Bir yetim kız 1 kitap(2017)

Page 1

BİR YETİM KIZIN ANILARI-1

Muazzez Yılmaz

1


Derleme, düzenleme ve baskı M. Suat GÜLŞEN www.suatgulsen.com gulsen.suat@gmail.com

İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ ( Suat Gülşen)..................................................4 BİRİNCİ BÖLÜM………………………………….….. 5 BİR ÖKSÜZ KIZIN ANILARI Anlatan: Muazzez YILMAZ İKİNCİ BÖLÜM……………………...……………......96 EŞİM BEKİR YILMAZ ÖNSÖZ (Muazzez Yılmaz) Anlatan: Muazzez YILMAZ Bekir YILMAZ Bekir YILMAZ’ ın hastane günlüğü ÜÇÜNCÜ BÖLÜM………………………………......118 ABLAM MÜZEYYEN Şiirsel anlatım: Muazzez YILMAZ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM………………………………126 2


ANNE TARAFI SOY AĞACI Derleyen: M. Suat GÜLŞEN Düzenleyen: Pamir YILMAZ

ÖNSÖZ Muazzez teyzemin “Kıymetli oğlum” diye başlayan 24.04.2012 tarihli mektubunu ve ekindeki dokümanları alınca önce sevgi kokan, anne kokan mektubunu özlemle okudum. Yıllardır fazla iletişim kurama-mıştık. Ancak, bizler çocukken her karşılaştığımızda anne şefkatiyle kucak-layıp bağrına basışını ve gözyaşlarındaki sevgi damlacıklarını hiç unutmam. Sevgisi hep içimizde olan “Anne yarısı” Teyzemin: “Ne mutlu bana, Allahu Teâlâ sonradan senin gibi bir evlat verdi.” diyen satırlarındaki sıcaklık, sevgi, tüm benliğimi sardı. Yıllardır ilk kez bana “Oğlum” diye hitap edilmesinin mutluluğuyla teyzemin sayfalar dolusu yazdığı anılarına bir göz attım. Her satırı geçmişi günümüze taşıyan, babasını göremeden dünyaya gelmiş olan talihsiz bir kızın yaşam mücadelesini anlatıyordu. Satırları okudukça, sayfaların içinde, anıların derinliğinde kayboluyor, olayları kendimde adeta yaşıyordum. Teyzem çocukluğunu, Bahrı (Çatyol) Köyü İlkokulu günlerini, Akçadağ Köy Enstitüsü yaşamını ve öğretmen olup Bahrı köyündeki öğretmenlik günlerini ve Kotangölü köyüne tayini çıkana kadar geçen yaşamını anlatmıştı. Bundan sonraki yaşamını da kaleme aldığını belirtmişti. Elimde sayfalar dolusu bir “Bilgi hazinesi” vardı. Bunu en güzel şekilde değerlendirmeliydim. Bu bilgi ve kültür yüklü anıları teyzemin evlatlarına, torunlarına, bir sonraki nesile, kalıcı bir şekilde aktarmanın tek yolu kitap haline getirmekti. Bir evladın, annesine verebileceği 3


en güzel, en anlamlı ve değerli armağan da bu olmalıydı. İşte bu duygular içerisinde ve uzun uğraşlar sonunda bu kitabı hazırladım. Yazım hatalarım varsa af ola. Muazzez anneciğim seni çok seviyorum...

Suat GÜLŞEN

BİRİNCİ BÖLÜM

4


BİR ÖKSÜZ KIZIN ANILARI Anlatan: Muazzez YILMAZ Yüzünü göremediğim babam: Babam Osman Fırıncı; Malatya’nın Çırmıktı (İsmetpaşa) ilçesi 1317 doğumludur. İlçenin ismi siyasi nedenlerle sonradan “Yeşilyurt” olarak değiştirilmiştir. Annem Habibe Gürcü Malatya Merkez Antepli Sokağında ikamet ederken ilçeye gelin gitmiş. Babamın sağlığında komşular hep anneme Habibe Hatun diye hitap ederlermiş. Babam da hiç adını söylemez “Şehirli kızı” diye çağırırmış. Annem Malatya’nın içinden, babam İsmet Paşa'lıymış. Evlendikleri zaman köy statüsünde olan bu yer sonradan ilçe olmuş. Her halde bu nedenle anneme şehirli kızı dermiş. Babamdan üç yaş büyük olan annemin anlattıklarına göre, babamın işleri iyi değilmiş. Akçadağ ilçesindeki bir akrabası olan ve yörede Çırmıktılı olarak tanınan Mahmut Efendinin daveti üzerine Akçadağ’a gitmişler. Orada fırıncı Resul ve Halil isimli kardeşlerle birlikte fırıncılık yapmış. İşleri iyi gidiyormuş. Bir süre sonra PTT’nin yanındaki satılık evi tapulu olarak almış ve Akçadağ’a yerleşmişler. Babam Akçadağ’da fırıncılık yaptığı zaman 4 tane kadın yardımcısı varmış. Bunlar evin işlerine yardım ettikleri gibi ekmek yapımında kullanılacak unları da hazırlarlarmış. Önce buğdayı yıkar, kurutur, elekten geçirir ve Hecek denilen semtteki su değirmeninde öğüttürerek un yaptırırmış. Bu şekilde kendi imalatı olan undan da ekmek yaparmış. Bir aralık kıtlık olmuş. İnsanlar ekmek almaya para bulmaya zorlanıyorlarmış. Kullandıkları ev eşyalarını, altınlarını satarak ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyorlarmış. Babam ve 5


annem halkın bu durumuna çok üzülüyor ve onlara yardımcı olmaya çalışıyormuş. Annemin üç kızı, bir oğlu olmuş. İlçede doktor yokmuş. Oğlu kızamık hastalığından ölmüş. Bir süre sonra annem bana hamile kalmış. Sultan Suyu Harası yeni yapılıyormuş. Burada çalışan ve yaşayanlara babam tahta sandıklar içinde, atların sırtında ekmek götürüp satarmış. Yine bir gün ekmek götürürken yol yapımında çalışanların dinamit patlatması sonucu kopan kayalardan birisi babamın bacağına düşmüş. Yaralanmasına ve sakat kalmasına neden olmuş. İlçede doktor olmayınca tedavisi yapılamamış. Kendi kendilerine duydukları ve yaptıkları ilaçlarla iyileştirmeye çalışmışlar ama bir türlü iyileşememiş. Sağlığı gittikçe bozulmuş ve bu olay ölümüne neden olmuş. 1350 yılında, henüz 33 yaşındayken vefat etmiş. Babamın ölümünden 15 gün sonra ben doğmuşum. Doğumu yaptıran Osman'ların Zeynep ebe annem için şöyle demişti: “Annen seni iki gün emzirmedi. “Ben babasız bu çocuğu ne yapayım? Nasıl bakarım? Zaten üç tane çocuk var. Dört çocuğa bakmak kolay mı?” Deyip çok ağladı. Biz teselli edip, nasihatte bulunarak gönlünü yaptık. Ondan sonra sütünü vererek seni emzirdi. Hakikaten sizi bakıp büyütmek için çok çalıştı. Yalnızdı. Akrabaları fazla ilgilenmediler. Çok zorluk çekti. Akçadağ ilçesinde yaşayan yerli ve yabancı, herkes annene yardımcı olmaya çalıştı.” Yine anlatıldığına göre, annem evimizin bir odasını kiraya vermiş. Memur olan yabancıların evlerine de kovayla su taşımış. Dayım Hacı Hüseyin Efendi Akçadağ ilçesinde başkâtiplik görevi yapıyormuş. Annemi ve biz çocukları alıp Malatya Merkez Antepli sokağındaki evimize götürmüş. Kendileri üst (birinci) katta oturuyorlarmış. Biz de aşağıda, zeminde bir odası, mutfağı ve avlusu (salon) olan yere yerleşmişiz. 6


Yengem bizi istemiyormuş. Hep annemi gözetlermiş. İhtiyaçlarımızı bile parasını vererek dayıma alenen aldırtamazmış. Annem parayı yengemden gizli verirmiş. O zamanlar kadınlar çarşıya çıkıp istediklerini alamazmış. Hep erkekler alış-veriş yaparmış. Dayım o zaman inşaat yaptırıyormuş. Annemin 2000 kuruşu varmış. O parayı dayım isteyip almış. Bir gün Akçadağ’daki evimizin kapısının önünde annemle ayakta duruyorduk. Akşamüstüydü. Sığırların (büyük baş hayvan) otlaktan evlerine dönme zamanıydı. Kapının önünden geçerlerken bir inek içlerinden ayrılıp annemin yanına geldi ve elini yaladı. Annem de ineği hem okşadı, hem ağladı. Ağlama nedenini sorunca: “Bu bizim ineğimizdi. Dayın bizi Malatya’ya götürdüğü zaman ineği başkasına sattım. İneğimden ayrıldığım gibi giderken kamyona yüklenen ev eşyalarımdan minderimi ve birkaç parça eşyamı da arabadan düşürmüşlerdi. Dayının yanında 6 ay zor kaldık. Tekrar Akçadağ’a evimize döndük. Akçadağ halkından Allah razı olsun. İyiliklerini unutamam. Bana: -Habibe abla kapını açık koy yat. Hiç korkup çekinme. Sen bizim bacımızsın, bunlarda bizim çocuklarımız” demişler. Annem, her zaman bize şöyle söylerdi: -Akçadağ’da olmasaydım sizlere bakıp, büyütüp, okutamazdım. Memuru, yabancısı ve yerlisi, hep bize maddi ve manevi yönden yardımcı oldular. İlkokul yıllarım: Ben ilkokula nasıl başladığımı bilemiyorum. Çok küçükmüşüm. Ziya Gökalp İlkokulu ile evimizin arasında ilçenin geniş yolu geçiyordu. Evle okul karşı karşıyaydı. Annem, iş yapmak için çağıranların evine gider, ben de yalınız kalınca okula gidermişim. Birinci sınıfı okutan öğretmenimiz Meliha Aksoy beni, öksüzüm kimsen yok düşüncesiyle sınıfa alıp bir sıraya oturturmuş. Devamlı gidermişim. Şubat ayında bana karne 7


vermemişler, çok ağlamışım. Annem bana acıyarak sırtına alıp okula götürmüş. Okul müdürü Korkut Bey’e ve öğretmenime, bana da karne verilmesi için rica etmiş. Onlar da annemi kırmamışlar. Okula kaydımı yapıp karne vermişler. Ben böylece okula başlamışım. İlkokulda derslerim ve notlarım çok iyiydi. Ben de okumayı ve kitapları çok severdim. Beni, müdür ve öğretmenler de sever, korurlardı. Çocukluk ve ilkokul süresince aklımda şu anılarım kaldı: 6 Elimi bulgur “Hedik” suyuyla yıkadım: Son baharda büyük kazanlar içinde buğdaylar haşlanır, pişirilerek bulgurluk “Hedik” yapılırdı. Pişirilen buğday yerlere serilen büyük bez yaygılara “Hıla” boşaltılır, incecik dağıtılarak serilir ve kurutulurdu. Daha sonra toplanan buğdaylar değirmene götürülüp öğütülür, pilavlık ve köftelik bulgur yapılırdı. Bizim de avlu gibi küçük bir salonumuz vardı. Üstü açık, tabanı toprak olan bu yere bir ocak yapılmıştı. Üzerindeki büyük bir kazanın içinde buğdaylar pişiyordu. Ablam da dama çıkılan merdivenin üst basamağında oturuyordu. Ellerimin üzerinin derisi yarılmış sızlıyordu. Ben de acımı paylaşmak istedim. O’na ellerimin çok acıdığını söyledim. O da bana, kazandaki kaynayan sudan almamı biraz soğuduktan sonra elimi içine batırarak yıkamamı söyledi. Bende söyleneni yaptım. Ellerimin üstleri öyle sızlayıp acıdı ki çok ağladım. O da oturduğu yerden bana bakıp gülüyordu. Bu olayı, hele ablamın bana böyle yapmasını hiç unutmadım. Yüzümü yaş bezle sildiler: Kış günü mangalın yanında ısınmak için oturduğum zaman külün içinde top top beyaz kül olurdu. Benimde hoşuma gider o topları alıp yüzüme sürerdim. Yine böyle bir gün Mukaddes ablam, Müzeyyen ablama beni göstererek; “Bak Muazzez yanaklarına kırmızı boya sürmüş” dedi. Birbirleriyle tartıştılar. Yaş bez getirip yüzümü sildiler. Böyle bir şey olmadığı için Müzeyyen ablam, o ablama çok kızdı. Ona: “Allahtan kork. Sen bu çocukla ne uğraşıyorsun” dedi. Beni kucaklayıp öptü. Onun yaptığı bu harekete çok sevindim. 8


Hatice ablamın gelin oluşu: Evliliğini zor hatırlıyorum. Düğün gecesi beni yüksek bir yere oturtmuşlardı. Pencere önü müydü? Yoksa “taka” dedikleri oyuk bir yer miydi? Bilemiyorum. Çalgı yoktu. Düğüne gelenler teneke çalıp türkü söylüyorlardı. İki kadın yan yana oturmuşlar sallanıyorlar ve “Hala kaynaş” diyerek birbirilerini iteleyerek gülüyorlardı. Sonradan onların bu hareketlerini bana yaptırıp eğlenirlerdi. Ablam gelin giderken Mukaddes ablam beni sırtına almıştı. O zamanlar öyle arabalar yoktu. Bir yere giderken uzak olursa eşek ve atların üstüne oturturlardı. Öyle gider gelirdik. Ama ablama küçük bir otobüs getirtmişlerdi. Onunla gitti. Ben de gidişini ablamın sırtında izlemiştim. Evimizin damından düştüm: Mukaddes ablam, kâğıt katlayarak uçak yapmıştı. Uçağı elle atıp uçurtulurken, bir seferinde uçak dama kaçmıştı. Ablam, merdivenle dama çıkarak uçağı kendisine atmamı söylemişti. Ben de dama çıktım. Uçağı ona atarken nasıl olduysa bende uçakla birlikte aşağı düştüm. Gözümü yatakta açmıştım. Yeni entarimle mutlu olmuştum: Annem mi diktirmiş yoksa birisimi vermişti bilemiyorum. Bana bir elbise giydirmişti. Akçadağ’ın iç kısmında tepe gibi yüksek bir yere, herhalde birisine gidiyordum. Elbisemle kendimi öyle mutlu hissediyordum ki o duygumu anlatamam. Annemin beni böyle güzel giydirmesinden büyük bir zevk almıştım. Karanlık ve yalnızlıktan çok korkardım: Ablamın beyi asker olmuştu. Annem her akşam yemek pişirir, ayrıca bir tabağa da koyar benimle Hatice ablama gönderirdi. Yollar karanlık, ıssız ve sakindi. Ablamın evi arka taraftaki sokaktaydı. Biraz da uzaktı. Çok korkardım. Bağırarak “Ayağına giymiş kara yemeni” veya “Kadifeden kesesi kahveden gelir sesi” türkülerini söyleyerek yemeği ablama verip hemen dönerdim. Bir kış günü de gündüz vakti, annem biraz ilerideki çeşmeden kovalarla su getirmeye gitmişti. Ben de sobanın 9


yanındaki duvara yaslanmış, oturup ısınıyordum. O zamanlar evlerin odalarının kapıları avluya açılırdı. Bizim kapının yan ve üst kısmında küçük bir pencereye benzeyen dikdörtgen şeklinde cam takılmış taka denilen bir yer vardı. Gözüm oraya takıldı. Orada birisi bana bakıyordu. Çok korktum. İyice duvara sokuldum. Olduğum yerde büzüldüm. Annem gelince penceredeki yüz de kayboldu. Ama çok korkmuştum. O anımı da hiç unutamam. Elif kaşlarını çatar, gamzesi sineme batar: Mahallemizde oturan Elmas bacı oğlunu, Elif adlı bir kızla evlendirmişti. Annemle geceleri onlara oturmaya giderdik. Ben bazen oyun olsun diye, gündüzleri gider kapılarını çalar: “Elif kaşlarını çatar, gamzesi sineme batar” diye bir türkünün sözlerini bağırarak söylerdim. O da kapıyı açıp gülerek: “Deli kız yine sen mi geldin” der, beni okşar severdi. Onun bu hareketi çok hoşuma giderdi. Bir rüya uğruna: Elif'lerin evine bitişik Ayşe teyzelerin iki katlı bir evleri vardı. Mahalle sakinlerinden Safiye teyze: “Ben bir rüya gördüm. Mahallemize bir felaket gelecek, mevlit okutalım” demiş. Bir kış günüydü, aralarında para toplamışlar, soba yanmış, üstünde sıcak su da varmış. Ateşini de mangala alıp koymuşlar. Ben annemin önünde oturuyordum. Mangal önümüzdeydi. Isınıyorduk. Salonun baş tarafında bir divan vardı. Gelenlerin bir kısmı orada oturuyordu. Ben annemin dizine başımı koyup yatmıştım. Çünkü akşam olmak üzereydi. Yerde oturanlarda çoktu. Salonun tahta döşemesi kalabalığın ağırlığıyla çöktü. Çöken zeminle birlikte hepimiz aşağıya düştük. Annemle benim düştüğümü yer ahır kapısının önündeki çukur kısımdı. Önümüzdeki mangalda bizimle birlikte düşüp devrilmişti. Mangalın kenarı annemin diz kapağının biraz aşağısına gelmişti. Ben “yandım” dedik-çe annem mangalı itiyor, o ittikçe ateşler bacağına dökülüyormuş. Hatice ablam ile birlikte yardıma gelen erkekler bizi çukurdan çekip çıkarmak isteseler de, çukurda olduğumuz için çıkaramayınca diğerlerini 10


çıkarmaya başlamışlar. Tabi geç kaldıkça annemin yanıkları genişlemiş. Sonunda zorla da olsa bizi çıkarmışlar. Kimisi sobanın üzerindeki sıcak su dökülünce yandığını, kimisi zeminin duvarla birleştiği yere çıkılan ince tahta süpürgeliğin battığını söylemiş. Eve geldik. Annemin bacağı çok kötüydü. Tahminen 6-7 parmak eninde, bir karış uzunluğunda yanık yarası açılmış, kemiğine işlemişti. Ne doktor, ne hastane hiçbir şey yoktu. Halil Efendi diye bir sağlıkçı vardı ama onda da ne ilaç vardı ne de yanık malzemesi. Kadınlar mercimeği yakıyor, külünü yanığın üzerine döküyordu. Kadıncağız aylarca acısını çekti. Zamanla yara iyileşti ama derin yanık izleri kaldı. Hacı Muhammet amcanın ölümü: Hatice ablam sokağa bakan tek kapılı, içeri girince geniş toprak avlusu olan ve kapısı bu avluya açılan üç odalı bir evde, kayın pederi, kayın validesi, eltisi, eltisinin beyi ve çocukları ile birlikte oturuyordu. Kendi çocukları da vardı. Eniştem askerdeydi. Ablam yalnızdı. Herkesin evi ayrıydı. Dışarıdan bakıldığında tek ev gibiydi ama içeri girildiğinde üç evdi. Eltisi Hanzey ablanın beyi Hacı Muhammet amca iri yapılı bir adamdı. O zaman büyüklerin anlattığına göre; gece Muhammet amca yola çıkmış. Çok kıskanç ve şüpheci birisiymiş ama cesur ve yürekliymiş. Saat gece yarısını geçiyormuş. Berber Kadir de evine gidecekmiş ama hanımına sarkıntılık yaptığı kadının beyi de o yolda olunca korktuğu için yolunu değiştirmiş. Ufak tefek, hastalıklı, huysuz, sapık, sevilmeyen biriymiş. Kapının önünde duran Muhammet amca, onu görünce: “Kadir buradan neden geçiyorsun? Yolun değil. Ne işin var?” diye sıkıştırmış ve adamı öldüresiye dövmeye başlamış. Canı acıyınca o da cebindeki berber bıçağını gizlice çıkarıp korkutmak için rastgele vurmuş. Bıçak sol taraftaki iç organlarını parçalamış. Kadir bu fırsattan yararlanarak kaçmış. Muhammet amca yaralı olduğu halde onu kovalamış. Öyle uzun adım atmış ki, oradakiler birbirlerine gösterip iki ayakkabının arası bir buçuk metre vardı demişler. Ben de olayı görmüştüm. O koşma sırasında ayakkabıları ayağından çıkmıştı. 11


Bizim evin karşısındaki köşede hâkimin oturduğu evin arka penceresinin önüne düşmüş. Caddeye paralel olan arka sokakta upuzun yatmış. Gece bu olaydan sonra adam bıçağını almaya gelmiş ama yaralıda olsa bıçağı elinden alamamış. O zaman daha canlıymış. Adam “Korktum, acayip sesler çıkarıyordu” demiş. Bıçağını almadan gitmiş. Çok insan toplanmıştı. Cesedi sırtüstü yatıyordu. Çevirdiler. İçinde çok kan birikmişti. Hepsi dışarı aktı. Annesi Aşhan teyze dizlerine hem vuruyor, hem de bağırarak ağlıyordu. Çok üzüldüm. Bu durum gözümün önünden hiç gitmedi. Hele annesinin “yavrum” diyerek üzerine kapanıp feryat etmesi çok acıydı. Kadir zaten hastaydı. Verem diyorlardı. O da hapishanede çok yaşamayıp öldü. Muhammet amca da boşu boşuna ölmüş oldu. Hanzey ablanın bir oğlu, bir kızı vardı. O da sonradan başkasıyla evlendi. Anımsayabildiğim diğer çocukluk anılarım: Geceleri ay ışığında sokakta ve yandaki okul bahçesinde saklambaç oynardık. Annelerimiz kapı önlerine yaygı serip oturur, hem konuşur, hem de güzel vakit geçirirlerdi. Bir gece yine saklambaç oynarken, Naim isminde, bizden çok büyük bir abi vardı. Beni omuzuna oturtmuş saklanmama yardımcı oluyordu. O sırada yoldan geçen bir adam “Ne yapıyorsun” dedi. O da beni bıraktı. Çok korkmuştum. Koşarak eve annemin yanına geldim. Ondan sonra o çocuğun yanına hiç gitmedim. Bir seferinde, nedenini tam hatırlayamıyorum ama bir erkek çocukla kapımızın önünde kavga ediyorduk. O bana vuruyor, bende onu tırmalıyordum. Bir ara o eğilip yerden bir taş aldı. Bana vuracaktı. Çok korktum ve “Bak kardeş biz taşla kavga yapmıyoruz diyerek” hemen kaçıp eve geldim. Bir gün kapımızın önünde oturuyor ve çelik çomak oynayan oğlanları izliyordum. Onlardan birinin attığı çomak gelip anlıma çarptı. Anlım çok acıdı ve şişti. Daha kötüsü de olabilirdi, Allah korudu. 12


Okul bahçesinde iki arkadaşım ip sallıyor ben de atlıyordum. Atlarken arada bir cebime koyduğum pişmiş yuvarlak köfteden yiyordum. Öğretmenimiz de pencereden bize bakıyormuş. Beni çağırdı ve ne yediğimi sordu. Ben de köfte yediğimi söyledim. O da: “ hem önlüğünün cebi yağ olur hem de bit olur, sakın bir daha böyle yapma” dedi. Bende bir daha cebime yiyecek koymadım. O zamanlar saçlarımızda bit olurdu. Öğretmenlerimiz her gün bit yoklaması yapar, tırnaklarımızı, başımızı, saçımızı kontrol ederdi. Mendilimizi çıkarır, ellerimizi üzerine koyardık. Öğretmenimiz sırayla bakar temizlik yoklaması yapardı. Durumumuz iyi olmadığı için annemi okula hizmetli olarak almışlardı. Annem çok çalışırdı. Okulun temizliğini yapar sobaları yakardı. Annem Ziya Gökalp İlkokuluna hizmetli olarak girdiği gün bu fotoğrafı çekilmiştik. Benimle birlikte Hatice ve Mukaddes ablam vardı. Annem, torunu Perihan’ı kucağına almıştı. Yalnız Müzeyyen Ablam yanımızda değildi. Akçadağ’da Başkâtip olarak görev yapan, dayım Hacı Hüseyin Efendi’nin 13


tayini Kahta’ya çıkınca giderken Müzeyyen Ablamı da götürmüşlerdi. Bazı geceler annemle birlikte okulda yatardık. Annem benimle fazla ilgilenmezdi. İsaf bacı diye bir kadın vardı. Bazen beni ona gönderirdi. Onun da bir tahta tarağı vardı. İple aralarını örmüştü. Onunla saçlarımı tarar temizlerdi. Büyüdükten sonra bu olay beni çok etkilemişti. İsaf bacıyı anımsayıp, onun gösterdiği şefkati annemde görmeyince anneme karşı bir kırgınlık hissederdim. Bazı geceler annemle birlikte okulda çalışan hizmetli Muhammet Dayı dedikleri adamın hanımı da okula gelir, küçük bir yer olan müdürün odasında kaval çalar, biz de dinlerdik. Oyun havası çalınca el çırpardık. Müzeyyen ablam oynardı. Kış gecelerini böyle geçirirdik. Sonradan müdürün odası okulun girişinde, sağ tarafta önü geniş balkon gibi yere alındı. Bizim sınıfımız sol taraftaydı. Kapının girişinde sağ tarafta duvarın önünde torbalar içinde kesme şekerler, büyük tenekeler içinde de tahin vardı. Bazı günler annem bir kaba tahin alırdı. Şekeri döğerek ufaltır, tahine katardı. Ekmekle yerdik. Çok severdim. Annem hazırlarken yanında bekler dikkatle izlerdim. İsmet İnönü göndermiş derdi. Annem okulda nöbetçi kaldığı günler bende beraber kalırdım. Bir sınıfa yatağımızı hazırlar birlikte yatardık. Okulun bodrum kısmında müze vardı. Orada derslerle ilgili araç gereç, tarihi kalıntılar ve ürkütücü eşyalar vardı. Raflara yerlere dizili dururlardı. Annem çok gençti. Korkusundan hep bana sarılıp yatardı. O zaman hareketlerine bir anlam veremezdim. Bazı geceler merdivenlerden ayak sesi geliyor diye anlatırdı. Bazı geceler sabaha kadar korkudan uyuyamazdı. Ben de bu durumdan çok etkilenirdim. Hiç yalınız başıma yatamazdım. Bu ve buna benzer yaşadığım, gördüğüm olaylar nedeniyle ileriki yaşlara kadar bu korkuyu üzerimden atamadım. Korkum halen devam etmektedir.

14


(Seyyar bir kitapçı)

Kitap okumayı çok severdim: Bir kitap satıcısı, eşeğin palanının üzerine heybe kor, heybenin her iki gözünü kitapla doldurur, Akçadağ’ın tüm mahallelerini dolaşırdı. Seyyar kitapçıyı bizim mahallede görünce hemen yanına giderdim. Mahalleden ayrılana kadar yanında bekler, kitaplara bakardım. Kitap alanlara imrenirdim. Kitap okumasını çok severdim ama param olmadığı için alamıyordum. Kitapların çoğu çocuk masallarıydı. Hazreti Peygamberimizin hayatı, Hz. Alinin cenkleri, Kerbela vakası, 15


Ecel Kuyusu, Hayberi Bedir, Uhut gibi kitaplar aklımda kalanlardı. Kitapçı yine bir gün geldiğinde yine ona bakarken yanına çağırıp neden kitap almadığımı sordu. Ben de: “Babam yok, param da yok” dedim. O da: “Kitaplarımı yırtmaz, kirletmez, aldığın gibi tekrar bana getirirsen sana kitap veririm, okuduklarını da değiştirebilirsin” dedi. O anki sevincimi hiç unutamam.

Osman Öğretmen ve sınıf arkadaşlarım

Bir ara öğretmenimiz Meliha Aksoy yoktu, derslerimize Osman Öğretmen giriyordu. Bir gün arkadaşlarla okulun bahçesinde oynuyorduk. Osman Öğretmenin yanında da bir adam duruyordu. Öğretmenimiz bizi yanına çağırdı ve “Gelin fotoğraf çekilelim” dedi. Hepimiz çok sevindik. Ben ön sırada oturdum. Üzerimde beyaz hırkam vardı. Bu fotoğrafı o gün çekilmiştik. Kuzu sevinci: Çok kitap okuyayım diye okuldan sonra bir yere gitmez, kenara çekilir yatana kadar okurdum. Öğretmenim Meliha Aksoy bu durumumu görünce anneme: “Bu kadar okuma 16


olmaz. Gel birlikte bir kuzu alalım, buralarda kuzuyu otlatıp oyalansın” demiş. Okul bahçesinin havuzlu bölümünde ot da çok boldu. Hiç unutmam, iki kuzu almışlardı. Siyahlı beyazlı çok güzellerdi. Benim hayvanları çok sevdiğimi bildikleri için “Sana iki kuzu aldık. Okulun bahçesinde otlatırsın” dediler. Sabahları erken kalkıyor, kitabımı entarimin altından göğüs kısmıma koyarak, kuzuları yaymaya götürüyordum. Onlar yayılırken ben havuzun önünde oturup sırtımı duvara dayayarak kitap okumaya başlıyordum. Öğretmenim beni okulun penceresinden görmüş. Anneme durumu anlatıp “Biz karışmayalım, kendi haline bırakalım, ne yapsak o yine bildiğini yapar” demiş. Ben kuzu otlatırken kitap okumaya devam etmişim. O zamanın alışkanlığı olsa gerek, okumayı yazmayı çok seviyorum. Öğrencilik yaşamımda bu okumaların çok faydasını gördüm. Halen de görmek-teyim. Bir gün dışarısı çok soğuktu. Okulun dar ve küçük bir salonu vardı. Bizi sınıf sınıf dizdiler. ATATÜRK vefat etmiş diye çok konuşmalar yaptılar. Öğretmenlerimiz, abla ve abilerimiz hep ağlıyorlardı. “Babamızı kaybettik. O bizi düşmanlardan kurtardı. Yurdumuzdan kovdu” diyorlardı. Babasızlığın ne olduğunu bildiğim için ben de çok üzülüp ağlamıştım. Akçadağ ilçe olmasına rağmen köy gibiydi. İlçedeki paralı ve toprak sahibi olanlar ilçenin ilerlememesi için ellerinden geldiği kadar gayret göstermişler. Mahallemizde yalnızca okul müdürümüz Korkut Beyin evinde radyo vardı. Radyoyu ve pencereyi açardı. Ben yoldan büyük bir dikkatle radyodaki konuşmaları dinlerdim. Bazen de radyodaki konuşmaları, olayları, haberleri pencerelerinde dinleyenler birbirlerine anlatırlardı. Ben de inlediklerimi eve gidince evdekilere, hatta arkadaşlarıma anlatırdım. Damda uyumak güzel olurdu: Eskiden evlerin çatısı yoktu. Örülen kerpiç duvarların üzerine, karşıdan karşıya direkler (hezen) dizilip üzerini tahtayla kapatırlardı. Samanlı çamur yapılır tahtaların üzeri bu çamurla iki parmak kalınlığında sıvanır, üstüne de bir karış toprak 17


serilirdi. Sonra dam loğ taşıyla loğlanırdı. Loğ taşı silindir şeklinde, her iki tarafında delik şeklinde oyuk olan ağır bir taştı. Bu oyuklara özel olarak yapılmış loğu çekmeye yarayan ağaç geçirilir, bu ağaç yardımıyla ileri geri çekilerek taş yuvarlanır ve toprağı presleyerek iyice sıkıştırırdı. Her yağmurdan sonra loğlama işlemi saman serpilerek yapılırdı.

