SosyalistDayanisma_Sayi40_Subat2016

Page 1

Söz Sırası Direnişte Artık... HDK-HDP Konferans ve Kongrelerinden İzlenimler...

Fiyatı: 2 TL

YIL:6 SAYI:40 ŞUBAT 2016

WWW.SODAP.ORG /SODAP

/SODAP74

Barış Mücadelesi Yeniden Faşizme Karşı Direniş Vakti Kardeşime Söyleyeyim! Kıdem Tazminatı Sefaleti Çöpe Dönen İş Kolu: Atık Kağıt İşçiliği Demokrasi Mücadelesi ve Demokratik Özerklik Biennio Rosso ve Fabrika Konseyleri Kahrolsun Kapitalizm! İşçi Katliamlarına Dur De! Cizre’den Diyarbakır’a Kadınlar Barışta Israrcı! Memleketin Vatan Hainleri: Akademisyenler, Öğrenciler... İdelojik Donanım Şimdi Ne Olacak? “Elveda Güzel Vatanım” ve Kaçan Bir Fırsat


Sosyalist Dayanışma / Şubat 2016

DEVRİME ADANAN HAYAT ÖLÜMSÜZLEŞİR!

Mehmet AKDAĞ Hatırlamak Seni

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 6, Sayı: 40 Şubat 2016 Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Sezgin KARTAL Adres: Piyalepaşa Mah. Şark Sk. No: 15/A Beyoğlu İstanbul İletişim Tel: 0535 922 82 68 İletişim Mail: info@sodap.org

Hatırlamak seni, Ölüm ve zafer haberleri içinde, Zindanda türkülerle, Ne güzel şey seni hatırlamak. Onurlu bir yaşam için bayraklaşanlar, Bir gün biz de geleceğiz yanınıza. Uzandığımızda sessizce yanınıza, Tarihi yazacağız kanlarımızla.

www.sodap.org

Onlar direnerek yaşamı yarattılar,

Basım Yeri: Yön Matbaacılık

Söz vermişiz sizlere yoldaşlar.

Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34

2

Eğer düşerse birimiz toprağa, Mutlak parlayacak Kıvılcım yarın da.


Şubat 2016 / Sosyalist Dayanışma

SÖZ SIRASI DİRENİŞTE ARTIK…

T

ürk devleti içeride ve dışarıda savaşı esas politik aracı haline getirmeye kararlı görünüyor. Ortadoğu’dan ABD’nin bir adım geriye çekilmesi sonrasında ortaya çıkan boşluğu Suud-Katar petrol zengini hanedanlarının desteğiyle doldurabilmeyi tarihi bir fırsat olarak gören bir iktidar bloğu inşasında epeyce mesafe kat edilmiş durumda. Bu açıdan Suriye’de herhangi bir şekilde var olan statükoyu baz olarak müzakere sürecinin başlamasını kesinlikle kabul edemiyor. Türk devleti için Esad’ın konumunu koruduğu, kendisine yakın silahlı muhalefetin her gün gerilediği, Rojava’nın istikrar kazandığı koşullarda gerçekleşecek bir barış ölüm demek. Bu yüzden elinden gelen tüm olanaklarla ateşi harlamaya çalışıyor. Savaşın IŞİD karşısında en dirayetli unsuru PYD’yi masadan uzaklaştırmak için kendisini helak ediyor. Davutoğlu Riyad çetelerinin Cenevre’ye gidip gitmeyeceğinin tartışıldığı günlerde soluğu süratle Riyad’da alıyor. Türkiye’nin içeride ve dışarıda Kürdistan’a karşı geliştirdiği mücadele PYD’nin Cerablus operasyonunu tetikleyecek gibi görünüyor. Sınırdaki hareketlilik hızla Rusya ile yeniden doruğa çıkan bir gerilime dönüşüyor. Erdoğan NATO’yu yeniden oyunun içine çekmek için kırk takla atıyor. Bu savaş politikaları aynı zamanda Erdoğan’ın başkanlık hayallerini gerçekleştirmesini mümkün kılacak bir faşizm inşası sürecini de hızlandırıyor. Erdoğan burjuva demokrasinin meşruiyet kaynağı olarak kullandığı tüm ilkelerini birer birer rafa kaldırmanın gözü dönmüş hazzını yaşıyor. Bir gün kaymakamları mevzuatı bir kenara koymaya davet ediyor, “öbür güçler ayrılığına

gayrılığına onay vermeyiz” diyor. Barışı ve demokrasiyi savunmak için ön alan akademisyenlerden iğreniyor. “Bedel ödeyecekler” dediği gazetecileri akıllara zarar iddianamelerle müebbet cezası istemiyle içeri tıkıyor. Hem Ortadoğu’da hem de faşizm inşası ve başkanlık sürecinde kendisine en büyük engel olarak gördüğü Kürt Özgürlük Hareketi’ne vahşice saldırıyor. Direnişle ve itirazla karşılaşınca çılgına dönüyor. Cizre’de o bodrumda yaşananları yüzlerce yıl insanların biri birine anlatıp duracağı bir trajediye dönüştürüyor. Ölülerine işkence yaptığı bir toplumu bu yolla teslim almaya çalışıyor. Ancak Cizre ve Sur onlarca gündür direniyor, her bir günü katiller için büyük bir hezimete dönüştürerek. Erdoğan dünyadaki genel faşistleşme sürecinin Türkiye acentesi durumunda. 2008 krizinden bir türlü tam anlamıyla çıkamayan, hatta Çin’deki yeni gelişmelerle yeni diplere doğru ilerleyen dünya kapitalizmi ezilenlerin bir direniş momenti yakalamış olmasına karşı her yerde vahşice saldırıyor. Irkçılık ve faşizm Arap Baharı’ndan Rojava’ya, Gezi’den Sintagma’ya dalga dalga yayılan büyük bir uyanışın geriye döndürülmesi ve ezilmesi amacına hizmet ediyor en çok. Erdoğan, Kürtlere saldırırken Türklere de sesleniyor. Cümle yarasayı peşine takıp halkımızın 31 Mayıs 2013’ten 7 Haziran 2015’e büyüte büyüte getirdiği umutlarını savaşla ve faşizmle boğmaya çalışıyor. Bir taraftan Suudların yeni Saddam’ı diğer taraftan da Türkiye’nin Hitler’i olmak için çırpınıyor. Yanındaki yamacındaki derin devlet uzantıları ise bir yandan onunla yürüyüp halkımızın çiçeklenen umutlarını ezmeye diğer yandan da her gün biraz

daha yakınlaştığımız cehennem çukurunun içerisine onu itivermeye bakıyorlar belki de… Bu esnada Ege bir halkın devasa mezarı olmaya devam ediyor. Dünya egemenlerinin korkudan çılgına döndüğü ve korktukça daha da vahşileştiği, envaiçeşit emperyalist hayalin, kar ve yağma hırsının ortalığı kana buladığı şu koşullarda artık çok açık bir durum var: Çelik kadar sağlam bir direniş geliştiremeden değil siyaset yapmanın, yaşamanın bile zemini giderek daralmaktadır. Sorun kesinlikle sadece Kürt halkıyla dayanışma olarak algılanamaz. Bugün Kürt savaşının aynı zamanda Türklere de dönük olduğunu sokaklarda estirilen devlet terörüne, Alevilerin cemevini basan İslamcı faşistlere, kıdem tazminatına ve kamu çalışanının iş güvencesine dönük saldırılara, tecavüzü kadının suçu olarak anlatan erkek canavarlığına, dalga dalga gelen zamlara, ülkenin her geçen gün daha da yaşanmaz bir hale gelmesine bakarak anlamak mümkün. Batı’daki geniş yığınların bu yalın gerçeği kavrayabilmesi halkın öncülerinin, devrimcilerin, sosyalistlerin direnç noktaları inşa edebilmelerine bağlı olduğu açıktır. Halktaki gündelik öfkeye bel bağlamak kaybettirir. Bu öfke, kendisine katılacağı ve yanında iradeleşeceği direnç

M. SİNAN MERT

noktaları bulamazsa kendisine ve birbirine döner. Bugün faşizme karşı mücadelede öncülüğün ortaya çıkarılamamasının bedeli çok ağır olacaktır. Bu ülkenin bu gidişat içinde yeniden ve kendiliğinden 7 Haziran öncesi günlere dönmesini beklemek hayalciliktir. Devrimci özne bu gerçeği kavramak ve onun gereğini başarmak durumundadır. Ya faşizme karşı direnişimiz kendisine yeni dayanak noktaları yaratarak büyüyecek, halka güven verecek ve Erdoğan’ın savaş politikalarına takoz olacaktır ya da her gün derinleşen faşizm kurtuluşun bedelini tüm toplum için her geçen gün daha da büyütecektir. Kaybedecek bir saniyemiz yok. Savaşa ve bu katliam politikalarına karşı bulunduğumuz her alanı bir direniş odağı haline getirmek için harekete geçelim, faşizme dur demek isteyen tüm güçlerle birleşelim, halktaki umutsuzluk tohumlarını kurutalım. Her ne pahasına olursa olsun, özgürlük kazanacak, faşizm kaybedecek!

3


Sosyalist Dayanışma / Şubat 2016

HDK - HDP KONFERANS VE KONGRELERİNDEN İZLENİMLER… ELİF CAN

15

-18 Ocak tarihinde ardışık olarak HDP Kadın, HDK ve HDP Konferansları gerçekleştirildi. Bunlar 23-24 Ocak tarihlerindeki HDK ve HDP Genel Kurullarında sonuçlandırılacak kararların tartışıldığı, olgunlaştırıldığı konferanslardı. Hemen hemen bütün illerden katılan 400-600 arası delege ile tartışmalar yürütüldü. Karar önergeleri görüşüldü. Önümüzdeki dönemin yol haritası netleştirilmeye çalışıldı. Bundan daha önemlisi HDP delegelerinin 68 ilde ve onlarca ilçede yapılan hazırlık konferanslarında bütün meseleleri tartışarak, oralarda öne çıkan başlıklarla merkezi konferans ve kongrelere katılım sağlaması idi.

4

YERELLERDE YAPILAN TARTIŞMALAR EKSEN ALINDI

HDK ve HDP kurulları art arda gelen seçim süreçlerinin ardından kendi gerçekliklerini ve gelecek dönem siyasetini, örgütlenmesini tartışacakları bir dizi konferanslar gerçekleştirme kararı almışlardı. 1 Kasım seçimlerinden sonra yakla®şık 2 aylık sürece yayılmış olarak gerçekleştirilen il, ilçe konferansları, mahalle ve halk toplantıları bütün yerellerde sorunlar ve yönelimler üzerine tartışmaların yapılmasını mümkün kıldı. Kadınlar, hem karma toplantılarda kadın bakış açısıyla değerlendirmelerini ve eleştirilerini sundular, hem de aynı yaygınlıkta gerçekleştirilen kendi özgün toplantılarında enine boyuna kadın politikasını, erkek egemenliğine karşı mücadeleyi tartıştılar. HDK’nin yerel örgütlenmelerindeki zayıflık nedeniyle daha örgütlü olunan yerlerde yerel toplantı ve konferanslar yapılsa da HDP’nin gerçekleştirdiği

yaygınlık ve sistematiklikte yerel toplantılar gerçekleştirilemedi. Yine canlı yerel örgütlenmeler olmaması nedeniyle olsa gerek HDK Konferans ve Genel Kurulu gerek katılım gerekse coşku açısından HDP’nin gerisindeydi. HDP ve HDK’nin Genel Kurullarına yerellerde tartışarak gelme kararını, ayaklarını yerelin gerçeğine basma ve politik olarak yerinden-doğrudan yönetim politikasının bir gereğini yerine getirme çabası olarak görmek ve kıymetini teslim etmek gerekir.

ÖZ YÖNETİM İRADESİNİ SAHİPLENME VE TÜRKİYELİŞME POLİTİKASINDA ISRAR

Kongre ve konferanslar, Kürdistan’da devletin halka yönelik saldırılarının tank ve toplarla kuralsız, ahlaksız(hiçbir etik ilkeye riayet etmeden) ve vicdansız bir imha hareketi şeklinde aylardır sürdüğü, buna rağmen öz yönetim iradesinin büyük bir direnişle sahiplenildiği günlerde gerçekleştirildi. Vicdanı olan herkesin aklının-kalbinin, henüz anne karnındayken vurularak öl-

dürülen minik canlarda, günlerce sokak ortasında bırakılan cenazelerde, ambulans yollanmadığı için yaşamını yitiren yaralılarda, “sesimizi duyun artık, edi bese!” çığlıklarında…. olduğu günlerde. Kongre ve konferanslar boyunca ateş çemberinin içinden gelen kimi yürekler içleri yanarak, batıdan yeterince destek gelmemesini eleştirip, “neredesiniz, bizler öldürülüyoruz, neden çığlığımızı duymuyorsunuz, insanlık öldü mü?” diye haykırdılar. Bu haykırışlar, delegelerin çoğunun yüreğindeki üzüntüyü depreştirirken, bilincinde “daha yapacak ne çok işimiz var, elimizi çabuk tutmalıyız” düşüncesini pekiştirdi. Bunu orada yapılan konuşmalardan anlıyoruz. Toplantılara katılan hemen herkes batının asıl sorunun insanlık değil örgütsüzlük olduğunun bilincindeydi. HDK ve HDP’nin tam da bu örgütsüzlüğü gidermek, halkların arasında köprü olmak, birbirlerinin taleplerini görmelerini, birlikte mücadele etmelerini sağlamak için kurulduğunun bilincinde… İşte bu nedenle yapmamız gereken çok iş vardı… Batının örgütlenmesinin oradaki dinamiklerin gündemlerini eksen alan örgütlenmeler yaratarak mümkün olacağı konusunda bir ortak anlayış ve dil hâkimdi toplantılara. HDP ve HDK’nin öz yönetim iradesini sahiplenmesinin bir zorunluluk olduğu ve aynı zamanda batının kendi özgünlüğünü gözetecek doğrudan demokrasi uygulamalarını hayata geçirmenin de olmazsa olduğu da ortaklaşılan perspektifler arasındaydı. Kongre-konferansların tamamında içerik ve görsellik açısından batıya seslenme çabası seziliyordu. Özellikle HDP konferans ve kongresinde delege katılımının dengeli olmasına özen gösterilmişti. Her ne kadar Kürdistani gündemlerin yakıcılı-


Şubat 2016 / Sosyalist Dayanışma

ğı önemli bir ağırlık oluştursa da Türkiyelileşme çizgisinde kararlılıkla duruyoruz mesajları gözlemlenebilir seviyedeydi.

ÖRGÜTLENME SORUNLARI TEMEL BAŞLIKTI

Yerellerden gelen eleştirilerin ağırlığı örgütlenme merkezli idi. Örgütlenme seviyesinin yetersizliği dile getirilirken “elitleşme” ve “düzeniçileşme” eleştirileri yapıldı. Yeterince mahallede, sokakta, yaşamın içinde olunmadığı, parti binalarından çıkıp çelişkilerin, sorunların olduğu yerlere odaklanılmadığı, insanlarla yüz yüze temasta eksik kalındığı şeklindeki eleştiriler elitleşme riskine dikkat çekiyordu. Özellikle 7 Haziran sonrası AKP’nin politik inisiyatifi ele geçirmesine engel olunamaması, AKP bariyerlerini aşacak güçte etkin bir demokrasi mücadelesi yürütülememesi, böylelikle AKP’nin sınırlandırdığı alanın içinde siyaset yapmak durumunda kalınmasına dair tepkiler ise siyaseti düzen sınırları içinde yapmak şeklinde eleştirilere maruz kaldı. HDP ve HDK konferanslarının örgütlenme başlığında ele aldıkları temel konularından biri de HDK-HDP ilişkileri idi. Bir politikanın birbirinden ayrı düşünülemeyecek iki başlığını temsil eden siyasal örgüt ile tüm toplumsal mücadele alanlarını kapsayan halk örgütlenmesi zemininin birbirini besleyecek şekilde örgütlenmesi ekseninde görüşmelere açıldı bu konu. Yerellerde yaşanan tartışmalar ve sorunlardan yola çıkarak, bu sorunları aşmaya dönük yaklaşım ne olmalı, örgütlenme modeli nasıl inşa edilmeli konusunu gündemleştiren karar tasarısı görüşüldü ve karara bağlandı. Ancak deneyimlerimizden biliyoruz ki mesele bir model sorunu olmaktan çok bir perspektif sorunudur. Perspektif konusunda ortak yaklaşım sağlandığında geri kalan sorunlar, örgütlenme ve mücadele alanlarında çözülecektir. Alınan karar bu doğrultuda atılmış ilk önemli adım olarak görülebilir. Gençlerden gelen eleştiriler partinin ve kongrenin gençleş-

mesi ihtiyacını ortaya koyuyordu. Gençler bu konuda iddialarını ortaya koyarken parti politikalarının da bu yönlü olması konusunda uyarılarını eksik etmediler.

