“Dergimizi Halka Ulaştırmaya Devam Edeceğiz” FİYAT: 2 TL
YIL:7 SAYI:56 HAZİRAN 2017
WWW.SODAP.ORG /SODAP
SAVAŞA KARŞI
/SODAP74
BARIŞ, ÖLÜME KARŞI YAŞAM
KHK DÜZENINE KARŞI
DIRENIŞ,
SÖMÜRÜYE KARŞI
21. YÜZYIL SOSYALIZMI KAZANACAK!
Biriken Öfkenin Kendini İfade Kanallarını Açmak Zorundayız Bundan Sonra Ne Yapacağız? Ne Yapmalıyız? “Mutlaka Kazanacağız, Birlikte Başaracağız” Hayır Meclisleri Kendini Tartışıyor Gezi Direnişi ve Büyümek Stratejik Boşluk Ekonomi Politikalarından Politikasız Ekonomiye “Bizim de Günümüz Gelecek” OHAL’de Bir Direniş Öyküsü: Bony Çorap Direnişi Çeçenistan’ın Elindeki LGBTİ Kanı Kuşatmaya Rağmen Akademi Biat Etmedi Bir Çocuğun Çıkaramadığı Ses Olmak Zorundayız Trump, Işıklı Küre Ve Brzezinski Genç Karl Marx Ve “Marx’ın Marksizme Adım Atışı
Sosyalist Dayanışma / Haziran 2017
YOL Siyasi Dergi Yaz 2017 sayısı çıktı! DEVRİMİN ŞİFRESİ: KAOTİK DÜZENDE SINIFI POPÜLİST TAHAKKÜMDEN KURTARMAK
“Benimkiyle yaklaşık olarak aynı zamanda aynı konuyu işlemiş olan çalışmalardan yalnızca ikisi anılmaya değer: Victor Hugo’nun Napoléon le petit’si ile Proudhon’un Coup d’etat’sı.
Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 7, Sayı: 56 Haziran 2017 Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Sezgin KARTAL Adres: Piyalepaşa Mah. Şark Sk. No: 15/A Beyoğlu İstanbul İletişim Tel: 0535 922 82 68 İletişim Mail: info@sodap.org www.sodap.org Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34
2
“Victor Hugo, darbenin sorumlu yayıncısına yönelik acı ve sövgülerle yetiniyor. Onun çalışmasında, olayın kendisi, bulutsuz gökyüzünden düşen bir yıldırım gibi görünüyor. Bu olayda, yalnızca, tek bir bireyin şiddet eylemini görüyor. Ona dünya tarihinde eşi benzeri bulunmayacak bir kişisel girişimcilik atfederek, bu bireyi küçültmek yerine büyüttüğünü fark etmiyor. Proudhon ise darbeyi öncesindeki tarihsel gelişmenin bir sonucu olarak sunmaya çalışıyor. Ama darbe hakkındaki tarihsel yorumu, o farkına varmasa bile, darbe kahramanının tarihsel bir savunusuna dönüşüyor. Böylece “nesnel” tarih yazıcılarımızın hatasına düşüyor. Bense, Fransa’daki sınıf mücadelesinin, sıradan ve gülünç bir kişiliğin (vurgular bize ait) kahraman rolünü oynamasını mümkün kılan koşulları ve ilişkileri nasıl yarattığını gösteriyorum.” Karl Marx, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i’nin 1869 tarihli ikinci baskısına önsöz
YOL Siyasi Dergi, Yaz 2017 sayısı arka kapağından alıntıdır.
Haziran 2017 / Sosyalist Dayanışma
“DERGİMİZİ HALKA ULAŞTIRMAYA DEVAM EDECEĞİZ”
N
isan 2016 tarihli dergimizin 3. sayfasında yer alan “Zafer direnen halkların olacak!” başlıklı yazı sebebiyle terör örgütü propagandası suçlamasıyla açılan dava sonucunda 24 Mayıs’ta tutuklanan dergimizin Yazı İşleri Sorumlusu Sezgin Kartal’la tutuklanmadan birkaç gün önce yaptığımız röportajı yayınlıyoruz.
Merhaba Yazı İşleri Sorumlumuz olarak hapis cezası aldın. Türkiye’de son yıllarda yaşanan basına ve gazetecilere dönük saldırıları nasıl değerlendiriyorsun? Aslında bizim aldığımız ceza Türkiye tarihinde bir ilk değil. Sadece dergimizin tarihine baktığımız zaman görüyoruz ki birçok arkadaşımız ceza almış hatta idamla yargılanmışlar. 80 öncesi çıkan Sosyalist gazetesi Yazı İşleri Sorumlusu geçtiğimiz yıl hayatını kaybeden Mehmet Akyol yoldaşımız idamla yargılandığı için yurt dışına çıkmak zorunda kaldı ve uzun yıllar da sürgün hayatı yaşadı. Tarihimiz böylesine ağır yüklerle doludur. Bugün aldığımız ‘ceza’yı da özgür basının nişanesi olarak görüyoruz. Türkiye’de özellikle son birkaç yılda sadece özgür basını değil bütün basını zapturapt altına almaya çalışan bir iktidarla yüz yüzeyiz. Şu an içerde FETÖ’yle aynı zamanda PKK’yle ilişkilendirilen, çeşitli örgütlerle ilişkilendirilen çok sayıda gazeteciyazar var. Bunların hiçbir örgütle bağlantısı olmadığı hazırlanan iddianamelerden de anlaşılıyor. Faşizmin inşa edildiği örneklerde görüyoruz ki ilk yaptıkları o ülkenin demokratlarını, aydınlarını, gazetecilerini, yazarlarını tutuklatmak ya da öldürmek. En değerli yazarlarımızdan Sabahattin Ali’nin doğum gününün olduğu günlerdeyiz. Sabahattin Ali de bu ülkede kontrgerilla tarafın-
dan öldürülen bir yazardır. Son dönemde bırakalım gazetecileri gözaltına almayı aynı zamanda gazeteleri yayın organlarını kapatıyorlar, onların bir daha açılmaması için bütün mallarına mülklerine el koyuyorlar. Ülkemizde basına dönük saldır çok ciddi ancak özgür basın bulduğu her açık kapıdan insanlara sözünü düşüncesini anlatmak için yol yöntem buluyor. Sen alternatif kanallar geliştirilmesi konusunda ne düşünüyorsun? Evet çünkü gerçek yok edilemez. Gerçeğin izini süren gazeteciler ve basın yayın çalışanları bunu mutlaka sahiplerine ulaştırma görevini üstlenmişler. Bir sözümüz vardır “Halk yaratıcılığı engel tanımaz.” Bütün baskı koşullarında o dönemin kendine has yaratıcı mücadele yöntemleri geliştirilebiliyor. Şu anda da ne kadar engelleseler de interneti kesseler de sosyal medya haberciliği çok fazla yaygınlaşıyor. Yakından bildiğim birçok gazete, dergi, TV var. Bunlardan iki tanesini örnek vereyim. Birincisi; binası bombalanmış, dağıtımcıları öldürülmüş, çalışanları tutuklanmış ve özgür basının uzun yıllardır temsilciliğini yapan Gündem gazetesi kapatıldı, yazarları editörleri tutuklandı ve yerleri de kapatılmasına rağmen bugün başka bir gazete olarak çıkıyorlar. İnternet haberciliğini etkin bir şekilde kullanıyorlar. O çıkarılan gazeteyi halk elden ele dağıtıyor. Bir diğer örnek; Alevilerin sesini saklı kaldığı, baskı altına alındığı yerlerden çıkarıp bütün topluma ve dünyaya duyurma bakımından tanıdığım TV10 da kapatıldı. Onların da ifadesiyle “Alevilerin kendi lokmalarından paylaşarak getirip kurdukları” televizyon kanalının kapısı kapatıldığında onun çalışanları “Bu anahtar AKP’nin de-
ğil Alevilerin elindedir” demişlerdi. Şu anda da onlar Pir Haber Ajansı olarak yayıncılığa devam ediyorlar, internetten Alevilerin sesini taşımaya çalışıyorlar. O anlamıyla ne kadar araçlar kapatılsa el konulsa da onların sorumluluğunu üstlenenler cezalar da alsa insanlar bu görevi sürdürecek. Bu bir gelenektir. Sen nasıl bir yargılama süreci geçirdin, ne kadar ceza aldın? 17 Ocak’tı sanırım. İlk duruşmaya çıktığımda ifade verip geleceğimi düşünüyordum. Çok garip mahkeme esnasında birkaç defa bizi dışarı çıkarıp tekrar içeri aldılar -üç defa tekrarlandı sanırım- sonra da hemen karar verdiler. İlk mahkemede karar verdiler. Pek çok kez özellikle işçi davalarına katıldım, o davalar yıllarca sürer. İşçilerin emekçilerin hak talep ettiği davalar olduğunda yıllarca süren davada böylesi uyduruk gerekçelerle hemen karar verdiler, 1 yıl 3 ay ceza aldım. Sivas katliamı davasını, Gazi davasını biliyoruz, Cumartesi annelerini biliyoruz bunların da davaları hala sürüyor ya da zaman aşımına uğruyor. Ama böylesine bir davada hemen ilk duruşmada karar verdiler. Bunun akabinde hemen biz itirazımızı yaptık, Yargıtay’a gittik so-
RÖPORTAJ
nucu bekliyoruz. Son olarak şunu da belirtmek isterim ki dergimiz 40 yılı aşkın bir geleneğe sahip. Dr Hikmet Kıvılcımlı’nın çıkardığı Sosyalist dergisinden Ç. Yol dergisine Direniş dergisine, Dayanışma gazetesine kadar uzun yılları alan onlarca arkadaşımızın yüz yıllarla ifade edilen cezalar aldığı, idam cezalarıyla yargılandığı bir geleneğin taşıyıcısıyız. O nedenle bu cezalar da bizim tarihimizde bir onur olarak duruyor. Çünkü bugün onlarca insan süresi belli olmayan şekilde haksız yere cezaevinde rehin olarak tutuluyorlar. Faşizm günlerinde biz yazmaya devam edeceğiz, dergimizi halka ulaştırmaya devam edeceğiz. Bu cezalar bizi dergimizi çıkarmaktan, yazılarımızı yazmaktan alıkoyamayacak. Teşekkürler
3
Sosyalist Dayanışma / Haziran 2017
BİRİKEN ÖFKEYE KENDİNİ İFADE K
D
ünyada da Türkiye’de de belirsizliklerin hakim olduğu bir dönemden geçiyoruz. Dünya kapitalizm tarihinin en uzun, en derin krizini yaşıyoruz. Neo liberalizm iflas etmiş durumda. Ve acil bir çıkış yolu görünmüyor. Egemenlerin de bu krizden çıkış yolunu henüz kestirememiş olması siyasi bir istikrarsızlık ortaya çıkarıyor. Bu tablo içerisinde dünya güç dengelerine baktığımızda ABD güç kaybediyor, tek başına gücü hiçbir şeye yetmeyen bir pozisyonda duruyor. Çin ise güç kazanıyor. Çin’in doğal kaynakları var ve üretimden de kaçınmadığından gelişmeler Çin lehine devam ediyor. Çin askeri olarak da gücünü arttırıyor. ABD dünya dengelerini belirleyen tek süper güç olma konumunu yitirdiğinden özellikle Ortadoğu politikasında bugün Rusya ile de ittifak halindedir. ABD Irak bataklığı-
4
na saplandığından beri çok yeni hamleler yapmaktan çekiniyor. Bu durum Rusya’nın önünü daha fazla açıyor. Elbette bu da geçici bir ittifaktır. Bu istikrarsızlık içinde egemenler halklara karşı muhafazakârlık ve ırkçılık yükselterek güçlerini korumaya çalışıyor. Bu kaotik ortamda egemenlerin taktiklerine karşı, düzen dışı seçenekler de mayalanmaya başlıyor. Muhafazakârlaşma ve otoriterleşmeye karşı halklar arasında itiraz seçeneği de gelişiyor. Halen kapitalizme karşı insanlığın gözünü diktiği iki odak noktasına Rojava ve Venezüella’ya düzen alabildiğine saldırıyor. Venezüella burjuvazisi ABD ile iş birliği içerisinde 21. yüzyıl sosyalizmine saldırıyor. Venezüella kritik bir aşamada ve büyük bir kuşatma altındadır. Rojava ve Venezüella büyük bir sınav veriyor.
Irak ve Suriye’deki Kürt Özgürlük Hareketi’nin durumu mücadeleyi bir basamak yükseltti. Hazırlıklı ve cesur olan avantajlı noktalara gelecektir. Dünyadaki paylaşım savaşı giderek daha fazla netleşiyor. Türkiye’nin dış politikadaki sıkışmışlığını uzun zamandır izliyoruz. Rusya Türkiye’nin elini kolunu bağladı. Ancak Türk devletinin savaş politikalarından hızlıca geri dönmek gibi bir niyeti de bulunmuyor. AKP ancak savaşla kendini sürdüreceğine inanıyor. Bu ikilem içerisinde ABD, İngiltere gezilerinden aldığı sonuçlar da Türkiye açısından pek iç açıcı görünmüyor. Özellikle bölgedeki ittifak politikaları Türkiye’nin durumunu daha da zorlaştırıyor. Devletin tekçi yapısı artık kendini koruyamaz duruma gelmiştir.
Haziran 2017 / Sosyalist Dayanışma
KANALLARI AÇMAK ZORUNDAYIZ Bu sıkışmışlık içinde AKP’nin olağanüstü kongresine baktığımızda yeniden kendini de dizayn ettiğini görüyoruz. Savaş konseptine uygun bir yönetim oluşturulmuş durumda. AKP kongresinin kamuoyuna verdiği temel mesaj OHAL’i olağanlaştıran AKP’nin devam edeceğidir. Zira KHK ile ihraç edildiği için işlerini geri isteyen ve 100 güne yakındır açlık grevini sürdüren Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın tutuklanması ile bu durumu protesto eden eylemlerin tamamına da şiddetle müdahale edilmesi yeni yönetimin ilk icraatları olmuştur. Tüm muhalif kamuoyunun susturulması hedefinden bir an şaşılmamıştır. Zira huzurlu bir ortam sağlanana kadar OHAL’i kaldırmayacağını ilan edenlerin derdi halkın huzuru değil kendi iç dizaynlarıdır. “Yeni Atılım Dönemi; Demokrasi, Değişim, Reform” sloganıyla yapılan bu kongre kendi %50 kitlesinden bile hoşnutsuz seslerin geldiği şu dönemde çıkardığı gürültü kadar güçlü bir iktidar yaratamayacaktır. Dış politikadaki açmazları ve spekülasyonla ayakta tutulan ekonomik dengeler buna ne kadar müsaade edecektir? Erdoğan’ın varlığını sürdürmesi için artık bir şeyler başarması gerekiyor. Bu çizgide giderse başarılı olma şansı da gözükmemektedir. Ülkede; Suriye, Rojava ve bölgedeki dengeler belli olmadan OHAL kalkmayacaktır. Ekonomik dengeler açısından da tam bir istikrarsızlık yaşanmaktadır. Bu yönetememe durumunun halklar için avantaja dönüşmesi düzen karşısındaki muhalefet etme gücümüze bağlıdır. Asıl sorulması gereken sorular; AKP’nin manevra alanını daraltacak olan nedir? 16 Nisan’da alınan %50 Hayır oyunun sokağa nasıl yansıyacağıdır asıl olan. Sadece AKP içinde çatlak
beklentisi ile muhalefet etmek yanılgıya düşmektir. Mutlaka devlet güçleri içinde de muhalif yan yana gelişler olacaktır ama bu halklar için hiçbir zaman kurutuluş umudu taşımayacaktır. Güçlü ve hedefi net bir muhalefet yapılmalıdır. Bu olmazsa AKP’nin içindeki çatlakları büyütemeyiz. Referandum sonucu devlet kendi statükosunu dayattı. Ancak hem Batı’daki meclisler hem de Kürdistan’daki tutarlılık bu statükoyu kabul etmedi. CHP içerisinde de kaymalar ve belirgin siyasi tartışmalar görüyoruz. CHP’nin HDP’nin tutuklu milletvekilleriyle görüşme çabaları CHP’nin içerisindeki bu çatlakların göstergesi olabilir. HDP de önemli bir sınav geçirdi. Tüm baskı ve tutuklamalara rağmen kendini bugüne taşıyabildi. Geliştireceği güç birliği ve ittifaklarla birlikte ekonomik krize yönelik politikalar geliştirip geliştiremeyeceği önemlidir. HDP’nin bundan sonra çizeceği yol haritasıyla bu dönemi politikaya çevirip çeviremeyeceği belli olacak. AKP’nin siyasi çürüme işaretlerinin ortaya döküldüğü bu dönemde son derece yıprandığını görüyoruz. Bu çürümenin üstünü örtmek için savaş ve baskı politikalarıyla saldırmaya devam ediyor. Sert ama ezilenler açısından olanakların olduğu bir dönem yaşayacağız. 16 Nisan sonuçlarında ısrar ederek bugünlerden çıkış yapılması mümkündür. 16 Nisan ile beraber umut ve direniş çizgisinin ortaya çıkması önemlidir ve 16 Nisan’ın yarattığı sonuçlarla ortaya çıkan olanaklar sürmektedir. Nuriye Gülmenler bugün farklı kesimleri birleştiriyor. Bunu sağlayan yarın kıdem tazminatı olabilir. Bugün kitleler saldırılar sonrası sessizliğe gömülmüyor. Hala iktidarın tüm baskı politikalarının karşısında korkutulamayan, geri adım attırılamayan bir kitle var. Devrimci
hareketin de bu ortamda büyüme potansiyeli ve bunun maddi zemini var. 2017 1 Mayıs’ında hem Taksim ısrarında hem ülkenin her yerinde yapılan kitlesel eylemlerde bu zemini gördük. Durulmayan, içine kapanmayan bir kitle hareketi kabarışı görünüyor. “Yeni bir Gezi patlar mı?” korkusu iktidarı hala uyutmuyor olmalı ki; açlık grevi yapan kamu emekçileri 80 günlük eylem serisinden sonra tutuklandı, cam işçilerinin grevi ertelendi, tek kişilik işçi direnişlerine bile saldırılar durulmuyor. Tüm veriler 16 Nisan sonrası %50 Hayır iradesinin kolay kolay susmayacağını gösteriyor. Solun büyümesi için çok güçlü bir atağa geçilmelidir. Gezi’den beridir öyle böyle devam eden bir ittifak zemini var. Bu zemin ile ilişkilerimizi sürdürmeli ve farklı toplumsal kesimleri birleştiren politikalar geliştirmeliyiz. Ciddi bir öfke birikiyor. Bu tepkisellik bu öfke nereye akacak? Devletin ideolojik aygıtlarının gücü azalıyor. Korku duvarları aşılıyor. Bu canlı kuşağı devrimci önderlerin yaratıcılığı kucaklayacaktır. Dünyadaki kaotik ortama yönelik tepkileri örgütleyebilmek anlamında sosyalizm iddiamızı ideolojik ve teorik politikalarla güçlendirmeliyiz.
