifade etmiyor. Ahmet Arif, Aralık için “sevmem netameli aydır” demişti, gerçekten öyle. Roboski’de katledilen 38 canımız ve ardından bıraktığı ağıt hala kulaklarımızda. Şimdi de, Gever’de (Yüksekova) gerilla mezarlarına sahip çıkan amca-yeğen 8 kurşunla hayatlarını kaybettiler. Cenaze sonrası çıkan olaylarda bir Kürt genci daha hayatını kaybetti. “Çözüm sürecine” sözde toz kondurmayan AKP, bir yandan Kürtleri katletmeye devam ediyor. Lice’de Medine Yıldırım, şimdi de Mehmet Reşit İşbilir, Veysel İşbilir ve Bemal Tokcu yargısız infazla katledildiler. Yeniden 1990’ları hatırlatan görüntülere tanık oluyoruz. Yaşadığımız hayatın üzerine bir kabus gibi çöken AKP faşizmine karşı mücadele, ancak Roboski’den Gezi’ye bütün adalet arayışlarının birleşmesi ile başarıya ulaşabilir. İsyan günlerinde, Lice’de katledilen Medeni Yıldırım için İstanbul’da sokaklara çıkmıştık. Şimdi aynı dayanışmayı Gever katliamında da göstermeliyiz. Çünkü silahsız ve sivil Mehmet Reşit’e, Veysel’e, Bemal’e kurşun sıkan eller, Gezi’de gaz kapsüllerini gözlerimize hedef alan ellerdir. AKP’nin zorbalığına karşı halkların dayanışmasını örelim.


Aralık 2013 / Sosyalist Dayanışma

POLİTİK KRİZ DEVRİMİN ANAHTARI OLABİLİR Mİ?

T

ürkiye’nin içinden geçtiği dönemin en belirgin özelliği hiç kuşku yok ki iktidar partisi nezdinde şiddeti her geçen gün daha da artan bir hegemonya krizi. Kısacası politik kriz. Dip dalgalarını doğru okuyamayanlar AKP’nin oy oranını koruduğunu, her şeyin son 11 yıldır geçtiği gibi pürüzsüz akıp gideceğini, Erdoğan’ın bir kez daha kazanacağını varsayıyorsa yanılıyor. AKP tüm çıkıntılıklarına rağmen küresel sistem ve finans kapital için son 11 yıldır büyük işler yaptı. 1990’ların siyasi krizler- koalisyonlar çağından çıkışın mimarı oldu. Batı’nın da istediği biçimde ordu vesayetini geriletti. Özellikle yoksulların üzerindeki otoritesi ile toplumsal patlamaların önüne geçti. Derviş’in paketini sonuna kadar uygulayarak yerli yabancı sermaye odaklarına güven verdi. ABD’nin Ortadoğu’yu ılımlı siyasal İslam üzerinden neo-liberal toplumlar haline dönüştürme projesine hem model oldu hem de sonsuz destek verdi. Fakat AKP’yi uçuran konjonktür sona erdi. Erdoğan Arap Baharı denen süreci doğru okuyamadı. Aynadaki görüntüsüne fazla hayran oldu. Kendisine kapasitesinden çok büyük güçler vehmetti. Ortadoğu konjonktürü ile buluşma adına geliştirilen İslamlaşma içeride çok büyük reaksiyonlara yol açtı. İleri demokrasi söyleminden baskıcı bir otoriter rejim türedi. Küresel piyasalardaki bol para konjonktürünün sonu yaklaşmaya başladıkça piyasaların tansiyonu yükselmeye başladı. Gezi zaten Erdoğan’ın tüm dengesini yitirmesine ve uluslar arası imajının yerle yeksan olmasına yol açtı. Erdoğan’ı başta büyük bir aşkla Şam’a doğru iteleyen Anadolu burjuvazisi bile Antakya’dan ötesine geçemez hale gelince “Usta”yı kapalı kapılar ardında çekiştirme durumuna geldiler. Erdoğan’ın Barzani’yle türkü söy-

lemekten başka atacak mermisi kalmamış gözüküyor.

İktidar Bloğu Çatırdarken…

Türkiye’yi 11 yıldır merkezi, 20 yıldır yerel düzeyde yöneten iktidar bloğu çatırdıyor. Bunlar öyle kolay tamir edilecek yarıklar değildir. Çok uzun yıllarda biriken gerilimler yüksek enerjiyle çatırdamaya başladı. Tartışma programlarının müdavimleri şimdi yeni koşullara, yeni ittifaklara uyum sağlamaya çalışıyorlar. Cemaat ABD’nin ruh halini en birinci dereceden yansıtıcısı olarak cevval bir “eğitim” kavgasına tutuştu. Bir zamanların dervişane konuşmaları, hüngür hüngür ağlamaları ile öne çıkan Fetullah’ı ne cabbar bir iktidar savaşçısı olduğunu ortaya koyan nutukları ile öne atıldı. Erdoğan ise haykırıyor. “Elimizdeki dosyaları açarsak yer yerinden oynar”. Bir Başbakan yönettiği bir topluma bundan daha açık bir biçimde “sizleri nasıl da kandırıyorum” diyebilir mi? Aslında iktidar çevrelerinin gerçek karanlığını tüm açıklığıyla görmemize çok az kaldı. Çok yakında aslında ne kadar büyük bir rezillik, ne kadar kesif bir kanalizasyon kokusu ile yaşamaya alıştığımızı en kör göz bile görebilir hale gelecek. “Bu kadar büyük aptallık yaparlar mı, bunlar mutlaka uzlaşırlar” diyenler iktidar kavgasının ne demek olduğunu anlayamamış olanlardır. Tarih iktidarını korumak için Roma’yı yakan Neron’ların tarihidir.

Hiç umut yok. Bir tarafı değme ırkçıya dudak uçuklatacak bir kesif ulusalcılık diğer tarafta Cemaatin ağzının içine düşecek bir sersemlik. Sarıgül’ün Tuzluçayır’a dikilmeye çalışılan CamiCemevi’nden ne farkı vardır? Sarıgül’ün bir Cemaat-CHP ortak operasyonu olduğu bütün açıklığı ile ortada değil midir? “Biz bir hiçiz ama AKP’nin gitmesi için bize muhtaçsınız” yalanını en büyük sermaye edinen bir partinin umut olma şansı bulunmamaktadır. Türlü operasyonla halkta AKP faşizmine karşı oluşan tepki CHP’ye akıtılmaya çalışılacaktır. Gezi’de verdiğimiz şehitler ve ortaya konan onca mücadele Cemaat’in ayaklarının dibine dökülmek için miydi? Aklı başında olan hiç kimsenin bu kadar şuursuz bir siyasi yapının peşine takılması mümkün olamaz. “Dersim’i yakarken acımış mıydık?” diyenlerle, “Cami-Cemevciler elbirliği”yle bize uğruna öleceğimiz adalet ve özgürlüğü sunacaklar, biz de inanacağız? En azından biraz daha ikna edici olmaya çalışılması gerekmez mi? Uzun lafın kısası halkı bir hegemonya ekseninde örgütleyecek ve egemen sınıflar adına istikrarlı bir iktidar bloğu inşa edebilecek bir siyasi özne ortada görülmemektedir. Tarihte bütün büyük halk devrimleri böylesi momentlerde yaşanır. Birinci Dünya Savaşı Rus

Çok yakında aslında ne kadar büyük bir rezillik, ne kadar kesif bir kanalizasyon kokusu ile yaşamaya alıştığımızı en kör göz bile görebilir hale gelecek. “Bu kadar büyük aptallık yaparlar mı, bunlar mutlaka uzlaşırlar” diyenler iktidar kavgasının ne demek olduğunu anlayamamış olanlardır. Tarih iktidarını korumak için Roma’yı yakan Neron’ların tarihidir.

CHP Cemaatin Gemisinin Kaptanı mı Olacak?

Peki, iktidar çözülürken “ana muhalefet partisi” CHP koşa koşa ABD’ye giderek iktidar alternatifi haline gelebilecek midir?

3


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2013

Çarlığını, İkinci Dünya Savaşı Komüntang’ı iktidar olamaz hale getirmese, Rus ve Çin emekçiler sosyalizme bayrak açmak için başka bir an beklemek zorunda kalabilirlerdi. İktidar bloğunu parçalayan büyük politik anaforlar alt sınıflara kendi iktidarlarını inşa etme olanağı sağlayan özel anlardır. Böylesi anlara müdahale edebilme yeteneği olan ezilen sınıflar, bir karşı hegemonya odağı inşa edebilirler. Kendi aralarındaki parçalanmışlıklara bir sünger çekebilen, bir iktidar odağı inşa edebilen alt sınıflar ancak başarabilir bunu. Lenin ve Bolşevikler tam da bunu başarmıştı. Ya da Rojava’da PYD’nin başardığı da budur.

HDP: Ya Ezilenlerin Devrimci Bloğu Ya da Hiç…

Şu anda sadece bir potansiyel, harika bir fikir, tüm ezilenlerin kendi özgünlüklerini yitirmeksizin ama kol kola girerek mücadele edebilecekleri bir politik odak. Şu anda böylesi bir odağımız var. Ama sadece fikir olarak, ya da içi boş bir kap olarak… Çünkü HDP henüz siyasetin sert fırtınalarını göğüsleyebilecek bir parti/örgüt/birlik organizasyonuna sahip değil.

4

Peki, bizler Türkiye’de ve Kürdistan’da böylesi bir ezilenler bloğu inşa ederek bu özel döneme müdahale edecek bir odak yaratabilir miyiz? Muhakkak ki… Başarabiliriz, başarmalıyız. Kafamızı kaldırdığımızda Türkiye ve Kürdistan ezilen halkları açısından sadece kısa bir süre açık kalacak bu fırsat penceresi – çünkü finans kapital öyle veya böyle bütün politik krizlerini, alt sınıflar iktidarlaşamadığı sürece çözme yeteneğinde olacaktır- nden yararlanma noktasında HDK-P’nin çok özel bir noktada durduğunu görecektir. Şu anda sadece bir potansiyel, harika bir fikir, tüm ezilenlerin kendi özgünlüklerini yitirmeksizin ama kol kola girerek mücadele edebilecekleri bir politik odak. Şu anda böylesi bir odağımız var. Ama sadece fikir olarak, ya da içi boş bir kap olarak… Çünkü HDP henüz siyasetin sert fırtınalarını göğüsleyebilecek bir parti/örgüt/birlik organizasyonuna sahip değil. Daha ziyade bir eylem ve fikir kulübü havası var. Tartışmalar havada asılı kalıyor. Süreci sürükleme enerjisi ortaya çıkmış değil. Kuruluş kongresinin estirdiği rüzgâr zayıflarken en açık gerçekler yavaş yavaş ortaya çıkıyor. HDK-P’nin hızla maddi bir güç haline dönüşmesi gerekiyor. İkincisi HDP oynayabileceği misyonun farkına varabilecek mi? “Müzakere partisi” rolüne takılıp

kalacak mı yoksa giderek bir politik krize doğru evirilen ortamda ezilenler adına inisiyatif alabilecek pozisyona sıçrayabilecek mi? Şu an bu konuda da güven verilemediği açık. Gezi’de oynanamayan rol, on tane daha Gezi olsa oynanamayacak gibi görünüyor. Nasıl bir tarafta AKP karşısında Sarıgül’ün peşine takılma eğilimi varsa da burada da “AKP’yi iteleyelim, olacak bu iş” havası var. “Yetmez ama Evet” ruh hali hayattan öğrenmeme konusunda gayet dirayetli. AKP dünyayı yaksa “ama ulusalcılar da” diyecek bir cümle kurabilme mahareti söz konusu. Kürt hareketi içerisinde ise AKP’ye alınan tutum artık sınıfsal konumun bir turnusolu haline geldi. Duran Kalkan son açıklamasında AKP’nin oy oranını koruması durumunda Kürt halkına topyekûn imhayı dayatacağını, herkesin AKP’ye karşı çalışması gerektiğini söylüyor, fakat BDP içinden bazı isimler Erdoğan’ın Amed’deki Barzani şovunda rol almaktan çekinmiyorlar. HDP’nin Gever (Yüksekova)’deki katliamla ilgili yaptığı basın açıklaması da sorumluluğu AKP’ye değil de karanlık güçlere, üniformalı bürokrasiye, Cemaate, iyi saatte olsunlara yıkmak için yoğun çaba harcıyor. Ortada bir paralel devlet organizasyonu ya da provokasyon varsa nasıl oluyor da AKP failleri ortaya çıkarmak, kendini aklamak adına hiçbir adım atamıyor? Provokasyon tezini savunanların bu çok basit soru için iyi bir cevapları olması gerekmez mi? HDP’nin şu anda en büyük engeli kendisidir. Toplumun ezilenlerini AKP’nin ve sömürünün tam da karşısında olduğuna dair ikna edemeyen bir HDP siyaseten kadük hale gelir. HDP’nin siyaseten kadük hale gelmesi ise Türkiyeli ezilenlerin şu anda var olan politik krize en etkin biçimde müdahale edebilmelerine olanak sağlayacak aracın yitirilmesi anlamına gelir. Meselenin bizler açısından kritik boyutu buradadır.

Ülkenin İki Büyük Direniş Bloğunu Birleştirmenin Yolları Bulunmalıdır…

Dünya halkları bir bir isyan haklarını kullanırken, ülkemizde Gezi’nin ruhu tüm zihinlerde kalıcı izler bırakmışken egemen

sınıfların politik krizinin bizleri kolaylıkla çok önemli bir toplumsal dönüşümün eşiğine taşıyıp taşımayacağı olanağı üzerine düşünmeliyiz. Böylesi bir momentte sürece ağırlık koyabilmek için en çok dikkat edilmesi gereken nokta ise Alevilik ile Kürt direnişinin emekçi bir zeminde buluşmasına öncülük edebilmektir. Türkiyeli egemenlerin bu iki büyük direniş kampını birbirinden uzak tutma stratejisi kadimdir. Gezi ile bu iki blok birbirine bir nebze yanaşmıştı. Ancak AKP karşısındaki tereddütlü duruşlar aynen Gezi sürecinde olduğu gibi şu günde bir devrim bloğu inşa etmenin olanaklarına kendi irademizle sırt çevirme anlamına gelecektir. Yerel seçim meselesine de aslında tam da bu çerçevede bakmak gerekir. Mesele dar bir CHP ile ittifak olur olmaz zeminine taşınmıştır. Oysa başarılması gereken meselenin bir partiyle ittifak yapma/yapmama ikiliğinde anlaşılamayacak kadar karmaşık olduğunu anlamaktır. Sorun Alevi ve Kürt ezilenler arasındaki mesafeyi daraltmak için ne yapılmalıdır şeklinde algılansa çok daha zengin çözümler geliştirilebilecek, taraflar da ortaya çıkabilecek ve kalıcı sonuçlar yaratabilecek yanlış anlamaların önüne geçilebilmiş olacaktı. Önümüzdeki soru egemenlerin siyasi sistemi zafiyet yaşarken, iç hesaplaşmalarla kırılırken ezilenlerin burada kendi adlarına elbirliği ile sürece ağırlık koyup koyamayacağıdır? Ezilenler bu süreci bir tarihi fırsat olarak algılayıp tarihi kendilerine doğru bükmek üzere harekete mi geçecektir yoksa “yesinler birbirlerini” diyerek ağustos böceği tadında izleyecek midir? İzlememesi gerektiğini düşünüyorsak, ortada tarihi bir fırsat olduğuna inanıyorsak o zaman bu noktaya yüklenmek gerekecektir. Sürecin kendine özgülüğü kavranacak, rutin faaliyet aşılacak, yerel ölçekten daha ziyade merkezi, görünen, etkileyen, dönüştüren bir siyasi çizgi öne çıkarılacaktır. Unutmayalım. Normal günlerden geçmiyoruz ve havadaki devrim kokusunu duymamanın imkanı yok!


Aralık 2013 / Sosyalist Dayanışma

YEREL SEÇİM SATHI MAİLİNE GİRERKEN

M

art sonunda yapılacak yerel seçimlere 3 aydan biraz fazla zaman kaldı. Bu seçim hem kendisinden sonra gelecek Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçim için referans olması bakımından hem de denk geldiği tarihsel dönemin önemi açısından herhangi bir yerel seçim olmanın ötesinde anlamlar içermektedir. “Arap baharı” ile sarsılan 40 yıllık bölge dengelerinin henüz yeni kararlı çizgiye oturmadığı bir coğrafyanın sürekli değişen güç dengeleri, ittifak biçimlenmeleri ve bunların halklar dinamiğine yansımalarını yaşıyoruz. Cumhuriyetin 90 yıllık egemenlik ilişkilerinin köklü bir yeniden yapılanma süreciyle karşı karşıya bulunduğu, AKP hükümetinin İstanbul ve Ankara gibi merkezlerde 20 yıla dayanan yerel ve 11 yıllık merkezi iktidarının ceberrut bir tek parti diktatörlüğünü hızla inşa ederken bir yandan halkların isyanıyla bir yandan içindeki güç odaklarının kapışmasıyla sarsıldığı günlerden geçmekteyiz. Dünyada ve bölgede olduğu gibi ülkemizde de halklar kendi geleceklerine dair söz söylemek için sokakları kuşattı, kuşatıyor. Kürt halkı 30 yıldır yürüttüğü ulusal haklarına sahip olma savaşını bugün yeni bir aşamaya taşımanın mücadelesini veriyor. Başta metropoller olmak üzere batıdaki illerde milyonlar yok sayılmaya, yoksullaştırılmaya, yaşamlarının talan edilmesine karşı Haziran ayı boyunca sokaklara döküldü. 21. Yüzyılın ilk çeyreği yaşanırken artık halklar kitlesel bir şekilde yeniden tarih sahnesine fırlamanın alıştırmalarını yapıyor. Bütün bu gelişmelerin ortasında gidiyoruz 2014 yerel seçimlerine. Güç odaklarının ne şekilde saflaş-

maya başlayacağının ilk ipuçlarını görürken, halkların ve örgütlü halk güçlerinin hangi derslerle tutum alacaklarına da şahit olacağız. Bu seçimlerde AKP’nin geriletilmesi önemlidir. Fütursuzca saldırganlığının, ceberrutluğunun yarattığı korku imparatorluğu nasıl Gezi’de büyük darbe aldıysa, bu seçimde de öyle olmalıdır. Gezi’de sokağa çıkanların ortak talebi bu doğrultudadır. Bunun en önemli göstergesi aldığı oy oranının düşmesi olacaktır. Gezi ve forumların ortaya çıkardığı bir diğer ağırlıklı eğilim de “ortak aday” talebi olarak gözlemleniyor. Farklılıkların zenginlik olarak görüldüğü çoğulcu ve doğrudan demokrasi; kentin, doğanın ve hayatların yağmalanmasına hayır diyen, kente ve insanlığa karşı suç işlemeyen yerel yönetimler; su, elektrik, ulaşım ve barınmanın herkes için kolayca ulaşılabilir bir hak olduğu belediyecilik; güvencesizleştirmeye hayır diyen bir istihdam anlayışı vb. talepler, tüm bu sürecin ortak bilinç haline getirdiği taleplerdir. Bu talepleri hayata geçirmeyi önüne koyan ortak adaylarla İstanbul, Ankara gibi büyükşehir belediyelerini almak için harekete geçmek ortak bir özlemi ifade ediyor. Ancak forumların büyük oranda eriyerek sınırlı yerde ve sınırlı sayıda insanla devamlılığını sürdürme çabası veren bir noktaya gerilemiş olması durumuyla karşı karşıyayız. Dolayısıyla geniş kitleler tarafından bu ortaklığın örgütlenme zemini büyük oranda ortadan kalkmıştır. Ayrıca bu kitleler içerisinde ulusalcı eğilimlere sahip olanların gözünü diktiği CHP böyle bir ufka, niyete ve niteliğe sahip değildir. Orada yörünge sağcı adaylarla sağ oyları avlama, cemaatle uzlaşarak Sarıgül’ü seçtirme ekseninde dönmektedir.

Çok açıktır ki Sarıgül gibi isimler Gezi’nin adayları olamaz. Gezi ruhu statükocu; Kürt düşmanlığı, özgürlük karşıtlığı, rantçılık ve neoliberal politikalar konusunda AKP’den daha ileride durmayan CHP’ye gömülemez. Öncüleyeni ve inşa edeni HDK ile birlikte HDP, fikren bu talepler için yola çıkmış bir partidir. Böylesi bir ortaklığın oluşturulmasına kendi oluşumu-niteliği gereği pozitif bakar ve nitekim öyledir. Ancak aynı zamanda kuruluş sürecinin içinde olması; kendini bu fikri örgütleyecek bir organizma olarak inşa edememiş, zenginliği olan farklılıkları ortak bir orkestrasyona kavuşturamamış olması gibi handikapları nedeniyle böyle bir taktik beceri ve disiplin gösterebilmesi oldukça zor görünüyor. Bir de olası muhataplarının zafiyetlerini düşününce bu zorluk katmerlenerek artıyor. Yeniliği ve niceliği dolayısıyla da halklar karşısında rüştünü ispatlama gereğiyle yüz yüze bulunması, aynı zamanda ona bağımsız bir yol yürüme ihtiyacını dayatıyor. Başta Aleviler olmak üzere ayağa kalkan bütün kesimlerin isyanı ile Kürt halkının isyanını birleştirmek, birbirine bakmasını, birbirinden beslenmesini sağlamak halklarımızın geleceği açısından bugünden yarına en önemli politik görev olarak önümüzde duruyor. HDP hem bu fikrin içinde örgütlendiği, hem de bu fikri geniş kitleler içinde örgütleme kapasitesine sahip tek odak olarak duruyor. Bu yerel seçim sürecinde omuzumuzdaki görevi hangi ölçüde başarıya kavuşturacağımız elbette pratikte ortaya çıkacaktır. Ama sonuç ne olursa olsun 31 Mart sabahı bu görev daha da büyük bir gereklilik olarak önümüzde duruyor olacaktır. Ta ki başarıncaya kadar!...

