Sosyalist Dayanışma Kasım 2016 Sayı 49

Page 1

Umutsuzluğun Üzerine Üzerine Yürüyelim Arkadaşlar Demokrasi İçin Elimizi Taşın Altına Koyma Zamanı FİYAT: 2 TL

YIL:6 SAYI:49 KASIM 2016

WWW.SODAP.ORG /SODAP

/SODAP74

“DİKTATÖRLÜK İÇİN SAVAŞ” OYUNUNU BOZACAĞIZ!

Ekonomi Militarizmi Ne Kadar Taşır? İşsizlik, Varlık Fonu ve Sermaye Birikimi Proje Okullarına Saldırı Ülkenin Geleceğine İhanettir Kadınlar Yaşamın Her Alanında Şiddete Karşı Direniyor “Meşru Eylemlerde OHAL Vız Gelir” “Yeni” Cumhuriyete Doğru Vasıflı Vasıfsız İşçi Aranıyor İşçinin Taşeronu Yoktur Direnişçi Gençlik Manifestosu 52 No’lu TOMA Sağa Çek! Kadınlar Geliyor! Kimse Ayakta Değil, Herkes Müge’yi İzliyor! “Ama Musul Bizimdi” Mehmet Akyol Işığıyla Mücadelemizi Aydınlatıyor! “Güneşli Günleri Göreceğiz!” Halkın Soytarısı: Dario Fo


Sosyalist Dayanışma / Kasım 2016

NİKBİNLİK

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 6, Sayı: 49 Kasım 2016 Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Sezgin KARTAL Adres: Piyalepaşa Mah. Şark Sk. No: 15/A Beyoğlu İstanbul İletişim Tel: 0535 922 82 68 İletişim Mail: info@sodap.org www.sodap.org Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34

2

Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli günler göre-ceğiz... Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar, ışıklı maviliklere süre-ceğiz... Açtık mıydı hele bir son vitesi, adedi devir. Motorun sesi. Uuuuuuuy! çocuklar kim bilir ne harikûlâdedir 160 kilometre giderken öpüşmesi... Hani şimdi bize cumaları, pazarları çiçekli bahçeler vardır, yalnız cumaları yalnız pazarları.. Hani şimdi biz bir peri masalı dinler gibi seyrederiz ışıklı caddelerde mağazaları, hani bunlar 77 katlı yekpare camdan mağazalardır. Hani şimdi biz haykırırız Cevap: açılır kara kaplı kitap: zindan.. Kayış kapar kolumuzu kırılan kemik kan. Hani şimdi bizim soframıza haftada bir et gelir. Ve çocuklarımız işten eve sapsarı iskelet gelir.. Hani şimdi biz.. İnanın: güzel günler göreceğiz çocuklar güneşli günler göre-ceğiz. Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar, ışıklı maviliklere süre-ceğiz..... Nazım HİKMET


Kasım 2016 / Sosyalist Dayanışma

UMUTSUZLUĞUN ÜZERİNE ÜZERİNE YÜRÜYELİM ARKADAŞLAR

C

umhuriyet’in, ilan edilişinin 93. yıldönümünde her anlamıyla ölümcül bir komada olduğu açık. Saray bu koma halini derinleştirerek kendisini ve projesini egemen kılmak istiyor. Siyasal İslam, küresel güçlerin yeni denge arayışlarının yansıdığı bölgesel savaşı bir fırsat olarak görüyor. Cumhuriyet’in Kürt sorunu konusunda yaşadığı büyük tıkanma, demokratikleşme yönünde bir çözümle aşılamadığı için alt-emperyal hedefler ve faşizmle, çöktürme planı ile aşılmak isteniyor. Erdoğan, siyasal İslam’dan tedirgin olan “cumhuriyetçi” kesimleri Ortadoğu’daki yağmadan pay almak ve Kürt sorununu “hal”etme kozlarıyla yedeklemek istiyor. Musul’a, Rakka’ya, Menbiç’e, El Bab’a dair atılan savaş naraları; Diyarbakır halkının iradesini hiçe sayarak eş belediye başkanlarının tutuklanması işlerin her açıdan daha da kızışacağının göstergesi olarak okunmalı. Peki bu saldırganlıkla nereye varabilecekler? 7 Haziran seçimlerinin ortaya çıkardığı demokratikleşme olanaklarını boğmak için oluşan savaş koalisyonu halklarımızın bir arada yaşama imkan ve umutlarını yağmalamak dışında hala kalıcı bir mevzi elde edebilmiş değil. Evet tüm güçleriyle saldırıyorlar, sokakları ve kentlerimizi istila ediyorlar, evet, sokaklardaki eylemlere katılan insanlarımızın sayısını azaltabiliyorlar, evet, korkuyu ve güvensizliği egemen kılmak için her yolu deniyorlar, ancak tüm bunlara rağmen hala büyük bir dağınıklık ve karmaşa içerisinde kendilerini duvardan duvara vurmakla meşguller. Erdoğan’ın “Musul operasyonunda her ne pahasına olursa olsun olacağız” hamasetinin akıbeti belli oldu. Bir dönem de Gazze’deki ambargoyu kaldırma

meselesi vardı şimdilerde hiç bahsedilmeyen. “Başika operasyonuna destek verdik” açıklamasına Barzani’den akşamına yalanlama geldi. Menbiç ve El Bab’a son derece yakın olan ÖSO birlikleri kıpırdayamıyor. Putin’le yapılan pazarlıkta Türkiye’nin kozunun “El Nusra’yı Halep’ten çekmek” olması bile aslında durumun bütün pespayeliğini açıkça ortaya koymuyor mu? Türkiye kendi kendine sinirden bağıran çağıran, ev ahalisine eziyet eden ancak dışarıdakilere ağzını açamayan kıfayetsiz bir ev erkeği kılığında değil mi? Ortaya saçılan devasa savaş planları dışarıdan düzenli ve önemli miktarda döviz girişine bağımlı bir ekonomi tarafından mı finanse edilecek? “Yedi düvele” karşı onlardan çekilen sıcak parayla mı dövüşülecek? Dünyanın en büyük 10 ekonomisi içerisine sermaye ve teknoloji transferine bağımlı bir kentsel dönüşümcü, mega projeci halde mi girilecek? En küçük kıpırdanışta doları 3,10’un üstüne çıkaran ekonomik türbülanstan Yiğit Bulut’un aklı ile mi çıkılacak? Halkların iradesi tutuklamalarla, gözaltılarla mı teslim alınacak? İnterneti kesilen, hayatı yaşanmaz hale getirilen, sokaklara çıkmaması için binlerce polisin seferber edildiği Amed halkı bu biçimde mi değerlerinden vazgeçecek? Buna inanan varsa Feleknas Uca’nın TOMA’ya, polise karşı direnen dik başına hiç mi bakmaz? Kadınlar tekmeciler sokağa salındı diye evlere mi kapanacak? Proje okullarında AKP’nin zulmüne karşı geleceklerini savunan gençler, öğretmenleri sürgün edildi diye diktatörlüğe biat mı edecek? Emekçiler iş güvenceleri ortadan kaldırıldı diye saltanatı mı savunacak? Evet, çok saldırıyorlar çünkü ellerinde ikna edici, halka umut

verecek hiçbir program kalmadı. Yalan ve devlet terörü dışında yarattıkları büyük yıkımın altında kalmaktan kendilerini kurtaracak hiçbir yol kalmadığını görüyorlar. Onların da her gün daha yüksek dozuna ihtiyaç duyuyorlar. Bu sürdürülebilir bir durum değildir. Savaş koalisyonu yenilmeye mahkumdur. Baskı ve zorbalık bu çöküşü ancak bir miktar geciktirebilir. Sorun onu yıkacak iradeyi inşa edebilmektir. Şu asla unutulmamalı bugün devrim ve demokrasi güçlerinin en önemli düşmanı faşizm değildir. Umutsuzluktur, yalnızlaşmadır, köşesine çekilmedir, çaresizlik hissidir. Faşizm bu hisleri yaratabildiği oranda amacına ulaşır. Amacına ulaşamayan faşizm ise daha fazla saldırganlaşsa da çöküşten kaçamaz. Faşizm bugün kendisini bir savaş ekseninde ayakta tutmaya çalışıyor. O zaman demokrasi güçleri ne yapıp edip savaşı Saray’ın elinde bir olanak olmaktan çıkarmalıdır. Ortadoğu’da pirince giderken eldeki bulgurdan olma ihtimalinin yüksekliği halka doğru anlatılmalıdır. Bu koşullarda Ortadoğu’ya sefer olur ama sonu zafer değil devasa bir yıkım olur. Türkiye toplumu kendi içindeki fay hatları ve zayıf ekonomisi ile bu seviyedeki bir çatışmadan daha fazla kaosa bulanmadan çıkamaz. Erdoğan kendisini doğrudan

Başkanlığa taşıyacak bir projeye sahip olabilir. Kaosun derinleşmesini kendisi için bir avantaja dönüştürmek de isteyebilir. Ancak toplum bu bedeli ödemek zorunda değildir, ödemeyecektir! Kıran kırana bir sürecin içinden geçiyoruz. Saray, halkın direniş olanaklarını elinden almak için zoru şiddetlendiriyor. Ancak direniş kendisine yeni kanallardan akacak yeni damarlar yaratmaya devam ediyor. Yandaş basın, yalanlarla umutsuzluk yaratmaya, çaresizlik hissini geliştirmeye çalışıyor. Ancak hem yerel ölçekte hem de merkezi düzeyde arayışlar, çabalar, toparlanmalar ısrarla devam ediyor. Devlet HDP’nin sesinin duyulmasını engellemek için devasa bir ambargo geliştiriyor. Ancak HDP tüm imkansızlıklara rağmen her taşın altından çıkmaya devam ediyor. “Bunlar Erdoğan’la anlaşacak” demelerinden daha bir sene geçmeden el çabukluğu ile Erdoğan’ı başkanlığa taşımak için kolları sıvayan Bahçelilere, Perinçeklere inat demokrasinin ve özgürlüklerin savunusunu her ne pahasına olursa olsun büyütüyor. Sonuç olarak, Saldırıyorlar ama yenilecekler. Direniyoruz, direneceğiz. Umutsuzluk çöllerini kardelen direngenliği ve pırıl pırıl bir gülüşle umuda boyayacağız.

3


Sosyalist Dayanışma / Kasım 2016

DEMOKRASİ İÇİN ELİMİZİ TAŞIN ALTINA KOYMA ZAMANI SERPİL KEMALBAY

E

rdoğan’ın neoliberal, tek adam otoritesine dayanan, tek tipçi, dinsel referanslı bir sistem kurmak istediği biliniyor. Tek adam sistemini şimdiden kurdu. OHAL ve KHK ile ülkeyi çılgınca yönetiyor. Parlamentoyu fiilen işlevsizleştirdi. Dokunulmazlıkları kaldırdı. Gazeteleri kapatıyor, seçilmişleri tutukluyor, medyayı karartıyor, 130 bin kamu çalışanını görevden uzaklaştırıyor, rektörlük seçimlerini kaldırıyor… Şimdi artık bu tekçi iktidarını nasıl kalıcılaştırabileceğinin hesabını yapmaktadır. Fakat bütün bu faşist uygulamaları tek başına Erdoğan’a ve AKP’ye mal edemeyiz. Bıçak sırtında da olsa faşist politikalarını yürütebilmek ve iktidarını sürdürebilmek adına cemaatten sonra yeni ittifaklar edindi. Yaşanan savaşın, neoliberal yağmanın,

4

yıkımın, saldırıların sorumluları arasında bu ittifakı oluşturanları da saymak gerekir. Erdoğan kadar ona yol verenler de faşizmin taşlarını döşediler. Demokrasi için güç birliği yapacağımız dinamiklerle hareket ederken, demokrasi bloku oluşturmak için çalışırken önümüzü daha iyi görebilmek adına bu noktanın üstünde biraz durmakta fayda var. Yenikapı’da ilan edilen ‘milli mutabakat’ fotoğrafına giren Cübbeli Ahmet Hoca’dan Ağar’a, Hulusi Akar’a pek çok figür vardı. Elbette bunların hiçbiri demokrasi güçlerinin gözbebeği değil. Partilerin ittifakına baktığımızda ise orada CHP’yi görüyoruz. Erdoğan ve AKP; MHP ve CHP ile birlikte Yenikapı ruhunu oluşturdu. Zaten MHP, AKP’nin yan kolu olarak çalışıyor. Ona bir diyecek yok. Fakat CHP öyle değil. Erdoğan’a esip gürlerken mangalda kül bırakmıyor. CHP’nin Erdoğan karşıtlığı üzerinden kurduğu retorik onun Yenikapı ruhundaki rolünü görünmez kılmamalı. Savaş bloku içerisinde durarak Türkiye’de demokrasi ve barışı savunmak nasıl mümkün olabilir ki? Sadece son süreçteki tutumu ile değil, esasında 8 Haziran’dan bu yana CHP temel konularda Saray ile ters düşmemeye çaba harcayarak en ciddi eleştiriyi hak

ediyor. Şimdiye kadar Erdoğan’ı güçlendirecek bütün hamlelerde evet, dediler. HDP vekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasından tezkereye evet, demeye kadar pek çok şekilde CHP duruşunu gösterdi. Türkiye’nin sorunları bu kadar ağırlaşmışken çürüyen dökülen statükonun çatlaklarını sıvamak adına elindeki fırsatları kullanmayı tercih etmedi. Demokrasi güçleri içerisinde CHP’ye yakın duranların bu duruşu eleştiriye tabi tutmamış olması düşünülemez. 10 Ekim’den bu yana kurulması için çalışılan demokrasi blokunun bu kadar gecikmesinde ve sancılı yaşanmasında bu durum da etkili oldu. Şüphesiz sokağın İŞİD eliyle canlı bomba saldırıları ile terörize edilmesinden demokrasi cephesinin en dinamik gücü olarak HDP ile birlikte hareket ediliyor olmasının bazı yapılarda yaratacağı tereddütlere kadar başka sebeplerle beraber… Neyse ki sancılı geçen onca zamandan sonra nihayet demokrasi bloku kurulabildi. Hem de bir değil iki koldan. Ağustos ayında ilan edilen Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği’nin başını dörtlü (KESK, DİSK, TMMOB, TTB) çekti. 23 Ekim’de kurultayını yapan Demokrasi İçin Birlik’te başta Rıza Türmen ve İbrahim Kaboğlu olmak üzere başı çeken eski CHP, HDP, SHP ve BDP milletvekilleri oldu. Bu süreçte aydın, yazar ve sanatçıların yanı sıra sol parti, platformlar ve DKÖ’ler de var. Emek ve Demokrasi İçin Birlik’in ilk ortak işi olan 1 Eylül mitinginde kendi görüşlerinin dikkate alınmamasını gerekçe göstererek TMMOB’un ayrılması demokrasi güçleri içindeki kırılganlığı gösteriyor. Bileşenlerin bu hassasiyetleri aşma becerisi sert rüzgarların karşısında ezilenleri güçlendireceği için çok

önemli. Her iki demokrasi bloğunda da içeride ve dışarıda yürütülen savaş politikalarının durdurulması, Kürt sorununun birlikte ve eşit yaşam temelinde barışçıl, demokratik yol ve yöntemlerle siyasal çözümünün vurgulanması da olumluluk olarak görülebilir. Bu çizgide ne kadar çok ortaklaşılırsa demokrasi güçlerinin büyümesi ve güçlenmesinin o kadar mümkün olacağı ortadadır. Çünkü neoliberalizm, kent yağması, demokratik laiklik, cinsiyet kimliği vb. meselelerde ortaklaşmak buradaki kadar zor olmuyor. Velhasıl demokrasi güçleri henüz gücünü toparlayabilmiş değil. Böyle giderse faşizmin karşısında ne kadar durabilir, içinde ciddi kaygı ve sorular barındırıyor. Halihazırda Erdoğan ve AKP faşizminin saldırılarına karşı bir tek HDP dikilebiliyor. Diyarbakır Belediyesi Eş Başkanlarının gözaltına alınmasının ardından birçok ilde sivil itaatsizlik direnişleri başladı. AKP iktidarı üç gündür Kürt coğrafyasında çok sayıda ilde interneti keserek direnişin duyulmasını ve yaygınlaşmasını önlemeye çalıştı. Ama dünya gerçekten küçükmüş. Feleknaz Uca’nın, Besime Konca’nın ve mücadeleye öncülük eden pek çok kadının direniş görüntüleri her yerde. Direniş bu kararlılıkla sürdükçe Batı’ya da moral aşılayacaktır. Şüphesiz bu topyekûn bir savaş. Faşizmin azgın saldırıları karşısında bütün demokrasi güçlerinin elini taşın altına koymasına ihtiyaç var. HDP’nin başlattığı direniş çizgisinin yükseltilme sorumluluğu faşizme karşı duracak bütün dinamiklerin, devrimcilerin, demokrasi güçlerinin omuzlarındadır. Faşizm geldi, beklesek de kendiliğinden gitmeyecek. O halde herkes elini taşın altına koymalı, herkes omuz vermeli.