BÜTÜNLÜKLÜ BİR SİYASİ FAALİYET İHTİYACI

Sınıf siyasetinin kimlik siyasetinin arkasında kalmayacak şekilde temel yönelimlerin içinde yer alınmasının zorunluluk olduğu değerlendirmeleri yapıldı. Etkin bir emek siyasetini inşa etmeye dönük ihtiyaç vurgulandı. Şimdiye kadar gerek örgütlenmesini yaratmada gerekse siyasetini etkin kılmada yaşanan sorunlar dile getirildi. Emek meclislerinin hızla örgütlenmesi ve AKP hükümetinin emeğe dönük saldırıları karşısında etkin bir mücadele yürütülmesi konusunda karar alındı. Kadınlar hem yerellerde hem de merkezi seviyede kendi konferanslarını yapmış, bir önceki dönem parti içi ilişkilerde erkek egemen anlayışı tamamen geriletememenin özeleştirisini vermiş, kadın meclisleri şeklinde daha örgütlü daha yatay ve katılımcı bir yapıyla yola devam etme kararı almış bir şekilde yer aldılar konferans ve kongrelerde. Eş başkanlıktan, eşit temsiliyete kadar her konuda iç ilişkilerin kadın özgürlükçü bakış açısıyla yeniden örgütlenmesi, erkek egemen anlayışla parti içi ilişkiler başta olmak üzere her seviyede mücadele yürütülmesi kararlılığında olduklarını deklare ettiler. Kadın emeğinin görünmezliğiyle mücadeleden, erkek-devlet şiddetine karşı öz savunmalarını örgütlemeye; anayasa çalışmalarına kadınlar olarak katılmaktan, barışı kadınların öncülüğünde inşa etmeye kadar her alanda mücadele eden tüm kadınlarla birlikte eşitlik, özgürlük ve barış mücadelesi vereceklerini ifade eden kararlarını paylaştılar. Kadınlar kongre ve konferansların en hazırlıklı, en aktif bileşimini oluşturuyordu. LGBTİ bireyler de tüm tartışmalar boyunca çok örgütlü, çok hazırlıklıydılar. Özellikle karar tasarıları görüşülürken LGBTİ’lerin adlı adınca ifade edilmemesine ve görünmez kı-

lınmasına karşı son derece sistemli ideolojik mücadele yürüttüler. Bu mücadeleleri sonucunda HDK konferans kararlarında yerlerini almayı başardılar ancak HDP’deki engelleri aşmakta aynı oranda başarılı olamadılar. Buna rağmen mücadeleden vazgeçmeye hiç niyetlerinin olmadığını da görmek gerek. Siyaseten öne çıkan başlıkları; öz yönetim iradesinin sahiplenilmesi, ülkede ve bölgede demokratik öz yönetimci bir siyasal modelin mücadelesinin yükseltilmesi, bir an önce müzakere ve çatışmasızlık sürecine dönülmesi, barış için seferber olunması, AKP’nin tek adam diktatörlüğü üzerinde yükselen faşizmi inşa sürecine karşı “Demokrasi Cephesi”nin inşası, demokratik, özgürlükçü bir anayasa tartışmasının etkin şekilde yürütülmesi ve bir demokratik anayasa hareketinin oluşturulması, işçi ve emekçilerin birleşik mücadelesinin örülmesi olarak ifade etmek yanlış olmayacaktır.

SİYASET YERELDE, YERELİN İHTİYACINA GÖRE SOMUTLANMALI

Bütün bu manzaradan yola çıkarak konferans ve kongre süreçlerinin dengeli ve olumlu bir hat izlediğini söylemek mümkün. En önemli eksiklik, salonları dolduran delegelerle konferans süresince somut başlıklar üzerine yoğunlaşmış, politikaların nasıl realize edileceğine kafa yoran tartışmaların yürütülememiş olmasıdır. Dönem politikalarına ilişkin görüşlerin ifade edilmesi genellik ve soyutlama seviyesini aşamamış, bu anlamda niyet beyanından öteye gidememiştir. Şu an ihtiyacımız olan bu niyetleri hayata geçirecek mücadele araç ve yöntemlerini somutlamak ve inşa etmektir. HDP örgütlülüğü daha tanımlı, daha formel ve daha kolaydır. Ancak HDK’nin halkın öz örgütlülüğü olarak geliştirilmesi çok çeşitli biçimler alabilecek, yerelin özgünlüğünde şekillenecek, tabanda halkın taleplerinin zenginliğini kucaklayacak, her kesimin kendisini var edebileceği zenginlikte olmalıdır. Yereldeki

tüm sorunlara, tüm boyutlarıyla sahip çıkan, önemli-önemsiz gündem ikiliğinde boğulmayan bir pratik sergilemelidir. Bugün bu zenginlikte bir yerel örgütlenmenin inşası çok daha da önemli hale gelmiştir. Bu yapılabildiği ölçüde HDK halklarımızın özgüvenini arttıracak başarılı yerel örgütlenmelere ve mücadelelere imza atabilecektir. Bu yerel örgütlenmelerle HDP örgütlenmesinin diyalektik birlikteliğini oluşturabildiğimiz, örgütlü halk gerçekliğini batıda da inşa edebildiğimiz oranda “yeni yaşam”ın inşası mümkün olacaktır. Görev önümüzde durmaktadır…

Sınıf siyasetinin kimlik siyasetinin arkasında kalmayacak şekilde temel yönelimlerin içinde yer alınmasının zorunluluk olduğu değerlendirmeleri yapıldı. Etkin bir emek siyasetini inşa etmeye dönük ihtiyaç vurgulandı. Şimdiye kadar gerek örgütlenmesini yaratmada gerekse siyasetini etkin kılmada yaşanan sorunlar dile getirildi. Emek meclislerinin hızla örgütlenmesi ve AKP hükümetinin emeğe dönük saldırıları karşısında etkin bir mücadele yürütülmesi konusunda karar alındı.

5


Sosyalist Dayanışma / Şubat 2016

BARIŞ MÜCADELESİ YENİDEN FİKRET KIZILTAN

Barış için akademisyenlerin dirayetli duruşu bir anda Gezi’yi anımsatan bir ruh hali yarattı. Ardı ardına edebiyatçılar, yayıncılar, sinemacılar, fotoğrafçılar, müzisyenler, sağlıkçılar, mimar ve mühendisler, tribünler, öğrenciler ve burada sayamayacağımız çok sayıda meslek grubundan ve toplumsal kesimden destek açıklamaları geldi. Saray’ın tehditleri sinme ve geri çekilmeye değil, dayanışmanın güçlenmesine yol açtı.

6

7

Haziran seçim mağlubiyetinin ardından Saray ve AKP ateşkesi bozarak Kürt Hareketine karşı büyük bir saldırı dalgası başlattı. Kürtlerin özyönetim talebine devletin verdiği karşılık, tanklarla kentleri bombalamak ve yüzlerce sivili öldürmek oldu. Kürt illerinde yaşananlar yüzüncü yıldönümünde Ermeni soykırımını anımsatacak kadar korkunç. Devlet tüm askeri kapasitesini birkaç ilçede silahlanmış gençleri katletmek için seferber etmiş durumda. Üstelik bu sefer sadece içindeki insanlar değil, kentsel alanlar da bütünüyle tahrip ediliyor. 1990’lı yıllardaki köy boşaltmalara benzer manzaralara şahit oluyoruz. Devlet kapsamlı bir yerinden etme ve insansızlaştırma politikasını büyük bir vahşetle uyguluyor. Savaşın başladığı Temmuz ayında Türkiye’nin batısında çok sayıda kurum ve birey bir araya gelerek Barış Bloku’nu kurmuş, bölgede ve ülkede çatışmasızlığın sağlanması hedeflenmişti. Ancak ne yazık ki Türkiye’de barış hareketi istenilen düzeyde etkili olamadı. 10 Ekim günü Ankara’da yapılmak istenin mitingin bombalanması ve ortaya çıkan ağır bilanço henüz oluşmakta olan barış hareketini paralize etti. 1 Kasım’da AKP’nin savaş çıkartarak seçimi kazanması, durumu daha da kötüleştirdi. Genel bir umutsuzluk ve eylemsizlik hali

demokrasi güçlerini iç savaşın izleyicisi durumuna getirdi. 2015’in son günlerinde savaşa karşı anlamlı ve ses getiren bir çıkış Alevilerden geldi. Alevi Bektaşi Federasyonu’na bağlı derneklerde barış talebiyle açlık grevleri başladı. Alevilerin açlık grevleri sembolik ama önemli bir dayanışma eylemiydi. Ardından 1128 akademisyenin imzalayıp 13 Ocak günü kamuoyuna duyurduğu bildiri, Erdoğan’ın tıpkı Gezi sürecinde olduğu gibi esip gürlemesinin de katkısıyla kamuoyunda büyük ses getirdi. Aşağılık havuz medyası üzerinden barış isteyen akademisyenlere karşı linç kampanyası başlatıldı, soruşturmalar ve gözaltılarla akademi üzerinde tam bir devlet terörü estirildi. Saray’daki diktatör, cephe gerisinde çatlak ses istemiyordu. Barış için akademisyenlerin dirayetli duruşu bir anda Gezi’yi anımsatan bir ruh hali yarattı. Ardı ardına edebiyatçılar, yayıncılar, sinemacılar, fotoğrafçılar, müzisyenler, sağlıkçılar, mimar ve mühendisler, tribünler, öğrenciler ve burada sayamayacağımız çok sayıda meslek grubundan ve toplumsal kesimden destek açıklamaları geldi. Saray’ın tehditleri sinme ve geri çekilmeye değil, dayanışmanın güçlenmesine yol açtı. Akademisyenler bildirisinin en önemli etkisi uluslararası kamuoyunun dikkatini Kürt illerindeki korkunç tabloya çevirmesi oldu. Devletin kendi anayasasını ve imzaladığı uluslararası antlaşmaları askıya aldığı vahim tablo uzun zamandır görmezden geliniyordu. İkinci olarak bildiri sonrası siyasi iktidarın tutumu Türkiye’deki demokrasi sorununu bariz bir şekilde ortaya koydu. Öyle ki, Erdoğan bir Avrupa ülkesinde yapılan “yılın diktatörü” anketinde birinciliği az farkla IŞİD lideri Bağdadi’ye kaptırarak ikinci sıraya yerleşti.

Uluslararası kamuoyunda yaratılan etki bizler açısından elbette yeterli görülemez. Önemli olan Türkiye’nin batısında gittikçe yükselen faşizme karşı, barış ve demokrasi talebinin toplumsallaşması ve bu taleplerle güçlü bir halk cephesinin oluşturulmasıdır. Bu zorlu görevi başarma konusunda ciddi bir karamsarlığın hakim olduğu bir anda akademisyenlerin bildirisi yeni bir imkan yarattı. Fakat bu sefer ortaya çıkan başkaldırı, mevcut kurumların dışında “yurttaş girişimleri” olarak kendini ifade etme ve şimdilik sokak eylemlerinden uzak durma eğiliminde. Ardı ardında ortaya çıkan imza kampanyaları sokağa çıkmanın büyük risk oluşturduğu bir dönemde yeni bir siyasi eylem biçimi olarak öne çıktı. Normalde en pasif eylem biçimlerinden birisi olan imza vermek, günümüz Türkiye’sinde oldukça radikal bir tutum haline geldi. Önümüzdeki günlerde bu farklı imza listeleri, kendi içlerinde “yurttaş girişimleri” formunda örgütlenebilir ve kendi aralarında bir koordinasyon sağlayabilirlerse, Gezi bakiyesi toplumsal kesimlere doğru genişleyebilir ve barış ve demokrasi talebinin Türkiye’nin batısında toplumsallaşmasına önemli katkı sunabilirler. Şimdi barış ve demokrasi mücadelesini yükseltmek için yeni bir fırsat aralığı ortaya çıkmış durumda. Öncelikle bu direnme eğiliminin niteliğini ve kendini ortaya koyduğu formları dikkatle analiz etmek ve kendi kurumsal varlığımızı bu yeni direnme biçimlerine dayatmadan bu eğilimlerin güçlenmesi için katkı sunmak, şu anda yapabileceğimiz en iyi iş gibi görünüyor.


Şubat 2016 / Sosyalist Dayanışma

FAŞİZME KARŞI DİRENİŞ VAKTİ

7

Haziran sonrasında özelde Kürt Özgürlük Hareketi’ne genelde ülkede tüm ezilenlerin özgürlük ve eşitlik umutlarına karşı girişilen kalkışma derinleşiyor. Devletin ve egemen sınıfların çeşitli kanatları toplumsal uyanışı boğmak için bir kez daha kapsamlı bir saldırı geliştiriyorlar. Bu saldırı devletin resmi kolluk güçleri dışında kimi kesimleri de seferber etmeye dönük boyutlar içeriyor. Özellikle Batı’nın büyük şehirlerinde gençlik üzerinde bir yandan İslamcı bir yandan da Türkçü faşizan bir propaganda hızlı bir örgütlenmeye dönüştürülmeye çalışılıyor. Bu İslamcı-Türkçü kaynaşmasını Kürdistan’da halka dönük saldırılarda büyük oranda kullanılan özel harekatçıların duvar yazılamalarında ve fotoğraflarında da görebiliyoruz. Bir tarafta İslamcı sloganlar diğer yanda Bozkurt işaretleri, üç hilaller bol bol ortalığa saçılıyor. Özellikle İslamcılığa uzak kesimlerin çocuklarını örgütlemek için ise okullarda Nihal Atsız ismini öne çıkararak gerçekleştirilmeye çalışılan bir örgütlenme söz konusu. 2000’lerin sonlarında Ergenekon çetelerinin etkin olduğu dönemlerde hatırlanacaktır, Türkiye-ABD savaşlarını anlatan kimi romanlar satış rekorları kırıyor, ülkede harıl harıl Kavgam okunuyordu. Şu anda da benzer bir eğilim yavaş yavaş örgütlenemeye çalışılıyor. Şu anda da Kadıköy’deki kitapçıları gezenler Türk tarihini anlatan veya Atsız tarafından yazılmış kitaplar en göze çarpacak noktalarda sergileniyor. Bunun bir kontrgerilla örgütlenmesi olduğu açıktır. Politik gerilimin hızla yükseldiği koşularda bu faşist örgütlenmelerin çok daha olgunlaştırılıp sokak çatışmalarında kullanılması olanağı vardır. Kürt halkının özgürleşme taleplerini güçlü bir şekilde ifade etmesi, bunun HDP ekseninde Türkiye toplumu için de bir kurtuluş umudu yaratır hale gelmesi devleti bu tarz örgütlenmeleri tahkim etmeye itiyor. Tekrar vur-

gulamak gerekirse Atsız figürü AKP’ye kuşkuyla bakan gençliğin militan ve saldırgan bir Türkçülük üzerinden politize edilmesi için kullanılıyor. Kimdir bu Atsız? MHP’nin kuruluş sürecinde aktif bir rol oynamasına rağmen “biz Tanrı dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız” söylemine muhalefetinden dolayı partiden dışlanmıştır. İslam’a mesafeli durur. Mekke’deki Kabe’yi “Arap’ın Kabe’si” diye tasvir eder ve Türklüğün Kabe’sini Çanakkale olarak görür. Türk ırkının üstünlüğüne inanır. Turancıdır. Atsız’a göre bir millet için en büyük tehlikelerden biri barış ve dostluk afyonu yutarak uyumaktır. Barış milletin manevi enerjisini söndürür, millet kendisini savaşla güçlendirir. TC vatandaşları içinde sadece Türklerin başa geçmesini savunur. Çingenelerin Hindistan’a sürülmelerini ister. Kürtlerin de kendilerine gidecek bir yer bulmalarını, Afrika’da bir yurtluk istemelerini, aksi halde başlarına gelebilecekleri Ermenilerden öğrenmelerini ister. Demokrasiden nefret eder çünkü “ayak takımının hakimiyetine dönüşme” riski büyüktür. “Toplum hakimi daima burjuva denilen aydın ve yürütücü sınıf kalacaktır. İşçinin hakimiyeti, milletleri Hotanto durumuna getirmekten başka sonuç vermez.” Irkçı faşist böylece aslında kimin askeri olduğunu da açıkça ifade eder. İslam’ı Marksizm’e yakın bulur. “Bütün insanlar kardeştir” ülküsüne karşı çıkar. Atsız göre “Hürriyeti kısmak, insanları hayvanlıktan kurtarmak” demektir. “İnsan hakları denen lüzumsuz hürriyetlerden bazılarının kaldırılması” gereğinden bahseder. “Türkiye’de imhası vacip yegane unsur aydınlardır… Bunlar cemiyetin şirazesini bozarlar.” Ortaöğretimin Milli Eğitim Bakanlığı’ndan alınıp Savunma Bakanlığı’na verilmesi gerektiğini savunur. Sinemaların kapatılmasını ister, kadın ve erkek plajlarının ayrılmasını savunur. Mini eteğin de yasak-

lanmasını ister. Rus klasiklerinin okunmasına itiraz eder, çünkü bu kitapları okumak yazarına, Ruslara ve komünizme sevgi yaratabilir. AKP’nin, IŞİD’in ve ırkçı/ faşistlerin ideolojilerinin ortak yanı özgürlük düşmanı olmalarıdır. İnsanların oldukları ve inandıkları gibi yaşamalarına karşı duyulan örgütlü düşmanlık, şiddet yoluyla özgürlük umutlarını ezme noktasında ortak noktalarıdır. Toplumun gelişen bu faşist dalgaya karşı koruma mevzilerini oluşturması gereken devrimcilerdir. Dünyayı yaşanmaz bir yer haline getirme noktasındaki bu kararlılık antifaşist mücadele ile kırılabilir ancak. Bulunduğumuz her alanda, lisede, üniversitede bu faşist yapılanmalara karşı örgütlü duruşu geliştirmek zorundayız. Eğer özgürlüklerine sahip çıkma kararlılığındaki kitlelere güven verecek bir mücadele zemini oluşabilirse bu karanlık düşüncelerin yayılması ve örgütlenmesi de engellenebilir. Aksi takdirde devlet eliyle yönlendirilen bu örgütlenme hiç umulmadık noktalarda, hiç umulmadık kişiler üzerinde bile etkili olabilir. Erdoğan’ın başkanlık hayallerine ulaşmak için ülkeyi içine ittiği savaş hali bu çetelerin gelişmesinin de önünü açıyor. Diktatörlük inşasında bu örgütlenmeleri bir biçimde istihdam edeceklerdir. Antifaşist mücadele günümüzün en önemli görevi olarak öne çıkıyor. Hem ideolojik hem örgütsel olarak faşizmin kitle tabanını geliştirmesine karşı etkin mücadele yöntemleri geliştirmek için vakit kaybetmemek gerekiyor. Kimse içinden geçtiğimiz sürecin geçici olduğunu varsaymamalıdır. Faşizmin giderek inşası sürecinde hem aşağıdan yukarı hem de yukarıdan aşağı dinamikler işlemeye devam etmektedir. İnsanlık, özgürlük, kadın, sosyalizm, Kürt, Alevi düşmanı faşizmi durduracağız!