AKP’nin siyasi çürüme işaretlerinin ortaya döküldüğü bu dönemde son derece yıprandığını görüyoruz. Bu çürümenin üstünü örtmek için savaş ve baskı politikalarıyla saldırmaya devam ediyor. Sert ama ezilenler açısından olanakların olduğu bir dönem yaşayacağız.
HDP Mayıs ayı içerisinde yaptığı olağanüstü genel kurulu ile de 1 Kasım’dan sonra tutsak edilen eş başkanlarının sesine yeni bir ses katarak yeni eş başkanını seçti. Bu ses ezilenden, yok sayılandan yana olmalı ve düzenin karanlığında yeni bir çıkış arayan herkesi kapsamalıdır. Bunu yaparken de HDP 7 Haziran’dan bu yana yüklendiği halkların barış çağrısını yükseltme misyonunu sürdürmeli, emekten yana politikalarla toplumda yükselen öfkenin kendini ifade edişi olmalıdır.
5
Sosyalist Dayanışma / Haziran 2017
BUNDAN SONRA NE YAPA M. SİNAN MERT
Bizlerin sosyalistler olarak iki işi bir arada becerebilmemiz önemli sonuçlar yaratırdı. Birincisi bu çokluğun varlık gösterme, politikada etkin olma sürecini uzatmak ve süreklileştirmek. ... Bir de bunun içindeki hegemonyayı tartışmak gerekiyor.
16
Nisan sonrasında HAYIR nasıl büyütülecek? Sosyalistler önlerine nasıl bir yol haritası koyacak? Erdoğan’ın çeşitli açılardan tekleyen ancak bir yandan da bir biçimde ilerleyen tek adam projesinin karşısına nasıl bir karşı hegemonyası çıkarılacak? Bunlar muhakkak ki oldukça çetrefilli ve fakat cevaplanması da o derecede elzem sorular. 16 Nisan’dan sonra HAYIR cephesi ortaya çıkan sonuçtan haklı olarak gururlandı, bir özgüven artışı yaşandı. Ancak günler ilerledikçe ve ortada net bir yol haritası belirginleşmedikçe, Erdoğan da AKP kongresi sonrasında yeni bir saldırı dalgasının startını verince ciddi durum değerlendirmesi yapmanın önemi arttı. Hiçbir yazının bu devasa problemin her boyutunu bir kalemde ele alabilmesi mümkün değil. Ancak kimi başlıklar tartışılmaya açılabilir. Mutlaka derinleştirilmesi gereken bir tartışmadır. Bizler genel olarak var olan durumu anlama, okuma ve kavramsallaştırma konusunda, zaman zaman kimi yavaşlıklar olsa da, büyük bir sıkıntı yaşamıyoruz. Ancak ne yapılması gerektiğine karar vermek ve harekete geçmek konusunda genel olarak Türkiye solu olarak eksiğiz. Erdoğan’ın önümüze koyduğu bir konuya itiraz etmek daha kolay, ancak topluma ulaşarak kendimiz bir gündem yaratma, onun üzerinden topluma kendisini anlatma noktasında genelde başarısız oluyoruz. Bu dönemde öne çıkarılması ve tutumlara rehberlik etmesi gereken dört nokta olduğunu düşünüyorum: 1- Çokluk içerisinde hegemonya mücadelesi 2- İşçi sınıfının çeşitli öbeklerine ulaşmak 3- Kalkışma momentinde önderlik edebilecek birikimi yaratmak 4- Söylem ve pratik arasındaki açı farkını kapatmak
6
ÇOKLUK İÇERİSİNDE HEGEMONYA MÜCADELESİ 2013 sonrasında AKP karşısında en etkin muhalefetin geliştiği momentlerde ortaya bir çokluğun çıktığı giderek yeknesaklaşan bir tespit. Buradaki çokluk, farklı politik öznelerin etkisi altında olan, genelde örgütsüz ama aktivizme açık, militanlaşma potansiyeli yüksek, iş üretmeye odaklı, ideolojik ayrımları çok merkeze almayan bir insanlar kümesi olarak ortaya çıkıyor. Kendilerini yerel meclislerde ifade etmeye yatkınlar. Bu kesimler üzerinde etkisi olan politik aktörler de dolayısı ile çeşitli platformlar oluşturarak süreci yönetmeye gayret ediyorlar. Şimdiye kadar bu platformlar birer koordinasyon seviyesinde kaldı. Bir politik odak haline gelemediler. Demokrasi için Birlik, örneğin 16 Nisan’da bu rolden daha fazlasını oynayamadı. Bu çoklu yapının kendisini konsolide edebildiği ve varlık gösterebildiği her dönem aslında son derece verimli geçti. Temel olarak Gezi ve forumlar dönemi, 7 Haziran ve 16 Nisan bu çokluğun ortaya çıkarak etkin olduğu dönemler olarak tespit edilmeli. Bizlerin sosyalistler olarak iki işi bir arada becerebilmemiz önemli sonuçlar yaratırdı. Birincisi bu çokluğun varlık gösterme, politikada etkin olma sürecini uzatmak ve süreklileştirmek. Bu yapı daha çok seçimler vs. gibi dışsal etkenlerle bir araya gelme motivasyonu buluyor. Oysa bu süreçte bir etkinlik gösterilebilecekse, faşizmin bu yeni dalgasını göğüsleyebilmek için muhakkak kalıcı mevziler üretmek gerekiyor. Solun geleneksel yapıları bu çokluğu yeterince kapsayamıyor. Dolayısıyla konsolidasyona hizmet edecek yapıların inşası önem kazanıyor. Bu anlamda örneğin Demokrasi için Birlik benzeri
sosyalistleri, yurtseverleri, sol Kemalistleri, liberalleri bir arada hareket ettirecek bir yapının oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Ancak bu yapının varlığı tek başına yeterli olmuyor. Bir de bunun içindeki hegemonyayı tartışmak gerekiyor. 16 Nisan akşamı CHP’nin tavrının yarattığı kırılma bir yana, sokak eylemleri belli bir ivme kazandığında “sokak eylemlerini kurumsal olarak desteklemiyoruz” tavrı ciddi olumsuzluklar üretti. Bu sonucun ortaya çıkması da aslında sokaktaki kitlenin CHP hegemonyası altında olduğunu göstermektedir. Bu belki de karşı karşıya bulunulan en büyük risktir. Bir dahaki kırılma anında böylesi bir noktada olmamalıyız. Dolayısıyla somut politika tartışırken de tutumları ona göre belirlemek gerekir. CHP, içindeki kimi demokrat unsurlara rağmen son kertede bir devlet partisidir ve bunu bizleri şimdiye kadar hiç şaşırtmayacak bir biçimde ispat etmiştir. Dolayısıyla uzun süren bir eylemin en kritik noktasında “CHP’li milletvekilleri yeterince destek vermiyor, CHP şöyle davransaydı böyle olurdu” gibi tepkiler aslında bu hegemonyanın farklı tezahürleridir. Hareketin kendi göbeğini ancak kendisinin kesebileceği bilinçlere bir biçimde kazınmalıdır. Bunun kolay gerçekleşmeyeceği açıktır. Sokak hareketi üzerindeki, yukarıdaki tabirle çokluk üzerindeki CHP etkisini kıramadığımız sürece biriktirilen emeklerin, öfkelerin heder olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla sosyalistler bir hegemonya mücadelesi içinde olduklarını asla unutmamalıdır. Bu gereksiz açıklıkla her fırsatta CHP ile didişerek olmaz muhakkak ki, ancak kendi planı ve programı olan ve çokluğun güvenini kazanan bir pratik bu sonucu doğurabilir. HDP üzerindeki kuşatmayı kırabilecek hamleler yaparak etkinliğini arttırırsa var olan he-
Haziran 2017 / Sosyalist Dayanışma
ACAĞIZ? NE YAPMALIYIZ? gemonyanın kırılması çok daha kolaylaşabilir.
İŞÇİ SINIFININ ÇEŞİTLİ ÖBEKLERİNE ULAŞMAK “Muhalefet platformu basit tutulmalıdır: ‘Cumhuriyet rejimini İslamcı rejime dönüştürmek ve yolsuzluklara karşı sınırsız dokunulmazlık istiyorsunuz. Neden?’ ... %49’luk Hayır cephesini bir arada tutmak, genişletmek sadece bu gündemle sınırlı kalınırsa mümkündür.” (Korkut Boratav, “Cumhuriyetçilik mi? Sosyal Demokrasi mi?) Hazirancı kesimlerde genelde hakim olan bir vurguyu Korkut Hoca sade bir biçimde ortaya koymuş. Burada temel sorun Cumhuriyet rejimin İslami rejime dönüştürülmesidir. Bunun gerçekten çok önemli vurgu olduğu açıktır ancak asla yeterli değildir. KONDA’dan Bekir Ağırdır da “Referandumun ardından Türkiye’yi yeniden düşünmek” başlıklı bir değerlendirmede çeşitli başlıklar ortaya koymuş. Orada da “Kapsayıcılık, bütüncüllük, demokrasi projesi ve ço-
ğulculuk, yerelleşmek ve katılımcılılık, siyasi alanı genişletmek ve siyaseti doğallaştırmak, yeni anayasa yapma süreci ve yeni anayasa” başlıkları ortaya konmuş. Bu iki alıntı aslında sol Kemalistler (Haziran’ı da genel olarak bu kategoriye sokmakta bir sakınca yok) ve liberallerin bakış açısını yansıtıyor. Birincisinde çeşitli varyantlarıyla cumhuriyetçilik ikincisinde ise yine geniş bir yelpaze olarak demokratikleşme talepleri ön plana çıkarılıyor. Oysa bu tutumlar çok önemli bir gerçeği gözden kaçırıyor. AKP iktidarının en büyük avantajı işçi sınıfı üzerinde kurduğu genel hegemonya. Bu etki, formel sektörlerde çalışan işçilerden enformel alanlara doğru geçtikçe daha da şiddetleniyor. 16 Nisan bu tabloda önemli çözülme emareleri gösterdi. Özellikle büyük şehirlerde AKP’nin gerilemesi önemli bir işaret. Erdoğan diktatörlüğü bu süreçte giderek kırsal, metropol dışı bir desteğe mi sığınmak zorunda kalacak? Bunun gerçek anlamda sonun başlangıcı olacağı muhakkak.
“Türkiye’nin son 30 yılını belirleyen seküler/muhafazakar ayrışması 15 Temmuz sonrası dönemde sınıfsal/siyasal bir hat üzerinden yeniden tanımlanmaktadır. Sınıfsal çatışma ve bu çatışmanın kültürel ifadeleri tıpkı bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de karşılıklı cepheleşmenin ana eksenidir. Siyasi aktörlerin bunu algılama hızı ve üretecekleri çözümler geleceğin demokratikleşme mi yoksa otoriterleşme mi yönünde ilerleyeceğinin ana belirleyicisi olacaktır.” (“İstanbul’da AKP seçmeninin oy verme davranışı”, Evren Balta/ Ayşe Betül Çelik/Murat Paker, Birikim, Mayıs 2017) Popülizm karşısında sosyalist taleplerin etkin bir geriletici rol oynadığı dünyanın her yanında gözlemlenirken Türkiye’de AKP karşısında mücadele eden dinamiklerin işin bu boyutunu es geçmeleri şaşırtıcıdır. AKP görünürde İslamcı ve otoriter bir partidir ancak onun gerçek gücü bu noktadan kaynaklanmamaktadır. Sınıftan aldığı destek kesilmeksizin de kalıcı olarak geriletilmesi zordur.
lemelerine karşı üretilen tepkiler formel işçi sınıfının daha da uzaklaştırılması için nasıl değerlendirilebilir? Kent varoşlarında yaşayan enformel işçi kesimlerinin AKP’nin patronaj ağlarından koparılması nasıl sağlanabilir? Özellikle enformel işçiler söz konusu olduğunda ideolojik propagandanın yeterli olmadığını, patronaj ağlarından kopmanın kent yoksulları için bedelinin çok ağır olduğunu unutmamalıyız. Sosyalistlerin göründüğü kadarıyla şu anda bu noktaya etkin vuruşlar gerçekleştirebileceği aparatları bulunmamaktadır. Oysa sosyalistlerin yukarıda bahsedilen çokluk içerisinde hegemonya mücadelesinde başarılı olabilmeleri de sınıfla bağ kurma yetenekleri ile doğrudan ilişkili olacaktır. Ancak bu alanda yol kat edebilirsek birinci madde konusunda da kalıcı iyileşmeler yaratabileceğiz. Toplumun dip dalgası gündelik tepkilerini sınıfsal duruşlar üzerinden üretirken kamuoyu genel olarak böylesi bir konu yokmuş gibi davranmaya devam etmektedir.
Yaklaşmakta olan kıdem tazminatı hesaplaşması, grev erte-
(Bu yazı için ayrılan yer dolduğu için diğer iki maddeyi gelecek sayıda işleyeceğim.)
