Sosyalist Dayanışma Ocak 2017 Sayı 51

Page 1

Saray’a ve AKP Faşizmine Mahkûm Değiliz! Anayasa Değişikliği ya da Erdoğan’ın Egenemlik Gaspı FİYAT: 2 TL

YIL:7 SAYI:51

OCAK 2017

WWW.SODAP.ORG /SODAP

/SODAP74

BAŞKANLIK YOLUNDA

SAVAŞA MAHKUM DEĞİLİZ!

Tek Adam Dayatması Dayanışmaevleri: Varoşların Kaderi Nasıl Çizildi? Erkek-Devlet Şiddetine, Aklına, Hükmüne Mahkûm Değiliz! Ekonomik Kriz mi Başkanlık Sistemi mi? 2017: Gelen Gideni Aratacak mı? Canımız Pahasına Çalıştıtılmaya Mahkûm muyuz? Bu Halde İşçi Hakları Yeniyor, OHAL’de Mücadele’ye! Gençliğin İradesiyle Kuşatmaları Kıralım! Alevilerin Hedef Gösterilmesine Mahkûm Değiliz! Kocaeli Dayanışma Akademisi Açıldı “Elimiz Yakanızda” Varolmanın Ağırlığı Döndü Yenilmez’in Çocuklarını Yangın Değil, Yoksulluk Yaktı! Başa Bela Bir Kent: El-Bab Dış Politikada Hayaller ve Hayatlar


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2017

UNUTMADIK, UNUTTURMAYACAĞIZ!

....Bugün sessizlik ile büyük bir ses yükselteceğiz. Bugün derinliklerin ışığa yükseldiği günün başlangıcıdır.

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 7, Sayı: 51 Ocak 2017 Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Sezgin KARTAL Adres: Piyalepaşa Mah. Şark Sk. No: 15/A Beyoğlu İstanbul İletişim Tel: 0535 922 82 68 İletişim Mail: info@sodap.org www.sodap.org Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34

2

Yaşı kaç olursa olsun; 17 veya 27, katil kim olursa olsun, bir zamanlar bebek olduklarını biliyorum. Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşlerim… Kardeşlerim, onun doğruluğa olan sevgisi, şeffaflığa olan sevgisi, dostuna olan sevgisi onu buraya getirdi. Korkuya meydan okuyan sevgisi onu büyüttü. Diyorlar ki “O büyük bir adamdı.” Size sorarım:”O büyük mü doğdu?” Hayır! O da bizim gibi doğdu. O gökten değildi o da topraktandı. Bizim gibi çürüyen bir beden! Fakat yaşayan ruhu, yaptığı iş, kullandığı üslup gözlerindeki, yüreğindeki sevgi onu büyük yaptı. …Yaptıklarını, konuştuklarını kim unutabilir sevgilim? Hangi karanlık unutturabilir sevgilim? Olmuşları, olanları kim unutturabilir? Korku unutturabilir mi sevgilim? Yaşam mı? Zulüm mü? Dünyanın zevki sefası mı sevgilim? Yoksa ölüm mü unutturacak sevgilim? Hayır, hiçbir karanlık unutturamaz sevgilim. Ben de sana yazdım aşk mektubunu sevgilim. Bana da ağır oldu bedeli sevgilim. Bunları yazabilmeyi Hisusa borçluyum sevgilim. Onun da hakkını ona verelim sevgilim. Herkesin hakkını herkese geri verelim sevgilim. Sevdiklerinden ayrıldın, çocuklarından, torunlarından ayrıldın. Burada seni uğurlayanlardan ayrıldın, kucağımdan ayrıldın. Ülkenden ayrılmadın. (23.01.2007 Cenaze töreni, Rakel Dink’in Hrant’a Mektubu)


Ocak 2017 / Sosyalist Dayanışma

SARAY’A VE AKP FAŞİZMİNE MAHKÛM DEĞİLİZ!

S

aray faşizminin OHAL kuşatması altında işçiler, emekçiler, kadınlar ve halklar her geçen gün daha fazla sıkboğaz edilerek susturulmak isteniyor. Başkanlığa ve Saray’a karşı gelişen her türlü muhalefet kanalı baskı ve tutuklamalarla sindirilmeye çalışılıyor. İçinden geçtiğimiz süreçte HDP’ye yönelik başlatılan irade kırma ve rehin alma operasyonlarının yanı sıra özgür basın ve medya organları bir bir kapatıldı. Emekten yana sendikalara üye kamu emekçileri toplu ihraçlar, sürgünler yaşadı. Kadın dernekleri kapatıldı, çalışmaları durduruldu. Kayyumlar son hız atanmaya devam ediyor. Güvenlik önlemleri adı altında, kolluk kuvvetleri Saray’a muhalefet gelişebilecek her sokakta, her meydanda, her alanda nefes aldırmamacasına gözaltı ekipleri olarak iş başındalar. Dünya güç merkezleri, Ortadoğu ve Suriye üzerinden bilek güreşine devam ediyor. Türkiye’de burada söz sahibi olduğu iddiasıyla, güvenlikli-tampon bölge gibi gerekçelerle oyun kuruculardan biri olmaya çalışıyor. İçeride ve dışarıda artan gerilimleri yönetemeyen AKP, devleti tek başına idare etme anlamında iyice inmelenmiş durumdadır. OHAL devam ederken geçtiğimiz günlerde Rus diplomatın öldürülmesi ile ülke dış politikaları itibariyle yeni bir türbülansa girmiştir. Bu gelişme ile birlikte Türkiye siyasal İslam ile olan ilişkilerini gözden geçirmek zorunda kalacaktır. Zira Rusya Türkiye’yi yanına çekmiştir, Türkiye bundan sonra Moskova’dan yönetileceğe benzemektedir.

Yine bugünlerde El Bab’dan gelen asker ölümleri haberi, IŞİD’ın TSK mensubu iki askeri yakarak infaz etme görüntüleri, Halep’in temizlenmesinin ardından yaşanan zikzaklar göstermektedir ki Suriye, Türkiye devletinin elini kolunu sallaya sallaya, gündelik politikalarla yol yürüyebileceği bir yer değildir. Türkiye Suriye’ye bulaşmayı sürdürdükçe bunun ceremesini daha fazla çekeceği de alenen görülmektedir. Elbette Türkiye’nin El Bab’ta neden sıkışıp kaldığına bakmak gerekir. Türkiye’nin Ortadoğu politikasını belirleyen kıstas Kürt düşmanlığıdır. Bunun iç politikaya nasıl yansıdığını da biliyoruz. Saray’ın, bakanlarını yolladığı asker cenazelerinde “Tek tek intikam alacağız.” diyerek gerçekleştirdikleri açıklamalarına dayanarak HDP’ye dönük tutuklama furyası da artarak devam etmektedir. Ancak bu tutuklama ve baskılar savaşın yarattığı bu gerilimlerin düşmesine yol açmayacaktır. Başbakan ve Cumhurbaşkanı şehit cenazelerine gidemeyecek ölçüde; karşılaşacakları tepkiden korkmaktadırlar. Sonuç itibariyle OHAL koşulları yarattıkları halde Beşiktaş ve Kayseri eylemlerine kendince engel olamamış bir devlet ortada. Emniyet teşkilatına mensup bir polis Rus diplomata suikast düzenliyor, en çok güvendikleri korumalar enselerinde birer tehdit olarak geziyor, “Beraber yürüdük biz bu yollarda.” diye türküler yaktıkları, bir gecede darbe gerçekleştirmeye çalışıyor. Bu tablo devletin gittikçe çürüdüğünün ve çöktüğünün resmidir. Artık içeride ve dışarda topluma güven vermeyen bir devlet vardır. Ekonomik kriz derinleşmektedir. Yoksulluk sınırının 4.600, açlık sınırının 1.400 TL olduğu

bugünlerde milyonlar, geleceğe dair korku ve güvensizlikle bakmaktadırlar. Buna rağmen Saray ve AKP hala tünel açılışlarıyla, hızlı trenlerle gövde gösterisi yaparak geniş yığınların gözlerini boyamak istemekteler. Doların yükselişinin ardından “milli seferberlik” ruhuyla dolar bozdurmanın tavsiye edilmesine, SMS’ler aracılığıyla kampanyalar düzenlenmesine kadar geldik. Devamında Cumhurbaşkanı “milli seferberlik” çağrısını asıl, krizi bahane ederek yatırım yapmaktan imtina edenlere yaptığını ilan etmiş ve bunları vatan haini olarak göreceğini söyleyerek finans/yatırım ve sermayeye gözdağı vermiştir. Ayrıca, topluma gerçekleştirmek istedikleri sistem değişikliğinden kaynaklı da gerilimler yüklenmektedir. Yeni anayasa propagandası yürütülürken bir taraftan da Türk tipi başkanlık, partili cumhurbaşkanlığı vb. modeller geniş kesimlere tartıştırılarak referandum yapmanın artık neredeyse bir zorunluluk olduğu kabul ettirilmek istenmektedir. İçinden geçtiğimiz günlerde gerilim hatları çoğalmaktadır. Toplumda meydana gelen hoşnutsuzluklar ve öfke büyümektedir. Bu gidişatta ya faşizm kazanacak ya da demokrasi ve özgürlüklere bir yol açılacaktır. Faşizmi yenilgiye uğratmak için dün olduğu gibi bugün de dövüş sokakta verilecektir. Bizler; OHAL’e, KHK’lara, irademizin teslim alınmasına, yoksulluğa, işsizliğe, hırsızlığa, kadın düşmanlığına ve tecavüz yasalarına, kısacası Saray’a ve AKP faşizmine mahkûm değiliz, diyoruz.

şı tüm demokrasi güçlerini ve en geniş kesimleri yan yana getirecek bir mücadele hattından inatla, ısrarla; tek adamlığa, diktatörlüğe ve başkanlığa karşı yürüyüşümüzü kararlıkla sürdürmeliyiz. Sürdüreceğiz.

Yine bugünlerde El Bab’dan gelen asker ölümleri haberi, IŞİD’ın TSK mensubu iki askeri yakarak infaz etme görüntüleri, Halep’in temizlenmesinin ardından yaşanan zikzaklar göstermektedir ki Suriye, Türkiye devletinin elini kolunu sallaya sallaya, gündelik politikalarla yol yürüyebileceği bir yer değildir. Türkiye Suriye’ye bulaşmayı sürdürdükçe bunun ceremesini daha fazla çekeceği de alenen görülmektedir.

AKP’nin en zayıf ve güçsüz olduğu bu süreçte OHAL’e kar-

3


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2017

ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ YA DA ERDOĞAN’IN EGEMENLİK GASPI M. SİNAN MERT

…devletin toplum tarafından denetlenmesi meselesi siyaset tarihinin en temel sorunudur. Erdoğan tarafından dayatılan rejim değişikliğinin de nirengi noktası buraya yaslanmaktadır. Siyasi iktidarı sınırlamak için geliştirilmiş araçlar olan Anayasa ve Parlamento’nun fiilen işlevsizleştirilmesi anlamına gelen bu değişiklik önerisi bu anlamıyla gerçek bir karşı devrimi ifade etmektedir.

4

a) Devletler ve İktidarın Sınırlanması Mücadelesi

Marksizmin en temel siyasi önermelerinden bir tanesi hiç kuşku yok ki devletlerin sınıflı toplumların mütemmim cüzü olduğudur. Devlet, sınıflı toplumların içindeki çelişkilerden dolayı sürdürülemez halinin ifadesidir, ona bir bütünlük kazandırmak ve bu çelişkili yapıyı sürdürmek için var olur. Dolayısıyla da bu çelikli yapının avantajlı kıldığı toplumsal kesimler tarafından desteklenir. Ancak toplumlarla devletler arasında güç mücadelesi de sürekli bir biçimde devam eder. Tarih öncesi, barbarlık evresinde toplumun tüm üyelerinin silahlı olması, şiddet kullanma tekeline sahip bir devletin oluşmamasına yol açmaktaydı ancak sürekli savaş haliyle sürdürülebiliyordu. Sosyal sınıfların örgütlenme kapasitelerinin sınırlı olduğu tarihsel dönemlerde, ezilenler devletleri ile başa çıkabilmek için barbar topluluklardan destek almaktaydılar. Bu açıdan devletler, Kıvılcımlı’nın İbn-i Haldun’dan aldığı gibi, iç gerilimleri yönetemez hale düşüp toplumun ezilenleri ile barbarların ittifaklaşması sonucu 100-150 yıllık yaşam süresi sonrasında yıkılmaktaydılar. Özgür köylülük ile köle sahibi sınıfların bir tür ittifakına dayanan Atina Demokrasisi ise devleti toplumsal denetim altında tutmak sıra dışı bir modeli, doğrudan demokrasiyi geçirmişti. Bugünün kriterleri

açısından kadınları ve köleleri seçmen olarak görmemesinden dolayı anti demokratik bulunsa da E.M.Wood’un çalışmalarının da ortaya koyduğu gibi halkçı bir demokrasi modeline, aristokrasi ile monarşi arasındaki gerilimden doğan Magna Carta geleneğine göre çok daha yakındı. Klasik Atina Demokrasisi uygulamasında kararlar doğrudan halkın katılımı ile alınmakta, yürütme organında görevliler ise seçimle iş başına gelmiyorlardı, bu görevler kamusal bir zorunluluk olarak sırayla vatandaşlar tarafından yerine getiriliyordu. Yöneticinin seçimle iş başına gelmesi tiranlaşmaya yol açabileceği sebebiyle engelleniyordu. Aristo ve Platon’dan bu yana demokrasi ilkesinin, yani yöneticilerin çoğunluğun oyuyla seçilmesi ilkesinin, kimi demagogların yoksulların da desteğini alarak, zorbalığa dayalı bir rejim kurmasına yol açabileceği endişesi hep ifade edilegelmekteydi. Bunun ifade edilmesinde, hem yoksulların iktidarlaşmasından korkulması hem de halkın örgütsüzlüğünü ve sömürülmesini kendi kişisel iktidarının temel harcı haline getirecek diktatörlerin sık sık ortaya çıkması eşit derecede etkili olmuştur. Toplumun iyiliği için yürütmeyi filozof krala vermeyi öneren, Platon için örneğin demokrasiler, insanlığı tiranlığa götürdüğü için kötülenir. Machiavelli için ise halk her zaman özgürlüğü arttırmak ister, soylular ise daha fazla yönetmek isterler. Ancak halkın özgürlük yönünde etkide bulunabilmesi ekonomik eşitlik de gereklidir. Eşitlik arttıkça cumhuriyetçi ve özgürlükçü eğilimler, eşitsizlik arttıkça ise monarşi yanlısı eğilimler güçlenir. Eşitsizlik arttıkça örgütsüz halk kitleleri üzerlerinde daha fazla otorite kurmak isteyen soylulara karşı ve onlara saldırması için tüm yetkiyi tek

bir kişiye vermeyi tercih edebilir. Yani böylesi durumlarda tirana verilen destek, halkın soylular ve zenginler karşısında duyduğu korkunun ve nefretin bir ifadesidir. Kapitalizmin gelişmesi ile birlikte aristokrasi-monarşi ve burjuvazi önderliğindeki üçüncü sınıf arasında çelişkiler yoğunlaşır. Barbar akınlarının güçlü merkezi devletin oluşumunu engellediği İngiltere’de soylular, Kral’ın boynuna Magna Carta belgesini asarlar, bu belge de Kral’ın halkın (yani soyluların) halkın çıkarlarına aykırı hareket ettiği durumlarda gayri meşru duruma geleceği açıkça ifade edilir. Krallar, bu güçlü aristokrasi karşısında burjuvaziye yaslanarak güçlenebilirler. Fransa’da üç yapının arasındaki güç mücadelesi ise güçler ayrılığı prensibini doğurur. Montesqieu’nun yasamayı burjuvaziye, yürütmeyi krala ve yargıyı da aristokrasiye pay ettiği biçim liberal burjuva demokrasisinin temel kalıbı haline dönüşür. Aydınlanmanın daha radikal isimleri ise halkın doğrudan örgütlü katılımının iktidarı denetlemek için vazgeçilmez olduğunu vurgularlar. Spinoza ve J.J.Rousseau bu ekole dahil edilebilir. Özellikle Rousseau’nun modeli sosyalizmin siyaset anlayışına da belirgin biçimde etkide bulunduğu için önemlidir. Rousseau katılımcı demokrasinin cumhuriyeti çürüttüğünü düşünür, siyasetten kopan yurttaşlar özel çıkar peşinde koşan korkak ve dalkavuk insanlara dönüşürler. Halkın güçlü olmaması hükümetin kamusal çıkardan uzaklaşmasına yol açar. Kuvvetler ayrılığı bu açıdan özgürlüklerin güvencesi olamaz halkın katılımı ve doğrudan demokrasi özgürlük için zorunluluktur. Ancak Rousseau, Spinoza’dan farklı olarak halkı birçokluk olarak görmez ve halkın çıkarının Genel İrade’de merkezi olarak temsil edilebileceğine


Ocak 2017 / Sosyalist Dayanışma

inanır (Armağan Öztürk, Res Publica İdeali Üzerine Tarihsel ve Kavramsal Bir Soruşturma, s.28). Rousseau’da merkezi Genel İrade ve bunun halkın tümü için iyiyi temsil etmesi ile halkın en geniş kesimlerinin doğrudan katılımı birbiriyle çelişkili bir ikili oluşturur. Bu çelişkili ikili hali sosyalizmin siyaset algısına da Genel İrade’yi temsil eden parti ile halkın katılımını temsil eden öz yönetimci taban örgütlenmeleri ikiliği şeklinde girmiştir. Sonuç olarak, devletin toplum tarafından denetlenmesi meselesi siyaset tarihinin en temel sorunudur. Erdoğan tarafından dayatılan rejim değişikliğinin de nirengi noktası buraya yaslanmaktadır. Siyasi iktidarı sınırlamak için geliştirilmiş araçlar olan Anayasa ve Parlamento’nun fiilen işlevsizleştirilmesi anlamına gelen bu değişiklik önerisi bu anlamıyla gerçek bir karşı devrimi ifade etmektedir. Çünkü iktidarın olağanüstü bir düzeyde merkezileştirilmesi sonrasında söz konusu kurumların hiçbirinin denetleme ve dengeleme olanağı kalmamaktadır. Bu yüzden örneğin Anayasa Hukukçusu Ece Göztepe yeni modeli mutlaki cumhurbaşkanlığı olarak nitelemekte ve “bu tekliften, Meclis’in ne iş yapacağını anlayamadım” demektedir. Bir diğer Anayasa Hukukçusu İbrahim Kaboğlu ise “ ‘Padişahlık mı isteniyor’ deniyor, yanlış bir kıyaslama yapılıyor. Padişahın partisi yoktu... Burada padişahlık ötesi bir durum söz konusu” demektedir. Yani ortada Anayasal düzene içrek olmayan, Erdoğan’ın karşısındaki tüm kurumları içeriksizleştiren bir değişiklik önerisi bulunmaktadır.