Kerpiçten yapılmış, damında “loğ”u da olan bir ev

Kar yağınca özel küreğiyle kürünür, karlardan temizlendikten sonra tuz serpilerek yine loğlanırdı. Damın saçak tabir edilen kenarları köpüç tahtasıyla “pat pat” vurularak köpüçlenir, bu şekilde saçaklar da preslenirdi. Bazı ev sahipleri yazın damı sıva yapardı. Bunun için bir kovaya saman ve toprak koyarak su ile karıştırır, bulamaç yapar, bu sulu çamura bez batırarak dama sürerdi. Bu işleme “Perdah” denirdi. Yaz geceleri sıcak olurdu. Biz de bazı ailelerin yaptığı gibi yataklarımızı dama hazırlar damda yatardık. Gündüz olunca yatağı toplar üzerini örter, akşama tekrar yayardık. Ben damda da annemle birlikte yatardım. Bazı geceler yatmak için dama çıktığımızda yastıklarımız alınmış olurdu. Annem: “Ben kimin aldığını biliyorum. Bizim onların yanına gitmemiz için alıyorlar. Haydi oraya gidelim” derdi. 18


Giderdik ve yastığımız onlarda olurdu. Onlara Badoların Emikgil derlerdi. Orta yaşlı, güzel giyimli ve güzel konuşan bir adam vardı. Bize masallar anlatırdı. Çok güzel konuşur bizi hayal alemine sokardı. Biz de onu can kulağıyla dinlerdik. Ama bazı anlattıklarından korkardım. O kadar etkilenirdim ki, bazen uykum kaçar, uyuyamazdım. Halen o kadar olmasa bile yalınız kalmaktan, karanlıktan, gündüz duyduğum olaylardan etkilenir ve korkarım, huzursuz olurum. Perihan’ın gözleri: Hatice ablamın 1938 yılında bir kız çocuğu olmuştu. Adını Perihan koymuşlardı. Bir gün kadınlar ablamın evinde toplanmışlar acıma kelimeleriyle konuşuyorlar ve bebeğin gözlerine bakıyorlardı. Ben de merakla baktım. Gözlerinin siyahı yoktu. Bembeyazdı. Annem de oradaydı. Bana “Haydi çabuk git okul müdürü Korkut Beyin annesini alıp buraya getir” dedi. Koşarak gidip durumu ona anlattım ve alıp ablamlara getirdim. Perihan’ın gözlerine baktı. Bir şeyler söyledi. İlçede doktor yoktu. Kadın ilaç yapıp Perihan’ın gözlerine koydu. Bu ilaçlara devam ettiler. Ne kadar sürdü bilemiyorum ama sonunda iki gözü oluştu. Gözleri görüyordu ama bir gözünde küçük bir benek kaldı. Bu benek hayatı boyunca geçmedi. Gençken el işleri yapıyordu. Sonra gözleri kaşınmaya başladı. Devamlı eliyle silerdi. Tedavi oldu ve gözlük kullanmaya başladı. Boz yılan ve Mamado: Bir gün yatağımda uyuyordum. Sabah olmak üzereydi. Yavaş bir sesle adımın seslenildiğini duydum. Uyandığımda kapının önünde 5-6 kişi vardı. Bana yavaşça kalkıp gel diyorlardı. Kalkıp yanlarına gittim. Tavandaki hezenlerin arasındaki boşluğu gösterdiler. Orada krem renkli, tahminen yarım metre uzunluğunda boz bir yılan vardı. Duvardan aşağı sarkmış duruyordu. Bana, Mamado denilen bir adamın evini tarif ederek gidip onu getirmemi söylediler. Adamın evi uzaktı ama ben koşarak gidip adamı buldum ve durumu anlattım. O beni tanıdı. Birlikte eve geldik. Yılan biraz daha aşağı doğru sarkmıştı. Mamodo amca bir sandalye istedi. Boyu da uzundu. Sandalyenin üzerine çıktı. Yılana doğru elini uzattı. 19


Duvarın üstünde toplu duran kısmından yakaladı. Devamlı birşeyler söylüyordu ama ben anlayamıyordum. “gel mübarek” dediğini hatırlıyorum. Yılanı yakası çok açık gömleğinin içine yerleştirdi. Bunu yaparken yılanın başı mıydı, kuyruğu muydu adamın bacağına hızla çarpınca “bacağını ısırdı” dediler. Mamado eline tükürüp yılanın soktuğu yere sürdü. Yılan koynunda, sandalyeden inip gitti. Bizde ardından onu takip ettik. Mezarlığa gitti ve yılanı koynundan çıkarıp “Haydi güle güle git” diyerek salıverdi. Tekrar bizim eve geldi. Annemden kâse içinde su istedi. O da büyükçe bir kâseye su doldurup getirdi. Suyu okudu. Neler söylediğini anlayamadım. Suyu tekrar anneme verip “bu suyu evin her tarafına serp, bir daha evinize yılan gelmez” dedi ve gitti. Tutkal borcu: Öğretmenimiz bir el işi ödevi vermişti. Yapmam için tutkal lazımdı. Anneme söyledim. O da paramız olmadığı için alamayacağını zaten önemli ihtiyaçları bakkaldan veresiye aldığını, borç defterine yazdırdığını söyledi. O gece sabaha kadar ödevimi yapamazsam öğretmenimin kızacağın, arkadaşlarımın yüzüne nasıl bakacağımı düşünüp durdum. Sabahleyin erkenden kalkıp dükkana gittim. Tutkal alacağımı, parasını borç defterine yazmasını söyledim. Tutkal küçük bir cam şişenin içindeydi. Annem işe gitmişti. Ödevimi yapıp okula götürdüm. Annem sonradan bakkalın borcunu öderken tutkal aldığımı öğrenmiş. Bana: “Bu yaptığın çok kötü, bir daha benden habersiz böyle birşey yapma” dedi. Ben de bir daha izinsiz birşey almayacağıma söz verdim ve almadım. Bir gün yabancı adamlar okula gelmişti. Benim gibi maddi durumu iyi olmayanları, yetim çocukları ayırdılar. Adamlar ölçülerimizi alıp gittiler. Sonradan dikili elbiselerimiz önlüklerimiz geldi. Hemen giydirdiler. Güzel duruyordu. Çok sevinmiş, mutlu olmuştum. Tatile kadar hep giyer okula öyle giderdim. Babasızlığa isyan gözyaşları: Okulumuzun karşısında, aynı zamanda evimizin de yanında P.T.T binası vardı. Üst katındaki lojmanda müdür ve 20


idareciler kalıyordu. Bir gün okulun merdivenlerinde otururken postane müdürünün oğlu Enis: “Baba, babacığım” diye sesleniyordu. O sesleniş beni etkilemiş, çok dokunmuştu. “Neden benim de bir babam yok? Neden bizi bırakıp gitti?” Diye saatlerce ağlamıştım. Öksüz, sahipsiz ve yokluk içinde büyümek çok zordu. Bu durum gücüme gidiyordu. Bizi anlayacak, bakacak, koruyacak, besleyip büyütecek bir annemiz vardı. Genç yaşında dört kız çocuğuyla bir başına kalmış hiç geliri olmayan fedakâr bir anne... İlkokulu bitirme sınavları: İlkokulu bitirme sınavında sorulan 3 dersin soru ve cevaplarını hiç unutmam. Türkçe den; 5.sınıf okuma kitabındaki “Semerkand” parçasını okuttular. Orada geçen “Bir Seyyah diyor ki” cümlesinin anlamını kelime çeşidi olarak, dilbilgisi kuralına göre açıklamamı istediler. Benim de anlatımım ve hele dil bilgim çok iyiydi. Açıklamamı mümeyyiz öğretmenler çok beğen-diler. Başka soru sormaya gerek yok dediler. Aile Bilgisi dersinin sınavında; Okul Müdürü Korkut Bey de sınav odasındaydı. Bana “Geçen gün annen bir köfte yapıyordu, onun nasıl yapıldığını bize anlat” dedi. (annem okulda hizmetli olarak çalışıyordu) Ben de köftenin tarifini yaptım. Coğrafya dersi sınavında, Avustralya kıtası hakkında bildiklerimi anlatmamı istediler. Türkçe ve matematik derslerini çok severdim. Çokta iyi bilirdim. Diğer dersler bana pek çekici gelmezdi. Yine de harita karşımdaydı. Siyasi değil, fiziki çizimliydi. Böyle olunca dağlarını, ovalarını, ırmaklarını, şehirlerini, kıta olduğunu ve Hayvancılıkla uğraştıklarını anlatıyordum ki “Tamam, çık” dediler.

21


(Akçadağ Köy Enstitüsü Müdürü Şerif Tekben ve öğrenciler.)

Akçadağ Köy Enstitüsü: Akçadağ Köy Enstitüsü’nün kuruluşu ve çalışmalarla nasıl meydana geldiğini, hayatımızdaki yerini, okulu tanımamız ve bu okulun öğrencisi olarak başladığımız, bizim için hayatımızın kurtuluş yuvası olan bu güzel ve mukaddes yeri, öğrencilerini, eğitimcilerini, aklımda kalan anılarımı anlatmaya çalışacağım. Akçadağ’da kışla diye adlandırılan semti okul durumuna getirerek faaliyete başlamışlardı. Mukaddes ablam da okulun ilk öğrencilerindendi. Sonradan öğrendiğime göre okul ve alanı dar, okumaya uygun değilmiş ama ilçenin toprak sahipleri, zenginleri bu duruma el atmamışlar. Durum böyle olunca, Devletimizi yöneten ileri görüşlü, köy enstitülerini kuran büyüklerimiz, ilçeye bağlı Karapınar köyünün yakınındaki ovaya okulun yapılmasına karar vermişler. Annemle birlikte ablamı görmeye gittiğimizde, çadırda yatıyorlardı. O zaman görmüştüm; usta, işçi, öğretmen ve öğrenciler el ele vererek yaz-kış, soğuk-sıcak demeden canla başla inşaatlarda çalışıyorlardı. Öğretmenler, büyük bir heves ve gayretle öğrencileri bir yandan eğitiyor, diğer yandan sınıfları, işlikleri, okulu inşa ediyorlardı. 22


Kısa zamanda binalar yapılmış, faaliyete başlanmıştı. Dershaneler, işlikler, yemekhane ve yatakhaneler ayrılmış, marangozhane, tamirhane, elektrik, tarım, inşaat, güzel sanatlar, süthane bölümleri açılmıştı. Okula gelir getiren işlerde yapılmaya başlanmıştı. Ben bu süre içerisinde ilkokulu bitirdim. Okul müdürümüz Korkut Bey ile sınıf öğretmenimiz Meliha Aksoy Hanım’ın okumamda bir baba ve anne gibi fedakârlıklarını, iyiliklerini asla unutmadım. Onları hala anar çevremdeki insanlara anlatırım. Onlar olmazsa biz de olmazdık. Bunca yardımlarının yanında annemi de okula hizmetli olarak almışlardı. Hiç değilse aldığı maaşla karnımız doyuyor, kimseye muhtaç olmuyorduk. Ziya Gökalp İlkokulunu bitirdiğim 1941-1942 döneminde Akçadağ Köy Enstitüsü’ne kayıt olmam için Korkut Bey ve Meliha Hanım bir evrak hazırlayıp imzaladılar. Evrakı Enstitü Müdürlüğüne vermemi söyleyerek orta yaşlı bir adamın arkasında ata bindirerek gönderdiler. Evrakı Enstitü Müdürü Şerif Tekben’e beni götüren adamla birlikte odasına girerek verdik. Beni okula kayıt etti. Birlikte geldiğimiz amca da beni bırakıp döndü. Bir abla beni alıp yatakhaneye götürdü. Yerimi ve ranzamı gösterdi. Ben artık Akçadağ Köy Enstitüsü öğrencisi olmuştum. Mukaddes Ablam gelip beni aldı ve beraber yemekhaneye gittik. Sonradan öğrendiğime göre yaşım küçükmüş ve nüfus cüzdanım da yokmuş. Okula beni hemen kaydettirip, doğum günümü 15 mart 1930 olarak yazdırıp mezun olan arkadaşlarımla beraber diplomamı yazıp, okul müdürlüğüne göndermişler. Okulda dersler başlamıştı. Sınıf öğretmenimiz beni çağırarak, nüfus cüzdanımı verdi. Diplomamı dosyama koyacağını, onlarda kalacağını söyledi. Bundan sonra okulda günlerimi, yaptıklarımı, yapamadıklarımı, korkularımı, daha birçok olayları yazacağım ama yazarken devamlı aklımda olan Sayın Muammer Bilge’nin “Anılar” yazısını ilave ettikten sonra anlatmaya başlayacağım. Çünkü okulumuz ancak bu kadar gerçekçi bir dille anlatılır. 23


70.YILINDA BİR AYDINLANMA ATILIMI KÖY ENSTİTÜLERİ Cumhuriyeti kuran çağdaş aydın kadrolar, o günün şartlarında kalkınmanın köyden başlayacağına inanıyorlardı. Eğitim köylere inmeliydi. Köyden gelen yetenekli öğrenciler, bu okullarda eğitim gördükten sonra köylerine dönerek, okuma fırsatı bulamayanlara okuma-yazma öğreteceklerdi. Pratik ve teorinin bir arada gösterildiği Köy Enstitülerinde yaşama dair ne varsa her şey öğretiliyordu. Tarih, tarım, el işleri, güzel sanatların yanında yurttaşlık bilinci veriliyordu. Dünya klasikleri okuyan köy çocukları, müzik ve tiyatro yaparak eğitildiler. Genç cumhuriyetin temelleri böylece sağlamlaştırıldı. Köy Enstitülerinin ana amacı köylüyü eğitmek ve üretici durumuna getirmekti. Özellikle kadınların durumu çok kötüydü! Okuma yazması olan köylüler parmakla gösterilecek kadar azdı. Yalnızca köylüyü kalkındırmayı değil, onu bilinçlendirerek çağdaş bir yaşama kavuşturmayı da amaçlayan Köy Enstitüleri devrimci bir hareketti. Böylece 17 Nisan 1940'da Köy Enstitüleri kurulmaya başlandı. Enstitülerde kararlar, öğretmen-öğrenci birlikteliği sonucunda alınırdı. Okul yöneticileri ile öğrenciler her konuyu özgürce tartışırlardı. Bugün bile göremediğimiz okul içi demokrasi bu okullarda fazlasıyla vardı. "Eğitim üretim içindedir" şiarıyla hareket eden bu okulların ana amacı ülkeyi kalkındırmaktı. Bu çağdaşlaşma atılımı kısa zamanda etkilerini gösterdi. Köylerden gelen ürkek üstü başı yırtık köy çocukları, artık Dünya klasikleri okuyor, müzik aletleri kullanıyor ve tiyatro yapıyordu. Bunun yanında duvar ören, marangozluk, demircilik ve tarım yapan genç, dinamik, eğitimli bir nesil yetişiyordu. Tonguç Hoca'nın yönetiminde yürütülen Köy Enstitüleri'ni UNESCO tüm geri kalmış ülkelere çağdaş bir kalkınma modeli olarak gösterdi. Enstitülü köylü kız çocukları başlarında okul şapkalarıyla özgür ve eşitlikçi bir birey olmanın hazzını yaşadılar.

24


Bu okullardan mezun olan öğretmenler, gittikleri köylerde hemen işe sarıldılar. Köylerde sosyal çalışmalar başladı, köy okuma odaları, tiyatrolar kuruldu. Ekilen tohumlar yeşeriyor, geri kalmışlık, cehalet terkediliyordu. O dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel bu aydınlanma projesini yönlendiriyordu. Köy Enstitüleri'nin etkileri bütün ülkeye yayılıyordu. Amerika hükümetinin hazırladığı raporda: "Dikkatli olun Türkler büyük bir eğitim atılımıyla gelmektedirler" deniyordu. İçeride ise büyük toprak sahipleri, ağalar, gericiler bu gelişmelerden hiç memnun değillerdi. Enstitüleri karalama kampanyası başlatmışlardı. Köylünün uyanışı, eğitilmesi, Köy Enstitülü öğretmenlerin varlığı onları çok rahatsız ediyordu. Amerika'nın, toprak ağalarının baskısı sonucunda, oy kaybetme korkusuyla CHP, 1946 sonrası bu okulların özünü kaybettirecek değişiklikler yaparak büyük darbe vurdu. Yüksek Köy Enstitülerini kapattı! Daha sonra ise bundan cesaret alan DP, 1954 yılında bu aydınlanma okullarını tamamen kapattı!.. Ne yazık ki ülkemiz bu büyük, çağdaş atılımı koruyamadı! Bu okullardan birçok sanatçı, yazar yetişti ve yapıtlarıyla kültür yaşantımıza renk kattılar. Değerli dostlarım Fakir Baykurt, Dursun Akçam, Hasan Kıyafet'in yanında Mehmet Başaran. Mahmut Makal, Osman Şahin, Talip Apaydın, Hürrem Erman akla ilk gelen yazarlardır. Bu satırların yazarının babası da, Köy Enstitüleri' nin kuruluşunda bulunmanın onurunu yaşamıştır. Cumhuriyetin bu aydınlanma okulları kapatılmasaydı bugün çok çok ilerilerde olacaktık! Eğitimcilerin bugün bile hayranlıkla bahsettikleri, ülkemize has bu büyük proje yaşatılsaydı yoksulluk da, geri kalmışlık da ortadan kalkacaktı.

25


KÖY ENSTİTÜLERİ YARIM KALMIŞ BİR TÜRKÜ, KÖY ÇOCUKLARININ VE KÖYLÜNÜN KURTULUŞUYDU...

Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali YÜCEL Köy Enstitüsü öğrencileriyle birlikte.

26


(Akçadağ Köy Enstitüsü öğrencilerinden bir grup)

Korkulu geçit Sultansuyu: Akçadağ ilçesinden okula hep yaya olarak gidip geldik. Okul ile ilçe arasında Sultan Suyu ırmağı akıyordu. Onu geçmemiz gerekliydi. İlk zamanlar sudan geçerken çok korkmuştum. Karşı tarlalarda ekinlerle uğraşan adamlara: “Amca su bizi götürecek, ne olursunuz karşıya geçmemiz için bize yardım edin” diye bağırınca annemin de: “kızım ben yanındayım, bak elini de tutuyorum, korkma seni hiç bırakır mıyım?” diyerek cesaret vermesini hiç unutmam. Benim için o sudan geçmek büyük cesaret istiyordu. Okula kayıt olmam için beni atıyla götüren adam, suyu geçerken belinden sıkıca tutmamı hiç bırakmamamı, gözlerimi de kapamamı, suyu geçtikten sonra açmamı söylemişti. Ben akan suya bakıyor ve korkuyordum. Adam tekrar gözlerimi kapamam için ikaz etti. Gözlerimi kapadım ama birde baktım farkında olmadan yana doğru eğilmişim. Eğer adamı sıkıca tutmamış olsaydım suya düşebilirdim. Okula her gidiş gelişte bu Sultan Suyu benim korkulu geçidimdi. Bu nedenle hiç gelip gitmek istemezdim. 27


Bir sabah okul müdürü seni çağırıyor diyerek beni bir dershaneye götürdüler. Tahtada Türkiye haritası asılıydı. Önünde okul müdürümüz Sayın Şerif Tekben oturuyordu. Sınıfta arkadaşlar da vardı. Tahtanın yanında ayakta duruyorlardı. Beni yanına çağırıp harita üzerinde sorular sordu. İllerin yerlerini soruyor ben de gösteriyordum. Sonunda Muğla’yı sordu. Ben harita üzerinde parmağımla gösterirken yanımdaki arkadaşlar “Yok o tarafta değil” deyince cesaretim kırıldı. Yine de müdürün yardımı ve bana gösterdiği samimi ilgisiyle buldum ama çok üzülmüştüm. Korkut Beyin ölümü: Çok üzülüp ağladığım bir olayı daha anlatmadan geçemeyeceğim. Ziya Gökalp İlkokulu Müdürüm Korkut Bey, o büyük, fedakâr ve bana babalık yapan adam, bir yere gidecekmiş. O zamanlar fayton taşıma aracı olarak kullanılırdı. Müdür de faytonla giderken atlar bir şeyden ürkmüşler. Hızla koşmaya başlamışlar. Sürücünün tuttuğu atları idare eden yular elinden düşmüş. Atlar idaresiz kalınca var güçleriyle koşmaya başlamışlar. Faytoncu aşağı atlamış. Korkut Bey’e de atlamasını söylemiş ama çok kiloluymuş. Elbisesi de faytona takılmış. Yere atlayamayınca ara yerde kalmış. Kenarlara çarpa çarpa ölmüş. Bu feci ölümü hepimizi yasa boğmuştu. Her zaman beni, tüm öğrencileri ve çevresindeki insanları çok seven ve koruyan bu büyük insan, bu şekilde aramızdan ayrılmış oldu. Sınıf öğretmenim Meliha Aksoy beni kanatlarının altına alıp seven, koruyan, okutan, istikbalime kavuşturan ikinci annem gibiydi. Öğretmenimin beyi Reşat Bey Mersinliymiş. Bu nedenle tayinini oraya aldırmışlar. Bu iki fedakâr insanın bana yaptığı iyilikleri hep andım. İlkokulu bitirtip Köy Enstitüsü’ne göndermek için bir baba ve anne gibi uğraşmışlar, yardımlarını esirgememişlerdi. Birisini ölü, diğerini diri olarak kaybettim. İnşallah bu yaptıkları iyiliklerin mükâfatını görürler.

28


Terzi Olduk: Dikiş öğretmeni ve üst sınıftaki ablalarımızın yardımıyla, elbisemizi kendimiz dikiyorduk. Benim de ölçümü aldılar. El birliğiyle, ceket, pantolon, gömlek vs. Dikildi. Benim de elbiselerim olmuştu. Sevincim sonsuzdu. Sıcak bir yuvaya kavuştum: Okulumuzun yerleşim alanı geniş ve düzlüktü. Bir gün oturmuş toprakla evcik yapıyordum. O sırada eğitim şefimiz Reyzi Pamir Bey ile hanımı Nimet Abla yanıma gelmişlerdi. Ben hiç farkında değildim. Nimet abla sırtımdan tutup ayağa kaldırdı ve hocamıza: “Bu küçük çocuğu okula nasıl kaydettiniz?” deyince, O da: “Hanım, çocuk okula geldi, sınavı kazanarak okula alındı. O çalışkan bir çocuk” dedi.

Reyzi Pamir (Eğitim Şefi, Psikoloji Dersi Öğretmenimiz ve Manevi Babam) 29


(Reyzi Baba, Nimet Anne, Emel ve Temel kardeşlerim.)

Hanımı da: “bu çocuğu bize götürelim, Emel ile oynarlar, yanında ona sahip olur” dedi. Öğretmenim de: “Öyle bir şey olamaz, okulunda kalmalı” dedi. Kış geliyordu, hava soğuktu. Ders zamanı okula gideceğim boş zamanımda da onlara gidip kalacaktım. Yatakhanede soba yoktu. Ben onların sıcacık evinde yatıp, derslere gidip geldim. Gece gelip bana bakarlardı. Eğer yorganım açılmışsa örterlerdi. 30


Rahatım çok iyi ve bakımlıydım. Hatta yatakta kitap okuyormuşum Öğretmenim bu durumumu görmüş, çok beğenmiş. Bir gün sınıf arkadaşlarıma: “Sınıfınızda kim çok okuyor?” diye sormuş. Onlar da çalışkan arkadaşların adlarını saymışlar. Öğretmenim de: “Muazzez’i saymadınız. Esasen o çok okuyor” demiş. Bu konuşmaları arkadaşlarım bana söylemişti. Gece saat ikiye kadar dolaşır, öğrenciler uyuduktan sonra ancak eve gelirdi. Okulun her işiyle ilgilenen doğru, dürüst, örnek bir insandı. Yaşamım boyunca herkese bu örnek insanı övgüyle anlattım. Öğretmenimiz Reyzi Pamir çok çalışan, okulu yöneten iyi bir insandı. Temizliğe önem verirdi. O zamanlar şebeke suyu yoktu. Depo suyu kullanılır, depolar da taşıma suyla doldurulurdu. Sabahları erken kalkar, belden yukarısını yıkardı. Derslere girer, öğrencilerin başından ayrılmazdı. Hanımı Nimet Abla, Köy Enstitüsü’nde çalışacağı kadro olmadığından ilkokul öğretmenliğinden ayrılmış, örnek bir ev hanımı olmuştu. Bütün arkadaşlarıyla, komşularıyla ilgilenirdi. Çevresindeki çalışanlarla, görevlilerle, öğrencilerle iyi ilişkiler içerisinde olan, merhametli, gözü gönlü tok, sevecen bir anneydi. 2 yaşındaki çocuğu Emel çok tatlı bir çocuktu. “Birisi Emel’i öperse bana söyle” diye tembih ederdi. Öpen olursa söylerdim. O da kolonya ile silerdi. Temizliğe çok önem verirdi. Bir de düşerse haberi olmasını ister şöyle bir olayı anlatırdı. Evde çalışan kadının biri evin çocuğunu hep boynuna oturtur öyle dolaşırmış. Birgün çocuk kadının boynundayken geriye doğru bükülmüş. Bu durumu evdekilere söylememiş. Çocuk büyüyünce bel omurgasındaki tahribattan dolayı kambur kalmış. Bunlar çok önemli derdi.

31


(Manevi kardeşlerim Emel ve Temel’le beraber)

Ufak tefek ev işleri de gösterir, öğretmeye çalışırdı. Bana çok yardımcı olurdu. Ben de Nimet Ablamın ev işlerine elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışırdım. Hatta bir gün bana: “Sen olunca benim parmaklarım dinlenmekten inceliyor, olmayınca da iş görmekten kalınlaşıyor” dedi. Ben de onlara çok bağlanmıştım. Reyzi Pamir’i babam yerine koymuş, bir baba gibi bağlanmış, babasız büyüdüğüm için bütün baba sevgisi onda birleşip yerleşmişti.

32


(Emel, Temel, oyun arkadaşları ve sınıf arkadaşlarım)

Hüsniye’nin üzümleri: Yatakhanede karyolalarımız yan yana konmuştu. Hüsniye isimli Elazığlı arkadaşımla aynı sınıftaydık ama şubelerimiz ayrıydı. O dokuzuncu şubede, ben onuncu şubedeydim. Evden gelirken kuru üzüm ve çerez getirir-di. Bu yiyecekler yatağının altına koyduğu bavulunda dururdu. Ondan gizli azar azar alıp yerdim. Çok hoşuma giderdi. Bu yaptığımı hayata atıldıktan sonra ona söyledim. Ama o zaman bu harekette bulunmamın çok kötü bir durum olduğunun ayırdında değildim. Ona söylemiş olsaydım belki bu kadar kendimi suçlu görmezdim. Allah günahımı affetsin. 33


(Hasan Çınar ve arkadaşıyla)

Anne nasihati Annem Ziya Gökalp İlkokulunda hizmetli olarak çalıştığı zaman aylığını alınca, okula gelir ve bana bir lira harçlık verirdi. Harcamaz saklardım. Ya kitap alır ya da fotoğraf parası verirdim. Eğer ablamın parası çabuk biterse bendeki parayı da elimden alırdı. Ablam çok güzel ve gösterişliydi. Annem ablama hep tembih ederdi: “Aman kızım paranı idareli harca, kimseden borç para isteme, lazım olursa bana haber ver” derdi. 34


(Vakkas, Alanur ve Hayriye ile)

Gülperi ablanın cinleri: Ablamın sınıfında Bingöllü Gülperi isimli iriyarı bir arkadaşı vardı. Dikkat çekmeyi çok severdi. Temiz kalpli, saf ve iyilik yapmayı seven bir ablamızdı. Büyük sınıftaki abla ve abilerimize toplu koro halinde şarkı ve türküler söyletilirdi. Diğer sınıf öğrencilerine beden eğitimi olarak milli oyun oynatırlardı. Gülperi abla çok bağırır, bize de: “Nasıl güzel söyledim mi? Beğendiniz mi?” diye sorardı. Ben de gönlü hoş olsun diye, sesin çok güzeldi diyerek överdim. Çok sevinir ve mutlu olurdu. 35


Bir gün çok hastalandım. Canım etli çiğ köfte istiyordu, ablama söyledim. O da anneme durumu anlatmış. Annem de, et, bulgur vs. Almış. Eniştemin yeğenlerini de (Osman, Aliseydi, Mehmet) yanında getirmişti. Ablam ve arkadaşlarıyla çiğköfte yoğurdular. Yanında bir şeyler daha hazırlamışlardı. Hep birlikte yedik ve güzel bir akşam geçirdik. Benim de sanki hastalığım geçmiş gibi oldu. Sıra yatmaya geldi. Annem ablamla yatacak, benim yatağım çocuklara verilecek, ben de Gülperi ablamla yatacaktım. Ama ben onunla yatamazdım çünkü çok önceleri ablalar kendi aralarında konuşurken işittiklerim aklıma geldi. Gülperi ablanın her gece gömleğinin bağı koparmış. Güya cinleri geliyormuş. Bu durum beni korkuttu. Birlikte yatmak istemedim ama bir şey de söyleyemedim. Çok korkmama rağmen başka yer olmadığından mecburen onunla yattım. Sabaha kadar hiç uyuyamadım. Gülperi ablamın cinlerini bekledim. Korkuyla geçen o gece uykusuz kalmamı hiç unutamadım. Aslında Gülperi ablam, kumral, mavi gözlü, sevecen, saf kalpli biriydi. Beni de çok severdi.

