Ahmak Faşizmin Deli Gömeliğini Yırtmak
FİYAT: 2 TL
YIL:6 SAYI:47
EYLÜL 2016
WWW.SODAP.ORG /SODAP
/SODAP74
CEHENNEMDEN ÇIKIŞIN YOLU
BARIŞTIR!
Emek ve Demokrasi için Güç Birliği Kuruldu Sivil Darbe ile Kamuda Tasfiye Ulusal Varlık Fonu Bir Yağma Projesidir Tel Örgülerin Ardındaki Nusaybin Savaşın Yıkıcılığında Kadınlar Direnmek Artık 6. Duyumuzdur Bataklığa Doğru İlk Adım: Cerablus Barselona’nın Geniş Cephesi Üzüntünün Hiyerarşisi Olimpiyatlarla Hesaplaşma Çetelerin Sahte Fethi: Cerablus Güvercin Olup Uçacağız Gökyüzünde Sanatın Gücünü Bilenlerin Sorumluluk Bilinci
Sosyalist Dayanışma / Eylül 2016
Bekle Bizi İstanbul Salkım salkım tan yelleri estiğinde Mavi patiskaları yırtan gemilerinle Uzaktan seni düşünür düşünürüm İstanbul Bin bir direkli Haliç’inde akşamlar Adalarında bahar Süleymaniye’nde güneş Ey sen ne güzelsin kavgamızın şehri İstanbul Boşuna çekilmedi bunca acılar Büyük ve sakin Süleymaniye’nle bekle Parklarınla, köprülerinle, meydanlarınla Bekle bizi İstanbul Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği’nin mitinglerine kitlesel katılalım, barışı birlikte inşa edelim!
Tophane’nin karanlık sokaklarında Koyun koyuna yatan çocuklarınla bekle Bekle zafer şarkılarıyla geçişimizi İstanbul Haramilerin saltanatını yıkacağız
Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 6, Sayı: 47 Eylül 2016 Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Sezgin KARTAL Adres: Piyalepaşa Mah. Şark Sk. No: 15/A Beyoğlu İstanbul İletişim Tel: 0535 922 82 68 İletişim Mail: info@sodap.org www.sodap.org
Bekle o günler gelsin gelsin İstanbul Sen bize layıksın bizde sana İstanbul İstanbul Boşuna çekilmedi bunca acılar Büyük ve sakin Süleymaniye’nle bekle Parklarınla köprülerinle meydanlarınla Bekle bizi İstanbul Vedat Türkali
Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34
2
29 Ağustos’ta kaybettiğimiz Vedat Türkali’yi saygıyla anıyoruz...
Eylül 2016 / Sosyalist Dayanışma
AHMAK FAŞİZMİN DELİ GÖMLEĞİNİ YIRTMAK
B
ir toplum bu kadar şuursuzluğa rağmen ayakta kalabilir mi?
Gözünün önündeki çok açık politik gerçekleri yeniden bir imparatorluğu canlandırabilmek adına çocukça, ahmakça hayallerle yanlış okuyarak ateşin içine atlayan bir devlet. Yanlış üstüne yanlış, saçmalık üzerine saçmalık, ahmaklık üstüne ahmaklık… Hatasını kaba ajitasyonla, boş hamasetle, saçma sapan mantıksız hikayelerle meşrulaştırmaya çalışan bir akılsızlık imparatorluğu çıktı sonuç olarak ortaya. Zararları sadece kendileri olsa mesele değildi ama koca bir toplum jet hızıyla uçurumdan aşağıya yuvarlanıyor ama ortada hala saçmalama ve şark kurnazlığı dışında bir şey yok. AKP kendisini eşekten düşmüşe döndüren her şeyi “üst akılla” açıklamayı alışkanlık haline getirdi. Patlayan bombalar, darbe girişimleri, siyasi çöküş tablosu hepsinin sorumlusu “üst akıl”. Sonra Biden geldi, baş başa toplantılar yapıldı, Cerablus operasyonunda ABD uçakları Türk tanklarını korudu.
atılmadan fethedilmiş Cerablus aşkına “Halep yolu” açıldı diye düşünülüyor, ancak Halep’te ÖSO’cuların kardeşleri ile savaşan Rusların da desteklemesi bekleniyor. Yıllarca ortadan kaldırılması için taş üstünde taş bırakılmayan Esed yeniden Esad oluyor, arada yüzbinlerce insan ölmüş, Irak’ta Suriye’de semiren cihatçılar hem ülkede hem Avrupa’da binlerce kişiyi havaya uçurmuş, kamyonlarla çiğnemiş ama AKP’ye ne gam… Onlar aslında IŞİD ile savaşın en önemli cephesi... IŞİD’in Türkiye sınırının dünya ile esas bağlantısı olduğunu bilmeyen yok ama o işlerden de zaten “FETÖ” sorumluymuş. Dışişleri Bakanı açıklıyor “Cerablus operasyonumuz PYD’nin IŞİD ile savaştığı yalanını ortaya çıkardı”. Buyrun buradan yakın. Daha Menbiç’te yüzlerce PYD savaşçısı şehri IŞİD’ten kurtarmak için can vermişken, ne gam. “Herkes konuşur, AKP yapar”. Der Spiegel manşet atar “Türklerin temel hedefi IŞİD değil PYD” diye. Başbakan açar ağzını yumar gözünü. 6 yaşında çocuğun he-
men anlayacağını koca bir toplum anlayamasın diye bir yalan makinesi sürekli çalışır durur. Fakat hakkını yemeyelim yalan makinesinin de görevi en azından asgari bir seviyede tutarlılık üretebilmesidir. Bu kadar çok zikzak içeren politikaların tutarlı bir yalanla meşrulaştırılabilmesi ise giderek imkansızlaşmaktadır. Bazıları “bu yaşananları anlamlandıramıyoruz?” diye hayıflanıyorlar. Ortada anlaşılmayacak hiçbir şey yok. Siyasal İslam’ın iki kanadının 3 yıl süren mücadelesi ülkeyi büyük bir yıkımın eşiğine taşıdı. Dünyanın en büyük hırsızlarının, en büyük fırıldaklarının, en acımasız katillerinin, en sinsi komitacılarının Siyasal İslam mahallesinden üremesi büyük bir çürümenin emaresi değil midir?
M. SİNAN MERT
Siyasal İslam’ın iki kanadının 3 yıl süren mücadelesi ülkeyi büyük bir yıkımın eşiğine taşıdı. Dünyanın en büyük hırsızlarının, en büyük fırıldaklarının, en acımasız katillerinin, en sinsi komitacılarının Siyasal İslam mahallesinden üremesi büyük bir çürümenin emaresi değil midir?
Bu ikisinin el birliği edip tasfiye ettiği Kemalistler iktidarda pay kapmanın büyük coşkusuyla “milli birlik” teraneleriyle umut dolu. Kılıçdaroğlu Özal gibi konuşuyor, AKP merkezine “Ata-
Madem üst akıl bu kadar büyük, düşmanla ortak operasyona nasıl çıkıyorsunuz? Mesela neden NATO’dan çıkmak için girişimde bulunmuyorsunuz? Ülkenin meclisinin bombalanmasını organize eden ülkenin devlet başkan yardımcısı ile nasıl el sıkışıyorsunuz? Hem her taşın altındaki üst akıl hem de “stratejik müttefik”. Bunların ikisi de aynı anda anlatılıyor ancak muazzam bir ikna hali “milli cephe” tabanında. Ruslarla anlaştık diyorlar, 2 gün sonra Rus yetkili açıklama yapıyor “Bizim onayladığımız bir iş değil” diyor. IŞİD tarafından teslim edilmiş, bir kurşun
3
Sosyalist Dayanışma / Eylül 2016
türk” resimleri asılıyor. Büyük Reis yeni bir zikzakla kimilerini acıya kimilerini de umuda gark ediyor.
Oysa çözüm gerçekten çok kolay. Devlet aklıyla değil kendi aklınla düşüneceksin. Devleti değil insanı mutlu etmeyi önceleyeceksin. Hepimizin parası ile yaptığın köprüye birçoğumuzun nefret ettiği, katil gördüğü bir padişahın adını vermeyeceksin. Kendi halkınla savaşmayacaksın, “sizin derdiniz ne ki ölüme bu kadar rahat gidebiliyorsunuz?” diye düşüneceksin.
4
Yeni “milli cephe” hazır 15 Temmuz darbe girişiminde birlikte destan yazmışken Kürtler dünya yüzü görmesin diye alelacele Ortadoğu batağına atılıyorlar. Suriye’nin ülke bütünlüğünün en büyük öncelikleri olduklarını bir kez deklare ediyorlar ortada Suriye namına bir şey bırakmayan teröristlerle kol kola Kürtlere saldırırken. Kemalist asker emeklileri kafa kesen, kalp yiyen ÖSO’cularla “muasır medeniyetler seviyesine” çıkmaya yeminli görünüyorlar. “Milli cephe”’yi, OHAL’i ve savaşı tüpten çıkan macunu geri sokmak için fırsata çevirmek istiyorlar. Kürtler gün yüzü görmeyecek. Programlarının en başında bu yazıyor. Kürtlere sadece kendi ülkesinde değil Suriye’de de göz açtırmamaya kararlı bir ahmaklık ülkenin ateş topuna dönebilmesi için her şeyi yapıyor. Sonra da “törörö, üst akıl” saçmalıkları ile ayıbını temizlemeye çalışıyor. Cizre’de patlayan bomba
sonrasında spiker yerel muhabire soruyor: “Kent merkezinden duyuldu mu?” diye. Oysa Cizre’de kent diye bir şey kalmadı. Nusaybin’de insanlar tel örgülerle çevrilmiş yıkıntıların içinden çocuklarının cenazelerini alamıyorlar. Şırnak’ın merkezine kimseler sokulmuyor. İnsanlar yıkılmış evlerinin dibinde çadırlarda yaşıyorlar.
İnanmak kadar inanmamanın da makul bir tercih olduğunu kabul edeceksin.
Buradan kimseye huzur çıkma şansı var mı? Yaşadıklarımız da gösteriyor ki yok.
İşçiyi sömürmeyecek, İşsizlik Fonu’ndan çalıp sermayeye güvence yapmayacaksın.
Oysa çözüm gerçekten çok kolay.
Mega proje diye doğanın canına okumayacaksın.
Devlet aklıyla değil kendi aklınla düşüneceksin.
Hiçbir devlet bunları akıl edebilecek kadar akıllı değildir.
Devleti değil insanı mutlu etmeyi önceleyeceksin.
O zaman yıkım tehdidi karşısında toplum, tüm zorluklara rağmen barış ve eşitlik için güçlerini birleştirecek.
Hepimizin parası ile yaptığın köprüye birçoğumuzun nefret ettiği, katil gördüğü bir padişahın adını vermeyeceksin. Kendi halkınla savaşmayacaksın, “sizin derdiniz ne ki ölüme bu kadar rahat gidebiliyorsunuz?” diye düşüneceksin. “Türk’ün hakkı ne ise Kürt’ün de o hakkı olacak” diyeceksin ki gerçekten de birlik ve beraberlik olsun.
9 aylık bebeğe tecavüz edilebilen bir toplumda kadının özgürleşmesini önceleyeceksin onu eve kapatmayı değil. Sınır ötesine taşmayı, fethetmeyi hayırlı bir iş sanma ilkelliğinden vazgeçeceksin.
Güçlü bir demokrasi hareketi olmadan demokrasi ummak kurnazlığından kurtulmak ve yükü omuzlamak ya da aslında gülünesi bir ahmak faşizmin ayak izlerinde cehennemde kavrulmak. Hepimizin önündeki ikilem budur.
Eylül 2016 / Sosyalist Dayanışma
EMEK VE DEMOKRASİ İÇİN GÜÇ BİRLİĞİ KURULDU
7
Haziran sonrası AKP/Saray İktidarı etrafında oluşan faşist “Milli Mutabakat” ittifakına karşı bütün devrimci, demokrat kesimleri bir araya getirecek bir demokrasi cephesinin bir an önce yaratılmasının üstünden atlanamaz bir görev olduğu hemen bütün sol, sosyalist kesimler ve pek çok demokratik odak tarafından yapılan bir tespit. Bu tespiti yapanların önemli bir kısmı ihtiyaca cevap verecek bir cephenin inşası için çeşitli düzeyde çaba sarf etti, sarf etmeye devam ediyor. HDK-HDP de bu süreçte önemli bir çaba ortaya koydu. Her iki örgüt de son genel kurullarında bunu temel siyasi kararlarından biri haline taşıdı. Sonrasında da tüm demokrasi güçlerine dönük çağrılar yaptı, bu doğrultuda görüşmeler başlattı. Kimi politik duruş ve önceliklerin ve kimi güven sorunlarının yakın zamana dek engel oluşturduğu demokrasi cephesi için nihayet somut adımlar atıldı. KESK, DİSK, TTB, TMMOB,’un çağrısıyla bir araya gelen emek ve demokrasi güçlerinin 2 Ağustos’ta Ankara’da yaptığı toplantıda, bir dizi tartışma yapılarak önemli adımlar atıldı. Hangi ismin benimseneceği, nasıl bir mekanizma ile işleyeceği, amaç ve ilkelerinin neler olması gerektiği konusunda tartışmalar yürütüldü. Bu oluşumun salt tepede oluşmuş bir eylem birliği olması gerektiğini düşünen kesimler olsa da genel eğilim, demokratik-cephesel bir irade oluşturulmasından yanaydı. Tartışmalar sonunda “Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği” isminde ortaklaşıldı. Amaç ve ilkeler konusunda yürütülen tartışmalar sonucunda ortak bir deklarasyon metni hazırlandı.
deklarasyon kamuoyu ile paylaşıldı. Açıklamayı KESK Eş Genel Başkanı Lami Özgen yaptı. Özgen, faşizme, darbelere ve OHAL’e karşı emek örgütleri, siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşları olarak bir araya gelerek Güç Birliği’ni oluşturduklarını söyledi. Bir yılı aşkın süredir çeşitli düzeyde çabaların somut sonuçlar üretmiş olması toplumsal muhalefet güçleri arasında umut yarattı ve moral yükseltti. Güç Birliğinin kuruluş ve ilanı sonrasında, çalışma ilkeleri ve mücadele programı üzerine tartışmalar sürüyor. Genişleme ve yerel ayakları oluşturmanın gerekliliği konusunda önemli bir ortaklaşma var. Ancak bu çalışmaların hangi önceliklerle ve yöntemle sürdürüleceği konuları önümüzdeki dönemin tartışmaları olacak. Politik misyonunu “Milli Mutabakat’ın parlamento üçlüsünden biri olmak” şeklinde belirleyen CHP merkezinin böyle bir oluşumun içinde yer almayacağı anlaşılmış olsa da yerel örgütleri ve demokratik tabanının kapsanması konusunda çaba gösterilmesi gerektiği konusunda bir hemfikirlik var. Bütün bu tartışmalar sağlıklı bir şekilde sürdürülebilir ve toplumsal mu-
halefetin ihtiyaçlarına karşılık gelecek yanıtlar üretilebilirse, Güç Birliği ayakları üzerine dikilerek demokrasi mücadelesinin önünü açan bir yürüyüş gerçekleştirebilecektir. Kuruluş aşaması açısından alınmış yollar vardır ama henüz yolun başındadır. Bu süreçte gösterilecek özen, esneklik, katılım, güven ve yaratıcılık önemlidir. Bir demokrasi cephesine duyulan ihtiyacın aciliyeti ve zaruretinin, işleri kolaylaştırmasını dileyelim. Çalışma ilkeleri ve mücadele programı konusunda tartışmalarını sürdüren Güç Birliği’nin eylem planının ilk durağı; Ankara, İstanbul, İzmir ve mümkün olan bütün illerde 1 Eylül’de alanlarda olmak. Kuruluş deklarasyonundan sonra Güç Birliği kamuoyu önüne ilk olarak 1 Eylül etkinlikleri ile çıkacak. 1 Eylül en azından 3 ilde (Ankaraİstanbul-İzmir) Güç Birliği tarafından yapılan çağrıyla ortak bir şiar, pankart, flama ve dövizlerle gerçekleştirilecek. Demokrasi güçlerine düşen ilk iş, bu çağrıya güç vermek; 1 Eylül’de, Barış’a ve Demokrasi’ye ne kadar ihtiyacımız olduğunu güçlü bir şekilde haykırmaktır.