M. SİNAN MERT

Özellikle İslamcılığa uzak kesimlerin çocuklarını örgütlemek için ise okullarda Nihal Atsız ismini öne çıkararak gerçekleştirilmeye çalışılan bir örgütlenme söz konusu. 2000’lerin sonlarında Ergenekon çetelerinin etkin olduğu dönemlerde hatırlanacaktır, TürkiyeABD savaşlarını anlatan kimi romanlar satış rekorları kırıyor, ülkede harıl harıl Kavgam okunuyordu.

7


Sosyalist Dayanışma / Şubat 2016

KARDEŞİME SÖYLEYEYİM! TÜLAY YILDIZ

Ne dedik? Sen bizdensin, mesele bu yazıdan gözlerini ayırdığında gördüğün insanlarda. Ve en önemlisi hala ömrü hayatında gitmediği bir şehrin, başka halkların nasıl yaşayacağından bolca söz eden bizim gibi yoksullara anlatmakta. Bu yazıdaki meramım da biraz bu. Yılardır katliamlara uğramış, sokak ortasında katledilmiş, evleri barkları yakılmış, köyleri boşaltılmış, cezaevlerinde işkenceler görmüş Kürt halkının ne istediğini, nasıl yaşamak istediğini anlatmalıyız gözlerinin içine baktığımız herkese.

8

Öyle yıkma kendini, Öyle mahzun, öyle garip... Nerede olursan ol, İçerde, dışarda, derste, sırada, Yürü üstüne - üstüne, Tükür yüzüne celladın, Fırsatçının, fesatçının, hayının... Dayan kitap ile Dayan iş ile. Tırnak ile, diş ile, Umut ile, sevda ile, düş ile Dayan rüsva etme beni.*

Ş

imdi beni iyi dinle kardeşim. Bu dergiyi okuyorsan büyük ihtimal Saray’ın giderek tırmandırdığı savaşın bu tarafında yer alıyorsun. Yani diktatörlüğün tahakkümüne eyvallah demeyen direnenlerin olduğu yerde. İçinde biriktirdiğin Saray zulmüne karşı öfkeyi kendinde tutma. Moralini de bozma. Ki bu faşizm günleri kalıcı değil. Geçmesini kıyıda köşede beklemeden, hırsla bertaraf etmenin yollarına odaklanmalıyız. Velhasıl sen bizim taraftasın ve okuduğunu başkalarına usanmadan anlatmakla mükellefsin. Kürt halkı aylardır muazzam bir direniş sergiliyor. Bu tarafta da barışı savunan bir bildiriye imza atan akademisyenlere, canlı yayında insan yaşamının korunmasına çağrı yapan Ayşe Öğretmen’e nasıl saldırdıklarını gördün. Daha fazla konuşarak, birbirimize kenetlenerek kıracağız bu ablukayı. Kürt halkının direnişi kırılırsa bu günleri güneşli eski zamanlar olarak anacağız. Ne dedik? Sen bizdensin, mesele bu yazıdan gözlerini ayırdığında gördüğün insanlarda. Ve en önemlisi hala ömrü hayatında gitmediği bir şehrin, başka halkların nasıl yaşayacağından bolca söz eden bizim gibi yoksullara anlatmakta. Bu yazıdaki meramım da biraz bu. Yılardır katliamlara uğramış, sokak ortasında katledilmiş, evleri barkları yakılmış, köyleri boşaltılmış, cezaevlerinde işkenceler görmüş Kürt halkının ne istediğini, nasıl yaşamak istediğini anlatmalıyız gözlerinin içine baktığımız her-

kese. Anlatmalıyız çünkü Fırat’ın batısında Kocaeli’nin Körfez ilçesinde fırında çalışan 15 yaşındaki Serhat’ın palete kolunu kaptırmasıyla, Şırnak’ın Cizre ilçesinde kafasından kurşunla vurulan 12 yaşındaki Nihat’ın acıları farklı değil. Hani yıllardır Filistin’de İsrail’in sınır tanımaz öldürücülüğüne karşı korkusuzca sapanına sarılan çocuk generalleri umutla takip edip gururlanırdık. Şimdi Kürt çocukları generalleşti. Makinanın başında kolumuzu kaptırmak üzere olduğumuz aynı fabrikada birlikte çalıştığımız çocuklar... Kimine göre Doğu, Güneydoğu Anadolu, kimine göre bölge. İnkâr edilerek yok sayılan ve adından “sözde” diye bahsedilen Kürdistan… KJA’nın (Kongra Jinen Azad/ Özgür Kadın Kongresi) çağrısıyla 10 Ocak tarihinde kadınlar olarak yola çıktık. Lakin o hep hakkında çok fazla konuştuğumuz “böldürmeyiz topraklarımızı” dediğimiz o topraklara bizleri almadılar. Fırat’ın batısından gelenler olarak Kürt halkına ses vermemize, yalnız değilsiniz demek, Serhat’la Nihat’ın acılarının farklı olmadığını söylemek için gittiğimiz orasına hani “böldürmeyeceğimiz toprağımızın sokaklarında” rahatlıkla yürümemize izin verilmedi. Cizre’nin sokaklarında ambulans bekleyen yaralıları veya ölülere el uzatmamızı, evinden barkından göçertilenlerin gözyaşına dokunmamızı çok gördüler yüzleri maskeli askeri, polisi. Anlayacağın kardeşim eli kanlı devlet gerçekleri görmeyelim diye görüp de ötekimize berimize anlatmayalım, buralardan oralara ses vermeyelim diye gerçekleri gizliyor. Şırnak halkıyla kucaklaşmamızdan, cenazelerini birlikte kaldırmamızdan korkuyorlar. Kürdistan topraklarını işgal eden TC ordusunun nasıl bir savaş planını uyguladığına tanıklık ettik. Her tarafında güvenlik noktaları kurduğu, dağlarına

kalekollar yaptığı bir coğrafya olmuş oralar. Aylardır süren bu kuşatmanın gerçekten de nedeni hendekler midir? Ya da Saray medyasının televizyonlarda bangır bangır verdiği “Terör örgütü PKK’ya yönelik operasyon” mudur? Sivil mi? “Terörist” mi? Bu söylenenlere hep bir ağızdan “Ne fark eder?” deme cesaretini gösterebilecek miyiz? Saray güdümlü medyanın algı operasyonu her gün başka bir soru işaretini akıllarımıza sokmaya çalışıyor. Hatırlıyor musun Gezi’de kurduğumuz barikatların arkasında “terörist” değil miydik? Düşün ki kardeşim, doğdukları, emek verdikleri ve orada yaşamak için yıllardır mücadele ettikleri topraklarda cenazelerini almak için yaşlı bir kadın, onun yanında yaşlı bir erkek ellerinde beyaz örtü yürüyorlar. Evlerine ve sokaklarına toplar düşüyor. Yaralıların bulunduğu binalar, evler top atışlarına tutuluyor. Yaralılar için ambulans kampanyaları başlatılıyor, AİHM’e başvuruluyor. Her gün yeni bir can düşüyor toprağa. Cizre’nin, Silopi’nin, Sur’un sokaklarına topların ağızları, silahın namlusu bakıyor. Toplarıyla, tanklarıyla aylardır devam eden kuşatma sonuç vermedikçe akla hayale gelmeyen zulüm çukuruna sürükleniyoruz topluca. Mayası faşizmle yoğrulan devletin “Çöktürme Planı’yla” ev-ev sokak-sokak temizleyeceği Cizre, Sur, Silopi aylardır direniyor. Planladıkları gibi gitmeyen “çöktürme” öyle gözüküyor ki hedefledikleri planlarının Kürdistan’da çökmesi olacak. Kurulan hendeklerin arkasında kadınından, gencine, yaşlısına yeni bir insanca yaşamın mimarlığı yapılıyor. Savaşın tam da nedeni bu. 40 yıldır mücadele eden Kürt halkı artık kendi kedini yönetmek, meclisleriyle var olmak, özyönetimlerini kurarak yaşamında söz sahibi olmak istiyor. Saray’ın ve devletin korkusu tam da bu.


Şubat 2016 / Sosyalist Dayanışma

Yani anlayacağın kardeşim hem geleceğimizde hem de şu zaman diliminde nasıl yaşam istediğimizde karar verici olmamızı engelleyenler, “Edî Bese!” (Artık Yeter) diye haykıran Kürtleri bombalarla yeryüzünden silmek istiyor. Boyalı medyanın dediklerinden, “devlet büyüklerinin” yalanlarından, TV programlarında konuşanlardan kafamızı kaldırıp iş cinayetlerine, kadın cinayetlerine, emeğimizin sömürülmesine, her gün giderek daha da yoksullaşmamız üzerinden kurulan Saray’a gözümüzü dikmeliyiz. Kürt halkının özgürlük için kurduğu hendekleri biz buralarda nasıl kurabiliriz diye düşünmeye, mücadele etmeye ve örgütlenmeye ihtiyacımız var. Buraların oralara olan sessizliğini mahallemizde, sokağımızda, iş yerimizde, evimizde, fabrikamızda, okulumuzda örgütlenip mücadele edersek kıracağız. Ki o zaman anlayacağız Serhat’la Nihat’ın acılarının aynılığını… Kızlarım, Oğullarım var gelecekte, Her biri vazgeçilmez cihan parçası. Kaç bin yıllık hasretimin koncası, Gözlerinden, Gözlerinden öperim, Bir umudum sende, Anlıyor musun?* *Ahmet Arif, Anadolu

9


Sosyalist Dayanışma / Şubat 2016

KIDEM TAZMİNATI SEFALETİ MEHMET AKYOL

İş yerinde çalışanlar için en önemli konulardan biri işini kaybetmeye karşı korunmadır. Sürekli olarak çalışan ve bunun sonucu olarak yıpranan ve yaşlanan insanlar için daha iyi bir iş bulma şansı azalmaktadır. Buna ek olarak, çalışma ile elde edilen tecrübe ve vasıflı olma, yeni teknolojinin üretimde daha yaygın olarak kullanılmaya başlaması ile önemini kaybetmektedir. Dünyadaki 200 yıllık sendikal mücadelede, bu nedenle işten çıkarılmalara karşı mücadele verilmiş ve bazı haklar kazanılmıştır. Bunların esası, işten çıkarılmaları işverene pahalıya mal etmektir.

10

E

konomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, dünya ve Türkiye ekonomisine ilişkin değerlendirmelerde bulunurken, kıdem tazminatının yeniden yapılandırılması lazım demiş. Nedenini ise “Kıdem tazminatı konusunda dünyanın en yüksek yüklerinden biri Türkiye’nin üzerinde. Şurada kıdem tazminatı sıfır olan ülkeler var. İşsizlik ortalamasına bir baktım Türkiye’nin yarısı” şeklinde açıklamış! Bakanımız University of Exeter mezunu, UBS, Merrill Lynch gibi namlı şirketlerin gözde elemanı, ondan daha iyi bilecek değiliz ama gene de gözden kaçırdığı bazı konular var. Doğrudur, bazı ülkelerde kıdem tazminatı sıfırdır, ama onunla eşdeğer işverene yük getiren hakları vardır çalışanların. Bunların neler olduğunu anlamak için kıdem tazminatının ne olduğunu bilmek gerek elbette. Bakanımız tarihçi olmadığı için bilmeyebilir, hatırlatalım. İş yerinde çalışanlar için en önemli konulardan biri işini kaybetmeye karşı korunmadır. Sürekli olarak çalışan ve bunun sonucu olarak yıpranan ve yaşlanan insanlar için daha iyi bir iş bulma şansı azalmaktadır. Buna ek olarak, çalışma ile elde edilen tecrübe ve vasıflı olma, yeni teknolojinin üretimde daha yaygın olarak kullanılmaya başlaması ile önemini kaybetmektedir. Dünyadaki 200 yıllık sendikal mücadelede, bu nedenle işten çıkarılmalara karşı mücadele verilmiş ve bazı haklar kazanılmıştır. Bunların esası, işten çıkarılmaları işverene pahalıya mal etmektir. Bu konuda dünyada sendikal hareket, işten çıkarılmaları pahalıya mal etmek için belli başlı iki ana noktada yoğunlaşmıştır. Bunlardan ilki işverenin ‘çıkış verme özgürlüğünü’ sınırlamak, diğeri ise ‘mümkün olduğu kadar pahalıya mal etmektir’. İşverenin ‘çıkış verme özgürlüğünü’ kısıtlayan en önemli

faktör, yasa ile işverene çıkış gerekçesi belirtme zorunluluğunun getirilmesidir. İşten çıkarma gerekçesi gösteremeyen işveren ya tazminat ödemek zorunda ya da çıkışı geri almak durumundadır. Kıdem tazminatı tartışmasında bu konu mutlaka gündeme getirilmelidir. Tecrübeler gösteriyor ki, işverenleri kendilerine doğrudan maddi bir yükü olmayan bu tür önlemlere ikna etmek daha kolaydır. Çalışan (ve elbette sendika) açısından ise bu önlem yukarda belirtilen mantığa daha uygun düşmektedir. Esas olarak çıkış verme süresinin uzatılması ve işçiye tazminat verme olarak özetlenebilir. Avrupa’da pek çok ülkede çıkış verme süresi 6 aya (hastalık durumunda ise 24 aya) kadar çıkmaktadır. Mevcut yasaya göre bu süre en fazla 8 haftadır. Bunun doğrudan ilk etkisi ihbar tazminatının artmasıdır. Kıdem tazminatı tartışmasına girerken öne sürülmesi gereken talep, bu sürenin uzatılması olmalıdır. Kıdem tazminatının kendisi ise esas olarak, çalışanın yıpranma payının karşılığı olarak gündeme gelmiştir. Bu nedenle zaman içinde değişim göstererek, pek çok ülkede ikinci bir emeklilik sigortası haline gelmiştir. İşverenler, işyerlerindeki emeklilik kasalarına çalışan her işçi için her ay bir prim ödemekte, toplanan primlerden işçiler, emeklilik yaşına geldiklerine ikinci bir emekli aylığı almaya hak kazanmaktadırlar. Bu tartışma yapılırken dikkate alınması gereken nokta, işverene getireceği mali külfettir. Hükümet, işverene her ay ücretin %4’ü kadar bir primi fona ödettirerek bu ‘engelden’ kurtarmayı önermektedir. İşverenler mutlaka hesaplarını yapmışlardır ve mevcut yasanın kendilerine %4 ten fazla maliyeti olduğunu bulmuşlardır. Ancak biz bunu bilmiyoruz, bu nedenle bunun tahmini bir miktarının hesaplanması gereklidir. (En fazla %8,3) Ancak getirilmek istenen fon ile işverenlerin sorumlulukları, tek tek

işverenin sorumluluğu olmaktan çıkıp, kolektif bir sorumluluk haline gelmektedir. Bunun özellikle işçi ve sendika düşmanı işverenleri cesaretlendireceği de unutulmamalıdır. Bu nedenle yukarda belirtilen tahmini maliyetin, getirilecek önerilerle daha da pahalı hale getirilmesi dikkatlerden kaçmamalıdır. Kıdem tazminatı fonuna evet demek için ek bir emeklilik fonu oluşturulması, çıkış verme gerekçelendirilmesi ağırlaştırılmalı, çıkış verme sürelerinin (fesih ihbarı) uzatılması gündeme getirilmelidir. Tartışmayı bir tek ‘Kıdem Tazminatı Fonu’ ile sınırlamamak, bunları da tartışmaya açmak gereklidir. Hükümetin bu sefer işi daha ciddiye aldığı açık, en son Maliye Bakanı tarafından yapılan son açıklamalar asgari ücrete yapılan artışın daha çalışanın eline geçmeden nasıl el konulmak istendiğini gösterdi. Maliye Bakanı Ağbal, “Türkiye’de bugün hane halkı tasarruf oranı yüzde 15’ler civarında. Bu, bizimle benzer durumda olan ülkelere göre düşük, bunu yukarılara, yüzde 2530’lara çekmemiz lazım” dedi. Ağbal memurlar ve işçilerde çok önemli gelir artışlar olduğunu, bin lira olan net asgari ücreti 1300 liraya çıktığını söyleyerek bu artışın nereden sağlanmak istendiğini de gösterdi. Bireysel emeklilikte biriken miktarın 40 milyar liraya ulaştığını, her 100 liraya devlet olarak 25 lira katkı veriyoruz, vatandaşımızın bu sisteme daha fazla destek vermesini bekliyoruz diyor Ağbal. Çalışanlar için kıdem tazminatı yerine otomatik bir sisteme dahil edileceklerini, 3 ay kadar bir süre sistemde kaldıktan sonra, çıkıp çıkmama onların tercihinde olacak. Bu sistem sayesinde bir şekilde tasarrufun tadını alsınlar istiyoruz diyerek Bakan çalışanların ağzına bir parmak bal çalarak bu işi halletme gayretinde. Olur mu, göreceğiz.


