Bir yetim kız 2 kitap (2017)

Page 1

BİR YETİM KIZIN ANILARI-2

AKÇADAĞ KÖY ENSTİTÜSÜNDEN DOĞAN GÜNEŞ

MUAZZEZ VE BEKİR YILMAZ Editör: M. Suat GÜLŞEN 2016 www.suatgulsen.com 1


gulsen.suat@gmail.com

Akçadağ Köy Enstitüsünden 1947 yılında mezun oldum. İlk görev yerim Akçadağ’ın Bahri Köyü idi. Çocukluğumdan başlayarak Bahri köyü öğretmenliği yıllarımın anılarını birinci kitabımda anlattım. 2


Bu ikinci kitabımda, ikinci tayin yerim olan Kotangölü köyü öğretmenliğinden itibaren, emekli olduğum 1980 yılına kadar geçen 35 yıl 5 aylık öğretmenlik yıllarımın anılarını kaleme aldım.

Dönemin güzide okullarından biri olan; Atatürkçü, hürriyet aşıkı, yenilikçi ve kalkınmanın öncüsü aydın öğretmenler yetiştiren; AKÇADAĞ KÖY ENSTİTÜSÜ mezunu olmaktan gurur duyarak, öğretmenlik anılarımı anlatmaya devam ediyorum.

Kotangölü Köyü Akçadağ Milli Eğitim Müdürü beni Bahri köyü ilkokulundan almış, Kotangölü köyü ilkokulundaki öğretmen Hüseyin Anuk Beyin yerine vermiş, onu da benim yerime Bahri köyü ilkokuluna becayiş etmişlerdi. Kotangölü köyü ilkokulunun hem müdürü olacak, hem de öğretmenlik yapacaktım. Okulun her türlü durumundan ben sorumlu olacaktım. Okulu görmek, okulu ve kalacak yerimin durumunu öğrenmek için Mukaddes Ablamın hayvanlarının çobanlığını yapan, tahminen 10 yaşlarındaki Ahmet’i yanıma alarak Akçadağ ilçesinde oturan Hatice Ablamlara gittik. Kapıları açıktı, ama evde kimse yoktu. Hem çok yorulmuştuk, hem de acıkmıştık. Ekmek ve çay şekerinden başka bir şey bulamadık. Oturup onları yiyerek karnımızı doyurduk. 3


Kotangölü köyüne gitmek için yola çıktık Akçadağ’ın ev ve çarşısından ayrılan sol taraftaki sokağın bitiminde, köy yolu başlıyordu. Ayrıca Akçadağ’a girişte sağ tarafa ayrılan yol da, köy yoluna çıkıyordu. Köy epeyce uzaktaydı. Yürüyerek gidiyorduk. Köye yaklaşmıştık. Karşıdan at üzerinde Ahmet kadar bir çocuk geliyordu. Ona köyü sorduk. Bize dikkatlice bir baktı: “Sen bizim köye gönderilen Muazzez Öğretmen misin?” dedi ve “Doğru gidin köy girişinde yolun sol tarafındaki binaların üçü de okula aittir. Öndeki lojman, ortadaki okul, üst taraftaki el işleri atölyesidir. Bir de arka tarafta küçük kümes var” dedi ve atını sürüp gitti. Köye ulaştık. Binaların kapıları kapalıydı. Köyün içine gittik. Geniş bir alanın üst tarafında evler, alt tarafında çeşme, göl ve sağda da birkaç ev vardı. Köy, baştanbaşa uzanan dağın eteğine kurulmuş ve yerleşim yukarıdan aşağıya doğruydu. Meyilli araziye toprak evler sıralanmıştı. Bazılarının etrafına duvar örülmüştü ve çoğunlukla tek katlıydı. İki katlılar sayılacak kadar azdı. Bunlar, maddi durumları iyi olan ağaların ve zenginlerindi. Ayaküzeri hanımlarla konuştuk. Meydanlarda iki çeşmesi vardı. Çeşmeden akan suların birikmesi için önlerine geniş havuzlar yapılmıştı. Bu sularla hayvanlarını suladıkları gibi köylü, bahçelerindeki ağaçları, kavun, karpuz, sebze gibi ektiklerini nöbetleşe olarak bu su ile suluyormuş. Köyün yerleştiği meyilli arazinin sonunda aşağılara doğru sonu görülmeyen çok geniş bir ova uzanıyordu. Aşağı tarafta Gürden diye bir mezra vardı. Çok uzak olduğu için buradan ayrıntılı olarak görünmüyordu. Bahri köyü yoluyla birleşiyordu. Bağlık, bahçelik ve ağaçlıktı. Her tarafı yeşillikti. İçme sularının bol oluşu burada yaşamın daha güzel olduğunu gösteriyordu. Etrafı dolaşarak, evlerin içine kadar bakarak gezdik. Köyde muntazam bir yol yoktu. Evlerin arasında dar sokaklar vardı. Genellikle evler bir salon ve kapıları oraya açılan bir iki oda ve mutfaktan ibaretti. Köyün ortasındaki geniş alanın çevresine evler yapılmıştı. Bu evler dağa kadar sıralanmıştı. Bazıları birbirine bitişik, bazıları da ayrı yapılmıştı. Bazı bitişik evler birbirlerine damlardan gidip geliyormuş. Köy halkı genelde birbiriyle akrabaymış. Aşağılarda üzüm bağları vardı. Anlattıklarına göre ağaç ve asma fidanı dikenler varmış. Akçadağ’dan gelen yol köyün ortasındaki geniş alandan geçiyordu. Köyün sol tarafından ileriye doğru yol ikiye ayrılıyordu. Bu 4


yoldan sağdaki Malatya’ya gidiyor ve Sultansuyu harasının alt tarafından geçiyordu. Sol taraftaki yol da KayseriAnkara karayoluna birleşiyordu. Bu yollardan da çevre köylere ulaşımı sağlayan şose ve patika yollar varmış. Sağ tarafta; Eğin, Yağmurlu, Bahri (Çatyol), sol tarafta; Kuşpınar mezrası ve ileride yolun iki tarafına, dağların üzerindeki düzlüklere yerleşmiş Doğanlar köyünün evleri vardı. Armut, aluç, sürsülük, dut, kaysı ağaçlarından yararlanıyor, büyük düzlüklere de buğday, arpa, nohut ekiyorlarmış. Suları yok denecek kadar az olduğu için küçük gölet yaparak buraya biriken suyu nöbetleşe kullanıyorlarmış. Doğanlar’dan dağın düzlüklerine kestirmeden patika yollar yaparak buradan Kotangölü ve Akçadağ’a ulaşımı sağladıklarını sonradan gördüm. Bekir Akçadağ’a okula bu yoldan gidip geliyormuş. Sonradan Kotangölü köyüne de bu yoldan gidip gelmişti. Kotangölü köyünden Akçadağ’a giden yolun biraz ilerisinde ve dağın eteğinde Küçükgöl diye adlandırılan bir mezra vardı. Bu mezrada “Bilallar” denen bir sülale yaşıyordu. Eskiden, Akçadağ’a Tapu ve Kadastrodan görevliler gelip; ilçe, köy ve mezra gibi yerleşim yerlerinde ikamet edenlere “tapu” vermişler. Halk da kendi çabalarıyla evlerini yapıp bahçe ve tarlalarına yerleşmiş. Böylece mal sahibi olmuşlar. O gün dinlediğimiz ve gördüklerimizle köyün durumunu öğrenip, muhtardan lojmanın anahtarını alıp, Ahmet ile tekrar Bahri köyüne döndük. Kotangölü köyüne at sırtında göç İki gün sonra atın sırtına; bir kat yatak, bir kilim, benim paramla alınan bir küçük halı, iki bakır tabak yükleyip yine Ahmet ile Kotangölü 5


köyüne gittik. Oturacağım lojmanın planı aynı Bahri köyündeki lojmanlar gibiydi. Biri küçük, diğeri büyük iki odası ve mutfağı vardı. Banyo içinde uyduruk bir de tuvaleti vardı. Küçük odanın kapısından girilince tam karşıda topraktan yapılmış enlice bir divan vardı. Camları silip odayı temizledim. Kilim uzuncaydı. Onu katlayıp divana serdim. Divanı tam kapladı. Üzerine yatağımı düzenledim. Halıyı da divanın önüne yere serdim. Böylece evime yerleşmiş oldum. Ahmet beni yerleştirdikten sonra ata binip Bahri’ye dönünce bir başıma kaldım. Öksüz ve yetim kızın evi ve eşyaları buydu. Durumuma bakıp ağlamaktan kendimi alamadım. O zaman kendi kendime söz verdim. Bundan sonra çalışacağım, kazanacağım, kimseye minnet etmeyip kendi işimi kendim yapacağım, daima başımı dik tutacağım. “Hayatta iyi adam değil, yaman adam olmamızı” söyleyen Türkçe öğretmenimizin sözünü tutup her zorluğa göğüs gererek, yaşamla yılmadan mücadele edecektim. 29.09.1948 tarihinde yeni okulumda göreve başladım. Sanki öğretmenliğe yeni başlıyormuşçasına içimde coşkulu bir istek ve heves vardı. Okul binasının üç odası ve bir salonu vardı. Odalardan küçük olanı öğretmen odası yaptık. Odalardan birini, birinci sınıfı okutacak Hüseyin Karaköse Beyin sınıfı olarak, diğerini de öğrencisi az olan ancak 2.3.4 ve 5. Sınıfı okutacak olan benim sınıfım olarak düzenledik. Okul binasının arkasında tuvalet ve kümes vardı. Kümesin de bakımını yaptıktan sonra tavuk yetiştirmeye başladım. Hem boş zamanlarımda bunlarla oyalanıp vakit geçiriyor, hem de yumurta ve et ihtiyacımızı karşılıyordum.

6


Kotangölü İlkokulu öğretmen ve öğrencileri-1948

Hüseyin Bey’de çok efendi ve çalışkan bir insandı. İşe iki sınıfın yazı tahtalarını hazırlamakla başlamıştı. Hazırlanan tahtaların boyanması lazımdı. Öğrencilerden yumurta istemişti. Ayrıca öğrenci velilerinden de evlerindeki bacaların kurumlarından getirmelerini söylemişti. Yumurta ile kurumları karıştırarak koyuca bir sıvı yaptı. Fırça olmadığı için bir bez ile bu sıvıyı tahtaya sürerek boyadı. Kuruyunca güzel oldu ve bu yazı tahtalarını hep kullandık. Öğrencilerimi iki guruba ayırdım. 2 ve 3.sınıfları bir gurup, 4 ve 5.sınıfları bir gurup olarak sabah ve öğleden sonrayı 2 devre şeklinde ayırdım. Bir devre tarım işleriyle uğraşırken diğer devre ders görüyordu. Böylece bir bölümü dersteyken diğerleri uygulama yapıyordu. Bu şekilde sabahçı ve öğlenci olarak iki devreyi idare ediyordum. Okulun idare ve müdürlük işleri de üzerimde olunca boş zamanım kalmıyordu. Akçadağ Milli Eğitim Müdürü Muhittin Beyin tayini çıktı. O ayrılınca Yerine Mehmet Demir Beyi tayin ettiler. Eskilerden gezici Başöğretmenimiz Halil Atlı Bey vardı. 7


Halit Bey sık sık köye gelir, istek ve eksiklerimizi konuşup yerine getirmeye çalışırdık. Ailece de görüşürdük. 2 oğlu, 3 kızı vardı. Hanımı hastaydı. Vefat edince Tecde’de oturan Müzeyyen Ablamın beyi Nusret eniştemin amcası kızı Hatice Gülşen ile evlendi. Akraba da olunca, köye gezmeye gelirlerdi. Bu hanımdan da 2 oğlu oldu. (Yılmaz ve İzzet) Ailece çoğalmış ve büyümüş-lerdi. Hatice’nin ailesi Tecde’ de ikamet ediyordu. Evleri, bahçeleri vardı. Gelirleri çok iyiydi. Yanlarına gitmek için Halit Bey Tecde İlkokuluna Müdür olarak tayinini istedi ve gittiler. Orada bir süre görev yaptıktan sonra Halil Bey emekli oldu ve çocuklarını okutabilmek için Ankara’ya yerleştiler. Çocukları yüksek okulları okuyup hayata atıldılar. Okulda çalışmalarımız devam ediyordu. Ben gelmeden önce okuldan 5 öğrenci mezun olmuş ancak diplomaları verilmemişti. Veliler sık sık okula gelip bu konuda yardımcı olmamı isterlerdi. Ben de Akçadağ Milli Eğitim Müdürüne bu durumu söylerken biraz çekinerek konuşunca durumuma bakıp bana güldü. Kendisini her zaman bir amir gibi değil, baba gibi görüp güvenmemi ve her hususta çalışarak vazifemizi aksatmadan yapmamızın önemini anlattı. Çalışmalarımda hiç zorluk çekmedim. Bir gün köye geldi, bana yardımcı oldu. O 5 öğrencinin diplomalarını hazırlayıp gerekli işlemleri yaparak, diplomalarını verdik. Onlarda hayata atıldılar. Diplomaları sayesinde iş sahibi oldular. İçlerinden Süleyman Erkuş Malatya Tekel Fabrikasında çalışırken “İşçi Sendikası Başkanı” oldu. Karşılaştığımızda çok hürmet gösterir, bu duruma bizim yaptığımız yardımlar sayesinde geldiğini söylerdi. Malatya’ya yerleşmiş, sayılan ve sevilen bir insan olmuştu. 8


Vefakâr dost, Zeynep Bekir de hafta sonu pazar günü sabahleyin bize gelir, akşamüzeri köyüne dönerdi. Evdeki eşyalarımın durumunu görünce, babası gilin kendisine verdiği ev eşyalardan lojmana getirip yerleştirdiler. Evimizin eşyası çoğalmıştı. Maaşımı alınca da eksiklerimi tamamlamaya çalışıyordum. Yandaki fotoğrafı çektirmek için köydeki lojmanın duvarına siyah bir kumaş gerdik. Ablam ve öğrencilerle önünde durup çekildik. Resimdeki öğrencim Bahattin okuyup öğretmen oldu. Yıllar sonra görev yaptığı Samsun’da görüştük.

Annem de, Ablamlar dan fırsat buldukça yanıma geliyor ve benimle kalıyordu. O zaman çok mutlu oluyor, onu memnun etmeye çalışıyordum. O da burayı ve insanlarını sevmeye başlamıştı. Kotangölü Köyüne ilk geldiğim gün yolda görüp konuştuğumuz sonradan öğrencimiz olan Ahmet Arslan’ın evli 2 ağabeyi bir evde oturuyor ve İbrahim Ağanın evinde tarla, bahçe işlerinde çalışıyordu. Ahmet’te boş zamanlarında onlara yardımcı oluyor, kendinin yapabileceği işleri yapıyordu. Okuluna devam eden çalışkan bir öğrenciydi. Fırsat buldukça bize geliyordu. Hele annem bende olunca hiç ayrılmıyor, onun oğlum diye çağırması, ilgi göstermesi Ahmet’i bize daha çok bağlıyordu. Gerçek sevginin ne olduğunu bilmiyordu. Boş zamanlarını bizde geçiriyor, yardımcı oluyordu. İki çeşme de lojmana uzaktı. İçme, kullanma, temizlik ve banyo için bu çeşmelerden su taşınması gerekiyordu. Köyün halkından bana su taşıyacak, yardımcı olacak birini aradığımı söyledim. Onlarda, köyde durumları iyi olmayan, köyün hayvanlarının çobanlığını yapan Mustafa’nın hanımı Zeynep’i önerdiler. Zeynep’in üç kızı vardı ve yine hamileydi. Maddi durumları içler acısıydı. Zeynep’in yanına gidince içim 9


sızladı. Onu incitmeyecek bir dille; “Gel benim kızım ol, bana yardım et, senin gibi birine ihtiyacım var. Ben de yalnızım, beraber oluruz” dedim. Güldü. “Kardeşin olurum istersen” dedi ve suyumu taşıyacağını, bana yardımcı olacağını söyledi. Ben köyden ayrılana kadar Zeynep; su getirenim, iş görenim, yardımcım, kız kardeşim velhasıl her şeyimdi. Bize geldiğinde ne gerekiyorsa yapan fedakâr bir dosttu. Aynı zamanda bize çok bağlı olduğu gibi her işime koşan bir insan olmuştu. Köyden ayrıldıktan sonra da hep görüştük. Zeynep’in hamileliği ilerlemişti. Ona istirahat etmesini, rahatsız olunca bana söylemesini istediğim halde, rahatsızlığını hiç belli etmiyordu. Geçirdiğimiz bir olaydaki fedakârlığını anlatmadan geçemeyeceğim. Bir gün evine sacda ekmek pişiriyormuş. Doğumu da yakın olduğu için sancısı tutmuş. Doğum işi olursa hastalanıp bana su getiremeyeceğini düşünmüş ve o haliyle hemen oraları toplayıp bana su getirmeye gitmiş. Bu yaptığı hareket durumunu zorlaştırmıştı. Hemen evine götürdüm. Köyden doğumunu yaptıracak ebe de geldi ve doğumunu yaptırdı. Çok bitkin düşüren zor bir doğum olmuş, sanki ölümden dönmüştü. Çok ağrılar çektiği halde, yine de bu durumdan şikâyetçi olmamıştı. Benim ismimi verdiği kızı büyüyünce evlendirmiş, beyi ile Almanya’ya işçi olarak çalışmaya gitmişlerdi. Almanya’dan annesine para gönderiyorlardı. Malatya’dan çok güzel bir ev almışlardı. Zeynep’in beyi de vefat edince Malatya’da ikamet etmeye başlamıştı. Diğer kızları da evlenip yuva kurmuşlardı. Kızlarından; Döne Zonguldak’ta, Meryem Guspınar mezrasında, Zemzem Kotangölü köyünde, Zekiye Malatya’da yaşıyordu. Kızlar annelerini arıyorlar, maddi ve manevi bakımdan yardımcı olup gerekeni yapıyorlardı. Küçükgöl mezrasında aynı sülaleden insanlar 2-3 ev yaparak orada oturuyorlardı. Öğrencilerimden Aliseydi’de oradandı ve maddi durumları iyi değildi. Annesi Meney Bacının beyi yoktu. Oğlu ve gelini vardı ama ayrı bir odada oturuyorlardı. Bir gün Aliseydi ile birlikte okul çıkışı annesini görmeye gittim. Onunla da ekmeğimi pişirmesi için konuştum. İhtiyaçlarını karşılayacağımı, maddi durumlarına yardımcı olacağımı söyledim. Kabul etti. Sac, tahta, oklava gibi lazım olanları alması için para verdim. 10


Ben de, ekmek pişirdiği sürece hem para veriyor hem de her şeylerinde yardımcı oluyordum. Onlar da eksiklerini alıyor ve memnun oluyorlardı. Sacda ekmek yapmasını sonra bana da öğrettiler. Kotangölü köyü muhtarına Komo-ların Kara Ali Ağa derlerdi. Zengin, durumu iyi olan ve çevrede tanınan biriydi. Bana karşı tutumu çok iyiydi. Müdür isminde bir de kardeşi vardı. Kalabalık ailelerdi. İkişer katlı evlerde kalırlardı. Ali Ağanın oğlu Bilal ile Kardeşi Müdür’ün oğlu İsmail benim öğrencilerimdi. Ama yaşça büyük çocuklardı. Abla kardeş gibiydik. Bilal yaramaz, İsmail efendi ve çalışkandı. Ali Ağa ve kardeşinin kızları daha büyüktü. Lojmanım, eskiden mezarlık olarak kullanılan yere çok yakındı. Korkardım. Yalnız yatamazdım. Bir gün Muhtara gidip ya senin kızın Mayrik veya Müdür Amcanın kızı Hatice geceleri bize gelsinler, çok korkuyorum. Bazen de ben gelir sizde kalırım, beni yalnız bırakmayın dedim. Sağ olsunlar kızlarını gönderirlerdi. Bazen evde yalnız kalacak olursam ben de gider onlarda kalırdım. Müdür Amca bana şakalar yapar, keşke oğlum büyük olsaydı seni bırakır mıydım diye takılırdı. Köyde elektrik yoktu. Geceleri çok zor geçiyordu. Gaz lambası yakıyorduk. Etraf karanlık olduğu gibi, lojmanın yanında ev de yoktu. Diğer evler aşağıda yolun alt kısmında ve uzaktı. Etraf karanlık, ıssız, sessiz ve yalnız olunca hiçbir şey yapamıyordum. Bazen annemin köye gelmesiyle yalnızlıktan kurtuluyordum. Ablam çağırıncaya kadar yanımda kalıyordu. Cumartesi pazar günleri Bekir geliyor, gece köyüne dönüyordu. Bazen de Akçadağ’dan ablam, eniştem ve çocuklarının gelip kalmaları evime neşe ve canlılık getiriyordu. Güzel zaman geçiriyor yalnızlığımı unutuyordum. 11


Köyde Hacı Amca diye saygın, hoş sohbet Hacı Metin Beyin ailesi ile tanıştım. Bazı geceler oturmaya giderdim. Ta ki köyden ayrılıncaya kadar bu gidip gelmelerim devam etti. Hacı Amcanın küçük oğlu olan Timur Metin öğrencimdi. Büyük oğluna Mehmet Baba derlerdi. İki hanımla evliydi. Çok şakacı ve hoş sohbetti. Bekir yanımdayken takılır; “Bak hoca hanım, Bekir Beyin tayini bizim okula çıkınca hemen müdürlük görevini ona verme, biraz beklesin. Vazife icabı odana gelince kapıyı tıklatsın. Sen de müsaade edince ‘gel’ dersin. Odana öyle girsin. Bu durumunu bir görelim. Bizi bu zevkten mahrum etme” derdi. Neşeli ve güzel zaman geçirirdik. Bu konuşmalara Bekir de katılır, sohbetlerimiz uzardı. Böyle geçen güzel günler hiç unutulmadı. Okul işleri yoluna girmişti. Ben okul ve diğer işlerle uğraşırken Bekir de tayin ve evlenme işleriyle uğraşıyordu. Bekir’in babası düğünümüzün onların evinde değil de burada yapılmasını istiyordu. Gerekçesini de şöyle açıkladı: “Bizim köy buradan ve ilçeden çok uzakta. Yolları bozuk. Araba yok. Ayrıca misafirleri ağırlayacak yeterli odamızın olmadığı gibi suyumuz da yok. Solaklar diye bir yer var oradan kovalarla taşıyacaklar. Evlerimiz dağın eteğinde olduğu için arazi düzgün değil. Düğün yemeği yapılması lazım” diyerek gelen misafirleri oturtacak ve rahat ettirecek yerlerinin olmadığını açıkça anlattı. Bekir ile bu durumu konuşup konuşmadıklarını bilmiyordum. Ben de Bekir’e baban düğünü burada yapalım diyor, ne diyorsun? Dedim. Bana bir şey söylemedi ama O da içinden, “evlenirsem gelini ata bindirip köye öyle götürürüm” diye düşünüyormuş. Bu duruma çok üzülmüş. Evlendikten sonra bana: “O zaman benim istediğimi yapmadınız bundan sonra da hep benim sözüm ve isteğim olacak dedi. Hakikaten de 12


bu sözünün arkasında durdu. İstediğim bir şey olduğu zaman kabul etmezdi. Halbuki ben değil babası istediği için düğün burada yapılmıştı. Düğünümde çok ağladım Düğünden bir gün önce kayınpederim, oğlanları ve akrabaları ihtiyaçları, pişirilecek etli pilav için kesilecek koyunu, bulgur, tereyağı ile ekmeğine kadar getirmişlerdi. Köyden kazanlar, leğenler hazırlandı. Ocaklar hazırlandı. Lojmanın önündeki düzlüğe, yerlere ve odalara kilimler serilecekti. Onun üzerine de beyaz bezlerden uzun çarşaflar sofra bezi niyetine serilip kenarlarına oturulacak ve ekmekleri önlerine serilip üzerine kepçeyle pişen etli pilavlarını alıp yiyeceklerdi. Dışarıdan gelen okul müdürü, öğretmen ve misafirler okulun dershanelerine hazırlanan masa ve sandalyeli yerde yemek servisi yapılacaktı. Nihayet o gün geldi. Babasız gelin olmak çok zor ve acıydı. Maddi ve manevi olarak düşüncelerim alt üst oluyordu. Mukaddes ablamın sattığı eski gelinliği sırtımda acayip duruyordu. Ayrıca evlendiğim insanı, ailesini, tutumlarını, nasıl olduklarını bilmiyordum. Annem, üç ablam, eniştelerim ve çocukları hep buradaydı. Hatta Müzeyyen ablam ve beyi Nusret eniştem sağdıcımızdı. Bana ve Bekir’e evlilik kuralları ve durumlarıyla ilgili konuşmalar yapmışlardı. Ağlamam durmuyor, gözyaşlarımın arkası gelmiyordu. Müzeyyen ablam beni kenara çekip ağladığım için haklı olabileceğimi ama çevredeki cahil insanlar ne düşünürler? Acaba korkulacak ve üzülecek bir durumu mu var ki böyle ağlıyor diye dedikodu ederler, yeter ağladığın sil bakalım gözyaşlarını diye uyardı. Yüzümü yıkadı ve “Ağlamak bitti artık. Bir daha ağladığını görmeyeceğim. El âlemin diline mi düşeceksin?” dedi. Zaten okuduğum Köy Enstitüsü için okulu karalıyorlardı. Oysa okulumuz şerefli bir 13


okuldu. Adına kıyamazdım. Okulumuzun durumunu kimse anlayamaz ve bilemezdi. Ancak orada okuyan, yaşayan bilir ve takdir ederdi. Ben bu yönünü düşünemediğim için ablamın bu sözünden sonra sustum ve bir daha ağlamamaya çalıştım. Akçadağ ilçesi Ziya Gökalp İlkokulundan gelen müdür ve öğretmenleri sınıfa hazırladığımız masalı yerde ağırladık. Bekir’le birlikte yanlarına gidip hoş geldiniz diye sıra ile tokalaştık Onlar da mutluluk dileklerinde bulundular. Sonra Bekir beni tekrar eve getirdi ve bu kez kendisi misafirlerin yanına gitti. Yemekten sonra da yolcu etti. Gelirken güzel bir antika kahve takımı getirmişlerdi. Ben oturdum. Bir süre sonra herkes dağıldı. O zaman şöyle düşünmüştüm: “Yuvamı kurmuştum. Artık yalınız değildim. Hiçbir şeyden korkmayacaktım. İnşallah mutlu, sağlıklı, huzurlu ve başarılı olacaktık. Her zorluğu yenecektim. Çevreyle olan ilişkilerime çok önem verecektim.” O günü bitirmiş olduk. Ev boşaldı. Ablalarım, eniştelerim evlerine döndüler. Yalnız Müzeyyen Ablam ve Nusret Eniştem ertesi gün gittiler. Malatya geleneğine ve törelerine göre yeni evliler hafta sonunda kayınpederi ve kayınvalidesinin evine giderler. Biz de annemin yaptığı tatlıyı ve hediyelerini alarak gittik. Çok memnun olmuşlardı. Kayınvalidem yatalaktı. Hiç kalkamıyordu. Her zaman kapının önündeki ağaçların altına hazırlanmış olan divan yatağında yatıyordu. İkisinden başka kimse yoktu. Bekir ile konuşuyorlardı. Benim orada olduğumu fark etmediler. Kayınvalidem Bekir’e: “Oğlum karın güzel, konuşuklu ama düğün günü çok ağlamış. Nedenini merak ettim” diye sorunca diğer konuşmalarını dinlemeden odaya gidip ağlamıştım. Çok üzülmüştüm ama onlara bir şey söyleyememiştim. Orada iki gün kaldık. Pazar günü tatili bitince eve geldik. Düğün günü Müzeyyen Ablamın “Ağlamamın yanlış anlaşılabileceğini” söylemekte ne kadar haklı olduğunu daha iyi anlamış oldum. Sonraki yaz tatillerinde de Kotangölü köyünden Doğanlar’a Bekir’in köyüne gider, yaz tatilini orada geçirirdik. Aile fertleri çok olduğu gibi dayı ve amca aileleri de çok kalabalıktı. Yakında oturanlar olduğu gibi uzakta oturan akrabaları da vardı. Boş zamanlarında bir araya gelirlerdi. Saygı ve sevgi gösterdikleri gibi hürmet te ederlerdi. Bu arada kışlık bulgurumuzu, unumuzu, tarhanamızı da hazırlardık. Geceleri bizim yatağımızı, damda serili olan kaynamış buğdayların, tarhanaların yanına 14


hazırlar, mis gibi havada damda yatardık. Serin ve hafif rüzgârın altında hem bekçilik yapar hem de uyurduk. Susuz köyler Köy, yüksek dağların arasında, düzlük olan vadilere dağınık bir şekilde kurulmuştu. Armut, dut, kaysı, aluç ve sürsülük dedikleri küçük yuvarlak, çok tatlı olmayan mor renkli ağaçlardan yararlanırlardı. Az düzlük olan yerlerin toprağını “saban” dedikleri ve kendilerinin yaptığı, tahta, kalas ve demiri olan aleti kullanırlardı. Sabanı öküze bağlayıp onunla tarlayı sürerlerdi. Sürülen araziye buğday, arpa, nohut ekerlerdi. Gübre olarak, kış yaz hayvanlarını barındırdıkları ahırlardan alarak biriktirdikleri dışkıları kullanır, ilkbaharda bunları tarla ve bahçelerde bitkilerin ağaçların köklerine dökerlerdi. Bu gübreler çok faydalı. Ağaç ve bitkilerin gıdasıdır diye idareli kullanırlardı. Esasında köyün suyu yoktu. Solaklar denilen yerden taşırlardı. Bu suyu içerlerdi. Evlerinin yanındaki su içilmezdi. Bu sudan çamaşırda, bulaşıkta ve banyoda kullanma suyu olarak yararlanırlardı. Biraz aşağıdaki su içiliyordu. Yemekte ve hayvanlarını sulamada kullanılırdı. Bu iki kaynak suyunun önüne derin olmayan göller yapılmıştı. Akan sular azda olsa bu çukurlarda birikiyordu. Günleri paylaşmışlardı. Sular gölde birikince nöbetleşe kullanıyor arıklarla tarla ve bahçelerini suluyorlardı. Suyu arıklarla götüremedikleri yerler ancak yağmur suları ile sulanabiliyordu. Köylü her şeyini kendi çabalarıyla sağlıyordu. Devletimiz ve yöneticilerimiz vardı ama ilgilenip yardımcı olan yoktu. Hatta bir gün bir gurup köylü evin önünde oturmuş konuşuyordu. Son zamanlar dağdaki toprakların kaydığını, suların iyice azaldığını, kuraklığın baş gösterdiğini ve ilerlediğini söylüyorlardı. Bunları duyduğumda çok üzülmüştüm. Onlara; siz su işlerindeki dairede çalışan görevlilere müracaat edin yer altındaki suları çıkarsınlar. Biz size maddi açıdan yardımcı oluruz. Hatta emekli paramı alırsam size o zamanın parasıyla 10.000 lira veririm demiştim. Köyde hiçbir gelişme ve hükümet yardımı olmadı. Büyükler ihtiyarladı çalışamaz oldular. Gençler yalnız, aç ve perişandılar. Gelir yoktu. Çocuklar öğretmen yokluğundan okula gidemediler. Derken göçler başladı. Akçadağ’a ve Malatya’ya yerleşmeye başladılar. Köyde 23 aile dışında kimse kalmadı. 15


Son felakete de, dağlara dikilen baz istasyonlarının yaydığı radyasyonlar neden oldu. Armut ve diğer ağaçlar meyve vermez oldu. Doğa kendini korumaya, yenilemeye çalışsa da medeniyet canlıları yok ediyor, kökünü kurutuyordu. Nerede kaldı: “Devletin efendisinin köylü olduğu” Atatürk bu durumu görse, Türkiye’yi ve içinde yaşayan Türkleri ne hale getirdiğimizi görse. Ne derdi? Çalışan yok. Emeğiyle, gücüyle işlenecek yer yok. İşsizlik çok. Üretici değil tüketiciyiz. Herkes bir yolunu bulup bir şekilde yaşama tutunmak istiyor. Öğretmenken öğrencilerimden nasihatle uymalarını istediğim ve defterlerine, kitaplarına yazdığım aşağıdaki sözleri artık göremiyorum. UNUTMA Allah’ını, kitabını Vatanını, milletini Doğruluğu, hürmetini Aileni, şerefini Çalışmayı unutma. Bunlar sözde kalıyor, iyiye değil daha kötüye gidiyoruz. Bu yazdıklarımla 2013 yılına eski anıları ekleyerek bu zamana getirdim. Şimdi tekrar 1948 yılın anılarıma dönüyorum. Kotangölü köyündeki yaşantımıza eşim Bekir Yılmaz’la devam ediyorduk. Köyden gelen-giden misafirlerimiz çoktu. Bizde akşamları veya uygun zamanlarda gelenlere gidiyorduk. Akçadağ’dan, Malatya’dan, yakın komşu köylerden gidip gelmeler arttı. Çevreyle beraberliğimiz, ilişkilerimizi artırıyor, Bu güzel ilişkilerimizin dostça artmasına çalışıyorduk. Bize gelen olunca veya biz onlara gidince mutlaka yiyecekler hazırlanır, ikramlar yapılırdı. Bende yavaş yavaş bu düzene alışıyordum. Akçadağ’a gidince köyde olmayan yiyeceklerden alıyor ikram ediyorduk. Sacda ekmek pişirmesini öğrendim. Sıcakken tereyağı ile yağlayıp gelenlere çayla ikram ediyordum. Bunu Bekir de çok severdi. Yılbaşı gecesi veya diğer geceler bize hem oturmaya, hem de pille çalışan radyoyu dinlemeye geliyorlardı. 16


