Kürt Sorununda Yeni Süreç Türk Dış Politikasında “Yeni” Hayal: “Türk-Kürt İttifakı ve Lider Ülke Türkiye…” Fiyatı: 1,5 TL
www.sodap.org
MART 2013 YIL: 3 SAYI 19
Dayanışma Taktiği ile Yeni Mevziler Yaratmak “Erkek Muhabbeti”nin Nereye Gideceğini Kadınlar İyi Bilirler!!! Bizim Sefaletimiz, Onların Milyar Dolarları Artıyor! Satılık Hayatlar Tiyatrosuna Son! Dayanmayacağız... Katlanmayacağız... Bu Düzeni Değiştireceğiz! Üniversitenin Akp’yle On Yılı Taşeron: Çalışırken Var, Ölürken Yokuz! İşgal Edilen Fabrika İşçilerin Denetiminde Üretime Başladı Bulgaristan Ne Yapacak? Sancılı Bahar HDK’den Onurlu Bir Barış İçin Kampanya
Sosyalist Dayanışma / Mart 2013
18 SANİYE, KEMİKLERİ TUZ OLAN İŞÇİLER, AKP’NİN YALANLARI…
TEKMİLİ BİRDEN DEĞİŞECEK! Bir düzende hem dolar milyarderlerinin sayısı hem de yoksulluk sınırının altında yaşayanların sayısı aynı anda artıyorsa bu toplum ilerliyor mudur? Türkiye’de geçen yıl dolar milyarderlerini sayısı 35’den 44’e çıktı. Yine Aile Bakanlığı’nın 2011 yılının anketine göre ailelerin %60’ı 1400 liradan az gelirle yaşıyor.
İsmet Demir Yoldaş Ölümsüzdür!
Böylesi bir saçmalık ancak kapitalizmde mümkündür. Kapitalizmin bütün bu aşırılıkları, her şeyin kâr için olması, insanın unutulması, bunca zenginliğin içinde bu kadar büyük bir yokluk yaşanması, aşırı çalışma, iş kazaları, yoksulluk, güvencesizlik, performans çılgınlığı basbayağı bildiğiniz deliliktir. Kapitalizm böylesi bir deliliği bizlere normalmiş gibi, başka bir hayat mümkün olamazmış gibi yaşatmaya çalışıyor. Çünkü büyüyen servetleri, milyonların bu çılgınlığı sorgulamadan yaşaması sayesinde şişip urlaşıyor. Türkiye’nin en zengininin serveti saniyede 40 lira artıyor. Asgari ücret kadar artması için 18 saniye yeterli. Bir ay boyunca çektiğimiz çilenin karşılığı olarak, zamanında alamadığımız maaş ve 18 saniye. Güvencesizlikten dolayı sineye çekmek zorunda kaldığımız hakaretler ve 18 saniye. İnsanlıktan çıkarcasına çalışmamız ve 18 saniye. Kapısı kilitlenip yaptırıldıkları mesaide yanıp kül olan kadınlar ve 18 saniye. Yanarak öldükleri gün sigortalı yapılan, kanlarıyla AVM betonlarını sulayan işçiler ve 18 saniye.
İsmet Demir 16 Mart 1979
AKP bu zulmü görünmez kılmanın telaşındadır. Yoksulluğu gizlemek, görünmez kılmak için kırk takla atmaktadır. Sahte saflaşmalar üretmektedir. Yoksulluğun hep devamını sağlamak için sadaka ağları örmektedir. 18 saniyeyi bilmememiz için perdeleme yapmaktadır, kafaları karıştırmaktadır.
Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 3, Sayı: 19 Mart 2013 Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Sezgin Kartal Adres: Piyalepaşa Mah. Can Sk. No: 8/B Beyoğlu İstanbul sosyalistdayanisma2010@yahoo.com www.sodap.org Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34
2
Sinop’ta HDK milletvekillerine saldırtılan yoksul çocuğu faşistler 18 saniyenin sırrını çözmesi, düşünmesi istenmeyen bir sınıfın milliyetçilik safsataları ile kafaları boşaltılmış üyeleridir. Samsun’da geçen ay üzerine binlerce tonluk deponun düşmesiyle kemikleri un olan 5 işçinin AKP yalakası patronu böylesi bir öfkeye maruz kalsa bu ülke bu anlamsız şovenizm hezeyanlarına bu kadar insanını feda etmezdi. AKP, Kürt Sorununu istismar peşinde. Erdoğan yine bir tek kendi konuşsun, herkes sussun istiyor. Suriye’de yere çakılan “her şeyi bilen adam”, Kürtleri birbirine düşürerek yol almaya çalışıyor. Suriye’den sonra bir kez daha çuvallaması kaçınılmazdır. Bu ülkenin devrimcileri yaşasın halkların kardeşliği diye her bağırdığında, hepimiz Kürdüz diye haykırdığında ağzından terör herzesinden başka bir şey çıkmayanlar, bu halkın onlarca yıldır yaşadığı acıların bedelini kime nasıl ödeyecektir? SODAP, bu tabloya seyirci kalmanın kendisine ve geleceğine en büyük ihanet olduğuna inananların örgütüdür. Bugün bütün bu anormalliklere sessiz kalanın yarın ah vah etmeye bile hakkı kalmaz. 18 saniyenin sırrı, alınteri dökenlerin dağınıklığındadır. 18 saniyenin geleceği emekçilerin yıkan ve yaratan öfkesinde gizlidir. Dayanmayacağız! Katlanmayacağız! Değiştireceğiz!
Mart 2013 / Sosyalist Dayanışma
KÜRT SORUNUNDA YENİ SÜREÇ
Ö
nceki açılımla karşılaştırıldığında yeni süreçte coşku yok, ihtiyat var. Bu ortamı son iki yıldır yaşananlar yarattı. Özellikle AKP’nin “Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşların sorunu vardır” çizgisine gelmesi ve sürekli olarak Kürtleri aşağılayan açıklamalar yapması; son olarak “kucaklaşan vekiller”e dokunmak için hazırlıklara girişmesi sonrasında başlayan İmralı sürecine ihtiyatın hâkim olması çok doğaldır. Kürt Halkının AKP’nin son politikalarının etkisiyle moral olarak Cumhuriyet’ten kopma sürecine girmesi ve bölgedeki gelişmeler, iktidarı sorunu yeniden ele almaya zorlamıştır. Yeni başlayan süreçte önemli olan, pazarlık masasına otururken iktidarın yaklaşım mantığıdır. Önceki açılım sürecinde söylenen bütün güzel sözlere rağmen iktidarın temek mantığı PKK’nin tasfiye edilmesine dayanıyordu. Bu yoldan hiçbir yere varılamayacağı baştan belliydi, Habur coşkusunu AKP kaldıramadı. Açılım çöktü. Bugün sürecin nasıl gelişeceğiyle ilgili pek çok söylenti ortada geziniyor. Söylentiler üzerinden gidilemeyeceğine göre iki somut veriden yakın geleceğe bakmaya çalışalım. Birisi Öcalan’ın yaklaşımıdır. Görüşmelerde sürece demokrasi açısından yaklaşıyor, kendi deyimi ile “en köklü adım”: “demokratik kuruluş ve demokratik yaşam süreci”dir. Kürt sorununun köklü çözümü güçlü bir demokratikleşmeden geçer. Buna şüphe yok. Ancak AKP’nin böyle bir yönelişi var mı? Kesinlikle hayır! AKP kendi demokrasi anlayışının sınırlarına gelip dayanmıştır. Halkların çok güçlü direnişi ancak bu sınırları zorlayabilir. Bu gerçekten dolayı süreç çok zorlu ve sancılı yaşanacaktır. İkinci somut veri, Başbakan’ın hemen her gün yaptığı açıklamadır: “Teröristler sınırdan ikinci ülkeye gittiği anda bu süreç fiilen başlamış olacaktır.” Nasıl bir süreç başlayacaktır? Sürecin uygulama teminatları nelerdir? Bu konuna
iktidar yönünden yapılmış hiçbir açıklama yoktur. Yaşanmış deneylere baktığımızda Başbakan’ın bu açıklamasından tarafları dikkate alan bir yaklaşım çıkartmak imkânsızdır. Gerilla çekilirse AKP kendi yolunu temizlemiş olacaktır, geriye çok bildik oyalama taktiklerinin devreye sokulması kalır. Ancak burada çekilme için Öcalan’ın Başbakan’ın açıklamaları yetmez “meclis kararı” gerekir şartı çok önemlidir. Böyle bir durum konuyu “terörle mücadele” seviyesinden mecliste ele alınan bir siyasal sorun seviyesine çekecektir. Oysa Başbakan daha yapılan görüşmeleri bile içine sindiremediği için “biz hükümet olarak görüşmüyoruz, devlet organları görüşüyor” diyebiliyor. Böyle bir konuyu meclise getirebilecek midir? AKP konuyu siyasal bir seviyeye yükseltme cesaretini gösterirse sürecin yürüme olasılığı artar. Yoksa tamamen pragmatik bir yaklaşımla ilk elden arazi temizliği yapılıp, sonra inisiyatifi ele almanın rahatlığı ile ipe un serilmeye başlanırsa bu gidişin sonu tam bir felaket olur. Bu deneyi Kürt Özgürlük Hareketi bir kez ikibinli yılların başında yaşadı. Benzer bir hatanın tekrarı için hiçbir neden yok. AKP hükümeti, o günlerin üçlü koalisyonundan daha güvenilir değildir. AKP iktidarı ilk adım olarak PKK’nin sınır dışına çıkmasını dayatırsa böyle bir başlangıç sürecin devamını tehlikeye sokar. İktidar yanlısı medyada niyetler açık açık sırıtıyor. AKP inisiyatifi eline aldığında ortaya güçlü iki olasılık çıkacaktır. İlki, Öcalan ile Kandil arasında sözde çelişkiler yaratıp Kürt Özgürlük Hareketini itibarsızlaştırmak AKP’nin ilk elden elinin altında duran bir silahtır. Bu konuda gürültü çıkartmak için yeterince araç ve güce sahiptir. İkincisi, gerillayı sınır dışına çıkarttıktan sonra bölgede “dostlarının” yardımıyla kuşatmak ve tasfiye yolları aramaktır. MGK toplantısından hemen sonra
Kandil’in bombalanması bunun en taze kanıtıdır. Ancak Barzani ve İran’ın yardımı olmadan Türk devletinin bu konuda sonuç alabilmesi imkânsızdır. Türk devleti bu konuda elinden geleni yapacak, özellikle Barzani yönetimini hem tehdit, hem işbirliği ile sıkıştırmaya çalışacaktır. Fakat AKP iktidarı Suriye konusunda olduğu gibi yine önemli bir değerlendirme hatasına düşüyor. Bölgede oyun kurucu bir güç olmayıp oyun seyreden bir güç olduğunu kabul etmeye yanaşmıyor. “Kuzey Suriye gibi bir oluşuma müsaade etmeyiz” diyen Başbakan elbette bölgedeki güç dengelerinden haberdardır, ancak bunları kabul etmekte zorlanıyor. Kuzey Irak Kürt Yönetimi oluşurken ne çok “kırmızı çizgi” ilan edilmişti! İmralı görüşme tutanaklarının basına sızması sonrası özellikle iktidar yanlısı medyayı kaplayan hezeyan AKP’nin kendini nasıl bıçağın sırtında hissettiğini ortaya koyuyor. Öcalan’ın çok doğal olarak kendi koşullarını öne sürmesi karşısında çılgına dönen medya her söyleneni tehdit olarak algılıyor. PKK’nin bir pazarlık gücünün olması-bunun seviyesi üzerine yapılan tartışmalara girmeyeceğizAKP kurmaylarını çileden çıkarmaya yetiyor. Onlar 2012’de yenik düşmüş bir PKK ile pazarlık yaptıklarını sanıyorlar. Burada aslında AKP iktidarını telaşa sürükleyen, bölgede yaşanan gelişmelerdir. Kürt sorunu artık bütün bölgeyi ilgilendiren bir sorundur. Kürdistan, lanetli bir kavram olmaktan çıkmış, kırk milyonluk bir halkın yakın özlemi haline gelmiştir. Bu özlemi AKP iktidarının tehditleri veya Süleymaniye ile sıkı “ticari ilişkileri” engelleyemez. Son olarak, politik atmosfer hızla şovenist bir havaya girebilir. İmralı süreci aynı zamanda Türk halkının da bir demokrasi sınavı olacaktır. Kürt ve Türk halkları arasında yıllardır örülen şovenist duvarın hırpalanması ve giderek yıkılması demokratikleşme yolundaki tek alternatiftir.
Mehmet YILMAZER
AKP konuyu siyasal bir seviyeye yükseltme cesaretini gösterirse sürecin yürüme olasılığı artar. Yoksa tamamen pragmatik bir yaklaşımla ilk elden arazi temizliği yapılıp, sonra inisiyatifi ele almanın rahatlığı ile ipe un serilmeye başlanırsa bu gidişin sonu tam bir felaket olur.
3
Sosyalist Dayanışma / Mart 2013
TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA “YENİ” HAYAL:
“TÜRK-KÜRT İTTİFAKI VE LİDER ÜLKE TÜRKİYE…”
Salih İNCESOY
“Oyun kurucu lider ülke” olma hedefiyle yola çıkılıp, kısa süre içerisinde sahanın kenarına alınmak bile yeni Osmanlıcıların azmini kıramıyor. Şimdi yeniden bölgeye yönelik iştah kabarmaya başladı. Oluşacak ya da emperyalizm eliyle oluşturulacak Ortadoğu tablosunda Türkiye’ye biçilen rol, tükenmek bilmeyen hevesi bir kez daha canlandırdı. “Türk-Kürt ittifakı” üzerinden bölgesel liderlik… Yeni tartışma konusu bu.
AKP, Ortadoğu’nun Liderliğine Soyunma Adına Yeni Bir Hayalin Peşine mi Düştü?
“Komşularla sıfır sorun” politikasının iflasıyla birlikte tüm komşularıyla kavgalı duruma düşen Türkiye’nin emperyal hevesleri tükenmiyor. “Oyun kurucu lider ülke” olma hedefiyle yola çıkılıp, kısa süre içerisinde sahanın kenarına alınmak bile yeni Osmanlıcıların azmini kıramıyor. Şimdi yeniden bölgeye yönelik iştah kabarmaya başladı. Oluşacak ya da emperyalizm eliyle oluşturulacak Ortadoğu tablosunda Türkiye’ye biçilen rol, tükenmek bilmeyen hevesi bir kez daha canlandırdı. “Türk-Kürt ittifakı” üzerinden bölgesel liderlik… Yeni tartışma konusu bu. Emperyalizmin pazarlık masalarında böylesi bir ittifak seçeneğinin de gündemde olduğu açık bir gerçek.
İlk Yeni Osmanlı Turgut Özal: “21. Asır, Türk Asrı Olacak!”
Aslında bu stratejik plana ilk heves eden, 90’lı yılların başında Turgut Özal’dı. 91’de ABD’nin
Bölgeye gözlerini dikince Musul ve Kerkük’ü, Musul ve Kerkük’e bakınca varil varil petrolü gördü ve “21. asır, Türk asrı olacak” deyiverdi. O arada ABD müdahalesiyle açığa çıkan durum, güneyin Kürtlerinin Saddam’ın BAAS rejimine karşı ayaklanacağı zemini yarattı. Güneyli Kürt lider Barzani’yle Turgut Özal’ın “yakın dostluğu” bu dönemde başladı. Güneyli Kürtlerin hamisi olunacak, bu kapıdan Osmanlı yadigârı topraklara adım atılacak, petrol bölgelerinde etkin pozisyon alınacaktır. Fakat bu büyük planın uygulanabilmesi bir şarta bağlıydı. Kuzeyli Kürtlerin isyanı yatıştırılmalıydı. Kendi ülkesindeki Kürtlerle yürütülen savaşın olanca yükü devletin sırtındayken, Ortadoğu’ya sefere soyunmak mümkün olamazdı. 1993 yılında Kürt Özgürlük Hareketi’ne Talabani aracılığıyla ateşkes mesajı iletildi. 15 Nisan’daki ateşkes ilanından iki gün sonra Özal’ın sır dolu ölümü gerçekleşti. Özal’la parlayan yeni Osmanlıcılık hayali bir başka konjonktürel fırsata ertelendi… Şimdi yeniden Özal’lı yılları hatırlatan tartışmalar yaşanıyor. Ortadoğu’da gelişen süreç, birilerini o tarihsel fırsatın Türkiye’nin ayaklarının dibine geldiğini düşündürüyor. Türkiye AKP’nin ustalık döneminde yine “Türk asrı”nı yaratma yolunda şahlanmaya mı hazırlanıyor?...
“Ortadoğu Haritası Değişiyor mu?”
Irak’a saldırısıyla sonuçlanan Körfez krizi sürecinde cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturuyordu Özal. Kriz sürecinde oluşacak yeni tabloda Türkiye’nin etkin bir rol alacağını düşünüyordu rahmetli.
4
Arap isyanlarıyla açılan tarihsel dönem, Libya hamlesiyle başlayan emperyalist müdahaleyle yeni bir safhaya taşındı. Günümüz çok kutuplu dünyasının stratejik paylaşım alanı Ortadoğu kazanı fokur fokur kaynıyor. Küresel güç merkezlerinin paylaşım kavgasının bölgeye izdüşümü, mezhep çatışmaları görünümünde cereyan ediyor. Emperyalizm tarafından
çizilen yüz yıllık Ortadoğu tablosu eklem yerlerinden çatırdıyor. Ortadoğu, yeni bir çehreye doğru yol alıyor. Yeni tablonun oluşumunda bu kez emperyalist güç merkezlerinin yanı sıra ezilen halklar da etkin bir bileşen olarak denklemde yerini alıyor. Bugün iç çatışmalarda ve bölgedeki saflaşmalarda açığa çıkan görüntüye kabaca bakılacak olursa, Şii-Sünni-Kürt bloklaşması göze çarpıyor. Söz konusu bloklar birbirlerinden kesin sınırlarla ayrılmış değil. İç içe geçmeler, blokların kendi içerisinde gerilimler söz konusu. Fakat yine de açığa çıkan bu tablo şu soruları beraberinde getiriyor: “Ortadoğu haritası değişiyor mu?” “Yeni tablo Şii-Sünni-Kürt bloklaşması üzerinden mi çizilecek?” “Şii bloğunun güçlenen ağırlığı, Sünni-Kürt yakınlaşmasıyla mı tersine çevrilecek?” Bu sorulara verilecek yanıtlar, emperyalist paylaşım planlarının ve bu anlayışla yürütülen pazarlıkların içeriğini belirleyecek nitelikte.