(Öğretmen ve öğrenciler)

36


Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için: Arkadaşlar bazen birbirlerine küserlerdi. Akşamları mütalaa (etüt) saatlerinde ders çalışır, ödevlerimizi yapar, yarınki derslere hazırlanırdık. Bazı akşamlar dershanenin kapısına geldiğimde kız ve erkek arkadaşların ayrı ayrı oturduklarını görürdüm. Kapıda durur hangi tarafa gideyim diye yüzlerine bakar, tereddüt ederdim. Öylece beklerdim. Kim gelip kolumdan tutup götürürse oraya oturup ders çalışırdım. Bazen de şişle örgü yapardım. Küslerin barışmaları çok hoştu. Düşünüyorum da ne kadar güzel bir aile gibiydik. Hemen de anlaşırdık. Birbirimize çok bağlıydık. Hani bir sözümüz vardır “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” diye. Bu söz okulumuzun sanki parolasıydı. Şu anlatacağım olaydaki durumdan dolayı arkadaşlarımın bana küsmelerini ve sözlerinin önemini şimdi daha iyi anlıyorum. Tarih öğretmenimiz İhsan Bey çok sert ve ciddi bir öğretmendi. Hep gözlük takardı. Bazen de iki gözlüğü üst üste takardı. Ben de neden ikisini birden takar diye merak eder ama soramazdım. Ondan hep korkardım. Kızar diye çekinirdim Bir gün zil çaldı dershaneye gittik. Sıralar U şeklinde diziliydi. Dersimiz tarihti. Oturup öğretmenimizi bekliyorduk. O sırada Ali adında bir arkadaşımız çok sesli olarak bir ıslık çaldı. Öğretmenimiz tam o sırada kapıdan içeri girdi. Hepimiz ayağa kalktık. Kimin ıslık çaldığını sordu. Kimseden ses çıkmayınca çok sinirlendi ve “Anlaşıldı sizi sıra dayağından geçireceğim” dedi. Birkaç arkadaşa vurarak bana doğru geliyordu. Arkadaş söyler diye ona bakıyordum. Sıra bana geldiğinde öğretmenim durumu anlamış olmalı ki: “ Tamam oturun dedi” Hepimiz oturduk. Öğretmenimiz o arkadaşı alıp dışarı çıkardı. Arkadaşların hepsi bana kızdı. “Ne olurdu sende yere baksaydın. Ona neden baktın. Öğretmenimiz anladı. Bir sopa da sen yiyeydin. Ölür müydün?” dediler. Onlara çok korktuğumu söyleyip özür diledim ama birkaç gün benimle konuşmadılar.

37


Sınıfta soba yanınca, etrafında ayakta durur ısınırdık. Sınıfımızda benim boyumda Ömer Oktay adlı Mardinli bir arkadaş vardı. Yan yana ısınırken ablamın arkadaşları, diğer abla ve abiler güler, bize takılarak şaka yaparlardı. İlk zamanlar anlamıyordum ama sonradan neden takıldıklarını anladım. Bir daha o arkadaşla yan yana durmadım ve konuşmadım. (Sınıf ve Coğrafya dersi öğretmeni)

Okulda arkadaşlarımız veya abilerimiz spor gösterileri yapardı. Bir seferinde güreş tutanları izlerken kaybedeni diğeri hızla yere atınca her halde üzüldüğümden olsa gerek, galip gelene “eşek” demiştim. Bunu duyan Nimet ablamın tepkisi büyük oldu. Bana “Çok ayıp, insan o kelimeyi söyler mi?” diye ikaz etmişti. Büyüklerimiz konuşmalarımız ve hareketlerimiz üzerinde çok durur, davranışlarımızın önemi hakkında konuşurlardı. Birbirimizi kırıp üzmemek için dikkatli olmamızı söylerlerdi. Erkekleri ve kızları okuldaki sanatlarına göre ayırırlardı. Ders haricindeki el işlerinde öğretmen gözetiminde çalışırdık. Ben dikiş bölümündeydim. Kumaşları biçmek, dikmek, dikiş makinasını kullanmak gibi faaliyetler yapardık. Bana dikilen ceket ve pantolonun düğmelerini dikerken, ipliği birkaç kat yapar düğmenin deliklerinden 3 defa geçirirdim. Öğretmenim benim bu dikiş şeklime çok gülmüş: 38


“Yeni dikiş mi icat ediyorsun?” demişti. Mezun olana kadar dikiş işlerini de çok ilerlettim.

(Neriman, Alanur ve Hayriye ile)

Zeki Müren ve Âşık Veysel konserleri: Okulumuza ses sanatçıları gelirdi. Bizde müzik özlemimizi giderirdik. Köylerden gelmişiz, hiç sanatçı görmemişiz. Böyle bir konser oldu mu merakla beklerdik. Bizim okulunda müzik kolu vardı. Ben de müzik kolundaydım. Yörenin ezgilerini öğrenirdik. Birgün Emel’in elinden tutmuş tren istasyonuna doğru gidiyorduk. Yoldan geçenlerin konuşmalarından sanatçı Zeki Müren’in geldiğini duydum. Biz istasyona gittiğimizde tren hareket etmiş gidiyordu. O sırada bir delikanlı oradakilerle konuşuyordu. Etraftakiler de “Zeki Müren gelmiş” diyordu. Pantolon gömlek giymiş, makyajlı biriydi. Önümüzden geçerek okula doğru gittiğini görünce biz de onu takip ederek okula geldik. O akşam toplandık. Bizlere konser verdi. Sesi ve şarkıları çok güzeldi. Çok duygulu okuyordu, hepimizi duygulandırmıştı. Herkes takdir etti. Ne zaman adı geçse hep övgüyle andım. Aşık Veysel’de gelmişti. Yaşamını anlattı. Ne ihanetlere uğramış, ne zorluklar çekmiş. Çiçek 39


hastalığına yakalanmasını, gözlerini kaybetmesini anlatmıştı. Türkülerinin sözlerini kendisinin yazıp bestelediğini söyleyip, seslendirdiği türküleriyle beni ve dinleyenleri çok etkilemiş, gözyaşlarımızı tutmamıştık. Hatta Türkçe öğretmenimiz onun türkü sözlerini bize yazdırmış ve açıklamalar yapmıştı. Sinema yolculuğumuz: Okul idaresi bazı akşamlar bizi kamyonların kasalarına bindirirler Malatya’ya sinemaya götürürlerdi. Filim bittikten sonra gece okula dönerdik. Yine böyle bir gidişimizde sinema dağılmış ve biz kamyonun kasasına çıkmıştık. Kasanın yan tahtaları sağlam olsun diye kalın yapılmıştı. Ayakta kalan arkadaşlar bu kalın kenarlara otururlardı. Ben ayaktaydım. Uyku bastırdı. Gözlerim kapanıyor ama düşeceğim diye korkuyordum. Karanlıkta oturacak bir yeri zor bulabildim ve uyumaya başladım. Meğer uyku sersemliğiyle arkadaşlardan Hüseyin Takmaz’ın dizine oturmuşum. Kamyon durunca Hüseyin: “Arkadaş haydi uyan, okula geldik” demesiyle” kendime geldim. Hemen kalktım ama çok mahcup oldum. Teşekkür edip özür diledim. Arkadaşlarım kolumdan tutarak yardım edip beni kamyondan indirdiler. Arkadaşım Hüseyin mezun olduktan sonra, diğer şube arkadaşlarımızdan Hüsniye ile evlendi. Önce başka yerde çalıştılar. Sonra Malatya’da görev yaptılar ve oraya yerleştiler. Bir ara Derme İlkokulunda Hüsniye Hanımla beraber görev yaptık. Bir araya geldiğimizde, hep bu sinema yolculuğumuzu anar, bağlılık, dürüstlük ve yardımlaşmanın önemini anlatırdık. Biz böyle birlikte okuyup büyüdük ve yaşlandık. Vatana hizmet için Türkiye’nin dörtbir yanındaki köylere şevk ve arzuyla dağıldık. Şehirde yaşamak aklımızdan bile geçmedi. Tüm uğraşımız vatanımızı ve milletimizi yükseltmek içindi. Bazı geceler elimize ayna geçince, yattığımız binanın duvarına sırtımızı yaslar, ay ışığı altında dış yüzeyindeki şekilleri, çizgileri kendimize göre yorumlayarak falımıza bakardık. Duvar sıvalı değildi. Taş duvardı. Girintisi çıkıntısı 40


çoktu. Ayın ışığıyla görebildiklerimizi kendimize yorumlayarak fal bakar arkadaşlarımıza anlatırdık.

göre

Dayımla buluşmamız: Bir gün hastalanınca başka sınıftan İpek isimli bir arkadaşla birlikte Malatya Devlet Hastanesine gittik. Doktora muayene olup reçetemizi aldıktan sonra hastaneden ayrıldık. Dayımı bulmaya karar verdik. Evlerini bilmiyordum. Tek bildiğim “İaşe Memuru” olduğuydu. İpek ile birlikte hükümet konağına giderek dayımı soruşturduk. Dayımı sorarken: “Atatürk’e benziyor. İaşe dairesinde çalışıyor. İsmi Hüseyin Gürcü” diye tarif ediyordum. Sonunda buldum. O kadar çok sevinmiştim ki, şu anda bu duygularımı anlatmam zor. O da sevindi. Bizi kucakladı. Hatırımızı sordu. Bizi odacıyla evlerine gönderdi. Misafirleri vardı. Yengem bizi iyi karşılayıp yemek yedirdi. Sonra okula dönmek için vedalaşıp arabamızın kalkacağı yere gittik. Kendisini sahipsiz sanan birinin sahibini bulması büyük bir olaydı. Bu sevinçle okula gittim.

41


(Öğretmenlerimiz ve öğrenciler)

Şiir sevgim böyle başladı: Öğretmenlerimiz bizi sınıfça, okula komşu olan Dede köyüne geziye götürdüler. Köylüler, köy meydanına toplanmıştı. Öğretmenlerimiz konuşmalar yaptılar. Bana da şiir okumamı söylediler. Ben de “Sorun bizi tarihten” sözleriyle başlayan şiiri okumam için ortaya çıktım. Çok güzel okuyordum. Heyecanlanmaya başlayınca hepsini okuyama-dım. Arkadaşlarım durumu anlayınca beni alkışlayıp takdir edici sözler söylediler. Üzüleceğime çok sevinip mutlu olmuştum. Bu olaydan sonra arkadaşlar önemli programlarda hep şiir okuma görevini bana veriyorlardı. Böylece hem şiir okuma hevesim arttı, hem de hep beğeni aldım. Hala yeri geldikçe şiir okumaya devam ediyorum. Bir ara isimlerin baş harflerini alt alta yazıyor, bu harflere uygun sözler ekleyerek kafiyeli olarak şiirler yazıyordum. Şiir yazmak ve okumak çok hoşuma gidiyordu. Şiire karşı çok hevesliydim. Dini veya milli olsun, her 42


beğendiğim şiiri yazıyordum. Yeri ve isteyeni olunca okuyor, duygularım kabarıyor, mutlu oluyordum. (Köy Enstitüsü’nden bir grupla: Öğretmenimizin hanımı, annesi ve çocukları. Hemşire, Nimet anne ve çocukları Emel ile Temel)

Grip salgını: Bir ara okulda grip salgını başladı. Ben de hastalanınca; Nimet Abla ile Emel ve Temel’e bulaşmasın diye revirde yattım. Rahatsızlığım tam geçmeden revirden çıktım ve Nimet ablanın yanına geldim. Onlardan ayrı kalmaya dayanamıyor, çok seviyor ve özlüyordum. Öksürüğüm gelince hemen dışarı çıkıyor veya pencereyi açarak onlara göstermeden gizlice öksürüyordum. Onlar görürse hastayım diye beni tekrar hastaneye gönderirler diye korkuyordum. Dışarıda her köşe başında bir bidon, içinde bir kepçe ve gargara yapmamız için ilaç vardı. Oralardan geçerken hemen kepçe ile ilaçtan ağzımıza alıp gargara yapardık. Hastalığım geçmiş, çok şükür hepimiz iyi olmuştuk. Nimet ablalara başka kız arkadaşlar da geliyordu. Sanki annemi, babamı, Emel ve Temel’i benden alacaklarmış gibi bir hisse kapılırdım. Huzursuz oluyordum. Her halde evdekileri onlardan kıskanıyordum. Çünkü çok alışmıştım. Ben kendimi sahipsiz ve sevgisiz biri olarak düşünürdüm. 43


Okula başlayınca onların bana açtıkları kucakla, aile sıcaklığı içerisinde yaşa-dım. Onları çok sevi-yor, kendimi onların bir parçası olarak görüyordum. (Reyhan ve arkadaşıyla)

Bozulan Gramofon: Nimet abla bazen İzmir’e ablasının yanına gezmeye giderdi. Ben de o yokken evi temizler, yerleri yıkardım. Babamın bir yemeği vardı. Peynir küp şeklinde doğranır, tavada kızartılır ve üzerine yumurta kırılırdı. İstediği zaman onu pişirirdim. Bulaşıkları yıkar, evi temiz tutardım. Ders zamanı sınıfa gidiyor, yatma zamanı da yatakhanedeki ranzamda yatıyordum. Bir gün evdeyken birkaç arkadaş bana misafir olarak oturmaya geldiler. Nimet ablaların gramofonu vardı. Onlara plakları çıkararak dinleti-yordum. Çok güzel şarkılar vardı. Gramofonun yan tarafında bir kolu vardı. Bu kol çevrilerek çalıştırılır, plak dönerdi. Arkadaşlardan biri bir hata yaptı ve gramofon bozuldu. Bu durumu beklemiyordum, ne yapacağımı şaşırdım ve üzüldüm. Bizim sınıfta bir arkadaşımızın ağabeyi mezun olduktan sonra, okulda öğretim görevlisi olarak kalmıştı. Bu gibi bozulan cihazların tamirinden anlıyordu. Ona gidip durumu anlattım. Onlar gelmeden tamir ettirip sağlam olarak yerine koymam gerektiğini, köye gidince tamir parasını göndereceğimi söyledim. Tamir etti ve getirip yerine koydum. Rahatlamış ve çok sevinmiştim. Tamirini 5 liraya yapmış, bende köye gidince bu parayı arkadaşlarla göndermiştim. Yaptığım bu hatadan dolayı kendime çok kızmıştım. Emanete ihanet etmiştim. Onlar bana güvendikleri için evi bana teslim etmişlerdi. Bu olay bana ömür boyu aklımdan çıkmayan bir ders oldu. Her zaman aile içinde veya dışında, toplumda bu kurala uydum. Hala dikkatli hareket ederim. Müzik koluna seçilişim: Müzik öğretmenimiz Sadık Bey, hepimize mandolin alıp getirmişti. Benim param yoktu. Öğretmenimize ve 44


arkadaşlarımıza karşı ayıp olur diye bir şey de söyleyemedim. O zaman 25 lira çok paraydı. Annemin de parasının olmadığını biliyordum. Bu durumu anneme söylediğimde, üzülme bir hal çaresi bulurum dedi. O zamanlar evde gaz lambası yakılırdı. Resmi görevlerde çalışanlara devlet tarafından birer teneke gaz yağı verilirmiş. Bizim evde bir teneke dolusu gazyağı varmış. Annem bu gazyağını satarak mandolin parasını getirdi. Ben de öğretmenime verdim ama bu olaya çok üzülmüştüm. Annemi zorda bırakmış, kışın kullanacağı gazyağını elinden almıştım. Annem çok fedakârdı.

(Piknikte öğretmen ve arkadaşlarımla)

Üreterek öğreniyorduk: Okulumuzda yiyeceklerimizi, öğrenciler ve işçiler elbirliğiyle üretip hazırlıyorlardı. Okulun üst tarafındaki düz araziye buğday ekilmişti. Buğday başakları sararmış, arkadaşlar da biçiyorlardı. Bizde onlara su taşıyorduk. Suyu, ağaçtan tutacak yapılmış büyük tenekelerle taşıyorduk ama hem ağırdı, taşımada zorlanıyordum, hem de boyuma göre büyük olduğu için yere değiyordu. 45


Psikoloji öğretmenimiz Reyzi Pamir’de Tarlaya gidiyordu. Bu durumumu gördü ve gülerek bana şaka yaptı. Zorla taşımaya çalıştığım tenekeyi elimden alarak, arkadaşlarımın yanına kadar götürdü. Abilerimiz suyu içtiler. Boşalan tenekeyi alıp tekrar okula döndüm. Başımızda olan öğretmen veya görevli, yapacağımız çalışmayı ya anlatırdı, yada birlikte yapardık. İçimizde yapmama veya boş verme gibi bir duygu yoktu. Verilen her görevi istekle, hevesle yapıyor, en iyi şekilde yapmaya da gayret ediyorduk. Ağaçları aşılarken nasıl dikkat ve zevkle yaptığımızı unutamam. Hele aşılar tutarsa, o zaman başarmanın sevincini doyasıya yaşardık. Ablalar koyun sağarlardı. Yanlarından ayrılmaz bizde birşeyler yapalım yardımcı olalım diye gözlerinin içine bakardık. Bunu götür, şunu getir dediklerinde kendimizi başka alemde sanıyor, onların etrafında sevinçten pervane oluyorduk. Bakan okulumuza geldi: Akçadağ merkezinden yaya olarak 40-45 dakika mesafede Kotangölü köyü vardı. Bu köyün dağ tarafında “Dikendede” denilen bir yerde ziyaret “Yatır” vardı. Bir gün sınıfça ve öğretmenlerimizle birlikte, Ankara’dan gelen bakanımız Hasan Ali Yücel beyle oraya geziye gitmiştik. Biz müzik kolundakiler şarkılar söyledik. Bazı arkadaşlar şiirler okudular. Konuşmalar yapıldı. Yemek için kuzu kesilmiş, kızartılıp hazırlanmıştı. Yerlere oturmuş yemeğimizi beklerken Sayın Hasan Ali Yücel beni yanına çağırdı. Elindeki tabağı uzatarak kendisine, kuzu etinden kesip getirmemi söyledi. Hiç böyle bir durum beklemiyordum. Sanki beni önemsemiş gibi geldi. Hayatımın en güzel gününde sahipsiz, öksüz Muazzez değildim. Tabağı alıp aşçıya götürdüm, kuzu etini kesip koyduk. Hemen getirip ikram ettim. Bu anımı hiç unutamam. Birlik, beraberlik, ne olursan ol eşitlik duygusu ve hareketi bana bambaşka bir duygu vermişti. Çok mutlu bir gün geçirmiştim. Fotoğrafa bakar, ne güzel bir gündü diye hep anarım. 46


(Sayın İsmail Hakkı Tonguç’u karşılama töreni)

Kaymakamı ziyaret: Bir seferinde arkadaşlarla Akçadağ Ziya Gökalp İlkokuluna “Staj” yapmaya gittik. Orada görevimiz bittikten sonra bazı arkadaşlarla birlikte Kaymakam Bey’i ziyarete gittik.Kaymakamlık binası okul binasının karşısındaki yol kavşağındaydı. Kavşakta o mahallenin çeşmesi vardı. Hanımlar evlerinin su ihtiyacını bu çeşmeden bakır kovalarla taşıyarak temin ediyordu. Kaymakam Bey odasındaydı. Bizi güler yüzle karşıladı. Davranışları çok candandı. İkramlarda bulundu. Okuldaki faaliyetlerimizi sordu. Müzik kolunda olduğumuzu söyledik. Çalışmalarımız hakkında bizden bilgi aldı. Giresunlu olduğunu belirterek, oranın meşhur türküsünü hep birlikte söyleyelim dedi. O bizi idare etti. Neşe içinde türküyü söyledik. Giresun’da kayıklar Kızlar fındık ayıklar Sevenler sevdiğini Gece gündüz sayıklar... Çok güzel duygularla oradan ayrıldık. İçimizdeki milli duygu, çalışma isteği her geçen gün daha da artıyordu. 47


(Öğretmen ve sınıf arkadaşlarımla)

Köy Enstitüsü mezunları örnek kişiydi: Köy Enstitüsü’nden mezun olanlar, öğretmen olarak atandığı yerlerde çocukları eğitmenin yanında faaliyetleri ile, çalışmalarıyla köylüye örnek oluyor, işbirliği içerisinde köy yararına çalışmalar da yapıyordu. Öğretmenlere devlet demirbaş olarak beş dönüm toprak (arsa), bir at, bir inek, beş koyun, bir dikiş makinası ile bir dokuma makinası veriyordu. Köylü de eğitilecek, bu demirbaşlarla üretime geçilecek, tarla ekilecek, gelir elde edilecek, geliri de öğretmene kalacaktı. Ablam da birinci devre mezunuydu. Ona da bu saydığım demirbaşlar verilmişti. Çok faydalanmış ve güzel çalışmalar yapmıştı. Etrafa canlılık gelmişti. Köylünün memnuniyeti yüzlerinden okunuyordu. Staj sonrası, ertesi gün hep beraber okula döndük. İşte okul ve arkadaşlığın, birlik ve beraberliğin, gurur veren yönleriydi bunlar. 48


Akçadağ Köy Enstitüsü yöneticisiyle, büyükleriyle, öğretmen ve yardımcılarıyla, çocuğunun, öğrencisinin her zaman yanında ve arkasındaydı. Bizim sırtımız bu nedenle hiçbir zaman yere gelmemiştir. Sevgi ve saygı hep ön plana çıkmıştır. Sık sık kamyonlarla Malatya’daki okullara staja giderdik. Derslere girer, ders dışı zamanlarda da boş durmaz okulun bahçesinde çaldığımız müzik aletleri eşliğin-de şarkılar söyler, milli oyunlar oynardık. Çevremize, gittiğimiz okulların öğretmen ve öğrencilerine; davranışlarımızla, birlik ve beraberliğimizle örnek olur, bilgi, sevgi ve neşe katar, okulumuza gururla dönerdik. Stajımızı kendi aramızda konuşur, davranışlarımızı değerlendirirdik. Hatamız olmuşsa bu hatalı davranışlarımızı düzeltirdik. Ablamın düğünü: Birinci devrede mezun olan ablamı, Akçadağ’ın Bahri (Çatyol) köyüne vermişler, öğretmenlik görevine orada başlamıştı. Ablam Mukaddes Fırıncı, Aynı köyden İstanbul’da polis memurluğu yapan ancak memleketine dönmüş olan, Hasan Muhan ile evlenecekti. Okul müdürlüğüne bir mektup yazarak, düğününe enstrüman çalan öğrencileri ve beni köye göndermesini rica etmiş ve bizim için adamlarla at göndermişti. O zamanlar taşıt ve düzgün yol yoktu. Ulaşım patika yollardan yürüyerek veya at, eşek sırtında yapılırdı. Okul müdürlüğü bana ve iki arkadaşa izin verdi. Yola çıktık arkadaşlar bir ata sırayla binerek Bahri köyüne geldik. Yolculuğumuz çabuk geçti. İzzet, ikram, gösterilen sevgi ve ilgi bizi hoşnut etmişti. Akordeon çalan Fuat ve saz çalan Ömer o gece ve gündüz çalıp söylediler. Düğünü şenlendirdiler. Oyun havalarında köyün gençleri oynadılar.

49


İlkokulda staj: Malatya Cumhuriyet İlkokuluna bizim sınıf arkadaşlarını staja götürmüşlerdi. Staj bittiğinde aşağıya bahçeye indik. Bahçede bir havuz vardı. Okulun öğretmenleri havuz başında oturuyor, öğrenciler bahçede oynuyordu. Başkanımız işaret etti ve biz arkadaşlar da havuzun etrafında el el tutuşup halka oluşturduk. Diğer arkadaşlar da enstrümanlarını alıp geldiler. Okulda öğrendiğimiz milli oyunları akordeon ve saz eşliğinde büyük bir coşkuyla oynadık. Bizi izleyen öğretmen ve tüm öğrencilerin gözlerindeki ışıltıyı, sözlerindeki takdirleri, şaşkınlıkları, onların da bize katılma istekleri görülmeye değerdi. Bu anımı da yeri geldiğinde hep anlatırım. Biz böyle birbirine kenetlenmiş, doğru, çalışkan, yardım sever, fedakâr, merhametli, büyüğünü sayan, küçüğünü koruyan, insanlık örneği öğrencilerdik. Böyle olmaya ant içmiştik. Neriman’ın mektubu: Sınıfımızda Neriman isimli bir arkadaşım vardı. Ranzalarımız da yan yanaydı. Üst ranzalarda yatıyorduk. Bazı hareketlerini beğenmez ve bunu kendine söylerdim. Anlaştık. Bundan böyle ertesi günkü derslerimizi hazırlayıp öyle yatacaktık. İyi de oluyordu. Bir gece ders çalışamayacağını, hasta olduğunu söyledi. Ben inanmadım. Hayatta en kızdığım şeyi yapıyor, yalan söylüyordu. Bir şey söylemeyip yattım. Her halde benim uyuduğumu zannetti. Nevresimin içine girip başına kadar çekti. Ben meraklanmıştım. Bir şey okuyordu. Ona bakarken uyuyakalmışım. Sabah kalktığımda, kendisi yoktu. Her halde tuvaletteydi. Ben her sabah erken kalkar Eğitim Şefimiz Reyzi Pamir’gile, Nimet annenin yanına giderdim. Yine gidecektim. Hazırlandım. Arkadaşımın yastığını kaldırınca bir mektup gördüm ve aldım. Amacım onu aratmaktı ama kötü bir suç işlediğimin de farkındaydım. Mektubu okumadım. Yalnız Nimet Anneye gittiğimde durumu ona söyledim. 50


Pişman olmuştum. Yanlış bir davranışta bulunduğumu söyledim. O da mektubu görmek istedi. Verdim ve açıp okudu. Mektubu beyi manevi babam Reyzi Pamir’e verdi. Benim üzüldüğümü görünce: “Çok iyi yaptığımı, okulda birbirimizi koruyup, yol gösterici olacağımızı. Kendisinin arkadaşımla konuşacağını, onun da memnun olacağını. Bundan böyle bu tür şeylerle uğraşmayıp kendini derslerine vereceğini” söyledi. Arkadaşım bu olaydan dolayı bana bir şey söylemedi. İyi mi yaptım, kötü mü? Ayırdında değildim ama bir daha mektuplaşma olmadı. Benimle bir daha ders çalışmadı. Oysa ders çalışmalarımız faydalı oluyordu. Olay bu şekilde kapandı.

(Neriman, Hayrettin, Alanur ve Hayriye ile)

51


Alanur ile yıllar sonra karşılaşmamız: Yatakhanedeki ranzamın bir tarafında Neriman, diğer tarafında Alanur isimli arkadaşım yatıyordu. Alanur’un gür, uzun ve dalgalı saçı vardı. Yatarken yastıktan taşan saçları ranzadan aşağıya sarkardı. Çok şakacı, iyimser ve cana yakındı. Her sabah kalkıp Nimet anne gile giderken, saçlarını okşar, sever, azıcıkta çeker öyle giderdim. Onunla çekildiğimiz resimleri hala saklarım. Alanur mezun olduktan sonra, birinci devreden mezun olup okulda öğretmen olarak kalan Akçadağ’lı Mustafa Karakuş’la evlenmişti. Çok seneler sonra İstanbul’a tayin olarak orada görevlerine devam etmişlerdi. Oğlumun İstanbul’da evlendiği hanımı Tılsım’ın yani gelinimin ilkokul öğretmeni olduğunu da yıllar sonra öğrendik. Bir gece ziyaretlerine gitmiş, büyük bir sürpriz yapmıştık. O gece yıllar sonra tekrar bir araya gelmiş olmamız inanılır gibi değildi. Şaşkınlık içerisinde, büyük bir sevginin buluşmasını yaşamıştık. Mezun olduktan sonra hiç bir araya gelememiş, farklı şehirlerde görev yapmıştık. Dünya küçük derler ya demek ki doğruymuş.