Kasım 2016 / Sosyalist Dayanışma

EKONOMİ, MİLTARİZMİ NE KADAR TAŞIR?

P

olitik riskler ağır aksak ayakta durmaya çalışan ekonomi tarafından taşınabilecek mi? Türkiye’deki siyasi rejim tartışmaları yürütülürken Almanya ve Hitler dönemi ile karşılaştırmalar sayıca artmaya başladı ancak işin bir de ekonomi boyutunu hesaba katmak gerekiyor. Alman ekonomisi militarizm ile sanayileşme hızını sentezleyerek o dönemde devasa bir savaş makinesini inşa etmeyi başarmıştı. Türkiye ekonomisinin durumu düşünüldüğüne ülke, bugün bu devler sofrasında kendi jeopolitik değerini pazarlamak dışında bir olanağa sahip mi? Türkiye ekonomisi bir savaş makinesini finanse edebilecek olanaklara sahip mi? En son Moody’in not düzenlemesi sonrasında dövizde ortaya çıkan tablo bile aslında bu sorunun cevabını vermeye yetiyor. 28 Ekim itibariyle dolar kuru Türkiye tarihinin rekoru olan 3.122’yi aşmış görünüyor. Döviz ile borçlanmış şirketler açısından kabus bir tablo olduğu çok açık. Bu şirketlerin önemli bir kısmı 15 Temmuz sonrasında yabancıların önemli oranda piyasadan çıkması sonrasında 11 milyar dolar döviz satarak dolardaki ateşi dindirmişlerdi. İçerideki faiz oranlarının görece yüksekliği dövizden Türk lirasına geçişin maliyetini görece düşürmüştü. Ancak Merkez Bankası’nın faizleri düşürme politikası hem de şirketlerin kısa vadeli döviz yükümlülüklerindeki artışlar, içeriden döviz satışlarının tampon etkisini azaltmış görünüyor. Bloomberg’in haberine göre şirketlerin bu konuda döviz arz etme kapasitesi oldukça sınırlanmış durumda, çünkü döviz fiyatlarındaki aşırı hareketlilik döviz pozisyonundaki açıkları bu şirketler açısından son derece yıkıcı hale getirebilir. Önümüzdeki günlerde bu şirketler döviz açıklarını kapatmak

için alıma başlarlarsa dolar kurunda o zaman çok daha ciddi bir kırılmanın yaşanabileceği düşünülüyor. Türkiye ekonomisinin kırılganlıkları son derece yüksek. Ülkelerin tahvillerini satın alırken üstlenilen riski gösteren endeks CDS açısından bakıldığında Türkiye bütün yükselen piyasalar (emerging markets) içinde 2. sırada görünüyor. 250 risk puanı ile kısa süre önce bir tür sivil darbe ile başkan değişimi yaşayan Brezilya’yı takip ediyor. Önümüzdeki günlerde Fitch’in de Türk ekonomisi ile ilgili bir değerlendirme yapması bekleniyor, bu değerlendirmeden de not düşmesi gelmesi yabancı fonların çıkış hızını arttırabilir. Bu durumda sene sonuna kadar dolar kurunun 3.30’a kadar çıkması bekleniyor. Politik krizin ardında kısmen gölgede kalan ekonomik kriz, özellikle kimi önemli alışveriş noktalarında kapanan dükkanların sayısında artış, işsizlikte %10’un üzerinde istikrar kazanma, tüketicilere kullandırılan kredilerde düşme (“Bu sene kredi büyümesi istediğimiz kadar olmadı. Sektörde dokuz ayda %8 büyüdük. Geçen sene bu oran %13’tü.Tüketici kredilerine baktığımızda reel anlamda küçüldü diyebiliriz.” Garanti Bankası Genel Müdürü Fuat Erbil 28.10.2016, Cumhuriyet), kişi başına düşen gelirin 9000 dolar seviyesinde sıkışması, konut-ev satışlarında duraklama ve fiyat düşüşü, ülkeye gelen turist sayısında yıllık %35 azalma, ekonomik güven endeksinin bir önceki aya göre %8 azalarak dibi bulması olarak önemli işaretler veriyor ancak savaş naralarının yarattığı toz duman ve OHAL koşulları burada biriken sorunların konuşulabilir olmasını engelliyor. ABD’den gelen verilerin Aralık ayında FED’in faiz artışı

ihtimalini arttırması ve petrol üreten ülkelerin petrol fiyatlarını yükseltmek için görüşmeleri hızlandırması Türkiye ekonomisi için riskleri arttıran etkenler. Taslağı geçtiğimiz hafta kamuoyuna sunulan 2017 bütçesi ise devletin artan savaş giderlerini finanse edebilmek için dolaylı vergiler dışında yeni kaynaklar yaratmakta zorlandığını bir kez daha ortaya koydu. 2017 bütçesinde göze çarpan en önemli rakamlardan bir tanesi bütçe açığının 46,9 milyar dolara ulaşarak bir önceki yıla göre %60’lık bir artış göstermesi. Türkiye ekonomisinin son birkaç yıldaki en sağlam destek noktalarından bir tanesi olan bütçe dengesinde işlerin iyiye gitmediği gözüküyor. Bu artışın en önemli sebebi ise hiç kuşku yok ki 2016’da büyük bir hızla yükselen savaş harcamaları. Ekonominin ikinci çeyreğinde %3,2’lik büyümenin de büyük oranda %25 artan savaş harcamalarından kaynaklandığı düşünülürse bütçe açığının sebebi daha da iyi anlaşılacaktır. Sonuna kadar kullanılan Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık örtülü ödenekleri de düşünüldüğünde Erdoğan’ın “Menbiç’e de yürürüz Rakka’ya da, Musul’a da” çığırtkanlığı ile özetlenebilecek savaş politikalarının ekonomi için ne derece yıkıcı sonuçlar yaratabileceği daha da iyi anlaşılabilir. Satın alma gücü son 3 yılda %36 azalan halkın savaştan sadece can kayıpları olarak zarar görmeyeceği hiç akıldan çıkarılmamalıdır.

M. SİNAN MERT

2017 bütçesinde toplanması beklenen 511,1 milyar lira toplam verginin 136,4 milyarının ÖTV’den elde edilecek. ÖTV ve KDV toplam miktarı ise 322,9 milyar lirayı bulması bekleniyor. ÖTV’nin 66,5 milyar liralık kısmı petrol ve doğalgaz ürünlerinden, 36,6 milyar liralık kısmı ise tütün mamullerinden elde edilecek. Holdinglerin ve şirketlerin ödediği kurumlar vergisi miktarı ise (46,2 milyar lira ile) sigaradan elde edilen verginin sadece 10 milyar fazlası. Sermayenin toplam olarak devlet bütçesine katkısı neredeyse sigara içenlerin seviyesinde. Uzun lafın kısası emperyalist merkezlerden gelecek fon akışlarına bağımlı, yatırımları neredeyse durmuş, tasarruf oranı rekor seviyede düşük, ekonomisi canlılığını yitirmiş, hayalleri kentsel dönüşüm ve Kanal İstanbul’a sıkışmış, kentsel rant yaratma dışında perspektifini kaybetmiş, büyük sermayesi sigara müptelaları kadar ancak vergi veren bir kapitalist ekonomi, militarist bir savaş makinesini besleyemez. Erdoğan’ın Suriye ve Irak tiratlarını bir de bu açıdan değerlendirmek gerekiyor.

5


Sosyalist Dayanışma / Kasım 2016

İŞSİZLİK, VARLIK FONU VE SERMAYE BİRİKİMİ ÇINAR ENGİN

Zorunlu bireysel emeklilik, zorunlu karşılık oranlarının arttırılması, Varlık Fonu gibi uygulamalarla yurt içi tasarruflar artırılmaya çalışılıyor. Ancak kişi başına ortalama bireysel kredi borcunun on beş bin lira, ortalama kart borcunun üç bin lira olduğu bir ekonomide borçlu olan kesimi yine tasarruf oranlarının arttırmanın kaynağı olarak görmenin deli saçmasından bir farkı kalmıyor.

6

E

konomik krizin geç kapitalistleşmiş ülkelerde belki de en önemli sonuçlarından biri ekonomideki yavaşlamaya paralel olarak daha yerleşik işsizliği arttırmış olmasıdır. 1970’lerde yaşanan kriz için neoliberalizmin sunduğu reçete 2008 kriziyle artık sınırına dayandı. Türkiye’de ilahlaştırılan inşaat sektörü ile iç talep artışı kamçılanmaya çalışılırken bir yandan da yüksek faiz oranları ile dışarıdan yeni yatırım kaynağı çekilmeye çalışılıyor. Ancak ne iç talep artışı ne de dışarıdan gelen finansal kaynağın istikrarlılığı söz konusu değil. Zaten dışarıdan gelen sermayenin de istihdam arttırıcı doğrudan yatırım şeklinde değil sıcak para olarak geliyor olması da Türkiye’nin ekonomik bunalım halinden kurtulması bir yana, herhangi bir hamle yapmasının önünde engel olarak duruyor. Bu durum işsizlik oranları başta olmak üzere enflasyon ve döviz kuru artışlarında da kendini gösteriyor. Dolar tarihi zirveyi aşarak 3,12’ye kadar yükseldi. Burada FED’in faiz arttırması beklentileri ve Merkez Bankası’nın faiz oranlarını düşürme politikasının yanında iktidarın savaş ve OHAL politikalarının da etkisi var. Temmuz ayı işsizlik verileri açıklandı. İstatistiklere göre Türkiye’de Temmuz ayında işsizlik oranı ekonomideki yavaşlamanın etkisiyle geçen yılın aynı dönemine göre 0,9, Haziran ayına göre ise 0,5 puan artarak yüzde 10,7’yle 5 ayın en yüksek oranına çıktı. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) mevsim etkilerinden arındırılmış işsizlik oranı ise %11,2 ile son 6 yılın en yüksek oranı durumunda. Ekonomideki yavaşlamaya bakarsak burada özellikle sanayi sektöründeki istihdam kaybı işsizlikteki yükselişte etkili olmuş. Haziran

döneminden Temmuz dönemine sanayide tam 76 bin kişi işsiz kaldı, eğitimde bir aylık istihdam kaybı ise 124 bin oldu. Türkiye’de son birkaç yıldaki işsizlik verilerine bakalım: TÜİK’in son verilerine göre Türkiye’de işsizlik %10,7 seviyesinde. Yani küresel işsizlik oranının iki katı. İşsiz sayısı ise 3 milyon 147 bin. Genç nüfusta işsizlik ise %19,3’lerde. Hükümetin son açıkladığı Orta Vadeli Program’da işsizlik oranı, bu sene için %10,2’den %10,5’e, 2017’de %9,9’dan %10,2’ye, 2018’de %9,6’dan %10,1’e yükseltilirken, işsizliğin 2019’da da %9,8 olacağı öngörüldü. ILO’ya göre ise 2016’da Türkiye’de işsizlik oranı %10,5, 2017’de ise %10,4 olacak. Bugün nüfusun %92,1’i kentlerde yaşıyor. Ancak kentlerde yeterli istihdam yok, kırdaki nüfus ise kendi geçimini sağlayabilecek yeterli gelir sağlayamıyor. 2016 yılı itibariyle 15 yaş üzeri nüfus 58,7 milyon ama bunların işgücüne katılımı 30 milyon civarında. Yani yüzde 50’den biraz fazlası işgücüne katılıyor. Bunların da 3,3 milyonu iş arıyor, ama bulamıyor. 2,3 milyon bir yedek emek ordusu daha var ki onlar da iş aramaktan umudunu kesmiş ve “Ama iş bulursam çalışırım!” diyenler. Böylece işsiz sayısı 5,6 milyonu bulmuş durumda. Resmi işsizlerin 1 milyona yakını genç; 15-24 yaş arasında. Diplomalı işsiz çoğalıyor. Üniversite diploması olup da iş bekleyenlerin sayısı yine 1 milyona yaklaşıyor ki bunlar resmi rakamlar. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın şehir hastanelerinin açılış konuşmasında, işsizlik oranlarındaki artışa ilişkin olarak, “Kadınlarla gençlerden kaynaklanan iş gücündeki artış oranı önümüzdeki yıllarda da süreceği için, işsizlik seviyesi-

ni ‘hemen düşüremeyecek olsak da’ aşamayacağımız bir sorun değildir.” diyor. Aslında kaba bir tabirle yerleşik işsizlik oranı diyebiliriz. Verilere bakarsak Türkiye’de 1980 ile 1999 yılları arasında ortalama yüzde 7,6 olan işsizlik oranı, 2000-2016 yılları arasında yüzde 9,4’e yükselmiştir. Ortalamayı 2003 sonrasından itibaren aldığımızda karşımıza yüzde 9,8 oranı çıkmaktadır. Bu da bize işsizlik oranının yüzde 10’lara yerleştiğini göstermektedir. Zaten küresel ekonomide de ILO son raporunda küresel işsizlikte 2016 yılında hemen hemen 2,3 milyon, 2017 yılında ise 1,1 milyon daha artış olmasını bekliyor. Yani iki yılda işsiz sayısı 3,4 milyon daha artacak, yani 2017’de dünyada 200 milyonun üzerinde işsiz olacak. Durum ne Türkiye’de ne de dünya genelinde pek iç açıcı değil anlayacağınız. Türkiye’nin içinden geçtiği ve 2017’de yaşayabileceği koşullar risklerin azalması değil, artması yönünde işaretler taşıyor. Ekonomide kırılganlıklar artıyor. Yatırımlardaki artış 2016’da yüzde 0,1’de kaldı. Büyümenin omurgası sayılan iç talepteki düşüş, bölgedeki risklerin artmasından da etkileniyor. Suriye ve Irak’a dönük müdahaleler, Kürt coğrafyasında sürdürülen savaş politikaları, Türkiye’yi savaştaki bir ülke olarak gösteriyor. Bu, bir yandan turist ziyaretlerini öte yandan da sermaye girişlerini olumsuz etkiliyor. Turizm sektöründe Eylül ayına ilişkin verilerde, Türkiye’ye gelen turist oranı geçen yılın aynı dönemine göre %33 azalmış durumda. Orta Doğu’daki gelişmelerin ne yönde seyredeceği, Türkiye hükümetinin “içimizdeki ve sınırımızdaki tehdit” olarak adlandırdığı Kürt Özgürlük Hareketi’yle hem bölgede hem ülke içinde sürdürdüğü çatışma da ülke riskinin bir diğer


Kasım 2016 / Sosyalist Dayanışma

önemli bileşeni. Burada askeri/ savaş harcamaları ne kadar ekonomiyi genişletici etki yapsa da, bu müzakere ve diyalog yoluyla çözme yerine savaş politikaların tercih edilmesi haliyle ülke riskini yukarı yönlü etkiliyor. Tüm bu hengamenin gelip bağlandığı yer ise sermaye birikiminin sürekliliğini sağlamak. Burada aslında iki önemli nokta var. İlki “Sermaye birikiminin sürekliliği nasıl sağlanacak, çarkı nasıl genişleteceğiz?”. İkinci olarak da “Sürekliliği sağlanan sermaye kim tarafından kontrol edilecek?”. Bir taraftan FETÖ soruşturmaları, el koymalar, kayyum atamaları gibi yöntemlerle 1 milyar doların üzerinde el konulan bir sermaye var. Burada yeşil sermayenin kendi iç kapışmasını görüyoruz ve Türkiye’de bu sermayenin denetimi artık iktidarda. Bir de inşaat sektörünü ve çevre, tarih, kültür düşmanı mega projeler ile de pek çok kamu kaynağını kendi yandaşlarını palazlandırmak için kullandığını görebiliyoruz. Diğer yandan ve daha önemli olan ise sermaye birikiminin sürekliliğini ve çarkın genişlemesini sağlamak. Bu da kıdem tazminatının kaldırılması, İşsizlik Fonu’nun Varlık