Irak ve Suriye’deki Parçalı Yapının Durumu…
Komşularımız Suriye ve Irak’a baktığımızda göze çarpan gelişmeler bu soruların gündeme gelmesini anlamlı kılıyor. Suriye’de iki yılını dolduran iç çatışmalara karşın Esad iktidarda. Süreç uzuyor. Fakat Suriye haritasından fiili olarak ilk kopan parça özgürleşen Rojava Kürdistan oldu. Yani harita şimdiden fiilen de olsa değişti. Geriye kalan ana aktörler azınlık Nusayriler ve çoğunluk Sünniler. Bu iki parça birbirinden kopmuş değil. Önemli bir Sünni nüfus ki Suriye burjuvazisi bu nüfusun etkin bir parçası, Esad iktidarı altında Nusayrilerle birlikte davranıyor. Irak’ta Kürtler, zaten uzun süredir fiilen ayrı bir parça. ABD’nin işgalinden sonra Sünni nüfusa
Mart 2013 / Sosyalist Dayanışma
dayalı BAAS iktidarının etkinliğinin kırılması, güneyli Kürtlerin olduğu kadar Şii nüfusun da elini güçlendirmiş durumda. Irak’ta işgal sonrası oluşan yönetim tablosu bu parçalı yapının bir yansıması. Cumhurbaşkanı Talabani Kürt, yardımcısı Haşimi Sünni, başbakan Maliki Şii. Bu parçalar arasındaki dinmek bilmeyen gerilim, ABD’nin Irak’tan çekilmesiyle birlikte büyük bir ivme kazandı. Hakkındaki ağır suçlama nedeniyle cumhurbaşkanı yardımcısı Haşimi’nin ülkeyi terk etmek zorunda bırakılması, Şii nüfusun etkinlik kazanmasının önemli bir göstergesi. Şiilerin etkinliğinin artması, bölgedeki İran merkezli Şii bloğunun da pozisyonunu güçlendirmesi anlamına geliyor. Sonuç olarak, ABD işgalinin gerekçesi olan hedeflerin tersine bir gelişme yaşanıyor. Son süreçte Sünniler ve Kürtler, Maliki’nin başında olduğu merkezi hükümetle ayrı cephelerden ciddi biçimde karşı karşıya gelmiş durumda. Sünniler, kendilerini devre dışı bırakmayı amaçlayan Maliki’nin baskıcı politikalarından rahatsız. Maliki iktidarıyla güneyli Kürtler arasında petrol alanlarının paylaşımı üzerinden yaşanan gerilim ise, giderek şiddetli bir çatışmaya doğru tırmanıyor.
Barzani önderliği burjuva karakter taşıyor. Bu sınıfsal niteliği nedeniyle Barzani çizgisi, emperyalizmle uzlaşmaya, işbirliğine açık bir pozisyon alıyor. ABD’yle geliştirdiği stratejik işbirliği, bu pozisyonun göstergesi. Bu işbirlikçilik, Rojava Kürdistan’a insani yardım taşıyacak araçlara sınırını kapatma noktasına kadar varabiliyor. PKK ve PYD ise tüm burjuva nitelikli güçler tarafından etkisiz kılınması gereken “baş ağrısı” olarak kabul ediliyor. Bu güçler Suriye’de birbirleriyle paylaşım kavgasına girerken, ezilen halkların kurtuluşuna ışık tutan Rojava’ya karşı yek vücut olup saldırabiliyor. Statü kazanma yolunda tarihsel bir aşamaya gelen Kürdistan coğrafyası, Ortadoğu’daki petrol yataklarının ve petrol nakil hatla-
Kürdistan’ı inşa ederken, Türkiye nasıl bir tutum alacak? İşte yeni Osmanlıcıların iştahı burada yeniden kabarıyor. Özal’ın soyunduğu sefere bu kez AKP’li hazretler girişiyor. Madem Ortadoğu parçalanıyor ve Kürdistan şekilleniyor. Kürdistan’la ittifak kurulup “Osmanlı bakiyesi” topraklar fethedilemez mi? Peki, hangi Kürdistan’la ittifak kurulacak? Yoksul halkların eşitliğini ve özgürlüğünü esas alan proleter karakterli Kürt Özgürlük Hareketi’nin iradesi altındaki Kürdistan’la mı? Yoksa burjuva milliyetçi karakterde Barzani iradesindeki bir Kürdistan’la mı? Özal’ın dostu Barzani’yle Erdoğan’ın da dostluk kurması sorumuzu yanıtlıyor. Son dönemde Maliki’yle dalaşıp duran Erdoğan’ın Barzani’yle muhabbeti
rının üzerinde oturuyor. Böylesi bir jeostratejik konumda gelişen halk iktidarlaşması, petrolden iştahı kabaran emperyalist-kapitalist güçlerin planlarını bozuyor. Planın uygulanabilmesi için Kürt Özgürlük Hareketi’nin iradesinin kırılması ve Rojava’daki özgürleşme sürecinin boğulması gerekiyor.
ilerletmesi, sürecin bu yönde akışına işaret ediyor. Plan açık. Kuzeyde PKK önderliğindeki isyan yatıştırılacak. Batıda PYD’nin etkinliği kırılacak. Bu güçler Kürdistan’da belirleyici olmaktan çıkarılacak. Tüm Kürdistan coğrafyası üzerinde Barzani etkisi geliştirilecek. Barzani iradesindeki Kürdistan’la Türkiye ittifakı, Ortadoğu’nun ana güç merkezi olacak. Musul-Kerkük nihayet kontrolümüz altına alınacak. Türkiye şahlanacak. Sonuç olarak, ABD’nin müttefiki bu iki gücün bölgede sağlayacağı etkin pozisyon ABD’yi müthiş rahatlatacak. Dolayısıyla planın ABD patentli olduğu da gayet açık.
40 Milyona Yakın Nüfusuyla Kürtler Kilit Pozisyonda…
Yaklaşık yüz yıl önce çizilen Ortadoğu tablosunda yok sayılarak statüsüz bırakılan ve dört ayrı devlet arasında parçalanan Kürt halkı, giderek Ortadoğu’nun etkin bir öznesi pozisyonuna yükseliyor. Irak’ta oluşan özerk yapıdan ziyade, Suriye’de gelişen süreç niteliksel bir sıçrama anlamına geliyor. Rojava Kürdistan, Kürt halkının statü kazanması ve Kürt ulusal birliğine doğru yol alması anlamında dinamo rolü oynuyor. Kuşkusuz bu süreç, Türk devletinin iradesini kırmayı başaramadığı Kürt Özgürlük Hareketi ve bu hareketin önderliğinin açtığı yoldan ilerliyor. Kuzeyli (Türkiye) ve batılı (Suriye) Kürtlerin siyasi önderliğiyle güneyli (Irak) Kürtlerin önderliği arasında sınıfsal fark var. PKK ve PYD yoksul halka dayanırken,
Türklerin Hangi Kürtlerle İttifakı?
Şimdi yazının ana başlığında ifade edilen “hayal”e gelebiliriz. Ortadoğu’nun çehresi değişip yaşanan iç çatışmalar mevcut ülkeleri parçalı hale getirirken ve giderek bu parçalar içerisinde Kürtler bölgenin en stratejik noktasında
Kürt Özgürlük Hareketi Bu Oyunu Bozar!
AKP, dış politika alanında yeni bir iflasa doğru adım atıyor. Bu yöneliş, “komşularla sıfır sorun” politikası kadar bile gitmeyecektir.
Neden?
Birincisi, çok kutuplu dünyanın paylaşım sürecinin bugünkü karakteriyle ilgilidir. Bir dönemin düzen kurucu büyük gücü ABD güç kaybetmektedir. Çok kutuplu dünyada, kutuplar arası güç dengesi, ABD’nin masaya vurup nizamı sağlamasını engellemektedir. Bitmek bilmeyen paylaşım kavgası sürüp gitmekte, istikrarlı bir denge kurulamamaktadır. Bu nedenle Ortadoğu’ya yönelik ABD patentli bu plan da, ABD’nin yakın tarihteki diğer planları gibi boşa düşmeye adaydır. İkincisi, Türkiye’nin Kürtlerle geliştirmek istediği ittifak ilişkisinin emperyal niyetlere dayandığı çok açıktır. Yani Türkiye’nin niyeti bozuktur. Gözü petrol yataklarındandır. Petrol yatakları deyince en başta Musul ve Kerkük aklına gelmektedir. Bu iki kent, Kürdistan coğrafyası içerisinde yer almaktadır. Bu nasıl ittifak ilişkisidir ki ortağının elindeki avucundakinde gözün vardır? Türkiye, ittifak ilişkisine böyle yaklaşacaktır. Burjuva milliyetçi karakterde de olsa Barzani çizgisi bu yaklaşıma gelmeyecektir. Yani açık açık Türkiye’nin taşeronu olmayı kabul etmeyecektir. Kürt halkının bütünü üzerinde prestijini yerle bir edeceğinden, böylesi bir açıktan kişiliksiz duruşu işbirlikçi Barzani bile içine sindiremez. Böyle bir duruşla üstlendiği rolü oynayamaz. Bu tarz bir ilişkiyi ABD de kabul etmeyecektir. Üçüncüsü ve en önemlisi, Kürt Özgürlük Hareketi’nin iradesi kırılamayacaktır. AKP’nin bütün derdi budur. Bölgesel hedeflere doğru adım atabilmek için “ayak bağı” olarak gördüğü bu tarihsel sorundan kurtulması gerekmektedir. Bunun için şimdi de uluslararası boyutta çok yönlü bir stratejiyle sürece yaklaşmaktadır. Bu stratejinin özü de öncekilerden farklı değildir. Önceki tasfiye yönelişlerinin akıbeti ne olduysa, bu “entegre strateji” de aynı kaderi paylaşacaktır. Pragmatik manevralar, Kürt halkının özgürlüğe yürüyüşünü durduramayacaktır.
5
Sosyalist Dayanışma / Mart 2013
DAYANIŞMA TAKTİĞİ İLE YENİ MEVZİLER YARATMAK M. Mert SİNAN
Hareketimiz bu gerçekliğe 3.Dönem ve ikili iktidarlaşma taktikleri ile yanıt üretti. Örgütlenme yapılan mahallelerde halk örgütlenmelerinde derinleşme, halkın yaşamsal ihtiyaçlarını dayanışmayla karşılayabileceği kurumlar yaratma ve bu kurumların kozasında halkın yerel iktidar araçlarını adım adım inşa etme hedefi hayata geçirilmeye çalışıldı.
D
ayanışmaevleri, hiç kuşku yok ki Türkiye Devrimci Hareketi’nin 1990’lar sonrasında ortaya attığı en önemli taktik adımlardan biri olmuştur. Kentleri döven yoğun göç dalgalarının yarattığı varoşlar, neo-liberalizmin azgın sömürü koşulları için gereken ucuz işgücünün mekânı haline gelmişti. Büyük şehirlerin dört bir yanında birkaç yıl içerisinde devasa mahalleler oluşmaktaydı. İşçi sınıfının geleneksel örgütleri olan sendikaların bu kesimleri örgütleme gibi bir perspektifi olmadığı gibi bu kesimlerle temas imkânları da son derece sınırlıydı. Sosyalizmin genel olarak 1990’lı yıllardan itibaren yaşamaya başladığı itibar kaybı politik örgütlenmeyi, ekonomik bir örgütlenmeyle desteklenmediği oranda olağanüstü zorlaştırmaktaydı. Yoksullaşma, güvencesizleşme ve temel kamusal hizmetlerin adım adım ticarileşmesi, işçiyi salt yaşamsal temel ihtiyaçları karşılama noktasına kilitliyor, bencilleştiriyor, tüm sosyalleşme kapılarının kapanmasına yol açıyordu. Fakat bu durum aynı zamanda varoşlarda muazzam bir öfke birikimine de yol açıyordu. Gazi Katliamı sonrasında yaşanan süreç her ne kadar salt yaşam koşullarının ağırlaşması ile açıklanamasa da varoşlarda biriken öfkenin boyutlarını sergilemek açısından çok önemli bir işaret fişeği rolü oynadı. 1996 1 Mayıs’ında ortaya konan devrimci-direnişçi irade ve kitlesellik de TÜSİAD patronlarından birisine “Bir gün varoşlardan gelecekler ve gırtlaklarımızı kesecekler” sözünü söyletiverdi.
3. Dönem-Hareketimiz ve İkili İktidar Taktiği
Hareketimiz bu gerçekliğe 3.Dönem ve ikili iktidarlaşma taktikleri ile yanıt üretti. Örgütlenme yapılan mahallelerde halk
6
örgütlenmelerinde derinleşme, halkın yaşamsal ihtiyaçlarını dayanışmayla karşılayabileceği kurumlar yaratma ve bu kurumların kozasında halkın yerel iktidar araçlarını adım adım inşa etme hedefi hayata geçirilmeye çalışıldı. Ülkede finans-kapital hegemonyasının çok sarsıntılı bir süreçten geçtiği, Siyasal İslam’ın 28 Şubat sonrasında kendi kovuğuna çekildiği, Kürt hareketinin mücadeleyi çok yönlü bir biçimde yükselttiği 1990’ların 2.yarısı bu anlamda biriken sosyal dinamikler açısından çok önemli sıçrama olanakları sunuyordu. Hareketimizin de içinde bulunduğu birçok devrimci dinamik bu süreci bir karşıt-hegemonya inşasına kadar geliştirebilmek için çok önemli bir emek ve mücadeleyi ortaya koydular. İşte bu karşıt hegemonya inşa etme ve yerellerde ikili iktidarlar yaratma perspektifinin en önemli örgütlenme araçlarından başta geleni hiç kuşku yok ki Dayanışmaevleri idi. Kıvılcımlı, devrimci mücadeleyi ideolojik, ekonomik, politik mücadele basamaklarından oluşan bir sentez olarak görmekteydi. “Ekonomik savaşta gerilik, politik savaşta yetersizlikle el ele verince bizi yığınlardan soyutladı” (Genel Düşünceler). Kıvılcımlı bu tespiti TKP’nin 1929’a kadarki faaliyeti için yapmaktaydı. Ekonomik mücadele, yani halkın yaşamsal sorunlarının politikleştirilmesi üzerinden gerçekleştirilen mücadele halk yığınları içinde örgütlenme gerçekleştirebilmenin en önemli aracıdır. Bu aracın etkin bir biçimde kullanılamaması yeri doldurulamayacak bir boşluk yaratmaktadır. İşçi bireylerin bir sınıfın parçası haline gelebilmesi ancak kolektif bir mücadelenin içinde kendisini özneleştirebilmesi ile mümkündür. Mücadele ve dayanışma, tek tek bireyleri işçi sınıfının bileşeni haline
getirir, egemen sınıfın siyasi ve ideolojik hegemonyasından kurtulabilmeleri için gerekli zemini sağlar. Lenin’in sendikaları “işçi sınıfının okulu” olarak nitelemesi de bu yüzdendir.
Dayanışmaevleri: Sınıfın Parçalanmasına Etkin Bir Cevap
Fakat Fordist üretim yapılarının çözülmesi ve işçi sınıfının mekânsal parçalanması, zihinsel ve örgütsel bir parçalanmaya da yol açmıştı. Neo-liberalizmin “küçük olan güzeldir” saldırısı toplumu atomlarına kadar parçalama amacına dönüktü. Thatcher’ın “aslında toplum diye bir şey yoktur!” veciz sözü de toplumun nasıl bir parçalanmaya itildiğinin özlü bir ifadesi olarak tarihteki yerini almıştı. İşçiler, sınırsız bir sömürüye maruz bırakılmak, için yalnızlaştırılmaya çalışılıyor, “sosyal” olanı çağrıştıran her şey halı altına süpürülüyordu. İşte Dayanışmaevleri tam da bu noktada, parçalanan, atomize edilen ve ezberi bozulan işçi sınıfını yeni şartlarda yeniden inşa etmek için kurulmuş bir sınıf örgütüydü. Geleneksel sendikalar, tüm kazanımlarını birkaç yılda bir yeniledikleri toplu sözleşmelerinde biriktirerek yürüdükleri için toplu sözleşme dönemleri dışında rutin ve gevşek bir işleyişleri bulunmaktaydı. Oysa Dayanışmaevleri, sözü edilen tarzda formel-kalıcı-sürekli ilişkilerin neredeyse tümünün buharlaştığı bir dönemde örgütlenmeye çalışmaktaydı. Bu yüzden süreklileşen ve canlı, yaşamın tüm alanlarında yanıt olmaya çalışan bir faaliyet gerçekleştirilmeye çalışılıyordu. Kitap, giysi, eğitim ve sağlık dayanışmaları süreklileşmiş faaliyetlerdi. Fakat mahallelinin tüm sorunları faaliyeti şekillendirmekteydi. Yoksulluğun neredeyse bir yan ürünü olarak değerlendirilebi-
Mart 2013 / Sosyalist Dayanışma
lecek çürümeye, çeteleşmeye karşı mücadele mücadelenin en temel ayaklarından biri olmuştu. Düzenin adaletinden ümidini kesenler için dayanışma kolektifi, adaletin tesisi yönünde halkı güçlendirmekteydi. İşsizliğe karşı iş imkânlarının paylaşılması, dayanışmaevlerinde birlikte parça başı iş yapılması, dışarıdan alınan işlerin mahalle halkına dağıtılarak halka gelir yaratma olanaklarının sunulması örgütlenmeyi geliştirmek amacıyla kapsamlı bir biçimde yürütülmeye çalışılmaktaydı. Kültürel hayatın tamamen dışına itilen emekçiler için Dayanışmaevleri aynı zamanda bir karşıt kültür yaratma mekânları haline gelmekteydi. Halk kültürü üzerine çalışmalar, müzik grupları çalışmaları, okumalar, alternatif atölyeler, tiyatro grupları dayanışmaevlerinde kendilerine mekân bulabilmekteydi. Halk kendi kimi etkinliklerini gerçekleştirmek için kurumları kullanabilmekteydi. Yani hayatta tutunacak bir dalı kalmayan milyonlarca emekçi için Dayanışmaevleri, etrafında bir araya gelinebilecek, neo-liberalizme omuz omuza vererek direnilebilecek bir destek imkânı sağlamaktaydı. Politik öncü kadrolar ise dayanışma ekseninde bir araya gelen emekçiler içinde politik örgütlenme çalışmalarını yürütmekteydiler. İşçiler salt politik çağrılarla değil dayanışmanın yarattığı güven ağları tarafından da kuşatılmaktaydı. Dayanışma faaliyetleri içinde gelişen kadroların politik özneliğe sıçrama olanakları da o oranda yüksek olmaktaydı.