Şubat 2016 / Sosyalist Dayanışma

ÇÖPE DÖNEN İŞ KOLU: ATIK KAĞIT İŞÇİLİĞİ

G

eri dönüşüm sektörü son yılların en hızlı büyüyen sektörü. Bu alanda faaliyet gösteren küresel şirketlerin bilişim sektöründe faaliyet gösteren küresel şirketlerle yarışabilecek noktaya geldiğini iddia etmek yersiz olmaz. Türkiye’de halen bir iş kolu olarak görülmeyen kâğıt işçiliği, birçok firmanın ve belediyelerin de dâhil olduğu geri dönüşüm sektörünün içerisinde önemli bir yer tutuyor. Başta büyük şehirler olmak üzere Türkiye’de yaklaşık 500.000 kişiye gelir sağlayan kâğıt işçileri, topladığı kâğıtları atık toplama tesislerine satarak ailelerinin geçimini sağlıyor.

Uygulamaya Sokulan Yasak ve Götürüleri

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı başta İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere uygulamaya koyduğu düzenlemeyle firmaların sokaktaki toplayıcılardan atık almasını yasakladı. Binlerce kağıt işçisini bir anda işsiz bırakan, işçileri sisteme entegre etmek adı altında getirilen bu uygulama, yalnızca az sayıda işçinin firmalarda çalıştırılması, geri kalanının da bir anda işsiz kalması yani sektördeki atık toplama kapasitesinin düşürülmesi anlamına geliyor. 2011’den önce istedikleri yere sattıkları kâğıtları, 2011’de belediyeler de kâğıt toplamaya başlayınca sadece belediyenin anlaşmalı olduğu firmaya satabiliyorlar. Bu açıdan maddi bir kayıpları olmamış. 2010 yılında aldığı kararı 2016 yılında uygulamaya koyan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı geri dönüşüm firmalarına atık kâğıt işçilerinin toplayıp getirdiği atıkları aldıkları durumda 140 bin TL ceza ödetmeye başladı. Firmalar atık kâğıt işçilerinden atık almıyor, işçilerin gün boyu topladıkları kâğıtlar ellerinde kalıyor. Dolayısıyla zaten kazançları günlük olan bu insanlar bir de üstüne aç ve işsiz kalıyorlar. Üstelik birço-

ğunun ailesi var. Ya da birçoğu bu işi ailecek yapıyorlar. Bianet’in haberine göre şu anda 950 lisanslı firma var, 10’ar kişi çalıştırsa 9500 kişiyi istihdam edebilir. Oysa şu anda en az 500 bin kâğıt işçisi var. Sokaklarda suç kol gezerken ekmeğinin peşine düşen, akşama kadar kâğıt toplayarak dönüşüme katkıda bulunan bu insanları işsiz bırakmak onları suça itmek değil de nedir? Yıllardır kâğıt toplayan Osman Öztürk’ün bir gazeteye verdiği röportajda söyledikleri işi özetliyor: “Hem devletimizin ekonomisine katkı sunuyoruz. Hem de ormanları koruyoruz. Bizim dışımızda kimse bu işi yapamaz. Devlet bu çöpün altından kendi başına kalkamaz”.

Kâğıt İşçilerinin Paralel Kimlikleri

Kâğıt işçileri sadece işçi değil tabi. Tecavüze uğradığı için bulunduğu köy ya da kasabadan kaçan kadınlar, zamanında revaçta olan mesleklerin önemini yitirmesi ile işsiz kalan eski meslek ustaları, büyük şehre büyük umutlarla gelip tutunamayan Anadolu insanı, köyleri boşaltılınca büyük şehirlere göç eden Kürtler, onca yıl cezaevinde yatmış dışarı çıkınca başka yapacak iş bulamamış hükümlüler, kimsesiz çocuklar, Romanlar… Yani neresinden baksak öteki, neresinden baksak sistem mağduru… Buna rağmen çok güzel bir iş yapıyorlar. Bu dünyanın belki de en kıymetli mesleklerinden ikisi tamircilik ve geri dönüşüm işçiliği. Çünkü sürekli kullan-at yaşam tarzının karşısında durarak eskiyeni, atık olanı yeniden dolaşıma sokuyorlar. Kürt, Suriyeli, Roman, kimsesiz, kadın, yaşlı, çocuk… Sistem şimdi de onları işçi kimliğinden vuruyor, ekmeğine göz dikiyor. Kâğıdın kilosu 20 kuruş. Yani günde 100 kilo kâğıt toplasalar günlük kazançları 20 TL. Sigorta

yok, yemek yok, ulaşım yok, hiçbir yan hak yok… Akşama kadar çalışmalarına rağmen karnını bir öğünlük doyuracak parayı anca kazanıyorlar. İkinci bir boğaz için daha fazla çalışmak gerekiyor ya da daha fazla kişi…

SİDAR ARSLAN

“Bugün Benim Doğum Günüm”

“Çuvalı doldurabilirsem bugün benim doğum günüm” diyerek kâğıt işçilerinin sesini duyuran Mehmet Kadir Karamanlı yüz binlerce atık kâğıt işçisinden yalnızca biri. Kilometrelerce yol yürüyorlar, aç ve güvencesiz yaşıyorlar. ‘Günlük’ kazanıyor, ‘günlük’ yaşıyorlar. Toplumun geneli tarafından çöp karıştıran insanlar olarak görülebilirler ama onlar ‘atık kâğıt işçisidir’ ve şehir ekosisteminin saprofitleridir. Attığımız çöplere yabancılaştığımız gibi bu insanlara da yabancılaşıyoruz. Bir ekşi sözlük yazarı şöyle der: “İşleri yaşamları, iş yerleri yaşam alanlarıdır: sokaklar. Yaşamlarını kediler ve sokak köpekleriyle paylaşırlar. Çöpleri karıştırırken görünmez olmak isterler. Görülmeyip üstlerine çöp atıldığı zaman öfkelenirler.”

Peki, Örgütlüler mi?

Geri Dönüşüm İşçileri Derneği altında bir kısmı örgütlü. Hatta Dernek olarak 2011’de Van’lı depremzedeler için yardım kampanyası yürütmüşler. Büyük şehirlerde sağlam atıkları -atkı,

bere, elbise, ayakkabı, oyuncak, battaniye…- toplayıp Van’lı depremzedelere göndererek, Türk bayrağına sarılı sopa gönderenlere karşı çöpten insanlık çıkarmışlar. Son düzenleme için de bir çözüm önerileri mevcut. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile bugün görüşmeye gidecek olan Geri Dönüşüm İşçileri Derneği’nden Ali Mendillioğlu, Çankaya Belediyesi sınırları içindeki 2500 atık işçisi için bir proje hazırladıklarını açıkladı. Mendillioğlu, “Kâğıt toplama vahşi çalışma biçimi olarak geçiyor. Dünyada bunu teşvik edecek yöntemler var. Bir proje hazırladık, sisteme entegre, usulüne uygun bir sistem kurmak istiyoruz. Çankaya’da anlaşmalı firmaların belirlediği mahallelerde, sitelerde, AVM’lerde temizlik işçisi gibi kıyafetleriyle, araçlarında GPRS takılmış işçiler, kaynağından kâğıtları alacak. Firmalara götürecek. Zabıta, polis korkusu olmayacak. Sigortaları da ödenecek. Bu başarılı olursa tüm kâğıt işçileri için de örnek olur.”

11


Sosyalist Dayanışma / Şubat 2016

MEHMET YILMAZER

Öte yandan, yıpranmış sivil darbe kurmayının süreci yönetmesi hiç de ustaca olmadı. Hatta Temmuz-Kasım arası bu kısa süreçte yeni savaşın niteliği konusunda kitle bilincinde bazı kırılmalar bile yaşandı. Fakat devlet, HDP içinde temsil edilen ittifak güçlerini Suruç ve Ankara katliamlarıyla o kadar vahşi baskı altına aldı ki ittifak zemininin eski seviyesinde kalması zaten anlamsız olurdu, ancak hangi seviyede yeniden kurulmalıydı?

A

slında yazının başlığı “faşizme karşı mücadele ve demokratik özerklik” olabilirdi. Kent savaşlarının bir noktasından sonra; öğretmenlerin kuşatılmış kentlerin dışına çağrılmasıyla, devletin sömürgeci reflekslerinin tümüyle harekete geçtiğini; Kürt coğrafyasını yeniden sömürgeleştirmek için batıda faşizmin inşa edilmesinin kaçınılmaz olduğunu öngörmek zor değildi. Olaylar o günden beri bu yolda yürüyor. Saray her gün “kararlılık” açıklaması yapıyor. Faşizm günlerinin en tipik özelliği olarak aydınlara karşı cadı avı başlatıldı. Daha da önemlisi ne Kürt Özgürlük Hareketi’nin, ne de HDP’nin artık muhatap olarak alınmayacağının ilan edilmesiyle faşizme doğru “kararlı” bir adım daha atılmış oldu. AKP’nin bu yoldaki stratejik hedefi “başkanlık sistemi”nin kurulmasıdır. Başkanlık sisteminin, ülkenin bu koşullarında “tartışılabilir” önerilerden birisi olarak algılanması siyasal bir gaflet olur. Yasal yollardan faşizmin inşasından başka bir anlamı yoktur. Saray en son kaymakamları toplayarak onlara da talimatlarını verdi, belediyelerin araçlarına el konması bu talimatlardan birisiydi. Bütün bu adımlar erkene alınan MGK toplantısında kesinleştirildikten sonra süreç daha da derinleştirilecektir. Demokrasi mücadelesinin günümüzdeki konumuna yeniden bakmak gerekiyor. 7 Haziran’dan beri altı aylık kısa bir sürede siyasal dengelerde önemli değişimler yaşanıyor; bu nedenle siyasal hedefler de buna uygun kesinleştirmelere gerek var. Halkların ittifakının en göze

12

DEMOKRASİ M VE DEMOKRAT

batan ve güçlü günleri 7 Haziran öncesi yaşandı ve seçim sonuçlarıyla bu ittifak taçlandı. Bu günlerin ittifak zemini, bir seçim parolasına dönüşen “Seni başkan yaptırmayacağız!” hedefiydi. Siyasal nitelik olarak AKP’ye tepkileri kucaklayan, içine Gezi İsyanı’nın taleplerini de alan bir seçim platformu ortaya çıktı. Siyasal seviye olarak oldukça geri çizgilerde olan bu ittifak zemini, o günler hatırlanırsa dönemine uygundu. Kitlelerin barış özlemine karşı, “ileri demokrasi”nin dillerinde bir yalan olduğu, çözüm sürecinin oyalamalara dönüştüğü günlerde; bir de yolsuzluklarla iyice yıpranan AKP iktidarına karşı kurulan bu siyasal ittifak beklenilenden öteye bir başarı sağladı. Bu noktada sadece AKP’nin değil, tüm devlet mekanizmasının sigorta sistemi attı.

hedefi yeterince açıktı. Bu dönemde güç dengelerinin yapısı halkların ittifakı tarafından yeterince iyi okunamadı. 7 Haziran akşamı bir başarı vardı, ancak onun siyasal zemini ve örgütlenmesi devletin topyekün saldırısını göğüsleyecek seviye ve sağlamlıkta değildi.

Yeniden savaş başladı, sivil darbeyle yeni bir döneme girildi. Siyasal güç dengelerinde düzen aleyhine ortaya çıkan kayma, büyük bir saldırı taktiğiyle yeniden yerine oturtulmalıydı. Devletin

Bu konuda Kürt Özgürlük Hareketi ve devrimci yapıların süreçteki güçler durumunu okumasında ortaya çıkan farklılıklardan dolayı yeni koşullarda siyasal ittifak zemininin belirlen-

Öte yandan, yıpranmış sivil darbe kurmayının süreci yönetmesi hiç de ustaca olmadı. Hatta Temmuz-Kasım arası bu kısa süreçte yeni savaşın niteliği konusunda kitle bilincinde bazı kırılmalar bile yaşandı. Fakat devlet, HDP içinde temsil edilen ittifak güçlerini Suruç ve Ankara katliamlarıyla o kadar vahşi baskı altına aldı ki ittifak zemininin eski seviyesinde kalması zaten anlamsız olurdu, ancak hangi seviyede yeniden kurulmalıydı?


Şubat 2016 / Sosyalist Dayanışma

MÜCADELESİ TİK ÖZERKLİK mesinde bulanıklıklar yaşandı. Bu kritik günlerde HDP seçim sürecindeki görünürlüğünü asgari seviyeye indirdi; aynı süreçte “demokratik özerklik” ilanları öne çıktı. Ortaya çıkış ve yürütülüş tarzından yeterince iyi hazırlık yapılmadığı anlaşılıyordu. Temmuzla başlayan sivil darbe sonrası halkların ittifak seviyesi birdenbire “demokratik özerklik” noktasına sıçramış oldu. Demokratik özerkliğin bir talep olarak halkların ittifakının siyasal zeminini oluşturması, aslında sorun olmayabilirdi. Ancak sivil darbe sonrası başlayan savaş ortamında konu bu değildi.

Kürt coğrafyasında düzenle Kürt Özgürlük Hareketi arasında bir irade savaşı başlamıştı. Devlet çözüm süreciyle verdiklerini misliyle geri alma savaşına girişmişti; Kürt Özgürlük Hareketi ise kendi iradesini korumak, hatta “ikili iktidarını” sağlamlaştırmak için devletin savaşına cevap vermekle yükümlüydü. Bu irade savaşında, onun içeriğini ve mantığını çok da iyi kapsamayan “demokratik

özerklik” parolası öne çıktı. Demokratik özerklik, kendisi bir siyasal hedef olarak belli bir mücadele dönemini kapsayan bir siyasal program olması gerekirken, irade savaşının parolası, çok özel bir sürecin hedefi, neredeyse bayrağı haline geldi.

fak güçleri devletin bu saldırısına aynı sürat ve kararlılıkla cevap vermeli, ittifak seviyesini yükseltmeliydi.” denebilir. Fakat pratik yaşamda kararsızlıklar yaşandı; güçlerin durumunun siyasal ittifak seviyesini hızla yükseltme kapasitesinde olmadığı görüldü.

Demokratik özerklik talebinin demokrasi mücadelesindeki yeri, tüm Türkiye için demokrasi mücadelesi ile özerkliğin bağlarının ne olduğu; siyasi iktidar mücadelesi ile demokratik özerkliğin ayrı düşen ve kesişen yanları yeterince aydınlanmadan, çok özel bir dönemde halkların ittifakı için fiilen bir siyasal zemin olarak ortaya çıktı. Devlet kendi başlattığı siyasal çözüm sürecine artık savaşla karşılık veriyordu; böyle bir dönemde halkların siyasal ittifak zemini ve cevabı ne olmalıydı?

Günümüzün sorunu, düzenin sivil darbe ve savaşla yok etmeye çalıştığı 7 Haziran’da başarı kazanan halkların ittifakının yeniden nasıl ve hangi seviyede kurulabileceğidir. Kürt Özgürlük Hareketi, düzenin kent kuşatmalarıyla tasfiye ve yok etme savaşına karşı en etkili cevabı veriyor, vermeye devam edecektir.