ELİF CAN
Politik misyonunu “Milli Mutabakat’ın parlamento üçlüsünden biri olmak” şeklinde belirleyen CHP merkezinin böyle bir oluşumun içinde yer almayacağı anlaşılmış olsa da yerel örgütleri ve demokratik tabanının kapsanması konusunda çaba gösterilmesi gerektiği konusunda bir hemfikirlik var.
11 Ağustos’ta Ankara’da gerçekleştirilen basın toplantısı ile
5
Sosyalist Dayanışma / Eylül 2016
SİVİL DARBE İLE KAMUDA TASFİYE SERPİL KEMALBAY
Her ne kadar yetkililer tarafından ‘açığa alma, görevi başında kalmasında sakınca görülecek devlet memurları hakkında alınan ihtiyati bir tedbir’ olduğu söylense de yapılanın siyasi bir tasfiye olduğu açık. Eğitim Sen’in dediği gibi görevden uzaklaştırılanların tekrar işe başlayamayacakları, ‘yargısız infaz’ edildikleri şimdiden yerlerine kamu personeli alımları yapılmasından belli.
Y
apılış şekliyle pek çok aydınlanmamış soru barındıran darbe girişiminin ardından zaman hızla ilerliyor. Sözde darbe başarılı olamadı. Ama esasında Türkiye halkları bugün sivil darbe şartlarında nefessiz kalmıştır. Eğer 15 Temmuz askeri cuntacılar başarılı olsalardı ne yapacaklardı? İşte o yapılacaklar şimdi hayata geçiriliyor. 30 günlük gözaltı süresi, OHAL ve kanun hükmünde kararnameler (KHK) ile hak ve özgürlükler tamamen askıya alındı. Bu süreçte çok sayıda kamu çalışanının bir kalemde görevden uzaklaştırılmasına tanık oluyoruz. Darbecilerle bir şekilde ilişkilendirilen 80 bine yakın kamu personelinin görevden uzaklaştırılması suskunlukla geçiştirilmemesi gereken ciddi bir hak ihlalidir. Her şey öyle hızlı oluyor ki elde bir fişleme, önceden hazırlanmış liste olmadan bu kadar çok kişiyi bir solukta işten el çektirmek mümkün değil. Bu fişlemenin nasıl yapıldığı, nemene bir şey olduğu bazı üniversitelerde görevden uzaklaştırma verilen Barış İçin Akademisyenler (BAK) imzacılarının cemaatçi olarak isimlerinin ihbar edilmesinden anlaşılıyor. Listeye sokulan KESK üyele-
rinin her geçen gün sayısı artıyor. 15 Temmuz’un ardından toplam 452 KESK’li işten el çektirilmiş, 6 kişi ihraç edilmiş, 10 kişi tutuklanmış. Kamu çalışanlarının o pakete ne şekilde konduğunu araştıran sendikalar çok ilginç sonuçlar bulmuş. Başlangıçta bazı KESK üyelerinin de görevden uzaklaştırılması muhalif kimliği nedeniyle KESK’e de yönelindiği, tasfiyeye girişilmiş olabileceğini düşündürtmüş. Fakat sayı artmayınca şimdilik böyle bir çaba içinde olmadıkları anlaşılmış. Bu kişilerin neden o torbada olabildiği iyice araştırınca görülmüş ki ortak payda cemaate ait banka veya iş yerlerinden yaptıkları bir kaç alışveriş. Cemaate yakın bankalara daha önce bir şekilde para yatırmış, kart almış, aldıkları bir malın fatura taksitini bu bankalara ödemiş ya da cemaate yakın bir iş yerinden taksitle bir şey almışlar. İnsanlar bu kadar kolay, eften püften sebeplerle görevden uzaklaştırılabiliyor. Her ne kadar yetkililer tarafından ‘açığa alma, görevi başında kalmasında sakınca görülecek devlet memurları hakkında alınan ihtiyati bir tedbir’ olduğu söylense de yapılanın siyasi bir tasfiye olduğu açık. Eğitim Sen’in dediği gibi görevden uzaklaştırılanların tekrar işe başlayamayacakları, ‘yargısız infaz’ edildikleri
şimdiden yerlerine kamu personeli alımları yapılmasından belli. 668 sayılı KHK öğretmen alımlarında sözleşmeli istihdam yeniden getirilmiş oldu ki eğitim sektöründe esnek ve güvencesiz çalışmanın yolunun açıldığına dair büyük bir emare olarak görülüp kaygı duyuluyor. Ayrıca sözleşmeli personeli alırken de yine objektif kriterler gözetilmediği görülüyor. Eğitim Sen’in açıklamasına göre belirlenen her bir pozisyonun üç katına kadar aday KPSS puanlarına göre sıralanacak ve bu kişiler ancak “sözlü sınavla” aday öğretmen olarak başvurdukları yere atanacaklar. Ataması yapılan sözleşmeli öğretmenlerin 4 yıl boyunca başka yere atanamayacakları, bu süreyi doldurmaları ve iki yıl daha aynı yerde kalmayı kabul etmeleri halinde kadroya geçirilecekleri belirtilmiş. Bu arada daha önce darbe girişimi ile bağlantılı olduğu iddia edilerek çok sayıda kurumla beraber bazı sendikalar da KHK ile kapatılmıştı. Bu sendikalar şimdi Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından gecikmeli yayınlanan “işçi sayıları ve sendikaların üye sayılarına ilişkin 2016 Temmuz ayı istatistikleri”nde istatistiklerden de çıkartıldı. Aksiyon-İş Konfederasyonu’na bağlı 20 sendika OHAL’e dayanarak bir çırpıda sistemden silinmiş oldu. Hükümetin yaşanan başarısız darbe sürecini fırsata çevirdiği ve kamuda muhalefete dönük siyasi bir tasfiyeye giriştiği görülüyor. Kamuda cemaatçi kadrolaşmadan en çok çeken KESK olmasına rağmen yaşanan hak gasplarına ve hukuksuzluğa karşı da yine KESK ve bağlı sendikalar seslerini yükseltiyorlar. Zaten tutarlı bir demokrasi mücadelesi bunu gerekli kılıyor.
6
Eylül 2016 / Sosyalist Dayanışma
ULUSAL VARLIK FONU BİR YAĞMA PROJESİDİR!
15
Temmuz sonrasında yaratılan toz duman arasında sermayenin yeniden üretimini güvence altına alacak yasal düzenlemeler aksatılmaksızın Meclis’ten geçirilmeye devam ediliyor. Bunlardan en önemlilerinden bir tanesi Ulusal Varlık Fonu’nun kurulmasına dair yasanın kabul edilmesi oldu. Varlık Fonları aslında genel olarak cari fazla veren, tasarruf oranının yüksek olduğu ülkelerde kuruluyor. Örneğin petrol zengini Avrupa ülkesi Norveç’in Varlık Fonu 870 milyar dolar büyüklükle Türkiye’nin milli geliri kadar bir kaynağı kontrol ediyor. Bu fonlar söz konusu ülkelerin fazla olan maddi kaynaklarını uluslararası piyasalarda gerçekleştirdikleri yatırımlarla değerlendirmeye çalışıyorlar. Türkiye’nin bilindiği gibi hem dış ticaret açığı hem de cari açık veren ekonomisinin üzerine bir Varlık Fonu kurması imkansız. O yüzden ünlü ekonomist Roubini’nin de altını çizdiği gibi Türkiye’de kurulan bir Ulusal Kalkınma Fonu. Peki neden Varlık Fonu ismi tercih edilmiş? Bunun cevabını Türkiye’yi yöneten Yeni-Osmanlıcı elitin ruh dünyasında aramak lazım. Saray baş şaklabanlarından Cemil Ertem yazısında Fon’un kurulmasına emperyalist-kapitalizme mazlum milletlerin vurduğu ağır bir darbe olarak yansıtmaktan geri durmuyor. TRT Haber de Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi’nin Türkiye Varlık Fonu’nun 200 milyar dolara ulaşması beklenen büyüklüğü ile dünyada ilk 20’ye girmesini umduğunu belirttiği demecini öne çıkarıyor. AKP’li elitin dünya sıralamasını bu kadar önemsemeleri ve karşılığı olmayan büyüklenme hevesleri ülkenin başına yeni belalar açmaya devam edecek gibi görünüyor. Kuruluş yasasına göre Fon’un amaçları arasında şunlar bulunuyor:
“Sermaye piyasalarında araç çeşitliliği yaratmak”, yani finansal araçların karlılık seviyesini yükseltmeye çalışmak. “Yurtiçinde kamuya ait olan varlıkları ekonomiye kazandırmak”, yani devletin elindeki hazine arazilerini yeni rant alanları haline getirerek sermayeye peşkeş çekmek. “Stratejik, büyük ölçekli yatırımlara iştirak etmek” yani Saray’ın gözdesi Cengiz, Kolin, Limak gibi dev inşaat şirketlerinin mega-projelerinin yatırım ve borçlanma risklerini üstlenmek. “Dış proje kredisi sağlamak” yani mega-projelerin finansmanı için uluslararası piyasalardan şirketler yerine borçlanmak. Görüldüğü gibi amaçların önemli bir kısmı Saray’ın yandaş sermaye yaratma ve rant dağıtma mekanizması işlevi gören şirketlerin risklerini azaltma üzerine yoğunlaşıyor. Malum sürekli bir dış kaynak girişine bağımlı olan ülke ekonomisi toplam 420 milyar dolarlık bir dış borç yaratmış durumda. Bunun 2/3’ü özel şirketlere ait. Dolayısıyla çeşitli sebeplerden kaynaklanan devalüasyonlarda ekonominin yumuşak karnı bu şirketlerin borçlarını döndüremez hale gelmeleri ve iflas etmeleri. Bu şirketleri AKP’nin organik bir parçası olarak görmemizin önünde hiçbir engel yok. Bu şirketlerin batması AKP’nin rant yaratma mekanizmasının da çökmesi anlamına gelir. Dolayısıyla Saray 15 Temmuz sonrasında buraya bir yığınak yapmayı acil bir zorunluluk olarak gördü. Fon ve Fon’u çalıştıracak şirket her türlü vergiden muaf tutulacak. Sayıştay tarafından ise denetlenemeyecek, sadece bağımsız denetim şirketleri tarafından hesapları incelenebilecek. Fon’un tercihlerinin kamu ihtiyaçlarına uygun olup olmadığı ile ilgili bir denetim bu sayede
tamamen imkansız hale getiriliyor. Saray’ın çok sevdiği tarzda “denetimsiz ve sözünün üstüne söz söylenemeyecek” bir biçimde kullanılacak bir parasal havuz yaratılmış oluyor. Peki sermayeyi ve Saray’ı güvence altına almak için kurulan bu Fon hangi kaynaklardan beslenecek? Malum Türkiye’nin bir dış ticaret fazlası ya da göz kamaştırıcı petrol, doğalgaz gelirleri mevcut değil. Sermaye yağması her zaman ki gibi bir kez daha işçilerin alınterine göz dikmiş görünüyor! Fon’un en önemli kaynağı İşsizlik Sigortası Fonu olarak planlanıyor. İşsizlik üreten sistem kendi güvencesini yine İşsizlik Fonu’nun yağmalanmasından çıkarmaya çalışıyor. İşsizlik Fonu’nda şu ana kadar 93,1 milyar lira birikmiş durumda. 2015 yılında Fon’dan yapılan harcama toplamı ise 6,6 milyar lira. Bunun da sadece 1/3’ü yani 2,2 milyar lira işsizlik ödeneği olarak ödenmiş. Yani Fon’un toplam harcamasının 1/3’ü asli işi için harcanmış. 2016 yılında Fon’un gelir ve giderleri arasında 12 milyar liralık bir fazlalık olması öngörülüyor. Bu fazlalık bundan sonra her yıl Varlık Fonu’na aktarılacak. Peki Türkiye’de 3 milyonun üzerinde işsiz varken, istihdama katılım oranı bu kadar düşükken neden İşsizlik Fonu bu kadar az kullanılıyor?
M. SİNAN MERT
Çünkü İşsizlik Fonu’ndan yararlanmanın koşulları o kadar ağır ki sermayenin fondan yararlanma olasılığı işsizlerin yararlanmasınınkinden daha fazla. Son 3 yıl içerisinde 600 gün, işsiz kalmadan önce kesintisiz 120 gün sigorta primi ödenme koşulu kayıt dışılığın hat safhada olduğu bir ülkede çoğu işsizi kapsam dışında bırakıyor. İşsizlik ödemesine hak kazanan işçi de en çok 10 ay işsizlik maaşı alabiliyor, o da en fazla 1317 lira. Varlık Fonu, İşsizlik Fonu’nun yanı sıra Özelleştirme Gelirleri ve Emeklilik Fonları tarafından da finanse edilebilecek. Bütçe açıklarına ve kamu borç yükünün artmasına da sebep olacağı düşünülüyor. Sermayenin karlarının güvence altına alınması ve ülke coğrafyasının ilkel sermaye birikimine kurban edilmesinde sürekliliğin işsizlerin hakkı gasbedilerek sağlanması = Varlık Fonu denklemi yanlış olmayacaktır. Saray’ın neredeyse sınırsız ve denetimsiz bir biçimde kullanabileceği dev bir paralel bütçe yaratması da Erdoğan’ın Başkanlık hayallerinden asla vazgeçmeyeceğinin bir işareti olarak da okunabilir.
7
Sosyalist Dayanışma / Eylül 2016
TEL ÖRGÜLERİN ARDINDAKİ NUSAYBİN
S
ur’dan Cizre’ye Dayanışma Koordinasyonu 17-18 Ağustos tarihleri arasında Nusaybin ve Şırnak’a dayanışma ziyareti organize etti. Ziyaret heyetinde HDK, SODAP, Devrimci Parti, ÖDP, Halkevleri, EMEP, DHF, İşçi Sözü, Dersim Demokratik Kadın Hareketi, Demokratik Kadın Konfederasyonu, YSGP, Mezopotamya Hukukçular Derneği ve İHD temsilcileri ile Ovacık ve Mazgirt Belediye Başkanları bulunuyordu. Heyet ilk olarak tarihi İpek yolundan ilerleyerek Nusaybin’e gidiyor. Yol boyu kurulmuş seyyar karakollar beton bloklarla çevrilmiş. Heyet Nusaybin girişinde durdurularak kimlik kontrolü yapılıyor, araçlar aranıyor. Arama noktasındaki polisler ve askerler, kıyafetleri ve duruşlarıyla işgal edilmiş topraklara gelindiğini çarpıcı şekilde gösteriyorlar. Nusaybin’e ulaşan heyet belediyeyi ziyaret ediyor. Belediyeye giderken yol boyu tellerle çevrili mahalleler dikkat çekiyor. Bu tellerin üzerinde “Girmek Yasaktır!”, “Yasak Bölge!” gibi tabelalar asılı. Yol boyu görülen 6 mahalle direnişin olduğu mahalleler ve Nusaybin’in yarısından fazlasını oluşturuyor.