Köyün tek radyosu Biz de gereken ilgiyi gösteriyor uzun uzun sohbet ediyor, radyo dinleyerek güzel bir gece geçiriyorduk. Onlar gittikten sonra yarınki ders planımızı ve gerekli şeyleri hazırlıyorduk. Bekir’le çok iyi anlaşıyorduk. Doğru, dürüst, görevine ve evine bağlı olan, kötü alışkanlıkları olmayan biriydi. Bekir 1,2,3. Sınıfları okutuyor ve okulun müdürlük işlerine de bakıyordu. Ben de 4 ve 5. Sınıfları okutuyordum. Ayrıca dershane duvarlarındaki, mevsim, tarih şeritleri gibi bilgi levhalarını yapmıştık. Ağırlık grafiği için öğrencileri tartacak baskülümüz yoktu. Grafiğe öğrencilerin isimlerini yazdım ama tamamlayamadım. Ne yapacağımızı düşünüyordum ki İlk Öğretim Müfettişi geldi. Dershane duvarlarına bakıp, ağırlık grafiğiniz yok demez mi! Çok üzülmüştüm. Müfettiş bizden sonra başka köylere gitti. Ertesi gün ağırlık grafiği için öğrencim Ali Acar’ı ilçedeki Ziya Gökalp okul müdürlüğüne göndererek baskülü getirttim. Öğrencileri tartıp, hazır olan grafiğe işleyip duvara astım. Öğrencilere de müfettiş buradan geçtiğinde kim görürse bana haber versin dedim. Ertesi gün bahçedeyken müfettişi ben gördüm. Hemen yolundan çevirip grafiği görmesini söyledim ama beyefendi atından inmeye erindi ve duvardan çıkarıp kendisine göstermemizi söyledi. Öğrencilerden biri gidip getirdi. Baktı ve beğendiğini söyleyerek gitti. Ama ben çok üzülmüştüm. Öğrencim bir saatlik yolu ayağında doğru dürüst giyilecek bir ayakkabısı olmadan gidip geldi. Üstelik baskülü taşıdı. Müfettiş ya’ Teftişinde mutlaka bir eksik bulması gerekiyordu. Biz bu şartlarda çalışıyorduk. Her zaman özverili çalışmalarımızla gurur duyduk. Öğrencilerimizden çok memnunduk. Durumları iyi olan öğrencilerimiz yüksek okullara giderek okumalarına devam ettiler. Onları hep takdir ettik, destek olduk ve aradık. Çoğuyla haberleşiyoruz. Bekir’le birlikte çok güzel çalışıyorduk. İlk zamanlar kız çocuklarını okula göndermek istemiyorlardı. Onlara iyilikle güzellikle yaklaşıp ikna etmeye çalışıyorduk. Bazı velilerin kız çocuklarını mecburen hükümet kanalıyla ikna ederek getirtiyorduk. Gittikçe öğrenci 17


mevcudumuz artıyordu. Bekir hep, “Hanım bizim iyi çalışıp örnek olmamız lazım” derdi. Üzüm bağı İşlik binası ve kümesi de işler duruma getirdik. Kümesi geliştirip hayvanlara daha iyi ortam hazırlardım. O zamanın programına göre ders ve iş olarak haftalık çizelgemizi yapmıştık. Birleşik sınıflar olarak bir dershanede ben, diğerinde Bekir çalışırdı. 1.sınıf eğitmen Hüseyin beydeydi. Eğitmen okuldan ayrılınca o sınıfı da Bekir aldı. Sınıfın durumuna göre birisiyle ders yaparken diğeri çalışma yapıyordu. Okul ve lojmanın karşısındaki kullanılmayan eski mezarlığı iyileştirme çalışmalarına başlayan Bekir önce köylülerle ve ilçe Müftüsüyle görüştü. Artık mezarlık vasfını yitirmiş, hayvanların otlak yeri olmuş ve oradan geçip gidildiği için yol olmuş ayakaltında kalmıştı. Burayı düzenlemek için 3000 üzüm çubuğu alıp, öğrencilerle birlikte dikmiştik. O yıl yağmur ve kar bol yağdı. Çubukların hepsi tutmuştu. Ertesi yıl yapraklanmış, o bakımsız yer yem yeşil olmuştu. Bekir’le birlikte hiç durmadan çalışmalara devam ediyorduk. Koşuşturmalar, eğitim işleri, gelen giden, yükümü ağırlaştırıyordu. İlk çocuğuma hamile olmuştum. Aş eriyordum. Kaysı çağalası çok hoşuma gidiyordu. Bu durumu öğrencim (annemin oğlum dediği) Ahmet Arslan’a söylemiştim. O da bahçelerdeki kaysı ağaçlarından toplar getirir, ben de yerdim. Hiç unutmam mayıs ayındaydık öyle bir dolu yağdı ki, neredeyse yumurta büyüklüğündeydi. Tüm kaysı çağalaları bu doluda yerlere dökülmüştü. Ahmet bize geldi. Şakayı ve acayip konuşmaları çok severdi. Hala da öyle hoş sohbettir. Bana hitap ederek: “Köyün kaysı ağaçlarında gözün kalmıştı, şimdi hepsi yerlere dökülmüş, bir derin kap ver de, toplayıp getireyim” dedi. Ben de küçük bir leğenimiz vardı onu verdim. Biraz sonra leğeni doldurmuş getirdi. Hala takılır. “Gözünde gözmüş hani, vatandaşın bahçesinde çağala koymadın” der. O yıl Ahmet Okulu bitirdi. Yanlarında kaldığı ağabeyleri Mahmut ve Hasan’a Ahmet’i okuması için Akçadağ Köy Enstitüsüne götürüp, babam dediğim ve devamlı görüştüğümüz okulun eğitim şefi Reyzi Pamir’e götürmelerini söyledik. Mahmut ağabeyi onu götürdü ama dönüşte gelip kendisinin yapamayacağını “yaparsanız ancak siz 18


yaparsınız” dedi. Adamlar hem cahil hem de fakirdiler. Baktık bu durumda çocuk okuyamayacak, Bekir’in götürmesine karar verdik. Öğretmen Ahmet Bekir, Ahmet’i “manevi babam” Reyzi Pamir beye götürdü. O da kayıtların kapandığını, şimdilik Diyarbakır-Dicle Köy Eğitim Enstitüsüne kaydını yaptırın sonra buraya alırız demiş. Bekir, Ahmet’in kaydını Dicle Köy Enstitüsüne yaptırıp geldi. Çok sevindik. Çocuğun geleceği kurtuldu diye mutlu olmuştuk. Böylece Ahmet’in hayatı kurtuldu. Bekir’in arkadaşı Ömer Leventoğlu Akçadağ Doğanlar köyüne bağlı Levent köyü ilkokuluna vazifeli olarak tayin edildi. Köyünden Akçadağ ilçesine gidip gelirken bize uğramadan geçmezdi. Aradan uzun zaman geçti. Bir gün yine uğradı. Ben de, evdeki hazır yiyeceklerin yanına başka yiyeceklerde hazırlardım. Yemeğimizi yedik, çayımızı içtik. Teşekkür ederek gitmeye kalktığında biz de yolcu ederken yanımdaki Bekir’e dönüp “ Kardeşim Bekir, hanımın ölünce öğrencin ile evlen” dedi. Şaşırıp kaldım. Sonradan öğrendim ki hanımı vefat etmiş ve öğrencisiyle evlenmiş. O zaman hiçbir şey söylememiş, bu konuşmasına çok üzülmüştüm. Bu olayı hiç unutmadım. Annem bir ara bize geldiğinde bu olayı ona da anlattım. O da hiç aklıma gelmeyen şu sözü söyledi: Sen de ona “Siz ölürseniz, biz de öğrencilerimizle evlenelim mi?” neden demedin, dedi. Maalesef bunu söyleyememiştim. Ömer’in ailesiyle senelerce görüştük. Bu konuşmayı onlarla da anar gülerdik. Evde, okulda boş kalmıyor, okulun durumuna bağlı olarak, biz de fırsat buldukça Doğanlar’a, komşu köylere ve Akçadağ’a giderdik. Malatya’dan alınacak ihtiyaçlarımızı Bekir gidip alırdı. Ben fazla uzaklara gidemiyordum. Nihayet beklediğimiz gün aralık ayında geldi. Sancılarım başlıyordu. Bahri Köyündeki anneme ve Akçadağ’daki Hatice ablama gelmeleri için haber gönderdik. İlçede diplomalı ebe yoktu. Ablam, benim de ebem olan Zeynep hanımı alıp gelmişti. Ebe okulu görmemiş cahil biriydi ama Akçadağ’da doğumdan anlayan tek kişiydi. Çok tecrübeliydi. 19


Bebeğin kundağını, giysilerini, yatağını hazırlamıştık. Adını bile düşünmüştük. Manevi babam olan öğretmenimiz Reyzi Pamir’in çocuklarının ismini koyacaktık. Kız olursa Emel, oğlan olursa Temel koyarız diyorduk. Oğlum Temel’in doğumu 16 Aralık 1949 tarihinde öğlene doğru Temel ismini verdiğimiz oğlumuz zor bir doğumun ardından dünyaya geldi. Ben küçüktüm. Bebekte kiloluydu. Bu nedenle çok yıpranmıştım. Bana yardımcı olan Hatice Ablam akşama doğru mecburen Akçadağ’a gitti. Onun da küçük çocukları vardı. Giderken, yarın erkenden gelirim dedi. O gece ebe Zeynep Hanım yanımda kaldı. Bana baktı. Ayrıca benim nasıl doğduğumu, babamın ölümünden 15 gün sonra dünyaya geldiğimde annemin: “Bu yabancı yerde 4 kız çocuğuna nasıl bakarım? Ne yedirip içiririm” diye üzüldüğünü anlattı. Hatta bana bakmak istemediğini, ebe Zeynep hanımın destek ve yardımlarıyla o zor günleri atlatıp beni kabullendiğini söyledi. Babam öldüğünde annem 33 yaşındaymış. Sabaha kadar ebe hanım bana baktı. Öğlene doğru da Annem ve Hatice Ablam geldiler. Hastaydım ama yalnız değildim. Moralim düzeldi. Etrafımda sevdiğim ve güvendiğim, beni koruyacak, bakacak, candan yakınlarım vardı. Bir hafta sonra kalktım. Evde dolaşabiliyordum. Zeynep ve Meney bacı ile diğer köy hanımları gereken yardımı yapıyorlardı. Benim doğumumla ilgili olarak sonradan anlattıklarına göre; “Öğretmenimizin bebeği kendisi kadar” demişler. Hakikaten bebeğin kafası yastığa sığmıyordu. Annem belki çabuk dönerdi ama hasta durumumu görünce yanımdan hiç ayrılmak istemedi. Torununu da çok sevmişti. Kalmasından ben de memnundum ama bir süre sonra ablam çağırınca duramadı gitti. Yer çok belliydi ama ne yapacaksın Mukaddes ablam da çalışıyordu. Annemin bu kadar kalması bile bir şanstı. Durumum düzeldi, ayağa kalktım. Okul, ev, derken bir de çocuk olunca ne yapacaksın işlerin üstesinden gelebilmek için koşuşturmaya başladım. Bekir yardımcı olmuyordu. Hiçbir şey yapmıyor, yapamıyor, yapmak istemiyordu. Zaten yapmak istese de beceremiyordu. 20


O zamanlar saygı dedikleri bir olay vardı. Erkekler birinin yanında veya yolda giderken çocuklarını kucaklarına alamazdı. Temel 4 aylıktı. Akçadağ’da öğretmenler toplantısı vardı. Gitmem lazımdı. O zamanlar araba, taşıt yoktu. Uzak yerlere at veya eşekle, yakın yerlere yürüyerek gidilirdi. Kotangölü köyü ile Akçadağ ilçesi yaklaşık iki saat sürüyordu. Akçadağ’a ablamlara gidip, çocuğu orada bırakıp, okula toplantıya gidecektim. Yola çıktık. Akçadağ sınırına girince, Bekir bana: “Hanım kusura bakma. Biliyorsun yöremizde erkeğin çocuğunu taşımasını ayıplarlar. Tanıdıklar görürse: ‘Kımızın oğlu Bekir, çocuğu kucaklamış’ derler” diyerek çocuğu bana verdi. Zaten ben de yorgundum ama çocuğu alıp eve kadar kendim taşıdım. Toplantı dönüşü Bekir yoktu. Mukaddes Ablam da toplantıya gelmişti. Onunla beraber eve döndük. Ayağımda topuklu ayakkabı, kucağımda çocuk, elimde çanta, bu ağırlığa dayanamadım. Epeyce yürüdükten sonra ayakkabılarımı çıkarıp öyle devam edebildim. Eve geldik ama nasıl geldim? O günkü yorgunluğumu, çektiğim eziyeti hiç unutamadım. Hala çözemedim. Biz köylere yeniliği, medeniyeti götürelim, onları aydınlatalım diye uğraşırken, bu gibi durumları neden çok geç ele aldık. Bir babanın evladını kucağına alamaması ne demek? Bekir evde ve okulda bir iş yapılacak olsa, bensiz imkânı yok yapmazdı. Ben de yanında olacağım ki yapsın. Mevsim ve tarih şeritleri, grafikler, yazı ve resimleri ben yapıyordum. Sınıf ve öğrenci işleriyle de ben ilgileniyordum. Bu işleri severek yapıyordum. Bekir’in yazısı güzel değildi. Hiç resim yapamazdı. Ömür boyu Bekir’in yazı işlerine yardımcı oldum. Her yerde, her işte, her zaman bir aradaydık. Bekir Köy Enstitüsünde okurken marangozluk bölümündeydi. Biz köyden ayrılana kadar lojmanın geniş ve uzun balkonunu işlik gibi yapıp kullandı. Doğanlar köyüne gider, bahçelerindeki büyük kavak ağaçlarını kestirir, onları Akçadağ’a taşıttırarak orada tahta vs. Olarak biçtirirdi. Bunları eve getirip balkona yerleştirirdi. Çok güzel aynalı, camlı gardırop yaptı. Boyayıp odaya yerleştirdi. Elbiselerimizi bu dolaba asardık. Yemekleri saklamak için tel dolap, erzak dolabı ve evde kullanılmak için eşyalar yaptı. Yaptıkları çok güzel ve kullanışlıydı. İşlerinin temiz ve sağlam olmasına önem verirdi. Çok uzun yıllar geçti ama halen yaptığı 2 21


dolap Akçadağ’da ablamların evinde duruyor. 1955 yılında Malatya’ya taşındığımız zaman onlara bırakmıştık. Kotangölü köyü ile Akçadağ ilçesi arasında Dikendede diye bir ziyaret “yatır” vardı. Buraya çevre köylerden, Akçadağ’dan ve diğer illerden çok ziyaretçi gelirdi.

(Piknikte öğretmen ve arkadaşlarımla)

Hatta Köy Enstitüsünde okuduğumuz zaman Sayın Bakan Hasan Ali Yücel Bey ile öğretmen ve sınıf arkadaşlarıyla gelmiştik. Yemiş, içmiş, oyunlarla kutlamalar yapmış ve fotoğraf çekilmiştik. Çocukken de Akçadağ’daki komşularla buraya gelirdik. Yatırın yanında büyük bir aile otururdu. Evli oğlanlarının da evleri vardı. Tarla ve bahçelerinde çalışan işçi ve çiftçi aileleri de orada olunca çok kalabalıklardı. Oranın asıl sahibi Ali Ağa ölmüş oğlu Şaban Efendiye kalmıştı. Hanımı Malatya’nın zenginlerinden Aksoğan oğlu Abdullah Beyin kız kardeşi Hayriye Ablaydı. Bize de gelirlerdi. Evlerinde toplandıkları zaman beni de çağırırlardı. Birbirimizi çok severdik. Çok hoş sohbetlerdi. Şakalaşır zamanın nasıl geçtiğini anlamazdık. 22


Yine bir gün toplanınca ben de çağırdılar. Evlerimizin arası çok uzak olduğu gibi yolu yokuştu. Dağa doğru patika yola çıkacaktım. Gittim ama Temel de kucağımdaydı. Çok yoruldum. Neyse güzel vakit geçirdik. Yedik, içtik, güldük, eğlendik. Eve dönme vakti gelince çocukla yorulursun, katıra sen bin çocuğu da kucağına al, Mehmet’te hayvanın yularından tutup seni eve bırakıp dönsün dediler. Katırla yolculuğun sonu Ben de “korkuyorum binip gidemem” dedim. Onlar da hayvan sakin. Çocuk ta yularından tutacak, korkma diyerek beni katıra bindirdiler. Çocuğu da kucağıma verdiler. Dağdan aşağıya indik. Aşağıdaki patika yol ikiye ayrılıyordu. Sağ taraf bahçeye gidiyordu. Oraya yonca ekmişlerdi, otlaktı. Sol taraf da köye giden yoldu. Yolları açmak için taş ve toprakları da karşı tarafa yığmışlardı. Yolun yan tarafı yüksekti. Tam aşağıya inmiştik ki, hayvan bahçe yoluna dönmek istedi. Mehmet köy yoluna girmesi için yularını çekti ama hayvan gitmek istemeyince korktum. Mehmet’e hayvanı tut ben ineyim dedim. Ben sözümü bitirmiştim ki hayvan yuları hızla çektiği gibi bizi taşlı toprak yığınının üzerine savurdu. Bahçe tarafına kaçtı. Çocuğu sıkı sıkı göğsüme yaslamıştım. Çok şükür ki çocuk benim üzerimde olarak düştük. Hem düşmekten hem de çocuğa bir şey olacak diye çok korkmuştum. Bu korkum yazıyla anlatacak gibi değildi. Çocuk devamlı ağlıyordu. Rengi değişmişti ve nefes almakta zorlanıyordu. Çocukla birlikte ben de ağlıyordum. Hem canım yanıyor hem de çocuğa bir şey olacak diye korkuyordum. Mehmet benimle beraber eve kadar geldi. Beni bırakıp tekrar döndü. Eve gidince düşmemizi oradakilere anlatmış. Hepsi de geldiler. Durumun kötüyse Akçadağ’a doktora götürelim dediler. Çocuğun ağlaması ve morarması geçmişti. Bekir eve gelinceye kadar beklediler. O gelince yemeğini hazırladılar. Çok üzülmüşlerdi. Biraz daha oturup gittiler. Üç gün çocuğa bir şey olacak diye gözüm üzerindeydi. Vücudum ağrıyor, kanayan dizkapaklarım, dirseklerim hiç umurumda değildi. Hep çocuğumu düşünüyordum. Evlat sevgisi hiçbir şeye benzemiyor. Zamanla bu tehlikeli kazanın izleri de geçti. Okul, ev, çocuk derken yine uğraşıp duruyorduk. Öğrencilerle dikip uğraştığımız üzüm bağı yeşerince çok güzel oldu. 23


Öğrenci oyunlarına ilaveten Bekir, Voleybol, futbol sahaları hazırlayarak bu oyunları da oynatmaya başladı. Bazen beni de aralarına alıyorlardı. Bir seferinde topa vurayım derken ayağım burkuldu. Sol ayak bileğimde ağrı ve şişlik oluştu. Çok ağrıyordu. Kırıkcı Tatto Goca Ne yapacağımızı, kime göstereceğimizi konuşurken öğrenciler köyde Tatto Goca diye yaşlı bir adamın olduğunu ve kırık, çıkıktan anladığını söylediler. Adamı bulup getirdiler. Adam ayak bileğimi çekti, yağlı, tuzlu hamur yapıp bileğime sardı. Yere basmamamı söyledi. Ağrısı biraz geçer gibi oldu. Ayağım öylece sarılı kaldı. Bir zaman sonra açtığımızda; Adam ne yaptıysa sol ayağımın aşık kemiği çıkıntısı kaybolmuştu. Yaptığı yanlışlık kemiğin yerini değiştirmişti. Bu olaydan sonra, ayağım üşüse, çok ayakta kalsam, uzun otobüs yolculuğu yapsam bileğim, ayağım ve bacağım şişer. Bu yanlış tedavinin bedelini çekerim. Bir yaz tatiliydi. Okul tatile girince Annemi de alarak ailece Malatya’ya gezmeye gittik. Tecde’ye Müzeyyen Ablama uğradık. Ertesi gün dönecektik. Temel hastalandı. Bekir’in annesinin de hastalandığı ve durumunun ağır olduğu haberi geldi. Malatya’ya döndük ve Bekir hemen köye gitti. Biz de Temel’i doktora götürdük. Deli Fikret diye bir doktor vardı. O muayene edip ilaç yazdı. İlaçları alıp dayımların evine geldik. Doktorun tarifine göre ilaçlarını verdim. Saat 15.00’e doğru Temel’i uyutmaya çalışıyordum ama bir türlü uyumuyordu. Elini ağzına sokuyordu. Bende diş çıkartacak, diş etleri kaşınıyor diye düşünmüştüm. Ama kafasını arkaya doğru da büküyordu. Aç diye emzirmek istedim. Ağzıyla çekiştiriyor ama emmiyordu. Ne yapacağımı şaşırdım. Durumu anneme, yengeme söyledim. Saat 2223.00 oldu. Bükülmesi çoğaldı. Gözleri açık ama sanki görmüyormuş gibi bakıyordu. Dayım da durumu öğrenince hemen Dr. Şaban Bey’e götürdüler. Doktor muayene etmiş ve anneme “Hanım çocuğun gözü görmüyor. Ne zamandan beri böyle” demiş. Annem böyle bir şeyin olmadığını söylemiş. Doktor da “Ben şimdi bir şey yapamam, götürüp yarın getirin” demiş. 24


Çocuğu yatağa yatırdık ama çırpınmaya devam ediyordu. Dayım, yengem, annem ve ben başında bekliyoruz. Çocuğa bir şey yapamamanın çaresizliğindeyiz. Dayım devamlı okuyordu. Saat 2 ye doğru dayım yatmaya gitti. Annem ile yengemde uykuya dalmışlardı. Çocukta gerili bir şekilde kaldı. Gözleri açık duruyordu. Elimle kapattım. Bu arada: “Vah vah canım yavrum” demişim. Büyüklerin yanında çocuğumuzu sevemezdik Yengem uyanıkmış. Birkaç gün sonra bana. “Seni gidi seni, şu haline bakmıyor çocuk sahibi oluyorsun. Bizi uyutunca çocuğuna sahip çıktın” diye takılmıştı. O zaman büyüklerin yanında çocuğumuza çok yaklaşmazdık. Dayımın yanında kucağıma alamaz, emziremezdim. Sabahleyin çocuk uyandı. Emzirdim ama çok durgun ve halsizdi. Doktora götürdük. Muayene etti. “Dünkü verilen ilaçlar çok ağır gelmiş, beyini etkilemiş” dedi. Yazdığı ilaçları aldık. İlaçlarını verdim. Hastalığı geçti. Menenjit gibi ağır bir hastalık geçirmişti. Annem Malatya dönüşü ablamların yanına Bahri köyüne gitti. Biz de Bekir’in köyüne gittik. Annesi vefat etmişti. Bekir, iki ağabeyi ile birlikte ortak tarladaki ekinleri biçmeye gidiyordu. Bekir orak tutmaya ekin biçmeye alışık değildi. Beceremiyor, onlardan geri kalıyordu. Aynı hizaya yetişebilmek için çok çabalıyordu. Perişan bir durumdaydı. Ama işini geçte olsa yaptı. Derdikleri buğdayları bir araya yığıp harman yaptılar. Düğenle sürüp buğdayları başaklarından ayırdılar ve savurdular. Sonra eleyip yıkadılar. Kazanlara koyup kaynatıldı. Pişen buğdaylar kurutulmak için dama serildi. O gece bizim yatağımızı dama buğdayların yanına serdiler. Kuruyuncaya kadar birkaç gece damda yatarak bekçilik yapmış olduk ama damda yatması çok güzel oluyordu. Halimizden memnunduk. Kurutulan buğdaylar tekrar elenip çuvallara konarak ağızları bağlandı ve hayvanlara yüklenerek Akçadağ’a değirmene götürdüler. Öğütüp getirdiler. Eve gelince ablalarım değişik kalburlarla eleyerek Baş (Pilavlık), Orta(Köftelik) ve simit (Çiğ köftelik) olmak üzere üçe ayırdılar. Bunlar da paylaşılarak torbalara konuldu. Çok emek isteyen zor iş bitmiş, kışlık yiyeceğimiz hazırlanmıştı. 25


Bekir’in üç dayısı ardı. Bunlardan Hamodo ile Hasan yakınlarda oturuyordu. Mahmut, yukarı köy denilen dağın başındaki uzak düzlükte oturuyordu. Mahmut ve Hamado dayılarının tarlaları vardı. Amcasının evi ve tarlası, kendi ev ve tarlalarına bitişikti. Sonradan onlar biraz uzakça yere iki katlı ev yaptılar. Bunlar da evlerine ilave odalar ve mutfak yaptılar. Tuvaletleri evlerinin arka tarafında tahtayla çevriliydi. Su kaplarla taşınırdı. Çocuğu olmayanın merhameti de olmaz Köy halkı her şeylerini kendileri yapmaya çalışırdı. Hükümetin tahsildar memurları vardı. Köyleri dolaşır ev, arsa ve tarlaların vergilerini toplardı. Bekir’in hasan dayısı askerdeyken okuma yazma öğrenmişti. Okumayı seven, konuşkan, herkes tarafından sayılan, sevilen bir insandı. Köye gelen bu memurları da o ağırlardı. Yedirir, içirir, gidecekleri yer uzaksa o gece misafir ederdi. Hanımı Emine abla, kapalı giyinirdi. Erkek olan yerde yüzünü başındaki örtüyle kapatırdı. Karı koca Hac’a da gitmişlerdi. Çevreye göre daha görgülü ve bilgiliydiler. Köyde hep onlara giderdim. Hasan Dayı kitaplardan okuduğu bilgileri aktarırdı. Çocukları olmamıştı. Evleri temiz ve tertipli olurdu. Bir gün yine onlara gitmiştim. Hasan Dayı, Emine Yengeye söyleniyordu. Sebebini sordum. “gel kızım, gel. Bu kadının çocuğu olmamış, çocuğu olmayanın merhameti olmaz, acıma duygusu olmaz. Hamile olan kedimiz eve girip yavrulamak istiyor ama o bütün kapıları kapatmış. Samanlık veya ahır kapısından birini açsa oraya girer ve yavrularını doğurur. Hayvan saatlerdir miyavlayıp yalvarıyor. Kapıdan gitmiyor. Kediye acıyıp ta içeri almıyor” dedi. Hasan Dayı haklıydı ama aralarına girmek istemedim. Dinledim ama bir şey diyemedim. Ben de hayvanın durumuna çok acımıştım. Dursa bize götürürdüm ama alıştığı yerden ayrılmazdı. Sonra hayvan ne oldu bilemiyorum. Çünkü Emine abla kapıları açmadı. Hasan Dayı, Bekir’le evlenip yuva kurmamızda yardımcı olan, yol gösteren, saygıdeğer bir insandı. Mahmut Dayısı hoş sohbet, konuşkan ve şakacıydı. Yukarı köyde oturuyordu ama aşağıdaki tarlalarında iş olunca sık sık aşağı köye iniyordu. Burada da evi vardı. 26


Bir gece yatarken, sabaha karşı elimin üzerindeki acıyla uyandım. Gayri ihtiyari diğer elimle acıyan elimin üzerindeki şeyi almamla atmam bir oldu. Elektrik yoktu. Gaz lambasının fitilini de yatıyoruz diye kısmıştım. Hemen açtım. Elimin üzerinde kahverengi sıvılar vardı ve elim hemen şişmeye başladı. Yere baktığımda attığımın akrep olduğunu gördüm. Bekir Hemen akrebi öldürdü. Avsun Beni hemen Hamado Dayı’ya götürdü. O da bir şeyler okuyarak elimi temizledi. Başka bir şey yaptım mı hatırlamıyorum. Sonradan duyduğuma göre İnsanların böyle hayvanlar tarafından zehirlenmesinde Hamado Dayıya okutuyorlarmış. Bu yapılanlara “Avsun” diyorlarmış. Benim bu zehirlenmem ilkti. Sonradan da yaz tatillerinde köye geldiğimde tekrar akrep sokmuş ve yine Hamado Dayıya gitmiştim. Köye her gelişimde yine akrep sokacak diye korkardım. Bekir’in amcası öleli çok olmuştu. Oğlu Bekir Abi evin büyüğüydü. Annesi Meney Teyze, hanımı Emik Abla çok hoş, örnek ve sevecen hanımlardı. Çocukları da hürmetkâr ve güler yüzlüydüler. Bütün işlerini kendi kendilerine hallediyorlardı. Yıllar sonra, köylerinde toprak kaymaları artıp kuraklık da başlayınca Yağmurlu köyünden tarla, bahçe alarak oraya taşındılar. Orada ev yaptılar. Buranın geliri bitmişti. Çalışılacak, yapılacak iş olmadığı için çevre köyler, ilçeye ve Malatya’ya göçler başladı. Koca köyde oturan iki aile kaldı. Bunlardan biri amcasının torunu Ömer’di. Hanımı vefat edince köyde yalnız başına kaldı. Arıcılıkla uğraşıyordu. Kızları sık sık köye gidip temizliğini yapıyorlardı. Ölenler bitti. Taşınanlar gitti. Yine de bazı zamanlar, köyde ki tarlalara ve bahçelere gidip bakım yapıyor ve kaysı ağaçlarını ilaçlıyorlardı. Az da olsa emeklerinin karşılığını alıyorlardı. Ömer de köyde devamlı kaldığında arıcılıkla ve ağaçların bakımıyla ilgileniyordu. Yalnız köydeki dağının yüksek yerlerine dikilen telefon hattı direklerinin yaydığı radyasyonlar köydeki güzelim armut, alıç v.s. ağaçlarını kurutuyor, meyveleri olmuyor, olanlarda sağlıklı olmuyordu. 27


2. çocuğuma hamile kalmıştım. İşlerim daha da zorlaşıyordu. Okula stajyer öğrencilerin gelmesi de artıyordu. Biz ders veriyor, onlar da dinleyerek, görerek öğreniyorlardı. Kendileri de öğrencilerin derslerine giriyorlardı. Öğrencilere karşı sevgi ve candan bir ilgi göstermiyorlardı. Stajyerler grup grup geliyor, bir hafta kalıyorlardı. Biz de bir şeyler öğrensinler diye çalışıyor, rahat etmeleri için gerekenleri yapıyorduk. Bekir onlarla beraber oluyor, yakından ilgileniyordu. Kızım Emel’in doğumu 19.01.1952 Tarihinde kızım dünyaya geldi. Yine annem, ablam ve ebe doğumdan önce eve geldiler. Doğumdan sonra yine bir haftada ayağa kalkabildim. Beklediğim, düşündüğüm gibi olmadı. Bir türlü düzelemiyordum. Çok ateşim oluyor, kalkamıyordum. Doğumumun 3. gecesiydi. Odanın divanında yatıyordum. Bekir de yatağımın ayak tarafında yatıyordu. Annem de yer yatağındaydı. Bir türlü uyuyamıyordum. Gözümü kapayınca üzerime yılan atıyorlar, korkudan tekrar açıyordum. Lamba yanıyordu. Onlar uyuyorlardı. Tekrar gözümü kapayınca kâbuslar görüyordum. Güya Eltim Fatma Abla doğum yapacakmış ama o ağrı çekmesin onun yerine sen doğum yapacaksın diyorlar. Ben de doğum yapacakmışım gibi kendimi zorluyorum, sıkıyorum ve o sıkıntıyla gözümü açıyorum. Bu durumlar olunca söyleniyorum. Ben ne durumdayım, hiç ilgilenmiyorsun diye Bekir’e kızıyorum. İyileşmem için Karaduman ve Mehmet Hocalara gidip onları getirmesini istiyorum. Çünkü kış geceleri bize oturmaya geldiklerinde Akıl hastalığı olanları okuyarak iyileştirdiklerini, hatta tokat atarak ayıltıp kendine getirdiklerini söylemişlerdi. Ben de böyle gözümü kapamaya korktuğumu söylüyordum. Bekir yataktan kalktı. Divandan inip karşımda durunca onları çağırmaya gidecek sanıyordum. Kolunu kaldırdı ve suratıma bir tokat attı. Yanağım koptu sandım. Aklı sıra beni iyi edecek. Bu sefer ben ağlamaya başladım. “Deli miyim ki bana vuruyorsun” dedim. O, annemin yer yatağına girip yattı. Bu davranışına annem de çok sinirlendi. “Böyle ateşi yükselmiş hastaya vurulur mu? Ya bir şey olursa” dedi. Sabaha kadar oturduk. Bekir 28


erkenden gidip doktor getirdi. Doktor ateşime baktı. 40,5 muş. Doktor ; “Bu ateşle nasıl bayılmadan durabildin” diye hayret etti. Ben de: “Annem üzülmesin diye belli etmek istemedim” dedim. Hem yüksek ateş, hem hastalık çok kötü durumdaydım. Doktor iğne yaptı ve yatmamı söyledi. Yine kötü şeyler görürüm diye gözümü kapamaya korkuyordum ama ilacın etkisiyle hemen uykuya dalmışım. Ne sevdiği belli, ne sevmediği Ateşim düşene kadar beklemişler. Tedavimi yapan Dr. Selim Beye Akçadağ halkı “Sarı doktor” derdi. Ateşim düştü. Doktor hastalığımın “Lohusa humması” olduğunu söyledi. Bazı ilaçlar verip kullanmamı söyleyerek akşam üzeri gitti. Çok yorgun ve halsizdim. Mukaddes Ablam annemi çağırıyordu. Fazla kalamadı. Bir hafta ancak kalıp gitti. Bekir’in annem gittikten sonra söylediklerini de yazmadan geçemeyeceğim. Bir gece yatakta yatıyoruz. Gaz lambası yanıyor. Ben çocuğun beşiğinden taraftayım. Bekir diğer taraftaydı. Çok uykum vardı. Hemen uyumak istiyorumdum. Bekir’e: “Nasıl olsa sen uyumuyorsun, kitap okuyorsun gel yerlerimizi değiştirelim” dedim. Olur dedi ve yerlerimizi değiştirdik. Ben hemen uyumuşum. Derinden çocuk ağlaması geliyordu. Uyandım. Çocuk uyanmış ağlıyordu. Bekir’e: “Çocuk ağlıyor neden beşiğini sallamıyorsun” dedim. O da; “Nöbet benim değil mi? Sen yat uyu” demez mi? Hani bir türkümüzde “Ne sevdiği belli, ne sevmediği...” denir ya. Bu Bekir’di. Hiç belli olmuyor. Epeyce hastalık çektim. Raporum olmadığı için okul ile ev arasında gidip geliyorum. Stajyer öğrenciler derslere giriyorlar. Okul işinden çok ev işleriyle uğraşıyorum. Zeynep yardım ediyor, Meney Bacı ekmeğimizi pişirmeye devam ediyordu. Bunlar bana çok yardımcı oldu. Yoksa ben yalnız başıma işlerin üstesinden gelemezdim. Lojmanımız köy yolunun üst tarafında, komşu evler alt tarafındaydı. Doğan Dedenin, Ömer Osman’ın, Emiş-Aptik ve Karaduman’ın oturdukları evler vardı. Bu evlerin arkasında da aşağıya doğru uzanan bahçe ve tarlalar vardı. Kış gecelerinde bu evlerde oturan komşularımıza gidip gelmemiz çok oluyordu. 29


Baştaki evde oturan Doğan Dedenin gözleri bozulmuş, kör olmanın eşiğine gelmişti. Hanımıyla birlikte yaşıyordu. Oğlu ile kızı evlenmişti ve başka yerlerdeydi. Bir gün onlara uğradım. Hanımı yoktu. Doğan Dede namaz kılıyordu. Ayakta durdu. Sanki karşısında biri varmışta onunla kavga ediyor gibi sesli olarak konuşmaya başladı. Allah’u Teâla’dan sağlık istiyor. Neden göremediğinin hesabını soruyor, yardımcı olmasını beklediğini söyleyerek ağlıyordu. Benim orada olduğumun farkında değildi. 2-3 dakika bekledim. Çok duygulandım ve oradan ağlayarak ayrıldım. Doğan Dede gözlerini kaybetti. Günlerce gördüğüm çaresiz durumunun ve sözlerinin etkisinden, üzüntüsünden kurtulamadım. Tıp çok geriydi. Hastalığımızı tedavi ettirebilmemiz zordu. Ayrıca maddi durumun iyi olmaması başta geliyordu. Taşıt, doktor, kalacak yer bulmak zordu. Annem bize geldiği zaman biz annemle ilgilenemezdik. Çünkü gündüz okul, ders, stajyerlerle çalışmalar derken bu koşuşturmalardan fırsat bulamazdık. Geceleri de gaz lambasını yakar masanın üzerine korduk. Gelen olmazsa masanın bir tarafına ben diğer tarafına Bekir oturur ders planlarımızı yapmak için defter ve kitaplarımızı açar gecenin bir vaktine kadar çalışırdık. Annem loş odada otururdu. Yapılacak iş yok, konuşan yok, sıkılırdı. Eğer sigarası yoksa Bekir köyde satanlardan tütün ve çarşıdan sigara kağıdı alır anneme getirirdi. O da oturup ince ince sarar, süslü tabakasına dizerdi. Eğer sarılı sigarası varsa, çocuklar da yatıyorsa yolun altındaki komşulara oturmaya gider tabakasını çıkarır onlara da sigara ikram eder, beraber içerlerdi. Sohbet eder, zaman geçirirlerdi. Annem sonradan pişman olur şöyle derdi: “Beyim ölünce ben 33 yaşımda dul kaldım. Yalnız başıma namusumla dört çocuğumu büyüttüm, yuvalarını kurdum ama şimdi erkeklerle karşılıklı sigara içip günaha giriyorum, hem de biçimsiz oluyor” diye dert yanıyordu. Köyün yanında Ankara yolu üzerindeki Kuspınar mezrasında oturan saygıdeğer, bilgili bir sofu amcamız vardı. Örnek bir insandı. Yaşlı ama hareketliydi. Sofu amca bir gün atıyla yoldan geçerken annem görmüş. Sigara içişini ona da söylemiş. Üzüntülerini anlatmış. O da: “Abla, inşallah sen istedikten sonra Allah’ın izniyle sen bundan 30


kurtulursun” demiş. Bana bu durumu anlattı. Ben de inşallah dedim. Ama kaç yıldır sigara içen annemin bırakabileceğine inanamadım. Bu konuşmamızdan iki gün sonra okuldan eve geldiğimde annem rahatsızlanmıştı. Midesi bulanıyormuş. Sigarayı ağzına almasıyla bulantı başlıyor, zorlanıyormuş. Sigara içemiyordu. Yine komşularla yolun kenarında otururlarken Sofu Amca atıyla yoldan geçiyormuş. Annemi görünce atı durdurmuş: “Habibe bacım nasılsın? İyi misin? İyisin iyi, hadi geçmiş olsun, kurtuldun” demiş. Annem eve gelip bize bu durumu anlattı. Annem mide bulantısından sigara içemiyorum diyordu. Bu durum bir hafta sürmüştü. Böylece annem sigarayı bıraktı. Bir daha hiç içmedi. Böylece sigara bağımlılığından kurtulmuş oldu. Kotangölünde çalıştığımız yıllar, 23 Nisan Çocuk Bayramının ilkini bu köyde kutlamıştık. Sonraki bayram kutlamalarını Doğanlar, Eğin, Yağmurlu, Bahri köyleriyle birlikte Örükçü (Örüşkü) köyünde kutlamak için tüm okul öğretmenleri anlaşmıştık. Örükçü köyü, Aşağı Örükçü ve Yukarı Örükçü olarak ikiye ayrılmıştı ve iki okulu vardı. Kutlamalar Büyük Örükçü’ de yapılır, öğrencilerimizi oraya kamyonla götürürdük. Bayram kutlamamızın bu köyde yapılmasının nedeni orada yaşayan kıymetli, dini ve milli görüşleriyle çevresine örnek olan, yol gösteren, saygın ve ileri görüşlü ayrıca vatanı ve milleti için çalışan Şeyh 31


