Sosyalist Dayanışma Ağustos 2016 Sayı 46

Page 1

Darbenin ve Faşizmin İlacı Halkın Örgütlü Gücüdür! 15 Temmuz’da Ne Oldu? FİYAT: 2 TL

YIL:6 SAYI:46 AĞUSTOS 2016

WWW.SODAP.ORG /SODAP

/SODAP74

CHP Mitingine Katılmanın Anlamı Darbe Girişimi ve Demokrasi Güçleri

DARBENİN VE FAŞİZMİN İLACI HALKIN ÖRGÜTLÜ GÜCÜDÜR!

Yeni Bir Toplum Sözleşmesine İhtiyaç Var Hadım Yoluyla Cinsel Suçlarla Mücadele Etmek mi? Gençlik, Kendi Geleceğini İnşaa Etmeli! Darbe ve Siyasal İslam Günümüz Sınıf Mücadelesinde Yol Açmak Göç Bir Tufan Gibi Yaşasın İşçilerin Kardeşliği Göz Göre Göre Şili, Salvador Allende Fermanlar Yalnız Ezidiler İçin mi? Saray’ın Ortadoğu Hayalleri Kabusu Oldu Börklüce Mustafa


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2016

Günler ağır. Günler ölüm haberleriyle geliyor. Düşman haşin zalim ve kurnaz. Ölüyor çarpışarak insanlarımız - halbuki nasıl hakketmişlerdi yaşamayı ölüyor insanlarımız - ne kadar çok sanki şarkılar ve bayraklarla bir bayram günü nümayişe çıktılar öyle genç ve fütursuz... Günler ağır. Günler ölüm haberleriyle geliyor. En güzel dünyaları yaktık ellerimizle ve gözümüzde kaybettik ağlamayı: bizi bir parça hazin ve dimdik bırakıp Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 6, Sayı: 46 Ağustos 2016 Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Sezgin KARTAL Adres: Piyalepaşa Mah. Şark Sk. No: 15/A Beyoğlu İstanbul İletişim Tel: 0535 922 82 68 İletişim Mail: info@sodap.org www.sodap.org

gözyaşlarımız gittiler ve bundan dolayı biz unuttuk bağışlamayı... Varılacak yere kan içinde varılacaktır. Ve zafer artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar tırnakla sökülüp koparılacaktır...

Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34

2

Zafere Dair, Nazım Hikmet


Ağustos 2016 / Sosyalist Dayanışma

DARBENİN VE FAŞİZMİN İLACI HALKIN ÖRGÜTLÜ GÜCÜDÜR!

15

Temmuz gecesi yaşanan darbe kalkışmasında açığa çıkan bilgiler ordunun komuta kademesinde çok sayıda Fettullahçı subay olduğunu ve bunların kalkışmada önemli roller üstlendiklerini gösteriyor. Bununla birlikte bileşenlerinin bütün nitelikleri henüz tanımlanmış olmasa da ortada farklı kesimleri yan yana getiren bir ittifak zeminin olduğu da aşikar. Meselenin aydınlatılmaya muhtaç pek çok noktası var elbette. Uzun süredir hazırlığı yapılan bir organizasyon ağının -failler teknik takipte olduğu halde- nasıl olup da istihbarata takılmadığı sorusu kafaları meşgul etmeye devam ediyor. Ortaya saçılan bilgi kırıntılarındaki tutarsızlıklar, çelişkiler de cabası. Açık ki kısa sürede kimi sınırlı ve/veya manipülatif bilgiler dışında bütünlüklü net bilgilere ulaşamayacağız. Ancak bu eksiklikler sürecin temel niteliğini ve gelinen aşamada mücadele eksenini tanımlama noktasında önemli bir sorun oluşturmuyor. Sistemin her tıkanışında ordunun siyasete soyunmasına “alışkın” olan coğrafyamızda bütün demokrasi güçleri amasız, fakatsız darbenin karşısında durmuştur. Şimdi kritik mesele AKP/Saray diktatörlüğünün “demokrasi şöleni” arabasına binilerek İslami faşizm denilebilecek bir sistemin inşa sürecinin bilinçli bilinçsiz bir ittifakı mı olunacağı yoksa emekten, barıştan, özgürlüklerden yana gerçek demokrasi mücadelesinin yürütücülüğüne mi soyunulacağıdır.

kullanmaya başladı. Muhalefet partilerinden MHP ve CHP’ye gösterdiği muhabbet göz yaşartıcı… Tarihsel bakış açısı olmayan birileri için adeta “demokrat” kesildi. Bu söyleme eşlik eden uygulamalara baktığımızda durumun hiç de öyle olmadığı ayan beyan ortadadır. 81 ilde OHAL uygulamasının hayata geçirilmesi, kanunlara aykırı KHK’lerle ülke yönetme, FETÖ torbasına doldurulmuş 50 binin üzerinde tasfiye, binden fazla gözaltı ve tutuklama, 30 günlük gözaltı süresi, MİT ve Genelkurmay’ın Saray’a bağlanması, onlarca basın-yayın kurumunun kapatılıp gazetecilerin tutuklanması...vb bu uygulamaların ilk etapta hayata geçirilmeye çalışılanları… Politik arena “Allah’ın lütfu” olan darbenin yarattığı meşruiyetle dümdüz edilmeye çalışılırken özellikle MHP ve CHP’ye dönük bu kadar hayırhah tutumun bir nedeni var elbette. Darbeyi “eniştesinden” öğrenen Erdoğan’ın “güvenecek kimse” sorunu yaşadığı açıktır. Devlet mekanizmasını tamir ederken ittifak güçlerini geliştirmek, kendi konumunu sağlamlaştırmak zorundadır. 7 Haziran sonrası Erdoğan çevresinde toparlanan ve “Kürt Halkına Karşı Savaş”ı önüne koyan koalisyon yıpransa, çeşitli darbeler yese de yeni dönem

için göreve hazır ve nazır beklemektedir. Nitekim bir çağrıyla Beştepe’nin yolunu tutan Bahçeli ve Kılıçdaroğlu, Millici ortaklığı tazelemişlerdir. Bahçeli çoktan gönüllüdür bu ortaklığa, CHP ise teslim olmuştur. Devlet partisi refleksi her zaman olduğu gibi hemen kendini ortaya koymuştur. 24 Temmuz’daki Demokrasi ve Cumhuriyet mitingini HDP ve diğer demokrasi güçlerine değil de AKP’ye açık hale getirmesi; Beştepe’de barıştan, çözümden söz etmezken Ergenekon ve Balyoz sanıklarının göreve iadelerini talep etmesi CHP’nin ana yönelimini göstermektedir. Ancak şunu da gözden kaçırmamak gerekir ki, bu millici koalisyonun kendi içindeki çelişkiler ve bölge politikasının yüksek gerilimleri devam ediyor. Bu çelişkiler ve gerilim söz konusu koalisyonu her an felç etme kapasitesine sahiptir. Halk güçlerinin burada oynayacağı rol de kritik önemdedir. Bizim de siyasal bir öznesi olduğumuz HDK/HDP, darbe gecesi “ama’sız fakat’sız, ilkesel olarak darbeye karşı olduğunu” dile getirdi. Hemen ardından yaptığı açıklamalarla darbeye karşı olmasının AKP’nin İslamcı-faşist uygulamalarına, tek adam diktatörlüğüne karşı verdiği mücadeleden geri durmak anlamına gelmeyeceğinin altını

kalın çizgilerle çizdi. “Ne darbe ne tek adam diktatörlüğü” diyerek doğru bir politik perspektif ortaya koydu. Ancak bu perspektifin geniş demokrasi güçleri tarafından sahiplenilmesi; kimi kesimlerin CHP’nin politik etki alanına kaymasının önüne geçilmesi için daha etkin bir siyasi mücadele yürütülmesine ihtiyaç vardır. Kritik tarihsel momentlerde doğru politik çizgiyi ortaya koyabilmek önemlidir. Bu politik çizgiyi geniş kesimlere mal edebilmek için hız, inisiyatif alma ve politik kıvraklık da önemlidir. Bu süreçte bağımsız sözümüzü söylemekte ve örgütlemekte geç kalmamalıyız. Emekten, barıştan, özgürlüklerden yana gerçek demokratik talepler etrafında bir mücadele hattını hızla örmeliyiz. HDK/HDP’nin demokrasi güçlerinin önünü açma, darbeye ve faşizme karşı halk örgütlülüğünü yükseltme kapasitesi vardır. Bu kapasiteyi açığa çıkarmak hepimizin boynunun borcudur. SODAP olarak bu görevin gereklerini yerine getirmek için mücadeleyi yükselteceğiz. Tüm sol, sosyalist, devrimci, demokrat güçlere çağrımızdır! Gelin Darbeye ve Faşizme Karşı Demokrasi Cephesi etrafında kenetlenelim. Halklarımız için gerçek demokratik bir alternatif inşa edelim!

Darbe girişimini “halkın ölümüne demokrasiye sahip çıkması” ile yendiği propagandasını mütemadiyen yapan, 15 Temmuz’dan beri kitleleri “demokrasi nöbeti” adı altında her gece sokağa döken Erdoğan birden bire birleştirici bir dil

3


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2016

15 TEMMUZ’DA NE OLDU?

B M. SİNAN MERT

Devletin nasıl bir karanlık koalisyon olduğu sanki canlı yayınla sergilendi. Siyasi mücadelenin devlet içinde yaşananının ne kadar büyük bir şiddeti açığa çıkarabileceği görüldü. Özellikle sosyalizm tehdidi olmadığında egemen sınıf fraksiyonlarının ne oranda şiddetli bir mücadeleye dâhil olabilecekleri de deneyimlendi.

u soruyu doğru biçimde cevaplayabilmek, yeni dönemin yol haritasını belirleyebilmek açısından çok önemli. Türkiye esas olarak Arap Baharı sürecini yanlış okuma, bölgede kendisini kaldırabileceğinden daha ağır yükler altına sokma, küresel ve bölgesel emperyalist güçlerle sürdürülemez bir çelişki haline düşmesi sonrasında kendisini böylesi bir müdahaleye açık hale getirdi. Özellikle Suriye politikası, Batı’da ve bölgede ortalığı birbirine katan IŞİD ile geliştirilen ilişki Türkiye’yi giderek daha da kırılgan hale getirdi. Ülke bu açmazdan ustalıklı bir hamleyle yeni bir noktaya taşınabilecekken Rus uçağının düşürülmesi, Suudi Arabistan ile Sünni ordusu kurulması işlerine soyunulması gerilimin birikmesini hızlandırdı. Dışarıda bu gelişmeler yaşanırken Erdoğan’ın başkanlık hayalleri de iç politikadaki gerilimi yükseltti. Özellikle 7 Haziran seçimleri sonrasında yaşadığı

yenilgiyi savaşı derinleştirerek ve askerle ittifakını yenileyerek cevaplamak isteyen Erdoğan kendi kendisini darbeye açık bir hale getirdi. Ordu, büyük bir hızla Ergenekon ve Balyoz operasyonlarıyla kaybettiği prestijini, Kürt kentlerini yakıp yıkarak yeniden tazeledi. Erdoğan meclisteki dokunulmazlıkları kaldırırken askere dokunulmazlık getiren bir yasayı kabul etti. 14 Temmuz’da bu yasayı onaylayan Erdoğan, 15 Temmuz’da askerin darbe girişiminden son anda kurtuldu. Dolayısıyla biriken ve neredeyse yönetilemez hale getirilen bu çelişkiler 15 Temmuz’u doğurdu. Politik süreçleri bir nebze yakından takip edenler açısından bu yaşananların sürpriz olduğu söylenemez. Zamanlama açısından üç kritik noktaya dikkat çekmek gerekiyor. Birincisi, YAŞ toplantısında gerçekleşecek tasfiyeler öncesinde cemaatçi askerlerin harekete geçmesi. Bu darbenin zaman-

laması ile ilgili açıklayıcı gücü yüksek olan bir tespit. İkincisi ise özellikle Binali Yıldırım hükümeti kurulduktan sonra dış politikada jet hızıyla geliştirilmeye çalışılan restorasyon tamamlanmadan harekete geçilmek istenmesi de gayet anlaşılır. İsrail, İran, Mısır ve en önemlisi de Rusya ile ilişkileri toparlamış bir ülkede darbenin istikrar kazanma olasılığı daha düşük olurdu. Yani darbeciler Erdoğan’ı en fazla açığı olan dönemde yakalamak istediler. Üçüncüsü Erdoğan’ın Kürt savaşında kesin ve mutlak bir başarı kazanamaması ve özellikle Minbiç operasyonu ile birlikte Rojava’ya Batı desteğinin tescillenmesi. Bu durum Türk Devleti açısından ikinci Kerkük vakası olarak algılanmaktadır ve yaşanan bu kaybın politik sorumlusu olarak da Erdoğan görülmektedir. Darbecilerin Erdoğan’ı müzakereleri gerekçe göstererek tutuklama planı yapmalarının ifşası da bu bakışı desteklemektedir. 15 Temmuz öncesinde Erdoğan’ın kaderi ile ilgili iki senaryo konuşulmaktaydı, özellikle sol/sosyalist/demokrat çevrelerde… Bunlardan birincisi Erdoğan’ın sürecin mutlak hâkimi olduğunu düşünen ve Erdoğan’ın planlarının artık engellenemez olduğunu varsayan yaklaşımdı. Buna göre Saray adım adım faşizmi inşa etmekteydi. Ortada ciddi bir halk muhalefeti de olmayınca bunun engellenebilmesi neredeyse imkânsızdı. Bu yaklaşımın en önemli hatası politik aktörün niyetlerini, onun imkânlarını değerlendirmeksizin mutlak kabul etmesiydi. Erdoğan’ın 7 Haziran sonrası kurmaya çalıştığı iktidar bloğunun aslında ne oranda kırılgan olduğu, ne tür

4


Ağustos 2016 / Sosyalist Dayanışma

iç gerilimlerle yüklü olduğu bu bakış tarafından yeterince değerlendirilmediği için genel olarak dönem boyunca bir felaket tellalı olarak işlev gördüler. Erdoğan’ın yapmak istediklerini olmuş gibi anlattılar. Burada sol propagandanın çok önemli bir yanlışının altını çizmek lazım. Saldırının büyüklüğünün yansıtılmasının kitleleri harekete geçireceği beklentisi çoğu dönemde tam tersi etki yaratmakta, kitlelerin özgüvenini daha da geriletmektedir. Temelsiz boş ajitasyon ile felaket anlatıcılığı kitlelerin iradesini kırıcı yönde etki göstermektedir. Bu yaklaşımın en önemli zaafı Erdoğan’ı olduğundan daha güçlü göstermesidir. Benzer bir yaklaşım bugün de devam etmektedir. Erdoğan’ın darbe girişimini “Allah’ın bir lütfu” olarak değerlendirmesinden yola çıkarak darbenin bir Saray kurgusu olduğunu düşünmek açıkçası bir politik cehalet örneğidir. Özellikle Erdoğan karşıtı kimi çevrelerde bu bakış açısının oldukça yaygın olması bu kesimlerin politik kötürümlüğünün de bir sebebini ortaya koymaktadır. Böylesi bir kapsamlı planı sürdürebilecek kapasitede bir politik aktör zaten hiçbir gerekçeye gerek duymaksızın istediği tasfiyeyi gerçekleştirebilirdi. Darbe süreci aslında Erdoğan’ın 14 yıllık iktidarına rağmen devlet aygıtı üzerindeki denetimsizliğini de büyük oranda ortaya koydu. 15 Temmuz’un; Genelkurmaya, MİT’e, polisin bir kesimine hâkim olamayan bir iktidarın zor yoluyla yeni bir rejim kurma girişiminde bulunmasının yarattığı bir ters tepme olarak okunması gerekmektedir. Devlet aygıtı üzerinde bu derece denetim kurabilmiş bir aktörün tüm toplumu zor yoluyla denetim altına alması neredeyse imkânsızdır. OHAL ve yıldırım tasfiyeler ile bu kapasitenin ne oranda gerçekleşebileceği ise meçhuldür. Dolayısıyla Erdoğan’ın tek adam rejimini kurma konusundaki hırsları ile politik kapasitesinin bunu gerçekleştirmekte ona sunduğu imkânlar arasındaki çelişkiye dikkat kesilmek önümüzdeki dönemin politik eğilimlerini kavramak açısından belirleyicidir.