7
Sosyalist Dayanışma / Haziran 2017
“MUTLAKA KAZANACAĞIZ, BİRLİKTE BAŞARACAĞIZ!” RÖPORTAJ
HDP
’nin 3. Olağanüstü Kongre’sinde Eş Genel Başkan seçilen Serpil Kemalbay’la kendi mücadele tarihi ve önümüzdeki süreci değerlendiren bir söyleşi yaptık. Merhaba Serpil, biz yoldaşların olarak seni tanıyoruz ama sen okurlarımız için anlatabilir misin mücadele tarihini? Röportaja başlamadan önce yakın zamanda tutuklanan derginizin Yazı İşleri Sorumlusu Sezgin Kartal’a geçmiş olsun dileklerimi sunmak istiyorum. Özgür basın üzerindeki baskıları kınıyorum. Ben siyasetle 1990 yıllarının başlarında tanıştım. Savaşın, çatışmanın epeyce yüksek olduğu bir dönemde ben de bir Direniş gazetesi okuru olarak mücadeleye katıldım. Daha sonra özellikle 96 ölüm oruçları ve daha sonrasında gelişen süreçlerde toplumsal duyarlılık daha fazla artmaya başladı ve sokaklar biraz daha kalabalıklaşmaya başladı. O dönemlerde bizler Dayanışmaevleri olarak yoksul mahallelerde çalışmalar yürütmeye başladık. O çalışmalarla amaçladığımız şey daha çok halkla iç içe bir çalışma yürütmek, birbirimize dokunarak gündelik hayatı birlikte yeniden kurabilmek, aynı zamanda siyasete, toplumsal mücadeleye örgütlü bir şekilde, dayanışma içerisinde katılabilmek ve kendi siyasi geleceğimize müdahil olabilmekti. Bunun için pek çok çalışmalar yaptık. Yoksullukla Mücadele Kurultayı’yla başlayan ve daha sonra bu konu-
8
da sürdürülen çalışmalar oldu. Bu öğretici bir dönemdi. Buradan kadın mücadelesinde yol almaya çalışırken de yararlandık. Kurduğumuz meclislerde birlikte nasıl bir hayat istediğimizi, kadınlar olarak nasıl bir mahalle istediğimizi, ev istediğimizi, nasıl bir iş yeri istediğimizi, nasıl bir ülke istediğimizi konuşabileceğimiz tartışabileceğimiz ve buna dair kendi dönüştürücü gücümüzü harekete geçirebileceğimiz bir siyaset yapma tarzı gelişti. Yoksul mahallelerde kurduğumuz bu kadın dayanışma ağıyla -ki biz buna Kadınların İmecesi dedik- her şeyin ticarileştiği bir ortamda parayı, piyasayı düşünmeyen onu dışarda bırakan dayanışmaya ve paylaşıma dayalı bir kolektif oluşturmaya çalıştık ve bunun üzerinden kadın politikasına müdahale etmeye çalıştık. İmece deneyimimiz 2000’li yılların başlarında başladı. Bir grup sosyalist ve aynı zamanda kadın bakış açısına sahip kadın olarak yoksul kadınların mücadelesini daha ileriye taşımak için hem öğrenmeye çalıştık hem de bildiklerimizi buluştuğumuz ev işçisi, tekstil işçisi kadınlarla, ev kadınlarıyla paylaştık. Karşılıklı olarak pek çok şey öğrendik. Bu çalışmalar bizim özellikle ev işçisi kadınların örgütlenmesine dair çok özgün deneyimler biriktirmememize yol açtı. Bu çalışmaların sonucunda ev işçisi arkadaşlarımızla farklı bir yolculuğa çıktık. Türkiye’de Avrupa’da bile bir ilk olan İmece Ev İşçileri Sendikası bu çalışmaların sonucunda çok özgün bir çalışma olarak ortaya çıktı. Bu mücadeleler içinde yine sendikal çalışma da var. Tekstil alanında yapılan sınıfsal mücadele içerisinde de bir süre konumlandım. Özgün bir deneyim olan Bağımsız Tekstil İşçileri Sendikası’nın (BATİS)
Bursa deneyiminin İstanbul’da ve Trakya’da nasıl hayat bulabileceğine ilişkin tartışmalardan sonra bu çalışmayı da güvencesizlerin örgütlenme çalışmasına, özellikle tekstil alanında çalışan ama her emekçinin başvurabileceği bir sendika olarak var edilmesinde ben de arkadaşlarımla beraber rol aldım. Bir süre sonra da HDK’nin kurulmasının arkasından HDP’nin kurulması aşamasında arkadaşlarımız Sosyalist Dayanışma Platformu’ndan doğru bu çalışma içerisinde benim yer almamı önerdiler ve iki dönemdir HDP’nin MYK’sında bulunuyorum. Bu son dönemde aynı zamanda HDP’nin Emekten Sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcılığı görevini yaptım, son görevimi alıncaya kadar. Ülkemizde özellikle 7 Haziran’dan bu yana yaşananları nasıl değerlendiriyorsun? 7 Haziran’a gelmeden önce Türkiye’de son dönemde yaşanmış en önemli gelişme Gezi sürecidir. Gezi süreci demokrasi mücadelesinde büyük bir sıçrama olarak kendini ortaya koydu. Orada herkes biraz kendi özgürlüğü için kendi demokrasi anlayışı için Türkiye’nin çeşitli illerinde kendini sokakta ifade etti. Gezi Parkı’nda yeni bir yaşamın özlemini ifade eden bir var oluş sergiledi. Bu direnişten aslında toplumsal olarak pek çok şey öğrendik. Şimdi biz oradan daha sonra 7 Haziran’a geldik. Biz “Gezi’nin devamı 7 Haziran’dır” diyebiliriz. 7 Haziran’a giderken toplumda yine büyük bir şenlikli yenilenme duygusu vardı. O kendisini siyasi denklemde de ortaya koydu. O denklemde artık bir HDP gerçeği ortaya çıktı %13’ün üzerinde alınan oyla ve iktidarı düşürdü. Bu tablo kritikti. Halkın siyasete katıldığı ve orada neyin nasıl olması gerektiğini söylediği
bir andı. Fakat 7 Haziran’ın arkasından gelişen süreç bu açığa çıkan politik gerçekliğin inkar edilmesi, yok sayılması üzerine kurulu bir süreç oldu. Bu sadece AKP iktidarının bir reddedişi değildi. Aynı zamanda statükoyu savunan diğer güçlerin de el verdiği bir reddetme olgusuydu. Özellikle 7 Haziran’dan sonra Kürt coğrafyasındaki şiddet Cizre’de, Sur’da, Nusaybin’de, İdil’de, Şırnak’ta pek çok yerdeki o katliamlar, savaş ve şiddet olgusu 1 Kasım seçimlerinde HDP’yi baraj altında bırakmak için de oluşturulmuş bir iklimdi. Fakat HDP orada da barajın altında kalmayarak ne kadar büyük bir direnç noktası olduğunu ortaya koydu. Arkasından gelişen süreç Erdoğan ve onun etrafındakilerin ikbal kaygılarıyla yürüttükleri tek adam diktatörlüğü yolculuğunun taşlarını örmek için geliştirildi. Onun için işte 16 Nisan anayasa referandumu adı altında bir seçim toplumun önüne kondu. Bütün dert “Nasıl olur da Erdoğan tek başına muktedir, sorgulanamaz, soruşturulamaz bir güç haline gelebilir”di. 16 Nisan referandumu kesinlikle anayasa değişikliği anlamında meşru olmayan bir referandum. Çünkü anayasa halkların katılımıyla yapılmalıdır. Bu süreç böyle işletilmediği gibi hem baskı ve zora dayalı seçim olması özellikle HDP’nin sandık görevlilerine yapılan saldırılar, onların kabul edilmemesinden tutalım da okullardaki silahlı özel harekatçılara kadar -ki bunlar Kürt coğrafyasında bizim çok yaygın olarak gözlemlediğimiz şeylerdibütün bu zora dayalı tablonun yanı sıra hileye dayalı bir tabloda oluşturuldu. Fakat buna rağmen oyların yarısını hatta bize göre yarısını çok aşan bir miktarını alarak bizler kazandık bu süreçte. Belki şimdi artık bu tablo üzerinden konuşmamız ve tartışmamız
Haziran 2017 / Sosyalist Dayanışma
gerekiyor. 16 Nisan referandumunda açığa çıkan şey şuydu genel olarak söylersek: Bu kadar baskıya, zora, iktidarın olanaklarının seferber edilmesine rağmen halk direnmeye devam ediyor. Sadece Kürt halkı direnmiyor tabi ama Kürt halkı burada daha örgütlü bir şekilde ve direngen bir şekilde ayakta duran kesim. Bunun yanında biz görüyoruz ki toplumun pek çok kesimi hala direniyor. İşte Ayşe öğretmenden tutalım da akademisyenlere kadar Nuriye ve Semih’e kadar, çocuğunun kemiklerini almak için direnen Kemal Gün’e kadar pek çok kesim bu direnişin içerisinde ve bu yaşanan haksızlıklara isyan eden, öfkelenen, öfkesini biriktiren belki öfkesini şu anda açığa çıkaramayan ama bunu bekleyen milyonlarca insan bu otoriter, anti demokratik sistemin karşısında konumlanmaya devam ediyor. Bu geldiğimiz noktada HDP Eş Genel Başkanı olarak ciddi bir sorumluluk aldın. Bu baskı ortamına rağmen direnen kesimler gerçeğini ele aldın ama
güçlerin dağınık olduğunu da gözlemliyoruz. Bu noktada HDP’nin misyonu ne olabilir? Diyebiliriz ki 7 Haziran’dan bu yana sivil darbe süreci yaşıyoruz. 15 Temmuz darbe girişimi mevcut siyasi iktidar tarafından darbe için fırsata dönüştürüldü. Kendi sivil darbesini artık OHAL ile ve KHK’lar ile daha da güçlendirdiği bir yapıya dönüştürdü. Çok güçlü bir şekilde birbirimizle olan dayanışmamızı, birlikteliğimizi büyüterek bu sürece cevap verebiliriz. Onun için de 16 Nisan referandumunun çıkarttığı aritmetiğin de üstüne çıkan bir yaklaşım sergilememiz gerekiyor. Çünkü eğer cam işçileri bugün en temel çalışma haklarını hayata geçiremiyorlarsa ve bundan önce birçok grev yasaklanmışsa o zaman cam işçilerinin sorunlarıyla Sur’da kentsel dönüşümle evi yıkılan kadınların sorunları aynıdır ve ortaktır. O zaman artık bizim bütün önyargıları bir tarafa bırakarak ortak paydada buluşmak gibi bir görevimiz ve sorumluluğumuz var. Eğer diktatörlüğü ortadan kaldırmak istiyorsak evrensel demokrasi kriterleri paydasında ve emeğin savunulacağı, kadınların savunulacağı, en temel hakların
savunulacağı ortak bir paydada buluşmak gerekiyor. Biz de önümüzdeki süreçte işte bunun hayata geçmesi için bir rol üstlenmeliyiz. Bu ortak paydada nasıl bir araya geleceğimizi, nasıl bu birlikteliği daha geniş kesimleri kucaklayarak sürdürebileceğimizi yeni bir deneyim olarak açığa çıkartmamız gerekiyor. Oldukça zor bir görev olduğunun hepimiz farkındayız ve bilincindeyiz. Büyük, önemli sorumlulukları olan bir görevle karşı karşıyayız. O yüzden işimiz kolay değil ama aynı zamanda biraz önce sorduğun sorudaki gibi 7 Haziran’dan bugüne hatta Gezi’den bugüne aldığımız zaman bize pek çok ipucu çıkıyor, pek çok olanak olduğu ortaya çıkıyor. Birbirimize muhtaç olduğumuzu ama diktatöre, diktatörün uygulamalarına da mahkum olmadığımızı gösteren bir tablo ortaya çıkıyor. Biz bu tabloyu birlikte değerlendirmek istiyoruz. Birbirine yabancı olanın artık birbirinin acısına yabancı olmayacağı, o acıyı kimin yaşadığına, adresinin ne olduğuna bakmadan ortaklaşacağı bir mücadele pratiği içerisinde olarak bunu başaracağımıza inanıyorum. Biliyorum ki mutlaka kazanacağız ve birlikte başaracağız. Sosyalist mücadeleden özellikle kadın mücadelesinden gelen biri olarak HDP Eş Baş-
kanlık görevini üstlendin. Bu özelliklerin, mücadele tarihinde biriktirdiklerin HDP’ye nasıl yansıyacak? HDP’nin bugüne kadar ortaya koyduğu siyasi çizgi ve programı aslında toplumun bütün sorunlarıyla ilgilenen ve onları kendi derdi olarak gören bir yerde. Örneğin; halklar için bir demokrasi, emekçiler için bir demokrasi, kadınlar için bir demokrasi savunuyor, radikal demokrasi olarak ifade ediyor. Bu mücadeleyi inşa ederken kendi siyasi geleneğinden de kaynaklı olarak, onu oluşturan bileşenlerinin taşıdığı geleneğinden de kaynaklı olarak özellikle sınıfsal temelli paylaşıma dönük meselelerdeki duruşu, bu konudaki sözü, mücadelesi çok fazla görünür olamadı şimdiye kadar. Hep beraber, her zaman daha görünür kılalım, dedik ama bu konuda eksikliklerimiz oldu. Kendi örgütlü mücadelemizin de yine bu alanlarda güçlendirilmesine yönelik çalışmalarımıza ihtiyaç var. Yine HDP bir kadın partisi diyoruz her zaman fakat erkek egemenliğiyle ilgili sıkıntılar, onun partide yarattığı sıkıntılar sürmekte. Daha cinsiyet eşitlikçi, kadının siyasette kendini ortaya koyarken daha güçlendiği bir politikaya ihtiyaç var ve bunu geliştirmeye ihtiyaç var. İşçilerin, güvencesiz çalışan kadın işçilerin, mevsimlik tarım işçilerinin, ev işçilerinin sorunlarının çözümüne yönelik politikaların daha çok görünür olması ve bu konularda programımızdan da kaynak alarak bu sorunlara ne tür çözümler ürettiğimizi tek tek herkese ulaştırılmasını sağlamak ve sahiplenilmesini sağlamak, bunun bir örgütlenmeye dönüştürülmesini sağlamak ve buralardan doğru da toplumsal mücadelemizi yükseltmek önümüzdeki hedefler. Ben de bu hedefler doğrultusunda bu çalışmaları daha çok zenginleştirecek politikalara da mevcut mücadelemizin yanında daha çok yer vermeye çalışacağım arkadaşlarımla beraber. Çok teşekkürler Ben teşekkür ederim, kolay gelsin.
9
Sosyalist Dayanışma / Haziran 2017
HAYIR MECLİSLERİ KENDİNİ TARTIŞIYOR ELİF CAN
Türkiye yakın siyasi hayatında hepimiz için önemli tarihler oluştu. Pek çok tahlile konu olacak dönemleri anlatırken kullanılacağı şimdiden kesinleşen günler... 2013 Amed Newroz’unda startı verilen çatışmasızlık ve 31 Mayıs Gezi isyanı ile gelen günler: 7 Haziran, HDP’nin meclise 80 milletvekili ile girmesi... 15 Temmuz, darbe girişimi... Ve 16 Nisan, referandum süreci... 7 Haziran sonrası başlayan ve 15 Temmuz’un ardından tavan yapan baskı, zulüm ve katliamlarla toplumun bilincini rehin alma, tüm muhalefeti susturarak diktatörlüğünü kurma yönelimi 16 Nisan’da bir büyük Hayır’la karşılaştı. Hayır diyenlerin en görünür, en fazla toplumsal kabul gören örgütlenmesi Hayır Meclisleri oldu. Referandum öncesinde ortaya çıkan, İstanbul başta olmak üzere pek çok büyük şehirde yerel örgütlenmeler şeklinde hayat
10
bulan Hayır Meclisleri bir yandan sokağa çıkarak bir yandan da sosyal medyayı etkin şekilde kullanarak yükselttiler itirazlarını. 16 Nisan günü YSK eliyle gerçekleştirilen hile ve hukuksuzluğa karşı ilk geceden sokaklara indiler. Hileli sonucu reddederek günlerce “Hayır, biz kazandık!” yürüyüşleri gerçekleştirdiler. Ortak bir talep ve onun ekseninde gerçekleştirilen eylemler biçiminde yanyana geldiği görülen bu meclis ve platformlar, hileli referandum sonucuna itirazın sıcaklığı geçtiğinde kendini sürdürme iddia ve iradesine sahip olacak mı? Topluma dayatma olarak getirilen anayasa değişikliğine karşı bir itiraz, bir isyan şeklinde ortaya çıkan bu hareket sürdürülebilir bir halk hareketine dönüşecek mi? Dönüşecekse hangi hedefler, toplumsal talepler etrafında biçimlenecek? Hangi formlarda örgütlülüğünü sürdürecek? Bu yerel örgütlenmelerin merkezi ilişkisi nasıl gerçekleşecek? Bu ve benzeri sorular cevaplarını arıyor. Meclisler kendilerini tartışıyor. Pek çok emekçi semtinde adı meclis olsa da örgütlü güçlerin eylem birliği şeklindeki
platformlar bu tartışmaların merkezinde yer almıyor. Bu tartışmalar, başta Kadıköy ve Beşiktaş olmak üzere meclis formuna uygun şekilde örgütlenmiş yerler açısından önemli. Referandum sonrasında yapılan değerlendirmelerde varlıklarını sürdürme kararları çıktı. Öncelikli politik zeminlerini “hileli sonucu tanımama” olarak ortaya koydular. Erdoğan’ın yeniden genel başkan seçildiği AKP kongresini başlangıç alarak “Meşru değilsiniz!” kampanyası başlatıldı. Önümüzdeki günlerde bir yandan bu kampanyanın adımları; bir yandan da geri çekilmelerle zayıflayan meclislerin örgütlenme ve merkezileşme sorunları tartışılmaya devam edecek. Kalıcılaşma olasılığı konusunda hala net bir şey söyleyemediğimiz söz konusu meclisler için bunun olabilirliğinden bahsetmek hayalperest bir varsayım değildir. Gezi’den beri biriktirdiklerimiz bunu mümkün ve gerekli hale getirmiştir.
lesinin geliştirilmesine hizmet edebilecek, demokrasi güçlerinin tabanda kurulacak en geniş ittiak zeminine bir adres olma özelliği edinebilecektir. Değilse Gezi sonrası olduğu gibi yeniden bir toplumsal momentte ayağa kalkmayı bekleyen bir potansiyel olarak uykuya dalacaktır.