Elif CAN

Bu seçimlerde AKP’nin geriletilmesi önemlidir. Fütursuzca saldırganlığının, ceberrutluğunun yarattığı korku imparatorluğu nasıl Gezi’de büyük darbe aldıysa, bu seçimde de öyle olmalıdır. Gezi’de sokağa çıkanların ortak talebi bu doğrultudadır. Bunun en önemli göstergesi aldığı oy oranının düşmesi olacaktır.

5


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2013

Salih İNCESOY

Batılı emperyalistlerin Ortadoğu’da “şii eksenini etkisizleştirip sünni ekseninin ağırlığını arttırma” temelindeki taktik planının çöktüğünü ifade ettik. Bilindiği gibi bu planda nihai hedef İran’ın düşürülmesiydi. Gelinen aşamada ABDİran yakınlaşmasına tanık oluyoruz. Bu gelişme, ABD’nin yeni bir taktik plan arayışı içerisinde olduğunun göstergesi.

1. Cenevre 2 Nedir? Suriye’de yaşanan çatışmalı sürecin sona ermesi amacıyla ABD ve Rusya’nın uzlaşmasıyla “2. Cenevre Konferansı” adıyla gerçekleştirilmesi düşünülen toplantı. Toplantıdan “geçiş hükümeti” oluşturulması kararının çıkması bekleniyor. Bu hükümetin “Esad’lı mı Esad’sız mı” olacağı, toplantıda yer alacak taraflar açısından kritik bir tartışma başlığı. Aylarca süren tartışmalar sonucunda konferansın tarihi 22 Ocak olarak belirlendi. Bu tarihin kesinleştiği ifade edilse de Suriye sürecinin belirsizliği nedeniyle alınan kararların bugünden yarına değişebileceğini not düşelim. 2. Cenevre 1’den ne çıkmıştı? İlk konferans 30 Haziran 2012 tarihinde toplandı. BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin’in yanı sıra Türkiye, Irak, Kuveyt, Katar da toplantıya dâhil oldu. Amaç, BM ve Arap Birliği Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan’ın kendi adıyla anılan ve barışçıl bir çözümü esas alan planının uygulamaya sokulmasını sağlamaktı. Toplantı, batılı emperyalistlerin Esad iktidarını devirmeye dönük taktik planının tüm canlılığıyla devrede olduğu bir süreçte gerçekleşti. ABD, Esad’ı koltuğundan indirme konusunda kararlı duruş sergiliyordu. Söz konusu taktik plan gereği yaratılan işbirlikçi iç muhalefet de bu konuda tavize yanaşmıyordu. Esad’ın olmayacağı bir “geçiş hükümeti” savunuluyordu. Esad mutlak ve mutlak gitmeliydi. Karşı cephedeyse benzeri bir kararlılık vardı. Esad’ın gitmeye hiç niyeti yoktu. BM’in iki daimi üyesi Rusya ve Çin, Esad’ı devirmeye yönelik bu taktik plana direniyordu. Sonuç olarak, çatışmalı sürece bir nokta koyma, bu konuda taraflar arasında uzlaşma sağlama amacıyla gerçekleşen toplantı, tarafların bu katı tutumları nedeniyle boşa düştü. Barışçıl çözümü esas alan böylesi bir girişim, çatışmanın bu en sıcak anında zaten ölü doğmuştu. 3. Suriye sürecini Cenevre 2’ye taşıyan gelişmeler nelerdir? Esad, devlet mekanizması üzerindeki kontrolünü kaybetmezken

6

10 SORUDA C SURİYE Suriye burjuvazisinin desteğini de korudu. Küresel ve bölgesel güçler dengesinin sağladığı olanakları da arkasına alarak sıkı bir direniş sergiledi. Rusya, kararlı duruşunu hiç değiştirmedi. Ne zaman bir dış askeri müdahale konusu hararetlense savaş gemilerini Akdeniz’e harekete geçirdi. Esad direndikçe, işbirlikçi iç muhalefet dökülmeye başladı. Rusya’nın kararlı duruşuna rağmen, böylesi bir iç muhalefete güvenerek dışarıdan askeri müdahalede bulunmak ABD’nin aklına hiç yatmadı. Giderek de bu seçenek gündemin gerisine düştü. Dolayısıyla batılı emperyalistleri yan yana getiren taktik plan çöktü. Bunun en tipik göstergesi de ağustos ayında gerçekleşen “kimyasal saldırı” sonrası yaşanan süreçte ortaya çıktı. Hatırlanacağı gibi saldırıyı Esad’ın gerçekleştirdiği iddia edilmiş ve bunun üzerinden “askeri müdahale” seçeneği gündemin en ön sıralarına fırlamıştı. O dönem konuyla ilgili yaptığımız değerlendirmede uygun zemin yaratılamadığı için askeri müdahalenin olamayacağını belirtmiştik. Nitekim batı emperyalist bloğunda her kafadan ayrı bir ses çıktı ve askeri müdahale de gerçekleşmedi. Kısacası batılı emperyalistlerin taktik planının çöküşü, ABD’nin Rusya’yla “barışçıl çözüm” konusunda uzlaşmak zorunda kalmasını sağladı. Tabi ki şimdilik… 4. Suriye muhalefetinin Cenevre 2’ye yaklaşımı nasıl? Öncelikle, “Suriye muhalefeti” içerisinde Rojava’nın ayrı bir başlıkta ele alınması gerektiğini belirtelim. Bu sorunun yanıtında sözünü edeceğimiz, batılı emperyalistlerle işbirliği içerisinde olan muhalefet. Batılı emperyalistlerce “Suriye halkının tek meşru temsilcisi” olarak tanınan SMDK (Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu), toplantıya katılma eğilimin-

de. SMDK, bu süreçten “Esad’sız bir geçiş hükümeti” çıkacağını umuyor ve bu konuda bir kararlılık sergiliyor. Bu nedenle de uzun süre toplantıya katılma eğilimi ortaya koymadı. Çünkü “Esad’sız çözüm” şartı Cenevre 2’nin çizdiği çerçevede yok. Rusya çözüm sürecine dair herhangi bir ön şart kabul etmiyor. ABD de bu kabule razı olmak zorunda kalmış görünüyor. ABD’nin bu tavrıyla ofsayta düşen SMDK’nin son dakikada bile

"34 yıl aradan sonra gerçekle Ortadoğu sürecinde yen toplantıya katılmaktan çark etmesi sürpriz olmaz. Batılı emperyalistlerin ilk göz ağrısı Suriye Ulusal Konseyi (SUK) de benzeri bir eğilim içerisinde. Zaten SUK, kendisinden sonra kurulan SMDK’nin etkin bir bileşeni. SUK’a bağlı Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ise şimdilik toplantıya katılma yönünde bir uzlaşma eğilimi sergilemiyor. ÖSO, El Kaide bağlantılı grupların kendisinden kopması sonucu epeyce güç kaybetmiş durumda. Zaman zaman kontrol dışına çıkarak batılı emperyalistlerin elini yakan ve bu nedenle doğrudan desteğini kaybeden El Kaide bağlantılı grupların Cenevre 2’ye yaklaşımı son derece negatif. Bu gruplar, “Esad’sız çözüm” şartını içermeyen bir çerçevede gerçekleşecek toplantıya katılmayı “vatana ihanet” olarak değerlendiriyor.


Aralık 2013 / Sosyalist Dayanışma

CENEVRE 2 VE SÜRECİ 5. Rojava, Cenevre 2’ye nasıl bakıyor? Rojava, Suriye sürecinin başından itibaren bağımsız çizgisini korudu. Esad’a da emperyalistlere de angaje olmadı. Özyönetimi esas alan bir demokratik yaşamı inşa etme yoluna çıktı. O yolda da bedeller ödeyerek bileği hakkına ilerleyişini sürdürüyor. Sürecin öncü gücü PYD. Özyönetim organları “halk meclisleri” temelinde gelişen halk iradesinin temsilcisi de

eşen ABD-İran yakınlaşması ni bir sayfa mı açacak?" Kürt Yüksek Konseyi. PYD, Kürt halkının temsilcisi Kürt Yüksek Konseyi’nin geliştirilmesi noktasında çaba harcıyor. PYD, Kürt halkının gelişen iradesinin sürece yansıtılabilmesi amacıyla Cenevre 2’ye Kürt Yüksek Konseyi içerisinde dâhil olmak istiyor. Fakat “ABD-Türkiye-Barzani” üçlüsü buna engeller çıkartıyor. Barzani çizgisindeki Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENKS), Kürt Yüksek Konseyi’nden ayrılıp SMDK’ye katılarak, tam anlamıyla işbirlikçi bir çizgiye düşmüş oldu. PYD’ye dayatılan da bu. PYD buna direndikçe, tasfiye kuşatması daha da sıkılaştırılıyor. 6. ABD ve Rusya’nın Cenevre 2’ye yaklaşımı nasıl? Batılı emperyalistlerin Ortadoğu’da “şii eksenini etkisizleştirip sünni ekseninin ağırlığını

arttırma” temelindeki taktik planının çöktüğünü ifade ettik. Bilindiği gibi bu planda nihai hedef İran’ın düşürülmesiydi. Gelinen aşamada ABD-İran yakınlaşmasına tanık oluyoruz. Bu gelişme, ABD’nin yeni bir taktik plan arayışı içerisinde olduğunun göstergesi. Önceki plana göre pozisyon alan bölgesel güçler bu yeni durumda zorlanıyor. Nitekim İran’ın askeri yolla düşürülmesini isteyen cephenin başında yer alan S. Arabistan ve İsrail son gelişmelerden rahatsızlıklarını ortaya koyuyor. Kısacası, taşlar yeni plan dâhilinde en azından bir miktar yerinden oynamak zorunda. İşte Cenevre 2 konusunda uzlaşma bu yeni yaklaşımın sonucudur. Bir başka ifadeyle Cenevre 1’in boşa düşmesine yol açan ABD’nin kararlı duruşu esnemek zorunda kalmıştır. Askeri müdahale seçeneğine sürecin başından beri kararlıca direnen Rusya, herhangi bir ön şart ileri sürülmemesi kaydıyla Cenevre toplantılarına da sıcak bakmıştır. ABD’nin esnemek zorunda kalmasıyla eli güçlenen Rusya, “Esad’sız çözüm” şartını Cenevre 2 sürecinde tartışmaya dahi açtırmama konusunda kararlıdır. 7. Esad’ın Cenevre 2’ye yaklaşımı nasıl? Ekim ayında yaptıkları açıklamada toplantı için gerekli koşulların oluşmadığını ifade eden Suriye yönetimi, geldiğimiz noktada Cenevre 2’ye katılacağını açıkladı. Rüzgârın kendisinden yana estiği bir süreçte gerçekleşecek olan bu toplantıya Esad’ın katılmaktan memnuniyet duyacağı çok açık. “Esadsız çözüm”de ısrar edenlere inat, Esad 2014’te gerçekleşecek cumhurbaşkanlığı seçiminde de aday olmayı düşünüyor. 8. İran’ın Cenevre 2’ye yaklaşımı nasıl? Tahmin edileceği üzere İran, diplomatik çözümün adresi olan Cenevre toplantılarına sıcak bakan

cephede yer alıyor. Fakat Rusya gibi İran da toplantılara herhangi bir ön şartın dayatılmasına karşı. Kastedilen, “Esad’sız çözüm” konusu. İlk toplantıya çağrılmayan İran, Cenevre 2’ye dâhil olma konusunda istekli olduğunu ifade ediyor. 9. Türkiye, Suriye sürecinde hangi pozisyonda? ABD’nin yeni taktik plan arayışları Türkiye’yi fena halde zora sokuyor. AKP’nin Ortadoğu’daki partneri Müslüman Kardeşler’in devre dışı bırakılması, ABD-İran yakınlaşması, Türkiye’yi büsbütün süreçten düşürdü. Umman’da gerçekleşen bu uzlaşma görüşmelerinde Türkiye’ye hiçbir rol verilmedi. Hatırlanacağı gibi kimyasal saldırı sürecinde de askeri müdahalenin bir an önce gerçekleşmesi için yanıp tutuşan Türkiye’nin yüzüne bakan olmamıştı. Önceki taktik plana balıklama dalan Türkiye, yeni durumda öylece ortada kaldı. ABD’nin sırt çevirdiği El Kaide bağlantılı çeteler de AKP’nin elinde patladı. Şimdi Türkiye’nin yeni denkleme göre pozisyon alma çabalarına tanık oluyoruz. Nasıl bir dış politika rotası çizilecek göreceğiz. 10. Cenevre 2’den ne çıkar? Son söyleyeceğimiz hemen başta söyleyecek olursak, Cenevre 2’den kalıcı, uzun vadeli bir çözüm çıkmayacaktır. Hatta toplantının ötelenmesi bile ihtimal dâhilindedir. Neden? Defalarca belirttiğimiz gibi çok kutuplu dünya “yeniden paylaşım süreci” içerisindedir. Güçler dengesinin bugünkü yapısında bir büyük güç masaya yumruğunu vurup son sözü söyleyememektedir. Zira ABD, “güç kaybeden bir büyük güç” durumundadır. Ayrıca kendi sözlerini söylemek için harekete geçen halklar da bir güç olarak tabloda yerini almıştır. Yeniden paylaşımın mantığı ve güçler dengesinin yapısı, kalıcı, istikrarlı, uzun vadeli çözümlere olanak tanımamaktadır. Belki paylaşımın harareti zaman zaman düşebilir, gel geç uzlaşmalar yaşanabilir ama o kadar. Paylaşım kavgasının temposu bir biçimde karşılıklı taktik hamlelerle yeniden yükselecektir.

ABD’nin yeni taktik plan arayışları Türkiye’yi fena halde zora sokuyor. AKP’nin Ortadoğu’daki partneri Müslüman Kardeşler’in devre dışı bırakılması, ABD-İran yakınlaşması, Türkiye’yi büsbütün süreçten düşürdü.

7


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2013

ZENGİNLERE SERVET VERGİSİ YOKSULUN HAKKIDIR! 2014

bütçesini birçok açıdan eleştirmek mümkün. 2014 bütçesinden faiz gideri olarak 52 milyar lira ayırılırken, 3 milyon kamu çalışanına personel gideri olarak sadece 110 milyar lira ayırılmaktadır. Faiz gelirleri gelir vergisinden muaf. Bankalarda sahip olduğunuz hesaplardan milyonlarca lira geliriniz de olsa bunu vergi mükellefiyeti olan bir gelir olarak beyan etmenize gerek yok. Faiz gelirlerinden sadece %15 stopaj vergisi kesiliyor. Hazine bonosu ve devlet tahvilinden elde edilen gelirin de gelir vergisi muafiyeti var. Borsa kazançları da ne büyüklükte olursa olsun vergiye tabi değil. 286 bin liraya kadar şirket geliri de vergiye konu olmuyor. Bunun altında kar payı alan şirket ortakları ise vergi vermedikleri gibi vergi iadesine hak kazanıyorlar. Yurt dışında yerleşik olan gelir sahipleri de vergi ödemek zorunda değil. 2014 bütçesi ile 436 milyar lira gider, 403 milyar lira gelir öngörülüyor. 33 milyar lira bütçe açığı, 18 milyar lira da faiz dışı fazla öngörülüyor.

Bütçe Yoksuldan Çalma Zengine Peşkeş Bütçesidir!

Devlet kurumlarına ayrılan ödeneklerin %13.2’si asker+polis+cezaevi harcamalarına gidecektir. Savunma, güvenlik ve istihbarat kalemlerinin bütçedeki toplamı geçen yıla oranla %10 artmıştır. Devletin zor aygıtı harcamaların yine aslan payına sahip olmaktadır. Bakanlıklar içinde tek

8

başına en çok payı alan Milli Eğitim ödenekler toplamının %12.7’sinden yararlanacaktır. Fakat bu durum yanlış anlaşılmamalıdır. AKP döneminde Milli Eğitim Bakanlığı’nın en çok pay alan kurum haline gelmesi personel giderlerinin de Bakanlık bütçesi çatısı altında gösterilmesinden kaynaklanmaktadır. Milli Eğitim bütçesinin %80’i personel harcamalarına ayrılmaktadır. Eğitimin artan ihtiyaçlarını karşılamak için yapılan yatırım harcamaları ise esas olarak azalmaktadır. Sağlığa ayrılan pay ise %4 seviyesinde kalmaktadır. Yani 70 milyonluk ülkenin kamusal sağlık sisteminin bütçeden aldığı pay faiz giderlerinin yarısı kadar olmaktadır. Aleviliği görmezden gelen Diyanet’in bütçesi 13 bakanlığı sollamaktadır. 8 önemli bakanlık için ayrılan ödeneklerin toplamı Diyanet’in bütçesine ancak ulaşmaktadır. Cumhurbaşkanlığı bütçesinde rekor bir artış söz konusudur. 104 kamu üniversitesinin bütçeden aldığı pay Cumhurbaşkanlığı bütçesinin altında kalmaktadır. Harcamalar kısmında ortaya çıkan adaletsizlikler bütçeyi zaten yeterince teşhir edebilecek durumdadır. Oysa bütçe gelirleri konusunda ortaya çıkan tablo toplumsal adaletsizliğin önemli bir gerekçesi haline gelmiştir. Türkiye’de bütçe gelirlerinin yaklaşık %90’ı vergilerden elde edilmekte bu vergilerin en temel kısmı da emekçilerden elde edilmektedir. En adaletsiz vergileme biçimi olan tüketimden alınan dolaylı vergilerin payı sürekli yükselmektedir. 2009’da %27.3 olan KDV’nin toplam vergiler içindeki payı %30’a çıkmıştır. Holdinglerin ödediği kurumlar vergisinin payı

ise %10.5’ten %9’a düşmüştür. En zenginlere uygulanan gelir vergisi üst dilimi %45’ten %35’e indirilmiştir. Kitaptan, dergiden, en temel besin maddesinden bile KDV alan vergi sisteminde elmas, külçe altın vergiden muaf tutulmaktadır.

Zenginden Vergi Alamayan Sistem, AKP’nin Alametifarikasıdır!

Zenginden vergi almayan bu sistemin doğal sonucu Türkiye’de dolar milyarderleri sayısı açısından rekor artış yaşanmış olmasıdır. Şu anda Türkiye 43 dolar milyarderiyle dünyada 10. sırada yer almaktadır. Oysa Türkiye milli gelir sıralamasında 17. yaşam standartları açısından da 34 OECD ülkesi arasında sonuncu sıradadır. Türkiye’deki dolar milyarderleri sayısının İngiltere’den, Fransa’dan, dünyanın 3. büyük ekonomisine sahip Japonya’dan daha fazla olması normal kabul edilebilir mi? Bu sonuç emekçilerden çalınan sosyal hizmetlerin, yaşamın her alanının metalaştırılmasının, zenginlerden alınamayan vergilerin doğal bir sonucudur. Fransa’daki sosyal demokrat hükümet bu sene yıllık geliri 1 milyon euro’dan fazla olanlardan %75 gelir vergisi tahsil etmeye dönük bir uygulama başlattı. Bunun sonucunda tam da “sermayenin vatanı olmaz” sözünü haklı çıkarırcasına ülkenin en zengini Ayrault Belçika vatandaşlığına geçiş yaptı. Bugün emekçilerin 2014 yılı bütçesine dair tepki gösterirken en önemli talepleri ise zenginlerden daha yüksek vergi alınması, emekçileri ezen dolaylı vergilerin ise azaltılması olmalıdır. Dolar milyarderlerinin servetleri bizlerin çalınmış hayatlarının ve kentlerimizin

çalınmış ortak alanlarının paraya dönüşmüş halidir. Bu servet sadece onlara ait değildir. Bu servetler onların elinde insanlığın çalınmış geleceği olarak kalacaktır. Oysa söz konusu zenginlikler kamusallaştığı oranda bambaşka insani potansiyelleri harekete geçirmeye hizmet edebilecektir. Kendi alın terimiz bu koşullarda hayatı bize zindan eden dolar milyarderleri üretmektedir. Sermayenin ödediği kurumlar vergisi, toplam vergi gelirlerinin sadece %7.7’sini oluşturuyor ve bu oran AKP iktidarının başından bu yana sürekli düşüyor ise bizler zenginlerin daha fazla vergi ödemesini talep etmek durumundayız.

Zenginlerin Hesaba Çekilmediği Dünyaya Adalet Gelmez!

Madenden cenazesi çıkarılamayan işçiler, AVM’ye yılbaşı süslemesi asarken ölen işçiler, 13 yaşında başını enjeksiyon makinesine ezdirerek ölen Ahmet Yıldız kardeşimiz, atanamayan ama intihar edebilen öğretmenlerimiz, silikozis hastalığına yakalanıp ölüme terk edilen işçi canlarımız, günde 12 saat haftada 7 gün çalışan ve yaşamlarını patronların ayaklarına döken işçiler, inşaattan düşerek ölen inşaat işçileri, devlet okulunda pislikten kırılan yoksul çocuğu, devlet hastanesinde günlerce MR sırası bekleyen emekçi, güvencesiz çalışan yoksul, eve hapsedilen kadın, geleceği çalınan kadın, cam silerken can veren ev işçisi… Bilelim ki tüm vebal kanımızı iliğimizi kurutan zenginlerdedir… Zenginlere servet vergisi! Emekçiye insanca yaşayacak ücret! Bundan kaçana ise söyleyecek sözümüz belli! “ya adalet ya kıyamet” Siz seçin!