Fonu’na devredilmesi, emek gücünün daha da ucuzlaştırılması gibi emek alanına yönelik saldırılarla sağlanmaya çalışılıyor. Türkiye iç tasarruflarıyla ile ihtiyacı olan kaynağı yaratamıyor ve yıllık yüzde 4-5 büyüme için dışarıdan kaynak gelmesi gerekiyor. Türkiye’de tasarruf oranlarının yetersizliği iç ekonomiye dayalı büyüme stratejisini boşa düşürüyor. Zorunlu bireysel emeklilik, zorunlu karşılık oranlarının arttırılması, Varlık Fonu gibi uygulamalarla yurt içi tasarruflar artırılmaya çalışılıyor. Ancak kişi başına ortalama bireysel kredi borcunun on beş bin lira, ortalama kart borcunun üç bin lira olduğu bir ekonomide borçlu olan kesimi yine tasarruf oranlarının arttırmanın kaynağı olarak görmenin deli saçmasından bir farkı kalmıyor. Orta Vadeli Program’da hedeflenen büyüme oranına ulaşabilmek içinde, görünür gelecekte geriye bir tek dış kaynak girişi kalıyor. Dış kaynak girişi belirli ölçülerde sağlanıyor ancak sürdürülebilir bir kaynak girişi değil. Zaten üç kredi derecelendirme kuruluşunun ikisinin de Türkiye için not indirimine gitmesi, dış kaynak girişini zora sokmuş durumda. Varlık Fonu esasen tasarruflarının milli gelire oranının yüksek

olduğu ülkelerde yaygınlaşmış ve esasen amacı da cari fazladan dolayı oluşan sermayeyi uluslararası piyasalarda değerlendirmek üzere sermaye ihracını sağlamak. Türkiye’de ise bu fonun kaynağı İşsizlik Fonu, Emeklilik Fonu, savunma sanayi, bireysel emeklilik sistemi ve özelleştirme gelirlerinden sağlanacak. Burada en büyük payı İşsizlik Fonu oluşturuyor. Herhangi bir yere borç ödüyor olmanın dahi işsiz sayılmamak için yeterli olduğu bir ülkede işsiz sayılıp hem de İşsizlik Fonu’ndan yararlanmak büyük lüks. Haliyle İşsizlik Fonu işsizlerden çok sermaye çarkını döndürmek için Varlık Fonu’na aktarılacak. Önemli olan nokta ise bu fonun Sayıştay denetimine tabi olmaması. Fonun kaynağı belli iken bu kaynakların nereye kullanılacağı ise; denetime tabi olmaması ilk etapta yolsuzluğu getiriyor akla. İktidarın Kürt coğrafyası başta olmak üzere Ortadoğu’da yürüttüğü savaş politikalarının harcamalarını finanse edilmesi de bir başka kalem olacaktır. ILO Genel Direktörü Guy Ryder istihdama dair şunları söylemiştir: “Gerek yükselen gerekse gelişmekte olan ekonomilerde, ayrıca giderek artan biçimde gelişmiş ekonomilerde, çok sayıda

kadın ve erkek çalışan düşük ücretli işleri kabul etmek zorunda kalıyor. İşsiz insan sayısı kimi AB ülkeleri ile ABD’de azalmış olsa bile çok sayıda insan hala işsizdir. Bu durumda, insana yakışır iş fırsatlarını artırmak için ivedilikle harekete geçmemiz gerekmektedir; yoksa yoğunlaşan toplumsal gerilimlerle karşılaşma riski bizi beklemektedir.” Daha küresel çapta ekonomilerde de Türkiye’de de sistemin tıkanmalarını açacak, ekonomik herhangi bir hamle görünmüyor. 15 Temmuz sonrasında politik kriz ekonomik bunalım halini bir nebze silikleştirmiş olsa da önümüzdeki günlerde bu bunalım halini daha da fazla hissedeceğiz. Sermayenin yeniden üretimini güvence altına alabilecek politikalar yine emek alanına dönük saldırılar olacak. Dolayısıyla bizim de bu yoğunlaşan toplumsal gerilimlerden açığa çıkan öfkeyi iktidara kanalize edebilmek ve gelecek saldırılara karşı hazırlıklı olmak için emek alanına şimdiden yığınak yapmak önümüze koyduğumuz görevlerden biri olmalıdır. Erdoğan’ın diktatörlüğüne giden yol, Türkiye halkının emekçileri ile Kürdistan halkının mücadelesinin aynı şemsiye altında buluşmasıyla kesilecek.

7


Sosyalist Dayanışma / Kasım 2016

PROJE OKULLARINA SALDIRI ÜLKENİN GELECEĞİNE İHANETTİR! M. SİNAN MERT

15

Temmuz sonrasında AKP hükümetinin genel olarak eğitime ve özellikle de eğitim emekçilerine saldırıları nasıl değerlendirilmeli? Eski savaş Bakanı’nın milli Eğitim Bakanı olması demek ki öğretmenlere ve AKP’nin tam anlamıyla istediği gibi ele geçiremediği okullara saldırması hedefiyle gerçekleştirilmiş. 15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL koşulları hükümete eğitim sistemini istediği gibi yoğurma olanağı tanımış gibi görünüyor. AKP’nin proje okullarına saldırısında sınıfsal bir yön bulunduğu çok açık. Burhan Kuzu geçtiğimiz günlerde katıldığı bir TV programında “elitist” okullardan duyduğu nefreti katıldığı bir hakimler toplantısında Galatasaray mezunlarının kendisine yukarıdan bakması ile gerekçelendirdi. Çevreden gelenleri siyasi sistemin merkezine taşıyan bir hareket olarak AKP, ülkenin geleneksel köklü okullarını kendisine bir tür düşman olarak algılıyor. Bu okullar güçlü tarihleri ve kentli orta sınıflardan birikimli öğrenci çekebilme kapasiteleri ile AKP’nin projeleri için ayakbağı olmaya devam ediyordu. 2013 yılında yaşanan Gezi Direnişi aslında gerçek ruhunu en çok bu okullarda buluyordu. AKP’nin zihinsel çerçevesini çizdiği bir

8

ülke projeksiyonu bu okullarda okuyan öğrencilerin ve ailelerinin önemli bir kısmı için kabul edilemez hatta dehşet uyandırıcı olarak görülüyor. Bu okulların mezunları büyük oranda ya yurtdışında eğitim hayatlarına devam ediyorlar ya da ülkenin en iyi üniversitelerinden mezun olarak iş hayatı içinde son derece önemli pozisyonlara geliyorlar. AKP sermayeyi kendi projesine eklemleyebilme konusunda gösterdiği başarıyı bu kesimleri istediği oranda denetim altına alma konusunda gösteremiyor. ODTÜ, Boğaziçi gibi hükümet AKP projesi açısından çıbanbaşı olarak görülen üniversitelerin öğrenci tabanı da büyük oranda bu okullardan besleniyor. Bu okullar üzerinde denetim kuramamanın somut karşılığı ise kadro sorunu olarak yaşanıyor. AKP 14 yıllık iktidarına, Türkiye siyasi tarihinin ortaya çıkardığı en güçlü ve uzun dönemli iktidar partisi olmasına rağmen kadro sorununu bir türlü aşamıyor. Kadro sorunu Cemaat ile ve şimdi de Ergenekon ile yaşanan ittifakın en önemli gerekçelerinden yani AKP’nin en önemli yumuşak karınlarından bir tanesi. AKP bu okulları tam anlamıyla denetim altına alarak aslında orta vadede kadro sorununa dair de bir çözüm geliştirmek istiyor. Geçtiğimiz yıl sonunda gerçekleşen eylemler de AKP açısından bir tehdit algısı yarattı. Gezi’den sonra her kıpırdanmayı bir felaket senaryosu olarak okuyan AKP, nitelikli liselerde bir budama gerçekleştirmeyi önüne hedef olarak koymuş görünüyor. AKP’yi en fazla rahatsız eden konuların başında bu okullardaki öğrenci inisiyatifinin tam olarak denetim altına alınamaması geliyor. Gerçekten de proje okulu saldırısının hedeflediği liseler neredeyse tamamen öğren-

ciler eliyle yürütülen okullardı. Bu okullarda Türkiye liselerinin genelinden ayrışacak seviyede güçlü bir öğrenci inisiyatifi geleneği mevcuttur. Çoğu lisede kağıt üzerinde bile varlığı hissedilemeyen kulüpler bu okullarda son derece etkindir ve neredeyse tamamen öğrenciler tarafından yönetilirler. (Geçen sene sonunda okulun öğrencileri tarafından yazılan “Acil Yeni Müdür Aranıyor” isimli bildirideki şu kısma dikkat: “NOT: Okulu zaten öğrenci yönetiyor. Evde oturup öğrenciye çok sataşmasanız yeter.”) Geçtiğimiz yıl proje okullarında yaşanan sürtüşmenin en önemli sebeplerinden birisi de aslında okul idarelerinin öğrenci faaliyetlerini denetim altına alma çabasıydı. İstanbul Erkek Lisesi’nde yaşanan protestoda bu gerilimin bir sonu olarak ortaya çıkmıştı. Kadıköy Anadolu Lisesi’nde öğrenciler hazırladıkları İngilizce tiyatroyu okulun profesyonel tiyatro gruplarına kiralanan sahnesinde değil de Kadıköy Belediyesi’nin bir salonunda oynayabildiler. Dolayısıyla AKP’nin proje okulu projesi aslında bu okullardaki öğrenci inisiyatifini kırmayı, öğrencilerin özgüvenini kırmayı hedefliyor. Bunun yanı sıra bir istihdam modeli olarak aslında AKP’nin en başından beri uygulamayı hayal ettiği yapı proje okulları ile uygulamaya geçirilmiş oluyor. AKP’nin bütünüyle taraflı mülakatları sonrasında bu okullara yerleştirdiği, partiye bağlılıkları dışında hiçbir meziyeti olmayan müdürlere okulların tek seçisi ünvanı veriliyor. Aslında kendisi de bir öğretmen olan müdür, öğretmenlerin performansları ile ilgili karar veriyor, istemediği öğretmeni gönderiyor. Tahmin edilebileceği gibi Eğitim Sen’li öğretmenler büyük oranda istenmiyor. AKP bütün müdürlerden

bir tür biçer döver gibi çalışmasını istiyor. Budama işlemini istediği gibi yapmayan müdürlerle ilgili de soruşturma açmaktan geri durmuyor. Öğretmen görevlendirildiği proje okulunda kadrolu olarak çalışabilmek için müdürün beğenisini kazanmak zorunda. Görevlendirme olarak çalışılan ilk senenin sonunda eğer müdür beğenirse öğretmenle 4 yıllık sözleşme yapılıyor. Bu yıl okullar açılırken İstanbul’da proje okullarında öğretmen rotasyonunun yaşanacak pratik zorluklardan dolayı bir yıl erteleneceği duyurulmuştu. Fakat okullarındaki eylemlerden rahatsız olan müdürlerin bastırması sonrasında, OHAL’den kaynaklanan koşulların sunduğu olanaklardan da yararlanmak için apar topar rotasyonlar gerçekleştirildi. Sömestr ortasına gelinmesine rağmen okullarda henüz dersler sağlıklı biçimde başlayabilmiş durumda değil. AKP’nin tahribat yaratarak egemen olma taktiği bütün ülke çapında olduğu gibi proje okullarında da geçerli. Eğitim Sen’in açığa almalarla paralize edildiği ve etkin bir sokak muhalefeti organize edebilmekten uzaklaştığı bir dönemde proje okullarında bu kapsamlı dönüşüme girişilmesi rastlantı değil. Büyük şehirlerde açığa almaların Demokles’in kılıcı gibi kullanılması birçok okuldaki tepkinin merkezi bir mücadeleye dönüşmesini zorlaştırdığı görülüyor. Ancak Kadıköy Anadolu Lisesi’nde yaşanan direnç her açıdan çok değerli idi. Öğrencilerin önemli bir kısmı okullarına ve öğretmenlerine sahip çıkmak için günlerce ders boykotu yaptılar, sürgün elden öğretmenlerine görkemli veda törenleri düzenlediler, çevik kuvvet ve TOMA’lar eşliğinde yükseltilen baskılar öğrencilerin kararlılığını bozamadı.


Kasım 2016 / Sosyalist Dayanışma

KADINLAR YAŞAMIN HER ALANINDA ŞİDDETE KARŞI DİRENİYOR!

E

rkek egemenliği şiddetsiz kendini var edemeyen bir sistemdir. Kadınlar üzerinde erkek-devlet şiddeti ile süren erkek egemen yapı fiziksel, psikolojik, ekonomik boyutlarıyla günümüzde tüm dünyada varlığını gücünü hissettirmektedir. 25 Kasım yaklaşırken tüm dünyada kadınlar da var olabilmek için Polonyo’da, Arjantin’de, Amed’de olduğu gibi erkek-devlet şiddetine karşı direnmeye devam etmektedirler. Tarihte Dominik Cumhuriyeti’nde diktatörlüğe karşı yürütülen mücadelede öne çıkan Mirabel Kardeşlerin 25 Kasım’da askerler tarafından tecavüze uğratılarak katledilmesiyle birlikte bu tarih kadına yönelik şiddete karşı uluslararası dayanışma ve mücadele günü olarak bugünlere taşınmıştır. Bugünlerde diktatörlüğe karşı Amed’den bir ses yükseliyor. Saray faşizminin OHAL’i olağanlaştırdığı bugünlerde saldırılarını neredeyse en üst boyutlara getirmiştir. Kadın kazanımlarının olduğu belediyelere atanan kayyımlarla başlayan bu saldırıların peşinden iktidar Amed’de halk iradesinin yüksek bir oy oranıyla seçtiği Gültan Kışanak ve Fırat Anlı’yı tutsak etme cüretini göstermiştir. Halk iradesini yok sayan bu devlet şiddeti karşısında ise kadın direnişi öne çıkmış ve kitlelere de cesaret veren bir moral üstünlük taşımıştır. Şiddete uğrayan kadın vekiller ve kadın aktivistler erkek-devlet şiddetine karşı kendi halkının önünde siper olmuştur. 25 Kasım tarihi bir kez daha Amed’de vücut bulmuştur. Bu bir yıl içerisinde sondan başlayarak şort giydiği için şiddete maruz kalan Ayşegül Terzi’ye saldıran saldırganın serbest bırakılması, şiddet uygulayan erkeklerin soruşturulmaması ve şiddetin cezalandırılmaması vb. pek

çok örnek devletin erkeklerden yana nasıl da taraf olduğunun kanıtı olarak yaşanmıştır. Gericilik ve muhafazakârlık gibi olgular da erkek egemenliğinin etrafında korucu kalkan yapılmıştır. Kadın cinayetleri aynı oranlarda yaşanmaya devam etmiştir. Kazanımlarımız anlamında ise pek çok örnekten bahsetmek mümkünken bunların arasında kamuoyunda en çok yer tutan ve kadın mücadelesinin haznesine artı olarak yazılanlardan birisi Çilem Doğan’ın şartlı tahliye edilmesi olmuştur. Yine bu sene 8 Mart’ta yasaklanan tüm alanları kadınlar şiddete karşı, kadın özgürlüğü için özgürleştirmeyi başarmışlardır. Bir başka kaydı tutulması gereken örnek ise Metro firmasında çalışan bir muavinin, kadın yolcuyu tacizinin ardından gösterilen tepkilerle de tutuklanmasının sağlanması olmuştur. En son olarak erkek egemen iktidarlar karşısında dimdik durduğumuzdan olacak ki cumhurbaşkanı skandal boyutundaki o son açıklamasını yaparak “Adam gibi ölmek var, madam gibi ölmek var. Öleceksen adam gibi öleceksin.” diyerek ölme üzerine övgüler düzmüştür. Bunu yaparken de yüksek oranda cinsiyetçilik ve ırkçılık yapmıştır. Bu düşmanca cümleden yola çıkarak söylemek gerekirse ölüm değil yaşam üzerine konuşmaya ihtiyacımız var. Adam gibi ya da madam gibi ölmek değil öncelikle insanca yaşamak için mücadele etmemiz gerekiyor. İkincisi illa öleceksek de madam gibi ölmek varken adam gibi ölmek de nerden çıktı demek lazım. Cum-

hurbaşkanının bu sözlerini değerlendiren ve başındaki kadın ibaresi çıkarılmış Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan ise “Türk kadını adam gibi ölmesini iyi bilir” diyerek kadın erkek arasında ikincil olmayı kabul etmiştir. Ve bu anlayışla 15 Temmuz’a da atıf yaparak “8 kadın şehidimiz adam gibi ölmeyi başardı” demiştir. Kadın olduğu halde erkek egemen zihniyeti taşıyor olduğunu belli etmekten kaçınmamıştır. Polonya’da kadınlar dünyada en katı kürtaj yasağına karşı günlerce grev yaptı. Doğurmak zorunda bırakılmak yönündeki şiddete karşı neredeyse hayatı durdurmayı başardılar. “Kara pazartesi” adını verdikleri yürüyüşlere binlerce kadın katıldı. Arjantin’de 8 Ekim’de gerçekleşen ulusal kadın buluşmasına saldıran polis direnen kadınlarla karşılaştı. Kadın cinayetlerine ve kürtaj yasağına dikkat çekmek isteyen kadınların sloganları ise “Eğer birimize dokunursanız, hepimiz karşı koyarız”, “Kadın cinayetlerine son”, “Güvenli ve serbest kürtaj hakkı için”, “Bir kadın daha ölmeyecek” oldu. Bu sloganlar şiddete karşı yüksek dozda kadın dayanışması barındırıyordu. Barikatlarda direnen kadınlar şiddetsiz var olamayan erkek egemenliğinin karşısında dimdik oldular. Umut oldular. Biz kadınlar Polonya’dan Amed’e, Amed’den Arjantin’e,

ELİF IRMAK

Arjantin’den İzmir’e, İstanbul’a… Tüm coğrafyalarda erkek-devlet şiddetine karşı mücadelemizi sürdürüyoruz. Barikatlarda, sokakta, evde, işte her yerde şiddete karşı sesimizi yükseltiyoruz. Çoğu zaman bedeli yaşamını yitirmek dahi olsa. Kadın cinayetleri artıyor, şiddet sarmalı her geçen gün büyüyor, yasaklamalar artıyor. Ancak kadınlar bedeli ne olursa olsun aynı bugün Amed’de olduğu gibi dünyanın her yerinde mücadele ediyor. 25 Kasım’a günler kala dünya deneyleri ve erkek devlet şiddetinin karşısına tereddütsüz çıkan kadınlar umut oluyor. Şiddetin son bulması ve özgürlüğümüzü elimize almak için yaşamın her alanında direnmeye devam edeceğiz. 25 Kasım’da OHAL’e inat meydanlarda olacağız.

