Sosyalist Dayanışma Temmuz 2017 Sayı 57

Page 1

Sokakta Buluşmalıyız FİYAT: 2 TL

YIL:7 SAYI:57 TEMMUZ 2017

WWW.SODAP.ORG /SODAP

SARAY’IN YALAN RÜZGARI KARŞISINDA ADIM ADIM

DEMOKRASI VE DIRENIŞ CEPHESINI BÜYÜTELIM

/SODAP74

Bundan Sonra Ne Yapacağız?-2 %5’lik “Ortak İyi” Turizm İşçileri Kiralık İşçiliğe de Kölece Çalışmaya da “Hayır” Diyor Faşizme Karşı “Kenan Budak”laşalım Bony Çorap Direnişine Nasıl Karar Verdim? Yürüyüş ve Lütuf Gezi’yle Başladık, Daha Fazlasına İhtiyacımız Var Vitrinlere Değil Gökyüzüne Bak Patikten Vagona Pembe Hayatlara Hapsolmayacağız! Alışın Buradayız, Gitmiyoruz Yürüyoruz Direnişimiz Sessizliğimizden Büyük Olsun Üniversitelerde Ülkücü Çeteler Neden Saldırıya Geçti? Ortadoğu’da Nefesler Bir Kez Daha Tutuldu Özledik Seni Enver “Bizim” Kazım Öz ve Zer Filmi


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2017

Kenan Budak

Yoldaşı Anıyoruz

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 7, Sayı: 57 Temmuz 2017 Kapak Fotoğrafı: Metin Yoksu Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Özgür ÖZCAN Adres: Piyalepaşa Mah. Şark Sk. No: 15/A Beyoğlu İstanbul İletişim Tel: 0535 922 82 68 İletişim Mail: info@sodap.org www.sodap.org Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34

2

12 Eylül faşizminin katlettiği Direnişçi işçi önderi Kenan Budak yoldaşı, faşizme karşı mücadeleyi yükselterek yaşatacağız! Yer: Silivrikapı Mezarlığı Tarih: 25 Temmuz 2017 Salı Saat: 11.00


Temmuz 2017 / Sosyalist Dayanışma

SOKAKTA BULUŞMALIYIZ

15

Temmuz darbe girişiminin arkasında bir yıl geçmek üzere. 15 Temmuz darbe girişimi, 20 Temmuz tarihi itibari ile OHAL ve KHK’larla sivil bir darbeye dönüşmüştür. Bu bir yıl içerisinde binlerce kişi tutuklandı, dernekler kapatıldı, sokaklar AKP’ye muhalif olan herkese yasaklandı. AKP büyük bir sıkışmışlık içerisinde. Dünya ve bölge politikası denkleminde manevra alanları gittikçe daralıyor. AKP ilk geldiği dönemlerde elindeki ileri demokrasi hikayesi ile siyasi alanda kendisine yer açıyordu. Bu şimdi terör ve savaş hikayesine döndü. Her cümlenin sonunu terörle ilişkilendirerek kendi iktidarları için otoriterleşmenin kılıfını hazırlıyorlar. Trump ziyaretinin fiyaskoyla sonuçlandığı körün bile gözüne batarken, havuz medyası verilen fotoğraf üzerinden övgüler dizdi. Korumaların gösteri yapan halka saldırması büyük bir tepkiyle karşılandı, kısa zaman sonra korumalar hakkında yakalama kararı çıkarıldı. Bölgede Rakka operasyonu ile birlikte Kürt Özgürlük Hareketi’nin manevra alanı gittikçe güçleniyor. Irak’ta Kürdistan bağımsızlık referandumuna gidiyor. Kürtlerin bölgede siyasi görünürlüğünü artıyor. Türkiye’nin bu denklemde ismi bile geçmiyor. ABD’nin Arabistan ziyareti sonrası Katar’a karşı büyük bir Arap bloğu oluşturuldu. Bu durum Katar ile milyon dolarlık anlaşmalar yapan Türkiye için büyük bir sıkıntı. Türkiye dünya ve bölgede gittikçe sıkışıyor. Türkiye devleti dünya ve bölgede sıkıştıkça bunun iç siyasete yansıması otoriterleşmeyi artırarak kendi iktidarlarını korumak oluyor. Her on kelimeden sekizi terör olarak geçiyor. Bu iç siyaset anlamında da tükenmişliğin

göstergesidir. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından AKP yeni oluşacak rejimin tarihini buradan başlatmak istedi. “Allahın bir lütfünü” elinin tersi ile itemezdi. Buradan kendisine bir özgüven kazandı. 16 Nisan referandumunda çıkan sonuçlar ile bunun öyle olmadığı ortaya koydu. AKP ne yaparsa yapsın yaptığı hiçbir politikada dikiş tutturamıyor. Kasım seçimlerinde “Gezi defteri kapanmıştır.” diyen AKP hükümeti 16 Nisan referandum seçimlerinde defterin kapanmadığını gördü. Bunun için eskiden kalma yeni hikaye tabiî ki “ülke bekası” ve “terör” oldu. CHP Milletvekili Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasından sonra CHP önemli bir taktik hamle yaptı. “Adalet Yürüyüşü” ismi ile başlattığı yürüyüş önemli bir hamledir. CHP bayağıdır kötürümleşmiş bir siyaset yürütüyordu ve gelişen süreci doğru analiz edemiyordu. Kendisini devletin hâla sahibi sanarak klasik siyasetini yürüttü. HDP milletvekilleri hedef gösterilerek, dokunulmazlıklarının kaldırılmasına “Anayasaya aykırı ama evet.” dediler. Bu süreçten sonra HDP eş genel başkanları başta olmak üzere HDP milletvekilleri zorla gözaltına alınıp, tutuklandılar. Martin Niemöller’in “önce komünistleri almaya geldiler” sözündeki gibi sıra CHP’ye gelmişti. CHP artık eski siyaseti ile yürüyemez, yürürse zaten kendi sonunu hazırlamış olur. AKP saldırılarını ne kadar artırmış olsa da istediği dizaynı gerçekleştiremiyor. Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın Yüksel Caddesi’nde başlattıkları direnişin etkilerini büyüdüğünü gören AKP çareyi Nuriye ve Semih’i tutuklamakta buluyor. Nuriye ve Semih’in açlık grevleri cezaevinde kritik bir aşamada devam ediyor. AKP yaptığı saldırılarla toplumda büyük bir öfkenin biriktiğini görüyor. Bu yüzden el-

lerinde baskıyı artırmakta başka bir politik argüman kalmıyor. Gezi gibi bir ayaklanmadan hala korkuyorlar. Referandumu da YSK kararı ile kazanan AKP için işler gittikçe kötüye gidiyor. Dünya ve bölge politikalarında alanları gittikçe daralan, ekonomik krizin çanlarının çaldığı bir ortamda kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar. Kıdem tazminatı, zeytinlikler yasasını şu an hiç tartışmıyor. Tepkiler artınca hiç olmamış gibi davranıp, kılıflar hazırlıyorlar. Yani kısacası AKP ne kadar saldırsa da işler istediği gibi gitmiyor. Buradan topyekün bir mücadele hattı kurmak önümüzde gören olarak durmaktadır. Tabandaki rahatsızlıkları demokrasi mücadelesinde önemli bir motor gücü olarak değerlendirerek sokakta buluşmalıyız. Ulusalcı kanat buralarda geziyor. “Adalet Yürüyüşü”nde olan kitle ile sosyalistlerin buluşması önemlidir. Bu tabanı ulusalcı, eskimiş politikalara heba ettiremeyiz. Bu akışı demokrasi mücadelesinin büyük bir dalgası haline getirmeliyiz. Önümüzde süreç gerilimlerin yüksek olacağını gösterirken, bizler için büyük imkanları da beraberinde getirecektir. Hayır Meclisleri, Demokrasi İçin Birlik, doğanın talanına karşı ekolojik mücadele edenler bir şekilde merkezi eylemler ile buluşuyorlar. Yoksul mahallerdeki kitlenin de buralarla buluşması önemlidir. Doğru taktik ve hamlelerle bu kitlelerin birbiri ile buluşmasını sağlamalıyız. AKP ne kadar saldırırsa gidişini o derece hızlandırıyor, oluşacak altüstlüğün özneleri bizler olmak zorundayız.

Türkiye devleti dünya ve bölgede sıkıştıkça bunun iç siyasete yansıması otoriterleşmeyi artırarak kendi iktidarlarını korumak oluyor. Her on kelimeden sekizi terör olarak geçiyor. Bu iç siyaset anlamında da tükenmişliğin göstergesidir.

3


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2017

BUNDAN SONRA NE M. SİNAN MERT

G

eçen sayıdaki yazıda sosyalistler olarak ne yapmamız gerektiği üzerine bir tartışma yürütmeye çalışmıştım. O yazıda bahsedilen kimi tespitlerle ilgili önemli gelişmeler yaşandı bu süreçte. AKP’nin 16 Nisan sonrasında toparlanmaya başlaması bunun karşısında HAYIR cephesinin adım atmakta zorlanması genel kabul haline gelen bir tespit görünümündeydi. Ancak CHP’nin “Adalet Yürüyüşü”, bu hareketsizliği önemli oranda ortadan kaldırdı. Dolayısıyla yazıda belirtilen iki görev açısından iki zıt yönlü gelişme ortaya çıktı. 2013 sonrasında AKP’ye muhalefetin temel aktörü olan çokluğu bir arada tutma, geliştirme ve harekete geçirme konusunda önemli bir manivela oluşmuş oldu. Çokluk farklı bir enerji

seviyesine yükseldi. 16 Nisan’da ortaya çıkan heyecan kısmen konsolide olmayı başardı. Bu çokluğun etrafında hareket eden bizim gibi aktörler açısından da çeşitli olanaklar yaratan bir hareketlenme bu. Pasif ve izleyici konumdan canlı ve üretken bir pozisyona geçişin olanakları böylece ortaya çıkmış oluyor. Çokluğun konsolidasyonu, her durumda karşı hegemonyanın oluşması açısından umut ve olanakları büyütüyor. Buna karşılık hareketin CHP eliyle böylesi bir noktaya taşınması ve böylece “CHP eksenli bir HAYIR cephesi”nin neredeyse olanaklı tek yol olarak en azından şimdilik öne çıkması dikkatle ele alınmayı gereken bir problem de aynı zamanda. Geçen yazıda çokluğu bir arada tutmayı ve bunun içinde hegemonya kazanmayı başarmaktan bahsetmiştim. “Adalet Yürüyüşü” çokluğu birleştirme ve önüne bir hedef koyma açısından ne kadar anlamlıysa, hareketin içinde CHP’nin pozisyonunu güçlendirme açısından da o kadar riskli. Kılıçdaroğlu’nun FETÖ’den tutuklanma hamlesi-

ni öngörerek aldığı pro-aktif bir tutumun yansıması olarak okuyabiliriz “Adalet Yürüyüşü”nü. Bu tavır, hem Yenikapı Ruhu’nun yeniden oluşmasının artık neredeyse imkansız olduğunu, hem de devlet içindeki fraksiyon savaşlarında safların büyük oranda netleştiğini gösteriyor. Yeniden yapılanmada Batıcı değil Avrasyacı bir Kemalizm’e, o da muhtemelen geçici olarak, Ergenekon (Özel Harp Teşkilatı’nın Cemaat-AKP ittifakı tarafından tasfiye edilen kanadının siyasi uzantıları) kontenjanından bir yer açıldığını görüyoruz. CHP içinde Kılıçdaroğlu’nun tasfiyesinden memnun olabilecek bir kesimin bulunduğuna dair AKP öngörüsü de muhtemelen doğru. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun bu hamlesi demokrasi mücadelesinin gelişmesi için ne kadar önemli olanaklar yaratıyorsa da CHP’nin bir devlet partisi olma gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Oysa Haziran gibi Sol Kemalist çevreler, işin bu yanını tamamen görünmez kılmaya çalışırcasına, CHP’nin başını çektiği bir HAYIR cephesini gayet doğal gösteren bir çizgi izliyorlar. Bu tutumu, “Adalet Yürüyüşü” ile oluşan dal-

ganın tamamen dışında kalmayı devrimciliği korumak adına vaaz eden, Kürt Siyasi Hareketi içinde de bir karşılığı bulunan tutumun karşı kutbu olarak niteleyebiliriz. Oysa doğru tutum, aslında bizim örgütlememiz gereken bir toplumsal hareketin içinde eylemek ve bunu da rakip bir hegemonyanın altında olduğunu bilerek yapabilmek. Bu durum, yürüyüşün İzmit’e ulaşması sonrasında daha da belirgin hale gelecektir. İstanbul’da tam da 15 Temmuz’un yıldönümü öncesinde demokrasi cephesinin bir gövde gösterisiyle kendisini ilan etmesi, belirleyici ve önemli bir sıçramaya yol açabilir. Hegemonya ile çiğ bir biçimde mücadele ederseniz, hareket sizi dışına kusar. Hegemonyayı görmezden gelirseniz hegemonya sizi yutar. İki noktada da olmamak gerekiyor. Çokluğun bir arada tutulması ve bu kesimleri kucaklayan bir karşı hegemonya oluşturulmasının zorunluluğu, Araf ’ta durabilen ve toplumsal muhalefetin tüm kesimleri ile konuşabilen politik aktörleri çok önemli hale getiriyor. Araf ’ta kalabilen, toplumsal muhalefetin tek bir cebinin karakterine bürünmeyen, tüm düzen dışılaşma eğilimi gösteren kesimlerle etkileşim içinde olabilen ama bunu da kendi dilini ve eylem tarzını kurarak başarabilen bir politik aktörlerin böylesi momentlerde önemli sıçramalar gerçekleştirebilmesi mümkündür. Geçen sayıdaki yazıda önemli başlıklardan ikisini yeterince açma şansı bulamamıştım.