Kendini sokakta kurmayı önüne koyan bu meclisler kalıcılaşır, etki alanını genişletir, itirazları örgütlerken AKP tabanındaki tereddütlere de seslenebilirse, demokrasi mücade-
Sokakta kalıcı bir halk hareketinin oluşumunda en büyük olanak ve sorumluluk HDK/ HDP’nin omuzlarındadır. (Kimilerinin beklentiye girdiği CHP’nin böyle bir niyeti ve kapasitesi olmadığı defalarca ve son olarak 16 Nisan akşamı kanıtlanmıştır.) HDK/HDP, çoğulcu, katılımcı, emekten ve barıştan yana, halkların ve inançların eşitliğini savunan, cinsiyet eşitlikçi, doğa insan uyumunu önemseyen yeni yaşam ve demokrasi perspektifini böyle bir harekete mal edecek, onunla devinmeyi sağlayacak bir beceriye sahip olmalıdır. Bunun hangi biçimde mümkün olabileceğini ve hangi somut gündemler üzerinden şekilleneceğini hızla konuşmaya başlamak durumundayız.
Önümüzdeki dönem mecliste ana gündem anayasa değişikliği için “uyum yasaları”nın görüşülmesi olacak. Bunun anlamı, 2019’da yapılacağı söylenen seçimlere kadar 16 Nisan’daki gayrımeşru değişikliğin yeniden ve yeniden toplumun gündemine getirilme olanağının ortaya çıkmasıdır. Bu süreçte sokakta kendini ifade eden bir itiraz ve ana hatları belirlenmiş bir demokrasi talebi ortak ve güçlü bir biçimde ortaya konabilirse bu dinamizm meclis kürsüsünü ve yasa yapım sürecini de etkileme şansına sahip olur. Ancak o zaman iktidarın 2019 planlarını altüst edebilecek sonuçlar açığa çıkabilecektir.
Haziran 2017 / Sosyalist Dayanışma
GEZİ DİRENİŞİ VE BÜYÜMEK
H
atırlamak. Gezi Direnişi’nin o görkemli günlerini, İstanbul başta olmak üzere, Ankara’dan Antakya’ya insanların dört bir yandan ayağa kalkışını, üzerimize giydirilmeye çalışılan deli gömleğinin yerle bir edildiği Gezi İsyanı’nı hatırlamak… AKP’nin “Her şeyi ben bilirim, yaptım oldu” mantığına ve bütün baskıcı politikalarına karşı büyük bir ayağa kalkış sergiledik. İnsanlar umutla, büyük bir dirençle direndi. Onlarca yaralı ve şehit verdik. Ama insanlar büyük bir coşku ile “Yeter be 1”dercesine sokakları terk etmiyordu. Yere düşen tekrar kalkıp direniş komününde kendisine hangi görevi çıkardıysa oradan yola devam ediyordu. Taksim’i kazandığımız gün, insanların yüzlerinde gülümseme, gözlerinde umut ışıkları parlıyordu. Direnince, örgütlü olunca neleri başarabileceğimizi gördük. Kendi medyamızı yarattık, kendi dayanışmamızla Taksim Gezi Parkı’nı yeniden inşa ettik. Moralliydik, umutluyduk. Gezi Parkı’nda komün revirler, aş yerleri, giysi yerleri, kütüphaneler kurduk. Bir yanda devrimci marşlar söylenirken, kandilde de Kur’an okundu Gezi Parkı’nda. İnsanlar bütün farklılıkları ile birbirine kucakladı, birbirini dinledi ve anlamaya çalıştı. Taksim’e giden yüzlerce barikatın içinde büyük bir umut filizlendi. Bu filiz asıl yüreklerimizde saklı olandı. Kurmak istediğimiz bir ülkenin umudunu filizlendirdik Gezi Parkı direnişi ile. Ve bu direniş filizi hala yüreklerimizde durmakta, AKP’ye korku salmakta. Bizleri izole etmek için türlü türlü argümanlar geliştirdiler. “Çapulcu” dediler bizlere ve biz de çıktık “Evet çapulcuyuz” dedik. Onların her söylemini yaratıcı sloganlarla boşa düşürdük. Gezi Direnişi gerilerde kalan, nostalji yapacağımız anıların ötesinde bir durumdur. Aslında Gezi ruhuna her zamankinden daha çok ihtiyacımız var bugün-
lerde. Ülkeyi bir cehenneme çevirmeye çalışan AKP faşizmine karşı Gezi’nin ruhu ve yaratıcı eylemleri ile cevaplar üretmeliyiz. Bunlar sadece birbirimize öğüt vermek, moral vermek olarak algılamayalım. Bu yaratılan faşizme karşı ancak böyle cevap üretebiliriz. AKP de ne kadar çaresiz olduğunun farkında. Artık hile ile dalavere çevirerek iktidarlarını ayakta tutmaya çalışıyorlar. Televizyonlarda, gazetelerde düzinelerce yalanlara sarılıyorlar. Olmayan şeyleri varmış gibi göstererek büyük bir algı operasyonu yapıyorlar. AKP televizyon ekranlarında “savaş ve terör” kelimesinin geçmediği bir cümle kurmuyor. Aslında bu tükenmişliğinin zirvesine doğru hızla ilerleyişinin göstergesi. En demokratik eylemleri bile azgınca saldırıyorlar. Çünkü korkuyorlar. İkinci bir Gezi’den korkuyorlar. Biriktirdikleri öfkenin patlaması ile yerle bir olacaklarını çok iyi biliyorlar. Bizlerin kazanılmış haklarını bir bir tırpanlarken, kendileri lüks içinde şatafatlı bir hayatı yaşıyorlar. Ve bunları yoksul halkımızın gözlerine sokarak yapıyorlar. Sıkıştıklarında eski argümanlara sarılıp vatan millet edebiyatı yapıyorlar. Hangi vatan, hangi milletten bahsediyorlar? İşsizlik bugün %13’lerde gezerken hangi vatandan bahsediyorlar, gençlerin uyuşturucudan komaya girdiği bir ülkede nasıl vatandan bahsederler? Asgari ücretle geçinmeye çalışanlara hangi vatanı anlatacaksınız? Televizyon ekranlarında dizilerle, haberlerle milliyetçilik, şovenizm tırmandırılıyor. Halkımıza bir gram değer katmayan dizileri ideolojik aygıtları olarak televizyon ekranlarına servis ediyorlar. Böylece kendi çaldıklarını çırptıklarını gizleyebileceklerini düşünüyor olmalılar. “Biz bu halkı vatan millet edebiyatı ile yönetebiliriz” sanıyor olmalılar. Eğer bu vatan bölündüyse yoksullar ve zenginler olarak bölünmüştür. Bizlerden çaldıkları gelecek ile
yedi cetlerine yetecek bir servet biriktiriyorlar. Bizlere televizyon ekranlarından hikayeler anlatırken, onların yemedikleri halt kalmıyor. Peki bu böyle mi gidecek, onlara zenginlik bizlere hep yoksulluk, zulüm mü düşecek? Buna kader deyip susacak mıyız? Tabi ki hayır. Bizler çok iyi biliyoruz ki, yoksuluz çünkü siz varsınız. Onlar zenginliğini biriktirdikçe, bizler de öfkemizi biriktirmeliyiz. Onlar saldırılarını artırdıkça, biz de mücadelemizi artırmalıyız. Bu gidişatı tersine çevirmek, bizim topyekûn örgütlü mücadelemizle belirlenecektir. Bu dönemde Gezi ruhunu ete kemiğe büründürmek için örgütlenmeliyiz. Gençliğin barikatlardaki coşkusu, yaratıcılığı önümüzü açacak yegane unsurdur. Gezi aynı zamanda bunca haksızlığa, zulme cevap vermektir. Adaletsizliğe karşı adalet olabilmektir. Yüksel Caddesi’nde gözaltına alınan Veli Saçılık’ın annesi Kezban anamızın polisler tarafından yerde sürüklenmesine duyduğumuz öfkeyi sokağa bırakmaktır. Kezban anamızın o gün şöyle
KENAN DEMİR
söyledi: “Hani cennet anaların ayaklarının altındaydı, biz polislerin ayağının altında kaldık.” Kezban anamızın bu sözü ne kulaklarımızdan gitmeli ne de yüreklerimizden. İşte bu yüzden büyümeliyiz yoldaşlar, bu yüzden örgütlenmeliyiz. Yoksulluğumuz hesabını sormak için büyümeliyiz. Işıklarda kara yüzleri ile mendil satan çocukların geleceğini kurtarmak için büyümeliyiz. Bunca çürümeye, yozlaşmaya karşı büyümeliyiz. Emekçinin alın terinin hakkı için, erkek egemen zihniyetin yerle bir edilmesi için büyümeliyiz. Sabah akşam kalkıp tek düşünmemiz gereken budur. Gençliğin örgütlü mücadelesini büyütmeliyiz. Bir seferberlik ruhu ile örgütlenerek, 21. Yüz yıl sosyalizminin güneşi ile yüreklerimizi ısıtmalıyız.
11
Sosyalist Dayanışma / Haziran 2017
STRATEJİK MEHMET YILMAZER
R
eferandum sonrası dünya turu Brüksel ile noktalandı. Bu turla hem dünya güç tablosu hem de bu tabloda Türkiye’nin yeri biraz daha belirgin hale geldi. En açık ortaya çıkan sonuç Ankara’nın strateji boşluğudur. Bir hedefe sahip olmadan değişken bir manyetik alanda demir tozlarının dans etmesi gibi savrularak yaşanan bir dört yıl… Daha doğrusu Ankara, Davos’taki “one minute” çıkışından sonra “stratejik derinlik”le bölgede lider olmaya soyunmuştu. Çok geçmeden bu hedefin Türkiye’ye çok bol geldiği ortaya çıkınca hırçınlıklar ve savrulmalar başladı ve bugüne kadar sürdü gitti. Diplomasi güç dengelerine göre isteklerini çoğu zaman dolaylı yollardan öne sürme ve çeşitli araçlarla hedefe varmak için bilinçli gitgellerle ilerleme sanatıdır. Ancak son dört beş yıldır yürütülen dış politika hem büyük ölçüde iç politikanın bir aracı olarak işlev gördü, hem de stratejik hedef yokluğundan dolayı savrulmalarla yürüdü. Tüm bunların bedeli dış politikanın çıkmaz sokaklarla kuşatılması oldu. Erdoğan’ın dünya turu bunu açıkça ortaya koydu. Bu turun sonuçlarını özetlersek üç noktaya değinmek yerinde oldur. Dünya güç tablosunda Uzak Doğu’ya kayma artık tartışılmaz bir gerçektir. Konu bu sürecin hangi yollardan ilerleyecek olmasıdır. Çin’in koordinasyonunda yürüyen Yol ve
12
Kuşak Projesi Pasifik’ten Doğu Avrupa’ya kadar geniş bir bölgenin yapısını değiştirmeye adaydır. Türkiye, bu projede bir yere sahip değildir. Büyük değişim treni önünden geçerken seyretmekten başka elinden bir şey gelmiyor. Dünyanın siyasal ve ekonomik ağırlığı Pasifik bölgesine kaymasına rağmen Ankara’nın bu konuda bir stratejik yaklaşımı yoktur. Sıkışınca “Bizi de Şanghay Beşlisi’ne alın.” demek bir strateji değil, yalpalamadır. Diğer önemli nokta ABD gezisinin sonucudur. “Gezi hepi topu 23 dakika sürdü.” diyen CNN Ana Haber moderatörüne bu sunuş pahalıya patladı. Saray’ın bu habere öfkesi gezinin Trump’la fotoğraf vermekten öteye bir sonucu olmadığının itirafıdır. Öte yandan Trump’ın Suudi Arabistan ziyareti Ankara’nın sinirlerini iyice bozacak sonuçlara gebedir. Bir dönem bölgede esip gürleyen Ankara, artık tabloda yoktur; bölge dengeleri eski bildik denklemine dönmüştür. Suudiler ve Mısır’la sıkı ilişki ve bu ikilinin İsrail’le dolaylı ilişkilerinin düzeltilmesi, Trump’ın gezisinin önemli bir sonucudur. Trump, Suudilerle çok büyük bir silah anlaşması imzalayarak skandallarla geçen başkanlık günlerinin en parlak başarısını elde etti. Suudilerin İran korkusunu körükleyen Amerika bu gerilim hattı üzerinden verimli sonuçlar almayı planlıyor. Fakat İran’la gerilimi ne ölçüde yükselteceği henüz belli değildir. Bölgede ABD hedeflerinin gerçekleşmesi için İran’ın zayıflatılması gerekiyor. Trump hangi yollardan bu hedefine gidecektir? Sahada asker bulundurmaktan yana olmayan Amerika bu gerilim hattını ancak bölgedeki güçlerle yürütebilir. Bu güçler arasında Türkiye de vardır. Ankara’nın böyle bir yola çıkması bölge politikasında tamamıyla batağa saplanması
anlamına gelecektir. Erdoğan’ın Washington ziyaretinden geriye sorunlar ve yeni riskler kalmıştır. Amerika’nın bölge ve Suriye’deki hedefleri Türkiye üzerindeki tehditleri yükseltecektir. Erdoğan’ın gezisi Brüksel’de son buldu. AB ile “12 aylık takvimin” belirlenmesi önceki efelenmelerle çelişik gibi görünse de beklenen bir sonuçtu. Fakat bu takvimin kabul edilmesi değil nasıl yürüyeceği önemlidir. Bu konuda AB Türkiye’nin önüne sürekli engel çıkaracaktır. NATO toplantısında IŞİD’in hedef olarak belirlenmesi ve Rusya’nın tehdit olarak anılması Ankara’nın politikalarının alanını iyice daraltacaktır. Bölge politikalarının içine NATO’nun girmesi nasıl değişiklikler getirecektir? Trump NATO toplantısında 28 üyeden sadece beşinin yükümlülüklerini yerine getirdiğini belirterek yakınmıştır. Bölgede NATO olsa olsa nüfus göçüne engel olmak için devreye girebilir. Dış politikada Osmanlılığı canlandırma veya “derin stratejiler” kurma adımlarının hepsi boşa çıkmıştır. Üstelik büyük hayalleri gerçekleşmeyince hırçınlaşan Ankara oyun bozucu rolüne soyununca, komşuları ve müttefikleri açısında güvenilmez hale gelmiştir. Ankara dünya ve bölge güçler dengesini okumakta sığ davranmakla kalmamış, kendini Sünni ve Kürt düşmanı bir eksene yerleştirince manevra alanını iyice daraltmıştır. Bölgede strateji yokluğu sonunda Ankara’yı bir çıkmaz sokağın başına getirmiştir.