Ali Efendinin olmasıydı. Ayrıca bölgede birlik ve beraberliği sağlamayı amaçlıyorduk. Bayram kutlama-sında okulları sıraya göre dizerdik. Ali Efendi ve okul öğretmenleri, gelen köy halkının, öğrencilerin ve ayrı oturan köy hanımlarının bayramını kutlardık. Sonra her okulun bayram için hazırladığı Şiir, şarkı okuma, oyun, piyes gibi gösterilerini izlerdik. Merasimden sonra Örükçü halkı gelen misafir öğrencileri paylaşarak yemek yedirmek için evlerine götürüp, yedirip içirip getiriyorlardı. Biz öğretmenler de, okulda hazırladıkları yemekleri hep birlikte yerdik. O anılarımız anlatılacak gibi değildi. Cumhuriyet bekçileri Bu kutlamalar velilerle öğretmenleri birbirleriyle kaynaştırdığı gibi milli duygularımızı kuvvetlendiriyor, birbirimize bağlıyordu. Öğrenciler bile değişiyor bu duygular içerisinde derslerine daha çok sarılıyor, en çok ta Türk oldukları ve geleceğin “Cumhuriyet bekçileri” olacakları için gurur duyuyorlardı. Biz de öğretmenleri olarak gurur duyuyor ve bu başarılarımızın devamı için çaba harcıyorduk. Bahri Köyüne, ablamlara gezmeye gitmiştik. Oradayken Ali Efendinin ziyaretine gidelim dedik. Ablam gelmedi. Bekir ile ben gittim. Temel kucağımdaydı. Bekir’i Ali Efendinin odasına beni de eşi Hatice hanımın odasına aldılar. Candan karşılayıp çok ilgilendiler. Çeşitli konuları konuşup sohbet ettik. Sohbeti güzeldi. Çocuk yesin diye leblebi ikram etti. Bu arada odanın kapısı çalındı. Baba oğul iki kişi içeri girdiler. Oğlu askere gidecekmiş. Hatice Anayı görüp hayır duasını almaya gelmişler. Ona da şöyle konuştu: “Ne mutlu oğluna, vatanımızı ve milletimizi her türlü kötülüklerden korumaya gidiyor. Allah katında da, insanların yanında da, her zaman ve her yerde yaptıklarının mükâfatını görür. Güle güle gidip gelsin. Allah onu her türlü tehlike ve kötülüklerden korur inşallah, dedi. Onlar da Hatice ananın elini öperek, geri geri odadan çıkmışlardı. Bu şekilde çıkmaları dikkatimi çekmişti. Giderken arkalarını dönmeyerek, saygılarını göstermişlerdi. Akşamüzeri kalktık. Bizi kapıya kadar uğurladılar. Ali Efendi ve Hatice Anayla samimi ve sevgi dolu hareketlerle vedalaştık. Tekrar Kotangölü köyünün yolunu tuttuk. 32


Komşumuz Mayrik bacı çok yardımcı oluyordu. İşten daraldığımız zaman Temel’i serbest bırakıyordum. O da etrafta dolaşıyordu. Emel çok küçüktü evde yalnız bırakınca aklım onda kalıyordu. Öğrencileri sık sık eve gönderip çocuğu kontrol ettiriyor, dersi aksatmıyordum. Bir gün Emel’i emzirip karnını doyurarak demir beşiğine yatırıp “Yörek bağı” dedikleri enli bağla bağlayıp uyuttum. Temel’e de: “kardeşin ağlarsa okula gel bana haber ver” diyerek derse gittim. Dersi işledik, teneffüse çıkacaktık. Dershanede işim vardı. Öğrencinin birine eve gidip Emel’e bakmasını söyledim. Öğrencinin gitmesiyle gelmesi bir oldu. Emel’in beşikten düşmek üzere olduğunu söyledi. Koşarak eve gittim. Temel, Emel’i bağladığım bağı çözmüş, çocuğun belden aşağısı beşikten sarkıyordu. Hemen kucakladım. İlerde ne olacağını bilmediğim bir tehlikeyi atlatmış oldum. Temel evde, oralarda oynuyor diye ben de öğrencilerle uğraşırdım. Bazen eve gelince onu bulamazdım. Öğrencilere aramalarını söylerdim. Onlar da köyün içine veya bahçe tarafına bakar bulup getirirlerdi. Ne kadar evden ayrılma, bir yere gitme desem “Peki gitmem” derdi ama yine de yerinde duramazdı. Sağ olsun köy halkı onu görünce sahip olup getirirlerdi.

33


Akçadağ Köy Enstitüsündeki öğretmenim, bana çocukları gibi bakan, her zaman yardım eden, manevi babam Reyzi Pamir hiç bizi yalnız, habersiz bırakmazdı. Sık sık bizi arar, durumumuzu sorardı. Bize: “Sakın çocuklarınız orta okula gelene kadar köyden ayrılmayın. Ne artırabilirseniz şimdi köyde artırırsınız.” Derlerdi. Biz de Reyzi Babamın, Nimet Annemin uyarılarını dikkate alır idareli harcardık. Bekir alışverişlerini toptan yapardı. Bekir bir yandan da ilçede yatırım yapıyordu. Biz köyden ayrılana kadar iki tarla ve ablamların mahallesinden çok güzel, iki katlı ve bahçeli büyük bir ev aldık. Bir gün Bahri köyüne gittiğimizde öğretmenler öğrenciler ve biz müfettişle fotoğraf çekildik. Bekir Hocanın muskası Bekir’in yaptığı hocalığı da yazmadan geçemeyeceğim. Köyde bir Cannik Bacı vardı. Bir gün bize geldi. Bekir’e: “Hocam benim inek yeni doğum yaptı. Ne danasını emdiriyor, ne de bana sütünü sağdırıyor. Zorla sağmaya kalksam ayağıyla kovayı devirip sağdıklarımı da döküyor. İneğin düzelmesi için muska yazmanın iyi olacağını düşünerek sana geldim. İyiliğini benden esirgeme” dedi. Bekir de: “Yarın bana iki parmak eninde uzunca bir kumaş parçasını mumlayıp getir” dedi. Onların

34


bu konuşmasını dinlerken şaşırmıştım. Kadın gidince Bekir’e: “sen ne yaptığının farkında mısın?” dedim. O da: “Hanım, o benim her şeyi bildiğimi zannediyor. Cahil bir insan. Ben bilmem, elimden bir şey gelmez diye olumsuz konuşsaydım o da bana ‘bu nasıl hoca? Bir muska yazmasını bilmiyor’ diyeceği gibi, çevresindekilere de anlatacaktır” dedi. Kalktı bir kâğıda bir şeyler yazdı. Ne yazdığını bilmiyordum ama keşke bir dua yazsaydı. Kadıncağızın ertesi gün getirdiği mumlu beze muska gibi katladığımız kağıdı aynı şekilde sarıp, başka bir bezle diktik. Bekir kadına: “Bacım bunu götür ineğin boynuzunun orta yerine ineğin alnına gelecek şekilde tak” dedi. Kadın gitti. İki gün sonra lojmanın kapısının önünde duruyorduk. Baktım Canik geliyor. Elinde kocaman bir bakır tas (kâse) var. Yanımıza gelince: “Bugün ineğimi sağdım. Bana da, yavrusuna da bir şey yapmadı. Hocamdan Allah razı olsun” deyince ne diyeceğimi bilemedim. Getirdiği süt tasını alıp, tencereye boşalttım. Kabını yıkayıp kuruladım ve evdeki çay şekeriyle doldurup verdim. Çok memnun olarak gitti. Köylüler bana bir şey getirdikleri zaman, köyde bulunmayan, çarşıdan aldığım ve onların da ihtiyaçları olan şeylerden kaplarına doldurup verirdim. İnsanları sevindirmek, hoşnut etmek, beni çok mutlu ederdi. Bekir’e de bazen “hoca” diye şakadan takılırdım. Bazen gezmeye gittiğimizde veya bize misafir geldiğinde Bekir de şaka yapar, söz açılınca: “Benim gibi hoca bulamazsınız. Çok güzel muska yazarım” derdi. Köylümüz saf ve temiz kalpliydi. Atatürk’ün dediği gibi, Türk Milletinin efendileriydi. Kömbe Bir gün sınıfta dersteyim, okul koridorundan sesler geliyordu. Kapıyı açıp ne var diye baktım. Köyden Bebenin Hüsne dedikleri hanım, kucağındaki çocuğunu Bekir’in kucağına vermiş, “kızımı okula aldınız, benim işlerim var, yetiştiremiyorum, yapamıyorum, kızım benim yardımcımdı” diye söylenip, bağırıp çağırıyordu. Kadın kendine göre haklıydı. Çünkü iki oğlu, bir kızı öğrencimizdi. Büyük oğlu Mehmet Mutlu benim sınıfımda, Zekiye ile Bahattin Mutlu, Bekir’in sınıfında 35


okuyorlardı. Ben dershanenin kapısını kapadım ve derse başlamadan kadına gayri ihtiyari “terbiyesiz” dedim. Bunu duyan Mehmet annesine söylemiş. Ertesi gün Hüsne’nin karşıdan bize doğru geldiğini gördüm. Ayağa kalktım. Bu kadın her halde beni dövmeye geliyor diye düşündüm. Yanıma gelince elinden tutup içeriye aldım. Emel beşiğinde, Temel de yerdeki yatağında yatıyordu. “Benim çocuklarıma bak ondan sonra konuş. Senin evinin yanında komşuların, ayrıca akrabaların var, onlar yardımcı oluyor. Büyük çocukların okumaya geliyor. İleride okullarını bitirince, sizin gibi cahil olmazlar. Üstelik köyünüzde okul var ve evinize yakın. Birçok köyde okul yok. Şimdi benim çocuklarımın durumuna bak. Sizin çocuklarınız için yalnız bırakıp derse giriyorum. Sahipsiz kalıyor, perişan oluyorlar” dedim. Konuşmalarımdan etkilenmişti. Beni kucaklayarak: “kusura bakma” dedi. Ayrıca; önemli durumlarda, çocukları lazım olduğunda izin vereceğimizi, yardımcı olacağımızı söyledim. İyi bir şekilde ayrıldık. Bu olaydan sonra bir sorun çıkmadı ve çocukları da okudular. Kış mevsimi girmiş, geceler uzamaya başlamıştı. Köyün, Ömer ismindeki imamı (hocası) komşularıyla anlaşmışlar her gece bir evde toplanıp sohbet edip “kömbe” yiyorlarmış. Bunu Bekir duymuş. Bir gün okula gelen Ömer Hoca’ya takılıp şöyle demişti: “Hocam duyduğuma göre her gece geziyormuşsunuz. Gel seninle bir anlaşma yapalım. Beni çağırdıkları zaman seninle beraber gidelim, seni çağırdıklarında da yine ikimiz beraber gidelim” Hoca da: “İyi olur, değişik komşular gidiyoruz. Bundan sonra seni de alırım. İki hoca birlikte olunca sohbetlerimiz daha güzel ve verimli olur” dedi. O günden sonra Bekir evde durmaz oldu. Ama fazla uzun da sürmedi. Bekir onlara ayak uyduramadı. Çünkü onların işi gücü yoktu. Oysa Bekir’in her gece, yarınki derslerin planını yapması, okuması ve hazırlanması gerekiyordu. Bana “Hanım bir gece de bize çağıralım” dedi. Gittikleri toplantılarda, radyo, televizyon, gazete gibi haberleri ve bilgileri verecek, onların genel kültürünü artıracak şeyler yoktu. Taşıtta bulamazlardı ki gezip görerek öğrensinler. Ancak kendi dünyalarına kapanmış şekilde komşuluk ilişkilerini sürdürüyorlardı. Bir gün komşumuz Karaduman’ın Ayşe’yi çağırıp, bizde kömbe yaptık ve misafirleri ağırladık. Bekir Akçadağ’dan başka yiyeceklerde 36


almıştı. Onları da ikram ettik. Hoşlarına gitti. Radyo dinlemek te onları memnun etti. Bu köy toplantılarına daha fazla devam edemedik. İşlerimizin başına dönmemiz gerekiyordu. Ama bu toplantıların faydası oldu. Köylü ile kaynaşmış olduk. Onları sevdik. Onlar da bizi sevdiler. Bir aile gibi olmuştuk. Evde kimse olmadığı zaman çocukları komşulara gönderiyordum. Bir cuma günüydü. Dersten teneffüse çıkmıştık. Emel komşudaydı okula getirdiler. Zorla bir ders daha yapabildim. Çocuk durmadı. Mecburen komşumuz Mayrik Hanıma götürdüm. Kızı evdeydi. Ona bıraktım. İyi ki yardımsever komşularımız vardı. Okul paydosuna kadar orada kaldı. Sonra gidip getirdim. Emzirip, temiz kundağına sarıp yatırdım. O zaman evlere gelip iş ve temizlik yapacak kimseyi bulamazdık. Ama böyle evlerine götürürsek bakıyorlardı. Bende elimden geldiği kadar yaptıkları yardımın altında kalmayıp karşılığını bol bol vererek gönüllerini alıyordum. Çocuklarıma iyi bakmak büyütmek istiyordum. Boş zamanlarda çocuklarımla ilgileniyor, bakımlarıyla, beslenme ve giyimleriyle uğraşıyordum. Gelen misafirlerimizi yemekli veya yemeksiz de olsalar gerekli ağırlamayı yapıyor, onların sevgi ve memnuniyetlerini gördükçe mutlu oluyordum. 01 Ekim 1953 tarihinden itibaren günlük tutmaya başladım. Günlük tutup yaşananları günü gününe kaydetmenin önemini insan yıllar sonra daha iyi anlıyor. Okudukça tekrar yıllar öncesine gidiyor. Bu günlüğümün 14 Şubat 1955 yılına kadar olan kısmını aktarıyorum.

37


01 Ekim 1953 Perşembe. Bugün Kotangölü köyündeyim. Nüfus cüzdanıma göre 15 Mart 1930 doğumluyum ve şu an 23 yaşındayım. Bu yanlış yazılan tarihe göre Babamın ölüm tarihi 1934. Oysa ben babamın ölümünden 15 gün sonra doğmuşum. Bu hesaba göre şu an 19 yaşındayım. Bence bu hesap doğru. İki çocuğum var. Bunlara bakıp ilgilenen, ev işlerini yapan, Malatya’dan, ve köyden gelen akraba ve misafirleri ağırlayan, resmi olarak gelenleri de ağırlayan, yediren içiren, evimizin ekmeğini yapan bendim. Eşim Bekir’de bize sahip çıkar, koruyup kollar ve yardımcı olurdu. Bekir ile el ele, sırt sırta vererek çok çalıştık. Bekir’in dediği gibi; Köye, çevreye örnek ve yararlı olmaya çalıştık. O uğraşlar içerisin de bizim ve çocuklarımızın hastalıkları da bizleri çok sıkıntıya sokuyordu. Doktorun bir saat mesafedeki Akçadağ ilçesinde olması maalesef doktor yardımı almamızı da zorlaştırıyordu. Kendi kendimizi tedavi etmeye çalışıyor ancak çok zorunlu olduğunda doktora gidebiliyorduk. 10 Ekim. Bekir gece hastalandı ve yatıyordu. Ben de çocukları yatırdım ve yarınki ders planını hazırlayıp yattım. 38


Sabahleyin çocukları ve çamaşırlarını yıkadım. Taze ekmek pişirmiştim. Yemek hazırladım ve yedik. Köyden Nazife Hanım geldi. Sonra İbik Amca’da geldi. Bekir onunla oğlu İbrahim’e gittiler. İbrahim askerde iğne yapmasını öğrenmişti. Hastalar iğnelerini ona yaptırırdı. Bekir ikindiye doğru Temel ile geldi. Çocuğu yanıma bırakıp diğer odaya geçti. Yanımda köyden Eşo (ayşe) vardı. Emiş çocuklarıyla birlikte misafirliğe gelmişti. Bir şeyler hazırlayıp ikram ettim. Onlar gittikten sonra akşama doğru İbik Amca geldi. Bekir’in nasıl olduğunu sordu. Ben de içeride yatıyor dedim. O da “Yahu Bekir bey bizde öyle hasta oldu ki, beni korkuttu” dedi. Ben de korkmuştum. Beraber yattığı odaya girdik. Bekir yatağındaydı. Ben hemen “Bekir” diye seslendim. Bana küskün olduğunu biliyordum, unutmuş göründüm. (Küsme huyu vardı) “Hı” diye gözünü açtı. İbik Amcayı görünce doğruldu, yatağın içinde oturdu. O da nasıl olduğunu sordu. Bekir de iyi olduğunu söyleyince İbik amca evine gitti. Selim’de ziyaretine geldi. O da biraz oturup konuştular ve o da gitti. Odaya yatağını serdim. Birkaç defa kalkıp yatağına yatmasını söyledim gelip yerine yattı. Gece epeyce inledi. Üzeri açıldıkça örtüyordum. Sabaha kadar uyuyamamıştım. Sabaha kadar uyudu. Sabah kalktığında çok şükür iyileşmişti. Bu günü hiç unutmadım. 17 Ekim. Bu gün köyden gelen armutlardan Gezici Başöğretmenimiz Halit Beylere gönderdim. Çok memnun olmuşlar. 17 Aralık. Bu gün okuduğum Eba Müslüm’ü Horasani kitabının etkisi altındayım. Allah’ım en sevgili kullarının alınlarına bu akıbeti niçin yazıyorsun. Ölürken Allah’a “Senden korkmayan kafirdir” diyen, o şekilde son nefesini veren Eba Müslüm’ün durumu sanki gözlerimin önünde cereyan etmiş gibi içim burkuluyordu. Onların mertebesinin büyüklüğünü anlıyordum. Derinlere aklım yetmiyor, ancak Allah’u Teâlâ’nın bizi peygamberimiz Hz. Muhammed ve diğer din uğruna giden Müslümanların yanından ayırmasın. Peygamberimizin şefaatinden mahrum etmesin diye dua ediyordum.

39


Okul işleriyle uğraşmam devam ediyordu. Pazartesi günü akşamüzeri müfettiş geldi. Salı günü teftişe başladı. Öğrencilere sorular sordu. Akşam, sabah ve öğlen yemeklerimizi birlikte yedikten sonra memnun olarak ayrılarak gitti. Bekir’i ve beni çok övdüğünü duyduk. Çarşamba günü Zeki Bey geldi. Ben 2. dersteydim. 3. dersime girdi ve çok memnun oldu. Öğlen yemeğinden sonra epeyce yapılacak iş verdikten sonra gitti. Perşembe günü Örükcü’ye giderken tekrar uğradı. Daha iki resim çizmiştim. Hemen getirip gösterdim. Çok emek vermiştim. O sanki lüzumsuz bir şeymiş gibi baktı. Diğerlerini bir haftada bitirdim. 01 Ocak 1954 Cuma günü yılbaşı gecesiydi. Köy halkından gelenler oldu. Sohbet ederek güzel anılarla yeni yıla girdik. Sabah Temel ile Emel’in fotoğraflarını çektirdik. Akşam üzeri Köy Enstitüsünün otomobili geldi. Yanına gittim. Bekir ile Zeki Bey otomobilin içindelerdi. Gelecek stajyer öğrencilerin eşyalarını getirmişlerdi. Ertesi gün de öğrenciler geldi. Sabahleyin benim dersime girdiler. Matematik dersinde vereceğim ödevler kısmını zor buldum. Öğrenciye yaptırdıktan sonra, 3. problemde geçen bayrak kelimesine yanlış demişler. Bana bir şey söylemediler. Yazı dersinde 3 çocuk bu durumu söyledi. Onları doğru olduğuna ikna ettim. Maksatlarının boş yere çene çalmak olduğu anlaşıldı. Öğleden sonra kitap işlerini konuştuk. 40


Müfettiş, ben, Bekir ve stajyer öğrenciler. 11 Ocak 1954 İkindiyi biraz geçmişti ki Maarif Müdürü ile müfettiş geldi. Gece 20-21’e kadar çalıştım. Okul işleri, planlar, konuşmalar derken saat birde yattık. Sabahleyin Bekir yatakları topladı. Etrafı düzenleyip kahvaltıyı hazırladık. Kahvaltıdan sonra memnun olarak ayrıldılar. 14 Ocak. Bugün Nusret adında bir stajyer öğrenci derse girdi. Konuları işlerken çok zorlanıyordu. Biz okuldayken Bahri köyünde öğrencim olan Ramazan geldi. Hasan Eniştem polis olmuş. Tayini Maraş iline çıkmış. Ablamın mektubunu verip gitti. Hiç konuşmadık .23 Ocak 1954. Dün derse stajyer öğrencilerden Nusret Ertuğrul girdi. Ama hep kağıda bakarak dersi işledi. Çocukların dikkatleri dağınıktı. Bugün stajyer Bayraktar May derse girdi. Hazırlıklıydı. Çalışmış ve konuya hakimdi. Yalnız kendini beğenmiş tavırlarla hareket ediyordu. Öğleden sonra okula uğradığımda kapı açıktı. Bayraktar, öğrencilerin başında durmuş beraber yazı tahtalarını boyuyorlardı. Güzel bir çalışma içerisindeydiler. 41


Hastane günlerim Bu gün nedense diğer gönlere göre daha halsizim. Acaba yine hamile miyim? Hastaneye doktora gitmeyi düşünüyorum. Hayırlısı bakalım. 26 Şubat 1954 Cuma. Bir ay önce hastalanmış ve muayene olmak için Malatya’ya gitmiştim. Durumumun hastaneye yatacak kadar önemli olduğunu bilmiyordum. 17 gün hastanede kaldım. İlk gün, üzerimi değiştirip birinci hasta odasındaki ikinci yatağa yatırdılar. 1. Yatakta Malatyalı Fahriye isminde bir kadın yatıyordu. Tam 10 gün beraber kaldık. Bekir’den okumak için kitap istemiştim. O da 5 tane roman almıştı. Çingene Güzeli, Aldatacağım, Çölde Bir İstanbul Kızı, O Gün Gelecek mi?, Erikler Çiçek Açtı kitaplarını okudum. İki gün boş kaldım. Bekir yine kitap getirir diye bekledim. O da acele köye dönmüş. Önceden Fahriye Teyzenin kardeşi oğlu Ömer ile de 5 kitap istemiştim. Bunlarda: Evleniyorum, Dişi Örümcek, Jane Eyre, diğer ikisinin adını günlüğe yazmamışım. Nusret eniştem de beni ziyarete geldiğinde 2 kitap getirmişti. Adları: Villada Bir Gece ve Allah’a Ismarladık’tı. Onları da okudum. Kitaplar bana arkadaşlık ediyor, gece yarılarına kadar okuyordum. Hastaneden çıkmama 3 gün kala bir hasta bakıcı, Yunus Emre’ye ait bir kitap getirdi. Onu da okudum. Hiç iyi olamıyordum. Sabahları daha hasta olarak kalkıyor, baş ağrısı, baş dönmesi, mide bulantısı geçmiyordu. Yanımdaki yatak boşalmıştı. Emine adında bir hastayı yatırdılar. Konuşkan biriydi. Hastalığımı sordu, söyledim. Doktorlar bakıyorlar anlamıyorlar dedim. Emine de arka üstü yat bir karnına bakayım dedi. Söylediğini yaptım. Karnıma baktıktan sonra “sen hamilesin, boş boşuna hastaneyi bekleme” dedi. Hatta oğlun olacak diye tebrik etti. İki gece de Emine ile kaldım. Hemşireler yemekteydiler. Kotangölün den Mehmet Baba beni ziyarete gelmişti. Hastaneden çıkıp çıkmayacağımı sordu. Çıkmak istediğimi söyledim. Beraber hastaneden çıktık. Cuma Amca arabası ile duruyordu. 9,5 lira verdim ve hemen yola çıktık. Eve geldik.

42


03 Ağustos 1954. Annem, Cevdet, Bekir ile Mustafa Akçadağ’a gittiler. Akşamüzeri Bekir ile Mustafa geri döndü. Bugün sabah radyoyu kurdular. Evdeki küçük keçi yavrusu hastaydı. Kestiler. Yemekten sonra gittiler. Ben de ekmek pişirdim, yemek hazırlığı yaptım. “kaburga” pişirdim. İyi ki yemek hazırlığı yapmışım. Akşam namazı dayım, annem, Cevdet, Mustafa ve Bekir geldiler. Acıkmışlardı hemen sofraya oturdular. Yemeklerini yediler. Çok memnun oldular. 05 Ağustos Cuma. Bu gün annem gitti. Dün de dayımla birlikte Bekir Akçadağ’a gitmişlerdi. Araba varmış oradan Malatya’ya gitmişler. Bu gün Bekir döner diye bekledim. Yemek hazırladım ama gelmedi. Böyle yalınız kaldığım geceler çok korkuyorum. Saat çalışmadığı için kaç olduğunu bilmiyorum. Tahminen 21.30 olmuştur diyerek namazımı kılıp yattım. Çocuklar da uyuyorlardı. Ayşe ile Fatma da yanımda kalıyorlardı. Çok sıcak ve kasvetli gecede korkumdan uyuyamadığım için “Aşka Dönüş” romanını okuyup bitirdim. Sabaha karşı uyumuşum. 08 Ağustos Pazar. Bu gün evi temizledim. Yarın kurban bayramı. Bekir köyden İbil ile konuşuyor. Hiç halim yok. Dün Bekir Malatya’dan geldi. Bana bayramlık terlik ve çorap almış. Radyoya pil de almış. Epeyce dinledik. Hatta gece saat 23’e kadar dinledik. Aldığı romanları da bayramdan sonra okurum diye kaldırdım. 43


09 Ağustos 1954. Bu gün çok erken kalktım. Saat 9’a kadar işimi zor bitirdim. Bayram nedeniyle gelen giden çok oldu. Çok güzel bir gün geçirdim. Bu arada “Ne bir ses, Ne bir nefes” ile “Küçük ev” romanlarını okudum. Şimdi Ali babanın oğlu Ahmet ile Battal’ın oğlu Mehmet bayramlaşmaya gelmişler. Mezarlığa dikip büyüttüğümüz üzüm bağı üzerine konuşuyorlar. Hakikaten çok güzel oldu. 10 Ağustos. Bu gün yukarı doğanlar köyüne yürüyerek gittik. Uzak olduğu için çok yorulup hırpalandım. Adımımı atacak halim kalmadı. Buraya gelmemizin nedeni Bekir’in babası (Kayınpederim) nın hastalanmasıydı. Çocukları evde bırakıp geldik. Babamın durumu hiç iyi değildi. Kötü bir durumdaydı. Yapabileceğimiz bir şey yoktu. Biraz oturduk ama çocukları da evde bıraktığımız için dönmemiz gerekiyordu. Oradaki akrabalarda işlerinin başındaydı. Hasan dayının hanımı Emine abla hastanın başındaydı. Saat 15’e doğru oradan ayrıldık, 17’ye doğru eve ulaşabildik. Gidiş ve dönüş yolculuğu bizi yordu ama çok güzel, hoşumuza giden bir yürüyüş oldu. (Bu son paragrafı günlüğüme beyim Bekir eklemişti) 13 Ağustos. Bu gece evdeyim ama çok yorgunum. Üç gündür Akçadağ’dayım Evvelsi gün işleri toparladıktan sonra Akçadağ’a yollandık. Yolculuğumuz fena değildi. Ablamlarda da kiracılarıyla tanışıp görüştük. O gün bir roman istedim “Bir kızın masalı” diye bir kitap verdiler. Akşamdan okumaya başladım. Gece saat bir sıralarında bitirip yattım. Bu ay içinde çok çeşitli romanlar okudum. Okumak alışkanlık halini aldı. Okumadan yatamıyorum. Sabahleyin de ben yatarken Bekir Malatya’ya gitmiş. Akşam üzeri döndüğünde biz gezmeye gitmiştik göremedim. Sabah görüştüğümüzde Müzeyyen Ablamın doğum yapmış olduğunu, bir oğlu olduğunu ve sağlığının iyi olduğunu haber verdi. Öğlene kadar ablamın ve kiracılarının anlattıklarını dinledik. Sonra eve döndük.

44


Osman Reyzi’nin doğumu 20 Ağustos. Bekir bir haftadır hep hasta. Akçadağ’a doktora gidiyor, iğnelerini köyde İbrahim’e yaptırıyor, bir türlü iyileşemiyor. Köyden bana yardım etmek için Sultan Abla, Meney Bacı, daha kime haber göndersem yardımıma geliyorlar. Ama benim halim yok. Başım ve karnım ağrıyor, ayakta duramıyorum. Aksi gibi kış hazırlıkları yapılması gerekiyor. Buğday yıkama, eleme, ayıklama, buğday kaynatma, kurutulması gibi işlerin yapılmasında bana yardımcı olanlara benim yardımım dokunmuyor. Karnımdan oturup kalkamıyorum. Her halde doğum yaklaşıyor. 29 Ağustos 1954 Pazar. Yattığım yerde, bir elimle karnımı tutarak yazıyorum. Evet çok şükür kurtuldum. Dünü tafsilatlı değilse de biraz yazıyorum Dün gece Akçadağ haberinden sonra yattık. Çok zorlanıyordum. Erken kalktık. Yıkandık. Bekir yemekten sonra köye gitti. Bizde gelen yardımcı hanımlarla buğday ayıklamaya (seçmeye) devam ettik. (Karnım ağrıdığı için zor yazabiliyorum) Öğlen üstü köyden ilkokul arkadaşlarımız Kara Ahmet ile Bekir geldi. Yemek yediler. Biraz sonra dışarıya yer yaptım gidip yattı. Biz tekrar buğday ayıklamaya oturduk. Bu işleri yaparken arada bir sancım oluyordu. Nihayet ikindiye doğru ağırlaştı. Akşamüzeri baktım olmadı. Hemen öğrencimiz Aliseydi’yi Akçadağ’a ablama gönderdik. Onu alıp gelecekti. Onlar gelene kadar zorla başımı yıkadım. Saat 19.30 sıralarında ablam geldiler. Sancım artmıştı. 22’ye 10 kala çocuk dünyaya geldi. Zor olmakla beraber doğumu çabuk oldu. Sabaha kadar sancım olduğu için uyuyamadım. Sabahleyin çay zamanı gaynım da geldi. Değirmen hazırlığına başladılar. Ablamlarda çamaşır yıkadılar. Öğleden sonra bana ve çocuğa bir karın ağrısı oldu. Epeyce devam etti. Sonradan çocuk uyudu. Benimde biraz hafifledi. Hava çok sıcak ter içinde kaldık. 31 Ağustos. Bu yazımı çok şükür oturduğum yerden yazıyorum. Gerçi karnım ağrıyor ama bugün daha hafif. Karnımı da bağladılar.