İkinci bir eğilim ise iki farklı biçim altında tezahür etmekteydi. Birincisi, Erdoğan’ın 7 Haziran sonrasında askerin oyununa geldiği ve indirilmesinin an meselesi olduğunu düşünenlerinkiydi. Bir de daha Gezi’den bu yana Erdoğan’ın aslında bir siyasi mevta haline geldiğini düşünen ve yığınağını daha çok yeni bir hegemonya teşkil etmeye çalışacak liberal projeye karşı yapmaya çalışan KP söylemiydi. Birinci yaklaşım kısmen doğrulanmış oldu ama sonuç olarak Erdoğan’ın gideceğine dair beklenti yanlış çıktı. Bu yaklaşım da aslında Türkiye’deki iktidar bloğundaki yeni güç dengelerini okuyamamak zaafıyla mağdurdu. Erdoğan ve ordu arasındaki güç dengesi, bugün kanlı bıçaklı olunan Cemaat’in büyük yardımlarıyla önemli oranda dönüşüme uğratılmıştı. 2007 muhtırası sonrasında bu denge sürekli Erdoğan lehine dönüştü. 7 Haziran sonrasında ordu yeniden güçlü biçimde sahaya davet edilince kısmi bir restorasyon yaşandı ancak toplumun çağrılarına güveneceği bir ordu iradesi ortaya çıkmamıştı. Dolayısıyla darbeciler açısından halk iradesine, halkın güvenlik talebine yaslanma imkânı son derece sınırlıydı. Doğrudan Erdoğan’a yönelerek sonuç alabileceklerinin farkındaydılar, bu konuda başarılı olamayınca ise hızla kaybettiler. Başarısız olmaları bir zorunluluk değildi, pekâlâ da başarıya ulaşabilirlerdi. Ancak bürokratik bir akılla düşündükleri için ve kitleleri devlet karşısında çok da önemsemedikleri için sokaklara çıkan kitleler karşısında afalladılar. Burada darbenin sadece kitlelerce püskürtülmediğini, polisin önemli birimleri başta olmak üzere devletin bir kanadının Erdoğan ile hareket ettikleri de unutulmamalıdır. Ancak kitlelerin sokağa çıkması darbenin momentini kaybetmesinde önemli bir etkendir. Kitlesel katliamlar yapan askerin iç dengesi hızla bozulmuş, cuntalar koalisyonunun kimi öğeleri önce pazisifize olmuş, sonra da yüzünü yeniden Erdoğan’a dönmüştür. Erdoğan’ın özellikle Gezi sonrasında kendi %50’sini aktif bir destek kıtası haline getirmek

için bir takım örgütlenmeler geliştirdiği görülmektedir. Radikal İslamcı grupların bu sokak örgütlenmesinin çekirdeği olduğu tespiti de rahatlıkla yapılabilir. Bu kesimlerin ve polisin bağlılığı Erdoğan’ın olası iktidar kaybı sonrasında iç savaşın dinamiklerinin var olduğunun delili olarak okunabilir. Dolayısıyla Erdoğan’ın kitlelerden aldığı gücü kendisi açısından önemli bir araç haline getirdiği görülmektedir. Camilerden okunan selaların bir iletişim aracı olarak kullanılması da hazırlığın boyutlarını ve temel motivasyon kaynağını görmek açısından önemli bir detaydır. Bu gücü ileride de kullanmak isteyecektir. Bu durumu daha önceki bir yazıda şöyle değerlendirmiştim: “Erdoğan Mısır’daki gibi bir senaryonun gerçekleşmesinden muhakkak ki çekinmektedir. Gezi benzeri bir kitlesel kalkışmanın yeterli momentumu kazanamadan ezilmesi için polise güvenilebilir ancak ülke içindeki kaotik bir iç hesaplaşmanın oluşması söz konusu olursa ordu bu aşamada Mısır’daki gibi harekete geçmek isterse Saray’ın korunması noktasında da paramiliter unsurlar devreye sokulabilir… Erdoğan Müslüman Kardeşler’in Mısır’da iktidarı koruyamamasından bir takım sonuçlar çıkarmış görünmektedir.” (Paralel Faşizm Okumaları, YOL Siyasi Dergi, Kış 2016, s.37) KP’nin yaklaşımı ise tabii aslında bir politik parodi örneğidir. Bu çevre tüm ‘teorici’ görünümüne rağmen her kritik momentte büyük teorik çuvallamalar yapma maharetlerini kimselerle paylaşmazlar. Bu yaklaşımın en önemli zaafı ise emperyalizm ile girilen gerilimin otomatik bir iktidar kaybı anlamına geleceğidir. Erdoğan, Suriye politikasında ABD ile açıkça ters düşmesine rağmen iktidarını korumaya devam etmektedir. Bu ise emperyalizmin belirleyiciliğinin tarihselliği ve sınırlılıkları ile ilgili bir tartışmayı gerektirir. Aslında emperyalizmin gücünü abartma konusunda Davutoğlu’nun Stratejik Derinliği ile KP’nin Stratejik Sığlığı aynı hatayı yapmaktadır.

Bu darbede Kemalizm’in rolü nedir? Darbenin çekirdek gücünün Cemaat ve NATO’cu klik olduğu görülüyor. NATO’cu Kemalist klik, Ergenekon ve Balyoz tasfiyelerinde de Cemaat ile beraber hareket etmişlerdi. Ergenekon ve Balyoz tasfiyesini yaşayan kesimlerin şimdi yeniden geri çağrılması aslında Avrasyacı Kemalist kesimin bu darbenin kazananlarından biri olduğu yönünde değerlendirilebilir. Cemaatçiler onların tasfiyesinden boşalan yerleri hızlı yükselmek için değerlendirmişlerdi. Şimdi bir ters dalga yaşanabilir. Tabii bu Erdoğan için yeni gerilimlerle yüklü bir ittifaklaşma anlamına da gelecektir. Kemalist kadroların önemli bir kısmı darbeyi “bekle gör” taktiği ile izlediler. 15 Temmuz gecesi orduda Saray yanlısı geniş çaplı bir hareketlenme yaşanmamış olmasını da böyle açıklayabiliriz. En önemli iki rakibi birbirine ölümüne saldırıyorken kazananların yeni kuracağı iktidar bloğunun parçası olmak açısından bu taktiği tercih etmiş görünüyorlar. 15 Temmuz Türkiye siyasi tarihinin en önemli alt üst oluşlarından birisi olarak tarihe geçti. Çok önemli fay hatlarının kırılmasına yol açtı. Devlet içerisinde tarihte görülmemiş büyüklükte bir tasfiye yaşanıyor. Bir Soğuk Savaş aygıtı olarak Cemaat’in nasıl devlet içinde tahkim olduğu/ edildiği bütün trajik sonuçlarıyla ortaya çıktı. Devletin nasıl bir karanlık koalisyon olduğu sanki canlı yayınla sergilendi. Siyasi mücadelenin devlet içinde yaşananının ne kadar büyük bir şiddeti açığa çıkarabileceği görüldü. Özellikle sosyalizm tehdidi olmadığında egemen sınıf fraksiyonlarının ne oranda şiddetli bir mücadeleye dâhil olabilecekleri de deneyimlendi. Düzenin politik krizinden ezilenler lehine bir sonuç çıkabilmesinin garantisi ezilenlerin öz örgütlenmesi ve kendi iktidar seçeneğini yaratmasıdır. Bunun dışında bir demokrasi olanağı ise yazı tura atışındaki üçüncü seçenek kadar mümkündür.

5


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2016

CHP MİTİNGİNE KATILMANIN ANLAMI BAHAR EKİNCİ

15

Temmuz darbe girişimi sonrasında ortaya konan yaklaşımlar, tüm önemli siyasal durumlarda olduğu gibi ideolojik duruş noktalarının bir kez daha tezahürü oldu. 24 Temmuz’da CHP’nin Taksim’de yaptığı mitinge katılım meselesine de buradan bakmamız gerekiyor. AKP’nin organize ettiği “demokrasi nöbetleri” politikada sokağın önemini herkese bir kez daha gösterdi. AKP, sokağı, “Allah’ın bir lütfu” olarak gördüğü darbe girişimini kendi lehine çevirmek için, uzun zamandır yaşadığı tıkanmayı aşmak için, kitlesini kemikleştirmek için, her tarafından sapır sapır dökülen devleti kendi lehine yeniden inşa etmek için değerlendiriyor. Bunu yaparken de “ayrıştırıcı” değil “birleştirici” bir yaklaşım sergiliyor. Burjuva kanallarda dönen kamu spotlarından birinde “Ne mutlu Türküm diyene, Kürdüm diyene, Lazım diyene, Pomakım diyene, Aleviyim diyene, Ermeniyim diyene!” diyor. Baktılar ki ayrıştırarak karşı cepheyi güçlendirebilirler, birleştirici olmaya

karar verdiler. Ama bir süreliğine! Düzeni yeniden tesis edip, devleti yeniden kurumsallaştırana kadar. Siyasetin sokakta yapıldığını “keşfeden” CHP darbe girişimi sonrası sokakları boş bırakmama, sözünü söyleme adına Taksim mitingini organize etti. CHP’nin sözüne bakıyoruz. 24 Temmuz’da kürsüden okunan “manifesto” malumun ilanı niteliğindeydi. Bu manifestoda ne Kürt geçiyor, ne barış, ne de OHAL’e karşı bir yaklaşım… Ardından yapılan liderler zirvesinde HDP’nin eş başkanlarının bulunmamasına dönük bir tavır yok. Mademki parlamento çok önemli, mademki “15 Temmuz darbe girişimi parlamenter demokrasimize karşı yapılmıştır.” diyorsunuz o ünlü “manifestonuzda”; bu çelişki niye? Peki, CHP ile ortak miting yapılamaz mıydı? Yapılabilirdi elbette. Ama içeriğini birlikte belirlediğimiz ortak bir miting. Böyle olsaydı işte o zaman oluşturmaya çalıştığımız demokrasi blokunun ön adımları atılmış olabilirdi ve böyle bir mitingden de böylesi çapsız bir manifesto çıkmazdı zaten… 24 Temmuz mitingine AKP’nin bir heyetle katılması, “birleştirici” olma taktiklerinin bir ürünüydü. Bu mitingde AKP yerine HDP olsaydı bu AKP’nin planlarını bozardı. Uyanık davranıp hemen bir heyetle katılacaklarını, o gün de ulaşımın

ücretsiz olduğunu duyurdular. Bu koşullarda, bırakın ortak bir demokrasi mitingi yapmayı AKP’yle aynı karede olma rezaleti doğduğu için HDP’nin mitinge katılması olanaksızlaştı. Peki, bu mitinge katılan devrimci güçlerin gerekçeleri neydi? “CHP’nin çağrısıyla 24 Temmuz Pazar günü 18.00’de Taksim’de yapılacak ‘Cumhuriyet ve Demokrasi için Buluşuyoruz’ mitingi, 15 Temmuz başarısız darbe girişiminin ardından AKP’nin bir yandan sokaklarda İslamcıfaşist bir kitle seferberliği yaratmaya çalışıp bir yandan OHAL ilan ettiği koşullarda, sol muhalefet açısından önemli bir fırsat sundu.”1 OHAL için sol muhalefete sunulan fırsat mitinginde OHAL hiç eleştirilmedi. Mitingde hakim olan “uzlaşma” görüntüsüydü. Oradaki sosyalistlerin nicelik ve nitelik olarak varlığı silikti. Yani belirleyici değillerdi. Ama şu bir gerçek ki Cumhurbaşkanlığı seçiminden bu yana HDP’nin ciddi olarak ideolojik hegemonyasıyla bunalan, kendilerine alan açmakta zorlanan başta Haziran Hareketi olmak üzere bu mitinge katılan yapıların çoğu bir soluk aldılar. Örgütlemek istedikleri kesimlerle buluştular, Kürt kitlesi değil ya onların örgütlemek istedikleri kitle. Zaten Kürt kitlesiyle her yan yana geliş eminim ki bu yapıların tabanında bir huzursuzluk yaratıyordu. “Faşizme karşı direniş mü-

kemmel metinlerde değil, karışık sokaklarda oluyor. Orada HDP’lisinden CHP’lisine ‘kusurlu’ omuzdaşlarımız da var. Kusur arayanlar için her iki tarafın hesabına da ayrıca içerik farklı da olsa destan yazabiliriz. Ama bugün olayımız başka; faşizme karşı mücadele…”2 CHP’yle HDP’yi aynı kefeye koyan bu yaklaşım maalesef bir yapının ulusalcı fabrika ayarlarına dönme eğiliminin göstergesidir. Cumhuriyetin bu en büyük krizini egemenler kendi yöntemleriyle çözmeye çalışıyorlar. Darbe, olmadı sivil diktatörlük, olmadı biraz “demokrasi” sosu sonra faşizm… Egemenler bu durumda bildiklerini yapıyorlar, hatta süreçten öğreniyorlar. Ayrıştırıyor, olmadı birleştiriyor, şovenizmi yükseltiyor, olmadı “ne mutlu Kürdüm diyene!” diyorlar. Ama bizler maalesef çok zor öğreniyoruz. Bir araya gelmekte zorlanıyoruz. Hala şovenizmin etkisindeyiz, hala CHP’den medet umuyoruz. Kendi bağımsız hattımızı inşa etmekte zorlanıyoruz. 10 Ekim Ankara katliamından bu yana dokuz aydır Demokrasi Bloku kurmaya çalışıyoruz ama kuramıyoruz, neden? Çok açık! Birilerinin HDP alerjisi yüzünden, birilerinin kendine güvenmeyip bu oluşumu kurma işini meslek örgütlerine paslaması yüzünden, siyaseten inisiyatif almakta pasif kalışı yüzünden… Bu arada söylemeden geçmeyelim. Bu süreçte HDP’nin daha hızlı inisiyatif alması gerekiyordu. Sokaklara hızla çıkarak ittifak güçlerimizin CHP’nin zeminine kaymasını engellemeliydik. Süreç çok hızlı ilerliyor. Tüm siyasi aktörler sözünü söylüyor. Bizim de doğru bir zeminde demokrasi için birlik oluşturmak için daha inisiyatifli olmamız gerekiyor. 1-2)24 Temmuz mitingi için ön notlar: Taksim’de olmak ya da olmamak –Ali Ergin Demirhan, sendika10.org

6


Ağustos 2016 / Sosyalist Dayanışma

DARBE GİRİŞİMİ VE DEMOKRASİ GÜÇLERİ

C

umhuriyet tarihin en köklü siyasi krizlerinden birisinin içinde olduğumuzu epeydir söylüyorduk. Hem Kürt savaşının aldığı boyut hem de Erdoğan’ın başkanlık zorlaması ipleri iyice germişti. Ülke tek adam diktatörlüğüne doğru ilerlerlerken niteliği hala tartışmalı bir askeri darbe girişimi gerçekleşti. Bu koşullar altında bir askeri darbe girişimi ihtimal dâhilindeydi, ama yapılış biçimi ve sonuçları itibariyle kimsenin beklemediği bir gelişme oldu. Muhtemelen Gülencilerin başını çektiği ama mevcut iktidardan rahatsız başka kesimlerin de dâhil olduğu gerçek bir darbe girişimine tanık olduk. Başarısız olmasının nedenleri zamanla daha da netlik kazanacaktır, ancak hafife alınmaması gereken ciddi bir organizasyon olduğu aşikar. Girişimin ordu içerisindeki yaygınlığının ve komuta kademesinin şaibeli tutumunun hükümette yarattığı dehşet duygusu hala sürüyor. Bu yazı kaleme alınırken hala kışlaların önünde belediye iş makineleri ve meydanlarda AKP’liler nöbet tutmaya devam ediyor. 15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan gecede yaşananların ardından siyasi koşullarda köklü değişiklikler oldu. Öncelikle Erdoğan’la iktidar mücadelesine girmiş olan Cemaat’in TSK ve devlet bürokrasisi içindeki gücü büyük ölçüde kırılmış oldu. Bunun TSK üzerinde yaratacağı etkileri önümüzdeki günlerde göreceğiz. Ordu içinde var olduğu bilinen Avrasyacı ve NATO’cu eğilimler arasındaki güç dengesi bugün tam bilemeyeceğimiz bir şekilde yeniden kurulacaktır. Darbe girişiminin ilk saatlerinde Erdoğan devlet bürokrasisi tarafından adeta yalnız bırakıldı. Bu durum onun gücünün ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi. Darbenin başarısız olacağı ke-

sinleşene kadar devlet aygıtı büyük ölçüde izleyici konumdaydı. Erdoğan’ın iktidarı bu anlamda ciddi bir sarsıntı geçirdi. Ancak bunun zıddı bir sonuç olarak Reis’e bağlı bir sokak gücü bu vesileyle ortaya çıkmış oldu. Bu sokak gücü ve polis teşkilatı şu anda Erdoğan’ın dayandığı yegâne zemin gibi görünüyor. O yüzden CHP ve MHP’yle hızla bir uzlaşma arayışı içine girdi. Türkiye solu açısında darbe gecesi yapılabilecek fazla bir şey yoktu. Türk tipi faşizme yönelmiş bir iktidara karşı kendisinin hazırladığı koşullar nedeniyle bir askeri darbe girişimi gerçekleşti. Solun bu kanatlardan birisine destek vermesi düşünülemezdi. O yüzden bazı kesimler tarafından çok apolitik görülse de “ne darbe ne diktatörlük” tutumu doğruydu. Ancak darbenin sıcaklığı geçtiğine ve darbeye teşebbüs edenler feci şekilde ezildiğine göre artık darbe karşıtlığını öne çıkarmak politik olarak iktidara yedeklenmek olacaktır. Şimdi bizi bekleyen yakın tehlike, Erdoğan’ın darbe girişimi gerekçesiyle ilan ettiği OHAL’i fırsata çevirerek başkanlık rejiminin inşasına yönelmesidir. Bu yüzden mücadelenin hedefi darbe girişiminden önce olduğu gibi Erdoğan’ın kendi tek adam diktatörlüğünü kurmasına set çekmektir. MHP’yi bütünüyle yedeğine almış olan Erdoğan’ın CHP ile uzlaşı arayışı bu sıkışık günleri atlatmaya odaklı olacaktır. Darbe girişimi nedeniyle Erdoğan’ın demokratlaşacağını herhalde kimse beklemiyordur. Ancak durumun hassasiyetine bağlı olarak bir süre karşı cepheyi genişletmemek adına daha uzlaşmacı bir dil kullanacaklarını tahmin edebiliriz. Fakat bunun ne kadar süreceği belirsizdir. Türkiye’nin sosyalistleri ve gerçek demokratları olarak siyasi belirsizliğin had safhada olduğu

bu koşullarda öncelikle izleyici pozisyondan hızla çıkmamız gerekiyor. Ancak inisiyatif alabilmek için dağınık sol potansiyeli derleyip toparlayacak bir güç birliği zeminine ihtiyaç var. Mayıs ayında başlayan Demokrasi Bloku arayışı şimdi çok daha önemli hale gelmiştir, elbette değişen siyasi koşullara göre bir güncelleme yapmak kaydıyla. Demokrasi Bloku tartışmaları başladığında CHP’nin de içinde yer alacağı çok geniş bir zemin hayal ediliyordu. Darbe sonrası koşullarda AKP’nin siyasi uzlaşı arayışı CHP ile sınırlıdır ve HDP’nin bu süreçte dışlanmasından CHP yönetimi belirgin bir rahatsızlık duymamaktadır. Bu koşullar altında CHP, darbe karşıtlığını öne çıkararak AKP’nin Kürtleri dışlayan “geçici uzlaşı” dönemine uyum sağlayacak gibi görünmektedir. Bu demokrasi güçleri açısından kabul edilemez bir tutumdur. Eğer darbe girişimden siyasi bir ders çıkarılıp toplumsal uzlaşma yoluna gidilecekse bu her şeyden önce Kürt meselesinde yeniden müzakereye dönülmesi ile başlamalıdır. Darbeye karşı demokrasi ve toplumsal barıştan söz edenler öncelikle darbe ortamını hazırlayan savaşı sorgulamalıdır. Kurulacak bir Demokrasi Bloku’nun öncelikli hedefi çatışmasızlığa yeniden dönülmesini talep etmek olmalıdır. Darbenin savaşla ilişkisini kurup geniş halk kesimlerine barış olmadan demokrasinin olamayacağını anlatmak zorundayız. Bunun CHP ile birlikte yapılması mümkün görünmüyor. Öyleyse CHP’nin solunda yer alan ve CHP tabanı üzerinde de etkisi olan etkin bir Demokrasi Bloku inşa etmek gerekiyor. Bu blok bir yandan bir an önce çatışmasızlığa dönülmesini savunurken diğer yandan OHAL uygulamalarına karşı umut ve güç veren bir mücadeleyi hayata geçirebilmeli.