3- KIRILMA NOKTASINDA ÖNDERLİK EDEBİLECEK BİRİKİMİ YARATMAK:

Kırılma noktasında, hele de çok belirgin bir öncü aktörün bulunmadığı ve kendiliğindenci karakterin baskın olduğu kırılma noktalarında önderlik po-

4


Temmuz 2017 / Sosyalist Dayanışma

YAPACAĞIZ? NE YAPMALIYIZ?-2 zisyonunu doldurabilecek kadro birikimine sahip olmak bir siyasi hareket için en önemli şans anlamına gelecektir. Sürecin öne çıkan ve özgün yanlarını hızla kavrayan, gerilimlerin ne yöne gelişebileceğini öngörebilen, kendi kafasındaki ezbere göre değil de toplumsal hareketin ortaya çıkardığı gerçekliğe uygun davranabilen, önde durabilen ancak kaba biçimde öncülük dayatmayan, kolektif davranabilen ancak inisiyatif almak gerektiğinde yük altına girmekten kaçınmayan, sürecin temposunun gerisinde kalmamayı başaran ve en önemlisi de hareketi “örgütlenmek” için değil de “önderleşmek” için bir olanak olarak değerlendiren bir kadro yapısı, kırılma noktalarında büyük sıçramalar gerçekleştirebilir. Gündelik mücadeleler içinde gelişen, deneyim biriktiren kadrolar özellikle genel politik çerçevenin gelişme dinamiklerini doğru kavrayan bir bilinç haliyle sentezlenebilirse böylesi bir görevin altından kalkabilirler. Bu merhaleye sıçrayabilmek için lokal kimliklerin aşılabilmesi son derece önemli. Yerelcilik, sadece kendi yerelinin kadrosu olmak kimi unsurlar için hala anlamlı bir seçenek olabilir fakat tüm kadrolarını bu bilinçle yetiştiren bir siyasi hareketin kırılma noktalarında işlerin çok gerisinde kalması kaçınılmazdır. Yerelci bakış açısı, bütün politik gelişmeleri kendi yerel anlayışından okuma ve onunla sınırlı kavrama gibi bir açmazı çoğunlukla aşamamaktadır. Oysa kırılma noktalarında ulusal ölçekte büyük altüst oluşlar mümkün hale gelmektedir. Ufuk çizgisinin yerelin sınırlarına hapsolması bu tarz olanakların harcanmasına yol açar. Böylesi kırılma noktalarında, rutinin ortadan kalktığı momentlerde hızla farklı bir kimliğe bürünebilmeyi ve bütün

hareketin önderlik ihtiyacına yanıt üretmeyi nasıl başarabiliriz? Böylesi bir yükün altından kalkabilmek nasıl mümkün olabilir? Koşulların olağanüstülüğü nasıl hızla fark edilebilir ve ona hızla yanıt üretilebilir? Yapı böylesi bir durumda tüm olanaklarını en hızlı bir biçimde nasıl seferber edebilir? Böylesi bir eşiğe ulaşmadan önce, kırılma noktasının ihtiyaç duyduğu önderlik tarzına dair nasıl hazırlıklar ve planlamalar yapılabilir? Günümüzün en önemli eğitim konuları bu başlıklar arasından seçilebilir. Dünya bu kadar büyük altüst oluşluklar içinden geçerken, küresel dengelerin bozulmaya en açık olduğu destek noktası olarak yine Ortadoğu ön plana çıkıyor. Türkiye, yüksek basınç içeren bir konjonktürü kaba zor ve Olağanüstü Halle ilerletmeye, yönetmeye çalışıyor. Hem ulusal hem de bölgesel ölçekte çok yüksek enerjili kırılma anlarının yakınında olduğumuz politik durumun her halinden anlaşılıyor. Böylesi bir durumun, bir devrimci politik aktör için muazzam olanaklar ve muazzam riskler yarattığı ortadadır. Böylesi konjonktürlerin bizleri nasıl etkileyeceği tamamen bizlerin bu koşullara üretebildiği yanıtlara bağlı olacaktır. Kırılma noktaları, hazırlıksız politik aktörleri önüne katar ve sürükler. Sürüklenmemek ve gelişmelere yön verebilmek yeteneklerini kazanmış bir politik aktör hiç şüphe yok ki böylesi anlarda büyük tarihi yırtılmalara yol açabilir. Ekim Devrimi’ni böylesi tarihsel yırtılmaların ne büyük etkiler yaratabildiğinin en önemli ispatı olarak da okuyabiliriz.

4- SÖYLEM ve PRATİK ARASINDAKİ AÇI FARKINI KAPATMAK

bulunur. Bu güven ilişkisi hegemonya ile öylesi bir noktaya taşınır ki söylemin ve eylemin içerisindeki tutarsızlıklar bile halk tarafından görünmez ve algılanmaz hale gelebilir. Ancak bu karşı hegemonyanın kurulması aşamasında böyle değildir. Bir politik aktörün eylemi ile söylemi arasındaki açı farkı, onun hegemonya inşasının önündeki en önemli engeldir. Bizler sosyalistler olarak, halka ulaşmaya çalışırken bu tarz çelişkiler içeren tutumlardan uzak durmalıyız. Gereksiz ajitasyonlar, başarılmasının mümkün olmadığı herkes tarafından bilinen iddialar, kendini olduğundan çok daha güçlü göstermeye çalışırken sergilenen zaaflar yarardan çok zarar üretmektedir. Gerçekten etkili olan eylemlere baktığımızda bunlarda samimiyetin ve kendi gerçekliğine uygun hareket etmenin ne kadar değerli olabildiğini görebiliyoruz. Kendini olduğundan başka bir şey gibi göstermeye çalışmak genelde beklenenin tam tersi etkiler yaratıyor. Eylem ne zaman ki somut hedeflere dayanıyor ve ikna edici bir söylemin arkasına samimi bir emek veya bedel konumlandırılıyor, işte ancak o zaman eylemin çağrısı toplumun geniş kesimlerinde yankılar bulabiliyor. Bu nokta üzerinde kararlılıkla düşünmek ve kendi söylem ve faaliyetimizi de bu çerçevede güncellemek zorundayız.

Hem ulusal hem de bölgesel ölçekte çok yüksek enerjili kırılma anlarının yakınında olduğumuz politik durumun her halinden anlaşılıyor. Böylesi bir durumun, bir devrimci politik aktör için muazzam olanaklar ve muazzam riskler yarattığı ortadadır. Böylesi konjonktürlerin bizleri nasıl etkileyeceği tamamen bizlerin bu koşullara üretebildiği yanıtlara bağlı olacaktır.

Sonuç olarak, büyük altüst oluşlarda suyun üstünde kalmayı başaran ve gelişmelere yön verebilen bir politik aktör için olağanüstü bereketli bir dönemden geçiyoruz. Ancak aynı dönemin, uyum sağlayamayan aktörler için de büyük yıkımlara gebe olduğunun da altını kalın kalın çizmenin çok önemli olduğu unutulmamalıdır.

Hegemonyanın özünde politik önderlik ile halk arasında kurulan bir güven ilişkisi

5


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2017

%5’LİK ÇINAR ENGİN

Yaratılan %5’lik ortak iyiden çalışanların payına düşen hak gaspı, yoksulluk, güvencesizleştirme, örgütsüzleştirme, tehditler ve keyfi hukuki kararlar oluyor.

6

B

ilindiği üzere TÜİK, GSYİH hesaplamalarında bir dizi değişiklikler gerçekleştirmişti. Yapılan değişikliklere göre hesaplandığında; GSYİH ilk tahmini zincirlenmiş hacim endeksi olarak, 2017 yılının birinci çeyreğinde (OcakŞubat-Mart ayları) bir önceki yılın aynı çeyreğine göre yüzde 5 artmış görünüyor ve bu rakamlar iktidar ve medyası tarafından göz kamaştırıcı, şapka çıkartılacak bir meziyet olarak sunuluyor. Burada bahse konu olan verilerin doğruluğu ve yeni yönteme dair eleştirileri bir kenara bırakarak büyümenin kompozisyonuna değinmek; ayrıca bu kompozisyonun yanında bu büyümenin neye rağmen gerçekleştirildiğine, niteliğine, bölüşümde emekçi sınıflara düşen payına ve büyümenin maliyetlerinin hangi sınıflarca karşılandığına da bakmak gerekiyor. Büyüme/kalkınma/gelişme kavramlarının her biri ayrı ayrı farklı ekonomik-sosyolojik olgulara işaret etse de bu kavramların hepsi, toplumun tüm kesimlerine, “toplumun tüm kesimleri için ortak iyi” etiketiyle sunuluyor. Öyle ki işsizlik, borçlanma, güvencesizlik konularında deyim yerindeyse “susuş kumkuması”na dönen çok değerli bakanlarımız(!) iş ortak iyiyi açıklamaya gelince kürsüler kuruluyor, basın açıklamalarından, gazete demeçlerinden geçilmiyor. Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi, 2017’nin ilk çeyreğindeki büyüme rakamları ile ilgili “Birçok gelişmiş ülke ortalamasını geride bırakan bir performans ortaya koymuştur. Ülkemiz 2017’nin birinci çeyreği itibariyle, resmi olarak verisi açıklanmış olan Avrupa Birliği üyelerinden 23 tanesinden daha hızlı büyümeyi başarmıştır. … Yılın ilk çeyreğinde, güven ortamı ve kredi imkanlarının genişletilmesine bağlı olarak artan özel tüketim harcamaları (%5,1), kamu harcamaları (%9,4) ve ih-

racatın (%10,6) büyümeye katkısının önemli olduğu görülmektedir.” diyor. Buradan ortak iyinin aslında bir borç sarmalı dışında bir şey olmadığını görebiliyoruz. Biraz daha detaylı bakalım. Peki bu “ortak iyi” olan şeyin arkasında ne yatıyor? “Gerçekten ortak iyi olan şey” ile “ortak iyi olarak algılanan şey” arasında ne gibi farklar mevcut? Bu soruların cevabını vermemiz gerekiyor. Türkiye, 2017’nin ilk çeyreğinde %5 büyüdü. Ama yine bu yılın ilk çeyreğinde, kayıtlara alınabildiği kadarıyla, 441 işçi yaşamını yitirdi. Yani %1’lik büyüme için yaklaşık 90 iş cinayeti demek. Bu ortak iyiden sermayedarın/patronun payına düşen zenginliğine zenginlik katmak iken emekçi kesime düşen ise iş kazaları, meslek hastalıkları iş cinayetleri oluyor. Onlar ortak iyiler ile büyürken bizler ortak iyiler ile ölüyoruz. “… Emek zenginler için harikalar, ama işçi için yoksunluk üretir. Saraylar, ama işçi için inler üretir. Güzellik ama işçi için solup sararma üretir.” (1844 El Yazmaları, K. Marx) Türkiye, 2017’nin ilk çeyreğinde %5 büyüdü. Hem öyle bir büyüdü ki, Avrupa’nın tam 23 ülkesinden daha hızlı büyüdü. Ama sadece büyümede değil, haftalık çalışma saatlerinde de iş kazaları ve iş cinayetlerinde de esnek çalışma ve güvencesizliğin boyutları söz konusu olunca da fabrikalardaki hak ihlalleri ve işçilerin haklarının budanması konusunda da sadece Avrupa Birliği’nin 23 ülkesi değil alem-i cihandan daha hızlı ilerliyoruz. “Artık 21. yüzyılın geldiği çalışma hayatı artık uzaktan çalışma, esnek çalışma, 24 saatin dinamiklerine uygun çalışma, belirli kalıpların içinde kalarak değil, tam aksine 360 derece dönebilen, buralardaki çalışanların haklarını koruyabilen yapı” diyen Müezzinoğlu da sanırım

tam da bu hızdan bahsediyor, biz bu açıklamaları “İşçileri 12 saat sömürmek yetmez. Sermaye birikim çarkının 24 saat boyunca dönmesi gerekiyor, dolayısıyla esnek çalışmanın yaygınlaşması, işçilerin haklarının gasp edilmesi, örgütlenmelerin zayıflatılması gerekiyor.” diye okuyabiliriz. Zira yeni gelecek yasa tasarısına, çalışma koşullarını ağırlaştıracağı, işçi haklarını daha da budayacağı, kazanılmış hakları ortadan kaldıracağı, sömürüyü arttıracağı, kayıt dışı çalışmayı arttıracağı ve ücretleri düşüreceği için karşı çıkılıyor. Bugün Bony Çorap’ta işçi temsilcisi seçildiği için işten atılan Hakan Gürses’in direnişinde karşı karşıya kaldığı engellemeler, polis ve patronun tehditkâr söylemleri, keyfi mahkeme kararları bize “çalışanların haklarının nasıl korunduğunu” yeterince açık ifade ediyor. Yaratılan %5’lik ortak iyiden çalışanların payına düşen hak gaspı, yoksulluk, güvencesizleştirme, örgütsüzleştirme, tehditler ve keyfi hukuki kararlar oluyor. Türkiye, 2017’nin ilk çeyreğinde %5 büyüdü. Ama yine 2017’nin ilk çeyreğinde oluşan enflasyon oranı yüzde 4,34 oldu. Yani %1’lik büyüme için yaklaşık yine %1 enflasyon demek. Yani sermayedar ortak iyi ile %5 daha zengin olurken mavi/beyaz yakalı, ücretli/işsiz/ev işçisi fark etmez herkesin gelirinin ilk üç ayda %4,34 azalması demek. Merkez Bankası enflasyon hedefini %8 olarak açıklıyor, sonra bu oran revize ediliyor. Döviz kurları ortalama %20, üretici fiyatları ise ortalama %16 yükseldi, tüketici fiyatları ise şu an için %12’lerde. Kur ile ortalama fiyatlar arasındaki fark, önümüzdeki aylarda enflasyonun gideceği yolu olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla, bir yandan referandumda Evet’e giden yolu döşemeye çalışırken yapılan harcamalar, gerilimin yükselmesi, borç sarmalının genişletilmesi; diğer yandan ise


Temmuz 2017 / Sosyalist Dayanışma

“ORTAK İYİ” para politikasına yönelik baskılar, bugün enflasyonu doğurdu. Öte yandan verilen kredilerin, teşviklerin etkisi de beklenenden az oldu. Ve ayrıca bu teşviklerin geçici olduğu da biliniyor. Teşviklerin sona ermesinin ardından yine bir ekonomik türbülans yaşanması şaşırtıcı olmaz. Türkiye, 2017’nin ilk çeyreğinde %5 büyüdü. Ama yine 2017’nin ilk çeyreğinde işsiz sayısı iki yüz bine yakın bir sayıda arttı. Yani %1’lik büyüme için 40 bin işsiz. İşsizlik oranının yükselip düşmesine bakmaksızın, bir çokluk olarak işsizler her geçen gün artıyor. Her yıl 900 bin ile 1 milyon arasında genç insan iş gücü piyasasına katılıyor. İş gücüne katılım bu kadar yüksek olunca istihdam da önemli bir sorun oluyor. Genç işsizliğe bakınca Türkiye’de her 4 gençten birinin işsiz olduğunu, dünya genelindeki yerimize bakınca da Türkiye’nin işsizlikte 133. sırada olduğunu görüyoruz. Ekonomik büyüklükte 16. sırada olan, Avrupa’nın 23 ekonomisinden daha hızlı büyüyen ülkemiz işsizlikte oldukça gerilere düşebiliyor. Ortak iyi madalyonunun diğer yüzü de bu işte. Esnek çalışma, taşeronlaşma ve güvencesizlik emekçiler için daha fazla işsizlik yaratırken kapitalist sınıf için sermayelerine sermaye katacak ortak iyiyi büyütmek anlamına geliyor.

bir talep artışı dalgası yaşandı. Diğer taraftan kamu harcamaları da yükseldi. Mega projelere gelir garantisi verildi. Kredi Garanti Fonu’nun hacmi arttırıldı. Mega projelerin eksik gelirlerini hazine öderken, verilen kredilerin geri dönüşünün ne kadar olacağı belli değil. Dolayısıyla ortak iyi olan, emekçi kesimler için ortak borçtan başka bir şeye dönüşmedi. Türkiye, 2017’nin ilk çeyreğinde %5 büyüdü. Üstelik 2017 yılı ilk çeyreğinde kur oranında artış, TL’nin yabancı para birimleri karşısındaki değer kaybı, dolar ve euro ile birikimlerini değerlendiren birçok döviz yatırımcısı için %25’lere ulaşan bir kar artışı yarattı. Peki, döviz kurları artışının ekonomiye yansıması nasıl oldu? 400 milyar dolarlık bir borç stoku, kurun değerlenmesinden sonra şirketlerin üzerine uzun süre kaldırabileceği, yönetilebilecek bir borç stoku olmaktan çıktı. Ara mal ithal eden ülke olarak Türkiye’nin hem ithalat hem de ihracatı olumsuz yönde etkilendi. Döviz stokları eridi, ara mal içeren her

ürünün fiyatı zincirleme olarak birbirini tetikleyerek yükseldi. Bugün kurlardaki dalgalanmanın görece duraklaması ve ihracat teşvikleri ile yükselen ihracat değerleri başarıymış gibi sunuluyor. Halbuki uluslararası piyasalara eklemlenme tarzı olarak bakınca Türkiye ara malı ithal eden ve düşük teknolojili ürünler ihraç eden ülke konumunda. Yani ithalat ve ihracat olarak iki yönlü hareket var. Türkiye’deki imalat sanayi işletmelerinin %99’unu oluşturan KOBİ’ler döviz kurlarının her türlü hareketinden zararlı çıktılar. Bu zararlarını şöyle ifade ediyorlar: “Ürünü dışarıdan ithal ettiğimiz zaman dolar yükseliyor, iç pazarda ya da dışarıda fark etmez, bunu satmaya gelince ister istemez güncel dolar kuru üzerinden satıyorsunuz, e o zaman da dolar düşüyor. Yani aldığımızda da zarara giriyoruz sattığımızda da.” Dolayısıyla ortak iyiye döviz kurları cephesinden bakınca da hem finans sektörü dışındaki kesimlere hem de emekçilere düşen sömürüden başka bir şey olmuyor.