Aralık 2013 / Sosyalist Dayanışma

EKONOMİK TABLONUN BİZE FISILDADIKLARI

İ

şsiz sayısının artmaya devam etmesi, ağır kredi yükleri gibi ağırlaşarak devam eden koşullar, çalışma koşullarının ağırlığına ve ücretlerin düşüklüğüne dair işçilerde bir talep ve mücadele ufku yaratılmasına izin vermiyor. Ev kredisi, ihtiyaç kredisi ve geçinebilmek adına biriktirdikleri kredi kartı borçları, 1 ay işsiz kalma olasılığını bile kâbus haline getiriyor işçilerde. Bu korku da işçi sınıfının haklarından taviz veren konumunu iyice içselleştirmesine yol açıyor. Bütün hak gaspları zamanla normalleşiyor. 16 saat çalışmalara itiraz edilemiyor, çünkü itiraz edildiğinde işten atmak normalleşmiş ve devamında 16 saat çalışmak normalleşmiş. Ölümle burun buruna çalışmaya itiraz edilemiyor, çünkü itiraz ettiğinde bir şeyin değişmemesi durumu normalleşmiş ve devamında iş cinayetlerinde ölmek-katledilmek normalleşmiş. İşsizliğin ve güvencesizliğin olağanlaşması hayat damarlarımızı tıkıyor. İşçiler işten atılmamak veya iş güvencelerini sağlamlaştırmak için ne kadar taviz verirlerse versinler çark dönüyor, kriz kapıya dayanıyor ve patronlar tarafından alınan ilk tedbir işçi çıkarmak oluyor. İşçi sınıfı işinin güvencesini, geleceğini taviz vererek değil direnerek, mücadele ederek kazanacağını hatırlayana kadar işten atmalar sürüyor. Son ekonomik veriler ve bunların uzmanlarca okunması önümüzde bizi bekleyen bir işten atmalar furyasının tıpkı 2008 de olduğu gibi tekrar başlayacağını adeta müjdeliyor (!)

2008’de işten atılan on binlerce işçiden tekrar iş bulanlar şanslı azınlığı oluşturuyor. İş bulmayanlar şimdilik “nasıl geçindikleri belli olmayanlar” istatistiklerini artırıyor. Krizin üzerinden geçen

5-6 yılda nasıl bir yol izlendiği görüldü. Tüm dünyada yaşanan bankaların kriziydi, bankalara can suyu verildi. Bizde de bütçe dâhil tüm düzenlemelerin amacı alacaklıları, yani finans kapital ile rantiyeleri ihya etmek oluyor. Ama kemer sıkma politikaları boş midede sıkacak su bulamayınca mide kanamaya başlayacak. Kanayan midelerin örgütsüzlüğü asıl sorunken son on yıla bir bakalım: “2012’de dış kaynak girişlerindeki yavaşlama ekonomiyi durgunlaştırmıştır. 2002’den hareket ederek sonraki on yıla bakalım: Reel ücretler sadece yüzde 2 yükselirken, işçi başına katma değer yüzde 48 artmıştır. Sömürü oranındaki çarpıcı tırmanma, AKP’li yılların işçi sınıfına “armağanı”dır. Belirleyici etkenler biliniyor: İşgücü piyasası adım adım esnekleşmektedir. Taşeronlaşmanın da katkılarıyla, ücret pazarlıklarında sendikalaşma fiilen tarihe karışmaktadır.” (Korkut Boratav) İşçi başına katma değerin yüzde 48 artması demek ücretli emek üzerindeki vergi yükünün basit bir yük tanımı olmaktan çıkıp işçinin sadece vergiye çalışması demektir. Bütçe komisyonu raporuna göre 2012 yılında yapılan gelir vergisi kesintilerinin dağılımı ve sıralaması şöyle: 1-Ücretler 2- mevduat faizi 3-işyeri kiralarından kesilen vergiler. Ücretlerden kesilen vergiler, 2009 yılında yüzde 62.7 iken, 2010 yılında yüzde 66.1’e yükselmiş. 2011’de ise 65, 2012’de ise 66.2 olmuş. 2012 yılında 5 milyon 523 bin ücretliden, asgari ücret üzerinden 7 milyar 306 milyon TL, 2 milyon 530 bin ücretliden de 32 milyar 155 milyon TL gelir vergisi tahsil edilmiş. 2012 yılında her 100 liralık gelir vergisi kesintisinin, 66 lirası ücretlilerden

alınmış. Bunun da 12.22’si asgari ücretliden, 53.78’i de diğer ücretlilerden kesilen vergiler. Banka mevduat faizlerinden kesilen vergiler, yüzde 9.8 ile ikinci sırada yer alıyor. İşyeri kiralarından kesilen vergiler (% 6.9) üçüncü sırada. Ardından kâr dağıtımı nedeniyle kesilen vergiler (% 4.0) ve serbest meslek erbabından (avukat, mali müşavir, doktor vs.) yapılan (% 2.8) vergi kesintisi geliyor. Özel sektörde çalışan işçilerin vergiye tabi olmayan ödemeleri, neredeyse hiç yok. Tüm bu tabloya rağmen ülke ekonomisinin büyüdüğü ve güçlü Türkiye’nin daha da güçlendiği manipülasyonu 2014 ve devamında yaşanacak ekonomik daralmanın yaratacağı gerçek karşısında çok da başarılı olamayacak. Zira bir röportajında Korkut Boratav’a yöneltilen büyüme sorusuna hocanın verdiği cevap çok da üstüne söz istemiyor: “On yıllık büyüme bakımından Türkiye nasıl değerlendirilebilir? Bu ekonomide işgücüne katılım oranı yüzde 50 eşiğini bir türlü geçememektedir; tarımda faal nüfusun dörtte biri yer almakta ve milli gelirin yüzde 8’ini dahi üretememektedir. Böylesine büyük emek rezervleri barındıran (israf eden) bir ekonominin yüzde 4,6’lık bir büyüme patikasına sıkışmış olmasını “dinamizm” olarak nitelendirmek safsatadır; o kadar! Sinirleri alınmış işçi sınıfının sindirilmiş öfkesi şimdilik iş cinayetlerinde kendini öldürüyor. Ama ekonomik kriz içinde dünya nüfusu artmaya devam ediyor. Ekonomik büyüme (olduğu kadarıyla) eşitsiz dağılıyor; yoksulluk, göz kamaştırıcı zenginlikle yan yana. Bir yanda her şeyi yiyebilen midesizler, bir yanda kanamalı

mideler. Kriz dünyada küresel boyutta etki yaratıyor ve “her yerde direniş her yerde çatışma” olarak yankısını buluyor. Hayalet Gezi direnişiyle Türkiye sokaklarında gezinirken, Mısır’da, Tunus’ta, Ukrayna’da direnişler meclis binalarını işgale kadar varıyor. Türkiye tablosunun ekonomik ayağında kısaca; alım gücü düşen ücretler, artmayan ücrete ters orantı ile çoğalan ve ağırlaşan vergiler, işgücüne katılamadığı gibi üretmeden tüketen bir toplum ve ekonomik daralma var. Tüm veriler 2008 benzeri bir işten atmalar operasyonunun, operasyon manyağı olmuş Türkiye gündemine düşeceğini ve sendikaların bu örgütsüz halleriyle sınıf içine bir adımlık yer edinemeyeceğini gösteriyor. İşten atmaların yaratacağı (intiharlar ilk aklan gelen vaka olacak) psikolojik tahribat gündem dahi olamazken ne yaptığını bilmeyen bir bomba olarak işçi sınıfı ayağındaki zinciri kaybetmemek için gerektiğinde insanlığından vazgeçecek, emeğinden, geleceğinden onurundan taviz verecek. Sınıfın gerek ekonomik haklarından gerekse yaşam değerlerinden yoksun bırakılacağı bir anafora tüm emek örgütleri olarak hazırlıklı olmamız ve dayanışmayı büyütmenin yollarını aramamız gerekiyor. Dayanışmaevleri ve bağımsız sendikalar ile mücadele ivmemizi hızlandırmalı ve gezi direnişinden çıkan direnişçi ruhla emeğimize ve geleceğimize sahip çıkmalıyız. 2008 de Batis olarak atılan işçilerin ortak eylemini örgütlediğimizde attığımız slogan şuydu: SOKAKTAYIZ! 2014 ve devamında ise aynı birleşik emek cephesini kurup hep bir ağızdan bunu tekrarlamalıyız, öyle ki SOKAKTAYIZ. HAKLIYIZ… VE UMUT SOKAKTA…

9


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2013

Gezi ve Aleviler Tartışmasına Dair Fikret KIZILTAN

Geçmişten farklı olarak Aleviler bu kez isyan etmek için katledilmeyi beklemediler. AKP’ye karşı Gezi Parkı’nda açılan özgürlük bayrağına sahip çıkarak kadınlarla, sosyalistlerle, çevrecilerle, gençlerle, anti-kapitalist Müslümanlarla birlikte AKP’ye güçlü bir şamar indirdiler. Ve bunun bedelini genç evlatlarını toprağa vererek ödediler.

10

G

ezi İsyanı’nda Alevilerin katılımı, Emniyet Müdürlüğü’nün raporunun basına sızdırılmasından sonra kamuoyunda bir kez daha tartışma konusu oldu. Tartışmaya dâhil olan sağcı/muhafazakâr kalemşorlar, Gezi İsyanı’nı Aleviler üzerinden marjinalleştirmeye çalışarak AKP hükümetinin Gezi politikasını devam ettirdiler. Bunu yaparken açıktan nefret suçu işlemekten çekinmediler. Bunların daha liberal görünümlüleri ise, Alevi taleplerine sahip çıkarmış gibi görünerek, Alevileri Gezi İsyanı’nın diğer bileşenlerinden ayırmaya çalıştılar. Bunlara göre, Aleviler haklıydı ama solcularla, Kürtlerle diğer AKP muhalifleriyle zinhar bir araya gelmemeliydi. Birbirini tamamlayan bu iki sağcı söylem, bir yandan Sünni safları mezhepçilik üzerinden sıklaştırırken, diğer yandan Alevileri demokrasi mücadelesinin bileşenlerinden koparmaya çalıştı. Aslında Alevilerin Gezi’ye yoğun

katılımı bir sır değildi. Bunun için Emniyet Müdürlüğü’nün vatandaşları fişlediğini kanıtlayan raporunun kamuoyuna sızdırılması gerekmiyordu. Alevilerin Gezi isyanına katılmasından daha doğal bir durum yok. Sünni çoğunluğu avucunda tutmak için mezhepçi politikalara yönelmiş olan İslamcı AKP hükümeti, Aleviler açısından bugün,1970’li yılların MHP’si kadar tehlikelidir. Politik oy kaygısıyla, Sünni çoğunluğu kazanmak adına yürütülen mezhepçi politikalar, olası Alevi katliamlarının ideolojik zeminini hazırlamaktadır. Alevi evlerinin işaretlenmeye başlaması AKP’nin mezhepçi politikasının doğrudan sonucudur. Geçmişten farklı olarak Aleviler bu kez isyan etmek için katledilmeyi beklemediler. AKP’ye karşı Gezi Parkı’nda açılan özgürlük bayrağına sahip çıkarak kadınlarla, sosyalistlerle, çevrecilerle, gençlerle, anti-kapitalist Müslümanlarla birlikte AKP’ye güçlü bir şamar indirdiler. Ve bunun bedelini genç evlatlarını toprağa vererek ödediler. AKP yediği şamarın etkisiyle dönüp dolaşıp Alevilere çatıyor, sözü Alevilere getiriyor. AKP’nin Gezi’den ders alıp Alevilere bazı haklar tanıyacağını, en azından durumu yumuşatmaya çalışacağını düşünmemek lazım. Aksine mezhepçi politikalarını daha da arttırarak Alevilere karşı nefret suçu işlemeye devam edecektir. Çünkü siyasi geleceğini mezhepçi söylemlerle çoğunluğu elde etme politikasına bağlamıştır. Bu vesileyle bir kez daha tekrarlayalım, Gezi demokrasi isyanıydı. Demokratik talepleri on yıllardır görmezden gelinen ve AKP iktidarında en çok dışlanan kesimlerden birisi olan Aleviler kitlesel bir şekilde bu isyanda yer aldılar. Bunda şaşılacak bir şey

yok. Bizim açımızdan asıl önemli olan Gezi isyanına katılmış olmanın Alevileri nasıl dönüştürdüğüdür. Gezi isyanına katılan binlerce Alevi, laik-şeriatçı kutuplaşmasının dışında, kadınlarla, Kürtlerle, LGBT bireylerle, antikapitalist Müslümanlarla, öğrenci gençlerle isyanın içinde yer aldılar. Oysa 2000’li yıllar boyunca Aleviler, Siyasal İslam’a karşı ulusalcı kanadın doğal toplumsal tabanı olarak görüldü ve bu yönde manipüle edildi. Nitekim ulusalcıların organize etiği cumhuriyet mitinglerinde kitlesel olarak yer aldılar. Ancak Gezi, tam da ulusalcı-liberal, laik-şeriatçı ikilemlerini aşan, onların yerine siyaseti özgürlük ve despotizm eksenine oturtan bir çıkış ve AKP iktidarına karşı ezilenlerin ortak mücadelesini örmede bir başlangıç noktası oldu. Bu isyanda yer alan on binlerce Alevi, sadece katledilen evlatları nedeniyle AKP’den daha fazla nefret etmekle kalmadı, aynı zamanda birlikte mücadele etmenin değerini de öğrendi. Ve mücadeleye düzen içi iktidar odaklarının manipülasyonu ile değil, kendi inisiyatifleriyle katıldı. Ulusalcı değil özgürlükçü bir tutumla AKP’nin karşısında durdu. Gezi deneyimi Alevilerin tarihsel bilincine kazınmıştır. Aleviler artık ezilenleri birbirine kırdıran egemen politikalara karşı daha uyanık olacak, demokrasi mücadelesinde bugünkünden çok daha etkin bir şekilde yer alacaktır. Gezi, yeni bir Alevi kuşağını toplumsal mücadeleye katmıştır. Alevi gençler kendilerinden önceki nesillerden çok daha etkili bir hak mücadelesini yükseltecekleridir. Bu bakımdan Gezi, Alevi hareketi açısından da, bir dönüm noktası olmaya adaydır.


Aralık 2013 / Sosyalist Dayanışma

ÜÇÜNCÜ DÖNEM TEZLERİNDEN KENT HAKKI MÜCADELESİNE

KENT- YERELLEŞME- DEVRİMCİ DEMOKRASİ ÜZERİNE NOTLAR

1990

’lı yıllarda geliştirdiğimiz üçüncü dönem yaklaşımında kapitalizmin yeni aşamasında kentleri toplumsal gerilimlerin yönetilemeyecek seviyede biriktiği mekânlar olarak tespit etmiştik. Kapitalizm sosyal prangalarından kurtularak devasa bir artık nüfus ve yoksulluk üretmekteydi. Bu birikim ise kentlerde muazzam bir ikilik yaratmaktaydı. Varoşlar artık nüfusun, güvencesiz ve sendikasız çalışanların yoğunlaştığı çöküntü alanları olarak ortaya çıkmaktaydı. Ülkemiz bu açıdan Latin Amerika’daki sosyal gelişimi takip etmekteydi. Latin Amerika’da devlet ve egemen sınıflar bu bölgeleri büyük oranda toplumsal çürütme ve çeteleşme ile yönetmekteydiler. Devrimci hareketler buralarda çetelere rağmen hegemonya kazanamamaktaydılar. Dolayısıyla yapılması gereken varoşlara ve düzenin hegemonya kurmasının neredeyse imkânsız olduğu bu alanlara yığılmak ve buralarda ikili iktidarlar inşasına soyunmaktı.

Dayanışmaevleri Deneyimi Parlamaya Devam Ediyor!

Bu yaklaşım ister istemez sınıfa mekânsal bir mercekten bakma gereği doğurmaktaydı. Bu anlamda Dayanışmaevleri ikili iktidarın sosyal ağını oluşturmaya dönük bir tür yaşam sendikası olarak ön plana çıkmıştı. Sınıfın en güvencesiz kesimleri Dayanışmaevlerinde yaşamsal ihtiyaçları ekseninde kendi öz örgütlerini yaratmakta, siyasallaşmakta ve yerel iktidar nüvelerini oluşturmaktaydı. Dayanışmaevleri işyeri eksenli olmayan bir sınıfsal örgüttü. “Emek mücadelelerinde mahallelerin örgütlenmesi de işyeri örgütlenmesi kadar önemli olmuştur”(Harvey, 190) Kendi mahallesi üzerinde iktidarlaşmaya çalışan “örgütlü

ve konuşan yoksulluk”un öz örgütüydü. Gerçekten de en etkin döneminde Dayanışmaevleri mahallenin neredeyse tüm yaşamsal sorunlarının odaklandığı, mahallenin tüm çelişki ve ilişkilerinin içinden geçtiği bir özörgüt haline gelmişti. Bugün geldiğimiz noktada Dayanışmaevleri bu seviyede bir etkinlik gösteremiyor. Bunun hem yapısal (finansallaşma çağında yoksulluğun renk değiştirmesi, AKP’nin Sünni varoşlarda kurduğu hegemonya, AKP belediyeciliğinin sadaka mekânizmalarının yoksulluğu örgütlemekte kısmi başarısı, kentsel rant beklentilerinin toplumun farklı kesimlerini etkilemesi, siyasi tutumların salt ekonomik konumla ilgili değil ama kültürel, dinsel, mezhepsel etkenlerce de önemli oranda belirlenmesi) hem de öznel (hareketimizin yaşadığı

politik krizler, 2000’lerin ilk on yılında yaşanan genel liberalleşme dalgası) sebepleri olduğunu görmeliyiz. Fakat mekânın örgütlenmesi noktasında eldeki muazzam birikimin ne kadar büyük bir güç olduğunu unutmamak gerekiyor. Mikro-mekânsal ölçekte Türkiye tarihindeki çok az örgütlenme deneyimi bu seviyede bir bilinç ve deneyim birikimi yaratmıştır.

Demokratik Özerklik, Gezi ve Kent Hakkı Mücadelesi

Bugün hem Kürt hareketinin Demokratik Özerklik tezleri hem de Gezi Direnişi’nin altında yatan kentsel dinamikler kent, mekâna dair sınıf mücadelesi, yerelleşme, mahalle meclisleri başlıklarını yeniden öne çıkarıyor. AKP’nin inşaat sektörünü birikimin temel aracı olarak gören ekonomi politikaları da bu çerçev e y i daha fazla

M. Mert SİNAN

Bizler 3. Dönem tezlerinde varoşlar ile merkezler arasında ortaya çıkan ikiliği fark eden ve buna göre konumlanan bir hat ürettik. Fakat bu bakış açısı kentlerin kendisinin sömürünün mekânı olmaktan sömürünün nesnesi olmaya doğru evrildiğini çok fazla göremedi. Kentsel dönüşüm ile ilgili bakış açımız “varoşlarda yoksulların evlerini ellerinden alacaklar, barınma hakkını öne çıkarmalıyız” seviyesinin ötesine geçmedi. Oysa kapitalizmin küresel krizi, artık kentleri bir tür artı değer yaratma aracı haline getirmekteydi.

11


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2013

Devlete karşı yürütülen yerel mücadelelerde ikili iktidar ancak ezilenlerin renkli ve geniş çokluğunu kucaklayan ve bunların bir arada iktidarlaşmalarını mümkün kılabilen bir doğrudan demokrasinin geliştirilmesi ile mümkün olabilirdi. İkili iktidarın temel odağı bir siyasal örgütün yerel birimi olamaz. Bunun en açık örneğini Gezi Direnişi sürecinde gözlemleme şansımız oldu. Türkiye toplumsal mücadeleler tarihinin şimdiye kadar gördüğü en uzun ikili iktidar deneyimi Gezi direnişi sırasında yaşandı.