45


Mukaddes Ablamdan mektup aldık. Epeyce bir dil dökmüş. Ne biçim insanlar. Bunların sevgileri böyle! Yaparak, yardım ederek, koruyarak değil, sözle. Beni bu halimle bırakan ana ve abla çok zoruma gidiyor. Yazıyla anlatılmıyor. Cevabını Bekir yazdı. 2 Eylül 1954 Perşembe Bu yazımı sabahleyin yazıyorum. Saat 6,5 Bekir yok. Dün akşam güzel uyudum. Sabahleyin kahvaltıdan sonra Şükran ve Temel, ebeyi evine götürdüler. Evine bırakıp biraz sonra geldiler. Kadınlar geçmiş olsuna, doğum için göz aydınına, hediyeleriyle geliyordu. Mukaddes Ablamın mektubunu Bekir götürdü. Hamileyken babamı rüyamda görmüştüm. Eğer oğlum olursa babamın adını, yanına da manevi babam Reyzi Pamir’in adını koyup “Osman-Reyzi” olmasını isteyeceğim. Babalarım bir arada olurlar diyordum. Dileğim oldu. Güzeller güzeli, sarı saçlı, mavi gözlü çocuğun adını koydular. “Osman-Reyzi” İki babamın adıydı bu. Bugün biraz daha iyiyim. Sancılarım biraz azaldı. Bekir akşamüstü geldi. Yemek zamanı Ömer Abim de (eniştem) geldi. Sonradan Akçadağ’a sinemaya gittiler. 11 Eylül. Çocukluğumdan beri yaz ve sonbahar aylarında Akçadağ ve köylerinde iken gözümde ağrılar olurdu. Gözüm kızarır, göz kapaklarım çapaklanırdı. Dün yine gözüm ağrıyordu. Bugün de ağrıyor ama yine de yazıyorum. İlaç gelmişti. Göz damlaları iyi geldi. Ağrısı o kadar kalmadı. Akşam yemeğine Ahmet’i de çağırdık. Yemekten sonra Ahmet buğday firiğinden pişirdi. Çocuklarla oturup yedik. Meney bacı da iki gecedir bizde yatıyor. Ahmet gitti. Radyoda Neriman Altındağ türkü söylüyordu. Bekir bisikletle Akçadağ’daydı. Sinema kapalıymış. Sabahleyin kimse kalkmadan erken kalkıp ütüyü yaptım. Çayıkahvaltıyı hazırladım. Kahvaltıdan sonra Bekir Akçadağ’a gitti. Benim gözüm derken Temel’in de gözü ağrımaya başladı, yatıyor. 13 Eylül. Meney bacı bizde yatıyor. Herkes uyuyor ama ben uyuyamıyordum. Sabah çamaşır yıkanacağı için erken kalktım. Halen gözüm iyileşmedi. Beni çok rahatsız ediyor. Çocukları yıkadım ve çocuğun belini Gozlucalı Mehmet’e çırptırttım. Çocuklar 40 gün içindeyken kesici ustura veya jiletle sırtlarına sık sık ve kısa aralıklarla vurularak kanatırlardı. Çocuk böylece sağlıklı olurmuş. Ne derece doğru bilemiyorum ama bütün çocuklara bu 46


işlem yapılırdı. Temel ve Emel’de de kırklı iken yapılmıştı. Bu işlemi herkes yapamazdı. Belli kimseler yapardı. Ütü yapılacaktı onu yeni bitirmiştim. Ömer Abim nişasta çıkartmak için buğday getirmişti. Leğende buğdayı yıkatıp üzeri kapanana kadar su koyup hazırladım. 14 Eylül. Saat 8. Ahmet ve Meney ile oturuyoruz. Çocukları da var. Günlük defterimi elime alınca Ahmet şöyle dedi: “Sanki bugünde zarar ettik. Ömrümüzden bir gün daha geçti” Çok doğru bir söz. Geçen günler ömürden gidiyor. Bekir bugün de gelmedi. Dün otururken Meney Bacı geldi. Biraz konuştuk ve yattık. Gece çocuk durmadı. Benim ve Temel’in göz ağrılarımız devem ediyor. Bizi çok rahatsız etti. Doğru dürüst uyumadan sabahı ettik. Sabah nişastayla uğraştık. Epeyce işler gördük. Saat 14.00 sıralarında işe son verdik. Çok yoruldum. Ahmet sabahleyin bize geldi. Gece rüyasında bizi görmüş, merak etmiş. Anlatmaya gelmiş. Ahmet bizdeyken Zeynep geldi. Evlilikten konuşuyorlardı. Ahmet bizden kendine sahip çıkmamızı isteyerek ablamın kızı Perihan hakkındaki düşüncelerini konuştuk. Bakalım Allah her şeyin hayırlısını versin. 25. Ekim Pazartesi. Bugün ablamlara mektup yazdım. Bu hafta işler çoktu. Büyük odayı badana yaptırdık. Mehmet, halamı ve Fırat’ı getirmişti. Mehmet biraz oturduktan sonra gitti. Halam Cumartesi günü sabahleyin gitti. Cuma günü Sultan Teyze de gelmişti. Kesilen etleri kavurduk. İyi ki gelmiş, çok faydası oldu. Sultan Teyze yanımdaydı. Cumartesi günü Bekir babası gile gitti. Akşam gelmedi. Pazar günü öğlene doğru kaynımla birlikte geldi. Kaynım sabahleyin gitti. Sandığı ve oraları düzenledim. Okula gittim. Öğleden sonraki son derste çocuk uyumamıştı. Ağlıyordu. Ne yapayım? Stajyer Haydar Aydın gelmiş dersime girmişti. Dersten çıkınca biraz konuştuk ve akşamdan gitti. Onu da Malatya’ya yakın olan Kilayik’e vermişler. Onun için durmayıp gitti. Hemen eve çocuğun yanına geldim. Çok ağlamıştı. Şimdi saat 20.00 ye geliyor. Bekir evde. Mehmet Baba da bizde, mektup yazıyor. Ben de Bekir’e fiş yazdım. O da fiş yazıyor. Muhsin de köylülerin 47


arkalarına düşüp gitmişti. Artık çocuklar büyüdüler, gelip gidiyorlar. Köyden de ailece veya yalnız oturmaya gelenler de çok. Radyo olunca misafirlerimiz konuşma, sohbet etme, hem de radyodan şarkı türkü dinleme, çerezler, başka yiyecekler derken hepsi bir araya gelince, gecelerimiz çok güzel geçiyordu. Bu gün Emel ve Osman Reyzi’nin fotoğraflarını çektirdik. 06. Kasım 1954 Saat 21.00’e geliyor. Stajyerler buradaydı gittiler. Bekir de vazife icabı başka yere gitti. Bu gece yalnızım. Ayşe Fatma geldi. Gece yanımda kalacaklar. Epeyce oturduk. Bugün sabahleyin kaynım çayı içtikten sonra gitmişti. Ben de okula gittim. Ders arası Fadime’nin çocuğunu sordum. Öğleden sonra paydos oldu. Eve geldim. Meney Bacı geldi. Zeynep su taşıdı. Meney yemekten sonra gitti. Diğer bir Meney Bacımız vardı, o geldi. Konuşmayı seven biriydi. Akşamüzeri gitti. Solmaz da gelmişti. O biraz daha oturup gitti. Ayşe Fatma yanımda diye gece rahatça yattık. Sabah kalktık. 07 Kasım Bu günkü acı günümü ve korkumu yazıyorum. Çok zor bir hadise. Gece yattık. Yerim de iyi değildi. Çocuğu uyutmamla benim uyumam da bir oldu. Sabahleyin erkenden Ayşe Fatma gitti. Biraz sonra çocuk ağladığı için kalktım. Ateşi yakıp, abdest alıp, namazı kıldım. Çocuğu kaldırdım. Büyük odaya girince donup kaldım. Evet yanlış görmüyordum. Karşıdaki sandık açık duruyordu. Hemen, eve hırsız girmiş olduğunu anladım. 48


Gün doğmadan Neler doğar Hırsız odadan ve sandıktan istediğini almış ve götürmüştü. Zeynep geldi durumu gördü. O da Hacı Amca gile söylemiş. Onlar da gelip gördüler ve çok üzüldüler. Bugün seçim günü olduğu için gelen giden çoktu. İbik’te durumu öğrendi. Timur ile Bekir’e haber gönderdik. O da hakimliğe yazı yazmış. Gedikli, Ömer Abim, Tapucunun Yusuf, Ömer eniştemin yeğeni Osman, Mehmet geldiler. İkindiye kadar bunlarla uğraştık. Akşamüzeri köylüler oturmaya geldiler. Saat 19.00’dan sonra gittiler. Aliseydi öbür odada yatıyordu. Bekir gelmedi. Ben de diğer odada yatacağım. İçimden bir ses geldi. Sanki hırsız tekrar gelecekmiş gibi bir his vardı. Gözlerim kapanıyordu. Çok halsizdim. İnsan üzüldükçe içi daha çok yanıyor. Ne yapalım Allah büyüktür. “Gün doğmadan neler doğar” derler. Allaha çok şükür ki, bileziklerim gardırobun içinde asılı olan Bekir’in ceketinin içindeydi. Karyola dolabın önünde olduğu için açıp alamamışlar. Galiba orada bilezik olabileceğini de düşünememişler. Demek ki hırsız, bileziklerimin olduğunu bilmeyen birisiymiş. 15.Kasım 1954 Bugün Perihan ve diğer çocuklar, Ayşe Teyze, Hamonun Hasan geldiler. Çok kalabalıktık. Saat 10.00’a kadar sandığı ve odayı düzenledim. Bekir ile çocuklar yemekten sonra Akçadağ’a gittiler. Biraz sonra Bekir’in ağabeyinin çocukları Mahmut ve Bahattin geldiler. Saat 22.00’ye kadar oturup kitap okuduk ve yattık. Ben yattıktan sonra da okudum. Lamba iyi yanmadığı için saat 24.00’e doğru uyumuşum. Çocuk iyi uyumadı. Ben de uykumu tam alamadım. Sabahleyin çamaşır değişecektik. Ateşi yaktıktan sonra sandıktan temiz çamaşır almaya gittim. Aman Allah’ım sandıktakiler darmadağın olmuştu. Acaba yine hırsız mı? Girmişti. Etrafa bakındım. Hırsızın girdiğini gösteren bir iz yoktu. Takıların konduğu kutu sandıkta yoktu. Bekir’e durumu anlattım. Odada hala uyuyan çocukları uyandırıp kaldırdı. Dışarı çıkarıp sıkıştırdı. Ne söylediğini bilmiyorum. Bir saat sonra geldiler. Aman Allah’ım neler almamışlardı ki. Götürüp saklamışlar. Sakladıkları yerden alıp getirdiler. Bu olayı sonradan köylüler de duymuşlardı. “Önceki hırsızlığı da kendi akrabaları yapmıştır” dediler. Suçu başkalarına atınca, olayı kapadılar. 49


Müzeyyen Ablamın Ölümü 17 Kasım 1954 Salı Rüya görüyorum: Müzeyyen Ablam bize gelmiş. Bana; “Ben daha eve gitmeyeceğim. Buraya geldik. Sana sözüm var” dedi. Elini omuzuma atarak okula doğru yürüyorduk ki uyandım. Perihan bizdeydi. Rüyamı ona anlattım. Annem Malatya’ya gelmiş diyorlar. O durum mu bana ayan oldu? diye konuştuk. Sabah henüz derse girmemiştik Osman geldi. “Müzeyyen Ablam hastaymış Hatice Ablam onu sormaya gitti. Ben de Perihan’ı eve götürmeye geldim” dedi. Canım sıkıldı, üzüldüm. Hava yağmurluydu. Bekir’de onlarla birlikte öğle yemeğinden sonra gitti. Müzeyyen Ablamın durumunu öğrenmişler ama benim gerçek durumundan haberim yok. O gün yani 17 Kasım Salı günü Mahmut Amcam bize geldi. Bekir’de saat 18.00’e doğru Akçadağ’dan geldi. “Ablan hastaymış, izin istedim bana vermediler, fakat sana cumartesine kadar izin aldım. Git. Eğer iyi ise dön gel. Yok hastaysa üç gün orada kal” dedi. Ben ne kadar safmışım, ne kadar anlayışsızmışım. Evet sabah erken kalktım. Gökyüzü yağmur, yeryüzü çamur içerisindeydi. Akçadağ’a zor gittim. Otobüsün ilki gitmiş diğeri kalmış. Hemen ona bindim. Saat yediye geliyordu. Hatice ablamın iki eltisi de geldi. Otobüs hareket ettiğinde saat dokuza geliyordu. Malatya’da otobüsten inince dayımın oğlu Mehmet’e giderek ablamı sordum. “Ah, evet iyi. Ben de öğlene doğru Nevin’le geleceğim” dedi. Tecde otobüsüne bindik. Abdullah Amca da bindi. Otobüsün kalkmasını bekledik. Sanki acıyı daha geç alayım diye otobüs bekledikçe bekliyordu. Ablama kavuşacağım diye büyük bir sevinç içerisindeydim, otobüs hareket etti. Hastalık bahanesiyle ablamı görmüş olacaktım. 50


Yoldan gecen kalabalık insanlara bakıyor, kalbim burkuluyor ama umudumu yitirmiyordum. Nihayet evin önüne geldik. Nihat kapının önünde çocuklarla oynuyordu. Korkarak, sanki gerçeği sezmiş gibi; “Annen nasıl?” dedim. O da: “Annem öldü” deyince fenalaştım. Koluma girip beni içeri aldılar. Avluda kazan ve leğenler duruyordu.. Kendimi kaybeder gibi oldum. Etrafımdakiler gereken yardımı yapıyordu. “ Ah Ablam nasıl bu dünyadan göçüp gittin? Eşini, çocuklarını, bırakıp gittin. Yaşın kaç? Ne yaptın? Ablam ne yaptın? Teferruatını yazamıyorum. Durumum kötüydü. Ağladım, sızladım. Benzim sarardı, kalbim kırık. Belim bükük. Sabaha kadar oturduk. Oradaki gençlerin söylediğine göre ablamın devamlı söylediği bir türküsü varmış. Bu türküyü Müzeyyen Ablam devamlı söylermiş. Onlar türküyü söylediler. Bende bazı kelimelerini ablama uydurarak yazdım. Müzeyyen Ablama Yürü gelin yürü tabut sallansın Yavrunun yüzünden allık kalmasın İlaç vermeyen doktor murat almasın Ah ile zarımız ona kalmasın. Gelin gizli gizli ilaç ararmış Dünyada her şey sana zararmış Candan çıkmış ceset sararmış Son nefeste doktur, ilaç aramış. Ne yaptın gelin ne yaptın? Geçmiş maziden de hakikat yaptın Bile bile ananı, bacılarını ateşe attın Bacım beni de hasret bıraktın Bağların etrafı bir sıra kavak Kavaktan dökülür sarıda yaprak Gelin doğrul, öksüz yavrularına bak Senide mi yuttu bu kara toprak? 51


Gurbete yolladım nazlı bacımı Gelecek diye bekledim bacımı Geldikten sonrada alsın canımı Bacım benim, gel de gör mezarımı. Anasız beşik te sallanılır mı? Gelinsiz gönül de eğlenir mi? Tez gönder sen de nazlı bacımı Boynumun bükük olduğu söylendi mi? Felek ben sana ne ettim? Vurdun görünmez dert ile Ciğerimden hasret bıraktın Kara toprağa ben de yattım. Karşımda yeşermiş armut ağacı Gelin ölünce ağlar ana bacı Vermedi mi doktor derdine ilacı Kime kahrettin de istemedin aracı Yol uzadıkça uzar Yolcu geçer yol tozar Gelin mezarı kaleye benzer Geride kalan beş yavru kalpleri ezer Başına vurmuş akşam güneşi Hani ne yaptın yavrularınla eşi Ağlattın zavallı ananla eşi Mezara vurmuş akşam güneşi Evleri büyüktür hem de geniştir İnsanlar deki bu nasıl iştir Haberi ağlatır, o daha gençtir Işığı sönmeyen, o bir güneştir

52


Entarilerini aman toplayın Bohça edipte sandığında saklayın Yerine gelin gelirse atmayın Gelinin gülü diye koklayın Taksiye bindimde taksi cızıldar İlaç içtim kemiklerim sızılar Geride bıraktım öksüz kuzular Emanetlerim kaldı yalan dünyada Yüce dağ başında kar bürem bürem Beynini bürüdü dert ile verem Okumuşluğun vardı. Yok muydu kalem Salaydın bana derdini bilem Küçüktün dertten derde atıldın Ölülerin kervanına katıldın Beş yavrunu öksüzlere kattın Yaktın bizi kendine hasret bıraktın Benim ablam bu dünyada bir idi Sırma saçı vardı topraklarda çürüdü Tecde’liler tabutu aldı yürüdü Geride kalan bizlerin boynu büküldü. İşte böyle. Sabahtan öğlen sonrasına kadar oturduk. Saat 13.00’e doğru yollandık. 14.30’da otobüse bindik, dayımlara geldik. Orada epeyce ağladık. Sabahleyin onlar Akçadağ’a gittiler ben kaldım. 20 Kasım 1954 Cumartesi günü onlar daha gitmeden Mukaddes Ablamdan telgraf geldi. Haber soruyordu. Acı haberi ona bildirmememi söylediler. Hem ağladım hem de şöyle yazdım. “Ablam hastaneden çıktı. Sıhhattedir” Nusret Abim yanımdaydı. O da ağlıyordu.

53


21. Kasım 1954 Pazar günü sabahleyin erkenden Bekir geldi. Öğlen sonu bizde otobüsle Akçadağ’a geldik. Taşıt olmadığı için Hatice Ablam gile gittik. Orada da epeyce dertleşip ağladık. Bekir biraz sonra gelerek araba var haydi gidelim dedi. İkindi üzer eve geldik. Hemen komşular geldiler. Acım çok fazlaydı. Bekir de yine çok hasta oldu. Sobayı kurduk 24 Kasım. Bugün sultan teyze, görümcesi, iki oğlu ve Akçadağ’dan kadınlar geldiler. Bekir’de Akçadağ’a doktora gitti. Geleli hasta yatıyor. Ben de çocuklarla oturuyorum. Kalbim ve aklım hep ablamla uğraşıyor. Her şeyle uğraştık. Şimdi tam güzel günler geçirecektik hayat öyle bir vurdu ki, ne yazılacak ne anlatılacak gibi. Yine de Allah’ı Teala sabır veriyor. Başka acıların gelmesinden korkuyorum. Geceleri uyuyamıyorum. Allah’ım biz sana ne yaptık. Bu üzüntünün altından kalkamıyorum. Bahri köyünden, Doğanlardan gelenlerde çok oluyor. Akrabalar gönlümüzü almaya geliyor. 05 Aralık. Saat 21.30’a geliyor. Nusret Abim ile akrabalarım gelmişlerdi. Nusret Abim ve Zekir Amcası buradalar, diğerleri gittiler. Günüm üzüntü ve yorgunlukla geçiyor. Ev içi, çocuklar, gelip giden misafirler, yemek, temizlik. Bunların dışında Bekir’in de hasta oluşu. Doktora giden Bekir Malatya’dan dün geldi. “Tömbeki” denen bir hastalığa yakalanmış. Nasıl bir hastalıktı anlayamadım. Hakkımızda hayırlısı. Allah’ım şifa versin inşallah. Ya Rabbim sen koru, başka acılar gösterme. Altından kalkamam. Götürecek gücüm kalmadı. 20 Aralık. Bugün annem ve amcam gil gittiler. Okulu temizlettim. Yarın ders verme sırası bende. Allah yardımcım olsun. Bu gece kimse yok, bir odada yatacağız. Yarının ders ve programı hazırladım. 22 Aralık. Stajyerler derslerimi izlediler. Çok beğendiler. Müfettiş gelmiş görmedim, gitmiş. Yarın ders sırası bende. Yine bu akşamdan hazırlanmam lazım. Bu durumuma, evin işi de eklenince çok yoruldum. Gece saat 23.00’e geliyor. Bekir’in ayakkabısını sildim. Önlüğümün eteğini yıkadım. Ders planımı, konuyu ve ders araçlarını hazırladım, yattım. 54


24 Aralık 1954 Cuma Saat 8.30’a geliyor. Müfettiş burada. Kitaba bakıyorlar. Yarın benim derse girecekmiş. Akşama doğru Köy Enstitüsü Müdürü geldi Stajyer öğrencilerle ve bizimle konuşup gitti. 25 Aralık. Bu gün müfettiş iki dersime girdi, dinledi. Öğrencilere sorular sordu. Dört tane yanlış yazılmayan kelimeyi tenkit etti. Halbuki nasıl ders vermiştim. Zaten bir gün önce durumuna bakmış, böyle hareket edeceğini sezmiştim. Bana göre çocuklarım da iyilerdi. Ben de güzel ders işlemiştim. Okul çıkışı ablamın oğlu Mehmet geldi. Müzeyyen ablamı anıp peyce ağlaştık. Mustafa gelince ablam için yazdığım şiir defterini verdim. Okudu ve çok üzüldü. Ahmet geldi, o da eve geçti. Bugün okullarda yılbaşı tatili verildi. Arkadaşlar evlerine gittiler. Bugün evi temizledik. Bizim Ahmet geldi. Yemeğimizi birlikte yedik. Öğleden sonra, Bebi Bekir ve Abdullah’ın oğlu ölmüştü taziyeye gittim. Saat 15.15’te eve geldim. Akşam yemeğini hazırladım. Bekir Akçadağ’dan geldi. Mukaddes Ablamın geldiğini ve Müfettişin bizi beğendiğini söyledi. Akşam İbik geldi. Mustafa’da gelmişti. “domino” oynadılar. Saat 22.30’da yattık. 28 Aralık. Bekir kahvaltı yapmadı. Bir bardak çay içti. Köye gitti. Sonra gelip Akçadağ’a gitti. Mustafa’yı da beraber götürdü. Akşama geri geldi. Meney Bacı gelmişti. Onunla beraber evi temizlemiştik. Akşama kadar çalışınca yorgun düştük. Gece Mehmet Abi geldi. Saat 19.30’a kadar oturduk. O gidince çocuklar uyuyordu, ben de yattım. Gece çok çeşitli rüyalar gördüm. Her tarafım ağrıyordu. 30 Aralık. Dün Bekir Malatya’ya gitmek için Akçadağ’a gitti. Mukaddes Ablam ile Annem ’de Akçadağ’a gelmişler. Hatice Ablamın ölü bir erkek çocuğunun doğduğu haberi geldi. Ben de Temel ile ablamın oğlu Mümin’i yıkamıştım. Hazırlanıp saat 10.30’da yola çıktık. Ablamlara gittik. Ne yapayım. Gece ablam biraz iyiceydi, sabahleyin hastalandı. Bekir Malatya’ya gitti. Biz de Mukaddes Ablamla saat 13.00’te oradan çıktık. İkindi ezanı okunurken köye, evimize geldik. Akşama doğru Bekir’de geldi. Şimdi saat 22.00. Ablam, Bekir ve çocuklar yattılar. Ben de etrafı toparlayıp yatacağım. Bu sene, annem ve ablam yanımda yarın yılbaşını kutlayacağız. 55


31 Aralık 1954 Cuma Bu gün annemi getirdik. Ablamın rahatsızlığı geçmemiş. Bu gönül acıları çok zor. Allah’ım şifa versin inşallah. Ölüm acısı daha zor. Annem akşama tekrar dönerim demiş ama gitmedi. Akşam için yemek hazırlığı yapacaktık. Gitmeye gönlü de yoktu. Hamonun Hasan’da burada. Kadayıf, çerez ve meyveler var. İkram ediliyor. Hele annem ile ablamın bu gece yanımızda olması ve birlikte yeni yılı kutlamamız, gülmeyen yüzümüzü güldürüp, moralimizi biraz olsun düzeltti. Ablam çocuğu yatırıyordu, plan yazacaktı. Yarın gidecekler. Belki ben de giderim. Çünkü Hatice Ablamın durumu fenaymış. Bekir Malatya’dan gelirken Meney Bacı ile Zeynep’e de hediye bir şeyler almış. Yılbaşında gönüllerini almış olduk. İyi oldu. Onlar da gece bizdelerdi. Saat 24.00’te yeni yılımızı kutlayıp gittiler. Temel masanın altına girip oturmuş. Radyo yılbaşı bilet çekilişini verirken, çocukça bağırarak: “Allah’ım babamın biletine para çıksın” diye bağırdı. Demek ki bizi dinliyormuş. Erkekler şakalaşarak Bekir’e takılıp: “Bekir efendi biletine para çıkarsa bizi de gör” diyorlardı. 07 Ocak 1955 Cuma. Son üç gündür üzüntüler ve acılar içinde önemli şu olaylar oldu: Bayram için yazdığım tebrikleri ancak bugün postaneye götürüp gönderdik. Muhtar ile fen memuru okula gelip çalışmalarını okulda yaptılar. Milli Eğitim Müdürü ile Köy Enstitüsünün Müdürü okulumuzu ve çevreyi görmeye geldiler. Çalışmalarımızı ve köylüler ile iyi diyaloglarımızı ve iş birliği içerisinde olduğumuzu gördüler. Müfettiş, stajyerle ve bizimle görüşmeler yaparak ortak çalışmaların, araştırmaların faydaları üzerinde durdular. Fikirlerimizi aldılar. Bu arada geceleri iki roman (Jane Ey-Şahane kadın) okudum. Bu akşam ayrıca İssik ve Fadime Abla gile saat 18.30 sıralarında gidip biraz oturduk. Mümin geldi. Annesinin eskiye göre daha iyice olduğunu söyledi. Bekir köylerine gitti. Bir gece kalıp döndü. 11 Ocak Salı. Köyde iki yere gezmeye gittim. Gelin ve doğum görmeleri vardı. Eve dönünce çocuklarla uğraştım. Hacı Amca gil Bekir’i yemeğe çağırdılar. Başka misafirleri de varmış. Yalnız kaldım ama yemekten sonra gelir dedim. Evde çocuklarla birlikteyim ama yine de korktum. Çocuklar uyudular. Hatıralar ve acılar 56


birleşti, duygulandım ve epeyi bir ağladım. Evdeki okuyamadığım romanı okuyayım faydası olur dedim. Okuyup konuya dalınca kendime biraz cesaret geldi. Bekir saat 22.00’ye doğru geldi. Gece boğazım çok ağrıdı. Sanki ölecekmişim gibi bir hisse kapıldım. Sabaha karşı uyumuşum. Sabah kalkınca işlerle uğraştım. Hazırlanıp okula gittim. Zeynep evde olunca kayıtsız okul işlerimi yapıyor daha verimli oluyorum. 12 Ocak 1955 Bekir dün öğleden sonra Akçadağ’a gidip Akşama geldi. Akçadağ’a ablam gile iki misafirin gelmiş olduğunu söyledi. Bugün dayımın hanımı Ayşe yengem ile Miyese Bibim geldiler. Acımdan sevinip neşelenemedim. Ablamın ölümü beni çok sarstı. Ben onu çok severdim. Annem gibiydi. Ben ablamı değil sanki annemi kaybetmiştim. Yazdığım acı şiirimi gözyaşları içerisinde onlara da okudum. Onlar da ağladılar. Çok kalmadılar iki gün sonra Malatya’ya döndüler. Köyden gelen giden çok oluyor. Her gece misafirimiz var. Çok yoruluyorum. Fırsat buldukça aldırdığım romanları okuyorum. Ancak o zaman dinlenmiş oluyorum. 31 Ocak Pazartesi. Emel ile Osman Hastalandı. Emel akşama kadar baygın gibi yattı. Osman da çok öksürüyor ve ağlıyor. Her halde geceyi uykusuz geçireceğim. Evde olan ilaçlardan veriyorum. 01 Şubat Salı. Saat 20.00’yi geçiyor. Namaz kılıp yatacağım. Bekir ile çocukları da alıp Hacı Amcalara gidecektik. Karadumangil Bekir’i çağırınca oraya gitti. Baki isimli stajyerin şiir defterinden beğendiğimi yazmamı söylemişti, ben de yazdım. Çocuklar bu gün düne göre iyiler. Dün gece uyuyamadığım için uykusuzum. Belki bu gece biraz uyurum. 57


10 Şubat 1955. Bu sabah Bekir Yağmurlu ’ya gitti. Daha gelmedi. Annem ile Temel geldiler. Saat 20.00’ye geliyor. Dün gece hiç uyumadım. Osman hastalandı. Şimdi yatacağım. 12 Şubat. Annem ile oturduk konuşuyoruz. Albüme baktık. Ah ölüm Ah. Şimdi Müzeyyen ablama yazdığım deftere bakıyoruz. Bekir Akçadağ’a gitmişti geldi. Stajyerlerle Alilere gittiler Annem defterimi okumamı söylüyor. Ben de kıramadım. Gözüm yaşla dolu. Sözüm, özüm, gözüm yine ağlıyor. 13 Şubat. Bugün günüm daha iyi ama yine de üzüntülü geçti. Saat 8.00’de İbik geldi, konuştuk. Nusret Abimden mektup gelmiş Bekir bana vermek istemedi. Şimdi al dedi bu kez ben almak istemedim. Acı haberi dayımın mektubundan öğrenmiştik. Nusret Abim nişanlanıp, hemen evlenecekmiş. Onu yazmıştır, sonra okurum dedim. Canım ablam demek öleceksin, yerine gelinler gelecekmiş. Dayımların karşısındaki evi satın aldıklarında bana “Siz Malatya’ya geldiğinizde bize uğramadan dönüyorsunuz. Buraya taşınınca sizi sık sık görürüz. Hep dayım gilde değil bizde de kalırsınız” diyordu. Müzeyyen Ablam geceleri Tecde’li hanımların elbiselerini diker, aldığı paralarla yeni evine eşya ve o zamanlar kullanılan bakır kaplar, tabaklar almış raflara dizmişti. Gururlanarak odalara ve mutfağa dizdiklerini göstermişti. Gündüzleri ev ve bahçe işleriyle uğraşıyordu. Her zaman hastayım diyen kayınvalidesi ve beş çocuğuna bakan 29 yaşındaki ablamın bünyesi dayanamadı. Her şey gözünde kaldı. Şimdi hayatından çok sevdiği, uğruna kendini feda ettiği eşi, bizlerin de kıymetli abisi Nusret tekrar evleniyordu. Nusret Abimin ablası Emine’nin evinde, karı-koca öğretmen olan Fatma Hanım ile Hüseyin Bey oturuyordu. Hüseyin Bey’in 35 yaşlarındaki kız kardeşi de onlarla birlikte kalıyordu. Boyacının Emine lakabıyla tanınan Emine ablasının yetişkin, ele avuca sığmayan bir oğlu vardı. Bu kızın gitmesi lazımdı. Nusret gibi temiz kalpli, saf kimi bulacaklardı. Emine Ablası diğer akrabalarıyla Nusret abime, 40 gün içinde evlenemezsen ondan sonra hiç evlenemezsin. Beş çocukla sen ne yapacaksın. Bak bizim kiracımızın kız kardeşi Lütfiye var demişler. Ama Lütfiye’nin geçimsiz, huysuz ve merhametsiz olduğunu, zavallı öğretmen Fatma Hanımın onun elinden neler çektiğini gizlemişler. Ana analık olursa, baba kara gavur olur 58


Kadıncağız sonradan, nerede beni görse: “sizin yüzünüze bakamıyorum. Görümcemin yaptıklarından dolayı özür dilerim” derdi. Nusret Abim onunla evlenmeyi kabul etmiş ama kız kabul ederken kundaktaki Murat’ı istememiş. Tecde’de amcasının yanında kalacakmış. Bulunmaz Bursa kumaşı ya! Nusret Bey ve akrabaları da bunu kabul etmişler. Hani Malatya’da bir söz vardır: “Ana analık olursa, baba kara gavur olur” derler. Gelin. Malatya’da dayım gilin evinin karşısında, ablamın zamanında Ümmü Abla’dan satın alınan eve getirilecekmiş. Eşyalar alınıp, donatılmış. Ablamın aldığı eşya ve kap kacak nerede Allah bilir. Hiç unutmam; Yengemin kızı Sudiye, kızının doğumu için Müzeyyen ablamdan bir bohça hazırlaması için kumaşlar vermiş. Yengemler bu bohçayı almamı söylediler. Sandığını ağlayarak açmıştım. Bohçaları üst üste duruyordu. Sandık, oda takımları ve diğer bohçalarla tıklım tıklım doluydu. Sandıktakiler, odadakiler ve mutfaktakiler nereye gitti. 29 yaşındaki gelin nereye, nasıl gitti?.. Hafta sonuydu. Dayım cumartesi günü bize geldi. Hiç beklemiyorduk. Çünkü geçen hafta bizdeydi. Çok üzgündü. İçeride annemin yanında bir şey söylemedi. Dışarıda yalnızken yanıma geldi: “Bugün düğün hazırlığı başladı. Nusret yarın evleniyor. Karşımızdaki duruma dayanamadım. Görmemek için buraya geldim. Bacım duymasın, üzülür, hasta olur” dedi. Ağlayarak komşuya gittim. Birkaç hanım oturuyorlardı. Durumu öğrenince onlar da üzüldüler. Bana, “böyle bir durum olsa bir tane yumurta al, üzüm çubukları dikilen mezarlıktaki duvarın bir deliğinin içine doğru koy ve üzerini kapa. Yumurta koymazsan ölenin gözü patlar” dediler. Eve gittim. Bir yumurta alıp üzüm bağına gittim. Geniş bir delik buldum. Söylediklerini yaptım. O gece rüyamda ablamı bize gelmiş oturuyor gördüm. Bir eliyle tek gözünü ve gözünün altındaki yüz kısmını kapatmıştı. Parmaklarının arasından beyaz ve koyu bir sıvı akıyordu. Hem de ileri geri sallanarak: “Ah bacım, öleydim de böyle olmasaydım” diyordu. Perikardit-taşikardi 59


Keşke bir yumurta yerine iki yumurta gömseymişim. Hanımlar söylediler diye yapmıştım. Böyle bir durum olacağını nereden bileydim. Hep kendimi suçladım. Bu rüyadan sonra Nusret Abim ile ne görüştüm, ne konuştum, ne de ilgilendim. Bu rüyadan bir hafta sonra hastalandım. Ablamın rüyamdaki durumu gözümden, söyledikleri kulağımdan gitmedi. Hastayım nefes almakta zorluk çekiyorum. Yol yürüyemiyorum. Hastalığım günler geçtikçe ilerliyor. Bekir, Malatya’ya iyi bir doktor araştırmaya gitti. Dayımlar ve komşuları Dr. Nurettin Erk beyi çok öğmüşler. O da beni ona götürmeye karar vermiş. Eve geldi. Beni alıp ertesi gün dayımlara götürdü. Bekir beni evde bırakıp doktorun yanına gitti. Biraz sonra gelip doktorun beni beklediğini söyledi. Doktora gittik. Beni muayene etti. Durumuma bakıp kalp filmi istedi. Aynı binada İrfan Karya diye bir röntgenci vardı. Ona filmi çektirdik. Ben ayakta duramıyordum. Beni eve götürdü, yattım. Filmleri İrfan Bey’den alıp Dr. Nurettin Bey’e götürmüş. Röntgenci İrfan bey, filmin raporuna “Mide zarı kalınlaşmış” diye yazmış. Doktor bu yazıyı okumuş ve filmi incelemiş. Yumruk kadar küçük olan kalp ta mideye kadar büyümüş. Kalp zarı ile et arası su toplamış. Tıp dilinde “Perikardit-taşikardi” olmuşum. Hastalığımın adı buymuş. Nurettin Bey, git hanımını getir. Yalnız dikkatli ol durumu tehlikeli demiş. Bekir gelip beni evden aldı. Yolda yürürken koluma gir yavaş yürüyelim dedi. Doktorun yanına gittik. İrfan Bey’de oradaydı. Beni hemen koltuğa oturttu. İrfan beye gel bak biz neler yapıyoruz: “Bu hasta öğretmen. Okula gidiyor. Kucağında çocuğu var, ona bakıyor. Rapor alamamış. Yaya gelip gidiyor. Eğer bu durumuyla hastanede olsa hastanede kaç doktor varsa hepsi başına toplanır. Büyük ilgi gösterirler” dedi.