Tıkanmanın Sebepleri ve Düzenin Saldırısı
Bu faaliyetin daha üst bir aşamaya sıçrayamamasının muhakkak ki birçok sebebi bulunmaktadır. Bunların arasında önde geleni yereldeki politik öznelerin halkı iktidarlaştırma noktasında benzer bir ufku paylaşamamaları idi. Bir dönem hayata geçirilmeye çalışılan Halk Meclisi çalışmaları politik rekabetin gölgesinde kalarak yerelde iktidarlaşmayı hedefleyen halk organları olma şansını yitirmişlerdir. Devletin politik öncüyü imhaya dönük siyasi operasyonları faaliyetleri
zaman zaman inmelendirmiştir. Özellikle 2000’li yıllarla birlikte F tipleri ile devrimci hareketin iradesini kırmaya dönük büyük bir saldırı gerçekleştirilmiştir. En önemlisi finans-kapital 2000’li yıllarla birlikte AKP/AB projesi ile yeni bir hegemonya inşa sürecine girişmiştir. Bu hegemonya inşa sürecinin hiç kuşku yok ki en önemli ayaklarından bir tanesi de Siyasal İslam’ın Dünya Bankası’nın yoksullukla mücadele programını özümseyerek varoşlardaki öfkeyi kötürümleştirmeye dönük giriştiği manevradır. Burada tarikatların da devreye girmesi, sadaka mekanizmalarının inşası, AKP’nin özellikle yarattığı kentsel rantların bir kısmını gayri resmi bir vergi olarak geri toplayarak sadaka mekanizmalarına yönlendirmesi, belediyelerin bir taraftan kamusal arazileri ve hizmetleri ticarileştirirken bir taraftan da gelirin bir kısmıyla en dışlanmışların rızasını kazanmaya dönük faaliyetlerde bulunması önemli roller oynamıştır. Neo-liberal politikaların en derinlemesine uygulandığı Latin Amerika ülkelerinden Brezilya’da sermaye hegemonyası sosyal demokrat Lula tarafından büyük oranda Dünya Bankası çerçevesine uygun bir yoksullukla mücadele programına yaslanarak inşa edilirken Türkiye’de “milli görüş” gömleğinden sıyrılan AKP, en yoksulların rızasını devşirmeye çalışarak hegemonik bir sermaye iktidarı inşa etmeye girişti. Sermayenin hegemonyasının gelişmesi karşıt hegemonyanın zeminini daralttı. Böylesi bir süreçte yaşanan politik krizler de devrimci öznenin enerjisini soğurunca Dayanışmaevleri çalışması önemli bir yavaşlama evresine girdi.
Dayanışmayla İşçilerin Öfkesini Örgütlemek!
Bugün gelinen noktada ise politik gerilimlerin çok yönlü yoğunlaştığı bir süreçte AKP iktidarı sıkıntılı bir dönemden geçiyor. Neo-liberal uygulamalar yoksulluğun yeni boyutlarını ortaya çıkarırken finansallaşma, borçlandırma, yaşamları bütünüyle ipotek altına alma güvencesiz hayatların toplumun çok daha geniş kesimleri için bir
gerçeklik haline geldiğini gösteriyor. AKP hala önemli bir konuda başarılı olmaya devam ediyor. O da yoksulluğu gizleyebilme noktasındaki başarısı. Aile Bakanlığı’nın 2011 verilerine göre yaptığı bir araştırma, ailelerin %60’ının ayda 1400 liradan daha düşük bir gelirle hayatını sürdürmeye çalıştığını ortaya koyuyor. Holdingler ve bankalar bugün artık 10 sene öncesinden çok daha fazla soframızın ve bütçemizin ortağı haline geldiler. Eğitim ve sağlık politikaları her geçen gün yeni mağdurlar yaratıyor. Genel Sağlık sigortası primlerini ödeyemeyen yoksullar hastane kapılarından çevriliyor. Kredi kartları borçlarını ödeyemediği için intihar edenlerin sayısı artıyor. Bütün bu koşullar emekçilerin gündelik sorunlarını örgütlemeye dönük çalışmaların yoğunlaşması gerektiğini gösteriyor. Devrimci hareketlerin “ekonomik” mücadele konusunda yoksul halk içerisinde sürekli yeni halkalara ulaşılmasını sağlayacak bir buzkıran taktiği yoksa dar bir çerçeve içinde sıkışıp kalmak ve kendini tekrara düşmek kaçınılmaz olacaktır. Dayanışma taktiği yaşam koşullarındaki gündelik dalgalanmalar karşısında bir güvence yaratabildiği sürece yerellerde halk iktidarı nüvelerinin yaratılması noktasında en temel araçlar olacaktır. Fakat dayanışma taktiğinin olası sonuçları ile ilgili aşırı beklentilere de kapılınmamalıdır. Sonuçta dayanışma benzeri bir taktik egemen sınıfın hegemonyasının inşasında da ezilen sınıfların karşıt hegemonyasının inşasında da rol alabilir. Burada politik öznenin ulaşılan ilişki ağlarını yeni bir politik seviyeye, “kendisi için sınıf ” seviyesine sıçratması için sürekli bir politik müdahale içinde bulunması mutlak bir zorunluluktur. Dayanışma, ancak kapsamlı bir karşıt hegemonya projesinin parçası olarak devrimci sonuçlar doğurma şansı olan bir taktiktir. Politik çalışmanın salt dayanışma seviyesinde kalması bir tür iktidar bilincinden yoksun sendikal seviyede kalmaya mahkûmdur. AKP’nin kendi hüviyetinden bir toplum yaratma projesi ve
Aile Bakanlığı’nın 2011 verilerine göre yaptığı bir araştırma, ailelerin %60’ının ayda 1400 liradan daha düşük bir gelirle hayatını sürdürmeye çalıştığını ortaya koyuyor. Holdingler ve bankalar bugün artık 10 sene öncesinden çok daha fazla soframızın ve bütçemizin ortağı haline geldiler. Eğitim ve sağlık politikaları her geçen gün yeni mağdurlar yaratıyor. Genel Sağlık sigortası primlerini ödeyemeyen yoksullar hastane kapılarından çevriliyor. Kredi kartları borçlarını ödeyemediği için intihar edenlerin sayısı artıyor.
7
Sosyalist Dayanışma / Mart 2013
muhafazakârlaşma süreci doğal olarak daha çok “AKP’ye karşı kimlik çerçevesinde” diyebileceğimiz tepkileri yoğunlaştırmaktadır. Dayanışma taktiğini geliştirmeye yoğunlaşmak bu tarz tepkilere sırtını dönmek anlamına gelmiyor. Fakat şurası açıktır ki bu tarz bir mücadele hattı hem konjonktüreldir hem de doğal olarak emekçilerin sadece bir kesimine seslenme olanağı sunmaktadır. Bir politik öznenin bu tarz bir çizgiye fazlaca angaje olması ister istemez emekçilerin belli bir kesimi ile araya duvarlar örme sonucunu da doğurmaktadır. Kapitalizmin yarattığı derin sınıfsal çelişkiler mücadele hattının temel izleğini oluşturmak durumundadır. Bu alandan üretilen taleplerin zaman zaman radikal bir mücadele çizgisini beslemekte yetersiz kaldığı da son zamanların direniş pratiğinin bir başka gerçeğidir. Fakat bu durumun da tamamen konjonktürel olduğu unutulmamalıdır. Sermaye sınıfsal çelişkileri giderek yoğunlaştırarak biriktirmeye devam etmektedir, sürekli yeni sömürü biçimleri keşfetmektedir. Bunların politik mücadele gündemleri haline getirilmesi ise devrimci öznenin varlık sebebidir.
“Yoksulların Sesi Dayanışmaevleri!” Ankara Dayanışmaevi Açıldı “Yoksulların Sesi Büyüyor!” Yoksulların dayanışmasının ve isyanının sesi büyüyor. Yıllardır kentlerin varoşlarında işsizliğe, geleceksizliğe, yoksulluğa ve yok sayılmaya karşı yoksul halklarımızın dayanışmasını büyütme mücadelesi veren Dayanışmaevleri, İstanbul-Sarıgazi’den sonra bir temsilciliğini de Ankara’da açtı. Dayanışmaevleri Derneği Ankara Temsilciliği’nin açılış etkinliği 3 Mart Pazar günü saat 14.00’de Kızılay’daki dernek merkezinde gerçekleşti. Etkinliğe dernek üyelerinin yanısıra, Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP), Liseli Direnişçi Gençlik (LDG), Sosyalist Dayanışma Gençliği (SDG) üyeleri ve Halkın Dayanışma Derslikleri’nden gönüllü öğretmenler katıldı. Etkinlik, Dayanışmaevleri Derneği adına yapılan açılış konuşmasıyla başladı. Konuşmada, neoliberal politikalarla yoksulluğa sürüklenen bütün toplumsal kesimlere, “işsizliğe, yoksulluğa, sömürüye dayanma, katlanma, değiştir” çağrısı yapıldı. Ardından, Dayanışmaevleri’nin tarihinden kesitlerin yer aldığı sinevizyon gösterimiyle birlikte söyleşi gerçekleşti. Ankara Dayanışmaevi Müzik Grubu’nun sunduğu müzik dinletisiyle açılış etkinliği sona erdi.
8
Sarıgazi Dayanışmaevi Açıldı
Yoksul halklarımızın dayanışma ve mücadele örgütü Dayanışmaevleri Derneği’nin bir temsilciliği de Sarıgazi’de açıldı. Sarıgazi Temsilciliği’nde gerçekleştirilen açılış etkinliğine Sarıgazi halkı ve Dayanışmaevleri üyelerinin yanısıra SODAP, Liseli Direnişçi Gençlik (LDG), Sosyalist Dayanışma Gençliği (SDG) ve Bağımsız Tekstil İşçileri Sendikası (BATİS) üyeleri katıldı. 27 Ocak Pazar günü saat 14.00’de gerçekleşen açılış etkinliği Dayanışmaevleri Genel Merkezi adına yapılan konuşmayla başladı. Konuşmada, halklarımızı sefalete sürükleyen ve bugün AKP eliyle hayata geçirilen neoliberal politikaların hedef tahtasında olan toplumsal dinamiklerin dayanışmalarını ve mücadelelerini ortaklaştırmalarının önemine vurgu yapılırken, böylesi bir ortaklaşmanın adreslerinden birisinin de Dayanışmaevleri olduğu ifade edildi. Konuşmanın ardından Dayanışmaevleri’nin mücadele tarihinden kesitlerin yer aldığı sinevizyon gösterisi yapıldı. Etkinliğin sonunda temsilcilik önündeki sokağa çıkan gençler türküler eşliğinde halaya durdu. Etkinliğe katılanlar, dayanışmayı, direnişi, mücadeleyi daha da büyüteceklerinin ve yoksul halklarımızı Dayanışmaevleri’nin yeni şubeleriyle buluşturacaklarının sözünü verdi.
Mart 2013 / Sosyalist Dayanışma
HAYDİ KADINLAR, 8 MART’TA MEYDANLARA! Erkek-Devlet Tahakkümüne Dayanmayalım, Katlanmayalım Değiştirelim! Erkek egemen kapitalist düzene karşı; cinsiyetçiliğe, ayrımcılığa, çifte sömürüye, kadın cinayetlerine,savaşa, tahakküm altına alınmaya dur demek için haydi kadınlar 8 Mart’ta meydanlara! Son bir yılda Başbakanın ağzından kadın bedenine yönelik ciddi saldırılar var. Ve Aile ve Sos. Politikalar Bakanı eliyle “enerji hanım”lar olarak biz kadınların evde daha fazla köleleşmesi teşvik ediliyor. AKP hükümetinin kadını ailenin hizmetine koşan politikaları, kürtajın fiilen sınırlandırılması, nüfus politikalarına vasıta yapılmamız, evde bedava emeğimize daha fazla göz dikilmesi gibi artan cinsiyetçi politikalar ile biz kadınlar ciddi bir tehditle yüz yüzeyiz.
Her gün en az 3 kadın erkek şiddeti sonucu yaşamını yitiriyor ve mahkemeler erkek şiddetini tölere etmeye devam ediyor. Cinsel yöneliminden dolayı LGBT’ler baskı ve şiddete maruz kalıyor. Savaş, militarizm, şovenizm kadınları vurmaya devam ediyor. Ev işçileri iş yasası kapsamına alınmazken, yeni çıkarılan İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu da ev işçilerini kapsam dışı bırakıyor. “8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü” kadınların başkaldırı günüdür. Erkek-Devlet Tahakkümüne Dayanmayalım, Katlanmayalım Değiştirelim! “Erkek - Devlet Bedenimden, Emeğimden Elini Çek!” demek için 8 Mart’ta meydanları dolduralım!
MİTİNG (İSTANBUL) 10 Mart 2013
Toplanma Saati: 12:00 Toplanma Yeri: Haydarpaşa Numune Hastanesi Kadıköy
9
Sosyalist Dayanışma / Mart 2013
“Erkek Muhabbeti”nin Nereye Gideceğini Kadınlar İyi Bilirler!!! Elif IRMAK
Bunlar cips yiyip kadın ve futbol konuşan erkeklerin muhabbetlerinden bahsediyor. Muhabbetin birinde, maçın skorunu tahmin etmeye çalışan erkek iddialaşıyor. Bilemeyen, iddiayı kaybeden etek giyip de işe gitsinmiş. İddialaşmalarında “gitmeyen, sözünü tutmayan…” diye tarif edilen şey kadın olmak.
10
G
üne başlarken dostlarla çay saatinde sohbet ediyoruz. Bugünün ilk kadın cinayeti nerededir acaba diye aklına geliyor birinin. Kimimiz işe giderken, kimimiz fakülteye, kimimiz de ev mesaisi ile kahvaltı haberleri arasında hep düşünüyoruz. Boşanmak istediği için eski kocası tarafından katledilen kadınların öykülerini... Uğradığı tecavüz sonucu hamile kalan kadınların devlet eliyle doğurtulmaya mecbur bırakıldığını konuşuyoruz sonra. “şiddet uygulayan erkekleri kapatmak yerine, şiddet gören kadınların kaçıp kendini koruyacağı bir sığınak araması ne garip diye söyleniyor biri”. Üyesi olduğu sendikanın erkek koltuklularından birinin tacizine uğradığı için sürgüne zorlanan kadınlar da var. Sokaklarda, caddelerde rahat rahat yürüyememek ve nefes alamamak da var. Liste uzadıkça uzuyor. Kadın ve yaşam arasındaki mesafe giderek artıyor. Bu günlerde otobüs duraklarını, renkli billboardları, televizyonda ‘ “keyifli dizi aralarını”, market ve süpermarketlerin camlarını, son zamanların en cinsiyetçi reklamları süslüyor. “Erkek muhabbeti nereye gider bilinmez” “ama ne ile iyi gideceğini biliyoruz” şeklinde tanıtılan reklamlar bunlar. Cips yiyip kadın ve futbol konuşan erkeklerin muhabbetlerinden bahsediyor. Muhabbetin birinde, maçın skorunu tahmin etmeye çalışan erkek iddialaşıyor. Bilemeyen, iddiayı kaybeden etek giyip de işe gitsinmiş. İddialaşmalarında “gitmeyen, sözünü tutmayan…” diye tarif edilen şey kadın olmak. Buna çok kızan “bey”imizin suratında kızgınlık okunuyor. Çünkü erkek muhabbetlerinden doğan bu iddialarda ilk akla ge-
len saçmalık bıyığını sakalını kesersin -ki bilinçaltında erkekliğinden bir şeyler kaybetmek vardır-, akla gelen bir başka şey de demek etek giydirmekmiş. Bir erkeğin kadın gibi görünmesini sağlayarak erkekler camiasında küçük düşürülmesidir mesele. Birinde ise pembe kadın terliği ile (zira kadın terliği pembe olur) futbol sahasına dalan bir başka erkek var. Girilen iddia bu sefer gösteriyor ki iddiayı kaybeden “bey”imiz terlikle yeteneksiz golcüyü kovalamak zorunda kalıyor. İddiada “kovalamayan…” şeklinde tarif edilen şey yine kadın olmak. Reklam sektöründe kadın bedeninin cinsel obje olarak sunulmasına alışığızdır. Basit bir çikolata reklamında, otomobil reklamlarında... Kadınların erkeğe sunulmak üzere hediye paketi gibi şekilden şekile sokulmasına alışığızdır. Yine o aynı reklamlarda “aklı kısa kadınların” birbirini taciz edercesine gözleyip taklit etmesine, toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden yeniden üretilmesine alışığız. Bütün mutfağı kadın temizlediği halde onu o zor durumdan yine güçlü, kaslı bir erkeğin (Mr. Muscle)kurtarmasına da alışığızdır. Anlaşılan o ki reklam piyasasında artık, kadınlık halleri(!), “erkek dünyasının” alay konusu olarak kullanılabilir. Reklam yaratıcıları 7000 bin yıllık ataerkil geleneği sürdürüyor olmanın verdiği rahatlıkla olacak ki, eril düzenin en saçmalaşmış halini karşımıza çıkarmaya utanmıyorlar bile. Bu reklamı tasarlayanlara sormak gerekiyor; (kendi kapitalist ahlakları bu rezilliği kaldırıyor olsa da) her gün ölüm, şiddet, taciz, tecavüz korkusuyla burun buruna yaşayan kadınlar bu reklamları izlerken ne hissederler diye. Potansiyel cellâtları
olan abileri, sevgilileri, kocaları, babaları bu muhabbetleri yaparken kadınlar neler hissediyorlar? Reklam piyasası, kadınları aşağılayarak cinsiyetçi bakış açısını, erkek egemenliğini sürekli üretiyor. Hatta bu fenalığı yaparken kadın hareketinin tepkisini çekmeyi bile “reklamın kötüsü olmaz” diyerek meşrulaştırıyor olabilirler. Her gün en az 3 kadının erkek şiddeti sonucu katledildiği, kadınların cinsel şiddet gördüğü, çalışma hayatından eğitime toplumun her yerinde kadınların ikinci cins olarak en altta kaldığı, ezildiği, emeğinin sömürüldüğü bir ülkede kadın olmak zor zanaat. Yoksa biz mi yanılıyoruz? Acaba bu reklamları tasarlayanlar bunu mu anlatmak istediler??? Erkek egemen zihin yapısının tam da kâr için, pazar için yeniden üretilmesi, pohpohlanması kapitalist düzenin işi. “Erkek muhabbetinin nereye gideceği belli” olsa iyi olur demek en doğrusu. Çünkü erkek egemenliğine sırtını dayamış kapitalist sisteme kadınların tahammülü artık kalmadı. 8 Mart yaklaşıyor. Kadınlar artık susmuyor, devletin, erkeğin zulmünden korkmuyor! Kapitalizm, 8 Mart’ı altın- pırlanta satma günü olarak ilan etmiş. Biz kadınlar da 8 Mart’ların tarihini yok etmeye ve içini boşaltmaya çalışanların çabalarını boşa çıkaracağımızı ilan ediyoruz. Her günü 8 Martın coşkusuyla karşılamak zorunda olduğumuzu bilerek erkek egemenliğinden, kapitalizmden hesap sormanın bilinciyle kadınlar daha fazla dayanışmaya, daha fazla mücadeleye... Hepimize kolay gelsin.
Mart 2013 / Sosyalist Dayanışma
BİZİM SEFALETİMİZ, ONLARIN MİLYAR DOLARLARI ARTIYOR!