****** Strateji yoksunluğunun artık bir krizin eşiğine getirdiği diğer önemli alan ekonomidir. On beş yıldır iktidarda olan siyasal İslam’ın önemli bir açmazı onun alın yazısı haline gelmek üzeredir. Haklı olarak “yüz yıllık fırsat” yakaladığını düşünen siyasal İslam iktidar kurumlarını bazen başarılı manevralarla kendi rengine ve tarzına belli ölçüde uydurdu. Ancak bir kanat sürekli eksik kalıyordu. O da ekonomidir! Belediyecilikten gelmekle övünen Erdoğan siyasal İslam’ın hızlı bir sermaye birikimi yapamadığı durumda iktidarının sürekli sallantıda kalacağını çoktandır kavramıştır. Hızlı sermaye birikimi için kısa vadede tek yol rant ve inşaattır. “İnşaat ya resulallah” diyerek kolları sıvayan siyasal İslam artık tıkanma noktasına gelip dayanmıştır. Büyük ve çılgın projelerle artan cari açık ve patinaj yapan bir “ihracat kapanı”na sıkışan ekonomi, Körfez’den nasıl aktığı belli olmayan paralarla suni teneffüsle
Haziran 2017 / Sosyalist Dayanışma
BOŞLUK zar zor yürüdü. Bu durum uluslararası finans kapitalin de dikkatini çektiği için Zarrap davası gibi yollardan bu yolun sonuna gelindiğini Ankara’ya anlatıyor. Türkiye sadece dünyadaki siyasal güçler dengesindeki fırtınalı bir değişimin girdabına sürüklenmekle değil, aynı zamanda köklü ekonomik değişimlere gebe olan dünya ekonomisinin yaşadığı gidişe de bütünüyle hazırlıksız yakalanmaktadır. Trump’ın başkan seçilmesi bazıları için geçici bir şaka gibi görünebilir. Oysa dalganın derinliklerinde dünya ölçüsünde tıkanan ve ömrünü dolduran bir sermaye birikim yolunun sancılı bir değişim sürecine girmesi yatmaktadır. Bol para akışlarının yaşandığı ve spekülasyonla yani kısa yoldan para ile para kazanmanın egemen olduğu bir sermaye birikim düzeninin artık sonuna gelinmiştir. Dünya ekonomisi 1980’lerin başlarındaki gibi sancılı bir kabuk değiştirme sürecine girmiştir. Henüz bu sürecin nasıl yaşanacağını kimse
bilmiyor. Ancak “para ile para kazanmanın” yolu tıkanmıştır. Neoliberalizmin “Kabesi” olan Amerika ve İngiltere’de yaşananlar bunun en açık kanıtıdır. Sadece bunlar değil, Çin’in üretim temelinde yükselişi ve kendi ekonomik egemenlik alanını yaratma girişimleri bir diğer güçlü kanıttır. Amerika bildiği yoldan gidiyor; tek egemen olduğu yüksek teknikli silah üretimini dünyaya satmakla uğraşıyor. Ancak artık yüksek teknikli yeni sanayi alanları konusunda rekabet Amerika, Çin, Japonya ve Almanya arasında hızlanıyor. Patlamalı ve elektrik motorların, bunlara bağlı sanayilerin ülke ekonomilerinin sürükleyici gücü olduğu yıllar geride kaldı. Ancak Erdoğan hala “yüzde 100 yerli” otomobilin peşindedir. Sadece bu noktadan bakılırsa Türkiye kapitalist teknolojinin en az seksen yıl gerisindedir. Bu açığı elbette birkaç on yılda kapatmak mümkün değildir. Fakat kararlı bir strateji ile yol almak da mümkündür. Dünyada bunun örnekleri artıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında neredeyse bir tek “Japon mucizesi” vardı. Artık BRİCS ülkeleri ve özellikle Çin-Hindistan yeni teknolojiyi yaratmakta hızlı adımlar atıyorlar. Bu gidişe Amerika’nın tek cevabı gerilimi yükseltip, rakip olabilecek ülkelerin kaynaklarını ölü alanlara harcatmaktır. Soğuk Savaş yıllarında bu stratejiyi Sovyetler’e karşı başarıyla uygulamıştır. Sonucu stratejik sapmayla Sovyetler’in kendi kaynaklarını ölüm makinalarına yatırması olmuştur. Sovyetler yüksek teknikli bir silah sanayine
sahip olurken, ekonominin genel alt yapısı eskimiştir. Ardından büyük çöküş gelmiştir. Bugün Amerika olası rakiplerini stratejik sapmalara zorlayabilecek güçte değildir. Dünya çok kutuplu olduğu için ve yeni tekniklerin yapısından dolayı bu böyledir. Yeni teknolojileri belli noktalarından yakalayabilen ülkeler rekabet dünyasında bir yer bulabilirler, aksi durumda yaklaşan fırtınanın anaforlarından savrulmak alın yazıları olur. Türkiye’nin bu gidişe belli bir mevziden cevap verebilecek bir stratejisi ve hazırlığı yoktur. TÜSİAD bunu kavradığı için arada çıkışlar yapmaya çalışıyor. Geçen yıl Davos toplantısının konusu 4. sanayi devrimiydi. Saray’ı ziyaret ettikten sonra Davos toplantısına katılamadan Mustafa Koç öldü. Türkiye mevcut ekonomik yapısıyla bu nefes nefese yarışta ne yapabilir? Bir stratejiye ve hazırlığa sahip olursa elbette bir sonuç alabilir. Ancak stratejik boşlukla nereye çarpacağı belli olmayan tekne gibi anaforların içinde çalkalanır. Burada Ankara bir açmazla karşı karşıyadır. Siyasal İslam tarihi fırsatı değerlendirip en kısa zamanda sermaye birikimi yapmak zorundadır; öte yandan onun da içinde bulunduğu geminin bir kayalığa çarpmaması için orta vadeli strateji ve hazırlık gerekir. Ancak bu adım kısa vadede sermaye birikimi yaratmaz. Bu açmazı öteleyerek siyasal İslam bugüne kadar geldi. Fakat tüm dünya ekonomisinin para bolluğu ve spekülasyonla yaşadığı “yağlı günler” artık geride kaldı. Bugünkü iktidar çevresine bu gözle bakmak yerine sürekli “dış güçlerin” kendine tuzaklar hazırladığına inanmaktadır ve iç politikayı da bu kurgu üzerine yürütmektedir. Elbette vahşi rekabet dünyası tuzaklarla doludur. Ancak ikide bir tuzağa düşüp veya öngörüsüzlükle çukura
yuvarlanınca “üst akıl”a verip veriştirmek belki iktidarın sürmesi için oy desteğini sağlıyor, ancak geleceği kesinlikle karartmaktadır. Ancak AKP ve Saray’ın hakkını yemeyelim. Onları cumhuriyetin yüzüncü yılına taşımasını bekledikleri bir stratejileri vardır. Bu da Türk usulü “başkanlık sistemidir.” Ülkeyi sonsuza kadar OHAL ve kararnamelerle yönetmek, öte yandan “demokrasi” nutukları atmak belki amaçladıkları hızlı sermaye birikimi için yararlı olabilir, ancak stratejik boşluğun yaratacağı alın yazısından kurtaramaz. Son iki gelişme OHAL’le nerelere gelindiğine çok iyi göstermektedir. 15 Temmuz darbesinin siyasal ayağının sonunda CHP’den çıkması yalanların tırmanan boyutunu gösteriyor. İktidar kendi günahları örtmek için her gün daha büyük yalan üretmek zorundadır. Bu konuda kesinlikle dünya standartlarının üzerindedir. Öte yandan Ankara’da 70 günü aşkın süredir hak aramak için ölüm orucu direnişinde olan Nuriye ve Semih’in tutuklanması iktidarın yeni bir Gezi İsyanı’ndan nasıl korktuğunu gösteriyor. İktidar faşizme doğru yol aldıkça korkuları da bir o kadar yükseliyor. İktidarın tek sahip olduğu strateji faşizmin inşasıdır. Bu gidişe karşı demokrasi güçlerinin sağlam bir stratejisi olmalıdır. Gezi’den 7 Haziran’a, sonra da referanduma kadar gelen dönemin derslerinden hareketle demokrasinin inşa stratejisi yaratılabilir. İktidar kendini stratejik boşluk içinde savrulmaktan korumak için sıkı sıkıya faşizmin inşasına sarıldıkça, öte yandan yeni isyanları biriktiriyor.
13
Sosyalist Dayanışma / Haziran 2017
EKONOMİ POLİTİKALARINDAN POLİTİKASIZ EKONOMİYE ÇINAR ENGİN
İ
kibinli yıllara gelirken önce Asya’nın doğusunda başlayan, oradan da Orta Avrupa ve Latin Amerika’ya kadar uzanan coğrafyada bir dizi finansal kriz dalgası yaşandı. Önceki yıllarda serbestleşmiş olan dış ticaret ve sermaye hareketleri ile dünya ekonomisindeki inişçıkışlar o dönemde yaşanan siyasi kriz ile birleşince Türkiye de bu dalgadan payına düşeni aldı. 2002 yılında AKP iktidara ilk geldiğinde merhum Ecevit AKP’yi kastederek şöyle demişti: “Biz hazırladık, onlar yedi.” Aslında ekonomi politikaları bakımından durum tam da öyleydi. Adı yapısal içeriği reformcu olan Yapısal Uyum Programları’nın “15 günde 15 yasa” ile hayata geçirilmesinin ardından ülke yönetimi ve kurumlarında yaşanacak olan neoliberal dönüşüm dönemin Başbakanı Ecevit tarafından başlatılmış ancak bu dönüşümün yarattığı zeminin üzerine gelip AKP oturmuştu. İktidara geldiği dönemden 2008 krizine kadar bu zeminde, her şeyi “babalar gibi
14
satarak”, sermayeye dikensiz gül bahçesi yaratarak, emek kazanımlarını tırpanlayarak IMF ve Dünya Bankası patentli ekonomi politikaları izledi. “Değersizleşmesine izin verilemeyecek kadar büyük” olan ve merkez ülkeler tarafından dışarıya saçılan dolarlar krizin çevre ülkelerdeki etkisini günümüze kadar öteleyebildi. 2008 krizi sonrası ise “esnekleşme” ve “güvencesizleştirme” ana parolalar oldu. Yapısal sorunlar siyasi rant uğruna hep ötelendi, günlük çıkarlar, sadaka ekonomisi yaratma ön plana konuldu. Uygulanan ekonomi politikalarının genel çerçevesi böyleyken neoliberalizmin tahribatı da görünür olmaya başladı. Milli gelir yükseldi, en büyük 16. ekonomi olduk, duble yollarımız var ama işsizlik ve enflasyon çift hanelere ulaştı, iş cinayetlerinde her gün ortalama 3 kişi hayatını kaybediyor, “iç talebi arttıracacağım” diye borçlandırılan vatandaş, borcunu ödeyemeyince intihar etme yolunu seçiyor. Mavi ya da beyaz yakalı olmak fark etmez, ücretli her kesimin işini kaybetme korkusu var. Yine son günlerde önümüze gelen emeklilik yaşının yükseltilmesi ve kıdem tazminatı meseleleri de bu işin son halkaları. Müezzinoğlu “OECD ülkelerinde ortalama
emeklilik yaşı 72, bizde ise 52, bunu yükseltmemiz lazım.” buyuruyor. Ancak OECD ülkelerinde ortalama çalışma süresi haftada 42 saat iken Türkiye’de bu 52 saat. Erdoğan, TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Toplantısı’nda konuşurken Erdoğan, “siyasi irade olarak iş adamlarımızın arkasında olduğumuzu ifade ediyoruz. Buna rağmen yerli otomobilde istenilen düzeyde olmamamız üzücü. TÜSİAD üyelerinden bu konuda cesaretli bir adım bekliyorum ve bunu TÜSİAD üyeleri yapar. Eğer bu salondan bir babayiğit çıkaramıyorsak dükkânı kapatıp gitmemiz lazım.” diyor. Hatırlayacağız, yine 2011 yılında aynı Erdoğan, TÜSİAD Genel Kurulu’nda “Ekonomide diğer güzel bir gelişmede var... Geçenlerde Koç’a yerli otomobil düşüncemi söyledim. Hepsi montajı yapılan otolar olmasın. Bu işi halledin. Bütün babalar burada Türkiye’ye bu yakışır...” diyor. Halbuki bu ülkenin ilk “yerli” otomobili “Devrim” 1961 yılında öyle ya da böyle yapıldı. Dönemin ithal ikameci stratejisi açısından uygun bir hamle sayılabilecek, zaten daha sonra üretimine devam edilmemiş bir projenin “tamamen yerli”sinin, Türkiye’nin bugünkü ekonomik
koşullarında, bugünün olması gereken ihracata dayalı kalkınma stratejisine ne kadar ters düşeceği aşikâr. Ekonomiyi siyasi rant üretmenin aracı haline getirmek, onu kendi politikalarından ayrıştırmak demektir. 1960’ların projesini günümüze getirip uygulamanın faydası, maliyetlerinden hatırı sayılır derecede azdır. Kaldı ki bugünün koşullarında da bunu yapmanın imkân ve olanakları mevcut değildir. Diğer yandan, önceki yılın ortalarından başlayan ve referanduma kadar gelen bir ekonomik istikrarsızlık söz konusu idi. Özellikle referandum öncesi dönemde, bankalar ve vergi indirimleri yoluyla alım gücü düşen hane halkı için iç talebi arttırıcı politikalar uygulandı hem de küresel finans sermayesi, gelişmekte olan ülkelere, düşük tahvil ve senetlerden dolayı, geri döndü. Bu ise dolardaki yükselişi frenledi. Öte yandan Varlık Fonu, İşsizlik Sigortası Fonu, merkezi bütçelerin ekonomideki harlanan ateşi düşürmek için kullanıldı. Bütün bunların sonucu kriz havası dağılmış görünüyor. Ancak bunların getirdiği sonuçlara bakınca bu işin kısa vadeli olduğunu görebiliyoruz. Kaldı ki doların yükselmesinden dolayı artan maliyetlerin henüz fiyatlara yansımadığı bir dönemdeyiz. Önümüzdeki aylarda enflasyonun yükselmesiyle birlikte alım gücünün düşmesi, ücretli kesim ve siyasi iktidar arasında kurulan bağın çözülmesini hızlandırabilir. İktidar, kısa vadede, küçük çapta mantıklı görünen kararların uzun vadede yaratacağı zararları dikkate almadan hareket ediyor ya da etmek zorunda kalıyor, plan programsız, politikasız... Yol haritası olmadan böyle bir gidişle duvara çarpması kaçınılmazdır.
Haziran 2017 / Sosyalist Dayanışma
“BİZİM DE GÜNÜMÜZ GELECEK” “Dünyadaki bütün cephaneleri de yığsanız, ezilmeyi reddetmiş bir insanın karşısına koyacak bir şey bulamazsınız.”
Y
Bobby Sands
azıya yukarıdaki dizelerin sahibi Bobby Sands’ı anmadan başlamak olmayacak. IRA militanlarından Bobby Sands 1972 yılında tutuklanarak cezaevine girdi ve kısa ömrünün büyük bir bölümünü cezaevinde geçirdi. 1981 yılında siyasi tutsakların koşullarının iyileştirilmesi için başlattığı açlık grevinin 66. gününde gözlerini güneşe yumdu. Bize mücadele tarihini, güzel şiir ve sözlerini bıraktı. Günlüğüne not aldığı “Bizim de Günümüz Gelecek” gibi. OHAL’in ilanından bu zamana KHK’ler ile çok sayıda emekçi ihraç edildi. İhraç edilenlerden akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça da işlerine geri dönmek için Ankara Yüksel Caddesi’nde İnsan Hakları Anıtı’nda “İşimizi geri istiyoruz” dövizleriyle direnişe başladılar. İlk olarak 9 Kasım günü Yüksel Caddesi’nde bulunan İnsan Hakları Anıtı önünde yaptığı açıklama ile oturma eylemine başladı Nuriye. 28 kez gözaltına alındı. Ertesi gün tekrar geldi, tekrar, tekrar... Nuriye’nin direngenliği devleti yıldırdı. Bir süre gözaltı yaşanmadı. Nuriye ile başlayan direniş Semih Özakça, Acun Karadağ ve “Hayata Dönüş” operasyonunda kolunu kaybeden Veli Saçılık’ın katılımıyla devam etti. Günden güne direnişe destek büyüdü. Ardından yine ihraç edilen Esra Özakça da oturma eylemine başladı.
lık Anıtı’nda ateşler yandı, şiirler, türküler okundu. Halaylar çekildi. Herkes gördü de direnişlerini bir tek devlet görmedi, görmek istemedi. Günlerdir Ankara’nın göbeğinde direnen iki emekçiyi uçan kuşlar duydu, gördü. Bir de çıkıp hiçbir şeyden haberleri olmadığını itiraf edip “Onları cezaevindeler mi?” sorusunu sorma cesareti gösterdiler. Bunların fıtratları aynı. Zamanında 1996 ölüm oruçlarında dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan açlık grevinde olan siyasi tutsaklar için “Gizli gizli yiyorlar, numara yapıyorlar” demişti. Bugün de İç İşleri Bakanı olan zat Nuriyeler için aynı şeyi söyledi. “‘Teröristlere’ çocuklarımızı emanet etmeyelim” diye de ailelere mesaj iletiyor utanmadan. Peki, Ensar Vakfı’ndaki çocuklarımızı size emanet ettik de ne oldu? Korkularından ne yapacaklarını, ne söyleyeceklerini bilemez oldular. En nihayetinde direnişe olan destek büyüdükçe devletin korkusu da iki kat büyüdü. Açlık grevlerinin 75. gününde 22 Mayıs Pazartesi günü Nuriye ve Semih’in kaldıkları ev sabaha karşı özel harekât polisleri tarafından basılarak gözaltına alındılar. Bir gün sonra iki direnişçi emekçiyi tutukladılar. Tutuklanmalarının sebebi olarak “Tutuklanmamaları halinde adaletin işleyişine zarar verecekler” diyerek tarihe not düştüler. Hangi adalet?
Tek adamın bir tek emriyle harekete geçen yargının adaleti mi? Nuriye ve Semih’in tutuklanmasını protesto edenler gözaltına alındı. Veli Saçılık’ın annesi polis tarafından yerlerde sürüklendi, tekmelendi. Aynı şekilde Semih’in annesi ve eşi işkence edilerek gözaltına alındı. Ardından Yüksel Caddesi’nin tamamını ve İnsan Hakları Heykeli’ni gözaltına aldılar. Giriş ve çıkışları kapattılar. Her yerde polis ablukası, toma, akrep, çevik kuvvet yığınağı. Bir de üstüne Ankara Valiliği Ankara ili genelinde cadde ve sokaklarda güneş battıktan sonra gece geç saatlere kadar ateş yakmayı ve şarkı, türkü, marş vb. söylenerek, sloganlar atılarak eylem yapmayı kamu düzenini bozduğu gerekçesiyle yasakladı. Şaka gibi ama yok şaka değil, faşizmin geldiği son nokta bu olsa gerek. Kamu dedikleri kim ola ki? Biz kamu olmuyor muyuz? Bu nasıl bir korkudur. Caddeler, sokaklar polis barikatına alınıyor. Türküler, halaylar yasaklanıyor. İnsanlarımızı yerlerde sürükleyerek gözaltına alıp işkence ediyorsunuz. Sonra şatafatlı kongreler yapıp “demokrasi” diyorsunuz. Çocuğunun kemiklerini almak için 90 gün direnen, açlık grevi yapan 70 yaşındaki Kemal amcanın olduğu bir ülkede “demokrasi”den bahsetmek de nedir? Kimi kandırıyorsunuz?
