Cogito 19 sayı osmanlılar özel sayısı

Page 1


Osmanlılar Özel Sayısı Sayı: 19 Yıl: 1999


Renk Aynını / Bukı:

OÇ-EROFSET YUzyıl Mah. Masslt 5. Cad. No: Tel.: (0212) 629 03 15

Yapı Kredi Yayınlan: 1229

CoJl.ıo

OçaylıkdüşQnce derglsl Sayı: 19 Yaz, 1999 9. Baskı: Mayıs2006 ISSN 1300-2880 Yapı

ICredi KtUlflr Sanal Yayıncılık A.Ş. adıDAMhJbİ: HALiL TAŞDELEN

Sonunlu Yaz:1 itleri

M6daril:

AsUHAN DiNÇ

Bu Srıyıma Yayın ltuntlu:

ENts BATUll, ETHEM ELDEM. EKREM JşıN, AHMET KUYAŞ, İLBER ORTAYLI, SAMiH RtFAT, VEDAT ÇORLU Katkıda Buhmaıalar.

CEYDA Alu.ş, AYŞE BATUR, NEDRET İşU, SEUHA.TT1N özrA.u.smKLAR, ŞENNUR ŞENTORX. KORKUT T ANKUTER. AYFER TUNÇ, ŞENCOL YOKSEL GraflkTuanm:

FARUK U LAY , Yay1n Sekreteri:

AKCUL YrLDIZ

GOl.AY KANDEMiR

Folotraflar:

15 Bağcılar/ İstanbul

Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık

ArşM

Halkla bitkiler:

ARZU HAKsUN Reklam: SERKAN KALKANDELEN YaDf!Da Adresi: Yazııma Adresi:

COGtTO Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık A.Ş. istiklal Caddesi, No: 285 Beyoğlu J44JJ!istanbul Tel.: (0212) 252 47 00 (pb�) Faks: (0212) 293 07 23 E-posıa: ykkultur@ykykultur.com.tr E-posta: ecakmak@ykykulıur.com.tr lntemeı adresi: htıp:/fwww.cogltoyky.com www.teleweb.com.tr YaymTOrO.:

Yerel süreli Cogito'da yayımlanan ıüm yazılann son.ımluluğu yazanna aittir. Dergide yer alan yazılar b.ynak gösterilmek kaydıyla yayımlanablllr. Yayın Kurulu, dergiye gönderilen yazılan yayımlayıp yayımlamamakla serbesttir. Gönderilen yazılar iade edtlmez.


Bu

Sayıda:

Editörden 7 • Vedat Çorlu

İki Osmanlı Klasiği 9 • Gelibolulu Mustafa Ali • Künh ül-ahbar 19 • Selaniki Mustafa Efendi•Tarih-i Selaniki

Kunıluşa Dair 25 • Halil inalcık ile Söyleşi •"Osmanlı Tarihi En Çok Saptırılmış,

Tek Yanlı Yorumlanmış Tarihtir" 41 • Cemal Kafadar•İ ki Cihan Aresinde 62 • Cemal Kafadar İle Söyleşi•Ortaçağ Anadolusu ve Osmanlı Devleti'nin Kuruluşu Üzerine

Osmanlılan Tanımak 76

l lber Ortaylı • "Osmanlı" Kimliği

86 • Nejat Göyünç • Osmanh Devleti Hakkında

93 • Klaus Kreiser • "Türklerde Akıl Var mı?" 1 1 5 • Halil i nalcık • Osmanlı Fetih Yöntemleri 1 36 • Sencer Divitçioğlu • "Oyun Teorisi" Bağlamında Celili lsyanlan 1 46 • Jane Hathaway•Unutulan İkon: Hz. Ali'nin Kılıcı Zülflkar'ın Osmanlı Türevi 161 • Nicolas Vatın•Bir Osmanlı Türkü Yaptığı Seyahati Niçin Anlatırdı?

1 79 • Şevket Pamuk

Osmanlılarda Para ve Enflasyon

189 • Edhem Eldem • 18. Yüzyıl ve Değişim 200 • Maurice M. Cerasi • 18. Yüzyıl Osmanlı Kenti 216

• Jamal J. Elias

Zikr-i Dervişıine'den Divan Musikisine Kadar

Osmanlılar Devrinde Sema'ya Bir Bakış


Osmanlı Devleti'ne Bakış • A hm et Turan Alkan • Herkesin "Osmanlı"sı Kendine • Açıkoturum • "İdeal 'Osmanlı' Yok" 259 • Ahmet Kuyaş • Osmanlı-Türk Modernleşmesi ve Ordunun Siyasetteki Yeıi Üzerine 268 • Christoph K. Neumann •Devletin Adı Yok-Bir Amblemin Okunması 225

232

284

• lsmail Kara •Felsefe ve Tefelsüf

Kitap 313

• Nejat Göyünç • 16. Yüzyılda Avrupa'da Türkler ile İlgili Yayınlar

Geçen Sayıdakiler 32 1 • Sayı: 18 •Bir Anatomi Dersi: Ev 322 • Yazarlar Hakkı nda


Geçen yıl "Bizans" konusunda odaklaştığımız günlerde kaleme alıp ya· yımladığımız kurumsal bir yazıda, perspektifimize ve eklemleme politika­ mıza değinmiştik. Gerçekten de, Bizans'a üç dergimizde özel sayı ve bölüm· lerle eğildik; Kültür Merkezl'mizde "Akdenizin Mor Binyılı" sergisini açtık; Boğaziçi Üniversitesi'ndeki kollokyumun gerçekleşmesi sürecine birinci el· den katıldık; Festival'tmiz kapsamında Sör Marie Keyrouz'un konserlerine yer açtık; Yapı Kredi koleksiyonundaki Bizans sikkelerinin kataloğunu ya­ yımladık - aynı hız ve yoğunlukla olmasa bile, bu bağlamda kimi ürünler

vermeyi ileride de sürdüreceğiz. Bu etkinlikler üzerinde çalışmaya başladığımızda, Osmanlı lmparator­ luğu'nun kuruluşunun 700. yılına denk gelen l 999 yılının ikinci yansını bu canalıcı önem taşıyan konuya ayırma karan almış. projeleri saptamıştık. Al­ tı ayı aşkın bir süredir sayısız uzmanla toplantılar düzenliyoruz, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık çatısı altında. Kültür politikamız, bizi hamasi yak­ laşımlardan uzak tutan ilkelere yaslanıyor:

Baştan beri, ortaya, kalıcı olma­

lannı, kuşatıcı olmalannı dilediğimiz bütünlükler koyma isteğimizin ağır bastığını söylemeliyiz. Cogito'nun, Sanat Dü nyamız 'ın, kitap-lık'ın Osmanlı özel sayılan biriblri ardına yayımlanacak. Uzun ve hareketli bir geçmişi değerlendirmenin güç­ lüğü ortada. Ülkenin önemli tarihçileri, kültür tarihçileri, sanat ve yazın adamlan; Osmanlı dünyasını incelemeyi seçmiş yabancı uzmanlar bu üç özel sayının toplam kapsamını belirlediler. Bir tek unsurda yoğunlaştık bu girişimde: Elden geldiğince, bilinenin tekrarlanmayacağı bir platform oluş­ turmaya çaba gösterdik. 700. yıl vesilesiyle, tıpkı Cumhuriyet'in 75. yılında yaptığımız glbl, dev

bir sergi ile bu yayınlan destekleyeceğiz: Güz başında açılacak olan sergi "Osmanlı Formlan"na eksenlendi. Yıl sonunda. KAzım Taşkent Galerisl'nde açılacak çok önemli bir başka sergiyle noktalayacağız 700. yılı. Cogiıo, sayı: 19, 1999


Geçen yıl sözünü ettiğimiz "paket yayın" konusunda herhangi bir deği­ şiklik sözkonusu olmuş değil: Kapsamlı bir "Osmanlı Biyografileri" ansiklo­ pedik sözlüğü, Yalçın Tura'nın hazırladığı Kantemir'in musiki nazariyall ki­ tabı, Afi Alparslan hocanın "Osmanlı Hat Sanatı", Atilla Şentürk' ün bir ben­

zeri yapılmamış "Divan Şiiri Antolo jisi" , Ekrem lşın'ın kültür tarihi dizimiz için kurguladığı plan gereği peşpeşe günışığına çıkacak özel ki ta pl ar ... pa­ noramayı, yıl sonunda gerçekleşecek uluslararası Divan Şiiri Kollokyumu için kaleme alınan blldiriler tamamlayacak.

Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, çoğulcu bakışaçısının gerektirdiği çokseslilik esasına bağlı biçimde, Türkiye'nin kültür alanındaki boşlukları­ nın bir bölümünü gidermek için, yurtiçinden ve yurtdışından bütün önemli özel isimlerle buluşmayı ve sizlerle buluşturmayı sürdürecek. Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık

Cogtto, sayı: 19, 1999


VEDAT ÇORLU

B u yıl, başta Türkiye'de olmak üzere tüm dünyada, Osmanlı Devleti'nln kuruluşunun -ya da UNESCO'nun tespit ettiği kutlama başlığıyla Osmanlı Kültürü'nün- 700. yılı am/ıyorlkutlanıyor. içinde bulunduğumuz yılın geneli­ ne yayılan sayısız etkinlik ve yayınla, 624 yıl yaşamış olan nev'i şahsına mün­ hasır bir devletin/imparatorluğun çeşitli yönleri bir kez daha izleniyor, değer­ lendiriliyor, tartışılıyor. Bıı vesileyle, bu sayıda, "Osmanlılar"a .vönelttik merce­ ğimizi. Cogito dergisi ilk sayısından bugüne, her sayısında, belli bir konuyu/kav­

ramı/olguyu bünyesine taşıdı, kendine özgü yaklaşımıyla ele aldı, işledi - işle­ meye devam edecek. Bir dergi editörü için en heyecan verici şey, kuşkusuz, 'bu sayıda ne yapıyoruz' sorusunu yanıtlayabi/mektir; çünkü artık, editör derginin yayın kurulu üyeleriyle o sayının dosyasını belir/emiştir ve dergiyi 'çıkanna' yoluna ginnlştir: bu, bir tür bilinmeyene, bir hedefe, bir sonuca doğnı gerilim­ li, heyecan dolu, merak uyandıran ve her şeyin ötesinde keyifli bir yoldur; ve yolda kalmamak için elden geldiğince iyi hazırlanmak gerekir. "Osmanlılar'ı" konu edinecek bır sayıya karar verdiğimizde bir kez daha aynı yola girdik. An­ cak bu kez heyecanımız daha farklıydı, çiinkii bir kez daha seçtiğimiz konuyu -'Osmanlılar'ı- derginin bütün sayfalarına yayarak, özel sayı boyutlarında lş/e­ yecekttk. Bu sayının hazırlıklannı, ele alacağımız konunun boyutlarını göz önünde bulundurarak. mevcut yayın kunılumuzu konunun uı.manlany/a ge­ nişleterek başlattık. Osmanlı Devleti"nl, Osmanlı Toplumu 'nu, Osmanlı Kültü­ rü 'nü, kısaca Osmanlıları her yönüyle, eksiksiz ele almak gibi bir iddiaya sa­

hip olmadık. Bununla birlikte, ortaya koyactJlımız şeyin, konuya -elden geldi-

Cogito. sayı:

19. 1999


8f

Vedat Çorlu

ğince- yeni bir ışık tutmiısım, yeni açı/mılar kazandımıasıw, /Qrklı bakış açı­ /anımı olabileceğini göstennesini arzuladık. Bu çerçevede, özellikle üç ana konuda yoğunlaşmaya çaba gösterdik: Temel bir problematik olma niteliği halen süren 'kuruluş' olgusu, bu konunun iki önemli uzmanı Halil inalcık ve Cemal Kafadar'a ayn/an "Kuruluşa Dair" baş­ lıklı bölümde ele alındı; bu bölümde fiber Ortaylı 'nııı Halil inalcık ile ve Alımet Kuyaş'ın Cemal Kafadar ile yaptık/an söyleşiler ve Cemal Kafadar'ııı lngi/izce olarak yayımlanan Between Two Worlds (/ki Cilıô.n Aresinde) adlı kitabıııdan çevrilmiş parçalara yer verdik. Türk ve yabancı uzmanlann genel olarak 'Os­ manlı Kültürü' üzerine kaleme aldıklan incelemelerin bulunduğu "Osmanlı/an Tanımak" bölümü, Osmanlılar'ın devlet yapısından fetih yöntemlerine, seya­ hat etme gerekçelerinden isyanlanna, kent yapısından sikkelerine çeşitli yönle­ riyle 'Osmanlılar'ın 'kim'liğine aynldı...Osmanlı Devleti'ne Bak.ış"ta Osmanlı Devleti'nin bugün nasıl degerlendiri/Jigi, nasıl ele alındıgı, nasıl anlaşı/Jıgı ya da nasıl anlaşılması gerekıif:i tartışılıyor. fiber Ortaylı'nın yönettiği ve Ekrem Işın, Mehmet Genç, Cornell H. Fleischer, Mete Tunçay, Nuray Mert ve Hilmi Yavuz'un katıldık/an açık oturum yine bu bölümde. Cogito'nun gelecek sayılan, daha önce th sözünü ettiğimiz gibi, yeni bö­ lüm başlık/an ve her sayula yeni

dosya

konulanyla

çıkacak karşınıza.