İktidar artık sadece ortak iyi vitrinini göstermeye çalışan bir ekonomik anlayış güdüyor. Vitrinde ise %5’lik bir ortak iyi var. Öğrenciler KYK kredileriyle, aileler konut kredileriyle, KOBİ’ler KGF kredileriyle, işçiler bireysel ihtiyaç kredileriyle bir borç sarmalının içine, yine bu sarmalı büyütmek ve ortak iyi vitrinini yaratmak için giriyorlar. Bu sarmalın içine giren her birey sözde ortak iyi olan şeyi daha fazla büyütüyor. Özgür, eşit ve adil yeni bir yaşamın kurallarını yeniden düzenlemek için vitrinden dışarı çıkmamız gerekiyor. Camları kırmak göründüğü kadar zor olmasa gerek.

Türkiye, 2017’nin ilk çeyreğinde %5 büyüdü. Ama kişi başına ortalama borç da son bir yılda 3 bin 412 liradan 3 bin 572 liraya yükseldi, ki bu sadece bireysel kredi miktarını ifade ediyor. İşin içine konut, araba, KGF vs. gibi krediler de girince yaratılan borç sarmalının hacmi daha da göze batar hale geliyor. Türkiye’nin ekonomik büyümesi emekçi sınıflar için borçtan başka bir şey yaratmadı. Daha doğrusu, vergi indirimleri, Kredi Garanti Fonu’nun kredileri gibi teşvikler ile borçlanmaya dayalı

7


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2017

TURIZM İŞÇILERI KIRALIK İŞÇILIĞE DE KÖLECE ÇALIŞMAYA DA “HAYIR” DIYOR! SANİYE EVREN*

Dünyanın ve ülkenin içinden geçtiği kaotik koşullar sınıfın çıkarlarını apaydınlık bir şekilde görmemize engel olamıyor. Kapitalizmin krizinin derinleşmesiyle neoliberalizmin dünya kaynaklarını sömürmede artık sona gelmesinin açığa çıkarttığı sonuçlar; tüm dünyada bunalımlar şeklinde ilerliyor. Ülkemiz de kapitalizmin bu krizi sonucu ekonomik bir bunalım içerisindedir. OHAL, KHK rejimi otoriterleşmeyi arttırırken sınıf üzerindeki baskıları da arttırıyor. Şişecam’dan Petkim’e, Bony direnişinden Metal işçilerinin direnişlerine kadar sınıf kini büyümeye ve öfkesiyle kendini örgütlemeye devam ediyor. Sermeyenin ve hükümetin sınıfa dönük son saldırısı kıdem tazminatının gaspı olarak görülmektedir. İşçi sınıfının mücadeleler tarihinden alıp getirdiği en önemli kazanımı olan kıdem tazminatı devlet eliyle fona aktarılarak sermayeye teşvik adı altında yağmalatılmak isteniyor. İşçi sınıfı açısından iş güvencesi ve geleceğin kazanılması anlamına gelen

kıdem tazminatı ortadan kalkarsa kiralık işçilik uygulamaları ve kölece çalıştırılma koşulları da meşrulaştırılmış olacak. Bir anlamda patrona istediği zaman işçiyi işten çıkarma hakkının tanınması anlamına gelecek. Şu anda kıdem tazminatı hakkı gasp edilen işçilere patronun suç işlediğini anlatıyoruz. Bu sayede sermayenin bu hak gaspı yoluyla suç işlemesi yasal hale gelecek ve hak yemek suç olmaktan çıkmış olacak. Turizm hizmet alanlarının özellikle kiralık-mevsimlik işçiliğin en yaygın olduğu alanlar olması itibariyle işçi, kölece çalıştırılabilir ve 6 aylık sezonlarda çalıştırılarak daha hakları oluşmadan iş çıkışı yapılabilir olarak görülüyor. Sendikalı, toplu iş sözleşmeli çalışma tüm işçilerin anayasadan doğan hakkıdır. Turizm sektörü bu anlamda en temel hakların oluşmasının önü daha en baştan kesilmek istenen bir alandır. Örgütsüzlüğün ve kayıt dışı çalışmanın en yoğun olduğu turizm sektöründe işçiler bu bakımdan iş güvencesinin ve kıdem tazminatının işçinin geleceği açısından öneminin farkındalar. Bunun için de kiralık işçiliğe ve kölelik koşullarında çalışmaya, kıdem tazminatına yönelik saldırılara daha uyanık olmak duru-

mundalar. Konfederasyonumuz DİSK ve sendikamız Dev Turizm İş kıdem tazminatının kaldırılmasına dönük saldırılara karşı bir mücadele hattı çizmiştir. Ve sendikamız örgütlü gücüyle birlikte bu mücadelenin önemli bir parçası olacaktır. En son üç konfederasyonun kıdemin kaldırılmasına dönük ortak görüş açıklamasının ardından seyreltilmiş bir şekilde gündeme gelse de bu konuda sınıfın uyanıklığının devam ettirilerek tamamen gündemden kalkana kadar gözlerini bu konudan çekmemesi gerekmektedir.

TURIZM SEKTÖRÜNDE IŞÇILER SIGORTASIZ VE SEZONLUK ÇALIŞTIRIYOR!

Türkiye’de 2,5 milyon insanın turizm sektöründe istihdam olduğunu biliyoruz. Üstelik bu sayının 1 milyon 800 bini sigortasız çalıştırılmaktadır. Turizmin en canlı alanlarından biri olan İstanbul’da 400 bin turizm işçisinin kışın sezondan gelip iş bulamadığı, bütün bir kış yazı beklediği bir sektördür. Ortalama altı ay boyunca asgari ücretle bir maaş için en az on iki saat mesai yapılmaktadır. Bu çalışma koşullarının ağırlığı sebebiyle işçiler, turizm eğitimi alsa bile turizmde çalışmayı tercih etmiyorlar. Öte yandan sektörde işverenler de ucuz iş gücü kurnazlığı yaparak kalifiye işçileri tercih etmiyorlar. Daha şimdiden her pozisyon için eleman eksikliği hissedilmektedir.

ÇOCUK IŞÇILIK ÇOK YAYGIN!

Otel işverenlerinin personel politikası stajyer öğrenciler üzerinden sürdürülüyor. Bu da

8

çocuk işçiliği hızla büyütüyor. Özellikle Mc Donald’s, Burger King gibi uluslararası şirketlerde 18 yaşından küçük çocuklar uzun mesai saatleri içerisinde mobbinge maruz bırakılarak, sigortasız ve güvencesiz çalıştırılıyorlar.

EN TEMEL HAKLAR YOK SAYILIYOR!

İşçiler sezon sonu işten çıkarılırken, işverenden almaları gereken kıdem, ihbar tazminatları, mesai alacakları, resmi tatillerden ortaya çıkan alacaklarını alamıyorlar. Çoğunlukla işveren tarafına dava dahi açılamıyor. Turizm işçilerine sezon sonunda askıya alma denilen ve yasal karşılığı olmayan bir uygulama ile işten çıkartılmıyormuş gibi gösterilip ücretsiz izin veriliyor. Bu durumda işsizlik maaşına dahi başvurulamıyor. Kadın işçiler hamile olduklarında sezon sonu işten çıkartılıp sezon başında ise işe çağrılmıyorlar. Çağrılan kadın işçiler ise sezon boyunca hamile kalmayacakları taahhüdünde bulunmak zorunda bırakılıyorlar. Böylece sezon kadınlar için bir tuzak haline getiriliyor. Bizler DİSK’e bağlı Devrimci Turizm İşçileri Sendikası ve bu sektörün çalışanları olarak yaşadığımız bu hak gasplarının beraber mücadele edilerek sonlanacağına inanıyoruz. Gücümüz de birliğimizden geliyor. Bunun için tüm sektör çalışanlarını sendikamız çatısı altında örgütlenmeye ve birlikte mücadele etmeye davet ediyoruz. Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! Yaşasın Sınıf Dayanışmamız! *Dev -Turizm İş Sendikası İstanbul Şube Sekreteri


Temmuz 2017 / Sosyalist Dayanışma

FAŞİZME KARŞI “KENAN BUDAK”LAŞALIM “Yürekli ölümlerin sevdalısı Uyanan şafağın çığlığı Aşkın ve yaşamın yaratıcısı Alaca kasırga Adı KENAN”

ve kahve dolaşırdı. İşçilerle sohbet ederdi. Mahalleyi ve insanları çok iyi tanıyordu. Kazlıçeşme ve Zeytinburnu’nda işçilerin Kenan’ı, yoldaşı, abisi, kardeşi oldu.”

“1952 yılında Erzincan’da yoksul bir ailenin çocuğu olarak başlayan onurlu bir hayat. İstanbul’a göç ve ortaokul ikinci sınıftan ayrılarak işçi sınıfına katılış. Kazlıçeşme’de genç bir deri işçisi. Gencecik yaşına rağmen kısa sürede bulunduğu her alanda güven veren kararlı, militan bir işçi önderi. Sefalet koşullarına mahkûm edilen deri işçilerinin örgütlenmesinin emektarı. Devrimci önder Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın öğrencisi, yoldaşı.”

Bu sözler onu anlatmaya yetmese de tanımamız için katkıda bulunabilir. Çünkü Kenan yoldaşın mücadele ve direniş tarihi ne benim kurduğum cümlelere ne de sayfalara sığabilir. Ben de Kenan Budak yoldaşın bizlere bıraktığı mücadele bayrağını taşımanın ve onu kavrama, anlama isteğinin verdiği cesaret ile kuruyorum bu cümleleri. Genç yaşına rağmen büyük sorumluluklar yüklenmiş yoldaş. DİSK Deri-İş sendikasının başkanı ve Sosyalist Vatan Partisi’nin MYK üyesiydi. O dönemlerde İstanbul’da işçi hareketinin en önemli merkezlerinden biri olan Zeytinburnu’nda geçmişti çocukluğu ve gençliği. Sosyalist, devrimci hareketlerle ve düşünceyle tanışmasıyla sendikal alanda görevler almış, deri ve tekstil işçilerinin örgütlenmesinde çalışmalarda bulunmuştu.

K

enan Budak yoldaşın 12 Eylül faşizmi tarafından katledilmesinin üzerinden tam 36 yıl geçti. 25 Temmuz 1981’de polisin açtığı ateşle “dur ihtarına uymadığı” gerekçesiyle öldürüldüğünde Kenan yoldaş 29 yaşındaydı. Cunta rejiminin tüm sendikacılara yaptığı “Teslim olun!” çağrısına uymadı. Sendikacıların Selimiye Kışlası’nda teslim olmak için sıraya girdiği zamanlarda Kenan Budak mücadele etmeyi seçti.

Yine onu anlatan yoldaşlardan biri “Kenan sendikacılığı pa-

rayla yapmayı, bir meslek olarak görmeyi reddederdi.” der. Sendikacılığı devrim ve sosyalizm mücadelesinin bir uğrağı, bir parçası olarak görüyordu. Kızıl bir devrimci sendikacıydı. Şimdilerde Kenan yoldaşın temsil ettiği devrimci sendikacılık çizgisini taşıyan sendikalar ve sendikacılar çok az. Cunta faşizmi işçilere sarı sendikaları bıraktı. Kenan yoldaşa sıkılan kurşun onun şahsında devrimci sendikacılığa sıkılmış oldu. Hala etkilerini yaşadığımız 12 Eylül faşizmi başka bir tarih yazmak için elinden geleni yaptı. Büyük etkilerini yaşadık hala da yaşıyoruz ancak fayda etmiyor. Kenan Budak’ın miras bıraktığı devrimci sendikacılar hala var bu topraklarda. Yoldaşları onun izinden gitmeye devam ediyor. Yine yoldaşlarından biri onun için bir yerde şu cümleleri kuruyor. “70’li yılların ikinci yarısında işçi semtlerinde gerilim ve çatışmalar sürekli artıyordu. Zeytinburnu’nda bu çatışmaların yoğunlaştığı semtlerden birisiydi. Bu gerilimlerden birisini Kenan bizzat yaşadı, uyanıklığı ve çevikliği sayesinden ölümden

TÜLAY YILDIZ

kurtuldu. Şabanağa’da her zaman oturulan kahvenin önüne kadar yaklaşmayı beceren bir faşist, silahını ona doğrulttuğu anda yerinden fırlayan Kenan, ayağından yaralanarak olayı atlattı.” Şimdi Kenan Budak’ı ve onun şahsında devrimci sendikacılık geleneğini daha fazla hatırlama zamanı. İşçiliğin köleliğe dönüştüğü, güvencesizliğin alabildiğine yaygınlaştığı her şeyin keyfiyetle yapıldığı, insanların üç kuruş için hayatından olduğu ama birilerinin saraylarda yaldızlı tabaklarda yemek yediği şu günlerde ancak Kenan Budak gibi devrimci işçi önderleri bunlardan hesap sorabilir. Kenan yoldaş sana söz, bıraktığın mücadele ve direniş bayrağını daha ileriye taşıyacağız. Anısına sonsuz bağlılığımızla…

Bir söz vardır “taşı aşındıran suyun gücü değil, sürekliliğidir.” Kenan Budak da mücadelede sürekliliğiyle, Eylül faşizminin en sıcak günlerinde yurtdışından pek çok sendikadan gelen davetlere rağmen ülkeyi, işçi sınıfını terk etmeyerek hedef haline gelmiştir. Sıradan bir sendikacı değildi. 12 Eylül faşizminin hedefinde olmasının nedeni de partili kimliği ve devrimci olmasıydı. Kenan Budak’ı tanıyan bir arkadaşı onu anlatırken şöyle söylüyor bir yerde: “Kenan, bir an bile boş durmazdı. İşçilerin örgütlenmesi için ev ev, atölye atölye, kah-

9


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2017

BONY ÇORAP DİRENİŞİNE HAKAN GÜRSES

B

en yaklaşık on yıldır tekstil sektöründe işçi olarak çalışmaktayım. Çalıştığım yıllar boyunca işçilere karşı birçok hak ihlallerine şahit oldum. Bizzat ben de bu ihlallere maruz kalan bir işçiyim. İşçilere karşı yapılan haksızlıklar sürekli benim zoruma gitmiştir. Hep düşünüyordum, işçilere karşı yapılan bu haksızlıklar nasıl son bulur? Beks Çorap’ta çalışırken birçok haksızlığa maruz kalmaktaydım. Hatta Beks Çorap’ta çalışırken 2008 yılında haksız yere işten tazminatlarım dahi

10

ödenmeden çıkartıldım. Bunun üzerine üzgün bir şekilde eve giderken Disk Lastik İş sendikasının tabelasını gördüm, sendikaların işçi hakkı savunduğunu bildiğim için kapısını çalarak içeriye girdim. Burada beni Kemal Baba olarak bilinen sendikacı karşıladı. Ardından iş yerinden neden çıkartıldığımı sordu. Ben de iş yerinde haksızlıklara itiraz etmem nedeniyle işten çıkartıldığımı söyledim. Bir süre sonra BATİS Sendikası avukatlarıyla tanışarak Beks Çorap’taki işçilik alacaklarımı almak için mahkemeye müracaat ettim. Ardından davayı kazanmam üzerine Avukat Sevgi Evren Köroğlu alacaklarımı ödemek için Çerkezköy Adliyesi’ne ça-