(Alanur ve bir sınıf arkadaşıyla)

52


Önce öğretmenlik: Türkçe öğretmenimiz Zeki Teoman, hanımıyla birlikte bir gün Malatya’ya gezmeye gitmişler, yanlarında kalan kız kardeşini de çocukların başında bırakmışlardı. Kızcağızın canı sıkılmış ve beni çağırmıştı. Ben de gitmiştim. Bana, başka misafirler de çağırmış olduğunu, sınıf arkadaşlarımızdan Mardinli Esat Nayır ile Ömer Oktay’ın da geleceğini, yalnız olmamak için beni de çağırdığını söyledi. Onlar da geldiler. Çay ve yanında yiyecekler ikram etti. Duruma baktım Esat’la samimiydiler. Ben de: “Biz okulumuzu bitirip hayata atılacağız. Köylere gidecek orada örnek bir öğretmen olduktan sonra evlenmeyi düşünmeliyiz” diyerek onları uyarma ihtiyacı hissetmiştim. Ömer’in postalı: Arkadaşlarımdan Ömer’in postalı (ayakkabısı) çok eski ve yırtıktı. Bana verileni hiç giymediğimi, Nimet annemlerde olduğunu, postalı ona vermek istediğimi söyledim. Bir gün ayakkabıyı ona götürüp verdim. Yeni ayakkabıyı alınca çok sevindi. Ayakkabıyı verdiğimi duyan Nimet anne çok kızmıştı. “Sana lazım olunca ne giyeceksin?” diye üzülmüştü. Kendi işini kendin yap: Arkadaşlarla bir araya geldiğimizde, okulumuzun yakınındaki Karapınar köyünün bahçelerine gider, ağaçların altında ders çalışır, sohbet eder, fıkralar anlatırdık. Karapınar ve diğer yakın köy ilkokullarına planlar yapıp, derslerin konularıyla ilgili eğitim araçları bulup o okullarda öğrencilere ders veriyorduk. Ders anlatma sırası bana geliyordu. Nimet anneye durumu söyleyince, kendisi de eski bir öğretmen olan Nimet Anne bana yardımcı oldu. Kendisine ait ders planı örneklerini verdi. Planları okuyup inceledim. Çok güzeldi. Tam bize göreydi. Sınıfta kan kardeşi olduğum, Mardinli İsmail Kayapınar’a da vermiştim. O da bana yardımcı olmak istedi. 53


“Sen, araçları ve konuyla ilgili detayları bulup hazırlan. Ben kendi planımı daktiloya çekiyorum, senin planını da yazarım” dedi. Ben de konum ile ilgili hazırlığımı yaptım. Kan kardeşimin yazdıklarını hiç okuyup kontrol etmeden, benim yazdıklarıma iliştirip, dersime girecek öğretmene verdim. Öğrencilerle birlikte dersi çok güzel işledik. Çok beğendiler ama arkadaşım planı bendeki kağıda yazarken, satır sonuna gelen kelimelerin hecelerini yanlış ayırmıştı. Bir heceyi yanlış bölen öğretmenin plânı kabul edilebilir mi? Tabii ki arkadaşımın dikkatsizliği sonucu kırık not aldım. Tüm hevesim, çalışmalarım boşa gitmişti. Bu duruma çok üzülmüş ve ağlamıştım. Beni tekrar görevlendirdiler. Başka bir konuya hazırlanıp tekrar derse girerek notumu düzelttim. Bu olay bana büyük bir ders oldu. Öğretmenlik yaptığım sürece, plan ve diğer çalışmalarımı kimseyle paylaşmadım. Kendi işimi kendim yaptım. Peynirli yumurta: Nimet anne senede bir kez İzmir’deki İsmet ablasına gezmeye gider 10-15 gün kalırdı. Ben de, o evde olmadığı için okuldan çıkınca eve gelir evin işlerini yapardım. Yerleri siler, toz alır, balkonu yıkar, Reyzi babama yemek bile yapardım. Bir gün annem köyden beni ziyarete gelmiş. Beni okulda bulamayınca Nimet annelere gelmişti. Biz annemle konuşurken öğretmenim Reyzi Pamir’ de eve geldi. Annemle konuştular. Bana “Anne ne oturuyorsun? Yemeğimizi hazırla. Annen de, ben de açız” dedi. Ben ona baba, o da bana anne derdi. Onun sevdiği bir yemek vardı. Bazen bana pişirmemi söylerdi. Peyniri küçük küçük doğrar, yağda kızartır, üzerine yumurta kırardım. Yine aynı yemeği yaptım. Üçümüz birlikte yedik. Öğretmenim (babam) bana hem anne demiş hem de yemeğimi beğenmiş, bana değer vermişti. Sevincimi ve duyduğum gururu yazıyla anlatamam. Bulaşıkları yıkadım. Etrafı düzenleyip temizledim. Annemi gönül rahatlığıyla köye gitmesi için yolcu etmiş, ben de okula gitmiştim. 54


Giysiler ve ayakkabı: Annem giderken bana harçlık vermişti. Önceden sakladığım paramla birleştirip Malatya’ya gittiğimde kumaş satan mağazaları dolaşarak Nimet annemin kızı Emel’e aldıkları entarilik puanlı basmadan, kendime buluz dikmek için bir metre aldım. Nimet anne İzmir’den dönünce kumaşı vererek bana buluz dikmesini söyledim. Sağ olsun güzel bir buluz dikti. Artan kumaştan Temel’e de tulum dikilmişti. Emel entarisini, Temel tulumunu, ben de bluzumu giyince üçümüz çok güzel görünüyorduk. Öğretmenim de bir gün Nimet anneme: “Muazzez’in aynı basmadan alarak diktirip giymesindeki duygusunun anlamı çok büyük. Yaptığı ile, çocuklara bağlılığını çok güzel anlattı. Dikkat ettin mi?” dedi. Hakikaten onlara çok bağlıydım. Onları anne, baba ve kardeşlerim gibi görüyor. O evi kendi yuvam gibi görüyordum. Bir hafta sonu babam Malatya’ya gitmişti. Benim için de bir ayakkabı almıştı. Gelince hemen bana giydirdiler. Çok sevinmiş ve mutlu olmuştum. İlk kez böyle güzel bir ayakkabım olmuştu. O gece ayakkabımla birlikte yatmıştım. Okul dışında da benim babam olmuştu. Okulda verilen giyecek, kitap, eşya ve benzeri şeylerden beni yararlandırırdı.

55


(Kan kardeşim İsmail Kayapınar ve arkadaşıyla)

Öğretmenliğe başlangıç: Ben okuldayken eniştemle ablam Akçadağ’daki evimizi satmışlar. Annemi de Bahrı köyüne yanlarına götürmüşler. Ben de ablamın yanına tayin olursam, ikimiz bir arada olacak, lojmanda birlikte kalacak, annemizi de yanımıza alacaktık. Annem bu isteğimizi öğretmenimiz ve eğitim şefimiz Reyzi Pamir’e söyledi. 20.IX.1946 tarihinde mezun olunca, O da gerekli işlemleri yaparak tayinimi ablamın yanına yaptırmıştı. 56


Eniştem beni Bahri köyüne götürmek için okula geldi. Yola çıkma hazırlığındaydım. 5.devrede okuyan Bekir Yılmaz bizi yolcu etmeye geldi. Yola çıktık. Bekir Yılmaz’la bir samimiyetim yok neden bizi yolcu etmeye geldi acaba diye enişteme sordum. Eniştem de, ablamdan önce bir evlilik yapmış olduğunu, eşini 6 yıl önce kaybettiğini, ondan bir kız çocuğu olduğunu, ölen eşinin Bekir’in amcasının kızı olduğunu söyledi. Bu durumdan haberim yoktu. Anlattıklarını ilgiyle dinliyordum. Bekir gilin evinin yanında da amcasının evi varmış. Hala birbirlerine gidip geliyorlarmış. Konuşa konuşa köyümüze geldik. Köy girişinin hemen sağ tarafında, yol kenarında okul vardı. Lojman sol tarafta, daha ilerideydi. Köyün içinden geçen yol lojmanın önünden geçiyordu. Okulla 5-10 dakikalık bir mesafedeydi. Fazla bir eşyamız yoktu. Eve eşyaları koyup hemen okula gittim. Ablam okuldaydı. Eğitmenle birlikte dersteydiler. Zil yerine bir çıngırak kullanılıyordu. Bir öğrenci çıngırağı sallayarak dersin bittiğini duyurdu. Çocuklar paydos edip evlerine gittiler. Ablam ve ben, eğitmenle birlikte öğretmen odasında oturduk. Yarından itibaren neler yapacağımızı konuştuk. Ablam hem okulun işlerini ve müdürlük görevini yürütecek, hem de öğretmenlik yapacaktı. Sınıf dağılımını da yaptık. I. sınıfı eğitmen, II ve III. Sınıfı ablam, IV ve V. sınıfları da ben okutacaktım. (Sınıfları Romen rakamıyla yazardık. Buraya da hatıra kalsın diye yazdım.) Dershaneleri bu şekilde ayırdıktan sonra, yarın için hazırlanıp, daha sonra evin yolunu tuttuk. Yerimde duramıyordum. Evde ders planımı ve öğrencilerime yapacağım konuşmayı hazırladım. Çok heyecanlı ve mutluydum. İkinci bir mutluluğu daha yaşıyordum. Anneme kavuşmuştum. Artık birlikte yatacaktık. Çocukluğumda hep annemle yatmıştım. Okula gidince ayrılmıştık. Eve geldim mi hiç yalnız yatmazdım. İlla annemin sıcaklığını yanımda hissedecektim. Anne sevgisi hiçbir şeye benzemiyordu.

57


Halil ve türküsü “Sunam”: Köy Enstitüsü’nde okurken yaz tatillerimi ablalarımın yanında geçirirdim. Bahri köyüne hafta sonları ve bayramlarda giderdim. Okulda ablamın kan kardeşi Halil Şafak ve başka abi ve ablalar da gelir, köyü gezerler, oyunlar, eğlenceler yaparlar, akşamüzeri annemin hazırladığı yemekleri yer tekrar okula dönerlerdi. Halil abinin sesi güzeldi. Kendisi Elazığlıydı. Oranın bir türküsü vardı. Her toplanmamızda mutlaka o türküyü söyletirlerdi. Ben de dinledikçe duygulanır, ağlardım. Türkünün ismini tam hatırlayamıyorum ama “SUNAM” olabilir Şafak söktü yine, Sunam uyanmaz Hasret çeken gönül, derde dayanmaz Çağırırım Sunam, sesim duyulmaz Uyan Sunam uyan, derin uykudan. Çektiğim gönül dilinden Usandım gurbet elinden Hiç kimse bilmez halimden Uyan Sunam uyan, derin uykudan. Bunca diyar gezdim gözlerin için Niye küstün bana el sözü için Dilerim Mevla’mdan sızlasın için Uyan Sunam uyan, derin uykudan. Çektiğim gönül dilinden Usandım gurbet elinden Hiç kimse bilmez halimden Uyan Sunam uyan, derin uykudan.

58


ÖĞRETMENLİK YILLARIM Lütfi Öztürk ile anılar: Ablamın oturduğu lojmanın karşısına, bir lojman daha yapılması için bakanlık karar vermişti. Okulda 2.devrede okuyan Lütfi Öztürk ile kız arkadaşları köye staja gelmişlerdi. Lütfi abi inşaat bölümündeymiş. Stajını buradaki ustalarla birlikte okulun inşaatında yapacakmış. Yeri gelmişken hemen söyleyeyim: Yıllar sonra Lütfi abiyle tekrar karşılaştık. Milli Eğitim Bakanlığında çalışan ve Köy Enstitüsü’nde öğretmenlik yapmış olan Urfalı sayın İbrahim Oymak’ın kurduğu Sakarya Kocaali Öğretmenler Sitesinde bir araya geldik. Sitede; Lütfi, Reyzi Pamir, ben ve İbrahim Oymak bey, bu Karadeniz sahilinde ev alarak birbirimize komşu olduk. Bir araya gelince özlemini çektiği, annemin yemeklerini över “Çok yemeğini yedik” derdi. Annem kendisine: “Mezun olunca gel, kızımı sana vereyim” demiş. “Hiç o düşünceler aklımdan geçmedi. Okuyordum. Ablan çok güzeldi” diyerek şaka yollu bir de iç çeker, hep bu anılarını anlatırdı. Şimdi 4 kızı, damatları ve torunları var. Lütfi abinin şiir yazdığını da sitede öğrendim. Eşi Aliye hanım için yazmış. Şiirlerinde çok değişik konuları işlemişti. Öğrencilik yıllarından günümüze kadar yazdığı şiir defterinin kalınlığı 10 cm. den fazlaydı. Halen de yazmaya devam ediyordu. Şiir defterini okudum. 58 şiirini defterime yazdım. Yaz mevsiminde yazlığa gidiyor, o da Aliye hanımla geliyor, tekrar sitede toplanıyorduk. Arkadaşlarla bir araya geldiğimizde, hep anılardan konuşuyor, günümüzle karşılaştırıyorduk. Anılarla, sohbetlerle günümüzü geçiriyorduk. Lütfi Abi ve Müzeyyen Ablamla anılar: Müzeyyen ablamın eşi Nusret abimin kardeşi Lütfi abi, Bahri köyüne, bize gezmeye gelirdi. Ankara Gazi Eğitim Türkçe Bölümü’nde okuyordu. Ablamla yürüyüşe çıkarlardı. Beni de yanlarına alırlar beraber gezerdik. O, ablama şiirler okurdu. Şiire karşı ilgim çok fazla olduğu için dikkatle dinlerdim. Benim de hoşuma giderdi. İkisi de birbirlerine yakışırlardı. Ama Lütfi Abi daha öğrenciydi, okuyordu. 59


Nusret eniştem Tecde denilen köyden Malatya’ya yaya olarak çalıştığı mensucat fabrikasına gidip gelirdi. Çok uzaktı. Müzeyyen ablamı çok severdim. Melaike gibi bir insandı. O da beni severdi. Bir odası ve bir de küçük aralık bir yeri vardı. Gece benim yer yatağımı buraya sererdi. Orada uyurdum. Gece üzerimi örterdi. Enişten geç geliyor, seni uyandırmamaya çalışıyoruz ama rahatsız oluyor, uyanıyorsan söyle derdi. Yazar amca - yeğen: Bir gün bahçelerini gezdim. Çevre çok güzeldi. Bir ağacın altına oturdum. Etrafımdaki tabiatın güzelliğine bakıyordum. Lütfi abi de geldi. Okuduğumuz kitaplar ve konular üzerinde öyle konuşmaya başladık ki daha sohbetimiz bitmeden akşam olmuştu. Lütfi ağabey sonradan mezun oldu. Malatya’da öğretmenliğe başladı. Pak pasajında mağazaları olan Hasan Pak’ın kızı Türkan’la evlendi. Kızları Belgin okumuş, doktor olmuş Ankara Köy Hizmetlerinde çalışıyordu. Bizde orada olunca sık sık görüşürdük. Lütfi abi çeşitli yerlerde ve Kıbrıs’ta öğretmenlik ve idarecilik yaptı. En son görev yaptığı İzmir’de emekli oldu ve orada kaldı. Emekli olduktan sonra kitap yazmaya başladı. Şiir kitabı çıktı. Müzeyyen ablamın oğlu Suat ile beraber kitap yazma işleriyle uğraştılar. Lütfi abimin elliye yakın çocuk kitabının olduğunu ve her yıl yurdun değişik şehirlerindeki ilköğretim okullarında imza günü düzenlediklerini haber aldım. Suat ta öykü yazıyormuş. Öykülerinde yaşadığı konuları anlatıyormuş. Öyküleri çeşitli yarışmalarda ödüller almış. 2012 yılında katıldığı yarışmalarda 4 öyküsü ödül almış. Sarıyer Belediyesinin düzenlediği yarışmada “Denizin Siyah Gülü” öyküsü birinci olmuş. Muazzez’in eriği: Tecde’de ablamgilin, biri evlerinin bitişiğinde diğeri karşı tarafında olmak üzere iki bahçesi vardı. Evin bitişiğindeki bahçenin adı “Minni’nin yeri” idi. Burada küçük bir al erik ağacı vardı. Ablam bana “Haydi bahçeye git, ağacına çık ve erik ye” derdi. Erik çok güzeldi. Kırmızı, kaysı gibi bölünen, tatlı, hoş bir erikti. Çok severdim. O benim eriğimdi. Ablam da daima o “Muazzez’in eriği” derdi. 60


Pestil çekmeyi ablamdan öğrendim: Damda hılaların (büyük bezler) üzerinde kuruyan pestilleri çekme işini ablamdan öğrenmiştim. Karşılıklı geçer, hılayı aramıza alır. Pestilin hıladan ayrılabilmesi için hılanın bez tarafını arkadan biraz ıslatırdık. Sonra parmağımızı hıla ile pestil arasına sokarak yer açar ve elimizle dikkatlice yırtmadan ayırmaya çalışırdık. Yırtılan ve kopan parça olursa hemen yerdik. Tadına doyulmazdı. Çektiğimiz pestilleri kuruması için tekrar kuru bezlerin üzerine sererdik. Kuruyunca damdan aşağı indirir, makasla dikdörtgen şeklinde keser, arasına nişasta serper ve katlardık. Saklama kabına düzgün bir şekilde üst üste istiflerdik. Pestilin görünümü ve tadı çok güzel olurdu. Özellikle kış günleri cevizle birlikte yemesi nefisti. Mıkdat Hoca-İsmail Ağa: Bir zamanlar ülkede kıtlık olmuştu. Aradığın bulunmuyor, olanlar da çok pahalı oluyordu. Herkes alamıyordu. Yine Müzeyyen ablamın yanına gitmiştim. Nusret eniştemin babasına Mıkdat Hoca derlerdi. Tecde camisinde imamdı. Malatya’dan ekmek getirdi. Arpa unundan yapılmıştı. Buğday ekmeğini hiç getiremedi. Hep arpa ekmeği yerdik. Bahrı köyünde annem ve ablamla birlikte komşulara gezmeye giderdik. Köyde büyük bir konak vardı. İsmail Ağa’nın evi derlerdi. Hatice isimli bir kızı, Hacıali isimli oğlu ve Fadime isimli gelini vardı. Ablamla aynı yaşlarda çok iyi anlaşan arkadaştılar. Onlara giderken beni de götürürdü. Bazı geceler bizi bırakmaz, misafir ederlerdi. Onlarda yatardık. Kapısı salona açılan çok güzel geniş bir balkonları vardı. Yaz sıcağında bile serin olurdu. Yatağımızı balkona hazırlar, orada yatırırlardı. Hatice bir astsubayla evlendi. Görüşüyorduk. Hacıali ile hanımı İstanbul’a gittiler. Bir kaç kez görüşebildik. Zaman, olaylar, zorunlu ayrılışlar, bizi birbirimizden kopardı. Ablam evlenip ev hanımı olunca bir sürü nedenlerle görüşmeleri de bitti. Köyde komşuluklar iyi gidiyordu. Her evde ablamın ve benim yaşıtımız, gelinler ve kızlar vardı. İyi ilişkiler içerisindeydik. Samimi bir çevremiz vardı. Uzaktakilere bile gidilip gelinirdi. Mukaddes ablam, annem ve ben Akçadağ’a çok gitmezdik. Ancak İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünde toplantı olursa gider Hatice 61


ablamı da görürdük. Bazen de Hatice ablam, eniştem ve çocukları hep birlikte köye gelirlerdi. Birkaç gün birlikte kalırdık. Özlem giderirdik. Ben hiçbir şeye karışmazdım. Tatilim bitince okula dönerdim. Cumhuriyet bayramı kutlaması: Cumhuriyet bayramı yaklaşıyordu. Hazırlığa koyuldum. Kitaplarımdaki şiirlerden, köyde ve okulda öğrendiğimiz milli oyunlardan bazılarını seçtim. Kitabımda bir de “İstiklâl” isimli küçük piyes buldum. Öğrencilerimle aramda öyle büyük bir yaş farkı yoktu. Her gün prova yapmaya başladık. Öğrencilerden başta Ramazan olmak üzere, sesi güzeller vardı. Oyun havalarının, türkülerin sözlerini biliyorlardı. Provalarda çalgı yerine teneke çalıyorlardı. Sonra, düğün gibi özel günlerde köyün davulunu çalan Sıddık adlı gençle görüştüm. O da yardımcı oldu. Bu çalışmaları yaparken evdeki bazı olaylar beni üzüyordu. Aradığım ve düşündüğüm bir ev yaşamı olmuyordu. Ben başka türlü bir ailem olacak diye düşünürken, tam tersi bir aile ortamındaydım. Evdeki olumsuzluklar beni o kadar sıkmış ki aniden fenalaştım. Bir gün sonra bayramdı. Aklım öğrencilerimde, bayram kutlama hazırlıklarında, sabah kalktım. Annem, “kahvaltıyı hazırladım bardakları getir” dedi. Tepsiyi alıp bardakları getirmek için mutfağa gittim. Bardağa elimi uzattım. Tepsiye koyup koymadığımı hatırlamıyorum. Bayılıp oraya düşmüşüm. Yalnız, “ana, ana” demişim. Annem bardağın kırılma sesini duyunca mutfağa koşmuş. Yerde yatıyormuşum. Ağzımın kenarında köpükler varmış. Beni hemen yatağa yatırmışlar. Kolonya sürmüşler. Köyde doktor yok, hastalıktan anlayan yok. Ne yapacaklarına şaşırmışlar. Oradaki yaşlılardan biri Akçadağ’ın Karaterzi köyünde bir hoca olduğunu söylemiş. Köyden Bekir’in oğlu Mehmet’i, atla o hocaya göndermişler. İkindi vakti köye varmış. Hocaya durumumu söylemiş. Hoca ne yazmışsa o saatte ben evde kendime gelmişim. “Okula geç kaldım, bayram provalarımız var” diye hemen yataktan kalkmak istemişim ama toparlanamamışım. “Okuldaki tören ne oldu?” diye sormuşum. Oradakiler “Bayram yarın, yat istirahat et” demişler. Ertesi sabah rahatsızlığım geçti. 62


Kahvaltıdan sonra ablamla birlikte okula gittik. Halkın ve öğrencilerin oturabilmeleri için; okuldaki sıralar, sandalyeler, masalar ve köyden toplanılan diğer sandalyeler gösteri yapılacak alanın etrafına dizilerek hazırlanmıştı. Öğrencilerle önce İstiklal Marşımızı söyleyip, bayrağımızı göndere çektik. Ben bir konuşma yaptım. Sonra sırayla şiirler okundu, şarkılar söylendi. “İstiklâl” isimli piyesimiz sahneye kondu. Ardından davul eşliğinde milli oyunlar oynandı. Köylünün memnuniyeti, neşesi, çocuklarıyla gururlanmaları, çocuklar oynarken alkışlarıyla tempo tutmalarından belli oluyordu. Öğlen sonu program bitti. Köylüler övgü dolu sözlerle dağıldılar. Okulda öğrendiklerimi başarıyla uygulamış, isteğime kavuşmuştum. Cumhuriyeti ben kazanmıştım... Cumhuriyet bayramından bir hafta sonra müfettiş okulu teftişe geldi. Derslerden bahsedeceğimi beklerken, benim ona bayram kutlamalarımızı heyecanla anlatmam, tuhafına gitti. Galiba diğer köylerde böyle kutlamalar yapılmıyormuş. Müfettiş bana ders çalışmaları, öğrencilerin durumları hakkında çeşitli sorular sordu. Ben hep dinledim. Sonra, okulda göreve başladıktan bu yana yalnız Cumhuriyet Bayramını kutlamaya yönelik öğrencilerimle çalışmalar yapabildiğimi. Cumhuriyetin ilanını ve o zamanki Türkiye’nin durumunu, Atatürk’ün yaptığı çalışmaları anlatıp öğrettiğimi, yalnızca kitaptaki Cumhuriyet konusunu işleyebildiğimizi söyledim. Daha sonra gelişinde benim noksanlarımı görürse o zaman eleştirmesini söyledim. O da “İnşallah görüşürüz” diyerek ablamın sınıfına geçti. Bir saat sonra da gitti. Bayramdan sonra köylüler, okula daha çok gelip gitmeye, okulla ilgilenmeye başladılar. Ben de çok memnun bir durumda çalışmalarıma, derslere devam ettim. Emekli olana kadar görev yaptığım süre içerisinde her gittiğim okulda, Köy Enstitüsü’nde öğrendiğim ders konularını, milli duyguyu, doğruluğu, dürüstlüğü, çalışkanlığı, vatanımızı sevip yükseltmeyi, kültürümüzü ve sosyal yaşamımızı öğretmeye çalıştım.

63


Köyde Yaşam: Ablam öğretmenlik görevini yapıyordu. Boş zamanlarımızda komşulara, bize gelenlere iadeyi ziyarete gidiyorduk. Eniştemin akrabaları çoktu. Onlar da bir yere gidecek olurlarsa, bizi de çağırıyorlardı. Lojman köyün ortasından geçen ana yolun sağındaydı. Evler de lojmanın sırasında, mesafeli olarak yapılmıştı. Herkesin sınırı ayrıydı. Yolun sol tarafında bir dere akıyordu. Dere suyunu Sultansuyu denen büyük bir ırmaktan alıyordu. İlçeden, Köy Enstitüsü’ne giderken köprü olmadığı için bu sudan korka korka geçerdik. Dere bizim hem içme, hem kullanma suyumuzdu. Topraktan yapılmış tencere gibi büyük su kabımız vardı. Annem sabah çok erken kalkardı. Bu kabı yıkayıp suyla doldurur ve ağzını yuvarlak düz bir kapakla kapatırdı. Bu suyu yalnız içmeye kullanırdık. 24 saat bu suyu içerdik. Kullanma suyunu kovalarla taşırdık. Dere ile lojman yakındı. Mesafe yormazdı ama kovalar ağır olurdu. Bazı evlerde kuyu vardı. İsteyen komşular o kuyudan da yararlanırdı. Dere bizden sonra 100 metre kadar daha gider, sonra bahçelere giden yolu takip ederdi. Bu suyla bahçeleri sulamayı sıraya koymuşlardı. Nöbet sırası gelen suyu arıklarla bahçesine yönlendirir, sulamasını yapardı. Okulun iki tarafında evler vardı. Köyün ana yolu bizden çok ileride başlıyor, bizi geçiyor, köy meydanına iniyor ve köy bitimine kadar uzanıyordu. Okul meydanlıkta, bu yolun kenarındaydı. Sokaklar bu ana yoldan ayrılarak içerilere doğru evlere ve bahçelere uzanıyordu. Köy iki bölümdü. Okulun bulunduğu bölümde daha çok ev, bahçe ve tarla vardı. Diğer bölüm biraz uzaktı. Aşağı dereye inildikten sonra tekrar tepeye çıkılıyordu. Ekseriya evler bahçe içlerine yapılmıştı. Köyün suyu olunca bahçelere sebze ve ağaçlar dikiyorlardı. Her çeşit sebze yetişiyordu. En çok dut ve kaysı ağaçları vardı. Dut ağaçlarının altına çarşaf sererler, bir kişi ağaca çıkıp dalları sallayarak veya ayakla dallara vurarak dutları dökerdi. 64


Bezin üzerindeki ve etrafa saçılan dutlar toplanarak ezilip şırası çıkarılır, pekmez yapılırdı. Dutlar kurutularak kurusu da yenirdi. Buğday yıkanıp kurutulur, taşı varsa ayıklanır ve tavada hafif ateşte kavrulurdu. Buna buğday kavurgası denirdi. Sade yendiği gibi kuru dutla karıştırılıp dibeğe (oyuk taş) azar azar konulup tokmakla vura vura iyice ezilir, un gibi ufaltılırdı. Tenekelerin içine konur, üzerine bastıra bastıra doldurularak kışa saklanırdı. Uzun kış gecelerinde bundan bıçakla kesilerek diğer çerezlerle birlikte yenirdi. Kaysı zamanı toplanan kaysılar islim damında yakılan kükürtle işlemden geçirilirdi. Bir de kaysılar gün kurusu denilen yöntemle kurutulur, ihtiyaç fazlası satılırdı. O zamanlar alıcısı azdı. Kış için kaysı reçeli yapılır, güneşte kurutulurdu. Kaysının çekirdekleri de yenirdi. O zamanlar çarşı pazar diye büyük satış yerleri yoktu, satamazlardı. Satılamayanları akraba ve komşulara verirlerdi. Bize de gönderirlerdi. Annem çok güzel kaysı reçeli yapardı. Köyün hanımlarına reçel yapmasını annem öğretti. Reçel yapacaklarında annemi çağırırlar, O da tarif ederdi. Köylü kadınlar zamanla ekip dikerek, sebze ve meyvelerle uğraşa uğraşa, üretme ve kâr etme yollarını öğrenerek ticareti geliştirdiler. Mukaddes ablamın ilk bebeği: Ablam hamile kalıyor ama bebekler doğmadan düşüyormuş. Birsen’e hamile kaldığında, bebeğe birşey olmasın diye ona hiçbir iş yaptırmıyorduk. Ev işlerini, evin temizliğini ben yapıyordum. Sonraları da rahatlığa öyle alıştı ki, hiç bir iş yapmamaya başladı. İdare ediyorduk ama onlar durmuyorlardı. Her halde rahatlık sıkıyordu. Bir kış gecesi, soba yanıyor annemle ablam sohbet ediyor, eniştem de oturuyordu. Bir şey yapıyor muydu bilmiyorum. Ben de konusu sürükleyici bir roman okuyordum. Eniştemin yanıma geldiğini fark etmedim. Elimdeki kitabı çekip aldı, yanan sobanın içine attı. “Ne oturuyorsun? Kalk ta bir iş yap” demez mi? Şaşırdım kaldım. Yaptıklarına mı, söylediğine mi yanayım? Bir şey söylemeye 65


imkan yoktu. Annem ve ablam karşı çıkmamı istemezlerdi. Kalkıp, yattığım soğuk odaya gidip yatağa girdim ve saatlerce ağladım. Soğuk oda dedim de hala nedenini bulamadığım bu duruma şaşarım. Bütün paralar enişteme veriliyor, onlar sobalı odada yatıyorlar, ben de annemle birlikte bu soğuk sobasız büyük odada yatıyorduk. Neden bizim odaya da bir soba almazlardı hala şaşıyorum. Özverili Annem: Annem derin bir bakır tabağa bolca kül koyar, külün üzerine de kor ateş koyarak ısınmamızı sağlardı. Yatarken bu küllü ateş tabağını yatağa alır, dizlerini kıvırıp, tabağı dizinin altındaki boşluğa yerleştirirdi. Bu şekilde yatağın içini ısıtırdı. Ben uyurdum. Onun sonra ne yaptığını, ne zaman yatıp kalktığını bilemezdim. Para var, ancak odamızda ısınacak bir sobamız yoktu. Neden bir soba daha almazlardı? Bizim ısınmaya hakkımız yok muydu?.. Annem yemekleri pişiriyor, bulaşıkları yıkıyordu. Ablamın banyo suyuna kadar gaz ocağında ısıtıp hazırlıyordu. En çok isyan ettiğim, devletin ablama verdiği at ve ineğin barındığı ahırı da annemin temizlemesiydi. Gübreyi taşıma sepetlerine doldurup bahçeye götürüp dökerdi. Bir işi olmayan, güçlü kuvvetli eniştemin bu işleri yaptığını hiç görmedim. Annem işçi gibi çalıştırılıyordu. Oysa ki babamın zamanında komşular hep “Habibe Hatun” diye hitap ederlermiş. Babam da hiç adını söylemez, “Şehirli Kızı” diye çağırırmış. Annem Malatya’nın içinden, babam İsmetpaşa’lıymış (evlendikleri zaman köymüş, sonradan ilçe oluyor; adı da daha sonra siyasi nedenlerle Yeşilyurt’a dönüştürülüyor). Babam Akçadağ’da fırıncılık yaptığı zaman hem evde anneme yardımcı olup ev işi yapan hem de fırındaki işlere (buğdayın yıkanması, kurutulması, elenmesi, değirmende una dönüştürülmesi, vb.) koşturan dört tane kadın yardımcısı varmış. Annem ablamı çocukluğundan beri çok severmiş, “oğlan niyetine büyüttüm” derdi. Ancak onun bu sevgisi suistimal edilerek, “şikayetçi değil, sesi çıkmıyor” diye bunca ağır iş yüklenmemesi gerekirdi. Bir işçi tutulsa her gün gelip ahırın temizliğini yapabilirdi. Annem Akçadağ Ziya Gökalp İlkokulunda hizmetli olarak 66