FİKRET KIZILTAN

Türkiye’nin sosyalistleri ve gerçek demokratları olarak siyasi belirsizliğin had safhada olduğu bu koşullarda öncelikle izleyici pozisyondan hızla çıkmamız gerekiyor. Ancak inisiyatif alabilmek için dağınık sol potansiyeli derleyip toparlayacak bir güç birliği zeminine ihtiyaç var. Mayıs ayında başlayan Demokrasi Bloku arayışı şimdi çok daha önemli hale gelmiştir, elbette değişen siyasi koşullara göre bir güncelleme yapmak kaydıyla.

7


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2016

YENİ BİR TOPLUM SÖZLEŞMESİNE İHTİYAÇ VAR M. SİNAN MERT

15

Temmuz’da en açık biçimde ortaya çıkan tablo devletin yaşadığı çöküştür. 14 yıldır iktidarda olanlar “ne istediler vermedik” diyerek yollarda beraber yürüdüklerinin “her şeyin sorumlusu” olduğuna inanmamızı bekliyorlar. Cemaat kadrolarının darbenin merkezinde olması da ABD başta olmak üzere Batı’nın darbeye destek vermeleri de bir açık gerçeğin görülmesine engel olmamalıdır. Türkiye’nin siyasi rejimi kendisini intihara zorlayacak siyasi gerilimler üretmeye mahkûmdur. Devlet topluma tek bir kimlik dayatmaya devam ettikçe siyasi rejimin, öyle veya böyle, büyük türbülanslarla karşılaşmaması olanaksızdır. Devlet sermayenin devleti olma konusunda bu kadar gözü kara olmaya devam ettiği müddetçe siyasi krizler kaçınılmazdır. Toplumun geniş kesimlerinin içine itildiği yoksulluk ve güvencesizlik, sermayenin emekçiler üzerindeki dizginsiz sömürüsü sosyalizm mücadelesi ile kar-

8

şılanamayınca ortaya her türlü siyasal İslamcı kliğin örgütlenebileceği bir zemin doğmaktadır. Türkiye’den IŞİD’e katılanların bile önemli kısmının bu zeminden beslendiği görülmelidir. Bugün 15 Temmuz’da yaşananların tek sorumlusu olarak görülenlerin aslında neoliberal uygulamaların çökerttiği eğitim sistemindeki çatlaklardan beslendiği nasıl görülmez? Her türlü sol ve sosyalist düşünceyi ezilmesi gereken bir hain sürüsü olarak gören, solu ezmek için Soğuk Savaş mantığına uygun bir biçimde devleti cemaatlere ve mafya/kontrgerilla çetelerine parselletenler bugün kendi yarattıkları canavarlar karşısında tir tir titriyorlar. Cemaat’in devlet içindeki önemli örgütlenme atağının 12 Eylül’de gerçekleştiği görülmüyor. Cemaat’in ikinci büyük hamlesinin ise 2007 sonrasında AKP iktidarı ile yaşandığı unutturulmak isteniyor. Emperyalizme göbekten bağlılığın ilk fırsatta rejim krizinin en önemli ateşleyicisi olduğu görülmüyor. Bugün ABD’yi “üst akıl” diye niteleyenlerin daha birkaç ay önce Obama ile görüşebilmeyi ne büyük bir siyasi başarı olarak şova dönüştürmeye çalıştığı unutulsun isteniyor. Kürtlerle savaşta ısrarın darbelerin en büyük ön açıcısı olduğu tartıştırılmıyor. 7 Haziran sonrasında toplumun büyük bir

iyimserlikle yarattığı normalleşme olanağının ezilmesi için faşizm seçeneğinde ısrar edilmesinin toplumu ne büyük bir parçalanma noktasına taşıdığı artık daha rahat görülüyor. Kürt Sorunu’nun artık tamamen uluslar arası bir boyut kazandığı, Batı’nın öncelikli korkulu rüyası haline gelen IŞİD karşısında oynadığı rolle kazandığı prestij ortadayken kimi bölgesel ittifakların geliştirilmesi ile Kürt sorunun yeniden savaş konusu yapılması işleri iyice içinde çıkılmaz bir hale getirecektir. Toplumun bütün fay hatlarının daha fazla gerildiği, hükümet yanlısı kitlelerin mobilize olduğu bir dönemde savaşın yeniden şiddetlenmesi iç savaş olasılığını arttıracaktır. Küresel ölçekte böylesi bir seçeneği geliştirmek isteyecek çok fazla sayıda aktör olduğunu tahmin etmek zor değildir. Bu devasa sorunlar bürokrasi içinde operasyonlar yapılarak, OHAL ile fiili durum yaratılarak çözümlenemez. Bugün yaşananlar 1. Cumhuriyet’in krizinin ve 2. Cumhuriyetçi restorasyonun buna ürettiği yanıtın yaratısıdır. Toplumu görmezden gelerek, ezilenlerin iradesini hiçe sayarak, 7 Haziran’da ortaya çıkan geniş kesimlerin bir arada yaşama iradesi ezilerek siyasi krizden çıkış mümkün olmaz. Bugün toplumun en büyük açmazı krizin gerçek çözümünün ancak kapsamlı bir demokrasi ve toplumsal barış seçeneğinin yaratılmasından geçtiği halde demokrasi güçlerinin organize olmakta yaşadığı zorluklardır. Demokrasi güçlerinin uzunca bir süredir patinaj üzerine patinaj yapan örgütlenme çabalarını kadük olması muazzam yıkıcı sonuçlar yaratacaktır. Sadece “Hainler Mezarlığı” adı verilen yerli ve milli icat bile Erdoğan’ın ve çevresinin kafasındaki krizden çıkış senaryosunu

ortaya koymak açısından yeterlidir. Erdoğan kendisini güvende hissedeceği bir konağa ulaşana kadar tasfiyeyi sınırlı bir kesime yoğunlaştıracak ama yeni dönemin ittifaklarına güvendikten sonra demokrasi güçlerinin de kapsamlı tasfiyesi için düğmeye basacak ve kendisini yeni türbülansların eşiğine bırakacaktır. Bir yapboz tahtası şeklinde şekillenen politikalarıyla toplumun içe çöküşünü hızlandıracak adımlar atacaktır. Bu noktada devrimcilere önemli bir görev düşmektedir. Toplumu bu yıkımın eşiğine taşıyan güçlere karşı yeni bir toplum sözleşmesi ihtiyacını en yüksek sesle dillendirmek ve demokrasi güçlerini inisiyatif alacak bir yoğunlaşmaya yönlendirmek. Yeni bir toplum sözleşmesinin toplumun tüm ezilen kesimlerinin temel haklarının güvence altına alındığı, tekçi dayatmaların devre dışı bırakıldığı, güvencesizlik sömürüsünün ortadan kaldırıldığı, bölge ülkelerde iç savaşı destekleme politikasının sonsuza kadar lağvedildiği, güvence toplumunun inşasına dayanması gerektiği açıktır. HDP eğer Türkiyelileşme çizgisinde ısrarcı olur ve kararlı bir demokrasi mücadelesi ortaya koyarsa yeni dönemde önemli bir inisiyatif kazanır. Fakat bunu başarabilmek için Türkiye’yi Rojava’nın cephe gerisi olarak görmeyen bir anlayışa ihtiyaç vardır. Demokrasi mücadelesi gelişirse CHP yönetiminin Saray rejiminin inşasında oynadığı işbirlikçi rol de daha hızlı teşhir olur. CHP’nin Taksim Manifestosu’nda Kürt meselesi ile ilgili tek bir cümle edilmemiş olması aslında CHP’nin bir alternatif olamayacağının da tasdiki olarak okunmalıdır. Şimdi tam da olmasını istediğimizin arkasında dizilip, tüm gücümüzle yüklenmenin zamanı.


Ağustos 2016 / Sosyalist Dayanışma

HADIM YOLUYLA CİNSEL SUÇLARLA MÜCADELE ETMEK Mİ?

A

dalet Bakanlığı temmuzun son haftası duyurduğu yönetmelikle hadım yoluyla cinsel suçlarla mücadele edeceğini duyurmuş oldu. Anladığımız darbenin gölgesinde de olsa yine AKP, bildiğini okuyor. Bunun darbenin etkisiyle olduğunu söylemek mümkün olsaydı keşke! Bakanlıkça hazırlanan yönetmeliğin içinde; cinsel suçlardan hüküm alanlar hakkında cezanın infazı sırasında ya da koşullu salıverildikleri takdirde denetim süresi içerisinde cinsel isteği azaltıcı tıbbı tedavi de dahil önemli yaptırımlar getirilebilecek. Yargı kararıyla getirilecek yükümlülükler arasında, “Tedavi amaçlı programlara katılmak, suçun mağdurunun oturduğu ve çalıştığı yerleşim bölgesinde ikamet etmekten yasaklanmak, mağdurun bulunduğu yerlere yaklaşmaktan yasaklanmak, çocuklarla bir arada olmayı gerektiren bir ortamda çalışmaktan yasaklanmak” yer alıyor. “Hakkında tıbbi tedavi yükümlülüğüne karar verilen hükümlü, gerek duyulması halinde bulunduğu kurum tarafından tedavinin uygulanması için ilgili sağlık kurumuna sevk edilir. Hükümlünün bulunduğu ceza infaz kurumu bölgesinde tıbbi tedavi kararının uygulanmasını sağlayacak sağlık kuruluşu yok ise hükümlü Bakanlık tarafından uygun başka bir kuruma nakledilir. Tedavi için kullanılacak ilaçların bedelleri Adalet ve Sağlık Bakanlıkları arasında düzenlenecek protokol kapsamında ödenir. Kapalı ceza infaz kurumunda bulunan ve hastanede yatarak tedavi edilmesine karar verilen hükümlülerin tedavileri mahkûm koğuşu bulunan devlet veya üniversite hastanelerinde yerine getirilir. Tedaviye yönelik işlemler, ceza infaz kurumlarında bulunan hükümlüler için ceza

infaz kurumu müdürlüğü, denetimli serbestlik altında ve koşullu salıverilen hükümlüler için ise denetimli serbestlik müdürlüğünce takip edilir.” Özlücesi “Cinsel dokunulmazlığa Karşı Suçlardan Hükümlü Olanlara Uygulanacak Tedavi Hakkında’’ adlı bu yönetmeliğe göre tecavüz, çocuk istismarı kısacası her türlü cinsel saldırıdan hükümlü olanlar “kimyasal hadım” yoluyla tedavi edileceklermiş! Bu cezalandırma sayesinde cinsel saldırı suçunun azalacağını mı öngörüyorlar(?) diye sormak gerekiyor. Oysa ki kimyasal hadımın uygulandığı ABD, İsveç gibi Avrupa ülkelerinde cinsel saldırı suçunun çokça yaşanmaya devam ettiğini biliyoruz. Üstelik buralarda uygulanan yöntem cezalandırma amacından çok riski azaltmaya yönelik olarak aynı zamanda suçlunun iradesine dayanarak gerçekleştiriliyor. Bu yönetmeliğe göre ilaçla ya da ilaçsız cinsel isteği azaltmak ya da cinsel isteği ortadan kaldırmayı amaçlamak tam da AKP’ye göre bir çözüm yöntemidir. Çünkü baştan aşağı cezalandırma mantığına göre kurulmuştur. Tam da AKP’ye göre çözümdür. Çünkü yönetmeliğe bakarsak kişinin isteği dışında da bu yöntem kullanılabilecektir. Bu bakımdan da otoriter ve diktacı bir anlayışla cinsel suçlarla mücadele edilebileceğinin düşünülmesi erkek egemenliğinin yarattığı kocaman bir sorunun gözlerden nasıl da kaçırılmak istendiğinin bir kanıtı gibidir. Erkek egemen toplumlarda evlilik içi ve ya değil cinsel saldırı ve bilakis tecavüz, kadınlara yönelen şiddetin en yaygın biçimidir. Ve erkekliğin tamamlanması, garantisi, ispatı olarak da görülen cinsel saldırı erkeğin kadın üzerinde iktidar kurmak aracı olarak görülür ve işlev görür. Bu

düşüncede hayat bulan en tehlikeli yaklaşım ise erkekler açısından bu suçun işlenmesinin son derece sıradan bir şey görülmesi anlayışıdır. En çok da bu suçun meşru görülmesinden kaynaklanan bir boyutu olduğunu hissetmemek mümkün değildir. Zira cinsel suç ortaya çıkar. Kaçınılmazdır. Ama her suçunda bir cezası vardır. Yasaklı elmayı yiyen ademin cennetten kovulmasını andıran bir cezalandırmayla bu suçun ortadan kalkacağını düşünmek, saflık değil bir gerçeği görünmez kılmayı amaçlamaktır. Burada belirtmek gerekiyor ki cinsel saldırı suçu bireysel olarak hormonal bozukluktan kaynaklanan bir hastalık değildir. Tecavüz de cinsel açlıktan kaynaklanan bir durumda ortaya çıkan sıradan cinsel bir faaliyet gibi algılanmakta ve algılatılmak istenmektedir. Cinsel şiddet erkek egemenliğinin kendisidir. Burada hadım yoluyla cezalandırılan erkek egemenliği değil, kadın mücadelesidir. En çok da cinsel suçları sistemden bağımsız, sıradan hatta meşru göster-

ELİF IRMAK

diği için. Böyle olmadığını bu suça maruz kalmış kadınların ve çocukların ne kadar korunaksız olduğunu gören, bilen herkes anlayacaktır. Cinsel saldırı suçuyla mücadele etmek erkek egemenliği ile hesaplaşmayı gerektirir. Çocuk istismarıyla ve çocuk istismarcılarıyla hesaplaşmayı gerektirir. Kestirmeci ve cezalandırma anlayışına dayanan bu tarz yöntemlerle de hesaplaşma gerçekleşmez. Erkek egemen yargı dediğimiz mekanizma kadın ve çocukları tecavüzden ve istismardan koruyan ve kollayan bir niteliğe bürünmelidir. Kadın mücadelesi bu anlamda erkek egemenliğine, erkek yasalara, tacize, tecavüze ve her türlü şiddete karşı sürecektir.