Belediyeye ulaşan heyet Eş Başkanlar Sara Kaya ve Cengiz Kök, Barış Anneleri ve DBP yöneticilerinin bulunduğu bir grup tarafından karşılanıyor ve bilgilendirme toplantısı yapılıyor. Belediye yetkilileri, adli tıpta DNA ve kan testi sonucu kimliği tespit edilemeyen cenazelerin bulunduğunu, bu yüzden ailelerin çocuklarının halen tellerin arkasında olduğunu düşündüklerini söylüyorlar. 6 mahallenin abluka altında olduğunu, 45-50 bin kişinin kalacak ev bulamadığını, tellerin dışında kalan evlerin bodrum ve sığınaklarında 3-4 ailenin bir arada yaşadığını ifade ediyorlar. İnsanların zorunlu göçe zorlandığını ama bu ailelerin çok uzağa gitmediğini; saat: 09.00/18.00 arası sokağa çıkma yasağının ve devlet güçlerinin tacizinin devam ettiğini söylüyorlar. Tüm demokrasi güçlerinin desteğine ihtiyaç duyduklarını, tek isteklerinin tel örgülerin kaldırılıp cenazelerine ulaşmak olduğunu dile getiriyorlar. Belediyedeki ziyaretin ardından Musa Anter Parkı’na geçiliyor. Parkta yedi bin palmiye ağacı kökünden sökülmüş ve bazıları yakılmış. Parkın karşısında bulu-
nan Fırat Mahallesi’ndeki yıkım çok net bir biçimde görülebiliyor. Bu mahalleye Kızıltepe’den obüslerle füze atıldığı söyleniyor. Parkın adından eş başkanlarla birlikte Nusaybin merkeze gidiliyor. İlçe büyük oranda yıkılmış ama halk yaşadığı yerleri terk etmemiş. Halk hala umutlu ve barış istiyor. Kamuoyunda destek ve dayanışma bekliyor. Buradan tel örgülerle tecridin bittiği yerdeki Moris Mahallesi’ne gidiliyor. Moris Mahallesi Rojava’nın Kamışlı bölgesine çok yakın. Burada tahrip edilmiş ve askerler tarafından kullanılmış evler ziyaret ediliyor. Evlerde hala kan izleri bulunuyor. Heyet ikinci gün Şırnak’a gitmek üzere Nusaybin Belediyesi’nin önünde toplanıyor ve Şırnak’a doğru yola çıkıyor. Öğle saatlerinde Şırnak’a giriş yasak olduğu için en yakın ilçe olan Kumçatı’nın belediye binasına gidiliyor. Burada heyeti karşılayan Eş Başkan Serhat Kadırkan bilgilendirme yapıyor. Şırnak’ta yasakların 150 günün üzerinde sürdüğünü, şehrin obüslerle bombalandığını ifade ediyor.
Şehrin %70’inin kışı evsiz geçirmek zorunda olduğunu, halka sorularak konaklama için çadır kent kurulduğunu, devletin kira yardımı yapıyoruz diye yalan söylediğini dile getiriyor. Geçen hafta resmi gazetede bir riskli alan kararı açıklandığını, bu karardaki haritayı kendi harita ve kadastro planlarında konumlandırdıklarını ve Şırnak’ın tamamı riskli alan ilan edildiğini gördüklerini, sadece Şırnak’ta bulunan iki tümen komutanlığının riskli alan sınırlarına dahil edilmediğini söylüyor. Şırnak’ın şu an yıkıldığını, ailelerin eşyalarını almalarına dahi müsaade edilmediğini, insanların en çok yakındığı şeyin sahipsiz kaldıklarını düşünmeleri olduğunu sözlerine ekliyor ve kamuoyunun manevi desteğini beklediklerini, burayı gündemleştirmelerini, devletin uyguladığı politikaların herkese gösterilmesini istediklerini dile getiriyor. Eş başkanla yapılan sohbetin ardından çadır kampa gidiliyor. Çadır kampta barınaklar daha çok kurumuş ağaç dallarından inşa edilmiş. Kampta yaşayan insanlarla sohbetler ediliyor. İnsanlar yaşadığı onca acıya rağmen barış istediklerini söylüyorlar. Devletin kendilerine sadece bir kere kira yardımı yaptığını, onun dışında tüm ihtiyaçlarının belediye ve parti tarafından karşılandığını dile getiriyorlar. Çadırları gezerken bir dedenin Kürtçe söylediği ve Türkçeye çevrilen şu sözleri herkesi derinden etkiliyor: “Şu dağlarda yeşeren rengarenk çiçekler nasıl özgürce yaşıyorsa biz de o dağlardaki çiçekler gibi rengarenk ve özgürce yaşamak istiyoruz.”
8
Eylül 2016 / Sosyalist Dayanışma
SAVAŞIN YIKICILIĞINDA KADINLAR
S
avaş gerçeğinin en ağır sonuçlarını kadınlar ve çocuklar yaşıyorlar. Hem Türkiye’de hem de bölgede süren savaş, kadınların yaşam hakkını ve güvenliğini tehdit etmeye devam ediyor. Savaşın boyutlarının kadınlar üzerindeki etkilerinin, yaşam hakkı ihlallerinin ve beden-ruh sağlığı konularında yaşanan ihlallerin korkunç boyutlara ulaştığının ise artık görünmesi gerekiyor. Şengal geliyor aklıma. Onlarca kadın, tecavüz çetesi IŞiD’in elinde rehin kalmıştı. Kadınların köle pazarlarında, nasıl da satıldığı hepimizin hafızalarında taze daha. Maksadım travmatik gerçekliği yayarak bohem bir hava yaratmak değil elbette. Ancak süren bu savaş gerçeğiyle halen karşı karşıya olduğumuzu hiç unutmamak gerekiyor. Taybet anayı hatırlıyor muyuz peki? Çatışmanın ortasında günlerce yerde sessiz yatan Taybet ananın ölümü yaşam hakkımızın, kaderimizin kimlerin elinde olduğunu tekrar tekrar sorgulamaya götürüyor bizi. Mülteci kamplarında neler oluyor? Şimdi de kadın düşmanı IŞİD’in elinden kaçarak kurtulmuş ve Türkiye’deki mülteci kamplarına sığınmış kadınların yaşamlarıyla ilgili endişelerimiz oldukça artmış durumda. Mülteci kamplarında gündeme gelen çocuk istismarı ve kadınlara tecavüz vakaları her geçen gün daha fazla gözler önüne seriliyor. Bu vakaların çoğunluğu ağır tecavüz vakaları ve bunlara bağlı olarak ortaya çıkan ölü doğan bebeklerin sayılarında yaşanan artış durumudur. Bu bilgiler kamplarda çalışan kimi kişilerin kaymakamlıklara yaptıkları şikâyetlerle açığa çıkmıştır. Ve daha korkuncu bu şikâyetleri yapan kişiler bu kamplardaki görevleri sonlandırılarak buralar daha fazla tecavüze ve çocuk istismarına açık hale getirilmiştir. Burada devletin sorumluluğu
tecavüz ve çocuk istismarı durumlarını tespit etmek ve suçluların yargılanmasını sağlamak olmalıdır. Buralarda olup bitene dair daha ciddi soruşturmaların yapılması ve bu kampların denetiminin yapılıp yapılmadığı ile ilgili ise kadın örgütlerine ve insan hakları örgütlerine sorumluluklar düşmektedir. Her gün zorunlu olarak yaşadıkları, insani ihtiyaçlarını karşılamak zorunda oldukları buralarda uğradıkları cinsel şiddet kadınlar için insanlık dışıdır. Savaş suçudur. Kadına kaçtığı cehennemi hatırlatan başka bir cehennem yaratmaktır. Bu insanlık dışı uygulamalara her kim göz yumuyorsa bu suçta payı vardır ve yargılanmalıdır. Suriyeli kadınlar ülkede savaş ganimeti olarak görülüyorlar Savaştan kaçıp gelen kadınların mağduriyetleri, erkek egemen ve gerici zihniyet tarafından deyim yerindeyse krizi fırsata çevirme mantığıyla kullanılmak istenmektedir. Bununla ilgili olarak çoğu evli erkek Suriye’den gelen kadınları tam bir savaş ganimeti olarak görmektedirler. Gözlenmektedir ki kimi zaman ”resmi” kimi zaman da gayri resmi olarak “evlenilen” kadınlar ev içinde hem cinsel hem de sınıfsal olarak gizli sömürüye maruz bırakılıyorlar. Suriyeli kadınlar ucuz iş gücü olarak da çeşitli sektörlerde sömürüyle karşı karşıya… Savaştan kaçıp Türkiye’de yaşama olanağı bulan yoksul emekçi kadınlar atölyelerde, fabrikalarda karın tokluğuna çalıştırılıyorlar. Büyük çoğunluğu kayıt dışı ve güvencesiz koşullarda ayrımcı ve cinsiyetçi muamele görüyorlar. Ustabaşı ve patronları tarafından bu uygulamalar, gayet sıradan ve meşru görülüyor. Taciz ve hakaretlere maruz bırakılıyorlar. Çok ciddi mobbing altında çalıştırılıyorlar. Hatta Suriyeli emekçiler çalıştırıldıkları yerlere gruplar halinde getirilerek 3-5 saat çalıştırıl-
dıktan sonra işinizi beğenmedik deyip üstelik ücretleri de verilmeyerek kavgayla ve hakaretlerle işyerinden uzaklaştırılıyorlar. Toplu taşıma araçlarında dayak ve şiddet Çocukların mülteci kamplarında uğradıkları cinsel şiddet ve istismar iddiaları korkunç boyutlara ulaştı. Hatta ölümler yaşandığını biliyoruz. Bir de sokak ortasında dövülmeler ve sövülmeler var. Özellikle metrobüslerde görmeye alışık olduğumuz bu çocuklar, kendini savaştan daha korunaklı gören kesimler tarafından şiddete maruz bırakılıyorlar. Devletin çocuklar üzerinde yarattığı şiddetle birlikte bu sorunların çığ gibi büyüdüğüne tanık oluyoruz. Her gün patlayan bombalar yüzünden savaş gerçeği ile her birimizin hayatları inmeleniyor. Bombalar hayatlarımızın tam ortasına düşüyor ancak bizler hala kendimizi bu savaş gerçeğinden muaf görmeye devam ediyoruz. Oysaki biraz da bizim örgütsüzlüğümüz ve duyarsızlığımız yüzünden savaş derinleşiyor Antep’te olduğu gibi çocuk katliamlarına yol açıyor. Sonuç olarak… Şimdiye kadar savaşın kadınlar ve çocuklar üzerindeki yıkıcılığı pek çok yazının konusu olmuştur. Bu gün itibariyle de Kürt coğrafyasında yaşanan savaş ve bölgede yaşanan savaşın sonuçları daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
ELİF IRMAK
15 Temmuz darbesinin ardından demokrasi havariliğine soyunanlar ülkede ve bölgede yaşanan savaştaki paylarını gözlerden kaçıramazlar. Barış bu topraklarda darbeler rejiminin önünü kesecek tek gerçekliğimizdir. Kadınlar Türkiye’de ve dünyada kendi onurları ve insanlığın onuru için direnecek ve barışı da sağlayacak önemli bir güçtür. Ortadoğu coğrafyasında olduğu gibi (kadın düşmanı IŞİD’e karşı savaşırken ölümsüzleşen Cemre Heval ve Sevdaların sahsında) direnen tüm kadınlar özgürlüğü de yaratıyorlar. Yıkıma karşı özgürlüğü var eden tüm kadınların anısına saygıyla tecavüze, sömürüye ve savaşa karşı yaşasın barış, yaşasın kadın mücadelesi…
9
Sosyalist Dayanışma / Eylül 2016
DİRENMEK ARTIK 6. DUYUMUZDUR! SEVGİ EVRİM
Direnmek artık 6. duyumuz oldu. Bu gerçek artık hayatımızı baştan ayağa sarmalamış durumda. Ve bu insanlık direnişinin en büyük ayağını işçiler oluşturuyor. Bu büyük saldırıların arka cephesinde de emeksermaye mücadelesinin olduğunu pekâlâ biliyoruz.
10
D
irenmek, sayılar, sayfalar, tanımlamalarla geçiştirilemeyecek kadar gerçek artık hayatımızda. Sokakta okulda iş yerlerinde, her şey, hemen hemen her şey için direnmek. Ekmek için, hak için, onur için, insanlık için, yarınlar için. Toplumun %50’den fazlası hep bir anda direnmeye çalışıyor. Her birimiz bulunduğumuz alanlarda, bulunduğumuz konumlarda saldırılara, baskılara, hukuksuzluklara karşı direniyoruz, direnmeye çalışıyoruz. Sabah kalkmak, yemek yemek, uyumak, konuşmak eylemleri kadar çok dile getirdiğimiz, günlük bir rutinimiz oldu direnmek. Bir sabah kalkıyorsunuz, işe gidiyorsunuz, bakmışsınız bir anda direnmeye başlamışsınız. Direnmek zorundasınız. Eğitim hakkın için diren, haraçsız kayıt için diren, sağlık hakkın için diren, katkı paysız ilaç için diren, doğanın talanına karşı diren, evine el konulmasına karşı diren, hukuksuz gözaltına
almalara karşı, haksız tutuklamalara karşı diren; meslekten almalara, görevden uzaklaştırmalara, sürgünlere, görevini yaptırmamalara karşı diren; karakollarda aşağılanmaya, gözaltında kayıplara, sokak ortasında infazlara karşı diren; gazete basmalara, gazeteci dövmelere karşı diren, düşünceni söylediğin için tutuklanmalara karşı diren. Polis şiddetine karşı, patron zulmüne karşı, koca dayağına karşı, toplumsal çürümeye karşı diren. Direnmek artık 6. duyumuz oldu. Bu gerçek artık hayatımızı baştan ayağa sarmalamış durumda. Ve bu insanlık direnişinin en büyük ayağını işçiler oluşturuyor. Bu büyük saldırıların arka cephesinde de emek-sermaye mücadelesinin olduğunu pekâlâ biliyoruz. Özellikle son 15 yıldır derinleşerek uygulanan neoliberal politikalar özellikle işçilerin hayatlarını daha da zorlaştırdı. İş yerlerinde işçiler yaşamları pahasına direniyor. Öyle ki her gün en az 7-8 işçi iş cinayetinde
hayatını kaybediyor. Her yıl binlerce işçi yakalandıkları meslek hastalıkları ile uzun vadeli bir ölümün sahibi oluyorlar. Açlık sınırının 1370 TL olduğu günümüzde 1300 TL asgari ücret bile çok görülüp bireysel emeklilik sistemi ile sermayeye peşkeş çekilirken, işçiler yaşam hakları için direnmek zorunda bırakılıyor. En ufak bir talepte bulunmadan çalışması, üretmesi istenilen işçiler, azıcık kımıldadıklarında, sendikalı olduklarında ya da 3-4 kişi bir araya geldiğinde hemen bir baskı ile karşılaşıyor ve işten atılma tehdidi ile karşılaşıyorlar. Sonra iş hakkı için, tazminat hakkı için direnmekten başka yol bırakılmıyor işçilere. Hakkı için fabrikanın kapısında çadırını kuran işçiye polis ayrı saldırıyor, özel güvenlik ayrı saldırıyor. En son Tuzla’da Tedi işçilerine yapılan silahlı ve fiziki saldırıları gördük. Yine Avcılar Belediyesi’nde atıldıkları için direnen işçiler 110 günden fazladır bin bir zorlukla bekleyişlerini sürdürüyorlar.