Kent savaşlarıyla iç içe geçen demokratik özerklik hedefi, 7 Haziran’da kurulan halkların ittifak seviyesini birdenbire çok yukarı seviyelere çekiyordu. “İtti-

Haziran başarısıyla sembolize olan HDP ve HDK ile temsil edilen halkların ittifakı, siyasal kapsama alanını faşizme karşı demokrasi mücadelesine genişletmelidir. Saray’ın ve AKP’nin planı bir yıla kalmadan “Türk tipi faşizmin” yasal zeminini kurmaktır. Bu adım mutlaka geri püskürtülmelidir. Bugün hedef demokratik özerkliğin de yolunu açabilecek olan faşizmin inşasına karşı en geniş cepheyi kurmak ve mücadeleyi bu hedefe göre yükseltmektir.

Kent savaşlarıyla iç içe geçen demokratik özerklik hedefi, 7 Haziran’da kurulan halkların ittifak seviyesini birdenbire çok yukarı seviyelere çekiyordu. “İttifak güçleri devletin bu saldırısına aynı sürat ve kararlılıkla cevap vermeli, ittifak seviyesini yükseltmeliydi.” denebilir. Fakat pratik yaşamda kararsızlıklar yaşandı; güçlerin durumunun siyasal ittifak seviyesini hızla yükseltme kapasitesinde olmadığı görüldü.

Görünüşe aldanacak olursak pek çok şey Saray lehinde görünüyor. Ancak AKP iktidarının iç politik ilişkileri gere gere çok kırılgan bir noktaya getirmesi; bundan da önemlisi bölgede politik olarak manevra kabiliyetini yitirmesi, Suriye ve Irak’ta yakın zamanda yaşanacak gelişmeler karşısında fazla bir şansa sahip olmaması, Saray’ın sinirlerini iyice bozuyor. Saray’ın fazla vakti yoktur. Bir yıla kalmadan “Türk tipi faşizmi” inşa etmeye kilitlenmiştir. Süreç uzarsa Saray için bir gelecek yoktur.

13


Sosyalist Dayanışma / Şubat 2016

BİENNİO ROSSO VE FABRİKA KONSEYLERİ M. SİNAN MERT

1.

Dünya Savaşı’nın sonu sadece Ekim Devrimi’nin doğuşu ile hatırlanmamalı. Ezilenlerin iktidarının inşası açısından sonsuz deneylerin biriktiği bir dönem olarak da düşünülebilir 1919-1920 yılları. Rusya’da Ekim 17’de yaşanan devrimin yarattığı zelzele etkisi savaşın devletleri likide edici etkisi ile de birleşince işçiler ve köylüler için muazzam bir fırsat penceresi ortaya çıkmıştı. Tarih bu açıdan hep aynı yükseklikte ilerleyen bir zemin olarak görülmemeli. Belli momentlerde ezilenlerin iktidarının inşası için muazzam olanaklar ortaya çıkıyor. Bolşevik Partisi gibi bir araca sahip olan Rus proletaryası bu olanağı devrime dönüştürdü ancak benzer olanaklar özellikle Macaristan, Almanya ve İtalya’da da fazlasıyla belirgindi. Almanya ve İtalya, ortaya çıkan olanakların işçilerin ve köylülerin tüm atılganlığına ve cesaretine rağmen sosyalist partilere egemen olan kokuşmuş bürokratik atalet yüzünden kaybedildi. Gramsci bunu İşçi Konseyleri örgütlenmesinin gazetesi diyebileceğimiz L’Ordine Nuovo’da daha işler son raddesine ulaşmadan fark etmişti: “Sosyalist hareketin en vahim hatası sendikalistlerin hatasına benziyordu. Devlet içerisindeki toplumun genel etkinliğine katılan sosyalistler kendi rollerini esas olarak eleştiriye, antiteze ilişkin bir rol olması gerektiğini unuttular. Gerçekliğe vakıf olacaklarına gerçekliğin kendilerini soğurmasına imkan verdiler.” Tarihsel bir özgürleşme olanağının trajediye dönüşmesine yola açan defo tam da buradaydı. Ataletin, rutin işleyişe olan bağımlılığın, yeni olanı fark edememenin, kendini devrimci momentin temposuna uyduramamanın bedeli “sadece programında devrim olan bir partinin” adım adım işçi sınıfının bağrından sökülerek egemen sınıfın bir aparatı haline dönüşmesiydi.

14

Alman Devrimi’ni bilfiil ezenin Sosyal Demokrat Partisi olması bu durumun en uç örneği haline gelmişti. İtalya savaşta çok ağır bedeller ödemiş bir ülke değildi fakat 1918’den itibaren çok önemli bir toplumsal hareketliliğin içine düştü. Tarımsal üretimin, orduya katılan köylülerin fazlalığı dolayısıyla önemli oranda düşmesi besin kıtlığına yol açtı. Perde bu kıtlığa karşı isyanlarla açıldı. Geç sanayileşen İtalya, özellikle kuzey bölgesinde büyük sanayi kentleri ortaya çıkarmıştı. Kuzey İtalya’daki sanayi kentlerinde işçiler savaştan sonra çok büyük bir hızla örgütlendiler. Sadece PSI’ya (İtalyan Sosyalist Partisi) yakın duran CGL değil aynı zamanda devrimci sendikalist UIL ve anarko sendikalist USI de yüz binlerle ifade edilebilecek üye sayılarına ulaşmışlardı. Bu süreçte anarşistlerin bir kısmı hızla milliyetçi/faşist örgütlenmelere dönüşürken bir kısmı da taban örgütlenmeleri aracılığıyla devrimi ileri itmek için büyük bir çaba sarf ettiler. Malatesta ve Borghi’nin etkisi altındaki UIL, her yerde sosyalistlerle taban örgütlerinde, işyeri ve kent hücrelerinde bir araya gelerek devrimci bir cephe oluşturmayı öneriyorlardı. İşçi sınıfının büyük partisi PSI’nın merkezi eğilimi ise çok daha temkinli ve uzun vadeli planlar eşliğinde ilerlemeyi tercih ediyordu. 20 Şubat 1919’da sosyalist sendika CGL, patronlarla 8 saatlik işgünü üzerine anlaştı. Patronlar örgütlü kapitalizm ile işçileri devrimci düşüncelerden uzaklaştırmaya çalışıyorlardı, düzen henüz bir siyasi istikrar üretememişti. Ekim Devrimi’nin yankıları bütün Avrupa’yı sarsıyordu ve işçileri mücadele azmi ile doluydu. PSI’nın uzun vadeli planları, onları düzen içindeki mevzileri büyütmeyi düzene karşı öldürücü bir taka yapmaktan uzak tutuyordu. İşçiler ise bilinçli bilinçsiz, PSI’nın bu uzlaşma eğilimini yıkacak bir talep geliştirdiler: İşyerlerinde ve kendi çalışmaları üzerinde denetim sahibi olmak.

İş yerlerinde kurulmuş olan İşçi Komisyonları’nın yetkilerini genişletmek ve çalışmayı kendi denetimi altına almayı talep ediyorlardı, yani gereksizleşmiş bir sosyal varlık olan burjuvaziyi üretim araçları üzerindeki mutlak mülkiyetten mahrum bırakacak tarihi bir hamle için hazırlık yapmaktaydılar. Anarşistlerin özyönetim düşüncesine yakınlıkları zaten Proudhon’dan beri bilinmekteydi. Leninizm ile “Devlet ve Devrim” üzerinden tanışan ve Rus Devrimi’ni bu açıdan daha çok Sovyetlerin, tabandaki özyönetimci işçi deneyimi üzerinden okuyan Gramsci ve arkadaşları Togliatti, Tasca da yönetimini ele geçirdikleri L’ordine Nuovo gazetesi aracılığı ile işçi konseyleri düşüncesini geliştirdiler: “İç komisyonlar, işçi demokrasisinin girişimciler tarafından kendilerine dayatılan kısıtlardan kurtarılması ve yeni bir yaşama/yeni bir enerjiye kavuşturulması gereken organlarıdır. İç komisyonlar günümüzde fabrikadaki kapitalistin gücünü sınırlamakta ve hakem kurulu ve disiplin işlevi görmektedir. Yarın gelişmiş ve zenginleşmiş halleriyle bu komisyonlar, kapitalistin onun yönetime ilişkin bütün yararlı işlevleriyle birlikte yerini alan proleter iktidarın organları olmalıdır.” 16 Mart-17 Mart’ta ilk işgal gerçekleşir, işçiler işgal ettikleri fabrikada üretime devam ederler. 1500 askerin fabrikayı basması sonrasında ilk işgal kırılır ancak işaret fişeği patlamıştır. Arnavutluk’a gönderilmek istenen askerlerin savaşmayı reddederek Ancona şehrini işgal etmeleri (27-30 Haziran) ve bir silahlı isyan başlatmaları gerilimi yeni bir noktaya yükseltti. Ezilenler her noktada düzene karşı muazzam bir direnme kapasitesi ortaya koymalarına rağmen bu enerjiyi devrime yönlendirme görevini taşıyan PSI bütün bu gelişmeleri neredeyse görmezden geliyor, fiili durum yaratacak hiçbir hamleye ortaya koyamıyordu. Hatta hükümetin Ancona’daki direnişe saldırırken ortaya koyduğu vahşete de dolaylı destek

verildi ki işçi direnişleri yenildikten sonra aynı devlet şiddeti bu sefer sosyalistlere dönecekti. Eylül 1920’de Fabrika Konseyleri FIAT fabrikası başta olmak üzere fabrikalara el koydular, üretimi sürdürdüler. Patronlar kesinlikle anlaşma taraftarı değildiler, işçi hareketinin zaaflarının farkındaydılar ve iş yerlerinin denetimini paylaşmayı kabul etmeyeceklerini açıkça ortaya koydular. Başbakan Giolotti orduyu işgalleri kırmak için kullanmak istemedi. Bunun işçi hareketini alevlendireceğini düşünüyordu, hareketin kendi iç zaafları ile yenilmesini tercih etti. Fakat Giolotti’nin işçilere ve köylülere karşı ılımlı tavrı patronların faşizmi desteklemesine varan yolu açtı. İşgaller ilerledikçe CGL ve PSI anlaşma yolları aramaya başladılar. Onlar işgalleri patronlarla bir pazarlık aracı olarak görüyorlardı. L’Ordine Nuovo çizgisinin savunduğu işçi özyönetiminden kentlerin ve toprakların da ele geçirildiği bir devrim yaratma perspektifleri ve daha da kötüsü gerilimi yükseltecek cesaretleri yoktu. Eylül ayının sonlarında kendi sorumluluklarını üzerlerinden atmak için direnişi büyütüp büyütmemeyi işçilere sordular, bir oylama ile işgalleri bitirme kararı aldılar. PSI Genel Sekreteri Gennari “Bu kadar büyük bir sorumluluk gerektiren bir kararı parti yöneticileri alamazdı” açıklamasıyla devrimin yenilgisinin arkasındaki temel zaafı da ortaya koydu. İşgallerin yenilmesi sonrasında işçi hareketi hızla ufalandı, sosyalizmin radikal bir dönüşüm umudu olmaktan çıkması sonrasında kitleler hızla faşizmin kara bayrakları arkasında toplandılar. İşçi Konseyleri, işçi sınıfının özyönetim talebinin çelik disiplinli bir parti ile bütünleşmediğinde yenilgiye nasıl açık olduğunun bir tarihsel deneyimi olarak tarihe geçti. Ancak bazen yenilgiler, mücadele edenler açısından zaferlerden çok daha büyük derslerle doludur.


Şubat 2016 / Sosyalist Dayanışma

KAHROLSUN KAPİTALİZM! İŞÇİ KATLİAMLARINA DUR DE!

Y

Yıl 1975, yer Kazlıçeşme, bir işçi cenazesinde 5000 işçi hep bir ağızdan sesleniyor: Kahrolsun Kapitalizm!

ıl 1975, yer Zeytinburnu. Mezarlık yolunda 5000 işçi, omuzlarında bir tabut ağır ağır ama öfke soluyarak ilerliyorlar. Tabut, Alibeyköy’de çalıştığı işyerinde elektrik akımına kapılarak hayatını kaybetmiş olan bir işçiye ait. İşçi arkadaşları Zeytinburnu’nun çamurlu sokaklarında omuzlarında arkadaşları, onu katleden sisteme lanet okuyarak öfkelerini haykırıyorlar. 5000 tekstil ve deri işçici mezarlık duvarını aşarak arkadaşlarını, yoldaşlarını toprağa veriyorlar. Yıl 1975, 5000 tekstil ve deri işçisini öfkelendiren yükselen fabrika duvarları arasında kalan ve her gün biraz daha harcanan yaşamları. Onları kızdıran Kazlıçeşme’de tabakhanenin bütün semti kaplayan kokusunun bahar kokularını bastırması. Onları böyle dev bir kalabalık olarak bir araya getiren, şehrin başka bir varoşunda, Alibeyköy’de ekmek kavgası verirken alınmayan önlemler sebebiyle elektriğe kapılan işçi arkadaşlarının, işçi komşularının, işçi yoldaşlarının artık yanlarında olamaması. Tüm bu acılı öfke haykırışları içinde sloganlar yükseliyor. Yıl 1975, yer Kazlıçeşme, bir işçi cenazesinde 5000 işçi hep bir ağızdan sesleniyor: Kahrolsun Kapitalizm! Yıl 2015: İşçi sağlığı iş güvenliği meclisi verilerine göre 2015 yılında iş cinayetlerinde hayatını kaybeden işçi sayısı en az 1730! 1975’den bu yana aradan geçen 40 yılda üretim çeşitlendi, teknoloji ilerledi, bilim ilerledi, ama bununla beraber sömürü de büyüdü. Bu sınırsız denetimsiz çarkın içinde, fabrikalarda, merdiven altı atölyelerde, madenlerde işçiler katlediliyor. Sadece

SGK verilerine göre bile günde irili ufaklı 205 iş kazası yaşanıyor. Daha birkaç yıl içinde Ermenek’te, Soma’da, Zonguldak’da, toplu işçi katliamları yaşadık. Ayda ortalama 144 işçi, günde 5 işçi arkadaşımızı kaybediyoruz. Her gün 4-5 eve ateş düşüyor. Her iki ayda bir defa Soma’yı yaşıyoruz. Sayılar gözümüzü korkutmuyor mu? Çok mu alıştık ekmek peşinde koşarken ölmeye, sakat kalmaya, hasta olmaya? Bu vahşet tablosuna karşı finans kapitalin güvencesi hükümet, sesimiz çıkmasın diye var gücüyle organize olmuş durumda. Çalışmaktan yas tutmaya vaktimiz yok, çalışmaktan anlamaya, itiraz etmeye vaktimiz yok, çalışmaktan yaşamaya vaktimiz yok. Bu yüzden katliamlara karşı sesimiz kısık, nefesimiz güçsüz, vaktimiz az. Ama derdimiz büyük: Kapitalizm olanca vahşiliği ile sömürü çarkını çalıştırmaya devam ediyor. O krizlerle cebelleşirken, koşullarımız daha da ağırlaşıyor. İnşaat alanında zenginlik yaratılması pahasına biz işçiler hem iki kat fazla çalıştırılıyoruz, hem konut kredisi oyunuyla geleceğimizi, emeğimizi ipotek ediyoruz.

düğmeye basılabilir. Bu gidişe bir dur demek zorundayız. Yoksa kredi taksitleri bittiğinde insanlığımızdan, sağlığımızdan elimizde bir şey kalmayacak. Bugün ayda ortalama 144 işçi arkadaşımızı kaybettiğimiz çalışma ortamında; ölüm anılarımız çoğalıyor, çalışma acılarımız büyüyor. İçine düşürüldüğümüz bu sarmaldan çıkmamız gerekiyor. 1975’de elektriğe kapılarak hayatını kaybeden işçiyi 5000 işçi arkadaşı uğurlarken onun katiline sesleniyorlar: Hesap soracağız! 1975’den bugüne acılara alışarak, kötü çalışma koşullarına razı edilerek bir çok hakkımı kaybettik. İşsizlikle terbiye edilerek iş cinayetlerinde ölümlere kader deyip geçtik. Ama işçilik onurumuz, insanlığımız artık bize sesleniyor. 1975’de iş cinayetinde ölen işçi arkadaşlarının cenazesinden sınıfdaşlarımız bize sesleniyor. Bugün emekçilerin katili kapitalist sistem ve patronlardan hesap sormanın, bu şiddete bir dur demenin vakti geldi. Topyekün yok olmanın, topyekün köleliğin eşiğinde topyekün itiraz etmeliyiz. Adaletin olmadığı yerde direnişi örgütlemeliyiz.

SEVGİ EVRİM

Bu vahşet tablosuna karşı finans kapitalin güvencesi hükümet, sesimiz çıkmasın diye var gücüyle organize olmuş durumda. Çalışmaktan yas tutmaya vaktimiz yok, çalışmaktan anlamaya, itiraz etmeye vaktimiz yok, çalışmaktan yaşamaya vaktimiz yok. Bu yüzden katliamlara karşı sesimiz kısık, nefesimiz güçsüz, vaktimiz az.