9


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2016

GENÇLİK, KENDİ GELECEĞİNİ İNŞA ETMELİ! RÖPORTAJ

F

aşist ırkçı saldırıların 15 Temmuz darbe girişiminin ardından muhalif kesimler için ciddi bir tehdit haline geldiği, yoksul mahallelerde uyuşturucu kullanımının, yozlaşma ve çürümenin her geçen gün derinleştiği bir dönemde gençliğin savunma örgütü Direnişçi Gençlik’le bir röportaj yaptık. Bize önce kendinizi tanıtır mısınız? Direnişçi Gençlik hangi misyonla hareket ediyor? Can Ateş: Direnişçi Gençlik mahalle gençliğinin öz gücüdür, öz örgütlenmesidir. Özellikle uyuşturucu, çeteleşme ve yozlaşma gibi saldırılara karşı kendi savunmasını alır, kendi örgütlenmesini yapar. Bunu devrimci bir gençlik çizgisinde hareket ederek yapar ve devrimci ideolojiyi vermeye çalışır. Bunun yanında Direnişçi Gençlik ayrıca yaşam alanlarımıza gelebilecek her türlü saldırıya karşı savunma bilincini vermeye çalışır ve halkla da bir bağı vardır bu güvenliği alırken, örgütlenmeyi yaparken. Bozan Yılmaz: Sistemin yaratmış olduğu yoz kültüre karşı set ören ve bu misyonu üstlenen bir düşünceye sahip Direnişçi Gençlik. Özellikle bulunduğumuz alanların umuda dönüştürülmesi noktasında bir misyonu üstleniyor. O anlamda insanlığın kendisini yeniden üretebilmesi açısından çok önemli bir role sahip gençlik, gençliğin değerini kıymetini bilmek gerekiyor. Peki Direnişçi Gençlik örgütlenme yaparken karşısına çıkan sorunlar ne oluyor? Örgütlenmede işinizi zorlaştıran

10

karşınıza sorun olarak çıkan meseleler neler? Bozan Yılmaz: Örgütlenme anlamında karşımıza çıkan önemli bir mesele yozlaşma ve çürüme. Bunun da temelinde işsizlik ve yoksulluk söz konusu. Uyuşturucu özellikle sistem tarafından varoşlarda önemli bir ticaret aracına dönüştürülmüş durumda, çok ciddi bir ekonomi elde ediliyor. Bizzat bunun ticaretini sistemin kendisi yürütüyor. Gençliği de bu uyuşturucunun taşeronu gibi kullanıyorlar. Karşılaştığımız sorunların önemli bir tanesi bu. Bulunduğumuz alanları çürüten bir durumla karşı karşıyayız. Biz de gençliğin daha onurlu bir yaşamı sürdürebilmesi için bir faaliyet yürütüyoruz ve bu uyuşturucuya, yozlaşmaya, çeteleşmeye karşı özgürlükçü, isyankar, öfkesini sisteme karşı örgütleyen bir gençliği inşa etmeye çalışıyoruz. Can Ateş: Arkadaşın da bahsettiği gibi çürüme ve yozlaşmanın bir derinliği var. Biz bununla mücadele ederken şöyle bir dezavantajımız oluyor, alternatifleri üretmek. Yani işsiz genç, uyuşturucu içen genç, bunu kurtarma, tedavi ettirme ve yeniden yaşama kazanırken en çok zorlandığımız nokta da alternatifler üretmek mahallelerimizde. Tabi bunun bir ekonomik gücü olacak, bunun kadroları olacak. En çok zorlandığımız noktalar buralar. Çünkü o savunma, o zor uygulama düşmana karşı bir yere kadar. Peki o kazandıklarımızı ne yapacağız, nerelerde üreteceğiz, ne üretecek kendisi? O toplumsal üretimin neresinde yer alacak? Buralara yerleştirirken ciddi anlamda araçlarımız çok az, zorlandığımız nokta burası. Bunun dışında başka zorlandığınız konular var mı? Bozan Yılmaz: Şöyle ifade etmek gerekiyor. Bizim gençlik olarak en çok dikkat ettiğimiz

mesele şu: Uyuşturucu kullanımının bu kadar yaygın olması ve yüksek olmasının nedeni ne? Bunu bilince çıkarmaya çalışıyoruz. Uyuşturucu kullanımı gün geçtikçe daha da çok artıyor, ortaokulların önüne kadar indi, diyebiliriz. Mesela şu an bonzai diye bir uyuşturucu madde var, bu uyuşturucu madde çok yaygın ve herkesin çok rahat bir şekilde ulaşabileceği bir madde. Bu madde aslında bundan 5-10 sene önce çok zor ulaşılabilen bir maddeyken bugün herkesin rahat bir şekilde ulaşabileceği bir madde haline getirildi. Bunun piyasası var. ABD’den ve yurtdışında çeşitli ülkelerden 300500 TL’ye Türkiye’ye getirilirdi paketler halinde ama bugün 5 TL’ye çok rahat bir şekilde ulaşılabilecek bir madde. Gerçekten öldürücü, insanları öldüren bir madde. Ona bulaşan ondan bir daha kurtulamıyor. Bizzat gençliğin bütün iradesini, kişiliğini, onurunu teslim alan bir madde. Bununla ilgili biz çok yönlü bir mücadele veriyoruz. Bir tanesi şu: Uyuşturucu kullanan insanlarla uyuşturucu ticareti yapan insanlar arasında farklılık var. Uyuşturucu satan insanlara en az onlar kadar acımasız olmamız gerektiğinin bilincindeyiz. Çünkü onlar para kazanmak için toplumu zehirliyorlar, insanlığı yok ediyorlar, gençliği yok ediyorlar. Para için bunu yapıyorlar. Biz de inancımız doğrultusunda en az onlar kadar acımasızız ve onlara karşı düşüncemiz belli. Ama uyuşturucu kullanan gençliğin topluma yeniden kazandırılması doğrultusunda çeşitli faaliyetler yürütüyoruz. Bunlarda bir tanesi ekonomik faaliyet. İnsanlara çeşitli küçük çaplı hayatlarını sürdürebilmeleri için bir yaşam alanı inşa etmeye çalışıyoruz. Bu sokakta bir tane simit tezgahıdır ya da yeteneğine göre ekonomik olarak kendi yaşamını sürdü-

rebileceği iş olanağı yaratmaya dönük, işte çay bahçesidir vs, imkanlarımız artık neyse ona göre bir faaliyet yürütüyoruz. Çeşitli psikologlarla, doktorlarla görüşüp bu konuda destek almaya çalışıyoruz. Artı gençliğin bu konuda çeşitli seminerlerle kendisini bilinçlendirmesi ve toplumu bilinçlendirmeye dönük bir çalışma yürütüyoruz. Onun dışında gençliğin kendi bulunduğu alanları umuda dönüştürme noktasında kendi savunmasını inşa etmesi gerektiğini ve bu savunmayı sadece fiziki şiddet anlamında değil, bu savunmayı toplumsallaştırarak bir bilinç yaratmaya dönük, bir kültür yaratmaya dönük, bunu örgütlemeye dönük bir faaliyet yürütüyoruz. Bunu da yaparken çok ciddi bir sempati kazandığımızı görüyoruz. Örneğin; geçen gün çeşitli uyuşturucu kullanan gençler ve bunun satıcılığını yapan 3 kişilik bir grubu arkadaşlar Direnişçi Gençliğe getirdiler. Biz bu gençlerin ailelerini çağırdık, onlarla konuştuk, onların da desteğini aldık en azından ve çok çok teşekkür ettiler bize. Biz çocukları onlara teslim ettik. Yalnız uyuşturucu satan, daha önce ikaz edilen, buna rağmen bu yoz kültürden vazgeçmeyen şahıs Direnişçi Gençlik tarafından belli yaptırımlar uygulanarak cezalandırıldı. Çok yönlü bir çalışma yürütüyoruz biz gençlik olarak. Sadece “bu uyuşturucu kötü bir şeydir, buna karşıyız” demekle olmuyor. Sonuçta bu yaşam alanlarımıza sokulan bir madde, buna topyekün bir set çekmek zorundayız. Ama bu bilinçten asla kopmamak gerekiyor. Bu, bu sistemin yarattığı bir yoz kültürdür. Özellikle siz yozlaşma ve uyuşturucuya dönük savunma kısmından bahsettiniz. Bir de son zamanlarda 15 Temmuz darbe girişiminin ardından so-


Ağustos 2016 / Sosyalist Dayanışma

kağa çıkan faşist grupların da Alevi mahallelere, devrimcilerin yoğun olduğu mahallere dönük saldırı girişimleri oldu. Daha önce de benzeri şeyler yaşanabiliyordu. Sivil faşistlerin, IŞİD’in ve sempatizanlarının saldırıları olabiliyordu. İşin bu boyutu ile ilgili ne yapıyorsunuz? Can Ateş: Bu tür durumlar tarihimizde de yaşanmıştır. Bu tür kaos durumlarında özellikle radikal İslamcı gruplar Alevi mahallelerini hedef alıp katliamlar gerçekleştirmişti. Bunları Maraş’ta, Çorum’da yaşadık. Biz de bu saldırılar yaşanınca mahallelerimizde önlem almaya başladık. Mehter Marşı’yla geçme, işte milliyetçi ırkçı parçalarla geçme gibi olaylar yaşandı. Biz de bu manzarayı görünce kendi mahallelerimizi savunma pozisyonuna geçtik. Mahallenin belli yerlerinde kalabalık durma, güvenlik alma, güvenliğin araç-gereçleriyle beraber durma. Tabi burada da insanları bu güvenliği niye aldığımıza dair bilgilendirmeler yaptık. Çünkü özellikle bu zikir çekenleri, kafa kesme olaylarını gördükçe şeriatçı bir kesimin Alevi halkına dönük saldırı yapacağına dair büyük bir tedirginlik ve bir öfke de oluştu. Bazı olayların farklı tarzda yaşanmasının nedeni oydu aslında. “Nasıl bunu bizim halkımıza yaparlar!” diyen neredeyse Zülfikar dövmesi olan herkes sokaklardaydı ve sokakları büyük bir öfkeyle tutuyorlardı. Burada örgütsüz bir kesim de vardı, örgütlü kesimler de vardı. Biz daha örgütlü durmayı ve kime nasıl müdahale edeceğimizi, kendi güvenliğimizi nasıl alacağımızı konuşarak hareket ettik ve bunu bir örgütlülüğe de dönüştürdük. Sadece dar bir kapsamda ele almadık, mahallede gençlere çağrı yaptık, güvenliği alma konusunda, halka çağrı yaptık. “Mahallemizin güvenliğini nasıl alacağız ve ne yapmamız gerekir?” konusu üzerine sohbetler de yaptık mahallenin içerisinde. Tabi bir sürü gerilimler oldu. Bir de sivil polislerin de bunu organize ettiğini gördük çünkü takip ettik. Mehter Marşlarıyla geçenler özellikle polislermiş. Atlayıp araçlara polisler geçiyor sonra bizim oradaki ka-

rakolda iniyorlar bunlar. Yani bir provokasyon durumları da var, bir gerilimi tırmandırma durumları da var devletin organize ettiği. Biz bunları fark ettiğimiz için bazı önlemler aldık. Önemli noktalara gözlemci koymak, her şeye müdahale etmemek daha böyle takipli yapmak gibi planlar yaptık. Bozan Yılmaz: 15 Temmuz gününden itibaren AKP’nin çağrısıyla sokağa çıkan sivil faşist grupların bulunduğumuz yaşam alanlarına dönük çeşitli saldırılarının olma olasılığından kaynaklı biz de kendi savunmamızı aldık. Bunun da en doğal hakkımız olduğunu düşünüyoruz. Önemli bir deneyim kazandık tabi, diğer çeşitli kurumlarla birlikte bunu yürüttük. Savunma meselesi sadece bir karşı koyma, şiddet uygulama gibi algılanıyor ama aslında o değil. Biz savunma deyince ne anlıyoruz? Savunma dediğimiz şey çok geniş kapsamlı bir kavram. O anlamda bunu kendi aramızda ve diğer kurumlarla tartışıp bir olgunluğa kavuşturmamız gerekiyor. Darbeye karşı çıkan ve yandaş olan çeşitli insanlara, araçlara her önüne gelen araca taş atılması vs, bunların doğru olmadığını düşünüyoruz. Burada asıl mesele bulunduğumuz mahallelerin çeşitli provokatif gruplara karşı korunması ve o mahalleleri korurken de o mahallede yaşayan insanların da o sürece dahil edilmesi. Yani o savunma dediğimiz meseleyi bir nevi toplumsallaştırmak ve toplumla birlikte savunmak. Yoksa siz eğer toplumla birlikte bir alanı savunmuyorsanız, kendinizi savunmuyorsanız ona savunma denmez. O sadece kendini korumak anlamına gelir, biraz böyle bir ayrım koymak

gerekiyor. Biz de orda çeşitli arkadaşların her geçen konvoya saldırmasını eleştirdik ve doğru bir şey olmadığını söyledik ama bir deneyimdi diyebiliriz. Bu mahallelerin savunulmasıyla ilgili sizin de gördüğünüz yanlışlar oldu mu? Can Ateş: Şimdi tabi ki şiddetin ölçüsü çok önemli. Her bayrak taşıyana saldırmak doğru değil. Bu biraz da mahallenin karakterinden çünkü herkes bu işin içine dahil olmaya çalıştı, yapılan yanlışlar oldu. Her bayrak asana bayrakları söktürüldü, bu mesela şöyle olumsuz bir şeye yol açıyor: Karşı tarafı daha fazla kemikleştirmeye, daha fazla kutuplaştırmaya hizmet ediyor. Biz orda şunu söyledik: Bu müdahaleler yapıldığı zaman insanlara “bunlar niye yapılıyor”, müdahalelerin nedenini anlatalım, konuşalım. Sana karşı saldırı varsa direkt şiddet uygulamak ayrıdır ama bu kesime niye bunu yapmamaları gerektiği, bu mahalleden geçerken niye dikkat etmesi gerektiğini anlatmamız gerektiğini söyledik. Böyle bir planlama ve organizasyon yaptık çünkü diğer türlü orantısız bir güç direkt karşı karşıya getirme, kutuplaştırmaya hizmet edecek boyutlara ulaştı. Mahallenin içerisinde de öyle bayrak takan, bayrakla gezen insanlar da var. Bunlara dikkat etmemiz gerektiğini söyledik çünkü şiddeti doğru yerde kullanamazsak başka şeylere vesile oluyor aslında tam bizim istediğimiz değil de faşizmin derinleşebileceği, bize karşı kutuplaşmaların artabileceği sonuçlar yaratabilir. Adaletli olmalıyız ve bunun da politikasını üretmeliyiz. Niye savunuyoruz, niye savunmamız gerekiyor, nelere mü-

dahale etmemiz gerekiyor, bunu gençlere tek tek anlattık. Son olarak yaşam alanlarımızın savunulmasında gençliğe nasıl bir rol düşüyor? Gençliğe bir mesajınız var mı? Bozan Yılmaz: Gençlik kendi geleceğini inşa etmeli. Gençlik, halkının ve kendisinin öz savunmasını inşa etmeli, kapitalizme karşı ve onun kültürüne karşı kendi kültürünü inşa etmesi ve kendisini geleceğe taşıma noktasında çeşitli yaşam alanlarını inşa etmesi gerektiğini düşünüyoruz ve bunun da en önemli koşulunun örgütlülük olduğunu söylüyoruz. Kendisini ve halkını savunabilecek çeşitli örgütlenmeler söz konusu. Bunlardan bir tanesi Direnişçi Gençlik. Gençleri Direnişçi Gençlik saflarında örgütlenmeye davet ediyoruz. Biz ancak örgütlü olursak, bilinçli olursak kendimizi savunabiliriz. Can Ateş: Gençlik tarihsel bir fırsat yakaladı. Bu kadar çürümüşlüğün, bu kadar yozlaşmanın içerisinde tekrar kendini ayağa kaldırıp siyasette rol oynama ve kötü gidişin kaderini değiştirmek gibi bir misyonu var. Bu misyonunu oynayabileceği tarihsel bir dönemden geçerken bu rolünü oynaması gerekiyor. Bunun daha örgütlü olması gerekiyor. Direnişçi Gençlik tam da bu rolü oynayabilecek bir örgüt formatında. O yüzden devrimci mücadelenin içerisinde Direnişçi Gençlik saflarında mücadele etmeli. Bunun yanında Direnişçi Alevi Gençliği örgütlenmemiz var. Alevi gençliğinin kendini ifade edebileceği alanlardan bir tanesi. Bu renkliliğimizle sokaklarda rol oynayacağız ve bütün gençliği de bu örgütlenmelere davet ediyoruz.

11


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2016

DARBE VE S MEHMET YILMAZER

Kemalizm yıllarında egemenlik çıplak ordu ve polis gücünün yanında derin devlet ve onun provokasyonlarıyla yürütülmüştü. Ancak iki binli yıllara gelindiğinde ordu ve Kemalizm bir türlü yenemediği Kürt Özgürlük Mücadelesi nedeniyle yıpranmış, derin devlet provokasyonları ise deşifre olarak rolünü yitirmeye başlamıştır.

D

arbenin üzerinden iki hafta geçti hala “Yurtta Sulh Konseyi”nin üyeleri net olarak ortaya çıkmadı. Daha da önemlisi mademki darbe Gülen Cemaati’nin liderliğinde oldu, bu örgütlenmenin hiyerarşik yapısında önemli yere sahip “imamlardan” kaç tanesi yakalandı? Bilmiyoruz. Bunun yerine iktidar OHAL yetkisiyle, zehirlenen arazinin tümünü dozerle temizliyor. Tasfiye 50 bini geçti. Medyada iki konu sürekli vurgulanıyor: Gülen’in en büyük şeytan olduğuna, her kötülüğün altında yattığına; ayrıca daha büyük bir illüzyon yaratılarak “demokrasinin kazandığına” inanmamız isteniyor. Cumhuriyet tarihi boyunca her darbe “bozulan kamu düzeninin tesisini” sağlayacağını iddia etti. Ancak düzen yeniden daha kötü noktalara sürüklendi. Bu kez OHAL ile güçlü bir demokrasinin inşa edileceğine inanmamız isteniyor.