12

gözlerimize sokar hale getiriyor. Dolayısıyla bizler açısından da geçmiş deneyim ve birikimlerimizi unutmadan bu dönemi doğru okuyacak ve uygun politikalar geliştirecek bir çerçeve inşa etme zorunluluğu ortaya çıkıyor. Bizler 3. Dönem tezlerinde varoşlar ile merkezler arasında ortaya çıkan ikiliği fark eden ve buna göre konumlanan bir hat ürettik. Fakat bu bakış açısı kentlerin kendisinin sömürünün mekânı olmaktan sömürünün nesnesi olmaya doğru evrildiğini çok fazla göremedi. Kentsel dönüşüm ile ilgili bakış açımız “varoşlarda yoksulların evlerini ellerinden alacaklar, barınma hakkını öne çıkarmalıyız” seviyesinin ötesine geçmedi. Oysa kapitalizmin küresel krizi, artık kentleri bir tür artı değer yaratma aracı haline getirmekteydi. Sözkonusu olan saldırı yoksulların evlerinin elinden alınmasından çok daha fazlasını içeren, kentleri sermayenin aşırı sermayesini emen, sermayenin yeniden üretiminin en temel araçlarından biri haline getiren bir hüruç harekâtının bir parçasıydı. “Şimdi temel ve gerekli bir fikre ulaştık: Kapitalizm mekânın fethi ve entegrasyonu ile beslenmektedir. Mekân uzun zamandır pasif ve coğrafi bir ortam ya da boş bir coğrafi ortam olmayı bırakmıştır. Mekân tesirli olmaya başlamıştır” (Lefebvre, Kentsel Devrim, 262) “Mekân şimdilerde kaynakları, suyu, havası ve aydınlatması ile birlikte yeni “az bulunan” maddelerden biri olmuştur” (Lefebvre, age) Gezi Direnişi’nde mekânı sermayeye ve AKP’ye karşı koruma içgüdüsü bahsedilen tesirin ne kadar etkili olabildiğinin bir göstergesidir. Küresel ölçekte kırların kentlere doğru boşalması hızlanmaktadır. Kentsel mekânların genişle-

mesi kır ve kent arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlamaktadır. Sermayenin üretim ölçeğinde yeni karlı alanlar bulmakta zorlanması mekânın yeniden üretimini artık sermaye için en karlı alanlardan biri haline getirmektedir. Aşırı büyüyen tüketimin ihtiyaç duyduğu hammadde ve enerji ihtiyacı sermayenin doğa üzerindeki tahakkümünü derinleştirmektedir. AKP iktidarı süresince maden şirketleri Türkiye/Kürdistan orman ve dağlarının altını üstüne getirmektedir. İstanbul’un Kuzey ormanlarına doğru genişletilmek istenmesi ve Silivri’ye inşa edilecek 3. Boğaziçi ile rant yaratan toprakların geliştirilmesi AKP için yeni dönemin en önemli kozları olarak görülmektedir. AKP sermayenin yeniden üretimini ve kendi iktidarını güvence altına alabilmek için toplumun geleceğini ipotek altına almaktadır. Kentlerin tahribatına karşı mücadele “mücadele alanlarından herhangi biri olmaktan” en temel mücadele alanlarından biri olmaya doğru ilerlemektedir. Bu sermaye birikiminin içinde bulunduğumuz evresinin dayattığı sonuçlardan birisidir.

Sermayenin Kuşattığı Mekânlar Ve Halkın İktidarlaşma İhtiyacı

“mekân üretimindeki temel çelişki, kar için mekândan faydalanacak sermaye gerekliliği ve onu tüketeceklerin sosyal ihtiyaçları arasındadır; diğer bir ifadeyle, kar ve ihtiyaç, değişim değeri ve kullanım değeri arasındadır. Bu çelişkinin politik ifadesi bireyci ve toplumcu stratejiler arasındaki daimi politik mücadelede bulunmaktadır” (Saunders, Sosyal Teori- Kentsel Sosyoloji, s.178) Yaşamın temel alanı olan mekânların sadece sermayenin kar ihtiyacı açısından değerlendirilmesinin doğal sonucu emekçiler için bir kâbustur. Bu çerçevede en makul düzenleme bile emekçilerin yaşamını çekilmez kılar. Örneğin Marmaray’ın açılması – ki şehircilik açısından bile son derece büyük eksiklik ve yanlışlıklar üzerine kurulu bir projedir- Zeytinburnu’nda ev kiralarının bir anda %30 artmasına yol açmıştır. Kentsel alanların aşırı şişkinleşmesi tarımsal alanların

daralmasına, sağlıklı beslenme olanaklarının ortadan kalkmasına yol açmaktadır. Otomobil ve çekirdek ailenin ihtiyaçlarını karşılama zorunluluğu üzerine inşa edilen bir medeniyet içinden çıkılamaz bir trafik çilesine yol açmaktadır. AVM’ler arka planında çok güçlü bir tüketim dayatması olan yegâne toplumsallaşma alanları olarak ortaya çıkmaktadır. Emekçi mahallerinde uyuşturucu çeteleri emlak baronları ile kolkola devrimcilere saldırmaktadır. Emekçilerin kentsel dirençlerini kıracak bir strateji sokak çeteleri ile büyük inşaat şirketlerinin el birliği ile sürdürülmektedir. Eğitim sistemindeki dönüşüm bile Erdoğan’ın yarattığı yeni muhafazakâr zenginlerin güdümünde bir tür mekânsal düzenlemeye hizmet edecek biçimde kullanılmaktadır. Hiçbir talebin bulunmadığı mahallelere inşa edilen devasa imam hatip okulları mekânın muhafazakârlaştırılması yoluyla nüfus yapısının yeniden düzenlenmesine dönük girişimler olarak okunmaktadır. Sermayenin kentsel mekâna dayattığı bu hâkimiyet kaçınılmaz olarak alt sınıflar açısından Kent Hakkı kavramını ortaya çıkarmaktadır. Kolektif bir biçimde işçi sınıfının tümünden sağılan artı değer bireysel sermayenin işçi sınıfının yaşam alanlarına tahakkümü sonucunu vermektedir. Üretimin kolektif yapılması ile zenginliğin bireysel ellerde toplaması arasındaki çelişkinin en güncel biçimlerinden birisi kentsel mücadelelerde ortaya çıkmaktadır. “Kastettiğim anlamda şehir hakkını talep etmek, kentleşme süreçleri üzerinde, şehirlerimizin nasıl şekillendirildiği ve yeniden şekillendirildiği üzerinde bir tür belirleyici güç talep etmek ve bunu kökten ve radikal bir biçimde yapmaktır.”(Harvey, Asi Şehirler, Kent Hakkı) Kent hakkı Harvey’in geliştirdiği anlamda bireysel bir hak değildir. Sermaye karşısında böylesi bir belirleyicilik kazanmak ancak kolektif bir örgütlenme ile mümkündür, dolayısıyla kent hakkı ancak kolektif olarak kullanılabilir. Bu ise mekânı temel alan örgütlenmelerin inşa edilmesi ile mümkündür. Bu örgütlenmeler mekânın düzenlenmesi başta olmak üzere


Aralık 2013 / Sosyalist Dayanışma

sermayenin yaşamlar üzerinde tahakkümünü geriletmeye dönük mücadeleler yürütürler.

Bir İkili İktidar Odağı Olarak Halk Meclisleri

Bu mücadelelerin temel odakları hiç kuşku yok ki yerel halk meclisleri olmalıdır. 1990’lı yıllarda Halk Meclisi girişimleri yaşandığında bunları Sovyetler’in nüveleri olarak tanımlamıştık. Gerçekten de devlete karşı yürütülen yerel mücadelelerde ikili iktidar ancak ezilenlerin renkli ve geniş çokluğunu kucaklayan ve bunların bir arada iktidarlaşmalarını mümkün kılabilen bir doğrudan demokrasinin geliştirilmesi ile mümkün olabilirdi. İkili iktidarın temel odağı bir siyasal örgütün yerel birimi olamaz. Bunun en açık örneğini Gezi Direnişi sürecinde gözlemleme şansımız oldu. Taksim dayanışması bütün eksikliklerine rağmen direnişin çoklu öznesini kapsayabildiği oranda son derece hegemonik bir odak olarak kalabildi. Türkiye toplumsal mücadeleler tarihinin şimdiye kadar gördüğü en uzun ikili iktidar deneyimi Gezi direnişi sırasında yaşandı. Yani son kertede sermayenin yeniden üretimine engel olabilmenin temel aracı ezilenlerin çokluğunun öz örgütlenme araçlarının inşasıdır. Ezilenlerin parçalı ve sivil topluma, siyasetsizliğe hapsolmuş kuşatmadan kurtularak siyasal alana taşınmasıdır. Devrimcilerin öncülük rolü halkı bu siyasetsizlik kuşatmasından kurtarana kadar geçerlidir. Kendisini siyasal alanda ifade etmeye başlayan bir ezilen için tam bir özgürlük alanı oluşmalı, her türlü öncü –kitle diyalektiği bu aşamadan sonra lağvedilmelidir. Bu ezilenlerin çokluğunun bir arada eyleyebilmesinin ön koşuludur, toplumsal harekete dayatılan bir aydın takıntısı değildir. “Eğer arzu ettiğimiz türde özgür bir toplumsal yaşama sahip olacaksak yapılması gereken en asgari şey ortak siyasal yaşam biçimimizin demokrasi olmasıdır.” (Bookchin, Toplumsal Ekoloji ve Komünalizm, s.104)

Yerelleşme ve Liberalizmin Tahribatı İşte tam bu noktada liberal

sol çevrelerde hâkim olan bir tür yerelcilik anlayışının da geliştirilmesi gerekmektedir. Kürt hareketi içinde bulunduğu özel güç dengelerinin de doğal bir sonucu olarak Demokratik Özerklik’i bir tür siyasal program haline getirmeye çalışmaktadır. Öcalan burada aslında bir ulus devlet eleştirisi üzerinden, ulusal sınırları değiştirmeksizin Kürtleri özgürleştirecek bir çerçeve inşa etmeye çalışmaktadır. Bu anlamıyla tartışma ortamına sunulan çerçeve son derece ufuk açıcıdır. Fakat siyasi gündemlerini Kürt hareketinin politik önermelerini liberal bir çerçevede içeriksizleştirmek üzerine inşa eden kimi yaklaşımlar buradan sığ bir merkezilik-yerellik ikiliği üretmektedirler. Bu ideolojik çerçeve 1980’lerden bu yana solun başına musallat olan güçlü devlet-zayıf sivil toplum ikiliğinin bir yansımasıdır. Bütünüyle sınıf körüdür. Egemenliği merkeze hapseder. Kapitalizmin merkezi egemenliğinin yereli de sarmalayan bir ilişkisellik içinden ürediğini görmez. Yerele ütopik bir demokratiklik ve iyilik atfeder. Merkezi yönetim bütün kötülüklerin anasıdır. Bu yaklaşım bütünüyle sınıf körü olduğu için Dünya Bankası ve Avrupa Birliği’nin 1990’lar sonrasında dayattığı neoliberal yerelleşme politikaları ile arasına bir çizgi çizme gereği dahi hissetmez. Oysa neo-liberal yerelleşme, sermayenin sosyal devlet uygulamalarından tümüyle bağımsızlaşmak için kullandığı bir strateji olarak öne çıkmaktadır. Harvey’in haklı biçimde tartıştığı gibi merkezi ölçekle ilgili her uygulamayı reddetmek sorunları daha da içinden çıkılamaz bir hale getirebilmektedir. “Bütün toplumun özerk belediyeler biçiminde örgütlendiğini varsayacak olduğumuzda bu topluluklar arasında büyük çaplı ve eşitsizliklerin baş göstermesini, imtiyazlı ve güçlü cemaatlere mensup olmayan bireylerin ezilmesini önleyecek olan nedir?”(Irıs Young, akt. Harvey, Asi Şehirler, s.214) Aslında Öcalan’ın Demokratik Özerklik yaklaşımını esinlendiği Bookchin’in önerisi de çok daha radikal bir çerçeve önermektedir, neo-liberal bir çerçeveye asla hapsedilemez. “Komünalizm hiyerarşik ve kapitalist toplumun

toptan bir eleştirisini yürürlüğe koyar. Toplumun sadece siyasal yaşamını değil, iktisadi yaşamını da değiştirmeye çalışır. Bu açıdan komünalizmin amacı, ekonomiyi millileştirmek ya da üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti sürdürmek değil, ekonomiyi yerel yönetimleştirmektir. Komünalizm, her üretim girişiminin toplumun bütününün çıkarlarını sağlamak için nasıl işletileceğine kararlaştıran yerel meclisin yetki alanına girmesini sağlayacak şekilde üretim araçlarını yerel yönetimin varoluşsal yaşamına entegre etmeyi hedefler” (Bookchin, Toplumsal Ekoloji ve Komünalizm, s.105) Dolayısıyla burada birçok tartışmanın yürüdüğü bir alandayız. İçinde yerelleşme geçen her tanıma gözü kapalı ilericilik atfedecek bir durumda değiliz. Burada esas halka ezilenlerin kendi öz örgütleri aracılığıyla yaşam üzerindeki hâkimiyetlerini geliştirmeleridir. Esas izlenmesi gereken nokta burasıdır. Kendi yarattığımız bir canavara dönüşen sermaye ilişkisi hayatlarımızı çekilmez hale getiriyor. Ürettiğimiz artı-değerin hayatlarımıza düşmanlaşmasını engelleyebilmenin yegâne yolu kolektif bir özne haline gelebilen ezilenlerin, toplumsal zenginliği siyaseten tahakküm altına alabilmesidir. Demokrasinin, sosyalizmin, kent hakkının hepsinin yegane temeli budur. Bu temel izleği gözden kaçıran tüm politikalar, ezilenleri bir kolektif özne olarak kurmayan tüm dolayımcı politikalar bir tür yabancılaşmayı, tahakkümü ve sömürü ilişkilerini tahkim etmeye yönelmektedir. Sonuç olarak, mekân üzerine mücadele sınıfsal mücadelenin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Mekânı metasızlaştırma ve sermaye tahakkümüne karşı koruma mücadelesinin sınıfın parçalanan öbeklerini birleştirebilme yeteneği Gezi Direnişi ile bir kez daha ortaya çıkmıştır. 1990’larda açtığımız Üçüncü Dönem aslında bu gerçekliğin büyük oranda algılandığı ve ona göre konumlanıldığı bir mücadele yaprağıydı. Şimdi mücadele içerisinde öğrendiklerimizle yeni mevzilerin ve mücadele alanlarının fethine doğru kanatlanmanın tam zamanıdır.

İçinde yerelleşme geçen her tanıma gözü kapalı ilericilik atfedecek bir durumda değiliz. Burada esas halka ezilenlerin kendi öz örgütleri aracılığıyla yaşam üzerindeki hâkimiyetlerini geliştirmeleridir. Esas izlenmesi gereken nokta burasıdır. Kendi yarattığımız bir canavara dönüşen sermaye ilişkisi hayatlarımızı çekilmez hale getiriyor. Ürettiğimiz artı-değerin hayatlarımıza düşmanlaşmasını engelleyebilmenin yegâne yolu kolektif bir özne haline gelebilen ezilenlerin, toplumsal zenginliği siyaseten tahakküm altına alabilmesidir. Demokrasinin, sosyalizmin, kent hakkının hepsinin yegane temeli budur.

13


Mehmet YILMAZER

SİYASİ BUNALIM P

olitik gündem mahalli seçimlere giderken o kadar hızlı değişiyor ki, izlemek neredeyse mümkün değil. Bu zengin ve değişken gündemleri alt alta sıralayınca ortak bir karakter ortaya çıkıyor. Bunu tespit etmeye çalışalım. Aksi durumda olayların görünen sığlığında yuvarlanıp gitmek kaçınılmaz olur. Gündeme oturan ve hızla kayan olaylara bir bakılırsa, en önemli olan ancak gündemden en hızlı kayan olay Suriye iç savaşına giden silahların yakalanması oldu. “Kaynağı belirsiz” ihbarlar sonucu bir TIR, bir de gemi yakalandı. Her gün yeni bir operasyonun yapıldığı bu ülkede, bunlar macera filmi gibi medyada canlı yayınlanırken, gemi ve TIR gündemden hızla kayboldu. Bu olay aslında AKP iktidarının tıkanan dış politikasının ona ödettirilen başlangıç bedeliydi. Bu bedel ödetmeler ekseni kayan dış politika yerine oturuncaya kadar devam edecektir. Elbette eksen, bölgedeki büyük güçlerin çıkarlarına göre yeniden ayar edilecektir, edilmektedir. Bu ayar sırasında MİT başkanını Amerika’nın büyük gazeteleri geçenlerde ağızlarına dolamışlardı. Ardından silah yüklü gemi ve TIR ortaya çıktı. Son olarak, Dışişleri Bakanı Davutoğlu Çin’den alınacak füzelerin Washington’da yarattığı gerilim üzerine geri adım atarak “yeni teklifler bekliyoruz” demek zorunda kaldı. Türk dış politikasının tıkanması demek, bölgedeki büyük güç oyunları ile çelişkiye girmiş olması demektir. Bugüne kadar özellikle Washington tarafından eksen düzeltmesi için diplomasi kullanılmıştı. Son olaylar gösteriyor ki, artık pratik müdahale başlamıştır. Bölgede yaşanmakta olan çok önemli gelişmelere karşı AKP iktidarının yapabildiği sadece Barzani ile Erdoğan’ın Diyarbakır’da sahne alışı olmuştur. Ancak bu gösteri, Ankara ve Erbil arasında yapıldığı rivayet edilen enerji an-

laşmasından dolayı hemen Bağdat ve Washington’dan sert tepkiler aldı. Öte yandan, Mısır’ın Türk dış politikasına attığı tokadı Ankara, anlamamış gibi davranıyor. İsrail ve Mısır’la ilişkileri bu hale gelen Türkiye’nin bölgede bir manevra şansı kalmamıştır. Üstelik İran ve Batı devletlerinin geçici de olsa bir uzlaşmaya varmaları, Türkiye’nin hareket yeteneğini iyice daraltmıştır. Bütün bunların iktidara bir bedeli olacaktır. Bunun işaretleri ardı ardına yaşanıyor. Ancak iç politikadaki son gelişmeler bu güçlü gerilim kaynağını adeta örttü. “Kızlı-erkekli” tartışması olarak politika tarihimize giren konu, ardından Bülent Arınç krizini yarattı. Hemen sonra “dershane krizi” başladı. En son bombayı Taraf gazetesi patlattı. Meğer AKP hükümeti 2004 yılındaki bir MGK toplantısında Gülen cemaatini bitirme tedbirleri almış, ancak “uygulamamış...” Epeydir ısınan AKP ve Cemaat çatışması hiç bu kadar açık hale gelmemişti. Buna bağlı olarak ortalığa saçılanlar da artıyor. Yaklaşan üç seçim öncesi bu gerilimin tırmanması elbette rastlantı değildir. Zaten başbakan, “bizimle hesabı olanlar 30 Marta kadar beklesin” diyerek konuyu çok açık bir şekilde ortaya koydu. Yaşananların bir iktidar paylaşım kavgası olduğu yeterince açıktır. Fakat aynı ölçüde açık olmayan üç ana sorun vardır. İlki, yaşanan iktidar ve egemenlik kavgası taraflarının düzen açısından “hukuki” biçiminin sorunlu olmasıdır. Bir yanda siyasal iktidar, öte yanda “cemaat” diye bugünkü hukuk normlarına göre gizli bir örgütlenme vardır. Onun manevidinsel yanları bu gerçekliği örtüyor. Bu devlet her taşın altında gizli örgüt ararken, en son neredeyse tüm öğrencileri potansiyel suçlu ilan edip polisiye kontrollerini en yüksek noktaya çıkartırken, cemaatler gizli yapılarıyla toplumda sosyal ya-

şamı ve siyaseti belirlemeye devam ediyor. Ve bu konuyu BDP Başkanı Demirtaş’tan başka gündeme getiren yoktur. En açık bir şekilde polis ve adliye teşkilatında paralel örgütlenme ve yönetim iradeleri vardır. Bu paralel iktidar orduda hangi derinliktedir, bilmiyoruz. Eğitim ve sağlık sektöründe de benzer yapılanmalar vardır. Türkiye uzun yıllar derin devletin gizli eliyle yönetilirken, siyaset zaman zaman sahnedeki orta oyununa dönüşmüştü. Hani derin devletten kurtulmuştuk? Ergenekon, Balyoz, 28 Şubat, hatta 12 Eylül davaları ne için yapıldı? Burjuvazi sınıf egemenliğini sürdürürken diğer pek çok kurum yanında bir derin devlete de gerek duyar. Kendi çok küçük azınlık iktidarını geniş kitlelere egemen kılabilmek için buna ihtiyacı vardır. Cumhuriyet tarihindeki ordu vesayeti ve onun yönetimindeki derin devlet bu klasik tanımın dışında kalan özellikler taşıyordu. Bu Türk burjuvazisinin kendi farklı özeliklerinden kaynaklanıyordu. Cılız burjuvazi ordu ve yaratılan bürokrasi ile egemenliğini kurabildi. Bu ikili hükümet yapısı, ülkede son elli yılda yaşanan sınıf mücadelesi ve Kürt Halkının ulusal diriliş savaşı ile iyice yıprandı ve deşifre oldu. Eski haliyle devam edemeyeceği için tasfiye edilip yeniden yapılanması gerekiyordu. Şimdi yaşanan cemaat iktidar çatışması böyle bir yeniden yapılanma sancısına mı denk düşüyor? Kesinlikle hayır! Bu olaya çok dar yaklaşmak olur. Türkiye’de bütünüyle burjuva egemenlik sistemi yeniden yapılanıyor. Önce burjuva düzeninin yeniden yapılanması şekillenmelidir ki, ardından yeni egemenlik ilişkilerine uygun derin devlet örgütlenebilsin. Günümüzde yaşanan düzenin egemenlik yapısının yeniden şekillendirilmesi kavgasıdır. Şu anda devlet yapısı, önceki derin devlet günlerini aratacak