TÜLAY YILDIZ
Korkmaya devam edin! Gezi’nin ruhu dolaşıyor sokaklarda. Nuriye ve Semih’te. Kemal amcanın gözlerinde. Yüksel Caddesi’nde direnenlerin sloganlarında. Her yerde Gezi’nin ruhu var. Dolanıyor bütün hücrelerimizde. Bizim günümüz geldiğinde korkunuzdan kaçacak yer bulamayacaksınız. Nuriye Gülmen ’in cezaevinden bizlere gönderdiği mektupta “Bizi unutmayın! Açlığa ses olmayı, ekmek davamızda taraf olmayı, anıtımızın önünü çiçeklendirmeyi unutmayın. Sakın ha, Yüksel’i sahipsiz bırakmayın! Sizleri çok seviyoruz!” demişti. Biz de sizi çok seviyoruz. Yüksel sahipsiz değil. Bu ülkede onurlu bir yaşam için mücadele edenler olduğu müddetçe direniş devam edecektir. Bizler direnişçi mücadelenin tarihini taşıyan ve bayrağı devralanlar asla direniş alanlarını sahipsiz bırakmayacağız. Başta Nuriye ve Semih olmak üzere direnen bütün emekçilerin direnişini, onurlu mücadelelerini selamlıyoruz.
11 Mart tarihinde “Şimdi bedenlerimizi mevziye dönüştürüyoruz.” diyerek açlık grevine başladı Nuriye ve Semih. Açlıklarının günü ilerledikçe direnişe destek ve kamuoyunun duyarlılığı arttı. Geceler boyunca İnsan-
15
Sosyalist Dayanışma / Haziran 2017
OHAL’DE BİR DİRENİŞ ÖYKÜSÜ: BONY ÇORAP DİRENİŞİ FAHRİ KOÇAN
16
H
akan Gürses BATİS Sendikası üyesi olarak Tekirdağ Çerkezköy’deki Bony Çorap fabrikasında 7 yıldır çorap örgü operatörü olarak çalışıyordu. İşçi sağlığı ve iş güvenliği baş temsilciliği görevine gelmesinin ardından işçilerden yana mücadele sürdüreceğini açıklayınca işten çıkartıldı. Bunun üzerine 26 Nisan 2017 tarihinde BATİS Sendikası’yla birlikte fabrikanın önünde bir açıklama yaparak işe iade edilmesi, iş güvenliği önlemlerinin alınması ve her türlü hak ihlalinin son bulması talebiyle direnişe geçti. Bony patronu sendikanın ve işçinin haklı taleplerini görmezden gelerek önce sendika çalışanlarını ve hak isteyen işçisini fabrikadan uzaklaştırmaya çalıştı, sonra baskı uygulayarak, hakaret
ederek, üzerimize araba sürerek bizi yıldırmaya çalışarak mücadeleyi bırakmaya zorladı. Bu yollarla bize geri adım attırmayınca devreye patron sevici güçler girdi. Sendikanın telefonuna tehdit mesajı gönderildi. Bu da tutmayınca polis devreye girdi ve birkaç kez bizi, işten çıkartılan Hakan Gürses ve dayanışma için fabrikanın önüne gelen işçileri karakola getirerek sanki yasadışı bir iş yapıyormuşuz gibi ifadelerimize başvuruldu. Biz de sendika olarak ilk günden itibaren Bony Çorap patronlarıyla birlikte işçilerin üretim yaptığı H&M, MANGO, BENNETTON, ZARA, C&A, TOMMY, HILFIGER, CARREFOURSA, NAMEIT, BERSHKA, GAP,LINDEX, SCORE, PULL AND BEAR, KATIA gibi markalara uluslar arası sözleşmeler-
den ve anayasadan doğan haklar çerçevesinde işçilerin çalışma koşullarından ve ekonomik taleplerinden kaynaklanan sorumluluklarını belirterek iş yerinin denetlenmesini ve yaşanan hukuksuzlukların giderilmesini talep ettik. Üretim yapılan markalar da taleplerimizi görmezden geldi ve patrona bir çağrıda bulunmadı. Bunun üzerine direnişin 18. günü 13 Mayıs 2017 tarihinde Kadıköy Tepe Natilius Carrefoursa’ya giderek Bony Çorap patronundan olan işçilik alacağımıza mahsuben, kendi ürettiğimiz çoraplardan alarak, Carrefoursa-Bony Çorap ilişkisini teşhir ettik. Bony Çorap işçilerinin ürettiği çorapları satarak alın terini sömüren markaları teşhir ettik. Ardından direnişin 21. günü 16 Mayıs 2017 de Ankara Direnüniversite’de
Haziran 2017 / Sosyalist Dayanışma
Marks&Spencer mağazası önünde bir açıklama yaparak Bony Çorap direnişini selamladı. Bu iki eylem bizim mücadelemizin ciddiyetinin göstergesi oldu ve devlet patron iş birliği ile mücadelemizi engellenmek üzere girişimler başladı. 18 Mayıs 2017 (direnişin 23. günü) sendika temsilcisi ve direnen işçi arkadaşımız polis tarafından fabrikanın önünden gözaltına alınarak Çerkezköy Adliyesi’ne götürüldü. Burada savcılık tarafından adli kontrol talebiyle Sulh Ceza Mahkemesi’ne sevk edildik. Mahkeme hâkimi bize iş yerinin giriş çıkışlarını engellediğimiz, gürültü kirliliği yaptığımız ve iş yerinin çalışma düzenini engellediğimiz iddiasıyla Çerkezköy Cumhuriyet Savcısı’nın soruşturması olduğu ve bu konuda denetimli serbestlik uygulanacağını söylenerek bu konudaki savunmamızı talep etti. Biz de Bony Çorap patronları tarafından en basitinden sendikalar kanunu, iş kanunu ihlal edilerek üyemiz Hakan Gürses’in tazminatları dahi ödenmeden işten çıkartıldığını, amacımızın işe geri iade edilmek olduğunu, BATİS Sendikası’nın Trakya bölgesindeki iş güvenliği sorununa karşı duyarlı bir sendika olması nedeniyle patronların sendikamızın örgütlenme mücadelesini kırmak için üyemizi işten çıkardığını, sendikanın bulunduğu bölgelerdeki işçilerin insanca geçinecek ve insanca çalışacak iş yerleri oluşturulması için mücadele eden sosyalist, devrimci bir sendika olduğunu dolayısıyla haklı mücadelemizin mahkeme tarafından da görülmesini, bu çerçevede karar verilmesini talep ettik. Hâkim karar vermek için bizi dışarıya çıkardı, beş dakika sonra da karar açıklanmak için mahkeme salonuna çağırıldık. Hâkim bize “iş yerinin önüne 100 metre yaklaşmama cezası” verdiğini açıkladı. Ardından “Yüz metre fena değil yüz metre ötede mücadelenizi sürdürebilirsiniz.” diye alaycı bir yaklaşımda bulunarak salondan uzaklaştı. Bu ceza bizi mücadelemizden bir an bile uzaklaştırmadı elbette, ancak bu sendikal örgütlenmenin devlet eliyle engellendiğini gösteren en net kararlardan biri
oldu. 23 Mayıs 2017’de fabrikanın önüne giderek mühendis arkadaşlarımızın da desteğiyle 100 metre mesafeyi ölçerek 101. metrede mahkemenin kararını protesto ettik. Yine 23 Mayıs 2017’de direnişi Çerkezköy Belediye Meydanı’na taşıyarak haklılığımızı tüm Çerkezköy halkına anlatmaya karar verdik. Belediye meydanına “BONY ÇORAP PATRONU, KOVUYOR DEVLET PATRONU KORUYOR, MARKALAR SÖMÜRÜ SATIYOR, BONY ÇORAP İŞÇİSİ DİRENİYOR!” yazan pankartımızı açarak halka yaşananları anlatmaya başladık. Bir süre sonra etrafımızda toplanan halk fotoğraf ve video kaydı yaparak hatta canlı yayın yaparak bizim mücadelemizin haklı bir mücadele olduğunu bu mücadeleyi sosyal medyadan duyurmak istediklerini söylediler. Çok geçmeden polisler müdahale edeceklerini belirterek eylemimizi sonlandırmamızı talep ettiler. Biz de polis memurlarına yasalar gereği önceden izin almadan açıklama yapabilme hakkımız olduğunu belirttik. Ancak biz halka Bony patronunun sendika düşmanlığını ve Çerkezköy Sulh Ceza Mahkemesi hâkiminin patronları kollayan yanlı kararını anlatmaya çalıştığımız esnada yine karakola götürüldük. Biz gözaltına alınırken birçok insan da polise tepki verdi ve tepki veren birileri de aynı şekilde gözaltına alındı. Ertesi gün Çerkezköy Kaymakamlığı’na, izin verilmeyeceğini bildiğimiz halde müracaat ederek Çerkezköy Belediye Meydanı’nda eylemlerimizi sürdürmek istediğimizi belirterek konunun önemini bizzat kendisine anlattık, sözde gereken izin talebinde bulunduk. Kaymakam önce “Neden Çerkezköy? İş yeri Kapaklı sınırlarında, gidin Kapaklı’da yapın açıklamanızı.” diyerek konuya ne kadar ciddiyetsiz yaklaştığını gösterdi ve biz de böylece kamusal görevlerini pek de önemsemediğini anlamış olduk. Ertesi gün başvurumuzun cevabını almak için tekrar kaymakamlıktaydık. Ama aynı cevaplarla karşılandık, hatta gösterilen şiddetli muameleye karşı ayrıca suç duyurusunda bulunma hak-
kımızı da saklı tutarak oradan ayrıldık. Bu yazıyı yazdığımız sırada direniş 27. gününde. Çerkezköy’deki satış mağazası önünde ve meydanlarda, işçi duraklarında, servislerde, kahvelerde uğradığımız haksızlığı tüm emekçilere anlatıyoruz. Onları direnişimizle dayanışmaya davet ediyoruz. Bundan sonraki konaklarda yan yana, omuz omuza haklarımızı savunmak için onları direnişimizin bir parçası olmaya, desteğe çağıyoruz. Bony Çorap’ta üyemiz işçinin yaşadıkları aslında sadece onun şahsına münhasır şeyler değil. Sadece Bony Çorap’ta çalışan 1000 işçi her an Hakan Gürses’in yaşadıklarını yaşamakla burun buruna. Sendikaya üye olması, iş güvenliğini önemsemesi, ücret eşitsizliğine itiraz etmesi, insanca geçinecek ücret ve insanca çalışacak iş yerleri istemesi, fazla çalışmalara itiraz etmesi veya bunlardan herhangi birisi için bir çağrıda talepte bulunması bile kaç yıllık kıdemi olursa olsun bir anda tazminatsız işten atılması için bir gerekçe yapılıyor. Ve tüm Çerkezköy’de, tüm Trakya’da ve tüm Türkiye’de işçinin iş güvencesi bu şekilde patronların iki dudağı arasında harcanıyor. Yasada “2 ayda sonlandırılır, Yargıtay davayı en geç 1 ayda karara bağlar.” dediği işe iade davalarında bu sürelere uyulmuyor. Hakan Gürses’in açtığı işe iade davasında daha duruşma günü bile belirlenmedi. Bu sebeplerle iş güvencemiz için direnmekten başka yolumuz yok. OHAL bahanesiyle on binlerce kamu emekçisi işinden edildi ve direnenler tutuklanıyor. Biz işçiler uyduruk gerekçelerle 7 yıllık, 10 yıllık emeklerimiz görmezden gelinerek kapının önüne konuluyoruz. OHAL ile ihraç edilen emekçilerin mahkemeye gitme hakkı bile henüz tanınmadı. Bu kıyıma ve hak gasplarına karşı direniş tek yoldur ve son derece meşrudur. Üretim ve tüketim alanlarında haklarımızı alana kadar, onurumuzla, umudumuzla direnmeye devam edeceğiz.
Hâkim bize “iş yerinin önüne 100 metre yaklaşmama cezası” verdiğini açıkladı. Ardından “Yüz metre fena değil yüz metre ötede mücadelenizi sürdürebilirsiniz.” diye alaycı bir yaklaşımda bulunarak salondan uzaklaştı. Bu ceza bizi mücadelemizden bir an bile uzaklaştırmadı elbette, ancak bu sendikal örgütlenmenin devlet eliyle engellendiğini gösteren en net kararlardan biri oldu.
17
Sosyalist Dayanışma / Haziran 2017
ÇEÇENİSTAN’IN ELİN SİDAR ARSLAN
E
şcinsellerin sistematik olarak katli dünyanın birçok yerinde din, dil, ırk fark etmeden devam ediyor. İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler’in Almanya’sında, 70’lerde Amerika’da bir barda, günümüzde IŞİD eliyle birçok yerde eşcinsel katliamları sürmektedir. Ülkelerin geneli anayasaları ile bu konuda tavırlarını belirlemişken kimi ülkelerde resmi olarak yasak ya da yasal bir statüsü belirtmemişlerdir. Örneğin Moritanya, Sudan ve Kuzey Nijerya‘da eşcinsellik ölüm cezasına çarptırılacak kadar ağır bir suçtur. Uganda’da eşcinsellikle suçlananlar en fazla ömür boyu hapis cezasına çarptırılır.
Avrupa’da Hollanda 2001’de eşcinsel evliliklerin uygulandığı ilk ülke olmuştur ve ardından onu Belçika, İspanya, Danimarka, Norveç, İsveç, Portekiz, İzlanda, Fransa, İngiltere, Lüksemburg izlemiştir. En son İrlanda’da da eşcinsel evlilik yasallaştırılmıştır. Afrika’da eşcinsel evliliğin yasal olduğu tek ülke Güney Afrika Cumhuriyeti. Kuzey Amerika’da Kanada ve Amerika Birleşik Devletleri, Güney Amerika’da ise Brezilya ve Arjantin’de eşcinsel evlilik yasal. Geçtiğimiz günlerde ise Asya’da Tayvan eşcinsel evliliği ilk yasallaştıran ülke oldu. Okyanusya’da ise Yeni Zelanda’da eşcinsel evlilik yasal bir durumda. Dünya’da eşcinselliğe bu kadar farklı tutumlar varken bir
18
süredir Çeçenistan’dan hoş olmayan haberler geliyor. Eşcinsellere yönelik baskı ve zulüm artarak devam ediyor. Özellikle son süreçte sistematik bir şekilde eşcinseller kaçırılıyor, işkence görüyor, hatta öldürülüyor. Devlet bu konuda oldukça sessiz ama uluslararası medyanın basıncı ve yapılan eylemler ile Çeçenistan Hükümeti’nden açıklamalar gelmeye başladı. Ama yapılan açıklamalar eşcinsellere karşı açılan savaşın inkârından ve nefret söylemlerinin devam etmesinden başka bir işe yaramadı.
“ÜLKEMIZDE VAR OLMAYAN KIŞILER…” Eşcinsellere karşı yürütülen operasyonlarda polisin 100’den fazla insanı alıkoyduğu, bazılarına da işkence yaptığı açıklandı. Rusya LGBT Ağı’ndan Natalia Poplevskaya, “İnsanları Çeçenistan’dan tahliye etmeye çalışıyoruz.” dedi. Müslümanların ağırlıkta olduğu Çeçenistan’da homofobi oldukça yaygın. Çeçenistan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e sadık olan, kendi kötü namlı özel milislerine sahip otoriter lider Ramazan Kadirov tarafından yönetiliyor. Çeçenistan’da eşcinsel erkeklerin gözaltına alınması için bir operasyon yürütülüyor. Aktivistler işkenceler nedeniyle üç kişinin yaşamını yitirdiğini de belirtiliyor. Çeçenistan lideri Kadirov’un sözcüsü Alvi Karimov ise suçlamaları şöyle reddetti: “Ülkemizde var olmayan kişileri gözaltına alıp baskı uygulamamız imkânsızdır.” Bu açıklamanın kendisi olan biteni aslında gözler önüne sermek için yeterli. Çeçen Hükümeti yaptıkları sistematik işkence ve soykırımı inkâr yoluna gidiyor. “Ülkemizde olmayan kişiler…” derken ülkenin eşcinsellere yaklaşımı açıkça görülüyor. Varlığı reddedilen bir toplumun ne hak-
ları vardır ne de yası tutulur. Sonuçta insan sormadan edemiyor: - Madem ülkenizde eşcinseller yok, neden eşcinsel olduğu iddia edilen insanları evlerinden alıp hücrelere atıyorsunuz? - Bu yüzlerce insanın bir anda toplanmasının, hapse atılıp işkence görmesinin nedeni nedir? Bu insanlar ne ile suçlanıyorlar? - Neden aileler eşcinsel çocuklarını öldürmeye başladılar? İddia edildiği gibi “Eşcinsel çocuklarınızı öldürün yoksa biz öldüreceğiz.” sözü yetkililerce söylendi mi? Çeçenistan’daki bu operasyon ilk başta Rusya’da insan hakları üzerine araştırmalar yapan Novaya Gazeta’da yayınlanmıştı. Gazeteye göre Ramazan Kadirov’a yakın bazı Müslüman din adamları ve iki ünlü Çeçen TV sunucusu da gözaltında. Çeçenistan lideri Ramazan Kadirov, eşcinsellere işkence yapıldığı yönündeki haberleri Putin ile Kremlin’deki görüşmesinde yalanlamıştı. Putin
konuyla ilgili İçişleri Bakanı ve Başsavcı ile görüşecek. Başkanlık İnsan Hakları Komisyonu Şefi Tatyana Moskalkova ile görüşen Putin, Moskalkova’ya güvence verdi. Moskalkova, konu hakkında Başsavcı’ya ve ilgili birimlere başvurduğunu kaydetti. Şef, Putin’den “eğer kötü muamele varsa başvurulabilecek” Çeçenistan dışında bir müdürlükler arası görev gücü kurmasını istedi. Kadirov, Rus ve Batı medyasında çıkan eşcinsellere kötü muamele iddialarını, “Çeçenya’da homoseksüellik diye bir şey yok. Binlerce yıldır, insanlar burada Allah’ın koyduğu ve insanlar arasında norm olan ahlaki değerler çerçevesinde yaşıyor.” diye yanıtlamıştı. Nisan ayında Rus Novaya Gazeta, Çeçenistan’da eşcinseller için kamp kurulduğunu, eşcinsellerin işkence gördüğünü ve hatta öldürüldüğünü yazmıştı. Ancak Kadirov, bu haberin yalan olduğunu söylemiş, haberde öldürüldüğü söylenen kişinin evinde sağ salim bulunduğunu iddia etmişti.