T
ürkiye’de emekçi sınıfların çalışma koşulları ağırlaştıkça, sömürü oranları yükseldikçe finans kapitalin milyar dolarları da roket hızıyla artıyor. 2012’de 35 adet olan dolar milyarderlerinin toplam serveti 95 milyar dolara denk geliyordu. 2013 yılında ise milyarder sayısı 44’e, toplam servetleri ise 117,85 milyar dolara yükseldi. Sıralamaya göre Türkiye’nin en zengini geçen yıl 2milyar 600 milyon dolarlık servetini bu sene 3 milyar 400 milyon dolara yükselten Garanti Bankası’nın ortaklarından, Doğuş Holding’in sahibi Ferit Şahenk oldu. Şahenk, özellikle 12 Haziran seçimlerinden sonra sahibi olduğu NTV’nin yayın politikasını AKP’nin beklentilerine göre değiştirmesiyle dikkat çekmişti. Bu dönemde AKP ile eleştirel yaklaşıma sahip birçok gazeteci NTV’den uzaklaştırılarak kanalın yayın politikası apolitize edilmişti. Şahenk’in servetindeki artış hızı saniyede 25 dolar oldu. Yani serveti her saniye 40 lira arttı. Bu artış saatte 144.000 liralık, günde ise 3.456.000 liralık bir artışa tekabül ediyor. Yani bir asgari ücretlinin bir aylık çalışmasının karşılığını Şahenk 18 saniyede kazanıyor. İşin daha da enteresan kısmı dolar milyarderlerinin servetindeki artışın %41’i bu sene borsada yaşanan %50’lik artıştan kaynaklandı. Yani milyonlarca insan günler geceler boyunca deliler gibi çalışıp karnını zor doyururken borsaya akan sıcak paranın rüzgârıyla finans kapital servetinde devasa bir patlama yarattı. Fiba holding’in sahibi Hüsnü Özyeğin, 3milyar 100 milyon dolarlık servetiyle geçen sene listenin zirvesindeyken bu sene 3.lüğe geriledi. Ülker’in patronu ve İslami sermayenin ağabeyi Murat Ülker de 3. Sırada.
İlk onda Koç ailesinden üç kişi bulunmakta. Sabancılardan hiçbiri ilk onda kendisine yer bulabilmiş değil. Öyle görünüyor ki, AKP’nin iktidarının ilk yıllarında Koç Ailesi’ne sus payı olarak peşkeş çektiği Tüpraş, Koç’ları ekonomik kriz koşullarında ihya etmeye devam ediyor. Tayyip Erdoğan’ın damadının Genel Müdür olduğu, İslami sermayenin önemli holdinglerinden, Sabah gazetesinin sahibi Çalık Holding’in sahibi Ahmet Çalık, 1,7 milyar dolarlık servetiyle 13. sırada yer aldı ve listede en hızlı yükseliş gösteren isimlerden biri oldu. Listede en hızlı düşen ise Çukurova Holding’in patronu Mehmet Emin Karamehmet. GMC işçilerinin alacaklarını tahsil edebilmek için kapısında beklediği Karamehmet, 2 milyar 400 milyon dolarlık servetiyle listede ikincilikten onbirinciliğe geriledi. Neo liberal politikalar ve finansallaşma, kriz koşullarında sermayenin devlet bütçelerinden önemli destekler görmeye devam ederken bir taraftan da semirmeye devam ettiğini gösteriyor. Tüm dolar milyarderlerinin toplam serveti 5,5 trilyon dolara ulaşmış durumda. Bu rakam dünyanın en büyük 3. Ekonomisi olan Japonya’nın milli gelirine denk bir rakam oluşturuyor. Geçtiğimiz yıl dünyanın en zengin 10 kişisinin servetleri %22 oranında büyüdü. Dünyanın en hızlı büyüyen ekonomileri bile geçtiğimiz yıl iki haneli büyüme rakamlarına ulaşamazken oluşan bu tablo kapitalizmin ne kadar büyük bir adaletsizlik biriktirdiğini de gösteriyor. Olağanüstü artan proleterleşme, sınırlanamayan çalışma saatleri, “dibe doğru yarış” şeklinde gelişen çalışma koşulları dolar milyarderlerinin servetlerini büyütmeye devam ediyor. Hala bir komünist parti yöne-
timi altındaki Çin’de toplam 317 dolar milyarderi bulunması-408 milyarderi bulunan ABD’den sonra 2. bırada- ise gerçeklik ve o gerçeklik ile ilgili isimlendirme arasındaki uçurumu, kapitalizmin şizofrenik yapısını sergilemek için çarpıcı bir örnek.
Ya Adalet ya Kıyamet
Kapitalizm biriktirdiği devasa eşitsizliklerle yoksulların öfke patlamalarını ve devrimci kalkışmalarını ağır ağır biriktiriyor. Var olan bu azgın sömürü ve devasa gelir uçurumları aslında
gözler önündeki perdenin kalkması için en somut olgu cephaneliğini oluşturuyor. Hangi mantıklı açıklama bunca adaletsizliği izah edebilir? Tükenen yaşamlarımız sadece birkaç kodamanın servetlerini büyütmek için yaşanılıyorsa, çoluğumuzun çocuğumuzun çektiği bunca yokluk bir avuç finans kapitalistin günlük trilyonlarca gelirine dönüşüyorsa… Bu düzene katlanmanın anlamı ne olabilir? Emekçilerin cevabını el birliği ile bulması gereken büyük soru budur?
Gizlenen Yoksulluk Akp’nin Raporuyla İfşa Edildi
AKP iktidarının en büyük
Geçtiğimiz yıl dünyanın en zengin 10 kişisinin servetleri %22 oranında büyüdü. Dünyanın en hızlı büyüyen ekonomileri bile geçtiğimiz yıl iki haneli büyüme
rakamlarına ulaşamazken oluşan bu tablo kapitalizmin ne kadar büyük bir adaletsizlik biriktirdiğini de gösteriyor. Olağanüstü artan proleterleşme, sınırlanamayan çalışma saatleri, “dibe doğru yarış” şeklinde gelişen çalışma koşulları dolar milyarderlerinin servetlerini büyütmeye devam ediyor. 11
Sosyalist Dayanışma / Mart 2013
Aile ve sosyal Politikalar Bakanlığı’nın yaptığı Türkiye’de aile Yapısı 2011 araştırması, toplumun içinde bulunduğu yalın gerçeği tüm açıklığı ile ortaya koyuyor. Rapora
göre Türkiye’de her 100 aileden 72’si aylık 1200 lira gelir düzeyinin altında yaşıyor. Her 100 aileden 93’ünün gelir seviyesi ise 2500 liranın altında. Türkiye’de 4 kişilik ailenin yoksulluk sınırı Türk-İş’e göre 3266, DİSK’e göre ise 3354 lira. Bu durumda çok küçük bir azınlık dışında toplumun geniş kesimleri sefalet içerisinde yaşıyor.
12
başarılarından bir tanesi hiç kuşku yok ki yoksulluğu görünmez kılabilmesi. Gerçekten de adaletsizlik ve yoksulluk AKP’nin yoğun politik manipülasyonlarıyla siyaset sahnesinde kendisini ifade edebilecek alan yaratamıyor. Bu durumun ortaya çıkmasında AKP’nin Dünya Bankası patentli “yoksullukla mücadele” politikalarını cemaatler ve sosyal sadaka kuruluşları aracılığı ile hayata geçirmekte olması da bir etken tabii. Fakat var olan gerçeği balçıkla sıvamak mümkün değil. Kapıdan kovduğunuz gerçek, bacadan geri geliyor. Aile ve sosyal Politikalar Bakanlığı’nın yaptığı Türkiye’de aile Yapısı 2011 araştırması, toplumun içinde bulunduğu yalın gerçeği tüm açıklığı ile ortaya koyuyor. Rapora göre Türkiye’de her 100 aileden 72’si aylık 1200 lira gelir düzeyinin altında yaşıyor. Her 100 aileden 93’ünün gelir seviyesi ise 2500 liranın
altında. Türkiye’de 4 kişilik ailenin yoksulluk sınırı Türk-İş’e göre 3266, DİSK’e göre ise 3354 lira. Bu durumda çok küçük bir azınlık dışında toplumun geniş kesimleri sefalet içerisinde yaşıyor. Fakat her ne hikmetse kendi istatistikleri ile yoksulluğu ortaya koyan devlet, sağlık sigortası ödemeleri ile ilgili yaptığı yoksulluk testlerinden kimsenin geçmesine müsaade etmiyor. Hiçbir geliri olmayan insanlara bile zorunlu sağlık sigortası prim borcu çıkarılıyor. Türkiye’deki ailelerin yarısından fazlası(%52,7)ısınmak için kömür ve odun sobası kullanıyor. Kombi ile ısınabilenlerin oranı %21,8’de kalırken %13 ise merkezi ısınma sisteminden yararlanabiliyor. Evlerin %53,8’inde bulaşık makinesi bulunmuyor. Ailelerin %10’u yardım alabiliyor. Belediyeden yardım alanla-
rın oranı, Ankara’da toplam yardım alanların %82,5’ine ulaşıyor. Burjuva bilimi bir ülkede zenginliğin ve yoksulluğun aynı anda böylesi yüksek hızlarla artmasını açıklayamaz. Büyüme oranları, gelir adaletsizliklerini ve yoksulluğu ortadan kaldırmıyor. Zenginlik urlaştıkça, yoksulluk da yapışıcı hale geliyor. Bankaların borçlandırdıkları milyonlarca insan üzerinden %25’lik kar patlamaları yaptığı ülkelerde yoksulluktan ve geleceksizlikten umutsuzluğa kapılan insanlar büyük bir moral ve fiziksel çöküş yaşıyorlar, ailelerin hayatı zindana dönüyor, düzene ve finans kapitale patlayamayan öfkeler en yakınındakini kurban ediyor.
Ya Adalet ya Kıyamet
Yoksulluğun ortadan kaldırılması ekonomik değil siyasi bir meseledir. “Nesnel ekonomi” kanunları, “kıt kaynakların sonsuz istekleri tatmin için optimum dağıtımı”, “görünmeyen bir el” adaleti tesis edemez. Adalet, ona ihtiyaç duyanların siyasi bir hedef ekseninde, sosyalizm ve yeni bir dünya için mücadelesi ile inşa edilebilir. Dünya işçi sınıfı, son 30 yıldaki büyük proleterleşme ve yoksullaşma dalgası karşısındaki kayıplarını, güçlü bir karşıt hegemonik mücadele ekseni yaratamamasından dolayı yaşamaktadır. O zaman başarılması gereken emekçilerin iş ve ekmek mücadelelerini yeniden politikleştirecek araçlar geliştirerek yola koyulmaktır. Çağdaş Pompei’nin zalimlerinden hesabı işçi sınıfının volkan olup patlayan öfkesi soracaktır. Zenginliği ve yoksulluğu aynı anda üreten bu saçmalık modern barbarların ayakları altında ezilecek, büyük yıkımın ardından ortaya çıkacak verimli topraklarda 21. Sosyalizminin tohumları gür fidanlara dönüşecektir.
Mart 2013 / Sosyalist Dayanışma
SATILIK HAYATLAR TİYATROSUNA SON! SENARYO: FİNANS KAPİTAL YÖNETMEN: AKP BAŞROLLER: BANKALAR/ HOLDİNGLER/ MÜTEAHİTLER / EMPERYALİZM FİGÜRANLAR: AYAKTAKIMI, EZİLENLER, YOKSULLAR, İŞSSİZLER, YOK SAYILANLAR
T
ek kelimeyle… Köleleştiriliyoruz.
Sömürülebilmek için kuyruklara giriyoruz. 700 milyonluk asgari ücret ile geçinmek için her gece kâbuslarla uyanıyoruz. “Kaybeden” olmaktan korkuyoruz. Korktukça daha çok köleleşiyoruz. Ya aşırı çalışmaktan ya da çalışamamaktan dolayı insanlığımızdan çıkıyoruz. Borçlanıyoruz. İnsan yerine konmanın tek koşulu tüketebilmek bu kumpanyada. Senaryoyu yazanlara göre mutlu olmanın tek yolu tüketmek, sahip olmak. Kestirmeden kazanmak. Sahip olmak için borçlandıkça daha bir batağa batıyoruz. Kredi kartları ceplerimizdeki düşmana dönüşüyor. Çağdaş vampirler bankalar… Bilançoları büyüyor, kar patlamaları yapıyorlar işçileri tuzaklarına düşürdükçe. Yazdıkları senaryo gereği onlar kazanıyor, biz kaybediyoruz. Onlar kar patlamaları yaptıkça bizler de yıkımın eşiğine, uçurumun kenarına yanaşıyoruz adım adım… Güvenmiyoruz. Çünkü senaryonun devamı yalnız kalmamızla mümkün. Neo liberalizmin çarkları, koca şehirlerde yalnızlaşan emekçinin trajedisi ile yağlanıyor. Yalnızlaştıkça güvensizleşiyor, güvensizleştikçe daha da korkuyor, korktukça daha da batıyoruz. Dayanışmayı ve isyanı unuttukça daha da bir oyuncağı, figüranı oluyoruz bu dizginsiz kumpanyanın. Ödediğimiz vergilerle boyunduruğumuz daha da sıkılaşıyor. Faiz gelirlerinden, borsa kazançlarından “sermaye ürker” diye vergi alamayanlar, gırtlağımıza çöküyor. Devletin eli cebimizde. Eğitimi, sağlığı, ulaşımı, ısınmayı, barınmayı paralı yapanlar sonu gelmez vergiler ve zamlarla kölelik zincirlerini daha da geriyorlar. Çarkı döndürmek için kendimizi daha kötü koşullarda sömürtmekten başka bir çaremiz yok.
AKP düzeni sadakalarla günü kurtarırken, hayata geçirilen neo liberal politikalarla koca bir toplumun geleceği ipotek altına alınıyor. Genel Sağlık Sigortası ödenmedi diye hastane kapılarından çevriliyoruz. Adaletsizlik gerçeği balçıkla sıvanmıyor. Dünyanın en çok dolar milyarderi çıkaran ülkelerinden birinde ailelerin %60’ı 1400 liradan düşük bir gelirle geçinmeye çalışıyor. AKP’nin müteahitleri daha çok kazansın diye mahallelerimiz yağmalanıyor. TOKİ’nin dere yatağına inşa ettiği evlerde yoksullar sel baskınlarında ölmeye devam ediyor. Senaryonun yeniden yazılması ancak kurtarabilir bizleri… Patronların zafer hikayelerinin adı geçmez, zavallı figüranları olarak yaşamaya mahkum değiliz. Bu yanlış hayatlara karşı durmadan geleceğimizi ve insanlığımızı kurtaramayız. Bu bozuk düzene isyanı büyütmeden karanlıklardan çıkamayız. Ayaktakımının dayanışmasını büyütmeden borç kapanı bataklığını kurutamayız. Hayatlarımızın tek anlamı patronların “daha çok kar” sunağına kurban edilmek midir? Bu cehenneme mahkûm değiliz! Dayanışmayla büyüyecek, mücadelemizle değiştireceğiz! İnsanca bir gelecek, adalet, eşitlik ve özgürlük için DAYANMA! KATLANMA! DEĞİŞTİR!
13
Sosyalist Dayanışma / Mart 2013
İŞÇİYİZ, SÖMÜRÜLÜYORUZ, DEĞİŞTİRECEĞİZ... Ne Yaşıyoruz?
- Taşeron istemiyoruz - Kiralık işçilik istemiyoruz - Özel istihdam büroları ile köleleşmek istemiyoruz - Taşeronların elinde ölümle köşe kapmaca oynamak istemiyoruz - GÜVENCELİ İŞ, İNSANCA YAŞAM İSTİYORUZ.
Çalışıyoruz, çalışıyoruz elde avuçta bir şey yok. Gece geç saatlere kadar, bazen sabahlamalar yaparak fazla mesailer yapıyoruz. 6 gün çalıştığımız yetmiyor Pazar günlerinde bile bizden iş bekleniyor. Ama gidiyoruz yine de... Geçim derdi diyoruz… Karın tokluğuna gidiyoruz. Bir anda işsiz kalma korkusu sürekli aklımızda. İşe giderken yalnızız, işte çalışırken yalnızız, işten atıldığımızda yalnızız. Peki, biz çalıştıkça birileri zenginliğine zenginlik katarken bizim iki yakamız neden bir araya gelmiyor? Bankalar, holdingler, müteahhitler, patronlar hayatlarını yaşarken neden bizim hayatımız pamuk ipliğine bağlı, neden iş kazalarında hep biz işçiler ölüyoruz? Neden en ufak bir hak istediğimizde kapının önüne konulmakla tehdit ediliyoruz? Patronlar yan yana durup birbirlerinden öğrenirken her şeyi, biz neden aynı yerde çalışan işçi arkadaşlarımıza güvenemiyoruz? Çünkü hayatlarımızı biz yönetmiyoruz: Bir yanda uzun çalışma saatleri, bir yanda işsiz kalma korkusu. Bir yanda banka borçları, bir yanda alınamayan tazminatlar, batan işyerleri. Bir yanda bir türlü bitmeyen paralı adalet, bir yanda işçileri öldüren patronları aklayan mahkemeler. Bir yanda ev kirası kadar asgari ücret, bir yanda ödenmeyen ücretler, Bir yanda hayal olan emeklilik, bir yanda sigortasız geçen uzun seneler. Bir yanda taşeron batağında çalınan geleceğimiz, düşen ücretler, alınamayan haklar. Bir yanda taşeronlaştıkça büyüyen holdingler, Bir yanda öfkesiyle baş başa kalan biz, her yanda adaletsizlik, her yanda gasp, her yanda bize dayatılan çaresizlik…
Ne İstiyoruz
Hayatta tutunacak tek bir dalı kalmayan işçi arkadaş! Bu düzen bize adalet vermeyecek. Borçluluk cenderesinde en ufak hakkımıza bile sahip çıkamaz duruma geldik. Gözümüzün önün-
14
Dayanmayacağız... Katlanmay
Bu Düzeni Değiştireceğiz
de iş kazası geçiren işçi arkadaşımıza el uzatamayacak kadar insanlığımızdan uzaklaştırıldık. Makine değiliz. Büyük karlar uğruna yaşamlarımız hiçe sayılıyor, insanca olmayan işlerde ortamlarda uzun çalışma saatlerinde ömrümüz çalınıyor. Düzenin adaletinden ümidini kesenler olarak, hayatlarımıza sahip çıkalım. En yakınımız-
daşımızın işsiz kalmasına, düşük ücret politikalarına neden olmak istemiyoruz. İNSANCA ÇALIŞMA ORTAMI, İNSANCA YAŞAYACAK ÜCRET İSTİYORUZ.
ÜNİVERSİTELER AKP’NİN ÇİFTLİĞİ OLMAKTAN ÇIKACAK! BİLİMİN VE ÖZGÜRLÜĞÜN YUVASI OLACAK! dan başlayarak tutunalım birbirimize. Ve taleplerimizi dile getirelim -Taşeron istemiyoruz -Kiralık işçilik istemiyoruz -Özel istihdam büroları ile köleleşmek istemiyoruz -Taşeronların elinde ölümle köşe kapmaca oynamak istemiyoruz
GÜVENCELİ İŞ, İNSANCA YAŞAM İSTİYORUZ
-Sendikal baraj kaldırılmış gibi yapılıp daha büyük baraj oluşturuldu. Sendikal barajlara hayır. SENDİKA HAKKIMIZI İSTİYORUZ, ÖRGÜTLENME ÖZGÜRLÜĞÜ SAĞLANSIN İSTİYORUZ -Uzun çalışma saatleri, zorunlu mesailer istemiyoruz -Uzun çalışarak bir işçi arka-
Ne Yaşıyoruz?