M DERİNLEŞİYOR şekilde bozulmuş ve yozlaşmış bir durumdadır. AKP iktidarı, özellikle son otuz yılda neredeyse çeteleşmeye dönüşen devlet yapısını, yeniden modern bir burjuva sınıf egemenliğine uygun devlet yapısına dönüştüremedi. Daha açık söylersek, yapısı ve geleneğinden dolayı böyle bir hedefi yoktu. Sonuçta, AKP ve cemaatin iktidar kavgası, derin dehlizlerden çıkıp siyasetin meydanında yer almak zorundadır. Bir yanda açık siyaset, öte yanda manevi değerlerle örtülmüş gizli yapıların yürüttüğü örtülü iktidar kavgaları kesinlikle yürümez. Böyle bir devlet, meşru bir egemenlik sistemi kuramaz. Buradan ikinci soruna gelinir. Yaşanan iktidar ve egemenlik kavgasının siyasi nitelikleri nelerdir? Sorun polis, adliye, ordu gibi alanlarda gizli örgütlenmelerle iktidar paylaşım kavgasından ibaret olamaz. Çatışmanın mutlaka siyasal bir niteliği olmalıdır. Henüz yeterince şekillenmediyse bile, bu siyasal farklılıkların ipuçları ortaya çıkmaktadır. Bu farklılıkları iki temel alanda toplayabiliriz. Dış politikada, İsrail’le çatışma günlerinden beri AKP ile cemaat arasında bir gerilim yaşanmaktadır. Şimdi Erdoğan iktidarı dış politikada dönüşler yapmaya çalışsa da artık çok geç kalmıştır. Diğer farklılık noktaları iç politikada birikmektedir. Henüz yeterince açığa çıkmasa da, iktidar ekonomi kaynaklarını kıskanç bir şekilde yandaşlarına dağıtmakta pervasız hale gelmiştir. Öte yandan, muhafazakâr bir toplum yaratma hedefiyle kendi taraftarlarını katılaştırma taktiğini derinleştirmektedir. İktidar yayınları cemaatin hedefinin “Erdoğan’sız AKP” olduğunu ileri sürüyorlar. İktidardan bakanlar hep böyle görürler. Bunun arkasında siyasal tercihler olmalıdır. Cemaatin kendi okullarıyla, iktidarın imam hatip okullarıyla genç kuşakları şekillendirme kavgası verdikleri biliniyor. Ancak şekillendir-

me hangi temellerde olmaktadır. İki taraf da Siyasal İslam zeminindedir, ancak siyasal duruşlarda farklılıklar vardır. Cemaatin politikaları genel olarak İslam’ın reforme edilmesi, liberalleştirilmesi anlamına geliyor. AKP iktidarı ya da Nakşiler de denebilir, dindar ve kindar, milliyetçi kuşaklar yetiştirmek istiyor. Arada hangi nüanslar olursa olsun, cemaat ve iktidarın duruşları arasındaki farklılıklar “diğer yüzde 50’ye” karşı davranışlarındaki tutumlara göre derinleşecektir. Ortada artık gizemli, büyülü bir cemaatler, tarikatlar kavgası yoktur. Her şey açık siyasal tercihlere, çıkar mücadelesine dönüşme ve legalleşme yolundadır. Mademki, genelkurmayın kozmik odalarına girildi, cemaat ve tarikatların kozmik odalarının kapı ve camlarının kırılma zamanı gelmiştir. Buradan üçüncü soruna gelinir. Cumhuriyet tarihi boyunca böyle gerilimleri kısmen yaratan da, yöneten de derin devlet, ordu vesayeti olmuştur. Günümüzdeki kavgayı kim yönetecektir? Ordunun siyaset üzerindeki vesayeti geriletilmiştir. O zaman bu kavgayı toplumdaki var olan tüm siyasal yapılar yönlendirecektir. Artık derin devletin özel provakasyon ve yönlendirmeleri hemen hemen yoktur. Bunları herhangi bir siyasal yapı (buna cemaat ve tarikatlar da dahildir), devlet içindeki örgütlülüğüne dayanarak yeniden devreye sokmaya çalıştığında, gücü ve etkileri kesinlikle eskisi gibi olmayacak, hızla deşifre olacaktır. Bakalım AKP cemaat çatışmasında daha neler ortaya dökülecektir? Sonuç olarak, yaşanan gerilimin anlamı ve önemi AKP, cemaat çatışmasından öteyedir. Cumhuriyetin bugüne kadar süren egemenlik ilişkileri artık köklü bir yeniden yapılanma sürecine girmiştir. Bu yeniden yapılanma alanına tüm yapılar güçleri oranında müdahale ediyorlar. Henüz sonuçtan çok uzağız. Ancak on yıllardır bu topraklar-

da siyaset yapmayı zehirli, lanetli ve tehlikeli hale getiren ordu vesayetinin yerini şimdi cemaat ve tarikatların manevi değerlerle örtülmüş büyülü, gizli, sinsi vesayeti alacaksa, bu durumda çok yaygın ve derin bir toplumsal çürüme sürecine girilir. Aslında böyle bir çürüme sürecine epeydir girilmiştir. Ancak özellikle son yarım yüzyıldır bu topraklarda olanlar boşuna yaşanmadı, böyle bir makyaj değişikliği ile biriken beklentiler karşılanamaz. Cumhuriyetin önünde başlıca iki yol vardır. Ordu vesayetinin yerini tarikat ve cemaat vesayetinin aldığı örtülü, sinsi çıkar kavgalarıyla çürüyen devlet ve toplum şekillenmesi; ya da Kürt Özgürlük Mücadelesi ve Gezi isyanının rüzgârıyla demokratikleşme sürecinin açılmasıdır. Demokratikleşme sürecinin önünde devlet zoruyla ya da entrikalarla hangi siyasi ve tarikat yapısı durursa, çürümeye tarihin akışı karşısında yol kenarına süpürülmeye mahkûmdur. Cemaat AKP çatışması zamanını doldurmuş egemenlik tarzının derin dehlizlerindeki bir başka kokuşmuş birikintiyi ortalığa saçacaktır. Böylece AKP’nin iktidar dönemi yeni bir sürece girecek, çekiciliğini ve gücünü kaybedecektir. Demokratikleşmenin yolunu tıkayan güçlerin ipliği pazara döküldükçe süreç hız kazanacaktır. Bu gerçekliğe rağmen olağan üstü karmaşık ve zorlu bir sürece girildiği unutulmamalıdır. Demokratikleşme yolundaki en küçük adım bile kendiliğinden gerçekleşmeyecektir. AKP cemaat çatışması ve ortaya dökülecek pislikler pek çok insanda umutsuzluk yaratabilir. Fakat aynı zamanda devrimci demokrasi mücadelesinin şimdiye kadar daralmış yollarını genişletip, meşruluğunu arttıracaktır.


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2013

TACİZE SON! diye Haykırırken Tacize Uğruyorduk…

Ankara’dan “25 Kasım” Manzaraları

Elif IRMAK

Yürüyüş boyunca tacize, tecavüze, şiddete karşı uyarı yaparken defalarca tacize uğradık. Yüzlerce kadının gözlerinin içine baka baka : “Ne günlere kaldık”, “arsızlar”, “edepsizler”, “bayan baksana”, “kadın olmasaydın…” diye başlayan cümleler sarf ediliyordu. “Ne desem haklıyım” der gibi bakıyorlardı.

16

M

irabel Kardeşlerin anısına, 25 Kasım’da Ankara’da Kadına yönelik şiddet ve ayrımcılığa karşı bas bas bağırmak için sokaklara döküldük. Bugün sabah, akşam bütün kadınlar için sokağa, eyleme çıkma günüydü. Yürüyüş için her toplandığımızda “erkek devlet”in kolluklarıyla karşılaştık. Sayıları çoktu. Flaşlar yüzümüze patlarken “acaba güzel çıktık mı?” diye gülüştük kendi aramızda. Sahi onları bunca korkutan neydi? Mutfakta değil, sokakta olmayı, isyanda olmayı seçmemiz miydi? Bu bir “kadın eylemi”değil miydi eninde sonunda? Dile kolay. Kaç bin yıllık erkek egemenliğini değiştirmek isteyen kadınlardık. Sokaktaydık. Sokaktaki kadın tehlikelidir. Yemek yapmaz, ütü yapmaz, 3-5 çocuk doğurmaz. Sokaktaki kadın evlerde tecrit olmaya karşı çıkar. Sokaktaki kadın kapitalizme ucuz iş gücü olmayı ve doğurmayı reddeder. Kadın istihdam paketlerinin sömürü rezaleti olduğunu teşhir eder. Sokaktaki kadın emperyalist savaşlara, Suriye’de, her

yerde en yüksek sesle hayır der. Devletin işlediği tecavüz suçlarını en kör gözlere batırır. Rojava’ da silah omuzlayıp devrim yapar. Sokaktaki kadın heteroseksizmi mahkûm eder. Evde işte mecliste eşcinsellerle her yerde omuz omuza olur. Sokaktaki kadın kimsenin namusu olmaz. Sokaktaki kadın itaat etmez. İsyan eder. Yürüyüş boyunca tacize, tecavüze, şiddete karşı uyarı yaparken defalarca tacize uğradık. Yüzlerce kadının gözlerinin içine baka baka : “Ne günlere kaldık”, “arsızlar”, “edepsizler”, “bayan baksana”, “kadın olmasaydın…” diye başlayan cümleler sarf ediliyordu. “Ne desem haklıyım” der gibi bakıyorlardı. Öyle ya bu saatte kadınların dışarda, bu halde ne işi vardı. Yürüyüş sürdükçe destek artıyordu. Polis telsizlerinden “Kadınlar Güvenpark’a geçiyor amirim” sesleri geliyordu. Ve beklenen durum oldu, yürüyüşümüz engellendi ve yasadışı ilan edildik. Her gün kocaları tarafından sadece bo-

şanmak istedikleri için sistematik katliama uğrayanlar öfkemizi biliyor. İnce aramalar, gözaltında tacizler, tecavüzler… Camını sildiği evden düşerek hayatını kaybeden, kaybettiğimiz ama kalbimize gömdüğümüz Fatma’lar, Rukiye’ler… Öfkemizi biliyor. Biz kadınlar gücümüzü erkek egemenliğinin ve kapitalizmin yarattığı bu korkunç tablodan alıyoruz. Ve gücümüzü tek bir gün değil, her gün, her dakika, her an sınıyoruz. Üzgün değil öfkeli olmayı seçiyoruz. Sırrı Süreyya Önder bir konuşmasında; bu ülkede Kürtler her şey olabiliyor demişti. Başbakan, Cumhurbaşkanı… Bir tek Kürt olamıyorlar. Biz kadınlar için de böyle. Onun bacısı, bunun karısı, onun anası… Bir kez daha haykırıyoruz. Kadınlar için adalet gelmedikçe sokakta ve tehlikeli olmaya devam edeceğiz. Kimsenin anası, bacısı ve karısı olmadan… Sadece Kadın olacağız… Hem sokakta hem tehlikeli…


Aralık 2013 / Sosyalist Dayanışma

#Şiddete DirenKADIN

“Dün Mirabel kardeşlerdik; bugün panzerlerin önüne korkusuzca çıkan kırmızılı ve siyahlı kadınlar, Rojavada direnen Kürt kadınlarıyız!”

M

irabel kardeşlerin, cezaevinde kocalarını ziyaretten dönerken, önleri kesilip üç kadına da tecavüz ve işkence edildikten sonra, uçuruma yuvarlayıp kaza süsü verilerek öldürülmesinden ve dördüncü kardeşin sağ kaldığı için olayı anlatmasından öğrendiğimiz öyküsünü artık herkes biliyor. Dünyanın her yerinde kadınlar, ‘Kelebeklerin’ öldürüldüğü gün olan 25 Kasım’ı “Dünya Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü” olarak kabul ettiler. Biz kadınlar, her yıl 25 Kasım’da dünyada ve Türkiye’ de 25 Kasım geceleri sokaklardayız.

‘Kadın Düşmanı Politikalarınızı İfşa Etmeye Devam Edeceğiz’

Bu yılki 25 Kasım’da biz kadınlar, ülkenin çeşitli yerlerinde Antalya’da, İzmirde, Ankarada, İstanbulda, Bursa’da sokaktayken, “Kadın Cinayetleri Son Bulsun” sloganları atarken 2 kadın daha kocası tarafından katledildi. Geçen senelerde attığımız “Erkeklerin sevgisi her gün 3 kadın öldürüyor” sloganları artık geride kaldı. Her gün aramızdan 5 kadın ayrılıyor! AKP iktidarının kadın bedeni üzerinde yürüttüğü politikalar biz kadınları yaşamın her alanında baskı altında tutmaya devam ediyor.

‘Paketlerinizi Kabul Etmiyoruz’

AKP hükümetinin politikaları kadınları ya devlete ya kocaya ya da aileye bağımlı yaşamaya mahkûm etmektedir. Ev emeğinin yükünü artırarak kadını ücretsiz köle yapmaktadır. Çıkarmaya çalıştıkları yeni istihdam paketi tam da bu çifte sömürünün sürdürülmesinin garanti altına alınması için hazırlanmıştır. Önümüzdeki günlerde yasalaşması planlanan bu tasarı ile esnek, kısmi zamanlı ve evden çalışma gibi yeni modeller gündeme getirilmekte; kadınların istihdama ucuz iş gücü olarak katılmaları hedeflenmektedir. Eğitim, sağlık gibi tüm kamu hizmetlerini özelleştiren, kreş açmayarak bakım emeğini kadınlara yükleyenler müjde diye sundukları paketle biz kadınlar için yeni hak kayıplarını gündeme getirmek istemektedirler. Ev işçisi kadınlar çalıştıkları evlerin camlarından düşerek yaşamlarını yitirmeye devam ediyor. Dün Fatma Aldal, bugün Rukiye Şimşek. Rukiye önlem alınmadığı için hayatını kaybetti. Ev işçileri; devletin vurdumduymazlığı nedeniyle her an ölme tehli-

kesi, meslek hastalığı, taciz ve tecavüz riskiyle karşı karşıya. Ev işçilerinin güvencesiz, kayıtsız, görünmeyen tehlikelerle yüz yüze çalışma koşullarından, kölelik durumundan Çalışma Bakanlığı sorumludur, devlet sorumludur. Devlet bu konuda gereken sorumluluğu almak zorundadır. Uluslararası Çalışma Örgütünün (ILO) C 189 numaralı sözleşmesini acilen imzalamalıdır.

‘Rojava’da Direnen Kadınlara Selam’

Devletin eril dili ve zihniyeti Rojavada da kendini gösterdi. Savaş çığırtkanlığı yapmaya devam ediyor. AKP hükümetinin beslediği çeteler Rojavada kadınları fuhuşa sürüklüyor. Bu sisteminin biz kadınlara neler getirdiğini ve getireceğini çok iyi biliyoruz. Ve diyoruz ki kadınlar olarak direnmeye devam edeceğiz. Dün Mirabel kardeşlerdik; bugün panzerlerin önüne korkusuzca çıkan kırmızılı ve siyahlı kadınlar, Rojavada direnen Kürt kadınlarıyız.

Tülay YILDIZ

AKP iktidarının kadın bedeni üzerinde yürüttüğü politikalar biz kadınları yaşamın her alanında baskı altında tutmaya devam ediyor. AKP iktidarının her söylediği biz kadınlara ölüm, taciz, tecavüz, baskı olarak geri dönüyor. Bugün de “kızlı erkekli yaşanmasına müsaade etmeyiz” diyor. Erkekler “namus” bekçiliğine soyunuyor, olan yine bizlere oluyor.

AKP iktidarının her söylediği biz kadınlara ölüm, taciz, tecavüz, baskı olarak geri dönüyor. Bugün de “kızlı erkekli yaşanmasına müsaade etmeyiz” diyor. Erkekler “namus” bekçiliğine soyunuyor, olan yine bizlere oluyor. Gezi direnişi boyunca ülkenin her tarafında kadınlar gözaltına alındıklarında, cezaevine konduklarında polisin işkencesine,tacizine maruz kaldılar.

17


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2013

Sosyalist Dayanışma: “Mahallenizdeki çetelerin oluşum hikâyeleri nelerdir, anlatır mısınız ?”

Röportaj

Uyuşturucu kullanarak bir araya gelen kişiler zamanında tepki almadıkları için kendi içtikleri ortamda önce gruplaşıp sonrasında çeteleşiyorlar, genelde de küçük çaplı kavgalara karışıp grup içinde iyice kenetleniyor ve psikolojik olarak üstünlük hissine kapılıp bir araya geldikleri yerleri kendilerine kale ilan ediyorlar. Bunlar genelde köşe başları veya meydanlar oluyor.

18

Esenyurt: Çeteleşme ve yozlaşma uzun zamandır gündemimizi meşgul eden bir sorun. Aslında yoksul mahallerde eğer devrimci bir odak olarak bulunmak istiyorsanız, ister-istemez bu gibi oluşumlarla karşı karşıya gelirsiniz. Bu oluşumlar öncelikle işsiz gençlerin ya da en alttakilerin hem sosyal statü ihtiyacını hem de ekonomik açmazlarını çetevari yaklaşımlarla çözmeye çalışıyor. Bilirsiniz klasik bir hikâye; bu maddelere hevesle başlanıp alıştırılıyor, bir noktadan sonra doz yeterli gelmiyor, daha fazlası isteniyor. Bu evreleri hızlıca geçip içici konumundan satıcı konumuna geçerek hem kendi içiciliğini devam ettiriyor, hem de maddi imkân sağlayıp, yolunu buluyor. Bir bakmışsınız mahalleden biri bu işin çekip çevireni olmuş. 1 Mayıs Mahallesi: Mahallemiz tarihi ile bilinen bir mahalle. Emekçi-devrimci geleneği sürdürüyor, uyuşturucu ve çeteleşme çok uzun yıllar mahallede yer edememiştir. Bunun sebebi bu yönde geçmişte birçok mücadelenin olmasıdır. Çeteler mahallemizin genellikle çevre parklarında tutunmaya çalışıyor. Sanırım uyuşturucu ticareti de bu kenar parklarda gerçekleşiyor. Gebze : Gebze, İzmit ve İstanbul arasında sıkışmış, kendi halinde her iki şehir merkezinden de uzak bir yer. Çete tarzı oluşumlar semtimizde de yaygın olarak görülür. Bunlar irili ufaklı olmakla birlikte, uyuşturucu, kimyasal madde bağımlılığı, yozlaşma vb... Buna bir kısır döngü de diyebiliriz. Mahallemizde uyuşturucu kullanan insanlarla konuşmaya çalıştığımızda üç aşağı beş yukarı aynı cevapları alıyoruz. “10 lira verip iki bira içeceğime 5 lira verip hap ya da farklı kimyasal maddeler alıp”, hayallerini o uyuşturulmuş dünya da yaşadığını söylemekteler. Bu söylemin ardında ise kocaman bir çark olduğunun maalesef farkında değil-

UYUŞTURUCU, ÇET

Otoriterleşme, mutlak iktidar, topluma giydirilmek istenen muhafazakâr k kentin kenarında kalan mahallerde hemen her köşe başında görebileceğin çürüme ve uyuşturucu içinde... İktidar kızlı-erkekli “ahlak” tartışmaları yü nadan öte şehrin kenar semtleri için neredeyse bir kural haline gelmiş. Bu s çıkmış bir sosyal ilişki ağını uyuşturucu ticaretini ve uyuşturucu çeteleri… Ş dır mücadele eden DAYANIŞMAEVLERİ’nden a ler. Tabi her şey bu kadar “masum” değil. Bir noktadan sonra gençler kontrolünü kaybediyor. Batakta battıkça batıyorlar ve mahallenin diğer gençleriyle iletişime geçip, aynı batağı genişletmeye çalışıyorlar. Hızlı bir ekonomi dönüyor bu tip ilişkilerde, bir bakıyorsun lüks arabalar, şatafatlı hayatlar. Kolay yoldan para kazanma hevesiyle yoksul mahallelerdeki gençleri kolayca tavlamaya çalışıyorlar. Nurtepe: Nurtepe mahallesi devrimci güçlerin ağırlıkta olduğu tarihi açıdan da oldukça iyi bilinen, yoğunlukla Alevilerin ve Kürtlerin yaşadığı bir mahalle. Yozlaşmaya karşı yıllardır mahallede çeşitli işler yapılıyor, bunlar ağırlıklı olarak; devriye atmak, halka teşhir etmek, basın açıklamaları yapmak ya da kişileri bölgeye almayarak bir şekilde mahallenin korunmasını sağlamaya çalışmak olarak devam ediyor. Bölgedeki yozlaşma karşıtı işlerin seviyesinin azalması, uyuşturucunun mahallede yayılmasını kolaylaştırıyor. Uyuşturucu kullanarak bir araya gelen kişiler zamanında tepki almadıkları için kendi içtikleri ortamda önce gruplaşıp sonrasında çeteleşiyorlar, genelde de küçük çaplı kavgalara karışıp grup içinde iyice kenetleniyor ve psikolojik olarak üstünlük hissine kapılıp bir araya geldikleri yerleri kendilerine kale ilan ediyorlar. Bunlar genelde köşe başları veya meydanlar oluyor. Nurtepe ve Güzeltepe’de bu yozlaşmış çetelerin üyeleri ağırlıklı ilkokul mezunu veya lise okumaya devam eden, küçük yaşta iş hayatına atılmış, farklı olmaya özenen, çok para kazanmak isteyen, ezik-

lik psikolojisine sahip gençlerden oluşuyor. Şu an bölgede bu işleri yapanlar ağırlıklı olarak belirli dönemlerde siyasetlerin içinde yer almış, bölge sorumluluğu yapmış veya kendini bir şekilde kollatmış kişiler. Sosyalist Dayanışma: Bu çetelerin devlet destekli olduğu hep söylenegelmiştir, sivil ya da resmi güçlerin bu çetelerle organik ilişkilerini mahallenizde nasıl hissediyorsunuz? Nurtepe: Bu çetelerin direk devlet destekli olduğunu düşünmüyorum fakat devrimcilere karşı yapılan her saldırının devletin hoşuna gittiğini, çetelerin mevzi kazanması ve mahallede güç olmasının devletin işini kolaylaştırdığını düşünüyorum. Amaçları dışarıdan müdahale ile yıkamadıkları mahalleyi dolaylı yoldan destekledikleri çetelerle yıpratmak. Dolaylı desteği ara sokaklara bile mobese kameraları yerleştirirken çetelerin toplandıkları alanlara(bunlardan biri mahalle meydanı) yerleştirmemeleri, uyuşturucu trafiğini daha genişleterek


Aralık 2013 / Sosyalist Dayanışma

E ve MAHALLELER...

kalıp kavramlarının sıkça tartışıldığı günlerde şehrin merkezlerinden uzak, niz,14-26 yaş aralığındaki genç insanların yaşantısı; çeteleşme, yozlaşma, ürütürken görece muhafazakâr semtlerde de yaygın olan bu doku bir istissayımızda Lise önlerinden, mahalle aralarına kadar artık istisna olmaktan Şehrin yoksul mahallerinde tam da yozlaşma ve uyuşturucuya karşı yıllararkadaşlardan dinliyoruz... Şimdi sözü onların... yapmalarına imkân sağlamaları, devrimcilere karşı yapılan silahlı saldırılara kayıtsız kalmaları gibi konularda görüyoruz. Bence çeteler kendini güvende hissediyor, bunun da sebebi “biz halka, devrimcilere ateş de etsek, öldürsek de devlet tarafından kesinlikle ceza almayız” güvencesi. Devlet bu güvenceyi katilleri bulmayarak veriyor. Hasan Ferit Gedik olayında gördüğümüz gibi yapılan operasyonlarda katilleri değil devrimcileri tutsak ediyor. Mobese kameralarının da pek bir anlam ifade etmediğini gördük. Mobese altında vurulan kişilerin açtıkları davada devlet sürekli mobese bozuk, arızalı, kırık yanıtlarını veriyor. 1 Mayıs Mahallesi; Sivil ya da resmi güçler, hangi ilişkilerle uyuşturucu çeteleri ile irtibatta çok hâkim değiliz ama mahallede gördüğümüz bir kaç örnekle aktarabiliriz. Mahalle içerisindeki, parkta çok açıktan gerçekleşen uyuşturucu ticareti mahalle sakinlerini oldukça rahatsız ediyor ve devrimci kurumların sıkça bulunduğu bir ortam olduğunda satıcılar mahalleden uzaklaştırılıyor.