9


Sosyalist Dayanışma / Kasım 2016

“MEŞRU EYLEMLERDE OHAL VIZ GELİR” RÖPORTAJ

O

kmeydanı’nda uyuşturucu ve çeteleşmeye karşı devrimci demokrat kurumlar bir araya gelerek bir kampanya organize ettiler ve 1 Ekim’de OHAL koşullarına rağmen kitlesel bir yürüyüş gerçekleştirdiler. Biz de SODAP’tan Mahmut, Direnişçi Gençlik’ten Hüseyin ve mahalle esnafı Halil’le röportaj yaptık. Okmeydanı’nda uyuşturucu ve yozlaşmaya karşı yürüttüğünüz kampanyaya nasıl karar verdiniz? Okmeydanı’nda uyuşturucu ve yozlaşmaya karşı bir kampanya yürütüyorsunuz. Bu kamuoyunda ciddi ses getiren bir kampanya oldu, hatta Red-Hack bile kendi sosyal medya hesaplarında bu kampanyayı duyurdu. Bu kampanyayı nasıl planladınız, nasıl karar verdiniz? Mahmut: Okmeydanı’nda uzun süredir bir çeteleşme ve uyuşturucu sorunu vardı, yıllardır süren bir şey. Dönem dönem bununla ilgili kampanyaları her siyaset ayrı ayrı ya da bir-iki siyaset bir araya gelerek yapıyordu. Ancak son dönemde gittikçe artmaya başladı. Bunun sebepleri var. Birincisi Okmeydanı muhalif bir mahalle, o yüzden burayı çürütebilmek devlet için önemli bir politika. Bu dünyanın her ye-

10

rinde böyle, muhalif kesimlere yönelik devletin buraları çeteleştirmeye ve yozlaştırmaya yönelik çalışmaları oluyor. Bu Latin Amerika’da da böyle, Amerika’da siyahilerin mücadelesini de bu şekilde bitirmeye çalışmışlardı. Okmeydanı da bunlardan birisi diğer mahalleler gibi. Bu konuyla ilgili çalışmalarda tek tek grupların çalışmalarıyla sonuç vermediğini gördüğümüzde ortak hareket etmemiz gerektiği yönünde bir fikir oluştu. Bu yönde yapılan çağrılar sayesinde on bir siyasi kurum, dernek bir araya geldik. Neler yapabileceğimize dönük tartışmalardan sonra 1 Ekim’de bir yürüyüş yapalım, bir başlangıç olsun dedik ve o yönde çalışmalara başladık. Bu kampanya süresince neler yapıldı? Hüseyin: Onların bulunduğu yerlere sürekli olarak gidiş gelişler oldu, uyuşturucu satanların fotoğrafları çekildi, fişlendi. Kırk-elli kişilik bazı zamanlar yetmiş kişi olacak şekilde devriyeler atıldı. Yürüyüş öncesi yaklaşık dört-beş gün devriyeler atıldı, bunun iki gününde de çetelerin bulunduğu noktalarda yaklaşık iki kilo kadar uyuşturucu ele geçirildi; bonzai, esrar ele geçirildi. Bir gün devriye atarken polisin saldırısına maruz kaldık. Çetelerin bulunduğu yerde imha etmek için uyuşturucu ararken polis gaz kapsülleri ile bize saldırdı ve hakaretler etti. Ancak bunların hiçbiri bizi yıldırmadı, biz yolumuza devam ettik. Bazı zamanlar çetelerle yüz yüze geldik. Şahin Bilardo diye bilardo salonu var. Orada uyuşturucu ticareti gerçekleşiyordu. Orası devrimciler tarafından imha edildi, orası şu anda kullanılamaz halde. Orası uyuşturucu ticaretinin en büyük kısmının bulunduğu bir yerdi. Mahmut: On bin tane bildiri çıkarıldı, tek tek kapı kapı bildi-

riler dağıtıldı. Evlere girildi, evlerde bire bir sohbetler yapıldı. Esnaflar dolaşıldı. Yaklaşık beş yüz tane afiş yapıldı, yürüyüşe ve halkı duyarlı olmaya çağıran afişler yapıldı. Ona yakın da pankart asıldı. Bu çalışmaların hepsi tüm kurumların ortak etkinliği ile bir arada yapıldı. Yer yer polisle de gerilimimiz oldu, özellikle çetecilerin bulunduğu mekanlara gittiğimizde polisin de taciziyle karşılaştık. Polisin bu konuda hangi tarafı seçtiği orada ortaya çıkmış oldu. Kampanya süresince halkın tepkileri nasıldı? Mahmut: Bir kere siyasi kurumların, derneklerin bir araya gelmiş olması çok hoşlarına gitti, Hubyar Sultan’dan Hacı Bektaş Derneği’ne, SODAP, Halkevleri, Dayanışmaevleri’ne çeşitli kurumların bir araya gelip ortak mücadele etmesi bir görsellik oluşturuyordu. Bu durumu halk çok olumlu karşıladı. İkincisi uyuşturucudan gerçekten bıkmış bir halk var, bu çetecilerin tacizinden bıkmış bir halk var. Bu anlamda gittiğimiz hemen hemen her yerden olumlu sonuç elde ettik.

1 Ekim’de burada ciddi bir yürüyüş yapıldı. Bu yürüyüş doğru dürüst insanlar hiçbir yerde bir araya gelemezken OHAL koşullarında ve kitlesel bir katılımla yapıldı. Bu kitleselliği nasıl yorumluyorsunuz? Mahmut: Birincisi verilen emek, buradaki siyasetlerin, kurumların emeği bu konuda önemliydi. İkincisi bu konuda eylem yapmak halkın gözünde çok meşruydu. Ailelerin bu konuda çok canı yanıyor. Uyuşturucu kullananların aileleriyle de görüşmelerimiz oldu, onlar da eyleme katıldılar. Böyle meşru eylemlerde OHAL vız gelebiliyor. Evet biz katılımın daha yüksek olabileceğini bekliyorduk. Özellikle yürüyüşü polisin baskısı yüzünden kısa kesmek zorunda kaldık. Aksi takdirde gelen kitlenin 3 katına yakın bir kitlenin olabileceğini tahmin ediyorduk. Gözlemlerimiz böyleydi. Gelemeyen, gelmekten çekinenlerin de gönlünün bizimle olduğunu biliyorduk. Çünkü bunun yankılarını sadece bu mahallede değil gittiğimiz her yerde, sohbet ettiğimiz her yerde gördük. Birçok yerden, mahallelerden insanlar “Biz de benzeri bir şey


Kasım 2016 / Sosyalist Dayanışma

yapacağız, nasıl yaptınız, nasıl bir araya geldiniz?” sorusunu soruyor. Okmeydanı’nda uzun süredir Demokrasi Platformu adında çeşitli kurumlar bir araya gelip faaliyet yürütüyorduk. Bu Okmeydanı’nın olumlu bir geleneği. Herkes diğer grubun duyarlılıklarını dikkate alarak hareket edebiliyor. Bu kampanya bu geleneğin taçlandırılmışı oldu, halkın da bu konuda tepkisi oldukça önemli. Peki bu yürüyüş final miydi, bu yürüyüşten sonrası için planlarınız var mı? Mahmut: Yürüyüş bizim için başlangıçtı. Genelde bu tür etkinliklerde yürüyüş final olur ama biz bir başlangıç olarak koyduk önümüze. Önümüzde 9 Kasım’da bir halk toplantısı projemiz var. Buna yönelik çalışmalarımızda başlıyor. Ardından neler yapabileceğimizi daha derin halk toplantısında tartışacağız. Burada iki tane gündemimiz var. Bir, çetelerin bu kampanya sürecinde biraz uzaklaştıklarını yer yer bizimle temas kurmaya çalıştıklarını tespit ettik. Bu tespitlerimizden yola çıkarak çetecileri daha da uzaklaştırma kararı aldık. Bu yönde halkın da katılacağı etkinlikler planlıyoruz. Halkla birlikte nöbet tutmak vb çalışmalar. İkincisi burada uyuşturucu satıcılarının çokluğu uyuşturucu kullanıcılarının da çokluğu anlamına geliyor. Kampanyamızda bunu biraz göz ardı ettik. Bundan sonra kullanıcılara dönük neler yapabileceğimizi; te-

davisi olsun, bu ortamdan uzaklaştırma olsun, farklı ortamların yaratılması, sosyal ortamların yaratılması için neler yapabiliriz konusunu daha çok halk toplantısından çıkacak kararlar üzerine planlamayı düşünüyoruz. Hüseyin: Çalışmalarımız devam ediyor. Yeni bir etkinliğimiz olacak, bir halk toplantısı organize ediyoruz. Bu toplantıdan önce bildirilerimiz basılacak ve aynı 1 Ekim’den önce yaptığımız gibi çalışmalar yapacağız. Elli-altmış kişiyle devriye aynı anda bildiri dağıtımı olacak. Şu an çalışmalarımızın arasında o uyuşturucu çetelerinin üyelerinin çektiğimiz fotolarıyla bir afiş çalışması yapıp, birçok yere onların resmini koyup onların bu halkın içinde rahat gezmelerini engellemek var. Tüm Okmeydanı halkı bu çalışmaya karşı çok duyarlı davrandı zaten yürüyüşe katılım da bunu gösterdi. Yürüyüş sizin de dediğiniz gibi olağanüstü koşullarda gerçekleşti. Yürüyüşe başlayacağımız noktanın ilerisinde polis ablukası vardı. Polis yürütmeyecekti ama kitlesel katılım ve bizim kararlı tutumumuz sonucu yürüdük, polis engel olamadı. Bu yürüyüş halkın dikkatini çekti, halk devrimcilere karşı sempati duydu. Bugün esnaflara gidip şu anki durumu sorduğumuzda çoğu uyuşturucu satıcılarının gittiğini söylüyor, biz de aynı şekilde gözlemliyoruz. Ancak hala birtakım yerlerde bulunuyorlar, bizlerle görüşme yapmak, uzlaşma yapmak istiyorlar. Aracılar vasıtası ile “Bize bir ay süre verin,

200 milyar zararımız var, bunu telafi edip gidelim” diyorlar. Fakat biz bu uzlaşmaya yanaşmayacağız. Çünkü mahallelerimizden onlar gidene kadar bizlere rahat yok. Devrimcilerin en önemli görevlerinden biri halka huzur vadedebilmek. Bizler bunu yapmak için buralardayız zaten. Çetelerin çoğu buradan gitti, kalanlar da gidene kadar halkla beraber çalışmaya devam edeceğiz. Son yıllarda Okmeydanı’nda uyuşturucu yaygınlaştı. Sizin bu konudaki gözlemleriniz, düşünceleriniz nelerdir? Halil: Birincisi uyuşturucu yaşı düştü, ilkokulların önüne kadar geldi. Hele hele Okmeydanı’nda devlet yeterince önlem almıyor. Burada sorumluluk ailelere düşüyor, bizim mahalle gençlerine düşüyor. Polis yapmayınca ne olacak, gençler müdahale edecek, onlar da nereye kadar? Herkesin işi var gücü var. Devletin polisine ben vergi veriyorum, beni korusun, uyuşturucu çetelerini temizlesin diye ama mahallemizde böyle bir şey yok. Gerçekten endişe edilecek bir durum bu. Önüne nasıl geçilir bilmiyorum ama çok yaygınlaştı. Devrimci demokrat kurumların bu konudaki kampanyasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Mahallede etkisi oldu mu? Halil: Son derece etkisi oldu. Küçük bir şey dahi etkisini gösterir. Etkisi olmaz olur mu, en azından içlerine korku girdi, ancak bir yere kadar. Bir yerden sonra gene işlerine devam ediyorlar. Böyle bir etkinliğin devam etmesini isteriz. Biz de elimizden gelen katkıyı yapmak isteriz. Yeter ki çevremizden uzaklaşsın bitsin bu illet, çevremizden değil ülkeden gitsin. Buna mahallemizdeki dernekler kadar devletin polisi el atmıyor. Benim korkum ne, onların da işi var diye düşünüyorum ben. Bitmesini istemiyorlar, Okmeydanı’nı karargah haline getirdiler, ellerini kollarını sallayıp rahat rahat dolaşıyorlar. Bizdeki dernekler yapıyor yapmıyor değil, daha fazla istiyor.

bu etkisini göstermeye devam eder mi? Halil: Eder, etmez olur mu? En azından iki adım atacağına bir adım attırma şansımız var, yavaşlatma şansımız var elimizde. Biraz daha rahat dolaşamaz. Şimdi önünde hiçbir engel yok düz bir yolu düşün, basıp gidersin 120’yle basıp gidersin. Bir de hendekli yolu düşün kazılmış, ne yapıyorsun görüyorsun frene basıyorsun. Bunların önünü iyice kapatmak gerekiyor, gidemeyecek stop etmesi gerekiyor. Uyuşturucu kullanan insanlara bak, hiçbirinin geleceğinden umudu yok. Kendine faydası yok, bırak ülkesine mahallesine ne faydası olacak, hiçbir faydası olmaz. Kullanan için facia. Devrimci demokrat kurumların 1 Ekim yürüyüşü bunun çalışmaları uyuşturucuya karşı ortak çalışmaları konusunda siyasi kurumların yanında mahalleli ne yapmalı, nasıl destek vermeli, bu konuda ne düşünüyorsunuz? Halil: Mesela ben mahallemde kim nerede oturuyor, hangi evde kim var biliyorum. 25 senedir yaklaşık burada oturuyorum, hemen hemen herkesi tanırım. İsim bilmezsem simayen bilirim. Balkonuma çıktığım zaman, bakıyorum dengesiz biri var, fotoğrafı bozuk; mutlaka görünüyor bu alışveriş. Böyle bir durumda gerekli yerleri hemen arayıp burada bu oluyor, diyebilmeliyiz. Mahalle dernekleri mi olur, oradan insanlar mı olur, onları mı arar, anında müdahale edilir benim bildiğim kadarıyla. Ama insanlar ne yapıyor. İnsanlar korkuyor, çekiniyor, acaba bize bir zarar verir mi diye. Bunlar rahat rahat dolaşıyor. Ben bile saat 9 olduktan sonra çocukları dışarı çıkarmıyorum. Mesela bir iki defa yaşadım ben bunu, çıktım çocuklar hemen uzaklaştı gitti oradan. Birlik olmak zaman, bir olduğun zaman her şeyin altından kalkılır. Mahalleli birlik olacak. En ufak bir şeyde yardımı alabileceği yeri hissetmesi lazım mahallelinin.

Bu konuda panel yapılacak, çalışmalar devam edecek. Sizce

11


Sosyalist Dayanışma / Kasım 2016

“YENİ” CUMHUR MEHMET YILMAZER

T

rump kazanamasa da dünyada yaşanan sağa dönüşü temsil ediyor. “Yes, We can” sloganıyla iktidara gelen Obama özellikle siyahlar için tam bir düş kırıklığı oldu. Almanya’da Merkel’in sağındaki “Alternatif Almanya” partisi hızla güçleniyor. Fransa, Hollande’ın pısırıklığından sonra yeniden Sarkozy’nin partisi UMP’ye yüzünü dönüyor. Avusturya’dan başlayarak Doğu Avrupa’da ise sağdan da öteye ırkçı partiler güçleniyor. Latin Amerika’da 90’lı yılların başlarında hız alan sol yükseliş, son birkaç yıldır sağa döndü. İğrenç, bayağı, entrikalarla, alık almaz yalanlarla yüklü bir siyaset tarzı güçleniyor. Bu arada Yunanistan’da Syriza ve İspanya’da Podemos’un silikleşmesini de hatırlamak gerekiyor. Bu yükseliş elbette Avrupa’yı kasıp kavuran faşizm yıllarındakinden çok farklıdır. O yıllar devrim ve karşı devrimin-faşizmin hesaplaşma yıllarıydı. Bugün ortada dünya egemenlerini korkutacak bir devrimci dalga yok, üstelik yakın gelecekte de olacağa benzemiyor. Aslında yaşanan neoliberalizmin krizidir. Sosyalizmin yıkılışı üzerine hız alan küreselleşme ve neoliberalizm güçlü dalgalarla karşı karşıya geldi. Latin Amerika’dan, daha sonra Avrupa’da özellikle Yunanistan’dan, Ortadoğu’da Arap isyanlarından yükselen dalga neoliberalizmin kırılmasına yetmedi. Üstelik 2008’de başlayan ve hala devam eden büyük bunalıma rağmen sendelese de yıkılmadı.