b) Türkiye Siyasi Tarihinde İktidarı Sınırlama Mücadelesi

Türkiye siyasi tarihinde padişahın siyasi iradesini sınırlamaya dönük ilk belge 1808 Sened-i İttifak’tır ki Osmanlı tarihinde feodal, merkezkaç unsurların güçlerinin zirvesine çıktığı anı simgeler. Ancak Batı kapitalizminin, ekonomi ve siyaset üzerindeki etkisinin artması padişahı yerel unsurlar karşısında güçlendirdi ve merkezi devleti restore etti. 1800’lerin ikinci

yarısında özelikle özel toprak mülkiyetinin de 1856’da hukuki statü kazanması sonrasında Batılılaşmış bürokrasi ile yerel eşraf arasındaki ittifak padişahın yetkilerini sınırlamaya dönük 1876 ve 1908 çıkışlarını gerçekleştirdi. Osmanlı’nın son döneminde bu mücadele daha ziyade İttihatçı burjuvazi ile Abdülhamit tarafından temsil edilen monarşi arasında yaşandı. Bu mücadelede galebe çalan kim olursa olsun ilk fırsatta alt sınıfların elindeki özgürlükleri ortadan kaldırmak için de ittifak ettiler. Bugün Erdoğan nasıl diktatörlüğünü ilan etmek için tasarladığı anayasa değişikliğini “milli irade-istikrar-demokrasi” gerekçeleri ile cilalamaya çalışıyorsa, Kürtleri ve komünistleri ezmek için ilan edilen Takrir-i Sükun Kanunu M. Kemal tarafından şöyle izah edilmiştir: “Bunu, Takrir-Sükun Kanunu cari olduğu zamanda yaptık. Bu kanun cari olmasaydı, yine yapacaktık …Binaenaleyh, biz her vasıtadan yalnız ve ancak bir noktai nazardan istifade ederiz. O noktai nazar şudur: Türk milletini medeni cihanda layık olduğu mevkiye yükseltmek ve Türkiye Cumhuriyeti’ni sarsılmaz temelleri üzerinde her gün daha ziyade takviye etmek ve bunun için de istibdat fikrini öldürmek” Türkiye’de bütün istibdat seviciler sadece karşılarındaki istibdadı eleştirmeyi, kendi yaptıklarını ise görmezden gelmeyi alışkanlık haline getirmişleridir. Bu açıdan Erdoğancıların her başları sıkıştığında Kemalist tek parti döneminden örnekler vermeleri öğreticidir. M. Kemal Atatürk’ün de kuvvetler ayrılığı prensibine açıkça karşı çıkması da bir kez daha hatırlanmalıdır: …M. Kemal’e göre kuvvetler ayrılığı ilkesi, meşrutiyetin bir ürünüdür. Meşrutiyet ise egemenliğini asıl sahibi olan halk için aldatmacadır (solun eleştirilerini kendi diktatörlüğü için gerekçe haline getirmek burjuvazinin tüm kanatları için vazgeçilmez bir prensiptir.) Dolayısıyla hem meşrutiyet hem onun bir ürünü ve parçası olan kuvvetler ayrılığı ilkesi, “müstebit”le uzlaşmak, ona baş eğmektir. Doğru olan, kayıtsız ve şartsız milletin egemenliğini kabul etmek ve ger-

çekleştirmektir. Onu gerçekleştirecek olan ise kuvvetler ayrılığı değil, kuvvetler birliği rejimidir.” (Bülent Tanör, Anayasal Gelişme Tezleri, s.29)

c) Türkiye Sağı’nın toplum düşmanlığının belgesi olarak Anayasa Değişikliği

Erdoğan’ın gerçekleştirmek istediği Anayasa değişikliği MHP’nin açık desteği ile Türkiye Sağı’nın toplumun başına ortak bir çorap örme girişimi haline dönüştü. Dolayısıyla Türkiye Sağı’nın Anayasal görüşleri de kısaca hatırlanmalıdır. Türkiye Sağı’nın siyasi düşünceleri ile geleneksel Osmanlı hakim sınıfları arasındaki süreklilik dikkat çekicidir. Türkiye Sağı bu anlamda Prens Sabahattinci veya liberal iktisadı savunan ve Mustafa Kemal tarafından idam ettirilen ittihatçı Mehmet Cavit Bey taraftarı değil, açıkça 2. Abdülhamitçi ve işbirlikçi Vahdettincidir. Örneğin Türkiye Sağı’nın duayen tarihçilerinden Yılmaz Öztuna için “1878 yılı Sultan Abdülhamit’i şahsi idare kurmakta haklı kılacak sebeplerle doludur” ve Birinci Meclis-i Mebusan’ın süresiz tatili onun en büyük hizmetlerinden biri”dir. 1908 Burjuva Devrimi 2. Meşrutiyet ise “Türkiye ve Türklük tarihi bakımından pek hayırsız bir zafer olmuştur. Türk toplumunda ahlak ve karakter bozulması yenidir. 1908 yıkımıdır ki Türk toplumunu perişan etmiş ve birçok ahlak nosyonu, onarılmaz yaralar almıştır.” Türkiye Sağı’nın saçmalama kapasitesi sonsuzdur ve benzer örnekler rahatlıkla çoğaltılabilir ancak Erdoğan’ın diktatörlük dayatmasını anlamlandırmak için sık sık “büyük üstad” diye atıfta bulunduğu Necip Fazıl’a bakmak bir zorunluluktur. “Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlik… halis hürriyeti Hakka kölelikte bulan bir gençlik” arayışındaki Necip Fazıl, Erdoğan’da vücut bulmuş gibidir. Necip Fazıl’ın saçma sapan “İdeolocya Örgüsü” isimli kitabında öngördüğü Başyücelik Devleti Erdoğan tarafından anayasalaştırılmak istenmektedir. Başyücelik Devleti militaristtir, yayılmacı hayallere

sonuna kadar açıktır. Meclis’in Yerini Yüceler Kurultayı alır (Saray’daki danışmanlar): “Bu kurultayın reis kürsüsünün arkasında “Hakimiyet Hakkındır!” cümlesi yazılıdır ve kanun onun kanunu, devlet onun devletidir”. Kemalizm, Cumhuriyet ile padişah ve dini otoriteyi devre dışı bırakarak Batılı burjuvaziyi Osmanlı artığı tefeci-bezirgan sermaye karşısında güçlendirmişti. Türkiye sağının Cumhuriyet düşmanlığının, Osmanlı sevgisinin ve hegemonyasına halkı kazanmak için dini sürekli istismar etmesinin altında böylesi bir sınıfsal çelişki vardır.

d) Anayasa Değişikliği Neyi İçeriyor?

Bu uzun girişten sonra ortaya çıkan teklife birazdan yakından bakmak gerekiyor. Belki de 150 yıllık bir parlamentere geleneği ortadan kaldırmayı hedefleyen bir Anayasa değişikliği Türkiye sağının tüm klişelerinin yamalı bohça gibi bir araya getirildiği, alelacele yazıldığı hissi veren bir gerekçe ile sunulmuştur. Erdoğan’ın denetlenemeyen iktidar arayışı, ki bütün L. Amerika ve Afrika diktatörlerinin ortak temasıdır, gerekçenin ruhunu oluşturmaktadır. 1961 Anayasası “Seçimle oluşan iktidarı zayıflatmak için yasamayı zayıflatmıştır!” denerek 12 Mart darbeci paşaları ile aynı çizgide bir tespitten sonra yoğun bir “vesayetçi zihniyet” eleştirisi geliştirilmiştir. Oysa çok açık ki AKP 2010 referandumu ile “vesayetçi anlayışı ortadan kaldırdığını” iddia etmişti. Hatta “tasfiye sürecinin bittiği ve inşa sürecinin başladığı ilan edilmişti.” Milletin iradesine vurulan esaret zinciri olan vesayet rejimi, “millete ve onun iradesine güveni esas alan bir şekilde düzenlenmelidir”. Milletin iradesi ise Erdoğan’da somutlaşmaktadır. “Milli irade” yazılı tüm afişlerde Erdoğan resminin olması da bu cisimleşmenin tarifidir. Milletin iradesine güven ise 7 Haziran’da olduğu gibi istenmeyen sonuçlar ortaya çıktığında askıya alınabilir. 14 yıllık tek parti iktidarı sonrasında gerekçenin şu kısmı ise sürrealizmin sınırlarını zorlamaktadır: “Özü itibariyle 1961’de oluşturulan mevcut hükümet sisteminin Türkiye’de bir türlü is-

5


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2017

Bu öneriyle yapılmak istenenin bir Anayasa değişikliği değil Anayasa’nın lağvedilmesi olduğu açıktır. Cumhuriyetin Saray’dan alarak soyut bir seviyede olsa halka verdiği egemenlik, bu öneriyle yeniden Saray’a dönmektedir. Erdoğan bu anayasa değişikliği ile Yeni Türkiye inşasının son hamlesini yapmaktadır. 15 Temmuz, Yeni Türkiye’nin kuruluş mitolojisi olacak, eski hikaye ise giderek perde arkasında kalacaktır.

6

tikrar üretemediği görülmüştür. 1983’ten günümüze kadar geçen 33 yılda 21 hükümet kurulmuş, bu hükümetlerin ortalama ömrü yaklaşık 1,5 yıl sürmüştür… Ülkemizdeki siyasi hayatın istikrara kavuşturulması ve tartışmasız istikrar üreten bir sistemin benimsenmesinin önemi açıktır” Son cümledeki “tartışmasız” kelimesine dikkat edilmelidir. “Reis’in sözünün üzerine söz edilmediği” bir rejimin istenmekte olduğu çok açıktır. Önerilen sistemin Başkanlık sistemi olmadığı çok açıktır. Çünkü “Başkanlık sistemlerinin en önde gelen özelliği güçler ayrılığı ilkesinin kesin ve net bir biçimde görülmesidir. Bu sistemler yasama, yürütüme ve yargının sert ayrılığına dayanan yürütme modelleridir” (Pınar Akçalı, Karşılaştırmalı Devlet Sistemlerine Giriş, s.66) Gündemdeki öneride ise yürütme hem yargıyı hem de yasamayı tam anlamıyla yutmaktadır. Hem Cumhurbaşkanı hem de parti başkanı olarak düşünülen bir liderin, aynı zamanda HSYK üyelerinin yarısını ataması, Adalet Bakanı’nın yanı sıra Müsteşar’ın da HSYK üyesi yapılması kuvvetler birliğinin dik alasıdır. Önergenin altıncı maddesinin gerekçesi şöyle demektedir: “Kuvvetler ayrılığı prensibine uygun olarak yasamanın yürütmeyi denetlemesi ve Bakanlar Kurulu’na kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermesi yasamanın yetki ve görevlerinden çıkarılmaktadır”. Yasamanın yürütmeyi denetleme yetkisinin bulunmadığı, gensoru düzenlenmesinin de kaldırıldığı bir durumda Meclis’e seçilecek 600 milletvekilini dolgun maaşlarla çekirdek çıtlayıp, evlilik programı izlenen günler beklemektedir. Madde 8’in gerekçesi ise dünya siyaset literatürüne girmeyi hak edecek bir ahmaklıkla yazılmıştır: “Cumhurbaşkanının herhangi bir partiyle ilişkisinin olması, onun görevini yerine getirirken taraflı olacağı anlamına gelmemektedir”. Cumhurbaşkanı Yardımcılarını ve kabinedeki bakanları kendi seçip, görevden alabilecektir. Bakanlıkların kurulmasının, kaldırılmasının, görevlerin, yetkilerin ve teşkilatlarının Cumhurbaşkanlığı kararnamesi

ile düzenlenmesi hükme bağlanmaktadır. C. Schmidt’in kulaklarını çınlatacak biçimde “OHAL ilan etme yetkisi, yürütme yetkisinden dolayı Cumhurbaşkanı’na verilmektedir”. Faşizmin en etkin kararlaşma aracı kararnamelerdir. Hitler de hatırlanacağı gibi Weimar Anayasa’sına hiç dokunmadan kararname çıkarma yetkisi ile faşizmi yapılandırabilmişti. Anayasa taslağının komisyon sürecindeki en önemli değişiklik de bu konuda yapıldı ve Erdoğan’ın OHAL sürecinde kararname çıkarma yetkisi genişletildi. Bu öneriyle yapılmak istenenin bir Anayasa değişikliği değil Anayasa’nın lağvedilmesi olduğu açıktır. Cumhuriyetin Saray’dan alarak soyut bir seviyede olsa halka verdiği egemenlik, bu öneriyle yeniden Saray’a dönmektedir. Erdoğan bu anayasa değişikliği ile Yeni Türkiye inşasının son hamlesini yapmaktadır. 15 Temmuz, Yeni Türkiye’nin kuruluş mitolojisi olacak, eski hikaye ise giderek perde arkasında kalacaktır. Bu gelişmeyi “İktidar burjuvazinin bir kanadından diğer kanadına geçiyor, halkı ilgilendiren bir durum yok.” diye okumak sol için büyük bir aymazlık olacaktır. Marksizm, bütün burjuva rejimleri “işçi sınıfı için diktatörlük olarak görme eğiliminde olduğu” ve burjuva demokrasisi denen olguda işçi sınıfının rolünü genelde görmezden geldiği için siyasi rejimler meselesinde algıları zayıftır. Oysa işçi sınıfı ancak bu diktatörlük dayatmasına karşı toplumsal özgürlükleri savunan bir çizgi yaratabilirse, ekonomik talepleri ile özgürlük taleplerini bir karşı hegemonya projesinde eklemleyebilirse iktidara yürüyebilir.

e) Faşizm, Demokrasi ve Mülkiyet meselelerini aynı parantezde tartışabilmek

Bugün bütün dünyada Erdoğan benzeri neo-popülist, neofaşist liderler etkinliklerini arttırıyorlar. 2016 yılında Trump ve Brexit vakaları da bu gelişmenin sadece çevre ülkelere özgü olmadığını ortaya koydu. 2008 küresel krizinin karşısına işçilerin ekonomik ve demokratik taleplerini radikal bir biçimde birleştiren bir programla çıkılamadığı için

bugün çoğu ülkede kapitalizmin mağdur ettiği işçiler, kendi partileriyle ve öz örgütleriyle değil popülist liderlerle birlikte yürümeyi tercih ediyorlar. Sosyalizmin mülkiyet konusunda ağzını açamaz hale gelmesi, kendisini neoliberal ekonomi programlarından yeterince ayrıştıramaması, liberal bir demokratik söyleme ve çok kültürcülüğe sığınmakla yetinmesi bugün yaşanan büyük toprak kaymasının en önemli sebebidir. Bugün demokrasinin korunması ile işçilerin kendi programları ile sermayeyi denetim altına ayağa kalkması arasındaki bağ daha büyük bir açıklıkla görülebilmektedir. Türkiye özelinde ise bu değişiklik paketine karşı tüm olanaklarla direnmek bir mecburiyettir. Bu değişiklik demokratik bir ortamda kesinlikle referandumda yeterli desteği bulamaz. Ancak referanduma büyük oranda OHAL koşullarında (OHAL hukuken kaldırılsa bile ) gidileceği açıktır. HAYIR diyenler için çok zorlu bir referandum süreci olacağını öngörmek için dahi olmaya gerek yok. Uzunca bir süredir bir Anayasa gündemi olmasına rağmen bizim cenahtan eli yüzü düzgün bir Anayasa taslağı çıkmamış olması da (hem de Erdoğan’ın anayasa değişikliğine meşruiyet kazandırır gibi çocukça bir gerekçeyle ) bir dezavantaj. CHP’nin devlet içinde oluşmuş mutabakat tarafından kilitlenmiş ve ikiyüzlü, sinik tutumu da Erdoğan’ın elini rahatlatıyor. Sonuçta HAYIR çıksa bile Erdoğan’ın bunu çeşitli hokkabazlıklarla boşa düşüreceği de düşünülebilir. Ancak bugün güçlü bir HAYIR cephesini örebilecek çok geniş olanaklara da sahibiz. Önümüzdeki günlerde bu konuda daha kapsamlı tartışmalar yürüteceğiz. Son kertede toplumu bir Reis karşısında hiç konumuna yerleştiren bu faşist dayatmaya karşı her koşulda, her biçimde direneceğiz. Yalanlarını her fırsatta yüzlerine vuracağız. Başardıkları hissettikleri he anda canlarını sıkacağız. Teslim aldıklarını düşündükleri her anda karşılarına dikileceğiz. Daha son sözümüzü söylemediğimizi göstereceğiz.