Eğitim gittikçe daha da pahalı bir hak oluyor. Sınav bolluğu yaşanan ülkemizde ortaokul çağındaki çocuklardan üniversite mezunu gençlere herkes sınavlar cehenneminin nimetlerinden yararlanıyor. Sınav denilince akla ilk gelen şey dershane, dershane denince de para, para, para. Zenginler çocuklarını son model kolejlerde istedikleri şekilde okutabilirken, biz öğrenciler ve veliler dershane parasını denkleyebilmek için gece gündüz çalışmak zorundayız. Çocuklarımıza, gençlerimize dayatılan niteliksiz eğitim, sınavlarda başarısızlığı olağan bir sonuç haline getiriyor. Her sene sınavlardan sonra açıklanan “şu kadar kişi sıfır çekti”, “barajı aşamadı” haberleri eğitim sisteminin aslında ne kadar “başarılı” olduğunun bir göstergesi. Ancak bundan hiç
Mart 2013 / Sosyalist Dayanışma
ayacağız...
üzeni eğiştireceğiz! mi hiç gocunmayan yöneticilerimiz daha bilimsel daha nitelikli bir eğitimi herkese sunmak yerine 4+4+4 benzeri eğitim “devrimleri” yaparak dindar nesil projesinden başka bir şeye kafa yormadıklarını hepimize gösteriyor.
Yoksullara biçilen toplumsal rolden ötürü olsa gerek gençlerimiz küçük yaşlardan itibaren işçi yahut işsiz olmak üzere yetiştiriliyor. Üniversiteye girebilme olanakları paralı eğitimle yok ediliyor. Meslek liselerinde gençlerimiz okudukları alanla ilgili değil, gelecekte yaşayacakları taşeron hayatın stajını yapıyor. Üç kuruşluk ücretlerle staj adı altında gençlerin emeği “yasal” normlara uygun olarak sömürülüyor. AKP üniversitede de boş durmuyor. Üniversiteyi tepeden tırnağa holdinglerin insan kaynakları birimlerinin ihtiyaç, öneri ve taleplerine uygun bir halde tasarlamak istiyor. Üniversitenin acil ihtiyaçları olan; akademik özgürlük, ifade özgürlüğü, demokrasinin kurumsallaştığı bir üniversite taleplerine, muhalif yüzlerce öğrenciyi sudan sebeplerle tutuklayarak ve muhalif akademisyenleri soruşturma taarruzuna uğratarak cevap veriyor.12 Eylül’le hayatlarımıza giren YÖK’ün özünü aynı bırakıp adını değiştirmeyi demokratikleşme sayan AKP, artık bir yalan rüzgarına dönüşen iktidarına yeni YÖK yasasıyla üniversiteden de küçük bir esinti katmak niyetinde. Eğitimin baştan sona; kimlik-
siz, özgüveni olmayan, düşünüp sorgulamayan, üretemeyen bireyler yaratma üzerine kurgulandığı ülkemizde eğitim alanındaki başlıca sorunlardan biri de anadil. Yıllardır halklarımıza yönelik geliştirilen asimilasyon politikalarının belki de en verimli uygulaması eğitim alanında gerçekleştiriliyor.
Ne İstiyoruz?
-Eğitimin her kademesinin parasız olmasını istiyoruz! -Sınavların kaldırılmasını, sınavsız lise, sınavsız üniversite istiyoruz! -Elemeci, rekabetçi düşüncenin eğitimden uzaklaştırılmasını ve yerine özgür düşünceli ve özgüvenli bireyler yetiştirme anlayışının getirilmesini istiyoruz! -Dindar nesil değil fırsat eşitliği istiyoruz! -YÖK kaldırılsın istiyoruz! -Anadilde eğitim hakkının tanınmasını istiyoruz! -Üniversitenin tamamen demokratik bir anlayışla akademisyen, öğrenci ve çalışanları tarafından yönetilmesini istiyoruz! -Bilimin, sermayenin kârı için değil halk için yapılmasını istiyoruz! -Tutuklu öğrencilere özgürlük istiyoruz!
KADINLARIN KURTULUŞU KENDİ ELLERİNDEDİR Ne Yaşıyoruz
Biz kadınlar erkek egemenliğine boyun eğmediğimizde şiddetle sindirilmeye çalışılıyoruz. Her gün 3 kadın erkek şiddeti nedeniyle yaşamını yitiriyor. Başbakan 3 hatta 5 çocuk doğurmayı telkin ediyor. Öte taraftan kürtaj hakkımız fiilen kısıtlanıyor. Sezaryene getirilen katı kısıtlamalar nedeniyle normal doğuma zorlanan kadınlar yaşamını yitiriyor. İktidarın erkek egemen anlayışı kadının özgürleşmesini değil, her ne pahasına olursa olsun ailenin sürdürülmesini, bunun için de kadınların itaat etmesini getiriyor. Her on dakikada bir ev içi şiddete maruz kalan kadınlar görmezden geliniyor, aile içi şiddetin üstü örtülmeye çalışılıyor. Kadına yönelik şiddet normalleştiriliyor ve aile kurumu içerisinde meşrulaştırılıyor. Öyle ki; AKP iktidarında Kadın Bakanlığı, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı; Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesi Kanunu’nu, Ailenin Korunması Kanunu; toplum merkezleri, aile irşat büroları yapılmıştır. Ayrıca denetimli serbestlik yasası kapsamında aile içi şiddetten tutuklananları serbest bırakarak kadın cinayetlerinin önü açılmış, son olarak da aile içi şiddet acil yardım hattını “aile, kadın, çocuk, yaşlı ve engelli sosyal destek hattı” yapılmıştır. Bu dünyanın yükü biz kadınların omuzlarında. Ev içi emeğimiz, bakım yükümüz görmezden geliniyor, hafife alınıyor. Hem evde hem işte çalışmamız, çifte mesai yapmamız normalleştiriliyor. Bu da yetmiyor “enerji hanım” olup geceleri elektrik yerine kendi enerjimizi sonuna kadar tüketmemiz telkin ediliyor. Kadınların ücretli çalışma hayatına katılımı düşük olduğu gibi, işe girdiğimizde de en düşük statülü, kayıtsız, güvencesiz, esnek işlerde biz çalışıyoruz. Eşdeğer işe eşit ücret alamadığımız gibi, meslek hastalığı, iş kazaları, taciz ve mobing yaşıyoruz. Devlet sosyal hizmetleri kısıyor, zaten kalitesiz ve az olan kamusal hizmetler geliştirilmek yerine giderek ortadan kaldırılıyor. Sosyal hizmetler geriledikçe ev içi emeğin yükü artıyor. Gündelikçi kadınlar, ev işçileri iş yasası kapsamına alınmayarak ev işçileri devlet eliyle kayıtsız alana itiliyor. Göçmen ev işçilerinin sömürüsünde sınır ta-
Bu dünyanın yükü biz kadınların omuzlarında. Ev içi emeğimiz, bakım yükümüz görmezden geliniyor, hafife alınıyor. Hem evde hem işte çalışmamız, çifte mesai yapmamız normalleştiriliyor. Bu da yetmiyor “enerji hanım” olup geceleri elektrik yerine kendi enerjimizi sonuna kadar tüketmemiz telkin ediliyor.
15
Sosyalist Dayanışma / Mart 2013
nınmazken, ev işçileri; iş kazaları, meslek hastalıkları, taciz ve tecavüz riskleriyle baş başa bırakılıyor. Devrimci, demokrat muhalif kadınlara karşı devletin şiddeti hiçbir zaman durmadı. Düzene başkaldıran, irade olan kadınlar Paris’teki 3 devrimci Kürt kadın gibi katlediliyor, ya da zindanlardaki binlerce kadın tutsak gibi sorgusuz, sualsiz cezalandırılmak isteniyor. Savaş, militarizm, ırkçılık, milliyetçilik, şovenizm kadınlar için ayrımcılık ve şiddet demektir. Bölgemizdeki savaşlar en çok kadınları vuruyor. Ve coğrafyamızda 30 yıldır sürdürülen savaşın yükünü Kürt, Türk bütün taraflardan kadınlar ağır bedeller ödeyerek yaşamaktadır.
NE İSTİYORUZ
Biz kadınlar dünyanın yarısıyız. Hayatımızı kendi ellerimize almak istiyoruz. Erkek egemenliğine başkaldırımız şiddetle bastırılmak isteniyor. Kadına yönelik şiddeti normalleştirilmesin. Erkek ve devlet şiddetine, her gün TV’lerden izlediğimiz, kendi yaşantımızda şahit olduğumuz şiddet uygulama özgürlüğüne derhal son verilmesini istiyoruz. Siyasi kadınlar değil saldırgan erkekler tutuklansın. Erkek, devlet şiddetine karşı hoş görü olmasın, bunlara karşı köklü önlemler alınsın. Erkek egemenliğine, cinsiyetçi politikalara derhal son verilsin. Cinsel yönelimlerinden dolayı kimse ayrımcılığa ve baskıya uğramasın. Bedenimiz, emeğimiz kimliğimiz bizimdir. Biz kadınlar erkek egemen kapitalist sisteme hayır diyoruz. Cinsiyetçi iş bölümü ortadan kaldırılmalı, ev ve bakım hizmeti kamusal alanda sunulmalıdır. Erkekler de ev ve bakım hizmetlerinde çalışmalıdır. Evde karşılıksız emek sarf eden ev kadınları köle değildir. Ev kadınlarına sosyal güvence istiyoruz. Ev işi iş ev işçisi işçidir. Ev işçileri iş yasası kapsamına alınmalı, ILO C189 imzalanmalıdır. Kadın istihdamı artırılsın; taşerona, kayıtsızlığa, güvencesizliğe, Özel İstihdam Bürolarına, kiralık işçiliğe hayır diyoruz. Çalışma hayatına erkeklerle eşit katılmak, eşdeğer işe eşit ücret istiyoruz.
16
Hem evde hem işte çalışıyoruz, yıpranma payı, erken emeklilik istiyoruz. Biz kadınlar militarizme, ırkçılığa, şovenizme hayır diyoruz. Kaynaklarımızın savaşa değil ev ve bakım hizmetleri için kullanılmasını istiyoruz. Savaşa hayır, onurlu barış istiyoruz. Devrimci tutsak kadınlara özgürlük istiyoruz.
KENTSEL DÖNÜŞÜM AKP’NİN RANT PROJESİDİR NE YAŞIYORUZ?
% 70’imizin oturduğu konutlar ‘kaçak’. Yani ‘yasal’ değil. Yani %70’imiz her an evsiz barksız kalabilir, kendimizi sokakta bulabiliriz. Özellikle geçtiğimiz yıl çıkarılan Afet Yasası ile kentsel dönüşüm hızlandırıldı. Neoliberal ekonomi politikalarla yaşamımızın her alanının satılık hale gelmesi ve pazarlanmasının bir boyutu olarak kentlerimiz dönüşüme zorlanıyor. Bahaneleri konutlarımızın depreme dayanıksız ve sağlıksız olması. İstedikleri ise rantı yükselen alanlardan bizi kentin en ücra noktalarına, mümkünse dışına atmak. İstanbul’a vizeyle girme tartışmalarını hatırlayalım. Evet, konutlarımızın büyük bir çoğunluğu depreme dayanıksız ve sağlıksız. Kentlerimizin büyük bir bölümü plansız yapılaşmayla malul. Ancak bizlere sunulan ‘çözüm’ TOKİ konutlarını borçlanarak almak. Hem sosyal ortamımızdan kopmak hem de ömür boyu borçlanmak. Üstüne üstlük daha sağlıksız ve dayanıksız konutlar olduğu tescillenmiş konutlara mecbur kalmak. Dere yataklarına yapılan TOKİ konutlarında ölen insanları hiç unutmayacağız. 8 milyon konut kentsel dönüşüm kapsamında. Bu dönüşüm sermayedarların iştahını kabartıyor. Bu projeyle 500 milyar liralık bir ekonomik hareketlenme bekleniyor. Bu; işin sadece yıkım, yapım hesaplarıyla çıkan rakam. Boşalan alanlarda yapılacaklarla elde edilecek rantın hesabını tutamadık. Bizi mahallelerimizden kovmaya hazırlananlar yemiyor, içmiyor, uyumuyor bu hesapları yapıyor.
NE İSTİYORUZ?
Herkese insanca yaşanacak koşulların sağlandığı ucuz, güvenli,
sağlıklı barınma hakkı istiyoruz. Sağlıklı konutlarımıza yaşam alanlarımızdan kopmadan, yerinde ıslah mantığıyla kavuşacağız. Kimsenin bizi yok saymasına, yaşam alanlarımızdan koparmasına izin vermeyeceğiz. Halktan yana uzmanlarla birlikte oluşturacağımız örgütlülüklerle kendi yaşam alanlarımızı kendimiz düzenleyeceğiz. Deprem bölgesinde bulunan yerellerde konunun uzmanlarından oluşan “depreme karşı önlem masaları” oluşturacağız. Bu masalar tarafından bölgedeki tüm yapıların depreme karşı dayanımlarının kontrolü ücretsiz olarak süratle yapılacak, güvenliksiz yapılarda barınanların güvenli yapılara taşınması sağlanacaktır. Barınmaya yönelik düzenlemelerde doğa, tarih, mimari ve sosyal doku dikkate alınacaktır.
YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ NE YAŞIYORUZ?
90 yıllık Cumhuriyet son derece karmaşık, çeşitli bir nüfus yapısından tek bir ulus kimliği inşa etmeye çalıştı. Bunu da son derece baskıcı bir biçimde gerçekleştirmeye çalıştı. Tekçi anlayış bütün bir toplumu Sünni Türk kalıbına dökmeye çalıştı. Türk olamayanların dillerini konuşmaları engellendi. Sünni olmayanların inançlarını yaşamaları, ibadetlerini gerçekleştirmeleri mümkün olamadı. Bu anlayışın yarattığı sorunlar, 90 yıl boyunca çatışmalara, sorunlara ve can kayıplarına yol açtı. 12 Eylül Kürt kelimesinin karlara basıldığında çıkan “kart, kurt” sesinden kaynaklandığını söyleyecek kadar ileri gitti. İnsanların cezaevlerindeki evlatları ile Kürtçe konuşması yasaklandı. Diyarbakır zindanlarında insanlık tarihinin en korkunç işkenceleri yaşandı. Köyler yakıldı, yıkıldı. Yüzlerce insan faili meçhul cinayetlere kurban gitti. Fakat Kürtler, Kürtlüklerinden vazgeçmedikleri gibi kimliklerine daha da sıkı sarıldılar. Alevilerin kimlikleri hep yok sayıldı. Cemevleri kapatıldı. Devlet Alevilerin varlığını hep tehdit olarak algıladı. Okullarda zorunlu din dersleri ile alevi inancı yok edilmeye çalışıldı. Düzenli aralıklarla gerçekleşen katliamlarla Alevilerin
biat etmeleri, kimliklerinden vazgeçmeleri istendi. Ama Aleviler, Aleviliklerinden vazgeçmedikleri gibi kimliklerine daha da sıkı sarıldılar. Devletlerin insanların inançlarını, kimliklerini biçimlendirmeye çalışması despotluktur. Toplumun çeşitliliğinden korkmak, bunun bölünme sebebi olacağını düşünmek devletin silemediği bir takıntısıdır. Ermeniliği bir soykırımla “hal” eden, malına mülküne el koyan yağmacı ve imhacı anlayış her sorunu aynı biçimde “hal” etmeye kalktı, fakat hedeflerine ulaşamadı. Tekçi dayatmalar, her etnikmezhepsel yapıyı devletin ideal gördüğü bir kalıba dökmeye çalışmak en büyük bölücülüktür. Kimliği “aşağı” görülenin, yok sayılanın bu dayatmayı sorgusuz sualsiz kabullenmesi beklenemez.
NE İSTİYORUZ?
Yapılması gereken tekçi dayatmadan vazgeçmek, bütün kültürlerin özgürce yaşayabilecekleri bir ortam yaratmaktır. Kürtlerin kendi kaderleri üzerindeki söz hakları kabul edilmeli, “demokratik özerklik” uygulanmalıdır. Anadilinde eğitimin önündeki engeller kaldırılmalıdır. Cemevleri tanınmalı, zorunlu din dersleri kaldırılmalıdır. 4+4+4 yasası ile tüm okulları imam hatip haline getiren düzenlemeye son verilmelidir. AKP’nin dindar gençlik yetiştirme politikasına karşı mücadele yükseltilmelidir. Gençliğe hangi dinin en iyi olduğu değil, farklı inançlara ve kimliklere neden saygı gösterilmesi gerektiği öğretilmelidir. Diyanet kaldırılmalı, devlet din işlerinden tamamen elini çekmeli, dini eğitim inanç gruplarına terk edilmelidir. Tek bir mezhebin inancını dayatan zorunlu din dersleri kaldırılmalıdır. İnsanlar kendi inançlarını, ailelerinden ve kendi inanç kurumlarından öğrenmelidir. Ermeni halkından özür dilenmeli, Ermeniliğe karşı aşağılayıcı bir üslubun kullanılması ağır cezalık suç haline gelmelidir. 2 Temmuz “halkların kardeşliği günü” olarak tanınmalı, ırkçı/ şoven/dinci/mezhepçi anlayışların mahkûm edildiği bir gün olarak anılmalıdır.