12

Sağın son yükselişinde elbette neoliberalizme karşı hareketlerin açık bir başarı kazanamayışının önemli bir yeri vardır. Fakat sağın yükselişinde somut rol oynayan olgu dünya ölçüsündeki göçlerdir. Trump Latinlere ve siyahlara düşmanlığını sık sık vurguladı. Avrupa’da ise Afrika ve Ortadoğu’dan kopup gelen göç dalgaları belirgin bir korku yarattı. Küreselleşme ve neoliberalizm kendi yarattığı göç dalgasından korkuya kapılıyor. Çünkü bu dalga artarak devam edecektir. Neoliberalizm dünyadaki yarattığı etkinin farkındadır. Finansallaşma ve spekülasyon, bunların doğal sonucu olarak artan eşitsizlik, zenginleşen ülke ve kentlerin muazzam yoksullar denizi ile çevrelenmesi, neoliberal kurmayları çoktandır uyarıyor. Gidiş böyle olunca doğası gereği demokrasiyle arası iyi olmayan neoliberalizm en bayağı sağ politikalarla Batı’nın özellikle son yarım yüzyılda yarattığı siyasal değerleri de çürütüyor. Yükselen sağ, krizle de tetiklenen dünyanın fay hatlarından bir depremin kopup gelmemesi için neoliberal politikalara çeki düzen verip derinleştirme planları yapıyor. Aslında söyledikleri yeni bir şey yoktur. Bu gerçeği örtmek için bayağı bir siyaset kültürünü yaygınlaştırıyorlar. Böylece sorunları erteliyorlar, sonuçta fay hatlarındaki gerilim birikmeye devam ediyor. Küreselleşme, neoliberal politikalarla dünyanın yeniden paylaşımıydı. Yola çıkıldığında bir tek “süper güç” vardı; şimdi süper güç kalmadı ve çeşitli güç merkezleri dünyanın paylaşımında ileri adımlar atıyorlar. Bölgemizdeki olaylar bir üçüncü dünya savaşının nasıl patlayıp gelişebileceğinin provası gibi! Öte yandan Balkanlar ısınıyor, Avrupa ile Rusya’nın UkraynaKırım gerilim hattı uygun bir

moment için bekletiliyor. Neoliberalizmle dünyanın yeniden paylaşımı kaçınılmaz bir şekilde yeni bir basamağa tırmanmaya zorlanıyor. Batı’da harıl harıl yeni stratejiler tartışılıyor. Fakat bütün bu tartışmaların ayrım çizgisi çok basit bir noktada kilitleniyor. Batı “dünyaya aktif olarak daha fazla müdahale etmeli midir?”; yoksa “kendine çeki düzen vermek için sahaya inmek yerine kuşatmalarla mı yetinmelidir?” Sağa dönüş dalgası bu tartışmalarla birlikte yürüyor. Dünyadaki sağa dönüşün bizdeki karşılığı cumhuriyetin İslamlaştırılması dalgasına denk düşüyor. Bu yöneliş AKP iktidarı ile doğal olarak başlamıştı; yoklayarak, bir adım ileri iki adım geri gidiliyordu. Cumhuriyetin renklerini yeşile boyama harekatı Gezi isyanı ve 7 Haziran seçimleri ile önemli bir darbe aldı. Saray bu darbelerle bayağı sarsıldı. Buna karşı masayı devirerek cevap verdi; yeniden çok şiddetli bir Kürt Savaşı başladı. Fakat esas “Allah’ın lütfu” 15 Temmuz darbesiyle geldi. Cumhuriyet bir rejim krizi içindeydi, nasıl bir şey olacağına

yeniden karar vermenin sancılarını yaşıyordu. Bu yolda siyasal güçlerin yaman bir mücadelesi gerçekleşiyordu. Ancak 15 Temmuz sonrası gelişmeler siyasal mücadele ortamında radikal değişimler yarattı; cumhuriyetin nasıl bir şey olacağını çok daha belirgin hale getirdi. Siyasal alanda, MHP’nin kendini ortaya atışıyla başkanlık sistemine biraz daha yaklaşıldı. Eğer olursa fiili durum yasalaşmış olacaktır. Henüz bir taslak olmasa da Saray’ın bu yolda iki temel hedefi vardır. Kuvvetler ayrılığını “dert” olmaktan çıkarmak ve parlamentoyu pas geçmenin yollarını bulmak, gelecek anayasa taslağının iki temel amacı bu olacaktır. Toplumsal alanda, eğitim sisteminde yapılan değişimler ve tasfiyelerle “dindar ve kindar bir nesil” yaratmanın bütün yollarını döşemek, AKP’nin ulaşmak istediği hedeflerinden birisiydi. 15 Temmuz ile hayalinden öteye imkanlara sahip oldular. Öte yandan tüm muhalif görüşlerin sesini kısmak için cendere her geçen gün daha fazla sıkılıyor. Yine sosyal alanda Osmanlı Ocakları kurulup hatta silahlandırılarak mahalle baskısını açık


Kasım 2016 / Sosyalist Dayanışma

URİYETE DOĞRU şiddete dönüştürmenin hazırlıkları yapılıyor. Bunalımın en temel konusu, Kürt sorunu, tüm cumhuriyet boyunca bu ölçüde şiddetlenmemişti. Kürt Özgürlük Hareketi’nin zorla tasfiye edilmesini kendine hedef seçmiş olan iktidar, pervasızca saldırıyor. Eline geçirdiği OHAL fırsatını sonuna kadar kullanıyor. Bu savaşla toplumsal bilinci neredeyse geriye dönüşü olmayacak bir şekilde zehirliyor. Dış politikada cumhuriyetin temel dayanak noktaları her gün atılan nutuklarla eritiliyor. Ankara yeni sınırlara mı göz dikmiştir? Bu henüz açık değil, ancak bölgedeki durumdan bir fırsat yaratmak niyetinde olduğu bellidir. Bölgedeki güçler dengesi, “tehditler” ve “fırsatlar” Ankara’da böyle hayallere yol açıyor. “Tehdit” bölgede Kürt Hareketi’nin yükselişi; “fırsat” petrol vanasının kenarından tutma hayalidir. Bu aktif ve hatta işgalci dış politika cumhuriyet için önemli bir değişimdir. Genel tabloya bakılınca gidiş yönü siyasal İslam’ı temel alan bir diktatörlüğe doğrudur. Bölgede bunlardan çok vardı, hala var.

Dolayısıyla Saray, “çağdaş uygarlıktan” vazgeçip Doğulu diktatörlüklerden birisi olma yolunda düzene büyük bir dönüşüm yaptırma peşindedir. Bunu normal koşullarda değil “olağanüstü” koşullarda yapmaya çalışıyor. Gerçekten koşullar olağanüstüdür. Bölgede üçüncü dünya savaşının provaları yapılıyor. Ülkede ise siyasal İslam’ın aktörleri arasında iktidar ve güç paylaşım savaşı yaşanıyor. Gülen cemaatine indirilen darbe bu güç savaşının sonuna gelindiğini göstermiyor. Toplumsal dokuda son otuz yıldır çok açık hale gelen tarikat ve cemaat örgütlenmeleri güç savaşlarının başka aktörlerce sürdürüleceğini gösteriyor. Cumhuriyette fiilen yaşanan en önemli değişim budur. Sendika, dernek gibi halk örgütlenmeleri zorla sindirilirken Osmanlı Ocaklarından irili ufaklı her türlü tarikatın örgütlenmesi görülmedik hızla büyüyor. Böyle bir toplumsal yapıdan nasıl bir rejim değişikliği çıkacağı bellidir. Yaşanan, toplumsal bilinçte yaygın bir gerileme dalgasıdır. İnsanlığın gelişim tarihinde böyle geriye gidişler sık sık yaşanmıştır. Devrimler ve ardından gelen restorasyonlar bu git

gellerin en bilinenleridir. Fakat sosyalizmin yıkılışından sonra yaşananın insanlık tarihinde özel bir yeri vardır. “Tarihin sonu”na gelindiği sanılmıştı, yani gelişimin son basamağına tırmanılmıştı. Fakat son durağa gelmek bir yana insanlık geriye kayışlar yaşıyor. Gelecek ufku kaybolunca ömrünü doldurduğu sanılan eski ideolojiler mezarlarından çıkıyor. 60’lı yılların sonlarına doğru fırtınalı bir yükselişe giren devrimci hareketlere karşı siyasal İslam’ın devletçe beslenmesinin bedelleri bugün çok açık görülüyor. Şu efsaneleştirilen Gülen cemaati devletin ve ABD’nin doğrudan yol vermesi olmasaydı ne kadar büyüyebilirdi? Koca koca generaller meclis komisyonunda ifade verirken, “Uyardık dikkate alınmadı.” diyerek Türkiye’nin tarikatlar cenneti haline gelmesinde devletin rolünü açıklamış oluyorlar. Demokrasinin uğramadığı bu topraklarda devrimci kuşaklar sosyalizm için değilse bile ülkenin demokratikleşmesi için bir şanstı. Taşlar bağlanıp ortalığa siyasal İslam salınınca bugünlere gelmek kaçınılmazdı. Yaygın gerilemenin çok somut bir diğer nedeni, neredeyse kırk yıldır süren Kürt savaşıdır. Düzen bu savaşı şovenizmi, faşizmi güçlendirmek için değerlendirdi. Ancak hastalığı arttıran, toplumu kangren eden bu sözde “çözüm” toplumsal bilinçte çok ağır yaralar açmıştır. Modern toplumsal değerlerin hemen hepsi havaya uçmuştur. Demokrasi, özgürlük, eşitlik, kadın hakları gibi kavramlar savaşın gürültüsünde görünmez hale gelmiştir. “Çözümü” bu yolda aramak, sonuçta toplumsal intihardan başka bir sonuca götürmez. Siyasal İslam da tıpkı Kemalizm gibi Kürt sorununu inkar etme yolunu seçmiş, dolayısıyla aynı zamanda kendi tükenişinin yolunu açmıştır. Savaş nedeniyle şoven duyguları kışkırtmak kolay

olsa da tüm toplumu zehirleyen sonuçlarının altından kalkmak bir eşik aşıldıktan sonra imkansız hale gelebilir. Ankara hızla bu sınıra yaklaşıyor. Yaygın geriye kayışın bir diğer temel nedeni kapitalizmin gelişmesi ile köylerin boşalması ve kentlerin büyümesidir. Böylece köyler kaybolurken büyük kentler kasabalaştı. Bu insan kalabalığı sendikalara mı üye oldu? Sınıf mücadelesi mi yükseldi? Kapitalizmin o günleri geride kaldığı için, bu hedef kaybetmiş büyük kitle siyasal İslam’ın ve toplumsal çürümenin eline düştü. Kapitalizmin önceki dönemlerinde olduğu gibi ekonomik gelişmeler toplumu tümüyle sürükleyemiyor. Ancak küçük bir kesimi yetkinleştirip gerisini karanlığa terk ediyor. Kentlerin büyük kasabalara dönüşmesiyle hava ağırlaştı, umutlarla karabasanlar iç içe girdi. Yeni düşünceler güce dönüşemeyince, hurafeler, büyüler, tapınmalar öne çıkıyor. “Memleketin bu haline” bir çözüm bulunamayışının yarattığı öfke ve karamsarlık, büyünün gücünü arttırıyor. Antik dünyada “kıyamet” beklentileri, büyük toplumsal tıkanmaların öngünlerinde güçlenirdi. Sonunda doğal afetler veya barbar akınlar olarak kıyamet kopardı. Modern çağda düzenlerin tıkandığı günlerde devrim beklentileri yükselişe geçti ve büyük devrimler çıkageldi. Günümüzde kıyamet ve devrim beklentilerinden çok “toplumun çıldırmasından” söz ediliyor. “Yeni” cumhuriyet böyle koşullarda inşa edilmektedir. Yeni cumhuriyet nasıl olur bunun cevabı bugün için karanlıktır; bu gidiş kaosun, bir fetret devrinin kapısından giriştir. OHAL ile her şeyi kontrol altına aldığını sanan Saray, büyük kaynamanın ateşini körüklüyor.

13


Sosyalist Dayanışma / Kasım 2016

VASIFLI VASIFSIZ İŞÇİ ARANIYOR!

K

ocaeli’nin Gebze, Çayırova gibi emek yoğunluklu bölgelerindeki servis duraklarında, elektrik trafolarında, billboardlarda taşeron şirketler tarafından A4 kağıtlarına yazılıp gelişi güzel asgari ücret artı, artı diye başlayan cümlelerle “vasıflı vasıfsız işçi alınacaktır” ilanları göze çarpıyor. Peki asgari ücret maaş+SGK+mesai+yol+yemek işçiler için ne anlama geliyor? Türkiye’deki işçiler için asgari ücret maaş, en basit tabirle sefalet demektir. Normalde eline asgari ücret geçen bir işçi, ailesinin en temel ihtiyaçları; gıda ihtiyacı, giyecek ihtiyacı, barınma ihtiyacı, eğitim giderleri, faturalar vb. ihtiyaçlarını karşılayabiliyor olmalı. Tabi tüm bu saydıklarımız harcamalardan sonra para kalırsa, sosyal faaliyetler için sinema, tiyatro, aile ile birlikte dışarıda yemek yeme vb için de harcama yapılması gerekli. Ancak 1300 TL asgari ücretle çalışan bir işçinin evin giderle-

rini karşılaması imkansız. Taşeron şirketlerin adeta bir sürü hak veriyormuş gibi bahsettiği haklar zaten çalışanların zorunlu hakları. İlanlarda SGK verileceği söylenmekte, ancak SGK taşeron şirketlerin insafına kalmış bir şey değildir. Türkiye’de işçi çalıştıran bir patron çalıştırdığı işçinin SGK’sını yapmak zorundadır. Diğer artılardan yol ve yemek ise maaş haricinde işçilerin kazanılmış haklarındandır. Organize sanayi bölgelerindeki fabrikalarda çalışan işçiler için patron tarafından servis organizasyonu yapılır. İş yasasına göre günde en az bir sefer yemek verilir. Yani fabrikada çalışan işçiler için servis, yemek gibi organizasyonlar yapılıyorsa patron yeni işe aldığı işçilere de aynı hakları vermek zorundadır. Zaten yol, yemek gibi sosyal haklar işçilerden çok patronun iş organizasyonunu hızlandırmaya yaramaktadır. Diğer artı mesailer ise haftada 45 saatten fazla çalışan tüm işçiler için ödenmek zorundadır. O zaman taşeron şirketlerin artı, artı, artı diye bahsettiği haklar işçiler için verilmesi gereken en az (asgari ücret) ücretten

başka bir şey değil. Oysa harıl harıl işçi arayan bu şirketler işe aldıkları işçileri bölgedeki ağır sanayide çalıştırmakta ya da dayanıklı tüketim malzemeleri üreten dünyaca ünlü markalara işçi olarak göndermektedir. Taşeron şirketler işe alıp üst işverenlere gönderdiği işçi başına binlerce lira gelir elde etmektedir. Bu rakamlar asıl işverende kadrolu, sendikalı olarak çalışan; 1800 TL maş alan, yılda 4 ikramiye, erzak yardımı, yakacak yardımı, giyim yardımı vb. hakları olan bir işçinin patrona bir aylık maliyeti kadardır. Ancak işverenler sınıf bilinciyle hareket ederek işçiye sosyal hak vermek yerine kendi sınıfındaki taşeron şirketlere işçi başına binlerce lira vermeyi tercih etmektedir. 4857 sayılı iş kanunun 6. maddesine göre asıl işveren ile taşeron işveren arasında bazı durumlarda alt işveren ilişkisi kurulabilir. Örneğin temizlik, güvenlik, yemekhane ya da uzmanlık gerektiren işlerde bu ilişki kurulabilir. Bu işçiler asıl iş dediğimiz üretim hattı dışındaki yardımcı işlerde çalışmak zorundadır. Bunun koşulları sınırlıdır. Bu koşulları aşan ya da çiğneyen durumlarda mahkeme kanalıyla bu ilişki iptal ettirilebilir. Ancak yeni yürürlüğe giren kiralık işçiliği düzenleyen yasa işçiler yönünden bundan daha vahim uygulamalar içermektedir. Özellikle Kocaeli bölgesindeki taşeron şirketlerin büyük çoğunluğu muvazaalı olarak üretim hattında (operatör, operatör yardımcısı vb) taşeron işçi çalıştırmaktadır. İş kolu ayrımı sayesinde işçiler bir taraftan toplu pazarlık yapmaktan muaf bırakılmakta, bir taraftan da yoksulluk ve kötü koşullarda çalışmaya rıza göstermesi sağlanmaktadır. Normal şartlarda Kocaeli bölgesinde çalışan işlerin ekonomik özgürlükleri olsa bırakın şu anki kötü koşullar altında çalışmayı

14

bölgeden derhal kurtulmak istemektedir. Ancak işçiler asgari ücret civarı maaşla şimdilik günü kurtarma telaşına düşmüştür. Bu duruma bölgedeki sendikaların çoğunluğu sessiz kalmaktadır. Mesela büyük bir marka için üretim yapan; ancak fabrikanın içerisinde en az altı tane ayrı taşeron şirket olan bir fabrikanın işçileri işyerlerindeki hak ihlallerine karşı örgütlenme çalışması başlatarak, bölgedeki bir sendikaya müracaat ediyorlar. Ardından, sendika temsilcisi tarafından işyerinin taşeron şirketler tarafından kuşatılmış olduğu bilindiği için işçilere işyerinin yüzde elliden bir fazlasını getirin o zaman bakarız, denmekte, fabrikadaki örgütlenme çalışmalarına hiçbir destek verilmemektedir. Taşeron sorununun çözümü düşünülmemektedir.