Tekstilde, metalde 12 saat çalışmalara ve açlık sınırının 3500 TL olduğu yerde 1300 TL asgari ücrete razı ediliyoruz. İşimizi kaybetmemek adına hakarete, baskıya, tacize ses çıkaramıyoruz. İnsanlığımız, onurumuz ödememiz gereken kredi taksitinden daha önemli değil artık. Elimizde kalan son hak olan kıdem tazminatının da yok edilmesi için hükümet patronlara verdiği sözü tutmak için kıvranıp duruyor. Her an tüm hakkımı elimizden alacak fon uygulaması için

15


Sosyalist Dayanışma / Şubat 2016

CİZRE’DEN DİYARBAKIR’A KADINLAR BARIŞTA ISRARCI! ‘’Gitmeyin… Eminiz giderseniz savaş tekrar başlayacak. Daha çocuğuz, yaşamak istiyoruz’’ demişlerdi. Cizreli çocuklar… ELİF IRMAK

Sokağa çıkma yasaklarıyla zulüm büyüdü ve yayıldı. Dargeçit, Nusaybin, Sur, Silopi, Cizre… Bu arada Türkiye’nin dört bir yanında sokaklarda barış nöbetlerimizle savaşa karşı ses çıkarma eylemleri düzenledik. Bunca yıkımın, ölümün karşısında yasımız, isyanımız ve ısrarımız barış nöbetleriyle sürdü. Kürdistan’da erkek-devlet şiddetine karşı direnen kadınların zılgıtlarıyla seslerimiz karışsın istiyorduk.

16

E

ylül ayında Barış İçin Kadın Girişimi (BİKG) İstanbul, Bursa, Ankara, Kocaeli, Sakarya, Antalya, Adana, Ayvalık, Kayseri, Mersin ve Dersim’den yola çıkarak Cizreli ve Silopili kadınların acılarını paylaşmak ve kucaklaşmak için bölgeye gitmişlerdi. Bu buluşma yaşamı savunan kadınların barıştaki ısrarının ve kadın dayanışmasının önemli bir yapı taşı olmuştu. Onca öykü, onca yaşam ve onca ölümdü paylaştıkları. İşittiklerinin dayanılmaz ağırlığını yüklenip döndüklerinde ortak bir acı kalmıştı her birinin üzerinde. Kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı ve çocuklarımızı orada, o savaşın içinde bırakıp gelmiş olmanın ağırlığıydı bu. Üstelik ‘’Bizi bırakmayın, eminiz siz giderseniz yine savaş olacak” diyen çocuklarla arkadaşlık etmişken… Barış nöbetlerimiz her yerde… Sokağa çıkma yasaklarıyla zulüm büyüdü ve yayıldı. Dargeçit, Nusaybin, Sur, Silopi, Cizre… Bu arada Türkiye’nin dört bir yanında sokaklarda barış nöbetle-

rimizle savaşa karşı ses çıkarma eylemleri düzenledik. Bunca yıkımın, ölümün karşısında yasımız, isyanımız ve ısrarımız barış nöbetleriyle sürdü. Kürdistan’da erkek-devlet şiddetine karşı direnen kadınların zılgıtlarıyla seslerimiz karışsın istiyorduk. ‘’Cizre’de barış yoksa Kadıköy sokaklarında da barış yok’’ deyip Silopili, Cizreli kadınların seslerini Kadıköy sokaklarında yankılattık. Erkek-devlet zulmünün olduğu her yerde kadınlar onların anılarını yaşatacaklar! 6 Ocak’ta Pakize, Seve ve Fatma’yı kaybettiğimizde kadınlar Silopi’ye gitmek için tekrar yollara döküldüler. Bu sefer cenazelerimizi almak için. Onlarca, yüzlerce, binlerce Pakize’yiz, Seve’yiz ve Fatma’yız diyerek. Savaşın yıkıcılığı artıyor, kadınların ve halkların barış isteği büyüyor! Türk devleti ve Saray’ın ortak yürüttüğü bu kirli savaş kadınları çocukları katletmeye devam ediyor. Taybet Ana’nın oğlunun mektubundaki isyan hala kulaklarımızda…

Savaşın yıkıcılığı, bilançosu her geçen gün artıyor. Cenazelerin günlerce sokaklarda bekletildiği, ambulanslara geçiş izni verilmeyerek yaşam hakkının ihlal edildiği, Cizre’de onlarca yaralının bodrumda ölmesinin beklendiği kahredici günler bunlar. Kürdistan’da savaş sürerken batı da barış sözünün ve talebinin gayrı meşru bir zemine çekilerek kriminalize edilmeye çalışıldığı bir süreç yaşanıyor. Barış diyen herkes korkutulmaya ve sindirilmeye çalışılıyor. Bizlerle birlikte Ayşe öğretmenlerden barış isteyen akademisyenlere kadar pek çok kesim Saray tarafından hedef haline getiriliyor. “Ölümden değil yaşamdan yanayız’’ adlı kampanya yürütüyoruz! Ancak biz kadınlar bu tablo karşısında barışta ısrarımızı, savaşa karşı sesimizi ve sözümüzü büyüterek bir kez daha örgütleniyoruz. 18 Ocak’ta “Ölümden değil, yaşamdan yanayız! Barış ve hakikat hakkımızı savunuyoruz!’’ adlı kampanyamızın startını verdik. Bu çerçevede yaşamdan yanayız diyenlerle www. yasamdanyanayiz.com adresinde buluşuyor, imza topluyor ve ‘’Barış istiyorum! Çünkü…” diyerek barış mesajlarımızı paylaşıyoruz. Kadıköy’de gerçekleştireceğimiz eylemimizde de barış diyen 1000 kadınla buluşacak ve bir kez daha “Ölümden değil, yaşamdan yanayız!’’ diye haykırarak barış ısrarımızı ve sözümüzü büyüteceğiz. 1 Şubat’a kadar topladığımız imzalarımızı Ankara’da meclise götürecek ve 6 Şubat’ta ise pek çok ilden yola çıkarak Diyarbakır’a gideceğiz. Diyarbakır’da barış nöbetimizi tutacağız. Barış istiyoruz çünkü savaş meydanları kadınların bedenidir. Savaş katliam, zulüm demektir. Taciz, tecavüz demektir. Barış istiyoruz çünkü yaşamız biz.


Şubat 2016 / Sosyalist Dayanışma

KOMÜNİST MANİFESTO’YA DAİR KELAMLAR 1848

’de ilk kez karşı karşıya gelen işçi sınıfı ve burjuvazi Marx’ın teorilerini besliyor. Ortaya koyduğu ekonomik-politik teori Komünist Manifesto’da kendini gösterirken, Marx’ın büyük eseri Kapital’in de içeriğini oluşturuyor. Marx örtülü ya da açık her zaman bir sınıf savaşının olduğunu savunur. Bu serflerle toprak ağaları arasındaki ilişkide de, işçi ile patron arasındaki ilişkide de kendini gösteriyordu. Coğrafi keşiflerin getirdiği zenginlik talebi artıyordu. Talebin artması üretimi arttırıyordu. Üretimin artması da doğal olarak işçi ihtiyacını… İşçinin artması da sınıf savaşını belirginleştiriyordu. Zamanla büyük sanayiler oluşmaya başladı. İlk başta bir ürün üretilirken herkes aynı işi yapıyordu. Lakin büyük sanayi ile birlikte manüfaktür -iş bölümü- ortaya çıktı. Bu da sanayileşmenin getirdiği önemli bir gelişme oldu. Sanayileşme ile işçi ihtiyacı arttı. Tarımsal nüfus kentlere göçmeye başladı. İnsanlar tarım ile uğraşırken kendi ihtiyacını üretirken, sanayide başkalarının ihtiyacını üreterek önemli bir dönüşüm yaşadılar. Bu durum meta ekonomisine iyi bir örnektir. Komünist Manifesto’da Hegel’in düşünsel kurtuluşu yerine Marks’ın maddi dönüşümü öne çıkmaktadır. Ve bu maddi dönüşümü işçi sınıfı yapacaktır. Marx’ın bu öngörüsünün temel nedeni işçi sınıfı mülksüzleştiği için kurtuluşu için tüm dünyayı mülksüzleştirmesinin gerekmesi. Kapitalizm ile mistik sömürü yerini açık sömürüye bırakmıştır. Artık sömürü için din ve ahlak kriterine ihtiyaç yoktur. Sömürü net olunca ona karşı örgütlenme ihtiyacı da netleşiyor.

Kapitalizmin en büyük korkusu büyüyememektir. Büyümek olgusu ekonomide nihai hedef halini almış hatta bu durum işçi ihtiyacı nedeniyle kadın istihdamında bile belirleyici olmuştur. Ayrıca büyümek sadece kurum ve şirketler için değil bireyler için bile nihai hedef olarak baş göstermiştir. Büyük şirketleri yönetim kurulu ve CEO’lar yönetmektedir. Mülk sahibi CEO’lar değildir. Ama kendi sınıfı ile bağını unutturmak için muazzam maaşlar veriliyor. Yani aslında CEO da bir işçidir. Burjuva çağı bir belirsizlikler çağıdır. Faşizm de benzer bir şekilde korku iktidarı kurar. Aslında günümüz AKP iktidarı ve Saray bunun en güncel halini uyguluyorlar. Ulusal ekonomiler giderek yok oluyor. Devir küresel ekonomi devri. Bu ekonomi küreselleşince milliyetçilik ortadan kalkar fikrini savunanlar yanıldılar. Küresel pazar milliyetçiliği sonlandırmadı. Buradan yola çıkarak ekonomik indirgemeciliğe dair de bir eleştiri getirilebilir. Burada şöyle bir parantez açmak gerekir. İşçi ile köylü arasında bazı farklar vardır. İşçi bir işletmenin sahibi değildir. Oranın bir çalışanıdır ve diğer işçilerle rekabet halinde değildir, hatta aynı teknededir. Lakin köylü bir diğer köylüyle rekabet halindedir. Kendi ürününü üretir, gerekirse daha fazlası için toprağına saldırır ya da elindekinden olmamak için toprağını savunur. Bu nedenle Marx köylü sınıfının işçi sınıfına dönüşmesini burjuvazinin bir zaferi olarak görür.

Üretim toplumsallaştıkça tekelleşme de çoğalıyor. Tekelleşmenin zorunlu sonucu ise siyasal merkezileşme oluyor. Kapitalizmin çelişkileri yok mu? Var elbet. Kapitalizmin çelişkisi ekonomik krizlerdir. Ekonomik krizler ise aşırı üretime karşın eksik talebin oluşması ile ortaya çıkar. Aşırı üretim krizi kapitalizm ile gerçekleşen bir krizdir. Kapitalizm öncesi oluşan krizler kıtlık krizleridir. Kriz bir anlamda üretici güçler ile tüketici güçler arasında yaşanan uyumsuzluk sorunudur. Bu aşırı bolluk krizinden çıkmak için ise savaş iyi bir yöntemdir. I. ve II. Dünya savaşlarına bakıldığı zaman öncesinde ciddi ekonomik krizler yaşanmıştır.

Eğitim Atölyesi’nden

Bir de işçi sınıfının bilinç meselesi var. İşçi sınıfına dışarıdan bilinç taşıma komünistler ile gerçekleşir. Lakin işçi sınıfına dışarıdan bilinç taşıyorsak, bu bilincin işçi sınıfının bilinci olduğunu nasıl iddia ederiz? Burada işçi ile komünist arasında bir fark ortaya çıkar. İşçi patrona karşı sendikalaşır. Komünist ise sisteme karşı örgütlenme yapar. Burjuvazinin temel koşulları sermayenin oluşması ve büyümesidir. Her ulusun işçileri önce kendi burjuvazisine karşı mücadele yürütmelidir.

Kapitalizmde üretim toplumsal ihtiyaca göre değil kar amacı ile yapılıyor. Bu da ürün zenginliğini yok edip, sadece karlı ürünlerin aşırı çoğalmasıyla sonuçlanıyor. Burada işçi sınıfının ilk isyanına değinmeden olmaz. İlk isyan eden bu işçi sınıfına Ludistler adını verdiler. Yani makine kırıcılar… Sömürüye karşı direnen Ludistler çareyi iş makinelerini parçalamakta buldular. Oldukça yayılan ve etkili olan bu isyan çok kanlı bir biçimde bastırıldı. Burjuvazi de devlet de yekpare değildir. Buna örnek olarak ithalat ve ihracat arasındaki rekabet verilebilir. Dolardaki değişiklik ithalat yapan burjuva için kötü iken, ihracat yapan burjuva için iyi olabilir. Ya da tam tersi… Bu dengeyi sağlamak da devlet mekanizmasına düşmektedir. Zaten devlet bir toplumun en güçlülerini koruyan onlar için kurulan bir sistemdir.

17


Sosyalist Dayanışma / Şubat 2016

SAVAŞA KARŞI DİRENMEK VE YARATILAN TAHAMMÜLSÜZLÜK BELÇİN BERSUN

Kürdistan’da bunlar yaşanırken yaşanılanların etkisi batıya da yansıyor. Aslında bu tahammülsüzlük en fazla batıda etkili oluyor. Devlet fiziksel olarak saldırmasa da akademisyenlere soruşturma açarak, sadece bir gece yayınlanan programda yaşanılan savaştan bahsettiği için bir öğretmene soruşturma açabiliyor.

C

izre, Sur, Silopi, Nusaybin buralar devlet şiddetinin ölümlerin savaşın en ağır şartlarının yaşandığı yerler. Öyle bir coğrafyadayız ki bir taraf savaşla boğuşurken diğer kısmının başkaca sorunları var. Birinde kimliğinle tehdit ediyor diğerinde işinle ekmeğinle diğer şeylerinle. Birbirinden çokça farkı olmayan temelde aynı yerden gelen engellere takılan iki ayrı yer. Kürdistan yıllardan beri fiziksel savaşın da yaşandığı bir yer. Yıllardan beri orda insanlar ölüyor. Bu durumun biraz da olsa tersine çevrilmeye çalışıldığı bir döneme girmiştik. Ama gene devlet kanlı ellerini Kürdistan’dan çekmedi. Bugün televizyonlarda gösterilen Kürdistan’la, gerçekte yaşanan şeyler farklı. İnsanların öldürüldüğü temelde yer alan en insani değerlerin hiçe sayıldığı bir savaş zorla yaşatılıyor Cizre’de, Sur’da ve çoğu yerde. İnsanların en haklı talepleri birer suç gibi algılatılıyor medyada. Tüm dünyada meşruluk kazanmış özyönetimler, çocukların eğitim hakkının elinden alınmasına karşı çıkmak gibi fikirleri farklı bir zemine çekip insanlarda kocaman bir tahammülsüzlük yaratıyorlar. Yaratılan bu tahammülsüzlük aslında hepimizi herkesi ilgilendiriyor etkiliyor. Kadınları ilgilendiriyor, gençleri, üniversiteleri

18

akademisyenleri kısacası yaşayan herkesi ilgilendiriyor. En çok da kadınları ilgilendiriyor aslında. Çünkü savaş şiddetlendikçe en önce kadın bedeninde başlıyor şiddet. Bu yaşadığımız günlerde bunun çok fazla örneği var. Seve’nin, Pakize’nin, Fatma’nın öldürülmesi, Taybet İnan’ın ölü bedeninin günlerce verilmemesi devletin bu konudaki acizliğini gösteriyor. Devlet yaptığı her şeyde kullanabileceği ne kadar zorba yol varsa hepsini deniyor bugün. Kullanabileceği fiziksel psikolojik tüm baskı yollarını kullanıyor. Cenazeleri vermiyor. Türkiye’nin birçok şehrinden Cizre’ye cenazeleri almak için gidenleri hiçbir yasal gerekçesi olmadan şehre sokmuyor. Hala Cizre’de ve çoğu yerde verilmeyen cenazeler var. Ambulanslar şehre sokulmuyor. İnsanlar kan kaybından hastaneye yetiştirilmediği için ölüyor. Daha doğrusu öldürülüyor. Sağlık emekçileri yararlılara görevlerini yaptıkları için vuruluyor. Cenazelerini almaya giden sivil halka saldırıyorlar. Evde hiçbir şey olmadan, kahvaltı yaparken bile, öldürülme olasılığı var. Ölümünü belirleyen şey kimliğin oluyor Kürdistan’da. Devlet şehirlere girişleri çıkışları yasaklamış, şehri izole etmeye çalışıyor. Gazetecilere saldırıyor, yaralıyorlar. İnsanları günlerce evlerden çıkart-

mıyor. Hiçbir haklı gerekçeleri olmadan koskoca şehri ablukaya almış durumdalar. Kürdistan’da bunlar yaşanırken yaşanılanların etkisi batıya da yansıyor. Aslında bu tahammülsüzlük en fazla batıda etkili oluyor. Devlet fiziksel olarak saldırmasa da akademisyenlere soruşturma açarak, sadece bir gece yayınlanan programda yaşanılan savaştan bahsettiği için bir öğretmene soruşturma açabiliyor. Aslında tüm bu baskılarına rağmen gerçekte korkan kendileri. Oralarda büyük koskocaman bir ova, kocaman tabiattan bile korkan insan ordusu var. Ağaçları kesmişler her bir başa gözetleme kulelerini, karakollarını koymuşlar. Tek bir insanın, barış kelimesini bile ağzına almasına izin vermiyorlar. O kadar büyük korku ki bu korku senin adımını bile takip ediyor. Taciz ediyor, gözaltına almaya çalışıyor. Kadın, erkek, çocuk demeden katlediyor. Karşılarında kalabalıkları kadınları, genç kadınları, çocukları görünce duruyorlar öyle ellerindeki demirlerle duvar örmeye, güç göstermeye çalışıyorlar. Ama biliyoruz önlerinde duvar ördükleri insanlardan çocuklardan kadınlardan bir gün özür dileyecekler. Özür az kalıyor ama bir gün hayallerimizin intikam vakti gelecek.