Yaşanan darbelere baktığımızda onların güçleri ve işleyiş mekanizmalarında fazla karanlık nokta yoktur. Bugünkü darbenin henüz karanlık noktaları oldukça fazladır. 27 Mayıs, ana hatlarıyla liberalizmin devletçiliği tasfiyesine karşı ordunun, yani devletçiliğin tepkisidir. Darbe sonrasında “karma ekonomi”de uzlaşıldı. 27 Mayıs’tan sonra Talat Aydemir’in liderliğinde iki başarısız darbe girişimi oldu. Bu darbe girişimleri 27 Mayıs’ın ‘halkçı’ yapısını kaybetmesine, İnönü’nün başbakanlığında “statükoya geri dönüşe” karşı yapıldı. On yıl arayla gelen 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri yükselen işçi, köylü, öğrenci hareketlerine ve yeni güçlenen Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı yapıldı. Ülkede sol muhalefetin sürekli güçlendiği bu yıllar iki darbe gördü. Fakat bu darbeler ekonomide de bir anlama sahiptiler. Devletçi eko-

nomiden sürekli bir uzaklaşma yaşandı. 12 Eylül bu konuda en radikal adımı atarak, neoliberal uygulamaların miladı oldu. Demirel, Özal ve daha sonra Erdoğan neoliberal uygulamaları devam ettirdi. Bu konuda en sürekli ve kapsamlı uygulamalar Erdoğan döneminde yaşandı. Darbe denklemlerinin siyasal yanında bugüne kadar ‘irtica’, ‘komünizm ve bölücülük’ tetikleyici rol oynadılar. Darbelerin sürükleyici gücü ve ideolojisi farklı nüanslar taşısa da hep Kemalizm olmuştur. 12 Eylül 1980 Kemalizm’in öncülük ettiği son darbe oldu. 12 Eylül’ün öncekilerden bazı önemli farkları vardır. Kürt Özgürlük Hareketi’nin yükselişi nedeniyle ordu darbe sonrası şeklen kışlaya dönmüş olsa da, fiili olarak sürekli günlük politikanın içinde oldu. Ve bu süreç yirmi yıl sürdü. Sonuç olarak, Milli Güvenlik Kurulu politikalarının çemberinde kalan bütün partiler ve Kemalizm bu süreç sonunda iflas etti. Yine 12 Eylül’ün önceki darbelerden farkı siyasal İslam’a bilinçli olarak yol açmasıdır. Bunu elbette devrimcilerin yolunu kesmek için yaptı. Fakat yıllar aktıkça kendi yarattığını denetleyemez hale geldi. AKP’nin iki binlerin başında iktidara gelişi, diğer merkez ve sağ partilerin meclise bile giremeyip silinmesi düzen açısından tam bir şok olmuştur. Son darbeden yirmi yıl sonra Kemalizm büyük ölçüde iflas etmiş, siyasal İslam birinci parti konumuna geçmiş oldu. Kemalizm yıllarında egemenlik çıplak ordu ve polis gücünün yanında derin devlet ve onun provokasyonlarıyla yürütülmüştü. Ancak iki binli yıllara gelindiğinde ordu ve Kemalizm bir türlü yenemediği Kürt Özgürlük Mücadelesi nedeniyle yıpranmış, derin devlet provokasyonları ise

12


Ağustos 2016 / Sosyalist Dayanışma

SİYASAL İSLAM deşifre olarak rolünü yitirmeye başlamıştır. Bu yıllarda siyasal İslam’la Kemalizm’in hesaplaşması şiddetlendi. Fakat bu hesaplaşma inanılmaz entrikalarla, polis ve adliyenin, hukuk sisteminin keyfileşmesi ile yaşandı. Bir bakıma Kemalizm’in altmış yıldır yaptıklarını siyasal İslam bir kaç on yıla sığdırdı. Özellikle Ergenekon davalarının başlamasından günümüze cumhuriyet hem kurumlarıyla hem de ideolojik ve siyasal değerleriyle tam bir çürüme içine girmiştir. Ergenekon davalarıyla sözde askeri vesayete karşı mücadele edilirken bu mücadeleden ortaya yeni, modern, demokratik hiçbir değer çıkmamıştır. Bütün “mücadele” tümüyle entrikalarla yürütülmüştür. AKP, Ergenekon davaları sırasında Gülen Cemaati ile sarmaş dolaştır. 17 Aralık’ta dostluk tam bir düşmanlığa dönüşünce Saray, Kemalizm kalıntılarıyla uzlaşmaya gitmiştir. Darbe ile görüyoruz ki, orduda da Gülen Cemaati laik-Kemalistlerle karmaşık bir yapı oluşturuyor. Bilmece gibi görünen bu durumun altında cumhuriyetin ideolojik ve siyasal olarak çürümesi yatıyor. Kemalizm, siyasal İslam’ın iki kutbu arasındaki gerilimde erozyona uğrayıp paralize olmuştur. Öte yandan ne Gülen Cemaati ne de iktidardaki siyasal İslam düzeni birleştirici rol oynayacak bir ideolojik yapı yaratamamıştır. Günümüzün “egemen ideolojisi”: Takiye ve entrikadır! Darbe öncesi Saray, siyasal dizaynı Kürt savaşı üzerinden inşa ediyordu. Terör ve şehitler üzerine her gün televizyonlarda haber bombardımanı yapılıyor, “tek devlet”, “tek millet” üzerine nutuklar atılıyordu. Şimdi bütün bu sözde kutsallıklar çok büyük

bir “darbe” yemiştir. Bu darbenin şokunun daha derinlere inip, gerçek bir bilinçlenme yaratmasını engellemenin tek yolu Gülen Cemaati’nin şeytanlaştırılmasındadır. Oysa bu cemaati devletin kurumlarına taşıyan en önemli aktör AKP’dir. Bu gerçeğin örtülmesi, Saray’ın diktatörlük heveslerinin hatırlara gelmemesi için Gülen Cemaati üzerinden gürültülü bir politika yürütülmektedir. Buna ilave Amerika’nın darbenin arkasında olduğu üzerine propaganda Saray’ın iç politikada işine yarayabilir. Bu darbeden ABD’nin haberi olmaması mümkün değildir. Ancak ne ölçüde motive etmiş ve ne amaçladığı henüz karanlıktadır. İç politikada bu toz duman kafaları yeterince karıştırdı, göz gözü görmez oldu. Ancak Batı dünyasının Ankara’ya bakışı değişmemiştir. Ünlü Alman dergisi: “Diktatör Erdoğan; çaresiz Batı” diye kapak yapmıştır. Bütün bunlar sözde “demokrasi bayramının” ömrünün kısa süreceğinin işaretleridir.

Saray politikayı bir yıldır yaptığı gibi Kürt savaşıyla şekillendirme şansına eskisi kadar sahip değildir. Son günlerin en gözde kelimesi demokrasiyi insanların önemli bir kesimi ciddiye alacaktır. Bu durumu bir demokratik mücadele dalgasına dönüştürmek en önemli siyasal görevdir. Cumhuriyet yaşadığımız günlerde ideolojik bir harca sahip değildir. Kemalizm iyice yıpranmıştır. Siyasal İslam yarattığı entrika ortamı ve iç iktidar savaşıyla en az Kemalizm kadar yıpranmıştır. Bu gerçeği örtmenin bugün başlıca yolu cemaatin günah keçisi yapılması, tüm kötülüklerin sebebi olarak ilan edilmesidir. Günümüzdeki demokrasi mücadelesinin belki de en önemli görevi bu örtünün kardırılmasıdır. O zaman tüm şeytanlar görünür hale gelecektir. Düzenin kutsalları çökerken özgürlük ve demokrasi mücadelesini yeni bir kapsayıcılıkla yükseltmenin imkânları da büyüyor.

Cumhuriyet yaşadığımız günlerde ideolojik bir harca sahip değildir. Kemalizm iyice yıpranmıştır. Siyasal İslam yarattığı entrika ortamı ve iç iktidar savaşıyla en az Kemalizm kadar yıpranmıştır. Bu gerçeği örtmenin bugün başlıca yolu cemaatin günah keçisi yapılması, tüm kötülüklerin sebebi olarak ilan edilmesidir. Günümüzdeki demokrasi mücadelesinin belki de en önemli görevi bu örtünün kardırılmasıdır. O zaman tüm şeytanlar görünür hale gelecektir.

Fakat 15 Temmuz sonrası

13


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2016

KENAN BUDAK’IN MÜCADELESİNİN IŞIĞIYLA

GÜNÜMÜZ SINIF MÜCADELESİNDE YOL AÇMAK

15

Temmuz günü daha büyük bir kaosa ve yıkıma neden olabilecek askeri darbe girişimi başarısız oldu. Ne yazık ki 7 Haziran’dan beri sivil darbe sürecini işleten AKP iktidarı ise “15 Temmuz Darbesi ile mücadele” gerekçesiyle 20 Temmuz Çarşamba günü tüm ülkeyi kapsayan OHAL ilan ederek toplumu susturmaya, pasifize etmeye çalışmaktadır. Özelde emeğe dönük saldırılarına değinirsek AKP iktidarı sendikal hak ve özgürlükleri, toplantı, gösteri ve yürüyüş haklarını ortadan kaldıran uygulamalara geçilmiştir. Kamuda, üniversitelerde ve yüksek yargıda hiçbir hukuki gerekçe öne sürülmeden başlatılan görevden almalar, şeffaflıktan yoksun uygulamalara imza atmaktadır. Zaten günümüze kadar savaş, yıkım ve sömürü ile ayakta kalan AKP iktidarı büyük bir hızla neoliberal yapısal dönüşüm politikalarını hayata geçiriyordu. Güvencesizleştirme, emeğin temel hak ve özgürlüklerinin gasp edilmesi, iş cinayetleri, kıdem tazminatının fona devredilmesi, yeni esnek istihdam biçimlerinin yasalaştırılması, taşeronlaşma ve kamu personel rejiminde değişikliklerin yapılması, kiralık işçiliğin yasalaşması, grevlerin yasaklanması, örgütsüzleştirme, ayrımcılık, kadın emeğinin ve göçmen emeğinin pervasız sömürüsü karşı karşıya kaldığımız sorunlardı. Yaşanan çatışmalar, işçi ve emekçiler arasında milliyetçi ve şoven eğilim-

14

lere yol açıyor; işçilerin birliğinin bozulmasına sebep oluyor, işçi ve emekçileri bölüyordu. Patronlar karşısında hak almak için birlikte olması gereken işçilerin bölünmesi, ekmeklerinin küçülmesi, çalışma koşullarının kötüleşmesi, daha güvencesiz işlere mahkûm edilmesi durumu söz konusuydu. İşçi ve emekçilerin iş yerlerinde, fabrikalarda, yaşadıkları ve çalıştıkları her yerde emek sömürüsüne karşı mücadele etmek ancak barış mücadelesi ile bağının da kurulmasıyla olmasını zorunlu kılıyordu. Güvencesizlik hem kamu hem de özel sektör için giderek büyüyor ve derinleşiyordu. Sivil darbe koşullarına da dayanarak emeğin tarihsel kazanımlarını elinden alan bir dizi köklü değişikliklere hız veriyordu. İktidarın politikalarına itiraz eden emek meslek örgütleri hedef tahtasında olup demokratik sendikalar büyük bir tasfiye ile, “varlık, yokluk savaşı” ile, karşı karşıyalardı. Şimdi ise bu sürecin daha da derinleşeceği bir ortamın içerisine girerken Sosyalist Dayanışma Platformu ve Kenan Budak Sendikal Eğitim Vakfı olarak, işçi sınıfının unutulmaz önderi Kenan Budak’ın katledilişinin 35. yılında, onun mücadelesi ışığında, günümüz sınıf mücadelesi ve örgütlenme deneyimlerini tartıştık. Etkinlikte 1960-80 arasında işçi sınıfının DİSK’i, 15-16 Haziranları, Alpagutları, Tarişleri yaratan militan mücadelesi Ke-

nan Budak’ın yaşamından yola çıkarak dönemi yaşamış işçi önderleri, sendikacılar ve akademisyenler tarafından tartışıldı. Bu mücadele içinde İsmet Demir’den Kenan Budak’a miras kalan özgün sınıf çalışması deneyimi anlamlandırılmaya çalışıldı. Panel kısmında Muzaffer Kaya, Mehmet Akyol, Şerif Bora, İrfan Kaygısız, Munzur Pekgüleç o dönem birlikte mücadele ettikleri mücadele arkadaşları ve ailesi söz aldı. Bunun yanında forum kısmında, sınıfın içinde güncel mücadele yürüten özneler olarak İMECE, BATİS, Sokak Sendikası söz alarak kendilerini anlattılar ve deneyimlerini paylaştılar. Aynı zamanda metal iş kolunda yaşanan direniş deneyimi de aktarıldı. Muzaffer Kaya, Kenan Budak’ın mücadelesini, yaşadığı dönemin sınıfsal koşullarını incelemiş ve üzerine tez hazırlamış bir akademisyen olarak onun işçi sınıfı içerisindeki mücadelesini yeşerten koşulları dile getirdi. Dönemin siyasi atmosferi, sınıfların yapısı, yükselen kitlesel işçi hareketleri, Zeytinburnu ilçesinin özgün koşulları, deri işçilerinin durumu, sol ve sosyalist hareketlerin etkisi, DİSK’in yapısı gibi araştırdığı konuların sonuçlarını aktardı. Kenan Budak’ı Kenan Budak yapan en önemli iki özelliği belirtti. Birinci özellik olarak doğal işçi önderi olmasına, yani sınıfın içinden çıkan, işçi mahallesinde yetişen, yine işçi sınıfı içinde atölyede, mahallede, kahvelerde mücadele yürüten bir önder olmasına vurgu yaptı. İkinci özellik olarak sınıf mücadelesiyle siyasi mücadelesini birlikte yürüten, bürokratik olmayan, direnişçi, devrimci, teslim olmayan yanına vurgu yaptı. Daha sonra söz alan mücadele arkadaşı Munzur Pekgüleç de birlikte mücadele ettikleri dönemi aktararak yine Kenan

Budak’ın mücadeleye adanmış hayatını anlattı. Kenan Budak Sendikal Eğitim Vakfı kurucularından Mehmet Akyol ise Vatan Partisi ile başlayan süreç ile birlikte aynı siyasi yapı içerisinde yer aldığı yoldaşı Kenan Budak’a dair kendi izlenimlerini aktardı. Mücadele arkadaşlarından söz alan Şerif Bora, Adnan Aslan ve kardeşi Gül Budak’ta Kenan Budak’ın kişiliğini, mahalledeki ve işçi sınıfı içerisindeki devrimci faaliyetini, darbe koşullarındaki mücadelesini anlattılar. İMECE, BATİS, Sokak Sendikası adına söz alındığı, metal iş kolunda yaşanan direniş deneyiminin aktarıldığı forum kısmında günümüz işçi sınıfının yapısal ve örgütsel durumu genel olarak belirtilerek, güvencesizleştirme, emeğin temel hak ve özgürlüklerinin gasp edilmesi, kadın emeğinin sömürüsü konularına değinildi. Günümüz işçilerin hak mücadelesi ve örgütlenme deneyimleri aktarılarak sınıf savaşımı yolu daha da berraklaştırılmaya çalışıldı. Kenan Budak, 12 Eylül faşizmine teslim olmayı değil direnmeyi seçtiği için katledildi. Kazlıçeşme deri işçileri içinde yürüttüğü mücadeleyle ve ortaya koyduğu kararlılıkla işçi sınıfının kurtuluşunun kendi ellerinde olduğunu yarattıklarıyla ispatlamıştı. Ezilenlerin kendi gelecekleri adına ayağa kalkışına tahammül edemeyenler, kendi karanlık saltanatları sürsün diye faşizmi büyütenler, hayatı üreten emekçilerin acılarını kendi servet ve hoyratlıkları sayesinde görmezden gelenler bugün insanlığın içine itildiği karanlığın gerçek sorumlularıdır. Oysa umut kendi gelecekleri için ayağa kalkan işçilerdedir. Hem askeri hem sivil darbeler rejimine karşı emeğin mücadelesini büyütelim!