BAŞKA BIR DÜNYA MÜMKÜN MÜ?

Kocaeli genelinde bulunan 13 organize sanayi bölgesinde 2500 işletmede 450 bin işçi yılda yaklaşık 60 milyar dolarlık ihracat yapan fabrikaların en önemli unsuru. Aynı zamanda ülkedeki kimya sanayinin yüzde 27’sini üretiyorlar. Ülkedeki metal üretiminin yüzde 20’si Kocaeli’nde. Üretilen 100 otomobilin 41’i de Kocaeli’nden. Bu kadar büyük üretim yapılan bir bölgede işçilerin emeğinin karşılığını alabilmeleri için sınıf bilinciyle hareket ederek, emek mücadelesi veren sendikalarda örgütlenmesi yeterlidir. Devrimci sendikalar işçilerin öz örgütüdür. Bu mücadele bir zincirin halkaları gibi birbirine eklenerek büyümeli ve bu sermayenin saldırılarına karşı başka bir dünyanın mümkün olduğunu göstermelidir. Biliyoruz ki emeğini haklarının verildiği ve her şeyin eşit bölüşüldüğü başka bir dünya mümkün. BAĞIMSIZ METAL İŞÇİLERİ SENDİKASI (BAMİS) GEBZE TEMSİLCİLİĞİ


Kasım 2016 / Sosyalist Dayanışma

İŞÇİNİN TAŞERONU YOKTUR Sendikacı: -Merhaba ablacım İşçi: -Merhaba kardeşim Sendikacı: -Sendikamızın işçi haklarını anlatan broşürünü dağıtıyoruz. Buyurun sizde alın İşçi: -Taşeronuz biz, hakkımız yok ki! ...

B

u konuşma Gebze’de işçi servislerinde broşür dağıtırken broşür vermek istediğimiz bir işçi ablamızla aramızda geçti. İsminin Meral olduğunu söyleyen ablamız, 20 yılını değişik fabrikalarda işçi olarak çalışarak geçirmiş. Son 5 yıldır büyük bir temizlik firmasına üretim yapan bir fabrikada taşeron şirket işçisi olarak çalışmakta. Çalıştığı süre boyunca ona hep “taşeron olduğu, bir hak istemeyeceği” öğretilmiş. Hep 10 aylık sözleşmelerle çalıştırılmış. Belirli süreli sözleşmelerle çalıştırılıp bir yılı doldurmadan çıkışı verildiği için kıdem tazminatı veya ihbar tazminatları ödenmemiştir. Yine bir yılını doldurmadığı için yıllık izinleri de verilmemiştir. Fabrikanın kadrolu işçilerine ikramiye, erzak yardımı, yakacak yardımı ödenirken Meral ablaya taşeron denilerek ödenmemiştir. Aradan geçen zamanda fabrikadaki büyük çoğunluk taşeron firmalar üzerinden çalıştırılmaya başlanınca da bu uygulama kalıplaşmış, işçiler “haksızlığı” kabul etmiş veya borçluluk ve işsizlik yüzünden kabul etmek zorunda bırakılmıştır. Peki gerçekten öyle mi? Taşeron işçinin hiçbir hakkı yok mu? Bu sorunun cevabı aslında “işçinin taşeronu” diye bir şeyin olmadığıdır. Emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayan işçi ile onun emeğini satın alan ve

onu asgari ücret denilen yasal hırsızlık düzenine, ücretli kölelik düzenine mahkum eden patron arasındaki savaşta asıl olan sömürüdür. Taşeronda bu sömürünün sorgulanmaması, işçinin örgütlenmemesi için organize edilen patron taktikleridir. Devlet eliyle kurulan bu düzende işçi ile patron arasındaki bağ belirsizleştirilerek, işçinin itiraz etme ve hakkını talep etme kanalları kapatılmaktadır. Asıl iş/yardımcı iş ayrımı ile işçilerin üretim sahasında bölünmesi sağlanmış ve ücrete yapılan saldırılar meşrulaştırılmıştır. Bu saldırının son halkası ise Kiralık İşçilik Yasası olmuştur. Taşeron düzenini aratacak şekilde uygulanacak kiralık işçilik adeta köle pazarlarını yeniden kurduracaktır. Hatta özel istihdam büroları şeklinde kurulmaya başlanmıştır. Tekrar sorumuza dönecek olursak, ezen ve ezilenin bu kadar net konumlandığı düzende, üretim ve yönetim süreçlerini karmaşıklaştırarak emekçileri ancak oyalayabilirler. Ama nihayetinde kandıramazlar. Bulunduğumuz yerlerden, sesimizin ulaştığı kişilerden başlayarak anlatmaya devam edeceğiz: İşçi-

lerin hakları var, hem de canları pahasına kazandıkları hakları var. Belirli süreli sözleşmelerle çalıştırılsalar da taşeron diye adlandırılsalar da toplamda bir işyerinde bir yılını dolduran her işçinin kıdem tazminatı vardır. 1 yılını dolduran işçinin yıllık ücretli izin kullanma hakkı vardır. Ücreti geç ödeniyorsa çalışmama hakkı vardır. Her işçinin kıdem tazminatını isteyerek işten ayrılma hakkı vardır. Tacize, baskıya, Mobbing’e ses çıkarma hakkı vardır. İş güvencesinden ve iş güvenliğinden yoksun bırakılsalar da iş kazası riski olan işyerlerinde çalışmama hakkı vardır. Ve daha kazanılmış onlarca yüzlerce hakkı vardır. İşçilerin hakları var ve mücadele eden işçiler bu haklarını hep kazandılar. Meral ablaya da uzun uzun haklarını anlatarak, yalnız olmadığını göstererek ve onu sendikamıza üye yaptık. Onun içinde artık işçilik hayatında yeni ve güçlü bir dönem açılmış oldu.

SEVGİ EVRİM

...ezen ve ezilenin bu kadar net konumlandığı düzende, üretim ve yönetim süreçlerini karmaşıklaştırarak emekçileri ancak oyalayabilirler. Ama nihayetinde kandıramazlar. Bulunduğumuz yerlerden, sesimizin ulaştığı kişilerden başlayarak anlatmaya devam edeceğiz: İşçilerin hakları var, hem de canları pahasına kazandıkları hakları var.

15


Sosyalist Dayanışma / Kasım 2016

DİRENİŞÇİ GENÇLİK MANIFESTOSU alamadıkları gençliği, uyuşturucu ile teslim almak istiyorlar. Mahallelerimizde, okullarımızda, gençliği ajanlaştırmaya, çeteleşme politikasını yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Uyuşturucu çeteleri elini kolunu sallayarak, polis kontrolünde toplumu zehirlemeye devam ediyorlar.

Y

oldaşlar! Direnişçi Gençlik, gençliğin öz örgütü olarak hiçbir ayırım gözetmeden bulunduğu her alanda, ezilen halklarımızın mücadelesini büyütür. Saray faşizmi kendisini inşa ettiği bu süreçte, iktidarını koruma pahasına bütün hukuksuzluklara başvuruyor. Bu durum, halklarımız açısından büyük bir tehlike arz etmektedir. Demokratik eylemler yasaklanıyor, sokak zapt edilmek isteniyor. Saray’ın polisi işgalci güç olarak yaşam alanlarımızı tehdit ediyor. Okulda, parkta, sokakta seyyar karakollar kuruyor. 1 Mayıs Mahallesi’nde Sağlık Ocağı’nı, Gazi’de uyuşturucuyla mücadele derneğini işgal edip, polis özel hareket merkezi kuruyor. İnsanlarımıza ince arama yapılıyor. “Nerede çalışıyorsun? Nereye gidiyorsun? Nerede oturuyorsun?” şeklinde sorular soruluyor. Yüzü maskeli polisler kahveleri basıyor, arama yapıyor, tartaklıyor, keyfi bir şekilde gözaltına alıyor. Baskıyla, işkenceyle teslim

16

GENÇLIĞIN İRADESINI, ONURUNU TESLIM ALAMAYACAKSINIZ!

Direnişçi Gençlik kapitalizmin yaratmış olduğu yoz kültüre karşı set ören ve bu misyonu üstlenen bir düşünceye sahiptir. Özellikle bulunduğumuz alanların umuda dönüştürülmesi noktasında bir misyon üstleniyor. Çürümeye, yozlaşmaya, faşizme karşı gençlik alternatif yaşamı inşa etmek durumundadır. Halklarımızın başına bela edilen İŞİD benzeri paramiliter güçlere karşı kendi savunmasını geliştirmeli, savunma toplumsallaştırılarak bir kültür yaratmaya ve örgütlenmeye dönüştürülmelidir. Halklarımız üzerinde kurmaya çalıştıkları korku cenderesini, gençlik cesaretini ortaya koyarak yok etmelidir.

GENÇLIK MECLISLERINDE ÖRGÜTLENMEYE!

Gençlik, lisede, mahallede, gençlik meclislerini kurmalı, bunu çok ciddi bir şekilde örgütlenmeye dönüştürmelidir. Meclisler, bizleri geleceğe taşıyacak

önemli birer karar alma araçlarıdır. Gençlik, meclislerde yaşadığı sorunlara çözüm geliştirir. Bunun için canla başla çalışmalıdır.

LISELI DIRENIŞÇI GENÇLIK MECLISLERI (DİRENLİSE)

Hayatla bağları kurulmamış, insanın özgüvenini yıkan, yaşamlarımızı zehir eden ezberci, içi boş, baskıcı, sıkıcı, sürünün bir parçası haline getirmeyi hedefleyen eğitim sistemine karşı direnişi geliştirir. *Zorunlu din derslerinin kaldırılmasını ve laik, bilimsel, anadilde eğitim hakkını savunur. *Paralı eğitime karşı mücadele eder. *Liselerin kışlalaştırılmasına ve aşırı disiplin uygulamalarına karşı özgür liseyi savunur. Liselerdeki polis ablukasının kaldırılması için mücadele eder. Öğrencilerin, düşünce ve ifade özgürlüklerini kullandıkları için, kınanmalarına ve cezalandırılmalarına karşı durur. *Öğrencinin kılık kıyafet özgürlüğü savunur. *Meslek liselerinde staj sömürüsüne karşı mücadele ederek öğrencinin emeğinin köle olarak kullanılmasına karşı çıkar.

MAHALLE DIRENIŞÇI GENÇLIK MECLISLERI

*Uyuşturucuya, çeteleşmeye ve toplumsal çürümeye karşı, gençlik kendi savunmasını örmelidir. Ve bunu örgütlenmeye

dönüştürerek, mahallesinin içinde devriyeler atarak, alanın hakimiyetini elinde tutmalıdır. *AKP’nin paramiliter güçlerine karşı, eylemlerde etkin güvenlik almalıdır. *Uyuşturucunun ve çeteleşmenin temel kaynağı olan işsizliğe ve yoksulluğa karşı ekonomik faaliyetler yürütmelidir. İşsiz gençlere iş olanakları yaratılmalıdır. *Devletin dakikleşen saldırılarına karşı, refleks eylemlikler geliştirilmelidir. Yoldaşlar, Tarihimiz yapacaklarımızın teminatıdır, gençlik faşizmin en karanlık günlerinde umut olmayı pratikte göstermiştir. Kemalizm’in zindanlarında yirmi iki yıllık mahpushane hayatıyla büyük bir direniş geleneğini yaratan Dr. Hikmet Kıvılcımlı gibi, halklarımızın üzerinde ölü toprağını kaldıran idam sehpasına doğru giderken, ‘’Yaşasın halkların kardeşliği!’’ diyen Deniz Gezmiş gibi, Kızıldere’de ‘’Teslim ol!’’ çağrısına ‘’Asıl siz teslim olun!’’ diyen Mahir Çayan gibi, ser verip sır vermeyen İbrahim Kaypakkaya gibi, 12 Eylül’ün karanlık günlerinde Zeytinburnu sokaklarında işçi sınıfının direnişini yükselten Kenan Budak gibi; Faşizme itaat etmeyeceğiz! İsyan edeceğiz! Direneceğiz, kazanacağız!


Kasım 2016 / Sosyalist Dayanışma

52 NO’LU TOMA SAĞA ÇEK! KADINLAR GELİYOR!

İ

çinde yaşadığımız bu zor günlerde, her yanımız baskı ve umutsuzluk sarmalıyla çevrilmişken, 26 Ekim tarihinde Amed’de kadınların korkan adamlara karşı muazzam direnişleri hepimizin içine su serpti, umut verdi. Aslında uzunca biz zamandır kadınların direnişleri bizlere nefes aldırıyor. Kimisi boşanmak istediği için, kimisi cinsel ilişkiye girmek istemediği için, kimisi gördüğü şiddete daha fazla dayanamadığı, kimisi de erkek iktidarını yaratan ve sürdüren egemene karşı koyuşta kendi hayatlarını savunan kadınların direniş biçimleri biz kadınlara umut veriyor. Çünkü onların istedikleri “edepli”, “namuslu”, “başkaldırmayan”, “sesini çıkarmayan”, “erkek-devlet ne derse o”, “kayyımlarına göz yuman” gibi sıfatları kabul etmeyen biz kadınlar, kanatlarını takıp bir kuş misali gökyüzüne kahkahalar atarak uçuyoruz. Onların istedikleri gibi olmaktansa, egemen olanın karşısında, tek yolun onların istedikleri yoldan yürümek olmadığını bilen biz kadınların direnişi karşısında elleri kollarının nasıl da bağlı olduğunu görmeleri ve direnişimizin çeşitli biçimleriyle karşılaşmaları onları korkutuyor. Bildiğiniz gibi aylardır Kürdistan’da birçok belediyeye hatta rakam olarak belirtirsek 123 belediyeye zati muhterem Saray padişahının emriyle kayyım atandı. Son olarak Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ne polis baskını oldu ve eş başkanları gözaltına alındı. Özellikle kayyım atadıkları belediyelerde yaptıkları ilk iş, kadın merkezlerini kapatmak oluyor. Hedeflerinin kadın merkezleri olmasının nedeni de çok açık. Çünkü kadın merkezlerinde kadınlar kendi yaşamlarını kuruyorlar. Kadınların kendi yaşamları hakkında söz sahibi ve irade olmaları için

bu merkezlerde atölye çalışmalarından, eğitim çalışmalarına, ürettikleri ürünleri satışa sunup elde ettikleri geliri kendi aralarında komün tarzında paylaşmalarından ücretsiz kreşlere, kadın kafelerine kadınlara istihdam olanakları yaratacak birçok şey yapılıyor. Kadınları güçlendiren işlerin yapılıyor olması korkutmuş olmalı birilerini. Ama şunu unutuyorlar kadınların hayatlarının neredeyse tamamında birileri kendine görev bilerek kayyım atamaya çalışıyorlar. Yani diyeceğimiz o ki şimdi karşılaştığımız bir mesele değil bu yaşananlar. Yaşamın her alanında irade savaşı vermiyor muyuz? Kayyım bu topraklarda yüzyıllardır erkek egemen iktidarların kadınlar üzerinde kurmaya çalıştığı bir anlayışın tezahürü. Sanmayın ki yeni tanıştık kayyımlarınızla. İsimleri değişik biçimlerde karşımıza çıktı. Bazen erkek şiddeti olarak, bazen devlet baskısı, bazen de hayatımız hakkında söz hakkı olduğunu düşünen “adamlar” yaşamlarımıza kayyım atamaya çalıştılar, hala da çalışıyor-

lar.