Bazen boşluk olabiliyor, sanırım mahalle sakinlerinden bazıları masumane duygularla uyuşturucu satıcılarını polise şikâyet ediyor. Ardından malum parka polis ekipleri gelip, uyuşturucu satıcılarına selam vererek geçip öylece gidiyor. Açıktan göz yumuyor. Eğer çete daha büyük ise ilişkilerin daha da çetrefilleştiği ve bağlantıların daha sıkı olduğunu düşünüyorum. Hasan Ferit Gedik’in şehit edilmesinin ardından mahallemizde yaptığımız yürüyüşe bazı çete oluşumları saldırıda bulunmuş, devrimci kurumlardan bir arkadaşımız bıçak darbesiyle yaralanmıştır. Devrimci mahallelerde her şeyin bu kadar üst üste gelmesi tesadüf olmasa gerek. Gebze: Diğer mahallere benzer bir durum bizim için de geçerli. En ufak duvar yazısına ya da basın açıklamasına onlarca ekip otosu ile eşlik eden polis, mahallede cirit atan uyuşturucu satıcılarına karşı tamamıyla kör. Hoş biz de onlardan bir şey beklemiyoruz ancak düşünce yapılarını deşifre etmek için önemli olduğunu düşünüyorum. Sanırım çeteleşmenin boyutu da bu tarz ilişkilerde önemli, daha ufak çaplı çeteler mahallelerde tutunamazken, Gülsuyu örneğinde olduğu gibi büyük bir organizasyonun parçası olan çeteler ise silahlarla saldırıp onlarca insanı yaralayıp öldürecek kadar gözü karartabiliyorlar. Örneğin; mahallemizde bundan bir kaç hafta önce 15 yaşında bir genç, uyuşturucu temin etmek için, benzin istasyonunu soymaya kalkışıyor ancak silahla hayatını kaybediyor... Belki bu durum gazetelerin 3. sayfasını süsleyen bir haber ama varoşlar için istisnadan öte neredeyse her köşede irili-ufaklı yaşanan bir gerçek.

“Dayanışmaevleri’nin bu çeteleşme ile mücadelesinde neler yaptığını anlatır mısınız ?” Bazı bölgelerde-siyasi kurumların yaygın olduğu- en büyük sıkıntı bu çetelerin içinde yer alan tiplerin dönem dönem siyasetlerin içinde bulunması ve bir şekilde bağlantılarını koruması. Bu kişilere yaptırım uygulandığında “örgütler kendi içinde çatıştı” diye mahallede absürt haberler, dedikodular, karalama kampanyaları yayılıyor ve örgütler arası gerginlik tırmanıyor. Buna rağmen Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP) içinde yer alan DAYANIŞMAEVLERİ olarak bölgede uyuşturucu kullanımını durdurmak için bu tip gerilimlerden geri kalmıyoruz. Polislik ya da zabıtalık yapmıyoruz. Bu konuda üslubun önemli olduğunu düşünüyoruz. Önemli olan bataklığın kurutulması. Bu gibi durumlarda direk içiciyi hedef haline getirip düşmanlaştırmaktansa öncesinde kişilerle konuşuluyor. Neden kullandığının sebebini anlamaya çalışıyoruz. Çünkü bu insanlar mahallemizden, bizim insanlarımız, kimi ilkokul arkadaşımız, kimisi yan komşumuz… Aynı semtin çocuklarıyız. Bırakma potansiyelini artırmaya gayret edip eğer öyle bir olasılık varsa alternatif yollar yaratmaya çalışıyoruz. Tabi bu kişiye de bağlı. Bağımlı ise bağımlılığından kurtulabilmesi için destekte bulunma, ekonomik çıkmaz içinde ise daha iyi iş bulup çeşitli imkânlar yaratma, sürekli denetleyerek kontrollü bir şekilde tekrar bulaşmasını engelleme gibi çabalarımız sürüp gidiyor. Asıl sorun olarak gördüklerimiz içenler değil uyuşturucuyu satan kişiler oluyor. Bunların dönüşümü neredeyse yok gibi. Çünkü kısa sürede para ve konum sahibi oluyorlar. Bunlara yaptırımlar uygulayarak mahalle dışına çıkarılmasını istiyoruz. Bazı mahallelerde kısa zamanda o kadar büyük paralar elde ediliyor ki, mafyatik lüks hayatları ile mahallede bir hava estirmeye çalışıyorlar. Tabi ki bu durumda mahallemizdeki bu yozlaşmaya sessiz kalmıyoruz. Bu gibi satıcı-çete abisi gibi tipleri mahallemizden uzak tutmaya, mahalleye sokmamaya çalışıyoruz.

En ufak duvar yazısına ya da basın açıklamasına onlarca ekip otosu ile eşlik eden polis, mahallede cirit atan uyuşturucu satıcılarına karşı tamamıyla kör. Sanırım çeteleşmenin boyutu da bu tarz ilişkilerde önemli, daha ufak çaplı çeteler mahallelerde tutunamazken, Gülsuyu örneğinde olduğu gibi büyük bir organizasyonun parçası olan çeteler ise silahlarla saldırıp onlarca insanı yaralayıp öldürecek kadar gözü karartabiliyorlar.

19


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2013

KESK KÜLLERİNDEN YENİDEN DOĞABİLİR Mİ? KESK

’in yeniden yapılanmayı hedefleyen kongresinin üzerinden 3 yıl geçti. Yapılan tüzük değişiklikleri katılımı arttırmayı ve yönetim kurullarının yetkisini yaymayı hedeflemekteydi. Fakat birçok açıdan olumlu olarak değerlendirilebilecek bu değişiklikler KESK’teki kan kaybını durdurmaya yetmedi. Ortada yeniden yapılanabilmiş ve emekçilerde mücadele azmi yaratan bir sendika yok. Bu tablo, KESK’in giderek etkisizleşmesi, Gezi sürecindeki isyanın coşkusunun sendikayı besleyememesi yıllardır örgüt için çaba harcayan KESK’li emekçilerin içini acıtacak bir noktaya doğru ilerlemektedir. 1990’larda Türkiye’de emek hareketinin lokomotifi rolünü oynayan kamu emekçileri hareketi giderek etkisizleşmektedir. Eğitim Sen’in 23 Kasım’da Ankara’da gerçekleştirdiği eylem 24 Kasım öncesinde propagandif bir etki yaptıysa da örgütün tabanında bir canlanma etkisi yaratamamıştır. Benzer biçimde KESK’in 19 Aralık’ta aldığı iş bırakma kararının da yapısal bir dönüşümü tetikleyecek etkisinin olamayacağı açıktır. Bugün yeni bir kongre sürecine doğru yaklaşırken kamu emekçileri hareketi bir dönemin muhasebesini çıkaracak ve önüne sağlıklı bir çıkış için proje ortaya koyabilecek yetkinliği sergileyebilecek midir? Yoksa klasik reflekslerle yönetimlerin paylaşılması üzerine bir kongre faaliyeti mi yürütülecektir? Bugün artık KESK’in birikmiş sorunlarını çözmek üzere ciddi bir mesai harcaması gerekmektedir. Önümüzdeki üç ayda eksene seçim gündemini almayan fakat yeniden bir enerji, iç tutunum ve program yaratmayı hedefleyen bir konferanslar dizisine ihtiyaç duyulduğu açıktır. Bugün kimin iktidar olduğunun neredeyse hiçbir anlamının kalmadığı bir hantallaşma ile karşı karşıyayız. Sendika yeni kadrolarla beslenemiyor. Yıllanmış kadrolar kendi aralarındaki husumetlerle

20

motive olarak anlamsızlığa dönüşmüş bir çekişmeyi sendikal faaliyet zannıyla sürdürmeye devam ediyorlar. Böylesi bir kimlikten kurtulamayan faaliyetin KESK’e ve genelde emek hareketine bir katkısı olmadığı ortaya çıkmıştır.

Finansallaşma Kamu Emekçilerini Kelepçeledi!

Yaşanan krizin nesnel sebeplerini ele almak gerekirse burada kamu çalışanlarının finansallaşma ile çok ciddi bir biçimde bankaların ağına düşmüş olmasının etkisini görmek gerekiyor. Kamu çalışanları gelir güvencesine sahip bireyler olarak günümüzün en büyük ayrıcalığı haline gelen borçlanabilme kapasitesine sahipler. Borçlanabilme imtiyazı kamu çalışanlarını işçi sınıfı içerisinde görece ayrıcalıklı bir konuma taşıdı. Kamu çalışanları bankalarla gereğinden fazla haşır neşir olur hale geldiler. Borçluluk ilk aşamada sahte bir refah duygusu, sonraki aşamada ise bir bağımlılık duygusu ve bireyselleştirme yaratan bir sermaye mekanizması, kamu çalışanlarının sahip oldukları gelir güvencesi bu haliyle onları örgütlülüklerinden uzaklaştıran bir rol oynamaya başladı. Bu durum varolan daralmanın açıklanmasında bir seviyede rol oynayabilir. Fakat yaşanan geri çekilmede öznel sebepler de en az yukarıdaki nesnel zemin kadar rol oynamaktadır. Burada en önemli sebep KESK’in genel anlamda ortaya çıkan etkisizliğidir. Gerçekten de KESK varlığını kamu çalışanlarının çalışma yaşamında hissettirecek hiçbir etki yaratamamaktadır. KESK’li yönetici tipi bir basın açıklaması sendikacılığı zemininde tıkanmıştır. Bürokrasinin tavır ve davranışlarına ket vuracak, onları sınırlayacak bir sendikacı kimliği yaratılamamıştır. KESK sendikaları genel olarak dava açar ve basın açıklaması yapar. Bunun haricinde çalışma yaşamında iz bırakacak bir ısrarcı ve kararlı tutum söz konusu olamamaktadır.

İl ve ilçe milli eğitim müdürleriyle randevusuz görüşebilecek, sıkıştığında hukuksal yolların dışında fiili basınç yaratmayı başarabilecek bir sendikacı kimliği ortaya konamamıştır. Bu olmayınca sendikaya güvenen ve kendisini katan bir taban da ortaya çıkmamaktadır.

KESK Kamusal Olanı Savunmak Zorundadır!

Kamu çalışanları olarak toplumun ezilen kesimlerinden oldukça kopuk bir faaliyet çizgisi ortaya çıkmıştır. Son dönemde örneğin Eğitim Sen’de soyut bir veli örgütlenme ağı öngörülmüş, ancak kamusal eğitimi savunmak anlamında net ve etkileyici bir tutum alamadan velilerin nasıl örgütlenebileceğiyle ilgili bir çerçeve oluşturulamamıştır. Eğitim Sen’in hala belirgin bir “kamusal okul” modeli ortaya koyamamış olması büyük bir eksikliktir. Sendikanın çoğu zaman emekçilerin ruh halini yakalayamayan, taleplerini önemsemeyen hali de tabanla muazzam bir yabancılaşma yaratmıştır. Sendika üyeliği genel anlamda bir kimlik deklarasyonu dışında bir anlam taşımamaktadır. İşyeri örgütlenmeleri büyük oranda tuz buz olmuş durumdadır. Sendika ekonomik talepler konusunda ısrarcı olmayı neredeyse zafiyet olarak algılayan bir duruma düşmüştür. Yönetimleri oluşturan gruplar arasındaki uyumsuzluk özellikle bu son dönemde giderek ayyuka çıkmıştır. DSD özellikle Eğitim Sen’i türban meselesiyle aşırı ilişkili bir hale getirirken yurtsever emekçiler ise genel bir anadilde eğitim ve barış ajitasyonu dışında sendikal faaliyete önemli bir katkıda bulunmamışlardır.

HDP’nin KESK’te Hata Yapma Lüksü Olamaz!

Sorunlar dağ gibidir ve öncelikle başarılması gereken hareketin kadroları arasındaki iç tutunumu geliştirmektir. Oysa kongre süreçleri yaklaşmaktadır ve örgütün ge-

leneksel kadroları öğrenilmiş pragmatizmleriyle klasik manevralarına şimdiden başlamıştır. Bu noktada HDP politik ortamda estirdiği yeni ruhla kamu çalışanları hareketini toparlamak gibi bir misyon ortaya koyabilecekken bileşenlerin sendikada ortak tutum almasına dönük bir Emek Komisyonu kararı almıştır. Bu KESK’teki geleneksel iktidarcılığa kendisini eklemlemenin bir biçimi olarak okunmaktadır. HDP’yi oluşturan dinamikler birçok noktada bir arada davranarak yönetimlere ipotek koyabilirler. Bu tutum ise DSD, Halkevleri başta olmak üzere sendikanın önemli bileşenlerini yabancılaştıracak bir etki yaratır. Bugün yapılması gereken sendikada yönetimlerin başını bağlayacak ittifaklar kurgulamaktan ziyade hareketin yeniden nasıl ayağa kaldırılacağına dair bir plana sahip olmaktır. HDP bileşenlerine bu eksende biraya gelebileceklere bir plan mı önermektedir? İktidarın düzen güçlerinde olduğu tüm emek örgütlerinde ortak davranmak zorunluluktur. Fakat KESK bu çerçeveye sokulamaz. KESK tüm zaaflarına rağmen devrimci ve sosyalist güçlerin 80 sonrasında yarattıkları ve en fazla toplumsallaşma kapasitesi yaratmış ortak zenginliğimizdir. Burada bulunan tüm güçlerin ortak çalışabilmesini, aralarındaki artık anlamsızlaşmış ayrımları aşabilmelerini motive edecek bir tutum HDP’ye yakışır. HDP’yi KESK içerisinde bir hizip olarak örgütlemek bu haliyle KESK’e bir şey katmaz, onun daha da küçülmesine ve etkisizleşmesine yol açar. HDP’ye ve devrimcilerin ittifakına sadece çeşitli kurumların yönetimlerinde koltuk kazanmak gözüyle bakan güçlere taviz verilmemelidir. Sonuç olarak sorunlar da zaaflar da büyüktür. Ancak kamuda çok yakın gelecekte dayatılacak ve iş güvencesini ortadan kaldıracak reformlara direnebilecek yegâne dinamik hala KESK’tir. Kafalar küçük hesaplarla çalışmadığı sürece hala alınabilecek çok yol bulunmaktadır.


Aralık 2013 / Sosyalist Dayanışma

Meşruiyet Arayışları, İktidar ve İlginç Bir Polemik

T

ayyip Erdoğan Kasım ayının başlangıcında kızlıerkekli öğrenci evlerinden duyduğu rahatsızlığı belirten bir açıklama yaptı. Açıklamaya göre Erdoğan “güvenlik güçlerimize gelen istihbari bilgiler” ışığında “karmakarışık ortamlarda her türlü şey”ler olabildiğinden söz ediyor ve “muhafazakar demokrat bir iktidar olarak” “Devletin burada olduğunu anlatmak için” “Valiliklerimiz (ve) Emniyet teşkilatımız” aracılığıyla “müdahil olmak” gerektiğini söylüyordu. İktidar bu açıklamasıyla Türk toplumunun kanayan bir yarasına daha parmak basmıştı. Millete hizmet yolunda nice cefa çeken bu adam bize parlak bir yaşam yaratmak için “Bazı köşe yazarları”nın bütün kötülüklerine rağmen kendini ateşe atmayı kafasına koymuştu. Bu uğurda evin babası rolündeki adam kızını dövecekti, dizini dövmeyecekti. Açıklamaya farklı yorumlar getirildi. İlericilik-gericilik, zamanlamanın manidarlığı, asıl meselenin depolitize edilmesi ve daha niceleri muhalif basının yelpazesinde epey yer aldı. Kimi yaklaşımlar bu tezi hiç umursamaz ve yalnızca kaba bir “emeksermaye” çelişkisine odaklanırken kimi yaklaşımlarsa zaten yürüttükleri “gerici AKP” tezlerinin doğrulandığını düşünerek “Erdoğan karşıtlığı”nı daha bir coşkuyla körükledi. İlginç yaklaşımlardan biri de bu tarzdaki açıklamalarının Erdoğan’ın psikolojik durumuyla ilgili olduğu varsayımına dayanıyor. İktidar niçin ilginç polemikler ortaya atmakta epey istikrarlı? Bu ciddi bir açıklamayı gerektiriyor. Şu sebepten ya da bu sebepten denilecek kadar basit bir durum olmasa gerek karşımızdaki sorun. Durumu psikolojik bir olay olarak açıklamak, görünebildiği ölçüde yukarıdaki tezlerin en za-

yıfı. Çünkü öyle olsa Başbakan’ın bunu aniden, kafasına eserek söylemesini de gerektirirdi. Oysa bakın bu cümlelerden hemen sonra ne diyor: “Kimse bunu özel hayata müdahale olarak yorumlamasın.” Bu cümle birçok ipucu bırakıyor. Her şeyden önce iktidar bunun böyle yorumlanacağını biliyor. Yani bir çılgınlık değil. İkincisi bunun “özel hayat” çerçevesi içerisinde algılanması da onu pek rahatsız etmeyeceğe benziyor. Yani iktidar bile isteye soyut bir özgürlük talebinin, sahasında kendisi için maç yapmaya elverişli bir ortam hazırlayacağını düşünüyor. Haksız da sayılmaz. Kökeni epey geçmişe dayanan bir ilişkiyle karşı karşıyayız: İktidar ve Meşruiyet. İktidarların ya da genellenebildiği ölçüde iktidar hedefi taşıyan tüm öbeklerin esas dayanak noktalarından biri bir sorun tespiti ve onu çözme iddiasıdır. İktidar da bu ilişkinin farkında olarak darbe mağdurluğundan ya da başörtülü bacılarımızın mağduriyetinden dem vuruyordu. Fakat kaç yıldır iktidar olmasına rağmen bu argümanlarla oynadığı mazlum rolü, dayanaklarından artık saklanamayacak ölçüde yoksun kaldı. Dolayısıyla da iktidarın yeni dayanak noktası arayışlarıyla karşı karşıyayız. Eğer iktidar “Anneler babalar feryat ediyor ‘devlet nerede’ diye” düzleminde bir algı yaratabilirse, bu sorunu çözecek güçleri (“Valiliklerimiz ve Emniyet teşkilatımız”) aktif kullanmada bir meşruiyet sağlar. Yine ilginç bir rastlantı da Kemalist dönemin Takrir-i Sükun Kanunu’nu çıkarma mantığı (Kemalizm karşıtı olarak gelişen muhalefetin önünü, başka bir sebebi bahane ederek kesmek için meşruiyet sağlama zemini) bu dönemle bir benzerlik gösteriyor. Tarihten verdiğimiz benzetme eğer sağlıklıysa şöyle bir sonuç da

çıkarılabilir: AKP, sömürü düzeninin devamı amacıyla otoriterleşmeye devam edecek. Bunun içinse zor’a ve onu meşrulaştıracak bir zemine ihtiyacı var. Dönem Dünya’da bir bunalım dönemi ve iktidar da zor aygıtlarına ve onun meşruiyet zeminine bugün her zamankinden fazla ihtiyacı olduğunu biliyor. Dolayısıyla arayış dönemini ilginç bulmak zorlaşıyor. Bir bütün halinde incelendiğinde bu polemikler devlet terörü için bir meşruiyet zeminini yaratmakla birlikte bir depolitizasyon sürecini de içeriyor. Örneğin sömürüyü saat saat, dakika dakika hissedenlere: az para isteyin ki biz zenginler daha çok kazanalım gibi yalın bir %99’a %1 karşıtlığıyla gelemeyeceğini bilen iktidar bu kesimlere %50’ye %50lik bir zıtlık yaratarak amacına ulaşmak istiyor. Buradan sonra söz %99’a ve %99’u örgütleme mücadelesi veren yapılanmalara kalıyor. Sınıfsal meselelerin depolitizasyonu bedeli ödenerek yapıların kısa vadeli gelişmelerinin mi sağlanacağı yoksa bu sahteliği teşhir ederek ve bununla birlikte kızlı-erkekli bir eşitlik ve özgürlük örülerek iktidar mücadelesinin mi yürütüleceğini göreceğiz.