ğırdı beni. Orada Kemal Baba da vardı. Kemal Baba bana “BATİS Sendikası’nın Çerkezköy Temsilciliği açılacak oraya gelebilirsin.” dedi. Ben de ara sıra BATİS’e gidip gelmeye başladım. Bu sırada Bony Çorap isimli fabrikaya girmiştim. Bony Çorap’ta çalıştığım süre boyunca birçok arkadaşım tazminatsız işten çıkartıldı, iş yerinde çalışan işçilerin büyük bir kısmına mobbing uygulanmaktaydı, maaş adaletsizliği vardı, adeta çok iş yapanlar asgari ücret, patrona yakın ama az iş yapanlar daha çok ücret almaktaydı. İş güvenliği önlemleri neredeyse hiç alınmıyordu. Yanımda birçok arkadaşım meslek hastalığına yakalandı. Bony Çorap’ta çalışmaktayken ben de meslek hastalığına yakalandım. İş güvenliği materyalleri yetersizdi. Bir süre sonra tekrar BATİS Sendikası Çerkezköy Temsilciliği’ne giderek Bony Çorap’ta yaşanan haksızlıkları anlattım. Önceden tanıdığım Fahri Koçan bana mücadele ederek Bony Çorap’ta yaşanan


Temmuz 2017 / Sosyalist Dayanışma

NASIL KARAR VERDİM? haksızlıkların son bulabileceğini söyledi. Bunun üzerine mücadele etmeye karar verdim. İlk işim sendikaya üye olmak oldu. Ardından iş yerimize özel broşür bastırdık. Bastırdığımız broşürleri iş yeri içerisinde yasal olarak biz işçilere verilmiş haklar doğrultusunda yemek ve mola saatlerinde, yemekhane içerisi ve mola alanı içerisinde dağıtarak işçi arkadaşlarımızı BATİS Sendikası’na üye olmaya davet ettik. Bu Çerkezköy Organize Sanayi Bölgesi’nde nadir yaşanan bir olay olması nedeniyle işçiler, müdürler ve güvenlik görevlileri çok şaşırmıştı. Daha sonra birçok kez bu şekilde bildiri dağıtarak örgütlenme çalışmamızı sürdürdük. Broşürlerin içerisinde insanca geçinecek maaş, sosyal haklar ve insana yakışır iş talepleri vardı. Şu anda geriye dönerek yaptıklarımı düşündüğümde ne kadar güzel şeyler yapmış olduğumu daha iyi görüyorum. Bence asgari ücret işçi sınıfına yapılan en büyük haksızlıktır. Bony Çorap patronu işçileri sendikaya üye olmaya çağırmam nedeniyle maaşıma yaklaşık üç yıl boyunca zam yapmadı. Bir süre sonra sendikamla birlikte Çerkezköy İş Mahkemesi’nde yapılan adaletsizliğin son bulması için dava açtım. Mahkemem yaklaşık iki yıldır devam etmektedir. İş yerinde yaşanan haksızlıklarla ilgili diğer üye arkadaşlarımızla birlikte bulunduğumuz girişimler sonucu patron işçi temsilciliği seçimi yapacağını duyurdu. Ben de iş yerindeki haksızlıklara karşı mücadele etmek için adaylığımı açıkladım. Sendikamın da desteğiyle işçi temsilciliği broşürü bastırdım. İşçi temsilcisi seçilmem halinde işçi haklarını nasıl savunacağımı broşüre yazdım. Sadece ben değil aşağı yukarı tüm işçiler iş yerindeki haksızlıkları bilerek öfkeleniyorlardı. Ancak kendi-

lerine yapılan haksızlıklara karşı çoğu zaman en büyük tepki iş yerinden istifa etmekti. Bu durum patronun iş yerindeki haksızlıkları daha da çoğaltmasına yarıyordu. Çünkü haksızlık çoğalacak işçi istifa edecek, patron kazanacak. Bu durum patronun işine gelmesi nedeniyle haksızlık hiçbir zaman bitmiyordu. Fabrikada neticede çıksan da çıkarılsan da tazminat yok. Böyle olunca patron ilk işe girdiğimde on makineye baktırıyordu. Şu anda on yedi makine bakmaktayız. Patronun işçiyi insan yerine koymamasının apaçık delilidir bu. Bu sebeplerle patronun işçi temsilciliği seçimlerinde benim karşıma çıkardığı işçiler dahi bana “Bu işi en iyi sen yaparsın oyumuzu sana vereceğiz.” dediler. İşçi temsilciliği seçimlerinde işçilerin beni baş temsilci seçmelerinin üzerine patron beni yanına çağırdı. Odada iş güvenliği uzmanı, iş yeri müdürü ve diğer işçi temsilcileri vardı. Burada fabrika müdürü Nazan İğdeli “Burada konuştuklarımız burada kalır, işçilere bir şey söylemeyeceksin.” dedi. Ben de “İşçilerin temsilcisiyim, işçileri ilgilendiren konuları işçilere anlatacağım.” dedim. Bunun üzerine bir hafta sonra tazminatlarım dahi ödenmeden işten çıkartıldım. Patronun İşkur’a kötü niyetli bildirimi nedeniyle işsizlik maaşı da alamamaktayım. İşten çıkartılmamın üzerine bir hafta bekledikten sonra hiçbir şekilde benimle irtibata geçilmemesi üzerine sendikamla birlikte 26 Nisan 2017 tarihinde iş yeri önünde direniş başlattık. Bu süreçte birçok kez polis ifademize başvurdu. Mahkeme iş yerinin önüne yüz metre yaklaşmama cezası verdi. Olumlu anlamda gelişmeler de var me-

sela birçok işçi direniş boyunca destek ziyareti yaptılar. Şu anda direnişin 61. günü. Yılmadan, usanmadan direnişi sürdüreceğiz. Buradan Bony Çorap işçilerine BATİS Sendikası’na üye olma çağırısını yenileyelim. Çünkü sendikalı olmayınca insanca geçinecek koşullar ne yazık ki oluşturulmuyor. Bizim Bony patronu Hasan Gülkaya 2016 Tekirdağ ihracat birincisi olmasına rağmen işçilerini asgari ücrete mahkûm etmektedir. Oysaki bu yıl Bony Çorap üretim hacmini yüz milyon çift çoraptan yüz elli milyon çifte çıkarttı. Bunu yaparken işçileri yüzde elli artmadı. Ancak işçi sömürüsü yüzde elli arttı. Bu sayede bu kadar zenginliğe sahip olabiliyor patronlar. Ben BATİS Sendikası’yla tanıştığımda “Hak verilmez alınır!” sözünü öğrenmiştim. Bu sözün ne kadar doğru ve önemli bir söz olduğunu şimdi daha iyi anladım. Bu arada işçiler daha önceden işçi temsilcisi olmam nedeniyle benimle iletişime geçerek bayramda maaş ödeme günü olmadığı için patrondan bayram ikramiyesi beklediklerini patrona söylediklerini bana anlattılar. Patron işçilere beş liralık çikolata vererek “İkramiye yok, avans versem bile maaşınızdan keserim.” demiş. Bu şartlar altında Bony Çorap patronunun işçilere insanca geçinecek maaş ve sosyal haklar vermeyeceği kesinlik kazanmıştır. İşçiler birlik olarak BATİS Sendikası’na üye olursa geçinebilecek ücret için mücadele verebilirler.

Fabrikada neticede çıksan da çıkarılsan da tazminat yok. Böyle olunca patron ilk işe girdiğimde on makineye baktırıyordu. Şu anda on yedi makine bakmaktayız. Patronun işçiyi insan yerine koymamasının apaçık delilidir bu.

11


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2017

YÜRÜYÜŞ MEHMET YILMAZER

K

ılıçdaroğlu’nun yürüyüşü ile bazı kavramlar havada uçuşmaya başladı. “Adaletin aranma yeri” tartışıldı. Saray bunun “sokak değil parlamento” olduğu konusunda fetva verdi. Bütün Saray medyası tarafından sokak lanetlendi. Oysa 15 Temmuz sonrası sokağa ne çok övgüler yapılmıştı. Fakat Erdoğan ve AKP’nin unutkanlığı biliniyor. Öte yandan parlamentoyu oylamadan ibaret gören, çoğunluğun her şeyi yapmaya yetkili olduğu düşüncesine sahip olan AKP, bunu sık sık “milletin kararı” kavramı ile birleştiriyor. Oysa demokrasilerde tartışılmaz haklar vardır. İnsanlığın bir kaç yüzyıldır mücadelesinde ortaya çıkan insan hakları ve temel haklar artık parlamento oylamalarının dışındadır. Bunlardan birisi de gösteri hakkıdır. Saray bunu hak olarak değil “lütuf ” olarak görüyor. Eğer yürüyenlere dokunulmuyorsa bu Saray’ın bir lütfudur. 15 Temmuz darbesini “Allah’ın bir lütfu” olarak gören Saray, bunun nedenini çok kısa sürede açığa vurdu. Ülkeyi OHAL ile yönetmek, keyfiliğin zirvesine çıkmak için “darbe” gerçekten büyük bir lütuftu. Fakat aynı kavramı Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü için kullandığında Saray, demokrasi ile hiç bir bağının olmadığını bir kez daha ortaya koymuş oldu. Bu hatasını bir kez daha tekrarlamasa da “Türk tipi başkanlık sisteminin” Saray’ın lütuflarından ibaret bir sistem olacağını ağızından kaçırmış oldu. Bunlar yetmezmiş gibi, iktidar ortağı MHP’den “Biz de İstanbul’dan Ankara’ya yürürsek

12

ne olacak?” tehdidi geldi. Son klasik askeri darbenin üzerinden 37 yıl geçmesine rağmen “demokrasi” ve “haklar” konusunda o günlerden bir santim ileriye gidilmediği ortaya çıkıyor. Konu hala lütuf ve tehditler arasında sıkışıp kalıyor. Dönem çok ilginç, 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerini aratan günlerden geçiliyor. Yaşadığımız günlerin çok önemli bir kavşak noktası olduğu saflaşmaların taraflarınca iyi biliniyor. Saray hala Gezi isyanı ve 7 Haziran seçiminin yarattığı kabusla yatıp kalkıyor. Cemaat’in inanılmaz boyutlarda abartılması hep bu kabustan kurtulmak için yapılıyor. Saray, sonuçları tartışmalı referandumla bu kabustan kurtulmak için bir adım atmış olsa da henüz hedefinden oldukça uzaktadır. Ülkenin önünde hala iki yol vardır: Birisi “Türk tipi başkanlık sistemi” ile Saray’ın lütuflarına bağlı bir düzen; diğeri Gezi İsyanı ve 7 Haziran başarısının yolundan demokrasi mücadelesinin yükseltilmesidir. Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü ile ülkenin hala bu kavşak noktasında olduğu anlaşıldı. Neden bu ülkede Tanzimat Fermanı’ndan beri yüz elli yıldan fazla zamandır demokrasiye doğru mehter adımlarıyla yürünüyor? Hep bu lütuflar yüzünden! Yukarıdakiler lütfettiklerini bir zaman gelince geri alıyorlar. Tanzimat Fermanı’ndan sonra Abdülhamit’in otuz yılı aşkın OHAL dönemi geldi. Cumhuriyetle birlikte bu tablo fazla değişmedi. Cumhuriyet geldi, ancak bu topraklara hürriyet ya da demokrasi bir türlü gelemedi. Tek Parti döneminin yeterince yıpranmasının ardından ve önemli ölçüde de “dış güçlerin” baskısıyla demokrasi denemesine geçildi. Ancak Menderes ve DP, çoğunluk oylarına o kadar güvendiler ki, hürriyet nutuklarıyla geldikleri iktidarlarının ikinci döneminde hürriyetleri yasaklamaya başladılar.

Hatta bu yasaklama fırtınasında sıra sendikalardan sonra CHP’ye gelip dayanmıştı. O zaman hürriyeti lütfedenler, onu bir darbe ile DP’nin elinden aldılar. Aslında 27 Mayıs darbesiyle yeni bir demokrasi denemesi başladı. Ancak bu deneme ordunun ve karma ekonominin kontrolünde yürüyecekti. Bu yeni özgürlükleri kitleler yine ciddiye aldı, başta sendikalar olmak üzere yaygın halk örgütlenmeleri ortaya çıktı. Cumhuriyet tarihinin en yaygın işçi, öğrenci ve köylü hareketlerinin yaşandığı bir dönem başladı. Bu gidiş özgürlükleri lütfedenlerin canını fazlasıyla sıktı. 12 Mart askeri darbesini savunan generallerin gerekçesi çok öğreticiydi: “Toplumsal gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçmişti.” Askeri darbe bu nedenle “toplumsal gelişmeye” ayar vermekle görevliydi. Fakat 12 Mart darbesi bu görevini yerine getiremedi. Darbe günleri biter bitmez halk hareketi yeniden hızla yükseldi. Böylece “toplumsal gelişme ekonomik gelişmenin” iyice önüne geçti. 12 Eylül bu “dengesizliği” düzeltmek için büyük zulüm-

ler uyguladı. Toplumsal gelişim geriye çekildi. Siyaset yapma ve örgütlenme özgürlüğü en önemli darbeyi yedi. Özgürlükleri lütfedenler 1960 darbesinden beri yaşanan bütün gelişmeleri geri aldılar. Üstelik bir daha özgürlük ve demokrasi düşüncesi güçlenmesin diye siyasal İslam’ın yolunu açtılar. Sadece zor yetmiyordu, beyinler de kuşatılmalıydı. 1960’lar sonrası işlemeye başlayan darbe denklemi Ordu+TÜSİAD üzerinden yürümüştür. 12 Eylül bu denklemin en güçlü uygulaması oldu. Bu gerçeklikten dolayı bu ülkede askeri darbelerle birlikte faşizmin inşası hep Ordu+TÜSİAD ikilisinin yakın işbirliği ile yürüdüğü için faşizmin sahipleri bu güçler olarak görüldü. Bu tespit bütünüyle yanlış da değildi. 12 Eylül’den Özal’ın kazandığı seçimlerle biçimsel olarak çıkılmasına rağmen esasında hiç çıkılamadı. Ordu daha önceleri olduğu gibi kışlaya dönmedi. MGK her gün politikanın içinde oldu. Özgürlükleri lütfedenler, 12 Eylül sonrası özellikle Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadelesi etkili bir şekilde yükseldiği


Temmuz 2017 / Sosyalist Dayanışma

VE LÜTUF için bir daha böyle lütufta bulunmadılar. “Terörle mücadele” kabusu her şeyin üzerine çöktü. 1980 sonrası otuz yıl böyle geçti. Fakat bu otuz yıl Ordu+TÜSİAD ittifakını çürüttü. İki binlerin başında AKP “ileri demokrasi” ve “hukukun üstünlüğü” parolaları ile iktidara gelip ve bir müddet sonra Ordu+TÜSİAD denklemi işlemez hale gelince bu farklılığı demokrasi lehinde yorumlayanlar oldu. Hele Kürt sorunu için “çözüm süreci” başlayınca ülkenin uzun yıllar mahkum olduğu alın yazısının köklü bir değişimin eşiğinde olduğu sanıldı. Ancak lütuf anlayışı, bu yüzlerce yıllık kireçlenmiş anlayış bu süreçte de işlemeye başlamıştı. Siyasal İslam kendi iktidarını sağlamlaştırıncaya kadar özgürlükleri kısmen lütfetmişti. Fakat ne zaman Gezi İsyanı ve 7 Haziran seçim başarısı yaşandı, Ordu+TÜSİAD denklemi değişse de “devletin bekası” tehlike altında olduğu için lütuflar geri alındı. İçinde bulunduğumuz günlerin öncekilerden bazı önemli farkları vardır. 1950’lerden beri gelen egemenlik sistemi iki binli

yıllarda eskimişti. AKP iktidarı yeni bir egemenlik sistemi kurmak için on beş yıldır uğraşıyor. Ancak hala yeni bir egemenlik sistemi oluşturamadı. Tam tersine eski yapı tarikat savaşları ile iyice bozulunca geriye Saray’ın keyfi yönetimi kaldı. Şu sıralarda her şey Saray’ın emrindeymiş gibi görünse de, henüz kurumlaşmış bir egemenlik sistemi oluşmamıştır. Bu gerçeklikten dolayı her geçen gün keyfilik hem toplumsal kanallarda hem de devlet kurumlarında yayılmaktadır. Bu gerçekliğin arkasında cumhuriyet döneminde ilk kez gerçekleşen sivil darbe yatıyor. Bu sivil darbe 7 Haziran seçim sonuçlarından sonra Saray tarafından başlatıldı ve “Allah’ın lütfu” 15 Temmuz darbesinden sonra OHAL ile yapısal hale geldi. Bu süreçte büyük bir yalan sahnelendi. 15 Temmuz sözde darbesine karşı örgütlenmiş lümpen kalabalıklar demokrasi savunucusu olarak sunuldu. Ancak bu kalabalıklar Saray’ın keyfiliklerine karşı hiç bir zaman demokrasi için sokağa çıkmadılar. “FETÖ” ve “PKK terörü” ile