Ocak 2017 / Sosyalist Dayanışma

TEK ADAMLIK DAYATMASI

Y

eni bir darbe anayasası getirilmek isteniyor. Erdoğan ve Bahçeli’nin kapalı kapılar arkasında pişirdikleri “Anayasa teklifi” Erdoğan’ı “Türk tipi başkanlık sistemi”ne taşımak istiyor. Anayasa yapım sürecindeki anti-demokratik yöntem ise bunun bir teklif değil, dayatma olduğunun yeterince gösteriyor. Değişiklik ile istenen ise yaşayarak deneyimlediğimiz OHAL’in ve Erdoğan’ın keyfi yönetiminin resmileştirilmesi ve kalıcılaştırılması. Başkanlık deyince insanın aklına ister istemez 7 Haziran öncesindeki o söz geliyor. Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız!” dediği grup konuşmasından bahsetmiyorum. Bu konuşmadan tam 10 gün önce, 7 Mart 2015’te Recep Tayyip Erdoğan’ın Antep mitinginde söylediği tehditkâr cümleden bahsediyorum. Hepimizin hafızalarındadır, o gün Erdoğan başkanlık hedefini kast ederek “400’ü verin bu iş huzur içinde çözülsün.” demişti. Gerçekten de 7 Haziran’dan bu yana, sanki 18 ay değil 18 yıl yaşamışız gibi ağır travmalara maruz kaldık. Seçim sandığında yenilenler demokrasi ve barışın yolunu tıkamak için içerde ve dışarda savaş ve çatışmaya sarıldılar. Şiddetin her gün bir öncekinden daha yükseğe taşınmasının hiç de tesadüf olmadığı 10 Ekim davasında ortaya saçılanlardan belli... Bu süre içerisinde yirminin üstünde katliam ile karşı karşıya kaldık. Kürt illerinde askeri uygulamalara sınırsız yetki verilmesi ve kirli savaş yöntemleri yeniden devreye sokuldu. Kentler devletin tankıyla, bombasıyla yıkıldı. Cizre’de, Sur’da, Silopi’de, Silvan’da, İdil’de ve daha pek çok yerde aylar süren kesintisiz abluka ve tarihin tanık olduğu en vahşi katliamlar yaşandı. Şırnak, koca bir kent, neredeyse yok şimdi.

O günden bugüne demokratik çözüm ve onurlu barış talebi karşısında, militarist politikalar ve savaş Türkiye halklarına tek seçenek olarak dayatılıyor. Savaş siyaseti barış siyaseti güdenlerin karşısında bütün şiddetiyle dikiliyor. Bunun için “Allah’ın lütfu” olarak görülen 15 Temmuz darbe girişimi Erdoğan tarafından fırsata çevrildi ve bütün darbelerin yaptığı gibi aşağıdan mücadeleyle kazanılan ne varsa süpürmek için kullanıldı. OHAL ilanı ve Kanun Hükmünde Kararnamelerle siyasi tasfiyeye, keyfiyete, hukuksuzluğa, talana, yağmaya çanak tutan sivil darbe günleri yaşandı. Oysaki çok değil daha dün Kürt coğrafyasında 3 büyükşehir belediyesi halkın seçtiği eş başkanlar tarafından yönetiliyordu. 8 il, 69 ilçe, 23 belde toplam 103 belediye Demokratik Bölgeler Partisi; Batıda Mersin Belediyesi’ne bağlı Akdeniz Belediyesi HDP’li eş başkanlar tarafından yönetiliyordu. Şimdi o yerlerde kayyım denilen zorba yönetimler var. Eş başkanlar, yöneticiler ise gözaltına alındı ve çoğu tutuklu. Kadınların siyasette eşit temsilinin yolunu büyük emek ve çabayla döşeyen eş başkanlık kazanımı da bu saldırılardan payını aldı. Halbuki Türkiye’nin genelde diplerde olan toplumsal cinsiyet uçurum raporlarındaki uluslararası göstergeleri bu sayede bir nebze iyileşmişti. Üstelik AKP bu sonuçlardan orada burada arsızca kendine pay çıkarmaktaydı. Şimdiyse yerel yönetimlerdeki eş başkanları kriminalize etmek adına onları “Haksız bir menfaat elde edilmesine sebep olunduğu” iddiasıyla soruşturmaya tabi tutuyor. Onlarca seçilmiş kadın siyasetçi bu şekilde yerel yönetimlerden uzaklaştırıldı. Ayrıca oralardaki kadın çalışmaları ve bu faaliyetlerden destek alan kadınlar en çok zarar görenler oldu.

Aslı Erdoğan’ın dediği gibi, “hukuk varmış gibi” yapılan mahkemelerde tamamen siyasi kararla siyasi soykırım uygulanıyor. Kazanılmış haklar ve halkın iradesine yapılan bir saldırı ile karşı karşıyayız. Kadınlardan gençlere, Alevilerden mütedeyyinlere toplumun bütün katmanlarından 6 milyon oy almış HDP’nin Eş Genel Başkanları, milletvekilleri, parti yöneticileri gece yarısı operasyonlarla derdest edilmesi tam bir darbe uygulamasıdır. Baskınlarda parti binalarına tıpkı Cizre’de ve diğer abluka altına alınan yerlerdeki gibi ırkçı, cinsiyetçi, faşist sloganlar yazılması da yapılanlar arasındaki bütünlüğe işaret ediyor. 12 Eylül darbe anayasasının üstüne “başkanlık katı atmaktan” öteye gitmeyecek anayasa teklifi bu tablonun kalıcılaşması için geçirilmek isteniyor. Bütün mesele Kürtlerin, kadınların, Alevilerin, işçilerin, köylülerin, “devlet benim” demeye başlayanların; sorgulayan, kendini yönetmek isteyen, hak arayanların susturulması, sindirilmesi, geriletilmesi. Rojava’nın halklar için umut olmaktan çıkartılması. İslam soslu piyasacı ekonomiye direnenleri durdurabilmek, dindar ve kindar nesil yaratma projelerine karşı çıkanlara susturabilmek, savaş istemeyenleri sindirebilmek ancak otoriterleşen bir iktidar ile mümkün olabilir diye umuyorlar. Kadınları erkeğin, devletin ve sermayenin tahakkümüne koşan muhafazakarlaştırıcı politikaları dayatmayı da... OHAL’in kalıcılaştırılması, daha fazla otoriterleşme söz konusu anayasa teklifinin ruhu budur. Ortada bir teklif yok, zorla dayatılmaktadır.

SERPİL KEMALBAY

Başkanlık deyince insanın aklına ister istemez 7 Haziran öncesindeki o söz geliyor. Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız!” dediği grup konuşmasından bahsetmiyorum. Bu konuşmadan tam 10 gün önce, 7 Mart 2015’te Recep Tayyip Erdoğan’ın Antep mitinginde söylediği tehditkar cümleden bahsediyorum. Hepimizin hafızalarındadır, o gün Erdoğan başkanlık hedefini kastederek “400’ü verin bu iş huzur içinde çözülsün” demişti.

7


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2017

DAYANIŞMAEVLERİ: VAROŞLARIN KADERİ NASIL ÇİZİLDİ? M. SİNAN MERT

Dayanışmaevleri uzunca bir süre çok başarılı çalışmalar yürüttü. “Yukarıdan” politik faaliyetin ortaya çıkaramayacağı kadar geniş ilişkiler yarattı. Hiç tutunulamayacak mahallelerde sosyalizm mücadelesini köklendirdi.

8

1990

’lar neo-liberalizmin yıkıcı sonuçlarının bütün açıklığı ile ortaya dökülmeye başladığı yıllardı. Kırdan kente hızlanan göç, giderek yoğunlaşan güvencesizlik ve enformel çalışma, örgütsüzleşme, sanayi işçilerinin toplumsal ağırlığının azalmaya başlaması belirgin öğeler ortaya çıkmaktaydı. Varoşlar her türlü gerilimin yoğunlaştığı sosyal mekânlar haline gelmekteydi. Geçmişteki işçi mahallelerine göre çok daha kaotik, kendi içine kapalı, toplumun dışına atılmışlık ve geleceksizlik hissinin elle tutulabileceği kadar somutluk kazandığı mekânlar düzene karşı muazzam bir nefretin de birikim odakları haline gelmekteydi. Türkiye Devrimci Hareketi’nin birçok aktörü açısından ortada çok da özel bir durum bulunmamaktaydı. İşçi sınıfı geçmişte de vardı, bugün de… Bir takım genel tartışmalar dışında varoşlarda ortaya çıkan sınıfsal yapının orijinalliği fark edilmiyordu. Bizler o noktada ayrıştık. Mehmet Yılmazer yoldaşın ufuk açıcı ve sıra dışı teorik öngörüsü, hareketin tüm kadrolarını varoşlarda ortaya çıkan “şey” üzerine yoğunlaştırdı. Hareket yeni bir krizden çıkmış, birikimin önemli bir kısmını kaybetmişti. Ancak elde hala önemli dirilikte bir kadro yapısı da bulunmaktaydı. Üniversite örgütünün krizden önceki diriliği, krizden hızla çıkışın olanaklarını hazırlamıştı. Bu birikim ve ufukla yeni bir ivmeyle varoş çalışmasına başlandı. Tüm olanaksızlıklara rağmen de hızla ve kısa sürede önemli mevziler inşa edildi. Bu mevzilerden en önemlisi hiç kuşku yok Dayanışmaevleri idi. Geleneksel sınıf örgütleri için varoşlardaki enformel işçi kitleleri hedef kitle ufku içinde değildi. Dolayısıyla dönemin

tekstil, konfeksiyon atölyelerinde üç kuruşa sömürülen işçiler, güvencesizlik ve yoksulluk cehenneminde çaresizdiler. İşte Dayanışmaevleri tam o noktada “Çare Sizsiniz!” diyerek devreye girdi. İşçilerin kendi inisiyatifleri hayatta kalabilmek, geleceğe dair umut üretebilmek için ellerini birleştirdikleri örgütlenmeler olarak ortaya çıktılar. İşsiz ve yoksul ailelerin çocukları eğitim ile ilgili açıklarını buralarda giderebildiler. İşsiz gençler burada mesleki eğitim aldılar. Yoksullar, işsizler sabah içecek sıcak çorbayı burada buldular. İş panolarından işler bulundu, parça başı alınan işler Dayanışmeevleri’nde birlikte yapıldı. Bunlar gerçekleştirilirken sadece günü kurtarma amacı güdülmedi. Bir taraftan birlikte ayakta kalmaya çalışılırken bir taraftan da hayatlarımız üzerine birlikte düşünme olanakları yaratıldı. Düzenli tartışmalarla hayatlarımızı cehenneme çeviren süreçler anlaşılmaya çalışıldı. Bunları nasıl tersine çevirebileceğimizi, direnişi nasıl örgütleyebileceğimizi hep birlikte tartıştık. Yoksulların politik hareketinin inşasının nüvelerini ortaya çıkardık. Bir taraftan da dayanışmanın sınıfın yeniden inşasında neoliberalizm ve güvencesizlik koşullarında oynayabileceğini tartıştık, bunun üzerine yazdık, çizdik. Mahallelerdeki deneyimlerimizi olabildiğince teorileştirmeye ve anlamlandırmaya çalıştık. Bu dönemde Direniş gazetesinin sayfaları Dayanışma’nın çeşitli boyutları ile ilgili onlarca yazıyla doludur. Dayanışmaevleri uzunca bir süre çok başarılı çalışmalar yürüttü. “Yukarıdan” politik faaliyetin ortaya çıkaramayacağı kadar geniş ilişkiler yarattı. Hiç tutunulamayacak mahallelerde sosyalizm mücadelesini köklendirdi. Kültürel ögelerden ziyade

sınıf mücadelesinin ana eksenine yerleşen mücadele dinamikleri ortaya çıkardı. Akmerkez ve İstinye Park gibi zenginlik sembolü merkezler önünde ifadesini bulan Yoksulluğun kendi sesiyle konuştuğu eylemleri ortaya çıkardı. Yoksulluk Kurultaylarında binleri bir araya getirdi. Aslında çok önemli bir eşiği aşmayı başardı. 2000’lerde Dayanışmaevleri’ nin faaliyetleri yavaşladı. Bunun iki sebebi vardı: Öznel sebep, hareketin dinamosu olan politik hareketin politik önderliğinin bir kısmının Dayanışma çalışmasının potansiyelini anlamaması ve hatta onu neredeyse hareketin politik hattına aykırı bir tutum gibi görmesi. Nesnel sebep ise varoş kitlesinin 1990’larda belediyeleri ele geçirerek önemli bir atılım yapan İslamcı hareket tarafından kuşatılması. Bugün Erdoğan’ın diktatörlük hamlesi büyük oranda bu varoş örgütlülüğü sayesinde rıza üretiyor. 1990’larda gözümüzü doğru yere dikmiş olduğumuzun en açık ispatı Erdoğan’ın bugün aynı zemine yaslanarak büyüttüğü iktidarıdır. Varoşlara yığılı güvencesiz işçiler, Dayanışmaevleri ekseninde kendi seslerini yükselterek politik bir aktör haline dönüşüp eşitliğin ve özgürleşmenin mimarı olacaklarına tefeci-bezirgan sermaye artığı Anadolu sermayesinin iktidar bloğunda yükselme mücadelesinin müttefiki olup kent rantıyla, patronaj bağlarıyla ve borçlanmayla efsunlanıp diktatörleşmenin sıçrama tahtası oldular. Bugün bu diktatörlük girişimi Dayanışmaevleri’ni kapatarak döngüyü tamamlamak istiyor. Başaramayacaklar. Yarattıkları yıkımın altından çok daha güçlü, çok daha örgütlü, çok daha kararlı çıkacağız. Görecekler.


Ocak 2017 / Sosyalist Dayanışma

ERKEK-DEVLET ŞİDDETİNE, AKLINA, HÜKMÜNE MAHKÛM DEĞİLİZ! OHAL

’le birlikte kadınlar için neredeyse, nefes alamayacakları bir tecrit ve baskı ortamı yaratılmak isteniyor. Kadınların özgürce ve eşitlik içerisinde yaşama talepleri OHAL ile yaratılan siyasi ortamda yok sayılıyor. OHAL gerekçe haline getirilerek hayatlarımız üzerinde daha fazla tahakküm kurulmaya çalışılıyor. Kadın kazanımlarımızı hedef alan uygulamalarla karşı karşıya kaldığımız bugünlerde kadın dayanışmasının gücünü ve önemini daha fazla hisseder hale geldik. Başta Kürt illeri olmak üzere ülkenin pek çok yerinde kadın dernekleri bir bir kapatıldı. Kayyum atanan belediyelerde ilk olarak kadın çalışmaları durduruldu. Eş başkanlık sistemi hedef alındı. Cezaevlerinde kadın tutsaklara dönük tecrit artırıldı. Yaşanan gözaltılarda keyfi çıplak aramalar ve taciz arttı. Görülüyor ki erkek devlet, kadın dayanışması ve mücadelesiyle kazandıklarımızı, OHAL bahanesiyle elimizden almaya çalışıyor. Sokakta, evlerde, okullarda taciz ve tecavüz arttı. Giderek de sıradanlaşıyor. Siyasi ortamdaki çözümsüzlükler devlet nezdinde kadınlara erkek devlet şiddeti olarak, toplumsal olarak yaşanan umutsuzluk ve sinme hali ise doğrudan kadına, erkek şiddeti olarak katmerlenerek dönüyor. Muhafazakârlık, şiddetin gerekçesi haline getiriliyor. Kadınlar şort giydiği için ya da sokakta spor yaptığı için şiddetle karşılaşıyor. Şiddet uygulayan erkekler ise çoğunlukla serbest olarak “yargılanıyor”. Bir de yoksullukla mücadele eden kadınlar ekonomik şiddet kıskacında kalıyor. Örneğin; Kütahya’da bir ev işçisi çalışmaya giderken kreş bulunmadığı için çocuklarını eve kilitlemek zorunda kalabiliyor ve çıkan yangında çocuklarını kaybediyor.

Patlayan bombaların gölgesinde, istikrar diye diye yaratılan bu istikrarsız ortamda “Bir de sizinle mi uğraşacağız?” türünden yaklaşımlarla emeğimiz, mücadelemiz ve kazanımlarımız yok edilmeye çalışılıyor. Oysa biz kadınlar için şiddete karşı durmak yaşamsaldır. Taciz ve tecavüze karşı mücadele vermek yaşamsaldır. Kadın dayanışması yaşamsaldır. Emeğimize sahip çıkmak da yaşamsaldır. OHAL ve KHK’lar yoluyla bir gecede meclisten geçirmek istedikleri “çocuk istismarı yasası” kadınların OHAL’e rağmen sokakları boş bırakmayarak kararlı bir şekilde yasaya karşı koymaları sayesinde durduruldu. Tüm yaşanan adaletsizliklere, dayatmalara, yasaklamalara, “OHAL var, ne hakkı ne hukuku?” diyenlere inat durduruldu. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü’nde yine kadınlar OHAL yasağı tanımadılar. Çünkü erkek egemen toplumda kadın için her gün OHAL var, kadınlar bunu bilerek sokağı terk etmediler. Binlerce kadın İstiklal Caddesi’ni mor bir isyana çevirmeyi yine başardı. Yine Ayşegül Terzi’yi, Ebru Tireli’yi yalnız bırakmadılar. Şiddete uğrayan kadınları kamuoyunun gündemine taşıdılar. Kadınlar Tacizci Watsons’u OHAL var diye görmezden gelmedi, gelemezdi. 17 yaşındaki genç bir kadına çıplak arama yapmışlardı. Bu mümkün olamazdı. Gözaltında kaybedilmek istenen kadınların sesi olmaya çalıştılar, çalışıyorlar… En çok korkutan da bu oluyor sanıyorum. OHAL’de, bu halde, herhalde direnen kadınların olması ezilenlerin tıkanan nefes borularını açıyor. Umut yaratıyor.