Bir son­

raki sayımızııı dosya konusu "Yerlilik". Aynca, geçlif:imiz Haziran ayında da­ vetlimiz olarak Türkiye'ye gelen ve iki konferans veren Jacques Derrida ile ger­ çekleştlrdlgimiz söyleşi de gelecek sayımızda yer alacak. Kasım ayında görüşmek dileğiyle...

Coglto, sayı: 19, 1999


ıki

-nlı KTl

Künh ül-ahbar· GELİBOLULU MUSTAFA

Ali

DER SEBEB-1 TE'LiF-1 KITAB VE BA'İŞ-1 TAŞNiF-1 KlTAB

K1

AL-i

'OŞMAN OLAN MÜLÜK-i CiHAN-BANIN HASEB-1 NESEB-İ MEM­ DÜHU"-ŞIFATLARI VE SENE SEB'A-MIE-İ HiCRİ (70011 300) EWELİN­ DEN SENE SITTE VE ELF ( 1 006/ 1 59 7 ) TAıtltılNE-DEK :('.UHÜRA GELEN SÜLALE-! CIHAD-IŞBATLARI VE KENDÜLERE MU'AŞIR OLAN MÜLÜK1 ETRAFIN MIN-CİHETl'N-NESL :('.UHÜR U

ŞEBATLARI VE KÜRSi-i HÜKÜMET-Sl­

MEMLEKETLERiNDEKi TEMEKKÜN-İ MEMLEKET-İ MATLARI, tıUŞÜŞA HÜSN-1 TEDBiR­ LERİNE MU�IN OLAN BA'ZI 'ÜLE­ MA EŞNAFININ MÜCMELEN AŞAR u TE'LiFATLARI BEYANINDA... Neşr: Bi'is-i tas�ir olan f�vi-yı gam (3a) bu yüzden i mli kı ldı ve s e b eb-1 �idiş-i ta�r f r-i şu nfıf 1add o l u n an maimün-ı dilgüşiyı bu ıari�a inşi eyledi ki, tirib-i taşn i f ve te'Iİ ki, �isib-ı müs­ te!ib-ı hicride -tamim-ı elfe el if ve �avıi­ diş-i 1ulvi vü süfli ma110m-ı her ·vai:İ1 u şe­ rif olmuşidi... li-siyyemi seli!i n-i mesi­ lik-i nly-1 zem i n ve bavi�İ n-1 memilik-i •

Mustafa AJ(vl (paşanın sağında) ellndr kttabı;.-la gösıeren bir mlnratür a�nusı.

NusrttlUlrrK'dcn.

Alınu: Gelibolulu Mustafa Ali, Kilnh ül-tJhbar, lslallbul basklsı, S cılı. 1861.09, Cıh 5, s.6-17.

Cog1ıo. sa}'l: 19. 1999


1O

&libolu/11 Musta/0 Al;

ma'müre-i arazin, ya'n i aş�cib-ı �u�be vü sikke namındaki şehriyıirıin-ı mesa­ nid -ni şİn ez-merzibılm-ı Rüm-ı pür-temkin, ta serJ:ıadd-i Sind u tfa�5 vü Çi n kimler idüği ve ne ma�üle kiş ü din ve tertib ü ayi n ve a J:ı k ci m u � ava nin ile meşhür idük.Jeri şüyü'-ı külli bulmuş idi. Bu minv.il-i şıl)J:ıat-mecil üzre ki daru'l-mülk-i �os�antıniyye'de tabt-nişİn olan zübde-i 'O�miniycin ş.ö.J:ıib-i tic u nigin Sultan Murad l:fin bin Sul!iin Se­ li m lfiin-ı mağfiret-!farin idi. Üçyüz yıldan beru bucliyegin-ı cihiin olan tic­ diirin-ı ka\i-temkin, silsile-i celilesinden onikinci şehriyir-ı kim-babt u kim­ bİn idi. Niteki sil.in-i piytabt-ı Kazvin ve memilik-i 'Acem sevidındaki şehri­ yar-ı şadr-nişİn Şah 'Abbas lbn tfudiibende bin Şah Tahmasb-ı rı�let-güzin olup, şihin-ı Erdebili süliile-i simiyesinden yüz yıla �ari b J:ıükümet idenlerirl yedi'!cisi bir tfusrev-i mesned-nişin idi. Ba<dehü Bub3.r3 memleketinin ferman-ram ve Samerkand kürsisinin şadr-nişin-1 şA�ib-nişanı Mülı'.ik-i Özbekiyye'den 'Abdulliih tJan bin l skender tfan olup, yüzelli yıldan beru icra-i a�kam iden ş�ib-�hOr Ebu1-tfayr oğlan dimekle meşhıir melik-i büzürg-v3r evladınıfı onikincisi bir kirfermii-yı mü­ teşerrr u �avi-din idi. Ammii mühik-i Hind'ifı cümleden eşheri l)uş,Uşi Tİmıir­ ı şii�ib-�hı'.ir neslinii\ beşinci şehıiyar-ı namveıi, Sulıan Celalü'd-Din bin Hü­ mayı'.in olup, nesli ikiyüz yıldan beru rayan-ı Hind meyanında ekber ve mu­ �ffer kemal-i cfıd u seba ile ve be�l-i babşlş u 'a\ii birle cümleden meşhur u ber-burdar olub...

İl!tilllf-ı SüWn-ı Rfun ve Ecııis-ı Mütenevvi'a-i in MerzibUnı, Be-T�dİr-i MeUk-1 �yy-i �yydnı

tJafİ olmaya ki, aşlda �avm-i Rfım 'lyş bin ls�a� evladından idüği ma­ 'iı1m, bir kavm-i pak-l'tlipid-ı şalabet-rüsOmdır ki, muva�idleıi bisyar ve mu­ 'te�idleri bİ -şümir, mü'min-ü perhizkirları gerek şibb, gerek mukarin-i şeyb, şıd� u ıµn u bulı'.iş-u ıtan ile bl-'ayb "Hüden li'l-mütta�lne'lle�ine yü'­ minQne bi'l-ğayb"' naş,ş-ı kerimine mi-şadalµardır. Nitekim mübiirizler ve mücahidlert gih me!ı'.ibat-ı gazii ve gihİ devlet-i şehadet gibi rütbe-i 'ulyii me­ ritlbine mal)allerdir. Ve1-l)işıl sene-i sitte ve erba'a-mie (406/ 1 0 15) ma-beyni e!nalan �udı'.idın­ Aı-ı SelçO� ki, Milk-1 R(tm'a �adem basdılaİ-, kırk-elli yıldan be­

daki mülı1k-I

ru ol ser�dleıi temellük iden ümera-! Dinlşmendiyye ile yek-dil ü yek-cihet olup, küffar-ı bıiksira clhiid u gaziidan bili olmadılar. Ba'de'l-Hicre iklyüz yıl­

dan ziyidecc mürur iden eyyimdan sofira evlid-ı <ômer İbn-i ljanab'dan Cogtto, sayı: 19. 1999


Kü11lr Li/-ahbor

cedd-i

a' lal a n

ı1

Emir Ziyad ve anııi oğh Emir Lokman ve anın fe rze n d-i devlet­

mendi Emir 'Ömer'ifı zam in- ı f:ıüklımetinden beru daru'l-mülk-i Maliitıyye'de

�arir itdikleri ba'Zı riviyit-ı şa�it:ıa ile şüblıt buldı ve ol tiribde kendüler ile müşrtkin-i fücdira gaza ve kirz3r eyleyen ğ.uzit-ı abyinfı Zı'f-ı kuvvetleri gi­ derek, fa'f-ı �udretlerine sebeb oldı. Fe-13-cerem ibir-i mülCık-i Selçll�iyye ki, Sultin Gıyi�u'd-Din-i muf:ıterem idi, silsile-i devleti şikeste olduktan sonra, (aşiyir-i 'O�m3niyye ki, Mived.'n­ Nehr ciiniblerinden gelmiş bir güruh-ı pür-şükuh idi, \iiife-i Selçu�iyye ile güyii ki, bir diıdmiinda �iisıl olmuş iki ' aşiret -i enbiıh idi, bu ,;kr olunan sii­ de-diller ki, ser�add-i Rum-i Yuniin'da sikin oldılar , otuz-kırk yıla de k esir

çıkardık.lan evliid-ı kefere ve kadimden o diyarda bulduk.lan ecniis-ı müte­ newi'a ile ibtilii! ü zre geçindiler. Ba'dehu Rum illeri açıldı. Memiilik-i küffar­ dan nice yerler silk-i �ükumetlerine diibil oldı. Tii e5niif-ı ehl-i l sl iim peyda olup, biig u riig-ı vücudda giıyii ki eşciir-ı mubtellfetü1-eşmiir 'fl.l hu r itmesi ıa­ 'ayyün buldı. Ewelii \iiyife-i müslimİn iki bölük olup, Akd eiiiz şarki-sindeki

bilide, yaeni ki, cArablstin'dan beru ma1mO.r olan sevida ki. mi-Le�addemden Yanan ve mülk-i Ermeni ü RCım i<tibir itdikleri e�ilim u me rzibü mdır . Ana\olı ı\lii� olın dı . Niteki. balİc-i Ba�r-i EbyaZ'ıil s�il-i garbisindeki mema­ lik ü e�ii!İm-i 'örfiyyeye Ehi-! Rum ışplii�ı üzre Rum-ill ta'bİ-r olundı.

Fe-ammii evliid-ı kefereden zümre-! Ehl-i islim ile matıliı! ve riciil ü nisii cihetinden birbirlerine �d-i nikah ile merbiı\ olanlar oniki milletle dabİ 'a­ le'l-esimİ mazbuı oldı. Ya'nİ ki, Amaviıd ü Çerkes ü Abaza vü l;lırvid u İf­ renc ü Maciir u Gürel ü Rus u Erde! ü Buğdan ve cins-i Almiin-ı bed-gümin esirleri geldi, döle-döşe �ibil miidiyinlara aşan aygırlardan peri-veş düşİze­ giin ve oğul balı gibi zİ-şiin, dil-beran-ı semen-benin-ı zenin ve dilİrin ü dil­ pe�irin-ı beste-dehin �şıl olup �ö ki 'ülemi-i rıl-şinisin u fuiali-i ehl-i 'ir­ fin, bu zümreden nadir şudur ey)eyüb, kırk-elli yıla-dek Mülk-1 Rüm'daki. müsteiddön-ı diraset-nişön ta�şİl-i 'ulOm ilmeğe Diyir-ı 'Acem'e giderdi, ba­ 'de �uşOli'l-meriim kimi anda kalurdı ve nicesi Diyir-ı Rılm'a yine 'avdet !derdi. V�ti ki, yüz yıl m.i�din zamiin mürur ildi, sükkiin-ı bilid-ı Riım'da dahi beledi meyveler ve aşılama ağaçlardan müslimİ elmalar ve güzide nev­ biveler 'fl.lhılr eyledi.