“Devletin bekasının” ve yukarıdan lütufların bilinç ve davranışları felç ettiği uzun dönemi geride bırakmanın zamanı çoktandır geldi. Saray eski dengeleri bozarken ondan da kötü yeni bir vesayet sistemi kurma yoluna çıkınca düzenin bütün güç ve değerler sistemi yerinden oynadı. Bu dönem demokrasi güçlerinin kararlı adımlar atma zamanıdır.

bilinçleri dondurulan bu kitlelerin demokrasi ve haklar umurlarında değildi; onlar için “Reis”in emirleri tek gerçeklikti. Geniş kitlelerin alışkanlık ve bilinçlerinden yukarıdan lütuf bekleme silinmedikçe bu topraklarda demokrasiye gidiş hep mehter adımlarıyla olacaktır. Yaşadığımız günler bu yolda fırsatların yakalanabileceği bir dönemdir. Geniş yığınlar yüz yılların alışkanlığı ile yukarıdan, kendi dışından beklentiye kapılma alışkanlıklarının kırılmalara uğrayacağı günlerden geçiyor. Kendi örgüt gücüyle hiçbir lütfa gerek duymadan adım atabilmenin olanaklarının arttığı bir dönemin içine giriliyor. Cumhuriyetin bildik denge ve denklemleri büyük değişime uğradı. Onların yerine siyasal İslam’ın renkleriyle boyanmış yenilerinin geçirilmesi kolay bir adım değildir. Saray, “Türk tipi başkanlık sistemi” ile bütün gücüyle bu yolda ilerlemeye çalışıyor. Yarattığı korku ve dehşet havasıyla bilinçleri dondurdu, davranışları kısmen felç etti. Ancak bu dehşet günlerinin etkileri zayıflıyor.

Hileli referandum sonuçları öfkeyi yükseltti; iki genç öğretim görevlisinin açlık grevi bir dönüm noktasının işaretini veriyor. Kılıçdaroğlu’nun İstanbul yürüyüşü, CHP’nin kendini aşma çabası olarak yorumlanabilir. “Devletin bekasının” ve yukarıdan lütufların bilinç ve davranışları felç ettiği uzun dönemi geride bırakmanın zamanı çoktandır geldi. Saray eski dengeleri bozarken ondan da kötü yeni bir vesayet sistemi kurma yoluna çıkınca düzenin bütün güç ve değerler sistemi yerinden oynadı. Bu dönem demokrasi güçlerinin kararlı adımlar atma zamanıdır. Lütuf düzeninin güçlü bir demokrasi cephesiyle kırılabileceği günlerdeyiz. Bunun sadece bir İstanbul yürüyüşü ile başarılamayacağı açıktır. Böyle günlerde her adımın bir anlamı ve önemi vardır. Demokrasi güçlerini büyütme ve lütfedenlerin etki alanını daraltma günlerinden geçiliyor. Yüz yıllık alın yazısının kırılma zamanı; zor, sancılı ancak kaçınılmazdır.

13


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2017

GEZİ’YLE BAŞLADIK, DAHA FAZLASINA İHTİYACIMIZ VAR ELİF CAN

Y

akın siyasi tarihimizde demokrasi, özgürlük, barış özlemlerine sahip kitlelerin ortak belleğine yazılan önemli tarihler oluştu. Gezi isyanı, 7 Haziran seçimleri ve son olarak 16 Nisan referandumu... Bu dönemlerde yaşadıklarımızın değerlendirmesini yapmaya, sonuçlar çıkarmaya devam edeceğiz. Şimdiden dersleştirmemiz gereken yönleri de var. Henüz hiçbiri kalıcı kazanımlar ya da kalıcı halk hareketleri yaratmış görünmüyor. Ama her birinin bir iz bırakmış olduğunu, o izin bir sonraki hareketin oluş koşullarını desteklediğini görüyoruz. Bir tür halk seferberliği diyebileceğimiz bu üç hareketin her birinin özgünlükleri var elbette. Temel ortak yönleri ise bu coğrafyanın doğusunu ve batısını ortak bir duygu ve hedef (ilkinde somutlanmamış olsa da) birliğinde yan yana getirebilmiş olmasıdır. Buradaki duygu; AKP/Saray rejiminin tüm sosyal-siyasal hayatı tek tipleştirerek kontrol altına almak için uyguladığı baskı, zulüm, keyfilik ve hukuksuzluğa

duyulan öfkedir. Hedef ise; bu istibdada “Dur” diyecek bir şeyler yapma çabası... İlkinde yani Gezi İsyanı’nda adı konularak ortaklaşılmış bir hedef değil bir duygu bütünlüğü ön planda idi. 7 Haziran, “Seni başkan yaptırmayacağız” şiarı etrafında toplanmış bir “HDP’ye baraj atlatma” hareketi oldu. HDP’nin barajı aşması başkanlığı engelleyebilmenin yeter değil ama gerek şartını oluşturuyordu çünkü. (7 Haziran gecesi ortaya ortaya çıkan ve sonrasındaki ileri atılmaların manivelası olacak olan “Başardık!” duygusu maalesef doğru siyasi hamlelerle sonuca götürülemedi.) 16 Nisan ise hayatlarımızı zapturapt alma konusunda şimdiden yolu yarılamış olan tek adam diktatörlüğünün kurumsallaşmış, yasal statüye kavuşmuş ve geri dönülmesi çok daha zor hale gelmiş bir faşizme dönüşmesine bir büyük itirazı içeriyordu. Asgari olarak parlamenter demokrasiye sahip çıkılması zeminine oturuyordu. Ne olması gerektiği değil ama ne olmaması gerektiği konusunda hedef birliği vardı. Bu üç hareketin ortak noktası bize, sokakta bir kitle mobilizasyonunun nasıl inşa edilebileceğinin hareket noktalarını gösteriyor: AKP/Saray faşizmine karşı duygu ve hedef birliği yaratacak bir mücadele hattı inşa etmek... Taleplerimizin kesişim küme-

sini ortak hedef/ler haline dönüştürmek... Çok benzeşenlerin daha çokta yan yana gelmesini engellemeyecek bir yaklaşımla, farklılıklarımızla yan yana duracağımız hedefleri somut olarak ortaya koymak... 16 Nisan sonuçları böylesi bir hedef etrafında yan yana gelebilecek bileşimin haritasını büyük oranda ortaya koydu. Mücadele esnasında buna eklenecek kesimler olabilir. Ana gövde ortaya çıkmıştır. Bu hareketin sokakta inşa edilmesi konusunda kitlelerin ön yargıları azımsanmayacak oranda aşılmış durumda. YSK hilesiyle sandıktan Evet çıkartılmış olması sandığa olan güveni, seçimlere dönük beklentileri tahrip etmiştir. Diğer yandan şu sıralar Bolu civarında süren ve ne şekilde sonuçlanacağı belli olmayan Kılıçdaroğlu’nun “Adalet Yürüyüşü” de büyük kitle mobilizasyonları açığa çıkarmasa da kitleler ile sokak arasındaki ilişkinin ısınmasına hizmet etmiş/ edecek görünüyor. En azından Hayır Meclislerinde yan yana gelen, referandum sonrasında hayır bloğunun aktif sokak ayağını oluşturan kesimler epey bir sönümlermiş görünse de bir kıvılcımla harekete geçme potansiyelini taşıyor. Oradaki öfke ve harekete geçme isteğinin sönümlenmemiş olduğunu çeşitli vesilelerle görüyoruz. Önemli bir başlangıç noktasıdır. Şimdi görev tüm bu kesimleri döküp saçmadan somut de-

14

mokratik hedefler ekseninde yan yana getirmektir. Yelpazenin genişliği düşüldüğünde bu hedeflerin çok ileri talepleri içeremeyeceği açıktır. Bu talepleri tüm Hayırcılar olarak yan yana gelip konuşup tartışarak bulabilmemiz de pek mümkün görünmüyor. Burada gösterilmesi gereken maharet, tüm bu kesimlerin etrafında toplanacağı hedefi, söylemi, hareket tarzını inşa edecek bir politik önderliktir. Bu söylem ve hareket tarzının çağrıcılığı hedeflenen tüm kesimleri yan yana getirecektir. Kılıçdaroğlu’nun şimdi denediği kendi meşrebince budur. Olası bir hareketin politik merkezi olmaya çalışıyor. Ancak Kılıçdaroğlu’ndan, onun temsil ettiği organizasyondan ya da onun daha sağından sonuç alıcı bir tutarlılıkla bunu yapmasını beklemek ham hayaldir. Bu görev Türkiyeli sosyalistlerin ve Kürt Siyasi Hareketi’nin omuzlarındadır. Bunun için HDP ve dışındaki sosyalist hareketlerin, demokrasi güçlerinin bir an önce bir “demokrasi cephesi”nde yan yana gelmesi önemlidir. Bu cephe bütün Hayır bloğunun ve mümkünse daha geniş kesimlerin yan yana geleceği bir talepler manzumesini ve hareket planını ortaya koymalı. Tüm hedef kitlenin “evet benim talebim” diyeceği şeyler olmalı bunlar. Ve herkesin kendi yordamınca sahiplenebileceği bir hareket planı olmalı. Bu hareket planı demokrasi talep eden güçleri büyütmeli, güçlendirmeli. Bir demokrasi cephesi kurmadan hareket etmeye çalışılırsa -ki şu an yaşanan odur- kararlı, sonuç alıcı bir mücadele hattının başarı şansını azaltacaktır. Önümüzdeki on yılların şekilleneceği zamanlardan geçiyoruz. Kendi siyasi hedeflerini garanti altına almak için her yolu mubah gören bir rakip ve sınırlı bir zaman var önümüzde. Elimizi çabuk tutalım.


Temmuz 2017 / Sosyalist Dayanışma

VİTRİNLERE DEĞİL, GÖKYÜZÜNE BAK! “Burası Politeknik... Size, Özgür Savaşçılar konuşmakta... Size, çocuklarınız konuşmakta... Kahrolsun cunta! ABD dışarı! Kahrolsun faşizm! Yunanistan halkı, sokağa çıkın ve bizim yanımızda olun. Bu mücadele diktatörlüğe ve cuntaya karşı evrensel bir mücadele! Sadece siz bu kavgayı verebilirsiniz.”

17

Kasım 1974 yılında Yunanistan gençliği darbeye ve faşizme karşı büyük bir direniş gerçekleştirdiler. 1967 yılında Yunanistan’da Albay Papadopoulos liderliğindeki albaylar cuntası darbe gerçekleştirdiler. Politeknik Direnişi’nin ilk işareti olarak Şubat 1973’de Atina hukuk üniversitesi öğrencileri üniversiteyi işgal ederek cuntaya karşı direnişi başlattılar. Polisin saldırılarına rağmen sonuna kadar direndiler. Bu direniş bir yıl sonra gerçekleşecek olan Politeknik Direnişi’nin habercisiydi. Politeknik Direnişi’nin ilk kıvılcımı 14 Kasım 1974 tarihinde atıldı. Politiknik Üniversitesi öğrencileri boykota başlayıp, okulu işgal ettiler. Öğrencilerin hedefi direk sistemdi. En öne çıkan sloganları “Ekmek! Eğitim! Özgürlük!” ve “Bugün faşizm gidecek!”di. Üniversiteyi işgal eden öğrenciler hemen işgal komitesi kurup, manifesto çıkarıp işgal edilen Patision Caddesi’ne dağıttılar. Politeknik Direnişi’ni başlatan üniversite öğrencileri “Özgür Savaşçılar” ismiyle kurdukları radyo istasyonundan Maria Damanaki’nin ağzından işçilere, emekçilere ve tüm Atina halkına şu çağrıyı yapıyorlardı: “Burası Politeknik... Size, Özgür Savaşçılar konuşmakta... Size, çocuklarınız konuşmakta... Kahrolsun cunta! ABD dışarı! Kahrolsun faşizm! Yunanistan halkı, sokağa çıkın ve bizim yanımızda olun. Bu mücadele dikta-

törlüğe ve cuntaya karşı evrensel bir mücadele! Sadece siz bu kavgayı verebilirsiniz.” Üniversite öğrencilerinin bu işgali Yunanistan’da büyük bir etki yarattı. Faşizme, diktatörlüğe karşı öfke biriktiren herkes Atina sokaklarına akın etti. İşgalin etkisi şehrin sınırlarını aşmış, ülke çapında cunta düşmanlarının desteğini kazanmıştı. Topraklarına el konulmasını protesto eden Megara’dan bir köylü komitesi, Politeknik işgaline desteklerini bildirmek için ziyarete geliyorlardı. Radyo şu sözlerle duyuruyordu bu desteği: “Megara halkı öğrenciler ve işçiler yanında ayağa kalkıp savaşacaklarına söz veriyorlar... Bu ortak bir kavga... Kendi yaşamlarını belirlemek isteyen Yunanistan halkı için. İlerleme yolunda yürümek için. Temel gereksinim diktatörlüğü devirip demokrasiyi kurmak.” Cunta genelkurmay binası önünde eylem yapan halka tanklarla, silahlarla saldırarak 20 kişiyi katletti. 17 Kasım gününde üniversiteye ilk müdahale yapılarak tanklarla üniversitenin duvarlarını yıkarak içeri girdiler. Cuntanın bu müdahalesinde toplam 75 kişi katledildi. Sonrasında gelişen mücadeleyle Politeknik Direnişi’nin etkisi ile albaylar cuntası yıkılıyor. Albaylar cuntası yargılanarak

idam cezasına çarptırılıyorlar. İdam cezası sonra ömür boyu hapse çevriliyor. Politeknik Direnişi ile albaylar cuntasının iktidardan düşmesi, Avrupa’da hayatta kalabilen son askeri diktatörlüklerinin de çözülüşü sürecini tetikleyerek bir anlamda domino etkisi yaratıyor. 1974’te Portekiz’de Salazar ve 1975’te İspanya’da Franco diktatörlükleri tarihe gömülüyor. 1973 Kasım ayında yaşanan Politeknik Direnişi, Yunanistan’daki sokak muhalefetinin de ileriki yıllarda, mücadelesinde esin kaynağı oldu. Direnişten 35 yıl sonra 2008 Aralık ayında anarşist genç Alexis’in polis tarafından katledilmesi sonucu devlet terörüne karşı direnmek için alanlara çıkanlar Politeknik Üniversitesi’ni “Vitrinlere Değil, Gökyüzüne Bak” sloganıyla bir kez daha işgal ettiler ve yaklaşık bir ay sürecek isyan hareketini buradan başlattılar. Sömürenler tarihi hep kendisinden başlatarak ele alırlar. Ama bir de halkların, yoksulluğa sömürüye, faşizme karşı direnme tarihleri vardır. Yukarıda anlatılan da Yunan halkının diktatörlüğe karşı vermiş olduğu olağanüstü direnişin tarihidir. Bu tarih dünyada faşizme ve diktatörlüğe karşı ayağa kalkan halkların tarihidir. Sömürüye,

KENAN DEMİR

yoksulluğa sessiz kalmayan halkların tarihidir. Yunan gençliğinin diktatörlüğe ve faşizme karşı başlattıkları direniş Yunanistan’da önemli bir etki ve bir direniş geleneği yaratmıştır. Bugün Nuriye ve Semih’in Yüksel Caddesi’nde başlattıkları direniş, açlık grevlerine dönüştü ve zindanda açlık grevleri ile büyük bir direniş sergiliyorlar. Bu direnişleri gittikçe sokaklara yayılıyor. Devletin her yaptığı hamle kitlelerde büyük bir öfke biriktiriyor. Keyfilik hat safhada artıyor. İstediğini gözaltına alıyor, istediğini tutukluyor. Kürdistan’da zırhlı araçları ile insanlar katlediliyor. Ortada artık ne bir anayasa var, ne de bir hukuk. Tamamen keyfilikle faşizmin yasası uygulanıyor. Bu her diktatörlüğün sıkışmışlık göstergesidir. Ne ellerinde bir politika ne de bir taktikleri var. AKP faşizmini tarihin çöplüğüne göndermek bizim görevimizdir. Ancak bunu örgütlü, topyekün bir mücadele ile başarabiliriz. Ve bu halklarımıza olan borcumuzdur. Faşizme karşı direnmek haktır.