Prevantoryum Günleri 60


Sonra parmağını filmin üzerinde gezdirerek. “bak nasıl büyümüş. Kalp derisinin altı iltihaplı sıvı ile dolu. Senin teşhisine göre mide zarı kalınlaşması diye ilaç yazsaydım, elimizle hastayı yok ederdik” dedi. İrfan Bey’de doktorun söylediklerini onaylıyordu. Nurettin Bey bize, “Ben bu suyu şırıngayla çekip boşaltırım ama tekrar su toplar. Biz bu suyu ilaçla ve bakımla dağıtacağız” dedi. Bana dönerek: “Seni 6 ayda ancak iyileştirebilirim” dedi. Bize tedavi süresince neler yapmamız gerektiğini söyledi. Tam 3,5 ay doktorun söylediklerini yaptık. Anneciğim yanımdan ayrılmadı. İyileşinceye kadar yanımda kaldı. Vurulduğum iğneler çok ağırdı. Beni çok etkiliyordu. Bayılacak gibi oluyor, kolonya koklatıp yüzüme sürüyorlardı. Beslenmeme ve gıdalara dikkat ediyorduk. Çok şükür sağlığıma kavuşmaya başlıyordum. 44 kiloya düşmüştüm. Dr. Nurettin Bey, benim nekahet durumuna geçtiğimi, bakımlı bir hastanede olmamın daha iyi olacağını söyledi. Bu durumu manevi babam Reyzi Pamir’e yazdık. O da İstanbul’da Kadıköy Çamlıca tarafında Validebağ Maarif Prevantoryumuna gitmemi, kendisinin tanıdığı bir doktorun orada olduğunu, onunla haberleşip yer ayırtacağını söyledi. Haber gelince 31. 08. 1955 tarihinde Bekir beni Kadıköy’deki prevantoryuma yatırıp gitti. Hastanenin bakımı çok iyiydi, Hemen toparlandım. Sağlığım düzelir gibi oldu. 30.09.1955 tarihindeki heyet toplantısında doktorlar benim hastaneden çıkmama karar veriyordu. Çünkü böyle bir hastalık ancak 6 ayda iyi olurmuş. Ben nasıl 3,5 ayda iyi olurmuşum, bir türlü inanamıyorlar, benim yalan söylediğimi sanıyorlardı. Bu söylediklerine çok üzüldüm. Malatya’dan geldiğime göre en fazla bir ay yatmam yeterliymiş. Malatya Hidayet İlkokuluna atandım 61


Hemen durumu Bekir’e yazdım. Bekir’de Dr. Nurettin Beye söylemiş. O da çekilen filmlerimi prevantoryumdaki doktorlara göstermem için göndermişti Filmler gelince heyete verdim. Doktorlar filmleri görünce hepsi de hayret ettiler. Hastalığın bu kısa sürede iyi olmasına inanamadılar. Filmleri gördükten sonra 2 ay daha hastanede kalmama karar verdiler. Ben 44 kilo olarak hastaneye yatmıştım. Şimdi 55 kilo oldum. Sağlığıma kavuşuyordum. 09.11.1955 Salı günü tirene binerek Malatya’ya hareket ettim. Uzun bir yolculuk sonrası perşembe günü saat 9.00 da Malatya’ya vardım. Prevantoryumdan verilen heyet raporunda hastanesi olan bir yerde görev yapmam gerektiği belirtildiği için beni Malatya Hidayet İlkokuluna verdiler. Bekir’i de eş durumundan Malatya’ya 3 saat uzaklıktaki Atatürk İlkokuluna vermişlerdi. Tayini yapanların demek ki akılları bu kadar çalışıyormuş. Her idareci görevini hakkıyla yapsa Türkiye bu hale gelir miydi?.. Yerinde sayar mıydı?.. Hidayet okulu Malatya Merkezden uzak; Cirikpınar, İskender, Hidayet, Sarıcı, Sarıcıoğlu mahallelerinin birleştiği geniş bir alanda 2 katlı eski, küçük bir binadaydı. Bahçesi de öyle fazla büyük değildi. Sınıflara öğrenciler sığmıyordu. Ben 28. 11. 1955 Pazartesi günü göreve başladım. Çalışmak hevesimi artırmıştı. Okul Müdürü Rıfat Dincel Bey’di. Çok çalışkan, mert, babacan, görevine bağlı örnek bir insandı. Ayrıca ben çocukken Hatice Ablam Akçadağ’daki Ziya Gökalp İlkokulunda okurken ablamın müdürüymüş. Evi okula çok uzaktı ama zamanında gelir, zamanında giderdi. O zamanlar Devletin başındakilerle halk anlaşamıyordu. Karışık bir durum vardı. Bu konularla ilgili bir konuşma olsa; “Aman siz vazifenize bakın, çalışın. Bize değmeyen yılan, bin yaşasın” derdi. Ama hükümetlerimize böyle doğru olan insanlar batıyor. 28 Aralık 1956 Cuma günü işten el çektirdiler. Okuldaki öğretmen arkadaşlarla hemen anlaştık. Elimden geldiği kadar çevremdekilere değer verip, bir şeyler öğrenmeye çalıştım. Bu yıla kadar, 1946-1947 den itibaren, köylerde ilkin ablamla, sonra eşim Bekir’le birleşik sınıflar olarak öğretim yaptım. Orası köydü 62


ama burası şehir. Dershanede tek sınıf var. Köyde cahil ana babanın çocukları, burada okumuş velilerin çocukları var. Ders durumlarına göre iyi değerlendirmem, çok dikkatli olup çalışmam lazımdı. Öğrenci velileriyle okul haricinde bir birimize gidip gelmelerle yaklaştık. Ondan sonra köydeki samimiyetimizi buraya uydurarak, güzel bir çalışma yaptık. İyi anlaşma ve sevgiyle; Öğretmen, veli, öğrenci birleştik. Okulla ilgili hiçbir sorunum yoktu. Bekir’in kiraladığı ev Sarıcıoğlu mahallesinde Köy Enstitüsü mezunu öğretmen Talip Bey’in bir katlı eviydi. Onlar zemin katta, biz birinci katta oturuyorduk. Okula yakın değildi ama yine de evi iyi bulmuştu. Yeni ve aydınlıktı. Hanımı da kendi de çok iyi ve saygılılardı. 22.01.1956 Çarşamba günü manevi babam Reyzi Pamir den mektup aldım. Sağlığımı soruyordu. Bizim için faydalı olacak çalışmalardan bahsediyordu. Günlerim ev ile okul arasında geçiyordu. Öğrencilerle ders ve sosyal çalışmalar derken günlerimiz dolu dolu geçiyordu. Öğretmen arkadaşlarla, okula gelen müfettişler, işlenen dersler, alınan raporları değerlendirmeler, öğretmen toplantıları yapıyor, ders için fabrika, resmi dairelere gidip, ders konularıyla ilgili bilgiler alıyorduk. Okulda yapılacak, ders harici bayram törenleri, eğlenceler, piyes, şiir, şarkı, milli oyunlar için yapılan çalışmalarda el ele veriyorduk. Okullar tatil olunca, Akçadağ’da aldığımız evin yapılacak işleriyle uğraşıyor, usta ve işçilere yardım etmek, yemek hazırlamakla, zamanımız ev ve alınan tarlalarda çalışanlarla iş birliği içerisinde geçiyordu. Aldığımız ev ablamların mahallesindeydi. Evler bahçeliydi. Her evin bahçesi olduğu için yapılacak işler de çoktu. Ablamlarla hep bir arada olunca ne anlatmayla biter ne yazmayla. Her günümüz değerliydi. Tatilin nasıl geçtiğini anlamazdık. Bir de bakardık ki yaz tatili bitmiş. Okullar açıldı ama dershanelere öğrenciler sığmayınca bahçeye iki tane baraka sınıf yaptılar. Birisinde benim sınıfım okuyordu. Bir gün dersteyim, kapımız vuruldu. Buyurun diye açtım. Karşımda Milli Eğitim Müdürü Sayın Vahit Yılmaz duruyordu. İlkin şaşırdım. Sonradan buyur ettim. Derse girdi. Öğrenciler önemli misafir geldi diye, yakınlık göstererek beraber ders yaptılar. Ben kenarda kaldım.

63


Sevgi ve samimiyetleri çok içtendi. O da aynı şekilde hareket etti. Zil çaldı. Hep beraber öğrencilerle yolcu ettik. Çok memnun ayrıldı. Sonradan bize yazı göndererek teşekkürlerini bildirmişti. 19 Eylül 1956 Çarşamba günü Oğlum Temel Yılmaz, Hidayet İlkokulunun birinci sınıfına 613 numarayla kayıt oldu ve öğrencilik yaşamı başladı. Öğretmeni Yeşilyurt’lu Cercis Yılmaz’dı. Okula başladığı gün çok duygulanmıştım. Okulumuza Milli Eğitim Müdürlüğünden bir yazılı emir geldi. Yazıda; 01 Ekim 1956 Pazartesi günü sayın Cumhur Başkanı Celal Bayar’ın Malatya’ya geleceğini, okul öğrencilerinin onun geçeceği yol kenarına dizilerek “Hoş geldiniz” diyerek saygı gösterisinde bulunulması isteniyordu. İstenileni yapmıştık. Epeyce bekledik. Bazı misafirler gelmişti ama Başbakan Sayın Adnan Menderes gelmemişti. Hem öğrenciler yorulmuş, hem de geç kaldığımız için öğrencileri oradan evlerine göndermiştik. 07 Aralık 1956 Cuma günü beden eğitimi dersimiz vardı. Ama tahminen 20 cm. Kalınlığında kar yağmıştı. Çocuklar üşür. Bu karda beden eğitimi yapılamaz diye düşünüyordum. Öğrencilere düşüncemi söyledim. Okulla Cirikpınar mahallesine bağlanan duvarlı bahçemiz vardı. Onlar hep beraber bahçeye gidip kardan adam yaparak, kartopu oynamak istiyorlardı. Bende gönüllerini kırmadım. Sınıfça bahçeye gittik. Çok güzel eğlenmiştik. Çocuklar o kadar mutlu olmuşlardı ki, nasıl kartopu oynadıklarını, kardan adam yapmak için ne emekler çektiklerini, bir zaman dillerinden düşürmediler. 28 Aralık Cuma günü Okul Müdürümüz Rıfat Dinçer’in işten el çektirilerek aramızdan ayrılmasına çok üzülmüş, ağlamıştım. Bizi idare eden başımızdakiler; bunun gibi vatana, millete yararlı olan her şeyi yok etmek, ilerlememizi, kalkınmamızı, kuvvetlenmemizi kaldırmak için ne lazımsa onu yapıyorlar. Köy Enstitülerini yok etmediler mi? Vatana, millete yazık oluyor. Yeni müdürümüz Recep Bey geldi. İyi ve çalışkan, o da örnek bir insandı. Derslerimize girer dinler, eksiklerimizi söyler, daha iyi ve faydalı olabilmemiz için gerekenleri bizleri kırmadan anlatırdı. Ailece de görüşüyorduk. Kış geceleri oturmalara giderdik. Onlar da gelirlerdi. Biri erkek diğeri kız iki çocukları vardı. Hanımı da çok iyi, çalışkan ve saygılıydı. Recep Bey Hidayet İlkokulunda fazla kalmadı. 64


Barbaros İlkokuluna müdür olarak tayini çıktı. Bizim okuldan ayrıldıktan sonra da görüşmelerimiz devam etti. Bağlılığımız devam etti. Okulumuza da Şevket Karakaş müdür olarak tayin edildi. Karakaş’lar Malatya’nın yerli ailelerindendi. Niyazi mahallesinde evleri ve bahçeleri vardı. Hatta evleri tarihi eser kapsamında olduğu için, tamiratı yapılıp koruma altına alınmıştı. Okulun darlığı ve barakalarda rahat çalışılamaması nedeniyle, Sarıcı, Hidayet ve Cirik Pınarı mahallesindeki evlerin arka tarafındaki bahçeler birleştirerek yer temin edildi ve yeni okulun yapımına başlandı. Okul yapılana kadar bir kısmımız Fırat İlkokulu dershanelerine yerleştik. Öğrencilerimizi orada okuttuk. Öğrencilerimizin ders zamanları dışında, 23 Nisan bayramı hazırlıkları da yapıyorduk. Bizi görevlendirmişlerdi. Ders bitince bu çalışmalara başlıyorduk. Provalar çok fazla zaman alıyordu. Ben yine hastalanmıştım. Ağır bir bağırsak enfeksiyonuna yakalanmıştım. İlaçların faydası olmuyordu. Okul eve çok uzaktı. Hem hastayım, hem görevliyim, hem de çocukları okutmaya çalışıyordum. Okul bahçesinin arkasında, Hidayet mahallesi yolunun üzerinde Türkan Ayhan isimli öğrencilerimin evi varmış. Babaları kiraya verecekmiş. İki odayı kendileri kullanacak, iki odayı da kiraya vereceklermiş. Kiracı, okul tarafındaki yan kapıdan eve girip çıkacakmış. Girişte geniş bir ağaçlı avlu ve bu avluya açılan oda ve bu odadan da diğer odaya açılan kapı vardı. Odaların pencereleri yola bakıyordu. Oda fazla büyük değildi ama aydınlıktı. Arka odaya banyo ve mutfak ilave etmişlerdi. Okula yakın olması iyiydi. Bu evi kiralayarak hemen taşındık. Bir kamyonla eşyaları getirdik. Yerleştirdik. Bekir bir taraftan Akçadağ’da alım satımlarla uğraşırken diğer taraftan askerlik görevi (Yedek subaylık) gelmişti. Onu çağırıyorlardı. Gitmesi gerekiyordu. Askerlik kurasını çekti. “Kadıköy” çıkmış. O da İstanbulKadıköy sanmış. Oysa Erzurum-Kadıköy’müş. Sevinci yarı kaldı. Annem bizdeydi. Annem çocuklara bakarsa, bir ay kadar prevantoryuma gitmem lazımdı. Yoksa durumum çok kötüydü, ancak prevantoryumda iyileşebilecektim. Anneme durumu söyledim. O da, iyi olur. Ben çocuklara bakaram dedi. 65


Yine prevantoryum günleri Manevi babam Reyzi Pamir’le de bu konuyu görüşmüştüm. Onun tanıdığı doktor da hala oradaymış. Ona durumumu anlatmış. Gelsin demiş. Bekir beni hastaneye yatıracak, oradan Erzurum’a giderek askerlik görevine başlayacaktı. Ben de tedavim sonunda trenle Malatya’ya dönecektim. Bu şekilde kararlaştırdık. Hastaneyi ve çevreyi bildiğim için, ilk geldiğim zamanki gibi zorluk çekmedim. Bu sefer salon bölümünde arkadaşlarla kalıyordum. Hastanede beni sıkı bir perhize aldılar. Yavaş yavaş beslenme işini düzene koydular. İlk on gün çok kötüydüm ama yavaş yavaş düzelmeye başladım. Hasan eniştemin Vezneciler’de oturan dayısının oğlu Sadettin Bey ile eşi Nebahat Abla ile haberleştik. Onlar da arada bir gelip beni ziyaret ediyorlardı. Dört kızları, bir oğlu vardı.

66


67


Bir gün arabayla geldiler ve beni Çamlıca tepesine götürmek için doktordan izin aldılar. Çamlıca’yı gezdirdiler. Her taraf yem yeşil ve manzara çok güzeldi. Oradaki lokantanın birine götürdüler, yemeğimizi yedik. Sonra beni hastaneye bıraktılar. Hastanede çok güzel arkadaş grubu kurmuştuk. Günlerimiz güzel geçiyordu. Hem hastanenin içinde, hem de bahçede çamların altında bize ait karyolalar vardı. Bir gün, arkadaşım benim yatağımdaki yastığı aldı ve baş tarafına bir bayan yüzü çizdi. Kaşını, gözünü, dudağını ayrı boya kalemleriyle boyadı. Başka bir arkadaşın yatağına uzunlamasına yatırıp başı dışarıda kalacak şekilde üzerini örttü. Ben de o tarafa bakan balkonda arkadaşı gözlüyordum. Yatağına yastık konulan arkadaş bahçedeki karyolasına yatmaya gidiyordu. Ona; “Bir hasta getirip içerideki yatağına yatırdılar. Çabuk gel” diye seslendim. İçinde yastık olan yatağı ortaya alacak şekilde, arkadaşların ikisi yüzleri kapıya gelecek şekilde, diğer ikisi de sırtları dönük olarak yattılar. Biz arkadaşın gelmesini beklerken, doktor çıkageldi. Doktor kapıdan içeri adımını atar atmaz kapı tarafına bakan arkadaş yataktaki yastığı kapatmak istiyor, doktorun geldiğini görmeyen diğer arkadaşta ona mani 68


olmaya çalışıyormuş. Ben de: “Çabuk ol Yatağına zorla girdi. Biz çıkaramadık” diye hala sesleniyordum. Doktor olanları görüp benim arkadaşa seslenmemi de duyunca, gülerek başını iki yana sallamış. Oradaki arkadaşlardan biri beni göstererek: “Doktor bey, onun küçük olmasına bakmayın siz, üç tane çocuğu var” deyince doktor da kahkahayla gülmüştü. Tam bu sırada ben içeri girmiştim. O arkadaşta hırsla içeri girmişti. İlkin anlamadı. Yatağına gelince şakamızı anladı. O da gülmeye başladı. Hepimiz gülüyorduk.

Kaldığımız salonda yaşça küçük, evli ve çocuklu olan bir ben vardım. Diğerleri bekardı. Onlar fakülte öğrencisiydiler. Memur olarak çalışanlar da vardı. Hepsi ayrı ayrı illerden gelmişlerdi. Bir gün beni yakaladılar. “Doktorlar seni seviyor, bugün de senin tanıdığın doktor nöbetçi, sen bize izin al hep birlikte Kadıköy’e gidip gezelim” dediler. Elbisemi giyip doktorun yanına gittim. Bana ve arkadaşlara izin istedim. Dr. Bey gülerek “Onlara izin yok. Senin ihtiyacın varsa çık alacağını al” dedi. Oradan ayrılıp kızlara durumu söylemeye gittim. Onlar da bizim hastanenin yan tarafındaki sanatoryumda yatan hastalarla anlaşmışlar. Hastane dışında kendilerini beklediklerini, durumu gidip onlara 69


söylememi istediler. Hastaneden çıktım. Biraz ileride gençler bekleşiyordu. Haberi verdim. Kopuk elli heykel Biraz oraları dolaşıp hastaneye döndük. Çarşıda gezerken bir vitrinde çok güzel bir heykel gördüm. Saadettin Abinin hanımı Nebahat Abla beni iki gün sonraki doğum gününe çağırmıştı. Hediye olarak o heykeli alıp paket yaptırdım. Veznecilere giderken tramvay sallandı ve dengemi sağlayayım derken paket yan kısma değdi. Doğum gününe gidince hediyemi verdim. Paketi açınca çarpmanın etkisiyle heykelin elinin kopmuş olduğunu gördüm ve çok üzüldüm. Böyle kırılmış olabileceğini hiç düşünmemiştim. Beni teselli ettiler. Hastane bahçesinin etrafı duvarla çevriliydi. İç kısımdaki yüksekliği bir metre ama, dışarıdan duvarın yüksekliği iki metreden fazlaydı. Kızlar yoldan geçenlerle konuşur laf atarlardı. Bazen de bana sen evlisin yanımızda durma. Biz onlarla konuşmak istiyoruz, sen mani oluyorsun diye takılırlardı. Ayrıca çok fıkra anlatırlardı. Bazısını unutmayayım diye yazdırırlardı. Hastanede her kesi olduğu gibi kabul ediyor kimseyi eleştirmiyorduk. Ben namazımı kılıyordum. Başım kapalıydı. Bu da iç ve dış güzellikti. Kitap buldukça okumalarıma devam ediyordum. Kimseyi kırmamaya dikkat ediyor, arkadaşlığımızın bozulmasını istemiyordum. Bir gün öğle yemeğinde, yine arkadaşlarla gülüp şakalaşarak yemekhaneye girdik. Ben sandalyeyi çekerek yer açıp masaya oturdum. Sandalyeyi çekerken zemin beton olduğu için gıcırtılı bir ses çıkardı. Tam karşımda güler yüzlü mimar bir hanım oturuyordu. Onun yanında Fahika diye bir arkadaş vardı. İzmir’den gelmişti. Hemşire okulunda Talim Hemşiresiyim derdi. Galiba yemek yiyen herkes duysun diye yüksek sesle bana: “Malatya’dan gelip dağdan geldiğini gösteriyorsun” dedi. Hiç bir şey söylemeden yemeğimizi yedik. Yemekten kalkarken ben de ona dönerek: “Geldiğim dağ vatanım. Kürtlüğümden de gurur duyarım. Sana gelince, Türk olan böyle konuşmaz. Söyle bakalım İzmir’de hangi Yunanlının çocuğusun” dedim. Arkadaşlarla yemekhaneden çıktım. 70


Bu konuşmadan sonra Malatya’dan, annemden gelen mektup bütün neşemi, arkadaşlarla birlik ve beraberliğimi bozdu. Malatya’ya dönüş Annem okul müdürü Şevket Karakaş Bey’den maaşımın tümünü istemiş. O da ihtiyacın ne kadarsa onu vereyim, diğeri yanımda kalsın, Muazzez Hanım’a gelmek için yol parası lazım olur. İsteyince ona gönderirim, bu kadarı sana yeter diye maaşımın hepsini vermemiş. Annem de bana yazdığı mektuba: “Bize para lazım. Camii kapısına mendil açarak para dilenmemizi mi istiyorsun?” demişti. Ben de okul müdürüne mektup yazarak maaşımın hepsini vermesini bildirdim. Sonradan Malatya’da ki ev sahibimiz Vahap Abiden yol parası istemiş ve ondan para gelene kadar, hastanede boşuna beklediğim gibi günlerim hep acı ve üzüntü içerisinde geçmişti. Para gelince hastanedeki arkadaşım ve aynı zamanda adaşım olan Öğretmen Muazzez Hanımla beraber gara gittik. Biletimi aldık. Beni trene bindirdi. Gözyaşları içinde ayrıldık. Yolculuğum sırasında tren beni sarstı. Midemden rahatsızlandım. Malatya’ya kadar hep yatarak ve üzüntülü bir yolculuktan sonra eve geldim. Çocuklarım perişan bir durumdaydılar. Emel’in vücudunda yaralar oluşmuş ve onu annem Akçadağ’da oturan Hatice Ablama göndermişti. Evin içi, dışı ve onların durumları hiç iç açıcı değildi. Ev sahibimiz Lütfiye abla ve beyi, hastaneden geldim, yalnızım diye sağ olsunlar bize çok yardımcı oldular. Erkeğimiz yoktu. Bekir Erzurum’daydı. Yedek subay olarak askerliğini yapıyordu. Önceden salon tarafına olan kapımız kapalıydı. Çünkü salonu onlar kullanıyordu. Salona açılan kapıyı açtırıp bizim kullanımımıza verdiler. Birbirimize bir evli gibi olmuştuk. Kış geceleri uzun oluyordu. Vahap abi Sümerbank Fabrikasında çalışıyordu. Boş kaldığı zamanlarda geceleri soba yapımıyla uğraşıyordu. Oğlum Temel çok meraklıydı. Yanına gider, saatlerce onun soba imalatını izlerdi. Bekir daha Erzurum’a gitmeden şöyle bir olay olmuştu: Bekir’in ağabeylerinden Hüseyin bize gelmişti. Ömer ağabeyinin Doğanlar köyündeki evlerinin yanında bulunan tarladaki hissesini satıp Akçadağ ilçesinde çarşıdaki satılık bir oteli satın alacağını ve yardım beklediğini 71


söylemişti. Bekir’de parasının olmadığını, yakında askere gideceğini söylemişti. Bunun üzerine Hüseyin Abi, Muazzez’in kolundaki bileziği sat demişti. Ayhan’ın feryadı Kolumda 2 tane “Hasır” denilen bileziğim vardı. Birinin eni 2 cm, diğeri 4 cm’den fazlaydı. En enlisini alıp gittiler. O zamanın parasıyla 450 liraya satmışlardı. O zamanlar para kıymetliydi. Sonradan ben de diğer bileziği 200 liraya sattım. Parayı bankaya yatırdım. Sonradan param oldukça bu hesaba yatırırım dedim. Bekir askerden gelene kadar paraları biriktirir, gelince de birlikte kuyumcuya gider güzel bir bilezik alırız diyordum. Aslında kendim de alabilirdim ama Bekir’in gelmesini bekledim. Annem, Maraş’a ablam gile gitti. Havalar ısındı, okullar tatile girdi. Ben de çocuklarla birlikte Akçadağ’daki evimize gittim. Hatice ablamlarla aynı mahallede oturuyorduk. Onların evi bizim evden 4 ev sonraydı. Evlerimizde su yoktu. İkimizin evi arasında ve yolun karşı tarafında bir çeşme vardı. Tüm mahalleli suyumuzu bu çeşmeden temin ediyorduk. Günümüz güzel geçiyordu. Evimiz bahçeli olduğu için çocuklar yola çıkmıyor, kapının önünde oynuyorlardı. Ben hastanedeyken Kotangölü köyündeki öğrencimiz Ahmet öğretmen olmuş ve Uşak tarafına tayini çıkmıştı. Okullar tatil olunca abisi gile köye gelmişti. Hatice ablamın kızı Perihan ile nişanlanmışlardı. O da sık sık bize geliyordu. Bir gün ablamın kızlarından Ayhan, gaz ocağını yakmak istemiş. Ocağın orta yerindeki ispirto konulan bölümdeki ispirtoyu kibritle yakmış. Elindeki ispirto şişesinden tekrar ilave etmek isteyince şişe alev almış ve patlamış. Alevler şalvarını sarmış. Panik içerisinde suyla söndürmeye çalışmış. Feryadını duyan Ahmet ve Ablamın beyi Ömer abim mutfağa koşmuşlar. Onlar su bulup müdahale edene kadar bacağının birisi kemiğe kadar yanmıştı. Durumu çok kötüydü. Doktora götürdüler. Et, damar ve sinirler derin hasar görmüştü. Ablam, eniştem ve Ahmet hep başlarındaydı. Bir sabah ablamlara gittim, şaşkınlardı. Gece Ayhan dizini az da olsa kıvırarak uyumuş. Uyandığında dizinin iç kısmındaki yaralar birbirine yapışmış, ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Ablam oturuyor o da başını ablamın kucağına koymuş, bacağı kıvrık yatıyordu. Ayhan’ın arkasına geçip ablama, onu sıkıca tutmasını işaret ettim ve bir elimle 72


ayağını bileğinden tuttum, diğer elimle de diz kapağına hızla hareket yaparak bastırıp bacağı düzelttim. Çok kanadı ve o andaki bağırması günlerce kulağımdan gitmedi. Çarşıdaki yangın Yanık yarası derin olduğu için çok çekti ve geç iyileşti. Ahmet dahil ev halkı günlerce başından ayrılmadılar. Ahmet gündüzleri Ayhan’ın başında, geceleri de bizde kalıyordu. Gece yatıyorduk. Ömer abim evin ön penceresinden seslendi. Kalktık. Ömer abim heyecanlıydı. Akçadağ’ın dükkânları yanıyor dedi. Ablamgilin orada oturmuşlar ilerideki yangını izliyorlardı. Kuvvetli bir rüzgar vardı. Yangını etrafa yayıyordu. Heyecan ve üzüntüyle izledik. Yangın, çarşının başındaki Topal Ömer denilen adamın dükkânından başlayarak çarşının sonundaki Ömer ağabeyimin satın aldığı oteli de içine alarak devam ediyordu. Rüzgârın etkisiyle alevler yolun karşısında Altınlar dedikleri ailenin oturduğu eve de sıçradı. Ev de yanmaya başladı. Yangın sabaha karşı zor söndürülebildi. Camiden itibaren Akçadağ’ın girişindeki meydana kadar çarşının sol taraftaki dükkânlar ve otel tamamen yandı. Yangın camiinin yanındaki Topal Ömer denilen ve gıda maddeleri dışında ispirto ve gazyağı satan adamın küçük dükkânından çıkmış. Adam akşam dükkânı kapamadan önce içeriden kapayarak içerideki sinek ve böcekleri öldürmek için ilaç sıkmış. Nasıl olduysa ispirto alev almış. Yangın kapının ardından başladığı için kapıyı açıp dışarıya çıkamamış. Demirli olan arka pencereyi de açamamış. Bağırmasına, yardım istemesine karşın kimse de yardım edememiş. Dükkanıyla birlikte kendi de yanmış. Bu olay Ayhan’ı psikolojik olarak çok etkiledi. Evde yalınız kalamıyor. Küçük bir olay onda büyük korku yaratıyordu. Ahmet boş olduğu zamanlar o uyuyana kadar yanında kalıyor, uyuyunca bize geliyordu. Akçadağ’ın eski adet ve törelerine göre sözlü veya nişanlı olan gençler bir arada görülmezdi. Bir gün Perihan bizdeydi. Ahmet’te kendilerinde Ayhan’ın yanındaydı. Okuduğu kitap bizdeydi. Onu almaya geldi. Bizim evin arkasından geçen yol, onların da evinin arkasından geçiyordu. Perihan görünmeden oradan kaçarak evlerine gitmek isterken 73


bahçedeki teli görememiş ve ayağı takılınca parçalamıştı. Hep söyler ve gülerdik. Saf, sessiz ve çekingendi. Çok güzel elişi yapar, nakışlar işlerdi. Annesine ev işlerinde yardımcı olan hamarat bir kızdı. Yedek subay Bekir Bir akşamüzeri Bekir’in Hüseyin abisi, annem ve Ahmet ile salonda oturuyorduk. Dış kapımız açıktı. Kapıda resmi kıyafetli birini gördüm. Önce Mukaddes ablamın beyi olan Hasan eniştem sandım. Kalktım boynuna sarıldım ve abi hoş geldin dedim. Sonra bir de baktım ki gelen Bekir’miş. Onu subay elbisesiyle görünce birden eniştem sanmıştım. O zamanlar eşler arasındaki böyle konuşmalar ve hareketler başkalarının yanında yapılması ayıp sayılırdı. Bu nedenle üzülmüştüm ama Bekir’in gelişine çok sevinmiştim. Görüşmeyeli epeyi bir zaman geçmişti. Bekir’in gelmesinin faydası oldu. Yapacaklarımızı, evin toparlanmalarını birlikte yaptık. Ev temizlendik. Eşyaları yerleştirdik. Ben hastanedeyken Maraş’taki Mukaddes ablamın okula başlayan kızı vefat etmişti. Yalınız olunca başsağlığına gidememiştim. Bekir olunca onunla gittik. Bir sepet hazırladım. Sepet hem büyük hem de genişti. Annem kadayıfta alın dedi. Maraş’ta daha iyisi vardır dedim. Ama annem Malatya’nın ki daha iyi deyince aldık. Maraş’a gittik. Akşam yemeğinden sonra Hasan Eniştem ile Bekir kahvehaneye gittiler. Biz de ablamla epeyce oturduk. Hastane anılarımı anlattım. Onlar gelince yattık. Bekir kahvehanedeki konuşmalarını anlattı. Eniştem de Bekir’e: “Hanımın hastaneye gidince kayınvalidem çocukları alıp buraya geldi. Onlara ben baktım. Yoksa maddi ve manevi yönden perişan olurlardı” deyince, Bekir’de: “Muazzezin iki aylık maaşını kayınvalidem almış. Size yük olmamışlardır. Zaten çocuklarla buraya gelmemesi lazımdı. Peki o paraları ne yapmışlar?” demiş. Eniştem’ de: “Kayınvalidem müsriftir leblebi, şeker parası yapmıştır” demiş. Bekir, eniştemin bu konuşmalarına üzülmüş. “Annen evimizde otursaydı, hasan enişten bana böyle hava atmazdı” diye söyledi. Sabahleyin eniştem görevine gitti. Bekir’de Maraş’ı gezip göreyim diye çıktı. Biz de ablamla getirdiğimiz kadayıfı kızartıp pişirme 74


işiyle uğraşırken ablama, Bekir ile eniştem arasındaki bu konuşmalarını anlatarak: Yine mi kız çocuğu! “Annemin parası olduğu halde neden buralara gelip te eniştemin böyle konuşmasına sebep olduğunu” söyledim. Annemin bana yazdıklarını ve benim yaptıklarımı da ablama anlattım. Ablam: “Sen eniştene bakma. Yalan konuşmuş. Bekir’e hava atmış. Annem olmasa acımızdan ölürdük. O bize baktı. Sebebi; kız çocuğu değil erkek çocuk doğurmalıymışım Onu görünce bana “ Yine kız çocuğu doğurdun” diye bizimle küsüp konuşmadığı gibi evle ilgisini kesti. Maaşımı aldığı halde evin ihtiyaçlarını karşılamadı. Evin alışverişlerini annem yaptı. Yanındaki para da bitince orada komşu olarak oturan üvey kızı Emine’nin beyi Mehmet ve kirve dedikleri komşulardan borçlanıp evin masrafını gördü. Annem Malatya’ya gidince paraları gönderdi. Ben elimle borçları kapattım” diye anlattı. Moralimiz çok bozulmuştu. Ertesi gün Malatya’ya döndük. Ablam içi yanan bir anne olarak söylediği şu sözlerini hiç unutamadım: “ Hasan yeni doğan çocuğa böyle yapıp istemeyince Allahu Teâlâ’da ne yaptı? Okula giden kızımızı elimizden aldı” Demişti. Bir anne olarak içi yanıyordu. Yalnız, ablamın bana anlattığına mı inanmalıydım yoksa Annem tekrar Maraş’a döndüğünde ablamın ona: “Bekir buraya geldiğinde, senin paraları ne yaptığını sormuş. Hasan da öyle söylemiş” diyerek Bekir’i suçlamasına mı anlayamadım. Her zaman söylerim. “Ölüp gideceğim ama insanları çözemedim” Hangisine inanmalıyız?

75


Öğrencilerimle

1 Ocak 1956 Pazartesinden 31 Aralık 1956 pazartesiye kadar geçen bir yılda günlerim okul ve ev arasında geçti. Komşudaki el işleri kursuna gidiyor, öğrencilerle bilgi, beceri ve sosyal çalışmalar yapıyorduk. Öğretmen arkadaşlar ve teftişe gelen müfettişlerle diyaloglarımız, toplantılarımız, il içi öğretmen toplantıları, akrabalarla, komşularla ve öğrenci velileriyle görüşmelerimiz yıl boyu sürdü. Ders konusu ile ilgili geziler, sinema ve pikniklere gitme, bayram törenleri, piyes ve sahne çalışmaları, önemli günler, aldığımız ödevlerin yerine getirilmesi zamanımızı dolduruyordu. 1 Ekim Pazartesi günü Sayın Cumhur Başkanı Sayın Celal Bayar gelecek diye okulların öğretmen ve öğrencileri ile yoğun bir halk topluluğu yollara dökülmüş, karşılamak için bekliyorduk. Nihayet arabadan biri çıktı. Biz Cumhurbaşkanını beklerken gelen Adnan Menderes’ti. Şaşkındık ama o coşku ile güzel bir gün geçirmiştik. Hidayet İlkokulu Müdürümüz Rıfat Dinçer’in evi çarşı tarafındaydı. Okula uzak olmasına rağmen zamanında gelir giderdi. Vazifesine çok bağlı ve çalışkandı. 76


Bize değmeyen yılan bin yaşasın Aramızda siyasetle ilgili bir konuşma geçse “Bize değmeyen yılan bin yaşasın. Başka şeyler konuşun” derdi. Ablamlar Akçadağ Ziya Gökalp İlkokulunda okurlarken de Rıfat Bey okul müdürleriydi. Bu nedenle önceden tanışıklığımız vardı. Ailece görüşüyorduk. 28 Aralık 1956 Cuma günü okula geldiğimizde okul müdürümüz Rıfat Bey’in görevden alındığını öğrenince üzülmüştük. Baştakiler vatan için çalışacaklarına, çalışkan da olsa vatandaşın ekmeğini elinden alıp siyaset uğruna haksızlık yaparak vatanı mahvediyorlardı. Köy Enstitülerine yaptıkları gibi. Rıfat Bey’in yerine Çarmuzu İlkokulu Müdürü Recep Bey’i bizim okula, Bekir’ de onun yerine Çarmuzu İlkokulu Müdürlüğüne tayin etmişlerdi.

Sarıcı Mahallesinden öğrencilerimiz vardı. Aileleriyle gidip gelmelerimiz ve görüşmelerimiz oluyordu. Sarıcılar ailesinin kızı Necla dikiş-nakış kursu için mahallelerinde yer açmıştı. Gençlere gereken el işlerini öğretecekti. Ben de gittim. Dikiş biliyordum ama nakış bilmiyordum. “Beyaz iş, kum işi, piko vs. İşleri vardı. Başka mahallelerden gelen genç hanım ve kızlarla beraber ben de gidip öğrendim. Çok zevkle çalışıyorduk. 77


Pamir’in korkulu doğumu Ev dikişlerimi kendim dikebiliyordum ama makinada nakış yapmasını bilemiyordum. Dikiş makinamı 10 Mayıs 1958 Cumartesi günü kurs gördüğümüz Sarıcı mahallesindeki çalışma yerimize götürdük. Nakış işlerine çok hevesliydim. Ben böyle uğraşırken günümün geçtiğini fark ettim. Hamile kalmıştım. Bekir’in isteğiyle kürtaj oldum. Sağlığıma dikkat etmedim. Okula gidip geliyordum. 12.05.1958 Pazar günü okuldaki “Anneler Günü” kutlamasında bir konuşma yaptım. Çalışmalarım devam ediyordu ama sağlıklı değildim. Hastalığım gittikçe ilerliyordu. Okula gidemeyecek duruma geldim ve bir ay rapor aldım. Ev ve okul çalışmalarımın yoğunluğundan pek sağlığıma dikkat edemiyordum. Yine 2 ay günüm geçmişti. Bekir’e; doğum doktoru Ali Turfanda Bey’e gitmemizi söyledim. Bakalım ne söyleyecek, dedim. O da “bir şeyin yok” dedi. Hiç unutmam, 75 liraya bir küçük kutu da 2 tane iğne satılıyordu. Onlardan iki kez alıp kullandım. Ayrıca, bebek varsa düşsün diye iptidai şeyler kullandım. Kendi kendime doktorluk yapıyordum. Ama bir şey olmadı. Aradan 3,5 ay geçince bu kez korkmaya başladım. “Ya bebek vardıysa, ona zarar verdimse, bir şey olursa” düşüncesiyle Bekir’e söyledim. Bekir de “çocuk varsa aldırmalısın” dedi. Ben doktora gitmeden ona olur veya olmaz diye bir şey söylemedim. Doktora gittik. Muayeneden sonra doktor bana “1,5 aylık hamilesin” dedi. Ben de Bekir’e; “önceki kürtajımda çok hasta olduğumu. Bu bebeğin büyük bir canlı olduğunu, Allah’tan korktuğumu, kürtaj olursam katil olacağımı, bu nedenle kürtaj olmayacağımı” söyledim. 78


Bekir, benim bu konuşmama çok kızdı. Doktora gidersek kürtaj olacaksın demesine rağmen muayene olup kürtajdan vaz geçtiğim için kızarak hem kıldığı namazını bıraktı, hem de bebek doğana kadar benimle konuşmadı. Bebeği aldırmadım ama muhakkak bir şey olmuştur korkmaya başladım. Merak ve üzüntü içerisinde doğumunu bekledim. 22 Ocak 1960 Pazartesi günü okula gitmeye hazırlanıyordum. Sancım başladı. Hemen annemi ebe getirmesi için, dayımın hanımı Ayşe yengeme gönderdim. Yengemle birlikte ebeyi evinden alıp getirdiler. Öğlene doğru bebek doğdu. Yengeme merakla, “çocuğun eli ayağı düzgün mü, her hangi bir şeyi var mı? Diye sordum. O da: “gözün aydın hiçbir kusuru yok, mavi gözlü bir oğlun oldu” dedi. Bebek çok küçük ve yüzü sanki ihtiyarlamış gibi kırışıktı. Annem, kızım bebeğin kundağını büyük yapalım ki kucağımızda tutabilelim. Yoksa çok küçük, kucağa bile gelmiyor, tutamıyorum dedi. Adına, manevi babamın soyadı verdik. Böylece dördüncü çocuğum da Pamir oldu.