T�-1 bİ-'adİI der-beyin-ı "'!l·ı "'!İl:

ijil�t-ı beşeriyyedeki ıab�it-ı bİ-intihi ve ecniis-ı mütenevvi'a-i insiniy­

yedekl derecit-ı '�ali ve süfehi ki, Allih Celle ve 'Ali nüfıls-ı beni Adem'!

Coglto,

sayı: 19, 1999


12

G.!libolu/11 Musıa/lı Ali

ve her �avmi bir lisanla hüveydıi ve her bir lisanı bir beyan­ eyleyüb. insinıı'i söyir �ayvindan imtiyıizmı nutJ:ç. u na�lile ve ehl-i 'irfinıfi cühelidan tefavüt-i karsazını faz ilet ü ' �J ile taJ:ç.dİr eyledikde, eşref-i �abiyil-i maJ;ımiidetü'l-başayil-i 'Aralı �avrn i olan fuşa�ii-i mes'udetü'ş­ şıfiu gibi li-yu �şi

la 'ibre t-nümi

şe mail idüği mulµırrer olmağla, Fa�-i Enbiya, Resıil-i Mücteba Mu�ammed­ i Muş�fi, <aJeyhi's-selam hazretlerine, ol sülile-i simiyeden vücıide getürdi. Fur�in-ı 'A�Im ve Kelıim-ı �adim-i lizimü1t-tekrim cevihirini ol zebin-ı

vliı�u 'l-beyinla

semt-i şu1Ura yitirdi ve ekşer-i ehl-i Cinin'ıfi beyim fuşal)i-i

'Arab ve bülegi-1 pik-neseb lisanı üzre olmasını işaret buyurdı. Bu ta�dirce

efdal-i ümem ü beşer, 1Arab serverleri idüği mu�arrer ve efşa.tı-ı elsine-i mu­ �ıeber anlani\ zebanı olduğı nice vechile mu'teber oldı. Bi'l-cümle 'Arab �biyilinii\ vaşf-ı şinlannda ta�rik-i �alem ve beni nev'­ ifi ekşerinden rucl:ıinlannda bası-ı �m. emr-i vicib u ehemm olmağm mü­ celled-i evvelin eviyilinde tafşil olmuşdır. Binaen 'ali ;ilik bu m�alde ibtişir ibtiyir kılınmışdır. J:likiyet: Abyir-ı n®din-ı cevahir a.bbir ve ebrir-ı aşı,öb-ı esrir-ı zevibir­ iişir, bu meniilµb-ı garibeyi iş'ar ve bu J.ıikiiye-i 'acİbeyi i'liim u ibbir eyledi ki, beni nev'-i insandan Büs nim bir melik-i büzürgvir 'Arab ve Kİsıi ve Amavıid dimekle müsemma üç ferzend-i dil-bend-i nim-dir ve �abiyil-i beni nev'ıne �iikım-i �vl iktidar ile 'lriik u Yeşrib u Ba\tıi vu Yemen u 'Aden u mülk-i Seba memleketlerine fenniinriin ı bülend-iştihir iken ber-mu�tezi-yı rıizigiir, bik-i vücO.dı şarşar-ı ecel birle tir u mir olup, evladı tesbir-i ızz ü devlete sacy-i bi-

5ümir ve tedbir-i mülk ü millete cehd-i bisyir ile, leyiili vü nehir ceng-sitiz ü kirzir u bazin u bahir şimşir-! ibdirlann minend-i cıiy-bir-ı enhir mevc-i kibr u kin ile nümildir ve fevc-i ehl-i rezmile maharib ü ma'aıik fezilannı la­ le-zir iderek bir menebeye vardı ki, mubanneş ve yararlan seçildi, şeci• u dili r olanlara sa'idet hil'aıleıi biçildi. Ya'nİ ki 'Arab nimına olan ferzend-i ek­ ber-1 ercümendi viilid-i micidlniii piy-ta.btında �riir eyledi. Kİsil namındaki ferzend-i evsatı inhizAm u inkisir bulup, etbi'u enşin ile bir gice firir i\Jtiyir eyledi. lrtesi bu l)ile viilµf olanlar "Seri Kisil" didiler. Ya'ni ki, "Bu gice Kİsıi kaçub gitmiş" dlyıi söylediler. Pes ol ��me Seriikİsıi nim gibi oldı, giderek terjıgumile Serikis dinildi. Ba'dehil dabİ galat olunup , Çerikise diyQ şöhret viıildi. Çak sonra Hsan-ı galİz-ı Etriik'e düşüb, Çerkes ı\l� olundı. Fe-lii-cerem ol gürıih-ı mekıılhü'ş-şiyem Deşt-i �pçaJı: vadilerinde �r ildiler ve �biyil-i 'Arab'dan imtiyaz içtin başka bir lisln ile tekellüm lbtiyir ·eylediler. Ammi kiçirek kanndaşlan olan Amavıid vücıidı mubanneşlikle ni· Co@lto, sayı: 19, 1999


bOd, bir fır�a-i babise-i na-sOd olmağı n , Ba�r-i Ebya.Z ı geçdi gitdi. Hili Ama­

vO.dlu� olan :,;a'b dağlarda ve yaylalarda l:c.arir kaldı.

Pes cins-i Arnavüd, hill:c.atinde lecllc u 'anlld, cibilletleri 1].abi�t-ilüd, buşüşi )Jubş-i fi'lile merdüd ve la�la�a-i lisan ile m a!rU � u ma,rüd. sirı�-ı turab u ğu b;ir ve e�el-i küffir-ı baksir ve şeci'atle e�al1i namdir, ek§Cri mu­

ban ne� olup, beddillikle b iJ:ıa miyyet il bi' ir idikleri müteveffal:c.un 'aleyh-i ab­ yirdır. Cümle-i edyinda seri�a m e n hi vü m a< yU.b, bari bir �i-�ymet nesne ıaleb ol u nması �ma<-ı nefsiniyyeye göre, nev'an mergôb şekli iken anlanfi tuıiib uğurlamaları ve piiymiil-i deviibb ol an bik-i bi-�isiib ı torba torba uğur­ layub, turp u soğan u sanmsak ekmek içün cevher-i iksir gibi, ragbetle

a@ ü

celb kılmalan dena'etlerin e del il-i siz-kir ve t:ıa mika t u biy3ne tle ri ne <alamet­ i m eşh (ı ru 'l-e�ir olmuşdır. 'Ale'l-buşüş �t-ı �em imü'ş-şıfitlanndan merkOz olan k.ibr u kin u ğurO.r ve me kr u

J:ıİ l e

vü nal].vet ü şürür mu�teZisınca aşli

birbirleri ile ülfet i t mezler . E�iiıib-i 'a�iiıib-siretleıine bile mahabbet itmez­ ler. Re's-i cihil u �ulel u tilil sem tle ri ne teJ:ıaşşun idüp, hi-ne tice ceng ti cidıil ve var yok yire ser�add beğlert ile �arb ü �ıtiil itmeden bili olmazlar. Zu'm-ı rasidleıi üzerin e da'vi-yı şecii'at ve ı��a-i l isin ile leylek gibi şehimet lafını

urup boroslandıkça 'u�alii-i bihlru'l-inşiif, anlarıô her bilini şol miikiyane benzedirler

ki, bir

beyQa yumurtlayınca, nice feryad u figan eyleye, ya'nİ ki,

b ir lo�ma içün ehl-i beytini kendüden gürl� eyleye. Ziri ki, boros gibi bu­ nlş !derler. Eğerçi ki, v�ir şi\ıibi edİb ü dilirleıi dalJİ varılır. Fe-ammi gayet­

le nadirdir ve 'adİmü'l-iişirdır. Ehl-i sebii vü kerimi dabi görülmüşdür. f:lili ki, katı nadir bulunmışdır. Ammi Çerkes ve Abaza çeşm ü ebrulan siyah, gılmin u ebkirınıil gen­ düm-gQnleri (b5) !aıiivet-güvih, 'inid ile nev 'an meşhür ve bil-cümle bıyinet­ le dabi me�iirlardır. Ve !ikin aşili mergiib u dilbend olu p ve b'iceler ol cin­ siô dilberlerine rağbet-mend ol u rlar. ljusilsi d.ili ve rl e ıi siir cinse göre vifir :pıhilr !der. Tazeleri adamlar öldüıiir sili\ışör c iv anları dabİ nice ehi-! dilleri helik idüb ehl-t �ubür itdüği ba hir olur. Ammi ı&ife-i ij nvid ki, Bosna nim nehr-i cariye nisbet ibtiyir itmişlerdir, cibilledert m!r'atı şafi-yı t ab i'a tlerine m"<'har olmağla, Bosna nimı ile meş­ hQr olub akar suya ! nt ls i b se m tin e git m işlerdir , b il�a tleıi pik aynalan tib­ niik, ekşert mevzQn-�iimet ü şif-dil, heykelleri dalJİ ctbilletlert gibi doğrulığa miil, sidenıları hüsn-dir nev-ctvinları veciihet ile

şöhre-l dir u diyar ve ağır

başlu edibler ve re)' ü tedbire milik rebİblerdir. Bi'tş budur ki, Allah celle ve 'ali devlet-! 'Oşminiyye'de ol �avm-i mem-

CogJıo,

sayı: 19, 1999


14

Gt'libo/11/11 Musta/lı At;

dü�nl Js.adıini. c.iih u celille mu'alli ve Iiitbe-i devletlerini �amet-i biliları ve himmet-i 'ulyilan gibi viili kılub, içlerinde merdüm -azarlan az olur. Me­ nişıb-ı 'iliyye vişd olanlanfi ekşeri, 'ulüw-i himmetle mümtiz olur, y a•ni ki kerem-i şinla mümtiz, bısset u �ırş u iza mübtelilan az, rezm ü ceng demle­ rinde ser-biz, bezm-i 'İş u n lışa iheng itdikce dil-nüviz. ek�eri side-dil ve boş-bul�-ı bi!ır-siz, li-siyyemi �üsn-i bi-hemta ve �imet-i müsteşni ile ser-ef­ niz bir �abİle-1 celİledir. Ammii !iyife-i !frene ü Maciir bil�atde birbirlerine �arİbü"l-ii!iir olup, eki ü şurb u tene'um lizimatında. buşüşi libas u finiş mul).assenatında n�if ve pikler ve sürat-i fehm ü �ki !ari�annda cest ve çilikler ve mahallinde �ile

vü bud'a semtine meyyaller ve nev'an hüsnile celb-i mil ü menil tari�ında dabİ mahtaller edeb ü vakar yollannda ise mu'tedül-ül-a�viiller ve �il ü �iil ve güftir-ı �ihinı'l-meil vadilerinde dabi müselsel-ma'5iller, nihiyet ba'zıları !ama' u blyiianetle mepnumü'l-�iiller idüği iizmiiyiş-i 'u�alii ile şiibitdir. Nite­ ki, �üsn ü cemille mümtaz olanlar letafet-i nıbsir ile behcet ü meliJ:ıat burc­

lannda gtlyi ki nücüm-i !ibitdir, ammi şa�il).u1-mizic olanlan nidir ve em­ riz-ı mütenevvflaya mübtela.lan mütekişir firasetleri zihir başiretleri bahir ticaret dakayıkında kudretleri zahir ve 'İş u nuş meclislerinde �akİmiine te­ na''umlan mütebidir fı�-1 ?aıifedir.

Amma tii'ife-i Gürel Rus su-i bulkile ma'y(ib, bişal-i �emime ile menkub, deniyyü'1-pbi<, re�İlü'l-evZi', l).üsn ü bahida hah.ilan gibi nilµş ve zer ü sim şıfatmda sikke-şlıretleıi nidir ve temimü'l-1ayirlan ni-biliş küfrinü'n-nrme­ lerdir. Niteki, eki ü şürb me(iyibinde gaıi?ll't-tu'melerdir ve devlete sezivirla­ n nidir ve piyeye gelenlerinifı kerem-kirlan ğayr-i mütebidir, ancak 'unvan­

ı 'unfuviin-ı şebiib �alindeki lu\f u mevhibeleri ma'lum-ül ekabir, iifta biniien ekşeri e�il ü ediini kisb ü kir ile biihirdir...