15


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2017

PATIKTEN VAGONA PEMBE HAYATLARA HAPSOLMAYACAĞIZ! ELİF IRMAK

D

oğumdan ölüme yaşam skalasının her aşamasında pembenin nesnelere, olaylara, kişilere giydirildiği her örnek kadını anlatmak için kullanıldı. Daha ilk yıllardan bebeklerle şımartılan kız çocukları annelik rolüne hazırlandı. Erkek çocukları da silahla, topla, tüfekle korkusuzlar olarak yetiştirilirken ileride “bayan sürücü”ler gibi olmasınlar diye de maket arabalarla büyütüldüler. Toplumsal cinsiyet rollerini belirt-

16

mek için yapılan bu ayrım erkeği maviye bürümek yoluyla aynı zamanda cinsiyeti de erkek ve kadına indirgeyerek farklı cinsel yönelimleri yok saydı. Pembe patikten pembe vagona bu cinsiyet ayrımcı uygulamalar kime hizmet ediyor? En son Bursa’da gündeme gelen pembe vagon uygulaması duyulur duyulmaz yalnızca Bursa’da değil tüm Türkiye’de kadınların tepkisini topladı. Kadınlar pembe vagona, bulundukları illerde çeşitli eylemliklerle karşı çıktılar. Bu uygulamanın tartışmalı olduğu günlerde İstanbul Pendik’te başka bir toplu taşıma aracında Melisa Sağlam şort giydiği için saldırıya uğradı. Üst üste yaşanan bu olaylar “pembe vagona bin, tekmelerden korun” demek

gibi bir şeydi. Malatya’da da benzer bir anlayışla pembe otobüsü duymuştuk. Diyorlar ki “Pembe otobüse binmeyip, karma otobüse binen kadınlara şüpheyle bakarız!” Bu kadın düşmanı uygulamaları savunan kişiler “Pembe vagona binmeyen kadınları taciz etmek de haktır.” diyorlar zaten! İşte kadınlar açısından da bu karşı çıkışların anlamı bu geri bildirimlerde kendi haklılığını ortaya koyuyor. Kadın bedenini kontrol eden erkek, kadın bedeni üzerinde her türlü tasarrufu maalesef kendinde hak görüyor. İşte biz kadınlar bundan dolayı “kadını erkek şiddetinden korumaya yönelik bu uygulamalar”ın daha baştan sonuçsuz ve ayrımcı olduğunu söylüyoruz. Erkek şiddetini, ortaya çıkması ‘kaçınılmaz’ bir olgu olarak ortaya koyma anlayışı erkek egemen zihniyete aittir. Ve erkek egemenliği şiddeti sürekli var etmek ister. Kadını da korunması gereken bir varlık, narin bir çiçek olarak kodlamak diğer bir taraftan da şiddeti olağanlaştırmaktır. Şiddet yoluyla kadın denetim altında tutularak aslında amaçlanan erkek egemenliğinin de devamını sağlamaktır. Melisa Sağlam, İstanbul Pendik’te şort giydiği için Ercan Kızılateş adlı şahıs tarafından saldırıya uğradı. Görüntüyü izleyenler kadınların pembe vagona neden karşı çıktıklarını sorup duruyorlar! Bu uygulamanın toplu taşımada çığır açtığını söyleyenler oldu. Bu adımın kadınlar için kurtuluş olduğunu söyleyenlerin, şiddetin ortadan kalkması gerektiği fikri ise hiç aklına gelmemiştir. Ercan Kızılateş serbest bırakılmasının ardından kadınların dayanışmasıyla ortaya konan tepkilerden sonra tutuklanarak cezaevine konulabilmiştir. Bir ayrımcılık örneği de bü-

yükşehir belediyelerinin otobüslerinden geldi. Kadınlara belli bir saatten sonra istediği durakta inme-binme hakkı veren bir uygulama ile karşılaştık. Bu uygulamaya göre belli bir saatten sonra kadınlar durak olmaksızın istedikleri güzergâhta belirttikleri takdirde inebilecekler. Öncelikle bu uygulama belli bir saatten sonra sokakta olan kadınları bir kategori olarak ayırmaktadır. Ve bu söylem ayrımcı bir söylemdir. Biz bu uygulamayı pozitif ayrımcılık olarak görmüyoruz. Geceler de sokaklar da bizimdir. Devletin üzerine düşen gecelerde açığa çıkabilecek her türlü olayda vatandaşlarının güvenliğini almaktır. Mesele pembe vagon ihtiyacının nereden doğduğudur. Asıl olan kadınlara yönelik şiddetle, tacizle, tecavüzle mücadele etmektir. Ve erkek adalet değil gerçek adalet için hesap sormaktır. Bizler pembelere sarılmış, vagonlar, otobüsler değil özgürce seyahat yapabildiğimiz, yürüyebildiğimiz, soluk alabildiğimiz bir hayat istiyoruz. Bunu ancak biz kadınlar erkek egemenliğine, şiddete tacize, tecavüze karşı sürdürdüğümüz mücadelemizle kazanabiliriz. Geceleri de sokakları da meydanları da otobüsleri de vagonları da özgürleştirmek bizim ellerimizdedir. Erkek adaletin güya kadın korumacı politikaları biz kadınları özgürleştirmek şöyle dursun bizleri pembe hayatlara daha fazla mahkûm edecektir. Pembe patikten pembe vagona pembe hayatlara hapsolmayacağız! Tacizi, şiddeti olağan gören zihniyetle mücadele edecek, kadınlar için özgür alanları mücadelemizle kazanacağız. Yaşasın Kadın Dayanışmamız! Melisa Sağlam Yalnız Değildir!


Temmuz 2017 / Sosyalist Dayanışma

ALIŞIN BURADAYIZ GİTMİYORUZ YÜRÜYORUZ

v

Son iki yıldır Valilik engeline yakılan onur yürüyüşü bu sene de Valilik yasağı ile polis şiddetine açık hale geldi. 35 LGBTİ+ aktivisti gözaltına alındı, gözaltında zorla Kur’an dinletilerek işkence edildi. Yetmedi Alperen Ocakları tarafından defalarca tehdit edildi ve yürüyüş sırasında ‘sivil’ gruplar tarafından saldırı girişimlerine maruz kaldı. Önceki sene TOMA’nın suyuna, polisin gazına direnen Hande Kader’in yoldaşları yine alanlarda korkusuz ve direngendiler. Tüm yasaklara rağmen Taksim’in her yerinde, üzerinde gökkuşağı resmi olan tişörtlü bir genci tişörtünü çıkarttıktan sonra caddeye alan polis zihniyetine karşı basın açıklamasını Taksim’in her yerinde farklı gruplar halinde yaparak bulundukları her alanı direniş alanı haline getirdiler. Hayatın renklerinden bihaber ‘güvenlik’ güçlerine çok güzel bir ders verdiler. Öyle ki yürüyüş sırasında yaşanan bir olay güvenlik güçlerinin birçok kez nasıl komik duruma düştüğünü gösterdi. Olay şöyle gerçekleşti: “İstiklal’in girişinde 3 kişi polis tarafından durdurulduk. Bedreddin renkli gömlek giydiği için -Evet tam olarak geçerli sebepleri buydu- ‘Renk hassasiyeti var İstiklal’e giremezsiniz.’ dedi. Neyse bir takım politik savunmalardan sonra baktım anlamıyor. Sadece şunu söyledim: ‘Ya ne alakası var gökkuşağında yeşil olmaz.’ Ve polis koridoru açıldı. İşte böyle... Böyle gri beyinler aşkı yasaklamaya çalışıyorlar. Not: Gökkuşağında yeşil var.” Bunun üstüne Mis Sokak’ta bekleyen polislere “Bekleme yapma, devam et!” diyerek tüm sokağın kahkahalara boğulmasına sebep olan LGBTİ+’ler o eski güzelliğini kaybeden Taksim’i yine

rengarenk yapmıştı. Son dönemde Ramazan Bayramı’na denk gelmesiyle meşruluğu tartışılan ve sürekli tehdit alan yürüyüş bu sene de Ramazan Bayramı’nın ilk gününe denk gelince devlet ve Alperen Ocakları tarafından yasaklarla ve tehditlerle karşılanmasına rağmen LGBTİ+’lerin mesajı belliydi: “Aşkım geldim, yoktunuz!” Onur Yürüyüşü Komitesi’nin Taksim’in her köşesinde farklı gruplar halinde okuduğu basın açıklaması ise şöyle: “2017 İstanbul Onur Yürüyüşü engellendi! Saat 18.00’da hepinizi bulunduğunuz yerlerden canlı yayın yaparak basın metnini okumaya davet ediyoruz! #İstanbulOnurHaftası #IstanbulPride “15.’sini bugün kutlayacak olduğumuz, özlediğimiz İstanbul LGBTİ+ Onur Yürüyüşü’müz, İstanbul Valiliği tarafından bir kez daha yasaklandı. “25. İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası Komitesi olarak, bundan 20 gün önce İstanbul Valiliği’ne yürüyüşümüzün yer ve tarihini bildirip görüşmeyi talep etmemize rağmen bir karşılık alamadık. Valilik bir açıklama yaparak en demokratik hakkımız olan yürüyüşümüzü, planlandığımız günden bir gün önce, itiraz hakkımızı da engelleyerek yasakladığını ilan etti. Türkiye’de 25 yıldır Haziran’ın son haftasının İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası olarak kutlandığını ve 15 yıldır da Haziran’ın son pazarı gerçek-

leşen Onur Yürüyüşü’nü yedi cihan bilmektedir. Basın açıklaması haktır, protesto haktır, örgütlenme, itiraz ve mücadele etme haktır; izne tabii tutulamaz. “Valiliğin yasak açıklamasında gösterdiği nedenler, tam da bizim bu yürüyüşü yapma sebeplerimizdir. Evet yaptığımız çağrıya ‘toplumun farklı kesimlerinden çok ciddi tepki gösterildiği görülmektedir’, ancak 12 yıl boyunca coşkuyla gerçekleşen barışçıl bir yürüyüşe tepki gösterilmesinin asıl nedeni nefrettir. Bu bahsedilen kesimlerin başlattığı linç ve savurduğu tehditler, ‘ciddi bir tepki’ değil, kamuya karşı işlenmiş bir suçtur. Toplumun farklı kesimleri tepki göstermiştir, toplumun kendisi ise haftalardır bu yürüyüşe katılmayı beklemektedir. İstanbul Valiliği verdiği yasak kararıyla toplumun değil, suçluların yanında durduğunu göstermiştir. “Valilik ‘başta katılımcılar olmak üzere vatandaşlarımızın ve gezi amacıyla bölgede bulunacak olan turistlerin güvenliği ve kamu düzeni’ bahanesiyle yürüyüşümüzü yasaklamıştır. Bizleri dört duvar arasına hapsederek, gizlenmemizi isteyerek, örgütlenmemiz ve görünür olmamız engellenerek ve bizi tehdit edenlere cesaret vererek güvenliğimiz sağlanamaz. Bizlerin güvenliği, ne kadar güçlü, ne kadar kalabalık, ne kadar cesur olduğumuzu göstermekle sağlanacaktır. Güvenliğimiz insan haklarının,

SİDAR ARSLAN

ayrım gözetmeksizin tüm insanların haklarının ve toplumsal barışın korunmasıyla sağlanacaktır. Güvenliğimiz anayasada tanınmamızla, adaletin sağlanmasıyla, eşitlik ve özgürlükle sağlanacaktır. Güvenliğimiz, LGBTİ+ Onur Yürüyüşlerinin gerçekleştiği bir ülkede yaşamamızla sağlanacaktır. Bizler korkmuyoruz, bizler buradayız, bizler değişmeyeceğiz. Siz korkuyorsunuz, siz değişecek, siz alışacaksınız. Bizler 12 yıl boyunca bu caddeyi gökkuşağı renklerine boyadık, özgürlüğün sözünü söyledik, beraber yaşamanın, yürümenin güzelliğini tüm dünyaya gösterdik. Yine buradayız, şimdi de onurumuz için kararlılıkla mücadele edeceğimizi gösteriyoruz. “Bizler aşkın ve cinsiyetin devrimini ilan edenleriz. Bizler dışlanan, görmezden gelinen, yılmayanlarız. Bizler yalnız değiliz, yanlış değiliz, vazgeçmiş hiç değiliz. Valilikler, hükümetler, devletler değişir, biz kalırız. Tehditler, yasaklar, baskılar vız gelir bize vız. Yürüyüşümüzü özlüyoruz, yürüyüşümüzden vazgeçmiyoruz. İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası’nın 25. yılını kutluyoruz, gurur duyuyoruz. Kudurun ayol!”

17


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2017

DİRENİŞİMİZ SESSİZLİĞİMİZDEN BÜYÜK OLSUN SİDAR ARSLAN

G

itgide öfkem de umutsuzluğum da artıyor. 108 gündür sadece işlerini geri almak için açlık grevindeler. Nuriye ve Semih’in her an ölüm haberini alabiliriz. Ve dahası -yakınlarından ve bu haberi duymak istemeyen herkesten özür dileyerek -bana kalırsa ya geri dönüşü imkansız hasarlarla aramıza dönecekler ya da çok yakında ölüm haberlerini alacağız. Devletin tutumu ve az sayıda insanın bu taleplerin savunucusu olarak sokaklarda olması buna işaret ediyor. Hepimiz hayatlarımıza devam ediyoruz. Edeceğiz de elbet. Ama onurdan ve güzel yarınlardan uzakta bir gelecek olacak bu. Çünkü Türkiye toplumunun en muhalif kesimlerine baktığımda bile büyük oranda sinmişlik görüyorum. Olanı biteni izlerken uyuşturucu gibi çekirdek çıtlıyor kötü haberlerin hipnozundan kurtulamıyoruz.