79


Hem paradan hem dişten oldum Ev sahibimiz Lütfiye ablanın erkek kardeşi Çarmuzu da oturuyordu. İki hanımı ve çocukları vardı. Kendisi Tekel Fabrikasında çalışıyordu. Fabrikada kendisiyle beraber çalışan Şükran Hanım Erzurumluydu. Malatya’nın yabancısıydı. Adamla anlaşıp evlenmişler. Tekel Fabrikasına yakın bir ev kiralamış orada oturuyorlardı. Bu hanımına ayaklı dikiş makinasını taksitle almış. Bu makinayı bize peşin fiyatına ve daha pahalıya sattı. Dikiş makinasını kullanmayı okuldayken öğrenmiştim. Dikiş bölümündeydim. Makinayı almam iyi oldu. Oturduğum evin bitişiğinde Yusuf ve Müzeyyen çifti oturuyor, onların bitişiğinde de Berber Ahmet gilin evi vardı. Bir gece onlara oturmaya gittik. Konuşurken dişlerden laf açıldı. Ben de mercimekli çiğköfte yiyordum. Mercimek taşlıymış ben de dikkat etmedim. Taş sağ taraftaki azı dişimi kırdı. Ahmet Bey: “ benim tanıdığım dişçi var, seni ona götüreyim görsün, tedavini yapsın” dedi. Ona gittik. Adam evin bir odasını tedavi odası yapmıştı. Güya tedaviye başladı. Tedaviye başladığında mevsim kıştı. Bahar geçti, yaza girdik. Bu zaman içinde ara ara gün veriyordu. Gittiğimde de hemen dişi oymaya başlıyordu. Son gittiğim günü hiç unutmam 2 Temmuz 1958 çarşambaydı. Yanımda Perihan ile Ahmet de vardı. Yine aletini aldı. Dişi değil sanki damağımı oyuyordu. Canım acıdığı için durdurarak: “Sen ne yapıyorsun? Diş diye damak etimi oyuyorsun” dedim. O da “Dişini çekmem lazım. Dolgu için uğraşıyorum ama olmuyor” dedi. Bekir de “Çek al” deyince dişimi çekti. Oysa başka dişçiye gitmeliydim. Cahillik işte. Dişimden oldum. Hem ağrıyordu, hem de ilk dişimi bilgisiz cahil bir dişçinin yok etmesiyle kendime güvenimi kaybetmiştim. Sabaha kadar ağladım. Sonradan öğrendim ki bu adam bir dişçinin yanında çalışıyormuş. Hem paradan hem dişten oldum. 1964-65 yıllarında okuyamayan, okula, dershaneye ve çevreye uyum sağlayamayan öğrencileri ele aldım. 1. sınıftan 3. sınıfa gelen öğrencilerime, sınıflarında kalan öğrenciler de katıldıkça öğrencilerimin durumlarına bakıp üzülüyordum. Öğrencilerimden Mehmet Sunay’a değer verip çok uğraşıp ilgilenerek onu kazandım ve çok mutlu oldum. 80


Yaramaz Hasan Öğrencilerden Hasan’ın 3. sınıfta 2. kez kalışıydı. Öğretmenlerin alay ederek hor gördükleri Hasan için bana: “ Muazzez Hanım gözün aydın, Hasan Kahveciler senin sınıfına gelmiş diyorlardı. Önceki yıllarda biz öğretmenler odasında otururken Hasan’ın sınıf öğretmeni tarafından tartaklandığını, önlüğünün arkasından tutarak “Ben bundan usandım, baş edemiyorum. Ne yaparsanız yapın beni bundan kurtarın” gibi şeyler söyleyerek yere fırlatıp gittiğini görmüştüm. Sınıfa girdiğimde öğrenciler hep Hasan’dan şikâyet ederlerdi. Hasan için ilk adımımı attım. Hasan’dan içmek için su istedim. Bizim ev okulun yanındaydı. Bize gidip bardak alıp su getirecekti. Sınıftan çıkınca öğrencilerle samimi şekilde konuştum. El ele verecek, Hasan’a sevgiyle yaklaşacak, şikâyet etmeyecektik. Hasan suyu getirdi. Teşekkür ederek içtim. Sırasına oturdu. Öğrencilere sınıf başkanı seçelim, ben olmadığım zaman varmışım gibi sınıfı idare eder dedim. Yalnız kimi seçelim diye sordum. Çocuklar da “Hasan’ı seçelim. O bizim büyüğümüz sayılır. Biz memnunuz” dediler. Böylece Hasan sınıf başkanı oldu. Sorumluluk aldı. Yaramazlıkları bitti. Sınıfta bir hata oldu mu hep beraber konuşur çözümlerdik. Bazı hatalı hareketleri oluyordu. Alışkanlık olsa gerek başka sınıftakileri rahatsız ediyordu. Sınıfça görmemezlikten geliyorduk. Ev durumunu soruşturdum. Hasan’ın babası, annesini boşamış. Başka hanımla evlenmiş. Hasan babaannesiyle kalıyormuş. Annesi de İstanbul’daymış. Bir gün okul çıkışı babaannesi Taşçıların Emine dedikleri hanıma misafir olduk. Emine hanımla el ele verdik. Birbirimize gidip geldik. Yedik içtik. Konuşmalar ve sevgi gösterileri Hasan’ın huyunu değiştirdi. Saygılı, derslerine çalışan, kimseyi incitmeyen bir öğrenci oldu. Sınıflarını geçti. Okuldan mezun oldu. Hasan, babasından annesinin adresini zorla almış. Annesinin yanına gitmiş. Orada araba tamirciliğine başlayıp ilerletmiş ve evlenmiş. Bir gün bize hediyelerle ziyarete geldi. Çok mutlu oldum. Yetiştirme yurdundan bir çocuk aldığını, kendisinin de çocukları olduğunu anlattı. Gözlerinin içi gülüyordu. Aradan zaman geçti. O da, biz de Malatya’da değildik. Bir daha haberleşemedik. Çok sonralardı. Genç yaşta bir trafik kazasında hayatını kaybettiğini duydum. O’nu her andığımda bir ana gibi acılarım tazelenir. 81


Ayakkabı boyacısı Osman Osman Akyüz isimli öğrencin okula gelmiyordu. Öğrencilerimle haber salarak okula çağırdım. Geldi ki boylu poslu bir lise öğrencisi gibi olmuştu. Onunla da konuşup durumunu sordum. O da anlattı: “ Babaannem ile tek katlı bir evde oturuyoruz. Bakacak kimsemiz olmadığı için ayakkabı boyacılığı yapıyorum ve kazancımla evin ihtiyaçlarını karşılıyorum. İşe gidince okula gidemedim. Başka türlü evi nasıl geçindirebilirdim. Çalışmasam bize kim bakacak?” dedi. Osman ile beraber okul çıkışı evlerine gittik. Evleri okula uzaktı. Eve gidince gördüm ki durumları anlattığından da kötüydü. Babaannesi galiba Parkinson hastasıydı. Elleri, kolları sallanıyor, yürümede zorlanıyordu. Osman’la konuşup şöyle anlaştık; “Ders kitaplarını ben ona vereceğim. O günlük nafakalarını karşılamak için çalışmaya devam edecek. Ben hazırladığım derslerle ilgili notları yazıp okula gelen komşularının çocuklarıyla ona göndereceğim. Cumartesi günü yarım gün okula gelecek. Hafta içi yazılan, okunan bilgileri alacak ve eve götürüp iş dışındaki zamanlarda derslerine çalışacak. Ben yoklamada sorularının cevaplarını kendisine vereceğim. Sınıf yoklama defterine de her gün geliyor göstereceğim.” Bu anlaşmaya uygun olarak iki yıl bunu uyguladık. Osman’ı 5. sınıf bitirme sınavlarına çağırdım. Sınavları geçti ve mezun olup diplomasını aldı. Çarşıda av malzemeleri dükkânı açtı. O tarafa gittiğim zaman dükkânına uğrar sohbet ederdik. O da askere gidip geldi. Evlendi. Biz Malatya’dan ayrıldık. Tekrar Malatya’ya geldiğimde hastaydı. Daha sonra onu da kanserden kaybettik. Hayatta çok zor günler geçirmişti. Tam işlerini düzene koydu, evlendi artık rahat edecek derken ecel onu da genç yaşında götürdü. 82


32 Yıl süren öğretmenlik

Çevremizdeki ailelerin bütçeleri dardı. İşçi olarak zor geçiniyorlardı. Öğrencilerimizin çoğu işçi çocuklarıydı. Ama el ele verdik. Destek sağlayarak okuyan örnek öğrenciler yetiştirdik. 32 Yıl devam eden öğretmenliğimde çok değişik yerlerde ve okullarda görev yaptım. Bu süre içerisinde öğrenci-veli ilişkilerinde olsun Milli Eğitimle olan ilişkilerde olsun arkadaşlarımla birlikte yaptığımız başarılı çalışmalarla hep gururlandım. 83


Yaman adam oldum Köy Enstitüsündeyken Türkçe öğretmenimizin söylediği öğütleri tuttum. O “Hayatta İYİ adam değil YAMAN adam olun. İyi adam uyuşuk olur, kendi halindedir. Değmeyin bana değmeyeyim size olur. Ama yaman adam olursanız vatanına, milletine ve dinine bağlı çalışkan, aynı zamanda çalıştıran, fedakâr bir insan olursunuz. İleriyi gören ve ilerleyen vatandaş olursunuz, derdi. Biz de Köy Enstitüsü öğretmenleri olarak yaman adam olduk. 10 Yıl Hidayet İlkokulunda görev yaptım. İlkin 2 katlı eski binada çalıştık. Sığmayınca barakalar ilave edildi ve barakalarda ders verdik. Hiç unutmam 15.10.1962 yılında Milli Eğitim Müdürü Sayın Vahit Yılmaz Bey beni bu barakalarda teftiş etmişti.

84


23 Nisan Provaları

Daha sonra Fırat İlkokulunun yedek dershanesini kullandık. Hatta 1965 yılında 23 Nisan provalarını bu okulun bahçesinde yapmıştık. Sonradan Hidayet mahallesindeki bahçeye yapılan yeni Hidayet ilkokulunda öğrencileri okuttum. 1965 Yılında Derme İlkokuluna nakil oldum. 1955 ten 1965 yılına kadar 10 yıl çalıştığım Hidayet İlkokulu öğrencilerimden biriyle yıllar sonraki karşılaşmamızı anlatmadan geçemeyeceğim.

85


Bir anı Sakarya’nın bir köyüne gitmiştik. Köyün muhtarı Celal ve eşi Emine Hanım çok değerli insanlardı. Celal Beyin arabasını satın almıştık. Onların oğlu Fatih, askerliğini Malatya’da yapmıştı Malatya’daki askeri törene Fatih’in annesi, babası, amcaları ve hanımları hep gelmişlerdi. Güzel vakit geçirdik. Böylece birbirimize bağlanmıştık. Muhtar Celal Bey, Kocaali İlçesine yeni bir kaymakamın atandığını ve Malatyalı olduğunu söyledi. Eve dönüşte kaymakama uğrayıp tanışalım istedik. Emine’nin kavurdukları fındıkları yiyorduk. “Çok fındık yediniz. Bu kadarı yeter. Kalanı da kaymakam beye götürelim” dedim ve yola koyulduk. Makamına gittik. İçeriye haber verdiler. Kaymakam Bey bizi karşıladı. Odasına buyur etti, oturduk. Birbirimizi sorarak sohbete başladık. İsminin Necmettin olduğunu söyledi. Ben de, Malatya’da hangi ilkokulda okuduğunu sordum, Hidayet İlkokulunda okuduğunu söyledi. Bu kez, “Muazzez Öğretmeni tanıyor musun” dedim. O’da: “Onu herkes tanır. Çok severdik. Bize oyunlar oynatırdı” deyince “bana benziyor mu?” dedim. Kalkıp yanıma geldi. Beni kucakladı ve özür dilerim tanıyamadım dedi. Bu arada hemen anlatayım. Evimiz okula yakın olduğu için erkence okula gider, okulun bahçesindeki çocukları toplar oyunlar oynatırdım. El ele tutturup halka yaptırır mendil saklama, tavşan kaç tazı tut gibi oyunları oynatırdım. Kız öğrencilere ip atlatırdım. Bu şekilde ders başlayıncaya kadar onları oyalar, yaramazlık etmelerini de önlemiş olurdum. Aynı zamanda çocuklar arasında birlik ve beraberliği de sağlamış olurdum. Bu kez Kaymakam Bey’e Ortaokulu hangi okulda okuduğunu sordum. Çarmuzu yolu üzerindeki Kubilay Ortaokulunu söyleyince “Matematik öğretmeniniz kimdi” dedim. “Emel Yılmaz” deyince onun da kızım olduğunu söyledim. Hepimiz bu yakınlaşmadan memnun olmuş ve sevinmiştik. Epeyi oturup sohbet ettik. Ayrılırken bizi kapıya kadar yolcu etti. Kaymakam Bey Kocaali’de fazla kalamadı. Hanımı diş tabibiymiş. Tayinini Kocaali Hastanesine yaptıramayınca, İzmit’te vali olan arkadaşının yanına tayinini çıkartarak gitti. Yıllar sonra karşılaştığım öğrencimi çabuk bulduk, çabuk kaybettik.

86


Amirlerimce hep takdir edildim Çalıştığım okullarda takdir edilen bir öğretmendim. Milli Eğitim Müdürlüğünden başarılı çalışmalarım nedeniyle takdir yazıları aldım. İşte bunlardan üçü: T.C MALATYA İLİ MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRLÜĞÜ Bölümü: Zat işleri Sayı: 243.1/8963

15.10.1962

Muazzez Yılmaz Hidayet okulu öğretmeni MALATYA Sayın Meslektaşım Yurt çocuklarına bu memlekette “iyi bir insan iyi bir vatandaş” olarak yetiştirmek hususunda sarf ettiğiniz maddi ve manevi emeklerinizin sembolik karşılığı olarak ve meslekte üç yıllık terfi süresini başarı ile doldurduğunuzdan, bir üst kadroya yükseltildiğiniz Milli Eğitim Bakanlığınca size tebliğ edilmek üzere bildirilmiştir. Fert ve nesiller yetiştirmenin engin hazzı hiçbir zaman madde ile şekillenip değerlenemeyecektir. Ancak aldığın para medeni ve zaruri ihtiyaçlarının karşılanması için bir vasıta olacaktır. Sizi bu mutlu ve başarılı gününüzde tebrik eder Türk çocuklarının Atatürk devrimlerine bağlı ahlak ve bilgili ve çok çalışkan yetişmeleri hususunda gayretlerinizin devamını dilerim. Vahit Yılmaz Milli Eğitim Müdürü

87


T.C MALATYA VİLAYETİ HUSUSİ KALEMİ Sayı: 1 Konu: Bayram Tebriki

26 Nisan 1965

Muazzez Yılmaz Hidayet İlkokulunda öğretmen MALATYA Ulusal Egemenlik Bayramı ve geçit töreni programı bu yıl daha heyecanlı, daha manalı ve daha düzenli bir şekilde kutlanmıştır. Bilhassa öğretmen arkadaşların öğrencilerinin başında törene iştirakleri, ciddiyetleri ve görev duyguları toplumun güvenini arttırmak vesilesi olmuştur. Sizin de bu inançla törene katıldığınızdan samimi tebrik ve takdirlerimi sunarım. Cezmi Kartay MALATYA VALİSİ

88


MALATYA İLİ MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRLÜĞÜ

7 Haziran 1965

Bölümü: Özlük işleri Sayı: 243.1/6486 Konu: Teşekkürle Taltif Edildiğiniz. Muazzez Yılmaz Hidayet İlkokulu öğretmeni MALATYA 26.5.1065 günü sınıfınızın öğrencileri tarafından hazırlanan sergide gösterdiğiniz gayret ve başarıdan dolayı size teşekkür eder, bu nevi çalışmalarınızın devamını rica ederim. A. Hamdi Baysal Milli Eğitim Müdürü

89


Kiralık evlerden kurtulduk 1955 yılında Akçadağ Kotangölü köyünden Malatya’ya geldiğimizde 10 yıl kiralık evlerde oturduk. Saracoğlu Mahallesinde Talip Coşkun’un, Hidayet Mahallesinde Vahap Öztaş’ın, Çırmıktılılar mahallesinde ve son olarak da Cirikpınar Mahallesinde Osman Öcal’ın evinde oturduk. 1965 yılında Dörtyol’da, 2. Şıkşık Sokağında yaptırdığımız kendi evimize taşındık. Böylece kiracılıktan kurtularak kendi yuvamızı kurduk. Bu arada Bekir, Gazi Eğitime de devam ederek, İlköğretim Müfettişliği okumasını sürdürüyordu. O zamanlar Osman’ın evinde oturuyorduk. Evin bahçesinde ders çalışırdı. Gelenimiz gidenimiz çoktu. Rahat ders çalışamadığı için huzursuz olurdu. Hatice Ablamın beyi Ömer Eniştem tahsildardı. Darende tarafında Balaban’a bağlı Galolar-Esenbey köyüne vergi toplamaya gidecekti. Vergi Dairesinin arabası da vardı. Bizim Ahmet Galolar köyü ilkokulunda hem müdür, hem de öğretmendi. Bekir: “Kalk sen de hazırlan, çocukları da hazırla hep birlikte köye gidelim. Ben sizi orada bırakıp çevre köyleri dolaşırım. İşim bitince dönüp sizi alırım” dedi. Annem gelmek istemedi. Biz gittik. Şükran da oradaydı. Lojman büyüktü. Köy ovalıktı. Bahçe ve tarlaları ilerideki dağların eteğindeydi. Köyün bir tarafında Tohma suyu akıyordu. Okulun yanındaki ağaçlara salıncak kurmuşlardı. Köy ağaçlıktı. Gelirlerini haşhaştan elde ettikleri afyondan sağlıyorlardı. Köylü hoş sohbet ve sevecen insanlardı. Ne şakalar, ne oyunlar, günlerimiz güzel geçiyordu. Tohma suyunda köprü vardı ama bize uzaktı. Irmak geniş ve suyu gür akıyordu. Aynı zamanda derindi. İnsanı ürkütüyordu. Bu nedenle erkekler kadınları omuzlarına alarak sudan geçirirlerdi. Karşı taraftaki köylülerle birbirimize gidip geldik. 15 gün çabucak geçiverdi. Bir akşamüzeri kapının önünde oturuyorduk. Ben karşıyı seyrediyordum. Köyün ilerisinde tarlaların içinde bir kayalık vardı. Ay tepesindeydi. Yanımdakiler akşam oldu diye içeri girdiler. Ben yalınız oturuyordum. Aya bakarken çok duygulandım. İçeriden kağıt kalem aldım. Karşıdaki ayı ve kayalığı çizmeye başladım. Onun duruşunun benimle ilgisi varmış, bana benziyormuş düşüncesiyle şu şiiri yazdım.

90


11.8.1964- saat:14.30 ADSIZ KAYA Sana adsız dedimse Sakın kızma bana Yanına eş istersen İşte ben, bahtı kara. Seni bekleyen var Etrafında gezer ay Fakat bana acıyanlar Vay halime vay. Ben ne aptalmışım Boşuna yanmışım Meğer sahi sanmışım Her zamanki gibi aldanmışım. 91


İnanma, yanma, kanma İyilik yapıyor sanma Senden umduğu vardır Sakın inanma, kanma. Sen adsızsan ben öksüz Sen adlıysan ben adsız Sen yerliysen ben yersiz Kaldım ben kimsesiz. Kaya dost mu ararsın Ne gezer dünyada dost Yalancının canı yansın Dost sonunda eder kast Sözüm dokunmasın sana Çok fenalık ettiler bana İnan anlatamam sana Kalbimdedir büyük yara. Çok geç geldi aklım başıma Bu acı yeter geldi canıma Ya Rab yetmez mi bu acı bana Yardım umar yalvarırım sana. Adın olmasın ne çıkar Yine üstünlüğün var Benim ise kayam Kalbim bir mezar. Her çağımda bir darbe Her yanımda bir yara Her canımda bir kara Doğduğuma yanarım.

92


Her güleni dost sandım Ciğerime ben yandım Alayla karşılandım İşte yine yalnızım Hayatta daima yalnız Adsız olmaz kayasız İşte ben hayatta yalnız Kimseye inanma adsız. Annem ile Ahmet Annem, Ahmet’e hep oğlum derdi. Ben de bu fotoğrafı onlara uygun diye bu sayfaya yerleştirdim. Ben Galolar-Esenbey köyündeyken vazifeli olarak uğramıştı. Araba da vardı. Onlarla beraber Malatya’ya geldik. Bekir sınavlara girmek için Ankara’ya gitmişti. Bekir artık kiracı olmak istemiyor, en iyisi parsel alıp ev yapmak diyordu. Devamlı uygun bir yer arıyordu. Benim Derme İlkokuluna tayinim çıkınca. Okula yakın yer ararken İnönü Caddesi Dörtyol Şıkşık mahallesinin sonunda evi olan Ömer Şeftalicioğlu’nun bahçesini parselleyerek satacağını öğrenmiş. Adamı bulmuş. Bahçe ipotekliymiş. Parselalanlar parayı verince ipoteği kaldırtmış. Biz bir parsel aldık. Bu haberi Annem “Nazlı kızı” ablamlara da söylemiş. Onlar da bitişik parseli aldılar. Biz hemen evi yaptırma işine giriştik. Ustalarla taksitle anlaşarak işe koyulduk. Gücümüz yettiğince biz de amele gibi çalıştık, ustalara yardım ettik. 93


Evimizin inşaatı başladı Akçadağ ilçesi Bahri Köyünden Hasan eniştem ile Mukaddes ablamla çok samimi olan Hamo’nun Hasan ile Sultan Teyzeler bize çok sık gelirlerdi. Hasan’ın abisi polis memuruydu. Emekli olunca bizim kirada oturduğumuz Cirikpınarında iki katlı ev satın aldılar. Evleri Hidayet okuluna gidilen yol üzerindeydi. 10 yıl boyunca Hidayet İlkokulunda kalınca, okulun çevresindeki Sarıcıoğlu, Hidayet ve Cirikpınarı mahallesi sakinleriyle akraba gibi olmuştuk. Bu mahalleler okula komşuydu. Başka sokaklar da vardı ama onlar uzakçaydı. Mesela İskender Sokak gibi. Homonun Hasan’ın ağabeyi ve hanımıyla bir evli gibiydik. Birinci katlarını Doğanşehirli bir öğretmene kiraya verdiler. Öğretmenin annesi ve babası da yanındaydı. O da evliydi. Öğretmenin babası boş durmaktan canım sıkılıyor diyerek Osman ve Hanımına mahallede tanıdıklarınızdan Kuran okumasını öğrenmek isteyen olursa bizde toplansınlar öğreteyim, benim de hayrım olur diyordu. Bunun üzerine hemen hocanın yanına gittik. 10 kişiden fazlası bilmiyordu. Bilenlerde daha ilerletmek istiyordu. Ben Emel ile gidiyordum. Geceleri de tekrar ediyorduk. Hocaya derse gidiyor, dersten çıkınca da inşaata çalışmaya gidiyordum. Çok çalışıyor, çok yoruluyordum. Ev sahibimiz Osman Efendi, madem evimizden çıkacaksınız biran önce çıkın ki kış gelmeden kiraya verelim dedi. Onlar da haklıydı. Ev yapımında bir tam kat, üzeri teras kata izin veriyorlar diye çok borçlanmıştık. Teras kat küçük oluyor orada biz oturur, aşağıyı kiraya verir eksikleri ve borçları kapatırız diye düşünüyorduk. İnşattaki ustalar ve işçiler de canla başla evimizi yaptılar. Maddi ve manevi olarak çok yorulduk. Okul Müdürümüz Sayın Şevket Karakaş 35000 lira para yardımı yaptı. Elinize ne zaman geçerse o zaman verin dedi. 35000 lira iyi paraydı. Bizden bir isteği vardı. Ev tamamlanınca alt katı akrabası Gülsen Barut’a kiraya vermemizi istiyordu. Biz de alt katı sıvattık, pencerelere naylon çektik, ev sahibimizin isteği üzerine biran önce evi boşaltmak için oraya taşınmıştık. Kireçler hazır torbayla satılmıyordu. Taş halindeydi. Kireci eritip kullanılır hale getirmek için evin yan tarafında genişçe yer kazılarak üzeri tahta kalıp konuldu. 94


Tahta kalıba kireç taşı konuyor, taşların üzerine su dökülüyor, taşlar eriyip çukura akıyor ve toprak suyu çekince üzerindeki kireç kullanılıyordu. Akşamüzeri tuğlaları da su ile ıslatıyorduk. Çok şükür okullar açılmadan alt kat bitmişti. Teras katta bitmek üzereydi. Çok perişanlık çektik. Çok sonraları bir konuşmamız sırasında oğlum Osman şöyle demişti: “Anne ben okuldan geldim. Öğle yemeğimizi yedirdin. Sokağa arkadaşlarımla oynamaya çıktım. Susayınca eve su içmeye geldiğimde babamla sen soğan ekmek yiyordunuz. O anı hiç unutmadım” Bu işlerin yanında okul işleri de çıktı. Hidayet İlkokulu eve çok uzakta kaldı. Milli Eğitim müdürlüğüne başvurarak eve daha yakın olan Derme İlkokuluna naklimi istedim. Tayinim yapıldı ve 1965 yılında Derme İlkokulunda göreve başladım. Çeşitli eğitim toplantılarına ve seminerlere katılıyordum. Örneğin 7.4.1965 tarihinde İntibaksız Çocukların Eğitimi’ne katıldım.

95


Ev hanımlarına okuma-yazma kursu verdim

Ben ve Nevin

Ben ve Kadriye

Mahalledeki komşularımı-zın hanımları benden istekte bulundular. “Evlerimizi yaptık. Yerleştik, tanıştık. Şimdi bizlere okuma yazmayı öğretmeni istiyoruz” dediler. Bazısının azda olsa okur yazarlıkları vardı ama ilerletmek istiyorlardı. 1965 ten 1967 ye kadar bizim evin terasını dershane olarak kullandık. Derslere başladık. Okuma yazmada ilerliyorlardı. Bir gün radyocu Fikret’in hanımı: “Hocam çarşıya çıktığımda dükkânların tabelalarını okuyabiliyorum” dedi. Sonradan okuma yazma bilmeyen yetişkinler için halk eğitimi adı altında okumayazma kurslarının açıldığını duydum. Bu kursların öncüsü bendim. Ben, Perihan, Gülefer, Nevin, Sevim

96


Murat’ın Ölümü Müzeyyen ablamın en büyük oğlu Nihat, Akçadağ öğretmen Okulunu bitirince Manisa’nın Akhisar ilçesi köylerinde öğretmenliğe başlamıştı. Bir süre burada görev yaptıktan sonra askere gitmiş ve askerlik dönüşü Malatya’ya tayin olmuştu. Kardeşi Murat’ı da yanına almış ve görev yaptığı köy ilkokuluna kaydetmişti. Babaanneyle birlikte oturan Murat’ın köyde kızamığa yakalandığını, tedavi için doktora getirdiğinde üvey anne Lütfiye’nin hastalık çocuklarıma geçer diye Murat’ı eve almadığını, bunun üzerine babaannenin hasta çocuğu Tecde’de oturan büyük oğlunun evine götürdüğünü duydum. Annem görmeye gitti. Ben de ertesi gün durumunu sormaya gittim. Çocuk bitmişti. Dönüp eve geldim. O gece vefat etmişti. 9 Şubat 1967 de ölüm haberi geldi. 3 gün Tecde’ye gittim. Çok zor şartlarda anasız ve sahipsiz büyüyen çocuğu ilkokul birinci sınıftayken kaybettik. Yas evi olunca gelip gidenler oldu. Soğuklar başladı. Terasta oturulmaz oldu. Ders yapılamaz oldu. Biz de

97


okullarla birlikte tatile girdik. Okuma yazma bitti. Anıları fotoğraflarda hatıra kaldı.

98


Bekir ile ben Yağmurlu Köyünde Akraba ilişkilerinde de, konuşup anlaşarak köylere gidiyorduk. Köylerden de işleri için Malatya’ya gelenler bize uğramadan gitmezlerdi.

Doğanlar Köyünde

99


Dini bayramlarda onlar bize, biz onlara gidiyor, bayramlar kutlanılıyor, ikramlarda bulunuluyor ve böylece sevgiler çoğalıyor, akrabalık bağları güçleniyordu. Akrabaları bir araya toplayarak, fotoğraflar çektiriyor, unutulmaz günler yaşıyorduk.

Birsen, ben, Emel, Pamir, Temel

Temel’in Maraş’ta liseyi kazanarak okuması, Emel’in Maraş’ta öğretmen okulunu kazanarak okuması geleceklerini güçlendiriyordu. Mukaddes ablamın kızı Birsen’de Maraş Öğretmen Okulunda okuyordu. Hasan Eniştem bir gün, Birsen zayıf not aldı diye okula giderek öğretmeniyle münakaşa etmiş. Birsen bu okulda bu şartlarda okuyamaz diye naklini Malatya Öğretmen Okuluna aldırdı. Bizde kalacak ve burada okuyacaktı. El ele verdik, birlikte çalıştık. Köyde staj yaparken Birsen’in ziyaretine gittim. Çok sevindi ve “Annem babam sizin bu yaptığınızı yapamazlardı” dedi. Akraba ilişkilerindeki samimi bağlarımızı kuvvetlendirmek, bir araya gelmek ve yardımlaşmamız sayesinde Birsen’in hayatı kurtuldu. Öğretmen olarak hayata atıldı. Boykot 15 -26 Aralık 1970 tarihinde okullarda 10 gün süren bir boykot yaşandı. Bu boykot olayı benim Köy Enstitüsü felsefeme ve düşünceme uymuyordu. 100


Öğretmenler derse girmiyor, öğretmen odasında sigara, çay içerek vakit geçiriyor, sohbet ve siyaset yapıyordu. Öğrenciler sınıflarda kendi başlarına bırakılmıştı. Soba yanıyordu. Bir kaza olabilirdi. Çocuklar böyle başıboş bırakılamazdı. Cafer Öğretmen bana: “Sınıfa girme, öğrenci ne yaparsa yapsın karışma” dedi. Ben de: “Öğrencimden kopamam. Anca beraber kanca beraber. Çocuklarımın yanında olurum” deyince, kendilerine uymadığım için “Şahsiyetsiz, yüz karası” olduğumu söyledi. Köy Enstitüsü duygularım canlandı. Ben de “Dalkavuk değilim. Öğrencilerim her şeyden önce gelir” dedim. Bekir okuduğu Gazi Eğitimin sonuna gelmişti. Okul için 4 Şubat 1970 Çarşamba günü Ankara’ya gitmişti. 23 Nisan Bayramı Okulda günlerce süren bayram hazırlıklarının sonunda nihayet beklenen gün geldi. 23 Nisan 1970 Perşembe günü heyecanla Malatya Stadyumunda okullar arasındaki yerimizi aldık. Öğrenciler, öğretmenler kadar tribünleri dolduran anne ve babalar da heyecanlı bir bekleyiş içerisindeydi.

101


İstiklal marşı ve saygı duruşunun ardından günün önemini vurgulayan konuşmalar yapıldı. Öğrenciler şiirler okudu.

102


Bando eşliğinde resmigeçit başladı. Okullar alfabetik sıraya göre yürüdüler. 103


Milli duygularımız kabarmıştı. Stadyumdaki törende öğrencilerimizle beraber, “hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için” duyguları içinde kutlama yaptık. 26 Mayıs 1970 salı günü de sınıf sergimize Vali, Milli Eğitim Müdürü ve Müfettişlerimiz geldiler. Öğrenciler önceden giderek protokolü sergimize davet etmişlerdi. Öğrencilerimle güzel, mutlu ve şerefli bir gün geçirdik. Not: Bu çalışmalarım kitabın son bölümündedir. 104


105


Ben ve annem

Ben,

Emel, Annem, Osman ve Pamir-1966

6 Haziran Cumartesi günü öğrencilerin karneleri verildi. Sevinç, ayrılık ve üzüntü içinde mutlu son yaşandı. Eve geldim. Terasta dinlenip bir eğitim yılının yorgunluğunu çıkardım. 1 Temmuz Perşembe günü Bekir ile Maraş’a gittik Emel’in mezuniyet töreni vardı. Giderken bir çift bilezik almıştık. Mezuniyet kutlamasında genç öğretmene gurur duyarak, başarı dileklerimizle taktık. 30 Temmuz Perşembe günü Bekir ve ben Emel’i de alarak, Emel’in atandığı Hekimhan ilçesinin Başkınık köyüne gittik. Ortaokul bir tepenin üzerinde ve bakımsız bir haldeydi. Burada görev yapması zordu. Kızıma: “Sen en iyisi Eğitim Enstitüsü sınavlarına hazırlan, yükseğine git” dedim. Zaten Emel’de önceden beri yüksek kısmına devam edeceğini söylüyordu. Muhtar ve köylülerle konuştuk. Onlar okullarına öğretmen gelmesini sevinçle karşıladılar. 106


6 Eylül 1970 Pazar günüydü. Bekir’in İlköğretim Müfettişi olarak Diyarbakır’a tayini çıktı. Diyarbakır’a gidişi sonraya bırakarak öncelikle küçük oğlum Pamir’in sünnetini yaptırdık. Kutlamaya gelen Emine halam, (biz bibi derdik) beyi Emin abi, 2 kızı ve 2 oğluyla beraber bu mutlu günün anısın resim çekildik. Güzel bir aile topluluğuydu. Annem hepimizi başına toplamıştı. Sünnetten bir hafta sonra yani 13 Eylül de Bekir’i Diyarbakır’a yolcu ettik. Akçadağ Kotangölü İlkokulunda öğretmenken okuttuğum Bahattin Metin mezun olduktan sonra okumaya devam etmiş ve ortaokul öğretmeni olmuştu. Samsun’da öğretmenlik yapıyordu. Ailece görüşüyor ve mektuplaşıyorduk. Emel’in Samsun Eğitim Enstitüsü sınavına kayıt işini onun aracılığı ile önceden yaptırdık. Biz de 22 Eylül 1970 Salı günü Samsun’a vardık. Evde yoklardı. Şehir dışı gezmeye gitmişlerdi. Evde yalnız Bahattin’in kardeşi Ahmet vardı. O gelip bizi garajdan aldı. 24 Eylül Perşembe günü sınav başlıyordu. Eğitim Enstitüsüne sabah 9.30 da gittik. Sınavlar sözlü yapılıyordu. Emel’e 26 Eylül Cumartesi günü ancak sıra geldi. O gün sınava girdi. O sınavdayken ben dışarıda heyecanla, dualar okuyarak bekledim. Bu arada orada bekleyen öğrenci velisi bir hanım “ Sen ne okudun? Söyle ben de okuyayım” demişti. Emel çok şükür sınavı kazandı. 22 Ekim 1970 Perşembe günü, Temel Eskişehir Özel Eczacılık Fakültesine giderek kaydını yaptırdı. 107


10 Kasım 1970 Salı günü o büyük insan Mustafa Kemal Atatürk’ü andık. Törende Pamir bir şiir okudu. Okurken hem kendi ağladı hem de bizi ağlattı. ON KASIM Saat 9’u 5’geçe Atam Dolmabahçe de Gözlerini kapadı Bütün dünya ağladı Doktor doktor kalksana Lambaları yaksana Atam elden gidiyor Çaresine baksana Bu şiirin küçük bir çocuk tarafından ağlayarak okunması ayrı bir duygu vermişti. Bekir’in İlköğretim Müfettişi olarak Diyarbakır’a tayini çıkınca ben de eş durumundan Diyarbakır’a tayinimi istemiştim. 19 Kasım 1970’te benim de Diyarbakır Ziya Gökalp İlkokuluna tayinim çıktı. Önce hayret ettim. Çünkü Malatya’daki okulumun ismi de Ziya Gökalp İlköğretim okuluydu. 21 Kasım Cumartesi günü, Osman’ı Ziya Gökalp Lisesine, Pamir’i Ziya Gökalp ilkokuluna kayıt ettirdik. Ben de 4 Aralık Cuma günü Ziya Gökalp İlkokulunda göreve başladım. Üçümüzün de okul isimleri aynı oldu. Haydi hayırlısı. Okul müdürümüz Erdoğan Aykal’dı. Müfettişlerimiz 3 kişilik grup halinde teftişlere çıkıyordu. Abdulkadir Bey, Hayrettin Bey ve Bekir Bey. Beni teftişe Abdulkadir Bey geliyordu. Çevreye alışmaya çalışıyordum ama çevremdeki çalışanların durumları anlaşılacak gibi değildi. Doğru çalıştım. Doğruluktan ayrılmayacak ve doğru çalışacaktım. Çocuklarımın okulları ve çalışmalarıyla gurur duyuyordum, ailecek örnek olacaktık. 108


Melahat’ın düğünü 9 Ocak 1971 Cumartesi günü Pamir, sınıflar arası verem hastalığı ile ilgili yarışmada birinci olmuştu. Çok sevindim. Komşularımızla, Bekir’in meslektaşlarının aileleriyle gidip gelmelerimizi artırdık. Köy Enstitüsünün bize aşıladığı birlik beraberlik duygusuyla, vatan millet sevgisiyle, her fırsatta bölünmez bir bütün olduğumuzu öğretmeye çalıştık. 18 Mart Cuma günü annem hastalandı. Burun kanamasını durduramıyorduk. Dr. İrfan Beye götürdük. Kanamayı durdurdu. Tansiyonuna dikkat etmemizi, başını eğerek el işi yapmamasını söyleyince, yüksek tansiyon korkusuna tek uğraşı olan ve çok yaptığı el işini bırakmak zorunda kaldı. 27 Haziran 1971 Pazar günü rahmetli Müzeyyen Ablamın kızı Melahat evlendi. Malatya’nın yerli ailelerinden kuyumculuk yapan Hasan Argalıoğlu ile yuvasını kurdu. Allah mesut etsin.