Rıfat KAVAK

Kökeni epey geçmişe dayanan bir ilişkiyle karşı karşıyayız: İktidar ve Meşruiyet. İktidarların ya da genellenebildiği ölçüde iktidar hedefi taşıyan tüm öbeklerin esas dayanak noktalarından biri bir sorun tespiti ve onu çözme iddiasıdır.

(Tırnak İşareti içerisindeki R.T.Erdoğan’ın cümleleri 5 Kasım 2013 tarihli Zaman gazetesinin internet sitesinden konuyla ilgili haberinden alınmıştır.)

21


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2013

Orta D Ayşe TANSEVER

Ayşe TANSEVER

Her ne kadar anlaşma sağlanması yeni İran lideri Ruhani’ye, onun iktidarının olumlu niyetine bağlansa bile özünde bu anlaşma Batının çoktandır istediği, yapmak zorunda kaldığı politika değişim ihtiyacından doğmuştur. Suriye’nin bombalanmasına gücü yetmeyen ABD ve Batı güçleri Rusya’nın da altını uzun süredir örmekte olduğu hamleyi yakalamış ve İran ile görüşmelerin kapısını açmışlardır.

22

K

asım sonunda Cenevre’de İran ve 5+1 ülke arasında imzalanan anlaşma bölge acısından çok önemli bir gelişmedir. Özünde bölgede var olan güçler dengesi değişiminin artık zorunlu hale getirdiği bir durumdur. Eğer böyle bir güçler dengesi değişimi olmasa idi Batı güçleri İran ile masa başına oturmazlardı. Her ne kadar anlaşma sağlanması yeni İran lideri Ruhani’ye, onun iktidarının olumlu niyetine bağlansa bile özünde bu anlaşma Batının çoktandır istediği, yapmak zorunda kaldığı politika değişim ihtiyacından doğmuştur. Suriye’nin bombalanmasına gücü yetmeyen ABD ve Batı güçleri Rusya’nın da altını uzun süredir örmekte olduğu hamleyi yakalamış ve İran ile görüşmelerin kapısını açmışlardır. Bölge Bush’un İran’ı “kötülükler ülkesi” ilan ettiği günlerden çok farklıdır. İran bir yana Irak bile fethedilememiş, üstelik Afganistan’dan askerlerini çekmek zorunda kalmıştır. ABD ve Batı, hedeflerine ulaşmak bir yana varılan noktada eskisinden bile geri duruma düşmüştür.

Libya şovunun suyu çıktı ve olaylar o kadar büyüdü ki gözlerden uzak tutulamıyor, üstü örtülemiyor. Bölgede bir halk baharı yaşanıyor. Arap halkları başlarındaki ABD ve Batı uşağı iktidarları atmak için so-

kaktalar. Bölge piyonu İsrail de bir işe yaramıyor. Hizbullah güçlerine yenildi. Filistin konusunda Batı’nın verdiği destek günümüz ekonomik koşullarında hem siyasi hem ekonomik olarak altından kalkılamaz hale geldi. Orta Doğu her gün biraz daha Batı’nın bölgedeki diktatörlükler ile yönetebileceği bir alan olmaktan çıkıyor. Suriye bir yana Tunus, Libya, en yakın dostları Mısır ve hatta Suudi Arabistan, Yemen, Bahreyn, Lübnan halkları ülkelerinin Batı yörüngesinden çıkması için her gün yeni adımlar atıyorlar. Arap halkları kendi çıkarlarını dayatıyorlar. Buna karşı Batı’nın tutunabileceği dallar azaldıkça azalıyor. Orta Doğu denetimi her gün biraz daha ellerinden kayıp gidiyor. Batı kaybederken İran kazanıyor. Tüm çabalara ve CIA ajanlarının harıl harıl çalışmasına rağmen İran içten karıştırılamadı. Tüm ekonomik zorluklarına karşın ayakta duruyor. Batı İran karşısında durdukça İran bölge halkları arasında sempati kazanıyor, bölgede İran nüfusu her gün artıyor. Bölgedeki başarısızlık daireler halinde tüm dünyaya yayılıyor. Batı’nın Orta Doğu politikası artık çok kutuplu dünya gerçekliğinde onu yalnızlaştıran bir faktör haline geldi. Birleşmiş Milletler oylamalarında kendileri gibi oy veren 3. Dünya ülkesi parmakla sayılır hale geldi.

Venezuela, Bolivya ve Ekvador gibi Latin Amerika’nın 21. yy. sosyalizmini kurma yolunda olan ALBA ülkeleri bir yana Bağlantısız Ülkeler topluluğu, İran’ın nükleer enerjiyi kullanma hakkını destekliyor. Batının İran’ın nükleer silah yapacağı palavrasına kanmıyor. Batı’nın bizzat kendisine uyguladığı baskının bir parçası olduğunu görüyor ve çok kutuplu dünyada daha bağımsız politika izleme olanağını buluyor. İran politikası Batı yalnızlığını katmerlendiriyor. Astarı yüzünden pahalı hale geliyor, her gün ayağına dolanıyor. Batı aslında bu politikayı değiştirmek için bir yol, bir zaman kolluyor bir bahane, gerekçe arıyordu. İran’da iktidar değişimi böyle bir olanak doğurdu. Ayrıca yaptırımlar konusunda gizlenen bir gerçek daha vardır. Doğru, yaptırımlar İran ekonomisine zarar vermiştir. Günlük petrol çıkarımı bir miktar azalmıştır ama İran başarılı politikaları ile zararı en aza indirmeyi becermiştir. İran dize gelmedi. Hindistan, Çin, Japonya, Güney Kore ve bircok Afrika ülkesi ambargoya katılmayıp İran’dan petrol almayı sürdürdüler. Ambargo siyasi anlamda yaptırım politikasının günümüz koşullarındaki zayıflığını ortaya koydu. Ayrıca Batı’nın da yaptırımdaki zayıflığı ortaya çıktı. Başka ülkeleri yüreklendirdi. Bu yüz kızartıcı durumdan kurtulmaları elzem oldu. İran belki maddi olarak epey kaybetti ama siyasi anlamda güç ve saygınlık kazandı. Batının sırtına bir kambur daha bindi. Bir noktayı daha hatırlatmakta yarar vardır. Batı ekonomileri zor günler yaşıyor. Yaptırımlar petrol fiyatlarını etkiledi. Bir zamanlar üzerine korkulu


Aralık 2013 / Sosyalist Dayanışma

oğu’da Önemli Anlaşma senaryolar yazılan petrol fiyatlarının 100 dolar üstüne çıkmasına bir şekilde ayak uyduruldu. Ama şimdiki zor günlerde düşük petrol fiyatları bir rahatlık getirebilecektir. İran ambargolarının kalkması böyle bir rahatlama sağlayabilir. Elbette Libya ve Nijerya’daki karışıklıklar nedeniyle bu ülke petrollerinin akışında bir aksama yaşanmaz ise. Petrol şirketleri geçtiğimiz dönemde fiyatlardaki yükseklik nedeniyle yeni petrol alanları devreye sokuyor. Ayrıca kayalardan petrol çıkarımı konusunda ABD’de büyük adımlar atıldı. Hatta gelecekte Avrupa petrol ihtiyacını bile karşılayabilecekleri söyleniyor. Bu durumda Orta Doğu ve Batı’nın ilişkileri başka zeminlere kayabilir. Batı’nın İran “düşmanlığının” bir başka nedeni de baştan beri İran’ın kendi petrolüne sahip çıkma kararlılığı ve bu doğrultuda Batı baskılarına boyun eğmemesi, petrolünü yabancı şirketlere peşkeş çekmemesiydi. Giderek her gün daha küreselleşen ekonomik koşullar ve üretim biçimi başka olanaklar doğuruyor. Çok kutupluluk çok uluslu şirketlerin girdikleri ülkeleri başka türlü sömürmelerine olanak tanıyor.

uluslu şirketler için hala bakir olan bu alana bir şans verilebilir. Cenevre’de imzalanan anlaşma İran’ın araba, uçak yedek parçaları alması dışında geniş bir pazar olabilir. Petrol zenginliğini de düşünürsek bu zor günlerde İran, Batı şirketleri için bir can yeleği olabilecektir. Cenevre’de varılan anlaşma gereğince 6 ay içinde İran iktidarının böyle bir pazar olma niyeti ölçülecektir. ABD kongresi ve diğer karşıtlarının yeni yaptırım çığlıklarını bu doğrultuda bir baskı olarak değerlendirmek yerinde olacaktır. Tüm bunları göz önüne aldığımızda Cenevre’de varılan anlaşmanın, Batı basının propagandalarından farklı olarak İran’dan çok Batı’nın işine yarayabileceğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Sonunun ne olacağı bol bol tartışılıyor. Bize göre bölgede Batı aleyhine değişen denge İran’la başka politikaları zorluyor. Bu zorlu bir süreç demektir. İran pazarını ve petrollerini açma, bölge sorunları konusunda İran ile görüşmenin kapılarını açık tutma, Batı’nın belli başlı hedefi olacaktır. Bunun için yeni baskılar yeni zorlamalar yaşanacaktır. Ancak artık bir dönem kapanmış tır. Erdoğan iktidarı da komşusu İran ile bölgedeki bu gerçeklik çerçevesinde politik adımlar atmak zorunda kalacaktır.

Yaptırımlar petrol fiyatlarını etkiledi. Bir zamanlar üzerine korkulu senaryolar yazılan petrol fiyatlarının 100 dolar üstüne çıkmasına bir şekilde ayak uyduruldu. Ama şimdiki zor günlerde düşük petrol fiyatları bir rahatlık getirebilecektir. İran ambargolarının kalkması böyle bir rahatlama sağlayabilir.

Sonuçta İran ile en azından 6 ay için bir kapı açılmıştır. Bu bir uzlaşmadır.

İran bu yeni küresel gerçeklik açısından yeniden denenebilir. Çok

23


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2013

K

Şu ana kadar özel sektörün yatırımlardaki payı %60’lara ulaşmış noktada. Rapor, yatırımların içerisinde özel sektörün payının arttırılmasını öngörüyor. Sonuç metnine göre “piyasa ve hükümet arasında kurulan dengeli bir ilişki Çin’in ekonomik reformunun en önemli noktası olmaya devam ediyor. Sosyalist piyasa ekonomisi ikisine de ihtiyaç duyar ve ikisi de farklı roller oynarlar” Fakat metinden anlaşıldığı kadarıyla devletin ekonomik faaliyetleri giderek neoliberalizmin devletten beklediği sınırlara doğru çekiliyor.

24

üresel kapitalizmin güç merkezinin Atlantik ekseninden Pasifik eksenine doğru kaymasını Suriye krizi sonrasında çok daha açıklıkla gözlemlemek mümkün. Rusya ve Çin’in bölgesel ölçekte, küresel hegemon ABD’ye direnme kapasitelerinin önemli oranda arttığı ortaya çıktı. Dengelerdeki bu değişimde hiç kuşku yok ki Çin’in gösterdiği çok hızlı ekonomik kalkınmanın rolü oldukça fazla. Çin yaklaşık 30 yıllık bir reform süreci sonrasında dünyanın 2. büyük ekonomisi haline geldi. Geleneksel anlamda bölgesindeki diğer toplumlarla da güçlü bağları bulunan Çin, 1848 Afyon Savaşları sonrasında kendi içine döndüğü dönemi geride bırakıyor ve önemli bir uluslararası aktör olarak yeniden dünya siyasetine dönüyor. Bu dönüşüm esnasında 9-12 Kasım tarihlerinde gerçekleştirilen Çin Komünist Partisi’nin geniş kapsamlı Merkez Komite toplantısı dünya ülkeleri tarafından da merakla izlendi. Chongqing valisi Bo Xilai’nin tasfiyesi ve ömür boyu hapse çarptırılması sonrasında parti içi fraksiyonlar arasındaki ilişki yeniden tanzim edilmeye çalışıldı. Bilindiği üzere Bo Xilai partinin sol kanadının öne çıkan ismiydi. Piyasacı politikalara alternatif teşkil eden ve özellikle yoksulların temel ihtiyaçlarını karşılama noktasında daha fazla inisiyatif alan bir politika demetini uygulamış, bunun sonrasında da parti içindeki kritik öneme sahip figürlerden biri haline gelmişti. Geçtiğimiz yıl gerçekleşen lider değişimi sürecinde ise tasfiye edildi. Uzun süre kamuoyundan uzak bir ev hapsine mahkum edildi, sonrasında da yukarıda belirtildiği gibi apar topar bir yargılama ile ömür boyu hapse çarptırıldı. Bu tasfiye yeni seçilen lider grubunun, Xi Linping ve arkadaşlarının nasıl bir politik çizgi izleyecekleri noktasında da mesaj vermekteydi. 3. Plenum Merkez Komite toplantısının sonuç metni bu beklentilerle uyumlu. “Reformları kapsamlı bir biçimde derinleştirmek ile ilgili temel meseleler” başlıklı rapor, piyasa oyuncularının devletin aleyhine

ÇİN’DE NELER O DOĞU CEPHESİNDE ekonomiye müdahale alanını genişleten bir çerçeve sunuyor. Çin ekonomisinin malum çok hızlı büyümesinin arkasındaki en büyük güç -yığınsal ucuz işgücü kaynaklarını da unutmaksızın tabii- devasa bir yatırım kapasitesi ortaya koyması. Milli gelirin neredeyse %40’ı yatırımlara ayrılıyor.(Örneğin Türkiye’de bu oran %17’ler seviyesinde) Şu ana kadar özel sektörün yatırımlardaki payı %60’lara ulaşmış noktada. Rapor, yatırımların içerisinde özel sektörün payının arttırılmasını öngörüyor. Kaynakların dağıtımının devlet eliyle değil de daha fazla piyasa mekanizması aracılığıyla gerçekleştirilmesi temel ortaklaşma noktası olarak görülüyor. Özel sermayenin şimdiye kadar girmesine kuşkuyla bakılan başta finans olmak üzere kimi alanlara girmesine olanak sağlanıyor. Çin Halk Cumhuriyeti tarihinde ilk kez özel sermayeye küçük ve orta ölçekli banka kurabilme hakkı tanınıyor. Küresel sermayeyi en çok sevindiren kararlardan birisi bu oldu. Çin finans sistemi devasa büyük bir birikime hükmediyor, özel sermayenin bu fonların kullanımına ulaşma şansı ve iç pazarın büyük bir hızla gelişimi dünya ekonomisi açısından da

çok önemli görülüyor. Sonuç metnine göre “piyasa ve hükümet arasında kurulan dengeli bir ilişki Çin’in ekonomik reformunun en önemli noktası olmaya devam ediyor. Sosyalist piyasa ekonomisi ikisine de ihtiyaç duyar ve ikisi de farklı roller oynarlar” Fakat metinden anlaşıldığı kadarıyla devletin ekonomik faaliyetleri giderek neo-liberalizmin devletten beklediği sınırlara doğru çekiliyor. Devletin rolü üretim ve planlamadan ziyade makro-ekonomik dengeleri korumak, kamusal hizmetleri sağlamak, rekabetin sürmesini sağlamak, piyasayı denetlemek ve piyasalarda düzeni tesis etmek, sürdürülebilir kalkınmayı teşvik etmek ve piyasa çöktüğünde devreye girmek olarak tanımlanıyor. Çin aslında reform sürecinin ilk günlerinden bu yana feyz aldığı temel odaklar olan G.Kore ve Singapur gibi ülkelerdeki devlet-piyasa ilişkisini oturtmaya dönük müdahaleler gerçekleştiriyor.

Reformun Yarattığı Toplumsal Eşitsizlikler Sosyal Problemlere Yol Açıyor

Devlet şimdiye kadar kamu iktisadi teşekküllerinin karları-


Aralık 2013 / Sosyalist Dayanışma

OLUYOR - YA DA E YENİ HABER ÇOK! nın %15’ini almaktaydı. Bu toplantıda bu oran iki katına, %30’a çıkarıldı. Bu artış genel olarak devletin kamusal hizmetleri geliştirme niyetinin bir işareti olarak okundu. Çin aslında tahmin edilebileceğinin aksine oldukça federal bir ülkedir. Eyaletlerin gelirleri ve özerk karar alabilme yetenekleri önemli büyüklükte. Fakat özellikle Hu Jintao döneminde öne çıkarılan Harmonious Society (Dengeli toplum) yaklaşımıyla reform sürecinin ortaya çıkardığı toplumsal adaletsizlikleri kontrol edilir bir seviyede tutmaya dönük girişimler öne çıkarılıyor. Çin’de reform öncesinde kişilerin barınma, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi temel sosyal ihtiyaçları bağlı oldukları işyeri (Daiwei) ya da kır komünü tarafından sağlanmaktaydı. Reform sonrası bu yapılar dağıldı. Dolayısıyla devletin merkezi olarak bu faaliyetleri örgütlemesi zorunluluğu ortaya çıktı. Ekonomik koşulların görece düzelmesi ile toplum hızla yaşlanmaya başladı, dolayısıyla sosyal güvenlik sisteminin etkinlik kazanması acil hale geldi. Merkezin gelirlerinin artması giderek artan toplumsal gerilimleri de kontrol altında tutabilmek için önemli görülüyor. Çin’in iç güvenlik ile ilgili harcamaları dış güvenlik

harcamalarını aşmış durumda. ABD’nin en önemli küresel rakibi olarak görülen bir ülke için oldukça garip bir veri olarak okunabilir ama şu anda Çin devleti için temel öncelik, oldukça sıra dışı bir politik model olarak kalan tek parti iktidarının sürdürülebilir olması. Bu anlamda geçtiğimiz ay içinde Tienanmen Meydanı çevresinde gerçekleşen patlamalar büyük paniğe yol açtı. Bu patlamaların kim tarafından gerçekleştirildiği de tam olarak anlaşılamadı ama Merkez Komitesi toplantısının en önemli kararlarından bir tanesi de Ulusal Güvenlik Komisyonu’nun oluşturulmuş olması. Bu komisyonun görevi “Parti önderliğinin devlet güvenliği alanında bütünleşerek daha da güçlendirilmesi” olarak belirtilmiş.

İhraç İkameci Kalkınma=İç Pazar + Orta Sınıf+ Otoriter Devlet

Çin 2008’de yaşanan küresel krize ve kendisi açısından çok önemli pazarlar olan ABD başta olmak üzere Batı ülkelerinde yaşanan durgunluğa karşı iç pazarını oluşturma kartıyla önlem almaya çalıştı. Merkez Komite toplantısının kararları bu yönde de okunabilir. Çin, dünya nüfusunun beşte birine sahip ve orta-

lama gelir sürekli olarak artıyor. Hızlanan kentleşme inşaat sektörünü son derece aktif hale getiriyor. Devrimin ilk yıllarından bu yana uygulanan ve kentlerle kırları radikal bir biçimde birbirinden yalıtmaya çalışan hukou sistemi gevşetiliyor. Böylece Çin kendi içindeki göçmen işçilik meselesine de bir yasal çerçeve oluşturmaya çalışıyor. Şu anda on milyonlarca işçi ikamet kaydı köylerinde olmasına rağmen kentlerde “illegal” bir biçimde ucuz işgücü olarak çalışıyor. Çin vatandaşları sadece ikametlerinin bulunduğu yerde kamusal hizmetlerden yararlanabildikleri için de şehirlerde çok kötü koşullarda yaşayabiliyorlar, yanlarında getirdikleri çocuklarını devlet okullarına gönderemiyorlar. Fakat iç talebi arttırmayı hedefleyen Çin’in artık kentle kır arasındaki ayrımları gevşetmesi bekleniyor. Ekonomik politika paketi dış pazarları iç pazarlarla ikame eden bir tür ihraç ikamesi olarak da değerlendirilebilir. Siyasi sitem ile ilgili köklü bir reform işareti ise tabii ki görülmüyor. En çok göze batan düzeltme, Laojiao “reeducation through labour” (çalışma yoluyla nefis terbiyesi) diyebileceğimiz uygulamanın lağvedilmesine dönük çalışma başlatılması. Bu kurum, belli bir konuda itiraz yükselten herhangi birinin yargılanmaksızın güvenlik yetkililerinin kararıyla 4yıla kadar hapsedilebilmesine olanak sağlıyor ve geniş kesimlerden çok fazla tepki topluyordu. Örneğin yakın geçmişte kızına tecavüz eden suçlulara verilen cezayı az bulan, bunu da yazdığı bir şikâyet dilekçesi ile ifade eden bir anneye yerel yetkililerin verdiği hapis cezası büyük tepki toplamış, imza kampanyaları düzenlenmiş en sonunda ceza kaldırılmak zorunda kalınmıştı.

rum başta Japonya olmak üzere bölge ülkeleri tarafından eleştirilmekte. ABD de bilindiği gibi söz konusu alanda B52 ağır bombardıman uçaklarını uçurarak tepkisini ifade etti. Daha sonra ABD Başkan Yardımcısı Biden, Pekin’e gelerek Çin’li yetkililerle görüştü. Olay bir küçük ada meselesi olsa kolay çözülürdü ama işin içinde tahmin edilebileceği gibi Doğu Çin Denizi’nde bulunduğu düşünülen zengin petrol kaynakları var. Çin bölge ülkeleri Japonya, Filipinler ve Vietnam ile sınır anlaşmazlıkları yaşıyor. ABD ise bölgede Çin’in güçlenmesinden tedirginlik duyan başta Rusya, Hindistan ve Japonya ile ortak bir tutum geliştirmeye çalışıyor. Bu bölgede işlerin ne yöne akacağı Rusya’nın Çin ve ABD ikilisi ile geliştireceği ilişki tarafından tayin edilecek. 1970’lerde NixonMao görüşmesi sonrasında bölgede başlayan diplomasi trafiği dünya tarihini etkileyen sonuçlar yarattı. Bugün Rusya ve ABD arasında ortaya çıkan ve İran’ın da içine çekildiği uzlaşma süreci aslında Çin’e dönük bir sarmalama operasyonunun prelüdü olarak da okunabilir. Sonuç olarak Çin’de sosyalizm yolunda atılacak adımlar için umut, yolsuzluklardan başını kaldırmayan, sosyalizmle alakası kalmamış Komünist Partisi’nde değil her gün ülkenin dört bir yanında türlü zorbalıklara rağmen inatla hakları için mücadele eden milyonlarca işçi ve köylüde…..