Mart 2013 / Sosyalist Dayanışma
ÜNİVERSİTENİN AKP’YLE ON YILI AKP
ampulünden saçılan nuru memleketin dört bir yanına yaymaya devam ediyor. Bunun üniversitedeki gölgesine faşizmin ve sermayenin karanlığı desek yanlış olmaz. On yıllık iktidarının başlarında üniversiteye türban tartışmalarıyla dâhil olan Erdoğan şimdilerde bir eli Kuran’lı bir eli bilgisayarlı, fetih moduna alınmış Ak gençlikten bahsediyor. İktidarının kurumsallaşmasıyla elde ettiği hegemonyanın üniversitedeki ak izdüşümü budur. Her ne kadar görünürde böylesi bir gençlik örgütü bulunmasa da AKP, 4+4+4 benzeri uygulamalarla geleceğe güvenilir yatırımlar yapıyor. AKP’nin on yıl boyunca üniversiteye yönelik geliştirdiği politikaların üniversiteyi ne hale getirdiği ortada. Artık rektörlük seçimlerinde 3 oy almasına rağmen cumhurbaşkanı eliyle atanan, bankayla yaptığı anlaşmadan avantasını lüks otomobil olarak alan, ODTÜ öğrencisini kınayıp saldırgan polise alkış tutmak için bildiri sırasına giren “akademisyenler” üniversitede en üst perdeden söz sahibi. Halk için yapılması gereken bilim, Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu örneğinde olduğu gibi belediye başkanlarının insafına ve holdinglerin Ar-Ge sevdasına terkedilmiş durumda. Neoliberal “hizmetleri” köylere kadar götüren -HES projeleri- AKP, üniversiteyi de güvencesizlik hizmetinden mahrum bırakmadı. İTÜ’lü asistanlar ekmekleri için direniyor. Sermayenin sancağını üniversitenin orta yerine dikecek olan YÖK yasa tasarısı; zenginlerden yıldızlı pekiyi alacak olsa da üniversitenin tüm bileşenleri, bıçağın kemiğe dayandığının ayırdında ve AKP’yi sınıfta bırakmaya kararlı görünüyor. ODTÜ direnişi ve sonrası bunun
güzel bir örneği. Egemenlerin hayallerini gerçekleştiren AKP, cemaatin dershanecilikteki büyük deneyimlerini üniversiteye aktarmaya niyetli. YÖK tasarısıyla beraber üniversitenin bürüneceği hal herhangi bir dershaneden farksız olacak. Eğitimin şu haliyle bile yoksullar için imkânsızlığı ortadayken yeni yasalar ve düzenlemelerle artık yoksul bir gencin üniversiteye girebilmesi komik olmayan bir şaka olarak algılanabilir. Savaş için ağzının suyu akar halde pusuda bekleyen hükümet, eğitimi ihmal edilebilecek bir kalem olarak düşünüp, öyle bütçe yapıyor. Yoksul gençliği savaşlarda kırdırmakta beis görmeyen Erdoğan zaten yoksullar için varlığı bile tartışılabilir olan eğitim hakkını daha da gasp etmek için son hız çabalamakta. Gençliğin, AKP’nin saldırılarına karşı yükselttiği her tepki terörist eylem olarak kavranıyor ve tutuklanması vaciptir kabilinden hukuk facialarıyla öğrenciler tutsak ediliyor. 700’ü aşkın tutuklu öğrenci üniversitelerde korku imparatorluğunun en büyük nişanesi olarak, gençlerin sus pus köşelerine sindirilmesi için düzen tarafından bolca kullanılıyor. Ancak korku imparatorluğunun gerileme dönemine girdiği ODTÜ kampüs muharebesinde en güçlü sinyalini verdi. Burada bahsedilmesi gereken bir konu daha var. Üniversite bu hale sadece AKP eliyle gelmedi. Egemenler 12 Eylül’den beri ellerini öğrenci gençliğin yakasından çekmiyor. Üniversiteyi kimliksizleştirme ve holdinglerin insan tarlası haline getirme çabaları sermayenin bitmeyen sevdası. Zenginlerin partisi AKP, sadece bir geleneğin devamcısı. Üniversiteye giydirilen deli gömleğini kendine has ileri faşizm teknikleriyle daha da sıkılaştırmaya çalışıyor o kadar. Ancak bu konuda ne kadar başarılı olacağı
öğrenci gençliğin yükselteceği mücadeleyle ters orantılı.
Hasan UMUT
AKP’nin on yıllık iktidarının üniversitelerdeki sonuçlarına az çok değinmeye çalıştık. AKP pervasızlığıyla aslında kendi sonunu hazırlıyor. Kişiliksiz gençlik-Ak üniversite projesi ancak ve ancak devrimci gençliğin örgütlü mücadelesi ve yeni ODTÜ’lerle çöpe atılabilir. Örgütlülüğün yükseltilmesi ve AKP faşizminin saldırılarının her cep-
hede püskürtülmesi özgür bir geleceği inşa etme yolunda öğrenci gençliğe düşen en büyük görev. Önümüzdeki hareketli süreçlerde zihinlerimize duruluk vermesi açısından Marx’ın 11. Tezi başucumuzdan ayrılmamalı. “bugüne kadar filozoflar hep, dünyayı anlamaya çalıştı ancak aslolan değiştirmektir.”
Sermayenin sancağını üniversitenin orta yerine dikecek olan YÖK yasa tasarısı; zenginlerden yıldızlı pekiyi alacak olsa da üniversitenin tüm bileşenleri, bıçağın kemiğe dayandığının ayırdında ve AKP’yi sınıfta bırakmaya kararlı görünüyor.
17
Sosyalist Dayanışma / Mart 2013
TAŞERON: ÇALIŞIRKEN VAR, ÖLÜRKEN YOKUZ! Sevgi EVRİM
B
ir şey düşünün hem var hem yok... Bir şey düşünün var ama yokmuş gibi davranılması gerekiyor. Bir şey düşünün var ama kendisi bile farkında değil… Bir şeyin hem var hem yok olmasına biz işçiler TAŞERON diyoruz Birşeyin var olup da yokmuş gibi davranılmasına biz TAŞERON diyoruz
Taşeron sisteminin başlı başına reddedilmesi ve iş güvencesinin kalıcılaşması, emek örgütlerinin temel talebi olarak tek bir sese doğru ilerlerken, taşeronun kural haline getirilmek istenmesi emeğe karşı yapılan topyekun saldırının esaslı bir parçası. Zira 2003 yılında sadece bir madde ile iş yasasına giren taşeron, 10 yıllık süreçte tüm emek alanına hakim olmak üzere.
Bir şeyin var olup da kendi-
sinin farkında olmamasına biz TAŞERON diyoruz Ve tüm bu varlık yokluk oyunlarının içinde sömürülen, yok sayılan, geleceği çalınan işçiye taşeron işçi diyoruz. Hükümetin ulusal istihdam stratejisinde yer alan lokomotif düzenlemelerin başında “taşeronun önündeki tüm engellerin kaldırılarak, ana istihdam biçimi olarak kurallaşması ve esnek üretimin kolaylaştırılması” gelmektedir. Bu kapsamda –her ilhak ve
18
gasp öncesi yaptıkları gibi- halen var olan yasal mevzuatta bir düzenleme yapılacak ve taşeronun istisna olma kuralı ortadan kalkacak. Ama işçi sınıfının parçalanması çabalarının bir sonucu olarak taşeron sisteminin üretim sisteminin tamamına hâkim olmasına ramak kalmışken taşeron işçilerinde bir farkındalık başladı. Özellikle sağlık alanında yaşanan devlet eliyle hızla taşeronlaştırma adımları işçilere, kendilerine dayatılan bu ayrımı reddetme bilinci uyandırdı ve taşeron sistemi bir yerinden taş-
lanmaya başladı.
Taşeron Nedir?
Bir şeyin hem var hem yok olmasına biz taşeron diyoruz; Zira taşeron işçiler aslında kadrolu işçilerle aynı işyerinde, aynı çalışma saatlerinde –hatta çoğu zaman daha uzun çalışma saatlerinde- çalışırlar. Hatta aynı turnikeden işyerine girer, aynı yemekhanede yemek yerler. Ama ihaleyi veren kurum tarafından görülmezler, bilinmezler, duyulmazlar. Onlar asıl işveren
olan hastane, postane, bakanlık, müdürlüklerce veya diğer asıl işverenler tarafından hiç görülmemişlerdir. Görülmeyeceklerdir. Aslında onlar vardır, meta veya hizmet üretirler ama aslında yoklardır. Zira işten atılırlar; bir telefon mesajıyla bir gecede işsiz bırakılırlar, madenlerde göçük altında kalırlar. Çalışırken var, ölürken yoklardır. Bir şeyin var olup da yokmuş gibi davranılmasına biz TAŞERON diyoruz; Taşeron işçiler yok sayılmalarına dayanamazlar. Mahkemeye başvururlar. Asıl işveren işçisi kadar maaş istediklerini, asıl işveren işçisi kadar hak istediklerini beyan ederler. Zira asıl iş yardımcı iş diye bir ayrım yoktur. Mahkemeye asıl işçi sayılmak istediklerini beyan ederler. Asıl işçilerdir çünkü. Onlar çalışmazsa elektrik verilemez evlere, su bağlanamaz borulara, yerler temizlenemez, ekmek pişemez, kargolar, mektuplar dağıtılamaz, hastalar bakılamaz, çöpler toplanamaz, otobüsler çalışamaz, gazeteler basılamaz ve daha bir çok şey…Bütün bunlar yapılır. Ama yapılmamış gibi davranılır. Bunları yapan taşeron işçilerdir. Zira taşeron işçiler çalışırken var, ölürken yoklardır. Bir şeyin var olup da kendisinin farkında olmamasına biz TAŞERON diyoruz; Anayasa, iş yasası ve çalışma hayatıyla ilgili birçok yasa eşit işe eşit ücreti düzenlemesine rağmen taşeronda çalışan işçiler esnekliğin, güvencesizliğin her halini yaşıyor ve artık tamamen paralılaşan ve pahalılaşan adalet, sorunlarını çözmekte yetersiz ve niyetsiz kalıyor. Hemen her sektörde taşeron yaygınlaşıyor. İşçilerin çoğu sigortalarının asıl
Mart 2013 / Sosyalist Dayanışma
firmadan yatırılmadığının, haklarının asıl işveren tarafından garanti altına alınmadığının, taşeronun iş güvencesinin ve iş güvenliğinin sonu olduğunun farkında bile olmazken onların emekleri piyasanın tekeline, patronların kar hırsına kurban ediliyor. İşçiler bu mantıkla “hak” bilincinden uzaklaşıyor, iş cinayetleri normalleşiyor. İş cinayetlerinde ölümün kader olduğu safsatası patronlar tarafından demir bir zırh gibi kullanılıyor. Oysa mal ve hizmet üretimi için kapıda emirlere amade milyonlarca taşeron işçiyiz biz. Çalışırken dualarla işe kabul edilip, hiçbir güvence ve güvenlikle korunmadığımız işyerlerinde dualarla ölüyoruz. Kârından bir lira bile kaybetmek istemeyen işve-
lık gerektiren işlerden” olması zorunluluğu bir arada aranıyor. Ve bunun yanında yasanın devamında da kötü niyetli uygulamalarla alt işveren kurumunun işçiler aleyhine kullanılmasının önüne geçilebiliyor yada en azından mahkemeler kanalıyla bir denetim mekanizması kurulabiliyor. Ancak gelinen aşamada bu yük işverenlere fazla geliyor olmalı ki, işverenlerin taşeronu hükümet, bu kısıtlamaları da kaldırma gayreti içine girmiş durumda. Taşeron sisteminin başlı başına reddedilmesi ve iş güvencesinin kalıcılaşması, emek örgütlerinin temel talebi olarak tek bir sese doğru ilerlerken, taşeronun kural haline getirilmek istenme-
Zonguldak’ta Taşeron İşçiler Kazandı
Taşeron maden işçilerinin mücadelesiyle, 8 madencinin yaşamını yitirdiği Kozlu’ya sendika girdi. Kazadan sonra “Örgütlenmeden ocağa girmeyeceğiz” diyen işçiler, yaklaşık 2 ay boyunca ocağa girmedi ve sendikal haklarını patrona kabul ettirdi. TTK’nın Kozlu ve Üzülmez müesseselerinde çalışan taşeron maden işçileri, patrona sendika haklarını kabul ettirdi. Patron, yetki itirazı davasından feragat ederken, bir ay içerisinde Genel Maden İşçileri Sendikası ile Toplu İş Sözleşmesi masasına oturması bekleniyor. TİS imzalanması halinde bu, Türkiye’de bir ilk olacak.
TÜRKİYE’DE BİR İLK
İşçilerin kazanımı emsal teşkil ediyor ve diğer taşeron maden işçilerinin de maden sendikasında örgütlenmesinin önü açılmış oluyor. İşçilerin zaferi aynı zamanda Zonguldak’ta diğer işkollarındaki taşeron işçilere örnek oluyor. Ancak Star İnşaat işçileri, yitirdikleri arkadaşları için kazanımlarını buruk bir şekilde kutluyor. İşçiler, taşeronluğun son bulması için bütün sendikaların elini taşın altına koymasını ve Zonguldak’ı sömürünün başkenti olmaktan kurtarmasını istiyor.
KARADON FACİASINDAN SONRA ÖRGÜTLENDİLER
Karadon Maden Ocağında 8 İşçi Yaşamını Yitirdi. 7 Ocak 2013 renlerin taşeronlara bölüştürdüğü sistem, alınmayan önlemler ve bir kişinin trilyonları uğruna ölümle bedel ödeyen kapıdaki milyonlar… Çalışırken milyonlarız, iş cinayetlerinde öldürülürken yalnızız…
Daha Başımıza Neler Gelecek?
Halen taşeronu “dar” bir yorumla tanımlayan iş yasası patronların iştahlarına cevap vermiyor olmalı ki, uzun süredir hükümet bir “altişveren-taşeron” çalışması sürdürüyor. Halen bir işyerinde işin alt işverenlere ihale edilebilmesi için bir kısım kriterlerin bir arada bulunması zorunluluğu var. Yani bir işin alt işverene verilebilmesi için “işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzman-
si emeğe karşı yapılan topyekun saldırının esaslı bir parçası. Zira 2003 yılında sadece bir madde ile iş yasasına giren taşeron, 10 yıllık süreçte tüm emek alanına hakimolmak üzere. Sermaye için dikensiz gül bahçeleri oluşturulurken taşeron cehennemi kimi yakar, ne kadar can alır, ne kadar emek zayi olur? Bu soruları hiçbir zaman sermaye sormayacak. Bu soruların sahibi, dünyayı elleriyle yaratan emekçilerdir. Başta kadrolu işçiler, devamla taşeron işçiler, işsizler, ev işçileri, yok sayılanlar, en genelde güvencesizler olarak bu soruları bir an evvel sormak ve emeğimize sahip çıkmak zorundayız. Zira biz varız. Hiçbir güç veya yedeği bizi çalışırken var ölürken yok sayamaz.
TTK’nın Kozlu ve Üzülmez müesseselerinde çalışan taşeron işçilerin sendikal mücadelesi, 3,5 yıl öncesine dayanıyor. Adını “Star Madencilik” diye bildikleri Star İnşaat adlı taşeron şirket için çalışan işçiler, 2010 yılında Karadon’daki grizu faciasından sonra “bizim de başımıza gelmesin” diyerek sendikalaşma çalışmaları başlattı. İşçilerin üye olduğu Genel Maden İşçileri Sendikası, yetki ve işkolu tespiti için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na başvuruda bulundu. Bakanlık, sendika lehinde karar verirken, Star İnşaat patronu yapılan işin madencilik değil inşaat işi olduğunu iddia ederek işkoluna itiraz etti. Dava sendikanın lehine sonuçlanırken, şirket bu kez tüm işçiler sendikaya üye olduğu halde, yeterli çoğunluğu olmadığını iddia ederek yetki tespitine itiraz etti.
ONLARIN DA BAŞINA GELDİ
İşçilerin sendika hakları için hukuki ve fiili mücadelesi sürerken, 7 Ocak 2013 tarihinde TTK Kozlu Müessese Müdürlüğü’ne bağlı maden ocağında degaj patlaması meydana geldi. Faciada 8 işçi yaşamını yitirdi.
MAHKEMEYİ KAZANDILAR, SIRA TİS’TE
Kazayla birlikte mücadelelerini arttıran işçiler, patronun “ocağa inin” çağrısına “hayır” diye yanıt verdi ve iş bırakma eylemi yaptı. İşçilerin eylemi sürerken, 4 Şubat’ta şirket yetkilileri ile GMİS arasında yapılan görüşmede anlaşma sağlandı. Star İnşaat yetkilileri, yetki itirazı davasından feragat ettiklerini açıkladı ve feragat dilekçesi, davanın görüldüğü Ankara 11. İş Mahkemesi’ne gönderildi. Dün görülen duruşmada ise hâkim, dilekçenin kendilerine ulaştığını belirterek, işçiler lehine karar verdi. Şimdi mahkeme kararının taraflara tebliğ edilmesi, 1 ay içerisinde de GMİS ile şirket yetkililerinin Toplu İş Sözleşmesi masasına oturması bekleniyor. Star İnşaat’ın Kozlu’da 120 ve Üzülmez’de 110 işçisi bulunuyor. (3 Mart 2013/emek dünyası.net sitesinden kısaltılarak alınmıştır)
19
Sosyalist Dayanışma / Mart 2013
İşgal Edilen Fabrika İşçilerin D “İşçi Mücadelesi açısından bunu tek yol olarak gördük.” Bu Yazı Zmag.Org Sitesinden Çevrilmiştir.
İşçiler birçok toplantıdan sonra fabrikayı birlikte işletmeye karar verdiler. O zamandan beri de fabrikayı işgal ettiler, üretim için gerekli olan makine ve aletleri korudular. Yunanistan’ın dört bir yanındaki işçilerle ve örgütlerle bağlantı kurdular ve büyük destek gördüler.
Y
unanistan’ın Selanik kentindeki Viomichaniki Metalleutiki (Vio.Me) fabrikası 12 Şubat 2013 Salı günü işçi denetiminde ilk resmi üretimine başladı. Üretim, herhangi bir hiyerarşi ve patron olmadan tamamen işçilerin demokratik meclisi tarafından planlanıyor. İşçi meclisleri kaynakların adaletsiz dağıtımına son verdiklerini açıkladılar. İnşaat malzemesi üreten fabrika için işçiler çevreye zarar vermeyen, toksik madde bırakmayan türden ürün yapmaya yöneleceklerini açıkladılar. “İşsizliğin %30’lara tırmandığı bir ortamda işçilerin kuru laflara ve sözlere karınları tok. Yeni vergilerden bıktılar. 2011 Mayıs
fabrikayı birlikte işletmeye karar verdiler. O zamandan beri de fabrikayı işgal ettiler, üretim için gerekli olan makine ve aletleri korudular. Yunanistan’ın dört bir yanındaki işçilerle ve örgütlerle bağlantı kurdular ve büyük destek gördüler. Tüm bu çevrelerin dayanışma ve desteği, işçiler ve ailelerinin bugüne kadar gelmesine önemli katkı sağladı. İşçilerin işyeri işgal edip denetimi ellerine alması ne tarihi olarak ne de günümüzde yeni bir olaydır. 2001 yılından beri Arjantin işçileri tarafından sağlık kliniklerinden, gazetelere, okullardan metal fabrikalarına, matbaalardan otellere kadar 300 işyeri denetime alınmış ve de-
den etkilenen herkesi Vio.Me işçileri yanında durmaya ve işçilerin patronsuz üretim yapabilecekleri inancını pratiğe geçirmelerine destek vermeye çağırıyoruz! Bu mücadeleye katılmaya, bürokratlar olmadan tamamen demokratik yöntemlerle kendi işyerlerinde kendi mücadelelerini vermeye çağırıyoruz.” (Sendika websitesi: biom-metal. blogspot.gr) Her fabrika kurtarmasında olduğu gibi başlangıç finansmanı en temel sorundur. Gösterilen dayanışma, işçilerin ve ailelerinin yaşamlarını sürdürmesine yardım etmiştir ama üretimi sürdürmek için gerekli olan sermaye çok fazladır. İşçi sendikasının altından kalkılabilir bir çalışma planı vardır ama bunun hayata geçmesi biraz daha zaman gerektirmektedir. İlk aylar çok önemlidir. Finansal destek her şeyi değiştirecektir. Her türden katkı önemlidir. Selanik Vio.Me işçi sendikasının uluslararası dayanışma websitesi viome.org yolu ile direkt finansal destek yollanabilir.
ayından beri ücret alamayan Vio. Me işçileri sendikalarının genel meclisinde işsizliğe kurban olmak yerine, fabrika yönetimini ellerine alıp kendileri çalıştırmaya karar verdiklerini açıkladılar. Artık Vio.Me’ de işçilerin denetimi ellerine almasının zamanı gelmiştir!” (Vio.Me işçileri ile birlikte yazılan Açık Dayanışma Girişimi açıklamasından, açıklama metninin tamamı www.viome.org’da) 2011 Mayıs ayından beri işçilerine ücret ödemeyen Vio. Me fabrikasının sahibi ve yöneticileri fabrikayı da terk ettiler. İşçiler birçok toplantıdan sonra
20
Makis Anagnostou, Vio.Me işçi sendikası sözcüsü
mokratik olarak işletilmektedir. Buralardaki deneyler işçilerin bir işyerini hep birlikte, eskisinden daha da iyi işletebileceklerini göstermiştir. Arjantin deneyi Amerika kıtasında yayıldı ve şimdi Avrupa ve ABD’de uygulanıyor. Chicago’da New World Windows işçileri eski patronları ve fabrika sahipleri ile yıllarca mücadele ettikten sonra üretime başladılar. Şimdi de Yunanistan’da işçiler işsizlikten kurtulmanın ve krizden çıkmanın tek yolunun işçi denetimleri ve direkt demokratik öz yönetim olduğunu bir daha gösteriyorlar. “Tüm işçileri, işsizleri, kriz-
Dayanışma açıklamalar ve her türden sorular protbiometal@gmail.com adresine yollanabilir. İmza: Selanik Dayanışma Girişimi, Brendan Martin (.working World), Dario Azzellini ve Marina Sitrin
Mart 2013 / Sosyalist Dayanışma
şçilerin Denetiminde Üretime Başladı Öz yönetim makineleri çalışmaya başladı. Yürüyüş Kalabalık ve Canlıydı
3 günlük eylemden sonra Vio. Me fabrikası işçi denetiminde üretimine bu sabah başladı. Bu kriz içinde olan Yunanistan’daki ilk endüstriyel deneyimdir. Vio. Me işçileri bu tür girişimlerin ilk örneği olduklarını düşünüyorlar. Eylem işçi ve destek veren
tasına ulaştı. Beş bin insan hep birlikte alkış tuttu, bağırdı ve destek şarkıları söyledi. Ve işte o zaman herkes bu girişimin mutlaka başarıya ulaşması gerektiğini anladı.
biliyorlar. Asıl sorun şimdi pazar bulmaktır. Bu hacimli metaları uzun mesafelere taşımak maliyetli oluyor. Yunanistan ve Balkan ülkelerinde pazar bulmaya çalışacaklar.