Zor günlerden geçiyoruz. Dünyada ve ülkede büyük altüst oluşların yaşandığı, egemenlerin tarih sahnesinde birbirlerine karşı tekrar üstünlük kurmak ve zenginlik devşirmek adına milyonlarca insanın katliamlara, sürgünlere maruz bırakıldığı karanlık günler… Bugün OHAL ve KHK’ların sürdürülmesi; bütün özgürlüklerin, insan haklarının, demokrasinin zapturapt altına alınarak eşitlikten, barıştan ve demokrasiden yana olan herkesi susturmak içindir. Biz kadınlar OHAL ve KHK’lar yoluyla hayatlarımız üzerinde daha fazla tahakküm kurulmasına mahkûm değiliz diyoruz. Tacize, tecavüze, şiddete, çocuk istismarlarına, emeğimizin yok sayılmasına, OHAL’e mahkûm değiliz. Mücadele etmenin OHAL koşulları bile olsa kadınlar için yaşamsal olduğunu bilerek daha fazla kadın dayanışması diyoruz, daha fazla mücadele… Erkek-devlet şiddetine, aklına, hükmüne mahkûm değiliz! Çözüm ellerimizde, çözüm kadın dayanışması ve mücadelesinin büyütülmesinde…

ELİF IRMAK

Tacize, tecavüze, şiddete, çocuk istismarlarına, emeğimizin yok sayılmasına, OHAL’e mahkûm değiliz. Mücadele etmenin OHAL koşulları bile olsa kadınlar için yaşamsal olduğunu bilerek daha fazla kadın dayanışması diyoruz, daha fazla mücadele…

9


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2017

EKONOMİK KRİZ Mİ, B 2016 ÇINAR ENGİN

Temsili demokrasinin arkasına sığınanlar yine kendi temsili rakamlarıyla ekonomide bir manipülasyon oyunu oynama çalışıyor. Ülkeyi yönetmekten aciz insanlar, halkın beklentilerini yönetmeye çalışıyor; bu işi yalansız dolansız, çalıp çırpmadan nasıl kotarabileceklerine dair en ufak bir fikirleri dahi yok. Aksini söyleyen de dokuz köyden kovuluyor, vatan haini ilan ediliyor, cezaevlerine tıkılıyor.

10

’da Türkiye ekonomisi oldukça çalkantılı dönemler yaşadı. Kıdem tazminatı uygulamasının kaldırılması, bireysel sağlık sigortası gibi emekçilere dönük saldırıların yanında ayrıca sermayenin kendi iç kapışması da gündeme geldi. Özellikle 15 Temmuz sonrasında da hem emeğe yönelik saldırılar hız kazandı hem de iktidar, kendi yandaşlarını daha da palazlandırmak için pek çok FETÖ’cü sermaye grubuna el koydu. Şu an TMSF’nin elinde biriken çok ciddi bir fon var. Bunun nasıl değerlendirileceğini göreceğiz. Diğer yandan çevre ve yaşam alanları tahrip edildi. ÇED Süreçleri hızlandırıldı, madde 80 olarak bilinen kanunla mega projeler denetim dışına çıkarıldı. Daha bunlar gibi emek sömürüsüne ve çevre talanına neden olacak pek çok uygulama gerçekleştirildi. Daha son dönemlerde de ülkedeki jeopolitik riskler, ekonominin yapısal zayıflığı, işsizliğin artması, döviz kurunun yükselmesiyle birlikte ekonomiye olan güven de iyice azaldı. Aslında nereden bakarsanız bakın, ekonomik olarak bir krizin içine doğru sürükleniyoruz. Ancak politik gündemlerin harareti bu durumu biraz silikleştiriyor. Ülkede ana akım siyasi ve ekonomik aktörlerin ekonomiye dair halkı manipüle etmeye yönelik söylemleri de (bunların başında da Erdoğan geliyor) bu krizin şiddetini arttırıyor. Son olarak Erdoğan, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, 26 Aralık Salı günü “Ilgaz 15 Temmuz İstiklal Tüneli”nin açılışına video konferans yoluyla katılmış ve burada Türkiye’nin OECD ülkeleri arasında orta gelirli ülkeler statüsünden, yüksek gelirli ülkeler statüsüne çıktığı iddiasında bulunmuştu. OECD’nin “Küresel Kalkınma Perspektifleri 2017” raporunda ise gelir durumlarına göre ülke kategorileri yer almakta ve bunların nasıl oluşturul-

duğu da açıklanmakta. Ancak raporda Türkiye’nin yüksek gelir grubu ülkeleri arasında geçtiğine dair bir ifade yok. Türkiye’nin yeri, tıpkı geçen senelerde olduğu gibi “orta gelir” grubu olarak görünüyor. Türkiye’nin 2017’si için çok da umutvari konuşan eden kimse yok. Başkanlık rejimi ve anayasa değişikliği için halkı tedirgin etmeden seçime gitme planları yapılıyor. TÜİK, hesaplama sistemi değişiklikleriyle vatandaşları bir gecede %20 zengin ediyor. Bunu nasıl yaptığını açıklamak üzere toplantılar yapıyor ama sorulara cevap veremiyor. Aynı TÜİK bir kişinin geçim ücreti için 1750 TL belirliyor ancak asgari ücret tespit komisyonundan 1404 TL çıkıyor. Enflasyonun en asgari %7 olarak beklendiği bir ekonomide işçiler için düşünülen asgari zam %8 de kalıyor. Yine TÜİK Türkiye’deki resmi işsiz sayısı için %11,3 gibi bir oran belirlerken DİSK-AR için bu oran %18’lere yani 6 milyonu aşkın bir sayıya ulaşıyor. Temsili demokrasinin arkasına sığınanlar yine kendi temsili rakamlarıyla ekonomide bir manipülasyon oyunu oynama çalışıyor. Ülkeyi yönetmekten aciz insanlar, halkın beklentilerini yönetmeye çalışıyor; bu işi yalansız dolansız, çalıp çırpmadan nasıl kotarabileceklerine dair en ufak bir fikirleri dahi yok. Aksini söyleyen de dokuz köyden kovuluyor, vatan haini ilan ediliyor, cezaevlerine tıkılıyor. *** Türkiye ekonomisinin yapısal zayıflıkları var. Doğrudan yabancı yatırımlar, hem teknoloji transferiyle üretilen ürünlerin katma değerini yükseltme hem de istihdam yaratma anlamında, tasarruf oranları düşük olan bizim gibi ülkelerde ekonomik gidişata yön vermek için özendirilebilecek bir kalem. Ancak Türkiye’de doğrudan yabancı yatırımlar teknoloji transferi ya da

yeni iş sahaları açmaktan ziyade satın alma ya da birleşme şeklinde oluyor. Bu da ülke içindeki tasarrufların yurt dışına çıkması ve cari işlemler dengesindeki bozulmanın derinleşmesi demek. Bunlar da daha çok finans sektöründe. Bu arada bu yıl doğrudan yabancı yatırımlar önceki yıla göre yaklaşık %45 oranında azalmış. İkinci olarak, Faiz oranlarının görece yüksekliği ülke içine döviz transferini kolaylaştırıyordu. Ancak şimdi ABD, 2008 krizi sonrası dışarı saçtığı dolarları geri çağırıyor. FED’in 2017 yılında içinde iki defa daha faiz artışı yapacağı konuşuluyor. Turizmde de oldukça sert düşüşler söz konusu. Yani dışarıdan döviz girişi her iki yol için kapalı. Alternatif ek kalem, kaynağı belli olmayan, daha doğrusu dillendirilmekten çekinilen, Ortadoğu’dan gelen kayıt dışı dövizler. Yani önümüzdeki günlerde doların ateşinin daha da yükselmesi söz konusu. Böyle bakınca bir taraftan halk giderek alım gücünün düşürüldüğü daha büyük bir girdap içine sürükleniyor. Diğer taraftan da doların bu yüksek seyri, dolar ile borçlanan, ithalat gerçekleştiren, işlem yapan şirketleri önemli ölçüde zorluyor. Dış borç yükü 421 milyar dolara ulaşmış durumda. Özellikle finans dışı şirketlerin net döviz açıkları 2009-2016 arasında yüzde 218 artarak 67 milyar dolardan 213 milyar dolara kadar tırmandı. Bu kadar hızla büyüyen döviz açığının borçlu firmalara, dolardaki hızlı yükselişle çok önemli kur zararları yaratacağı açıktı. Nitekim dolar fiyatındaki her 1 kuruşluk artış, borçlu şirketlere 2 milyar TL’lik kur zararı yazıyor, doların 2,96 TL olduğu eylül başından 3.50 TL’ye çıktığı aralık sonu dönemde firmaların kur artışından uğradıkları zarar 30 milyar dolarlık bir yük getirdi. Bu borç yükü uzun vadede taşınmayabilir. Türkiye adım adım bir krize doru gidiyor. Türkiye genelinde konut fiyatlarının artış hızı ya-


Ocak 2017 / Sosyalist Dayanışma

, BAŞKANLIK SİSTEMİ Mİ? vaşlarken, İstanbul’da konut fiyatları tarihinin en sert düşüşünü yaşıyor. İstanbul’da son beş yılın ardından fiyatlar ilk kez geriledi. Sadece Antalya’da turizm sektörü %46 geriledi. TL’nin değer kaybı 2016’da %16 oldu. Ancak bu yıl için de daha kötü senaryolar söz konusu. 2017’de Türkiye’nin risk birikimi azalacağa benzemiyor. Hem içeride hem dışarıda gelişen olaylar, Türkiye ekonomisini de siyasetinde de ciddi kırılmalar yaratacaktır. 20 Ocak’ta ABD’de Donald Trump’ın başkanlık mesaisine başlaması ve Mart ayında FED’ten beklenen yeni faiz adımının Türkiye dâhil yükselen ülkelerden yeni sermaye çıkışlarını tetiklemesi bekleniyor. Ekonomik güven endeksi, geçtiğimiz Aralık’ta önceki Kasım ayına göre yüzde 18,5 azalarak 86,55 değerinden 70,52’ye düştü. Düşüş, tüketici, reel kesim (imalat sanayi) ve hizmet sektörü güven endekslerindeki düşüşlerden kaynaklanıyor. Bu durum halkın ekonomik krizi yavaş yavaş hissettiğini gösteriyor. 2016’nın üçüncü çeyreğini yüzde 1,8 küçülme ile kapatan Türkiye ekonomisinin ekimaralık döneminde de küçülme yaşadığını, milli gelirin omurgasını oluşturan sanayideki üretim düşüşü verilerinden, istihdamdaki gerileme, girdi ve teçhizat ithalatındaki azalma, tüketimin azaldığına işaret eden dolaylı vergilerdeki yavaşlamalardan, görebiliyoruz. 2016’daki üst üste küçülme verilerini 2017’nin de ilk döneminde izlersek fiili iflasları işten çıkarmalar gündeme gelecek. Sermaye kesiminin bir yandan uluslararası ticaret ve sermaye akımlarına dayalı bağlantılarla krizin olumsuz etkilerini daha çabuk atlatma planları yaparken emekçiler krizin tüm olumsuzluklarını en şiddetli biçimde yaşayacaktır. Asgari ücret 104 TL arttırıldı, ancak aynı zamanda devletin önceki asgari ücret zammında işverene verdiği 100 liralık des-

tek de geri çekiliyor. Ancak emek cephesinde durum daha vahim. Emek gücü maliyetinin artması, istihdamın azalmasıyla sonuçlanacaktır. Son 6 aydan beri sürekli artan işsizlik, önümüzdeki dönemde de artmaya devam edecek. 3,50 bandında seyreden dolar ise önümüzdeki yıl için şimdiden en önemli maliyet kalemi arasında. Üreticinin pek çok girdisini dolar ile tedarik etmesi doğal olarak bir maliyet enflasyonu yaratıyor. Hem şirketlerin borcunun hem de ürünlerin maliyetinin artması, tüketiciler açısından yeni bir enflasyon dalgasını doğuruyor. Dolayısıyla asgari ücrete yapılan %8’lik zammın şimdiden enflasyona kurban gittiği söylenebilir. 2008 yılı başında 414 dolar olan asgari ücret 2016 Kasım ayı itibariyle 377 dolara geriledi. Döviz kurlarındaki artış asgari ücreti de aşındırmaktadır. Dövizdeki artış nedeniyle enflasyonun yükselmesi, reel olarak hane halkının eline geçen paranın değerini düşürmektedir. Ayrıca asgari ücretlilerin de 2017’de Zorunlu Bireysel Emeklilik Sistemi’ne dahil olmalarıyla birlikte asgari ücretliden 53,3 TL kesilecek ve yapılan 104 TL’lik zammın sadece 50 TL’si ücrete yansıyacaktır. Türkiye’nin 2017 ekonomik görünümü için çok parlak şeyler konuşulmuyor, kriz beklentisi giderek yükseliyor. İktidar, bu ruh haliyle sandığa gitmeden önce insanları yanıltmaya çalışıyor. “Biz bununla baş ederiz, kriz 2009’da da bizi teğet geçmişti, bütün bunlar FETÖ’nün, dış mihrakların bir oyunudur, komplodur” diyerek bir seçmen manipülasyonu yapmaya çalışıyorlar. Demokratik siyaset alanlarının hepten kapatılması, sivil topluma yönelik baskılar, derneklerin kapatılası, OHAL ile çıkarılan KHK’lar ile sermayenin el değiştirmesini hızlandırmak, basına yönelik sansür ve tutuklamalar, Suriye’de Kürt Hareketi’nin önünü kesem amaçlı, ancak IŞİD’e karşıymış

gibi yapılan Fırat Kalkanı harekatı… Tüm bunlar, ekonomikpolitik krizin ateşi yükselmeden önce, seçmeni daha sakin tutarak sandıktan anayasa değişikliği ve başkanlık çıkarmak uğruna yapılıyor. Bu gerçeklerin yanında, asgari ücretin düşüklüğünden kaynaklanan gerilimler başta olmak üzere ekonomik bunalım hali, iktidarın Ortadoğu bataklığına saplanması, sivil topluma yönelik saldırılar, siyasal İslam’ın cumhuriyetle olan gerilimleri ve ayrıca yeni anayasa ve rejim değişikliği tartışmaları; iktidarın bu gidişatına karşı yan yana gelişin zeminini hazırlayabilir. Referanduma dair yapılan anketler şu an %50-55 bandında “hayır” olarak görünüyor. Erdoğan’ın başkanlık uğruna yaptığı her hamle, ekonomik krizi daha da belirgin hale getiriyor. bu hamlelerin ekonomik krizi mi yoksa başkanlık sistemini mi doğuracağını kestiremiyoruz. ancak bu gerilimlerin yarattığı ruh halini kendi lehimize çevirip, ne kadar da zor olsa, “Başkanlık sistemine mahkum değiliz” çerçevesinde güçlü bir “HAYIR” cephesini örebilmemiz gerekiyor.

2016’daki üst üste küçülme verilerini 2017’nin de ilk döneminde izlersek fiili iflasları işten çıkarmalar gündeme gelecek. Sermaye kesiminin bir yandan uluslararası ticaret ve sermaye akımlarına dayalı bağlantılarla krizin olumsuz etkilerini daha çabuk atlatma planları yaparken emekçiler krizin tüm olumsuzluklarını en şiddetli biçimde yaşayacaktır.

11


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2017

2017: GELEN GİDENİ A MEHMET YILMAZER

D

ünya Trump sonrasına hazırlanıyor. Trumplı yılların nasıl olacağı henüz yeterince açıklık kazanmasa da önceki dönemden farklı olacağı anlaşılıyor. Amerika nasıl yeniden “büyük” olacaktır? Ağırlığı kendi iç yapılanmasına mı verecek yoksa dünyaya daha yaygın bir şekilde müdahale mi edecektir? 2001 yılında ikiz kulelerin yıkılışından beri Amerika dünyaya yoğun bir şekilde müdahale etti; ancak Obama yılları bu yolun tıkandığını, değişmesi gerektiğini ortaya koydu. Trump bir yanıyla bu tıkanışın dile gelişi oldu. Onun ve ekibinin söylediklerinden bazı temel yönelişler şekillenmektedir. Ekonomi alanında Amerikan alt yapısının yenilenmesi ve sermaye hareketlerine yeni bir yön verilmesi yeni başkanın önemli hedeflerinden birisidir. Hatta ekonomi alanında en önemli hedefidir, denebilir. İkisinin de muazzam güçlükler taşıdığı biliniyor, ancak Amerika spekülasyonlarla çürüme yoluna devam etmeyecekse bu hedeflere yönelmek zorundaydı. Bu büyük yön değişimine Trump’ın ömrü ve gücü yetecek mi, göreceğiz. Bu yöneliş aynı zamanda adeta kutsallaştırılan neoliberalizmin sonu anlamına gelir. Günümüz deyimleriyle “popülizm” veya “yeni milliyetçilik” küreselleşme ve neoliberalizmin yerini almaya hazırlanıyor. Keynes yıllarından neoliberalizme geçiş, sancılı ve bunalımlı bir on yıl almıştı; “yeni milliyetçiliğe” yöneliş bakalım hangi sancılarla birlikte yaşanacak!

12

Öte yandan Trump NATO dahil ittifak güçlerini elden geçirmeye niyetli görünüyor. Hatırlanacağı gibi ikiz kulelerin yıkılışından sonra Amerika “uluslararası terörizme” savaş açarken NATO ve Batı Avrupa’yı dışlamış, “yeni”-doğu- Avrupa’ya misyon biçmişti. Fakat oğul Bush’un kurmaylarının hiçbir öngörüsü tutmadı. Bugün çok kutuplu dünya gerçekliğini dikkate almayan bir strateji planının yürüme şansı yoktur. Öte yandan, NATO’nun hedef kaybına uğradığı da bir gerçektir. Kuruluş ve kapsam alanı bugünün dünyasında anlamsız hale gelmiştir. Bu durum çeşitli NATO toplantılarında gündeme gelmiş, ancak bir sonuca varılamamıştır. Trump’ın ağızından Rusya ile ilişkilerin geliştirilebileceği söylendi. Sadece bu kadarı bile dünya dengelerinde önemli değişimler yaratmaya adaydır. 2017’nin en önemli özelliği dünya güçler dengesinde kartların yeniden karılacak olmasıdır. Emperyalizm 1980’lerde küreselleşme yoluna çıkarken dünya çok farklıydı. Berlin Duvarı’nın çökmesiyle büyük deprem yaşanmış; bu depremin altında Sovyetler Birliği kalmıştı. O günün güçler dengesi radarından birden sosyalist ülkeler kayboldu. 25 yılı aşkın bir süre sonra bugün güçler dengesi radarında Avrupa, Japonya ve ABD’nin yanında Rusya ve Çin belirgin bir şekilde görünüyor. Hatta Hindistan, Brezilya gibi ülkeler de radarın kenarından görüntüye giriyorlar. 2008 bunalımından beri Rusya ve Çin’in gücü artarken genel olarak Batı dünyası mevzi kaybına uğramıştır. Bu gerilimli güç kayması süreci 7-8 yıldır sürüyor. Trump’la birlikte bir eşik noktasına gelindi. Amerikan strateji kurumları yıllardır Çin ve Rusya çözümlemeleriyle uğraşıp duruyorlar. Onlar uğraşa dursun özel-

likle 2008 krizi sonrası AB ve Amerika’nın dünyadaki çekim gücü belirgin bir şekilde zayıflamıştır. Arap isyanlarından beri bölgede yaşananlar, krizin Avrupa’daki etkileri bu zayıflamayı çok görünür hale getirmiştir. Son yapılan Suriye pazarlıkları bu zayıflamanın somut kanıtı olmuştur. İngiltere’nin dünya liderliğini kaybetmesi II. Dünya Savaşı ile belirgin hale gelmişti, ancak 1956 Süveyş Kanalı krizi ile rol değişimi kesinleşti. Günümüz dünyası benzer yollardan yürüyor. Ancak bugün iki kutuplu dünya yerine çok kutuplu dünyada yaşadığımız için liderliğin el değiştirmesi farklı yollar izleyecektir. Trump’ın Rusya ile ilişkileri geliştirme niyetinin ardından neleri getireceğini bugünden öngörmek imkansızdır. Her durumda kartların yeniden dağıtılacağı bir yıla giriliyor. Sadece bu gerçeklik sancı ve gerilimlerin

2016’dan daha yüksek olacağına işaret ediyor. ***** Bu gidişin Ankara üzerindeki etkileri neler olabilir? Dünyada sermaye hareketlerinin yeniden düzenlenmesi Türkiye gibi ülkeleri kesinlikle olumsuz yönde etkileyecektir. Neoliberalizmin güzel günlerindeki sermaye bolluğu artık sona ermektedir. Sermayenin kapitalist merkezlere geri döneceği günlere gelindi. Bunun hızı ve yaygınlığını yaşayarak göreceğiz. Fakat bugünden belli olan gelişmekte olan ülkeleri vuracak olan kriz 90’lı yıllardaki gibi finans krizi olmayacak, “gerçek ekonomi” krize girecektir. Türkiye 2001 yılında kuvvetli bir mali kriz yaşamış, böylece mali sistemi Kemal Derviş programıyla uluslararası finans kapitalle uyumlu hale getirilmişti. Somut söylendiğinde banka sistemine çeki düzen verilmişti.