Eylül 2016 / Sosyalist Dayanışma
İş cinayetlerine karşı mücadele etmek, yaşam hakkı için direnmek bir yana artık en ufak bir yaşamsal talep için bile büyük bir çaba göstermek gerekiyor. İş yerinde mola hakkı için, sağlıklı içme suyu için, kurtlanmamış yemek için direnmek zorunda kalıyorlar. Üretimde az bir yavaşlama olduğunda şeflerin baskı ve hakaretleri, 2 gün izin alınca hemen bir işe yaramaz işçi muamelesi, meslek hastalığına yakalanınca, iş kazası geçirince ıskartaya çıkarma, yok sayma vs. vs. Sonra işçilik hakkı için diren, yaşam hakkı için diren. Sarmal başa sarıyor. Ekmek için direnmek yaşam için direnmek oluyor. Su için direnmek insanlık onuru
için direnmek oluyor. Çerkezköy’de bir tekstil işyerinde 1 yıldan fazladır bir şeylerin değişmesi için mücadele eden kadın çorap işçilerinin patrona gönderdikleri ihtarnamenin içeriği bize birçok veri sunuyor. Her örgütlenme deneyimlerinin önü kesilen, tüm bireysel çabalarına rağmen muhatap alınmayan, 10 yıldan bu yana asgari ücretle çalıştırıp, doğru dürüst havalandırmaların çalıştırılmadığı işyerinde kan ter içinde, toz içinde çalışmalarına rağmen sağlıklı içme suyu verilmeyen işçiler seslerini duyurmaya çalışıyor. Öyle ki barbarlığın geldiği son noktadayız. Kendi ceplerinden para toplayıp damacana su ile içme
suyu ihtiyacını gideren işçilerin sebilleri yakın zamanda kaldırıldı ve fabrikaya işçilerin kendi ceplerinden bile olsa su getirtmesi yasaklandı. Patron fabrika bahçesine kuyu açtırdı ve içme suyunu bu kuyudan karşılama kararı aldı. Kuyu suyu içen işçilerin çoğu rahatsızlandı. İşçiler bu tarihten bu yana fabrikaya ceplerinde pet şişeleriyle birlikte geliyorlar ve su ihtiyaçlarını yine kendi ceplerinden karşılıyorlar. Her gün binlerce çift çorap üreten bir işçinin günlük 1,5 litrelik su ihtiyacı işveren tarafından karşılanmıyor ve işveren işçilerin kendilerinin organize etmesine bile tahammül edemiyor. Bu yüzden su hakkı için direnmek
iş hakkı için direnmek oluyor. Bu yüzden mola hakkı için direnmek iş cinayetlerine karşı direnmek oluyor. Bu yüzden direnen işçiler için “direnmek” tüm insanlık için direnmek oluyor. Tam da bu yüzden şu an ülkede yaşayanların %50sinden fazlası olarak her birimiz bir yerde direnirken ellerimizi, bakışlarımızı, umutlarımızı ve hedeflerimizi de birleştirmek zorundayız. Ne kadar da direnmekten bahsettik değil mi? İşte bu sebeple artık 6. duyumuzdur. Yaşam hakkımız için, geleceğimiz için, en çok da direnme hakkımız için birleşmek ve direnmek zorundayız.
İHTARNAME ÇERKEZKÖY ( ) NOTERLİĞİ’NE
İHTAR EDEN İŞÇİLER : 1-……. Adres: MUHATAP işveren :……….. Giyim Sanayi ve Tic. A.Ş. Adres: Organize Sanayi Bölgesi Çerkezköy/Tekirdağ KONU : İş yerinizdeki 4857 Sayılı İş yasasının 5. Maddesi, 24.Maddesi 38. Maddesi, 41. Maddesi, 53. Maddesi, 77. Maddesi ve devamı maddeleri gereği hukuka aykırılıkların düzeltilmesi, mobbing uygulamalarının son bulması ve geçmişe dönük alacakların ödenmesi hakkında. AÇIKLAMALAR : 1- Biz yukarıda isimleri yazan işçiler işyerinize girdiğimiz 2004-2005 yıllarından bu yana asgari ücret civarı maaşla çalışmaktayız. Sigorta girişlerimiz ortalama 1 ay geç yapılmıştır. 2- İşyerinizde çalışma şartlarımız her geçen gün zorlaşmakta ancak yönetiminiz tarafından bir çözüm üretilmemektedir. Bu hususta her birimizin posta başı, vardiya amiri ve iş yeri müdürü nezdinde sözlü olarak yaptığımız girişimler sonuçsuz kalmıştır. Daha evvelde iş yerine ihtarname gönderen işçi arkadaşlarımızın ihtarnamelerinde bahsettiği hukuka aykırılıklar ve ihlaller de düzeltilmediği gibi maaş artış talebimiz gerekse ve iş güvenliği ile ilgili taleplerimiz görmezden gelinmektedir. Bunun yanında iş yerinde yemeklerin kötü çıkması (mesela: yemekte verilen kaynamış yumurtadan civciv çıkması gibi), şef ve amirlerin hakarete varan baskıları, fazla çalışmaların zorunlu tutulması, yapabileceğimiz kapasiteden fazla iş istenmesi, üyesi olduğumuz sendikanın sürekli karalanması gibi birçok sorun artık çalışma ortamımızı çekilme kılmıştır. Bu şartlar altında üretim verimliliği talep edilemeyeceği gibi, uzun süreli aynı koşullarda ve baskı altında çalışmaktan kaynaklı her birimizin psikolojik sorunları da baş göstermiştir. 3- İş yerinizde daha düne kadar işçi temsilcisi yokken, verilen sendikal mücadele sonucu işçi temsilcisi seçimleri yapıldı. Ancak işçi temsilcisi aracılığı ile size ulaştırdığımız hiçbir sorununun çözümüne yönelik tarafınızca hiçbir adım atılmamakta, sürekli biraz daha bekleyin halledeceğiz denilmektedir. 4- Özellikle asgari ücret seviyesindeki ücretlerimizin artırılması talepleri ve sağlıklı içme suyu verilmesi taleplerinizin karşılanmaması iş yerinde çalışma barışını bozar hale gelmiştir. Her birimiz içme sularımızı evlerimizden taşımak zorunda kalıyoruz. Sabahları dolu pet şişelerle girip boş şişelerle evimize dönüyoruz. Ertesi gün tekrar dolu şişelerle geliyoruz. Çalışma alanlarımızın sıcak ve tozlu olması, havalandırma ve molaların yetersiz olması su ihtiyacımızı artırmaktadır. İş yerinde açılmış olan kuyudan verilen kuyu suyunun içilmesi talep edilmektedir. Kuyu suyu arıtılmadığı gibi sağlık koşullarımızı olumsuz etkilemektedir. Sırf bu sebeple hasta olan işçi arkadaşlarımız oldu. Taleplerimizi aciliyet taşımaktadır. 5- Bu saydığımız sebeplerle en az 5 en çok 13 yıllık kıdeme sahip biz işçilerin halen asgari ücret seviyesinde, yeni giren deneyimsiz işçilerle aynı ücreti almamız tarafımızca kabul edilmemektedir. Derhal yönetim toplantısı yapılmasını ve işçi temsilcisinin de yer aldığı toplantıda ücret iyileştirilmesi kararı verilmesini talep ediyoruz. Daha da acil olarak işyerinde temiz içme suyu sağlanmasını ve bölümlere sebil konularak, içme suyuna her an ulaşabileceğimiz bir sistemin kurulmasını talep ediyoruz. 6- Taleplerimize cevap verilmediği takdirde yasal her türlü girişimde bulunacağımızı ihtar ediyoruz. SONUÇ VE İSTEM : Sayın noter 3 nüshadan ibaret iş bu ihtarnamenin bir nüshasının muhataba APS İLE tebliğini, bir nüshasının tarafıma tevdiini, bir nüshasının da tarafınızca saklanmasını saygılarımla arz ve talep ederiz. 26.08.2016 İSİM- İMZA
11
Sosyalist Dayanışma / Eylül 2016
BATAKLIĞA DOĞRU MEHMET YILMAZER
Bu operasyonun amacı Ankara açısından YGP güçlerinin önünü kesmek, daha genel söylendiğinde Suriye’deki Rojava devriminin yolunu tıkamaktır; oysa ABD açısından en azından açık hedef Ankara’nın IŞİD ile mücadeleye aktif katılımını sağlamaktır. Bu karanlık ve bulanık durum aşılabilecek midir?
12
D
ünyanın gözü önünde bir oyun sahnelendi. Türk ordusu darbe ile kaybettiği itibarını Cerablus’un bir kaç saat içinde ele geçirilmesi ile geri mi kazandı? Ankara bu açık oyunu oynarken sonraki perdelerin nasıl oynanacağı ile ilgili bir fikre ve öngörüye sahip midir? Menbiç’den IŞİD’in sökülüp atılması 73 gün sürmüştü, Cerablus’un temizlenmesi bir kaç saat sürünce ortada bir oyun olduğu tartışma götürmeyecek kadar açıktır. Cerablus’taki IŞİD nasıl buharlaştı? Nereye gitti? Üniforma değiştirmekten tutalım, Türkiye’ye çekildikleri, bir kısmının El Bab’a kaydığına dair olasılıklardan söz ediliyor. Ne olursa olsun, Ankara ile IŞİD arasında kesinlikle bir danışıklı dövüş yapıldığı en kör göze batacak kadar açıktır. Burada sorulması gereken soru: Bu oyunu oynayanlar akıllı, diğer herkes aptal ve kör müdür? Bu oyunun sadece Ankara ve IŞİD arasında oynanması mümkün değildir. Oyuna kim hangi ölçüde katılmış veya göz yummuştur? Bu sorunun detayları çok geçmeden önümüzdeki günlerde ortaya çıkacaktır. Tarafların durumuna bakarak bu tiyatronun sonraki perdelerini öngörmeye çalışalım. ABD, bu operasyondan çok memnudur. Böyle bir operasyona bir yıldır hazırlandıklarını söyledi. Bir yıl biraz abartı olsa da, böyle bir adım için Ankara ve Washington’un aylardır temasta olduğu söylenebilir. Bu operasyona ABD’nin onay vermesi, Gülen konusunda sıkıştığı için “bir gönül alma” kesinlikle değildir. J. Biden operasyon sonrası iki noktaya vurgu yaptı. Washington, Türkiye’nin koalisyon güçleriyle IŞİD’le mücadeleye aktif olarak katılmasından çok memnundur. Öte yandan, Türkiye, IŞİD’le mücadelenin gerektirdiği kadar Suriye’de kalacaktır.
Bu açıklamalardan bu işin yüzeysel bir operasyon olmadığı, en azından ABD açısından önemli bir derinliğe sahip olduğu anlaşılıyor. Amerika, IŞİD ile mücadelede sahada YPG’nin yanında profesyonel bir ordu gücüne sahip oluyor. Washington yıllardır Ankara’ya bu çağrıyı yapmıştı. Nihayet balık oltayı yuttu! Diğer taraf Rusya, bu konuda hangi pozisyondadır? Erdoğan’ın Putin’le bir telefon görüşmesi yaptığı basına yansıdı ve Halep konusunda bir pazarlık olduğu bilgileri sızdı. Detaylar bilinmiyor. Ancak böyle bir operasyona Moskova’nın koşulsuz evet dediğini veya bir oldubittiye getirildiğini düşünmek tilkilerin her gün koşturduğu Ortadoğu’da, Rusya’yı avlanacak tavşan yerine koymak olur. Rusya kesinlikle operasyona bir sınır çekmiş ve ayrıca Ankara’ya kendi isteklerini bildirmiştir. Bunun Halep’in kuzeyindeki bölge ile ilgili oldu-
ğu anlaşılıyor. Şam, bu operasyonda devre dışı değildir, MİT’den bir sorumlunun Şam’a gittiği söyleniyor. Ankara, Esad’la Suriye’deki “Kürt oluşumuna” karşı “birlikte” neler yapılabileceğini araştırıyor. Bu konuda yakın zamanda bir sonuç alınması hemen hemen imkansızdır. Ancak Ankara’nın kilitlendiği nokta Kürt sorunu olduğu için bu yolda her şeyi deneyecektir. Son olarak, operasyon karşısında YPG’nin tavrı önemlidir. Biden, YPG’nin Fırat’ın doğusuna çekileceğini açıkladı. YPG yetkilileri de bunu destekleyen bir açıklamada bulundular. Ayrıca YPG, Cerablus’un güneyinde bir sınır belirleyerek, bundan ötesinin savaş anlamına geleceğini ilan etti. Genel tablo böyle görünürken işin arka planı oldukça karanlık ve karışıktır. Bu operasyonun amacı Ankara açısından
Eylül 2016 / Sosyalist Dayanışma
İLK ADIM: CERABLUS YGP güçlerinin önünü kesmek, daha genel söylendiğinde Suriye’deki Rojava devriminin yolunu tıkamaktır; oysa ABD açısından en azından açık hedef Ankara’nın IŞİD ile mücadeleye aktif katılımını sağlamaktır. Bu karanlık ve bulanık durum aşılabilecek midir? Bilindiği gibi Ankara bu konuda Washington’u yıllardır oyaladı. PYD konusunda Obama yönetimini ikna etmek için Erdoğan çok dil döktü. Açıkça sınırdan IŞİD’e destek verdi. Hala başka yollarla destek vermeyi sürdürüyor. Cerablus operasyonunun ilk görüntülerine bakıldığında Ankara’nın şark kurnazlığını sürdürmeye niyetli olduğunu görmek mümkündür. Ancak durum önceki yıllardan çok farklıdır. Ankara’nın dış politikası tam bir tıkanma noktasına gelip dayandığı için Binali Yıldırım hükümetiyle birlikte Saray önemli politika değişikliklerine başlamıştı. İsrail, Rusya ile ilişkileri düzeltmek ilk adımlar oldu. Değişimlere rağmen bunların hangi kapsam ve derinlikte uygulanacağı bilinmiyordu. Tam bu viraj alınırken 15 Temmuz darbesiyle sistem tam
bir şok yaşadı. Bugün düzen bütün önemli kurumlarıyla bunalım içindedir. Bu bunalımı “Yenikapı ruhu” ile atlatmaya çalışsalar da ülke uzun yıllar sürecek bir krize girmiştir. Darbenin başarısız olmasından dolayı herkes ilk şokun atlatıldığını düşünüyor, ancak tahribat o kadar derinlerde ki düzenin ayağa kalkması için uzun zamana ve çeşitli operasyonlara gereği vardır. Devletin yeniden yapılanması konusu OHAL koşullarında ve kararnamelerle yürütülüyor. Bunların yarattığı tepkiler henüz gömülü durmaktadır. Fakat çok açıktır ki yeniden yapılanma büyük gerilimler biriktirmektedir. Yeniden yapılanma günlerinde kurumlara, politik ortama şekil vermenin yöntemlerine baktığımızda öne üç nokta çıkmaktadır. Gülen cemaatine karşı operasyonlar, Kürt savaşı ve buna ilave Suriye savaşıdır. “Yeni devlet” bu savaşlar içinde şekillenecektir. Gülen cemaatine karşı “mücadele” iktidarın önüne politik olarak mayınlı bir tarla döşemektedir. Bu arazi kazıldıkça ortaya herkese bulaşacak bir has-
talık yayılmaktadır. Bu cemaatle ilişki içine girmemiş bir tek politik güç vardır, o da HDP’dir. Bu büyük günahlar sarmalı nereye kadar, ajitasyon, hamasi nutuklar, şeytanlaştırmalarla götürülebilecektir? Kürt savaşı şiddetlendikçe Kürt coğrafyasında yaşam katlanılabilir seviyesinden bütünüyle uzaklaşıyor. Cehennemin kapıları epeydir ardına kadar açık. Oradan kopup gelen ateşi boğaz köprüsü açılışları ile rüzgara verip yok edeceğini sanan Saray yanılıyor. Bu savaşa Suriye’nin ilave olması Cerablus kasabasıyla sınırlı değildir. Ankara Amerika’nın çok istediği IŞİD’le savaşa artık girmiştir. Dünkü oyalama şansına sahip değildir. Düzen darbenin şokundan çıkmaya uğraşırken şimdi Suriye savaşının içine giriyor. Çok daha büyük şoklarla yüz yüze gelecektir. Suriye savaşı Türk devletini 15 Temmuz darbesinden daha fazla yoracaktır. Ayrıca Washington’un Ankara’yı Cerablus’a davetinde böyle bir amacının da olmadığını kimse söyleyemez. Ankara “güvenilmez bir müttefik” konumundan, söz dinleyen bir müttefik konumuna böyle operasyonlarla getirilecektir. Saray darbeden kurtuldu, ancak ecele ne kadar yakın olduğunu da soğuk terler dökerek gördü. Şimdi IŞİD’le mücadele etmekten eskisi gibi kaçınırsa manevra yapacağı hiçbir alanın kalmadığını görecektir. IŞİD’i ciddi olarak karşısına aldığında ise neler yaşayacağını zaten bir yıldır kanıtlarıyla deniyor.
Bu savaşa Suriye’nin ilave olması Cerablus kasabasıyla sınırlı değildir. Ankara Amerika’nın çok istediği IŞİD’le savaşa artık girmiştir. Dünkü oyalama şansına sahip değildir. Düzen darbenin şokundan çıkmaya uğraşırken şimdi Suriye savaşının içine giriyor. Çok daha büyük şoklarla yüz yüze gelecektir. Suriye savaşı Türk devletini 15 Temmuz darbesinden daha fazla yoracaktır.