Doğu Çin Denizi Isınırken…

Çin ile ilgili son günlerde yaşanan en önemli politik gelişmelerden birisi de ülkenin Japonya ile arasında ihtilafa yol açan Daiyou/Senkaku adasını da kapsayacak bir Hava Savunma Teşhis Bölgesi ilan etmiş olması. Bu du-

25


Sosyalist Dayanışma / Aralık 2013

“ANLADIK İYİSİN” Seçkin TANDOĞAN

İnsana yakışanı inşa etmemiz için gelecek olan isyan dalgasına hazırlığımızı iyi yapmamız gerekli. Betonlaşmış sistemden kurtulmanın yolu rutinimizi bozmaktan geçer.

26

böylesi çok iyi, değiştirmeyelim hiçbir şeyi bunu mu diyelim güle oynaya? bardağı görelim de ölmeyi mi seçelim susuzluktan? boşunu mu alalım dururken dolu bardak. yani biz hep dışarda mı kalalım? titreyelim mi soğuktan içeri buyur edilmedik diye.* Yeraltından fay hattı geçen ülkeler arasında derece yapar durumdayız. Zelzeleye, gece yatıp sabah doğacak güneşe alışık olduğumuz kadar yakinen aşinalığımız vardır. Bizi en sevindiren, gözlerimizin yaşarmasına yol açan, dünya gözüyle bunu da gördük dediğimiz meşhur Gezi zelzelesini yazımızın devamında konu edeceğiz. Zira uzun zamandır her kapı Geziye açılıyor. O kapının açıldığı gezinin penceresinden bakacağız. Ülkenin nereleri risk altında, kaç metre derinlikte-uzunlukta, ne vakit kapıyı çalacak… Yeterinden fazla deprem uzmanıyorumcusu var, bunları onlara bırakalım. Her deprem sonrası tv ekranlarından yapılan yardım kampanyalarının reyting yarışının parçası haline getirildiği bir ülkede yaşıyoruz. Ekonomisini halkın ödediği vergilerden inşa eden devletin halkın zor günlerinde “yaraları sarabiliyor” olması gerekirken, hatırlamaktan bile imtina ettiğimiz 99 depreminin faturasını halkın üzerine yıkma kurnazlığı hafızalarımızdadır. 2011 Van depremi bu gidişle içimizin hiç ısınmayacağı tarihsel olaylardan biri. 99’ un başına gelenler 2011’de de sırasıyla yaşanıyor. Ne ekranlarda toplanan milyon liralar ne de dökülen gözyaşı! Gölcük depremi sonrası konteynerlarda kalanlar zorla çıkarılmışlardı. Bugün Van’da da aynısı yapılıyor. Devletin ne dediğinden çok ne yaptığı-yapmadığı bizi ilgilendiriyor. “Van İçin Tek Yürek” sloganıyla başlatılan kampanyada 3,5 milyar para top-

lanır, 1,5 milyarı TOKİ’ye ev yapması için verilir, geri kalanının nerede olduğu bilinmez (Gerçi Bakan Bağış duble yolların kaynağı olarak açıklama yapmıştı). TOKİ ise toplanan yardımlarla yaptığı evleri 75 bin liradan başlayan fiyatlarla satışa çıkarır. Yaşadığımız kentlerde yüzümüzü nereye çevirsek inşaat görürüz. Mahalleler salgın hastalıktan arındırılırcasına, yoksullara sürülme harekatı başlatılır ve koca koca binalar inşa edilir. Ülkemizde yüz binlerce konut fazlalığı olduğu söylenirken nasıl olur da insanlar çadırlarda, konteynerlarda veya sokakta kalabilirler. Hele ki hangi akla nizama göre konteynırlarda yaşamak zorunda kalan insanlar sokağa atılmak istenir. Konteynırlardan çıkarmak için önce elektriğini, sonra suyunu kesiyor devlet. Polis, nöbet tutmak zorunda kalan depremzedelerin boş anını gözlüyor boşaltmak için. Gökdelenler kim için yapılır? Geçtiğimiz günlerde dev plazaların dibinden geçerken radyoda spiker “çadırlarda kalan ailelerin polis zoruyla sokağa atıldığını” bildirdiğinde öfkemizin haklılığına bir kez daha inandım. Bir tarafta evlerinden yurtlarından edilmiş insanlar sokakta kalmamak için, barınma hakkı mücadelesi verirken, diğer tarafta lüks içinde yaşayan mütayyipgiller. İnsanın doğduğunda var olan haklarından biri de barınma hakkıdır. Ne devletin nede bireylerin bunu engelleme ya da bundan alıkoyma hakkı vardır. Van’da hala insanlar soğuktan tir tir titriyor, kış günü sokağa atılıyorsa, kentler yağmalanıyor, halk sürgün ediliyorsa, suçun büyük kısmı senindir... İnsanım diyebilmek için bir şey yapmalı. Gezi zelzelemiz iyi bir işaret verdi. İnsana yakışan bir dünya kurmanın mümkün olduğunu ortaya koydu ve tadına bakmamızı sağladı. Aynı tadı almamız ne zamana nasip oluru

söylemek kâhinliğe girer, bu da bizim işimiz değil. Fakat Gezi parkında kurulan 15 günlük yaşam, gerçek anlamıyla insana yakışandı. Örgütsüz bir toplumla yapılabilecek belki de en güzel diriliş ve direnişti. İnsana yakışanı inşa etmemiz için gelecek olan isyan dalgasına hazırlığımızı iyi yapmamız gerekli. Betonlaşmış sistemden kurtulmanın yolu rutinimizi bozmaktan geçer. Daha fazla örgütlenmek, daha fazla örgütlü yaşam ve olmazsa olmazımız örgütümüz. Bugün örgütlülüğümüz yeterli değil ise senin rahatlığındandır, en çok da kendini katmamandandır. Egemenlerin işi halkı yoksullaştırmak, her türden zulmü yapmaktır. Sen ne yapıyorsun, önemli olan da bu değil mi? Anladık iyisin, Ama neye yarıyor iyiliğin./Seni kimse satın alamaz,/Eve düşen yıldırım da/ Satın alınmaz/Anladık dediğin dedik,/Ama dediğin ne?/Doğrusun, söylersin düşündüğünü,/ Ama düşündüğün ne?/Yüreklisin,/Kime karşı?/Akıllısın,/Yararı kime?/Gözetmezsin kendi çıkarını,/Peki gözettiğin kimin ki?/Dostluğuna diyecek yok ya,/ Dostların kimler?/Şimdi bizi iyi dinle:/Düşmanımızsın sen bizim/ Dikeceğiz seni bir duvarın dibine/ Ama madem bir sürü iyi yönün var/Dikeceğiz seni iyi bir duvarın dibine/İyi tüfeklerden çıkan/İyi kurşunlarla vuracağız seni/Sonra da gömeceğiz/İyi bir kürekle/İyi bir toprağa.* *Bertolt Brecht


Aralık 2013 / Sosyalist Dayanışma

İ

FİLLER & ÇİMENLER ve SURİYE

ç savaş başladığından beri Suriye’ye dair çok şey yazıldı çizildi. Birçok tespit yapıldı. Bu yazıda ABD’nin Rusya ile olan pazarlığından ya da İran’ın yaptırım gücünden bahsedilmeyecek. Suriye’de Irak’ta 2006’dan bu yana ne olduysa aynısı yaşandı; “Filler tepişirken çimenler ezildi.” Yer İstanbul, Şişli… Yıl 2013… Aylardan Kasım, öğle vakti, hava güneşli olmasına rağmen dışarıda iç tırmalayan bir soğuk var. Meşhur Şişli Cami’nin önünden geçerken durakların ardındaki kaldırımdan bir ses geldi “Suriye” diye. Kafamı çevirip, baktığımda kaldırımda oturmuş bir aile ile karşılaştım. 35 yaşlarında bir adam yanında ondan daha genç olan eşi ve kız çocuklarıyla kaldırımda oturup, gelip geçen insanlara kağıt mendil satmaya çalışıyordu ve satarken ağzından dökülen tek söz “Suriye”. Suriye kelimesinde kristalleşen savaşın keskinliği, yokluğu ve çaresizliği. Belki Halep’in ya da Şam’ın bir sokağındaki evlerinden sökülüp İstanbul’un en işlek caddelerin birine sürüklenmiş bir aile. Bu durum üzerinden politik tespit yapıp, faturayı iktidarlara ya da kıta ötesi güçlere bağlamayacağım. Evet, onlar tartışmasız bu vahşetin sorumluları ve binlerce insanın katilleridirler, ama kaldırımda oturan aile için kocaman bir şehrin, İstanbul’un üç maymunluğuna ne demeli bilemiyorum. Bahsettiğim üç maymun hali; kamuoyunun harekete geçmesi ya da bir vicdan meselesi değil. Çünkü vicdan ve kamuoyu denen illüzyonun;”itaatkâr bedenler yaratan bir iktidar organından” öte bir anlam ifade etmediği açık. Tüm bunlar olurken büyük şehirlerdeki sokaklarda ya da parklarda görünür hale gelen Suriye’li aileler sanırım bazı “vicdanları” rahatsız etmiş olacak ki, İstanbul valisinden şu açıklama geldi. Mutlu, “Suriye’li

geçici sığınmacıların şehrimizde meskensiz olarak, açık alanlarda konaklamaları hepimizin dikkatini bir süredir meşgul etti. Bu durumdaki sığınmacılara sürekli olarak, devletimizin Kızılay vasıtasıyla hazırladığı kamplara kendilerini götürebileceğimizi anlattık. Ancak ısrarla yaptığımız bu yönlendirici yardım tekliflerimize olumsuz yanıt verilerek kamplara gitmeyi kesinlikle tercih etmediler. Ancak yaklaşan kış şartları, soğuyan havalar nedeniyle doğabilecek olumsuzlukları düşünerek yeni bir inisiyatif geliştirmemiz gerekti” dedi. Haberin ilerleyen kısımlarında Tuzla’daki bir kamptan söz eden vali, ardından ikna olmayan Suriye’lilerden yakınarak İstanbul halkının Suriyeli aileleri ikna etmesi ya da olası durumlarda 155’i aramasını söyleyip adeta “ihbar” iması taşıyan kapalılıkla şunu demeye getiriyor; “biz valilik olarak üstümüze düşeni yaptık, ancak rahatlarına pek düşkün Suriyeli aileleri ikna edemedik” deyip işin içinden şark kurnazlığı ile sıyrılmaya çalışıyor. Kamuoyu vicdanı dediğimiz şeye yumuşak bir geçişle dokunan bu açıklama ile kamuoyu vicdanını; “.... kardeşim devletimiz, bu kışta kıyamette yer vermiş, ilgilenmiş, gerisi Suriyeli ailelerin bileceği iş ne halleri varsa görsünler...” şeklinde bir açıklama ile “rahatlatmaya” çalışıyor. En hafif tabirle pişkinlik diyebileceğimiz bu halet-i ruha Başbakan yardımcısı Beşir Atalay’ın bir televizyon programında verdiği istatistiki bilgiden devam edelim. Altı yüz bine yakın Suriyeli mültecinin ülke sınırları içinde yaşadığı, bunların iki yüz bininin sınır bölgelerine yakın illerde kamplarda kaldığı diğer dört yüz bin kişinin ise yine sınır bölgesindeki illerde yoğunlukta olmak üzere, İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerde yaşadığını söyledi. O da valisi gibi sözü dönüp dolaştırıp, parklarda, caddelerde, metro önlerinde açıkta kalan Suriye’li ai-

lelerin devletin gösterdiği kamplarda kalmak istemediğinden dem vurup aynı koroya katılıyor. Üstüne üstlük bu kampların gider tablosundan, harcanan paralardan bahsedip, diğer müttefiki (Katar, ABD, Suudi Arabistan...) olduğu ülkelere veryansın ederek vicdanların ücretini açıklamaktan da geri durmuyor. RTE’nin meydanlarda da konuşmalarından eksik etmediği Suriye’deki mazlum halk ile yardımlaşmasının bedeli bakanlarının serzenişleri ve valilerinin olaylara bakış açısıyla fazlasıyla ortada. Oysaki Müslüman diyalektiğine göre “sağ elin verdiğini sol el bilmez” iken AKP Suriye’de kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez mantığıyla yürüttüğü politikalardan umduğunu bulamadığından olacak ki kendini “vicdan” muhasebesinde yalnız hissediyor. Sanki Suriyeli aileler keyiflerinden mülteci kamplarından kaçıyor. Aslında bu kamplar hakkında o kadar az şey biliyoruz ki ne olup bittiği hakkında elle tutulur bilgi yok. 3 yıldır süren iç savaş sürecinde kamplarda büyüyen çocuklar, aileler, yaşlılar, kadınlar, erkekler ne yapıyorlar? Ya da biz böyle sorular soruyor muyuz kendimize? Umurumuz da mı? Medya sansürü, şehrin ücra köşelerine kurulan toplumdan yalıtık kamplarda insanların öylece yaşaması ve bir savaşın gölgesinde geçen seneler ve Ortadoğu’daki halkların “kaderi”. Buna benzer diğer bir yalıtılmışlık, coğrafik, politik ve sosyal olarak Rojava’ da mevcut. Rojava halkları görece bu ablukayı iç direnişleri ile kırmayı başarıyor. Suriye’nin diğer bölgelerinde ise kaos ve savaşın tüm acımasızlığı hala can yakıcı düzeyde. Meydanlarda, sokaklarda “... Savaşa Hayır”, “...Barış İstiyoruz..” diye bağırırken, mitinglerde, eylemlerde söylenmiş sıradan bir slogan gibi gelebilir. Şimdi anlaşılıyor ki daha gür sesle “SAVAŞA HAYIR” demek gerekiyor.

Edip BİLİŞ

Belki Halep’in ya da Şam’ın bir sokağındaki evlerinden sökülüp İstanbul’un en işlek caddelerinden birine sürüklenmiş bir aile. Kaldırımda oturan aile için kocaman bir şehrin, İstanbul’un üç maymunluğuna ne demeli bilemiyorum. Bahsettiğim üç maymun hali; kamuoyunun harekete geçmesi ya da bir vicdan meselesi değil. Çünkü vicdan ve kamuoyu denen illüzyonun; ”itaatkâr bedenler yaratan bir iktidar organından” öte bir anlam ifade etmediği açık.

27


ltacı, Ali a B iz z A , u ç p o atır, T B n in a t f e İr Ç , , k iz li n e e Ç d a n r a a r K ıraş, Şük T e in m E , z e lm tlu, Ethem Ö u K h p e n y e Z , k a r, Beytulla m Ir ur, Dursun d k a Mesut B , n z a a s a m ıl H , Y ın i d d y m a H met A , mail Kıllı İs , lı ıl K a Asal f a n t a s u m h M a r ı, r ğ a d le Abdu ü G lak, Naci o S t a r azan u m M a , R lı a i, L lt a u B h t ig e Q r , ik y F a r, ge, Ali Ab il B ç a ir S t e n, Hakan m u h z e U M im h a r İb , r ümüştaş, e c n ar, Ali Tu K n a s a , Yılmaz H e , f E ın d n y a A m t s a O , lu ğ , Mur o r un, Salih E s r u D , Hac m k e a r r r p a o h T u r M e , f y A , ık çayırlı et Alakır m h e M Bila i, , c r e m c e n G u T il n a a m z o İs B , t n e a iv ammHayatını ev işçiliğinden r, Sone uhkadındı. , Mbir Rukiye Şimşek 42 yaşında 2K çocuk annesi ç ın ıl l a il B , r o m m ha zan Çına a m a R , met Dolikazanıyordu. a s s io m a H il 13 Kasım 2013 tarihinde Bostancı‘da Ev işçisi a DaŞimşek isRukiye kinc eysi Derihamar, Vaerdi Tetik, Ali Saklavacı, Harbinaz E, Emi yaşamını yitirdi. av evin penceresinden düşerek Hüdçalıştığı k Yoldaş le e M l, a s , Serhat Alp4., katta y U im s a , R tarafından; nişveren dırga ılDevlet Y n a s a z, Alim Ko ve a H , m r a ıl d Y n ü m a D r t y a ha B l, o r r Özvegişügüvenliği dasağlığı r e S , , Hüseyi k n ü e y c ü v B E r l e a ev işçilerinin işçi hiçe sayıldığı için m m Ö e C , t an, r e Servet Cöm , ş u k ci, Sua la in A k E ip c a e z a N t , r ü u M , Rukiye Şimşek şimdi aramızda değil. ç r Bük a , Mesut Kır lu ğ ıo d lışka a a K Ç n im a h z a a r m İb a , R r , E ir t e m e ven, Mehm e s k a r p o T h u Tagay, Ze N i ., t Ö a c e N l, a d ar, Alican y e K r ulut, Onu B n a s h min Çoba a E N t , e z m a h m e z o M , ın ri T d y A an, Bekir m u D n a e, Veys in lg S e , n t Ö r u in K t t t a e m a iz , Mur N iğit Ulaş, y a r a K n l Şahi a a d h r z u E ğ , O a , y r a k ıl ız K an Süre en, Yalçın k E r a ş a Y , ç ü san Okumu r a Ö H , n k e b z Ö n a kı, Gökha h r O , rahim Yiğit İb , r e , Ali Asla v n e u s g n r a u t a V f V u s in u Y , a ., Em r a ay, Mesut K v s u R tçüoğ n ü a S m n s e O m , k k ö e G ş , r a t y sa Şim A ğlu, Murat o ç a t y ılma A Y n k a u r m a y F , le ü ız S s , a r s e a k T e ç r t fe ıdvan Dör R , t u k y A r a ş a Y , Yusuf Ada l, li u e ğ m iz ç a r a stafa Özo K n a m en, Süley k E t e met Ilım m h h e e M M , i, lı k a a v Ş O m e khan iz G Çetinkaya, in k ç e Ali Kö S , , ş n a a t c k e ir P m e t e m h e rsun D M Güneşli, im h a arsl r lp İb A , , r ıç u ğ ıl U K r li ü A g z t Ö e , m u ğ eh ürsel Do M , ik d e G y a r u Topçu, A N n , a k f e İr , iz n e d a kiye Şimş r a K emir İlyas D li A mine Tır , E r , z le e r e b lm r Ö e h B a ll u t nalı y e n Ezdar, B a m y le ü r, Durs S u , d r k a a d B z E n a li s a H , ın ltacı, A d immet Ay H , ır t İsm a , B lı ıl in t K e Ç n , a k m li h e a Ç r r n u a d r ük Eker, Ab m e h t E , lu t u K Murat Sol , p e lı a lt a B t e r mak, Zeyn ik F , sut Hazır e M , z a Siraç Bi m t e ıl Y m h i e d m M , a ş a t ş llı, H ü m al, Ali Gü s A a f a t n Kar, s a u s a M H ı, , ğ a ın d d y A t a r aci Güle u n Kaya, M a z a m Durs a R m i, e L r r u a h h ig u Q M , y , a lı b ır A y li n Kuruça a k a H , n u z U emci, Meh im G h a il a m İs , n a v uncer, İbr li h e , Yılmaz P e f E n a Bilal Kıl m , s r O o , m lu m ğ a o r h li o D t alih E e Hacı Mehm , k a r p Vaisa o , T r a r e m f a y ih A r , e D i s y lakırık e ilal ., Üv B , r e c n dav u ü T H n , a z lp o A B t t a e h r m e m S a h i, Mu Soner Zek , r a ın Ç n a z ndar, Ha a ü m D a R t a h r e F i, c amiossa, in k arbinaz E H ı, c a mer Bü v Ö la , k n a la S y e li C A in m E , etik, ş elek Yolda M l, a s y kü, N ü U B im r s u a ğ R U , , n ç o K m ıldırga z, Ali mir, Rama ol, Bayram Yılma 2013 Ylında En Az 1145 İşçi Yaşamını Yitirdi. Sadece Kasım 2013’te en az 128 kişi yaşamını yitirdi.

KAZA DEĞİL BU BİR CİNAYET!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.