Şubat 2016 / Sosyalist Dayanışma

MEMLEKETİN VATAN HAİNLERİ: AKADEMİSYENLER, ÖĞRENCİLER…

S

aray’ın savaşına karşı duranların, barış isteyenlerin, kalıcı çözüm arayanların vatan haini; ‘Kanlarıyla duş alacağız’ diyen tescilli mafya liderlerinin, savaş çığırtkanlarının, barış sevdalısı insanları katledenlerin kahraman ilan edildiği günlerden geçiyoruz. 7 Haziran’da HDP ile ezilenlerin uyanışını kabullenemeyen Saray ve AKP, Suruç’ta yoldaşlarımızı katlederek başlattığı kirli savaşı her geçen gün tırmandırmaya devam ediyor. İktidarını her daim sağlamlaştırmak adına başta Kürt halkı olmak üzere her muhalif kesimi şiddetle bastırmak istiyor. Silopi’de, Kerboran’da, Sur’da, Cizre’de, Nusaybin’de ve diğer Kürt illerinde ilan edilen sokağa çıkma yasaklarıyla oradaki halkı bastırma, zorla göç ettirmeye çalışmaktadır. Her gün çocukların, kadınların, sivil halkın katledildiği şehirlerde büyük bir direniş söz konusudur. Kürdistan’ı Sri Lanka haline dönüştüreceğini sanan AKP ve Saray karşısında Vietnam’ı görmüştür. Haftalardır tanklarla, toplarla saldırdığı şehirler direniş alanları haline gelmiştir. Başta Kürdistan’da olmak üzere Türkiye’de ağırlaşan faşizm koşullarında barış ihtimalini haykıran 1228 akademisyen ve araştırmacı bir bildiri yayımlayarak suça ortak olmayacaklarını beyan etmişlerdir. Günlerdir AKP ve Saray diktası yandaş medyasıyla birlikte, Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifi’nin “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bu bildirisini hedef almakta, bildiriyi imzalayan akademisyenleri

“Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ…” terörist, vatan haini addederek ülkemizdeki kutuplaşmış ortamı daha fazla kutuplaştırmak istemektedir. Bu kutuplaşma ortamında devletçi zihniyetin zavallılıklarının, TBB Başkanı Metin Feyzioğlu gibi, nasıl teşhir olduğunu görebiliyoruz. Saray ve hükümet sözcülerinin kürsüye her çıktıklarında muhalif her kesimi karşısına alan ve hedef gösteren dili 15 Ocak itibariyle pratiğe döküldüğünü görmekteyiz. Kocaeli Üniversitesi’nden, Bolu İzzet Baysal Üniversitesi’nden akademisyenler gözaltına alınmış, birçok üniversitede akademisyenlere soruşturma, uzaklaştırma vb. cezaları verilmiş, Gazi Üniversitesi’nde Çorum’u, Maraş’ı, Sivas’ı aratmayan yöntemlerle akademisyenlerin kapıları işaretlenerek hedef gösterilmeye çalışılmıştır. Her fırsatta YÖK’ün, 12 Eylül kalıntısı olduğunu söyleyen AKP ve Erdoğan o kurumu kaldırmaya tenezzül etmemektedir. İktidarın üniversiteleri kontrol altına alma noktasında kilit bir öneme sahip olan YÖK, AKP’nin 13 yıllık iktidarı döneminde kullanmaktan çekinmediği kurumlardan biri oldu. Bu 13 yıllık dönemde yönetmelik değişiklikleriyle, reformlarla üniversiteyi YÖK’e daha da bağımlı hale getirmeye çalışan iktidar, özgürlükçü, bilimsel eğitime vurgu yapan ve bunu pratiğe dökmeye çalışan her bileşene saldırdı. Üniversiteli öğrenciler gözaltına alındılar, tutuklandılar. Akademisyenler son

örnekte olduğu gibi ifade özgürlüğü kısıtlandı. Örgütlenmelerin önüne geçilmeye çalışıldı. Üniversiteler sermayenin bir havuzu olarak kullanıldı. Üniversitelere yapılan bu son saldırıları da bu çerçevede değerlendirmek mümkün. AKP ve Erdoğan üniversitelerden yükselecek olan muhalefete sert çıkıyor. Gezi’nin en büyük bileşeni olan üniversiteliler, iktidar için hala potansiyel birer ‘Gezici’. Hele ki Kürdistan serhildanıyla bir birleşim yaratıldığı zaman iktidar adına kötü sonuçlar yaratacağını da düşünecek olursak, özellikle son bildiriye ‘vatan cephesi’yle birlikte saldırmasını da anlayabiliriz. Biz de üniversitelerin bir bileşeni olan öğrenciler olarak, onurlu akademisyenlerimizin yanında yer alacağımızı, Saray’ın savaşına karşı birleşik mücadeleyi öreceğimizi bir kez daha beyan ederiz. Savaşın asıl sorumluları olan mevcut hükümeti her yerde teşhir edecek, halklarımıza yönelik her türlü saldırılara karşı üniversitelerden ses olacağımızı da bildiririz. Zamanında vatan hainliğiyle suçlanan ve bu yıl 114. yaşına giren Nazım Hikmet şöyle demişti: “Vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, ben vatan hainiyim…” Biz üniversiteliler de haykırıyoruz: Bizler de vatan hainiyiz! Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla: “Hocasıyla, öğrencisiyle, barışı savunan üniversiteliler vatan hainliğine devam ediyor hala…”

ALİ BÜYÜK

Üniversitelere yapılan bu son saldırıları da bu çerçevede değerlendirmek mümkün. AKP ve Erdoğan üniversitelerden yükselecek olan muhalefete sert çıkıyor. Gezi’nin en büyük bileşeni olan üniversiteliler, iktidar için hala potansiyel birer ‘Gezici’. Hele ki Kürdistan serhildanıyla bir birleşim yaratıldığı zaman iktidar adına kötü sonuçlar yaratacağını da düşünecek olursak, özellikle son bildiriye ‘vatan cephesi’yle birlikte saldırmasını da anlayabiliriz.

19


Sosyalist Dayanışma / Şubat 2016

DEVRIMCI KIŞILIK VE DURUŞ İdeolojik Donanım

BAHAR EKİNCİ

İçinde yaşadığımız kapitalist düzeni çok iyi tanımalıyız. Kapitalizmin sömürü yöntemlerini, üzerimizdeki etkilerini bilmeden ona karşı hakkıyla savaşamayız. Artı-değer sömürüsünü bilmeyen bir işçi hakkının sadece maaşı, tazminatı olduğunu düşünür. “Bu makinalar, metalar aslında bizlerin emeğiyle oluştu” diyemeyen işçiler günü geldiğinde üretim araçlarına nasıl el koyacak, üretimi insanlığın çıkarı için nasıl planlayacak?

20

K

endisini ideolojik olarak donatmayan bir devrimcinin ömrü kısadır. Mücadeleye adım attığı motivasyonlarla kalır kendini geliştirmezse sıkıntılı durumlarda boşluğa düşer, kalıcı olamaz. Düzen bizi her gün her saat sınar. Sürekli olarak sıkıştırır. Bunu gerek ideolojik gerekse de baskı aygıtlarıyla yapar. Baskılara, işkencelere karşı direnebilmek çok önemli bir meziyettir ama yetmez. Baskıya, işkenceye karşı direnmiş nice devrimci, ideolojik savaşta yenildiği için mücadeleden düşmüştür. Düzen ideolojik kuşatmasını aile kurumundan medyaya, okula kadar pek çok aygıtla yürütür. İlk temel eğitimi aldığımız aile, kişiliğimizin ve değerler sistemimizin oluşumunda oldukça etkilidir. Ailelerimiz bize pek çok olumlu değeri verebilir. Dürüst olmak, hakkın olmayanı istememek, dayanışmacı olmak gibi. Ama maalesef bu değerlerin verildiği aile ortamları azalmıştır. Bazen de sözel olarak bazı değerler aktarılmaya çalışılsa da pratikte bunlar uygulanmaz. Kişi çocukluk döneminde nasihatlerle değil gördükleriyle öğrenir. Söylenenin tersinin yapıldığı ortamda büyüyen kişiler de ‘söz başka, eylem başka’ anlayışını sorgulamaz. Belki de devrimci ortamlardaki benzer yaklaşımların sorgulanmamasının bir nedeni de budur. Çoğu aile zaten çocuğunu kendini kurtarması bilinciyle, güçlü olana biat etmesi, güçsüzü ezerek yükselmesi felsefesiyle büyütür. Tüm bunları sorgulamayan, bu anlayışların düzenin kitleleri rahatça yönetmek için yaratmak istediği insan tipolojisi olduğunu görmeyen kişiler devrimci mücadelede benzer yaklaşımları başka tezahürlerde sergileyebilir.

İçinde yaşadığımız kapitalist düzeni çok iyi tanımalıyız. Kapitalizmin sömürü yöntemlerini, üzerimizdeki etkilerini bilmeden ona karşı hakkıyla savaşamayız. Artı-değer sömürüsünü bilmeyen bir işçi hakkının sadece maaşı, tazminatı olduğunu düşünür. “Bu makinalar, metalar aslında bizlerin emeğiyle oluştu” diyemeyen işçiler günü geldiğinde üretim araçlarına nasıl el koyacak, üretimi insanlığın çıkarı için nasıl planlayacak? Kapitalizmin son geldiği aşamada yaşadığı yapısal dönüşümü kavramayan bir devrimci; geniş işsiz, güvencesiz kitleleri nasıl örgütleyecek? Varoşlardaki var oluşunu nasıl açıklayacak, stratejisinin neresine koyacak? Kırların boşalıp şehirlerin varoşlarına yığıldığı günümüzde “kırlardan şehirleri kuşatacağız” diyen devrimci örgütler kırlarda bulunamayışını nasıl açıklayacak? Söylediği başka yaptığı başka durumuyla ne kadar daha idare edebilecek? Stratejisiyle pratik varoluşu arasındaki açı farkını sorgulamayan devrimci örgütler varlığını ne kadar sürdürebilir? Kendisinden önceki önderlerin her sözünü Allah kelamı gibi sorgulanamaz ilan ettiği için değişen koşullara ideolojik açıdan cevap üretemeyen yapılar, maalesef tasfiye rüzgarına kapılmaktan kendini kurtaramıyor. Kapitalizmin tüketim kültürünü bilince çıkarmayan bir birey devrimci kişiliğini oturtamaz, tutarlı bir duruş sergileyemez. Tüketmemiz için değişik yollardan her an bombardımana maruz kalıyoruz. Aşırı tüketimin kapitalizmin kar hırsına hizmet ettiği, insanlar arası ciddi bir eşitsizlik yarattığı, kapitalistlerin lüks tüketimini perdeleyip bizleri de “suç ortağı” haline getirdiği, doğayı geri dönülemez şekilde tahrip ettiği bilince çıkarılmadan kapitalizmle güçlü bir şekilde dövüşemeyiz.

Kadın sorununu olduğu gibi bilince çıkarmamış bir devrimci kadın olsun erkek olsun gelişemez. Kadınsa mücadelede geri kalır, önünü açamaz. Erkek egemen anlayışın önüne çıkardığı engelleri aşamaz. Kendine güvensiz yetiştirildiği için mücadelede karşısına çıkan engelleri aşmada sorun yaşar. Kendini ifade etme sorunu yaşadığı için yeterince katkıda bulunamaz. Görünmez duvarları aşmak için meseleyi çok iyi kavramalı ve mücadele etmelidir. Erkekler ise bu sorunu yeterince bilince çıkaramazsa ezilmişlik durumunun sürdürücüsü olmaya devam eder ve kendileri de özgürleşemez ve gelişemezler. Ezilen uluslar meselesinde ideolojik derinliği olmayan bir devrimcinin günümüz koşullarında Kürt hareketiyle dayanışma konusunda aklı sık sık ulusalcı zihniyetlerin etkisiyle karışır. Ya da gücün peşinde gitme güdüsüyle kendi bağımsız hattını korumakta zorlanır. İdeolojik donanımını tarih bilinciyle pekiştirmeyen bir devrimci, egemenlerin ideolojik ve zor yollu saldırılarına karşı silahsız kalır. “Denizler yapamadı, siz mi yapacaksınız?” sorusuna sadece inadımız ve öfkemizle yanıt verirsek bu duygularımız törpülenince savunmasız kalırız. Türkiye Devrimci Hareketi’nin tarihini olumlu ve olumsuz yönleriyle kritik edip bilincimize kazımamışsak sallanırız. “Böyle gelmiş böyle gidecek” yaklaşımına insanlık tarihinin direnişlerinden, devrimlerden ve değişimlerden doğru cevap üretemezsek umutsuzluğa kapılırız.


Şubat 2016 / Sosyalist Dayanışma

ŞİMDİ NE OLACAK?

İ

ktidardaki Chavez’in partisi PSUV 17 yıldan sonra parlamento seçimlerinde yenilgi aldı. Çoğunluk muhalefet güçleri MUD (Yuvarlak Masa İttifakı) eline geçti. Hem de birçok devrim yasasını değiştirebilecek 2/3 çoğunluğu 3 sandalye ile kaçırdı. Bu doğrultuda yaptığı entrikalar başarısız oldu ama gene çoğunluk elindedir. Düzeni 21. yy sosyalizmi sürecinden döndürüp, yeni liberal politikaları tekrar geri getirmek için parlamentodaki bu gücünü çılgın bir şekilde sonuna kadar kullanmaya çalışacaktır. Devrimci güçler de kendi cephelerini hazırlıyorlar. Devrim güçlerinin kazanımlarını sonuna kadar savunacaklarını açıklıyorlar. Neler yapabilecekleri doğrultusunda toplantılar yapıyorlar. Kararlar alıyorlar. Maduro parlamentodan çıkması olası devrim kazanımlarını geri itici yasaları ölse bile imzalamayacağını açıkladı. Onun dışında da ülkeyi muhalefetin saldırısına karşı güçlendirmeye ve dövüşe hazırlıyor. Maduro iktidarı seçim ve yemin etme töreni arasındaki bir aylık süreçte devrimi koruyucu birçok yasa çıkarttı ve girişimlerde bulundu. Parlamento eski başkanı ve Maduro’dan sonra gelen PSUV lideri D. Cabello “Ulusal Komün Meclisini” oluşturdu. Mahalle komünlerinin seçilen temsilcilerinden kent komünleri ve onların temsilcilerinin birleşmesinden de Ulusal Komün Meclisi ilk toplantısını 15 Aralık’ta yaptı. Chavez’in en büyük emeli sonuçta bir takım eksiklikler ve aksaklıklarına rağmen toplanabildi. Bu meclisin görevi parlamentonun çıkardığı bir takım yasaları incelemek, fikir söylemek ve kendi çıkartılmasını istediği yasaları, önlemleri parlamentoya önermektir. Şimdi ülkenin iki meclisi vardır. Biri halkın direkt oyları ile seçilen ve eski devlet yapısı organı olan parlamento ve de yeni halk organı olan, halkın bizzat direkt kendi kendini yö-

netmesi anlamına gelen Komün Meclisi. Amaç ileride bu meclisin parlamentoyu lağvedip ülke yönetimini devralması yani halk demokrasisinin kurulmasıdır. Bu çok önemli bir gelişmedir. Daha öncede yasası çıktığı için gerici parlamento karşısında gelecekte çok önemli roller oynayabilecektir. Çok öncelerden beri kurulması gereken bir halk organı bu yenilgi ile sanki enerji almıştır. Maduro Komün Meclisleri kadar önemli olan “Halk Hükümeti Başkanlık Konseyi”ni kurdu. Bu organ da halkın bizzat başkanlık deneyi edinmesi ve devleti yönetmesi doğrultusunda çok önemlidir. Maduro’nun alacağı kararları bu kurum ile tartışıp onu halka geçirebileceği bir organdır. Yani bir anlamda eğer gerici parlamento Maduro’yu görevden almayı başarırsa ki oldukça zordur, bu konsey sayesinde parlamentonun üstünde bir “Halk Hükümeti Başkanlık Konseyi” var olacaktır. Bu iki kararla aslında 21. yy ikili iktidarının belki başından beri oluşturması gereken kurumları kurulmuş, eski devlet kurum ve organları yanında yeni sistemin kurum ve organları hayata geçirilmiş oluyor. Bunlar sistemi korumak için çok önemli adımlardır. Bir ülkede yargı, iktidar kadar önemli ikinci önemli kurumdur. Buna da Maduro yeni, düzen yanlısı savcılar atadı. Gerici parlamentonun olası anayasa dışı davranışlarının önü kesilebilecektir. Zaten ilk kararları da rüşvetle seçildiği tartışılan üç üyenin yeminine itiraz etmek oldu. O vekiller istifa ederek parlamentonun işleyişinin önündeki engeli kaldırdılar ve böylece muhalefet salt 2/3 çoğunluğu kaybetti. (Bu çoğunluk anayasanın değiştirilmesi, Maduro’nun başkanlıktan alınmasına kadar birçok yetkiye sahip olmalarına olanak tanıyordu.) Sonuçta ikili iktidarın yasa-

ma organı da bir şekilde güvence altına alındı. Ordu diğer önemli organdır. Gözler ona dikilmişti. Genelkurmay Başkanı, ordunun Chave’in mirasını tüm silahlı güçlerin koruyacağından kimsenin şüphesi olmaması gerektiğini açıkladı. Onun dışında Maduro yeni bir hükümet açıkladı. Ekonomi ve Finans Bakanları genç ve şu anki ekonomik sorunları halktan yana korumaya kararlı ekonomistlerdir. Maduro ayrıca bu arada Merkez Bankası yetkisini güvence altına aldı. Çok ilerici, çevrecilerin parmak ile göstereceği bir tarım yasası ile hem ülkeyi gen mutasyonlu tarımdan koruyor hem de tohumların patentleşmesini önlüyor. Ayrıca madenlerin mülkiyetinin en az %55’inin halkın olması gerekliliğini yasalaştırarak buradaki olası özelleştirmeleri engelliyor. Yeni parlamento üyelerinin önlerine koyduğu ilk hedef bu son anda çıkan yasaları derhal değiştirmektir.