Türkiye “devletin sıfırdan yeniden yapılanma” sürecinde Suriye bataklığına biraz da güle oynaya girdi. Saray, bu toz duman içinde devlete ve politikaya istediği şekli verebileceğini tasarlıyor olabilir. Fakat bataklık şekil tutmaz, yutar!
13
Sosyalist Dayanışma / Eylül 2016
BARSELONA’NIN GENİŞ CEPHESİ ÇEVİRİ
B
arcelona en Comu şehrin militan sosyal hareketlerini başarılı bir seçim projesi başlatmak üzere yönlendirdi. 2015 yılında bir yeni sol koalisyon, Barcelona en Comu, Barselona’da yerel yönetimi kazandı. Barınma Hakkı aktivisti Ada Colau tarafından yönlendirilen parti, PODEMOS’un ulusal ölçekte yapamadığını başararak yerel ölçekte bile olsa sol bir program uygulama niyetiyle yönetmek için yeterli desteği bir araya getirmeyi başardı. Yönetime gelmesi sonrasında Barcelona en Comu’nun planları, başardıkları ve karşı karşıya kaldıkları zorlukları algılayabilmek için Michal Rozworski, Yusef Quadura ile konuştu. Yusef Barcelona en Comu’nun uluslararası grubunun bir üyesi olmasının yanı sıra aynı zamanda partinin Gracia ilçesindeki koordinasyon komitesinin üyesi ve Gracia ilçe konseyinin yedek üyesi. Barcelona en Comu’nun nasıl kurulduğunu anlatır mısın? 2014 yazı esnasında önemli bir yerel aktivist olan Ada Colau sonuç olarak yerel seçimlere katılacak olan bu platformu kurmaya karar verdi. Fikir, geniş bir cephe oluşturmaktı. Sol partilerle politikayla ilişkisi olmayan ancak gerçekten bir şeyler yapmanın önemini ve ihtiyacını fark etmeye başlayanları birleştirmeyi hedefleyen bir cephe. Arkasındaki temel düşünce buydu. Bunun yaratılması aylar sürdü, ama en sonunda dört büyük sol parti (bazıları 1930’larda kurulmuştu)
14
o ana kadar politikaya katılmamış ama şimdi buna ihtiyaç duyan ve farklı bir şeyler yapmak isteyen sıradan insanlarla birlikte Barcelona en Comu’yu oluşturdular. Yani, bir tarafta eski sol diğer yanda yeni politize olan kesimler Evet, çok ilginçti, çünkü yeni insanların masaya getirecekleri bir şeyler, bir şeyler yapma ihtiyacı ve pozitif enerji varken hali hazırda politik partilere üye olanlar ise deneyim ve işlerin nasıl yapılacağının bilgisini getirdiler. Geniş anlamda, Barcelona en Comu’nun seçimlere taşıyıp sonunda kazanmasını sağlayan program neydi? Platformun ana ilkeleri nelerdi? Eğer programı tek bir cümlede özetlemem gerekseydi, bu “kriz koşullarında toplumun çıkarlarını savunmak” olurdu. Geçtiğimiz sekiz yıl içerisinde özelleştirmelerin nasıl da olağanüstü normal bir hale geldiğini yaşadık. Artık onları fark etmiyoruz bile! Bunun olmaması gerektiğini, bizim olanı, herkesin olanı savunmamız gerektiğini açıklama gereği duyduk. Bütün kampanyanın ve programın arkasında yatan düşünce budur. Biraz detaya girersek: Öncelikle, dört parti arasındaki resmi koalisyon anlaşmasından bile önce, herkesin katılıp ayrı bir “ahlaki” anlaşma hazırlamaya çalıştığı hafta sonu boyunca devam eden bir toplantı oldu. Kamunun temsilcilerinin maaşlarının sınırlanması ve yolsuzluk durumunda ne yapılacağı gibi konularda anlaşma sağladık. Temel noktamız insanlara kendi kişisel menfaatlerimiz için değil de gerçekten de toplumun iyiliği için çalışacağımıza dair güven verebilmekti. Program üzerine konuşursak; genel düşüncelerden bir tanesi
temel hakların savunulması idi. Barınma konusunda herkesin faturalarını ödeyebilse de ödeyemese de elektrik, su ve gaz kullanma hakkına sahip olduğuna inanıyoruz. Barcelona gibi zengin bir şehirde insanların kışın ısınamadan yaşamasına katlanamazdık. Aynı zamanda insanların daha kolayca katılmasını sağlayarak demokrasiyi daha şeffaf hale getirmek için kampanya yaptık. Kentin çalışma şeklini değiştirmek istiyoruz. Örneğin şu anda Barcelona turizme çok fazla dayalı bir ekonomiye sahip. Turizmi seviyoruz ama sadece ona bağlı kalmamamız gerektiğini düşünüyoruz çünkü bazen işler ters gidebilir ve ortada kalabiliriz. Bundan sakınmamız lazım.
rindeki kendi önerilerini alabilmek için farklı konu başlıkları altında şehrin farklı bölgelerinde 500’den fazla toplantı gerçekleştirdik. Bu öneriler daha sonra oya sunuldu ve yaklaşık 5 ay devam eden bir sürecin sonunda en çok oy alan öneriler önümüzdeki 4 yılın programında yer aldı. Aynı zamanda oteller ve turistlerin kaldığı yerler ile ilgili ayrı bir plan yarattık çünkü bu alanda işler giderek kontrol edilemez bir noktaya gidiyordu.
Aklıma gelen sıradaki soru ise bunların ne kadarını başarabildiğiniz? İlk olarak Barselona’yı mülteciler için bir sığınak şehir haline getirebilmek için büyük bir kampanya yürüttük. Aslında mültecileri buraya getirme yetkimiz yok çünkü bu AB’nin alabileceği bir karar. Ancak onlar üzerinde basınç uygulayabiliriz. Böylesi sığınak şehirler arasında büyük bir iletişim ağı oluşturduk. Aynı zamanda boş evlere sahip bankalara para cezaları ürettik. Boş evleri kiralamadıkları her birkaç yıl için para cezası ödemeleri gerekiyor. Bunun yanı sıra, sosyal konutların miktarını arttırdık. Şu anda, üzerinde çalıştığımız ve bize büyük heyecan veren iş ise belediyeye ait ve tüketicilerden elektrik alıp satacak bir enerji şirketinin kurulması. Paraları olmadığında dahi insanların elektriksiz kalmamasını sağlamak şirket politikası olacak. Ayrıca şeffaflığı arttırdık. Her bir kent hükümetinin, yönetiminin ilk yılı içerisinde detaylandırdığı bir kent planı vardır. Bu konuda bir online platform yarattık ve insanların plan üze-
İnsanları dışarı atarak ve insanların yaşamadığı ölü bölgeler yaratarak? Kesinlikle. Bu durumun turistler için de iyi olduğunu düşünmüyorum çünkü işin sonunda onlar da sadece yeni turistler gördükleri bir bölgeye gitmiş oluyorlar! Kent çapında bir planla yeni otellerin ancak doygunluğa ulaşılmamış bazı bölgelerde yapılmasına izin verecek bir düzenleme gerçekleştirdik. Kentin iki farklı bölgesinden iki tramvayı birleştirmek gibi kimi çevre düzenlemeleri gerçekleştirdik. Özel araba kullanımını azaltmak ve insanları toplu taşıma kullanmaya sevk etmek istiyoruz, çünkü Barselona hava kalitesi açısından Avrupa’nın en kötü şehirlerinden bir tanesi. Bundan dolayı birçok defa para cezasına çarptırıldık. Buna bir son vermek gerekiyor çünkü eninde sonunda bu aslında bizim soluduğumuz hava. Bütün bu yapılanlar sadece bir yıl içinde tamamlandı, çok uzun zaman sayılmaz.
Airbnb ve diğerleri? Evet. Bütün şehir merkezi bütünüyle turistik bir alan haline gelerek kentte yaşayanlar için bütünüyle ulaşılmaz bir hale geliyordu. Bu çok makul bir durum değil çünkü şehrin bütünlüğüne zarar veriyordu.
Tabi başarıların diğer yüzünde de karşılaşılan zorluklar
Eylül 2016 / Sosyalist Dayanışma
var. Onlar Nelerdi? Ben özellikle bahsettiğiniz özelleştirme karşıtı önlemlerin ve toplumsal çıkarların genişletilmesinin federal ve bölgesel hükümetler tarafından uygulanan kemer sıkma politikaları altında uygulanmasının zorluklarını merak ediyorum. İspanya’da kriz çok ağırdı ve kemer sıkma yanıtı da çok şiddetli oldu. Karşımıza çıkan en büyük zorluk medyanın seçimlerden önce bile sürekli karşımızda olması. Her gazete ve her TV kanalının aleyhimize çalışma biçimine bakınca kazanmış olmamız bile gerçekten şaşırtıcı. Belki de şaşırtıcı da değil inanılmaz. Ana sorunlardan biri bu çünkü medya son kertede kamuoyunu manipüle edebiliyor ve bizim de halk desteğini korumamız lazım aksi takdirde yapacaklarımızın hiçbiri mümkün olamaz. Bir diğer sorun ise azınlık olarak yönetimde olmamız. Belediye meclisinde sadece 11 üyemiz var bu yüzden de diğer sol grupların desteğine ihtiyaç duyuyoruz. Çok farklı görüş farklılığının olması da bir problem. Diğer grupların örneğin Katalan ölçeğinde farklı menfaatleri var. Bazen sadece “Biz bu insanlarla birlikteyiz” görüntüsü vermemek için bizimle aynı oyu kullanmıyorlar. Bunu neden yaptıklarını anlayabiliyorum, ama o zaman da önerdiğimiz sol görüşlere destek vermeyerek bir sol parti nasıl oluyorlar? Bunlara rağmen sorunları etraflıca ele almaya çalışıyoruz.
gerçekten zenginse daha fazla ödemesi gerektiğini düşünüyoruz. Kademeli olarak daha fazla ödemeliler çünkü ödeyebilirler. Tabii ki turizm de şu an için önemli gelir kaynaklarından bir tanesi. Bunun dışında, sayıları oldukça azalmış olsa da kamusal şirketler var bunlar da önemli gelir kaynakları. Ve daha önce söylediğim gibi su ve elektriği yeniden belediyeleştirmeye çalışıyoruz. Bunlar gelir elde etme ve yerel hükümetin kendi ekonomimiz üzerindeki iktidarı geri alma yolları. Diğer sol partiler hakkında söylediklerinize geri dönersek: Bence siz bu konuda ipucu verdiniz, Katalonya’nın bağımsızlığı sorunu ile ilişkiniz nasıl? Geniş bir halk cephesi olduğunuz için bu konudan uzak durmaya mı çalışıyorsunuz? Kısaca söylemek gerekirse, referandum fikrini destekliyoruz. Herhangi bir işin tek taraflı olarak hayata geçirilmesini doğru bulmuyoruz. Barcelona en Comu içindeki partiler, Barcelona en Comu doğmadan önce de referandum seçeneğini destekliyorlardı. Bu yöntemi takip etmeyen bir şeyin yapılmasını hiçbir zaman savunmadık çünkü bu kadar önemli ve bu kadar büyük bir işi yapmanın tek yolu insanların neyi istediğinin gerçek bilgisine sahip olmaktır.
Ada Colau, yeni Barcelona belediye başkanınız, çok tanınmış bir barınma hakkı aktivisti idi. Barcelona en Comu bu aktivizm ruhunu kurumlaşmış siyasete taşıyabilmeyi nasıl başardı? Ve iktidar daha kurumsallaşmışken ve onun içinde çalışmamız gerekiyorken ilk başta bahsettiğiniz yeni politikleşen insanların enerji ve desteğini nasıl temin edebiliyorsunuz? İlk olarak, Barcelona en Comu içindeki insanların büyük kısmının halihazırda siyasetin içinde olduğunu akılda tutmalısınız ve kaybetmeye oldukça alışmıştık… Yani, son birkaç on yılda sol birçok yerde buna oldukça alıştı. Bu yüzden hayal kırıklığı yaşamak bizler açısından yeni gelenler kadar büyük bir sorun değil. Onlar daha çabuk hayal kırıklığına uğrayabiliyorlar. Bence halihazırda politika yapan insanlar düzenli toplantılar yapmayı ve çalışmaya devam etmeyi başardılar. Birçok yeni insan belki de siyasete girdi ve sonra ayrıldı, çünkü işlerin yürüme biçiminden hoşnut olmadılar veya sıkıldılar veya belki de işlerin nasıl yapılması gerektiği ile ilgili farklı fikirleri vardı. Birçok insan belki de işlerin olduğundan daha kolay olduğunu varsaydılar. Ama işler kolay değil ve çok büyük emek istiyor. Şu anda tabii ki daha kurumsallaşmış tarafımız olarak
temsilcilerimiz var ama aynı zamanda ilçe meclislerimiz de var. İlçe meclisleri, ilçeleri hakkındaki fikirler üzerine çalışırken diğer tematik gruplar sağlık, enerji ve diğerleri gibi kimi özel konular üzerinde çalışıyorlar. Birlikte bir tür çark oluşturuyorlar: Meclisler kurumlara destek oluyor, kurumlar da meclislere. Bu ileri ve geri yönlü çalışan bir ilişki. Meclislerdeki insan sayısını koruyabiliyor musunuz? Beklentilerden çok daha iyi gelişti. Herkesin hala oralarda olduğunu söylemiyorum ama ben daha çok insanın ortadan kaybolacağını düşünüyordum. Diyelim ki ilk başlarda şimdikinin %20’si kadar fazla insanla çalışıyorduk. Bu seviyede bir kayıp çok normal. Bu geniş cepheyi yaratmadan önceki temel problemlerimizden biri politika ile halk arasındaki kopukluktu. Ben işçi sınıfını bir asırdır savunan bir partiden geliyorum ama insanlar bunu görmüyordu. Öyle kaldıkça da bağlantı kurmayacaklardı. Şimdiki durumla ilgili göz kamaştırıcı olan, ki sonucun ortaya çıkmasında Ada Colau’nun payı çok büyüktür, yeniden birleşmedir. Hala orada olan insanlar çok bağlılar ve bu da kalacak olduklarını gösteriyor. Bu gerçekten harika.
Kent yönetiminin mali kaynak yaratma yetkileri neler ve bunları geliştirmek için neler yapılabilir? İlk olarak federal hükümetten bize aktarılan kimi fonlar var, ama aynı zamanda bizim yerel ölçekte yarattığımız kaynaklar da mevcut. Belki de en önemli yerel gelir kaynağı emlak vergisi. Bu vergiyi son zamanlarda reforme ettik. En yüksek değere sahip konutların vergi oranlarını arttırırken diğerlerini değiştirmedik. Sadece bir eviniz varsa gelip paranızı ya da herhangi bir şeyi alacak durumumuz yok, ki gazeteler insanların böyle düşünmesini sağlamaya çalışıyor. Ama birisi
15
Sosyalist Dayanışma / Eylül 2016
ÜZÜNTÜNÜN HİYERARŞİSİ CİHAN DAĞ
Başka Özgecanlar olmasın diye sokaklara döküldük. Başka Handeler olmasın diye iki kelam bir şey karalamaya bile üşenen insanlar o vakit Özgecan için günlerce yas tutmuş, ölümünün etkisini uzun süre hissetmişti. Lakin Hande için bir kaç LGBTİ aktivisti dışında kimse sokağa dökülmedi.