Ocak 2017 / Sosyalist Dayanışma

İ ARATACAK MI? Yaklaşan kriz ekonominin üretim, işgücü pazarı ve ticaret yapısını değişime zorlayacaktır. “Taşa toprağa sermaye yatırma” ve rant devşirme dönemi kapanıyor. Ankara çok kutuplu dünyada ekonomik ve siyasal olarak farklı çekim güçlerinin etkisiyle yalpalamaya başlamıştır bile… Şanghay beşlisine katılma isteği bunun işaretidir. Siyasal olarak Karlov suikastı ve Moskova Anlaşması ise milat olmaya adaydır. Siyaset bundan böyle Moskova Anlaşması’ndan önce ve sonra olarak tasnif edilecektir. Bu anlaşmanın iki önemli yanı vardır. Pratik olarak Rusya ile Halep’e karşılık El Bab alışverişi yapılmıştır. Öte yandan tüm Suriye’de ateşkes sağlanması için Astana görüşmelerine Ankara katılma sözü vermiştir. Erdoğan son açıklamalarıyla Astana’ya S. Arabistan ve Katar’ın da çağrılmasını isteyerek ortamı sulandırmak için bir adım atmış oldu. Cenev-

re görüşmeleri sırasında oynadığı rolü Astana’da oynamaya kalktığında kendini kapıda bulur. Elinde bir güç ve imkan yoktur. Moskova Anlaşması ve Rusya ile ilişkiler nasıl gelişecektir? Daha bugünden sorunlar birikiyor. Binali Yıldırım Moskova’dayken Suriye’de son durağın El Bab olduğunu açıklamıştı. Oysa Saray El Bab’tan sonra Menbiç’e ve ardından Rakka yollarına düşmeye niyetlidir. Şam yönetimi için Halep’ten sonra büyük olasılıkla İdlip ve Rakka gündeme gelecektir. Bu konularda Ankara’nın Moskova, Tahran ile nasıl uzlaşacağı henüz belli değildir. Ankara son aylarda sık sık çizdiği zikzakları Moskova ile ilişkilerde de tekrar ederse gidecek yolu kalmayabilir. Ankara’nın MoskovaTahran hattına taşınmasının önemli üç sonucu olabilir. İlki,

Ankara’nın eski desteklediği örgütlerden göreceği tepkidir. Rus Büyükelçisi’nin öldürülmesi bu yoldaki gelişmelerin henüz ilkidir. Esas büyük tepki İdlip konusu gündeme geldiğinde yaşanacaktır. İdlip’e yığınak yapan El Nusra nereye çekilecektir? Tek çıkış batıya Türkiye’yedir. Ankara’nın da taraf olduğu Suriye çapında ateşkes nasıl sağlanacaktır? Sağlanırsa bu güçlerin çekilme alanı Türkiye mi olacaktır? Bunların hiçbirisi çözümlenmiş değildir. Üstelik hepsi bir mayın tarlası kadar tehlikelidir. İkinci konu, Rojava sorunudur. Rusya genel Suriye sorununun çözümlemesinde Kürt sorununun geriletilmesi adımlarına karşı tepkisiz kalabilir. Dolayısıyla bu pazarlıklardan yeni bir gerilimi hattı ortaya çıkıyor. Rojava’da bir savaş aynı zamanda Türkiye’deki Kürt savaşının çok daha kapsamlı ve şiddetli hale gelmesi demektir. Ankara girdiği yeni ittifaklarıyla Suriye’de kendine karşı geliştiğini düşündüğü Kürt özgürleşmesini geriletebileceğini umsa da buradan kopacak yangının nereleri tutuşturacağını öngörmek zor değildir. Üçüncü konu, fiili eksen değişikliği nedeniyle Ankara’nın ödeyeceği bedellerdir. Yeni ittifakları Ankara’yı ABD’nin saldırılarından koruyabilecek midir? Trump’la başlayacak sürecin nasıl gelişeceğini bilemesek de fiili eksen değişikliğine Washington kayıtsız kalmayacaktır. Ayrıca eksen değiştirmenin hesabı sadece bölgede değil farklı alanlarda da Türkiye’den sorulabilir. Bu konuda en stratejik alan ekonomidir. Bu konuda fırtına bulutlarının yaklaşmakta olduğu artık çok açık bir şekilde görülüyor.

etmektedir. Sorunun omurgasında Kürt sorunu duruyor. Bu soruna kendisi bir “çözüm süreciyle” yaklaşmak yerine başka güçlerin aracılığıyla imhaya yöneldiği ölçüde üstüne gelecek dalgayı büyütmektedir. 2017’de dünya ve bölgedeki güçler dizilişinin yeniden dizayn edileceği bir döneme girilirken Ankara’nın çok kutuplu dünyanın sivrilen uçları arasında darbelenme olasılığı yükselmektedir. Kürt kentlerinde yaptığı yıkım ve katliamlarla, bölgede yürüttüğü operasyonlarla ve girdiği ittifaklarla sorunu yok etme histerisine kapılan Ankara üstüne gelecek fırtınayı büyütüyor. Gün geçtikçe kıyametin işaretleri artıyor. Türkiye iç siyaseti hiç bu kadar dış politikayla iç içe girmemişti. Bunun nedeni siyasal İslam’ın Osmanlı kaynaklı egemenlik hayalleri ve bölge ölçüsünde yaygınlaşan Kürt sorunudur. Başkanlık sistemi içte gerilim dışta savaş manivelalarıyla yürütülmek isteniyor. Şu anda fiili olarak istediğini yapan Saray, geleceğini yasal olarak güvence altına almak için başkanlık sistemini dayatıyor. Bu dayatma cumhuriyetin bunalımını arttırıyor. Her şeyin Saray’ın istediği yönde geliştiğini düşünmek hatadır. Biriken aykırı tepkileri ve imkanları görmemek Saray’ın adımlarını kolaylaştırır. Saray hedefine varmak için baskıyı arttırdıkça toplumdaki basınç yükselmektedir. 2017 dünyada, bölgede ve Türkiye’de önemli kırılmaların yaşanacağı bir yıl olacak. Kırılmalar büyük acılara yol açsa da fırsatların da ana rahmidir.

Türkiye, Moskova-Tahran hattına yaklaşmakla üstüne gelecek sorunları kısa süreliğine azaltmış görünse de aslında orta vadede güçlü bir fırtınayı davet

13


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2017

CANIMIZ PAHASINA ÇALIŞTIRILMAYA

MAHKÛM MUYUZ?

SEVGİ EVREN

“Yazılanı silecek olan sadece alın terimizdir.” H. Cibran

Ö

lüm haberlerine yabancılaşmaya başladık. Her geçen gün daha fazla insanın öldüğü sokaklarda şiddet normal yaşamın bir parçası haline geldi. Dozunun sürekli artması bir sonraki katliamda verdiğimiz tepkinin daha da azalmasına sebep oluyor. Verilen sayılar bizim için birer rakam olmaktan öte bir şey ifade etmemeye başladı. 7 Haziran’dan itibaren patlayan onlarca bomba altında yüzlerce insan hayatını kaybetti. Sınır ötesi operasyon olarak geçiştirdikleri eylemlerde yoksul halk çocukları askerlik kisvesi altında öldürülmeye devam ediliyor. Bütün bu tozun dumanın içinde kadın cinayetleri ve iş cinayetleri ise azalmadan sürüyor. Her gün en az 5 kadın katlediliyor. Şiddet ise gündelikleşmiş durumda. Evde otobüste parkta yürürken sürekli bir şiddetle baş etmek zorunda bırakılıyoruz. İş cinayetlerine baktığımızda gördüğümüz sayı ise korkunç bir seviyede. Kasım ayında en az 190, yılın ilk on bir ayında ise en az 1816 işçi yaşamını yitirdi. 2016 yılı bittiğinde bu sayılar on binlerle ifade edilecek.

14

Bu karmaşa ve kaos içinde ölümlere alışmaya mahkûm değiliz. Tıpkı iş güvenliği olmayan iş yerlerinde çalışmak zorunda olmadığımız gibi, tıpkı sefalet ücreti olan asgari ücrete mahkûm olmadığımız gibi. Tüm bu süreçler birbiriyle o kadar bağlı ki, örgütlenme zayıfladıkça ücretler düşüyor, ücretler düştükçe çalışma saatleri ve borçluluk artıyor. Borçluluk arttıkça mecburiyetler artıyor. Mecburiyetler arttıkça örgütlenme zayıflıyor ve bu böyle sürüp gidiyor. Bunun kaynağı ise sermayenin çıkarlarıyla hiçbir zaman zıtlaşmayan, hatta yeni rant kapıları açılması uğruna gölleri, denizleri bile doldurup inşaat sahası yapan iktidarın ta kendisi. Sermayenin iktidarı ile iktidarın sermayesi yarışıyor. Ve menfaatleri ortak olduğu içinde tam bir ortaklık görüntüsü içinde kazanmaya devam ediyorlar. Bu yarışta işçilerin kaderine ise hep bir çaresizlik hep bir kadercilik hep bir sessizlik düşüyor. Birer birer yaşanan ölümler bir yana toplu katliamlarda bile (Soma, Aladağ) kadercilikleri, çaresizliklerimiz öne çıkıyor, düzen refleksini hemen gösteriyor ve örgütlenmelerin önüne geçiliyor. Sermayenin örgütlülüğü bizi daha fazla kazanamayız duygu-

suna itiyor. Bu duygular tam da bizleri düşürmek istedikleri tuzağın kendisi. Bu duygu sebebiyle 3. hava alanı inşaatında Üstünler Dat İnşaat’ta yakılarak öldürülen işçi arkadaşımızın katillerine duyduğumuz öfke geçiştiriliyor, öfkemizin örgütlenmesine izin verilmiyor. Bu duygu sebebiyle Eroğlu Holding’in inşaatında hafriyatla beraber çöpe atılan işçi arkadaşımızın katillerinin peşine düşemiyoruz. Bu duygu sebebiyle Başak A.Ş’nin yıkım ekibinin katlettiği göçmen işçilerin hesabını soramıyoruz. Halbuki çok ve haklı olan biziz, mağdur edilen, mahkûm edilen biziz. 160 yıl önce Germinal’de nasıl tarif edilmişse 1950’lerde Sait Faik’in öykülerinde de yoksul-fakir bizler aynı şekilde tarif edilmişiz: “kayıtsız ve sersem” Düzenin gündelik zoru ile yarattığı bu yalnızlık ve çaresizlik duygusundan kurtulmak için örgütlenmek zorundayız. Ancak örgütlenerek bu saldırıların üstesinden gelebiliriz. Savaşa karşı örgütlenmek, özgürlüklerin kısıtlanmasına karşı örgütlenmek, yoksulluğa karşı örgütlenmek, her şeyden evvel de emeğimizin ve hayatımızın çalınmasına karşı, iş cinayetlerine karşı örgütlenmek zorundayız. Ancak bu şekilde üzerimizde yaratılan bu kayıtsızlığın ve sersemliğin önüne geçebilir, kaderimizi ellerimize alabiliriz. Çünkü çok ve haklı olan biziz. Ölümümüz pahasına çalıştırılmaya mahkûm değiliz, kölelik koşullarında yaşamaya mahkûm değiliz. Ve bizi bu lanet kaderden kurtaracak olanın da alın terimiz olduğunu bilerek yüksek sesle söyleyelim: Geleceğimizin çalınmasına razı değiliz!


Ocak 2017 / Sosyalist Dayanışma

BU HALDE İŞÇİ HAKLARI YENİYOR, OHAL’DE MÜCADELEYE!

15

Temmuz süreciyle birlikte Başbakan “Devlet kendine OHAL ilan etti, işler güçler aksamıyor.” dedi. Ancak olağan üstü hal ilan edilmesiyle birlikte milletvekillerinden belediye başkanlarına kadar seçilmişlere, basın emekçilerinden sendika temsilcilerine, kadın hakları savunucularından birçok muhalif demokrat emek savunucuları ve sivil toplum örgütü çalışanları görevden uzaklaştırıldı, tutuklandı. Bu durum Türkiye emek mücadelesine nasıl yansıdı diye bakacak olursak; aslında tüm bu saydığım ihlaller 7 Haziran’la birlikte başlayan 15 Temmuz’la birlikte daha da katmerlenerek devam eden hak ihlalleridir. Tüm bu süreçlerde yaşananları emekçiler açısından iki boyutta değerlendirmekte fayda var.

BİRİNCİ BOYUT: İŞ CİNAYETLERİ VE İŞ GÜVENCESİ

Türkiye başından itibaren iş güvenliği açısından kötü bir karneye sahip. Geçen sene iş kazalarında 1886 işçi hayatını kaybederken; bu sene darbe girişimi ile birlikte, Temmuz’dan itibaren ilan edilen OHAL’li altı ayla birlikte şimdiye kadar toplam 1940 iş cinayeti yaşanmıştır. Bu iş cinayetlerindeki artışın nedenlerini biraz açacak olursak bunlar üretimin artmasıyla genel olarak artan olaylardır. Ancak “Türkiye’de üretim arttı. Her şey yolunda gidiyor.” diyebilir miyiz? Tabii ki hayır! OHAL’le birlikte Türkiye gerilemeye başlamıştır. Ancak gerek terör bağlantısı iddiası gerek kayyum atamaları ve buna bağlı olarak kapanan fabrikalardan birçok işçi işten çıkartıldı. Yine 7 Haziran süreciyle birlikte Kürt illerinde başlatılan savaşın ve OHAL’in ardından işçi örgütleri eylem ve etkinlik yapamaz hale getirmesinin ardından uzun zamandır patronların bekledikle-

ri koz ellerine geçmiş oldu. Emek mücadelesinin gerilediği bu dönemde birçok işçi işten çıkartıldı. (Bu işçilerin maaş, mesai, kıdem tazminatı vb. alacakları ile ilgili aşağıda bahsedeceğiz.) İşten çıkartılan işçilerin yerine yeni işçi alınmayarak işten çıkartılan işçilerin yaptığı işler diğer işçilere yaptırılmaya başlandı. Bu durum mevcut işçilerin uzun saatlerde iş güvenliği önlemleri alınmadan çalışmasına sebep oldu. Böyle olunca iş cinayetleri geçen sene 1886 iken bu sene 1940 oldu. 7 Haziran sonrası dönemde işçilerde bir tutulma gerçekleşmiştir. Şu anda çalışmaktan başka bir şey düşünmemektedirler. Oysa son bir yıllık dönemi baz alırsak işçiler sadece iş cinayetleri açısından isyan ve itiraz edecek aklımıza kazınan birçok iş cinayeti olmasına rağmen hiçbir tepki geliştirilememiştir. İstanbul’da bir işçi öldükten sonra molozlarla birlikte hafriyat kamyonlarına konarak moloz döküm alanına atıldı. Yine sigortasız çalıştırıldığı iddia edilen bir işçi iş kazası sonucu hayatını kaybedince patronu tarafından yakılarak ortadan kaybedilmeye çalışılmasına tepki geliştirememe işçilerin tutulma yaşadığına dair örneklerdendir. Şimdiye kadar iş kazalarında da bir usul vardı. İşçi iş kazası sonucu yaralanırsa patron işçiyle görüşür “Sen bizim evladımızsın artık.” denirdi. Yine iş kazası sonucu ölüm olursa kader, kısmet gibi dini söylemler yapılır, işçiye en azından tazminat ödenirdi. Tüm bu vahşetlerle birlikte işçilerde de tutulma yaşanmıştır. Yine Çerkezköy’den bir örnek verelim. 15 Temmuz sürecinden sonra yaklaşık 20 işçi danışmak üzere sendikayı aradı. Ardından çalıştıkları fabrikayı iyi bildiğimiz için işçilere sendikanın dı-

şında bir parkta randevu verdik. İşçilerle buluşmamızın ardından tanışarak işçilerin sendikadan olan taleplerini sorduk. İşçilerin ekonomik talepleri vardı. Mesela bazı işçilere kendilerinden daha fazla maaş verildiği, bazı arkadaşlarına ikramiye verildiği, kendilerine verilmediği gibi şikayetleri vardı. İşçilere bu yaşadıkları ihlallerin ortadan kaldırılması için sendika olarak mücadele edebileceğimizi söyledik. Ayrıca işçilerin hiç bahsetmediği ancak bizim önceden tespit ettiğimiz iş güvenliği ihlallerinden de bahsederek işçilere “Ekonomik talepler tamam, ancak iş güvenliği talebiyle bile sendikaya üye olmalısınız!” dedik. Ardından büyük bir sessizlik oldu. İşçilerde bir tutulma oldu dedik ya, tam olarak o tutulmayı görmemizin ardından işçiler toplantı masasından kalktılar. Bu esnada işçilere “Mücadele edebilirsiniz!” diyerek “İletişim bilgilerinizi verin, bir toplantı daha yapabiliriz!” dedik. Ancak işçiler öyle kötü durumdaydılar ki sessizce uzaklaştılar. Bir saat boyu anlattıklarımız boşa gitmiş oldu. Sonra aradan üç ay geçmedi biraz önce bahsettiğimiz fabrikadan bir iş kazası haberi geldi. Bahsi geçen fabrikadaki arkadaşlardan birini arayarak bilgi aldım. Sendikaya gelip üye olamadan boynunu eğerek uzaklaşan işçilerden biri iki kolunu birden beş yüz tonluk pres makinesinde kopartmış.