Ertesi günü erkenden fabrikaya doğru yürüyüş ile eylem başladı. İşçiler fabrikada işbaşı yapmış ulusal, yerel ve alternatif
Vio.Me işçileri ve dayanışma hareketinden yüzlerce kişi bu üç gün boyunca uzun ve zor yolun başlangıcında unutulmaz deneyler yaşadılar. Dayanışma, adalet ve öz yönetime dayalı yeni bir dünya kurmak için her zamankinden fazla el ele ve güçlü olmak zorundayız!
Hamuru biz yoğuruyoruz ama ekmeği olmayan biziz, Kömürü biz çıkarıyoruz ama üşüyen gene biziz.
örgüt ve kişilerin pazar akşamı kent merkezinde bulunan tiyatro binasındaki toplantısı ile başladı. Dayanışma hareketinin eylem planı tartışıldı ve isteyen mikrofonu eline alıp işçi mücadelesi konusundaki fikrini dile getirdi. Pazartesi akşamı kent merkezinde bir yürüyüş gerçekleştirildi ve oradan birçok tanınmış müzik grubu ve şarkıcının katıldığı yardım konserine gidildi. Yunanistan’ın en ünlü şarkı sözü yazarı, yalnız sözleriyle değil eylemleriyle de toplumun kendi kaderini kendi belirlemesi “hareketinin bir parçası olan” Thanassis Papakonstantinou’da konser verenlerin arasındaydı. Katılım tahminlerin çok üstündeydi. Ne yazık ki stadyum dolduğundan bine yakın insan içeri giremedi. İşçiler tek tek mikrofonu alıp sosyal adalet, dayanışma ve öz yönetime dayalı başka bir toplum anlayışını anlattıklarında stadyumdaki coşku doruk nok-
kameralar önünde üretime başlamışlardı. İşçiler gelen gazetecileri ve dayanışma hareketine katılanları fabrikada gezdirdiler ve üretim süreci konusunda aydınlattılar.
axisoflogic.org Sitesinden Alınmıştır
Daha önlerinde uzun bir yol var: Üretim maliyeti yüksek, kredi bulmak imkânsız, ekonomik durgunluk nedeniyle pazar bulmanın bir garantisi yok. Ama işçiler iyimser:
Hiçbir şeyi olmayan biziz Ve dünyayı almaya geliyoruz. Tassos Livaditis (Yunan şairi 1922-88)
Daha önlerinde uzun bir yol var: Üretim maliyeti yüksek, kredi bulmak imkânsız, ekonomik durgunluk nedeniyle pazar bulmanın bir garantisi yok. Ama işçiler iyimser: Konser gelirleri, viome.org kanalı ile özel kişiler ve gruplardan toplanan destek yardımları birkaç ay farikayı ayakta tutmaya yetecektir. Ayrıca sosyal hareketlerin desteği sayesinde üretimin büyük bir kısmı, var olan yapılar aracılığı ile dağıtılacaktır. Vio.Me işçileri toksik olmayan ekolojik temizlik maddeleri arıyorlar. Fabrika kaliteli inşaat malzemesi (harç, boya, fayans, tutkal, su geçirmez malzemeler) üretiyor. İşçiler kaliteyi nasıl yükselteceklerini ve maliyeti nasıl azaltacaklarını çok iyi
21
Sosyalist Dayanışma / Mart 2013
Krizin Ortasında Vio.Me İşçileri Sömürü ve Sermayeyi Hedefliyorlar. İşsizliğin %30’lara tırmandığı, işçi gelirlerinin sıfırlandığı, büyük laflar, sözler ve daha çok vergiden bıkmış, 2011 Mayıs’ından beri ücret alamayan, işverenin terk ettiği fabrikada işlerine tutunmuş Vio.Me işçileri, genel mecliste işsizlik koşullarına kurban olmak yerine fabrika denetimini ellerine alma ve kendi başlarına işletme kararı aldılar. 2011 Ekim ayındaki resmi dilekçe ile tamamen işçi denetiminde bir işçi kooperatifi kurmak ve bir işçi kooperatifi olarak tanınmak
Artık işçiler iflas etmiş devletin asılsız destek sözlerini beklemeyecekler Vio. Me fabrikasının ve kapanan, iflas eden, işçileri işten çıkaran diğer fabrikaların eski ya da yeni patronlar tarafından değil orada çalışan işçiler tarafından yeniden açılmasını görme zamanıdır. Bu mücadele sadece Vio.Me ile sınırlı kalmamalıdır.
22
istediklerini bildirdiler. Başkalarının da onları takip etmesini istiyorlar. Ayni zamanda fabrikayı üretime geçirmek için gerekli parayı da yetkililerden istiyorlar. Aslında toplumsal değeri kendileri yarattıkları için bu paranın kendilerinin olduğunu söylüyorlar. Devlet yetkilileri ve sendika bürokrasisi planlarına hiç ilgi göstermemiş. Ama dünya sosyal hareketleri tarafından büyük bir ilgi ile karşılanmış. Selanik’te Açık Dayanışma Girişimi ve sonrada bir çok kentte benzer girişimlerle son 6 aydır Vio.Me mesajı tüm toplumda yayılma mücadelesi veriyor.
Artık Vio.Me’de işçi denetimi zamanıdır!
Artık işçiler iflas etmiş devletin asılsız destek sözlerini beklemeyecekler (İşçi Bakanlığı’nın
1000 Euro acil yardım sözü Finans Bakanlığı tarafından onaylanmadı) Vio.Me fabrikasının ve kapanan, iflas eden, işçileri işten çıkaran diğer fabrikaların eski ya da yeni patronlar tarafından değil orada çalışan işçiler tarafından yeniden açılmasını görme zamanıdır. Bu mücadele sadece Vio.Me ile sınırlı kalmamalıdır. Başarılı olunacaksa bu genelleşmeli tüm kapanan fabrikalara ve işyerlerine yayılmalıdır çünkü ancak böyle bir öz yönetim fabrikalar ağı ile Vio.Me varlığını sürdürecek ve sömürü, eşitsizlik ya da hiyerarşinin olmadığı farklı bir üretim örgütlenmesi ile ekonomiye doğru ışık tutulacaktır. Fabrikalar birbiri ardından kapanırken Yunanistan’da işsiz sayısı 2 milyona ulaşıyor ve toplumun büyük bir kesimi eski iktidar politikalarını sürdüren PASOK-ND-DİMAR koalisyon iktidarı altında açlığa ve yoksulluğa mahkûm edilirken fabrikaların işçi denetiminde çalışması her gün yaşadığımız eziyet karşısında tek mantıklı çözümdür. İşsizliğe karşı tek çözüm bu nedenle Vio.Me işçilerin mücadele-
sidir. Onların mücadelesi herkesin ortak mücadelesidir. İşten atılmış ve krizden etkilenen tüm işçileri, patronsuz da üretim yapabileceği inancını hayata geçirmeye çalışan Vio.
Me işçileri yanında durup destek vermeye çağırıyoruz! Selanik’te 3 gün boyunca tepe noktasına ulaşan ulusal Mücadele ve Dayanışma kervanına katılmaya davet ederiz. Mücadeleye katılalım, işyerlerinde direkt demokratik yoldan, bürokratları işe katmadan kendi mücadelelerimizi örgütleyelim. Hayatlarımızı tahrip edenleri defetmek için genel politik greve katılalım! Fabrikalarda ve üretimin her alanında işçi denetimini kurmayı hedefleyelim ve özlediğimiz patronsuz bir toplum ve ekonomiyi örgütleyelim! Vio.Me zamanı. Haydi çalışmaya! Her yerde işçi öz yönetimleri yolunu döşeyelim! Patronsuz bir toplumun yolunu döşeyelim! Vio.Me işçileri mücadelesi ile Dayanışma ve Açık Destek Girişimi
Mart 2013 / Sosyalist Dayanışma
BULGARİSTAN NE YAPACAK?
B
u yazıyı kaleme aldığımız Şubat başından beri Bulgaristan’ın 35 kentinde halk elektrik fiyatlarındaki korkunç yüksekliği protesto için sokakta. Başbakan halkın öfkesi dinmeyince önce finans bakanını görevden aldı. Arkasından elektrik fiyatlarında %8 indirim yapılacağını açıkladı. Ama bütün bunlar öfkeyi dindirmeye yetmedi ve Başbakan Boyko Borisov, olaylarda kan akmasını kabul edemeyeceğini açıklayarak istifa etti. Fakat olaylar dinmedi. Halk sokaklardan dönmüyor. Önümüzdeki aylarda parlamento seçimleri var ama halk bu seçimlere katılacak olan partilerle ilgili bir umut da beslemiyor. Onların başka dilekleri var. Bulgar genç bağımsız gazeteci Mariya Petkova halen bulunduğu Mısır’dan aljazeera.net sitesine bir yazı yollamış. Makalesinde Bulgar halkının Yunan halkı gibi öyle kolay kolay sokaklara dökülmediğini belirttikten sonra şimdiki durumun altında yatan ve Batı tarafından görmezlikten gelinen talepleri yazıyor. Bu yazı basıldığında protestolar devam eder mi ve başka bir boyuta sıçrar mı bilmiyoruz. Belki olaylar sönecektir. Ama AB’nin bu yoksul eski sosyalist ülke halkının Petkova’nın aktardığı taleplerini okuyuculara duyurmanın iyi olacağını düşündük. Petkova’ya göre protestolar bu hali ile Bulgaristan’da demokratik sistemin başarısız olduğunun göstergesidir. Şubat başından beri Bulgarlar elektrik ve ısınma giderlerini ödeyemiyorlar. Özel elektrik şirketinin önünde toplanıp faturalarını yakıyorlar. Bu faturalar halkların gelirleri ile karşılaştırılınca korkunç rakamlar çıkıyor
ortaya. İki kişi kendini yakıyor. 150 Euro emekli maaşlı insanlar 175 Euro fatura ödeme durumunda kalıyor. Ancak anlaşıldığı kadarı ile sorun elektrik faturalarının yüksekliğinin düzeltilmesi ile bitmeyecektir. Halk bu sorunu yaratan nedeni kökünden halletmediği durumda yeniden ve yeniden karşısına başka kılıklarda çıkacağını anlamış görünüyor. Sokaktaki halkların “Mafya! Mafya!”diye bağırdığı hedef, 3 özel elektrik şirketi ve onların çıkarlarıyla kaynaşmış devlet kurumları imiş. Şirketler ve politikacılar birleşmişler. Bunlar yüzlerce devlet malını özelleştirip kendi ceplerini doldurmuşlar. Her dört yılda bir seçimlerin yapılmasıyla, çürümüş yolsuz politikacılar başlarından atılamıyormuş. Hangi parti iktidar olursa olsun değişen bir şey olmuyormuş. O nedenle şimdi sokakta olanlar “parti istemiyoruz!” diye bağırıyorlarmış. Petkova’ya göre bu protestoların amacı bir parti politikacısını alaşağı edip başka birinin iktidara gelip yeni bir kriz yaratması değildir. Hele hele normal elektrik fiyatları hiç değildir. “Ekonomik açıdan talepler şunlardır: Elektrik şirketleri ile anlaşmalar iptal edilip milleştirilsinler. Bu anlaşmaları imzalayanlara dava açılsın. Elektrik faturaları halk denetçilerinin katılımı ile yeniden gözden geçirilsin. Son 24 yılda yapılan tüm özelleştirmeler iptal edilsin. Son 24 yılda verilen tüm imtiyaz anlaşmaları gözden geçirilsin. Özelleştirmelere son verilsin. “Politik açıdan talepler tüm Bulgar politik sisteminin dağıtılmasını öngörüyor. Sistem öyle değiştirilmelidir ki bir parti iktidara geldiğinde 24 yıldır iktidara
gelenler gibi davranmayacaktır. Politik yetkiler ve mekanizmalar denetlenmelidir. Politik iktidar özel ekonomik çıkarlar ve örgütlü kriminalliğin bir araya gelmesi engelleyecek şekilde düzenlenmelidir.
Ayşe TANSEVER
“Protestocular anayasayı değiştirecek ve halkın iktidara direkt katılımını sağlayacak yeni bir anayasa yazacak temsili meclis kurulmasını istiyorlar. Şu tür özel öneriler bile dile getiriliyor:
Parlamento üyesini 240’dan aşağı düşürmek; milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırmak; görevden erken alınmalarının mekanizmalarını kurmak; devlet kurumlarında %50’lik halkın denetleme kotasını oluşturmak.” Yani kısacası diye ekliyor Petkova “Seçilmiş yetkililerin ne için seçildiler ise onu yaptıkları ve halkların onları denetleyecek kadar yakınında oldukları yeni bir sistemin kurulması isteniyor.” Bulgar halkaları kısa kapitalizm deneyinden böyle sonuç çıkarıyorlar. Hayatlarından memnun değiller. Bakalım nerelere gidecek olaylar.
“Ekonomik açıdan talepler şunlardır: Elektrik şirketleri ile anlaşmalar iptal edilip milleştirilsinler. Bu anlaşmaları imzalayanlara dava açılsın. Elektrik faturaları halk denetçilerinin katılımı ile yeniden gözden geçirilsin. Son 24 yılda yapılan tüm özelleştirmeler iptal edilsin. Son 24 yılda verilen tüm imtiyaz anlaşmaları gözden geçirilsin. Özelleştirmelere son verilsin.
23
Sosyalist Dayanışma / Mart 2013
SANCILI BAHAR Ayşe TANSEVER
Bu iki ülke de sadece ABD’nin ve bölge gerici iktidarlarının desteği ile ayakta duruyorlar. Ancak bölgedeki güç dengesi değişir, Orta Doğu Arap Baharı kök salarsa o zaman iktidarları devirebilirler. Ancak şu hali ile ne Mısır ne Tunus ne de Libya ve Suriye’ deki dengeler böyle bir destek güç olacak durumda değildir.
24
A
BD ve Batı’nın Irak yenilgisi ve kapitalizmin genel krizinin bir sonucu olarak Orta Doğu’da karşımıza çıkan Arap halklarının ekonomik sorunlarına çözüm arayışları elbette sancılı olacaktır. Halkların kurtuluşu ne kapitalizmdedir, ne de Batı’ya yaslanmaktadır. Ancak, sosyalizmin yıkıldığı, 21.yy sosyalizminin henüz halkların bilincinde olgunlaşmadığı sancılı bir süreçten geçiyoruz. Arap baharı da bu sorunlarla yüz yüzedir. Batı ve ABD’nin politik ve askeri yenilgisi onu daha temkinli davranmaya zorluyor. Ekonomik kriz riske girme olanaklarını zayıflatıyor. Bu iki faktör onların elini kolunu bağlıyor ve girişkenliklerini şekillendiriyor. Bu denge içinde Arap Baharı’nın yaşandığı ülkeleri son vardıkları konak içinde toplu olarak incelersek kısaca şöyle bir tablo çıkartmak mümkündür: Ülkeleri dört ayrı grup içinde değerlendirmek bir kolaylık sağlayacaktır. En başta en az çalkantılı ülkeler olan Suudi Arabistan, Ürdün, Katar, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri gibi Batı gericiliği ile kaynaşmış krallık, emirlik ve monarşik sistemlerle yönetilenler. Bu ülke halkları korkunç bir baskı ve terör sistemi ile yönetilmelerine rağmen hala diğer Orta Doğu ülkelerinde gördüğümüz türden ayaklanmalar yaşanmıyor. Bunun iki tane temel nedeninden söz edilebilir. Birincisi baskı korkunçtur. Birçok körfez ülkesinde sözle ya da medya yolu ile iktidar güçlerine karşı konuşmak ömür boyu hapsi göze almak demektir. Örneğin Katar şairi Muhammed AlAjami iktidarın devrilmesini istediği için ömür boyu hapse çarptırıldı. Ürdün’de kraliyet
ailesine kötü söz söylemek 3 yıldan başlayan -sözün arkadaş arasında ya da medya yolu ile söylenmesi hele hele açık bir toplantıda söylenmesi- batı demokrasilerinde görülmedik cezaya çarptırılmak demektir. O nedenle bu ülke halklarının ayaklanması kefeni giymek anlamındadır. Bu ülkeler içten içe kaynasa bile olaylar henüz dışa vurmada zorlanıyor. Diğer bir faktör de bu ülke grubun elindeki petrol zenginliğidir. Bu ülke halkları bal tutan parmağını yalar örneği, iktidarlarının korkunç gelirlerinden birer sus payı alıyorlar. Diğer yoksul Arap halklarından daha iyi koşullarda yaşıyorlar. Her ne kadar ülke zenginliği ile halklara düşen pay arasında bir orantı olmasa da halklar yine de daha iyi koşullarda yaşıyorlar. Bir huzursuzluk olduğunda da iktidar elindeki kaynaklardan yeni sus payları dağıtıyor. O nedenle iktidarın demokratik hakları tanımamasından şimdilik büyük bir rahatsızlık duyulmuyor. Suudi Arabistan, Kuveyt ve Ürdün buna örnektir. Elbette bu ülkelerde de karışıklıklar, zenginliğin adil dağıtılmasını isteyen güçler var ama bunlar bir süre daha Orta Doğu’nun ve belki de dünya güç dengesinin radikal değişimini beklemek zorunda görünüyorlar.