Haziran 2017 / Sosyalist Dayanışma
NDEKİ LGBTİ KANI Çeçenistan’da eşcinsel erkeklerin kamplarda tutulduğu ve bu kamplarda işkenceye maruz kaldığı iddialarının ardından bu sefer Çeçen yetkililerin eşcinsel erkeklerin ailelerine, “Ya oğlunuzu öldürün ya da biz öldürürüz.” dediği öne sürüldü. Aktivist Natalia Poplevskaya, eşcinsel olan veya eşcinsel olduğu düşünülen kişilerin gözaltına alınarak Çeçenistan’da Grozni’nin 20 kilometre uzağındaki Argun yakınlarında bir gözaltı merkezine götürüldüğünü ve işkence gördüğünü ileri sürmüştü. Olay hakkında röportaj veren bir kişi bir kurbanın kampta işkence gördükten sonra ailesine teslim edildiğini ve ailesi tarafından öldürüldüğünü anlattı: “Aile oğullarını ormana götürdü ve orada öldürdü. Ormana gömdüler. Cenaze bile düzenlemediler. Eğer eve gidersem ben de öldürülürüm.” 19. yüz yılın sonlarında Rusya’nın Çeçenistan’ı ele geçirmesiyle eşcinsellik Çeçenistan’da ilk kez yasadışı ilan edildi. Ekim Devrimi’nin ardından Rusya’nın tümü eşcinselliği yasallaştırdı,
ancak Jozef Stalin’in hükmü altında eşcinsellik, tüm Sovyetler Birliği’nde yine yasak oldu. Eşcinsellik 1993 yılında Rusya’da bir kez daha yasal oldu, ancak 1991 ile 2000 yılları arasında Çeçenistan Rusya’dan de facto olarak bağımsızdı. Bölgedeki İslamcı savaş ağalarıyla rekabet etmek için Çeçenistan Başkanı Aslan Mashadov 1996’da şeriat hukukunu uyguladı. Çeçenistan ceza kanunundaki 148. madde doğrultusunda iki erkek ya da bir erkek ile bir kadın arasında karşılıklı rızayla yer alan anal cinsel ilişki, ilk iki suçta kırbaç cezası ile, üçüncü suçta ise idam cezası ile cezalandırılır. 2000’de Rusya’nın doğrudan yönetimi altına tekrar girmesine rağmen Çeçenistan kendi özerkliğini yine kısmen muhafaza etmektedir ve Çeçenistan’ın şu anki lideri Ramazan Kadirov, İslam’ı Çeçenistan’ın günlük hayatının merkezine getirdi ve kendi cinsel yönelimlerini ortaya koyan eşcinseller çoğunlukla ayrımcılığa maruz kalmakta ve kendi ailelerinden dışlanmaktadır.
LITVANYA’DAN ÇEÇENISTAN’DA YAŞAYAN EŞCINSELLERE DAVET… Başkan Dalia Grybauskaitė’in emri ile Çeçenistan’dan sığınma talebinde bulunan tüm eşcinsellerin kabul edileceğini açıklayan Dışişleri Bakanı Linas Linkevičius, şu zamana dek iki kişinin sığınma işlemlerini sonlandırdıklarını söyledi. Gzone’da yer alan habere göre, Balkan haber ajansına konuşan Linkevičius, “Cinsel yönelimleri sebebiyle insanların katledilmesine göz yumamayız. Bu insanlığa aykırıdır.” sözleriyle Çeçenistan’da yaşananlardan etkilenen bireylere kapılarının açık olduğunu açıklayarak 17 Mayıs Homofobiye Karşıtlık Günü’nde de mesajını sosyal medya üzerinden yayınladı. Çeçenistan’da lezbiyen, gey, biseksüel ve transgender (LGBT) hakları, Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Hakları İzleme Örgütü gibi çeşitli insan hakları örgütleri arasında uzun zamandır endişe kaynağı olmuştur. Rusya Federasyonu’nun bir parçası olarak Rusya’daki LGBT kanunlarının çoğu bu bölgede de yürürlüktedir. Ancak Çeçenistan, Rusya sınırları içerisinde bulunan yarı-özerk bir cumhuriyet olup kendi yasal koduna sahiptir ve erkekler arası cinsel ilişkilere yönelik ölüm cezasını öngörür (Ancak bu resmi olarak halen uygulanmaktan askıya alınmıştır.) Üstelik LGBT vatandaşlara az yasal koruma mevcuttur ve hükümet, eşcinsellikle suçlanan bireylerin kendi aileleri tarafından öldürülmelerini teşvik etmektedir.
darbe kapsamında yüzden fazla (bazı tahminlere göre birkaç yüz) erkek hedef olarak alındı. Bunların en az üç tanesi, bazı raporlara göre 20 tanesi, öldürülmüştür. Tutuklanıp öldürülenlerin tam sayısı halen bilinmemektedir. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’yle çalışan bir uzman danışmanlar paneli, Nisan 2017’nin başında şu ifadeyi yayımladı: “Bunlar bölgede görülmemiş bir ölçekte zulüm ve şiddet eylemleri olup Rusya Federasyonu’nun uluslararası insan hakları hukuku yükümlülüklerini ciddi şekilde ihlal etmektedir.” Önümüzdeki günlerde bu konuda nasıl bir gelişme yaşanacak bilmiyoruz ama Çeçenistan’ın bu tutumundan vazgeçmesi için uluslararası kamuoyu baskısı şart gibi gözüküyor. Bu konuda özellikle LGBTİ örgütleri ve insan hakları savunucularının yoğun protestolarla baskı oluşturması gerekiyor. Eşcinsellerin örgütsüz ve sahipsiz olduğu algısını yıkmak ve olası hak ihlallerine gözdağı vermek şart. Öyle ki Kadirov inkâr tutumunu sürdürdüğü sürece “Orda bir kamp var uzakta, bilmesek de görmesek de o kampta eşcinseller işkence görmekte ve öldürülmektedir.” demekten başka bir şey yapamayacağız gibi gözüküyor.
Mart 2017’den beri eşcinselliğe karşı şiddetli bir darbe, eşcinsel ve biseksüel erkeklerin kaçırılması ve gözaltına alınmasına, sonra da dövülmeleri ve işkence edilmelerine yol vermiştir. Bu
19
Sosyalist Dayanışma / Haziran 2017
KUŞATMAYA RAĞMEN AKADEMİ BİAT ETMEDİ DENİZ ARTİN
15
Temmuz’un sonucu AKP için bir lütuftu. Bu lütufa dönüşen darbe girişiminden sonra ‘Saray Darbesi’ AKP eli ile yürürlüğe sokuldu. Bu Saray darbesinin ismi OHAL oldu. OHAL, faşizmin devamlılaşmasına; KHK’lar ise ülkedeki sosyalist ve demokrat kim var ise toplu bir kıyıma girişilmesine ana dayanak oldu. Bu kıyım ile binlerce kişi işinden edildi, mahkeme hakkı dahil ellerinden alındı. OHAL’den fazlaca nasibini alanlar arasında üniversite bileşenleri de var. Üniversiteler, OHAL’in çok öncesinden başla-
yan saldırılarla zaten karşı karşıyaydı. Rektörlük seçimleri, polis ve özel güvenlik (ÖGB) saldırıları OHAL ile devamlı bir saldırı, yıldırma ve kuşatma içerisinde devam etti. En başta OHAL bahanesi ile üniversite içerisindeki bütün demokratik alanlar yok edildi. Bunun yanı sıra hak ihlalleri, üniversite sorunları ve 10 Ekim Katliamı gibi en vahşi saldırıların protesto edilmesi dahi yasak denilerek polis ve ÖGB tarafından saldırıyla karşılandı. Okul içerisinde yapılan her şey rektörlük emri ile polis tarafından denetim ve gözetim altına alınmaya çalışıldı.
manda bu görüntü dünya faşizm tarihine geçmiştir.
Tüm bunlarla beraber akademik eğitim ve bilimsel düşüncenin ülkedeki savunucuları olan hocalar çıkartılan KHK’lar ile işlerinden, emek verdikleri öğrencilerinden uzaklaştırıldılar. Bu süreçte özellikle Mülkiye’de hocaların gösterdiği direnç akademide faşizme karşı direnenlerin var olduğunu göstermiştir. Özellikle cübbelerin polis postalları ile çiğnenmesi ülke politik durumunun özetidir, aynı za-
PEKI NEDEN?
AKP üniversitelerde tüm bu saldırılar sonunda kendisine yakın isimleri akademik kadroya oturtmuştur. Okul içerisinde yapılan saldırılar ile AKP ve Saray’ın ödünün patladığı bir kuşak olan Gezi gençliğinden boşalacak yeri, üniversite kimyasına uymayan, özgürlük düşmanı ülkücü-Osmanlıcı faşistler ile doldurmayı hedeflemiştir. Ülkücü faşistler ve polis-ÖGB iş birliğiyle saldırılar düzenlenmiş, öğrenciler sindirilmeye ve yıldırılmaya çalışılmıştır.
Saray’ın akademi ile başı her zaman dertte olmuştur. Akademi, doğası gereği biat etmez. Bilimin peşindedir; bunun gereği olarak sorgulayıcıdır. Ama Saray’ın sorgulanmaya ve karşı durulmasına hiç mi hiç tahammülü yoktur. İtaat eden bir toplum yaratma düşüncesinin karşısında her zaman akademiyi ve tabi ki Gezi gençliğini bul-
muştur. AKP ve Saray’ın Gezi ile imtihanı hiç bitmemiştir. Gezi ile başları daima dertte olmuştur, daha doğru ifade ile Gezi’den korktukları kadar başka hiçbir şeyden bu kadar korkmadıkları Fas’a kaçmalarından anlaşılabilir. Gezi, Saray için bir kabus olmuş hatta ölümcül bir virüs etkisi yaratmıştır. Her eylemde hatırlarına Gezi gelmektedir. Gezi ile gençliğin yarattığı büyük umut Türkiye halkları için bir direnç noktası olmuştur. Düzene karşı bir alternatif düşüncesi ve bunun halk tarafından karşılık bulması müthiş bir korku yaratmıştır. Bu düşüncenin öznesi üniversiteli gençler olmuştur. Korku bunun korkusu, öfke bunun öfkesidir! Bütün bu saldırılara rağmen baskıya uğrayan gençlik ne üniversiteleri faşizme bırakmış ne de Saray ve AKP’ye boyun eğmişlerdir. Atılan hocalar ve öğrencileri “Bize her yer üniversite!” diyerek açık dersler düzenlemişlerdir. İşlerinden ihraç edilen hocaların göstermiş olduğu moral ve kararlılık aslında kimin daha güçlü olduğunu göstermektedir. İçi boş taş duvarlardan ibaret üniversiteler artık hiçbir anlam ifade etmemektedir. Asıl dersler direnişle başlar! Son olarak KHK ile ihraç edilen Nuriye Gülmen ve Semih Özakça yetmiş küsur günü geçen ekmek ve onur direnişlerinde gözaltına alınıp tutuklanmışlarıdır. Bedenleri ile gösterdikleri bu direnç aslında umutlarının ve inançlarının AKP karanlığına karşı ne kadar güçlü olduğunu göstermiştir. Faşizme biat etmemişler ve direnişleriyle, açlık grevindeki iki insanı tutuklatacak kadar faşizmi çaresiz bırakmışlardır. Ne kadar saldırsalar da boş! Bizler binlerce Nuriye ve Semih’iz!
20
Haziran 2017 / Sosyalist Dayanışma
BIR ÇOCUĞUN ÇIKARAMADIĞI SES OLMAK ZORUNDAYIZ!
D
uyduğunuzda, adeta bir böceğin antenlerini vücudunuzda gezdiriyormuşçasına huzursuzluk yarattığını hissedersiniz. Sinirinizi dizginleyemeyeceğinizi hissettiğiniz anlardır. İnsanlık adına, çocuklar adına hayretlere düşüren, öfkeye sevk eden kötü anlardır bunlar. Kaç kez oldu bilmiyorum. Ama son zamanlarda o kadar çok duyup, o kadar çok irkilmeye başladık ki başka türlü bir şeyler yapmalı, diyoruz artık. Batman’da 14 yaşındaki bir çocuğun cinsel istismara maruz bırakıldığı ve ardından bu durumun aylardır sistematik olarak devam ettiği ortaya çıktı. Mahkemenin gizlilik kararı getirdiği soruşturmada 3 kişi tutuklanırken, çocuğu cinsel istismara maruz bırakan pek çok erkeğin de ‘kentin tanınan isimleri olduğu için’ kefaletle serbest bırakıldığı belirtildi. Koruma altına alınan çocuğun ifadesi ile de Batman’da aylardır onlarca çocuğu istismar eden bir çetenin olduğu, yüzlerce erkeğin fail olduğu ve birçok kişinin bu cinsel istismarları bilmesine rağmen sustuğu anlaşıldı. Batman’da bu istismar suçu ve suçun boyutları 14 yaşındaki çocuğun hamile kalmasının ardından ortaya çıkmış. İfadesi alınan çocuk kendisini sürekli uyuttuklarını, her seferinde farklı bir yerde uyandığını ve çok sayıda erkeğin cinsel istismarına maruz bırakıldığını söylemiş. Maruz bırakıldığı cinsel istismar pek çok kişi tarafından bilinen çocuk, Sosyal Hizmetler Kurumu’na gönderilerek koruma altına alınmış. Soruşturma kapsamında dosyaya da gizlilik kararı getirilmiş. Batman’da onlarca kişinin, çocuğun istismarına ortak olduğu, gözaltına alınan pek çok erkeğin de ‘kentin tanınmış isimleri olduğu için’ kefaletle serbest bırakıldığı iddia ediliyor. Kente hâkim olan bu çetenin
aynı zamanda yine Batman’da var olan uyuşturucu çetesi ile de bağlantılı olduğu anlaşılmış. Çocukların aileleri de durumu gizli tutmaya çalışmışlar. Bu süreçte HDP’ye başvuran bir aile, konunun gün yüzüne çıkmasını sağlamış. Konunun açığa çıkmasının ardından da tepkiler ortaya konmaya başlandı. 17 Mayıs’ta TJA tüm kadın örgütlerine çağrı yaparak Batman’da açıklama gerçekleştirdi. HDP Batman İl Örgütü önünde bir araya gelen kadınlar, “Batman’dan yükselen çocukların çığlığına sessiz kalma, tecavüzün kefaleti olmaz” pankartıyla Sanat Sokağı’na kitlesel bir yürüyüş yapmak istedi. Ancak polis bu yürüyüşe izin vermedi. Engellemeyi protesto eden kadınlar HDP Batman İl Örgütü önünde açıklama yaptı. Batman sokaklarında tecavüze karşı yükselecek olan sese ses vermek ve bu eylemle dayanışmak için, pek çok ilde ve İstanbul Kadıköy’de kadınlar yürüyüş gerçekleştirdiler. Ve “Batman da tecavüz faillerini kim koruyor” dediler. HDP de meclis araştırması istedi. “Tüm bunlardan hareketle; kente yerleşen fuhuş-uyuşturucu çetelerinin ve bağlantılarının ortaya çıkarılması, cinsel istismara uğrayan çocukların süreçlerinin takip edilmesi ve travmalarını en aza indirmek için yapılacakların belirlenmesi amacıyla bir Meclis
Araştırması açılması için gereğini arz ve teklif ederiz.” dediler. Buna karşılık; gündeme gelenler ile ilgili olarak Batman’da Cumhuriyet Başsavcılığı da bir açıklama yapmıştır. “Başsavcılığımızca yürütülen bir soruşturma hakkında sosyal medya üzerinden haberleşen ve amaçları adalete hizmet etmek olmadığı anlaşılan kişilerin yanlış bilgiler vermesi üzerine basın açıklaması yapma gereği hasıl olmuştur.” ifadelerine yer verilen açıklamada, şunlar deniyor: “15 Nisan 2017 tarihinde çocuğun cinsel istismar olayının öğrenilmesi üzerine derhal soruşturma başlatılmış, mağdur çocuk ve tanık beyanlarına göre kimliği tespit edilen 4 şüpheli Batman 2. Sulh Ceza Hâkimliğince 17 Nisan 2017 tarihinde tutuklanmışlardır. Dosyada gizlilik kararı bulunmakta olup kefaletle serbest bırakılan şüpheli kesinlikle yoktur. Söz konusu sosyal medya haberleri gerçeği yansıtmamaktadır.” Bu açıklamanın kendisi de gösteriyor ki konu hafife alınarak ve paylaşılanlar yalanlanarak, suç hala bastırılmak isteniyor! Kadına yönelik şiddet, tecavüz ve tacize karşı öfkemizi; direngen bir kadın hareketinin varlığı sayesinde dakik bir biçimde toplumsal bir tepkiye dönüştürmekte biz kadınlar zorlanmıyoruz. Ve bu yanımızı bilerek yine biz kadınlar soruyo-
ELİF IRMAK
ruz: Geçtiğimiz ay Batman’da yaşanan bu çocuk istismarına karşı bilinir olmasına rağmen koca bir kent nasıl olur da sessiz kalır! İstismarcı erkekleri korumak için sessiz kalır, istismarcı erkekler güç ve iktidar sahibi oldukları için sessiz kalır, çocuklar nasılsa ses çıkaramadıkları için sessiz kalır, ama biz kadınlar ne koşulda olursa olsun çocuk tecavüzcülerine karşı her türlü erkek egemen iktidar ilişkilerini karşımıza almaktan çekinmeden ses çıkaracağız! Söz konusu çocuk istismarı olayında koca bir kent susmuş, bir kentin, vatandaşları diyelim, normal ve sıradan bir tepki olan “Araştırılsın, açığa çıkarılsın ve suçlular yargılansın” tepkisini ortaya koyamamışlar! Yaşanan çocuk istismarına karşı ses vermek hem çocuk ve kadın haklarımız açısından hem de insani değerlerimiz açısından çok önemli. Bunun için hesap soralım ve bir daha Karamanlar, Batmanlar ve daha nicesinin yaşanmasının önüne geçmek için mücadele edelim. “Bir Çocuğun Çıkaramadığı Ses Olmak Zorundayız” bilinciyle alanlarda olalım, kendimizi ve geleceğimizi koruyalım.”