İKİNCİ BOYUT: EKONOMİK OLARAK

Yukarıda bahsettiğimiz gibi 15 Temmuz sonrasında mağdur edilen işçilerin bir kısmının, işten çıkartılmalarının ardından, maaş, mesai, kıdem tazminatı, ihbar tazminatı vb. hakları dahi ödenmedi. Bunun üzerine işçiler hukuk mücadelesine girişerek haklarını almak için mahkemelere müracaat ettiler. Ancak uzun

zamandır iş hukuku özelinde genel olarak işlemeyen mahkemeler OHAL’le birlikte daha da ağır çalışmaya başladı. Mazeret hazır: “Hakimlerin çoğu FETÖ’den göz altına alınmış, FETÖ’cüleri yargılıyoruz!” gibi bahanelerle işçi mahkemelerinin çalışmamasını meşrulaştırmaktadır. Böyle olunca patronlar işçileri işten rahatla çıkartabiliyor. Nasılsa işçi haklarına kavuşana kadar önünde bir sürü zaman var. Buradan patronların haklarını ödemesi gerektiği halde çıkartarak fabrikalarda işçilere işten attığı işçi için “Onu tazminatsız attım, bu şekilde yapan olursa onu da tazminatsız atarım!” diyerek yalanlarını katmerlenmesine sebep olmaktadır. Yine böyle olunca kalkışma ve ona karşı başlatılan OHAL patronların lehine işçilerin aleyhine işlemektedir. Bir diğer sorun asgari ücrete yapılan zam. Asgari ücret tespit komisyonu toplantısına katılan patron temsilcileri asgari ücret zammının %0 olması gerektiğini belirtti. Bu da OHAL’in işçilere nasıl yansıdığının bir örneğidir. Patronlar Olağanüstü Hal’e güvenerek bu şekilde konuşmaktadırlar. Bu söyleme karşı normalde işçiler ve emekçiler her an sokağa dökülebilir. Ancak şu anda devlet destekli bir durum var. İşçiler iş bıraksa buna ilk müdahale edecek devlettir. Onun için bu kadar şımarık davranabiliyorlar. Darbe girişimi ve ona karşı başlatılan OHAL’e mahkum değiliz. Mücadele ederek işçi ve emekçilerin alın terinin ödendiği, yoksulluğun olmadığı, iş cinayetlerinin ve meslek hastalıklarının olmadığı başka bir dünyayı kurabiliriz. OHAL’de “Mücadeleye devam!”

BAĞIMSIZ METAL İŞÇİLERİ SENDİKASI GEBZE TEMSİLCİLİĞİ 15


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2017

GENÇLİĞİN İRADESİYLE KUŞATMALARI KIRALIM! BOZAN YILMAZ

Bütün örgütsüz kesimlere çağrımızdır: “Bu kaotik ortamda geleceksiz, güvencesiz değilsin. Güvencen örgütlü mücadeledir. Yarattığımız örgütlenmelerle geleceğimizi inşa edelim. Çocuklarımıza onurlu bir gelecek bırakalım.”

S

aray faşizmi kurumsallaşma yolunda ilerliyor. Yeni anayasa değişikliği ile kendini güvenceye almanın hayalini kuruyor. Karma Türk modeli anayasanın içerisinde tek adamlık, tek partili otoriter rejim var. Saray bütün gücü elinde tutmak istiyor. Bu yüzden kendisine muhalif olan herkesi hapsediyor. Parlamentonun üçüncü partisi HDP’ye yönelik büyük bir operasyon başlatıldı. Eş Genel Başkanları tutuklandı, halkın oylarıyla seçilen milletvekilleri, il, ilçe yöneticileri tutuklandı. Demokratik kurumların kapılarına mühür vuruldu. Kısacası sokakta çıkacak en ufak sese tahammülleri yok. Biz devrimcilere, sosyalistlere, demokrasi güçlerine bu kadar saldırının nedeni sinmiş korkan itaat eden bir toplum yaratılmak istenmesindendir. Saray topluma iki seçenek dayatıyor: “Ya itaat et ya da terk et!” Özellikle örgütsüz kitlelerde bir gelecek kaygısı olduğunu söyleyebiliriz. Saray ne kadar güçlü görünse de aslında o kadar da güçsüzdür. Ortadoğu politi-

kası çökmüş durumda, Türkiye bataklığa batmış çırpınıyor. Çıkmak istese de çıkamaz. Dış politika tamamen başarısız, dikiş tutmaz bir yolda. Şimdi bataklıkta bağırıyor: “Koalisyon güçleri neden vurmuyor…” AKP on beş yıllık iktidarı boyunca ezilen halklarda ciddi bir öfke biriktirdi. Toplumdaki biriken öfkenin sonu olacağını çok iyi biliyor. Gezi ve Kobane ayaklanmasında bunu gördü. Bu süreçlerden çıkardığı derslerle sokakları yasaklıyor ya da sokağa çıkan demokrasi güçlerinin üzerine örgütlediği sivil faşistleri salıyor. Toplumda yaşanan kutuplaşmanın sorumlusu Saray’dır. PÖH, JÖH, HÖH gibi örgütlenmeler gerçekleştiriyor. Ezilenlere bu çetelerle gözdağı verilmek isteniyor. Eğer Saray ülkeyi OHAL’le yönetiyor ve bu çetelere ihtiyaç duyuyorsa bu onun acizliğinin göstergesidir.

Sokakta Özgürlük Var, Hayat Var

Biz gençlik olarak Saray’a olan öfkemizi bilemeye ve isyankâr olmaya devam edeceğiz. Sokağı terk etmeyeceğiz. AKP’nin çeteci güçlerine karşı kendi örgütlenmemizi geliştireceğiz. Bütün örgütsüz kesimlere çağrımızdır: “Bu kaotik ortamda geleceksiz, güvencesiz değilsin. Güvencen örgütlü mücadeledir. Yarattığımız örgütlenmelerle geleceğimizi inşa edelim. Çocuklarımıza onurlu bir gelecek bırakalım.” Faşizm baskıyla teslim alamadığı mahalleleri çürütüyor. Gençlik çürüyen alanları umuda dönüştürecektir. Uyuşturucuya, çeteleşmeye karşı toplumsal savunmayı geliştirecektir. Bulunduğumuz alanlarda alternatif faaliyetler yürüteceğiz. Uyuşturucuya, çeteleşmeye karşı halkın adaletini geliştireceğiz.

16

AKP’nin yaratmış olduğu çetelere karşı yeni Sivasların, Maraşların, Çorumların olmaması için gençlik sokak sokak örgütlenerek halkını savunacaktır. Yeni katliamlara geçit vermeyecektir.

Yoksul Mahallelerin Hakimiyeti Gençliktedir

Dişimizle tırnağımızla yarattığımız kurumların kapılarına hukuksuzca mühür vuruldu. Bu mühürleri devrimci iradeyle kırdık ve kurumlarımızı çeşitli direnişlerle savunduk, savunmaya da devam edeceğiz. Eğer bu mühürleri kırmazsak, yarın evlerimizin kapılarına mühür vuracaklar. “Gençlik diktatöre korku yoksul halklara umuttur!” şiarıyla yürüttüğümüz kampanya devam ediyor. Çaresiz olmadığımızı bir kere daha gösterdik. Birçok kuşlama, yazılama ve sokak eylemleri gerçekleştirdik. Evet gençlik, sokak sokak, mahalle mahalle, okul okul örgütlenmeye devam edecek, üstüne düşen rolü oynayacak, umut olmaya devam edecektir. OHAL koşullarında yürüttüğümüz kampanya çok değerlidir. Dün günübirlik yapılan eylemler belki dikkat çekmiyordu fakat bugün en ufak bir ses bile çok değerli ve anlamlıdır. Kampanyamızı geliştirelim, yaygınlaştıralım. Bir sokakta yaptığımız eylem birçok mahallede konuşuluyor, konuşulmalı. Mahallelerimizin merkezlerini polisler tutuyor. Unutmayalım onlar işgalciler, hiçbiri o mahallelerde oturmuyor. Ayrıca doğup büyüdüğümüz yoksul mahallelerin ara sokaklarını bizden daha iyi bilemezler. Sokakları özgürleştirene kadar DİRENİŞ’e!


Ocak 2017 / Sosyalist Dayanışma

ALEVİLERİN HEDEF GÖSTERİLMESİNE

“MAHKûM DEĞİLİZ”

T

ürkiye’deki her siyasi iklim Alevi toplumu tarafından dikkatle takip ediliyor. Kendisinin bütünden azade olabileceği hiçbir durum söz konusu değildir. Sadece yakın tarihin inişli çıkışlı atmosferi Alevilerin örgütsüz de (yekpare) olsa çıkış yakaladıkları, etki ettikleri dönemler olmuştur. Örneğin Sivas ve Gazi katliamı sonrası verilen tepkilerin şiddeti, uzun yıllar süren “sır” olmanın vaktinin dolduğuna delaletti. Nitekim öyle de oldu. Hızla açılan dernekler, kültür merkezleri, vakıflar, cemevleri vb. yaşanan katliamların sonucu olarak kaydedebiliriz. Ülke tarihinin önemli bir isyanına dönüşen Gezi’nin etkili güçlerinden biri de Aleviler oldu. Alevileri Gezi direnişine sıkı sıkıya bağlayan şey bugüne kadar “sineye çektikleri” acılar değildi sadece. Yaşadıkları katliamların üzerinin örtülmesi, haklarının tanınmaması ve İslamileşen devlet otoritesinin yaratacağı kaotik düzene de itirazdı. Gezi direnişinde yaşamını yitiren gençlerin tamamı Alevi’ydi. Alevi kimliğini kuşanarak çıkmamış olsalar da sokağa, ülkenin ötekilerinden biri olarak yaşamın bütününde o hissi taşıyor oluşları önemli bir etkendir.

Her dönem olduğu gibi geçtiğimiz günlerde de Alevileri doğrudan hedef alan sözler sarf edilip çeşitli paylaşımlar yapıldı. Bunlar tekil sıradan insanların ifadeleri olsa fazla ciddiye almayabilirdik. Lakin böylesi bir kaotik ortamda kimi yönetici veya “akademisyen” ünvanlı kişilerden yapılan açıklamalar üzerinde durulması gereken meselelerdir. Bunlardan bir tanesi de katıldığı televizyon programında “Suriye’deki Irak’taki mezheplerle bizdeki mezhep ayrılığı çok farklı. Bizim Alevi kitlemiz, kendisine baskı yapılsa da yakılsa da öldü-

rülse de buna karşılık vermeyen, tam tersine sineye çeken ama bunu farklı şekillerde anlatan bir yapıya sahip. Bu bizim için büyük bir şans” diyen eski Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk Alevilerin tarihini bilmeden rahatlıkla konuşuyor. Yukarıda verdiğim örnek Alevi toplumunun hak mücadelesinden küçük bir kesit sadece. Ayrıca farklı ülkelerde Alevilerin başka inançlara dönük çatışmacı tutum aldığını ima etmek akla ziyandır. Bu Türkiye’ye özgü bir durum değildir. Şu an Suriye’de dahi Alevilerin sırf inançlarından dolayı kurşuna dizilip kafalarının kesilmesine rağmen aynı şiddet yöntemlerine başvurmadığı bölgeyi takip eden herkes tarafından bilinir. Ha savaşmıyorlar mı? Evet savaşıyorlar, en insani haklarından biri olan direniş hakkına sıkı sıkıya sarılmaktan başka çareleri olmadığından. Bu direniş diğer mezhep ya da inançlara dönük değil, hiçbir sınır tanımayan çetelere dönüktür.

“Lanetliler topluluğu”

Yüzyıllardır bu topraklarda halkların inançlarını, kimliklerini değerlerini kene gibi sömüren iktidar zümrelerinin “lanetli” olarak gördüğü Aleviler tarihsel nefretin hedefinden çıkmış değiller. Ortadoğu’da Selefi çetelerin bereketli toprakları kan gölüne dönüştürmesi rahatsızlık vermezken, ellerinde bulundurdukları alanları kaybetmelerinde de Aleviler hedef tahtasına oturtuluyor. “Cemevi, insana saygı, Madımak hoşgörü diyen ne kadar namussuz mezhepçi varsa, Halep’te katillerle beraber. Lanetliler topluluğu.” ifadesi Muş Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak çalışan Abdulkadir Şen adlı kişiye ait. Katil dedikleri kimler? IŞİD, El Nusra (Şam’ın Fethi Cephesi), Ahrar-u Şam, Nurettin Zengi Tugayları, Sultan

Murat Tugayları (ÖSO) vs vs. gibi çetelere karşı savaşan herkes. Hızını alamayan Şen “… Bu coğrafyanın her köşesinde bir Malazgirt yaşanacak. Şah İsmail’in bağnaz mezhepçi piçleri hesap verecek. Şahlaştınız, Yavuzlaşacağız.” diyerek Suriye’de çetelerin yenilgisinin nedeni olarak Alevileri göstermekte. Kırk bin Alevinin katili Yavuz Sultan Selim’in adının köprüye verildiği bir ülkede Şen gibilerinin olması olağan dışı bir durum değildir. Nasıl Yavuzlaştıklarını yazılarından değil boğazını kestikleri insanlardan biliyoruz. Olayların büyük bölümünün sınırın hemen öte yanında cereyan ediyor olması ülkemizdeki destekçilerinin varlığını gizlememektedir. Çeşitli zamanlarda bu katliam ruhunun nasıl sokağa taştığını gördük. Kayseri’de askerlere dönük eylemin ardından sokaklara dökülen, parti binalarını yağmalayıp “dişe diş kana kan intikam” sloganlarını atanların daha beş ay önce Boğaz Köprüsü’nde yirmili yaşlardaki askerleri kemerle dövüp palalarla boğazlarını kestiğine şahit olduk. Bu topraklarda ne katil Yavuzlar yok oldu ne de onlardan aman dilemeyen Pir Sultan Abdallar, Şah İsmailler tükendi. Aleviler sadece ülkedeki politikanın değil Ortadoğu’daki her gelişmenin de bir parçasıdır. Suriye’den süpürülen çetelerin yakın zamanda yönünü çevireceği topluluğun Aleviler olacağı sır değil.

SEZGİN KARTAL

sağlanması Yavuzlaşmadır. İnanç kurumlarımıza saldırıp, basın yayın organlarımızın kapatılmasına, her alanda dinselleşmenin dayatılmasına, Yavuz zulmünü tahkim edenlere mahkûm olamayız. Dönem bizlere farklı örgütlenme ve mücadele yöntemlerini dayatıyor. Ülkenin her açıdan kaotik bir cehenneme doğru gittiği gerçekliğinden hareketle yeni derlenip toparlanmalara ve yeni örgütlenme tarzlarına ihtiyaç var. Aşk ile…

78’de büyük bir katliamla Alevisizleştirilen Maraş’a 38. yılında da Suriye’den göçertilen, ağırlığını Nusracı unsurların oluşturduğu binlerce kişinin barınacağı kamplar kuruluyor. Bir avuç kalan Aleviler yeni tehlikelerle burun buruna. Anma etkinlikleri için Aleviler şehre alınmazken Selefi cihatçılara yerleşim yeri

17


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2017

DÜZENE BİAT ETMEYEN AKADEMİSYENLERİMİZ GELECEĞE DAİR UMUT EKİYOR:

KOCAELİ DAYANIŞMA AKADEMİSİ AÇILDI ZEYNEP KORU

“Yarın farklıdır bugünden, Adı değişir hiç olmazsa. Kara bir suyu Geçiyoruz şimdilerde Basarak yosunlu taşlara. Sen bugünden yarına Birazcık umut sakla.” Metin Altıok Tarih kaydediyor yaşadıklarımızı. İçinden geçtiğimiz yıllar, gelecek bir dönemde değerlendirilecek. Sistem tarafından hayata geçirilen uygulamalar, baskılar, şiddet anlatılacak bir dizin içinde. Ve bunlara karşı direnenler anlatılacak. Tüm insanlığın hafızasına kazınacak. Günümüzün eşitlik, adalet, özgürlük tarafı olduğunu iddia eden aktörler gelecek zamanda hesaplaşırken, kendileriyle hangi taraftalarsa eğer ona göre diyet ödeyecekler. Baskılara boğun eğenler, iktidara karşı çıkmayan, uyum sağlayan-