109


Melahat’ı üvey ananın eziyetinden alıp Nihat abisi ve Sümer Yengesine teslim etmiştim. İlkokulu okuttular. Sonra da Kız Enstitüsünün dikiş nakış bölümüne gönderdiler. Melahat’ta yengesine yardımcı oldu. El işi ve ev işini de öğrenmiş oldu. 19 Eylül 1971 Pazar günü öğretmen arkadaşlarla Mardin gezisine gittik. Gezip görülecek yerleri çoktu. Çağçağ barajına gittik. Çevresi ormanlarla kaplı güzel bir yerdi. Nusaybin ilçesinde çarşıda kaçak malların satışı yapılıyordu. Hepimiz çok şeyler aldık. Mardin bir dağın üzerinde tekbir caddesi olan şehirdi. Gezilecek yerlerini de dolaştıktan sonra akşamüzeri aldıklarımızla eve döndük. 25 Eylül 1971 de Pamir İlkokulu bitirdi ve koleje kaydını yaptırdık. 27 Eylül günü koleje başladı. İlk yıl İngilizce öğrenecekti. Çamaşırları yıkayınca kurumaları için her zaman evin dışındaki ağaçlara bağladığım iplere sererdim. Yine içlerinde yünlü çamaşırların da olduğu yıkananları dışarı serdim. 15 Kasım Pazartesi günü sabah kalktığımda kışlık giyeceklerin çalınmış olduğunu gördüm. Ramazan ayının arife gününde yapılan bu hırsızlık hiç Müslümanlığa sığar mı? Hırsızlık malları pazaryerindeki dükkânlarda satıyorlarmış. Kaç kez oraları araştırdım ama bulamadım. Demek ki çalanın giyeceğe ihtiyacı varmış. Gerçekten giymek için aldıysa helal yoksa haram olsun. 110


Pamir’in korkutan kazası 27/28 Aralık 1971 Pazartesini salıya bağlayan gece Pamir’in okulda kaza geçirdiğini ve ikinci kattan birinci kata düştüğünü bildirdiler. Biz de o gece misafirliğe gitmiş Müfettiş Hasan Temiz Bey ve eşi Remziye Hanımla oturuyorduk. Haberi alır almaz hemen Pamir’i kaldırdıkları Diyarbakır Tıp Fakültesi Hastanesine üzüntü içerisinde nasıl gittiğimizi anlatamam. Çocuğun çenesi ve kolu kırılmıştı. Yüzünde ve vücudunda sıyrıklar vardı. Tedavisinin devamı için Ankara’ya sevk ettiler. 4 Ocak 1972 Salı günü hazırlanarak yola çıktık. Perşembe günü manevi babam ve annem olan Reyzi ve Nimet Pamirlere ulaştık. Orada kaldık. Oğlum Osman Reyzi daha önce gittiği bir Kıbrıs gezisinde çok güzel bir masa örtüsü getirmişti. Ben de o örtüyü hediye olarak buraya getirdim. Çok beğendiler. Uzun kış gecesinde Köy Enstitüsü günlerimizden, geçmişten o kadar çok konuştuk ki vaktin nasıl geçtiğini anlayamadık. Neredeyse sabah olacaktı. Kırmızı Ruj Sabahleyin Manevi babamla birlikte hastaneye gittik. Uygulanan tedavinin yeterli olduğunu, daha fazla yapacakları bir şeyin olmadığını söylediler. Hastaneden çıktık Reyzi Babamın işleri vardı. O bizden ayrıldı. Bekir de bizi Atatürk Orman Çiftliğine hayvanat bahçesine götürdü. Maymunların bulunduğu bölüme geçtiğimizde Bekir bana maymunların kıçını göstererek: “Dudaklarını kırmızı ruj ile boyayan hanımların ağızlarının da aynen böyle göründüğünü” söyledi. Bir an sanki bize bu durumu göstermek için buraya getirmiş olduğunu düşündüm. Makyaj yapmamı istemezdi. Her halde çirkin duruma düşme der gibiydi. Hala ne demek istediğini çözemedim. 8 Ocak Cumartesi günü Diyarbakır’a evimize geldik. Okul, karne hazırlıkları. Akrabalarla mektupla haberleşmeler. Ev gezmeleri. Veli toplantıları ve sınıf anneleriyle çalışmalar derken yoğun bir tempoya başladık. Bu arada Milli Eğitim Müdürü Nazif Beylerin evine de gittik. Hanımı her gördüğünde davet ediyordu. Çok memnun oldular. Güzel sohbet ettik. Şubat tatilinde Malatya ve Maraş’a gittik. 12 Şubat Maraş’ın kurtuluş törenlerini izledik. Milli duygularımız kabardı. Çok güzel bir tören oldu. Ertesi gün Diyarbakır’a döndük. 111


Mektepte Cumhuriyet 23 Mart 1972 Perşembe günü okulumuza adını veren Ziya Gökalp’ın doğum günü kutlaması vardı. Salon büyüktü ve kalabalık çoktu. İstiklal ve kurtuluş savaşında yaşananlar, olaylar anlatıldı. Ben “MEKTEPTE CUMHURİYET” şiirini okudum. Salondakiler ayakta alkışladılar. Yenişehir İlkokulu Müdürü sahneye gelerek beni tebrik etti.

Şiir okurken Köy Enstitülerini andık. O anki duygularımı ifade edemem. Halen yazarken heyecanlanıyorum. 23 Nisan 1972 Pazar günü yapılacak bayram töreni hakkında öğretmenler toplantısı yaptık. Arkadaşlardan bazıları ve bayan öğretmenler törene katılmak istemiyorlardı. Onların bu tavırlarına üzüldüm. “Ben öğrencilerimle katılıyorum” dedim. 112


Okul Müdürümüz Erdoğan Aykal Bey öğrencilere günlerdir akordeon eşliğinde okulun bahçesinde yürüyüşler yaptırarak bayrama hazırlıyor, biz de onlara yardımcı oluyorduk. Pamir de melodikasıyla bu hazırlıklara katılıyordu. Akçadağ’da oturan Hatice Ablam hastalanmıştı. Tedavi için 26 Nisan Çarşamba günü buraya getirdiler. 4 gün hastaneye gidip geldik. İyi olana kadar bırakmadım. O da yanımda olduğu için memnundu. İnsanlar hele akrabalar bir arada olup birbirlerine destek olursa daha çok bağlanıyorlar. Tedaviler iyi geldi. Sağlığına kavuşunca evine döndü. 28 Haziran 1972 Perşembe günü Emel sınıfını geçmiş olarak Samsun’dan geldi. Diyarbakır Eğitim Enstitüsüne gelmek isteyince naklini aldırdık. Okuluna burada devam etti. Temel de bizi Eskişehir’e çağırıyordu. Buraları da görün tatilde hep birlikte döneriz diyordu. Bekir’in görevi devam ettiğinden o gidemedi ama ben Emel ve Pamir’le birlikte Eskişehir’e gittim. Temel, Malatyalı Orhan ile birlikte ev kiralamış birlikte kalıyorlardı ama biz gittiğimizde Orhan Malatya’ya dönmüştü. O ara Temel yalnızdı. Orada Malatyalı komşuları varmış. Temel bizimle tanıştırdı. Orada kaldığımız sürece Temel bizi gezdirdi. 113


Çarşıyı gezdik. Sinemaya gittik. Porsuk Çayı ana yol boyunca akıyordu. Çayın kenarında güzel bir dinlenme parkı vardı. Hamamlarında doğal sıcak su vardı. Pazarında şeftali boldu ve pazarcılar satış yapmak için: “Şeftali bol. Kayınvalidem vefat etti. Bahçe bana kaldı. Haydi kasası 5 lira. Alın bedava bunlar bedava” diye bağırıyordu. Şeftaliler güzeldi. Bir kasa da biz aldık. 12 Temmuz Çarşamba gecesi Eskişehir’den trenle hareket ettik ve iki gün süren bir yolculuğun ardından eve döndük. 18 Ağustos Cuma günü Osman’ın Orta Doğu’yu kazandığına dair kartı geldi. Diyarbakır Tıp Fakültesini de yedekten kazanmıştı. Babası, tıp fakültesinde okumasını istiyordu. Haklı gerekçelerini de sıralıyordu: “Orta Doğu iyi olur ama Ankara’da yalnız başına yaşaması zor. Ev yok. Yol bilmez. Okula nasıl gidip gelecek? Ama Ankara’da bulamayacağı imkân burada her şeyiyle hazır. Sanki Liseye gidiyormuş gibi fakülteye gidip gelecek” diyordu. Tıp Fakültesinin önünden ayrılmıyor, her gün asılan listeleri takip ettiği gibi orada çalışanlara rica ederek listeyi takip ettiriyordu. 28 Ağustos 1972’de Orta Doğu’ya kaydını yaptırdı ama buradaydı. Listeyi takip ediyordu. Buraya da kayıt sırası gelince, 29 Ağustos’ta Ankara’dan ayrılıp Tıp Fakültesine kaydını yaptırdı.

114


T.C DİYARBAKIR VALİLİĞİ Milli Eğitim Müdürlüğü

Sayı: Özlükiş:243.1/6684 Konu: Teşekkür’le taltif edildiğiniz Hk.

Diyarbakır 21/6/1972

Sayın Muazzez Yılmaz Ziya Gökalp İlkokulu Öğretmeni Diyarbakır 1971-1972 Öğretim yılındaki: İlkokul proğramının zorunlu kıldığı Eğitim, Öğretim ve yönetim görevinizi üstün bir çaba göstermek suretiyle yürütüp öğrencilerinizin yetişmelerinde emsallerinize göre daha başarılı çalışmalarınızı, Bölgeniz İlköğretim müfettişinin hakkınızda düzenlemiş olduğu rapordan öğrenmiş bulunmaktayım. Size bu üstün ve verimli çalışmalarınızdan dolayı “teşekkür eder” gerek mesleki, gerekse kişisel yaşamınızda devamlı başarılar dilerim. Mehmet Nazik Milli Eğitim Müdürü Not: Bir örneği sicilinize işlenerek Dosyanıza konulmuştur. ...................................................................................................................... 1972 Öğretim yılı sonunda İl Milli Eğitim Müdürünün vermiş olduğu teşekkür belgesinin onuruyla yeni bir döneme daha başladım. 115


Yeni bir öğretim yılı daha başlıyor 18 Eylül 1973’de okullar açıldı ardından ekim ayı başında Temel gitti. Yoğun bir eğitim ve öğretim yılı daha başladı. 1973 yılında Ziya Gökalp İlkokulundaki çalışmalarımız çoktu. Sınıf annemiz ve velilerimizle el ele vererek çocuklara maddi ve manevi destek vererek onların daha iyi okuması için çalışıyorduk. Bu çalışmalarımız kitabın son bölümünde fotoğraflarda ve bilgilerde gösterilmiştir. 8 Temmuz ile 3 Eylül 1974 Tarihleri arasında Malatya’ da duramadık. Akçadağ’da ki evimizin tadilatını yapmaya mecbur kaldık. Mecburiyetimiz şöyle oldu: Kotangölü köyünde bahçesi ve evi olan Mahmut, bir gün Diyarbakır’a gelerek kardeşiyle kavga ettiğini ve köyden ayrılarak, Akçadağ’da ki evimizin boş olan alt katına taşındığını söyledi. Biz de nasıl olsa tekrar köyüne dönecek diye ses çıkarmadık. Aradan zaman geçti köye dönmedikleri gibi evin arkasına ahır ve samanlık yaptırmış. Ahırın üzerini kapatmak için üst kat balkonunun altındaki destekleri sökerek kullanmış. Balkon çökmüş. Yıkıldı yıkılacak duruma gelmiş. Evin önünde 3 dut ağacı vardı. Sulamadığı, bakmadığı için biri kurumuş diğerleri de kurumak üzereydi. Baktık kendiliklerinden çıkacakları yok. Evin muntazam olmayan mutfak, banyo ve tuvaleti için arkaya yeni yer yaptıracağız diyerek evden çıkmalarını söyledik. Siz inşaatınızı yapın. Biz eşyaları bir odaya toplar köye gideriz. İnşaat bitince de döneriz dediler. Aşağının pisliğinden ve balkonun durumundan dolayı üst katta oturan astsubay kiracımız da evden çıkmıştı. Baktık Mahmut'un çıkacağı yok, tadilat amacıyla Osman, Pamir ve Amerika'dan misafirimiz Kevin, 116


arka taraftaki duvarı yıkmaya başladılar. Üstelik arka taraftaki duvarı da yıkmaya çalışıyorlardı. Mahmut engel olmak için bağırarak üzerlerine yürüdü. O sırada Pamir’in Amerika Kaliforniya’dan gelen arkadaşı Kevin de yanımızdaydı ve “savaş, savaş” diye bağırıyordu. Sonunda Bekir onlara Akçadağ’dan bir ev kiralayıp 3 aylık kirasını da vererek, kamyon getirip eşyalarını taşıttı. Sabahleyin bir de baktık ki taşındıkları evde tahtakurusu böcek var diye geri geliyorlar. Bekir, artık dönemezsiniz evin altına inşaat malzemeleri doldurduk yer yok diyerek Mahmut’u çarşıya götürüp böcek ilacı alıp evini ilaçlayıp otur diye göndermişti. Biz yaz boyu inşaatla uğraştık. Sonunda ev güzel ve kullanışlı oldu ama çok zorluk çektik, yorulduk ve üzüldük. 4 Eylül 1974 Çarşamba günü Emel’in tayin işi için Ankara’ya gittik. Çok uğraştık ama manevi babam Reyzi Pamir’in de yardımlarıyla Manisa’nın Salihli ilçesi köy öğretmenliğine atamasını yaptırdık. Manevi Babam öğretmen İffet Hanımla nişanlanmıştı. Onun da hediyesini verdik. 17 Ekim Perşembe günü Bekir ve Emel ile beraber Manisa’ya gitmek üzere yola çıktık. Manisa’da görev yapan İlköğretim Müfettişi Sabri Özer Bey Malatya’dan gitmişti. Samimi olduğumuz ve ailece görüştüğümüz Sabri Beyin çok güzel bir şiiri vardı. Bir araya geldiğimizde mutlaka okuturduk. Halan şiirdeki “ Oy” kelimesi aklıma yazılmış gibi dilimden düşmez. “Oy anam oy, benim oy lar seni adam eder, beni mahveder!” Her zaman bu şiirin sözlerini aradım ama bulamadım.

117


Emel, MĂźfettiĹ&#x; Sabri Beylerle yemekte

118


18 Ekim Perşembe günü onlara gittik. Sabri Bey ile Bekir’in Milli Eğitim Müdürlüğünde yoğun uğraşıları sonucu öğretime yeni açılacak olan Durasıllı Ortaokuluna tayini yapıldı. Sabri Bey de alarak birlikte köye gittik. Muhtarı bulup tanıştık. Muhtar bizi evlerine götürdü. Bize kiralık bir ev buldu. Okula yakın, dışarıdan merdivenli küçük bir evdi. Ev küçüktü ama Emel için yeterliydi. Eve yerleştirdik. Maaşını aldıkça eşyalarını da alıp evini düzecek, muhtarda ona yardımcı olacaktı. Ayrıca köyün bakkalı olan Yüksel Bey ve hanımı Fadime de, o bizim kardeşimiz diyerek Emel’e yardımcı olacaklarını, gereken her şeyi yapacaklarını, bizim kayıtsız olmamızı, burayı düşünmememizi söylediler. Fadime’nin ikinci ismi de Emel’di bu nedenle adaştılar. Emel sizlere emanet diyerek 22 Ekimde oradan ayrıldık. Günümüz yolda geçti. Baba-kız kırgınlığı Bir gün evimizin karşısındaki komşumuz ile konuşurken “Bu akşam ne yapacaksınız” diye sordu. Ben de: “Bekir bu gün köy teftişinden geldi. Yorgundur, evde otururuz” dedim. O da: “Biz de yalnızız akşama gelin birlikte oturalım. Yarın pazar dinlenir” dedi. Aynı gün, apartman komşumuz Kibar hanım da çocuğunun Pazartesi günü matematik dersinden sınavı olduğunu söyleyerek “akşam gezmeye giderseniz Emel gelip çocuğu biraz sınava hazırlayabilir mi? İzin verir misiniz? Emel’in Durasıllı köyündeki evinde, anne-kız bulaşık yıkarken

119


Ben de evdeyim” dedi. Ben de: “olur, eğer gidersek gönderirim” dedim. Emel’e de söyledim, gider çalıştırırım dedi. Emel öyle gezmeyi sevmeyen, çalışkan, mert ve dürüst bir kızdı. Anneannesiyle anlaşamazdı. Kimseyle arkadaş olmadı. Kendi doğrultusunda giden değişik bir huyu vardı. Kendisini inciten insanları ve olayları asla unutmayan, herkesle anlaşamayan, bu nedenle arkadaşı da olmayan, içine kapanık biriydi. Ben bile onunla ilişkilerimde hareketlerime çok dikkat ederdim. Yine de unutamadığı çok şeyleri mutlaka vardır. Akşam komşuya gittik. Epeyce oturup bol bol sohbet ettik. Eve gelince, pencereden Emel’e eve geldiğimizi haber verdim. İçeri girdik. Kapıyı kapadım. Emel gelince zili çaldı. Bekir gidip kapıyı açtı. Bilseydim ben kapıyı açardım. Emelin odasında Bekir’in bağırmasını duyunca kalkıp gittim. Kendisinden izinsiz komşuya gittiği için Emel’e kızıyor ve hırpalıyordu. “sen ne yapıyorsun” diyerek itip uzaklaştırdım ama iş işten geçmişti. Bu olay üzerine Emel haklı olarak babasından koptu. Sabah kahvaltıda babasıyla aynı sofraya oturmadı. Çabalarım onları bir araya getirmeye yetmediği gibi evin yemeklerini de yememeye başladı. Emel çok kindar olduğu için ne yaptımsa eski düzeni sağlayamadım. Bir anne olarak çocuğunu doğuruyorsun ama ne yazık ki huyunu doğuramıyorsun. Bekir araba almayı çok istiyordu. Zaman içinde nihayet isteği oldu. Açık mavi renk bir Reno aldı. Kullanmaya kıyamıyordu. Evimizin bahçesinde arabaya bir garaj yaptı. Akşamları oraya koyuyordu. Okullar kapanmış yaz tatiline girmiştik. Temel de geldi. Annem de bizdeydi. Temel: “Baba, arabayı aldın. Ailece bir gezi yapalım. Anneannemi Maraş’a götürüp teyzemlere bırakalım. Gezi sonrası ben sizi Maraş’a getiririm.” Dedi ve baba oğul hemen bir gezi planı yaptılar. Önce Mersin’e, oradan Denizli’ye, sonra da Emel’in öğretmenlik yaptığı Salihli’nin Durasıllı köyüne gidilecekti. Manisa’daki Müfettiş Sabri Beyler ile Subay olan halamın oğlu Doğan ile ablası Betül’e de uğrayacaktık.

120


Gezimiz başlıyor

Hazırlıklarımızı yapıp gideceğimiz yerlerdeki tanıdıklara götüreceğimiz hediyeleri de alarak yola çıktık. Temel gezi güzergâhındaki turistik yerleri biliyor, rehberlik ediyordu. Bol bol fotoğraf çektiler. Türkiye’mizin her yerinde görülmeye değer güzellikler vardı.

121


Denizli-Pamukkale hakikaten harika bir yerdi. Tepeye kadar 122


çıktık. Sıcak sulu gölde eğlenenleri izledik. Sonra Manisa’ya gitmek için yola devam ettik. O günü Sabri beylerde geçirdik.

Müfettiş Sabri Bey eşi ve iki oğluyla

İkinci gün Doğan Beylere uğradıktan sonra Durasıllı köyüne geçtik. Fadime hanımlar köydeydi. Emel, Osman ve Pamir orada kalmak istediler. Biz sonra geliriz deyince Temel bizi Maraş’a getirip bıraktı. 12 Şubat Salı günü, Maraş'ın kurtuluş yıldönümü için yapılan törene yetiştik. İzini bittiği için Temel görev yerine döndü. Ablamın kızı Birsen’in düğünü nedeniyle 2 gün orada kalıp düğününü de yaptık. Malatya’dan komşumuz Hatice Hanımın kızı Semahat’ta çocuklarıyla düğüne gelmişti. O da bizimle Malatya’ya dönmek istedi. Birlikte yola çıktık. Hem araba doluydu, hem de Bekir araba kullanmada acemi olduğu için çok yavaş sürerek sıkıntılı bir yolculuğun sonunda geçte olsa Malatya’ya geldik. Kazasız belasız gelmemize de şükrettik. Ertesi gün de Diyarbakır’a evimize geldik. Bu yolculuğumuzu hoş geldine gelen herkese anlattık. Sanki bize geçmiş olsun demeye gelmiş oldular. 123


Bu fotoğrafın anısını yazmak istedim. Her baktığımda duygulanırdım. Gözüm ağlar, yüzüm gülerdi. Bu satırları yazarken de aynı duygular içerisindeyim. Cennet-Cehennem Bekir Diyarbakır’da müfettişlik yaptığı zamanlarda, müfettişlere değişik illerde hizmet içi eğitimi şeklinde toplantılar düzenlenirdi. Müfettiş arkadaşları da ya toplantıya giderken veya sonradan hanımlarını da alıp oraları görmesi için götürürlerdi. Ama Bekir beni bu toplantılara götürmezdi. Bütün müfettişler hanımlarını Van’a götürdü. Oysa Van’ı ve gölü, oranın güzelliklerini görmeyi ben de çok arzu ediyordum. Siirt’ten geçerken o büyük insan Veysel Karani’nin türbesi ile çevresini de görmeyi istiyordum. Mersin’e gittiklerinde bir olay çıkarıp hem beni kırdı, Hem de götürmedi. Kapıdan çıkarken: “Hanım Allah’a ısmarladık” dedi. Ben de: “Cehenneme git” dedim. Geziden döndüğünde, gülerek bana: “Hanım sen bana cehenneme git dedin . Vallahi, billahi ben de cehenneme gittim ama beni almadılar. Ben de geri döndüm” demişti. Şimdiki gezimizde Mersin’e uğradık. Benim elimden tutup: “Gel hanım sana cehennemi göstereyim. Beni almayıp geri göndermişlerdi” dedi. O konuşurken Temel fotoğrafımızı çekti.

124


Yolun aşağısında bahçelere giden bölümler vardı. Çok güzeldi. O bölüme cennet diyorlardı. Manevi annemin ölümü 8 Ocak 1974 Salı günü, Köy Enstitüsünde okurken bana sahip çıkıp annelik yapan ve 2. annem dediğim fedakâr bir can olan değerli insanı, manevi annemi kaybettim. Benim için çok acı bir gündü. İzin alamayınca cenazesine Temel’i gönderdim. 6 Şubat 1974 Çarşamba günü Ankara’ya taziyesine gittik. 5 gün orada kaldıktan sonra Maraş’a gittik. 12 Şubat Salı günü yapılan törene yetiştik. Osman ile Ahmet’te oradalardı. 13 Şubatta Malatya’ya dönüp Akçadağ’a geçtik. Perşembe günü tekrar Malatya’ya oradan da 15 Şubat Pazar günü Diyarbakır’a evimize geldik. Şubat tatilini böylece bitirmiş olduk.

125


15 Mart Cuma günü komşular ve öğretmen arkadaşlarım bana geldiler. Epeyi oturduk. Konuşmalarımız ve sohbetimiz iyi geçiyordu ki aniden annemin burnu kanamaya başladı. Bir türlü kanamayı durduramadık. Gece de devam edince hastaneye götürdük. O gecemiz doktor ve tedaviyle geçti. Ne yapacağımızı bilemedik. Kanamanın nedeni, burun damarlarıyla ilgiliymiş. O damarları yaktılar mı tam olarak bilemiyorum ama bazı müdahaleler sonunda çok şükür kanaması kesildi. Kadıncağız da korktu ve perişan oldu. Bir hafta kendine gelemedi. Annem Habibe, Kızım Emel ve oğullarımla

18-26 Nisan arasında Milli Eğitim Müdürü’nün hanımı ameliyat oldu. Kadının kimsesi yoktu. Yanında refakatçi olarak kaldım. O ara 23 Nisan bayram törenlerine katılıp tekrar hastaneye döndüm. Hastaneden taburcu olunca arabayla evine götürdük. Temel’in mezuniyeti

126


4 Mayıs 1974 Cumartesi günü Temel’in mezuniyet töreni vardı. İzin alarak ayın ikisinde Eskişehir’e gittik. Devlet Demir Yollarının salonunda çok güzel bir tören yapıldı. Ertesi gün Malatya’ya döndük. Akçadağ’a da uğradıktan sonra Diyarbakır’a geldik. 5 Temmuz günü üniversite sınavları yapıldı. Osman beni sınavlara görevli olarak yazdırmıştı. Verilen görev parasıyla Osman ile birlikte çarşıya giderek 2 divan için kumaş aldım. Terzide diktirdim. Halen bu örtüleri kullanıyorum. Manevi babam Reyzi Pamir’den mektup aldım. Öğretmen İffet Hanımla evlendiğini bildiriyor ve hanımının İstanbul’a gitmek istediğini. O’na ev aldığını ve 10 liraya ihtiyacı olduğunu kasım ayında borcunu ödeyebileceğini söylüyordu. Bizim de 5 liramız vardı ancak onu gönderebildik. Daha Kasım ayı gelmeden bir mektup daha gönderdi. Mektubunda: “Paranızı göndereceğim ama isterseniz bizim bakanlıkta çalışan İbrahim Bey, Adapazarı ilinin Karasu İlçesi’ne bağlı Alandere köyünde, deniz kenarında Öğretmenler Sitesi kuruyor sizi oraya üye yaptırayım ve paranızı arsa payı olarak ödeyeyim” dedi. Biz de “Deniz kenarında bir evimiz olur, siz gereğini yapın” diyerek teklifini kabul ettik. 127


Her ay kooperatife taksit ödedik ve ikiz evler şeklinde siteyi yaptılar. O zaman Reyzi Babam “Kiminle birlikte olmak istersiniz” diye sordu. Biz de kooperatiftekileri tanımadığımız için kendileriyle beraber olmak istediğimizi bildirdik. Tapularımızı yaptırdı ama hanımı kurada bize çıkan eve yerleşip kendilerininkini bize vermek istemiş. Bizim ev 3 yol üzerindeymiş. Kendilerininki ara yerdeymiş. Tapunun değiştirilmesi için Bekir gitti. Hiç unutmam Bekir dönüşte şöyle demişti: “Hanım, hem evimizi elimizden aldılar, hem de tapu masrafını bana yaptırdılar” Ben de: “Ne yapalım esas annemize gitti. Adı üzerinde ‘üvey anne’ böyle olur, dedim. Temel’in gönderdiği mektubu açtım. İçinden 2 Ekim 1974 tarihli yandaki asker fotoğrafı çıktı. Şapkası eğik, boynu bükük, iki eli cebinde, iki omuzu düşük fotoğrafını inceledim. Sevincim yarım kaldı. Duruşu çok anlam taşıyordu. Hüzünlendim, gözlerim doldu. Ağlamaktan kendimi alamadım.

128


Hatice ablam ve eniştemin ölümü Diyarbakır’da bizim Akçadağlı Ahmet Karakuş ve hanımı Meryem vardı. Bunlar oğlumuz ve kızımız gibiydi. Beş kızı ve bir oğlu vardı. Çok candan insanlardı. Hani “Dört dörtlük” derler ya öyle örnek insanlardı. Bir gün okuldan gelirken onlara uğradım. Hatice ablamın çok hasta ve durumunun ağı olduğunu söylediler. Hemen eve gelip hazırlanarak yola çıktım ama ulaşamadım. 26 Ekim 1974 günü ablam vefat etmişti. Çok üzüldüm. Ablamı hoca ile beraber yıkadık. Sağlığında bana “Yanına gelmeyi düşünüyorum. Oraya gelirsem iyi olurum. Daha önce geldiğimde de iyi olup dönmüştüm” demişti. Bize gelmesini bekliyorduk. Hastalığı sırasında yalnız kalmıştı. İki kızı vardı ama kızlar küçüklerdi. Okula gidiyorlardı. Önünde dönecek, işlerini yapacak. Yardım edecek kimsesi yoktu. Evli kızı Ayhan ilgileniyordu. Onun beyi de Almanya’da çalışıyordu. Çocukları da küçüktü ve ancak kendi evinin işlerini yapabiliyordu. Annem, Mukaddes ablam hep oradalardı. Eniştemin de sağlığı iyi değildi. Yıllardır kalp hastasıydı. Yolda zor yürüyordu. Oğlu gelini vardı ama birlikte oturmuyorlardı. Evin ön odalarında kendileri oturuyor, arka tarafta da oğlu ile gelini oturuyordu. Onların da çocukları vardı. Eniştem kızı Ayhan’ın yanında kalmaya başladı ama kışı zor çıkardı. Göğsünde başlayan ani daralma ölümüne neden olmuştu. Acı haberi alır almaz Akçadağ’a gittik. Yapacak bir şey yoktu. Böylece Hatice ablamın kapısı da kapanmış oldu. Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun. Bize kapıları anne-baba kapısı gibiydi. İnşallah bize bakmalarının mükafatını yüce Allah’ım verir. 129


Suat’ın evliliği Vadesi gelen ölüyor, yaşam devam ediyordu. Devam eden bu yaşam içerisinde Müzeyyen Ablamın oğlu Suat’ın evlilik haberini aldık. Yedi yaşındayken annesini kaybeden Suat benim de görev yaptığım Malatya Derme İlkokulun-da ve Sümer Ortaokulunda okumuştu. Ortaokuldan sonra babası liseyi okutamayınca bir yıl Malatya’nın dışında bir benzin istasyonunda çalışmış ve yatılı okul sınavlarına hazırlanarak kendi gayretiyle sınavı kazanıp yatılı okulda okumuştu. Haydarpaşa Sağlık Kolejini bitirerek Sağlık Memuru olarak görev yap-mıştı. Daha sonra okulunun yüksek kısmı olan Ankara Gevher Nesibe Sağlık Eğitim Enstitüsünde okurken sınıf arkadaşı Marmarisli Şükran ile tanıştığını, birbirlerini severek 29 Ağustos 1975 tarihinde evlendiklerini öğrendik. Ben de Ziya Gökalp İlkokulundaki başarılı çalışmalarımı Yenişehir İlkokuluna geçince de devam ettirdim. Yenişehir İlkokulu Dışkapı denilen sur dışında, ana caddenin sağındaki geniş alana yapılmıştı. Memur evleri semtindeydi. Diyarbakır’ın en işlek yerindeydi. Eve de yakındı. Öğrenciler ve veliler okumuş kültürlü kişilerdi. Ekserisi başka illerden buraya atanan memur kesimiydi. Öğretmen arkadaşlarla, veli ve öğrencilerle elbirliği içinde başarılı bir görev yaptım. 130


Eczacı Temel Yenişehir İlkokulunda göreve başladığımda bana verilen sınıfın öğrencileri arasından bir öğrenci eski öğretmenlerinden ayrılmak istememişti. Bu nedenle de okula gelmek istemiyordu. Okul müdürü de o öğrenciyi sınıftan ayırmak olmaz demişti. Öğrencinin ablası başka bir okulda öğretmendi. Kendisiyle konuştuk. Bana ne yapalım diye sorunca ben de: “kardeşin bu hafta gelsin, sınıftaki duruma bakıp sonra kararını versin” dedim. İki gün sonra okulun bahçesine geldi. Ben de çocukları okulun bahçesine toplamış, halka yaptırarak oyuna hazırlıyordum. Öğrenci yanıma gelerek “öğretmenim ben de katılabilir miyim?” dedi. Ben de: “Asıl senin katılman lazım. Sen bu sınıfın öğrencisi ben de öğretmeninim. Hem seni çok sevdim” dedim. O günden sonra bir ay içinde çocuğun durumu değişti. Ailesiyle de gidip gelmeye başladık. Samimiyetimiz ilerleyince öğrenciyle aramız çok iyi oldu. Bir gün akşam oturmaya gittiğimizde öğrencinin babası oğlunun ilk günlerdeki durumunu anlattı. Ben de: “bu vesileyle birbirimizi tanımış olduk. Sizin aileyi sevdik. Biz sizleri tanıdığımız için memnunuz” dedim. Hele bir büyüsünler, çocuklar büyüdükçe dertleri de büyüyor diyerek Temel’in durumunu anlattım. Temel’in eczacılık fakültesini bitirmiş olduğunu, askerliğini de yapıp geldiğini, Eczane açamadığımızı, ancak ben emekli olup Malatya’ya döndüğümüzde emekli ikramiyemle eczanesini açabileceğimizi söyledim. Ama şimdi ne yapacağız? Bekir de ben de bir çare bulamıyoruz dedim. Öğrencimin babası da, Ankara’da bakanlıkta ağabeyinin olduğunu söyleyerek, buranın sigorta hastanesinde eczacı yok. Onunla bir konuşayım, belki buraya tayinini yaptırır siz buradan gidene kadar hastanede çalışır diyerek durumu bize bildireceğini söyledi. Bu veli birkaç gün sonra okula uğradı. Temel tayin dilekçesini versin dedi. Bunun üzerine temel Sigorta Hastanesine müracaatını yaptı. Sağ olsunlar velimin ve ağabeyinin Ankara’da ki yardımları sayesinde hastaneye eczacı oldu. Ailece çok sevindik ve rahatladık. Velimin bu iyiliğini hiçbir zaman unutmadık.