Bundan dolayı 26 Ekim tarihinde sembolleşen bir kadın direnişi ile karşılaştınız. Bazı “adam” olan vekil, başbakan, cumhurbaşkanı gibileri kendi güvenlikleri için bir orduyla gezdiği güya kendi ülkelerinde; Feleknaz Uca, Besime Konca gibi kadın vekiller kendi bedenlerini halka siper ediyor. Polisin gözaltına almaya çalıştığı kadını, kollarını açarak korumaya çalışıyor. TOMA’nın önünde durarak önce bizi geçeceksin, diyorlar. Halkın iradesini teslim almak için kayyım atayanlar seçilmişlerin seçenlere siper olduğu bir direnişle karşılaşmanın vermiş olduğu hezimetle hunharca saldırıyor. Öyle bir öfke ki yaşlı bir adamın kolunu kırmaya çalışıyor, kadınları yerlerde sürüklüyor. Kimse görmesin, haber almasın da seslerini duyulmasın diye de interneti, telefonları kapatıyor. Ne yaptılarsa halkın direnişine engel olamadılar. Olamazlar! 12 Eylül darbesi zindanlarında teslim olmayanlar Saray’ın zindanlarına sığmaz. Sığdıramazsınız!

TÜLAY YILDIZ

Kendini güçlü sanan egemenler asalım, keselim, öldürelim, yok edelim, tutuklayalım, kayyım atalım, saldıralım diyerek bizleri yok edeceklerini sanıyorlar. Kanun Hükmünde Kararnameler çıkartarak, demokrasiyi katledenler, halkın iradesini teslim almaya çalışarak her şeyin kendi istedikleri gibi olacağını düşünüyorlarsa yanılıyorlar. Biz başkaldıranlar olarak yılmayacağız, direniş ruhumuzda var. 52 numaralı TOMA’nın kullanıcısı, yaşlı amcanın kolunu kırmaya çalışan şapkalı polis, kadınları yerlerde sürükleyen Saray soytarıları, hepiniz sağa çekin, kadınların direnişi hepinizi ezecek.

17


Sosyalist Dayanışma / Kasım 2016

KİMSE AYAKTA DEĞİL, HERKES MÜGE’Yİ İZLİYOR! SİDAR ARSLAN

Şimdi biraz daha düşünüyorum, kayıp yakınlarını programa davet edip kayıpları ölü ya da diri olarak bulan Müge Anlı aslında her cumartesi Galatasaray Meydanı’nda Cumartesi Anneleri ile ek mesai yapabilir. Sonuçta konsept fazlasıyla uyuyor. Kayıp insanlar ve onları arayan yakınları...

18

H

alk kahramanımız Müge Anlı’nın geçtiğimiz hafta yeni versiyonu yüklendi ve milyonlar tarafından kahramanlığı ‘update’ edildi. Artık birçoğuna göre Müge Anlı Emniyet Genel Müdürü olmayı bile hak ediyor. Zira bu Müge Anlı için ilk değil. ‘Çok iş başarmış’ biri olarak son süreçte özellikle seviye atladığımız çocuk tecavüz ve cinayetlerinden birini çözdüğü için yeniden gündem olmuş durumda. “Türkiye’yi ayağa kaldıran olay...” diyor sevgili Müge ama bakıyorum kimse ayakta değil herkes oturmuş televizyonda onu izliyor. Niyetimi baştan belli edip, nedenlerimi sıralamak istiyorum. Müge Anlı belki bir kahraman olabilir. Ama ideolojik bir kahraman. İnsanlığa hizmet eder, ama belirli bir insanlığa. Halk kahramanı olarak tanımlanıp da sermayeye ve sermayenin ideolojisine sarılan insanlardan sadece biri. Zira o her şeyi çözen, ince eleyip sık dokuyan Müge, Soma davasında bilirkişi raporunu unuttu, Somalı ailelerden bir anne ve kızını programa davet etti. Programa katılan anne ile kızı, bir süredir haber alamadıkları babalarının, maden faciasını kastedip, “Soma’yı ben yaktım” dediğini ardından kayıplara karıştığı anlattılar. O babayı bulamadı mesela Müge Anlı. Neden bulamadı peki? Komplo teorim şu: Tüm Türkiye’yi ‘derinden sarsan’ olayın öfkesi patronlara ve onları koruyan bakanlara ve dahi devlete sıçramasın diye böyle bir iddia atıldı ortaya böyle bir programda. Şimdi bu gündüz kuşağı programlarının, bazı dizi ve eğlence programlarının dünyanın birçok yerinde olduğunu ve neye hizmet ettiğine dair makalevari açıklamalar yapmaya gerek yok. Kısaca amaç halkı gerçeklerden uzaklaştırmak, oyalamak, bir il-

lüzyon dünyasının içine çekmek. Şimdi halkın Soma Katliamı’na dair anne ve kızının iddiasını Müge Anlı’nın programında ortaya atması bana çok da şaşırtıcı gelmedi. Tıpkı başka Somalı ailelerin programa davet edilmemesi gibi. Yani babalarının, abilerinin, oğullarının gerçekten kar amacı ile kasıtlı bir şekilde ölüme itildiğini bilen ve bunun için mahkeme mahkeme dolaşan aileleri hiç programa davet etmedi mesela Müge. Üstelik Soma maden işletmesinin patronu Can Gürkan’ın avukatı Abdurrahman Gök, anne ve kızının ifadesini davanın ortasında ele alınmasını istedi. Yani avukat bir şekilde işini kolaylaştıracak bilgiler arıyor onu da Müge Anlı’nın programında buluyordu. Ama mahkeme, avukatın talebini reddetti neyse ki. Şimdi biraz daha düşünüyorum, kayıp yakınlarını programa davet edip kayıpları ölü ya da diri olarak bulan Müge Anlı aslında her cumartesi Galatasaray Meydanı’nda Cumartesi Anneleri ile ek mesai yapabilir. Sonuçta konsept fazlasıyla uyuyor. Kayıp insanlar ve onları arayan yakınları... Müge Anlı gerçek bir halk kahramanı olarak bu insanların elinden tutabilir bence. Ama tutmaz! Çünkü faili devlet olan cinayetlerin peşine düşecek kadar kahraman değil. Zaten şov dünyasının tabiatına ters bir iş olur. Şov dünyası dedik ya; böyle katiller bulunuyor, tecavüzcüler falan... Şimdi o stüdyolarda ve ekran başlarında bunları alkışlayan insanlar ve dahi Müge neden sormuyorlar acaba kendi kendilerine: Yahu peki bu cinayetler/ tecavüzler neden oluyor? Bu sistemin neresinde hata var? Ya da bu insanlar bir şekilde uzaydan değil bizim yanımızdan kalkıp bu cinayet ve tecavüzleri işliyorlar. Yani bu işin köklü çözümü ne?

E tabi şov dünyasının esiri olan bir kitle içinden pek soru yönelmiyor. Genelde bu kitle bu olaylar karşısında şok/üzüntü/ kızgınlık duyarak tatmin oluyor ve olay orada onun için sona eriyor. Çünkü sırada yeni konuklar, çözülmesi gereken yeni vakalar var. Ama işte o yeni vakaları önlemek için acaba hukuk siteminde ne gibi eksiklikler var bunlar tartışılmıyor. Müge Anlı, “Sevgili devlet büyüklerim kadınlar, çocuklar ve dahi LGBTİ’ler hakkında söylediklerinize dikkat edin. Bunlar toplumda nefret cinayeti/tecavüz/taciz olarak karşılık bulabiliyor.” demiyor. Mesela hukuk sisteminin çürümüşlüğüne işaret edip “Kravat taktığı için, etkin pişmanlık duyduğunu, tahrik edildiğini iddia ettiği için indirim uygulamayın bu insanlara, bir diğer vakaya teşviktir bu.” demiyor. Maksat dünkü yemeği ısıtmak değil ama Müge Anlı’nın Van depremi için söylediklerini çarpıtmadan bir kendi ağzından kelime kelime bir okuyalım: “Her fırsatta küçücük çocuklar tarafından taş attırılan polisler, olay yerine gelip ilk müdahale edenlerdi. Mehmetçik... Bizim Selcan’ın erkek kardeşi de Van’da askerlik yapıyor. Ona ve tüm askerlerimize hayırlı teskereler diliyoruz. Allah da askerimize, polisimize zeval vermesin. Onlara taş atanların da elleri kırılsın. Canımız istediğinde kuş avlar gibi taş atıyoruz. Dağlarda vuruyoruz. Sonra bir şey olunca da asker gelsin, polis gelsin diyoruz. Dengeleri kuralım. Zor günlerde canım cicim. Kuş avlar gibi avlamayalım bunları. O kadar kolay değil. Herkes haddini bilecek...” Evet herkes haddini bilecek. Had bildirmek bu ülkede çok önemli bir iş. Eğer birileri haddini bilmezse düzen bozulur, kaos çıkar. Müge Anlı da kendini tutamamış acılarıyla boğuşan bir hal-


Kasım 2016 / Sosyalist Dayanışma

ka haddini bildirmeye çalışmıştı. Ve haddini bildirirken yine aynı sosyolojik yanlışa takılmıştı: Neden/sonuç yanılgısı... Ne kendisi ne de onu izleyenler “Yahu peki ne oldu da bu küçücük çocuklar polise taş atıyorlardı?” diye sormadılar. İşte Gezi’de neden taş atıldıysa, o çocuklar da o yüzden ellerine taş aldılar. Çünkü ‘devlet’ kendi bekası için halkının yaşam alanlarına ve yaşama şekillerine her müdahalesinde halk bir şekilde cevap vermiştir. Tıpkı darbe gecesi olduğu gibi. ‘Demokrasi’yi böyle konuşmak, bu konulara da böyle yaklaşmak lazım. Yani bu şov dünyasının amacı ortada. Ve sahte kahramanlıklara aldanmamak, ‘radikal’ kahramanlıklar da beklememek lazım. Müge telefonla Esra’nın programına bağlanır, “sözlerim çarpıtıldı” der ve sadece iki cümle kurarak “bunları söyledim der” -oysa sırtına yasladığı devletten öğrenememiş, her şey kayıt altına alınır ve istenmezse asla silinmez-. Esra Erol da “Tabi biz vatan severiz, her ırktan, her çeşit insanı kabul ederiz. Mümkün mi bir insanı ayırmamız?” der. Ama o da telefonla programa bağlanan lezbiyen bir izleyicisini “Haddi canım başka kapıya, burada böyle yoz ilişkilere yer yok.” diyerek hattan düşürür. Sonra ‘yozlaşmamış’ konuklarına ve onların ‘yozlaşmamış ilişkilerine’ geri döner. Yani şov dünyasında al Müge’yi vur Esra’ya... Burada isimler de önemli değil. Esra Erol da Müge Anlı da bu şovda birer isim ve yüz sadece. Mesela bu şov dünyasının ışıklarını biraz söndürüp meseleyi sınıfsal ve sistemsel algılayabilmekte. Ama o vakte kadar ATV’nin ilkeli yayınlarını ve kaliteli programlarını izlemeye devam edebiliriz.

19


Sosyalist Dayanışma / Kasım 2016

“AMA MUSUL BİZİMDİ” SEÇKİN TAN

D

ünyanın önemli bir bölümüne yayılmış Osmanlı İmparatorluğu’nun hakimiyetindeki haritada Musul’u bulmak hayli zor olurdu. Her imparatorluğun uzantıları bugün kendilerinden ayrılan ülkelerden hak talep etse dünyada kaos olmayan kara parçası kalmaz. Bugün Türkiye’nin Musul üzerinde kükremesinin birincil nedeni cumhuriyetin kuruluş yıllarında buranın kaybedilmiş olması değildir. Zira kaybedilen nice toprak parçası vardır. ABD’nin Irak işgali 21. yüzyılın ilk yıllarında Ortadoğu’nun dört bir yanını cehenneme çevirdi. İşgalden bu yana neredeyse bombanın patlamadığı gün yok. Bugün Suriye savaşının dinamikleri Irak işgalinin ortaya çıkardığı sonuçlardır. Irak ve Suriye’de savaşan IŞİD, El-Nusra gibi çetelerin yapısı salt bu beş yıllık süreçte doğan ve dışardan getirilen militanlar olarak okunursa büyük yanılsamaya yol açar. Savaşta başarının önemli faktörlerinden biri saha bilgisine hâkimiyettir. IŞİD 2014 yılının ortasında Musul’a girdiğinde, sokakları sevinçle karşılayan yerel

20

halk doldurmuştu. Ele geçirdiği yerlerde kendi “devlet” düzenini kurmuş, etki alanını sınırları dışına taşırmıştı. Bu henüz sönümlenmiş değil.

MUSUL’U MUSULLULAR YÖNETMELI!

Sanırım birçok insanın, özellikle AKP döneminde aktif siyasette yer alanların en büyük talihsizliği her yerinden cehalet dökülen bir yönetimden başka seçenek görmemesidir. Yani söyledikleri hiçbir söz bir yaraya merhem olmuyor. Herşeyde, her yere dair bilgisi, sözü olup iki yıldır IŞİD’in denetiminde yer alan Musul için “şu Musul’u temizleyelim, kardeşlerimizi zulümden kurtaralım” demeyip bugün Musulludan çok Musullu olmanın bir karşılığı yok. Suriye savaşı başlamazdan evvel Irak’ta Erdoğan posterleri her yanı süslerken bugün eylemlerde öfkeyle yakılıyor. Musul harekatı başlamadan hiçbir Iraklı Türkiye’yi buyur etmedi. Iraklıların öfkelenmeleri için Türkiye’nin isminin geçmesi yeterlidir. Cerablus’un fatihi bütün A, B, C planlarına rağmen harekatta yer alamadı. Musul’u, Moskova-Şam oluru ile girdiği Cerablus’la karıştırırsan alanını daraltmaktan öte yapacağın bir şey kalmaz. Nitekim Türkiye’nin yaptığı her açıklama Iraklı güçleri daha fazla yan yana getirip operasyonun ittifaklarını da geliştirmeye yaradı. Iraklı güçlerin izni olmadan bir operasyonda yer almak, konuşmak kadar kolay değildir. Oysa her konuşma-

nın da bir karşılığı bulunuyor. Bütün diklenmelere rağmen kendine yer bulamayan Türkiye en son “Musul’u Musullular yönetmeli” çıkışıyla hayli komik duruma düştü. Akıl sınırları bu kadar zorlanılmaz. Bir kere Musul’u yöneten IŞİD zaten yerli, operasyonu yapanlar da yerli, doğal olarak “E sen kim oluyorsun” diye soruyor Iraklılar. Musul’un tamamını Sünni ilan eden Erdoğan’ın bağırtıları, Ortadoğu’nun baş belası haline gelen mezhepçiliği körüklemekten öte bir anlam ifade etmiyor. Musul, Sünnilerin ağırlıkta olduğu bir kent olmasının yanı sıra birçok inanç ve kimliği içinde barındırıyor. Bölgede istenmeyen güç olarak hafızalara kazınan Türkiye’nin var olmak istediği her bileşke, yerel unsurları rahatsız etmeye yetiyor. Türkiye’nin Musul zorlaması bölgede varlığını sürdürdüğü Başika kampının varlığını da tehlikeye attı. Iraklı güçlerin Musul operasyonu başlattığı günlerde Türk askerlerinin bulunduğu Başika kampının etrafı sarıldı ve herhangi bir hareketlilikte vurulacağı duyuruldu. Erdoğan’ın uluslararası güçlerin (NATO) yanında duracağını varsayması büyük yanılgı. Olağandışı bir durum yaşanmazsa Musul Türkiye için hızla uzaklaşan tren gibidir. Artık sadece el sallayabilir. Suriye, Irak hattı artık Türkiye’yi aşan bir duruma evriliyor. Bir tarafta ABD diğer tarafta Rusya (Suriye, İran ve Hizbullah) hızla alan hakimiyetlerini artıracak hamleleri oynuyor. Rusya’nın Halep hamlesine karşın ABD’nin Raqqa operasyonu hızla gündemdeki yerini alıyor. Bu hamleler aslında önümüzdeki dönem Suriye’nin geleceğini belirleyecek niteliktedir. Rusya’nın etkili operasyonlarıyla Halep’i El-Nusra’dan temizlemesine karşılık, ABD Musul düşmeden Raqqa harekatında

yer alacak ittifak güçlerini hızla açıkladı. Tabi asıl merak konusu Raqqa operasyonunda YPG’nin yer alıp almayacağıydı. Musul’da yer alamayan Türkiye şansını Raqqa’da denedi yine olmadı. Saha herkesin rahatça operasyon yapabildiği bir alan değil. Hele ki yerli unsurları yok sayarak, tanımayıp şart koşarak yer almak mümkün değil. ABD’nin sahada etkili ve güvenilir olması nedeniyle müttefiklerinden biri olan Kürt güçleri sahada varlığını sürdüren (Türkiye hariç) bütün unsurların güven duyduğu bir adres haline geldi. Fakat ABD-YPG ittifakını eleştiren Rusya, Kürt güçlerini sahada zor duruma sokacak hamleler geliştirmiştir. Türkiye’nin adına Fırat Kalkanı dediği operasyon bundan ibarettir. Bu Türkiye’ye bölgede istediği alanda-masada yer alma hakkını vermez. Cihatçı çetelerin alanları git gide daralıyor. Türkiye için asıl sorun Suriye’de sona yaklaşırken başlıyor. İdarelerinde bulunan alanları kaybeden çeteler buharlaşıp uçmayacakca gideceği yerlerin başında Türkiye yer alıyor. Zira savaşın ilk günlerinden beri üs haline getirip örgütlendikleri çok sayıda ilimiz var. Kendi iç dinamikleri bakımından hayli kaotik bir ortamı olan Türkiye yeni bir cihat alanı olarak değerlendirilebilecek olanaklar sağlıyor. Saray’dan yayın yapan medyanın ürettikleriyle “güçlü ve irade koyan” görüntüsü verilebilir. Gerçekliğe dayanmayan herşeyin bir sonu var. Musul’da, Halep’te “Sünni kardeşleri” için konuşması birçok inanç ve mezhebi düşmanlaştırmaktan öteye bir şeye hizmet etmiyor. Sadece Sünnilerin yaşam hakkını savunan bir yaklaşım mezhepçi savaşın da müsebbibidir. Bu da ittifak gücü dahi olmaması için yeterli bir nedendir. Son söz: Musul, Kerkük ve Halep’e göz diken Türkiye’ye Liva İskenderun’un hatırlatılması yerinde oldu.