Ağustos 2016 / Sosyalist Dayanışma

GÖÇ BİR TUFAN GİBİ

B

irleşmiş Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin Dünya Mülteciler Günü’nde yayınladığı yıllık raporda, geçen yıl sonu itibariyle 65,3 milyon kişinin mülteci, sığınmacı ya da yaşadıkları ülkede yerlerinden edildiğini açıkladı. 2015 yılında evlerini terk etmek zorunda kalan insanların sayısı bir önceki yıla göre 5,8 milyon artmış. Dünya ‘Göç Çağı’ olarak ifade edilen çok büyük bir sarsıntı içerisinde. Elbette bahsedilen şey doğal afet değil. Tam tersine muktediriler eliyle ortaya çıkartılan büyük bir felaket. Güç merkezlerinin birbirine diş geçirebilmek için yürüttükleri vahşi savaş politikalarının bedellerini savaş senaryolarının yazıldığı merkez ülkelerin yurttaşları da dahil dünya halkları ödüyor. Brexit oylaması AB’den çıkış şeklinde sonuçlanırken, bu kararda göç ve toplumda yaratılan yabancı tehdidi algısının etkisi göze çarparken, bu süreçte mülteci hakları savunucusu bir politikacının, İşçi Partisi milletvekili JO Cox’un, ırkçı saldırgan biri tarafından öldürülmesi de akıllarda. Sonuçta merkez ülkelerin başını çektiği politikalar yüzünden yeryüzü her geçen gün daha fazla insan için cehenneme dönüşüyor. Her yıl milyonlarca insan can güvenliğinin hiç kalmadığı evlerinden, yurtlarından kaçarak yine canlarını riske atma pahasına yollara düşüyor. Bu tablonun etkileri dünyanın hemen her tarafına sirayet etmiş durumda.

litikaları göç yolculuklarının toplu katliam yolculukları olmasına sebep olmaya devam ediyor. Batı’nın kapılarına lastik bot ve teknelerle dayanan yüzlerce insanın sulara gömülmesi kayıtsız ve bencil dünyanın gözleri önünde sürüp gidiyor. Sadece yollarda değil, ulaştıkları ülkelerde mültecilerin barınma, çalışma, eğitime, sağlığa erişme sorunları ‘kaçak’ adı altında suçlu muamelesi yapılması ve hapishanelerden daha beter şekilde ‘Geri Gönderme Merkezleri’ne kapatılmaları gibi sorunlarla devam ediyor. Kamplarda ve bu merkezlerde yaşanan çocuk istismarları, cinsel saldırılar ve hak ihlalleri süren belirsizlik ile birlikte insan yaşamında yıkıcı etkilere sahip. İş yerlerinde sınırsız sömürü, en ağır, pis işlerde çalıştırılma, uzun çalışma saatleri, yasadışı çalışma nedeniyle patrona bağımlılık ve boyun eğme, hiçbir güvenlik önlemi alınmadan en riskli işlere koşulma, yaşanan kazaların ve iş cinayetlerinin gizlenmesi yaygın sorunlardan. Göçmen işçiler en temel haklardan yoksun şekilde çalıştırmaktan hiç gocunmayan patronlar ve bu duruma bilinçli bir şekilde göz yuman iktidarların göçmen emeği sömürüsünden büyük kazançlar elde ettiği ise Göç Örgütü (IOM) tarafın-

dan tespit edilmiş durumda. IOM’un 2016 verilerine göre 105 milyon insanın doğduğu ülke dışında çalıştığı tahmin ediliyor. Göçmen işçilerin 2011 yılında dünya ekonomisine 440 milyar dolar kazandırdığı ve göçmen işçilerin gelişmekte olan ülkelere 350 milyar dolar işçi dövizi gönderdikleri bu raporda yer alıyor. Türkiye’de AKP-Saray iktidarının savaş politikalarına dair büyük bir eğilimi olduğunu hem bölgedeki savaştaki rolünden hem de Kürt halkının siyasi taleplerini bastırmak için içerde giriştiği katliam, yıkım politikalarından biliyoruz. Bu süreçte aylar içinde 300 bini aşkın zorunlu iç göç yaşandı. Suriye’den gelen göçe kucak açan, evlerinde barındıran, yerel yönetimi ile seferber olan Kürt halkı, şimdi kendi yurdunda göçmen ve büyük bir acı ile kavruluyor. Yerel yönetimler ise Erdoğan’ın seçimle alamadığı iktidarı kayyum atama yoluyla tasfiye etme tehdidi altında. Devlet Suriyeli göçmenleri yıktığı şehirlere yerleştirerek göçmenleri asimilasyoncu politikasının tuğlası yapmak istiyor. Demografik yapıyı Türkçü, İs-

SERPİL KEMALBAY

lamcı statükodan yana değiştirme planlarında Aleviler de var. Terolar’a da bu insanları yerleştirerek halklar arasına kötülük tohumları ekmeyi umuyorlar. Devletin bu kişileri Alevi kentlerine, Kürt kentlerine yerleştirme planı kötü niyetli bir plan olduğu için karşı çıkmak anlamlı, ama bunu yaparken Suriyeli göçmenlerle IŞİD’i aynılaştırarak sıkça düşülen bir yanlışa da düşmemek lazım. Çünkü göç bir tufan gibi üstümüze çökmüşken ötekinin biz olduğunu bilmek, birbirimizi düşünmek, dayanışmayı örmek yeni bir yaşam arzulayan halkların sorumluluğunda.

Üstelik yaşanan kaosun sonu nerede, o da belli değil. Mesela küçük bedeni kıyıya vuran Alan bebeğin yarattığı küresel duygusallık ruh hali, küresel göç sorununun kalbine neşter atılması ile sonuçlanmadı. Toplu ağlama seanslarına katılan hiç kimse de böyle olacağını beklememiş olmalı. Ülkelerin vahşi sınır po-

15


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2016

YAŞASIN İŞÇİLERİN KARDEŞLİĞİ SEVGİ EVRİM

Adaletsizlik ve sömürü üreten sisteme yönelmeyen öfke sınıfdaşları birbirine düşürüyor ve güvencesizliği pekiştiriyor. İş yerlerini denetlenebilir ve işçi sınıfının örgütlü mücadelesi ile insanca çalışabilir yerlere çevirmek yerine mafyatik alanlara dönüştürüyor. Denetimsizliğin geldiği konak ve devlet teşviki bunu pekiştiriyor.

16

“Türkiye işçi sınıfının yeni bileşeni olan göçmenler vahşi kapitalizmin çarklarında ölüyor. 2016 yılının ilk altı ayında en az 58 göçmen işçi yaşamını yitirdi.” * İstanbul İşçi Sağlığı İş Güvenliği Meclisi

O

rtadoğu coğrafyasındaki işgal politikalarının genel sonuçları ve Suriye’de yaşanan savaşın yıkımı ile büyük kitleler halinde göçen emekçiler ölmeden, katledilmeden varabildikleri ülkelerde hayatta kalma mücadelelerini sürdürüyorlar. Afganistan ve Irak savaşları ile beraber ülkemize de birçok göçmen geldi ve büyük bir kısmı da ucuz iş gücü olarak üretime katılmış durumda. Suriye savaşı sonrası yaşanan Suriyeli göçü bu göçlerin kitlesel olanıydı. Açıklanan verilere göre iki milyon 700 bin Suriyeli, 300 bin Iraklı ve 30 bin Afgan ülkemize göçmüş durumda. Ancak bu rakamların çok daha yüksek olduğunu söyleyebiliriz. Gerek devlet tarafından belirlenen kamp alanında topluca gerekse hemen her şehirde aileler halinde buradaki yaşamın bir parçası olarak hayatımıza girmiş durumdalar. Mahalle bakkalının çırağı, az ilerdeki merdiven altı atölyedeki

tekstil işçileri, trafik ışıklarında mendil satanlar, otoban kenarlarında dilenenler ve hatta organize sanayi bölgelerinde büyük fabrikalarda sigortasız güvencesiz çalışanlar... Hemen her yerde karşılaştığımız, çoğumuzun komşusu olan ve iş gücüne katılan Suriyeli insanlar yaşam haklarına sahip çıkmak için büyük bir mücadelenin içindeler. Birbiri içine geçmiş onlarca yaşam hikâyesi ve zorluklarla mücadele dereken uluslararası arenada bir pazarlık konusu edilmeleri de insanlık tarihine kara bir leke olarak yazıldı. Bu göç dalgasının sebep ve sonuçları birçok yönden araştırmalara konu olacak ve politikalar belirlenecek. Bu yazının amacı göçmen iş gücünün işçi sınıfına dâhil olurken mahallerde iş yerlerinde yaşananlara dair kaç tespiti paylaşmakla sınırlı olacak. Göçün ilk hengâmesi bittiğinde, ölmeden katledilmeden göçmeyi başaranlar sömürü çarkının dişlileri arasında yerlerini aldılar. Belki geldikleri ülkenin çalışma koşulları daha iyiydi, belki daha kötüydü. Ama tutunma çabalarının, yurtsuzluklarının, bazen karın tokluğuna çalışmaya rıza göstermelerinin ülkemizin irili ufaklı sermayesi tarafından değerlendirilmeyeceği düşünüle-

mezdi ve öyle de oldu. İş bulan, aş bulmuş oldu. Sermaye için yedek sanayi ordusu beklediklerinden de çok fazlaydı ve iyiydi. Ülkesinde zanaatkâr olan kalifiye işçi karın tokluğuna çalışmayı kabul ediyordu ve sigorta istemiyordu, asgari ücret dayatması yapmıyordu, açlık sınırı-yoksulluk sınırı diye karşılaştırma yapmıyordu, sendika istemiyordu, iş beğenmemezlik yapmıyordu. Sadece iş istiyordu ve ölümüne çalışıyordu. Bir taşla iki kuş vurulmuştu, doğrudan istihdama katılan ucuz iş gücü ve mevcut iş gücünü denetlemeyi kolaylaştıracak yedek işsizler. Ve bu işsizler zaten devletin koruması altında emek sürecine dâhil edildi Bu aslında topyekün bir güvencesizleştirme politikasının sonucu olarak da kolayca sisteme dâhil oldu. İşçi sınıfının örgütlülüğünün en düşük seviyede olduğu bu dönemde asıl sorunun muhatapları hiçbir zaman ön planda olmuyorlar. Adaletsizlik ve sömürü üreten sisteme yönelmeyen öfke sınıfdaşları birbirine düşürüyor ve güvencesizliği pekiştiriyor. İş yerlerini denetlenebilir ve işçi sınıfının örgütlü mücadelesi ile insanca çalışabilir yerlere çevirmek yerine mafyatik alanlara dönüştürüyor. Denetimsizliğin geldiği konak ve devlet teşviki bunu pekiştiriyor. En somut haliyle örnek verecek olursak, son bir yıl içerisinde Esenyurt’ta bulunun oldukça çok sayıda iş yerinde Suriyeli işçi sayısı Türkiyeli işçi sayısını geçmiş durumda. Ve bu işçiler çalışma yaşamını düzenleyen hiçbir kanunla da korunmadıkları için kayıtsız çalıştırılıyorlar. Sigortasız olmalarının yanı sıra, verilmesi gereken bir asgari ücret tutarına iki Suriyeli işçi çalıştırılıyor. Ve yine bu işçilerin çalışma saatlerinin denetimi, izin hakkı, fazla çalışma ücreti gibi hiçbir işçilik hakkından da yararlanamadığını, haftada 7 gün, 12 saat, 16 saat çalıştırılmalarına rağmen asgari ücretin çok altında ücret ödene-


Ağustos 2016 / Sosyalist Dayanışma

rek neredeyse karın tokluğuna çalıştırıldığını söylemek abartı olmayacak. Yaşanmış daha vahim örnekleri konuştuğumuzda bu işçileri de yine şanslı azınlık olarak tarif etmemiz gerekecek. Zira özellikle tekstil sektöründe “günlük çalışma” olarak adlandırılan çalışmaya katılan göçmen işçiler çalışmalarının karşılıklarını dahi alamadan iş yerinden kovuluyorlar. En son yine Esenyurt’ta akşam 20.00’de işe alınıp gece yarısı 03.00’e kadar çalıştırıldıktan ve işler bitirildikten sonra “işinizi, çalışmanızı beğenmedik” denilerek iş yerinden yaka paça atılan göçmen işçilerin yaşadıkları güvencesizliğin içinde de daha derin bir damar yaratıyor ki bu durum değişik şekillerde sürekli yenileniyor. Bu işçilerin emeklerinin karşılığının verilmemesi, gecenin 03.00’ünde yaka paça servissiz arabasız sokağa bırakılmaları, diğer işçilerin onlara sahip çıkmayışı, bu durumu şikâyet edebilecekleri, adalet isteyebilecekleri bir güvencelerinin olmayışı ve daha birbiri içine geçmiş onlarca mesele. Horlanmak, dışlanmak, 2. sınıf görülmek duyguları ise çabası. Emekçiler olarak hep beraber itiraz etmemiz gereken ve hep beraber mücadele etmemiz gereken bu sürece rağmen, sermayenin çok iyi başardığı bir şey de bu süreci manipüle etmek. “Suriyeliler geldi, emek ucuzladı, onlar beş yüz liraya çalışıyorlar, patron bize de zam yapmıyor, defolsun gitsinler.” diyen işçi arkadaşımız “Suriyeli işçilere 500 TL veremezsin, bana ne ücret ödüyorsan ona da onu ödemelisin!” demediği sürece bu ezilmişlik sonlanmayacak. Şunu çok iyi bilmemiz lazım ki emek Suriyeliler gelmeden de ucuzdu. Açlık sınırının 1370 TL civarında yoksulluk sınırının 4462 TL olduğunu düşündüğünüzde AGİ dahil 1300 TL asgari ücretin emekçileri açlık sınırında yaşamaya mahkûm ettiğini görüyoruz. Bu sınırda yaşayarak eğitim, sağlık, seyahat, kültür vs. diğer tüm ihtiyaçlarını karşılamak için fazla çalışma yapmak zorunda kalan emekçiler 12 saat çalışarak hem kendi hayatlarını karartıyor, hem de başka bir işçi arkadaşının iş bulmasını engelliyor. Bu çarka

rağmen bizi karşı karşıya getirerek emeğimizi daha ucuzlatmaya çalışmalarına karşı ancak birlikte bir duruş göstererek engel olabiliriz. Birbirimizin çalışmasını engellememiz, ucuz çalışmak zorunda kalan işçilerin bizim alternatifimiz haline getirilmesi ve işsizlik tehdidi ile daha fazla sömürüye razı edilmemiz anlamına geliyor ki, bu artık kölelik koşulları anlamına geliyor. Eğer bu birlikteliği sağlayamaz ve birbirimize düşman iki halk olarak üretim sürecinde yer alırsak, bunu bize karşı kullanacakları ve zaten daralmış iş hakkımızı, güvencemizi iyiden iyiye sıfırlayacaklarını görmemiz gerekiyor. Güvencesizlik dediğimiz ve ücretimizden işçi sağlığı önlemlerine kadar hayatımızı birebir değiştiren esnek üretimde bu “güvencesizlik halkası” genişleyecek ve savunacağımız bir iş hakkımız bile kalmayacak. Bir gün işçi beş gün işsiz büyük amele pazarlarına dönmüş şehrin meydanlarında iş bekler hale geleceğiz. Ya da şimdilik ücretimizden çok düşük ücretlere biz de karın tokluğuna razı edileceğiz. İnsanlık ve işçilik onurumuzun ayaklar altına alınması ise cabası. Tüm bu karşı karşıya gelişlerin sonucunda kaydeden biz olacağız. Sorunlar sadece iş yerleri ile sınırlı kalmayacak, toplumsal çürüme hızlanıyor. Hırsızlığın, tacizin, sorumlusu olarak hayatta kalmaya çalışan göçmen işçiler görülürse halklar arasında düşmanlık büyüyecek. Hâlbuki savaşların sebeplerinin halklar arasındaki geçimsizlik olmadığını en iyi biz işçiler biliyoruz. Yıllarca aynı makinede Türk-

Kürt birlikte çalıştık. Bugün iş yerlerimizin çoğunda Afgan ya da Suriyeli emekçiler var. Ve Suriyeliler de yaptıkları her açıklamada ülkelerine geri dönmek istediklerini belirtiyorlar. Savaşın da farkındalar. Bugün eğitim alması gereken çağda çocuklar sokak arası tezgâhlarda bin bir zorlukla yaşam mücadelesi veriyor. Tıpkı aynı sömürü çarkında ezilen ve örgütlenmediği sürece kurtuluşunu erteleyen Türkiye işçi sınıfı gibi. İstanbul İşçi Sağlığı İş Güvenliği Meclisi verilerine göre 2016 yılının ilk altı ayında en az 912 emekçi hayatını kaybetti. Bunlar arasında göçmen işçi sayısı 58. Beraber sömürülüp beraber ölüme gönderiliyoruz. Kendilerinin çıkarmadığı ve taraf olmadığı bir savaştan kaçan göçmenler ölmeden, katledilmeden varabildikleri ülkelerde hayatta kalma mücadelelerini sürdürüyorlar. Bu yerlerden birisi de ülkemiz. Şimdi onlar bu mücadeleyi iş yerlerinde de bizim hemen yanı başımızda veriyorlar. İş cinayetlerine karşı da aynı gerilim ve aynı tehditle yüz yüzeyiz. Aslında birbirimizin aynası durumundayız. Onların çaresizliği bizim çaresizliğimizin yansımasından ibaret. Aynı gemideyiz. Ve kaptan değiliz. Kaptan köşküne göz dikmek ve bunu ezilen tüm kesimler olarak birlikte yapmak zorundayız. Birbirimize vuracağımız her darbe kendi geleceğimize vurulmuş demektir. Birbirimize sıkacağımız her kurşun, çocuklarımızın ortak geleceğine sıkılmış demektir. Bu yüzden bütün işçiler kardeştir ve bütün işçiler birleşmelidir.

Sorunlar sadece iş yerleri ile sınırlı kalmayacak, toplumsal çürüme hızlanıyor. Hırsızlığın, tacizin, sorumlusu olarak hayatta kalmaya çalışan göçmen işçiler görülürse halklar arasında düşmanlık büyüyecek. Hâlbuki savaşların sebeplerinin halklar arasındaki geçimsizlik olmadığını en iyi biz işçiler biliyoruz. Yıllarca aynı makinede Türk-Kürt birlikte çalıştık. Bugün iş yerlerimizin çoğunda Afgan ya da Suriyeli emekçiler var.

17


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2016

GÖZ GÖRE GÖRE MEHMET AKYOL

Ancak sadece kazlarda ölenlerin sayısının artmış olması bile çözümlerin hayata geçmediğini açıkça göstermekte. Kuşkusuz, sorunların çözümünde belirleyici olan mevsimlik tarım işçilerinin kendi öz örgütlerini yaratmaları. Bu konuda atılan adımlar var, ama bunlar daha işin başlangıcı.