131


Muhsin’in düğünü Akçadağ’da ki vefat eden Hatice Ablam ve Ömer Eniştemin büyük oğlu Mehmet, kardeşi Muhsin’i evlendirmek istiyordu. Ama maddi ve manevi yönden desteğe ihtiyacı vardı. Muhsin Muğla-Dalaman Seka Kâğıt Fabrikasında çalışıyordu. Yalnız başına yabancı yerde yapamıyordu. Maaşı vardı ama zor idare ediyordu. Mehmet bir gün Diyarbakır’a gelip durumunu anlattı. Çaresiz kaldığını. Kardeşini bir yuva sahibi yapmak istediğini söyledi. Kardeşinin de perişan olduğunu ve evlenmek istediğini belirtti. Ben de Diyarbakır’daki Ahmet ile Meryem’in kızı Nursel’i söyledim. Mehmet’i de alarak Bekir ile birlikte onlara akşam oturmasına gittik. Mehmet, Muhsin’in durumunu, bir başına perişan olduğunu, evlenmek istediğini anlattı. Ahmet ve Meryem’in acıma duyguları kabardı. İyilik sever örnek insanlardı. Dayanamadılar ve kabul ettiler. Ertesi gün Mehmet gitti. Çok geçmeden Muğla’dan Muhsin geldi. Onunla beraber Ahmetlere gidip konuştuk. İki gün sonra da bizim aile nişan yapmak için toplandık. Bekir, ben, Temel, Emel, Osman, Pamir, Muhsin’in diğer abisi Mümin ve eşi Durdane. Durdane’nin kardeşi Turan bir araya gelerek Muhsin ile Nursel’in nişanını aile arasında yaptık.

Muhsin’in nişanı 132


Resimdekiler Soldan sağa: Tülin, Gülnur, Aynur, Emel, Ben, Aşhan, Önümüzde Nursel-Muhsin. Arkada Mehmet. Nezahet’in kızı Tüzin ile abisi Hacı Hasan.

29 Temmuz 1977 tarihinde de düğünlerini yaptık. İkisi de birbirlerine yakışıyorlardı. Güzel bir yuva kurmuştuk. Muhsin’de, Nursel’de çok iyi niyetli ve anlayışlı insanlardı. İnşallah yuvalarında sağlıklı ve mutlu yaşarlar diyerek biz de çok sevindik. Öğlen yemeğimizi Ahmetlerde yedik. Bizim ev oğlan eviydi. Nursel ve Mümin de bizdeydi. Sabahleyin Akçadağ’dan gelenler kahvaltıdan sonra gittiler. Nursel ile Muhsin 3 gün kaldılar. Evlerine götürecek kıyafet ve eşyaları paket yaptılar Muhsin: “Benim evimde her şeyim var olmayanı da Nursel ile alırız” dedi ve onları yeni yuvalarına yolcu ettik.

Şoför Muazzez 133


Yenişehir İlkokulumuzun salonu çok büyüktü. Milli Eğitim Müdürlüğü, İlköğretim toplantılarını bu salonda yapıyordu. Trafik sınavlarının yazılıları da burada yapılıyordu. Onların işi bitip gidince benim de bulunduğum 6 öğretmen arkadaş, trafik sınavının soru ve cevaplarını tahtadan öğreniyorduk. Zamanla kitabın soru ve cevaplarını ezberlemiştik. Bizde ehliyet alalım diyerek başvuruda bulunduk. Sınava girdik. Ben yazılı sınavda 100 üzerinden 98 aldım. Araba kullanmasını da Bekir, Temel ve Osman’dan öğrendim. Kimin işi yoksa bana direksiyon dersi veriyordu. Direksiyon sınavı için Gazi Köşküne götürüyorlardı. Burası Diyarbakır-Mardin yolu üzerinde tepe bir yerdi. Tepenin tam üstündeki düzlükte Atatürk Müzesi vardı. Burada 3 defa direksiyon sınavına girdim ve dördüncüde kazandım. Hiç unutmam. Trafik sınavında görevli polis memuru bana: “sen ehliyeti ne yapacaksın teyze” dedi. Ben de: “Arabayla gidip gelmek iyi olur ama arabayı sürenin yanında otururken o araba kullanamaz duruma gelince ben direksiyona geçerim” dedim. Bu sözüm hoşlarına gitti. Ehliyeti aldım ama evde şoför çok olunca kullanmak nasip olmadı. Temel arabaya el koymuş gibi devamlı o kullandı. Bekir bile kullanma fırsatı bulamadı. Ancak önemli bir durum olduğunda arabayı alabildi. Bu duruna üzülüyordu ama yine de bir şey diyemiyordu. Temel’in Erzurum’da yedek subaylığı bitmişti. Eve döndü ama o tarafta beraber okuduğu arkadaşlarına, tanıdıklarına uğramak, aynı zamanda araba kullanma zevkini tatmak için gezmek istiyordu. Kıramadık. Beni de yanına arkadaş olarak aldı. Bu geziden ben de memnun kaldım. Türkiye’yi gezerek, görerek tanıyorduk.

134


Erzurum’da Temel’in samimi bir tanıdığı vardı. Geceyi onlarda geçirdik. Sabahleyin onlarla birlikte piknik hazırlığı yaparak geziye çıktık. Erzurum’u dolaştık. Doğubayazıt Türbesini gezdik. Türbenin yanındaki camii ve oturma yerleri vardı. Burada aldıklarımızı yedik. Hatta Doğubayazıt’taki İran-Türkiye sınır kapısına kadar gittik. Sur ve pasajlarda satılan eşya ve demirbaş malzemeler görülmeye değerdi. Yalnız üzüldüğüm husus Türkiye tarafındaki pasajların, caddelerin, yerlerin pisliğiydi. Yerlere dökülüp saçılan çöplerle çok çirkin bir ortam vardı. Pasajın içine girince temizliği göze çarptı. Sur’un sınır kapısından İran tarafına çıktık. Karşı tarafta İran Şahının heykeli vardı. Çevresi ter temizdi. Çiçeklerle süslenmişti. Hani Müslümanlığın temizliği? Hani temizlik imandan gelirdi? Orayı gördükçe insanın yüzü kızarır. Bu duruma üzülmüş ve çok söylenmiştim. Halimize acımış. Böyle tembel bir millet olduğumuz için Türkiye Devleti Vatandaşı olarak utanç duymuştum.

135


Gittiğimiz yerlerin tabelalarına varınca arabadan iniyordum. Temel’de fotoğrafımı çekiyordu.

136


Karadeniz kıyıları görülmeye değerdi. Ankara, Çorum ve Gümüşhane’ye uğradık. Temel arkadaşlarını buldu. Hatırlarını sordu. Gönül-lerini aldı. İçimiz dışımız sevgi, bağlılık ve mutluluk dolu olarak Diyarbakır’a döndük. Gezimizi de bu şekilde bitirdik.

Bel Fıtığı

137


1979-1980 Ders yılında Yenişehir İlkokulundaki görevime devam ederken “Bel fıtığı” oldum. 5-6.cı omur kemiğinin arasında oluşan fıtık çok kötüydü. Üçüncü sınıfı okutuyordum, Onlardan ayrılamıyordum. Ağrılarıma rağmen okula gidip geliyordum. Durumum gittikçe kötüye gidiyordu. Rapor alıyor hastanede ve evde tedavimi sürdürüyordum. Oturamaz ve yürüyemez olmuştum. Önceleri iyi olur tekrar öğrencilerime kavuşurum diyordum ama bir türlü düzelemiyordum. Raporum bitmiş ama ağrılarım devam ediyordu. Osman Tıp Fakültesinde okuduğu için doktorları tanıyordu. Tedavimle o ilgileniyordu. Sırt üstü uzun tahta masada yatıp ağrı kesici ilaçlarımı da alınca rahatlıyordum. Osman beni hastaneye götürdü. Heyet raporu alacaktım. Beni tedavi eden Dr. Bünyamin Bey de oradaydı. Osman’la birlikte durumu anlattık. Esas baş hekim yoktu yerine göz doktoru bakıyordu. Bana: “Oğlun fakültede okuyor diye rapor almaya mı geldin?” dedi. “İltimas mı kullanacağız” diye söze devam ederken Dr. Bünyamin Bey: “Bu hastanı durumunu biliyor musun ne sancılar çekiyor?” deyince sustu. Çok ağırıma gitmişti. Eve dönerken: “Ben emekliye ayrılacağım. Bir daha rapor almak için hastaneye gitmem” dedim ve emeklik dilekçemi verdim. Öğretim yılı sonunda da emekli oldum. Öğrencilerin mezuniyet töreni benim için de veda töreni oldu. Törende şu konuşmayı yaptım: 138


Sayın büyüklerim, konuklarım, kıymetli arkadaşlarım, velilerim ve sevgili çocuklarım. Bu gün çok mutluyum. Yalnız bu mutluluğumu gölgeleyen öğrencilerimden ve velilerimden ayrılma üzüntüsü içinde bulunmaktayım. 5 yıl önce 5 Arlık Pazartesi günü okula ilk geldiğim gün okulda sayın müdürümüz Erdoğan Aykal Bey ve arkadaşlarımın samimi ve candan bağlılığı çalışma isteğimi bir kat daha artırdı. İkinci ders yılında kıymetli velilerimizin teşebbüsü ile Sayın Valimiz Mehmet Karasarılıoğlu Bey’in, Sayın Özel İdare Müdürümüz Sait Mutlu Bey’in önderliğiyle sınıfımız 1450 liralık bir kütüphaneye kavuşmuş oldu. Ayrıca her şeker bayramında velilerimin birlik ve beraberliğiyle 7 çocuk giydirmekte, çeşitli sosyal faaliyetler yapılmaktaydı. Öğrencilerime son olarak söyleyeceğim şu sözdür: UNUTMA Allah’ını, kitabını, vatanını, milletini Doğruluğu hürmetini Aileni, şerefini Çalışmayı Unutma Unutma iyiliği, Toprağını ödevini, Yardımı cömertliği İnsanlığı unutma. Hayatında övülsen de, Takdir edilmesen de, Sırasında dövülsen de, Azimli olmayı unutma. Bu günümüzde öğrencilerimle benim çalışmalarımı destekleyen ve yardımcı olan, bu günümüze katılma lütfunda bulunan sayın misafirlerime, Kıymetli Müdürümüz Erdoğan Aykal Bey’e, Muavinimiz Mehmet Yılmaz Bey’e, arkadaşlarıma ve sınıf annelerimize, velilerime teşekkür ederim, sağ olun, var olun.

Alkışlar arasında konuşmamı bitirdikten sonra öğrencilerimin son olarak diplomalarını verdik. 139


SINIF VE OKUL FAALİYET ALBÜMÜ

140


5-C SINIF ÖĞRENCİLERİ

Tülay YILMAZ

Ali İlker KOÇ

Semra YILDIZHAN

Abdulkadir AKDENİZ Hülya UYSAN

Y. Adem YILMAZ Nurşen ÖZKILIÇ

Muzaffer ERALTAY Muammer ERALTAY

Nezih KÜRKÇÜ

Güler ERGİN

Bora SAVAŞIR

Oral AYAZ

İbrahim TURAN

141

Oktay AYAZ

Eser ÖZVURMAZ


Gülbin TOPKAYA

Erdal ÖZ

Necibe ERDOĞAN Şahin ÇUHADAR

Seçim KAYAR Mehtap ULUGERÇEK Kamil GLGÖR

H. Çavuş TÜRKAY Handan SALOĞLU Hüseyin ÇAĞIL

Mehtap ERONAT

Veysi BİLGİÇ

Ayfer ÖZTÜRK

142

Rezzan BOZOBA

Nazlı YÜCE

Ali AKGEÇ


Yusuf YILDIZ

Aysel ÖZDEMİR

Vedat KÖKERER

Ziynet EKEN

Nazime KÖKERER Nezahat KÖKERER Gülay ÇOKGÜLER Canip YILDIZ

KemalPAKETÇİ Mehmet DOĞAN Metin ERİLMEZ Ümit NOYAN Sedat DURMAZ

143


Süleyman Toygun VARENEL IŞILDAK

VALİ MEHMET KARASARILIOĞLU

144

Kenan Metin ALPAY Sevimli

Alaaddin YALÇIN


MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRÜ SÜLEYMAN VARLI

SINIF ANNESİ YÜKSEL SAVAŞER

145


VALİ BEY ÖĞRENCİYE DİPLOMASINI VERİRKEN

146


MÜFETTİŞ BEKİR BEY DİPLOMA VERİRKEN

BİLAL BEY DİPLOMA VERİRKEN 147


SINIF ANNESİ DİPLOMA VERİRKEN

148


DİPLOMADAN ÖNCE ÖĞRENCİ KURAN’I KERİM HEDİYE EDERKEN

ÖĞRENCİ TÖRENE GELEMEDİ DİPLOMASI ANNESİNE VERİLDİ

SINIF ANNESİ DİPLOMA VERİRKEN

149


DİPLOMA VERİLİRKEN

150


151


İKİ ÇOCUĞUNA VELİSİ DİPLOMALARINI VERİRKEN

VELİ DİPLOMA VERİRKEN

VELİLER DİPLOMA VERİRLERKEN

152


BİZDEN SONRAKİ 5. SINIFA FİLAMA DEVİR TESLİMİ YAPILIRKEN

KÜÇÜK

ALİ PİYESİNDEN İKİ SAHNE HASANOĞLAN KÖY ENSTİTÜSÜ MÜZİK ÖĞRETMENİ İSA COŞKUNER’İN YAZDIĞI PİYES; 2 PERDE 2 TABLODAN OLUŞMAKTADIR EĞLENCEYİ AÇAN İKİ KIYMETLİ VELİM BİLAL BEY VE EŞİ SINIF ANNEMİZ YÜKSEL HANIM

153


OĞLUM OSMAN’LA DANS EDERKEN

154


EĞLENCE HALAYLA DEVAM ETTİ OKUL MÜDÜRÜ, ÖĞRETMEN, VELİ VE ÖĞRENCİLER ÖĞRENCİLERİM VE ANNELERİYLE

155


MEHTAP ERENAT VE ANNESİYLE

ÖĞRENCİLERİM VE ANNELERİYLE

ÖĞRENCİLERİM VE VELİLERİMLE

156


ERDAL ÖZ VE AİLESİYLE

ÖĞRENCİM KARDEŞLERİYLE

157


PİKNİKTE

158


159


160


Baran

AZİZOĞLU Ufuk ARSLAN Kadri EŞSİZ

Mustafa ve Taner AŞOĞLU KADAYIFÇIOĞLU

İhsan SÜMER ŞANLI

İsmail MACİT

Murat UZUN

Berrin YÜCE

M. Emin ADLI

Ayşegül BİÇER Ferit YILDIZHAN Nuray AYVAZ

Filiz TEKKE

Suna ÇAVAŞ Mustafa

Fethiye DEĞER

Zeynep ÖNEN

Faruk

Yusuf TETİK

Sema ÇAĞLAYAN M.Ö. DÜNDAR Aysel KILINÇ Serpil KUŞÇUOĞLU Yasemin ÖZGÖL

161


Seval ÜRÜCÜ Birsel BARYAMAN

Ayhan VARIŞLI

Fotoğrafı olmayanlar: Mehtap ÖZŞEN Veysi ERGENEKON Kadriye TAŞKIN

162

Ali AVCI


(Fotoğrafın arkasındaki yazı)

12 Haziran 1977 Pazar günü Diploma merasiminde birlikte resim çektirmek fırsatını veren sevgili ve biricik öğretmenime ufak bir hatıra. Saygılarımla. Sema Çağlayan

Sema ÇAĞLAYAN

163


1977-78 DERS YILI YENİŞEHİR İLKOKULU 3 A SINIFI

Zafer YARDIMCIOĞLU Aytekin

İŞCANLI Funda DİLAN

Çiğdem MERMUT Haluk ODABAŞI Bülent BİLGİN

Mesut ÖZTİMUR

Murat ANKUT

Ümit ve Dilek KOÇGAZİ

Hüseyin ERCİVAN

Sevgi YALMAN Ayşegül ŞANLI

Elif ÖCAL

Bahar ESER

A. Kader RAYDEMİR Can Nurhuda ( Hasta-devamsız) SEYİTOĞLU

Can EMRULLAH Esra SARIOĞLU Aysel YAMAN

164


Timur DEMİREL Tülay HATUNOĞLU Yasemin AKSOY

Gönül YÜCESOY Mehmet ŞAKŞAK

İbrahim KAYA

Oktay TETİK

Alev AKYOL

Resimleri Olmayanlar: Metin AY Mustafa Nabi EKİNCİ Salih ORTAKAYA Ahmet ALATAŞ Hafize ALATAŞ Funda KADAYIFÇIOĞLU

165


ANNELER GÜNÜ

166


SINIFLARIMIZ

167


168


169


Okul Md. Teyfik BAŞAR

Vali Öğretmen Hüseyin Sabri SÖZER Muazzez YILMAZ

170


VALİ Hüseyin Sabri SÖZER

Belediye Reisi Turgut TEMELLİ

171


Hakim Hasan ÖZELÇİ

Sağlık ve Sosyal Yardım Md. Dr. Abdullah ÇİFTÇİ

172

Veteriner Müdürü Y. Ziya ÜNAL


Bayındırlık Müdürü Yılmaz KOVUK

Hastane Baş Tabibi Dr. Turhan ÖZKIR

Nüfus Müdürü Fikri ALPMAN

PTT. Müdürü Şükrü AKÇA

173


Tapu ve Kadastro Müdürü İsmail Hakkı BEŞE

Ziraat Müdürü Cemil AKIN

174


Jandarma Komutanı Haydar SARI

Fırat Askerlik Şb. Bşk. Albay Cavit ÖZATA

Defterdar Abdullah ADEMOĞLU

Emniyet Müdürü Kadri BAŞAKUR

175


Milli Eğitim Müdürü Süleyman VARLI

Özel İdare Müdürü Mustafa ÖKTEM

Savunma Sekreteri M. Ali ALPTEKİN

Müfettiş Ömer AYDOĞDU

176


Okul Müdürü Tevfik BAŞAR

Öğretmen Muazzez YILMAZ

177


178


179


Öğrencilerden ayrılmam çok zor oldu. Hem onlar hem ben çok ağladık. 35 Yıl 5 ay süren öğretmenlik görevim bu şekilde bitti.

Suat Gülşen’in öykü yarışmalarına göndermek için yazdığı ve beni konu alan “MUAZZEZ ÖĞRETMEN” isimli öyküsü ile “BİR YETİM KIZIN ANILARI-2” kitabımı burada sonlandırıyorum.

180


MUAZZEZ ÖĞRETMEN Üç kızdan sonra oğlu olunca çok sevinmişti Fırıncı Osman. Erkek evladın yeri bir başkaydı onun gözünde. Oğlu büyüyünce onun sağ kolu olacaktı. Fırını çekip çevirecek, hamur karacak, ekmek açacak ve kürek kürek ekmek pişirecekti. Kendisi de kasa kasa ekmekleri atına yüklediği gibi köylerde satacaktı. Bu hayal ile günler geçiyor, yardımcısı olan kadınların hazırladığı hamurları odun alevinde nar gibi kızartıyordu. 1930 Yılının ilkbaharında Akçadağ’da kızamık salgını çıktı. Bir an önce büyüsün diye kuş sütüyle besleyip, koruyup kolladığı oğlu kızamığa yakalanıp ölünce, kolu kanadı kırıldı. Fırıncı Osman çok üzüldü, günlerce oğlunun yasını tuttu. Eşi Habibe Hanım, üç kızın bakımından ve ev işlerinden artakalan zamanlarda kocasına destek olmak, yardım etmek için her fırsatta fırına koşuyordu. Hamarat bir eşti. Hamaratlığı yanında görgü ve bilgisiyle de örnek kişiydi. Bu nedenle konu komşu herkes ona Habibe Hatun diye hitap ederdi. Aylar sonra Habibe Hatun, gebe olduğunu eşinin kulağına fısıldadı. Yeniden oğlu olacak umuduyla havalara uçtu Fırıncı Osman. Günler geçiyor, hanımının karnı büyüdükçe Fırıncı Osman’ın da hayalleri büyüyor, oğlunu kucağına alacağı günü sabırsızlıkla bekliyordu. O gün, öğlene doğru hamurların hepsini pişiren Fırıncı Osman, her gün yaptığı gibi atın sırtına ekmek sandıklarını yerleştirerek yeni inşa edilmekte olan, Sultan Suyu Harasında çalışan işçilere ekmek götürmek için yola çıktı. Yolu uzundu. Atın önünde yürüyerek yularından çekiyordu. O gün dağ yolunda çalışma vardı. Bozuk dar yollara geldiğinde şiddetli bir patlamanın sesiyle irkildi. Patlatılan dinamitin ardından koca koca kaya parçaları üzerine doğru yuvarlanmaya başladı. Kaçmaya çalışsa da başarılı olamamış düşen kayaların biri bacağını ezmişti. Neden sonra yol çalışmasını yapan işçiler yaralanan, acılar içerisinde kıvranan fırıncıyı fark edip ayağını sarıp sarmalayıp atına bindirerek ilçeye geri gönderdiler. Akçadağ’da doktor yoktu. Kente gitmek için her an araba bulmak da mümkün değildi. Geçer, diyerek kendi kendini tedavi etmeye çalışan Fırıncı Osman, konu komşu tedavi için ne önerdiyse hepsini yapıyordu. Ancak bacağı gün geçtikçe kötüye gidiyor, sonunda kangren olan yaraların etkisi tüm vücudunu sarıyordu. 181


Çok geçmeden Fırıncı Osman henüz 33 yaşında iken hayata gözlerini kapadı. Kocasının bu vakitsiz ölümü Habibe Hatun’u perişan etti. Üç çocukla kala kaldı bir başına. Bir de yolda gelecek bebeği vardı, kocasının erkek diye umutla yolunu gözlediği. Ya ona ne demeli! Henüz aradan 15 gün geçmişti ki, daha evdeki yasın havası dağılmadan Habibe Hatun dördüncü kız çocuğunu doğurdu. Zeynep Ebe onca bebek dünyaya getirmişti ama ilk kez eline aldığı bu talihsiz kıza üzülerek baktı. İçi sızladı. Çaresiz ve perişan bir şekilde ne yapacağını düşünen talihsiz anne ise kızına sütünü vermedi. Ağlıyor, yetim doğan bebeğine üzülüyor, ölsün de kurtulsun istiyordu. Durumu fark eden Zeynep Ebe, Habibe Annenin acısını dindirmek, yardımcı olmak için çırpınıyordu. Sonunda anneyi teselli ederek emzirmesi için ikna etmeyi başardı. Yetim doğan bebeğini ilk günkü isteksizliğin aksine bağrına basan Habibe Hatun kızına Muazzez ismini koydu. İsminin anlamı gibi ona saygı duyulsun, değer verilsin, izzet ve şeref sahibi olsun istiyordu. Hatice, Mukaddes ve Müzeyyen’den sonra Muazzez. Dört evladına kol kanat geren Habibe Hatun’a komşuları da sahip çıktı. Evinin bir odasını kiraya veren Habibe Hatun, kira gelirine ek olarak bir süre memur ailelerin evlerine pınardan su taşıyarak geçimini sağladı. Derken Akçadağ Ziya Gökalp İlkokulu’na hizmetli olarak işe alındı. Çok çalışkandı Habibe Hatun. Okulun temizliğini yapıyor, sobalarını yakıyor, çekip çeviriyor, bununla beraber kızlarına da gül gibi bakıyordu. Habibe Hatun çok fedakâr bir anneydi. Bu çabasıyla herkesin takdirini ve saygısını kazanmıştı Aylar, mevsimler derken yıllar geçti. Büyüyüp okul çağına gelen kızları, ilkokula başladılar. Zaten çocukluklarından beri kızların da günleri anneleriyle beraber okulda geçmişti. Azimliydi Habibe Hatun. Dört kızı da okusun istiyordu. Kızlarından Mukaddes’in İlkokulu bitirdiği yıl Akçadağ’a Köy Enstitüsü açılacağını haber alan Habibe Hatun, okulun ilk öğrencisi olarak kızının kaydını yaptırdı. Köy Enstitüsü açılmıştı ama tahsis edilen geçici hizmet binası yeterli değildi. Karapınar köyü yakınındaki ovaya yeni okul binası yapılması için karar verilince, o bölgeye çadırlar kuruldu. Öğrenciler bu çadırlara yerleştirildi. Öğretmenler, büyük bir heves ve gayretle öğrencilerin eğitimiyle uğraşıyorlardı. Bir yandan eğitim öğretim devam 182


ederken diğer yandan; usta, işçi, öğretmen ve öğrenciler el ele vererek yaz-kış, soğuk-sıcak demeden canla başla okul inşaatında çalışarak sınıfları, işlikleri, okulu inşa ediyorlardı. Binalar yapılınca çeşitli faaliyetler de başladı. Dershaneler, işlikler, yemekhane ve yatakhaneler ayrılmış, marangozhane, tamirhane, elektrik, tarım, inşaat, güzel sanatlar, süthane bölümleri açılmıştı. Okula gelir getiren işler de yapılmaya başlanmıştı. Köy Enstitüsünün açılışının ikinci yılı sonunda Muazzez de Ziya Gökalp İlkokulunu bitirdi. 1942 yılı Eylül ayında bir gün, İlkokul Müdürü Korkut Bey ile Sınıf Öğretmeni Meliha Hanım okulun ufak tefek ve en küçük kızı olan Muazzez’i okula çağırdılar. Hazırladıkları bir evrakı ikisi de imzaladıktan sonra Korkut Bey: -Bak kızım, ailen senin nüfus cüzdanını çıkarmamış olduğu için diplomanı henüz hazırlayamadık. Biz senin nüfus cüzdanını çıkarıp diplomanla birlikte daha sonra vereceğiz. Bu yazıda durumunu belirttik. Yazıyı, Enstitü Müdürü Şerif Tekben Bey’e götürüp verecek ve enstitüye kaydını yaptıracaksın. Seni bir öğretmen olarak karşımızda görmek istiyoruz. Sen çalışkan, okumaya hevesli bir öğrencisin. Başaracağından da eminiz. Dışarıda atıyla bekleyen amca da seni okula götürecek, dedi. Akçadağ’da ortaokul yoktu. Malatya’ya gidip orada okumak ise herkesin harcı değildi. Muazzez okuyacağı için çok sevindi. Muazzez’i ata bindirerek kendini götürecek olan amcanın arkasına oturttular. İlk kez ata binmenin heyecanıyla düşmekten korkuyor, eyerden tutunmaya çalışıyordu. Yol uzundu. Bir hayli yol aldıktan sonra dereye vardıklarında atın sahibi Muazzez’i; sudan korkmaması, suyu geçerken belinden sıkıca tutunması ve hiç bırakmaması, gözlerini de kapaması için uyardı. Buna rağmen dereyi geçerken Muazzez suya bakıp korkunca oturduğu eyerden yana kaydı. Az kalsın dereye düşecekti. Bu kez adamın beline sıkıca yapıştı ve güçlükle dereyi geçtiler. Enstitüye varınca atı bir kayısı ağacına bağlayan sahibiyle birlikte doğruca müdürün odasına girdiler. Muazzez kaybetmemek için koynunda sakladığı zarfı çıkararak uzattı. Müdür yazıyı okuyunca Muazzez’i getiren at sahibine: -Tamam. Öğrenci burada kalacak. Sen dönebilirsin. Zahmetin için de teşekkür ederim, diyerek adamı gönderdikten sonra bir kız öğrenciyi çağırdı. Gelen öğrenciye; 183


-Kızım bu arkadaşınız ikinci sınıftaki Mukaddes’in kardeşiymiş. O’nu önce yatakhaneye götürüp ranzasını göster. Sonra da ablasını bul ve kardeşini teslim et. Ablası okulu dolaştırıp tanıtsın. Sınıfını, yemekhaneyi göstersin, dedi. Muazzez mutluydu. Artık Akçadağ Köy Enstitüsünün öğrencisi olmuştu. Geleceğin ilkokul öğretmeniydi. Sevinçten havalara uçuyordu. Bir kaç gün içinde okuluna alıştı. Dikiş öğretmeni ve üst sınıftaki ablalar el birliğiyle ona okul formasını da dikiverdiler. İlk kez ceket, gömlek ve pantolon giyiyordu. O hafta başında okulda dersler başladı. Bir gün sınıf öğretmeni Muazzez’i çağırarak ilkokuldan gönderilen nüfus cüzdanını verdi. Diplomasının da okulda kalacağını söyledi. Muazzez nüfus cüzdanına baktı. Doğum tarihi 15 Mart 1930 yazıyordu. Bu tarihi okuyunca yaşını da öğrenmiş oldu. Bir tatil günü ağacın gölgesinde oturmuş dinlenirken Muazzez’in yanına Eğitim Şefi Reyzi Pamir Bey ve eşi Nimet Öğretmen yaklaştı. İlkokul öğretmeni olan Nimet Hanım enstitüde görev yapabileceği kadro olmadığı için öğretmenlik yapmıyordu. Muazzez gelenlerin farkında değildi. Nimet Hanım onun sırtından tutup kaldırınca kendine geldi. Nimet Hanım beyine: -Bu küçük çocuğu okula nasıl kaydettiniz, diye sordu. -Hanım, senin küçük çocuk gördüğün bu öğrenci okulun sınavını kazandığı için alındı. -Bu çocuğu bize götürelim. Lojmanda kalsın. Emel ile oynarlar. Ona bakar. -Öyle şey olamaz, öğrenci okulunda kalmalı. -Ama kış geldi. Yatakhanelerinde soba da yok. Üşür, bu cılız bedeni kara kışa dayanamaz hastalanır. Sonunda Muazzez’in okul saati dışında ve akşamları kendilerinde kalmasına karar verdiler. Muazzez bu karardan memnundu. Sıcak bir yuvası ve kendine kol kanat geren bir ailesi olmuştu. Reyzi Pamir Bey’de baba sevgi ve şefkatini, Nimet Hanımda da anne sevgisini yaşıyordu. Habibe Hatun her ay maaşını alınca okula geliyor ve kızlarına birer lira harçlık veriyordu. Özellikle çok güzel ve gösterişli olan büyük kızına: “Aman kızım paranı idareli harca, kimseden borç para isteme, lazım olursa bana haber ver” diye tembih ediyordu. Muazzez parasını 184


harcamayıp biriktiriyordu. Bazen ya bir kitap alır, ya da fotoğraf parası verirdi. Ablasının parası bitince bazen gelir kardeşinden alırdı. Enstitüye, öğretmen ve arkadaşlarına iyice alışan Muazzez, sınıfın çalışkan öğrencileri arasına girmişti. Çok kitap okuyordu. Ders ve uygulama saatleri dışında onu arayan kütüphanede bulurdu. Müzik koluna da seçildi. Müzik Öğretmeni Sadık Bey, seçilen herkese Malatya’dan mandolin alıp getirdi. Muazzez’in mandoline verecek 25 lirası yoktu. Öğretmenine ve arkadaşlarına karşı mahcup olmamak için durumunu söyleyemedi. O hafta sonu okula gelen annesine söyledi ama annesinin de mandoline verecek parasının olmadığını biliyordu. Annesi: “Üzülme kızım. Bir hal çaresini bulurum” diyerek kızına avuntu verip gitti. Evlerinde, resmi görevde çalışanlara devletin her yıl verdiği bir teneke gazyağı vardı. Habibe Hatun evine gider gitmez hiç tereddüt etmeden bu gazyağını satıp parasını Muazzez’e götürdü. Muazzez, mandolinin parasını öğretmenine verdi. Onun da bir mandolini olmuştu ama buna sevinemedi. Çünkü gaz ocağında ve gaz lambasında bir kış yakacakları gazları yoktu artık. Yıllar çabuk geçti. Muazzez’in ablalarından Hatice ile Müzeyyen evlenip yuva kurdular. Mukaddes ablası da, birinci devre mezunu olarak atandığı Bahri Köyü’nde öğretmenliğe başladı. Köy Enstitüsünü bitirip öğretmenliğe başlayanlara demirbaş olarak devletin verdiği; Beş dönüm toprak (arsa), bir at, bir inek, beş koyun, bir dikiş makinası ile bir dokuma makinası Mukaddes’e de verildi. Amaç, öğrenciler dışında köylüler de eğitilecek, bu demirbaşlarla üretime geçilecek, tarla ekilecek, gelir elde edilecek, geliri de öğretmene kalacaktı. Muazzez’in son sınıfta stajları da başladı. Çevre köylerdeki ve Malatya’daki ilkokullarda derslere giriyor, kendini yarının öğretmeni olarak hazırlıyordu. O yıl Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in okullarını ziyarete geleceği haberi tüm öğrenci ve öğretmenleri heyecanlandırdı. Onun için bir okul pikniği düzenleme hazırlığına başlandı. Beklenen gün geldi. Bakan Bey enstitüyü dolaştı. Faaliyetleri yerinde izledi. Yoktan var edilen bu ilim yuvasındaki öğrencilerin çok yönlü yetiştirildiklerini görerek memnun kaldı ve hep beraber yürüyerek pikniğin yapılacağı Kotangölü Köyüne gidildi. 185


Aralarında Muazzez’in de bulunduğu müzik kolu öğrencileri mandolin eşliğinde şarkılar söyledi. Şiirler okundu. Oyunlar oynandı. Derken odun ateşinde kızaran kuzu çevirmesinin kokusu etrafı sardı. Hemen yer sofraları hazırlandı. Bakan Bey’i de aralarına alan öğretmen ve öğrenciler güzel bir birliktelik oluşturdular. O sırda Bakan Hasan Ali Yücel, karşı sırada oturmakta olan Muazzez’i çağırarak tabağını uzattı. Muazzez tabağı aldığı gibi aşçının yanına koşturdu. Aşçı, kızarmış etleri kesip tabağa koyunca. Heyecanla Bakan Bey’e götürüp, “Afiyet olsun Sayın Bakanım” diyerek sofraya bıraktı. Bakan Bey “Teşekkür ederim kızım” deyince yerine oturdu. Yetim olarak dünyaya gözlerini açan, yokluklar içinde büyüyen bir kıza sahip çıkan, babalık yapan, yarının öğretmeni olarak hazırlayıp, Atatürkçü bir aydın olarak yetiştiren devletin bakanına, yemek verip hizmet etmenin sevinç ve mutluluğu yaşayan Muazzez, Bakan Bey’in kendisini önemsemiş olduğunu da hissetti. Aradan altı ay geçti. Şimdi sıra vatan hizmetindeydi. 1947 yılında, ilkokul öğretmeni olarak atandığı köye, tahta valiziyle at sırtında giderken, yol üzerindeki dereyi yıllar öncesinin aksine yalnız başına, korkusuzca geçti. Karşı tepenin ardındaki köyde, sınıflar dolusu çocuk, karanlıklarını aydınlatacak güneş gibi, Muazzez Öğretmen’i bekliyordu. Beklenen bu güneş, 35 yıl genç beyinlere Atatürk’ün aydınlattığı yolda ışık saçmış, evlenmiş, 4 çocuk ve 10 torun sahibi olmuş ve halen 86 yıllık bir çınar gibi dimdik ayakta, çevresindekileri aydınlatmaya devam etmektedir.

SON

186


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.