16
B
irkaç gündür bu fotoğrafa bakıp duruyorum. 2015’deki Onur Yürüyüşü’nde kendini TOMA’nın önüne atarak polis saldırısını protesto etmişti. “Çekiyorsunuz ama yayınlamıyorsunuz” diye isyan etmişti. Sonrasında polis plastik mermi ve tazyikli su ile Hande’ye saldırdı. Aradan bir sene geçti. Ve bir trans kadının daha öldürüldüğü haberi Facebook’ta ana sayfamıza düştü. Biz kim olduğunu bilmeden acı duysak da sevgilisinin Hande’yi yanmış bedenine rağmen protezlerinden tanıması ve acımızın üstüne bir de tanıklığı eklemesi sanırım benim gibi birçok kişiyi daha da sarstı. Sanal gerçeklik, sanal acı, sanal yas tartışmalarının içine dalmadan şunu belirtmek gerekir ki yakılarak öldürülmenin acısını akıllı telefonlarımızdan hisset-
mek epey zor olsa gerek. Hande tecavüze uğradı, öldürüldü ve yakıldı. Tıpkı Özgecan Aslan gibi... Başka Özgecanlar olmasın diye sokaklara döküldük. Başka Handeler olmasın diye iki kelam bir şey karalamaya bile üşenen insanlar o vakit Özgecan için günlerce yas tutmuş, ölümünün etkisini uzun süre hissetmişti. Lakin Hande için bir kaç LGBTİ aktivisti dışında kimse sokağa dökülmedi. Yine bir kaç LGBTİ aktivisti/dostu dışında kimse Hande’nin resmini profil resmi yapmadı. Yine bir kaç LGBTİ aktivisti/dostu dışında kimse... Uzar gider! İkisi de kadın, ikisi de maktül, ikisi de bir bizim nazarımızda. Ama bahsettiğim “biz” ne küçük bir toplulukmuş meğer. Şimdi bu sessizlik Hande’nin yakılarak katledilmesinin pasif bir onayı
değil de nedir? Başka Handeler olmasın neden demiyor etrafımızda ki insanlar? Yoksa “Aman canım! Biz görmüyoruz, duymuyoruz, siz teker teker halledin!” mi denmek isteniyor katillere? “Evet!” lafından hiç bu kadar korkmamıştım. Bir de sol cenaha bakıyorum. Transfobi konusunda belki bir kaç dal yeşil ama gövdesi çürümüş bir cenahtan bahsediyoruz zannımca. Sol hareketin içinden biri olarak varoşlarda siyaset yapmayı düstur edinmiş topluluklar LGBTİ sorununu stratejik olarak zaten taşralarda konuşmuyorlar. Merkezi birimlerde de sanki bu işi kendi içindeki LGBTİ gruplara devrederek işi başından savma niyetindeler. Zira insan bazen kendi partilisinden şunu duyabiliyor: “Ben
Eylül 2016 / Sosyalist Dayanışma
bu yürüyüşte yürümem.” “E ben niye Kürtler için, Aleviler için yürüyorum?” diyesi geliyor insanın, diyemiyorsun. Çünkü aynı zamanda hem Kürt, hem Alevisin. Çık işin içinden. Ama sonuç olarak sol örgütler içinde özellikle de eski kadroların “eski ve emek vermiş” oldukları için LGBTİ fobisinin sorgulanmaması bana oldukça ilginç geliyor. Sonuçta aynı mecliste “Aleviler düşkündür” dediğin anda özeleştiri mekanizmanı hemen devreye sokmanı isteyeceklerdir. Ama yine de umut var. Sonuçta bugün mecliste HDP Eş Başkanı Figen Yüksekdağ, Pembe Hayat Derneği üyelerini meclis grup toplantısına davet etti ve “Hande’yi katledenler, onun küllerinden boğulacaklar!” dedi. Siyasi doğruculuk denebilir, romantik bulunabilir. Ama bunları duymaya ihtiyacımız olduğu kesin. İstanbul Taksim Meydanı’nda Hande Kader için basın açıklamasını İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği Başkanı Ebru Kırancı ve trans bir aktivist okudu. Açıklamada nefret cinayetlerine karşı yasal koruma talep edildi, transfobik nefret cinayetlerinin politik olduğu vurgulandı. Açıklamada Antep’te dün bir düğüne dönük bombalı saldırıda hayatını kaybedenler de anıldı. Beyoğlu Tünel’de bir araya gelen homofobi ve transfobi karşıtları “Bir kişi daha eksilmeyeceğiz. Hande için adalet, herkes için adalet” pankartı açtı.
demokrasinin olmazsa olmazı olduğunu söylerken Tanrıkulu da, “Cinsel kimliklere saygı duymak zorundayız!” dedi.
insanlar da var. Duyarlı olmak sokakta bağırmayı gerektirmez. “Bu kampanyaya imza ile destek olmak bile bir sestir.
Polis kordonunda geçen eylemin ardından katılımcılar sloganlarla İstiklal Caddesi’ne dağıldı. Bunun yanı sıra change. org sitesinde başlatılan elektronik imza kampanyası da oldukça destekçi buldu. Altına imza atılan metin şöyleydi:
“Bu kampanyanın muhatabı İçişleri Bakanlığı, İstanbul Valiliği, Emniyet Müdürlüğü ve Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanlığı’dır.
“Hande Kader de, Özgecan Aslan ve Münevver Karabulut gibi Türkiye vatandaşı bir kadın ve her şeyden önce insan. “Hande, çalıştığı caddede müşterisinin arabasına binip ortadan kaybedildi. Cesedi yakılmış bir şekilde bulundu ve sonrasında bir sürü iddia ortaya atıldı. Her ne olursa olsun, Hande’nin katilleri birçok kişi ve bu olaya sessiz kalanlar da en az katiller kadar suçlu. Hande’nin trans kadın olması ve seks işçisi olmasından mı insanların bu kadar sessiz kalması? “Hala susuyorsunuz diyoruz, çünkü bu tarz katliamlar karşısındaki duruşları biliyoruz ve bunu Hande için de yapınız. Transfobi ya da orospufobinizden sıyrılın lütfen. “Susma suça ortak olma!
“Yukarıdaki kurumların bir şekilde bu cinayeti aydınlatıp ve suçlu ya da suçlara hakettikleri cezaları vereceklerine dair inancımız var. “Çünkü bu onların görevi ve bir an önce bu cinayetin aydınlatılması lazım.” Sonuç olarak Hande, 2015’teki Onur Yürüyüşü’nde kendi sonuna da işaret etti aslında: “Çekiyorsunuz ama yayınlamıyorsunuz.” Evet, Hande; çekiyorlar ama yayınlamıyorlar, görüyorlar ama görmemezlikten geliyorlar, biliyorlar ama susuyorlar. Daha çok ölelim, daha sessiz ölelim istiyorlar. Baksana! Ölüm şeklinin üzüntünün hiyerarşisini belirlediği bu coğrafyada sen başka bir hiyerarşiye takıldın. Çünkü sen bir “trans” kadındın.
Hande, çalıştığı caddede müşterisinin arabasına binip ortadan kaybedildi. Cesedi yakılmış bir şekilde bulundu ve sonrasında bir sürü iddia ortaya atıldı. Her ne olursa olsun, Hande’nin katilleri birçok kişi ve bu olaya sessiz kalanlar da en az katiller kadar suçlu. Hande’nin trans kadın olması ve seks işçisi olmasından mı insanların bu kadar sessiz kalması?
Kaynak: KaosGL/Change.org
“Susanların yanı sıra duyarlı
LGBTİ örgütlerinin yanı sıra kadın örgütleri ve çok sayıda siyasi partinin de katıldığı eylemde sık sık “Trans cinayetleri politiktir”, “Hande Kader burada katilleri nerede” sloganları atıldı. Eylemde nefret cinayeti sonucu yaşamını yitirenlerin isimleri de anons edildi. Eyleme Halkların Demokratik Partisi (HDP) İstanbul Milletvekili Filiz Kerestecioğlu ve Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu da destek verdi. Kerestecioğlu LGBTİ haklarının
17
Sosyalist Dayanışma / Eylül 2016
OLİMPİYATLARLA HESAPLAŞMA AYŞE TANSEVER
Sporcuların çoğu daha tepelere tırmanamadan maddi iflas yaşıyorlar. Bunlar yoksul ülke sporcularının hayallerinde bile göremeyeceği şeylerdir. Sonra da getirisi yoktur. Sonuçta sporcuların çoğu devlet maaşına bağlanmıyor, başlarının çaresine bırakılıyorlar. Bu durumda da yoksul ülke çocukları istedikleri kadar imrensinler bu yarışa baştan katılamıyorlar. Sonuçta sporda gelişmek en baştan bu düzende para işidir. Zengin olan spor yapabilir ve olimpiyatlara katılma şansına sahip olabilir
18
B
ir olimpiyat şovu daha bitti. Basın ve egemen güçler açısından Rio Olimpiyatları içinde bulunduğumuz savaşları, darbeleri, yoksullukları, adaletsizlikleri, eşitsizlikleri bir iki hafta da olsa halkların gözünden uzak tutmaya ve ceplerin doldurmaya hizmet etti. Çoğu ülkede durum öyle karışıktı ki Rio’yu izlemek bir yana, duymayan insanlar vardı. Bizim ülkemizde de darbe haberleri Rio haberlerini bastırdı. Zaten olimpiyatlar da paralı kanallardan izlenebildiğinden lüks oldu ve sıradan halktan koparıldı. Oysa olimpiyatların temel amacı bireyin fiziksel ve ruhi gelişimi arasında bir denge kurmak, sağlıklı, dengeli dünya vatandaşlarının gelişimine hizmet etmektir. Sıradan insanların da sporu sevmesine, özenmesine; böylece akıl olarak, beden olarak sağlıklı toplumlar yetişmesine katkı yapmaktır. Dünya uluslarının birbirini sevmesi, saygı duyması ve dostluklarını arttırması, birbirinin kültürünü anlayarak dünyayı barış zeminde birbirine bağlayıcı köprüler kurmasıdır. Bu anlamda olimpiyatların bir başarı olduğunu söylemek olanaksızdır. Olimpiyat Komitesi baştan kokuşmuş, çeşitli ülkeler, çıkar gurupları ve tekellerin arasındaki
haksız rekabetin aracı olmuştur. Rio olimpiyatları bu çürümüşlüğün gölgesinde yapıldı. Olimpiyatlarda güç merkezleri arasında süren rekabetin ve soğuk savaşın bir yansıması yaşandı. Politik amaçlarla çeşitli gerekçeler uydurularak 118 Rus atletin Rio’ya gitmesi engellendi. Eylül başında gene Rio’da yapılacak olan Engelliler Olimpiyatları’na (Paralimpik) ise hiçbir Rus sporcu katılamayacak. Son anda üzerindeki doping suçlamalarından, uzun yorucu yasal hak aramalar ile kurtularak (o da bu aralar Almanya’da yaşadığı için) Rio’ya katılabilen Rus atlet Yulia Efimova basın açıklamasında “Bu insanları birleştiren bir olimpiyata benzemiyordu. Bir yarışma değil bir soğuk savaştı.” dedi. (1) Madalyaların dağılımına baktığımızda ilk sıraları gene gelişkin ülke atletlerinin aldığını görüyoruz. En çok madalyayı, sırası ile ABD, Çin, İngiltere, Rusya ve Almanya arkasından da Fransa aldı. Yoksul dünyayı sömüren bu ülkeler spor etkinliklerinde de egemenliklerini kanıtlıyorlar. En çok atleti de onlar yollayabiliyor. Ancak buradan şu anlaşılmamalıdır; zengin oldukları için daha çok atlete yatırım yapmıyorlar. Elbette zengin ülkelerin spor tesislerinin geri ülkelerden
daha gelişkin olması bir ulusal avantajdır. Ama atletlere devlet yardımı yok gibidir. Sporcular eğer bir ÇUŞ, bir sponsor bulamazlarsa ki çoğunun yoktur, kendi maddi olanakları ile olimpiyatlara gitme başarısını gösterebilirler. Her biri antrenörünü kendi tutmak, antrenman masraflarını karşılamak zorundadır. Yani büyük bir yatırım işidir. Kıyasıya bir dövüştür. Çok az şanslı sporsever buna ulaşabilir. 23 altın madalya alarak olimpiyatlarda bir ilk olan ABD’li yüzücü Michael Phelps bile spor hayatını kendisi finanse eder, altın madalyaları ona bir kazanç sağlamaz. Sporcuların çoğu daha tepelere tırmanamadan maddi iflas yaşıyorlar. Bunlar yoksul ülke sporcularının hayallerinde bile göremeyeceği şeylerdir. Sonra da getirisi yoktur. Sonuçta sporcuların çoğu devlet maaşına bağlanmıyor, başlarının çaresine bırakılıyorlar. Bu durumda da yoksul ülke çocukları istedikleri kadar imrensinler bu yarışa baştan katılamıyorlar. Sonuçta sporda gelişmek en baştan bu düzende para işidir. Zengin olan spor yapabilir ve olimpiyatlara katılma şansına sahip olabilir. Dünya halklarının bu konuda da eşitliği yoktur. Yoksul ülke halkları daha baştan 1-0 yenik başlıyorlar. Yalnız maddi koşullar değil sosyal ve politik koşullarda yoksul ülke sporcularını etkiliyor. Suriyeli değerli yüzücü Yusra Mardini’nin yaşamı güzel bir örnektir. Yusra ülkesinde daha önce gençlik olimpiyatlarında madalyalar almış bir yüzücüdür. Rio’ya hazırlanırken ülkesindeki savaş nedeniyle en başta antrenman yaptığı havuzlar sonra da evleri bombalanmış. O nedenle Türkiye üzerinden Almanya’ya göç etmek zorunda kalmış. Ege denizini 6-8 kişilik tekne içinde 20 kişi kaçak geçerken motor bozulmuş ve Yusra Mardini en büyük antrenmanını 3 saat içinde çoğu yüzme bilmeyen göçmenle-
Eylül 2016 / Sosyalist Dayanışma
rin olduğu tekneyi çekerek yapmış. Yoksul ülkelerdeki sosyal, ekonomik, politik durumlar spor alanında da büyük tahribatlara yol açıyorlar. Olimpiyat hırsı sporcularda yığınla bozukluklara yol açıyor. Bazı sporcular doping alarak bedenlerine gelecekte acısını çekecekleri zararlar veriyorlar. Ya da aşırı zorlama vücudun doğal yapısını bozuyor. Güney Afrikalı koşucu Semenya da önce doping yaptığı gerekçesi ile katılmaktan alıkonulmuş ama sonra bazı hormonlarının normal kadınlardan yüksek olmasının onun doğallığı olduğu kanıtlanınca olimpiyatlara alınmış. Yani Semenya aslında olimpiyatlara katılabilmek için fiziksel bedenini aşırı yıpratarak, doğal dengesini bozmuştur. Bu bir örnektir, olimpiyat hırsı ile fiziksel, psikolojik yığınla bozukluk örnekleri vardır. Olimpiyatlar doğayı koruma ilkesini bir de bu açıdan bozmaktadır. Yığınla genç bu uğurda bedenlerine zararlar vermeyi göze alıyorlar. Olimpiyatların diğer bir amacı da bireyler kadar ülkelerinde kalkınmasına hizmet etmektir. Ama buda tam bir fiyaskodur. Olimpiyatların ev sahibi ülkeye sosyal ve finansal maliyetleri konusunda uzman olan Dallas News haber yazarı Andrew Zimbalist Rio oyunlarının net sonucunu şöyle açıklıyor: Brezilya 20 milyar harcayacak, 4,5 milyar gelir elde edecekler ve sonuçta 15 milyar dolar borç ile kapatacaklar. (2) Aynen dediği gibi olmuştur. Oyunların maliyeti sonuçta Brezilya yoksul halklarının omuzlarına bindirilecektir. Zaten hammadde fiyatlarının düşmesi ve başka nedenlerle ülke ekonomik bir darboğazdadır. Bunun siyasi hayatta yansıması olarak bir sağ darbe yaşandı. Yoksul halklar sağ darbeye karşı protestolar yapıyorlar yani ülke sosyal bir çalkantı içindedir. Olimpiyatlar nedeniyle de tüm protesto özgürlükleri askıya alındı. Daha oyunlar başlamadan yoksul halklara olimpiyatlar gerekçesi ile saldırılmaya başlandı. 20 binin üzerinde ailenin evleri yıkılıp yerine Olimpiyat Köyü kuruldu. Oyunlar sonrası da bir o kadarı evlerinden çıkmak zo-
runda kalacak. Çünkü 92 milyar dolarlık serveti olan inşaat devi buraya konutlar inşa edecek. İş sadece bununla bitmiyor. Belediye daha önce devletten aldığı 900 milyon dolarlık kurtarmaya rağmen iflas etti. Vali “olağan üstü felaket durumu” ilan etti. Memurlarına maaş veremedi. Sağlık bütçesini %30 kesti. Sağlık merkezleri kapandı. Sadece acil durumlara baktılar. Ülkede yaygın olan zika virüsü ile mücadele bırakıldı. Bunun sonucunda gelen binlerce sporcu ve ziyaretçinin sağlık koruması tehlike altında olup tüm dünyaya virüs yayılabilir. Rio halkı olimpiyat konuklarını tüm ekonomik sıkıntılar ve sosyal büyük sorunlarına rağmen güzel ağırladı. Hatta yiyecek fiyatları uçuk fiyatlara yükseldiği için aç kaldılar. Sıradan halkın burunlarının dibindeki dünya etkinliklerini izlemeye gelirleri yetmedi. Stadyum koltukları boş kaldı. Seslerini duyurmak istediklerinde de polis şiddetine, gaz bombalarına maruz kaldılar. Sonuçta olimpiyat coşkusunu değil kâbusunu yaşadılar. Rio Olimpiyatları tekil değildir. 2004 olimpiyatlarına ev sahipliği yapan Yunanistan da aynı şeyi yaşadı. Olimpiyat tesislerine ülke GSMH’nin %5’ini harcadı ve sonuçta iflas etti. O dönemde o da sağlık harcamalarını %50 kesmek zorunda kaldı. Yıllardır yaşadığı kemer sıkma politikalarının temelinde bu borçlar da vardır. Bütün bunlar ders olmalı. Bizim iktidar güçlerimiz de birçok uluslararası etkinliğe ev sahipliği yapmaya can atıyor. 2020 UEFA Avrupa Futbol Şampiyonası, İstanbul Yaz Olimpiyatları
ve EXPO İzmir. Bunların hepsi çok maliyetlidir. Maliyetlerinin dışında, tesisler için çevreye onarılmaz zararlar veriliyor. Getirisi götürdüklerinin gerisinde kalıyor. ÇUŞ’lar etkinlikler, inşaatlar vs. yolu ile ceplerini doldururken bedel yoksul halkların omuzlarına bindiriliyor. Sporunu yapmadıkları tesisler boş boş beton mekânlar olarak kalıyor. Etkinlikler için birçok alan betonlaştırılıyor ve sonradan yerli halklar bu spor tesislerini kullanmıyorlar. Olimpiyat komitesi bu bedelin farkındadır ama ÇUŞ kâr tutkusu olimpiyatların yapılabileceği sabit bir yer bulunmasının en başındaki engeldir. Günümüzde olimpiyat coşkusu bir balon gibidir. Bir anda söner ve geride sönmüş balonun naylon pisliği kalır. Halklar ezilir, baskı görür, aç kalırlar. Olimpiyatlar insan gelişimi, kardeşlik, dayanışma, ulusal kaynaşmaya değil ÇUŞ’ların zenginleşmesine, merkezlerin aldıkları madalyalar ile dünya insanları üzerinde etkinlik kurma duygusuna hizmet eder. Evet, olimpiyatlara derinlemesine değil yüzeysel bakarsak spor gösterilerinde görülen eşsiz görüntülerden büyülenebiliriz ama işin içindeki sömürü, çirkinlikleri görünce insanın bir kez daha kahretmesi kaçınılmaz oluyor. Oysa olimpiyatlar başka bir düzen içinde insanlığın en değerli etkinliklerinden biri olmaya adaydır.