21
Sosyalist Dayanışma / Haziran 2017
TRUMP, IŞIKLI KÜRE VE BRZEZINSKI M. SİNAN MERT
T
rump’ın gerçekleştirdiği ilk yurt dışı gezisinin ana durağı Suudi Arabistan oldu. Obama’nın ilk ziyaret ettiği ülke ise Türkiye olmuştu. ABD’nin iki ardışık devlet başkanı arasında bölge ile ilişkilenme biçimleri açısından önemli bir fark var. Obama’nın özellikle Arap Baharı’nın kontrolden çıkması ve Türkiye ile Körfez ülkelerinin cihatçılarla işbirliği yapmakta ısrarcı olmaları sonrasında İran’ı dengeleyici faktör olarak masaya sürmesi bölge dengelerini önemli oranda sarsmıştı. ABD İsrail ilişkileri tarihinin en sıkıntılı dönemlerinden birisini yaşamış, Suudi Arabistan ve Körfez şeyhlikleri giderek güçleneceğini düşündükleri İran karşısında koruyucu arayışına başlamışlardı. Trump, henüz içeride gerçek anlamda iktidarını pekiştirecek işleri başaramasa da dış politikada kendi rengini vermeye Riyad gezisi ile başlamış oldu. 110 milyar doları silah, toplam 400 milyar dolarlık ticaret anlaşması
22
Trump’un “sonunda” bir iş başarmış olabileceği anlamına gelebilir ABD kamuoyu açısından. En başarısız 100 gün performansına sahip başkan olarak tarihe geçmesi, FBI Başkanı’nı paldır küldür görevden almasının hakkındaki Rusya bağlantısı iddialarını örtme çabası olarak görülmesi, Trump’ın içerideki durumunu çok zorluyor. Görevden alınması ile ilgili tartışmalar şimdiden başladı. Bu Amerikan tarihinde çok sık yaşanan bir durum değil. Trump’ın İran’ı izole etme, İran karşısında bir Sünni ordusu oluşturma, bu oluşuma İsrail’in de destek vermesinin sağlanması, Esad konusunda yeni hamlelerin özellikle Ürdün üzerinden geliştirilmesi gibi planlarının bölgede ne ölçüde hayata geçirilebileceği bu açıdan büyük oranda belirsiz. Daha hala kendi iç konsolidasyonunu sağlayamamış bir görüntü veriyor ABD devleti. Dolayısıyla da İran’a karşı geliştirilmek istenen söylem İran halkı nezdinde çok bir karşılık bulmadı. İranlılar genellikle yoğun emperyalist saldırı dönemlerinde reformistler yerine dini liderlikle daha uyumlu olabilecek muhafazakar liderleri tercih ederlerdi. Bu sefer öyle yapmadılar. Ruhani’yi, Hamaney’in yerine gelmesi ke-
sin gibi görülen Raisi’ye tercih ettiler. Ruhani, nükleer anlaşma sonrasında ülkeye gelen yabancı sermaye ile ekonomik dengeleri önemli oranda düzeltti. Ekonomi %6 civarında büyüyor, enflasyon %8’e, işsizlik %12’lere düşmüş durumda. Yıllardır çok ağır ekonomik yaptırımlar altında yaşayan bir ülke için oldukça önemli bir gelişme olarak değerlendirilebilir. İran halkı Trump’ı deyim yerindeyse ciddiye almadı. Nükleer anlaşmanın rafa kaldırılacağı, Sünni ordusunun saldırısına uğrayacakları tehditlerini önemsemedi. Suudi Arabistan ordusunun dünyanın görmezden geldiği Yemen’de (bizim İslamcılardan Yemen’de gerçekleşen katliamları duydunuz mu hiç?) gerçekleştirdiği katliamlara, ölen binlerce insana rağmen askeri bir başarı kazanamamış olması da İranlıları böyle düşünmeye sevk etmiş olabilir. Ne olursa olsun Suudi Arabistan kraliyet ailesi, Libya’daki ABD Büyükelçisi öldürülüp Hillary Clinton dış işleri bakanlığı koltuğundan ayrılmak zorunda kaldığından beri ilk kez rahat bir nefes aldılar. Hatta bu pozisyonlarından güç alarak Katar şeyhi üzerindeki baskıyı da arttırdılar. Malum Türkiye’nin
Körfez’deki petrodolar kaynağı Katar’ın Müslüman Kardeşler ile kurduğu ilişki, Suudi ArabistanMısır ittifakı tarafından sıcak karşılanmıyordu. Trump, Suudi Arabistan’ı İslam’ın merkez ülkesi ilan ederek Mısır’ın Müslüman Kardeşler’e karşı yürüttüğü “kökünü kurutma” mücadelesine de destek vermiş oldu. (Sahi bizimkiler idama mahkum edilen Mürsi’den neden bu aralar hiç bahsetmiyorlar. İsrail’le ticaret hacmini arttırmaya dönük hamleler de bu resmin bir parçası olarak okunabilir mi?) ABD Ortadoğu’da yeni bir oyun kurmak istiyor. Saltanatını ve rahatını korumak için milyarlarca dolar akıtmaya hazır Suudi Arabistan, ABD’nin yeniden el vermesiyle daha da merkezileşiyor. Ancak bu işin Batı’nın tümü tarafından uzlaşılmış bir plan olmadığı ortada. En son G7 toplantısında çok da diplomatik olmayan bir dille ABD’nin açıkça küresel ısınmanın sorumlusu olarak gösterilmesi Trump’un George Bush’un tamamen fiyaskoya dönüşmüş bir ardılı olma olasılığını arttırıyor. Bu yüzden çok uzun boylu değerlendirmeler yapmak için daha erken. Bu arada Manchester Katliamı, Ortadoğu’nun kan banyosunu Avrupa’nın merkezine taşırken hayırlı bir vefatı anmadan geçmemek lazım. ABD’nin detant sonrası kızışan Soğuk Savaş’ta etkin rol oynamış duayen diplomatlarından Zbigniew Brzezinski 26 Mayıs’ta öldü. Afganistan’daki Sovyet müdahalesine karşı cihatçıların silahlandırılması taktiğinin yaratıcısı kendisidir. El Kaide ve IŞİD’in defacto yaratıcısı kendisidir. Batı; cihatçılığın, İslam’ın doğal olmayan, aslında kendisi tarafından laboratuarda yaratılmış bir ürünü olduğunu Brzezinski’nin Bin Ladin ile yediği haltlara bakarak rahatlıkla teşhis edebilir.
Haziran 2017 / Sosyalist Dayanışma
GENÇ KARL MARX VE “MARX’IN MARKSIZM’E ADIM ATIŞI”
B
u seneki İstanbul Film Festivali’nde gösterilen filmleri okuduğumuzda Karl Marx üzerine bir filmin de gösterime gireceğini öğrenmiştik. Genelde 1 Mayıs öncesi günlere denk geldiği için hiç izleyemediğimiz, takip edemediğimiz film festivali programında bizler için çok dikkat çeken bir filmdi. Hemen programı yakalayabilen genç arkadaşlara sorduğumuzda filmin biletlerinin çoktan tükendiğini öğrenmiş olduk. Şimdi ise normal gösterimde ve en çok izleyici çeken film. Bu durum çok sevindirici. Marx’a yönelik ilgi ve sevginin ötesinde iyi bir film olmuş ki izleyici sayısı durmadan artıyor. Biz Marksistler açısından Genç Karl Marx filmi üzerine yazı yazmak, bir yanıyla işin gerçeğine hâkim olduğumuz için gerekli ama bir yanıyla da o kadar da zorlayıcı. İşin çok zorlayıcı kısmına kaçmadan filmi tanıtmak, hakkını vermek ve görülmesi üzerine istek uyandırmak amacımız. Karl Marx’ın biyografisi üzerine ilk kurmaca film. Marx’ın gençlik yıllarını konu alıyor. 26 yaşındayken Paris’e sürgüne gitmesiyle başlıyor film, Komünist Manifesto’nun yayınlanmasına kadar olan 5-6 yıllık bir süreci anlatıyor. Avrupa’da farklı politik entelektüel aktörlerle -Proudhon, Wilhelm Weitling, Mihail Bakunin gibi- karşılaşıyor. Onlarla Marx’ın eserlerine hâkim olanların çok kolaylıkla anladığı, rahat izleyebileceği polemiklere giriyor. Öte yandan hayatının bir yarısı olacak çok derin bağlar kuracağı en büyük dostu, yoldaşı Friedrich Engels’le yolları kesişiyor. Filmde aynı zamanda Marx’ın eşi Jenny ve Engels’in sevgilisi Mary Burns ile birlikte geliştirdikleri hem düşünsel hem de pratik üretimleri, mücadeleleri ortaya konuluyor. Dönemin
tarihi ve siyasal atmosferi içinde bilimsel komünizmin inşası ve işçi sınıfının devrim mücadelesinin hattının adım adım nasıl oluşturulduğu anlatılıyor. Filmin ciddiyeti, önemli bir proje olması, ekibinden de belli. Filmin yönetmeni ve senaristi, çok önemli filmlere ve belgesellere imza atmış, Haiti doğumlu, ülkesinde 90’lı yılların ortasında Kültür Bakanı olarak siyasette görev alan aynı zamanda başta siyahi halkların hakları olmak üzere eşitlik ve özgürlük mücadelesinin pratik politik aktörü Raoul Peck. Peck’in ilk çalışması, belgesel film niteliğindeki 1992 yapımı Peygamberlerin Ölümü. Bu filmde, 1961 yılında ABD destekli bir darbeyle öldürülen Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin efsanevi lideri Patrice Lumumba konu ediliyor. Filmin diğer senaristi Paskal Bonitzer. Fransız senarist ve film yönetmeni Bonitzer (1946, Paris), başarılı senaryolarıyla tanınır. 1969-85 yılları arasında Fransız sinema dergisi Cahier du cinéma’nın editörlüğünü yapar. 1992’de başka bir sinema dergisinde, Traffic’te çalışır. Paris Sinema Okulu FEMIS’te senaryo yazarlığı bölümünün direktörlüğünü yapan Bonitzer’in ilk film yönetmenliği 1995 tarihli Encore’dur. İkinci filmi Rien Sur Robert (1998) Fransa’da ve 1999 Berlin Film Festivali’nde dikkat çeker. Metis Kitap, Pascal Bonitzer’in “Kör Alan ve Dekadrajlar” ile “Bakış ve Ses” adlı kitaplarını, gayet güzel ve çekici baskılarla Türkçeye kazandırmış. İyi de etmiş… Kapitalizmin tarihinin en büyük bunalımını yaşadığı şu altüst oluş günlerinde, yolumuzu bulabilmek için en büyük rehberimiz Karl Marx ve Marksizm. Marx ve yoldaşı Engels’in, ezilenlerin kurtuluş yolunu gösterdiği düşüncelerinin nasıl filizlendiği-
ni ve geliştiğini anlamaya katkı sunması açısından bu film kaçırılmamalı. Filme yönelik eleştirilere dair birkaç not: Film, Marx’ın hayatının yalnızca bir kesitini (1843-1848) işlemekle ve dolayısıyla onun ortaya koyduğu düşünceleri eksik yansıtmakla eleştiriliyor. Zira Marksizm, Marx’ın değişen, gelişen ve gençlikten olgunluğa yol alan düşünsel ve eylemsel serüveninin bir ürünü. Hatta genç Marx’ın düşüncelerinin filizlenme aşamasında olduğu ve olgunluk dönemi eserlerini henüz ortaya koymadığı yaşamının yalnızca bu kesitinin seçilmesinde kasıt olduğu iddia ediliyor. Marx’ın bu söz konusu dönemi, post Marksistlerin referans aldığı zaman dilimidir. Marksizm’in devrimci özünden “arınan” bu batak ideoloji, “olgun Marx”a karşı “genç Marx”ı -bu ayrım onlara aittir- tercih eder. Devrimci özünden arındırılmış bir Marx hikâyesi! İşte eleştiriye konu olan kasıt budur. Filmin büyük sermaye kuruluşlarınca finanse edilmesi de bu akıl üzerinden okunmaktadır. Bu çerçevedeki eleştiriler gereğinden fazla zorlama gibi. “Hinoğlu hin sinsice bir planla Marksizm’in içini boşaltmak için bu filmi destekleme kararı alan” finans kapitale, sahip olduğundan daha fazla akıl atfetmek anlamını taşıyor ki “kelin merhemi olsa” diyesim geliyor… Yönetmen ve senaristin neden bu dönemi işlemeyi tercih ettiğini bilemem ama Marx’ın Genç Hegelciler’den yolları ayırdığı ve bağımsız düşüncelerinin filizlenmeye başladığı söz konusu dönemin filmde hakkı verilmiştir. Olgunlaşan Marx’la birlikte bu filizler dev eser Kapital aşamasına kadar yeşerecek, boy verecektir. “Film, Marx’la bu film aracılığıyla tanışan kişilerde
ZEYNEP KORU
sonraki sürecin de izini sürme isteği uyandırmayı başarmıştır” diyebiliriz. Bir diğer eleştiri, yaşanan olaylara dair kimi detaylarla ilgilidir. Engels’le karşılaşma anı ve çeşitli tartışmaları, dönemin diğer öne çıkan isimleriyle polemik tarzı, eşiyle ilişkisi vs. “Olayların bire bir o şekilde yaşanmadığı” iddiasında bulunan eleştiri sahiplerine bir belgesel izlemediğimizi hatırlatmakta yarar var. Netice de Marx’ın yaşamının o kesitinin ana omurgasına filmde sadık kalınmıştır ve gerisi omurgayla çelişmeyecek şekilde kurmaca sınırları içerisindedir. Türkçe alt yazı konusunda birkaç söz söylememiz gerekiyor. Muhtemelen profesyonel bir çevirmenden yardım alınmıştır fakat yine muhtemel olarak çevirmen Marksist değildir. Türkiye’deki Marksist kamuoyu tarafından kullanılan kimi kavramlar, göze batacak şekilde alışılagelenin dışında çevrilmiştir. Örneğin, “sömürü” yerine “istismar” kelimesi kullanılmıştır. Proudhon’un “Sefaletin Felsefesi” olarak bilinen kitabı “Fakirliğin Felsefesi” olarak çevrilmiştir.
23
FAŞİZMİ YENMEK İÇİN
GEZİ RUHUYLA
DİRENİŞE!