18

Nuriye gibi, Semih gibi ve Veli gibi insanların varlığı iyi geliyor elbet. Ama o ateşe kendimizi katmadıkça sadece yalnız ve boşlukta yanıyor ve sönüyorlar. Bir kaç yüz/bin/milyon kişi küllerini törenlerle, büyük laflarla ‘sonsuzluğa’ uğurluyoruz. Sonra o korku içinde yaşadığımız evlere, sokaklara, mahallelere geri dönüyoruz. O kadar aynı ki her şey kimse umutsuzluğa düşene kötü gözle bakmasın. O kadar kolay ki ölmek kimse ölümü kanıksayanı yadırgamasın. Veli Saçılık’ın eşinin evlilik yıldönümünde yazdığı yazıdaki yer dönüyor aklımda: “Yapacak şey belliydi: Direnmek... Ama nasıl?” Bunun gibi şeylerden tutunmaya çalışıyorum umuda. Ama öyle şeyler aldı ki bu güruh bizden, öyle çok canımızı yaktılar ki; ne yargılanmaları ne de onları destekleyen insanların fare gibi deliklerine saklanmaları

beni tatmin edecek. Bu topraklardan bu karanlığı sökmek çok güç. Bu sebeple benim içim sanırım bu çağda soğumayacak. Direnmenin, onurun ve umudun önemi mutlak. Ama vicdan bu topraklarda bu kadar kör sağırken konuşmaktan, yazıp çizmekten ötesine geçip bağırmak, sokaklarda yürümek de yetmiyor. Seni görmek isteyen görüyor, istemeyen görmüyor. İstersen 100 kişi yürü ister 1 milyon... En yakınımda kim derin uykuda ise gidip gerçek anlamda bir tokat atıp uyandırasım geliyor. “Ne oldu, neden vuruyorsun?” dediğinde de anlatmaya başlamak istiyorum. Ve her şeyden öte ölümün kıyısında bile bizlere umut aşılayan selam gönderen bu iki yürekli insanı hasretle öpüyorum. Umarım direnişimiz utancımızdan büyük olur.


Temmuz 2017 / Sosyalist Dayanışma

ÜNİVERSİTELERDE ÜLKÜCÜ ÇETELER NEDEN SALDIRIYA GEÇTİ?

Ü

niversitelerimiz bu dönemi ülkücü çetelerin saldırılarıyla kapattı. Saldırılar, özellikle Ankara Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi’nde yoğunlaştı. Saldırılarda, çok sayıda devrimci öğrenci yaralandı, gözaltına alındı. Yine bu saldırılara, üniversite yönetimlerinin devrimci öğrencilere yönelik disiplin soruşturmaları eşlik etti. Bu planlı, sistemli saldırıların arka planında yatan neden çok açık: “AKP’nin üniversiteleri fethetme harekatı!” AKP, neden üniversiteleri hedef tahtasına yerleştirdi? Kendi ideolojileri doğrultusunda hızla inşa etmeye soyundukları diktatörlük rejimi, tüm toplumsal alanları kapsamaya çalışıyor. Ülke, tepeden tırnağa bu anlayış ekseninde yeniden şekillendiriliyor. Üniversiteler, “kapsanmadık alan bırakmamacasına” büyük bir iştahla yürütülen “fetih harekatı”nda özel bir yer tutuyor. Üniversiteler, AKP’nin kapsamakta, fethetmekte en fazla

zorlandığı alanlardır. Akademisyenleriyle, öğrencileriyle, tüm bileşenleriyle üniversiteler, diktatörlük rejiminin “fetih harekatı”na karşı güçlü bir direniş odağı konumundadır. Zira üniversiteler, diktatörlüğün yüreğini ağzına getiren o büyük isyanın, Gezi’nin ana güçlerindendir. 12 Eylül faşizminin paspas ettiği “kayıp kuşağın” ardından gelen yeni kuşaktır Gezi’yi yaratan. Bu kuşak, “diktatörlüğe karşı özgürlük” parolasıyla sokaklara taşmıştır. Özgürlük için çarpan genç yürekler, bugün üniversitelerde atmaya devam etmektedir. Bu yürekleri susturmaya gücü yetmeyen AKP, ülke genelinde birçok alanda kurmayı başardığı hegemonyayı, üniversitelere taşıyamamaktadır. Akıldışı yasaklar ve baskılarla başlayan “fetih harekatı”nda neler yaşandığı bilinmektedir. Üniversiteler polis işgali altındadır. Polis ve özel güvenliklerin saldırıları, akıl almaz keyfilikler boyutuna varmıştır. Bu saldırıların hedefinde olan özgürlüğün sa-

vunucusu öğrenciler, eş zamanlı olarak üniversite yönetimlerinin disiplin cezası fırtınasıyla karşı karşıya kalmıştır. Diktatöre biat etmeyen akademisyenler, okullardan atılmıştır. Saldırılara, polis ve rektörlük destekli cihatçıülkücü çeteler de eşlik etmiştir. “Fetih harekatı”nın son halkası olarak, özgürlük savunucularından boşaltılacak alana bu dindar-kindar neslin temsilcilerinin yerleştirilmesi planlanmaktadır. Bu şekilde harekat başarıyla tamamlanmış olacaktır. Son günlerde tırmanan ülkücü çete saldırıları, bu kapsamlı planın parçasıdır. Ankara Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi’ne özel bir yoğunlaşma içerisinde olmalarının nedeni de her iki üniversitenin diktatörlüğe karşı gelişen direnişteki öncü pozisyonlarıdır. Peki, AKP bu planında ne ölçüde yol alabilmiştir? Özgürlükten yana akademisyenlerin kapı dışarı edildiği, devrimci öğrencilerin disiplin soruştur-

DENİZ ARTİN

malarıyla, polis işgaliyle ellerinin kollarının bağlandığı bir üniversite fotoğrafı, harekatın başarılı bir gidişatta olduğunu mu anlatmaktadır? Kesinlikle hayır! Onca saldırıya rağmen üniversiteler, diktatörlüğün başının belası olmaya devam etmektedir. Okullarından atılan akademisyenler, “Bize her yer üniversite!” diyerek büyük bir kararlılık ve moralle akademik çalışmalarına devam etmektedir. Zorbalıkla yolları kesilen, elleri kolları bağlanan öğrenciler, özgürlüğe yürüyüşlerini sürdürecek yeni yollar açmayı başarmıştır. AKP’nin üniversiteleri “fethetme harekatı”, her şeye rağmen üniversitelerde yol alamamıştır. Görünen odur ki alamayacaktır da...

19


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2017

ORTADOĞU’DA NEFESLER M. SİNAN MERT

Ortadoğu’daki fay hatları İran ve Suudi cepheleri, ABD ve Rusya rekabeti bağımsız hareket etmeye çalışan aktörler için hem olanaklar hem de riskler yaratıyor. Çok fazla sayıda aktör ve çok fazla gerilim, sürecin istikrar kazanmasını zorlaştırıyor.

S

osyalist Dayanışma’nın geçen sayısındaki “Trump, Işıklı Küre ve Brzezinski” yazısı hazırlandığında Katar’a ültimatom henüz verilmemişti ancak orada şöyle bir değerlendirme yapılmıştı: “Ne olursa olsun Suudi Arabistan kraliyet ailesi, Libya’daki ABD Büyükelçisi öldürülüp Hillary Clinton dışişleri bakanlığı koltuğundan ayrılmak zorunda kaldığından beri ilk kez rahat bir nefes aldılar. Hatta bu pozisyonlarından güç alarak Katar şeyhi üzerindeki baskıyı da arttırdılar. Malum Türkiye’nin Körfez’deki petrodolar kaynağı Katar’ın Müslüman Kardeşler ile kurduğu ilişki, Suudi ArabistanMısır ittifakı tarafından sıcak karşılanmıyordu. Trump, Suudi Arabistan’ı İslam’ın merkez ülkesi ilan ederek Mısır’ın Müslüman Kardeşler’e karşı yürüttüğü “kökünü kurutma” mücadelesine de destek vermiş oldu”. Zaten birkaç gün sonrasında malum ültimatom yayınlandı ve Katar üzerinde diğer Körfez Ülkeleri tarafından fiili bir ambargo uygulanmaya başlandı. Körfez Ülkeleri neden şimdi böyle bir hamle yapma kararı verdiler? Suudi Arabistan, İran karşısında Sünni blok oluşturma arayışında ve Katar burada görece faz farkıyla hareket ederek Suudiler’e Körfez’in yumuşak karnı gibi görünüyordu. Trump’la yapılan anlaşmadan duyulan özgüven bu konuda hamle yapmanın doğru zamanının geldiği noktasında kendilerini ikna etmiş olmalı. Bizim için daha önemli olan ise Türkiye’nin kriz konusunda takınacağı tutumun ne olacağı idi. Kriz patlak verdiğinde özellikle AKP tandanslı gazeteciler, Türkiye’nin krizden zarar görmeden çıkabilmek için tarafsız politika izlemek zorunda olduğunu iddia ediyorlardı. Türkiye hem Katar’la hem de Suudi Arabistan’la bağları olan bir ülke

20

olarak krizi soğukkanlılık ile yönetmeliydi. Zaten Davutoğlu’nun tasfiyesinden sonrası Türk dış politikası daha gerçekçi bir rotaya gelmişti vs. Bu zevat kendi değerlendirmelerine kendilerini o kadar kaptırmıştı ki Erdoğan bilfiil Katar’ın yanında yer alacağını en açık biçimde ifade ettikten sonra bile “denge politikası” yorumunu yapmaya devam ettiler. Ancak Erdoğan bir kez daha “küresel lider” pozuna sımsıkı sarılarak, kendisine dar gününde yardım eden, 16 Temmuz’da Ankara’ya kendisinin korunması için Katarlı elit komandoları gönderen Şeyh el Thamim’e açık destek çeki verdi. Türkiye’nin bölgede askeri üs kurması ve Katar’a Türk askerinin konumlanmasıyla ilgili yasayı öne çekerek Meclis’ten geçirdi. 200 bin vatandaşı olan ve 11 bin ABD askerini barındıran bir askeri üsse ev sahipliği yapan Katar, artık Türk askerlerini de ülkesinde misafir edecek! Böylece Türkiye ne yöne ilerleyeceği belirsiz bir krizde bir kez daha bütün yumurtalarını aynı sepete toplayan ve kendi gücünü olduğundan fazla önemseyen bir taktik adım atmış oldu. The Times, 27 Haziran tarihli sayısında Türkiye’nin Katar konusundaki askeri hamlesinin NATO’yu hiç beklemediği risklerle karşı karşıya bırakabileceğini anlatan bir başyazı yayımladı: “Quickstand: Turkish support for Qatar could drag NATO into a foolish regional quarrel” Türkiye’nin bu hamlesi her şeye rağmen Katar krizinin görece hızlı gelişmesini yavaşlatan bir faktör rolü oynamış görünüyor. İkinci önemli etken ise hiç kuşku yok ki Trump ile ABD Dışişleri ve Pentagon arasında konuya verilen tepkilerin senkronize olmaması. Suudiler sadece Trump’a güvenerek işleri çok hızlı yürütemeyeceklerini de görmüş oldular. Ancak kimse de Katar meselesinin hızla kapanacağını öngörmesin. Suudi cephesinin bu konuda yeni hamleleri olacaktır. Kendisini ispatla-

mak isteyecek yeni veliaht Prens Bin Salman’dan bu konu da agresif hamleler bekleyebiliriz.

YÜKSELEN ABD-RUSYA GERILIMI Ortadoğu’daki fay hatları İran ve Suudi cepheleri, ABD ve Rusya rekabeti bağımsız hareket etmeye çalışan aktörler için hem olanaklar hem de riskler yaratıyor. Çok fazla sayıda aktör ve çok fazla gerilim, sürecin istikrar kazanmasını zorlaştırıyor. Türkiye, kendisini Katar ve bölgedeki Müslüman Kardeşler mahfilleri ile Ortadoğu’nun Sünni ve Şii kampları dışında 3. aktörü olarak konumlandırmaya çalışıyor. İran ile gerilimin en azından şimdilik fazla yükselmesini istemeyen bir görüntü veriyor. İran ve Rusya arasında çatlak yaratmaya dönük Batı hamleleri şimdilik boşa düşürülmüş görünüyor. Bu durum Türkiye’nin ABD’nin YPG’ye Rakka operasyonunda verdiği açık destek sonrasında, Rusya’nın öfkesine maruz kalmamak için de tercih etmek zorunda kaldığı bir tutum.

YPG VE DEYRIZOR ? Rakka operasyonu ile YPGABD ilişkileri de yeni bir seviyeye ulaştı. İşin en ilginç tarafı ise YPG komutanlarının Rakka sonrasında Deyrizor hedefinden bahseder hale gelmeleri. Bu açıklamalar ve Suriye ordusunun da Irak sınırını tutma çabaları, “ABD Irak-Suriye bağlantısını YPG marifetiyle kesmeye mi çalışıyor?” sorunlarına yol açtı. Salih Müslim’in Katar krizinde Suudi Arabistan ile ittifak yapılabileceğine dair açıklamaları da şüpheleri arttırdı. Yine benzer biçimde ABD uçaklarının bir Suriye uçağını düşürmesi sonrasında yükselen ABD-Rusya gerilimi de tablonun hangi risklerle yüklü olduğunu açıkça gösterdi. İran’ın Zülfikar füzeleri ile 800 km’den Deyrizor bölgesin-


Temmuz 2017 / Sosyalist Dayanışma

BİR KEZ DAHA TUTULDU! deki IŞİD hedeflerini vurması da Batı kampında hareket eden tüm güçlere bir gözdağı oldu. YPG’nin Irak Suriye arasına girme hedefini hissettirmesi ve Suriye uçağının düşürülmesi ile Rusya’nın öfkesinin kabarması ise Türkiye’yi Afrin ile ilgili yeni düşler kurar bir noktaya getirdi. Türkiye son birkaç hafta içerisinde El Bab cebine önemli miktarda asker ve mühimmat takviyesi gerçekleştirdi. Fehim Taştekin’in son yazısına göre Türkiye İdlip bölgesini de cebine eklemek ve aynı zamanda Afrin üzerindeki basıncını da arttırmak istiyor. Malum daha önceki aylarda Türkiye Afrin’i tehdit ettiğinde Rus tankları bayrak göstermişti. Rusya şu anda Suriye uçağını düşüren ABD’ye duyduğu öfkeyle Türkiye’nin Afrin’i hırpalama adımlarına ne ölçüde müsaade eder? Türkiye’nin hazırlıklarına bakılırsa bu sorunun cevabı şu anda kritik bir önem arz ediyor. Yalnız Taştekin’in yazısında ifade edilen İdlip hedefi pek de gerçekçi görünmüyor. Hele de El Bab’ın alınmasında yardımı istenen Ahraruş Şam’ın bölgenin hakim unsurlarından biri olduğu düşünülürse... Ancak Ahraruş Şam,

kılık değiştirerek kendisini ÖSO içerisinde konumlandırırsa -ki böylesi hazırlıkları olduğunu da biliyoruz- işin rengi değişebilir. Bu durumda da bir fetihten ziyade bir devir teslimden, cihatçıların üniforma değiştirmesinden bahsedilebilir. Musul ve Rakka operasyonlarının en önemli sonuçlarından bir tanesi de 26 Eylül’de yapılacak Erbil’in düzenleyeceği referandumda ortaya çıkacak. Erdoğan, Suriye’de özerklik ve federasyon isteyen Kürtleri her fırsatta tehdit ediyor ancak Barzani’nin referandum kararı ile ilgili kıyameti koparan bir durumda değil. Barzani’nin bağımsız Kürdistan’ın başkanlığına aday olmayacağını açıklaması, başkan adayı olarak da ABD vatandaşı YNK üyesi bir ismi önermesi önemli bir hamle. Rakka ve Musul operasyonlarının bölgedeki siyasi sonuçları, Kürtlerin kendi aralarında kurabildikleri bağların ne seviyede olacağı ile de belirlenecek. KNK’nın tüm Kürt partilerini ortak bir platforma davet etme çabaları hala devam ediyor ve bu açıdan dikkatle takip edilmeli.