Bizim iktidar güçlerimiz de birçok uluslararası etkinliğe ev sahipliği yapmaya can atıyor. 2020 UEFA Avrupa Futbol Şampiyonası, İstanbul Yaz Olimpiyatları ve EXPO İzmir. Bunların hepsi çok maliyetlidir. Maliyetlerinin dışında, tesisler için çevreye onarılmaz zararlar veriliyor. Getirisi götürdüklerinin gerisinde kalıyor. ÇUŞ’lar etkinlikler, inşaatlar vs. yolu ile ceplerini doldururken bedel yoksul halkların omuzlarına bindiriliyor. Sporunu yapmadıkları tesisler boş boş beton mekânlar olarak kalıyor. Etkinlikler için birçok alan betonlaştırılıyor ve sonradan yerli halklar bu spor tesislerini kullanmıyorlar.
(1) “Now That The Games are over, the Real Olympic Drama Begins in Rio”, Dave Zirin 22 Ağustos 2016 (2) Aktaran The Olympics are a colossal Waste anda a Shameful Distraction, Sonali Kolhatkar 11 Ağustos 2016
19
Sosyalist Dayanışma / Eylül 2016
ÇETELERİN SAHTE FETHİ: CERABLUS SEZGİN KARTAL
Türkiye’nin yaklaşık üç yıldır Cerablus’u elinde bulunduran IŞİD’e sessiz kalmasına rağmen bugün sözde savaş açtığını iddia etmesi gerçekçi değildir. Cerablus’a girdiklerinde bunları sevinçle karşılayan ne kadınlar ne de çocuklar vardır. Bu operasyon bomboş sokaklarda yürüyerek yapılmıştır. YPG’nin önünü kesmek için uzun zamandır bahsettiği tampon bölgeyi sözde IŞİD’den temizleyerek Kürtlere karşı çetelerin kalkanı olma operasyonudur bu.
O
rtadoğu, tarihinde görmediğini son 5 yıldır Suriye’de içinden çıkılmaz hale gelen vekalet savaşında yaşıyor. Demokratik taleplerle sokakları dolduran kalabalıkların yerini sınır dışından taşınan, içinde silahlı çetelerin bulunduğu gruplar aldı. Her geçen gün hızla büyüyen ve yayılan gruplar kendi isimleriyle öne çıktı. Kentlerin işgalini hızlandıran çete grupların hızlı örgütlenme maharetleri değil, diğer ülkelerin verdiği desteklerdi. Şüphesiz Irak Baas rejim artıklarının oluşturduğu IŞİD/El-Nusra Cephesi gibi örgütlerin bilgi ve tecrübeleri sahada etkili bir savaşta önemli yerlere sahip. Özellikle IŞİD, hedeflediği yerleri kısa sürede ele geçirmesinden, dış desteğin ve savaş stratejisinin güçlülüğünden, uyguladığı vahşet yöntemlerinden dolayı diğer çete örgütlerden öne çıkmaktadır. Suriye ve Irak topraklarında elde ettiği başarıyla dünyanın birçok ülkesinden militan, taraftar ve örgütü saflarına katmayı başarmıştır. Ele geçirdiği bölgelerin ekonomik kaynaklarını da değerlendiren IŞİD’in, özellikle Türkiye ile milyon dolarlarla ifade edilen ihracatı bulunmaktadır. IŞİD’in Suriye’de elde ettiği petrolü Türkiye ve müttefiki ülkelere sattığı biliniyor. Resmi rakamların arasında sadece petrol olup olmadığı açıklanmıyor. IŞİD’in, ekonomik açıdan ve militanlarının transit geçişi açısından sahada yürüttüğü savaşın geleceğinde en önemli komşusunun Türkiye olduğu bilinmeyen bir şey değil.
Cerablus: “Fırat Kalkanı” ya da Selfie Operasyonu!
Yukarıda yapılan kısa giriş, herkesin bildiği şeyleri tekrar etmekten ziyade büyük atıflar yapılan Türkiye’nin “Cerablus” operasyonunu tartışırken elimizde birkaç verinin olması amacını
20
taşımaktadır. Bir tesadüf müdür bilemiyoruz fakat bu operasyon 1516 yılında gerçekleşen Osmanlı İmparatorluğu’nun katillerinden Yavuz Sultan Selim’in komutasında gerçekleşen Mercidabık fethinin beş yüzüncü yıl dönümüyle aynı tarihte oldu. Yalnız aynı tarihin denk gelmesi üzerinden benzetmeleri yapanların yanıldıkları gerçekler var. Y.S. Selim’le Erdoğan aynı güç ve koşullara sahip değiller. Zulümde ortaklaşabilirler fakat gelecekleri bakımından asla! Gel gelelim bir gün içerisinde koskoca bir kent havaya sıkılan mermi ve toplar dışında savaşılmadan nasıl ele geçirildi? Türkiye’yi alelacele bu operasyona götüren nedenlerin arkasında neler var? Tabeladan ibaret bir kenti ÖSO’nun ele geçirecek ve yönetecek nitelikleri var mı? Türkiye’nin bu grupları Cerablus’a sokmasının ve IŞİD’le karşı karşıya gelmesinin arkasında yatanlara kısaca göz atalım.
Çakma Kabadayılık!
IŞİD gibi bir örgütün elinde tuttuğu bir bölgeyi bu kadar hızlı ve çatışmadan teslim edeceği hayal dünyasında dahi yer bulamaz. Ele geçirdiği ya da geçirmeye çalıştığı her bölgede aylar süren çetin bir savaş vermektedir. Yakından takip etiğimiz Kobane, Tel Abyad ve Minbiç muharebeleri örgüt hakkında önemli referans oluşturmaktadır. Kobane yenilgisinden sonra birçok alanını YPG’ye kaptıran örgüt, çekildiği alanları mayınlar döşeyip, istişhad eylemleriyle yeniden yeniden zorlamaktadır. Oysa örgütün günler öncesinden buradaki militanlarını savaşa sokmak yerine önemli bir kısmını ElBab’a bir kısmını da Türkiye’ye çektiği iddia ediliyor. IŞİD’in Cerablus’tan böyle sessiz sedasız çekilmesi için daha büyük pazar-
lıkların yapılmış olması gerekir. Buradan Türkiye’nin yüzde yüz IŞİD’le dost olduğu anlamı çıkarılmamalı. En nihayetinde anlaşmalı da olsa bir kentin idaresini kaybetmek prestij açısından problemler barındırmaktadır. Bunun bedeli Türkiye’ye uzun vadede ödettirilmek istenecektir. IŞİD açısından birincil düşman Kürtlerdir. Suriye’de nefes alacağı bütün alanları bir bir elinden alan Kürtlerin en son Minbiç zaferi Cerablus’un kaderinde belirleyici etken olmuştur. Kobane ve Afrin kantonlarının birleştirilmesi için sınır hattının tamamının IŞİD ve diğer çete gruplara kapanmasının yolu Fırat’ın batısındaki Minbiç’in özgürleştirilmesinden geçiyordu. Yaklaşık iki buçuk ay süren kurtarma operasyonu başarıyla sonuçlandı. Cerablus operasyonu, Türkiye’nin olası provokasyonlarını ve IŞİD çetelerinin merkez üssü Rakka’dan gelecek desteği engellemek için öncelikle Minbiç, El-Bab, Mare ve Azez’in temizlenmesini amaçlıyordu. Bu plan doğrultusunda hızla ilerleyen Suriye Demokratik Güçleri (SDG) Minbiç temizliğini tamamladıktan sonra El Bab Askeri Meclisi’ni ve Cerablus Askeri Meclisi’ni ilan etti. Bu gelişmeler bölgenin geleceği açısından dönüm noktası niteliğini taşımaktadır. Kuruluşunu bir basın açıklamasıyla ilan eden Cerablus Askeri Meclisi Genel Komutanı Abdülsettar El Cadirî açıklamadan üç saat sonra yapılan bir suikastla öldürüldü. YPG kaynakları suikastın MİT tarafından gerçekleştirildiğini duyurdu. Kürtlerin durdurulamaz ilerleyişi kanlı bıçaklı unsurların kimini gizli gizli kimilerini ise açıktan görüşmelere mecbur bıraktı. Basına sızan bilgilere göre Şam yönetimiyle arabulucu ülkeler sayesinde birden fazla görüşme yapılmış çeşitli noktalarda
Eylül 2016 / Sosyalist Dayanışma
mutabakatlara varılmış gözüküyor. Rusya’nın sahada etkin müdahale desteğini alana kadar Esad; Şam, Lazkiye gibi yerlerde savunma pozisyonunu korumaya çalışmaktaydı. Rusya, İran ve Hizbullah faktörü devreye girdikten sonra pozisyonunu değiştirmiş, Halep’in merkezine kadar ilerleyen çeteleri (El Nusra ve Ahrar-u Şam vb.) bu alanlardan etkili şekilde püskürterek moral üstünlüğüne kavuşmuştur. Burada artık Kürtlerin ilerleyişi Esad açısından da rahatsızlık verici boyutlara ulaşmaya başlamıştır. Kendi alanlarını korumakla meşgulken, Kürtlerin çete örgütleri yenilgiye uğratması nefes alması açısından da fayda sağlayan bir durumdu. Kürtlerin alan hakimiyetini genişletmesi Esad yönetimi açısından da endişe vermektedir. Tarihin kimliksizlerinin Suriye’nin gelecekteki yönetiminin nasıl olacağını belirlemede rol oynaması kolay kolay hazmedilecek bir olgu değildir. O nedenle Türkiye’nin duyduğu kaygıları Suriye rejimi de taşımaktadır. SDG’nin Minbiç’i çetelerden temizlemesinden sonra Suriye ordusu savaş uçaklarıyla Haseke’ye saldırmıştır. Neredeyse savaşın başladığından bu yana YPG ile devlet güçlerinin birlikte yönettiği Haseke’de düşük yoğunluklu karşı karşıya gelişler oluyordu. Fakat iki tarafın da olumlu yaklaşımlarıyla büyümeden anlaşmalar sağlanıyordu. Bu sefer rejim güçleri sivilleri gözetmeksizin kenti ateş altına tuttu. Suriye’den çeteleri söküp atmak için ittifak kurmak varken demokratik bir ülke ve bir arada yaşamı savunan güçlere saldırmak neyin nesi? Suriye rejiminin düşmanı cihatçı selefi çeteler mi? Yoksa halkların güvenceli ve demokratik koşullarda yaşamasını esas alan Kürtler mi? Türkiye’nin yaklaşık üç yıldır Cerablus’u elinde bulunduran IŞİD’e sessiz kalmasına rağmen bugün sözde savaş açtığını iddia etmesi gerçekçi değildir. Cerablus’a girdiklerinde bunları sevinçle karşılayan ne kadınlar ne de çocuklar vardır. Bu operasyon bomboş sokaklarda yürüyerek yapılmıştır. YPG’nin önünü kesmek için uzun zamandır bahsettiği tampon bölgeyi sözde
IŞİD’den temizleyerek Kürtlere karşı çetelerin kalkanı olma operasyonudur bu. Bugüne kadar IŞİD’e verdiği belgelenmiş destekler Türkiye’nin uluslararası kamuoyunda hayli başını ağrıtmıştır. Bu baskıları da dindirecek danışıklı bir durum (dövüş bile değil) vardır. Yoksa adına ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) denen fakat Feylak el Şam, Sultan Murad Tugayı, Nureddin Zengi Tugayı ve Hamza Tugayı’ndan oluşan çete gruplarla kaç kez Türkiye sınırındaki El Rai (Çobanbey) kasabasına düzenledikleri taarruzların başarısızlığı dururken Cerablus’ta zafer elde edemezler. Burada bir taşla çok sayıda kuş vurmak isteniyor. Halep’te Suriye ordusu tarafından ciddi darbe yiyen bu grupların uluslararası kamuoyunda destek görmesini sağlamak, Rus uçağını düşürdükten sonra sınır ötesinde uçak uçuramaz hale gelen Türkiye’nin yeniden sahada rol almasını sağlamak ve en önemlisi Kürtlerin kantonları birleştirmesinin önüne geçmek.
TSK Çetelerle Sarmaş Dolaş!
Bir kenti ele geçirirken üzerinde toz dahi olmayıp selfie çeken çeteler IŞİD’den daha masum değildir. Bu örgütler cihatçı selefi gruplardır. Nurettin Zengi Tugayı denen çetelerin yakaladıkları 12 yaşında Filistinli bir
çocuğun başını kestikleri görüntüler internette dolaşmaktadır. Cihatçı çetelerle Cerablus halkına ne özgürlük götürülebilir ne de güvenli bir yaşam. Operasyon bizzat Türk Genelkurmayı karargâhından yürütülmüştür. Cerablus’un alınmasından sonra Genelkurmay Özel Kuvvetler Komutanı Zekai Aksakallı ile çetelerin kucaklaşmaları kirli ittifakın belgesi olarak kayıtlara geçti.