Ammi cins-i Alamin-ı mu'inid ü bed-gümin, kemin gibi eğrilik.le nümi­ yiin, rikkat-1 şaniiyl'de fiiyiku'l-�n. tüfeng-endiizlik fenninde pesendide-i küffiir-ı bİ-amiin, dilleri dönmez gümriihlardır. Değmesi lsliim'a gelmez cjalii­ let-peniihlardır. Süviir-ı iimiidesl altışar, yedişer el tüfengi ile hİciisiiz ve enfiir­ i piyadesi hod envi'·ı silil)la ma'reke-perdizdır.

Netke-i tafsll ez-llfl ü ğayr-ı nesil Çünki bu düvıizdeh ecniis bi�tleri ile ma'lum oldı ve nesl-1 Etnik ü Er­ viim'a kanşan gürlih-ı nii-sipiis başletleıi m�teZiisınca mefhüm oldı, pes her . zümreden biri ki, l)arem-1 bişş-ı piidişiihİye dübül itdi, giderek �a!'-ı menitible

Cogito.

sayı: 19, 1999


Kfüılt iil-ahbur

�aşra çıkub,

ağa ve

15

mir-i miran ve mir-liva rütbelerine ki yetdi. liiıbüdd aşil ne

ise cibilletine göre l:ıareket eyledi. Kemal-i )!.abiliyyetle ta�t-ı �ükômetindeki neferat ü l evazı m , inşiif u 'adaletini müşbet eyledi ve şunlar ki. nefer merte­ besinde ma'dO.d old ı , na-cins ise 1].ubş-i 11ynet ve keşiifet-i �bi'atı müsted'­ asınca envi'-ı fesid u şen a' atle vüc(ıd buldı.

Fe-la-cerem tfuvid cinsinden ma�süb, ya'ni ki Bosna namına ma�bfı' u mergCıb olanlar nefenitdan ise şali� u diyinetle ağa ve mirliva mertebesinde ise kemal-i adab ü başletle, eğer vüzeri-i 1i?:im mertebe-i samiyesinde bulundı ise, icri-i �ükftmetinde �üsn-i bul� ve va�ar u 'adaletl e muna,şıf olub, pesendi de-i acyin ve memdO.�-ı ber-güzide-i rO-şinasin olurdı. İfrenc ü Çerkes ve Macir ise kesb-ü ticaret-i menişıb i le i'tila-i şıin bulurdı. Nihayet İnin, him­ metleri nu�Cıd-ı �ile vü bud'a ile memlü bulunurdı. Ya'ni ki , firiiset ü ?ekilan mficebince ba1Zısınıii na�ş-ı umürda di�t ü şan' at lan mekr ü ale I,taml olu­ nurdı. Ammi AmavUd cinsinden devlete irtşenler ekşeri, �ranına ta'aşşub u nisbet ve mii-fevkindeki ekabire ı�hiir-ı garai u 'adavet kılub. la�la� gibi la�al:ca-i lisanı viftr ve var-yok yere da'vii-yı şeci1atle lif u güzif-ı bi-keranı mütekiişir idüği �add-i tevatüre yetiştirdi. Belki gamz ü nif� ve kibr ü na\ıvet ü şl�ii� viidİleıinde mütebiidir olan a\ıvil ü ePili ta\ı�İIµ elbette gayet ü nihaye­ te yetiştirdi. Eğerçi edİb ü v�ürlan da vardır. fe-ammii katı kemyıib ü nadir u ni-hem vardır. J:latti ol zümreden bir-iki devletmendi gördüm, Arnavüd cinsi idüğin t$.İ�a irgördüm. l;lilii ki, va�iir u edebde Bosnalı gibi bİ-ifarİne­ i a�in buldum. Bunlardan mi-cadii olan ecnisı ya'nİ ki, envii1-i milel-i vaci­ bü'l-iştlrası mu�a�ii layı�-ı devlet görülmedi. Piye �al' idüp, şadra geçenleıi da!)i ber-burdiir olmadı. Ehi-! � ü km ise �lim ve sitem-kar oldı. l;lıq-ı mila kullanıldı ise, !Jöyln il ıama'-kiir kopclı. ..

M�addlme-1 Lizimü'l-liife Der-Beyin-• Deki�-• 'ilm-1 �yife Merl_rı1m Sul� Mubammed zamin-ı sa1idet·nişinmda, 1ilm-i Jpyifete i1ti­ bir ve did-ı ijudi olan vecihete büsn-i teveccüh-i hidiyet-iişir buyurduk.lan

buşUş-ı büzürgvar, bu vechile i<Jam u tş1ir olunmuşdur ki, iyİn-i seli�n-i 10şminiyin ve l:cavanin-i bavi�İn-1 memilik-sitin ki, te'yİdit-i ilihiyye ile hemvire rİıüewed ve füyOZit-ı Sühbiniyye-i ni-mütenihJye ile her-iyine mü­ mehhed ü müeyyeddJr, tecirib-i aşbib-ı 1irlin ve teşirif-i ' ulemi-i rü-şiniisin müsted'isınca idib-ı kerimet-nişinlan, edit-ı diniş ü bİntşJe müeddi ve piy­ ı pest-i bünyin-ı erkinlan taşanufit-ı izmiyişle müstal:ıkem ü akva olduğun­ dan mi-1adi bu kir-bine-i sa'idet-nişina niı&m ve bu umılr-ı cumhOr-ı 'ilem-

Cogito,

sayı: 19, 1999


16

i

Gt!libo/11/11 Musıafa Ali

i mürUra ser-rişte-i inti?im viren vüzera-i �ükemi ve vükelfi.-i 'u�ala bir nc­ saJ:c-ı ma�bül-i müreueb ve bir üslüb-i nii-meslüb-i mühe��eb ibtiyir itm işler­ dir ki, �unln-ı bisyir u dühiır-i bİ - şümar ki in�ırii:-ı a'mar-i 5.demiyin, ol za­ mine-dek şibit ü ber-�arar ola ... gird-i bid gibi peıişan-ı rfızg.5.r olmayub, re­ vitib-i a�kam-ı İlihiyye gibi met in ü üstüvir olmağla, �uvvet-i ?Uhür bula, meğer ki, nedret-i 'u�aJ i veyıibud gaflet-i vüzeri u �ükemi sebebi ile ol umü­ ra ibtilil ve .iavibı!-J cumhür olan evim ir-i menşüra nal;tş u zeval vii.�i' ola.

Fe-li-cerem bu ni�m-ı mu�kem bini.sına es8s-ı müstaf:ıkem bırağan, se­ li�in-i m ul;ıt erem ii\ ewel-i erşedi ü eşher ve a'lemi ki, İ sta n bu l fitiJ:ıi mer�ı.im

Sultin Mul;ıammed l:fin-ı 'ilI-şindır, şiniyen, ol �avinin-i 'iliyeniii ta�viyetine be�-i mechüd ve evlad-ı emcid ü ferzendin-ı ma1ilİ-nijad zümre-i �amidesi tavşiyet-i sa'y-i mes'üd iden, M ışr-ı �ire fiiti�i Sul�n Seli m ljin-ı ğaianfer­ beyindır. Pes mezbı.ir Sul!in-ı kir-din, y a'n i Sul�n MW,ammed l:fin zaminında piş-keş gelen üsinidan ve �nıin-i hümiyıinlan üzere !Jaric-gü�r kefere evla­ dından devşüıilen etfal-ı bihiru'l-bahidan ki, 'atebe-i hümiyıina gelürdi ve

Biib-ı <Ali ağası olan merd-i zişin �uzürunda l_ıarem-i muJ:ıterem bıdmet-i si­ miyesine layı� olanlar ve der-binlığa ve yeiiiçeıiliğe ve ıaşra bi�metlere mu­ vifı� görülenler, kemil-i ted��e tefıi� olunub, yerlü yeline göndeıildi. Ve ol l)İnde saray-ı (imiresi g' ic esi namına olan merd-i nihrir kı, 'ilm-i lµyifeden bahir bir diniş-ver-i rüşen-zamİr idi, iği-yı bib ile ma'an l)iZır olub, her guli­ mıfı pİşinındaki, sa(idet imiritına naµrlan mütecaıı� oldukdan sofira içeıü alınurdı ve cibilletlnde 'alimit-ı şirret ü fesid olanlar !aşra bidmetlere şiyes­ ıe görilürdi. Ta ki, bed-ablilµardan biıi l)arem-i mul)terem-i şehıiyirİye dü­ şüb, ıariJµnca iği ve mir-livi veyibud melikü1-ümerilıkla hüveydi oldukda, müfsid ü �im ü cewir kopub, re1iyayı zulmile iteşe yaku b yandırmaya ve

ıaşra bidmetlere kullanduğı taıı:dirce, nefer rütbesine kalub, !Ja]�-ı 'iilema ce­ fi-kir ve iteş-endiz-ı dildmin-ı abyir olacak manşıblara varmaya. bi'i! bu idi iti, ol zaminıii ümerası kirdin ve her melikü1-ümerisı pesendİde-i erkin, vü­

zerası 'adlile şöhre-i cihan ve vükelası diniş ü binişle memdill)-ı rü-şinisin olmuş idi. Ve �ime kilşiş ider µ.lim nidir ve re'iyiyı yakub yandınr b�le

bılif-ı mütebidir idi.

t.ibı.ıa-i mühimme-1 müfide ve rlbııa·i mühattune·I pesendİde !:!afi olmaya iti, evşif-ı mülıik ve a'lim-ı l:Jusrevin-ı bılif-ı sülQk, lisin-ı 'A­

rabi'de birkaç Cogiıo,

evşif ile anılurlar. Zebin-ı Fiıisİ'de da!Jİ a'lim-ı müte'addide

sayı: 19, 1999


Künlı ül-alıbar

\

17

• ile ?ikr olınurlar. Ammi ev�af-ı 'Arabi'si. emir, sul�n. melik, bi�in ve ��ib­ �ıriin ve müeyyed min 'indi'llih lafı�landır. Niteki F.itisİ'leri, Qıdiv, ş.ih, tıudi­ vendigir, şihcnşih, busrev, şehriyir, server, tiicdir ve pidişiih vasıflandır. Pes bunlanfı isti'miili, her viliiyetifi mu�teiisı üzre zeban-ı vu�ü'ıfi me'aHdir. Bu minval üzre ki, memleket-i Rüm'da emir-i ş8.}:ıib-i sikke vü tıu�be olma­ yub, nasb-ı p3.dişihi ile emiret idenlere ı�l.i� olunur. Ammi memilik-i 'A­ cem'de ve diyiir-ı Etnik ü Deylemde'de ulu pidişihlara ve �ib-�ıran nimın­ daki miilik-i sikke ve butbe olan şihenşihlara

E mir dinilür. l:latti Timür gibi

şi):ıib-�uhüra Emir Timür ı\li�ı mün.isib görtlür. Kezalik sul�n ki, l)ikim ma­

'n.isınadır, ifia binien l) il.i Viliyet-i 'Acem'de mir-livi olanlara sul�n dinilür. l:lili ki, Rüm mülk.inde pidişih-ı •ali ciha ve nesl-i mülükden olan biviti n-i 'iffet-peniha sul�n ı,ıa�ı münisib görilür. el-�şşa, bi'l-frl 'Acem di y.innd a, şehrtyir olan kimesneler, bişşaten şih vaş fı ile afıılurlar. Ve Hind'de, tiicdir olanlar sul�n nimı ile ve Miveri'n­

Nehr'e, buşilşan Deşl-i lµpçaJı:'da �ükiimet idüp, şi\ı ib-i sikk e vü �uıbe olan­ lar ljin 'unviniyle ve memleket-i Çin'e �ükm idenler,

f:li.%i.n ıp�yle meşhiir

olurlar. Nitekim piy-tabt-ı Rilm'da bidiv-i büzürg-viir olanlara gih !Jünki.r

ııJaJ.c olunur. f:ludavendigirdan tertıim olunmuş ola fe-li..çerem bu !ikr olu­ nan istimiller 'ale'l-ıftırid olmadı, i'tibir-ı �avme göre <ibaret kılındı.