Kasım 2016 / Sosyalist Dayanışma

MEHMET AKYOL IŞIĞIYLA MÜCADELEMİZİ AYDINLATIYOR! “Biz Mehmet Akyol yoldaşın öğrencileriyiz, onun deneyimlerinden çok şey öğrendik. O 62 yaşında hayata veda etti ama onun yüreği çocuk gibiydi. Yeni düşünceler bulmayı, sistemin tıkamalarına karşı yeni yolarla örgütlenmeyi hep tartışırdık. Hasta yatağındayken sohbetlerimizin bir tanesinde, o zaman Özgür Gündem gazetesi basılıyordu; arkadaşları, yoldaşları sürüklenerek apar topar içeriden alınıyordu. Bu konu üzerine sohbet ederken şunu dile getirdi: ‘Onlar orada basılırken ben burada yatıyorum, gerçekten zoruma gidiyor. Benim tarihimde hiç böyle bir şey olmadı. O yüzden amansız yakalandım, çok zamansız geldi bu hastalık bana, yapacağımız çok iş vardı.’ Ve biz de Mehmet yoldaşın o yarım bıraktığı işlere devam edeceğiz, mücadelesi kaldığı yerden devam edecek. Onun öğrettikleriyle, bıraktığı mirasla ve tarihle biz genç yoldaşları ve öğrencileri olarak mücadelesini daha da büyüteceğiz. Kürdistan halkı ile Türkiye halkının emekçilerinin mücadelesini buluşturacağımıza söz veriyoruz.” Eş Sözcümüz Ersin Çatalkaya’nın Mehmet Akyol’un mezarı başında gerçekleştirdiği konuşmadan...

A

kyol, 1976 yılından 1980 askeri darbesine kadar yayın hayatını sürdüren Kıvılcım geleneğinin parti yayın organı Sosyalist gazetesinde yazı işleri müdürlüğü yaptı. Akyol, 1979’da gazetede çıkan bir yazısı nedeniyle idam cezasına çarptırıldı. Aynı yıl 8 aylık süre içinde 23 davadan 2 bin 100 yıl ceza alan Akyol, 12 Eylül’den 25 gün önce 19 Ağustos 1980’de yurt dı-

şına çıktı. 26 yıl süren sürgünlük döneminde, İsviçre’de sol eğilimli sendika UNIA’da örgütlenme sekreterliği yaptı. Akyol, hakkındaki davalar düştükten sonra yeniden Türkiye’ye geldi ve sınıf hareketi içerisinde yerini aldı. Bir taraftan da başka bir darbe uygulaması olarak KHK ile kapatılan Özgür Gündem gazetesinde emek sayfası editörlüğü yaptı. Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP) üyesi olan Akyol, Sosyalist Dayanışma dergisinde haftalık yazılar da yazıyordu. Akyol HDK içinde de aktif çalışma yürüttü. HDK Emek Komisyonu üyesiydi. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG)üyesiydi. Akyol, Devrimci Turizm Sendikası kurucu üyesiydi ve burada yöneticilik de yaptı. Bağımsız Tekstil İşçileri Sendikası’nda da çalışmaları olan Akyol, son günlerinde Kenan Budak Sendikal Eğitim Vakfı kuruluşu için çalışıyordu. Mehmet Akyol yoldaş yaşadığı uzun mülteciliğe rağmen sosyalizme ve işçi sınıfına bağlılığını ve en önemlisi de mücadele etme arzu ve coşkusunu hiç kaybetmedi. Zaman zaman uçarı bir çocuk gibi yeni düşüncelerin bezediği tartışmalarda, ama her zaman büyük bir heyecan ve telaşla, yaşamı ve kavgayı ciddiye alarak büyük bir hayatı yoldaşlarına miras bıraktı. Doktorcu düşünceye ve işçi sınıfına sımsıkı sarıldı. Ülke dışındayken de son derece kararlı bir sınıf savaşçısı olarak işçi sendikalarının öncü militanı olarak faaliyet yürüttü. Sosyalizmin büyük çöküşünü, o büyük travmayı yaşayan bir Marksist olarak düzenin olanaklarına yelken açmayı her zaman elinin tersiyle itti. Yoldaşlarına, örgütlülüğe dayanarak yeni bir çıkışın teorik pratik hattını yaratma mücadelesinden bir adım geri durmadı. Her zaman büyük projeleri vardı Mehmet yoldaşın. Kenan

Budak Vakfı’nın kuruluşu için emek harcıyordu. İşçilerin sınıf bilinciyle eğitilmesi için bir işçi okulu kurmak istiyordu. Bir gün köylülerin örgütlenmesi için kooperatif düşüncesi geliştirirken bir diğer gün de Dayanışmevlerinde yoksul örgütlenmesine yeni kapılar açacak yollar ararken bulabilirdiniz onu. Yurtdışında yeni çıkan ve Marksizm’e yeni bir pencere açabilecek kitabı da tartışabilirdiniz onla Rojava’da yeni bir kolektif ekonomi yaratma çabasının somut deneyimlerini de konuşabilirdiniz. Kısacası ezilenlerin egemenlere karşı mücadelesinin yeşerdiği, yeni bir dünyanın nüvelerini yarattığı her yer Mehmet Yoldaş’ın eviydi. Nesi var nesi yok ezilenlerin bu kurtuluş mücadelesinin, özgür ve eşit bir dünya hayalinin uğruna seferberdi. Kendisini böyle örgütledi, böyle yaşadı, aramızdan ayrılırken bile aklı buradaydı. Genç yoldaşların birçoğu onu SODAP’ın 1 ay önceki Genel Kurulu’na gönderdiği video kaydıyla hatırlayacaklar. Mehmet yoldaş orada hastalığın kıstığı sesiyle uzun uzun, belki de tüm enerjisini harcayarak

Genel Kurul’a göçmen işçilerin örgütlenmesinin geliştirilmesi ile ilgili önerilerini sıralamıştı. Birçok kişinin güvenlik telaşıyla yurtdışına gitmeyi planladığı bir dönemde o yurtdışında buraya geldi, Özgür Gündem gazetesinin emek sayfası sorumluluğunu üstlendi. İşçilerin mücadelesiyle Kürtlerin, Alevilerin, kadınların, tüm ezilenlerin mücadelelerinin birleştirilebilmesi, faşizme karşı en geniş bir demokrasi cephesinin oluşturulabilmesi, farklı ezilen kesimler arasındaki yabancılıkların aşılması, herkesin ortak düşmanı finans kapitale ve onun AKP kılığına bürünmüş devletine karşı birleşmesi ve mücadeleyi büyütmesi için tüm birikimini ortaya koydu. Savaşın kızışmasıyla birçoklarının direnenlerle arayı açmaya çalıştığı bir dönemde o mevzilerine daha da sımsıkı yapıştı. Hastalığı bile onu bu topraklardan uzaklaşmaya ikna edemedi. Burada kaldı, yanımızda kaldı. Faşizme karşı mücadelenin içinde olmak dışında tüm seçenekleri eledi. Kenan gibi o da darbeye karşı direnişin paydaşı olarak aramızdan ayrıldı.

21


Sosyalist Dayanışma / Kasım 2016

“GÜNEŞLİ GÜNLERİ GÖRECEĞİZ!”

M

erhaba Değerli Arkadaşlar,

Umutlu ve iyi olmamız gereken bir süreçten geçiyoruz. Demokrasinin gelişmesi için bazıları bir zamanlar cemaat ve çevresini engel olarak görüyorlardı. Güya adım atmak istiyor ama “kötü niyetli çevreler” buna engel oluyorlardı. Bugün yaşananlar zamanında söylenenlerin ne kadar yalan olduğunu gösteriyor. Darbe girişimi başarısız oldu. Eğer söyledikleri şeyler gerçek olsaydı

bu süreci bir fırsata çevirir anti demokratik uygulamalar yerine demokrasinin gelişmesi için bu süreci en iyi şekilde değerlendirirlerdi. Ama yaşanılanlar gösteriyor ki, ne söylediklerinde samimiydiler ne de demokrattılar. Evet! Ne de demokrattılar. Demokrasi, demokratlık da bir kültürdür. Zihniyetinde bu tür erdemler yoksa bunlara düşman kesilirsin. Yapılanlar da bunu gösteriyor. Ama bu gidişatın sonu hayırlı değildir. “Çok güçlüyüm, güçlendim.” denildiği bir zamanda hiç beklenmeyen sonuçlar da çıkabilir. Mesela Özal, Ecevit, Erbakan… bunlar da bir zamanlar çok oy

alıyor, iktidarda kalıyorlardı. Yanlış politikaları en sonunda onlara kaybettirdi. O kadar çok oy alanlar en sonunda %1’lere gerilediler. Velhasıl, şunu söylemek isterim, 15 Temmuz’dan sonra cezaevlerinde birçok keyfi uygulama devreye konuldu. Keyfi aramalar, aramalarda eşyaların dağıtılması, bazı personelin ideolojik yaklaşımları, tahrik etme, provokasyona çekmeler, arkadaşlarımıza fiziki şiddet uygulama, kitap sayısının beş tane ile sınırlandırılması, oda değişim taleplerimizin reddedilmesi gibi sorunlarımız bulunmaktadır. Arkadaşlarımıza fiziki müdahalede bulundular. Bunu protesto etmek için slogan atıp, kapı dövdük. Bize soruşturma açıp “2 ay ziyarete çıkmama” cezası verildi. İnsanları dövmek suç olmuyor ama kapı dövmek suç oluyor. “Güneşli günleri göreceğiz” umuduyla çalışmalarınızda başarılar diler, hepinize selam saygılarımı gönderiyorum. Saygılarımla, DENİZ ŞAHİN Bolu F Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu 17.10.2016

22


Kasım 2016 / Sosyalist Dayanışma

HALKIN SOYTARISI: DARİO FO “Her şeyi altüst edin! Biz yapamadık, siz yapın!”

B

izlerin duygu dünyasını derinden etkileyen noktalar vardır. Hıncımızı, öfkemizi, umudumuzu, kararlılığımızı, cesaretimizi ve inancımızı sembolize eden davranışlar… Bir de fotoğraflar vardır kavgamızın uğruna ödeyebileceğimiz bedelleri simgeleyen. Kulağımıza çalınan Bella Ciao (Çav Bella) ezgisi, göğe yükselmiş sıkılı yumruklar ve bir Che fotoğrafı… Bunlar ne bir mekâna bağlıdır ne bir zaman dilimine. Yıllardır dünyanın dört bir yanında yüreği soldan atanlar için kolektif ruhu yansıtır, ortak değerleri simgeler. “Basit midirler, klişe midirler, ilkel göstergeler midir bütün bunlar” diye sorgulanacak gibi olunursa bile, hayat buna izin vermez, kavga buna izin vermez. Hele şu zamanda Meclis’in tepesinden Che’ye küfredilen bizim topraklarda… Ezilenlerin mücadelesine eserleriyle güç veren devrimci sanatçı Dario Fo’yu 13 Ekim günü yitirdik. Cenazesi Milano’da binlerce kişinin katıldığı törenle kaldırıldı. Komünist bir devrimciye yakışır şekilde yoldaşları onu, taşıdıkları Che portresi, söyledikleri Çav Bella Marşı ve sıkılı yumrukları havada sonsuzluğa uğurladı. Dario Fo 24 Mart 1926 tarihinde İtalya’da doğar. “Tiyatro oyunları yazarı, yönetmeni ve aynı zamanda oyuncusu” demek, onu anlatmak için eksik kalır. Dario Fo devrimci bir sanatçı olarak daima halkın tiyatrosunu yapmış, dışlananların ve ezilenlerin safında yer almıştır. Sadece ürettikleriyle değil, siyasetin içinde aktif yer alarak politik edimleriyle de tutarlı bir aydın duruşunu ömrü boyunca göstermiştir. Askere gitmeyerek 2. Dünya Savaşı’na katılmamıştır. 1968 yılında Komünist Parti üyesi olmuştur. Kendisi gibi devrimci eşi Franca Rame, fa-

şist güçler tarafından işkenceye maruz kalmıştır. Fo’nun sahnesi, grevdeki işçilerin fabrikaları, öğrenci gösterilerinin yapıldığı üniversiteler, kentin meydanları ve cezaevleridir. Devlet kanalı tam 15 yıl sansür uygular ona, sahnede bile tutuklanır, oyunlarında “dine hakaret etti”ği gerekçesiyle kilise onu aforoz eder, bir dönem ABD’ye giriş izni verilmez. Ölümüne kadar muhalif tavrını sürdüren Dario Fo, son yıllarda, İtalya’da sistem karşıtı 5 Yıldız Hareketi’ne güçlü destek verir, Renzi hükümetine de karşı durur. İtalya’da çok sayıda seçimde solun ve devrimci güçlerin ortak adaylığı söz konusu olduğunda Dario Fo adı akla gelir. Gençlere onun güveni tamdır. Mitingde yaptığı bir konuşmada onlara “Her şeyi altüst edin! Biz yapamadık, siz yapın!” demiştir. Bizim açımızdansa, mutlaka ona her birimizin değdiği bir sanatçıydı Fo. “Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü” oyununu görmeyen, işitmeyen devrimcimiz pek azdır. Eşiyle birlikte yazdığı “Kadın Oyunları”nı (Çarmıha Gerili Meryem Ana, Filistinli Bir Kadın, İşçi Kadın, Mahkûm Kadın, Tecavüze Uğrayan Kadın, Teröristin Anası, İşkence Gören Kadın, Partizan Ana’nın tiratlarını içeren) yine izlemişizdir. Dario Fo, oyunlarını dilimize çeviren bizim devrimci sanatçılarımızla (Füsun Demirel gibi) çok yakın dostluk kurmuş, onlara kol kanat germiştir. Duyarlılığı sınırları aşan Fo söyleşilerinde bize dair, “Sivas katliamını unutamadığını, bu kadar aydının yakılmasının öfkesini hala taşıdığını” belirtmiştir. Roj TV’nin üzerindeki baskıları kınamıştır yine zamanında. Bu yıl ise bizim resmi tiyatrolarda oyunlarının repertuardan çıkarılması kararını bir “sansür” olarak nitelemiş, “Türkiye’de yasaklanan dört yazardan hayatta olan tek kişi benim. Bu benim için ikinci bir Nobel ödülü kazanmak gibi” demiştir.

Kısaca onun tiyatroculuğuna değinirsek, dedesinden öğrendiği hikâye anlatıcılığı onun üslubunu belirleyecektir. İtalya’nın geleneksel komedi sanatlarına dayanan ama eserlerini dini, siyasal ve toplumsal eleştiri temelinde güncelliği içerecek şekilde yaratan zamanının çağdaş bir sanatçısı olur. Gelenekten beslenen ama geleceği kuracak tarz ve içerikte eserler sunan çok önemli bir yaratıcıdır. Ortaçağ’ın “saray soytarılığını” bizim yüzyılımızda kendi deyimiyle “halkın soytarılığına” çevirir. Eserleri, bizim dilimiz dâhil olmak üzere, Latin Amerika ülkelerinin, Güney Afrika, Güney Kore ve Sri Lanka gibi pek çok ülkenin dillerine çevrilir. Dünyaca tanınır, sevilir; 1997 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanır. Hatta hayatı boyunca duruşundan dolayı bedel ödettiren İtalya hüküme-

FATMA İNCE

ti bile onun dehası karşısında Kültür ve Sanat Altın Madalyası (Devlet Madalyası) vermek zorunda kalır. Bizim Dario için bizim buralardan son söz: “Sanatçı adı altında diktatörün huzurunda eğilen saray soytarılarının cümlesi bir araya gelse, Dario Fo’nun tek bir tırnağı edemez…” Nokta.

23


Sosyalist Dayanışma / Kasım 2016

HDP İRADEMİZDİR!

İRADEMİZİ DARBELERE TESLİM ETMEYECEĞİZ!

24


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.