çalışırken, ablam da mezun olup öğretmenliğe başlayınca; “Ben annemi çalıştırmam” diye işten çıkarmıştı. Keşke işten çıkaracağına emekli sandığına prim yatırmaya devam edip emekli yapsaydı daha iyi olurdu. Devlet emekli maaşı bağlar, rahat ederdi. Bu değerli kadın evin işçisi olmazdı. Maaşımı da bana vermiyorlardı. Ablam, eşi ve kendisini kastederek, “Biz de iki kişiyiz, siz de iki kişisiniz” derdi. Zavallı annemin Akçadağ postanesine bitişik, yol kenarındaki güzelim evini, eniştem, akrabası olan ve Kör Mıstık diye anılan kişiye o zamanın parasıyla 700 liraya satmış. Evi satarken de “Annemi yalınız bırakmam, birlikte otururuz” diyen ablam, daha sonraki yıllarda bu sözünü tutmayarak annemi benim yanıma vermişti. Evi sattıklarında, Hatice ablamlar da arsa almış ev yaptırıyorlarmış. Ablam bizim evde kalıyormuş. “Evim yapılır, hazır olursa evime gideriz” diyormuş. Eniştemle ablam evi satınca, ablama evden çıkın demişler. Hatice ablam anneme: “Evini satma ileride ne olur ne olmaz, tekrar evine gidebilirsin, elden ayağa düşersin, gözlerin görmez, döner dolaşır evinde kalırsın. Bizlere güvenilmez. Bizlerin evi senin evin gibi olmaz, kimin annesi” diye çok yalvarmış. Ama bu sözler işe yaramadığı gibi, ablam ve eniştem bu sözleri çarpıtarak: “gözün kör olur, ele kalırsın. Ben bakmam” gibi daha kışkırtıcı sözlerle annemi Hatice ablamla küstürüp hemen evi satmışlar. Anne ile kızın aralarını açmışlar. Annem bazen Hatice ablama beddua eder, “Evimi sattırdı, sebep o oldu” derdi. Ben de üzülür, ablama durumu anlatırdım. O da “Ben satılmasına sebep olmadım. O bedduaları bana değil Mukaddes ablana gider” derdi. Annemin bir dikiş makinası vardı ve senelerdir Hatice ablamdaydı. Kendinin ve bizlerin dikiş işlerini yapardı. Mukaddes ablam, annemle onu da alıp parayla Müzeyyen ablama satmışlar. Satışı anneme yaptırdıkları için gayet rahat hareket ediyorlardı. Bana sorup fikrimi alanda yoktu. Her zaman kenarda kalmıştım.

Öğretmen maaşım: 67


Benim böyle mecburmuşum gibi maaşımın tümünü elimden almalarına isyan ediyor, tavır koymak istiyordum ama annem “Aman kızım gözünü seveyim, sen haklısın ama evdeki geçimsizlikleri köylüler duyunca bize ne derler” diye beni yatıştırmaya çalışır, bir şey söyletmezdi. Öksüzüm, sahipsizim, kimi kime söyleyecektim. Akçadağ’daki Ömer eniştem ve ablam da, bu durumumuza üzülür, kızıp söylenirlerdi ama bir şey yapamazlardı. Her zaman ablamın ve benim maaşımı, gezici Başöğretmenimiz Halit Atlı Bey getirirdi. Bir aybaşında yine okula geldi. Ablamın maaşını verdi. Beni de yandaki öğretmen odasına çağırdı. Akçadağ Milli Eğitim Müdürü Muhittin Bey’in isteğiyle maaşımı ablama değil bana vereceğini, yirminci asırda yaşadığımızı, masraflarımı kendim yapıp durumumu düzeltmemi, üzerime elbise, ayağıma ayakkabı almamı söyledi. Paramı sayıp bana teslim etti. Teşekkür edip dışarı çıktım. Ablam eve gitmemiş, kapının önünde beni bekliyordu. Bana; “Muazzez parayı eniştene vermezsen şimdi ne der? Evde huzursuzluk çıkarır” gibi daha bir sürü şeyler söyleyerek, benim sevincimi elimden aldı. Öyle üzüldüm ki, hırsla elimdeki parayı onun avcuna koydum. Eve geldim ama nasıl geldim! Dokunsalar ağlayacaktım. Elin adamları bana acıyordu ama bunlarda hiç acıma yoktu. Mezun olalı bir yıl olmasına rağmen, halen sırtımda okulun verdiği mezuniyet elbisesi ve Reyzi Pamir’in mezuniyet hediyesi olarak aldığı ayakkabı vardı. Hiç unutmam. Bir gün Köy Enstitüsü’ne gitmek istedim. Manevi babamı, Nimet annemi, Emel ve Temel’i özlemiştim. Öğrencim Ramazan ile ablamın koyun ve kuzularını otlatan Ahmet’i yanıma alıp birlikte yaya olarak okula gittik. Beni karşılarında görünce çok sevindiler. Kucaklaşıp, ağlaştık. Benim üstüme başıma, ayağıma bakıp: “Çocuğum, yavrum, kuzum bu halin ne? Annen, ablan sana nasıl kıyıyorlar? Vicdanları hiç mi sızlamıyor?” diye Nimet annem ağladı. Hayatta hiç unutamadığım şu sözleri söyledi: “Bak kızım insanlar dış görünüşe çok dikkat ederler. Sırtında 5 68


kuruşluk giyeceğin olursa 5 kuruşluk, 100 kuruşluk giyeceğin olursa, 100 kuruşluk koca bulursun” Nimet annem doğru söylüyordu. Bize yemekler hazırladı. Yedirip içirdi. Bol bol konuşup özlem giderdikten sonra bizi yolcu etti. Akşam-üzeri köye ulaştık. Çok yorulmuştuk. Hemen evlerimize gidip dinlenmeye çalıştık. Şanslı Enişte: Kaldığımız lojmanın balkonu büyüktü. Eniştem balkonun etrafını kapatıp dükkân yaptı. İçine her çeşit malzeme getirdi. Yiyecek, kırtasiye, temizlik maddeleri, diğer ihtiyaç maddeleri getirip satmaya başladı. Ablam da boş zamanlarında, eniştemin yanına yardıma giderek, birlikte satış yaptılar. Bazen annem de otururdu. Para çoktu. Eniştem bir ara İstanbul gezisi yaptı. Ne kadar kaldığını hatırlamıyorum ama gelirken hediye getirmişti. Kenarları tahminen 30 cm. olan kare şeklinde, parlak siyah ince bir kumaşın üzerine insan, çiçek gibi figürler basılmış, sanıyorum yağlı boyalı bir bez tablo getirmişti. Bunları camlatıp duvara astılar. Bir tanesini de bana verdiler. Lojmanların yanında taşlık, kayalık olan bir arazi vardı. Eniştem boş zamanlarında hep orayla uğraşarak topraklı bir bahçe haline getirdi. Zaten onun yapması gereken diğer işleri anneciğim yapıyordu, Eniştem evin erkeğiydi. Hürmetimiz çoktu. Bu kadar rağbet görünce kendini ne sanıyordu bilmem ama şimdi düşündükçe anladım ki eniştem aşağılık kompleksi çekiyordu. Ablam öğretmendi. Kendisi Ziya Gökalp İlkokulundan 3.sınıf karnesi alıp, köyde eğitmenin okutmasından sonra nasıl olduysa polis olup İstanbul’a gitmiş biriydi. “İstanbul kaldırımı çiğnemiş” diye bir söz vardır. Eniştem de dört ayak üzerine düşmüştü. Eh köyüne gelmiş, güzel, hoş, paralı bir öğretmen almış, evin işlerini yapan, kendisine saygı ve sevgi gösteren, çalışkan bir kayınvalide bulmuş, sonrada hanımının kız kardeşi para kazanmaya başlamış, maaşlar ikilemiş. Kimin eline geçer böyle bir aile?.. Eniştemin bizlere ve gelenlere karşı gösterdiği davranışları, ondaki aşağılık duygusunu düşünmeme neden oldu. Bir gün Akçadağ İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünden lojman yapımı için gelenler oldu. Eniştem hemen içeri girerek başına polis 69


şapkasını geçirmiş ve gelenleri öyle karşılamıştı. Köylülerin kavgası: Bir gün okulda son dersteydik. Hamo’nun Hasan diye bir komşumuz vardı. Samimi, girişken bir insandı. Okula geldi. Ablamla bana “Sizi köye götürmeye geldim. Köylüler ikiye ayrılmış, birbirlerine taş atarak kavga ediyorlar. Bir grup okul tarafında, diğer grup karşı tarafta, yeni yolu kapatmışlar. Hanımları da beylerinin arkasında onlara atmaları için taş toplayıp eteklerinde, kucaklarında getiriyorlar” dedi. Hasan abi bizi, evlerin arkasındaki yola paralel bahçelerden geçirerek lojmana getirdi. Pencereden bakmaya başladık. Ne cahillik ve acımasızlık örneğiydi. Birbirlerine taşları acımasızca atıyorlardı. Mutlaka yaralananlar olmuştur. Bir iki saat sonra yaşlı hanımlardan biri, iki tarafın orta yerine çıkıp başına örttüğü tülbendi çıkarıp yere serdi. Böylece kavga durdu ve dağıldılar. Sonradan duyduğuma göre bu kavgacı gurup birbirlerinin camlarını kırıyor, ekinde topladıkları ve ismine “loda” dedikleri saplarını yakıyor, hayvanların yiyeceklerini yok ediyor, birbirlerine olmadık zararlar veriyorlarmış. Hatta Doğanlar köyü tarafındaki bir beldede o kadar ileri gitmişler ki, ahırda yem yiyen üç öküzün arkadan yaklaşarak başlarını kesmişler ve yemliğe atmışlar. Bu olaya çok üzülmüş, insanların nasıl cani ve acımasız olduklarını o zaman anlamıştım. Bizlere de iş düşüyordu ama ne yapabilirdik. Ancak okulda öğrencileri eğitip büyüklerinin birbirleriyle anlaşıp iyi geçinmelerini söylerdik. Köyde yeniydim. Kimseyi tanımıyordum öyle işlerde başarılı olabilir miydim? İş yapacak bir durumumda yoktu. Ufak tefek, çocuk gibi biriydim. Küçük yaşta bir öğretmendim. Birbirlerine kin güden, zarar veren bu insanlarla baş edemezdim. Toplumun kaynaşması: Bahri köyünün yakınında, Aşağı-Yukarı Örükçü diye ikiye ayrılmış bir köy vardı. İçlerinde okumuş, kendi kendini yetiştirmiş, örnek bir insan olan Ali Efendi ile öğrencim Muratların evinde görüştüğümde, bu duruma üzüldüğümü anlattım. Ali Efendi, büyük şeyh Abdulkadir Geylani’nin tarikatında 70


çalışıyormuş. Malatya’da ikamet eden Merhum Şeyh Osman’ın kızı Şadiye ve erkek çocuklarıyla görüşüyor, onlardan aldığı bilgileri, köylüleri değişik evlerde toplayarak paylaşıyordu. Hele kış geceleri bu toplantılardaki; ibadet, zikir, okuma ve sohbetler neticesinde o birbirine düşman olan köylüler arasındaki husumet yavaş yavaş yok oldu. Hatta biz Kotangölü’nde çalıştığımız süre içinde her yıl 23 Nisan bayramlarında çocukları hazırlar kamyonlarla Yukarı Örükçü köyüne götürürdük. Ayrıca Bahrı, Eğin, Yağmurlu, Doğanlar köyü okul öğrencileri de öğretmenleriyle gelirler, geniş bir alana dizilirlerdi. Ali fendi ve öğretmenler birleşerek öğrenci sıralarını ve töreni izlemeye gelen vatandaşları dolaşarak bayramlarını kutlardık. Öğretmen ve Ali Efendi konuşma yapardı. Öğrenciler şiirler okur, hazırladıkları gösterileri, oyunları oynardı. Herkes eğlenirdi. Sonrada, Örükçü’lü öğrenciler ev sahipliği yapar, misafir öğrencileri evlerine yemeğe götürürlerdi. Biz de Şeyh Ali Efendinin ve Örükçü’lü öğretmenlerin misafiri olurduk. Birbirimizle tanışır, hatır gönül, sevgi bağları kuvvetlenir, dostluklar kurulurdu. Bu şekilde hem bayram kutlanır, hem de büyük günün önemi topluma öğretilmiş olurdu. Köy kavgaları da bitti. Daha güzel anlaşan bir toplum kazandık. Dini, milli çalışmalar ve beraberlikler hepimizi birbirimize bağlamış, vatanımızı ve milletimizi daha iyi tanımış olduk. Her zaman Şeyh Ali Efendiyi ve çalışmalarını takdir ederim. Unutamadığım bir köy düğünü: Köy düğünlerinde durumu iyi olanlar davul zurna getirtir, çaldırır oynarlardı. Velo Ağa’nın evinin önünde geniş bir meydanlık vardı. Oğlu evlenirken meydana sandalyeler konmuş, düğüne gelenler oturuyordu. Davul zurna çaldıkça herkes eğleniyor, coşuyor, bazıları da oynuyordu. Bir ara Ağa’nın hanımı da halay çekenlerle oynamaya başladı. Biz de izliyor, alkışlarımızla tempo tutuyorduk. Kapıları kilitliymiş. Birileri oynamakta olan hanımdan anahtarı istemeye gitti. Hanım coşmuş, etrafa neşe saçıyor, oyundan 71


ayrılmak istemiyormuş. Hem oynuyor hem de anahtarı istemeye gidene şöyle diyordu: Kilit benim belimde Köfte teştin altında Ben halayı bozamam Sen al da git. Sözlerini, oyunun makamına göre söyleyince, herkes kendini gülmekten alamamıştı. Zaten kadın acayip oynuyordu. Konuşmaları da oyunun havasında olunca hoşumuza gitmişti. Her zaman gençler onun taklidini yapıp gülerler, herkesi de güldürürlerdi. Eti senin kemiği benim: Bir gün ders zili çaldı ve sınıfa girdim. Yoklama yapıyordum ki birkaç kez miyavlama sesi geldi. Eğilip sıraların altına baktığımda bir öğrencimin oyun yaptığını gördüm. Masanın üzerindeki ağzı kapalı mürekkep şişesini alıp sıraların altındaki çocuğa fırlattım. Öğrencim Murat’mış. Oradan çıktığında birde ne göreyim, şişe kırılmış, alnına isabet etmiş ve alnı kanıyordu. Çok üzüldüm ve korktum. Hemen okulun ecza dolabından tentürdiyot alıp pamuğa dökerek kanayan yeri sildim. Tentürdiyot çok yakıyor ve bende üflüyordum. Yine de canı çok acıdığı halde ağlamamaya çalışıyordu. İkimizin de davranışı yanlıştı. Bir daha böyle durumların olmaması için öğrencilerle konuştum. Okuldan çıkıp eve giderken, yolumun üzerinde olan öğrencimin evine uğradım. Murat’ın annesine olanları anlattım. O da saygısından olsa gerek üzüntüsünü belli etmemeye çalışarak: “Eti senin kemiği benim. Hiç sınıfta öyle şey yapılır mı? Cezasını çeksin” dedi. Annesinin durumu ve sözlerinden çok etkilendim. Duygulandım. Başka türlü de konuşabilir, sitem edebilirdi ama yapmadı. Ertesi gün sınıfta böyle şakaların yapılmaması gerektiğini, daha tehlikeli durumların olabileceğini öğrencilere söyledim. Ağzından ateş çıkaran Küçük Nuri: Küçük Nuri’nin olayını anlatmadan geçemeyeceğim. Sınıfın en 72


tatlı ve yaramazı, daima bir olay çıkaran, bizleri şaşırtan ve ele avuca sığmayan bir öğrenciydi. Babasının adı da Nuri olduğundan evinde, okulda, köyde o hep Küçük Nuri diye çağrılırdı. Kendi küçüktü ama yaramazlıkları çok ve büyüktü. Hiç rahat durmazdı. Bir gün okula gelen Küçük Nuri’nin dudakları, çenesi ve ağzının içleri yanıktı. Çok kabarcıklar oluşmuştu. Fena bir durumdaydı. Onu böyle görünce hepimiz şaşırdık, üzüldük ve ne olduğunu merak ettik. Kendisine sorduğumda, olanları gayet rahat anlatmaya başladı. Evdeki lambanın gazından bir fincan veya bardağa biraz koyar, bir yudum alıp içmeden tekrar püskürtür ve bu esnada kibritle tutuşturup, alevleri uçuştururmuş. Bu tehlikeli gösteriyi de her zaman evde tekrarlıyormuş. Bu kez gaz yerine arabaların benzininden bir yudum almış ve hızla üfürüp püskürtmüş. Tabi benzin daha parlayıcı, alev alıcı olduğu için kibriti çakar çakmaz ağzı, dudakları, çenesi yanmış. Çok acı çekmiş ve ağlamış. Köyde ne doktor vardı ne de sağlık memuru. Babasına, Nuri’yi Akçadağ veya Malatya’ya doktora götürmesini söyledim ama maddi durumlarının iyi olmasına, köyün ağalarından biri olmasına rağmen götürmeyip kendilerinin yaptıkları uydurma ilaçlarla iyileştirmeye çalıştılar. Tabi iyileşmesi hem uzun sürdü hem de çocuk çok acı çekti. Uğursuz tavşan: Bahar geldi. Havalar güzelleşti. Her yer yeşerdi. Ağaçlar çiçek açtı. Hafta sonuydu. Okula bir yazı geldi. Milli Eğitim Müdürlüğü Malatya’da yapılacak bir toplantı için ablamı ve beni Akçadağ’a çağırıyordu. Ablam hamileydi. “Sağlığım iyi değil, toplantıya gidemem” deyince pazartesi günü eniştemle birlikte yola çıktık. O yürüyordu, ben de atın üzerindeydim. Önümüze bir tavşan çıktı. Bizi görünce hemen kaçtı. Eniştem: “Tüfeğim yanımda olsaydı vururdum” dedi. Yolumuza devam ettik. Epeyce yürüdük. Onun aklı hala tavşandaydı. “Bu tavşanın yolumuza çıkması hayra alamet değil, 73


bizde iyi saymazlar, bir uğursuzluk mutlaka olur” dedi. Akçadağ’a vardığımızda beni Ziya Gökalp İlkokuluna bırakıp kendisi geri döndü. Ben o gece Hatice ablamlarda kalacak, sabah okula gidip oradan Malatya’ya öğretmenler toplantısına gidecektim. Ertesi gün okula gittim. Müdür Muhittin Bey bana: “Malatya’daki toplantıya hep erkek öğretmenler gidiyor, bayan öğretmenlerden giden yok, herkesin bir mazereti var. İstersen sen de gitme. Toplantı sonuçlarını okullara yazılı olarak bildireceğiz” dedi. Ben de: “Eğer bir sakıncası yoksa ben de toplantıya katılmayayım zaten yol param da yok” dedim. Müdür Bey, toplantıya gitmeme gerek olmadığını söyleyerek cebinden çıkardığı beş lirayı bana vererek: “Bu parayı sana harçlık veriyorum. Okul hizmetlisi Veysel Efendi ile ayakkabıcıya gidip ayağına güzel bir ayakkabı alıp giyecek ve gelip bana göstereceksin. Aybaşında maaşından verdiğim harçlığı ve ayakkabı parasını keseceğim” dedi. Müdür Bey’in söylediklerini yaptım. Veysel Efendi beni tekrar okula getirdi. Müdür Bey ayakkabımı beğendi. Ben de çok sevinçliydim. Ayakkabım ayağımda güzel duruyordu. Eski ayakkabıdan kurtulmuştum. Ama evde benden hesap sorulacağını düşününce sevincim içimde kayboluyordu. Onlara ne söyleyecektim? Hatice ablamlara geldim. O da ayakkabımı çok beğendi. Bana harçlık olarak verilen 5 lirayla 3 metre basma alabileceğimi, güzel bir elbiselik almam halinde kendisinin de bana elbise dikebileceğini söyledi. O anki sevincimi anlatamam. Ayakkabım vardı, bir de elbisem olacaktı. Nasıl sevinmiştim… Çarşıya, Sümerbank basmaları satan dükkâna gittim. Beyaz üzerine küçük çiçek desenleri olan basmayı beğendim. Alıp ablama götürdüm. Ablam da beğendi. Hemen kesip biçti, itinayla dikti ve bana giydirdi. Ertesi günü ablamın beyi Ömer eniştem atının terkisine bindirdi ve yola çıktık. Bu eniştemi, ben çok küçükken ablamla evlendiği zamandan beri baba gibi görüyor, hep abi diye hitap ediyordum. Onu hiç yabancı olarak görmedim. 74


Yolda bana nasihatte bulunarak, dikkatli olmamı, Mukaddes ablam gibi yanlış bir evlilik yapmamamı, istersem abisinin oğlu Mehmet’in sağlık memuru çıktığını, onunla evlenmemin daha iyi olacağını, kendisinin de her konuda yardımcı ve destek olacağını söyledi. Eniştem, Ömer ağabeyim beni köydeki eve getirdi. Biraz oturup dinlendikten sonra tekrar Akçadağ’a evine döndü. Bizimkiler beni, sırtımda yeni elbise, ayağımda yeni ayakkabı ile görünce çok şaşırdılar. Hayırlı olsun veya güle güle giy diyeceklerine suratları asıldı. Ben de durumu, anneme ve ablama anlattım. Malatya’daki toplantıya neden gidemediğimi, ayakkabı ve 5 lira harçlığı da nasıl aldığımı, maaşımdan aybaşında kesileceğini, elbisemi de Hatice ablamın diktiğini anlattım. Buna rağmen akşama kadar zor durdular. Akşam yemeğinden sonra eniştemin ve ablamın çeneleri açıldı. Aklıma tavşan görmenin uğursuzluğunun ortaya çıkmış olduğu geldi. Aman Allah’ım, ne büyük bir suç işlemişim! Bir buçuk yıl boyunca benim maaşımın tümünü elimden alırlarken kimse hesap sormuyordu. Ama şimdi neden, nasıl, niçinlerden sonra eniştem nihayet içindeki pis düşünce ve zehiri boşalttı. Güya bu müdür benden faydalanmak için böyle yapmış olduğunu söyleyecek kadar ileri giderek çok çirkin ithamda bulunabilmişti. Çok üzülmüş, sabaha kadar ağlamıştım. Birkaç gün sonra gezici Baş Öğretmenimiz Halit Atlı Bey gelmişti. Ağlayarak evdeki durumu ve konuşmaları ona anlattım. O da Milli Eğitim Müdürü Muhittin Bey ile görüşerek durumu ona söylemiş. Kotangölü İlkokulunda öğretmenlik yapan Hüseyin Anuk’un da bazı olaylarla ilgili dedikodusu çıkmış. Bu nedenle köyden ayrılması gerekiyormuş. Benimle becayiş yaptırıp onu Bahrı köyüne, beni de Kotangölü köyüne verdiler. Tayin işi olana kadar epeyce zaman geçti. Bizimkilerin haberi oldu. Akçadağ Milli Eğitimince yapılmış, benim bir şeyden haberim yoktur dedim. Beni çok kırdılar. Son olayı da hiç unutamadım. Bu kadar ağır konuşmaları hiç hak 75


etmemiştim. Annem ve ablam beni koruyacaklarına ikisinden de ses çıkmadı. Ben kimdim? Bunlar bana böyle mi sahip çıkacaklardı? Ben bunlara ne kötülük yapmıştım ki bana böyle muamele yapıyorlardı? Ben insan değil miydim? Hala düşünür ayırdına varamam. (NOT: Ben Kotangölü köyüne tayin olup evden ayrılınca madden ve manen durumları bozulmaya başladı. Ne iyi oldukları, ne de aralarının bozuk olduğu belli olmuyordu. Eniştem tekrar polisliğe müracaat etti. Maraş’a tayini çıktı. Üzücü bir ayrılık yaşandı. Epeyce kaldılar. Ev aldı. Sonra müteahhitte vererek 4 daire ve bir dükkân sahibi oldu. Eniştem emekli olunca tekrar Malatya’ya geldiler. )

O olaydan sonra boş zamanlarımda evde çok durmuyor, bulamadığım sevgi, arkadaşlık ve bağlılığı dışarıda arıyordum. Köyün saf genç çocuklarıyla bahçelerde çene çalarak, şakalaşarak, sevgi sözcükleri arayarak günleri geçiriyordum. Öğrencim Ramazan Öner ve ablamın kuzularını otlatan Ahmet Maho bahçeye giderken bana da sesleniyorlardı. Beraber gidiyorduk. Bazen Ramazan hüzünlü türküler söylüyor, ben de ağlıyordum. Köydeki Miro Amcanın ben yaşlarda Sultan isimli bir kızı vardı. Bizden birkaç yaş büyük başka kızlar ve erkek arkadaşlar da vardı. Taşçı Mehmet amcanın oğlu Ömer daha da büyüktü. Bahçelerde yemyeşil ağaçlar altında çimlerin üzerine oturur, konuşur, şakalar yapıp, gülüp eğlenirdik. Ömer’in evlenme teklifi: Bir gün Ömer yuvarlak cep aynası, tarak, toka vs.den oluşan bir paket yapmış, Sultan’la bana göndermiş ve şu duygularını iletmişti: “beni çok seviyormuş, evlenmek istiyormuş. Kendisiyle bu hususta konuşmam lazımmış. Beni İsmail ağaların evinde uyurken görmüş. O zamandan beri konuşmak istermiş. Ama cesaret edip konuşamamış.” Ben böyle bir şey düşünmemiştim. Çünkü O, hem başka bir kızla nişanlıydı, hem de okumamış, cahil, işsiz, imkânsız bir durumdaydı. Annesi de bir yerde yaptığı konuşmada, benim için: “Ablası meydanda. Hasan’la aile durumları iyi değil. Bu da onun kardeşi. 76