Bunlardan mi-cadi f:lusrev, ijidİ v ve Server birer vaşfdır ki, ibtişiş ile 'a­ mele getürtlür. Melik la� datıi milik'den murabbam olup, padişahlara 'alem gibi 'add olunur. Bi-buşilş, �urin-ı '�im ve Fu�n-ı lizimü't-ıekrim de se­

latin

ki ai\ılmışdır, elqertyi melik ismi ile yiid kılınmışdır. Ma'a !8]ik diyiir-ı

'Acem'de köy ketbudiilanna, Melik dirler. Mülilke ııl� olunurken, ol m�Ole diyenlere dabİ 'alem kılurlar. Gıbbe ı:ilik müeyyed min 'indi1lih bir vaşf-ı ce­ lilet-güvihdır ki, her savaşda zafer-desı-gih ve her bir ceng ü pürhişda manşfir-ı bİ-iştibih olan şihlara dinilür. Nice macrekelerde mu�ffer olsa, ancak birtnde hezimeti mulpurer olsa, ne

iıia müeyyed min 'indi'llih dirler

ne öyle vaşf-ı bişş ile i<zizmı liyık görürler. Ammi şiltib-�ıran, şol şehriyir-ı zi-şin ve 1ilem-gİr-i memiliksitin vaşfıdır ki, öftinde kimse dunnaya, k.işver-gİrliğe tenezzül llmeyüb, şaJ'lidan ğarba ıa�akküme cüll-i himmet eyleye. Niteki, Hicreı'den evvel gelen şeh­ ıiyiir-ı dindir a'ni bıhi lskender-i ?ü1-Iµrneyn-i nimdira ve küffir u fücciir zümresinden :ıuhOr iden

bedkirdir, ya'nİ Bubtü'n-Naşr-ı \llJ]ilet-medir-ı nev­

�uhQrdur ve tirib-i Hlcret'den soi\ra �hQr iden fµl�inifi bir şi�ib-�ırinı Cengiz-! rilşen-ıebir ve blrtsl dabi TİmOr-ı büzOrgvirdır. Coglto, sayı: 19, 1999


18

Gelibo/11/11 Musw/0 Ali

Amma �adimü'l-e.vyamdan beyne'l-müllık cıirİ olan ı��ılıiJ:ııit bu yüzden i d i ki. 'Acem pidişıihlanna Ekıisire, Rüm pıidişıihlanna �ayıişıra, Etrik J:ıöklm­ leıine ijavıi�in ve SelçUJ.<.İler'e Selıi!İn ı!lıi� olunurdı. .. Mülük-i Sıisıin, be�ıilise-i Yllnıin dabİ ol (ibiret-i muste'ardan sayılurdı ... Ammıi aşJ:ıab-ı 'a�I ü fehme ve erbib-ı faZI u ilme püşide olmaya ki selıitİ n-1 Al-i <Qşmin'da müeyyed min 'indi'llih na'tinesezavıir olan �ehriyiriin-ı 'ıilİ -cih evvelen Ebu'l-FetJ:ı-i nimdir Sul!ıin MuJ:ıammed-i kiim-kıirdır. Şiiniyen Ebü'n-Naşr-ı Sikender-va�ıir Mışr-ı �ıihire fıitiJ:ıi Sul!ıin Sel i m H3n-ı bülend­ iştihirchr. Şilişen Ebu'l-Mu?affer-i memıilik-medıir Sul!ıin Süleyman l:fin-ı Süleymıin-iktidıirdır. Ve bu üç pidişıih-ı manşür, hiç bir muJ:ııirebede mün­

hezim olmamışlardır ve taJ:ıt-ı J:ıükümetlerindeki sipıih-ı mevfür anlar J.<.utb-ı veğıi olduklan J:ıilde, kesr u hezimetJe man?Ur-ı üli'n-nühıi olmak taJ:ıa�uJ.<. bulmamışdır. Eğerçi ki, "Sul!in SeHm l:fin ŞaQrıi-i �arışdıran'da vıil i d - i büzürgvin Sultin Biyez İd l:fin'dan gürİzin o l d ı , müddet-i <ömründe kesr ü

hezimet i�timiili ancak ol ma�alde nOmiiyiin oldı" dirler. !:lala ki, şı��at-ı �ale v�f olmayub, bıliifın nakl iderler. Ziri kl, merhOm Selim ljan, valid-i celalet­ nişin ziyiretine <azimet-künıin idi, vüzeri-i bed-gümin, bılıif il:ıtimöli virüb, tob ü t ü feng e ateş virdiklerinde bi-vechin m ine'! vücOh cidiil ü �ıtiil

mübişeret ilmeksizin <avdet !arİlpy)e semt-i ibara müteveccih ü revıin ol­ muşidi. Bu taJ.<.dirce ne ceng niyyetine gelmiş idi ve ne kesr ü hezimet ile firir itmiş idi. Ve bu zümre-i celİleden şilJib-�ırin nimına sal!anat itmiş, ya1ni ki, �alem-i l)ükümeti serl:ıadd-i şarkdan aJ.<.ş .ii - yı garba yitmiş bir pidiş.iih-ı Siken der-sipih �uhür itmemişidi. İskender u Cengiz ve Ti mlır-ı şii�ib-i ceng ü sit iz gibi rôy-i zemini şar�an ve ğarben dolaşub, mülük -i ma'müre-i ariJ Al-i 'O�m.iin'ıfi biri m�Or itmemişdir. Fe-ammi Selim

liin ki, fitil:ı-i Mışr-ı l,(ihire-i <Urbin'dır, mu•ammer ol­

muş olsa, ya1lemu'llih şilJib-J.<.ırin olurdı. <Acem Şihı'nı v e m ü lCık-i Çeriiklse'nifi J:[ansu ôavri gibi �avl-ciihını sındırduğı gibi, sair piidişiilar dabİ zaminmda zevil ü btisrin bulurdı.

Cogtto, sayı: 19, 1999


Tarih-i Selaniki* SELANiKT MUSTAFA EFENDİ

Sultfın Murad bin Sultan Selim Han-ı mağfıir-ı cennet-mekan hüb süret· lü, açık kaşlu, kara gözlü, değirmi kumral sakallu, yassı yağnnlu, sinesi çok (çim-vav-kaf), vasatü'l-kiimeı, semüzyüğe ma'il, akbenizlü, bazüsı kuvveılü, silahşor (236b) aıda cüst ü çalfık, heybeılü Padişah-ı bi-dar u kamgar idi. Da'im oturduğı tahtgah-ı saltanatından a'da-i din ü millet üzere galebe idüp hasm-efken ve

mansur

u muzaffer olup düşmen sımakda idi. Ve Kızılbaş

mela'inün kal'u kam'ı babında mücidd ü sa'i olmağla on iki yıl ale'ı-tevali di­ yar-ı Şark'a asakir-i zafer-şi'an serdarlar ile sürdi. Güzide-! memalikin kab­ za-! iktidara getürüp, darü'l-mülk-i Tebriz-i aldı kal'a yapdırdı. Ve bu sebeb ile dirhem u denanir ahvaline ihtilal geldi. Gitdükce sim ü zer kıymete çıktı. Serhadd-i mansureden Şahi sikkesi mağşuş u müşevveş kemayfır olup, aksa­ l Rümili'ne dek geçdi. BJ'l-ahire edna bahaya takdir olunup, revacdan kaldı. Yine geldüği yerlere gitdi. Ve vasıta ile tüccar meıa'ı giran-bahiya satılur ol­ dı. Melbüsat u me'kulat es'an arıdı. Kanun-ı kadim-i Osmani yüz dirhem gümüşden dört yüz akça kesilür iken sekiz yük akça kesilmeğe ruhsat viril­ di . Ve bi'l-cümle ulufe-hôrlar evvelden alduklan

altunun

ve

guruşun nısfın

alur oldılar. Ve diyar-ı Şark seferlerine giden serdarlar kapu kullann artu­ rup ve umum üzre terakkiler virm.ek ile nefer zlyAde olup, haşmet u şevket-! devlet izdiyad bulmağla Hazine-i Amire masiiıifl u ihracatı fevka1-hadde ye· tişdi. lrad-ı Hazine-! Amire masrafa kifayet ilmeyüp, azim muzAyakalar çe­

kllmeğe başladı. Ve erbfıb-ı •

seyf

u ashab-ı kalem cadde-i lnsfıfdan huruc

Alıntı: Sel:tınlki Musta[a Efendi. Tarih·i &lt211fkt, Hazırlayan: Yayınlan, İstanbul 1989, C.I .• s.427-432.

Mehmcı fpşirli, il Cth, 1.0. Ed.

Coııflo, sayı: 19,

1999


20

Seltiııiki M11sıafO Eff>ndi

idüp, pişkeş ü hed aya n3miyle, rüşvetsiz mansıb u hidmel viri lmeyüp, na.­ ehi ü na.reva gelüp sadr-ı hükOmete geçdi. Beytülmal hakimleri tiz tebdil ü ta�·ir olmak ile mahsül-i mülk n3 -kard3 nlaı- eline düşdi ve tekalif-i şUkka-i saltanat ale't te'3.kub ve't-tevali re'Ay3.-yı memleket üstüne müteceddidü'l­ ems3.I tahmil olunur oldı. El-h3.sılü'l-kel3.m ra'iyyet na-ferman ve leşker-i saltanat P3.dişcih üstüne dilir ve hükkam hürmetsiz olup, dil uzatmakdan geçüp el uzatmağa (237a) başladılar. Her kJşi istedüğin ider oldı. Bu uslOb ve 3.yin üzre etraf u ekn3.f-ı memleketde kJmse aram u kar.ir itmeyüp cevr ü zulm ve bi-dAddan İstan­ bul'a gelüp sıklet nihayetin buldı Ma'işet ahvali gayetde sa'b u müşkil oldı. Mütekaddiminün zabt u raht eyledüleıi nizam u intizam bi'l-külliye kaldı. Vüzera-i izam ve ulema-i kiramda istiklal komayup, tiz

ref olunmağla

hal­

kun hükkamdan havf u hicabı götürüldi. rağbet kalmadı. Ve Padişah-ı mağfür-ı kam-ağah cthandarlık ayinini ve padişahlık ka'ide­ lertni gayet ala bilürdi.

Beyit Nişatt efzfıy ü şô.di kün sahavet ü zer ü mü/ket hor Vilayet gir ü düşmen küş cihan peymô.y ü leşker keş (Neşeli ol. mutlu ol. bolluk ve zenginlik ve maldan istifade et Arazi al, düşman öldür, dünyayı gez ve asker çek) "Kendü adi ü insafı ve takva vü afiifı üzre ulemasında ve vüzer.isında murid-ı dili mukt.azisınca kimse bulmadım" diyü nazm u şi'rinde iş'ir idüp, hasbıhal beyan iderlerdi. Hasbıhiil olan gazel bu gazeldür:

Gazel Gönlümün istedü[!I bana bir ô.dem, olsa. Hav(-ı Mev/d'dan iki didesi pür-nem olsa Usrü yüsrini kayırmasa iki dünydnun Cümleten dlem iki aynına bir dem olsa Nefesi olsa hayat irgürici mürdelere Bir ke/drnı niçe bin pdreye merhem olsa ZAhlr ü bdtını ma'mılrve yüı.i nılr-ı mübin Td-ebed ndzır olanlar ana hurrem olsa Coglto, sayı: 19, 1 999


Tarilı-i Selôniki

Malrzen-i ilm-i ledün

kô. ş if- i s ı rr- ı hikmet

Ey Murad; bize bir şö)'lece <idem olsa

"Ve ala külli hal alem halkınun hulkı ve akva l u efalleri elbette bu Devlet üzerine bela ve m ihnet ü meşakkati ve belki yad yağı leşker gelmeği icab ider" diyüp "Bari ak akça kara gün içündür gerek olur" diyüp hazine cem' it­ mek ba bın da ihtimam ve sa'y u i kda m ider olmışlardı. Bu hususa ibtid3 merhum

Beğ lerbeğ i Mehmed Paşa ıekarrüb idüp, bin yük akça cem' idi-ver­

mi şd i . Ve kendüzine dahi bu bid 'at müba rek ol madı .