18

G

azeteler yazıyor, işçi sağlığı ve iş güvenliği raporu verilerine göre; 2016’nın ilk 5 ayında en az 148 tarım işçisi çalışırken yaşamını yitirdi. İşçilerin en çok, trafikservis kazalarında, düşme, ezilme-göçük nedeniyle yaşamını yitirdiği belirlenirken, yalnızca Mayıs ayında trafik kazası nedeniyle 22 işçi yaşamını yitirdiği belirtiliyor. Gene aynı kaynak tarafından yapılan araştırmaya göre 3 yılda 912 tarım işçisi hayatını kaybetmiş. Yazın bunaltıcı sıcak aylarında, özellikle mevsimlik tarım işçilerini, sadece düşük ücretler, uzun süreli çalışma beklemiyor. Gazetelere sadece ölümle biten kazalar yansıyor, kazalarda yaralananlar, tarlada çalışırken hastalananlar hakkında hiçbir veriye sahip değiliz. Mevsimlik tarım işçilerinin sorunlarını dile getiren o kadar çok rapor, soru önergesi var ki, saymakla bitmez. Her rapor küçük üreticilerin yıkıma uğratılmasına değinilerek mevsimlik tarım işçilerinin karşı karşıya olduğu sorunları anlatır. Bir mevsim boyunca bir bölgede kalıp çalışan tarım işçilerinin yanı sıra, en kötü koşullarda çalışanların gezici tarım işçileri olduğunu belirten raporlar, bu durumun en çok Adana, Adıyaman, Urfa ve Düzce’de görüldüğüne dikkat çe-

kilir, göçmen işçilerin karşılaştığı ırkçılığa da değinilir, kadın işçilerin durumu, dayıbaşılık, barınma ve ulaşım sorunları üzerinde durulur. Gerçi bu raporlar bir sonuç vermiş gibi gözüküyor. 2010 yılında Başbakanlık tarafından kararlaştırılan “Mevsimlik Gezici Tarım İşçilerinin Çalışma ve Sosyal Hayatlarının İyileştirilmesi” başlıklı bir genelge ile soruna çözüm bulmak için, “Mevsimlik gezici tarım işçisi (işçi) gönderen ve alan her il ve ilçede, mülki idare amirinin başkanlığında; o ildeki ve ilçedeki ilgili kurum ve kuruluş, işçi, aracı ve işveren (toprak sahibi/işleyen) temsilcilerinin katılımı ile ‘İl/İlçe Mevsimlik Gezici Tarım İşçileri İzleme Kurulu’ oluşturulacaktır.” denmiştir. Nitekim onlarca il ve ilçede bu kurullar oluşmuş ve düzenli toplantılar yapmıştır. Bazı vali ve kaymakamlıkların sitelerinde bu kurullara ilişkin bilgiler bulunmaktadır. Rasgele bir ikisine bakalım: “Mevsimlik Gezici Tarım İşçileri İzleme Kurulu 01.08.2014 Cuma günü saat 11.00’de Kaymakam başkanlığında, Belediye Başkanı, İlçe Emniyet Müdürü, Toplum Sağlığı Merkez Müdürü, İlçe Gıda, Tarım ve Hayvancılık Müdürü Vekili, İlçe Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı Başkanı, Ziraat Odası Başkanı

ve İlçe Garnizon Komutanı’nın katılımı ile toplanılmış ve aşağıdaki kararlar alınmıştır.” Görüldüğü gibi ‘işçi, aracı ve işveren’ kurulda yer almamakta. Devlet kurumları onları çağırma gereği görmemiş olsa gerek. Alınan kararlar mı? Kontrol, kontrol, kontrol... Veya “Ordu’nun Altınordu ilçesinde mevsimlik tarım işçilerine yönelik oluşturulan ‘Mevsimlik Gezici Tarım İşçileri İzleme Kurulu’ toplanarak yapılması planlanan işlemler görüşüldü.” Katılanlar Akyazı’daki gibi, kararlarda öyle. Kaç tane böyle kurul var, pek bilinmiyor, yılda bir iki sefer formalite icabı toplanıp kendilerine göre kararlar alıyorlar ve ‘mevsimlik işçilerin sorunları’ çözülmüş oluyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre sayıları 300.000 civarında olan mevsimlik gezici tarım isçilerinin fiilen kayıt dışılar ve çocuklar ile birlikte en az bir milyon olduğu tahmin edilmekte. Toplamda 50’ye yakın ilde çalışan bu insanların %95’i sigortasız olarak çalışmakta. Sorunun ne kadar büyük olduğu ortada. Az ve yetersizde olsa bu konuda hazırlanan raporlarda sorunları, hatta çözümlerini ortaya koymuş durumda. Ancak sadece kazlarda ölenlerin sayısının artmış olması bile çözümlerin hayata geçmediğini açıkça göstermekte. Kuşkusuz, sorunların çözümünde belirleyici olan mevsimlik tarım işçilerinin kendi öz örgütlerini yaratmaları. Bu konuda atılan adımlar var, ama bunlar daha işin başlangıcı. Bu kurumlaşmayı yaygınlaştırmak ve destek olmak için, örneğin Halkların Demokratik Kongresi veya Halkların Demokratik Partisi bulundukları yerellerdeki söz konusu kurumlara katılmayı deneyemezler mi? Bu kurulların görevlerini yapmaları konusunda girişimlerde bulunmak, göz göze insanların ölmesini seyretmekten daha iyi değil midir?


Ağustos 2016 / Sosyalist Dayanışma

ŞİLİ, SALVADOR ALLENDE Ne kadarız bütün ülkede? Daha kuvvetli vuruyor başkan yoldaşımızın kanı Bombalar ve mitralyözlerden. Böyle vuracak bizim yumruğumuz yeniden. VİCTOR JARA

Ş

ili, Arjantin’in batısında kalan bir ülkedir. Şili, televizyonlarda izlediğimizde, büyük öğrenci eylemlerinin olduğunu gördüğümüz bir ülkedir. Militan ve kitlesel gençlik eylemleri, dünyanın dörtbir tarafında kapitalizme ve emperyalizme öfke duyanlar için, büyük bir moral kaynağı olan bir ülkedir. Bu militanlığını ve kitleselliğini tarihi köklerinden almaktadır. Şili halkı özellikle Pinochet faşizmi ile de ağır bedeller ödemiş bir ülkedir. Şili darbeler ve direnişler ülkesi gibidir. Şili’nin tarihide önemli bir yer tutan, bizim içinde deneyimler çıkarmamız gereken Salvador Allende hükümetinden bahsetmek istiyorum. Salvador Allende 1970’de Halkın Birliği’nin (Unidad Popular) adayı olarak seçime girdi. Daha önceden de dört kez denemesine rağmen başarılı olunamamıştı. 1970’de Allende oyların çoğunluğunu alarak (%36,3) seçimi kazandı. Allende, emekçilerin, halkın; taleplerini, söylemlerini dile getirerek seçimi kazandı. Allende Şili hükümetinin başına geldiğinde çelik, kömür ve bakır işletmeleri kamulaştırıldı. Toprak yoksul halka dağıtıldı. Büyük malikaneler hakkında yıkım kararı alınarak yıkıldı. Allende hükümeti ücretleri artırma politikalarını hayata geçirmesinin yanında, ürünlerin fiyat artışında durdurma kararı aldı. Sağlık ve eğitimi tamamen topulumun çıkarlarına dönüştürdü. Sütü sübvansiyonla destekledi. Küba ile sıkı bağlar kurmaya başladı. Allende hükümeti bu politikaları, işçi ve büyük halk kitlelerini daha fazla dinamikleştiriyor ve örgütlüyordu. Tekstil ve oto-

motiv işçileri, patronların işten çıkarmalarına karşı fabrikalara el koyuyordu. Allende hükümetinin destekçilerinden birisi Mülksüzler Hareketi’dir. Şili devrimci sol hareket içerisinde ağırlık olan bir örgüttü. Kısa ismi ile MIR olarak bilinir. Bu hareket Allende hükümetine, faşizmin gelebileceğine dair uyarılar yapıyor. Bunun için örgütlenme seferberliği ve savaş çağrıları yapıyordu. Şili gibi bir ülkede yönetimi almak ile iktidarı almak arasında çok büyük bir fark vardı. Allende hükümetinin halktan yana yürüttüğü politikalar ABD başta olmak üzere, Şili burjuvazisinin canını sıkmakta idi. Şili’de yükselen Marksist harekete karşı darbe planları yapıldı ve 11 Eylül 1973’de Pinochet asker darbesi ile başa geçti. Bu tarih faşist Pinoche’nin katliamlarının başladığı tarihtir. Şili’nin caddelerinde, sokaklarında infazlar ve tecavüzler boy göstermeye başladı. Allende hükümeti yanlıları faşist generallerce infaz ediliyor, caddelerden kanlar akıyordu. Yaptığı müzikle devrimcilerin yüreğini fetheden Victor Jara stadyumda infaz edildi. Faşist darbeye karşı tepkisini şarkılarını söylemeye devam ederek gösteriyordu. Bunu gören generaller Victor Jara’nın önce dilini kestiler, buna rağmen Jara elleri ve ayakları ile ritim tutmaya devam etti. Victor Jara’nın gösterdiği bu yüreklilik ölümsüz şarkılarını ve ismini günümüze kadar taşımıştır. Allende’nin bulunduğu başkanlık sarayı faşist cunta tarafından sarılarak, “Teslim ol!” çağrıları yapılıyordu. Allende bunu reddetti. Teslim olmayacağını söyledi. Salvador Allende Fidel Castro’nun kendisine hediye ettiği otomatik tüfek ile ölü bulundu. Allende ölmeden önce Şili halkına şöyle seslendi: “Benim yurdumun işçileri, ben Şili’ye ve Şili’nin geleceğine inanıyorum. Yaşasın Şili! Yaşasın Şili halkı!

Yaşasın işçiler!” Bu sözler Şili’deki faşist diktatörlüğü reddetmenin ve direnmenin sözleriydi. Şili halkının yaşadığı bu tarih halkın bilincinde yeri tutmaktadır. 1973 Pinochet’in askeri darbesi ile binlerce insan katledilmiş olabilir. Ama şuan hala Şili’de öğrenciler ve halk uygulanan neoliberal politikalara karşı büyük sokak gösterileri düzenliyorlar. Bu gösterilerin büyüklüğü ve militanlığı hükümet görevlilerini koltuğunda ediyor. Şili’de 1973 yoksul halklar için bir defter kapanmadı. Çıkarılan dersler ve deneyimlerle mücadelesi kaldığı yerden devam ediyor. Bir sonraki yazıda, Şili gençliğinin isyandaki rollerine değineceğim. Özellikle öğrenci hareketine öncülük eden kadın önder Camila Vallejo’yu konuşalım. Biraz ipucu vermek gerekirse, kendisi hakkında en güzel devrimci komutan olarak bahsedilir. Görüşmek üzere…

KENAN DEMİR

Allende hükümetinin halktan yana yürüttüğü politikalar ABD başta olmak üzere, Şili burjuvazisinin canını sıkmakta idi. Şili’de yükselen Marksist harekete karşı darbe planları yapıldı ve 11 Eylül 1973’de Pinochet asker darbesi ile başa geçti. Bu tarih faşist Pinoche’nin katliamlarının başladığı tarihtir.

19


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2016

FERMANLAR YALNIZ EZİDİLER İÇİN Mİ? TÜLAY YILDIZ

Ellerinde listelerle dolaşan gözü dönmüş katiller fermanlar yazmaya ve fermanlarını uygulamaya devam ediyor. Evet, Şengal katliamının üzerinden tam iki yıl geçti. Hala içimiz soğumadı, soğumayacak da. Rojava topraklarında direniş devam ediyor. IŞİD karanlığından kurtulan kadınların fotoğraflarına hepimiz tanıklık ettik. Kadınların üzerlerindeki o kara çarşafları atmaları bütün kadınlara bir mesajdı aslında. Onca yaşadıklarımıza rağmen yine renkli elbisemizle, uzun saçımızla ayaktayız diyorlardı adeta. Her şeye rağmen ayaktayız.

20

“Lisede edebiyat okuyordum, son sınıfa geçmiştim. 3 Ağustos sabahı kalktığımda IŞİD çeteleri köyümüzü basmıştı, herkes kaçıyordu. Bizi yakaladılar, hepimizi bir yerde toplayıp ‘Ya Müslüman olacaksınız ya da öleceksiniz’ dediler. Korkudan hepimiz ‘Tamam’ dedik. Buna rağmen köydeki erkeklerin hepsini toplayıp götürdüler. Bir daha onlardan haber alamadık.”

Y

ukarıdaki sözler yedi kez IŞİD çeteleri tarafından alınıp satılan ve dokuz ay esir kalan 19 yaşındaki Dalia’nın yaşadıkları. IŞİD 3 Ağustos günü, önce sabahın erken saatlerinde Şengal’in güney kısmına, sonra gün ilerledikçe tüm Şengal’e saldırmaya başladı. Kaçamayanların, kaçacak zaman bulamayan Ezidilerin tamamını öldürdüler. İşkenceyle öldürmedikleri kadınları ve çocukları ise seks köleleri olarak yanlarında götürdüler. Köle olarak aldıkları kadın ve çocuklara tecavüz ettikten sonra Musul ve Rakka’daki köle pazarlarında satmaya başladılar. 3 Ağustos günü başlayan soykırımda binlerce Ezidi öldü. Kaçmayı başaran 400 bin Ezidi’den binlercesi Ağustos sıcağında yiyecek ve su olmadan Şengal dağlarını aşmaya çalışırken can verdi. Anneler taşıyamadıkları çocuklarını arasında seçim yapmak zorunda kaldı. Bazılarını yolda, dağda bırakmak zorunda kaldılar, diğerlerini kurtarabilmek için. YPG ve HPG’nin açtığı yaşam koridoru sayesinde on binlerce Ezidi Zaho, Duhok gibi şehirlere, Rojava‘ya ve Türkiye’ye ulaşarak canını kurtardı. Bu yaşananların üzerinden tam iki yıl geçti. Hala Ezidilerin çığlıkları susmadı. Hala binlerce Ezidi kadın bu çetelerin elinden kurtarılmayı bekliyor. Ezidiler, Şengal soykırımının tarihteki 73. Ferman yani

73. Ezidi soykırımı olduğunu söylüyorlar. 72 Ezidiler için kutsal bir sayıdır. Ve bugüne kadar başlarına gelen onlarca soykırım dalgasını ifade etmek için 72 fermandan sağ kalmış bir halk olduklarını ifade ederler. Ferman, Ezidiler için ölüm hükmü demektir. Ezidilerin ölümlerine sayısız kere hükmedilmiş, katline ferman verilmiştir. Buralarda Osmanlı döneminde on binlerce Ezidi yaşarken, Türkiye topraklarında neden hiç Ezidi olmadığını da ferman anlatır. IŞİD fermanlardan sonuncusuydu. Unutmak istedikleri kanlı tarih yeniden başlıyordu acımasızca. IŞİD’in elinden kurtulan kadınlardan biriyle yapılan röportajda “Hiçbir ferman bunun gibi değildi, değildi, değildi, offf off of ” diye mırıldanıyor. İnsan çığlıkları silah seslerine karıştığında eyvah dediler, eyvah! Ellerinde listelerle dolaşan gözü dönmüş katiller fermanlar yazmaya ve fermanlarını uygulamaya devam ediyor. Evet, Şengal katliamının üzerinden tam iki yıl geçti. Hala içimiz soğumadı, soğumayacak da. Rojava topraklarında direniş devam ediyor. IŞİD karanlığından kurtulan kadınların fotoğraflarına hepimiz tanıklık ettik. Kadınların üzerlerindeki o kara çarşafları atmaları bütün kadınlara bir mesajdı aslında. Onca yaşadıklarımıza rağmen yine renkli elbisemizle, uzun saçımızla ayaktayız diyorlardı adeta. Her şeye rağmen ayaktayız. Bunları düşündüklerinde canlarının yarısının Şengal sokaklarında kurşuna dizilip derilerinin yüzüldüğü geldi gözlerinin önüne. Bütün bunlar yaşanırken Şengal’i hepimiz iki yıl önce uzaktan izledik, yaşanan katliamı lanetledik, ses vermeye çalıştık, “Ezidiler Yalnız Değildir” dedik sokaklarda. Ama uzaktaydı… Yoksa öyle değil miydi? Öyleydi öyle. Ta ki IŞİD bombalarının bi-

zim yaşamlarımızın tam ortasına düşene kadar. Birkaç sayı önce yine yazmıştım. Cizre’de, Sur’da, Silopi’de tankların Kürt halkının evlerini dövdüğü zaman bizim “sevimli” medyamız “teröristlerle” mücadele ediliyor diyordu. Biz de demedik mi televizyon başında, ee tamam o zaman kesin öyledir. “iyi yapıyor askerimiz, devletimiz”. Aylarca insanların evlerine bombalar atıldı, tanklara bakıyordu camları, bir sürü güzel insanı kaybettik. Daha 15 Temmuz darbe girişiminin birkaç hafta öncesinde gitti arkadaşlarımız Gever’e. Devletin askerleri, özel harekâtçıları tarafından bombalanan mahalleleri, köyleri ziyaret ettiler. Zırhlı araçların, tankların çarşının içini nasıl ablukaya aldıklarını anlattılar döndüklerinde. Her sokak ortasında, köşe başında askerin, polisin olduğu işgal manzarasıyla karşılaştıklarını belirtiler. Askeri tanklarla vurulan binalar, yakılan evler, her evde ağır makinalı silahlardan çıkan kurşunlar… Yani darbe de, OHAL de çoktan başlamıştı. Çok eski değil bu yaşananlar. Ne oldu da 15 Temmuz akşamı bu kadar şaşırdık tankların insanları ezmesine. Çok değil! Ezdi, yaktı, yıktı… Ee güzel kardeşim bunlar böyle işte. Hadi biz şaşırdık! Günlerdir meydanlarda bas bas bağırarak şaşkınlıklarını söyleyen “devlet büyükleri” size ne oluyor? Siz vermediniz mi emir zamanında bu generallere Roboski’de masum insanların kafalarına F-16 savaş uçaklarıyla bombardıman yapmaları için. Ne oldu da bu kadar şaşırdınız ey Saray’ın yalaka medyası, bakanı, başbakanı. Türk askeri, komutanı, orgenerali hiç halkına kurşun sıkar mı? Sıktı! Hem de yıllarca. 9 gün kapısının önünde cenazesi bekletilen Taybet İnan’a, daha 3 aylıkken keskin nişancı tarafından katledilen Miray bebeğe, Tahir Elçi’ye, Sur halkına, Cizre