Benim oğluma olmaz” demiş. Eniştemin amcasının oğlu Mustafa’nın bahçesi vardı. Meyve ağaçları, sebzeleri ve yeşilliği ile park gibiydi. Oraya her zaman giderdim. Bir gün Ömer ile birlikte o bahçeye gittik. Oturup konuştuk. O’na beni bir kardeş gibi görmesini, başka düşüncelerle kendini oyalamamasını, nişanlısıyla evlenirse daha mutlu olacağını, benim bu gibi düşüncemin olmadığını anlattım. Bir şey söylemeden beni dinledi. Tekrar köye döndük. Evlerimize gittik. Ertesi gün bana hediye diye gönderdiklerini Sultan’la ona geri gönderdim. Bu işte böyle başlayıp bitti. Annesigil de çok üzülüyorlarmış, onlar da memnun olmuşlardır. Ben de rahatladım. Akçadağ Ziya Gökalp İlkokulunun 4 ve 5. Sınıfını beraber okuduğumuz İbrahim Arı adlı arkadaşımla bir gün yolda karşılaştık. Galiba Sultansuyu Harasında çalışıyormuş. Bahrı köyündeki akrabalarına gelmiş. Bana: “Enişten Hasan abi ve seninle konuşacaklarım var. Size geleceğim” diyerek gitti. Sonradan öğrendiğime göre benimle evlenmek istiyormuş. Hiç üzerinde durmadım ve kabul etmedim. Bahrı köyünde Hamo’nun Bekir diye birisi vardı. Onun oğlu Mehmet te benim için: “Eniştesi Hasan efendiden nerem eksik, ablası onunla evli, kız kardeşini de bana isteyin” diyormuş. Annesi gelip annem ve ablamla konuşmuş. Ben bunu duyunca “Onunla evlenmem imkânsız bir durum. Ben ablam değilim. Daha aklım başımda” dedim. Bizimkiler de olmaz demişler. Sonradan baktılar ilgilenmiyorum onun da sesi kesildi. Yeni bir yaşama Bekir ile adım atışım: Hasan eniştemin akrabası olan ve birlikte 4 ve 5. Sınıfları okuduğumuz arkadaşım Bekir Yılmaz da Akçadağ Köy Enstitüsü’nde 5. Devre öğrencisi olarak okuyup, okulunu bitirmiş ve kendi köyü olan Doğanlar İlkokulu’na tayin edilmişti. Orada öğretmenlik yapıyordu. Dayısı, Mıkdat’ın Hacı Hasan, Akçadağ’da çarşı girişinde ve sağ tarafta dükkân açmış satış yapıyordu. Evleri de ablamların 77


mahallesindeydi. Kirada oturuyorlardı. Bir gece ben de oradayken hanımı Emine abla ile birlikte oturmaya gelmişlerdi. Çok saygıdeğer, örnek bir insandı. Okumayı çok seviyordu. Okuduklarıyla ilgili konuşmalarını dinlemiştik. Dükkânının bitişiğinde Akçadağ’ın yerlilerinden Teştoların Ömer diye birisi de kırtasiye dükkânı açmış satış yapıyordu. Ben de Akçadağ’a gittiğim zaman dükkâna uğrar ihtiyaç listesindeki okula lazım olan malzemeleri alır paket ettirirdim. Ayrıca okumak istediğim kitap varsa, bakıp alırdım. Köyden gelen olursa onlarla da aldırırdık. Adam benimle ilgilenmiş ama ben hiç farkında değildim. Eniştemle samimiydiler. Ömer’in de, Osman adında bir kardeşi vefat edince, dul kalan hanımını Ömer’e, istemediği halde, nikâhlamışlar. Bu hanımın köyde akrabaları vardı, onlara gelmişti. Ben de orada gördüm. Hasan Eniştemle Ömer anlaşmışlar, beni ona vereceklermiş. Bu durumu Hasan dayı biliyormuş. Beni ona verecekler diye çok üzülüyormuş. Ben bunları sonradan duydum. Eniştem evin eksiklerini almak için Akçadağ’a gitmişti. Mukaddes ablam bana manalı bakıyor, şaka yollu: “Hasan bu gün Akçadağ’dan bize sürpriz bir haber getirecek” diyordu. Başka bir şey söylemiyordu. Meğer eniştem, Ömer’le konuşup benim işi ayarlayacakmış. Bekir de Hasan Dayının dükkânına gelmiş. Hasan Dayı, durumu Bekir’e anlatmış ve “O gül gibi kızı bu adama verip hayatını mahvedecekler, sanki kini varmış gibi hareket ediyorlar. Bahrı köyüne Hasan’la beraber git de annesinden ve bunlardan kızı sen iste, sana daha uygun” demiş.. O da Hasan enişteme: “Ben de seninle köye gelmek istiyorum” diyor ve birlikte yola çıkıyorlar. Bekir yolda durumu enişteme açıyor. Kotangölü’ne tayinim çıkalı benimle konuşmayan eniştem, bana kızgın ve kinli olduğu için benim hakkımda herhalde güzel şeyler söylemiyor. Hatta söylediği bir cümle hayatım boyunca hiç aklımdan çıkmadı. “Başka birini bulamadın mı? Bunu ne yapacaksın” diyor ve 78


yol boyunca daha bir sürü şeyler söylüyor. Amacı beni ona vermemekmiş. (Bunları daha sonra Bekir bana anlatmıştı) Köye geldiklerinde biz okulda dersteydik. Eniştem eve gitmiş. Bekir de okula geldi. Ablam Bekir’i görünce şaşırdı. Ama belli etmedi. Çünkü sürprizi bu değildi. Bekir sınıfa girdi. Dayısının dükkânından pantolonunun iki cebini leblebi, kişniş şekeri vs. ile doldurmuş. Masanın üzerine ceplerindekileri boşalttı ve öğrencilere vermemi söyledi. Ben de çocuklara dağıttım. Zil çalınca neşe içinde evlerine gittiler. Sınıf boşalınca biraz birlikte oturmamızı söyledi. Geliş nedenini, evlenip yuva kurmayı uzun zamandır düşündüğünü, birbirimizin yabancısı olmadığımızı, beni annemden isteyeceğini anlattı ve bu hususta fikrimi sordu. Ben de annemlerle konuş, onlar ne derse yapın dedim. Annemin; eniştem ve ablam karşı çıksa da onların istek ve fikirlerini kabul etmeyeceğini, Bekir’i isteyeceğini tahmin ediyordum. Bu arada Kotangölü köyündeki okula tayinim çıkmıştı. Ablam, annemi yanımda götürmemi istemezdi. Çünkü evin işini, kızının bakımını kim yapacaktı. Ben onlar için önemli değildim. Yalnızdım, bana bir sahip lazımdı. Bekir’den iyisini de bulamazdık. Kotangölü köyünde okul ve lojman birbirine yakındı. Yalnız lojman tarafı eski mezarlığa çok yakındı. Çevresinde yol ve tarlalar vardı. İleride yolun alt tarafında üç ev vardı. Ben orada nasıl yalnız kalacaktım! Elektrik yoktu. Gaz lambası kullanılıyordu. Kimsem yoktu. Bekir doğru, dürüst ve kötü alışkanlıkları olmayan biriydi. Annem olur deyince ben de kabul ettim. Evliliğim; sevgiden ziyade, kendime sahip aramam dolayısıyla gerçekleşecekti. Kayınvalidem yatalaktı. Beni görmek istemiş. Beni, köyü görüp gezelim diye götürdüler. Eniştemin önceki kayınvalidesi Mayrik teyzede kaldık. Köy doğal bakımdan güzel olmasına rağmen bakımsız ve susuzdu. Ancak orada yaşayanlar azimliydi. Mücadele içinde geçiniyorlardı. Dönüşte eniştemle tarlaların arasından geçerken Bekir de bizi 79


yolcu ediyordu. Ben ata binmiştim. İkisi yaya yürüyordu. Bir ara Bekir atın yanına gelerek bana küçük bir çakı (bıçak) hediye etti. Hiç beklemiyordum. Bir şey söyleyemedim. Eve gelince anneme verip durumu ona anlattım. Beni istemeye geldiler. Eniştemle konuştular. 200 lira, bir bilezik ve bir gerdanlık istediler. 200 lira çok diye, ine ine 90 liraya karar kıldılar. Malatya’ya gidip altınları aldıran eniştem, aldığı 90 liraya da bana ve kızı bebek Birsen’e aynı küpeden almış. Nişan elbisemi de dayımgilin komşusu, Berber’in Azzet Abla’nın üzerine göre diktirmişler. Düğünde de ablamın eski gelinliğini onlara 60 liraya satıp parasını almışlar. Bu da ablam ve eniştemin son oyunlarıydı. Nişanım Bahrı köyünde akraba arasında yapıldı. Ben, Kotangölü köyüne gidene kadar Bekir’e bütün işleri yaptırdılar. Bahrı köyüne çok gelip gitti. Herkesi çalıştırmak ve ondan faydalanmak, bizimkilerin en iyi bildikleriydi! Müzeyyen ablam bizi görmek için çocuklarıyla birlikte köye gelmişti. Mukaddes Ablam ona, “Muazzez giderken babamdan kalan eşyalardan bir kat yatak, bir kilim ve iki tabak vereceğim” demiş. Müzeyyen ablam bana bunu söyleyince ben de, onların hiçbir şeyini istemediğimi, yalnız babamdan bana bir hatıra olarak duvarda asılı olan saati vermelerini istedim. Gece otururken ben yoktum. Müzeyyen Ablam isteğimi onlara söylemiş. Mukaddes ablamın sinirlenerek söylediği sözler dışarıdan duyuluyordu. “Bu verdiklerimin dışında bir çöp bile vermem, bir şey beklemesin” diyordu. (Bana verilmeyen saat, amcamın Maraş’ta açtığı kahvehanesinin duvarına asıldı.) Kotangölüne taşındıktan sonra bir gün eniştem bize geldi. Yaptığı hareketi hiç unutmadım. “tabağın büyüğü size gelmiş” dedi. Tabağı götürüp küçüğünü gönderdi. Artık yeni yuvamda, mutlulukları paylaşarak yaşayacak bir ailem vardı. Benim için yeni bir yaşam başlamıştı… KÖY ENSTİTÜLERİ İLE İLGİLİ EKLER 80


1) Malatya Hâkimiyet ERDEM’in yazısı:

gazetesi

yazarlarından

KUDRET

KÖY ENSTİTÜLERİ’NİN 71. KURULUŞ YILDÖNÜMÜ ! “Aydınlık bir Türkiye gelir aklıma. Kalkınmış bir Türkiye gelir aklıma. Rahmetli Babam Eğitmen Ali gelir aklıma. Köy Enstitüleri deyince...” 17 Nisan 1940, ta yasası çıkan Köy Enstitülerinin kuruluşlarının üzerinden 71 yıl, resmen kapatılmalarının üzerinden ise 54 yıl geçti. Ama aradan geçen uzun yıllar o güzelim eğitim kurumlarını unutturamadı. İzleri hem bilinçlerde hem gönüllerde sürüp gidiyor. Köy Enstitülerinin tarihsel gelişimi açısından Malatya/Akçadağ’ın çok önemli ve özgün bir yeri var. Malatya/Akçadağ 1936 yılında “ilk eğitmen kursunun” 1937 Yılında ilk köy öğretmen okulunun açıldığı yerdir. Malatya / Akçadağ Köy Enstitüsü ise projeleriyle ve uygulamalarıyla diğer enstitülere örnek oluşturmuştur. Kaynak: Rahmetli Babam Eğitmen Ali Erdem’in günlük tutanakları. (hatıraları). Sevgili okuyucularım, bundan tam iki yıl önce yine Köy Enstitüleri ile ilgili yazmış olduğum bir yazıyı sizlerle paylaşmak istiyorum. Biraz kül, biraz duman işte köy enstitülerinin sonunu böyle bir tablo ile noktaladılar. Savrulup gitti o koca müesseseler. Oysa Türkiye yeniden kurulmaktaydı. Temeline su bağlamış koca ülke, yüce ulus yeniden yapılanacaktı! Onurun, haysiyetin sallanmaya başladığı sıralarda temel kazıkları çakılıp, temel taşları yeniden koyuluyordu, Türkiye’nin. 17 Nisan Köy Enstitülerinin kuruluş tarihidir. 20 lira ücret, 20 sene mecburi hizmet yükümlülüğünü kabullenmiş gençlerin harmanıdır köy enstitüleri. “Aynı yolda, aynı emek Gönüllerde bir tek dilek 81


Türk köyünü önde görmek” Arzusu ile çırpınan vatan perverlerin yuvasıydı köy enstitüleri. Nerede ise bir kez daha kaybolmaya doğru yönelmiş bilmem kaçıncı Türk devleti, yüce Atatürk’ün dehasıyla vücut bulup yeniden doğarak Cumhuriyeti ilan ettikten sonra, enkaza dönen Anadolu’da devam etmekte olan “Menemen, Koçgir, Şeyh Sait ve Dersim” isyanları çağı yakalamamızı askıya almış, ama meselelerimiz tıpkı bir gemi misali daha da derinlere gömülmüştü. Hele Gazi Mustafa Kemal Paşamızı erken kaybetmemiz ilke ve inkılaplar önüne kocaman bir takoz koymuştu. İktidara gelenler yönlerini Ankara, İstanbul, İzmir gibi ve mamur şehirlere, yanı Batıya çevirmiş sırtlarını ise Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya döndürerek oraları ihmal etmişler, böylece bugünkü tabloların doğmasına sebep olmuşlardır... Yolsuz, okulsuz, sanayisiz on binlerce doğu köyleri doğanın vahşi bağrında kaderlerinin tesadüflerine terk edilmiş, memleket sevgisini bile hissedemeyen, okur yazar olmayan, vatandaşlık görevini öğrenmemiş daha acısı Türkçe konuşmaktan mahrum bir “yığın” haline getirilmişti. Görülen tablo bu iken, Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç adında iki vatandaş eğitimci ortaya atılmış ve milletin çıkış yollarını arayarak bulmuş ve 3803-4872 sayılı yasaları İsmet İnönü’ye empoze ederek 20 tane Köy Enstitüsü’nü birden açmışlardı... İşte bu okullardan biri olan ve bütün Anadolu’ya hizmet veren Malatya/Akçadağ Köy Enstitüsü’dür. Rahmetli babam Eğitmen Ali Erdem bu okulun kuruluşunda, uzun müddet Eğitmen olarak öğretmen adaylarını yetiştirmiştir.

82


21.10.1939 tarihinde Eğitmen Kursunu bitirip görev yerine gitmek üzere kurstan ayrılan eğitmenler kendi taptıkları tahta bavullarla.

DUMANLI KÖYLER: Bu okullara, alınan öğrencilerin %95,i Köy çocuklarından oluşmakta idi. Bunun tek sebebi de Atatürk’ün dediği gibi köy hayatına intibak etme konusudur... Köyünden çıkıp, seneler sonra tekrar köyü-ne Öğretmen olarak dönen genç, elbette ki köy yaşamını hiçte yadırgamayacak ve doğup büyüdüğü o köyde anasının pişirdiği her şeyi benimseyerek yiyecektir… 83


Bu okullarda yetişen genç öğretmen ezber bilgiler yerine, kuvvet olan fikirler kazanarak köyüne dönecek ve 20 lira ücret ve 20 sene mecburi hizmet ile kendisini bu davaya adamıştı. Bu okullardan mezun olan Öğretmenlerin tamamı da bir sanatın sahibi idiler. Kimi demirci, kimi kalaycı, kimi marangoz ve yapı ustası idi. Kimi nalbant, kimi tarım uzmanı idi. Kimileri de gerçekten uzman Sağlık Memuru olarak yetiştirilmişti. O nedenledir ki; her köy ve mezrada bir öğretmen varken, bölgelere ayrılmış yerler de bir Sağlık Merkezi açılmış idi. Her köy okulunun birde atölyesi mevcuttu. O atölyeler oradaki öğretmenin sanatına göre alet ve adavetle donatımlı idi. O köylerdeki atölyeler yalnız o köye ait değildi. Türüne göre civar köylerinde isteğine cevap veriyordu ve ücrete tabi değildi. İşte bu donatımla mezun olan gençlerimizden 1500 kadarı doğuya ve güneye yollanmıştı. Şimdi o genç öğretmenlerin gittiği köyleri bir incelemek mümkün olsa, bir tek vatan haini teröristin oralardan çıkmadığı görülecektir. O köylerin iyi bir düzen içinde oldukları da tespit edilecektir. Bu genç öğretmenlerin ulaştığı köylerde yıllarca dumanlar tütmüş, İstiklal marşımız söylenmiş, Bayraklar göndere çekilmiş, o köylerde ki saygın köylülerimiz nemli gözlerle saygı duruşuna geçmişlerdir. Bakıyorum bugün aynı köylere gidecek öğretmen bulunmuyor, bayraklar köy semalarında kayboldu. Milli marşımız artık kayalıklarda yankılar yapmıyor. Yaşlı köylüler gene okullarında artık milli destanlar dinleyemiyorlar. Şimdi ise tüm köylerimiz, mezralarımız okulsuz ve o köylerde ki okul binaları Truva harabeleri gibi harap, kapı ve pencere, kırık, köpeklerin, kedilerin doğum evine dönüşmüş ve de köylüler çocukları için GÖÇ etmişler şehirlere. Şöyle büyük şehir varoşlarına bakınız, işte oraların tamamı köyleri boşaltılanlardır. Eğitimin Temel taşı, köy davasını benimsemiş öğretmen bulmak, köy okulunun atölyesinde köylünün orağını, kazmasını, sabanını onarmak, köyünde bir lider olarak hakkı, hukuku, adaleti, insan haklarını onlara öğretmek hayal oldu... 84


Katledilen köy enstitülerinin katilleri pis ve çirkin politikanın arenasında şuh kahkahalar atarak dolaşırken, doğunun köylerinde kapanmış okulların öğrencileri örf, adet ve geleneklerinden habersiz kim bilir büyük üzüntüyle nerelerde gezmektedir. Öğretmen bulunamıyor! Bugün dahi devletimiz hala ulaşamıyor oralara. Doğuda halk terörün tırpanıyla budanmış olarak hüzünlü ve umutsuz. Eğitim, öğretim kaçmış uzaklara. Devlet şu anda o köylere tayın edecek öğretmen bulamıyor. İmamlar, ziraatçılar, veteriner ve maliyeciler öğretmen olarak köylere atanıyor. Ekmek kapısı oldu bu aziz meslek. Aradan tam 54 yıl geçmiş olmasına rağmen hala devrimlerden bahseden, çağdaşlıktan dem vuran ve Sosyal demokrat olduklarını iddia eden tek bir lider veya parti bu okulları dile getirerek yeniden ihya etmeyi düşünmedi ve düşünmüyorlar da. Ama bunun aksine o liderler oy alabilmek için İmam hatip okullarının mahşer gibi çoğalmasına analık ve babalık yapmışlardır... Sonrasını merak mı ediyorsunuz. Demokrasi geldi (DP) Atatürk’ün dava arkadaşı Celal Bayar Demokrat partinin genel başkanı olarak yeniden doğdu ve tüm teşkilatı ile yüklendi, bu köy davasının üstüne... Köy enstitülerini komünist yuvası olarak işaretledi. Celal bayar ve Adnan Menderes yüklendikçe İsmet Paşamız sustu. Hasan Ali Yücel 1946 da istifa etti. İsmail hakkı Tonguç Ankara’nın bir köyüne resim öğretmeni olarak atandı. Demokrat Parti bu okullara yüklenerek 1950’de iktidarı ele geçirdi. Başka ne mi yaptı? Önce Ezanı Mecliste Türkçeden Arapçaya çevirdi ve okuttu, sonradan da Köy enstitülerini kapattı. Öyle sanıyoruz ki bu Millete, bu çaresiz kalmış Türk köylerine ağır darbeyi vurarak Köy enstitülerini kapatıp, eğitimin şah damarlarını kesenlerin kısa zamanda tanrı belalarını verdi. Malatya/Akçadağ Köy Enstitüsü’nden mezun olan, bütün öğretmenlerimi saygıyla selamlıyorum, ölenlere tanrıdan rahmet hayatta olanlara da sağlıklar diliyorum. Saygılarımla. 85


2) DR. MEHMET UHRİ’ den bir anı: ZEYTİNİN TERİ VE KÖY ENSTİTÜLERİ:

Arabamız su kaynatmasa durmayacaktık, o sıcak yaz günü Balıkesir'in Savaştepe ilçesinde. Yola çıkmadan önce arabaya bakım yaptırmış, hararet sorunu olduğunu söylememe rağmen arıza bulamamışlardı. Dağda su kaynattıktan sonra motorun soğumasını bekleyip ancak Savaştepe'ye kadar gidebilmiştik. Birlikte yolculuk ettiğim eşim ve kızımın da canı sıkkındı. Günlerden pazardı ve her yer tatildi. Sanayi sitesinde arabayı baktıracak birilerini aradık, bulamadık. Can sıkıntısı ve çaresizlik içinde söylenirken tamirci aradığımızı duyan birileri aracılığıyla tanıştık Hüseyin amcayla. Elinde küçük bir alet çantası vardı. Yardımcı olmak istediğini söyledi. Motora yaklaştı, sesini dinledi. Kontağı kapatıp tekrar açtı. Hiçbir yere dokunmadan uzun uzun motoru ve çalışmasını izledi. "Motorun soğutma sisteminde sorun görmediğinden" söz etti. Bir süre daha bakındı. Sonra "Buldum galiba" diye haykırdı. "Her şey normal görünüyor ve su kaynatıyor ise araba su eksiltiyor demektir. Muhtemelen kalorifer peteği delinmiş, su 86


kaçırıyordur. O takdirde döşemelerin ıslak olmalı" dedi. Gerçekten de onca uzmanın çalıştığı servisin bulamadığı sorunu kısa sürede görmüştü. Arabanın kalorifer sistemi su kaçırıyor eksilen soğutma suyu yüzünden araba hararet yapıyordu. Kalorifer sistemini devre dışı bırakıp geçici bile olsa su kaçağını önleyip sorunu çözdü, Hüseyin amca. Teşekkür edip borcumu sordum. Arabanın camındaki tıp armasını gösterdi; - Doktor musun? - Evet. -Bizim hanımın yıllardır geçmeyen ağrıları var. Gelip bakarsanız ödeşiriz. Ben de hanıma doktor götürmüş, gönlünü almış olurum. Hem de çayımızı içer soluklanırsınız. Hep beraber, Hüseyin amcanın evine gittik. Tek katlı bahçeli şirin bir evdi. Hanımının şikâyetlerini dinleyip, muayene ettim. Çoğu yaşlılığa ve menopoza bağlı yakınmaları için tavsiyelerde bulunup iki de ilaç yazdım. Kadıncağızın yüzü güldü. Teşekkür etti. Çay hazırlamak için izin istedi. Bu arada ilkokul çağındaki kızım boş durmuyor odaları karıştırıyordu. Bir şey kırıp dökmesin diye yanına gittiğimde evin bir odasının duvarlarının kitapla dolu olduğunu gördüm. Şaşkınlığım daha da artmıştı. Muhabbet ilerleyince, tamirci sandığım Hüseyin amcanın gerçekte emekli ilkokul öğretmeni olduğunu, 39 yıl devlet hizmetinde Ege'nin köylerinde çalışıp emekli olduktan sonra Savaştepe'ye yerleştiğini anlattı. Çocuklarının okuyup büyük şehre gittiğini burada hanımıyla baş başa yaşadığından dem vurdu. - Neden buraya yerleştin? - Ben okumayı, yazmayı, hayatı burada öğrendim. Sizler bilmezsiniz, unutuldu gitti. Ben Savaştepe Köy Enstitüsü’nün ilk mezunlarındanım. Hasan Ali Yücel maarif vekili iken ilk Köy Enstitüsü burada açıldı. Burada öğrendim ben hayatı, bir şeyler öğretmenin nasıl mutluluk verdiğini. Ayrılamadım buralardan - Peki bu tamircilik işi nereden çıktı? - Dedim ya, bilmezsiniz sizler, Köy Enstitüsü mezunu olmanın ne demek olduğunu? O zamanın okulları sanırsınız. Hâlbuki orada bu toprağın çocuklarına okuma yazmanın yanı sıra 87


çiftçiliği, hayvancılığı, inşaat yapmayı, yemek yapmayı, bozulanları tamir etmeyi, örgü örmeyi hatta az buçuk hekimlik yapmayı bile öğrettiler. Hayatı öğrendik ve öğretmen olup hayatı öğrettik çocuklara. - Yani elinizden çok iş geliyor. - Köy enstitülerinde bilmeyi, öğrenmeyi, düşünmeyi soru sormayı, aklını kullanmayı öğretiyorlardı. Zaten bu yüzden yaşatmadılar ya... Bu arada çaylar geldi. Çayın yanında ekmek peynir ve zeytinden oluşan kahvaltı da hazırlamıştı Hüseyin amcanın hanımı. Emekli olduktan sonra zeytinciliğe başladığını sofradaki zeytinin de kendi ürünleri olduğundan söz etti. - Zeytinin hikmetini bilir misin? Meyveleri ile karnımızı doyurmuş, yağını çıkarmışız. Kandillerde yakıp aydınlanmışız, odunu ile ısınmışız. Giderek ona benzemişiz. - Nasıl yani? - İnsan da doğanın meyvesi değil mi? Sofradaki zeytin çanağından aldığı zeytini ışığa doğru tutup; - Doğup büyüdüğünde zeytin tanesi gibi acı, yeşil bir meyve insan. Çoğunu sıkıp yağını çıkarıp posasını da sabun yapıyoruz. Yani heba olup gidiyor. Bir kısmını sofralık ayırıyor selede tuza yatırıp acı suyunu atmasını buruşup bu hale gelmesini sağlıyoruz. Veya salamura yapıp tatlandırıyor, olduğundan daha şişkin gösterişli hale getiriyoruz. İnsanlara da böyle yapmıyor muyuz? Okullarda okutup hayata hazırladığımızı sanıyor ya şişiriyor ya da buruşturup sürüyoruz hayata. - "Sizin köy enstitülerinde yaptığınız da böyle bir şey değil miydi" diye soracak oldum. Hanımına baktı gülüştüler. - Hurma zeytini bilir misin? - Bilmem. Hiç duymadım. - Egenin bazı yerlerinde olur. Ağaç aynı ağaçtır ama her yıl kasım ayı sonu gibi denizden karaya esen rüzgâr ile zeytin ağaçlarına bir mantar bulaşır. Bu mantar zeytinin terini giderir, acısını dalında alır. Dalında olgunlaşır zeytinler. Toplandığında yemeğe hazırdır anlayacağın. 88


- Eeee. - Köy enstitüleri de böyleydi. Dalında olgunlaşan zeytinler gibi insanları oldukları yerde yetiştirmeye, onların bilgilerini de diğer insanlara bulaştırmayı amaçlamıştı. Doğup büyüdüğü ortamda olgunlaştırıyorlardı, insanı. Hayata hazırlıyorlardı. Sustuğumu görünce. Hanımından boşalan bardakları doldurmasını rica etti. "işte bu yüzden, öğrendiklerimin zekâtını vermek, zeytinin terini hatırlatmak için buradayım, doktorcuğum, unutulsun istemiyorum" dedi. Kitaplığından çıkardığı iki kitabı kızıma hediye etti. Vedalaştık. Arkamızdan bir tas su döküp, uğurladılar.