AYŞE TANSEVER

Oysa bilindiği gibi ekonomik sorunların baş sorumlusu bu parlamento üyeleri ve onların temsil ettiği zengin burjuvalardır. Bir takım ayrıcalıklarını kötüye kullanarak dışarıdan ucuza ithal ettikleri metaları depoluyorlar, komşu ülkelerde satıyorlar ve halkı yapay bir kıtlığa sokuyorlardı. Ülkede enflasyon ve karaborsa almış başını gitmişti. Halk kuyruklardan yolsuzluklardan bıkmıştı. Bu nedenle de halk onlara bir şans tanıdı oy verdi. Maduro acil durum ile bunu dayatıyordu. Eğer bunu yapamazlar ise halkın sopası üstlerinde olacaktır. Komün Meclisi, Halk Başkanlık Konseyi hep bu doğrultuda araçlardır. Ülke şimdi ilginç bir döneme giriyor. Halkların bu ortamdan yeni şeyler öğreneceği ve devrimini güçlendireceğine inanmalıyız. Bakalım neler neler yaşanacak.

Ama Maduro bu hamleleri de şimdilik boşa çıkartma girişimi yaptı. Son halka sesleniş konuşmasında ekonominin bir kaos içinde olduğunu söyleyerek ülkede acil durum ilan etti. Böylece iki ay boyunca parlamento onayı olmadan özel durum yasaları çıkartabiliyor. Ekonominin düzeltilmesi parlamento ve hükümetin birinci sorunu olmak zorundadır. Ekonominin gerçekten bir kaos içinde olması dışında muhalefetin bu sorun yerine başka konuları gündemleştirmesinin de bir anlamda önü kesilmiş oluyor. Ancak bu yazıyı kaleme aldığımız sıralarda parlamento bu acil durum ilanını geri çevirdi. Ekonomik bozukluğun Maduro yönetimi olduğunu gerekçe olarak gösterdi. Biz zaten yakında Maduro’yu indireceğiz ve sorun düzelecek dediler. Yani durumu gene karıştı.

21


Sosyalist Dayanışma / Şubat 2016

“ELVEDA GÜZEL VATANIM” VE KAÇAN BİR FIRSAT M. SİNAN MERT

AKP

faşizminin toplumsal etkilerinin derinleşmesinin bir belirtisi de sanat üretiminin son birkaç yıldır giderek tıknefesleşmesi. Ülkede iyi müzik, iyi roman, iyi şiir, iyi film üretilmiyor bir süredir. Özgürlüklerin kısıtlanmasının en açık sonuçlarından bir tanesi de sanatsal yaratının kurutulması. Bu açıdan Ahmet Ümit’in “Elveda Güzel Vatanım” isimli romanının yayınlanması oldukça vaatkar görünmekteydi. Soldan gelen bir yazar olarak ülkenin en kritik dönemlerinden birini 1907-1926 yılları arasını anlata-

22

cak olan yazarın uzunca bir süredir İttihat ve Terakki üzerine çalıştığını biliyordum. Hem de kitabın kapağına da yansıyan sloganı bu konudaki vaatleri daha da büyütecek nitelikteydi. “Devletin derinlikleri, toprağın derinliklerinden daha karanlıktır”. Türk derin devletinin çekirdeği Teşkilat-ı Mahsusa’nın oluştuğu ve işin merkezine yerleştiği bir dönem ile ilgili yazılmış bir romanda böylesi bir slogan aslında çok fazla kapının açılmasına vesile olabilirdi. Açık söylemek gerekirse bu konuda romanı önemli bir fırsatı kaçırmış olmakla eleştirebiliriz. Ahmet Ümit çok önemli bir dönemi ve karakterleri anlatan bir romanı yüzeyselliği aşamayan bir bakış açısıyla tüketmiş. Aslında bu konuda gelebilecek eleştirileri duyarmışçasına kitaba şöylesi birkaç cümle de iliştirmiş: “BİR EDEBİYATÇI kronikçi değildir. Yani tarihte olup biteni kaleme almaz. Tarihte olup bitenlerin yazdığı karakterler üzerindeki etkisini anlatır, böylece biz okurlar da o kahramanlarla aynı haleti ruhiye içerisine girer, kendi benliğimizle yüzleşme imkanı buluruz.” (s.72) Evet Ahmet Ümit’ten böylesi bir kapsamlı değerlendirme beklemek belki de bir haksızlık, sonuçta bir edebiyat eseri var ortada. Ancak bu durumda da kapağa konulan derin devletin karanlığı ile vurgu biraz fazla hava da kalmıyor mu? Yani gerçekten de devleti kuran komitacı geleneği aslında açık bir şekilde enine boyuna yazıp da uç uca eklemekten bu kadar uzak durmuş olunması okurda büyük bir yarım kalmışlık hissi yaratıyor. Hasta ameliyat masasında bağırsakları açık bir şekilde bırakılmış, malzeme ortaya konmuş ama sonuçlarına vardırılmamış. Bu durum açıkçası nedense bende kitabın 7 Haziran sonrası politik atmosferden bir biçimde etki-

lenmiş olduğuna dair bir duygu oluştu. Selanik bölümleri gerçekten İttihatçı kadronun yaşadığı trajediyi net bir biçimde ortaya koyuyor. Kitabın başkarakteri Şehsuvar Sami annesinin mezarının olduğu şehre geri dönemiyor. 1908 sonrasında büyük hayallerle iktidar gelen oldukça hayalperest ve gerçekliği okumakta zorlanan bir kadro ülkenin 6 sene içerisinde ellerinde kayıp gitmesi sonrasında yaşadığı travmayı bir biçimde devletin genetik kodlarına işliyor. Bugün Sur’un, Cizre’nin ev yıkan, ambulans tarayan, dişine kan değen kurtların şeceresi oralara dayanıyor. Selanik’teki çok kültürlü yapıyı çöküşün sebebi olarak gören kadroların bir kanadı Cumhuriyet’i kuruyor ve ülkede farklı olan her şeyi yok etmek için komitacı geleneği sürdürüyor, özel harbi soğuk savaş yapısıyla sentezleyip devletin DNA’sı haline getiriyor. Ahmet Ümit, yukarıdaki alıntıda “Yazar tarihte olup biteni kaleme almaz” demiş ama Şehsuvar’ın eski sevgilisi Esther’e yazdığı mektuplar aslında çok yoğun bir tarihsel anlatı içeriyor. Aslında bu yönü oldukça güçlü kitabın. Derin devletin son derece aktif olduğu, milliyetçiliğin yeniden hızla hortladığı, Erdoğan’ın Enver Paşa’ya güzellemeler yaptığı bir dönemde bir çok satan roman formatında bile olsa bu dönemin konuşulması önemli. Özellikle Enver kitabın çok altı çizilmese de kötü adamı durumunda. Türkiye’nin Ortadoğu’da Osmanlı’yı diriltme hayallerinin Suriye’nin viran olmasındaki etkisi ne kadar büyükse Enver’in çılgınlıklarının da koskoca bir toplumu nasıl çaresizce kıyıma sürüklediği ile ilgili bir sürü detay var kitapta. Bu yönde hakkının yenmemesi lazım. Ahmet Ümit belki de yine 7 Haziran sonrasının psikolojisiyle

kitapta sık sık Yakup Kadri’nin Yaban’daki haline benzeyen ruh hallerine giriyor. “Binlerce yıldır krallara, imparatorlara, padişahlara körü körüne boyun eğmiş, büyük isyan ve ayaklanma tecrübelerinden yoksun bu halk, devlet baskısını görür görmez bizi hain ilan ederek “Padişahım Çok Yaşa” demeye başlayabilirdi.” (s.62) “Sadece fert olarak yeterince gelişmemiştik… Hep güçlü hükümdarlar güçlü devletler... Öyle büyük bir baskı vardı ki insanların üzerinde fert ortaya çıkamamıştı bir türlü... Onun yerine bir güce dayanarak düşman saydığımız kişileri yok etmeyi tercih etmiştik hep. Böylece linç, pusu ve jurnal en çok başvurduğumuz metotları olmuştu.” (s.118) Şehsuvar Sami eski aşkına, “devrim”e katılma uğruna birlikte Paris’e giderek yazar olma hayallerini de bir kenara bırakarak terk ettiği Esther’e ulaşmak dışında yaşamdan beklentisi kalmamış bir karakter. Sonuç olarak günümüz kentli, Batıcı orta sınıfın da bilincine hitap eden bir Oryantalizm zaman zaman sayfalardan akıyor. Siyasetle arasına mesafe koymayı en büyük marifet sayan Türk aydınının tarihin tüm ceremesini her fırsatta halkın sırtına yüklemesi içinde bulunduğumuz durumun da bir izahı sonuç olarak. Talat Paşa’nın kitapta ayrıcalıklı bir yeri var. Şehsuvar onu babasının yerine koyduğunu düşünüyor. Ancak Talat’ın Ermeni Soykırımı’ndaki rolü ile ilgili vurgunun hiç olmaması tarihi malzemenin kullanılışındaki seçiciliğin de bir ispatı, kitabın önemli bir defosu da bu. “Elveda Güzel Vatanım”, “Kafamda bir Tuhaflık”ın damaklarda bıraktığı edebi tadın yanına yanaşamıyor belki ama yine de çok önemli bir dönemle ilgili kapsamlı düşünme olanağı sağlayan güzel bir kitap. Arkadaşlarınızla okuyun, tartışın bu kitabı.


Şubat 2016 / Sosyalist Dayanışma

İZLENESİ BİR FİLM: “SUFFRAGETTE” ya da “Diren! Zamanı Geldi”

“K

adınların ezilen bir toplumsal grup olma bilincinin tarihsel önkoşulu eşitlik kavramıdır: Toplumun düzenlenmesinde temel ölçü hak eşitliği olduğunda, insanların her tür farklılıkların ötesinde eşit hak sahibi yurttaşlar oldukları ilkesi yerleşik hale geldiğinde, kadınlar bir toplumsal grup olarak ayırıma uğradıklarının bilincine varır ve buna karşı kolektif bir isyan başlatırlar. Herkes için geçerli olduğu savunulan bir toplumsal ilke kendilerini kapsamamakta, temel toplumsal ölçü açısından kendilerine karşı ayırım yapılmaktadır. İnsanlar arasındaki eşitsizliğin doğal kaynakları olmadığı varsayımına dayanan genç burjuva ideolojisi, kadınları içinde bulundukları ikincil konumun kaynağını toplumda aramaya yöneltir. Bu tarihsel önkoşullar feminizmin birinci dalgası olarak anılan ve kadınlar için oy hakkını savunan süfrajet hareketini hazırlamıştır. 19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın başında ABD, Batı Avrupa ve Osmanlı İmparatorluğu’nda kadınlar tarihte ilk kez kolektif olarak çeşitli haklar talep etmeye başlarlar...” Gülnur Acar Savran Diren, orijinal ismiyle “Suffragette” filmi, 15 Ocak’ta Türkiye’de de gösterime girdi. Yönetmeni ve senaristi kadın olan filmde, yirminci yüzyılın başlarında İngiltere’deki kadınların oy hakkı için verdiği mücadele konu ediliyor. Dünya sinema tarihinde kadın hareketini konu alan az sayıda filmden biri Suffragette. Film, çocukluğundan beri çamaşırhanede çalışan Maud Watts’ın kadın hareketine katılımı, mücadelesi ve ödediği bedeller üzerinden dönemin kadınlarının direnişini anlatıyor. Maud işçi sınıfındandır. Ağır çalışma koşullarındaki bir çamaşırhanede erkeklerin sözlü ve fiili tacizleri altında ve erkeklerden daha dü-

“Asla Teslim Olma! Kavgayı Asla Bırakma!...”

şük ücretle çalışmaktadır. Görece “uyumlu” bir eşi ve çok sevdiği küçük bir oğlu vardır. Bir rastlantı sonucu kadın süfrajetlerin bir eyleminin ortasında kalması, bundan sonraki hayatı açısından dönüm noktasıdır. Maud kadın hareketine katılır; mücadelesi bir yanıyla onu yalnızlaştırırken (“uyumlu eşi” mahalle baskısını kaldıramaz ve onu çocuğundan ayırarak evden kovar), bir yanıyla da kişiliğini ve iradesini güçlendiren bir yola sokar. Film kadınların yılmadan verdiği mücadeleyi -pasif direnişten, iş bırakmaya, açlık grevlerinden, şiddet eylemlerine kadar seslerini duyurmak için giriştikleri her türlü etkinliklerini- büyük bir akıcılık ve sürükleyicilik ile gözlerimizin önüne seriyor. Maud işçi sınıfından ama hareketin diğer kadın önderleri farklı sınıflardan geliyor. Film, farklı sınıftan ve kültürden gelen kadınların erkek egemen sisteme karşı ortak isyanlarını ve direnişlerini işlerken, hareketin doğası gereği belli kritik önemli momentlerdeki sınıfsal ayrışmalara da işaret ediyor.

yüzeysel ve biraz da tepeden görüş belirtmiş. Yazısını da “Mutlak eşitlik, cahilliği ortadan kaldırmadan, fakirliği bitirmeden, kadın ve erkeği, gerçekten denk hale getirmeden ulaşılacak bir durum değil!” diyerek bağlamış... En facia yorum yine Birgün Gazetesi’nin sinema eleştirmeni Cüneyt Cebenoyan’dan geliyor. Yerin dibine geçiriyor filmi. Eleştiri yazısında tarihsel anlamda Süfrajet hareketini küçümsüyor, gerçek hayatta hareketin önderlerinin sonradan savrulduğu gerici durumları işliyor. “Kimlikçiliğin sefaletine iyi örnek. Kimlik mücadeleleri elbette işlevsel oluyor ama ufkunu genişletemediği müddetçe gerici konumlara da rahatlıkla düşüyor.” diyor Cebenoyan. Bazen hayata, olaylara, olgulara sade bakamamak, sahip olduğu bilgileri boca etmenin

FATMA İNCE

ağır yükü ile değerlendirmelerde bulunmak, insanı böyle bir yere savuruyor herhalde. Filmin verdiği direniş ruhunu, heyecanını, şimdinin mücadelesine katacağı olumlu etkiyi görmeden yapılan değerlendirmeler anlamsızlaşıyor… Son söz: “Tek bir senaryo içerisinde toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin birçok boyutuna işaret etmeyi beceren, aynı zamanda kadın özgürlük mücadelesi tarihinin bugüne de ışık tutan bir dönemini sanatsal başarıyla çarpıcı bir şekilde beyaz perdeye aktaran bu filmi kaçırmayın” dememize gerek yok herhalde…

Film hakkında dünyadan pek çok tartışmalı yorum yapılmaya başlandı. Bizde ise belli başlı kadın hareketi savunucularımız henüz görüşlerini belirtmedilerse de bazı erkek yazarlardan değerlendirmeler geldi. Filmin feminist okumasını yapmasını beklemediğimiz ama film eleştirilerinde sol duyusuna ve samimiyetine güvendiğimiz Uğur Vardan yazısında sade ve net şekilde filmin hakkını vermiş; filmi olumlu değerlendirmiş. Birgün Gazetesi’nin Pazar ekinde yazan Alper Turgut kendince filmin yarattığı çağrışımlarla özlü sözlerini sıralamış. Filmi olumlu bulduğu kesin ama kadın bakış açısına, kadın sözüne hiç eğilmeden sıradan bir olguya yorumlar getirir gibi mesafeli,

23



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.