Ve merhüm Müfti Kadı-zade Efendi ve merhüm Müfti Ma'l ü l -zade ve merhüm Çivi-zade Efendi -rahimehümu 'l/tihu ıa 'd/d - "Si zler (237b) Beytü l ­

m3.l-i Müslimin emini ve haki m isi n i z. Alçak haU ü k i msel e ri s ize getürüp ter­ biye! iderler hakim-i ma l idersiz, azacık ze m a nda külli temevvü l ü ikti dar hasıl iderler. Anun götüıi malı Beyt ü l m al -i snfdur getü rürse de almak ge· rekdür, getürmezse de almak gerekir, almama k size vebaldür" diyü fetvalar

virmişlerdi. Bu t akrib ile haz a'i n cem' olunur olmışdı. Ve memalik-i mahrü­ sa emval i , ki Haleb ve D iya rbek i rd ür, milket-i Şirvan ve Revan ve1 Nahcivan ve Azerbayca n ve Gü rc istan 'd a yapılan lula'da, muhafaza-i memleket ve di­ y.ir içtin kon u lan kul mev3.cihine ta'yin o lunup H azine-i Am i re'ye nısh dahi gelmez olmışdı. Selatin-ı maziye bu ahval ü elva n bilüp ve iz'an-ı pak ile ol memleket ü diyar zabtına mukayyed olmayup iltifat itmemişlerdi. Ve SultAn Seli m Han-ı Kadim ve Sultan Süleyman Han -aleyhimd'r-rahmetü ve1-gu{­ rdn leşker-keşlik ile bizzat seferler idüp , darbet-i şemşirleıin gösterüp, bir

alay m ela 'ini terk eylemişlerdi. Ve nice yüz yıldan berü nizam u intizam bul­ mış ma'mUre-i mülkün s ip3.h ve re'&\yasmı saklayup piyma.I itmekden sakı n­ m ı ş l ardı . Hası l ı harcına ve fa itmez viran memleketdür, iki ci han fahri Mu­ hammedü'l-Mustafa -salla'llahu aleyhi ve sellem- bed-du'ası yelişüp "Mezze­ ka 'l/dhu mülkehı1 kemd meueka kitdbi' buyurmışlardı. Husrev-i Perviz mül·

kidür, ki abadan olmasa gerekdür. Ve her çend bir padişah gelüp adi u dad

ile ta'mir-i bilad eylese biri dahi gelüp tama' ve cevr ü zulm ile harib eyle­ mek kir-ı ezelidir. M ilket-i Kızılb�ş hustisunda Padişah-ı mağfür vükeli-i devletün re'y u tedbiıin dinlemeyüp inAd itmekle gerçi zor-ı blizti ile nam­ ı\verlik eyleyüp kabza-! tasarrufa getürdl velakin devlet ü sal ıanaı -ı Rüm rev­ nakı kal ku p , Asttane-i sa'idetün ayin ve uslüb-ı kadimi tebdil ü tağyir olma­ ğa sebeb ü b4'is oldılar. Ve masarif-! devlet fevka1-had ol u p. tdafat u lsrafı\ıı m u zahra fat nihiyetde olup hiçbir yerde hak üzre es'iir-ı Müslimin sürülCogUo, sayı: 1 9, 1 999

21


22

Selaııiki Alusıafll Efi:ıuli

me�üp ve narh c3ri olmayup, Ali.ah teb3rek (238a) ve ta'fi.lô a'mal u ef'a.J

ve

akvoilimüze göre ahvaHmüze ihtilal virüp berekatı götürdi. Ah l<ik-ı halk ya­ ramaz oldı. İnsaf ile mu'3meleden kaldı. Ve selfrtin-i se l e f -rahimehii mii 'lllw ıaii/d- eyy3m-ı devlet ü saltanatlarında vüzera ve vükela ve ulemfı.sıyla dik­

kat ü ihtimiimlar idüp, dirhem ü den3.nir hustisunda bezl-i makdtir idüp, en­ v8'-ı tehdid ü siyaset ile bahiisında ve halis istihdam itdiıilmesinde kallabları asla komayup, ukübet ile kati eyleyüp aleme ibret iderlerdi. P3.diş8h-ı mağfür zem3nında terk-i siy3.set olunup ve ekseriya s;i'ir me­ m3lik-i p3.diş3hi de alttın ve guruş eski kıymeti üzre r3yic olup, bid'at-ı sey­ yi'e kabül olunmamışdı. Diyir-ı Mıstiyye ve Yemen ve Cezfl'ir-i Garb kadim­ den ola-geldüği üzre kullanup bahasında zerre tefavüd itdirmemişlerdi. Hu­ süsan etraf u eknifda olan mullık-i küffar altunlannda ve guruşlannda mü­ cidd ü si'i olup, icri-yı ahk3m-ı siyaset ile tağyir vaz' itmeyüp "P3diş3h-ı Rüm bize nümüne yeter, ahval ve emval-i saltanata ne mertebe ihtil31 gele­ cekdür göresiz" dlrlerdl. Ve müşir ü müdebbir-i mülk olan ukala ve vükela-i devlete istik.13.l-i vucüd virmeyüp "Tasanuf benümdür" di mekle, mesalih-i mülk kar-iığahlar elinden çıkup mültezim ü ummal ellerine düşmişdi. Ve ma'mlıre-i mülk-i dünya zir-i nigininde eben an ceddin mevr\ısı olup, böyle şehenşih-ı mu'azzam bu vechile saltanat-ı kahire sahibi iken a'd3.-i din ü millet dirhem ü denanir babında takbih u ta'yib eyleyüp, ez kaf ta be-kaf rO.y-ı zemini geşt ü gül.Ar eyleyen tüccar vech·i arzda hisıl olan emti'a-i nefi· seyi berr ü bahrden tahtg3h-ı saltanat-ı Kostantiniyye'ye nakl idüp, enva'-ı fev3.'id ile behremend olup canlarına can katarlar iken her gelen tasavvur­ dan ziyade eyleyüp, eyü gördüğin söylemeğe başlayup gider olmışlardı. Ale'l-husus erbab-ı ticaretün meta'larında gümrük hususında çekdikleri mihmet ü meşekkati hiç bir bendergahda görmemişlerdür. Bu devrde bid'at u cevre ez'iif-ı muziı'af (238b) mübtela olmağla amme-i alem hile vü hud'aya salik bi'z-zarüre cadde-i istikametden çıkdılar. Hıyanetle mu'amele ilmeğe başladılardı. Ser-mayelertnde bereket bulmayup zi-kudret ü miknet olanlar dahi az zemAnda ednaya muhtac oldılar. Şe'amet sirayet eyledi ve virdüklert gümrük zekôtlanna geçmek şer'an mu'teber ü makbul olurken her senede amed ü reftden birkaç kerrehadden ziyade mültezim ve amil Yahud mela'in gümrük almağa ticaret değil canından bizar olur olcİılar. Selef padişahları -rahinıehümü1/Qh ta'd/d- zemônlannda gümrük mukata'atı tahvili üç yılda

iki yü z otuz beş yükden tecavüz ltmemişdi. Haliya tahvili altı yüz ve yedi yüz yük akçaya furuht olunup, her üç ayda kıste'l-yevm üzre kul mevacibi

Coglto,

sayr 19, 1 999


Tarilı-1 Selaniki

içün havaleler ile Hazine-i A m i re'ye akçalar teslim olunur. Hamr ve arak-ı kefere ve sfı'ir m u kata'At külliyyen ziyade be r- ziy8.de furuht olunup, asla ve ka t' a mu h<iscbfıt-ı kadime ile münasebet kalmayup, defitir-i sabık8.t amel­ mfınde olmışdur. Çuka ve kemha ve atlas ve çatma ve destar ve bogası ve as­ tar ve kutni zirfı.'dan nakıs olduğından ma-ada he r met3'un kıymeti ez'af u

muza'af olup, gümrü k ve hac ana göre alı n u r o l d ı . Ve hükUmet ü saltanat Allah subhanehu ve ta 'al a nu n hikmeM baligası üzre m u 't ed dü r . Hazz-ı nefs ve şehev§.t arzusiyle sürtlicek seti'u'z-zev3.I oldu­ ğı nda n gayrt şerr ü şura sebeb ü b a ' i s olup ve ha l k u'll ah da n insaf u d iyanet ve salah m ü rtefi' olup g i d e r. El -iya zü bi'llah fesad- ı aleme mü'eddi olur. Ni­

tekim Devlet-i ls la miyye'de kaç defa ümmet-i din-i mübin içinde a'da elin­ den niçe yüz bin kerre yüz bin ehl-i Tevhid kılıçdan geçüp ehl-i sa'adet ü şe­ hadet olmışlardur. Hulefa-i Abbasiyye'nün ahiri Musta'sım bi'llah üstüne Hülagu Tatan ne denlü ci'an mela'in ile Bağdad'a gelüp ehl-i tevarih ittifak eylemişler, on iki kerre yü z bin Müslimlin katl-i anı oldı. Hicretün altı yüz elli altısında ve sekiz yüz dört tarihinde (239a) Timurleng niçe yüz bin leş­

ker-i Tatar ile Memleket-i Rum'a gelüp, Al-i Osman'dan Yıldınm Bayezid Han üstüne Ankara sahrasında kıtal idüp şikest itmedi mi? Saltanat-• Rum hôd here ü merc olup Timur'un vücudı alemden nii-bud olmayınca gliziyan-ı ehl-i İslam ne mihnetler çekmişlerdi. Ve şimdi bu zemiinda ise hiçbir nesne­ de h ayr u bereket kalmamışdur. Ve .. Bin senesinün fitnesine bizi yetişdiıme ya Rabbi" d i yü geçen ulema ve meşliyihün mecalis-i aliyelerinde du'a vü se­ nalanna Amin Amin dimez miydük? Anlar gitdiler ise emiinetu'llahı bize ko­

yup g itdile r. Ve bizüm KJtabu'llah'a ve sünnet-i Rasulu'llah'a uyar dürüst söyliyelüm kangı amelimüz vardur ki kahı u galayı" ve nekebiit-ı dehli üstü­ müzden defu refeyleye. Ve belki l eyi ü nehiir a'mal ü efal-i seyyi'emüz kul­ lablan ile meşakkat-i alemi çeküp ge t ü rm ek t eyüz .

Naznı Devlete göre dsildne olur Her kuş-içütt bir dşlydne olur · Sanmanı�z halk olur zenıdne göre Belki halka göre zamdııe olıır. Ve bu kamda husOsan Padişah-• mağfür Sultan Murad Han hlmmet-i aliyesine

göre ulema ve vüzeradan kendü

dil-hahı üzre umOr-ı devlet il salta-

Cogilo,

sayı: 1 9, 1 999

23


24

Seldniki Mıısta/Q Eff..11di

nata sezavar kimse bulnıayup. müddet-i hilafetindeki yiğinni bir yıldan mü­ tecaviz zemanda ne denlü veziria'zam ve müftilen3m ve kadıaskerler ve def­ terdaran-ı emval ale'He'.iik ub ve't-tevali mütebeddil ü mütegayyir o ld uğ u n ­ dan umCır-ı devlete kül l i halel ü zelel 3.nz olup, a'da-i din-i müşrikin canibin­ de dahi PAdişAh-ı din-pem\h hazretlerinün telewün ü tereddüdi sebebi ile keyd ü mekr ve hile ile ale'd-dev.ii m tedbir ü ted3.rük üzre olup, E rdel mel'ünı ve kıral-ı bed-fi'AI ve habis la'in ve s3.'ir etnif u ekn3.fda olan melA'in ittifak eyleyüp cem'iyyet-i azim ile serhadd-i memAlik-i İsl3.miyye kılıi'ına hücCıma bA'is oldı. Bi 'l-3. h ire asıikir-i islam-penah harekete gelüp sefer iktizA eyledi. Kendüzi P3.diş3.h-ı 3.lem-penah hazretleri kul t3.'ifesine hüsn-i zann üzre olmayup, niçe kerre Div3.n-ı mu'allaya kü sta ha.ne gelüp, cür'et eyl ed ük­

leri ecilden i'timoid u i'tik3.dı düıii s t değildi . As3.kir-i mansOreyi serdarlar ile (239b) a'da-ı din ü millet üstine göndertip istihdam eylerdi. Bu vasıta ile da­ hi erkan-ı saltanat esnifına ecnebiyye ve er3.zil-i nas karışup, Yeniçeriler ocağına ve bölüklere dahil olup, rüşvetler aşikare viıilüp-alınur her sınıfa ih­

tilal-i külli gelüp, Devlet-i Osmaniyye'nün perişan-hal olmasına ba'is niçe dürlü eıvar ihtiyar olunup, müsamaha iderek adet ve kanun oldı. Mütekad­

dimin içinde küfre beraber olup edna mertebesine el-iyazü bi'llah zerre den­ lü müsa'ade muhal ü mümteni' olan ahval bu zemanda makbul ü mu'teber oldı. "Halal ü zülaldür" diyüp, haşa ahrarun evlad-ı zükur ü inasın dahi