89


3) MUSTAFA AYDOĞAN'ın “Köy Eğitim Sistemleri ve Köy Enstitüleri “ isimli kitabından alıntı: KÖY ENSTİTÜLERİ NASIL KAPATILDI? Sabri Tığlı, toprak ağası milletvekili Kinyas Kartal’a soruyor: "Ağa, sen bilirsin. CHP, Türkiye ye komünizmi getirmek için mi kurmuştur Köy Enstitülerini?" Moskova Harp Akademisi mezunu toprak ağası ünlü milletvekili Kinyas Kartal cevap veriyor: "Yok canım. Onlar (yani CHP demek istiyor) komünizmi benim kadar bilmezler. Bak ben sana bunun aslını anlatayım. Benim köylülerimin işlerini ilçe merkezlerinde, il merkezlerinde benim adamlarım yapar. Benim köylülerim devlet kapısını bilmezler. Askere mektubu benim adamlarım yazar, gelen mektupları da benim adamlarım okur. Muhtarın kararlarını benim adamlarım yazar, doğum, ölüm kararlarını benim adamlarım doldurur. Ücretlerini de alırlar. Bu işler böyle sürerken, benim köylerimden ikisine Akçadağ Köy Enstitüsü çıkışlı iki öğretmen geldi. Altı ay sonra bu köyler bana biat etmekten çıktılar. Biz Doğulu ağalar oturduk, düşündük. Eğer bu Köy Enstitüler on yıl devam ederse Doğuda ki ağalık ölecek. Diyeceksin ki: "Sen köylülerin uyanmasını istemez misin?" İsterim istemesine ama ben sağlığımda ağalığımın öldüğünü görmek istemiyorum. İşte bunun üzerine biz Doğulu ağalar, Demokrat Parti ile pazarlık yaptık. "Köy Enstitülerini kapatmaya söz verirseniz, oyumuzu (yani köylülerimizin oylarını demek istiyor) size vereceğiz" dedik. Söz verdiler. Oyumuzu verdik, Köy Enstitülerini kapattırdık"

90


4) NİYAZİ ALTUNYA’ nın “Köy Enstitüsü Sistemine Toplu Bakış” isimli kitabından aktarma: KAPATMAK İÇİN İLERİ SÜRÜLEN NEDEN? Kendisi de bir toprak ağası olan Adnan Menderes’in liderliğindeki Demokrat Parti, işte bu suretle Köy Enstitülerini kapattı. Tabii, "Bu Enstitüleri toprak ağalığı ortadan kalkmasın diye kapattık" demeyeceklerdi. Her gerici gibi, mutlaka yalan söyleyeceklerdi. İşte kapatma sebebi olarak halkımıza şu yalanları söylediler: "Köy Enstitüleri vasıtasıyla Türk’ü ikiye bölmek istediler. Bu mukaddes çatı altında toplanan saf dimağlara. bu kalplere düşmanlıklar aşılamak istediler. Bunu ancak Moskova yapar. Biz onları bitler gibi birer birer kıracağız." (Demokrat Parti Milletvekili Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri) (Aktaran Kadri Yamaç, Sözcü gazetesi) 5) İLKER DOĞAN - TOKAT GÖZLEM ‘in “Köy Enstitüleri ve Akis” adlı yazısından: Cumhuriyet Türkiye’sinin ülke gerçeğine, kendi öz kaynaklarına dayalı olarak kurduğu bir eğitim sisteminin adıdır, Köy Enstitüleri. Yabana muhtaç olmadan kendini yeniden üreten, kendi kendine üretken bilgi ve beceriyle donatan bir eğitim kurumunun adıdır, Köy Enstitüleri. Yıl 1936’larda askerliğini onbaşı veya çavuş olarak yapan köy çocukları 6 ay süreli tarımsal uygulamalı kurslarda yetiştirilerek köylerinde eğitmen oldular. Köye okul girişimi 1937 ve 1939 yıllarında Saffet Arıkan’ın ve Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı ve İsmail Hakkı Tonguç’un ilköğretim Müdürlüğü dönemlerinde etkin olarak ülke gündeminde yerini almıştır. 91


Milli Mücadele’nin yaralarını saramamış yeni devlet, İkinci Dünya Savaşı’na girmeden savaşa girmiş kadar zor koşullar içindedir. Ekmek, aş yok… Hayvana sap yok, saman yok… Kışın soğuğundan, yazın sıcağından barınacak yer yok! Cephane var mı, yok mu bilinmez, ama asker süngü hücumu ile saldırı ve savunma ağırlıklı talim ve terbiye görüyordu. İşte bu yokluk ve yoksulluk içinde devlet, bu yokluk ve yoksulluğu kırmak için köye okul götürmek, köylüyü okutmak istiyor. Cumhuriyetle birlikte ülkenin gelişip zenginleşmesinin, kalkınmasının başlangıç noktasının köy olacaktı. 17 Nisan 1940, Köy Okullarına öğretmen ve eğitmen yetiştirme, yöre kalkınmasında etkin bir görev üstlenmek üzere Türkiye koşullarına özgü eğitim kurumları yasası TBMM’de kabul ediliyor. Bu deneyimlerin ardından, uygulamaların olumlu sonuçlar vermesi üzerine ülke eğitimine daha köklü çözüm getirmek amacıyla 17 Nisan 1940, Köy Okullarına öğretmen ve eğitmen yetiştirme, yöre kalkınmasında etkin bir görev üstlenmek üzere Türkiye koşullarına özgü eğitim kurumları yasası TBMM’de kabul edilmiştir Köy Enstitüleri’ne 5 yıllık köy ilkokulunu bitirenlerle, köyün kendi, sadece okuma yazma bilen insanından 6 ayda eğitmen olarak yetiştirilenlerin okuttukları 3 yıllık köy okullarından çıkan 2 yıllık hazırlık sınıfı okuyan sadece ve sadece köy çocukları alınıyordu. Sayıları 20′ye ulaşan Köy Enstitüleri’nde genel bilgi ve kültür derslerinin yanı sıra tarımsal ve teknik üretken bilgi ve beceriler kazandırmaya yönelik uygulamalı dersler ağırlıklı idiler. Böylece Enstitüleri’n kendi alt yapı sorunları da devlete yük olmadan kendi üretkenliği içinde çözülmüş oluyordu O günlerin KEPİRTEPE Köy Enstitüleri ’nin basit yün-aba giysileri içinde köy çocukları, Ankara HASANOĞLAN Köy Enstitüleri temelinde, kerpicinde, duvarında, çatısında emeği olan köy çocukları, ülkenin imarına ellerinin nasırlarını bıraktıkları, yeni nasırlar kazandıkları, ülkede büyük bir hızın, büyük bir değişimin kıvılcımları olmuşlardır. 92


Köy Enstitüleri daha yeşermeden, çevresini yeşertmeden Anadolu’nun dinamiğini ülkenin kalkınmasına katacak Anadolu kırsalının gençliğine karşı acımasız saldırılar yapıldı. Bu acımasız saldırılara karşı hiç kimsenin ama hiç kimsenin gıkı çıkmadı. Anılan süreçte, ülkede sürüp giden komünist suçlamasından bu okullar en ağır şekilde nasiplerini aldılar. Kenan Öner-Hasan Ali Yücel davası bunun en çarpıcı örneklerinden biridir. Türk Milli Eğitimine büyük destek veren ve bu okulların kuruluşuna büyük katkısı olan İsmet Paşa bile Hasan Ali Yücel’i ve kendi eseri olan okulları savunmadı. Hasan Ali Yücel bu okullar yüzünden komünizmden suçlu bulundu ve ceza yedi. Amacı ülkeye kaliteli ve kalifiye işçi yetiştirmek olan bir okula, mezunu olan bu pırlantalar, askerlik görevini yapmak üzere geldikleri yedek subay okullarında komünist ön yargısı ile “Gözün üstünde kaşın var” kabilinden suçlamalarla kıtalara onbaşı – çavuş olarak çıkarıldılar. Ne yani ayak takımı başımıza bir de subay mı, amir mi olacaktı…! Köy Enstitüleri kapatılırken bu kurumlarla bütünleşmiş olan bir avuç insanın ve Anadolu çocuğunun içine düştükleri acılarından hiç kimsenin ama hiç kimsenin haberi olmadı. Köy Enstitüleri; varlığıyla baş tacımız oldu, yüzümüzü ağartan çalışmalar meydana getirdi. Kapatıldı kalp ağrımız oldu, eksikliği temelsiz eğitimi doğurdu, bugünkü beceriksizliği meydana getirdi. Köy Enstitüleri, Türkiye’nin çağdaşlığı yakalaması için gerekli Samurayları yetiştirecek kurumlar olmamaları için bir neden yoktu… Bildiğiniz gibi Japon mucizesi, kaynağını kendi dinamiklerinden, kendi geleneğinden, örfünden alıyordu. Artık üstün bir yaklaşımla 40.000 ithal öğretmen getirtiyoruz yurt dışından 17.000 işsiz İngilizce öğretmenimiz yokmuş gibi. Yakında Matematik öğretmeni, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni, Türkçe öğretmeni ithaline de başlarız. Zaten tohumlarımız, canlı hayvanlarımız, makinelerimiz, düşüncelerimiz ithal değil mi. Ne diyelim Allah ıslah etsin.

93


6) Nesli tükenmekte olan bir nesilden, akılda kalanlar KÖY ENSTİTÜLERİNDEN YETİŞMİŞ YAZAR VE OZANLAR: Dursan Akçam, Talip Apaydın, Mecit Aşkan, Enver Atılgan, Behzat Ay, Yusuf Ziya Bahadınlı, Mehmet Başaran, Fakir Baykurt, Adnan Binyazar, Osman Bolulu, Recep Bulut, Kemal Burkay, Ali Çiçekçi, Kemal Bayram Çukurkavaklı, Nebi Dadaloğlu, Maksut Doğan, Ali Kemal Güzükara, Şerif İken, Ümit İlhan Kaftancıoğlu, Haşim Kanar, Hasan Kıyafet, Mustafa Koç, Ahmet Köklügiller, Mahmut Makal, İbrahim Osmanoğlu, Emin Özdemir, Osman Şahin, Refet Özkan, Fehmi Salık, Mehmet Adem Solak, Selahattin Şimşek, Hüseyin Avni Tatar, Ahmet Uysal, Hayrettin Uysal, Mahmut Yağmur, Ali Yüce, Şevket Yücel, Hazım Zeybek. KÖY ENSTİTÜSÜ ÇIKIŞLI POLİTİKACILAR: Ekrem Kabay, Hüseyin Atmaca, M. Şükrü Koç, Hayrettin Uysal, Yusuf Ziya Bahadınlı, Niyazi Ünsal, Halil Akyavaş, Necati Cebe, Faik Öztürk, Ferhat Aslantaş, Hüseyin Kaleli, Mustafa Üstündağ, Temel Ateş, Burhan Garip Şavlı, Ömer Kahraman, Yusuf Çetin, M. Tevfik Elmas, Mehmet Kılıç, İsmail Kutluk.

94


İKİNCİ BÖLÜM

EŞİM BEKİR YILMAZ ANLATAN: MUAZZEZ YILMAZ BEKİR YILMAZ BEKİR YILMAZ (Hastane günlüğü)

ÖNSÖZ 95


Eşim Bekir Yılmaz fırsat buldukça: “Hanım ben anılarımı söyleyeyim sen de yaz” derdi. Ben de kendisine: “Anılarını kendin yazmalısın, bir başkası senin duygularını yansıtamaz” diyordum. Boş zamanımızda olmadı. Hatta defteri kâğıdı da hazırlamıştı. Vefatından sonra dosyalarında bazı evrakları ararken 25.04.2005 tarihli anılarını buldum. Demek ki yazmaya başlamıştı. Ben de bu isteğini yerine getireyim diye içimdeki acı buruklukla yazmaya çalışacağım. Onu anlatacak kelime bulamıyor, cümle kuramıyorum. Sağlıklı bir insandı. Ani vefatına inanamıyorum. Akçadağ Köy Enstitüsü fidanı büyümüş, gelişmiş, kocaman bir ağaç olmuştu. Malatya’ya kök salıp geniş dallarıyla; Antalya-Patara, Samsun, Sakarya-Kocaali, İstanbul hatta Fransa’ya kadar uzanmıştı. 25.10.1948 tarihinde Akçadağ Köy Enstitüsü’nü bitirmiş, aynı tarihte kendi köyünde göreve başlamıştı.

96


Aynı okuldan mezun olan benimle 1949 yılında evlenmiş, zaman içerisinde üç erkek, bir kız çocuğumuz olmuştu. Hepsi de okutmuş, Türkiye Cumhuriyeti Devletine örnek gençler kazandırmıştık. Malatya’da: Temel Yılmaz (Eczacı) Samsun’da: Emel Yılmaz (Matematik Öğretmeni) İstanbul’da: Osman R. Yılmaz (Çocuk Hast. Uzmanı) Fransa’da: Pamir Yılmaz (Uzm. Arkeolog) Kendisi de 1956-1957 döneminde Erzurum Kandilli ’de yedek subaylığını yapmıştı. Sonradan Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji Bölümüne kaydolmuş ve dışarıdan bitirmişti. Malatya’daki işleri dolayısıyla Çarmuzu ve Barbaros İlkokullarında müdürlük görevi yapmış, sonradan İlköğretim Müfettişliğine gitmek için müracaat etmişti. 14.09.1970 ten 04.10.1979 tarihine kadar Diyarbakır, 05.10.1979 dan 01.12.1981 tarihine kadar Malatya, 03.12.1981 den 1986 yılına kadar Ankara’da İlköğretim Müfettişliği yapıp 1986 yılından sonra emekli olmuştu. Aynı yıl Sakarya ili Karasu ilçesine bağlı olan, Öğretmenler Sitesindeki evi, 1995 yılında da Malatya’daki Bekir Yılmaz İş merkezini yaptırmıştı. Oğlu Pamir Yılmaz turizmle uğraşmak isteyince 1989 yılında Antalya ili, Kaş ilçesi, Patara-Gelemiş köyünde, yapişlet-devret modeliyle 60 M2 yer almış ve kafeterya yapmıştır. Köydeki tek kafeteryayı (Medusa Cafe Bar) işletmesi için oğluna teslim etmiştir. Sonradan kafeteryanın yanındaki satılık bir dönümlük bahçeyi alıp büyük emek ve çabalarla orayı da kamping olarak hazırlayarak kafeteryaya ilave etmiştir. Öyle bir kazancı yoktu ama Vatan-Millet kalkınması, turizmin ilerlemesi için ailece var gücümüzle çalıştık. Oğlumuz örnek bir turizmci olmuştu. Alınan bahçenin ortasındaki kuyu ve çevresi bir başkasına aitti. Bahçe satılınca, kuyu sahibi, kuyu ve makina bölümü 97


olarak kullandığı yeri ortadan bölüp iki oda, kuyuyu da tuvalet olarak yaptırdı. Yanında çalıştığı garsonu evlenince geçici olarak oturmaları için onları yerleştirdi. Sonradan, adamın çalıştırdığı yer “sit” alanı olduğu için kapanınca, garson yanından ayrıldı ama evden çıkmadı. 2005 tarihinde buranın sahibi, benim yer bahçenizin ortasında size satayım demiş. Anlaşmışlar. Bize satıp tapusunu vermesine rağmen orada oturanlar evden çıkmamışlardı. Orayı evin sahibinden satın aldığını söyleyerek kendisini, bahçenin de sahibi gibi görüyordu. Bizim satın aldığımızı kabullenmeyerek her tarafı yıkıp, kırıyor ve çevreyi rahatsız ediyordu. Biz de avukat tutarak dava açmıştık. Her duruşmada eşim hazır bulunduğu halde, aradan iki yıl geçmesine rağmen lehimize olumlu bir sonucun çıkmasının gecikmesi, onu çok üzüyordu. Bu yetmezmiş gibi Malatya’daki evin yanındaki tapulu arsası, arka taraftaki arsa sahibiyle şuuluydu. Belediye, Tedaş’a trafo yapması için bu yeri vermiş, ikinci bir üzüntü ve haksızlık daha eklenmişti. Bu işler ona ters gelmiş, Köy Enstitüsü’nün verdiği inanç sarsılmış, hayal kırıklığına uğramış, Türk adaletine güvenen, doğruluk ve prensip sahibi, bu örnek insan, yapılanlara dayanamayarak 30 Nisan 2007 tarihinde pazartesini salıya bağlayan gece vefat etmiştir. Biz aile efradı, tanıdıkları, akrabaları ve arkadaşları büyük ve ani kayıp karşısında çok üzüntü içindeyiz. Allah’tan rahmet diliyorum. Muazzez YILMAZ

BEKİR YILMAZ’LA ANILARA YOLCULUK 98


21.09.1928 tarihinde Doğanlar köyünde doğdum. Anamın adı Döne, babamınki Kımız’dı. (Kırgız Türklerinin içkisinin adı) Babam Kımız olarak tanınırdı. Benim doğumum zamanında anam felç olmuş. O zamanlar köyde doktor, hemşire yokmuş. Tedavi ettirememişler. Komşular yardımcı olarak beni büyütmüşler. Çocukluğum çobanlıkla geçti: Çocukluğum köyde, ahırlarda, damlardan, aşık oyunu, saklambaç gibi oyunlarla geçti. Yalınayak dolaşırdık. O zamanlar çocuk ayakkabısı yoktu. Sabah koyun, keçi ve yavrularını otlatmaya götürür, öğlen sonu getirirdik. Çitle çevrili ağıla veya ahıra korduk. Sonra tekrar otlatmaya götürür akşam geri getirirdik. Bir gün Saçmalı Pınar’a arkadaşlarla dut yemeye gittik. Hayvanları otlatmaya geç kalmışım. Işık Pınarı denen yerde buğday yıkıyorlardı. Anam felçli olduğu için kalkamıyordu. Buğday yıkayanlara “Şunu tutun. Kendi dut yemeye gidiyor, hayvanlar aç kalıyor” dedi. Beni yakaladılar ve dövdüler. Beni dövdükleri o günü hiç unutamıyorum. Bilahare babam Tilki Çayırı denen bir mezraya, tarlalarımızın üzerine bir ev yaptı. Oraya taşındık. Kapının önündeki bahçeye domates, lahana, ıspanak vs. Eker, diker yetiştirirlerdi. Büyük ve küçük göl suyuyla sularlardı. Sebzeler çok iyi ve güzel olurdu. Burada da koyun, kuzu ve keçilerimizi sabah çok erkenden kale denen yere ve çevreye otlatmaya götürürdüm. Bir gün yine Dadıklar denilen bir yere, atımızla oraya otlatmaya götürdüm. Ata binmek istedim ama çocuk olduğum için üstüne bir türlü binemedim. Yine ayağımda çarık vs. yoktu. Yalın ayakla 4-5 yerden hayvanları alıp eve getirdim. O zamanlar ayakkabı yerine hayvanların sırtlarından çıkarılmış gön denilen deriden çarık yapılarak giyilirdi. Ayakkabı yoktu. Yine bir seferinde kale denilen yere hayvanları otlatmaya götürdüm. O zaman köyün çobanı da, davarları otlatmaya getirmişti. Benim çocuk ve uykusuz olduğumu anlamış olacak 99


ki, çobanların palto gibi kullandığı keçenin üzerine beni yatırmış, ben de uyumuşum. O benim ve kendisinin hayvanlarını birlikte gütmüş. Uyanınca hayvanlarımı eve götürdüm. O çobanın, çocukluk zamanımda yaptığı bu iyiliğe karşı, sonradan çocuğunun tayin işini hallettim. Değirmene 20 günde giderdik: Anam felçli olduğu için ekmeğimizi yapamıyordu. O gün amcamın dul hanımı Mayrik yenge de ekmeğimizi pişirmek istemedi. Bana un vererek, eski geldiğimiz köyden Mahmut dayımın hanımı Hanifi’ye götürmemi istediler. Ben de çocukluk değil mi götürmedim. Babam beni bir güzel dövdü! Sonra bu durumu gören amcamın hanımı Meney alıp pişirdi. Bu olayı da hiç unutmam. Yakınımızda değirmen yoktu. Bulgur ve un yaptığımız buğdayı öğütmek için Akçadağ’daki değirmenlere sarı tüylü katırımızla 20 günde götürür, 20 günde getirirdik. Yolumuzun üzerinde bir mezarlık vardı. Oradan geçerken biraz korkardım. Değirmende 20 kırat unluğun (Kırat bir teneke), 20 kırat bulgurluğun öğütülmesi uzun zaman aldığı için acıkınca, değirmende ocak uydurur, poğaça denilen ekmeğe benzer yiyecek yaparlardı. Onu yerdik. Değirmenin alt tarafında bir bahçe vardı. Akçadağ’ın gençlerini orada içki içer, oynarlarken görürdüm. Aile nüfusumuz kalabalıktı. O zamanlar kışın yemek için Kaçikli denilen bir köyden babam 12,5 liraya bir koç alıp getirdi. Kesip kavurması yapıldı. Yaza kadar biz bu eti yedik. Koçun kavurması, 20 kırat un ve 20 kırat bulgurla geçinirdik. Başka zaman et yiyemezdik. Ancak hayvan hastalanınca ölmeden önce ziyan olmasın diye keserlerdi. Bir de kurban bayramında kesilen etleri yerdik. Buzdolabı olmadığı için etleri “sırım” kesilerek (İnce, uzun) güneşte kurutulur ve kışın yenirdi. Bizim kapının önünde yetiştirilen lahanalardan yemek yapar, fazla lahanaları toprağa gömerlerdi. Lazım oldukça çıkarır yeriz derlerdi. 100


Hatta o zaman hırsız gelmiş, lahanayı toprağın altından çıkarıp etrafa dağıtıp ezmişlerdi. Bazen da hırsızlar camlarımızı kırarlardı. Geceleri kapılarımızı “kös” dedikleri bir ağaçla hırsız girmesin diye köslerdik. Şöyle bir olay anlatırlardı: Yağcı Mahmut denilen bir hırsız, Enlik köyünde dul ve kimsesiz bir kadının evine gitmiş. Kapıyı sırtlamış. Kadında içeride kapının arkasında balta elde beklemiş. Kapı arkaya düşünce hırsız da kapıyla beraber yere düşmüş. Kadın baltayı hırsızın kafasına vurmuş ve hırsız oracıkta ölmüş. Ölüsünü Kandil denilen bir yere götürüp atmış. Sonradan ceset, kokmuş ve kurt düşmüş bir şekilde bulunmuş. Onun için köyde herkes kös denilen ağaç veya tahtayı kapının ardından destek vererek açılmasını önleyerek kendilerini sağlama alıp yatardı. Kız çocukları okutulmazdı: Ayrıca köyde birbirlerine düşman olanlar, kış için toplanıp samanla birlikte biriktirilen yığınları ateşe verir, camları kırar, fidanlara zarar verirlerdi. Bizim de bu durumlara uğradığımız olmuştur. Bir gün köye, çocukları okutsun diye bir eğitmen vermişlerdi. Okuyacağımız sınıfın Hasan Dayımın evinin bir odası olduğunu öğrendim. Geçici olarak bir oda vermişlerdi. Evin karşı tarafında hayvanları otlatıyordum. Hayvanları bıraktım. Sevinçle, yalınayak, üzerimde bezden dikilmiş beyaz ve uzun, fistan gibi bir giysi ile koşarak gittim. Ertesi gün hemen öğretmenin yanına giderek okumak istediğimi söyledim. Böylece okula başladık. Derslere çok dikkat ediyor, her gün gidiyordum. O zaman Türkçe Latin harfleriyle öğretiliyordu. Kısa zamanda okumaya geçtik. Okula köyün tüm çocukları geliyordu. Ancak hocaların, kız çocuklarının okula gelmesinin günah olduğunu söylemesi üzerine, kızlar gelemiyordu. Onun için okulda hiç kız çocuğu yoktu. 300 hanelik köyün yalnız erkek çocukları okuyordu.

101


Sonra yukarı köye kerpiçten (Çamur ve saman karışımından yapılıp kurutulan büyük tuğla) okul yapıldı ve oraya taşındık. Daha rahat eğitim ve öğretim yapmaya başladık. Beni sınıf başkanı yaptılar. Bir gün öğretmenimizin oğlu Bekir çok yaramazlık yaptı. Ben de dövdüm. Herkes “Öğretmenin oğlu dövülür mü?” diye sitem etti. Ama öğretmenimiz Ömer Bey bana kızmadı. Hiçbir şey söylemedi. Bu 3 yıllık eğitmen okulunu başarıyla bitirdim. O zamanlar köylerde 5 yıllık okullar yoktu Ancak Akçadağ’a gidip okuyabilecektim. Babama “ Beni Akçadağ’a gönder okuyayım” diye yalvardım. Eskiden tahsildarlar köye vergi toplamaya gelirdi. Bizim köye de Ömer Karaköylü denilen bir tahsildar geldi. Babama, “Bu çocuk iyi okur” dedi. Bende sevindim. Babam da beni Akçadağ’daki Ziya Gökalp İlkokuluna yazdırdı. Akçadağ’da yatıp kalkacak yerim yoktu. Sabah akşam bir saat yürüyerek köyden okula gidip geliyorduk. Kışın kar yağınca gidip gelmemiz zorlaşıyordu. Karda yürüyemiyorduk. Önümüzde birisi yürüyerek birisi yol açıyor, biz de onun arkasından gidiyorduk. Kar kış demeden 2 yıl Akçadağ’a gidip gelmelerimiz devam etti. Hatta şöyle bir olay anlatmışlardı: Baharın Silo diye bir adam karda fırtınaya yakalanarak ölmüş dediler. Hem okudum, hem çalıştım: Dördüncü sınıftan itibaren Meliha Aksoy isimli bir öğretmenimiz vardı. Bizi o okuttu. Bir gün: “Size tabiat bilgisinden 5 soru soracağım, bilene 5 vereceğim” dedi. Sordu. Hepsinin cevabını söyledim, 5 verdi. O zamanlar öğretmenden iyi not almak hiçte kolay değildi. Ziya Gökalp İlkokulunu “pekiyi” derece ile bitirdim. Burada okuduğum süre içerisinde, boş zamanlarımda Akçadağ Sultansuyu harasında çalışıyor, aldığım paraları babama veriyordum. O da bizlere giyecek ve yiyecek alıyordu. İlkokuldan sonra yine okumak istiyordum. Bir gün öğretmenimiz “Sizi Konya’daki subay okuluna göndereyim” dedi. Arkadaşım İsmet Günay ile birlikte gitmek istedik. Öğretmenden gerekli yazıyı aldık. Akçadağ mezarlığına 102


kadar yürüyerek geldik. Orada arkadaşım gitmek istemediğini söyleyip ayrıldı. Ben de yalnız kaldığım için gidemedim. Bir seferinde Malatya sanat okulunun sınavı var dediler. Sınav ertesi gün ikindi zamanıymış. Bu sözü duyunca yola düştüm. Yolda çok koştum, yoruldum. Akşam karanlığı yaklaşmıştı. Sultansuyu Harasının at arabası Beyler deresinde yanımdan geçiyordu. Yükünü Malatya’ya götürüyordu. “amca ben de bineyim mi?” dedim. O da “bin” deyince arabayla Malatya’ya kadar gittim. Param yoktu. Hasan Ustanın hanında yattım. Sabahleyin imtihan yapılan yerin odasına çocuklarla beraber girdim. Lise müdürü olan Mahir Kocatürk’e: “Ben imtihana geldim” dedim. O da “oğlum sen geç kaldın, daha önceden müracaat etmen gerekliydi” dedi. Çok üzüldüm ve geri döndüm. Sonradan Sultan-suyu Harasında ve Erhaç Havaalanında mühendislerin yanında çalıştım. Beni takdir edip seviyorlardı.

(Akçadağ Köy Enstitüsü’nün, sonradan Öğretmen Lisesi olan haliyle giriş kapısı)

Akçadağ Köy Enstitüsü açıldı: Köy Enstitüsü açılmıştı. Beni oraya yazdırması için babama söyledim. Okula “komünist” diyorlar diye yazdırmadı. 103


O zaman Malatya’da ortaokula göndermesi için çok yalvardım. O da “fakiriz, seni orada nasıl okuturum” dedi. Kendisine “okul haricinde hiçbir şey istemeyeceğimi” söyledim. razı oldu ve beni Malatya Atatürk Ortaokulu’na yazdırdı. İyi okuyordum. Öğretmenlerim beni seviyorlardı. Çavuşoğlu mahallesinde bir arkadaşla 7 liraya bir ev kiraladık. Arkadaşımın, tuttuğumuz evin sahibine karşı hareketleri çok çirkindi, iyi davranmıyordu. Oradan okulu bitirmeden ayrıldım. Komünist dedikleri okula yazıldım: Komünist dedikleri okula gitmeyi kafama koydum. Kararımı vermiştim. Akçadağ’a gidip Köy Enstitüsü’ne yazıldım. Artık 5. devrenin öğrencilerindendim. Derslerimdeki başarılarım ve çalışmalarımla öğretmenlerimin dikkatini çektim. Doğruluğumun karşılığı, okul kantinini benim denetimime verdiler. Öğrenciler birlik ve dayanışma içerisindeydi: Bahçe çalışmalarında, tarladaki sebzelerin dibini çapalamada kızların yönetimini bana verirlerdi. İşleri el ele vererek yapardık. Hiçbir zaman art niyetimiz yoktu. Birlik ve beraberlik içinde çalışıyorduk. Kardeş gibiydik. Ayrıca Memduh öğretmenin denetiminde süthanede, hayvanların bakımı üzerinde çalışırdık. Burada süt, yoğurt, et vs. taşıma işini “keşkere” ile yapardık. Keşkere, tahtadan yapılan bir taşıma aracıydı. İki tarafı tahta gözlü olan sandık biçimindeki keşkere, hayvanın sırtına konur, içine de sitil, kova koyarak taşırdık. Sultansuyu kenarına yapılan elektrik santralinde nöbet tutardık. Sınav zamanında santral nöbetinde olanlar, diğer gruplarla sınava girerdi. Kızlar nöbet tutmazdı. Santral nöbetindeki bir anımı da yazmaktan kendimi alamayacağım: Santral nöbeti tutarken, arkadaşlarla güreşelim dedik. Ben arkadaşla güreş tutarken nasıl olduysa çenemde bir kırıklık oldu. Ondan sonra dişlerimin düzeni de bozuldu. Canım çok yandı acısını unutamadım. Enstitüde sosyal ve kültür dersleri çok iyiydi. Birinci, İkinci ve Üçüncü devre öğrencileri, ustalarla beraber inşaatla ilgili bütün işleri bitirmişlerdi. Dördüncü ve Beşinci devrelere az 104


iş kalmıştı. Daha ziyade kültür derslerine önem veriliyordu. Hatta sınav soruları bakanlıktan geliyordu. Biz cevaplıyorduk. Sınavı geçmek için uygulama okulu vardı. Orada derslere girip, plan ve programlarımızı işleyip not alıyorduk. Okulda müsamereler hazırlıyorduk. Koşu yarışmaları da yapılırdı. Okuldan Kırlangıç köyüne kadar koşu yarışlarımız vardı. 27 Aralıkta Malatya’da İstanbul Sinemasında müzik kolunda olmam nedeniyle konser verdik. Tarlaya buğday eker, başaklar sararınca derme işlerini erkek arkadaşlarla yapardık. Kız arkadaşlar bize tenekelerle içme suyu taşırdı. Taşımada zorlananlara öğretmenlerimiz yardımcı olurdu. Ayrıca bizleri el işlerine göre bölümlere ayırırlardı. Ben marangoz bölümündeydim. Hem sanat öğretiyorlar, hem de sorumluluk veriyorlardı. Ayrıca seçim toplantıları, konuşmalar yapıyor, tenkitlerde bulunuyor, bizlere demokrasi ruhunu aşılıyorlardı. Sanatçılardan Âşık Veysel ve Zeki Müren okulumuzda konser verdi. Çalışmalarımızı görmek için gazeteciler de gelirdi. Elbise, ayakkabı ve diğer giyeceklerimizi okul temin eder, terzihanede dikilirdi. Kullanma, yeme ve diğer ihtiyaçlarımız, öğrenciler, öğretmenler ve diğer çalışanlarla el birliği, iş birliği içerisinde karşılanıyordu.

(Köy Enstitüsü’nün, sonradan Anadolu Öğretmen Lisesi olan haliyle okul binası)

Unutamadığım iki olay:

105


Birisi, salgınla ilgiliydi. Grip ve tifüs hastalığı salgını olmuş, bizleri çok sarsmıştı. Hatta arkadaşlarımızdan ölenler bile olmuştu. Diğeri de, bazı kız öğrencilerin okuldan kaçmalarıydı. Neden kaçtıklarını anlayamadım ama kaçan kız arkadaşlarımız Doğanşehir’in Sürgü köyünde yakalanarak okula geri getirilmişti. Yatakhanemizde tahtakurusu çoktu. Bir türlü rahat uyuyamazdık. Okul idaresinin tüm uğraşlarına rağmen bir türlü fayda etmiyor, kökü kazınamıyordu. Benim bir tahta bavulum vardı. Ona da tahtakuruları girmiş, tatilde eve giderken eşyalarımla birlikte onları da eve taşımıştım. Bunlardan kurtulmamız zor olmuştu. Okula gelirken Sultansuyu’ndan geçmemiz gerekiyordu. Başka yolumuz yoktu. Bir seferinde dereyi geçerken başım dönmüş, kendimi karşı tarafa zor atmıştım. Sınıfımızdaki 72 nolu Elazığlı arkadaşımız Melahat, tatil dönüşü çok tatlı Eğin dutu getirmiş, bizlere de vermişti. Bir seferinde de Akçadağlı Ahmet Atlı arkadaşımız okula somun ekmeği getirmiş birlikte yemiştik. Okuldaki yardımlaşma, kardeşlik ve bağlılığımızı anlatmayla bitiremem. Köylünün yardımına koşardık: Çevre köylerde yardıma ihtiyacı olan köylülerin de yardımına koşardık. Köylüler durumunu okul müdürüne söyler, biz de gruplar halinde gider, işini bitirip dönerdik. Bir gün yine yardıma gitmiş kamyonla okula dönüyorduk. Bahrı (Çatyol) köyünün altındaki derede, araba kaldı. Arkadaşlarla hep birlikte uzun uğraşlar sonunda nihayet kamyonu dereden çıkarabildik. Bir arkadaşımız şoförün yanına binmek istedi ama şoför onu almayıp beni yanına aldı. Galiba çok yardımcı olduğumu görmüş ve beni ödüllendirmişti. Ben de çok sevinmiştim.