18

lar, kurtardıklarını sandıkları kendi küçük dünyalarının çok uzun sürmeyeceğini kavrayacaklar, seçtikleri yaşamın sonsuz ağırlığını boyunlarında taşıyacaklar. Diğer tarafta biat etmeyenler, baskılara karşı mücadele edenler, direnenler günlerin getirdikleri karşısında bedeller ödeseler de zulmün baskının sona erdirileceği dönemin kurucu aktörleri olacaktır. Tarihe böyle geçeceklerdir. Şimdilerde sık sık diyoruz ya “yaşananlar 1930’lar Almanya’sını ve İtalya’sını andırıyor” diye; o zamanları şimdi yargılarken, gelecek de bizi yargılayacak… Hitler Almanya’sında üniversite yasası çıkartılmıştı. Bu yasa ile Yahudiler, komünistler, sosyal demokratlar, memurluktan ve üniversiteden kapı dışarı ediliyordu. Şimdi o dönemin iki tavrı masaya yatırılıyor, karşı karşıya konuluyor... İlki, Yahudi olduğu için üniversitedeki yönetici görevinden alınan Philipp Ellinger’in yerine Düsseldorf Tıp Akademisi Başkanı olarak atanan Prof. Dr. Otto Krayer’in bu görevi kabul etmemesi, karşı çıkışı. Krayer “Hiçbir gerekçe gösterilmeden görevden alınan bir meslektaşımın yerine atanmayı kabul edemem. Sadece Yahudi olduğu için hocaların görevden alınmasını kabul edemem.” der. Diğeri ise filozof Martin Heidegger’in tavrıdır. İstifa etmek zorunda bırakılan sosyal demokrat Freiburg Üniversitesi Rektörü Wilhelm von Möllendorff ’un yerini al-

makta hiç tereddüt etmez. 1930’ların faşist İtalya’sında Mussolini de üniversitelere gönderdiği talimatlarla rektörlerin ve dekanların ihbarcı olmalarını sağladı. Akademisyenlerin rejime karşı olan tavır ve düşüncelerinin bildirilmesini istedi. Yeni rejime sadakat göstermeyen, kendi düşüncelerine karşı düşmanlık besleyen veya eleştiren akademisyenlerin derhal atılmasını buyurdu. Türkiye’de Nisan 1945’te Adnan Adıvar 1930 İtalya’sındaki faşist rejimin üniversitedeki bu uygulamalarını eleştiren bir yazı kaleme almıştı. Orada geçen şu sözün günümüz için altını çizelim: “Uşaklığı efendiliğe, ikbali ilme tercih eden siyasetçilerin ve profesörlerin görüşlerine hayran olmamak kabil değildir…” 11 Ocak 2016 tarihinde “Bu suça ortak olmayacağız” adlı bildiri ile Kürt illerinde başta olmak üzere sokağa çıkma yasakları ve operasyonlar sırasında yaşanan insan hakları ihlallerine karşı çıkan akademisyenlerimiz, o günden bu yana çok zorlu bir mücadelenin içine girmiş durumdalar. Direk ülkeyi yönetenlerce hedef haline getirilen akademisyenler gözaltına alınmak da dâhil bin bir çeşit baskı yöntemleriyle karşı karşıya kaldılar. Okullarında kapılarına tehdit mesajları asıldı, haklarında soruşturmalar açıldı ve özel üniversitede olanlar işten atıldı. OHAL süreci ile baskının boyutu zirve yaptı. Bir gecede çıkarılan KHK’larla birçoğu üniversitedeki görevlerinden uzaklaştırıldı. Kocaeli Üniversitesi’nde yaşananlar sanki tümüne gözdağı niteliğinde daha sert oldu. İlk oradaki öğretim üyelerini (toplam 21 kişiyi) gözaltına aldılar. Ama şunu herhalde gözetemedi iktidar; akademisyenlerin mücadele birliği, dayanışması Kocaeli Üniversitesi’nde neredeyse

en kuvvetli, en ileri derecede idi. Barış akademisyenlerinin tümünün bu onurlu tavırları son derece değerli. Akademideki hayat hikâyelerinden vereceğimiz bir iki örnek, onların değerlerine dair birçok şeyi özetleyecektir. Onur Hamzaoğlu’nun Dilovası’ndaki ağır sanayileşmenin insan sağlığına etkilerine karşı mücadelesi, Hakan Koçak’ın işçi sınıfı mücadelesine yönelik katkıları bizler için çok kıymetli. Kuvvet Lordoğlu’nun çalışmaları, Yücel Demirer’in yazıları hepimizin perspektifini aydınlatan çabalardır. Onlar hangi şartlarda olurlarsa olsun direnmeye devam ediyorlar. İşten atılmaları, üretimlerini bizlere ulaştırma anlamında bir yokluğa sebep olmadı. Kocaeli Dayanışma Akademisi açıldı. “Kocaeli Dayanışma Akademisi bizler için bir çocuk gülüşü, çocuklarımız, gençlerimiz ölmesinler, gülsünler ve dünyayı aydınlığa doğru geliştirsinler diye attığımız yeni bir adımın başlangıcı…” Açılış konuşmasında böyle dile getirdiler amaçlarını. Yine açılışta, tarihin geçici bir döneminin yaşandığını, akademik özgürlüklerin, akademide emeğin, iş güvencesinin, düşünce ve ifade özgürlüğünün mücadele ile elde tutulduğunu bildikleri için ayakta durduklarını ifade ettiler. Barış, ifade özgürlüğü, akademinin sınıfsal işlevi, bilim ve kimlik, emek gibi konularda seminerlerine, kadınlar ve laiklik, insan hakları ve hukuk, işçi sağlığı, Marksizm ve sinema başlıklarında derslerine başladılar akademide. Esen rüzgâra göre taraf değiştirenlerin varlığı bizi karamsarlığa yöneltmesin; çünkü tarihin en güzel yerinde son sözünü hep direnenler söyler. Düzene biat etmeyen akademisyenlerimize sonsuz saygıyla…


Ocak 2017 / Sosyalist Dayanışma

“ELİMİZ YAKANIZDA” “Bizim mavi giyimlerle güneşlendiğimiz yerde Dişlerimizin arasında bir çöple güneşlendiğimiz yerde Ne insan tükenir ne gökyüzü.”

TÜLAY YILDIZ

Ne var ki, istesek de istemesek de yaşadığımız bu topraklarda katliamlara tanıklık ediyoruz. İşte asıl mesele bu tanıklığın ve şahitliğin bizlere verdiği o yakıcı görevi yüreğimizde hissetmemiz. Tanık olduklarımızı unutmamamız. Gerçekler ortaya çıkana, her gören göz görene, her duyan kulak duyana kadar vazgeçmemeliyiz. Bazen bir eylemde sloganla, bazen mahalledeki bir duvara yazılama yaparak, bazen de sosyalist bir yayın organına gerçekleri dilin döndüğünce yazarak. En nihayetinde önemli olan gerçekleri yazmaktan ve söylemekten korkmamamız. Korkmaya başladığımızda tanık olduğumuz her katliamın bir sorumlusu da kendimiz olacağımızı unutmayalım.

N

e var ki, istesek de istemesek de yaşadığımız bu topraklarda katliamlara tanıklık ediyoruz. İşte asıl mesele bu tanıklığın ve şahitliğin bizlere verdiği o yakıcı görevi yüreğimizde hissetmemiz. Tanık olduklarımızı unutmamamız. Gerçekler ortaya çıkana, her gören göz görene, her duyan kulak duyana kadar vazgeçmemeliyiz. Bazen bir eylemde sloganla, bazen mahalledeki bir duvara yazılama yaparak, bazen de sosyalist bir yayın organına gerçekleri dilin döndüğünce yazarak. En nihayetinde önemli olan gerçekleri yazmaktan ve söylemekten korkmamamız. Korkmaya başladığımızda tanık olduğumuz her katliamın bir sorumlusu da kendimiz olacağımızı unutmayalım. 28 Aralık 2011 tarihinde saat 21.39 ila 22.24 arasında TSK’ya ait savaş uçaklarının Roboski’de 34 canımızı bombalayarak katletmesinin üzerinden beş yıl geçti. Katledilenlerin 19’u henüz 18 yaşını görememişti. Ne çabuk yazıyoruz değil mi? Yazıyla beş yıl. Rakamla 5 Yıl. Onlarca can. Geride kalan hayalleri, özlemleri, düşleri, sevdikleri. Hâlbuki günlük otuz-kırk lira karşılığında, katırlarla birileri tarafından çizilen o yapay sınırların ötesinden yine birileri tarafından “yasa dışı” ilan edilen yollarla çay, şeker taşıyan “kaçakçılardır” alt tarafı. Bu “yaşanmaya değmez hayatların” bir “kaza”dan ötürü ortadan kaldırılmış olması önemli bir mevzu değildir yine birileri tarafından. Nitekim ölen her cana karşılık devlet hazine-

sinden tazminat verilebilir. Böylelikle bu mesele çözülmüş olur. Ya yarım kalan yaşamlar… Geride kalanlar alır mı o kanlı parayı? Almadılar! Alamazlar! Geri gelmez ki Şervan, Şivan, Mazlum… Temizleyemezsiniz o paralarla Türkiye Cumhuriyeti’nin kanlı tarihini. Yaşanmış öyle kanlı katliamlar var ki asla unutulmayanlar. Ne yazık ki say-

10 EKİM ANKARA… CİZRE, SUR, SİLOPİ… ROBOSKİ… Hepsini yaşadı bu topraklar. ROBOSKİ katliamının yıl dönümü. Katliamda canlarını kaybedenler devletin verdiği o kanlı parayı almadılar. Tek istekleri katliama sebep olanların yargılanması. Katliamla ilgili bütün dosyaların açılmasını ve emri veren kişinin kimliği dâhil olmak

çenlerde katliamın yıl dönümünden birkaç gün öncesinde Veli Encü’yle birlikte beş kişiyi gözaltına aldılar. Gözaltına almalarındaki amaç anma etkinliğini gerçekleştirmelerini engellemek. “Unutalım, sesimizi çıkarmayalım, yasımızı tutmayalım diye bekliyorlar bizden” diyor Roboskili bir kadın. Korkuyorlar bunların tam tersinin olmasından. Ondandır bu kadar saldırmaları. Ekmek parası kazanmak için gittikleri yolları kapatmaları, yüklerini taşıdıkları katırları öldürmeleri bir şeye işaret ediyor: Ya benim istediğim gibi korucu olacaksın çünkü başka para kazanma şansın yok ya da senin bütün yollarını bombalarla kapatacağım, diyorlar. Koruculuğu kabul etmeyenlerin payına da onurlarıyla mücadele etmek düşüyor.

makla bitmez eli kanlıların katliamları. Kanlı geleneklerini devam ettiriyorlar. Bazen toplu biçimde, bazen teker, teker. Güya hayata döndüreceğim diye hapishane koğuşlarında kimyasal silahlarla katledilen devrimciler “19 ARALIK”, asitlerle yıkanmış toplu mezarlar, “MARAŞ”, sokak ortasında vurulan gazeteciler “HRANT DİNK”, “SİVAS”, devlet korumasında katledilen kadınlar, SURUÇ, maden ocaklarında can veren işçiler SOMA, dört ayaklı minare altında vurulan barışın elçisi TAHİR ELÇİ, gittikçe çoğalıyor kanlı tarihleri…

üzere, gerçeğin su yüzüne çıkmasını istiyorlar. Sorumluların cezalandırılmalarını bekliyorlar. Çocuklarını kaybeden anneler ve yakınları, her perşembe mezarlığı ziyaret edip katliamın doğru düzgün bir biçimde soruşturulması talebiyle basın açıklaması yapıyorlar. Roboskililerin taleplerin karşılanması bir yana beş yıl içerisinde yeni katliamlar yaşadılar. 2016’nın Mayıs ayında tekrardan bombalar yağdı Roboski’ye. Yine canlarını yitirdiler. Ama vazgeçmediler mücadele etmekten. Ge-

Hala kim bu acılarının üstüne “Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devleti”, her şey yargıda çözülür diyebilir? Buna kim inanır? Belki yetişkinlerin bir kısmı. Ama yaşadığı ülkede çocukken ölmeyi öğrenen, çocukluğunu yaşaması gerekirken katır sırtında ekmek parası kazanmak zorunda bırakılan, küçük parmaklarıyla vida takan, parça başı işlerde çalışan, televizyonda sahte yaşamları konu alan dizilerde akranlarının şımarıklığını gören çocuklar inanmayacaklar. İnanmaları mümkün değil. İnandıramayacaksınız! Bir yandan acı bir yandan da acıdan daha fazla öfke kök salıyor. Elimiz yakanızda. Unuttursak kalbimiz kurusun dedik bir kere.

19


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2017

VAR OLMANIN AĞIRLIĞI GÜLÜZAR I.

Var olmak ve ağırlık… Evet, var olmak, bana ağır geliyor… Size öyle geliyor mu? Bir şey yapamamanın verdiği acı, ıstırap, gece uykularımı bölüyor… İrkiltiyor, kâbus oluyor her şey, engellediğim gözyaşlarımı iradem dışında akıtıyor! Ne yapsam? Elimden ne gelir? Çığlık atsam, koşsam, delirsem, çıldırsam, bir işe yarar mı? Sabah, irkilerek uyandım, Biraz bekledim, düşündüm, Düşündüm, düşündüm, Ve gözyaşlarım akmaya başladı… Önce bilmezlikten geldim, fakat sonra… Yüreğimde acıların sıkıştığını kendime itiraf etmek zorunda kaldım! Ötelediğim acılar, birbirine çarpıp duruyor ve aslında hiçbir yere gitmiyor hiçbir acı… Ve yüreğimde başka acılara yer kalmamış! Bütün ruhumu doldurmuş, sarıp sarmalamışlar… Ne beynim teselli ediyor artık, Ne de yüreğim… Her acı, diğerini geride bırakıyor,

20

ama sadece geride… Bu acılar, birikip yüreğimizi daraltıyor… Sessiz çığlıklar kopuyor içimizde! Sessiz, sessizce… Artık yeter! Yeter! Yeter! Acılardan “acı”, ölümlerden “ölüm” beğenir olduk. Kimin nasıl öldüğüne bakıyoruz artık! Her ölüm, bir öncekini normalleştiriyor toplumda! İnsanlarımız nasıl ölüyor; bomba ile mi? Silahla mı, yakılarak mı? Hangisi en acı, en kahredici? Kuşkusuz hepsi… Fakat, toplum olarak bu ölümlere alıştırılmaya çalışılıyoruz. Kanıksama… Kanıksamamız için, insanlığımızın ölmesi gerekir, insan olarak tükenmek… Yaşıyoruz ama, etrafımızdakiler acılarla kavruluyor… Hangisinin acısına bakacağımızı şaşırmış durumdayız… İrkilerek uyanıyoruz, oturduğumuz yerde ağlamaya başlıyoruz… Kabuslar görüyoruz… Var olduğumuz için utanır olduk, Utanır olduk bu kadar acı varken nefes aldığımız için, Utanır olduk işimize gidip geldiğimiz için, çocuklarımızı sevdiğimiz için, Onlara sarılıp, sevdiğimizi söylediğimiz için utanır olduk… Uyuduğumuz için utanıyoruz, Varlığımızdan utanıyoruz… İnsan var olduğu için utanır mı? Evet, utanıyoruz. Utanır hale getirildik… Ülke savaşa sürüklendiğinden beri tonlarca acı yaşadık, tonlarca hem de… Biriktirdik… Biriktirdik… Biriktirdik… Yüreğimiz nasır bile tutmuyor artık! Acılar yer değiştiriyor sadece… Fakat her gün artıyor…

Başımızı yastığa koyduğumuzda hepsi birden üstümüze geliyor! Gelmeli zaten! Unutmamalı, hiçbir acıya alışmamalı insan! Fakat ne yapmalı? Nasıl yapmalı? Acı çekerek de başkasının acılarına merhem olunmuyor ki! Güzel şeyler yazmak istiyorum mesela. Neden sıra gelmiyor güzel şeylere? Mesela okuduğum güzel bir kitaptan, Güzel bir şarkıdan, Bir tiyatrodan bahsetmek istiyorum… Umut veren şeylerden bahsetmek istiyorum… Neden sıra gelmiyor bunlara? Neden bir türlü sıra gelmiyor? Tam sırası gelmişken, başka bir acı çıkıyor karşıma… Başka bir acı… Tam bir konu belirlemiştim kafamda… Bu sefer başka bir şey yazacağım diye… Televizyonda ROBOSKİ belgeselini gördüm, vazgeçmek zorunda kaldım… Hesabı verilmemiş, filleri cezalandırılmamış bir katliam… Bunun üzerine hangi acı baskın gelebilir ki? Kocaman acı…Kocaman bir KÖZ yüreklerde duruyor… Tahir Elçi… Barış elçimiz… 1 yıl geçti üzerinden… Hala sonuçsuz… Ankara… Suruç… Yok, başka şeylere gelmiyor sıra… Gelmiyor ne yazık ki… Cizre… Diri diri… Yazmak içimi yakıyor, yazamıyorum, cümleleri tamamlayamıyorum… Aziz’in cenazesi… Hacı Birlik… Akrep, cenaze, sürüklen… Bombalar, silahlar, Suriye’deki savaş ve acılar… Mülteciler, deniz, botlar, cesetler kıyıda… Hangi acı önce, hangisi sonra?

İnsan gibi yaşamak, çok mu lüks bize? Anneler, babalar… Yüzlerinde keder! Çocuklarının fotoğraflarına bakıp çare arıyorlar… Yüreklerindeki acıyı dindirmek için… Ali İsmail’in babası, fotoğrafa dokunuyor, gözyaşları içinde… Çaresiz, acılı… Hiç gitmez o manzara gözlerimin önünden… Ali’nin videosu… Ömrümüz boyunca onu izleyip acı çekeceğiz… Biz neyse, ya annesi, babası… Acılarla yoğrulmuş bir nesil geliyor arkamızdan… Acılar, acılar, acılar… Çocuklarımıza umut veren bir haber yazmak istiyorum. Ne zaman, ne zaman, ne zaman? Suruç, Ankara patlamaları, videoları… Biz insanız! Ne kadar kaldırabiliriz bu ölümleri ne kadar! Ne zaman biter? Ne zaman? Ne zaman? Kahrolacağız ömrümüz boyunca… Hangi acı diğerinden hafif? Hiçbiri… Hiçbiri… Mehmet Tunç, sesi, Cizre’de, canlı canlı, yazamıyorum… Yok, hiçbir acı diğeriyle kıyaslanamaz… Cemile’nin cesedi… Çocuğunuzun cesedi, defnedemediğiniz için dolapta… Katlanın… Olabiliyorsa, kıyaslayın acıları… Şu an, insanlığın en büyük vahşeti yaşanıyor… İnsanlar gözlerimizin önünde yakılıyor… Videoları, kâbus, irkiliyoruz, dayanamıyoruz… Hangi acı, diğerinden ağır? Ya da hafif, söyler misiniz? Biz nasıl katlanacağız? Cayır cayır, insanlar, gözümüzün önünde… Ölümlerden ölüm mü beğenelim? “Hangi ölüm daha az acıdır?” diye tercih mi yapalım? Neden sıra gelmiyor güzel şeylere? Ne zaman sıra gelecek?