"Abiddür" diyüp alup düzüp koşup firiiş-ı saltanata terbiye eyleyüp virdiler. Niçe zürriyat tevellüd eyledi. Ve zukunn harem-i muhteremde abid diyü kullanurdı. Ahir-i kiir dünya-yı na-piiydiir na-siizkarlık eyleyüp on dokuz ne­ feıin bir uğurdan boğup gaddarlık eylediler. Yiğirmi yedi nefer kızlar Eski­ saray'a gidüp anaları ba-izz ü naz firiiş-ı saltanata varanlar kapucılar ve Bö­ lük-halkına ve çavuşlara viıildi. Ve koncı Yeniçeıilere çıkdı. Belki şimden girü kalan sülile-i selatin dahi eda.niye viıile. Kadimi bu devlet ü saltanat vükelası ve uleması hiç bu ma'naya yakin yerlere, ırz u namus eksikliği ma­ halle padişahlar uğradırlar mıydı? Diyanet ü takva ile mu'amele itmeyüp mtisimaha-i fetvi ile alemden berekat-ı ilahi kalkmağa sebeb oldılar. Her tarafda e'adi-yi din-i mübin İslim ehline hücum ider oldı. AllAh tebaret ve ta'ali beterinden saklaya, yüzimüz karasına bakmaya. Ne'uzü bl'llahi min �urtlri enfüsina ve min seyyl'atı a'malina AIL'lhümme as/ıh ahvd/end ve ahvale Sultanind ve ahvale sd 'irü 'l-Müslimlne ecma'in. lnneke ente 'l-ceviidü 'l-kerim .

Coglto, sayı: 1 9 , 1 999


" Osmanlı Tarihi En Çok Saptırılmış, Tek Yanl ı Yorumlanmış Tarihti r " HALİL İNALCIK İLE SÖYLEŞİ Söyleşiyi yapan : İlber Ortaylı

İlber Ortaylı: O s m a n l ı Devleti'nin k u ru l u ş a şa m a l a n nı tespit edebiliyor muyuz?

Halil İnalcık: Osmanlı Devleti , a d ı n ı kunu..·usundan alan bir hane­ d a n devle t i d i r. Bu çeşit siyasi for­ masyon d a , yal n ı z ege m e n l i k gücü değil, ülke ve halk hükümdann ba­ badan gelen bir aile mülkü gibi algı­ lanır, her türlü tasarruf hakkı yalnız onun onayı ile geçerlidir. Bu devlet tipini Max Weber patrimonyal teri­ miyle öbür siyasi formasyonlardan ayın eder. Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman zamanında Anadolu 'da ortaya çı­ kan tüm beyl i kler tipik patrimonyal devletçi klerdir. 1 3 . Yün·ıl'da Anadolu Selçuklu Devleti'nde Hnisliyan devletlere karşı güney ucunda (Toroslar eşi­ ğinde Karamanlılar) kuzey ucunda ( Kastamonu'da Çoban-oğullan) ve bar ı ucunda ( ilkin Eşref-oğlu, Ham id-oğlu, Denizli. sonralan Genni_van ve Bi· zans'tan fethedilen toprakl3.rda Menteşe, Aydm, Saruhan, Karesi ve Osman· lı) uç beylikleri meydana çıkmıştır. Konya Selçuklu sultanı onlan bir berat ( menşur) ile "sipeh-salar", "slpah-bed" unvanı altında uç beyleri olarak res­ men tammıştır. Beyli kler kurucusunun adını almışur. Aydm-jJi, Menteşe-ili, Saruhan-ili gibi. Bu olay, onlann patrimonyal devlet karakterini kuvvetle Coglto. sayı: 1 9 , 1 999


26

Hdlil /,,a/ctk ile Södeşi

yansıtır. Osmanlı devleti de k uru c u su n u n adıyla anılmı�tır. Gerçeklen ilk sa­ \'aşçı grup; gaza liderinin, kutsal savaş ve ga n i met için etrafına nöker/yol­ daşlar toplamasıyla ortaya çıkar. Nöker/yoldaşlann mutlaka kan akrabalığı­ na dayanan bir klan-boydan gelmesi şart değildir. Daha ziyade dışaı·dan ge­ len "gaıibler". ganimet için savaşmaya hazır yabancılar, kullar olabilir. Or­ han'ın imamı İshak Fakı'ya (Fakih) kadar inen en eski rivayette Osman Ga­ zi'nin nöker/yoldaşları, "g3ziy3n" bu biçimde onun bayrağı altında toplanan çeşitli kökenden insanlardır. Oruc Taıihi'nde yazıldığı gibi "bu Osmiiniler garibleri sevicilerdir" ve bu gelenek Osmanlı tarihinde sonuna kadar devam etmiştir. Yabancılar. daima liderin yakınlan olmuştur. Bu savaşçı grubu bir­ leştiren faktör, bir taraftan "doyum", ganimet olmuşsa öbür yandan kutsal savaş, gaza olmuştur. Nökerlik/yoldaşlık, gaza önderine "anda" ile bağlanma yoluyla kurulur ve "g3ziy3.n" grubu bu suretle ortaya çıkar. Tutsak düşen Köse Mihal, Osman'ın nökeri olmuş, ilk akınlarda işbirliği yaptıktan sonra bir gün çağrılmış İslamiyeti kabul etmesi istenmiştir. Osman Gazi. g3ziy3n için aynı zamanda önemli bir siyasi hedef göster­ miştir. Onun Köse Mihal ve Samsa Çavuş ile işbirliği yaptığı Mudurnu-Göy­ nük "doyum" seferi, aynı zamanda Bizans payitahtı lznik'in fethine hazırlık­ tır. 1097'de birinci Haçlı seferinde Batılı Hıristiyan ordusunun Selçuklular­ dan aldığı İznik, bu Uç Türkleri için tekrar İslama kazandırılması gerekli bir kutsal amaçtı . 107S'te lznik'i fethedip payitaht yapmış olan Selçuklu Kutalmı­ şoğlu Süleymanşah, Osman'ın dedesi olarak benimsenmiştir. Başka deyimle, İslami kutsal savaş, Osman'ı ve onun gibi bu Uç'ta, gaza serhaddinde savaşan alplar ve alp-erenleri harekete geçiren, "doyum" akınlarına anlam kazandıran kutsal ideolojidir. Başlangıçta Aygut Alp, Turgut Alp, Konur Alp, Hasan Alp, Akça Koca, Samsa Çavuş gibi Uç liderleri bağımsız hareket ediyordu. Zaman­ la Osman Gazi'nin "yoldaş"ları oldular; zira Osman Gazi, çağdaş gözlemci Pachymeres'in kanıtladığı gibi bu Uç'ta en atılgan, en başarılı gaza öncüsü durumuna gelmişti. Öbür yandan ı1vayetin anlattığına göre, Uç toplumunda, Babai dervişlerin en saygılı kişisi Vefıiiyye halifelerinden Ede Bali Osman'a ıeberrükte bulunmuş, Tann'dan gaza önderliği beşaretini vermiştir. (Ede Ba­ li'nin bu Uç'ta Vefiiiyye halifesi olduğunu çağdaş bir kaynak, Elvan Çelebi Meru\kibnamesi kesinlikle açıklar. Hanedana Tann'nın dünya egemenliği ba­ ğışladığı hakkı mla çok rastlanan rüya motifi ise, kuşkusuz çok sonralan ek­ lenmiş bir hikayedir. Osman'ın ve sonralan Osmanlı sultanlarının Vefii lyye şeyhleı1yle yakınlığı ıarthi bir gerçektir.) Coglto, sayı: 19, 1999

1

Türk-Moğol geleneğine göre "an-


""( h ı ı ı a ı ılı "/iuilıi l:ıı

<l a " ,

w\·;ı

("uk ."İ" / ı t ı r ı lı ı ı ı � . l ı·k \"ıı ıılı \ " 1 1 n w ı lm 1 1 1 ı ı 1

"fllrilııir'"

27

r i ı iu.:I �·t.· ı ı ı i n k gcı\-cklc�cn s<ı\"<ıwı ni)kcrl i klvold<ı) l ı k kunımu iiylcı.:c

İ s l �l m i g<ıi'..:t i<leolojisiyle k�ı�·mı1ıyoı·, O s m a n Gc.ıı.i\i w.; l a n n en i leri kuı-.al sa­

va� l iJcri d u nı m u n a vükseh i�'ordu k u ş k u s u ı., Osman'ın ka ri yerin de :-.i�·asi lor­ nıas�·on yol u mb i l k a�anM d ı r. O s m a n gclencbd riva�·ette daima Osman Gazi d i vı...· a n ı l ı r

ve

o n u n toıı..ı nlan da en

ı .i y ad e hu unvanla övünürler. ?

B i d n d aşamada O s m u n G a z i ' n i n harekat

üssü Söğüt'tür. Devletin doğu­

ş u n d a i k i n c i a ş rmı a , Kara<.: a h i s u r ( Eskişehir yanında Karacahisar) fethidir.

Bu fet i h onu g a ı.i li k t e n rn.· h c: y l i ğ i n c �·ükse l t m i ş l i r . Osman Gazi döneminde t ü m Anadolu Türkmen heyleri . Sdçuk sulta n ı n ı n b i r mcnşiırla atadığı bey ­ ler/emirler d u ıu m u n d a i d i l e r

ve

o n l a rdan hiçbiri suhan unrnnını almaya

saret cdenıeı.d i . Böyle h i r hareket, ıneşriı hükü mdara, Selçuk sultanına

ce­

İl­

han'a karşı isyan anlamına gelird i . Selçuk Devl e t i kadrosunda, s ı n ı r böl ge l e ­ rinde s u l t a n ı n menşlıru ile a t a n m ı ş "cmiıiil ü nıcrfı" ( beylerbeyi ) . "s i p<ih - bed" veya "si peh-sfllftr" unvanı ilı: v a l i l e r vard ı . Onların e m ri nde sınırın en i lı:ri kı:­ s i m lerinde yerel Türkmen uç b ey l e r i , gaza l a a l i \·cti gö!<.tt'rirlerd i . Os ma n Ga· zi i.Şk' b u u ı.,·-beylerinden biıi olarak. Kastamonu bölgesi si pah-s.5.13.rı olan Çoba n oğ u l l a r ı n a bağl ı idi. B u b i l g i b i z e . O s m a n ' l a çağdaş o l a n Y u n a n t a r i h ç i s i Pachymeres tarafından n> rilmektedir. Demek k i . Osman için o zaman şöyle bir hiyera�i mevcu ttu. Osma n , Kastamonu beylerbc�·ine, o da S e l ç u k l u s u l t a n ı n a , S u l t a n da İran'daki İ l han'a bağ ı m l ı i d i . Si�·asi otorite, bu bağı m l ı l ı k zinciri içinde meşrü l u k kazanırd ı . Eski Mentikib­ n a m e geleneğinde, Osman G a z i ' n i n K a r a c a h i s a r fe t h i ü z e r i n e { 1 2 8 8 ) S e l ç u k s u l t a n ı ndan b i r m e n ş ü r i l e resmen sancak beyl iği unvanı aldığı iddia edilmiştir. Bu sonradan eklen­ m i ş b i r iddia da olabilir. Osman oğ­ l u Orhan G a z i ' n i n 76 1 / 1 360 tarihli vakfiyes i nde Osman Gazi, Bik ( Bey) diye a n ı l m ı ş t ı r . H e rh a l d e Osm a n ,