Ağustos 2016 / Sosyalist Dayanışma

halkına, Roboski’de çocuklara sıktı. O yüzden hiç şaşırmayalım. Hepsine tanıklık ettik. Saray padişahı Erdoğan’ın ölüm fermanlarına da, Cizre’ye, Sur’a, Suruç’a, Ankara’ya da. Hiç bizi demokrasi sevdalısı bir hükümetimiz varmış gibi kandırmasınlar. Saray soytarılarına diyecek bir şey kalmadı bende ama günlerdir sokakları terk etmeyen darbe karşıtı olanlara (cihatçı ve faşist güruhlara değildir sözüm) yani yoksul, işçi, emekçi kardeşlerime diyeceğim. Eyvallah biz de darbenin her türlüsüne karşıyız amma velakin o kürsülerde konuşanlar var ya hani devlet yetkilileri işte onlara da karşıyız. Niye mi? Yukarıda dediklerimden. Bunların ikiyüzlülüğünü, katliamcı yüzlerini ortaya çıkarmanın vaktidir. O kadar alçaklar ki Kamışlı’da IŞİD çeteleri katliam yaptı onlarca insan öldü. Tek bir açıklama yapmadılar. Günlerdir kürsüler kurdukları meydanlardan katliamı lanetlemediler bile. Çünkü ölenler KÜRT. Bu mudur demokrasi dediğiniz? Bir de utanmadan, sakınmadan “Demokrasi kazandı, koruduk demokrasimizi” deme cüretindeler. Sormazlar mı ne zaman demokrasi vardı bu ülkede? Pardon ama ağzınıza dahi almayın. Ha işte güzel kardeşim size diyeceğim inanmayalım bu katillere. Gerçek demokrasiyi birlikte kurmak için ne Saray diktasına ne de faşist uygulamalarına biat etmeye mahkûm değiliz. Kendi gerçek katılımcı demokrasi meclislerimizi kurabiliriz. Kendi

yaşam hakkımızı kendi elimize alabiliriz. Az kaldı çürümüş düzenleri bir bir çözülüyor. İçinden yozlukları, mikropları çıkıyor. Gidişleri yakındır kardeşim. Tarih bir kez daha bizlerin bir gerçeklikle yüzleşmemizi sağladı. Uzun zamandır da görev olarak duruyordu önümüzde. 15 Temmuz akşamı ve sonrası darbe karşıtlığı söylemini fırsat bilen tabi ki devletin de desteklediği bazı paramiliter, cihatçı gruplar Alevi mahallelere, devrimci mahallelere saldırdı. Elbette ki bu mahalleri seçmeleri tesadüf değildi. Bu gerçekliği bilerek bundan sonra ona göre yaşamalıyız. Hiçbir şey yapmayarak duramayız. Çünkü yaşam alanlarımızın savunmasını almamızın ciddiliğini bir kez daha yaşadık o gece… Son olarak anlamak isteyenlere diyeceklerim. Ezidi inancında bilir misiniz bilemem ama “Melek Tavus inancı” vardır. Gururlu bir melek olduğundan Tanrı’ya isyan etmiş, ceza olarak 40.000 sene yanmış, sonunda döktüğü gözyaşları bu ateşi söndürmüştür. Ezidiler için Melek Tavus, en güçlü melek ve aynı zaman-

da affedilmiş Şeytan’dır. Tanrı, özünde iyilikle dolu olduğundan ibadet edip onun gönlünü kazanmak gerekmez. Aksine ibadetin ona değil, içi kötülüklerle dolu olana, Tavus’a yapılması ile kötülüğün en büyük kaynağından korunulur. Bu anlamda iyilik ve kötülüğün kaynağı aslında Melek Tavus’tur. Tarih boyunca hoşgörülü olan, güneşe yüzünü dönen ve kötüyü düşünmemek için eline silah almaktan kaçınan Ezidiler başka fermanların kapılarını rahatlıkla çalmaması için savunma birliklerini kurdular. Şengal katliamının ikinci yıl dönümünde yaşanan bunca katliamın bizlere öğrettikleriyle umudu birlikte yaratmak dileğiyle.

21


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2016

SARAY’IN ORTADOĞU HAYALLERİ KÂBUSU OLDU SEÇKİN TAN

O

rtadoğu’da “Stratejik Derinlik” Türkiye’yi “yönetenlerin” özellikle bugünlerde akıllarından bile geçmesini istemeyeceği şekilde kendi derinliğini yaşıyor. Tesadüf müdür bilemeyiz ama ülkemizde yaşanan darbe girişiminin Temmuz ayına denk gelmesi hayli ilginç. Ortadoğu’da inisiyatifi ele alıp “büyük” plan yapan Türkiye belki de ilk yenilgisini, gaz verdiği Müslüman Kardeşler’in yediği darbe ile tattı. Tayyip Erdoğan, Türkiye’de hayata geçirdiği fiili darbe politikalarını Mısır’da halefi gördüğü Mursi’ye bir yıl içinde yaptırmaya çalıştı. Henüz Tahrir Meydanı’nda kurulan çadırlarda verilen mücadelelerin altından sular akmamışken faşizan politikaları hayata geçirmek kolay olamazdı. Nitekim Mübarek zamanında meydanları dolduran kitleler bu sefer Mursi için hareketlenmişti. O günlerden geriye sırtını sıvazlayarak iteklediği ne Mursi kaldı ne de meydanlarda Rabialar için dökülen gözyaşları. 15 Temmuz’da yaşanan hadise üzerine Mursi parmaklıklar arkasından Tayyip Erdoğan’ın kulaklarını çınlatmış olsa gerek. Ortadoğu’ya ilişkin hangi

22

planı varsa kısa sürede çöpe dönüşen Türkiye, kendi içinde acı gerçekle yüz yüze gelmeden önce hayal dünyasından konuşup duruyordu. Erdoğan’ın başdanışmanlığını yapan Yiğit Bulut, çıktığı bir programda “Balkanlar, Afrika, Orta Asya ve Orta Doğu’da halkları İstanbul’dan nasıl yönetiliriz” analizlerinde bulunuyordu. Hızını alamayan Bulut’a göre “Yunanistan, Romanya ve Bulgaristan’da halk, ‘Avrupa Birliği’ni boşver, Türkiye’yle birlikte yeni bir senaryo ne olabilir?’ diye tartışmaya başlamış.” Saray’ın ihtişamı insanı nasıl büyülüyorsa burnunun ucundakinden bihaber. Hangi ülkenin Türkiye merkezli senaryoya hevesli olduğunu biz bilmiyoruz. Suriye savaşındaki öngörüsüzlüğü milyonlarca insanın yaşamını belki de yüzyıllar sürecek cehenneme çeviren bir ülke olarak tescillendi. Bu ciddiyetsizlikler üzerinden analiz yapacak değiliz. Fakat 15 Temmuz darbe girişimi de Türkiye’nin Ortadoğu geleceğinde önemli noktalara evrileceği aşikâr. Dün savunduğuyla bugün düşman, dün düşman olduğuyla hiçbir şey olmamış gibi dost olmaya çalışan Türkiye’nin yaşadığı krizde Ortadoğu politikalarının büyük etkisi var. 2016’nın ilk yarsında Türkiye’nin, Suriye savaşında ana üs görevini üstlendikleri çetelerin sahada irtifa kaybetmesi,

Türkiye’nin zorunlu adımları atmasına neden oluyor. Sınır hattında düşürdükleri Rus uçağı sonrası kabadayılıkları yılını doldurmadan balona döndü. Bir emirle başbakan olan Binali Yıldırım 1 Temmuz’da Hatay’da yaptığı konuşmada “İşte Suriye’de yaşananlar. Milyonlarca insan evinden oldu, yarım milyon insan hayatını kaybetti. Ne kazandı: kan, gözyaşı. Kazanan yok. Onun için artık Suriye’de, Filistin’de, Irak’ta, Yemen’de, dünyanın farklı bölgelerinde akan kan artık durmalıdır. Dünya, ileri gelen ülkeler, Avrupası, Amerikası, Rusyası bugün bu kanı durdurmamanın ağır sorumluluğunu taşımaktadır. Türkiye olarak biz bölgede savaşların durması, ayrılıkların, ayrışmaların ortadan kalkması için elimizden gelen her türlü gayreti gösterdik.” dedi. Savaşın başından itibaren Esad’a ömür biçip katillikle suçlayan iktidar sanki hiç payı yokmuş gibi konuşuyor. Yıllardır ülkenin savunma sanayisini transit geçişle bağladıkları çetelerin durumu ve özellikle Rusya’nın bölgede oynadığı rol; Türkiye’nin dün savunduklarını bugün tersyüz edercesine adım atmalarına neden olmakta. Çok gürültü çıkarmalarına rağmen IŞİD çeteleriyle komşuluğu giderek kapanan Türkiye, yine ömür biçtiği Kürt güçleriyle sınır uzunluğu artıyor. Kırk yıllık savaşın zaferini bir türlü tadamamışken sınır komşusu olmak

uykularını kaçırıyordur. Yatırımını halkların insanca yaşamasından ve daha fazla demokratik yönetimlerin oluşmasından yana kullanmayan Türkiye, daha uzun yıllar başkalarının arkasından gitmeye mahkûm kalacak. Bu yılın başında düzenlenmesi planlanan, cihatçı grupların dahi müdahil olduğu Cenevre 3 konferansı çeşitli koşullardan dolayı gerçekleşmemişti. Bölgede etkili mücadelesiyle öne çıkan ve uluslararası kamuoyu önünde saygınlığını kazanan PYD’nin davet edilmemesi neredeyse konferansın öne çıkan tartışma konusuydu.

Cenevre 3 Yeniden

ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ve Rus mevkidaşı Sergey Lavrov’la Laos’un başkenti Vientiane’de görüşme yaptı. Kery, Rusya ile bölgede askeri işbirliğinin ve istihbari bilgi paylaşımını kapsayan planlarının olduğunu söyledi. Aynı zamanda bu günlerde yeniden tartışmaları başlayan Cenevre 3 konferansının ilk sinyallerini BM Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura da Cenevre’de ABD’nin Suriye temsilcisi Michael Ratney ve Rus Dışişleri Bakan Yardımcısı Gennady Gatilov ile yaptığı görüşme sonrası verdi. Ağustos sonunda başlaması öngörülen Cenevre görüşmelerinde, Türkiye’nin dayattığı koşulların giderek geçerliliğinin olmayacağı görülüyor. Rusya, İran ve Hizbullah’ın sahadaki müdahalesinin çetelerin temizlenmesinde sonuç alıcı etki yaratması ve YPG’nin içinde yer aldığı Suriye Demokratik Güçleri’nin son Minbiç operasyonu Cenevre görüşmelerinin belirleyicisi olacaktır. Savaşın 5. yılında ne Esad yıkıldı ne de Kürt Özgürlük Güçleri kaybetti. Aksine çetelere kaynaklık eden Türkiye her geçen gün kaybederken kurduğu hayalleri kâbusa dönüşüyor.


Ağustos 2016 / Sosyalist Dayanışma

ANADOLU TOPRAKLARININ İLK DEVRİMCİLERİNDEN

BÖRKLÜCE MUSTAFA

A

nadolu Devriminin “Dede Sultan”ı Kalplerin Işığı: Börklüce Mustafa* Börklüce Mustafa’nın ayaklandığı tarihten tam 600 yıl sonrasındayız. Yaşadığımız topraklardaki ilk ayaklanmalardan biri olan bu destansı olay günümüz devrimcilerine de ışık olmaya devam ediyor. Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in isyanının etkisi kuşaklar boyu sürmüş, gerek Nazım’ın şiirlerinde, gerek türkülerde, gerekse de romanlarda kitaplarda konu edinilmiş, işlenmiş, bilinçlerimize kazınmıştır. Son olarak 2014 yılında Kemal Derin, yazdığı romanıyla Anadolu topraklarının ilk devrimini Börklüce Mustafa’nın kişiliğinde anlatmış. Tarihi bir gerçekliği işleyen eserinde hem tarihe sadık kalmış, hem Börklüce’nin dünya görüşünün, inancını, öğretisini edebi bir şekilde yansıtabilmiş, hem de roman kurgusuna uygun bir çalışma ortaya çıkarabilmiş. Kemal Derin, 1971 Elazığ doğumlu olup aynı zamanda Adana’da avukatlık yapmaktadır. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği ve Alevi Bektaşi Federasyonu’nda yıllardan beri çeşitli yönetim kademelerinde bulunmuş, Avrupa Birliği ve azınlıklar ile ilgili çalışmaları ve çeşitli dergilere makaleler yazmıştır. İlk olarak 2012 yılında Hacı Bektaş Veli’nin öğretisini işlediği “Aşkın Hünkârı Hacı Bektaş Veli/Şahdiz” romanını yayımladı. 2014 yılında Börklüce Mustafa’nın hayatını anlatan “Kalplerin Işığı” romanını yayımladı. Tarihi bir roman niteliğindeki eseri için titiz bir ön çalışma içine girmiş, Rumca kaynakları ve diğer tarihi kaynakları incelemiş hatta Börklüce Mustafa’nın değdiği topraklara (Sakız adası, Karaburun gibi) seyahatler yapmış. 1400’lü yılların başı. Osmanlı büyük bir kargaşanın içerisinde. Yakın yıllara kadar toprağın “Allah”ın mülkü sayıldığı yani

kullanım hakkı herkesin olduğu bir düzen bozuluyor. Osmanlı daha fazla merkezileşme, daha fazla vergi istiyor Anadolu halklarından. Osmanlı yönetimi padişahlarıyla, beyleriyle ülkenin verimli topraklarını aralarında paylaşıp, topraksız köylüleri köle gibi çalıştırıyor. Bu köylüler savaşlarda da asker oluyor. Hem dış güçlerin istilaları, hem içerde taht kavgaları, düzensizlik, kargaşa dönemleri yaşanırken en fazla ezilen Anadolu köylüsü olmakta. İşte bu ortamda şekillendi Şeyh Bedreddin isyanı. 1415 ve 1416 yıllarında. Müritlerinden Börklüce Mustafa, Aydın Karaburun taraflarında Torlak Kemal, Manisa’da binlerce köylüyle birlikte ayaklanma başlattı. Hedefleri zulme ve baskıya karşı adil düzeni kurmaktı. Börklüce Mustafa Türkmen Alevi bir halk önderidir. 14. yüzyılın sonlarında Aydın yakınlarındaki köyünü ziyaret eden Şeyh Bedreddin’in müridi oldu. Bireysel mülkiyete karşı, erzak, giyim kuşam, hayvan, arazi herkesin müşterek malıdır görüşüyle ezilenlerin, mülksüz bırakılanların yanında saf tuttu. Yüksek oranlı vergilere, yapılan haksızlıklara karşı oldu. Türkmen köylüleri, Rum denizcileri ve Yahudi tüccarlarla birlikte, onları etrafına toparlayarak, din ayrımı gözetmeksizin, paylaşımcı bir halk hareketi örgütledi. “Yeryüzünü cennet kılacak bir hülya” ile on bine yakın köylüyle isyan etti. Ayaklanma birçok kez başarılı oldu, yenilgiye uğrattı üstüne salınan güçleri. Fakat büyük bir kıyım yaptı Osmanlı devleti, kanlı çatışmalar yaşandı. Sekiz bine yakın köylü katledildi. Börklüce Mustafa esir düşürüldü. Hristiyanlara ayrımcılık yapmadığı için çarmıha gerilerek öldürüldü.

lığını savunması, dinler arası ayrım gözetmemesi, tüm insanları eşit görmesi ikinci romanın ona ait olmasının en önemli sebepleri olsa gerek. Şiirsel dili, işlediği felsefesi, epik anlatımı ile çok iyi bir kitap olmuş, ellerine sağlık Kemal Derin. Olağanüstü günlerden geçerken bu topraklarındaki devrimci dinamiklerin hiç de azımsanmayacak bir potansiyel barındırdığını tarihimize bakarak da göstermesi açısından hepimize iyi gelecek bir kitap.

FATMA İNCE

*Kalplerin Işığı: Börklüce Mustafa, Kemal Derin, Destek Yayınları

“Hep bir ağızdan türkü söyleyip hep beraber sulardan çekmek ağı, demiri oya gibi işleyip hep beraber hep beraber sürebilmek toprağı ballı incirleri yiyebilmek hep beraber yarin yanağından gayri her şeyde her yerde hep beraber diyebilmek için on binler verdi sekiz binini...” Şeyh Bedreddin Destanı – Nazım Hikmet

Kemal Derin yaptığı araştırmalar sonucu “Yârin yanağından gayrı” sözünün Börklüce’ye ait olduğunu dile getiriyor. Börklüce Mustafa’nın mülkün ortak-

23


NE DARBE NE FAŞİZM! YENİ BİR TOPLUM SÖZLEŞMESİ İÇİN DEMOKRATİK DEVRİM! . İŞÇILERE SINIRSIZ ÖRGÜTLENME ÖZGÜRLÜĞÜ . İŞ GÜVENLIĞI VE GÜVENCELI ÇALIŞMA . KADINLARA VE LGBTİ’LERE ÖZGÜRLÜK . ALEVILERE EŞIT YURTTAŞLIK . KÜRTLERE ÖZYÖNETIM . ORTADOĞU’DA BARIŞ . DEMOKRATIK LAIKLIK . LAIK, BILIMSEL, DEMOKRATIK EĞITIM . GÜVENCE EKONOMISI . DEVLET İŞLERINDE ÖRGÜTLÜ HALK DENETIMI


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.