YPG-ABD ITTIFAKINI SOLDAN(!) ELEŞTIRMENIN DAYANILMAZ KONFORU Türkiye’de sosyalistliğin en önemli turnusolu hiç kuşku yok ki Kürt meselesinde alınan tutum. Bölgedeki çetrefilli siyasi mücadele, kimi solcularımıza YPG-ABD ittifakı üzerinden anti-emperyalizm brifingleri verme şansı sağlıyor. Bu arkadaşlar Kürt siyasetinden, bölgede var olan ölüm-kalım mücadelesinde güç dengelerini hiçe sayan bir politika geliştirmelerini bekliyor. Hiç kuşku yok ki ABD, Rusya gibi küresel güçlerle girişilen bütün ittifaklar son derece risklidir. Bu Lapalis’in doğrusunu bilmeyen hiçbir politik aktör yoktur. Bu risklerin azaltılması için kendisine hiçbir görev çıkartmayan, Kürt Hareketi’ni her fırsatta demonize etmeyi anti-emperyalizm sayan, Türkiye’nin Rojava üzerindeki basıncını azaltmak için hiçbir faaliyeti olmayan bir sosyalizm çizgisi ciddiye alınabilir mi? Türkiye’nin tamamen anti-Kürt eksenli dış siyasetini boşa çıkarmak için hiçbir adım atmayan (geçtiğimiz günlerde

bir TV tartışmasında Haziran adına katılan bir akademisyenin büyük bir rahatlıkla “PYD terörist tabii” derkenki rahatlığı oldukça can sıkıcıydı) Türkiye solunun, Rojava’nın boğulmasını engellemek için hiçbir şey yapamazken Kürtlere ittifak dersleri verme gayreti en hafif tabirle ciddiyetsizlik olarak algılanacaktır. Türkiye’nin anti-Kürt eksenli dış politikasını işlemez hale getirmek ve demokrasi cephesinin bölge halklarıyla kardeşçe bir arada yaşamayı esas alan, her halkın kendini yönetme hakkına saygı duyan bir anlayışla bir dış politika alternatifi geliştirmesi bu anlamda Ortadoğu’daki gelişmeler üzerinde doğrudan etkisi olabilecek tarihsel bir görev olarak önümüzde durmaktadır.

21


Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2017

ÖZLEDIK SENI ENVER BAHAR EKİNCİ

B

ugün mezarının başındaydık. 15 yıl olmuş, daha 28 yaşındaymışsın seni kaybettiğimizde, benden de hepi topu 2 yaş küçükmüşsün. Oysa ben seni hep daha küçük zannederdim. Biz yaş alırken sen hep 28’inde kaldığın içindir belki. 90’lı yıllarda örgütlendik, devrimci olmanın ağır bir sorgulama gerektirdiği yıllardı. “Erken ölecektik biz”, bunu göze alanlar katılırdı mücadeleye; yargısız infazların, gözaltında kayıpların yoğun yaşandığı yıllardı. Seni 95 ya da 96’da tanıdım. Şehir dışından gelen özellikle genç öğrenci yoldaşların yurdu gibiydi bizim ev. Tüm genç yoldaşları tanıma fırsatım oluyordu bu sayede. Haftanın 3-4 günü dolu olurdu tüm odalar. Sen o zamanlar Hacettepe Üniversitesi Fizik Mühendisliği’nde okuyordun. Senin hep cin gibi bakışlarını hatırlıyorum, bir de bitmek bilmez sorgulamalar, sorular… Hiçbir şeyi ön kabullerle düşünmezdin, hep sorgulardın. Evin kullanımında o dönemki diğer erkek yoldaşlara göre belirgin bir farkın vardı. Yeniden üretim sürecini sırtlandığın gibi pratik organizasyon önerilerinle işi de hızlandırırdın. Ailenin maddi sıkıntılar yaşaması nedeniyle okulu bırakıp

22

İstanbul’a geldin çalışmaya. Bizim de mahalle çalışmalarımızda yer aldın. Okmeydanı’ndan hatırlıyorum seni. Seni herkes çok severdi, genç, yaşlı, kadın, erkek, çocuk seni herkes bağrına basmıştı. Çünkü sen onları koşulsuz hesapsız seviyordun, gönüllerine yerleşmiştin. Bir gün bir bebek kucağında, bir gün sokakta paçaları sıvamış yün yıkarken görürdük seni. 96 ölüm oruçları sürecinde de defalarca gözaltına alınmıştın. Gelelim senin en unutulmaz eylemine; 98 Ümraniye Özgürlük eylemi. Yoldaşlarını ziyarete gittiğin cezaevinde firar eylemi organize edilmiş, 5 tutsak yerine 5 görüşçü içeri girecek ve oradan özgürlüklerine kavuşacaktır. Ancak planlanan görüşçülerden biri gelmez. İşi organize edenler bu işi gizli tutmuştur. Bu durumda mecburen bizim içerideki yoldaşlardan yardım isterler. Onlar da sana sorar, sen hiç düşünmeden karşı tarafa geçersin. Böylece eylem başarılı olur. 5 müebbetlik devrimci özgürlüğüne kavuşur. Egemenleri deliye çevirir bu eylem. Aslında senin hesapsız görev alma bilincine daha önce de tanık olmuştuk. Beşiktaş’ta bir şenlikte müzik grubunun solisti gelmemişti de sen çıkmıştın sahneye apar topar, senin de sesin güzeldi hani… Dışarı çıktıktan sonra babanı dolandıran mafyadan hesap sormaya gidersin, belde silah, yoldaşlarından habersiz. Kendi derdinle uğraştırmak istemezsin çünkü kimseyi. Keşke söylesey-

din yoldaş bizlere, daha kolay halledilirdi. Bu sefer de içeri girersin ama bu süreç hastalığının su yüzüne çıkmaya başlamasına neden olur. Ümraniye eyleminin intikamını almaya çalışanlar senin yanına yerleştirdikleri düşkün insanlarla aklının sana oynadığı oyunları, hastalığını derinleştirirler. Çıktığında artık eskisi gibi değildin yoldaş. İyi olduğun zamanlar hep yanımızdaydın ama… Hastalığının atak yaptığı zamanlar yanına gider kendine zarar vermeni engellemeye çalışırdık. Sen hiçbirimizi tanımazdın ama o durumda bile “Kıvılcım hakkında tek bir bilgi alamazsınız benden” diyerek iradeni ortaya koyardın. Hiç unutmam seni hastaneye yatırmıştık, oradaki doktorları bile kandırmış çıkmıştın. Seni yatırdığımızda çok kötü görünüyordun; bakışların, duruşun, sen değildin. Ama hastaneden çıkıp da kuruma geldiğin günü hiç unutmam. O muzip çocuk gülüşünle eski sen geri gelmişti “Hoca neler yapmışım sana, çok uğraştırmışım” demiştin. Sarılmıştık eskisi gibi. Ama iyileşemedin yoldaş, hastalığın ölümcüldü… Haberini alıp hastaneye geldiğimde yine gülerek karşıladın beni. Başın dışında her yerin kırıktı. Ama hiç inlemedin, hazırdın gitmeye, son görevlerini yerine getiriyordun. Saatlerce konuştuk. Hep gülerek anlattın. Üniversitede şenlik yapmak için gerekli ses düzenini rektörü cici çocuklar olduğunuza inandırarak nasıl aldığınızı anlattın. Rektör gelmiş de sizin slogan attığınızı görünce nasıl da bozulmuş. Bunu anlatırken hastane odasında slogan atmıştın “Yaşasın Halkların Kardeşliği!” diye bağırarak, son sloganını attığını biliyordun sanki. Kavuşamadığın aşkını da anlatmıştın yoldaş biraz hüzünlü. Sonra genç bir yoldaşını bırakıp başında gece nöbeti için ayrıldık yanından biraz da dinlen diye. Sen durur

musun? Sabaha kadar yoldaşa eğitim vermişsin. Son görevini yaptığını bilir gibi. Seni vasiyetin üzerine ailen Şafi olmasına rağmen cemevinden kaldırdık. Ailenin hiç itirazı olmadı çünkü sen zaten tüm aileni örgütlemiştin. Cemevinde gördüm seni son kez. Gülümseyen yüzün hiç gitmez gözümün önünden, son muhasebesinden de onurla çıkmış bir devrimcinin güzel yüzü. Daha 2 hafta olmadı rüyamda gördüm seni. Ben pek rüyamda görmem kaybettiğim sevdiklerimi. Ama seni gördüm. KHK ile kapatılan Okmeydanı Dayanışmaevi’ndeyim. Sen giriyorsun içeri yine cin bakışın çocuksu gülüşünle. Ben seni çocukları öptüğüm gibi kafandan öpüyorum, “Nerdeydin Enver?” diyorum. Elini tekini kaldırıp “Geldim hoca!” diyorsun. Özledik seni Enver! Bu dönemde en çok ihtiyaç duyduğumuz hesapsız öne atılma, sorgusuz görev üstlenme özelliklerini özledik! Devrimciliği aşkla inanarak, aynı zamanda ideolojik olarak kuşanarak yapan devrimcileri özledik! “Kızıl bir gün belki çok ağır gelir Kızıl bir gün Aslında hepimize iyi gelir Özellikle de çocuklara Ve güçlükle yarını çıkaran Yaşlılara Ve geri kalanımıza Ve aç kalanımıza Bedenini satanımıza Ancak kızıl Hatta kıpkızıl bir gün İyi gelir. Hoş gelir, sefa gelir. Yücelerin yücesi Kör gözlere kör hecesi Bitmez acıların gecesi Bitiyor sabahın kızılında.” (Enver’in ölümünden sonra bulduğumuz şiirlerini “Pırıltı” adında bir şiir kitabında topladık. Bu şiir de onun şiiri.)


Temmuz 2017 / Sosyalist Dayanışma

“BİZİM” KAZIM ÖZ VE ZER FİLMİ

F

ilmin yönetmeni Kazım Öz’ü, beğeniyle izlediğimiz önceki filmlerinden tanıyorsunuz. Özellikle 1990’lı yılların (benim dönemim) öğrenci gençlik hareketini konu alan filmi Bahoz’u (Fırtına) çoğumuz seyretmişizdir. Öz’ün sinema yolculuğunun son durağı Zer filmi. “Zer’in hikâyesi abartılı mı acaba?” diye düşünürken, -özellikle kapitalizmin en gelişkin olduğu ülke ABD’de yaşayan torun Jan’ın yolunun Dersim’le kesişmesi gibi- aslında hayata anlık bakışın dışına çıktığınızda ne kadar gerçek bir hikâye olduğunu kavrıyorsunuz. Bunu, Kazım Öz’ün kendi kişisel hayat hikâyesinden de anlayabiliyoruz. Kazım Öz, 1973 Dersim Pertek doğumlu. Kürt Alevi göçebe bir ailede dünyaya geliyor. “Demsala Dawî: Şewaxan / Son Mevsim: Şavaklar” adlı belgeseliyle, 18 yaşına kadar yaşadığı kendi toplumu Şavaklar’ı anlatır. 1990’lı yılların başında Yıldız Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü’nü kazanır, İstanbul’a gelir. Kendisiyle yapılan bir röportajında 1992 yılına kadar hiç televizyon seyretmediğini ifade eden Öz, sosyalleşmek ve Kürt kültürünü ilerletmek adına Kürtçe tiyatro kursuna başlar, ardından MKM’de açılan sinema kurslarına devam eder. Günümüzün iki önemli yönetmeni de oradadır. Özcan Alper, Hüseyin Karabey ve Kazım Öz beraber koyulurlar sinema serüvenlerine. Şu an üç yönetmenimiz de sinemamız açısından kilometre taşlarıdır. 1990’lı yılların halklarımıza “topyekûn savaş” ilan edildiği ortamında, günümüze benzeyen o baskı koşullarında, yeni bir dünya kurmak için çırpınanların önüne hiçbir şey engel olamıyormuş. İlerde büyük iddiaların sahibi olacak sanatçılar, köhne binalarda, bodrum katlarında, onca olanaksızlıklar altında yetişebiliyormuş. Şimdiki umudumuz da, yine bu ablukayı

dağıtacak tohumların zor koşullara rağmen büyüklü küçüklü her alanda yeşermesidir; çabamız bu koşulları yaratmak içindir… Biz yine dönersek Kazım Öz’e, Yeşim Ustaoğlu’yla birlikte çalışır, sinemadaki ilk pratik deneyimi, Ustaoğlu’nun yönettiği “Güneşe Yolculuk” filmidir. Yine 1999 yılında MKM Sinema Grubu’yla yarı belgesel kısa film “Toprak/Ax”ı çeker. Bu filmin çekilme hikâyesi de ilginçtir. Dersim’in bir köyü düşünülür filmin mekânı olarak ama yasaklar yüzünden film Dersim’de çekilemez. Film, Öz’ün kurguladığı mekâna benzediğini düşündüğü yerde, Aksaray’ın bir köyünde çekilir bin bir zorlukla. “Kan davası konulu film çekiyoruz” numarasıyla izin konusunu hallederler. Köylülere filmin konusunu hissettirmemek için büyük çaba harcarlar. Yönetmen ve senarist olarak Fotoğraf, Uzak, Son Mevsim: Şavaklar, Fırtına ve Bir Varmış Bir Yokmuş filmlerine imza atan Kazım Öz’ün, altıncı uzun metrajlı filmidir Zer. Zer filmine kadar olan gelişen sürecin hakkını teslim ediyor Kazım Öz. Bir röportajında şöyle ifade ediyor bu konuyu: “Mücadele sonucu ortaya çıkan bir sinemadan bahsediyoruz. Kürtlerin ve Türkiye devrimci hareketlerinin verdiği bir mücadele sonucunda bu kabuller gerçekleşiyor. Her şeye rağmen filmlerimizi gösterebiliyorsak, bence bu mücadelenin yarattığı bir meşruiyetten bahsetmek lazım. Az buz bir şey değil bu. Çünkü çok bedel ödendi. Sadece kendi anadilini konuşabilmek için bile büyük bedel ödedi insanlar. Dolayısıyla biraz böyle bir zemin üzerine şekillenen bir sinema bu…” Zer filmi New York’ta başlar. Afyon’da yaşayan ve kanser tedavisi için ABD’ye gelen Zarife Nine, önceden hiç tanımadığı torunu Jan’la hastanede yan yana kalır. Zarife Nine’nin hasta yatağında söylediği türkü “Zer”,

Jan’ın köklerini aramak için uzun bir yolculuğa çıkmasına yol açar. Afyon’a, sonra da Dersim’e gider. Dersim’i adım adım gezip, herkesle konuşup Zer’in hikâyesini öğrenmeye çalışır. Bir yandan da ailesinin herkesten korkuyla gizlediği geçmişine doğru yürür; yıllarca büyük sır gibi saklanmış olaylar yavaş yavaş aydınlanır... Film için çok emek harcandığını hemen hissediyorsunuz. Gerek ABD çekimlerindeki, gerekse Anadolu çekimlerindeki görüntüler mükemmellik kalitesinde. Profesyonel oyuncuların yanında o yörede yaşayan insanlar da rol almış; kırmızı eşarplı genç kadın gibi. Ezgilerini ve sesini çok sevdiğimiz Ahmet Aslan’ı da görmek güzeldi filmde. Kültür Bakanlığı tarafından sansüre uğradığını da hemen belirtelim. Gelelim filmin bazı eleştirilebilecek yanlarına. Filmin akışı, görüntüleri ve konusu iyi dedik ama yine de bir yüzeysellik duygusu yarattı bende. Hissettirilmek istenen duygular doğal akış içerinde değil de biraz yapay ve zorlama bir şekilde art arda, yoğun bir şekilde veriliyor gibi.

ZEYNEP KORU

ABD, Jan’ın düştüğü boşluk, babasının hissiz, sevgisiz, otoriter kişiliği, arayış, yol hikâyesi, 1938 Katliamı, Afyon’daki ailenin sistemle uzlaşıklık hali… Bir “ana tema” yok filmde. Sevgili Kazım Öz hayatında neler yaşadıysa, sanki filme boca etmiş gibi. Bunun dışında büyük bir emeğin sonucu ortaya çıkan film çok değerli. Ne olursa olsun destek olmak, pek çok kimse tarafından izlenmesi için çaba harcamak gerekli.

23


YAKANLAR DA

AKLAYANLAR DA

FA Ş İ Z M İ N MİMARIDIR!

2 TEMMUZ ŞEHİTLERİ

Ö LÜ M S Ü Z D Ü R !


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.