Babamla birlikte buğday satmaya giderdik: 106


Yazın köylüler hayvanlarına buğday yükleyip, Çırmıktı (Yeşilyurt) ilçesi ve köylerine satmaya götürürlerdi. Karşılık olarak ta onların yetiştirdikleri ürünlerden alıp getirirlerdi. Biz de bir seferinde götürdüklerimizi sattık. 16 kuruşumuz vardı. Babamdan bana gömlek almasını istedim. O da önemli başka ihtiyaçlarımızın olduğunu söyledi. Gömleği alamadık. Yine bir gün babam “Kileyik” denilen bir yere buğday çuvallarını sırtında taşıdı. Gece orada kaldık. Sabaha karşı köye gidip kaldığımız yere, hayvanları da getirdi. Buğday çuvallarını hayvanlara yükleyip satmak için yola koyulduk. Buğday satışlarında da babama yardım ederdim. Babam küncülü (susamlı) ekmek alırdı. Yola gittiğimizde yerdik. Küncülü ekmek çok hoşuma giderdi. Babamın şakası: Yine birgün babam buğday satmak için katırla giderken karşıdan gelen köylülerle konuşmuş. Onlar da kışın hayvanlarına yedirmek için ot ve saman satın almak için dolaştıklarını söylemiş. Babam da onlara şaka yapmak istemiş ve Sultansuyu harasının atlar için hazırlamış olduğu ot ve saman yığınlarını göstererek. “Şu yığınlar benim. Gidip alın” demiş. Onlar da “başka sahipleri varsa bize vermezler” deyince Babam da: “Aleşoğlu Yıldırım’ınmış, o almamıza izin verdi” dersiniz diyerek yoluna devam etmiş. Onlarda yığındaki ot ve samanları taşımaya başlamışlar. Sultansuyu harasının bekçileri olayı görünce hemen mani olmuşlar. Babam, yaptığı bu şakayı hep anlatırdı. Atatürk’ün ölüm haberi: Çocukluk yıllarımda geçen şu olayı da yazmadan geçemeyeceğim. Babamla buğday satmış dönüyorduk. Elemendik’e geldik. Orada trenin geçtiği dar bir köprünün altındaki yolda, Kel Osman dedikleri bir adam ağlayarak yanımıza geldi. 107


Atatürk’ün ölmüş olduğunu söyleyerek, onun yanında savaşa katıldığını anlattı. Biz de ağladık ve çok üzüldük. Ne zaman Elemendik’ten geçsem hep o günü hatırlarım. Atatürk’ün ölüm haberini alışımızda duyduğumuz o üzüntüyü arkadaşlarıma hep anlatırım. Yorulunca yengem beni sırtına almıştı: Bu çocukluk anımı da yazmadan geçemeyeceğim. Bir gün amcamın hanımı Meryem yengem tarlalarında buğday biçmeye giderken, evde bana bakacak kimse olmadığı için beni de götürmüştü. Dönüşte de sırtına almıştı. Yolda gelirken bana: “Bekir bak seni sırtımda taşıyorum. Büyür, okur, adam olursan sen de bana bakarsın” deyince, ben de ona: “Beni aşağıya indir” diye diretmişim. O da sırtından indirmiş. Yürümeye devam etmişler. Ben arkalarda kalmışım. Dönüp bakmışlar, ben yalınayak zorla yürüyor, ayağıma batan buğday saplarıyla uğraşıyormuşum. Yine de “Beni sırtınıza alın” demiyormuşum. Halimi gören yengen dayanamayıp beni tekrar sırtına alarak eve getirmiş. İlkokulu okuduğum sırada, hepimize diktirip giymemiz için diril (Sümerbank basması) verdiler. Sonradan ben dirili tekrar öğretmenime götürüp iade etmiştim. Yukarıdaki her iki olayda da neden öyle yapmıştım anlayamadım. Köy Enstitüleri kapatılmamalıydı: İşte, Köy Enstitüleri bizleri yokluk, perişanlık, bakımsızlık ve sahipsizlikten kurtardığı gibi bize: Kültür, sosyal yaşam, birlik ve beraberlik içinde çalışmayı, kalkınmayı ve gururlu olup başkalarına boyun eğmemeyi öğretti. Köy enstitülerinin kapanmasından ziyade eksikliklerinin giderilip devam ettirilmesinin daha yararlı olacağı inancındayım.

108


BEKİR YILMAZ’IN HASTANE GÜNLÜĞÜ 09.04.2007 Pazartesi Ben, Bekir’e: “İstanbul’a geldik, hastaneye yattık, anılarını yazmaya başla” dedim. O da “Şuanda yazmak içimden gelmiyor” dedi. Akşam yemeğinden sonra bir şey yemedi. 10.04.2007 Salı Bu gün saat 17’de prostat ameliyatı oldu. Ameliyatta bir saat kaldı. Gece sabaha kadar normal bir uyku uyuyamadı. Günlük tutmaya başladı. 11.04.2007 Çarşamba Prostat ameliyatı oldum, iyi geçti. Doktorlar çok iyi. Personel de yardımcı oluyor. İnsan kendini emniyette hissediyor. Hiç acı duymuyorum, mutluyum. Hatırıma, ameliyatlarda hastada unutulan aletlerin olabildiği geliyor ama ihtimal vermiyorum. Doktorum kendini iyi yetiştirmiş. Ameliyat sırasında az terledi. Anestezisyenler sık sık beni konuşturdular. Başhemşire doktora yardımcı oldu. Personel de görevlerini titizlikle yerine getirdi. Eşim ve oğlum Dr. Osman Yılmaz kapıda bekliyorlardı. Ameliyattan çıktığımda “geçmiş olsun” diye ilk karşılayan onlardı. Odaya çıkarıp yatağıma yatırdılar. İlaçlarımı verdiler. Kahvaltıdan sonra hanım defteri verip anılarını yazabilirsin dedi. Ben de yazmaya başladım. Şimdi bir hemşire geldi. Ona pansuman yapılacak mı? Diye sordum. O da: “Doktorun ameliyatı olduğunu, ameliyattan çıkınca yapar” dedi. Daha sonra doktor ve hemşire pansumanımı büyük bir titizlikle yaptı. Gece çok sancım oldu. Hemşire ağrı kesici yaptı. 12.04.2007 109


Perşembe Günüm iyi geçiyor. Hemşire sabahleyin gelip iğnemi yaptı. Durumum şu an için iyi. Hemşire. “Dr. Metin Bey gelince pansumanını yapacak” dedi. Hanımda yorgun. Yüzü gülmüyor. Sık sık sancım oluyor. Bana bağlı aletlerle tuvalete çıkıyorum. Şu an sancım yok. Hastane rahat. Doktorlar iyi. Tüm hastalar sağlık personelini takdir ediyor. Ben de buranın zamanla parmakla gösterilir bir hastane olacağı inancındayım. Hastanenin teknik elamanı gazete getirdi. Onu okuyacağım. Durumum iyi. Başak geldi. Burada kalacak. 13.04.2007 Cuma Malatya’dan çocuklarım Temel ve Emel, torunum Özge ve komşular telefon açtılar. Hatırımı sordular. Memnun oldum. Başak gitti. Param azdı, fazla veremedim. İleride telafi ederim. Doktor pansumanımı yaptı. “Çok su iç” dedi. Su içmiyor veya az içiyordum. Hanım ve Osman sinirli. İnşallah her şey iyi olur. Osman’ın arkadaşı Dr. Mehmet Şenyüz Malatya’dan ziyaretime geldi. Konuştuk. Kemal, Ali Seydi, Süleyman, Emel telefon açtılar. Sevindim. Mutlu oldum. Akrabamız Hayrettin, kömbe getirdi. Özlemiştim yedik. Günümüz iyi geçti. 14.04.2007 Cumartesi Sabahleyin Osman ve hemşireler geldiler, hatırımı sordular. Moralim düzgün. Şekerimi ölçtüler normaldi. Sol taraftaki odada karnı şiş bir kadın beni sordu. Kızı ile ona şaka yaptım. “Kocaya gitseydin bu hastalıkların olmazdı” dedim. O da güldü. Şimdi ilaçlarımı aldım. Hanım namazını kıldı. Beni bekliyor. Sinirli, düzeltmeye uğraşıyorum. Çünkü sağlığı iyi değil. Zeki Müren’in şarkısını dinliyor.

110


Sakin gün devam ediyor. Öğleden sonra Osman’ın tanıdığı Pötürgeli Filiz Hanım “Dolma köfte” getirdi. Sağ olsun, afiyetle yedik. Doktor pansumana geldi. Ameliyat yerindeki direni çıkardı. Hemşireler iğne yaptılar. Durum devam ediyor. Sonradan Osman kalp doktoru Mustafa Beyi getirdi. O da muayene etti.” İyileşirse benim oraya getir tekrar bakalım” dedi. Osman bana çok su içirdi ve eve gitti. Bizim hanım hala sinirliydi. Gece sondanın takılı olduğu torba yırtılmıştı. Hemşire değiştirdi. Ben de uyumuşum. Günler böyle geçiyor. 15.04.2007 Pazar Sabahleyin hemşire iğnemi yaptı. İlaçlarımı verdi. Güler yüzlü, Balıkesirli bir hemşire. Kendisini iyi yetiştirmiş. Patara’dan oğlum Pamir telefonla aradı. Torunum Yemliha yanına çalışmaya gelmiş. Sevindim. Ona yardımcı olur. Torunum Malatya’da İşletme Fakültesini bitirdi, iş bulamadı. İşsizdi. Pamir’e “Yemliha iyi çocuk. İçkiye falan alışmaması için gerekeni anlatmasını” söyledim. Sonra babası (damadım) telefon açtı. Yemliha’nın Pamir’in yanına gitmesine sevindiğimi söyleyerek, hayırlı çalışmalar diledim. Pamir de şimdilik yalnızlıktan kurtulmuş oldu. Doğanaz burayı karaladı. Tılsım barsak hastalığına yakalanmış. Gelemediği için telefon açtı. Beyhan, Temel ve Başak telefonla arayıp “bir ihtiyacın var mı” diye hatırımı sordular. Sağ olsunlar, memnun oldum. Başak ev arıyor, bulamamışlar. Çocuğa yardımcı olamıyorum. Hastanede yatacak yer az. Hastaları gerekirse yoğun bakım odalarına yatırıyorlar. Kolay değil. Hasta çok. Buraya gelen herkes şifa buluyor. Akşamüstü Mahmut, Fadime ve Mehmet geldi. Konuştuk. Sunar da bilgisayarla (internetten mesaj göndererek) Osman’dan bizi sormuş. Ona da memnun oldum. Enişte Hasan geldi. Hacı olmuş. Kızının nişanını yapacaklarmış. Ona da sevindim. Akşam yemeğimi yedim. Tuvalete henüz rahat çıkamıyorum. Filiz Hanım’ın oğlu ve kızı gelip kaplarını götürdüler. 111


Gece Cengizhan ile Kemal Öğretmen filmlerini seyrettik. Koridorda yürüyorum. Doğum odasından bir adam çıktı. Birisi daha önce çıkmıştı. Osman, kızı Doğanaz ile gittiler. Kızı çok hareketli ve zeki. Hanımının da durumu çok iyi. Günler böyle geçiyor. 16.04.2007 Pazartesi Durumum biraz daha iyi. Hemşireler iğne yapıp ilacımı verdiler. Malatya’dan kaysıcı Vahap Timuçin, bacanağı beni sormaya geldi. Gerekli ikramı yapamadık. Benim hanım rahatsız, sinirli. Gece bana bakmış. Tedbirsiz gelmişiz. Doğum odası önündeki koridorda gezinerek yürüyorum. Osman Doğanaz’la geldi. Hareketliliği devam ediyor. Benim girdiğim tuvalete girdi. Benim durumumu gördü. Her şeyi öğrenmek istiyor. Annesinin rahatsızlığının iyileşmesini diledim. 17.04.2007 Salı Şeker 143. Tansiyon 13. Zorla dışarı çıktım. Dedem Mithat’ta kabızlıktan ölmüştü. Osman nöbetçi. Benim başım ağrıyor. 3 bardak kaysı kompostosu suyunu içtim. Gezindim. Dışarı çıkmaya başladım. Hanım hala sinirli. Ben iyi değilim. Ama iyiye doğru gidebilirim. Osman hatıralarımı yazmamı istiyor. Bir genel cerrah doktor geldi “Geçmiş olsun” dedi. Dışarı rahat çıkıyorum. Hayrettin ve Tılsım’ın dayısı geldiler. Tılsım’ın babası telefon etti. Hanım Malatya’ya kira için telefon açtı. Dişim çok fena ağrıyor. İğne yapıldı. Akşam yemeğini yedim. Hayrettin gitti. Osman geldi. Hastası çok. Doktorluğu çok iyi. Hiç boş zaman bulamıyor. Gece idrar beni perişan etti. Üzerim ıslandı. Hanım uyuyordu. Kalkıp yardımcı oldu. Dişim çok fena oldu. Hemşire iğne yaptı. Beynim bir sağa bir sola gidiyor. Hastalar gelip gidiyor. Sonra uyumuşum. Doktor, hemşire, sekreter ve diğer çalışanlar, işlerini titizlikle yürütüyorlar. Tam bir aile yuvası samimiyeti içindeler. Osman, bir çekirdeği olsa onlarla bölüşüyor. Onlar da kendi evi, kendi malı gibi çalışıyorlar. 112


18.04.2007 Çarşamba Sabah hemşire şekerime baktı 95 miş. Diğer gelenlerde uğrayıp günaydın dediler. Hanım şimdilik iyi görünüyor. Öğleden sonra Sabahattin’in kızının kocası geldi. Doktor iki dişimi çekti. Rahatsız olduğum için öğle yemeğimi yiyemedim. Osman diş doktoru ile birlikte kahvaltı yaptı. 19.04.2007 Perşembe Hemşire, şeker ve tansiyonuma baktı. Normal çıktı. Öğleden sonra 5 dişimi çektiği için yemek yiyemedim. Temel telefon açtı. Trafo işi için TEDAŞ’ı mahkemeye vereceğini söyledi. Kiracı Murat kirayı herhalde bankaya yatırmadı. Rahatsızlığım devam ediyor. 20.04.2007 Cuma Çok rahatsızım. Prostat ameliyatımı yapan Metin Bey geldi, Ameliyatın üstündeki bantı aldı. Pansuman yaptı. Çok iyi olduğumu söyledi. Öğleden sonra diş doktoruna gittim. 2 dişimi daha çekmek istedi. Başka zaman dedim. Başımın ağrısının geçeceğini söyledi. Başım ağrıyor. Yanlışlıkla Dr. Kemal Beyin oraya girdim. Kadın hastası varmış, tekrar dışarı çıktım. Çekilen dişin yanında ağzıma gelen et parçasını aldırdım. Gazete gelmişti. Malatya olaylarını gazeteden okudum. Çok üzüldüm. Torunum Barış telefon etti, memnun oldum. Günler böyle geçiyor. 21.04.2007 Cumartesi Yine sabahleyin dişimi çektiler. Yüzüm şiş, yemek yiyemiyorum. Diş doktoru, “Dişleri temizlersek ileride protez yaptığımızda zorluk çekmezsin” dedi. 113


Dr. Kemal Bey, Osman hep birlikte kahvaltı yaptık. Ben dişimden dolayı çok az yedim. Hanımın sinirli hareketi yok. Gece uyuyamadım. Başım ağrıyor. Kendimizi zamanında iyi koruyamadık. Şimdi cezasını çekiyoruz. Pamir telefonda annesine 28.04.2007 tarihinde Fransa’ya gideceğini söylemiş. Osman benimle çok iyi ilgileniyor. İşi sıkı. Hastası çok. Gece nöbetçiydi. Yanıma dahi gelemedi. 22.04.2007 Pazar Sabahleyin Ayşe Hemşire belimde kalan bantı aldı. Hastane sessiz. Hanım iyi niyetli. Başak telefon açtı. Bugün bol su içiyorum. Salonda gezinti yapıyorum. Öğle yemeğimi yedim. Hala kendime gelemedim. Tuvalete normal çıkıyorum. Sağlığım çok iyi değil. Rahat yemek yiyemiyorum. Gazete okuyamadım. Hanım yukarı çıkıp iniyor. Kitaplarını, Kuran’ını okuyor. O da öyle mutlu oluyor. Pazar riskli geçti. Gece huzursuz oldum. Ameliyat ve dışarı çıkmalar çok fena oluyor. Hanım sinirli. Nerdeyse benim yüzümden isyan ediyor ama benim elimde değil. Konuşmalarıma kızıyor. Ben iyi niyetliyim, derdimle uğraşıyorum. Çok tuvalete çıktım, rahat değilim. Dişimden de bir şey yiyemiyorum. Günler üzüntü ve sıkıntı ile geçiyor. Böyle olacağını tahmin etmiyordum. 23.04.2007 Pazartesi Bugün 23 Nisan. Geçmişi hatırladım. Mehmet geldi. Osman, Tılsım, Doğanaz, Çanakkale’den öğretmen Mustafa Bey ve arkadaşı ziyaretime geldiler. Hemşire çay getirdi içmediler. Sonradan berbere gidip tıraş oldum. Akşam Osmanların oraya gideceğiz. Yarın kalp muayenesi olacağım. Günler böyle üzüntü ile geçiyor. Allah sağlık versin. 24.04.2007 Salı Hastalık devam ediyor. Osman-Tılsım’ın verdikleri araba için Zeytinburnu denilen yere gittik. Tamir için 400 TL. istediler. 114


Osman, “Baba para var mı” dedi. Ben 350 TL. Verdim. Hastanede Başak’ın 50 lira sağlık raporu parasını verdim. Dişe 100 lira vererek altın aldık. Gece boyunca, Osman bir ara yanıma uzandı. Titreyerek yattım. 25.04.2007 Çarşamba Hastaneden sonra sabahleyin saat 8’de Osman’ın oradan Erkan isminde bir şoförle yola çıktık. Afyon’a yakın bir yerde lastik patladı. Bir ölümü atlattık. Eski yedek lastiği taktı. O da sağlam bir lastik değildi. Burdur’a geldik yine eski bir lastik taktırdık. Erkan 20 lira vermek istedi, lastikçi 35 lira istedi. Hanım 50 lira verdi. O da, onun için 30 lira aldı. Pahalı oldu ama ne yapalım. Yola devam ettik. İleriden gelirken bir kamyon gidiyordu. Onu görmedi. Onun yanından bir taksi çıktı. Neredeyse bir anda trafik kazası olacaktı. Bereket versin onu da kurtardı. İkinci kazadan da kurtulduk. Demek ki yaşama şansımız varmış. Akşam Pamir, şoförü Fethiye’ye götürdü. O şoföre de 140 lira verdim. 27.04.2007 Perşembe Rahatsızım. Patara’daki eski yerimde yatıyorum. 28.04.2007 Cuma Hastayım. Osman yürümem için telefon etti. Gece çok dışarı çıkıyorum. 29.04.2007 Cumartesi Nazifgil, Koreli Ramazan, Teslime, Şerife ve Mehmet Bey geldiler. Ben yatıyordum. Osman ve Naime de geldi. Meyve suyu, sarma getirdiler. 115


30.04.2007 Pazar Kalbim çok rahatsızlaştı. İmam, Sabahattin ve hanımı, Sultan Bacı geldiler. Göğsümdeki ağrı devam ediyor. NOT: “Kalbinin çok rahatsızlaştığını” sabahleyin söyledi. Osman’a telefon açıp ne yapacağımızı sorduk. Ağrı kesici vermemi söyledi. Doktora götürmemi veya iğnesini yapılmasını, aspirin vermemi söylemedi. Ben de düşünemedim. Ağrısının devam edip etmediğini de sormadım. O da bir şey söylemedi. İHMALLİĞİMİZİN sonucu, büyük insanı kaybettik. Bu vicdan azabı beni ömür boyu terk etmez. ALLAHIM AFFETSİN... Muazzez Yılmaz.

116


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

ABLAM MÜZEYYEN Şiirsel anlatım: Muazzez YILMAZ (Bu yazdığımı Müzeyyen Ablam söylüyormuş. Bazı kelimelerini değiştirerek ben yeniden yazdım)

Yürü gelin yürü tabut sallansın 117


Yavrunun yüzünde allık kalmasın İlaç vermeyen doktor, murat almasın Ah ile zarımız ona kalmasın. Gelin gizli gizli ilaç ararmış Dünyada her şey cana zararmış Canda çıkmış ceset sararmış Son nefeste doktor ilaç ararmış. Ne yaptın gelin, aman ne yaptın Geçmiş maziden de hakikat yaptın Bile bile ananı bacını ateşe attın Bacım beni de hasret bıraktın. Bağların etrafı bir sıra kavak Kavaktan dökülür sarı yaprak Gelin doğrul, öksüz yavrularına bak Senide mi yuttu bu kara toprak. Gurbete yolladım nazlı bacımı Gelecek diye bekledim bacımı Gel de sonra al bacı acısını Bacım gel de gör, benim mezarımı. Anasız beşikte sallanılır mı? Gelinsiz gönülde eğlenilir mi? Tez gönder sende nazlı bacımı Boynumun bükük olduğu söylendi. Felek biz sana ne ettik Görünmez dert ile bittik Ciğere hasret gittik Kara toprağa gelin verdik..

Başına vurmuş akşam güneşi 118


Ne yaptın yavrularınla eşi Ağlattın zavallı anayı kardeşi Mezara vurmuş akşam güneşi. Evleri büyük, hem de geniştir Duyanlar der ki bu nasıl iştir Herkesi ağlatır, çünkü çok gençtir Ateşi sönmeyen o bir güneştir. Entarilerimi aman toplayın Bohça edipte saklayın Yerime gelin gelirse satmayın Gelinin gülü diye koklayın. Taksiye bindim, taksi cızılar İlaç içtim kemiklerim sızılar Bıraktım geride öksüz kuzular Emanetim kaldı yalan dünyada. Yüce dağ başında kar bürem bürem Beynimi bürüdü dert ile verem Okumuşluğun vardı, yok muydu kalem Salaydın derdini bacına hemen. Küçüğüydün dertten derde atıldın Ölülerin kervanına katıldın Beş yavruyu yetimlere de kattın Yaktın bizi, hasret bıraktın. Benim bacım bu dünyada bir idi Sırma saçları topraklarda çürüdü Köylüler salacayı alıp yürüdü Geride kalanların boynu büküldü.

Bakın gelinin mezar taşına 119


Genç yaşında ölüm geldi başına Bacın geldi ağlar karşında Yüzünü sürer mezar taşın. Çarşamba gecesi gördüm bir rüya Canım ablam gelmişti buraya Doladı da kolunu boynuma Değiyor güzel canı canıma. Dedi bacım abinle geldik buraya Başladı abin hasta olmaya Kitapta var. Aldık okumaya Karar verdik sizde oturmaya. Sabahleyin kalktım sevinerek Ablamı gördüm Perihan diyerek Osman geldi içeri girerek Bacım hastaymış haberini vererek. Yağmur yağdı, onlar dedi gidilmez Acı haber hiçbir zaman bilinmez Mehmet’te geldi hiç yüzü gülmez Ah bu acıyı serseri kafam bilmez. Bekir’le hep öğle sonu gittiler Biraz sonra misafirler geldiler Akşam sonu Bekir geldi güldüler Bacımı sormaya izin vermişler. Hastayım dedi kalktı yatmaya Başladım dersi derse katmaya Amcam karar verdi bakmağa Onbir de karar verdi yatmağa.

Akçadağ’a gidilmez sudan çamurdan 120


Kalbim çarpıyordu bacı korkusundan Muhacir olmuştu sabahın altısında Otomobil de ayrıldı nihayet oradan. Perşembe akşamı vermişler bana izin Otomobile binince olmuştum gezgin Malatya gülmüyordu, Beydağı üzgün Dediler iyi bacım Tecde’ye de gidin. Tecde’ye gitmek için otobüse koştum Dolmuştu otobüs, kalmıştım şaşkın Bacıma kavuşmak için sabrım taşkın Binmedi Abdullah Amca benden kaçkın. Nihayet geldik Tecde köyüne Bende daldım okulun seyrine Başladım yeri tarif etmeye Çıktı kadınlar karşı gelmeğe. Tecde’ye koştum başım selamet Kapıya gelince koptu kıyamet Bacı böylemi olur ziyaret Evine baktım gözyaşı kasvet. İçeri girince gördüm kazanı Bende anladım artık olanları Anladım düzmüşlerdi yalanları Başladı artık gelinin figanı. Tecde’ye gidilmez sudan çamurdan Demek ayrıldım ciğerden candan Sen nasıl ayrıldın bacım, yavrularından Selamın gelmez artık sıladan.

Orada kaldım iki gün bir gece 121


Bacı böylemi olur bilmece Gitmiş gelmeyecekmiş günlerce Kırmadın beni bütün ömrümce.. Veda etmeden gitmiş sevgili bacım Ne kadar çok yaktı beni, bu acım Sana canımı vermekmiş meğer borcum Bilemedim bizi bırakıp gittin bacım. Cümleniz acıyı duyunda gidin Bacının ikisi vardı nerede birin Öksüzlere bakın ağlayıp girin Tecdeli olsun çocuklar sizin. Sandığında bohçanı açıp bakarlar Çocukların ağıtla yürek yakarlar Gelin ölünce yuvasını yıkarlar Yetim kalıp boyun büker çocuklar. Cuma günü ayrıldık saat birde Anam ağlar ben ağlarım içeride Bacı zalim oldu senin derdinde Yavrunu bıraktık Tecde köyünde. Okulun önünde bekledik otobüs Öğrenciler olmuştu sanki de küs Dayım karısı da dedi gelmeyin siz Muazzez’in gözyaşı ona olur süs. Bacımı sordum otuz yaşında Yoktur du ak güzel saçında Bu nasıl dertti tuttu başında Çelengi gördüm mezar taşında.

Otobüs geldi nihayet bindim 122


Sevinçle geldim, kederle döndüm Malatya’da otobüsten indim Görmeden bacımı geri geldim. Geçirdik orada iki günü Yola çıktık oradan pazar günü Yolda başladı ağıt bülbülü Gitti bacı kaldı bizde gülü. Tecde’den ayrılıp geldim Akçadağ’a Sanki ablam bekliyormuş beni kovmağa Perihan’ı bıraktım ağlamağa Ölen halan yetti, seni dağlamağa. Oradan geldik bizim eve Acımız yetti bu köye Kadınlara haber vermeye Başladık ağıt söylemeğe.. Ne olursa ölene olur Kocan gider başka yar bulur Allah çocukları da korur Emeği zay olan toprakta kalır. Yazayım bacıma destanını Alıp geldiler fistanını Anası ağlatır dostlarını Başladım yazmaya destanını. Sağken, benim ablam bunu söylemiş Naile’de yarı buçuk öğrenmiş Söyletip yazdım bunlarda neymiş Acı olursa kalpte inlermiş.

Karşımda yeşermiş armut ağacı 123


Gelin ölünce ağlar ana bacı Vermedi mi doktor derdin ilacı Gelin kime kahrettin aldın acı. Yol uzadıkça uzar Yolcu geçer yol tozar Gelin mezarı kabeye benzer Geri kalan beş yavru kalpleri ezer. Ağla Muazzez, bacına ağla Öksüz kalbini acıyla dağla Ablan Maraş’tan gelirse ağla Bu acıyı Maraş’a duyurma.

124


Yavrum İçin “MURAT’IN AĞZINDAN” Çile için geldim yalan dünyaya Anamdan geriye üç aylık kaldım Akrabalar bakmak için girdi sıraya Üvey anamın elinden yandım. Zalim babam analıkla bir oldu Çektiğim eziyetle sararıp soldum Altı yıl o kapıdan, bu kapıya kovuldum Ayağım tutmadı yürüyemez oldum. Anam beni almaz yanına Daha çilem dolmamış yazımda Teyzem aldı, sevdi, kattı canına Dört yıl kaldım yanlarında. Bakılmak için türlü diller dökerdim Belli etmez acılarımı çekerdim Sıcak yuva bulmuştum mutluydum Teyzemin yanında sevilirdim. Akçadağ’da yuvamı kurmuştum Başka anne-baba bulmuştum Doktorun yardımıyla yürümüştüm Nihayet okuluma da gitmiştim. Babam, üvey annem rahatımı bozdular Çeşitli haberlerle onları kırdılar Rahatımı çok görüp beni aldılar Beni teyzemlerden ayırmaya sebep oldular. Teyzemler bana yapılanları duymuşlar Bunlara verdiklerine pişman olmuşlar Kapının önünden beni kaçırmışlar 125


Kavuşma sevincine doyamadım ki. Babamgil zorla beni aldılar Çok acılar, eziyetler yaptılar Sonunda hastalandım içeri almadılar Hastalığım çocuklarına geçer diye. Tecde’ye Murat’ı annemle sormaya gittim Çocuk bitmiş, eriyip gitmişti Büyük bir acıyla eve döndüm Ertesi gün Murat’ı kaybettim. Nusret’le Lütfiye çekerler elbet Muazzez gördüklerine sabret Onların nasıl olacaklarına Çektiklerine bakıp seyret.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

126


127


HATİCE-ÖMER ŞAHİN (Aile, Habibe Fırıncı ve Nihat-Sümer Gülşen ile birlikte) 128


129


MÜZEYYEN-NUSRET GÜLŞEN AİLESİ

130


MUKADDES-HASAN MUHAN

131


TEMEL-OSMAN VE PAMÄ°R YILMAZ 132


MUAZZEZ-BEKİR YILMAZ aile bireylerinden bazılarıyla

133


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.