Bahreyn ve Yemen
Petrol zengini olmayan Yemen ve Bahreyn monarşilerinin halklarına vereceği büyük bir gelir yoktur. Bu iktidarlar stratejik konumlarını sömürerek ABD ve Batı kuyrukçusu olarak ayakta dururlar. Bahreyn Körfez içinde İran’a karşı ABD deniz askeri üssünü barındırır. Yemen Kızıl Deniz girişi ile Orta Afrika kıtasının o petrol zengini Sudan, Somali gibi ülkelerinin karşısında stratejik
öneme sahiptirler. Bu özellikleri ile gelir devşirirler. Batı’nın demokrasi ve insan hakları ikiyüzlülüğü hiçbir örtüye olanak vermeden burada apaçık kendini sergiliyor. Diktatör, baskıcı, katil iktidarlar fütursuz bir zorbalıkla iktidarda duruyorlar. Bahreyn’de Şii yoksul halklar, İsrail’in Filistin halklarına baskısını aratmayan baskılara direniyorlar. Yemen’de ABD uşağı Salih’in yerine Hadi getirildi. Güney Yemen’in iki yıldır ayaktaki ayrılıkçı, yoksulun yoksulu halkları üzerine ABD insansız uçakları ile saldırıyor, bombalar yağdırıyor. İktidar güçleri her gün onlarca insanı öldürüyor. Batı medyası da bu gerçekliği elinden geldiğince örtüyor. Batı burada demokrasi palavrasını bile kullanamadan, maskesi düşmüş bir şekilde diktatörlükler arkasında durmayı sürdürüyor. Bu iki ülke de sadece ABD’nin ve bölge gerici iktidarlarının desteği ile ayakta duruyorlar. Ancak bölgedeki güç dengesi değişir, Orta Doğu Arap Baharı kök salarsa o zaman iktidarları devirebilirler. Ancak şu hali ile ne Mısır ne Tunus ne de Libya ve Suriye’ deki dengeler böyle bir destek güç olacak durumda değildir.
Üçüncü Grup
Kaddafi ülkesi Libya ve Esad ülkesi Suriye’deki olaylar birbirine benzemektedir. İki lider de Batı karşıtı oldukları için (Son zamanlarda Kaddafi biraz rota değişikliğine girmişti.) Arap Baharı bahanesi ile daha olgunlaşmamış halk muhalefeti desteklenerek hatta yaratılarak bu liderler devrilmeye çalışıldı. Tamamen Batı’nın askeri saldırısı, siyasi ve ekonomik baskısı ile kurulan Libya’ya bakarak Suriye’nin geleceğini görmek
Mart 2013 / Sosyalist Dayanışma
mümkündür. NATO bombardımanı halkları orta çağ koşullarına geri götürdü. Ekonomiye bir düzen verilemiyor. Bu ortamda yatırım yapılamıyor. Devlet kimi yöntemlerle petrol gelirlerinden halka dağıtmaya çalışıyor ama bu da yetmemekle birlikte ekonomik dengeyi bozuyor ve enflasyona yol açıp daha büyük ekonomik sorunların kaynağı hale geliyor. Eskinin yabancı şirketleri, belirsizlik ortamında ülkeye geri dönmüyor. Ülke iki ya da üç parçaya ayrılmış, bir iç savaşın eşiğinde. Kaddafi’nin bir şekilde denetim altında tuttuğu aşiretler birbirleri ile dövüşüyorlar. İktidar bunlar üstünde kendini dayatamıyor. Anayasa ve siyasi partiler yasası gibi yasalar çıkartılamıyor. Kolluk kuvvetleri kurulamıyor. Gençlere kolluk kuvveti veya ulusal orduya katılmaktan başka iş alanı açılamıyor. Gençler de böyle bir
riskten kaçınıyorlar. İşsizliği tercih ediyorlar. Asayiş sağlanamıyor. İç çatışmalar iktidarı daha fazla silahlanmaya itiyor. Libya Batı silah şirketlerinin denizden ve karadan fuarı halindedir. Kısacası Batı ve Kaddafi karşıtı güçler Libya’da bir düzen kuramadılar. Düzensizlik ve istikrarsızlık buradan, dalga dalga güneye ve komşulara yayılıyor. Mali bu ülkelerden bir tanesidir. Yakında yeni Mali’ler ortaya çıkacaktır. Batı, Libya müdahalesinin bedelini Afrika kıtasında daha uzun süre ödemek zorunda olduğunu görüyor. Susuyor.
Suriye halkları eğer Libya gibi bir gelecek istemiyorsa, Suriye Ulusal Muhalefeti ve Suriye Özgür Ordusu arkasına geçmeyecektir. Batı yıktığı Suriye üstünde kendi güdümünde bir iktidar kuramayacağını görüyorsa Suriye Muhalefetini desteklemede tutuk davranacaktır. Suriye toplumu daha çok etnik yapılıdır, güçsüz bir iktidar altında daha kolay parçalanabilir. Orta Doğu güçler dengesi parçalanmaya daha elverişlidir ve Batı’nın başına çok sorun yaratır. O nedenle Libya ışığında Batı, Suriye’yi parçalamadan iktidarını devirmek oyununu oynuyor. Denge bir türlü değişmiyor. Ayrıca bölgede petrol ve benzeri konularda Rusya, Çin, Hindistan gibi birçok ülke çıkarı ile kesişiyor. Onlar da Suriye’nin arkasında durmasalar bile Batı’nın kuyrukçuluğunu yapmıyorlar. İran, Batı’nın her başarısızlık ortamından
başarı devşirir. Ne Batı ülkeleri hedeflerine ulaşabiliyor, ne Arap Baharı ne de var olan statüko kendini sürdürebiliyor. Ne savaş bitiyor ne sonuca ulaşıyor. Batı ne tam destekliyor ne çekiliyor. Muhalefet iki arada bir derede dalgalanıp duruyor. Adeta dengeyi değiştirecek başka bir rüzgâr bekleniyor.
Rüzgâr ülkeleri (mi?)
Arap Baharı iki yıl önce Tunus’tan Mısır’a yani bölgenin en büyük ve etkin ülkesine yayıldı. Özellikle Mısır Orta Doğu’da Arap Baharının kaderini belirleyecek bir özellik taşımaktadır. Batı ittifakının İsrail’den sonraki en büyük askeri ve siyasi gücüdür. Bu ülkenin kaderi Batı’nın bölgedeki
konumunu direkt olarak etkileyecektir. Mısır ve Tunus’ta diktatörlükler sonrası zaten yıllardır Batı ile dirsek teması içindeki Müslüman Kardeşler iktidarlara oturdular. Halkların aş ve iş talebine dindar bir ideoloji çerçevesinde çare bulma sözleri verdiler. Daha radikal İslam çizgi içinde olan selefi örgütlenmeleri Nur Partisi de destek verdi. Ancak kısa sürede bu din partilerinin halkların özlemlerine deva olamayacakları ortaya çıktı ve halklardaki huzursuzluk ve öfke arttı. Ekonomik sorunların çözümü için iki ülkede Batı’dan destek bekledi. İstikrarsız ülkeye Batı yatırım yapmaz. Yardım konusunda en fazla Mısır şanslı gözüküyordu. Ancak Obama Mısır’a çoğu askeri alanda kullanılmak üzere 1.8 milyar dolar çıkarabildi. Birkaç milyarlık yardım Körfez ülkelerinden geldi. Mursi Fransa ve Almanya ziyaretlerinden eli boş döndü. Kendisine IMF ve Dünya Bankasının kapıları gösterildi. Mursi bunlarla masaya oturup kemer sıkma politikalarına imza attı. Halka aş ve iş yerine kemer sıkma politikaları sunuldu. Sübvansiyonlar azaltıldı. Ülkede hoşnutsuzluk daha da arttı. Tunus gibi sendikal yönetimin güçlü olduğu bir ülkeye kim güvenir de yatırım yapar kredi açardı? Orada da dinci parti halkın iş aş taleplerine çözüm bulucu ekonomik iyileşmeyi sağlayamadı.
Tamamen Batı’nın askeri saldırısı, siyasi ve ekonomik baskısı ile kurulan Libya’ya bakarak Suriye’nin geleceğini görmek mümkündür. NATO bombardımanı halkları orta çağ koşullarına geri götürdü. Ekonomiye bir düzen verilemiyor. Bu ortamda yatırım yapılamıyor.
Batı kendisi kapitalizmin ekonomik ve siyasi krizleri ile baş etmeye çalışırken yarın halkları ne kadar dizginleyebileceği belirsiz MK iktidarına yardım yapmayı göze alamadı. Bu durumda zaten Mursi’nin sistem içi çözümlerinin yolu baştan kapalıydı. Mursi anayasa referandumu sürecinde yetkilerini Mübarek gibi arttırmada buldu. Tunus’ta Ennahda Partisi iddialara göre selefi militan güçlere ülke-
25
Sosyalist Dayanışma / Mart 2013
nin sol kanat önderlerinden Belaid’i öldürterek muhalefetin sesini kesmeye çalıştı. Kadın, basın vs. gibi birçok özgürlüğü törpüledi. Başarılı olamayınca başbakan istifa etti. Yerine teknokrat bir hükümet kurma girişimi partisini ikiye böldü. İki ülkede de kutuplaşma giderek arttı. İstikrar daha devrimin ikinci yılı kutlanırken yeniden bozuldu. Halklar sokaklara döküldüler. Mursi, Çin ve İran’dan (Ahmedinejat şubat başındaki tarihi ziyaretinde böyle bir teklif yaptı.) kredi ve yardım alabilir. Ancak bu Mursi politikalarının Batı ve gerici Arap ülkeleri yörüngesinden çıkmasını gerektirecektir. Mursi böyle bir siyasi dönüşü devlet kadroları ve Ordu’da çöreklenmiş Batı
Ekonomik durum ve tutulan siyasi hat hem Mısır hem de Tunus’ta halkları tekrar sokaklara dökülmeye, bitmemiş devrimlerini bitirmeye zorluyor. Şimdi yaşanan bunlardır. Arap Baharının üstünden iki yıl geçmeden yeniden en başa gelinmiştir.
güçleri ile çatışarak yapabilir. Mursi bazı kaymalar yapsa bile bunun gerektireceği keskin dönüşü alacak gibi gözükmüyor. O halkların kemerini sıkmayı yeğlemektedir. Ekonomik durum ve tutulan siyasi hat hem Mısır hem de Tunus’ta halkları tekrar sokaklara dökülmeye, bitmemiş devrimlerini bitirmeye zorluyor. Şimdi yaşanan bunlardır. Arap Baharının üstünden iki yıl geçmeden yeniden en başa gelinmiştir. Sokaklara dökülen halklar arasında şimdi MK ve Nur partililer yoktur. Onlar şimdi iktidar saflarındadırlar. Muhalefet Liberal ve sol güçler bir arada Ulusal Kurtuluş Cephesini (UKC) kurdular. ElBaradei’in partisi de bunların içinde ama
26
tek başına Nisan ve Temmuz aylarına kadar sürecek parlamento seçimlerini boykot kararı aldı. UKC boykota katılmayabilir. Cephe içindeki gençlik örgütü 6 Nisan hareketi de liderlik kavgası yaşıyor. Kısacası muhalefet güçleri de parçalıdır. Seçimlerde bir araya gelemedikleri durumda MK’yi iktidardan alıp alamayacakları belli değildir. MK’in tekrar iktidar olması Mısır’a ne istikrar ne de halkların taleplerine çözüm getirir. Sonuçta dini ideolojilerin halkların özlemlerine çare olamayacağı iki yıl içinde anlaşıldığı, muhalefetin bölündüğü bu ülkelerin geleceği büyük bir belirsizlik içindedir. Ellerinde Che bayrakları taşıyan sol genç güçleri, liberal ve eskinin dikta-
tör partilerinin tekrar arkalarına alması pek düşünülemez. Bu durumda ortaya nasıl bir tablo çıkacağı büyük bir soru işaretidir. Yakın bir gelecekte Mısır ve Tunus’ta bölge düzeyinde halklara örnek olup destek çıkacak bir iktidar kurulması uzak görünüyor. Bu denge içinde Irak kendisi çalkantılar içindedir. Anbar’ bölgesi Sünni güçlerin Maliki Şii iktidarından hoşnut olmadıkları biliniyor. Kuzey de Kürt bölgesini de göz önüne alırsak ülke üçe bölünme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Ancak ABD ve Batı’nın ellerinden geldiği kadar buna karşı duracakları açıktır. Bölgenin halklar gözünde en itibarlı ülkesi İran’dır. Batı’nın bölgedeki her yanlış adımı, her
yenilgisi İran’ı daha güçlü ülke haline getiriyor. Yaptırımların zorluklarının altından bir türlü kalmasını beceriyor.
Sonuç
Arap Baharı her bir Arap ülkesinde farklı farklı gelişiyor. Mısır ve Tunus’ta iki yıl içinde dinci partiler umut olmaktan çıkmaya başladılar. Libya’da Batı herkesi kucaklayacak bir iktidar kuramadı. Halkların özlemleri yerine getirilemiyor. Libya başarısızlığı Suriye’de Batı’nın elini kolunu bağlıyor. Diğer gerici rejim altındaki halkların üstünde korkunç bir baskı var ve katliamlar yaşanıyor. Bu bahar uzun bir bahar olacaktır çünkü çok kötü ve uzun bir kış yaşandı. Ama elbette halklar bu baskıların altından düzlüğe çıkacak kendi çıkarları doğrultusunda bir iktidarı kuracaklardır. Bu süreç sonra birbirlerini etkileyerek yayılacaktır. O sürece doğru yol alınıyor.
Mart 2013 / Sosyalist Dayanışma
Hdk’den Onurlu Bir Barış İçin Kampanya
ÇÖZÜM İÇİN MÜZAKERE, BARIŞ İÇİN EŞİTLİK Halkların Demokratik Kongresi Türkiye’nin her yerinde sokağa çıkarak, halklarımızı onurlu barıştan yana taraf olmaya çağıran bir kampanya başlattı. İlk etabı Newroz’a kadar sürecek olan kampanya, taraflar arası bir müzakerenin sürdürülmesi gerektiğini işaret ederek, Barış’ın eşitlikten geçtiğini vurguluyor:
ÖLMEK VE ÖLDÜRMEK ÇARE DEĞİLDİR ÇARE; EŞİT ÖZGÜR ORTAK BİR YAŞAMDIR ÇARE HALKLARIMIZIN KUCAKLAŞMASIDIR ÇARE BARIŞTADIR SAVAŞA “ARTIK YETER” DİYELİM Ülkemiz 30 yıldır savaşı yaşıyor. Resmi verilere göre 35.500 canımızı yitirdik. 400 milyar dolarlık bir kaynak savaşa harcandı. Ne uğruna?! Savaş; bahar çağındaki gençlerimizi yok ediyor. Savaş; zam, vergi, yoksulluk, işsizlik yaratıyor. Kürt halkını yok sayan, ezen, sömüren düzen, ülkemizi savaşa mahkum ediyor. Ankara’dan savaş emirleri yağdıranların çocukları gitmiyor o savaşa. Hep yoksulların çocukları yollanıyor. Dökülen her damla kan, yeni çatışmaların tohumu oluyor. Bu savaşa “Artık Yeter!” diyoruz. Bu girdaptan bizi ancak barış çıkartabilir. Denenmeyen tek yol barıştır. Çare, halklarımızın kucaklaşmasıdır. MÜZAKERELER AÇIK YÜRÜTÜLMELİ İmralı’da Abdullah Öcalan’la devlet arasında başlatılan görüşmeler bu savaşın sona ermesi için bir başlangıç olabilir. Zira Kürt sorununun çözüm yöntemi, müzakeredir. Karşılıklı konuşmadır...
üretken damarımız, gençlerimiz, barışla sağ kalacak. Savaşın yuttuğu kaynaklar barışla geri dönecek. Ama barış da gökten zembille inmeyecek. Egemenler bize barışı hediye etmeyecek. Eşitlik uğruna mücadele ederek, barışı halklar kazanacak. Ortak bir yaşam, eşitlik temelinde kurulabilir. Bütün halklar ve anadiller ortak zenginliğimizdir. Hepsi eşit olmalıdır. Eğitimde, kamu hizmetlerinde, anayasada, yaşamın bütün alanlarında eşitlik istiyoruz. Ne altta ne üstte, bütün halkların eşitçe yaşadığı bir ülke istiyoruz. BARIŞ MÜCADELESİNİ YÜKSELTELİM Kürt halkı, “Eşitlik ve barış” talebini ortaya koyuyor. Bu topraklarda, kendi ulusal kimliğiyle, anadiliyle, ezilmeden, özgürce yaşamak istiyor. Böylece demokrasinin de yolunu açıyor. Şimdi söz sırası Türkiye halklarında. Savaş çığırtkanlarına, gençlerimizi bu haksız savaş uğruna ölüme gönderenlere karşı sesimizi yükseltelim. Demokratik bir çözüm için, Barış mücadelesini yükseltelim. Müzakereler açık ve şeffaf yürütülsün! Savaş son bulsun, gençler sağ olsun! Halklara eşitlik, anadillere özgürlük! HALKLARIN DEMOKRATİK KONGRESİ (HDK)
Ancak hükümet bir eliyle de savaşı sürdürüyor. Hala kan akıyor. Siyasi tutuklamalar sürüyor. Savaşın devam ettiği bir ortamda müzakerenin çözüm getirmeyeceği açıktır. Hükümet çatışmasızlık ortamını sağlamalıdır. Müzakereler açık ve şeffaf biçimde yapılmalı ve her iki taraf çözüm önerilerini ortaya koymalıdır. Halk da tartışmalara katılmalı, müzakere topluma mal olmalıdır. BEREKET BARIŞLA GELECEK Bu ülkeye bereket, barışla gelecek. Ekmek, barışla. En 27
ki yumrukları Öylesine sıkılmış lmasın Kimse hüzünlü o lmasın diye Kimse hüzünlü o nun daha. Sırası değil huğu duyulan hasret ye e d v ö g ir b n u Unutuls şılmış duyarlık Unutulsun bu alı adar kalabalık ki O kadar sade, o k ri rın insan gövdele la n o r e ğ e d a y a Unutulm utlaka Ve unutulmalı m reklere Dolsunlar diye yü ara. Dolsunlar damarl Ölü mü denir di onlara Ölü mü denir şim Edip Cansever
...
E L Y İ R E L T İ H E Ş DEVRİM ! R O Y İ Ş E L K İ L ÇE
Mahir ÇAYAN
30 Mart 1972 O ve 9 Devrimci Arkadaşı Kızıldere’de Devletin Kurşunları ile Ölümsüzlüğe Uğurlandılar...
Mehmet LATİFECİ
30 Mart 1995 Halkların Kardeşliğini Örmek için Mücadele Ettiği Hatay’da Kontrgerillanın Kurşunlarına Hedef Oldu...