Öncesinde Erdoğan’ın Putin görüşmesi ve İran Dışişleri Bakanı Zarif ’in, Barzani ve Joe Biden’in Türkiye ziyaretleri bu operasyonun ortak mutabakat çerçevesinde yapıldığını gösteriyor. Rusya, İran ve Suriye’nin düşük perdeden yaptıkları eleştiriler çok da karşı olduklarını göstermez. Bu durum kısa vadede bütün bu güçlerin IŞİD konusunda bir araya geldikleri ve Cerablus’ta bir el değiştirme olarak okunmaktadır.
Türkiye, Kendi İnisiyatifiyle Operasyon Yapma İradesine Sahip Değil!
Sonuç Olarak!
Suriye savaşı başladığından beri en çok gürleyen ülke Türkiye’dir. Bağırıp çağırmaktan ne dediğini dahi bilmeyen ülke olarak itibarsızlaşmaktan öteye gidemedi. Destek sunduğu bütün çete yapılanmalar önüne koyduğu nihai hedefi gerçekleştiremedi. En son “Türkmen kardeşlerimiz öldürülürken seyirci kalamayız, Suriye’ye gireriz.” derken Rus uçağını düşürmenin dışında meydan okuyan bir girişimi olmadı. Uçağın düşürüldüğü günleri hatırlarsak, bugün fır fır dönen Türkiye devletini rahatlıkla görebiliriz. Sınırın ötesine Rusya’nın oluru olmadan Türkiye’nin girmesi imkansızdır. Aylardır kendi güvenliği açısından dahi Türk uçakları sınırda dolaşamaz oldu.
Cerablus’un fethi illüzyondan ibarettir. Kendi arasında dahi anlaşamayan örgütlerle bir kenti yönetmek ve ayakta tutmak imkansız. Kantonların Türkiye sınırından birleşmesini önlemeye çalışmak ise nafiledir. Cerablus ileriki tarihlere ertelense bile şimdi sırada El Bab, Mare ve Azez vardır. Kantonlar arası koridor bu hat üstünden rahatlıkla sağlanabilir. Türkiye’nin Cerablus üstünden bu çete örgütlerle Minbiç ve Halep’e geçmeleri hiç de kolay değil. IŞİD karşısında başarı elde edemeyen bu örgütler SDG’nin karşısında herhangi bir şansa sahip değiller. Kaldı ki Kürtlerin sahadaki varlığı ve oynadığı misyon Türkiye’nin hastalıklı taleplerinden daha kıymetlidir.
21
Sosyalist Dayanışma / Eylül 2016
GÜVERCİN OLUP UÇACAĞIZ GÖKYÜZÜNDE “Yazıyor! Yazıyor Gökyüzünde dans eden güvercinlerin Akbabaların üstüne yürüyeceği günleri yazıyor.”
TÜLAY YILDIZ
16
Ağustos, Türkiye siyasi tarihine “demokrasi” kelimesinin günlerdir manşetlerden düşmediği bir dönemde bir yeni başlık daha eklendi. Yıllardır onurlu duruşuyla gerçekleri yazmaktan hiç vazgeçmeyen Özgür Gündem’in kapatılması. Dünyanın hangi ülkesi olursa olsun bu durum değişmemektedir. Savaş, kriz benzeri kargaşa veya olağanüstü dönemler, insanların üzerinde oldukça etkili olan burjuva medya organlarının hangi haberi yapacağından, hangi siyasetçiyi televizyona çıkaracağına kadar her şeyi siyasi iktidarlar belirler. Ve çıkardıkları savaşın “meşruluğunu” bütün topluma propaganda ederler. Kirli savaşın etkin bir silahı olarak servis edilir. Savaş sadece elde silahla yürütülmez. Aynı zamanda içinde yaşadığı toplumu taraflaştırmayı hatta savaşa her zaman aktif katılmaya hazır
22
gönüllüler hanine getirmeyi hedefler. İlla cephede savaşmakta gerekmiyor. Sokağını işini, parkını vs. yaşam alanını paylaşan halkların birbirine düşmanlaştırılmasında en önemli silahtır medya. Muktedirler işte bu silahı yıllardır etkin bir şekilde kullanıyor. İktidar idaresine bağlı olmayı reddeden Özgür Gündem gibi yayın organları “bölücü, PKK propagandası yapan, terörist yazarların” olduğu basın olarak ilan edilir. Gerçekleri yazan basından korkan faşist iktidarlar soluğu, gerçekleri yazmaktan hiç vazgeçmeyen basını yok etmenin yollarını bularak alır. Çıkardıkları savaşın ve faşizmin bir ayağı da aslında buradan geçiyor. Tahmin etmedikleri bir gerçekle de karşılaşıyorlar. Daha doğru bir tabirle el etek öpmeyen, baş eğmeyen, hizaya çekmek için uğraştığı ama bir türlü karşılarında el pençe divan durmayanların dik duruşuna çarpıyorlar. İşte hizaya gelmeyen Özgür Gündem! Muhabirlerinin “faili meçhul” bir şekilde öldürüldüğü, ofislerine, bürolarına saldırıldığı, bombaların konulduğu, yazarlarının tutuklandığı, yayınlarının toplatıldığı bir gazete Gündem!
Yayınlarının toplatılmasına rağmen büyük bir özveri ve ısrarla kendini bu günlere taşımıştır. Neredeyse iktidara gelen her hükümetin sesini yok etmeye çalışmasına rağmen susmayan bir geleneğin temsilcileri, 16 Ağustos günü gazete binası basılıp gözaltına alındı. Gazete basıldığında 4 “şüpheliyi” gözaltına almak için geldiğini söyleyen kolluk kuvvetleri 20 kişiyi “polise mukavemet” ettiği gerekçesi ile darp ederek gözaltına aldı. Hazır ‘mukavemet’ demişken kelime anlamına bir bakmakta fayda görüyorum. “Cisimlerin çeşitli dış etkiler ve bu dış etkilerin neden olduğu iç kuvvetler karşısında gösterecekleri davranış biçimini inceleyen…” der. Madde biliminde de direnebilme yetisi diye geçer. Bilmem açıklayabildim mi? Yukarda kısa da olsa belirttim Özgür Gündem’in direniş tarihini. Ee kolay mı bu kadar bedel ödemiş bir gazeteye TCK’nın bilmem kaçıncı maddesiyle elini kolunu sallayarak girip kapatmak, gözaltına almak. Böylece direnebilme yetilerini kullananlarla karşılanırsın. Tarihin miras bıraktığı direnebilme yetilerini kullanıyor Özgür Gündem çalışanları. O yüzden yıllardır susmadı. Bu yetiyi kullananlardan bir tanesi de Özgür Gündem yazarlarından ve şu an tutuklu olan Aslı Erdoğan. Geçenlerde Aslı Erdoğan’la yapılan bir röportajda gazetecinin Bakırköy Cezaevi önünde başlatılan “Özgürlük Nöbeti”ne dair Aslı’nın düşüncesini soruluyor. “Sanki ta içerideki hücreden bile rüzgârınızı hissediyorum. İçeri girmeyen bilemez, dışarıdan gelen her koku, her ses, her sözcük burada hayatın ta kendisi demek. Ben de Silivri Cezaevi’nde Özgürlük Nöbeti’ndeydim. Birkaç ay önce sanki içime doğmuş gibi içerisi dışarıdan çok fark etmi-
yor, hepimiz büyük bir cezaevindeyiz demiştim. Sizler dışarıdan, bizler içeriden bu devasa cezaevini özgürlük çığlığına dönüştürebiliriz. Bunu ancak hep beraber başarabiliriz.” diyor Aslı. Evet, başarabiliriz Aslı. Faşizmin en büyük düşmanının ezilenlerin ve ötekilerin dayanışması olduğunu biliyoruz. Kürtlerle yan yana durup “Ben bu savaşın karşısında, ötekinin bir parçasıyım!” demenin vakti. Dayanışmanın domino taşı etkisi yarattığı ve faşizmin bütün topluma dayattığı sinmişlikten çıkışın yegâne formülünün ezilenlerin birbirine sıkı sıkıya sarılmasıyla olacağını çok iyi biliyoruz. Eren Keskin’in adliye çıkışında dediği gibi sözün ve dayanışmanın önemi elbet anlaşılacak. Çünkü bizlerin yaşamlarımızdan başka kaybedecek bir şeyi yok ve bedelini de ödüyoruz. Dayanışma nöbetlerinin faşizmin zindanlarından arkadaşlarımızı koparıp alacağını biliyoruz. Özgür Gündem susmadı gerçekleri yazmayı sürdürüyor. Özgür habercilikte ısrar eden bir grup gazetecinin gayretiyle 23 Ağustos Salı günü “Mahallede çocuk bırakmadılar!” manşetiyle yayın hayatına başladı Özgürlükçü Demokrasi! Sıfırdan başlamak diye bir şey yok. Ağır bedeller ödeyerek taşıdıkları sorumluluğun gereği yeni bir yola çıkıyorlar. Kolay gele. Güvercin misali akbabaların üstüne yürüyen gazeteciler-yazarlar yılmadan, usanmadan, korkmadan, onurlu duruşlarıyla tarihe not düşenler yazıyor. Son olarak, mücadele tarihimizin kök saldığı bu topraklarda güç yitirsek de biteceğimizi ummanın körlüğünü yaşamaya devam edebilirler. Tarih, bedel ödeyenlerin ortaya koyduğu iradeyle yazılacaktır. Cezaevlerindeki tüm siyasi tutsakların bırakılacağı günlerin geleceği umuduyla…
Eylül 2016 / Sosyalist Dayanışma
SANATIN GÜCÜNÜ BİLENLERİN SORUMLULUK BİLİNCİ Bizler yani kendilerini ifade etmek konusunda daha şanlı olan insanlar, kendilerini ifade etmek konusunda şanlı olmayan kesimlerin, kitlelerin, ezilenlerin, insanların, her kesimden mağdurun sesi sözü olmak zorundayız. (Murathan Mungan)
1994
yılı 4 Aralık günü Özgür Ülke gazetesinin bürosu bombalanmıştı. Birçok kişi yaralanırken Ersin Yıldız yaşamını yitirmişti. Bu saldırının hemen ardından gazete ile dayanışma amacıyla Murathan Mungan, Aslı Erdoğan, Latife Tekin, Orhan Alkaya, Lale Mansur ve Orhan Pamuk, Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde gazete dağıtımı yaparak Özgür Ülke’yle dayanışmıştı. Murathan Mungan cezaevindeki ölüm oruçları süreçlerinde de sessiz kalmamış herkesi duyarlı olmaya davet etmişti. 2012 yılında KCK operasyonları adı altında çeşitli kesimlerden binlerce muhalif insanımızın tutuklanmasına karşı da tavır almıştı. Hatırlarsak o yılları, BDP’yle ilişkili herkese gözdağı veriliyor, KCK’ye yönelik cadı avında binlerce muhalif kişi tutuklanıyordu. Yine günümüze benzer bir şekilde Kürt halkının mücadelesi yalnız bıraktırılmak isteniyor, Türkiye’deki batı muhalefetinin de sinmesi ve korkması için çok yoğun baskı uygulanıyordu. Pek çok kesim de tavır almıyor, kendi kabuğuna çekiliyordu. İşte “korku imparatorluğu”nun hükmünü sürdüğü öylesi bir dönemde Murathan Mungan kalktı korku duvarlarını yıkmak için, BDP Siyaset Akademisi’nde ders verdi. Kamuoyu önünde herhangi bir protesto fiili gerçekleştirmenin ateşten gömlek giymek olduğu şu günlerde sevgili Murathan Mungan’ın sorumluluk bilinci yine bizi yanıltmadı. Özgür Gündem’in yazarı Aslı Erdoğan
tutuklandığında başlatılan “özgürlük nöbeti” eyleminin basın açıklamasını yine o okudu. Açıklamada sarf ettiği şu sözler onun açık ve net bir şekilde duruşunu gösteriyordu: “Türkiye tarihinin hiç bu kadar karanlık başka bir dönemini hatırlamıyorum. Üzgünüm. Bütün tutukluların bizim onlara vereceğimiz aydınlıktan dirençten başka tutunacakları bir şey yok. Yüzümüzü, ensemizi, gözümüzü karartmayalım. Işığımızı söndürmeyelim. Bugüne kadar ne diyorsak aynı yerden aynı inat ve ısrarla, onların dilini konuşmadan, onların tuzaklarına düşmeden sürdürmemiz gerektiğine inanıyorum.” Bir edebiyat dehası olarak nitelendirilen, en önemli yazarlarımızdan, edebiyat eleştirmenleri tarafından “yazarlık kariyeri saygı ve hayranlık uyandırıcı” diye ifade edilen Murathan Mungan’ın sorumluluk sahibi aydın tavrı da gerçekten bugün için çok anlamlı ve önemli. Murathan Mungan son dönemlerde Kürt halkının yaşadığı baskılar karşısında olan insanların hedef alınmasına karşı tavrını net bir şekilde göstererek sanatın gücünü mücadelenin bir
neferi haline getirdi. 2015 yılında gerçekleşen Hrant Dink anmasındaki konuşmasında sarf ettiği şu cümleler hayatın neresinde durduğunun bir izahı: “Baskıcı iktidarlar korkunun bulaşıcı olduğunu bilir, bu yüzden toplumun korkularını sürekli diri tutmaya çalışırlar; onların bilmediği cesaretin de bulaşıcı olduğudur. Bu yüzden hayatın ve dünyanın gözlerinin içine bakarak cesaretle konuşmalıyız. O kelimelerin bizden başka sahibi yok! Bunu hiç unutmamalıyız.” Çeşitli kereler yaptığı röportajlarda bugüne kadar hep bir solcu olarak yazdığını, tarihsel diyalektiğe inandığını ifade eden ve ne şanslıyız ki aynı zaman diliminde ve aynı coğrafyada yaşadığımız Murathan Mungan hepimize büyük bir armağan. Aslında yazıya başlamadan evvel onun Çador romanını tanıtacaktım. Edebiyattaki ustalığını, yaratıcılığını, bizim duygu dünyamıza kattıklarını… Artık gelecek sayıya kaldı, çünkü bu yazının akışı onun edebiyat dışındaki yapıp ettiklerinin hatırlatılmasının birkaç cümleyle sınırlı kalamayacağını gösterdi…
FATMA İNCE
Kamuoyu önünde herhangi bir protesto fiili gerçekleştirmenin ateşten gömlek giymek olduğu şu günlerde sevgili Murathan Mungan’ın sorumluluk bilinci yine bizi yanıltmadı. Özgür Gündem’in yazarı Aslı Erdoğan tutuklandığında başlatılan “özgürlük nöbeti” eyleminin basın açıklamasını yine o okudu.
23
OHAL SERMAYEYE DOST İŞÇİYE DÜŞMAN! Torba Yasa’nın 80. Maddesi ile *Doğa talanı yapacak firmalar bedelsiz kamu arazisi sahibi olabilecekler. *Mega projeleri yürüten firmalar vergiden muaf olacak, gerekirse devlet yatırıma %49 ortak olacak. *Şirketlerin işçi ücreti dahil pek çok masrafı devlet tarafından karşılanacak. *Proje süreçlerinde idari izin, ruhsat ve ÇED rapor gerekliliği tüm hukuki süreçler askıya alınacak. *Talan projelerine hukuki itiraz yolu kapatılacak.
*Sermaye yatırımlarına güvence oluşturmak için işçinin parasıyla Varlık Fonu kuruluyor. *Zorunlu BES ile sermaye adına zorunlu tasarruf başlıyor. 45 yaşı altı tüm çalışanlar sisteme üye olmak zorunda. *Kamuda taşeronu ortadan kaldırma vaadi ortada kaldı! *Kamuda iş güvencesini ortadan kaldırma hazırlıkları devam ediyor.
OHAL’E KARŞI MÜCADELE EKMEĞİ VE YAŞAMI SAVUNMA MÜCADELESİDİR!