Ocak 2017 / Sosyalist Dayanışma

DÖNDÜ YENİLMEZ’İN ÇOCUKLARINI YANGIN DEĞİL, YOKSULLUK YAKTI!

E

v İşçileri Sendikası’nın Ev İşçisi Döndü Yenilmez’in Yanarak Ölen Çocukları İçin Basına ve Kamuoyuna Duyurusudur “Kütahya’da eşinden ayrı yaşayan Döndü Yenilmez’in gündelik temizlik işi için evde yalnız bıraktığı 3 ve 6 yaşlarındaki iki çocuğu çıkan yangında hayatını kaybetti.” Döndü Yenilmez’in yaşadığı felaket KADER değildir! Kimler çok küçük yaştaki çocuğunu eve kilitleyip işe gider? Kimler komşu ve akraba yardımından; yani görünmez emekten dahi yoksun kalır? Kimler en kırılgan, en güvencesiz işlerde çalışmak zorunda kalır? Kimler bedenlerinden ve psikolojilerinden kısacası hayatlarından ödün vererek çalışır? Kimler çocuklardan sonra en yoksul bırakılmış kesimdir? Kimler çalışma esnasında öldükten sonra kimsesizler mezarlığına gömülür? Kimler ataerkil istihdam yapısı altında sömürülür? Kimler özgürlük ve eğitim olanaklarından yararlanamadığı için piyasada vasıfsız çalışan olur; işçi dahi olamaz? Kimler vatandaşlık haklarını kazanabilmek için yıllarını verir? Kimler iş kıyafetlerini giydikten sonra görünmez olur? Kimler hakları için mücadele ettiğinde muhafazakarlık ve gelenekselliğin kıskacında kalır? Kimler “Bir gün evlenecek nasıl olsa!” düşüncesiyle iş gücü piyasasında ciddiye alınmaz? Kimler duygusal emek üzerinden sömürülür? Kimler sosyal yardım alırken ahlak süzgecinden geçer? Kimler? Elbette KADINLAR! İmece Ev İşçileri Sendikası olarak; Döndü Yenilmez’in çocuklarını feci bir olayla kaybetmesinin tek nedeninin bu ülkede her geçen gün daha da vahim düzeylere ulaşan kadın yoksulluğu

sorunu olduğunu düşünüyoruz. Yoksul bırakılmışlığın faili, kârı merkezine alan kapitalist sistem, cinsiyetlendirilmiş istihdam yapısı ve devletin ataerkil iktisadi politikalarıdır. Fakat biz kadınlar toplumun en dibine itilmek istenen kadınların yoksun ve yoksul bırakılmasına, sömürüye, güvencesizliğe ve emeğimizin yok sayılmasına karşı mücadelemizi sürdüreceğiz. ‘’Ev işçilerine müjde’’ adı altında çıkarılan torba yasalar sanıldığı gibi sorunlarımızı çözmedi. Aksine çalışma koşullarımızı daha da kötüleştirdi. Daha önce bütün ev işçilerinin hakkı olan sigorta hakkı artık bir işverene bağlı olarak 10 günden az çalışan ev işçisine verilmiyor. Torba yasa ev hizmetlerinde çalışanları hem daha fazla güvencesizleştirdi ve ayrımcılık getirdi hem de daha görünmez kıldı. İşçi-işveren arasında hukuksal mücadele bağını koparan özel istihdam büroları yine çalışma koşullarımızı kölelik seviyesine geriletti. Özel istihdam büroları adı altında ev işçilerinin taşeron sistemine mahkûm edilmesine karşı çıkıyoruz. Çalışma koşullarımızın iyileştirilmesini, iş yasasına alınmayı, sigortalanmamızın kolaylaştırılmasını ve kayıtlı istihdam için teşvik sağlanmasını istiyoruz. Ev işçilerinin çalışma koşullarına ilişkin ILO C189 “Ev İşçileri için İnsana Yakışır İş” sözleşmesinin imzalanmasını talep ediyoruz. Bizler cinsiyetçiliğe ve sömürü sistemine mahkûm değiliz. Güvenli ve güvenceli çalışma hakkı için mücadele ediyoruz. Ağır sömürü koşulları ile karşı karşıya olan tüm ev işçileri yasal güvenceye alınıncaya, sosyal haklarına kavuşuncaya ve örgütlenmeleri önündeki engeller kaldırılıncaya kadar yılmadan mücadelemizi sürdüreceğiz.

İnsana yakışır iş mücadelemizde ele aldığımız bütün çocuklar için kreş hakkını Döndü Yenilmez’ in yaşadığı felaketten sonra daha yüksek bir ses ile dile getireceğiz. Biliyoruz ki Döndü Yenilmez yalnız değil. Birçok arkadaşımız işe giderken küçük çocuklarını, küçük çocuklarına emanet ediyor. Ayrıca, ev işçileri çalışırken bebeklerini emziremiyor, çalıştıkları evlerde pişirdikleri yemekleri, o evdeki şartları kendi çocuklarına sunamadıkları için sınıfsal çelişki yaşıyor, psikolojik olarak en derinden etkileniyorlar. İmece Ev İşçileri Sendikası olarak çocuklara bakmanın sadece kadınların işi olarak gören anlayışa da, kadınlara kendi çocuklarına yetemedikleri duygusunu yaşatılmasına da hayır diyoruz. Çocuk bakımında kamusal hizmetlerin sağlanması ve ebeveynler tarafından çocuk bakımında eşit sorumluluğun alınmasını savunuyoruz. Bir daha böylesine büyük çalışma acılarının yaşanmaması için yoksulluğa, yoksunluğa, istismara, iş cinayetine, kazalara, kötü yaşamsal koşullara karşı çocuklarımızı haklarla güçlendirmek ve onları örgütlü gücümüzle korumayı başarmak için hep beraber mücadele etmeliyiz.

‘’Ev işçilerine müjde’’ adı altında çıkarılan torba yasalar sanıldığı gibi sorunlarımızı çözmedi. Aksine çalışma koşullarımızı daha da kötüleştirdi. Daha önce bütün ev işçilerinin hakkı olan sigorta hakkı artık bir işverene bağlı olarak 10 günden az çalışan ev işçisine verilmiyor. Torba yasa ev hizmetlerinde çalışanları hem daha fazla güvencesizleştirdi ve ayrımcılık getirdi hem de daha görünmez kıldı.

Döndü Yenilmez kardeşimizin acısını en içten şekilde paylaşıyor, dayanışma duygularımızla yanında olduğumuzu belirtmek istiyoruz.

İMECE EV İŞÇİLERİ SENDİKASI

21


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2017

BAŞA BELA BİR KENT: EL-BAB SEÇKİN TANDOĞAN

Ankara’nın bütün çabaları Kürtlerin Suriye’deki kazanımlarını yok edemez. Bu hayal Suriye’de askeri varlık gösteren hiçbir ülkenin vermediği kadar yüksek kayıplara neden olmaktadır. Ödenen bedellerin hiçbiri Ankara’nın önünü açacak gibi görünmüyor.

22

H

er yeni yıla bir öncekinden daha iyi yaşanması temennisi ile başlasak da 2016 kolay kolay unutulmayacak gibi gözüküyor. Sınır hattında El-Nusra, Ahrar-u Şam, İslam Devleti (İD) ve diğer cihadist grupların hâkimiyet kazanmasına el ovuşturan Ankara’yı savaş hızla içine çekerken, 82. vilayet defteri cihatçıların yeşil otobüslerle taşınmasının ardından kapanmış oldu. Bir önceki sayıda yazımızın başlığı “Türkiye’nin Cehennem Kapısı: El-Bab”tı. Derginin yayımlanmasından günler sonra IŞİD’in yaptığı canlı bomba eylemleri ile TSK ve ÖSO güçleri ciddi kayıplar verdi. Aslında Suriye bataklığında yürüdükçe ağır bedeller ödemek kaçınılmaz oluyor. Hiç hesapta yokken askeri güçlerini Cerablus’a sokan Ankara’nın muradı, İslam Devleti’nden çok Kürt güçlerinin kontrolündeki kantonların birleşmesini önlemekti. Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) Menbiç’i özgürleştirmesinden sonra Ankara tereddüt etmeden kendini Cerablus’a attı. O zaman da ifade etmiştik “Bu hamle İD’ye kalkan olmaktır.” diye. Bu belli ölçüde Ankara ve İD’nin çıkarlarının kesiştiği önemli bir bölgedir. İD, Menbiç yenilgisinin hemen ardından Cerablus, El-Bab, Azez Mare gibi stratejik önemdeki alanları SDG’ye kaptırmak istemedi. Bütün planlarını Esad’ın gitmesine göre kurgulayan Ankara, savaşın her safhasında aktif rol aldı. Son dört aydır Ankara’yı destekçi konumdan savaşçı pozisyonuna getiren etken önüne kattığı unsurlarla daha fazla kaybetmek istememesidir. Esad’ın gidişini sağlayamayan Ankara’nın neredeyse tek hedefi Kürtlerin önüne geçerek etkinliklerini kırmaktır. Ortadoğu’yu Ankara üzerinden konuşurken politik hezeyan ve kayıplar öne çıkıyor. Destek

sunduğu hiçbir grup başarı kaydedemedi. Bu sadece Ankara için geçerli bir sonuç değil. Batı ve Körfez ülkeleri için de aynı durum söz konusudur. Hepsi aynı gemi içinde Ortadoğu’nun bataklığına saplandı. Halep’teki varlıklarını sonlandıran gruplar Ankara’nın çabalarıyla İdlip ve Antep’e getirildi. Tahliyeler gerçekleşirken Erdoğan’ın öncülük ettiği İslamcıların “İran ve Rusya Halep’te katliam yapıyor, sivilleri öldürüyor” propagandasıyla içeri ve dışarı politik etki etme çabaları büyükelçi suikastıyla son buldu. Büyükelçi suikastı kim tarafından yapılmış olursa olsun Ankara’nın dış politikasında eksenin tamamen kaymasına neden oldu. Suikastın ertesi günü Moskova’da gerçekleşen Suriye toplantısına katılan Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun çantasında “muhalif ” diye tariflediği (ElNusra, Ahrar-u Şam dahil) grupların vurulmasının önüne geçmek ve bunların muhatap olarak görülmesi yer alıyordu. Sonuç olarak Çavuşoğlu çantasındakileri Moskova’ya götüremedi. Toplantıda kolu kanadı yere düşmüş, itibarsız bir ülkenin temsiliyeti Çavuşoğlu’na kısmet oldu. Basın toplantısı esnasında bakanların arkasında duran İran koruma polisinin Türk polisini göz markajına alması Ankara’nın durumunu açıklamaya yetiyordu doğrusu. Moskova görüşmelerinden çıkan metinde yer alan maddeler Ankara’nın Suriye politikasının inkârı niteliğinde. “İran, Rusya ve Türkiye, içerisinde pek çok etnik grubu barındıran, çok mezhepli, demokratik ve seküler bir devlet olarak Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliğini, bağımsızlığını, birliğini ve toprak bütünlüğünü tamamen destekliyor.” üç ülkenin imza attığı maddelerin sadece bir tanesi. Yakında Erdoğan’ı Beşşar Esad’ın elini sıkarken görmek hayal olmasa gerek. Ankara’nın Suriye politika-

sındaki eksen kayması sadece Rusya ile gelişen süreçlere bağlayamayız. Burada belirleyici olan unsurlardan biri de Kürtlerin kazanımlarıdır. Bu aynı zamanda Ankara’nın gözünü kör edercesine istila ettiği topraklardaki nüfuzunu artırmaya itiyor. İslam Devleti, Halep karşılığında ElBab’a yerleşmeyi seçen Ankara’yı intihar eylemleri ve diri diri yaktıkları TSK’ya mensup askerlerin görüntüleriyle karşıladı. Bölgeden edindiğimiz bilgiler hiç de yandaş medyanın “Fırat Kalkanı Destanı” ile örtüşmüyor. TSK’nın birlikte savaştığı ÖSO güçlerinin para karşılığında İslam Devleti’ne sattığı yerlerin ve savaş alanından kaçtığı gerçeğinin üstü kurgu haberlerle örtülemiyor. Suriye üzerine kurulan denklemde birçok “çözüm” toplantıları gerçekleşti. Cenevre, Riyad bunların başında geliyor. Şimdi Moskova’da imzalanan anlaşma ile bozguna uğramazsa Astana’da yürütülecek. Bu görüşmelerde Rusya ve İran Suriye devletini, Türkiye ise silahlı grupların temsilciliğini yapıyor. Yapılan üçlü anlaşmanın ilk pratiği 30 Aralık’tan itibaren geçerli olacak ateşkestir. Ateşkes süresince Rusya Suriye devletinin, Türkiye ise silahlı grupların garantörlüğünü yapacak. Rusya için bu pek zor olmasa da Türkiye açısından bunu söylemek pek kolay olmayacak. Ateşkes açıklamasının ardından sahadaki gruplar kazan kaldırmayı ihmal etmedi. Zira Şam’da bulunan Rus büyükelçilik binasının füzeyle ikinci defa vurulması ateşkes ilanına cevaptı. Ankara’nın bütün çabaları Kürtlerin Suriye’deki kazanımlarını yok edemez. Bu hayal Suriye’de askeri varlık gösteren hiçbir ülkenin vermediği kadar yüksek kayıplara neden olmaktadır. Ödenen bedellerin hiçbiri Ankara’nın önünü açacak gibi görünmüyor. Hayaller El-Bab da patlayan bombalarla, İD’nin ele geçirdiği askeri mühimmatlarla yok oluyor. Savaş da barış da tercih meselesi!


Ocak 2017 / Sosyalist Dayanışma

DIŞ POLİTİKADA HAYALLER VE HAYATLAR

İ

ki askeri yakılarak öldürülen, bayrağı ayaklar altında olan bir ülke, onun askeri, düşmanlarının büyümesinden beslenen bir iktidar, Suriye tezkeresine iştahla oy veren AKPCHP-MHP üçlüsü, o kanlı manşetleri ve yalan haberleriyle gerçekleri gizleyen, iktidar sözcülüğü yapan medya ve her asker polis şehit olduğunda sokaklara dökülüp HDP parti binalarını yakıp toplumun gerçek muhaliflerine linç kampanyası yürüten bu arkadaşlar nerede? Kendi askerlerinin diri diri yakılması karşısında neden susuyorlar? Bu suskunluğun hikayesi daha eskiye dayanır aslında. AKP iktidara ilk geldiğinde ABD’nin Irak’a Türkiye’ye üzerinden saldırmasının yolunu açacak tezkere meclise geldiğinde yine solcuların karşı çıkmasıyla ve AKP milletvekillerinin bir kısmının “Müslüman kardeşlerimizin üzerine bombalar yağdırılmasına nasıl razı geliriz!” demeleriyle tezkere meclisten geçmedi. Lakin ABD baskısını arttırarak tezkerenin tekrar meclise gelmesini sağladı. Ve bu sefer tezkere AKP milletvekillerinin büyük desteği ile onaylandı. Sonrası malum; “%99’u Müslüman olan” Türkiye halkı ve onların vekilleri Müslü-

man kardeşlerinin bombalanışını evlerinde televizyonlardan canlı bir şekilde izledi. Filistin’e yardım malzemesi götüren Mavi Marmara gemisine saldıran İsrail’i “One minute” çıkışıyla hizaya çeken kahramanımız neden sonra geri adım attı? Bir daha gitmem dediği Davos’a neden bir daha gitti? “Siz çocuk öldürmeyi iyi bilirsiniz?” diye İsrail’i azarlarken neden kendi ülkesinde çocuklar askerin, polisin, faşistin kurşununa kurban gidiyordu? Süleyman Şah Türbesi için şov yapan ama operasyonu eline yüzüne bulaştıran bu insanların, terör örgütü dediği YPG’nin yardımıyla operasyonu tamamlarken utançlarını bir gurur gibi gösteren medya, operasyonun haberini yaparken neden YPG bayraklarını göstermemek için kırk takla atıyordu? Halep’te cuma namazı kılacağız hayalleriyle yapılan cihad ortaklığı bataklığa sürüklenince, Esad bir kardeş bir düşman olunca, Cihadçılar Halep’ten kaçarken “Halep düştü” diye haber yapan medya her gün kendi kendini yalanlamak zorunda kaldı. Rus uçağının düşürülmesinden

sonra başlayan düşmanlığın yavaş yavaş tükürüğünü yutma refleksine dönüşmesi, ardından son olarak Rus Büyük Elçisi Karlov’un da göz göre göre suikast sonucu öldürülmesiyle tamamlanan süreç sonrası yine bir el pençe divan, ne yapacağınızı bilememe hallerini gülerek ama daha da çok kaygıyla izledik.

CİHAN DAĞ

Son olarak tezkere çığırtkanlığı yapan AKP, CHP ve MHP o yanan askerlerin küllerinin sorumlusudur. Ama en başta da iktidar. Muhalefet zaten kapılmış gidiyor bahtının (AKP’nin) rüzgarına... Terör örgütü demeye bile çekindiğin, öfkeli çocuklar diye tanımladığın, ülkende yüzlerce canı katletmiş bu canileri eleştirmekten kaçıp gizli sempati duyarsan, gizli ya da açık; Türkiye’deki örgütlenme faaliyetlerine göz yumarsan olacağı bu olur! Kendi büyüttüğün canavar yine seni yutar. Pardon, senin hiçbir günahı olmayan askerlerini Ortaçağ’ı aratmayacak bir canilikle yakarak, işkence ederek katleder. Sen ne yaparsın? Susarsın, hem de hiç susmadığın kadar!

23


Sosyalist Dayanışma / Ocak 2017

24


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.