28

Halil lualcık i/t> Sö\•/cşi

daha sağl ığın da , beylik iddiasında bulunmuş olmalıdır. Karacahisar fet hin­

den sonra bu bağl amda , eski rivayette, Osman'ın devlet politikasına ait ka­

rarlan üzerine ilginç bir bölüm aynl mı ştı r (Aşı k pa şa - zade Bab 9). Kardeşi Gündüz ile konuşmasında Gündüz yağma akınlanna devam önerisi nde bulu­ nur. Buna karşı Osman, "bu nev3hileri.imüzü yak ıp yıkacak, bu şehri.irnüz kim Karacahisardur, ma'mılr olmaz. Olası budur kim, komşulanmız ile mü­ dara dostluklann edevo z . " Osman, Gemıiyan tarafından ge l e n yağma akınla­ n na karşı bölge Hıristiyanlannı koruma görevini ü s tl enmi ş . fetholunan yer­ lerde yerl i Hıristiyan halkı , köylü ve şehirliyi "istim.alet" ile yerlerinde bıra­ kıp korumuştur. "İstim31et" hoşgörü ile kendi tara fı na kazanma anlamına­ dır. Osmanlı kaynaklan, istimaletin, Osmanlı fet i hlerinde ve devletin kolay­ lıkla yayılışında önemini vurgularlar. Aşıkpaşa-zade (Bab 1 3 ) diyor ki: "Bu dört pare hisarları (Bilecik, Yarhisar, İnegöl, Yenişehir) kim aldılar, vilaye­ tinde adlü did ettiler, ve cemi' köyleri yerlü yerine gelüp mıltemekkin oldı­ lar. Vakitleri kafir zamanından daha eyü oldı belki. Zira bundaki kafirlerin rahatlığını lşidüp gayrı vilayetlerden dahi adam gelmeye başladı". Geyve fet­ hinde ( Bab 20) "halkını emn ü aman ile inandurdılar". Rum halkı, İslamın "ehl-iz-zimme" hukuku dairesinde koruma, Rum Ortodoks rahiplerinin ayn­ calıklannı tanıma, Osmanlı egemenliğinin hızla yayılış sımnı açıklar. İslim devletinin egemenliğini kabul eden gayrimüslimler, "zımmi" haklannı kaza­ nır, onlann canını malını himaye ve dinini serbestçe icra, devlet için dini bir borçtur. Osmanlılar bir yeri zorla fethe girişmeden önce üç kez teslim öneri­ sinde bulunurlar, kabul edilirse aman verirler, şehirlere "amin-nime" veya "ahdnime" ile güvenceler tanırlardı. Bazı siyaset bilimcilerimizin, istimileti çağdaş kavramlarla özdeşleştirerek yaptıkları yorumlar kuşkusuz abartmalı­ dır. Osman Bey, 699/ 1 299 yılında Eskişehir batısında Bilecik, Yarhisar, Yeni­ şehir ve İnegöl tekvurlannın hisarlannı fethettiği zaman, riviyete göre kendi

adına hutbe okutmuş, bağımsızlık iddiasında bulunmuştur. Öyle görünüyor ki, Menakibname, bu aşamada Osman'ı öbür Türkmen beyleri gibi bağımsız­ lığa hak kazanmış kendi adına hutbe okutabilecek bir lsl!m hükümdan gibi göstermeye çalışmaktadır. Menakibname Osman'ın 699/ 1 299 yılında Karaca­ hisar'da kendi adına hutbe okuttuğuiıu, bağımsızlık iddiasında bulunduğunu (Bab 1 4 ) , kendi töre/kanununu ilan ettiğini ( Bab 1 5) , kadı tayin ettiğini, özetle bağımsız beyliğini bir Türk-islim saltanatı gibi teşkilatlandırma işine giriştiğini anlatmaktadır. Başka deyimle Menakibname'yi yazan (Yahşi Fa­

kih) veya anlatan (Orhan'ın imamı ishak Fakih) bağımsız Osmanlı devletinin Coglıo, sayı: 19, 1 999


"Osmmılı Tar-ilıi En Çok Saprınlını� , Tek Yanlı Yorııtnlamnı� TarilılirN

29

bu tari h te doğduğu bili nci nded i r. Biz onu izleyerek bu tari h i , devletin ger· çekten ve hukuken kuruluş tarihi olarak kabul edebilir miyi;,.! Doğu'da dev­ let, hanedan demektir. Başka deyimle devletin kuruluşu, her şeyden önce, egemenliğini Tanrı'dan aldığına inanılan karizmatik bir liderin ortaya çıkışı­ na bağlıdır. Tabii , liderin ülkesi, vergi ödeyen geniş bir halk kitlesi, reayası gerekli koşullar olarak düşünülür. Bu tip devlet tipik patrimonyal devlettir. Yazıcızade Ali (Tarilı-i Al-i Selçuk . 30a, yazılışı il. Murad deVTi) bu koşullan şöyle anlatır: "P3.diş3.hlann devleti ve hönneti nöker ve il ve memleketledir. Eğer nöker ve il ve raiyyet olmayacak olursa padişahlık mümkün değildir" (nöker. lidere "anda" ile bağlanmış, ona ölüme kadar sadık yoldaş demektir. İl ve memleket, vergi veren tabi halkın oturduğu bir ülke anlamındadır). Ço­ ğu kez önemli bir zafer, Tann desteğinin açık bir işareti kabul edilerek kariz­ matik liderin zuhurunda ve hanedan kurma yolunda en önemli olay sayılır. Bu eski rivayet, başlangıçtan beri bağımsızlık iddia eden sonraki Os­ manlı sultanlan zamanında ekJenmiş olmalıdır. Herhalde Bilecik-Yenişehir bölgesinin fethi Osman'ın kariyerinde kesin bir gelişme aşamasını ifade eder. Bu fetihle o, doğrudan doğruya Bizans Devleti'nin iki önemli merkezi­ ni, İznik ve Bursa'yı tehdit altına almıştır. Bizans'tan Batı Anadolu topraklannı fetheden öbür beylikler gibi, Os­ man Bey de şimdi Selçuk sınırlan ötesinde geniş bir bölgeyi egemenliği altı­ na almış. birçok şehir ve kalelere hükmeden bir bey durumuna gelmiştir. Bundan sonra Osman, yerel tekvurlarla değil. doğrudan doğruya Bizans im­ paratorluk kuwetlerine karşı savaş vermek zorunda kalacaktır (bkz. 1 8 0 1 Bapheus Savaşı). Bu tarihlerde gerek Selçuklu sultanlan, gerekse onlann metbuu İran llhanlılan artık bu uçlarda kontrolu kaybetmişlerdi. Osman'ın Beyliğine dair eski rivayetin dikkatle incelenmesi gerekir. Ewela. kaynağı­ mız Karacahisar tekvurunun sultanının bir harac-güzan olduğunu kaydeder. Karacahisar, Eskişehir'den 4 km. kadar sarp bir tepe üzerinde kurulmuş kuwetli bir hisardır. ' Selçuklu sultanı haraç ödeme koşuluyla bu hisan tek­ vuru elinde bırakmıştır. Daıil'I lslam'a dahil bu tekvur bir harac-güzar ola­ rak sultanın himayesi altındadır, ona saldırmak sultana isyan anlamına ge­ lir; fakat rivayete göre Tekvur Osman Gazi'ye, yani Müslümanlara saldırmış, böylece İslam hukukuna göre "illik"ten çıkıp "yagılık" durumuna düşmüştür. Rlviyete göre sultan, "Karacahisar tekvuru bizüm ile yagı olmuş" demiş. O sırada, Orta Anadolu'da ilhanlı kumandanı Bayancar'ın saldınsı haberi üze­ rine sultan kuşatmayı Osman'a bırakmış ve kale Osman tarahodan fetholun-

Cogito,

sayı: 1 9, 1 999


30

Halil lııalcık il(' Sriylt•şi

muş. Öte yandan gerçekte bil iyoruz ki, çağdaş Selçuk kayna�ı Aksarfıyi'nin kroniği ne göre, lll. Al<ieddi n Keykubad ( 1 299- 1 302) zam an ı n da İlhanlı generali Bayancar Anadolu'da Moğol kuvvetleı; n i n başına getiri lmiş, ona karşı bu mevkii kendisi için isteyen öbür ilhanlı kumandanı Süle miş 'in isyan bayrağını kaldırmıştır ( 1 299). Gö rülüyor ki, Osman'ın Ka­ racahisar fethi ( 1 288) ile Bayancar ol ayı ( 1 299) arası nda bir i l işki kurmak güçtür. Öbür .vandan ili. Alaeddin Keykubad'ın 1 298- 1 302 arasında Selçuklu tahtında oturduğu k es i nd i r. 1 299 yılma ait olaylar Osmanlı kron iği nde 1 2 88'de Osman'ın Karacahisar fethiyle karıştırılmış olmalıdır. Özetle, Os­ Miisdmeretii 'l-Alzbtir adlı

manlı rivayeti, Sultan'ın bir harac-güz;irı olan Karacahisar tekvunma karşı 1 288'de Osman'ın saldırısını meşni göstenne çabası içi ndedir ve Aliieddi n ile ilgili 1 299'da vukubulan ol avl a n kanştırmtş görünmektedir. 1 288'de Selçuk tahtında Aliiedd i n d eği l ,

il.

Gıyaseddin Mes'ud oturmakta idi. Sülemiş isyanı

( 1 299). Osman'ın bağımsızlık iddiasıyla ilişkili olabilir.

Bu koşullar ahında Osman, l 299'da fiilen bağımsız bir bey durumunda­ dır ve önemli siyasi girişimlerde bu­ lunmaktadır. Osman l 2 99'da Yeni­ şehir uç merkezinden doğrudan doğruya İznik'i tehd i t etmektedir; 1 3 00'de Osman 1 2 04- 1 2 6 1 döne­ m i nde Bizans İmparatorluğu'n u n , daha önce 1 075- 1 097 döneminde i l k Selçuklu payitahtı o l a n İznik'i fet­ hetme giıişi m i nde bulunacaktır. Os­ man Bey, 1 300'de Yenişehir'den ha­ reketle Avdan dağlannı geçecek, lz­ n i k ' i kuşatacak, şehri k u rtarmak için lstanbul'dan hareket eden bir Bizans ordusunu Yalova doğusunda H e r s e k D i l i d ü z l ü ğü n d e , Y a l a k ­ Ova'da baskınla denize dökecektir ( Bapheus/Koy u n h l s a r Savaşı , 2 7 Temmuz 1 30 1 ). Çağdaş Bizans ta­ ıihçlsine göre, bu zafer üzeıine Os­ man'ın Onü Paflagonya (Kastamo­ nu) bölgesine kadar Anadolu'da yaCoglto, sayı: 1 9 , 1 999


·v_rnuııılı Tarilıi F.. ı ı

Çok 8aprrrıfnıı� . Tek Ytı ııfı Yorımılammş Tarihlir"

_vı la cak, gazi savaşçı gruplan onun bayrağı altı n a koşacakt ır. Bizans kayna ­

ğı, onun, atlı ve piyade askerinden oluşan ordusundan ve savaş için uz.aklar­ dan gelip katılan Türk savaşçılan ndan söz etmekted ir. Herhalde, 1 2 88- 1 299 döneminde Anadolu'da ortaya çıkan ola>far gözö­ nünde tutulmadan Batı Anadolu'daki gelişmeler anlaşılamaz. 1 2 84- 1 288 dö­ nemi Selçu klu Anadolusu'nda bir kargaşa dönemidir. 1 284'te Argun Han, Sultan Gıyasedd i n Keyhüsrev'i idam etmiş ve yerine Gıyaseddin Mes'ud'u Selçu k tahtına otunmuştu. Ona karşı Karaman ve Eşrefoğlu kuvvetleri Kon­

ya'yı aldılar ve Keyhüsrev'in iki oğlunu tahta otuntular. Türkmen beylerini cezalandırmak için Arg u n H a n oğl u Geyhatu'yu büyük bir Moğol ordu su yla Anadolu'ya gönderd i . Keyhü s rev'i n oğulları yak al a nı p ortadan kaldınldı. Sultan Mes'ud'la birlikte Gey ha t u Konya'ya girer. 1 2 8 8'de Germ i ya nl ıl ar da ­ hil, Tü rkme n beyleri Sultan Mes'ud'a itaat ederler. işte bu b ağ l am da Osman Gazi Karacahisar'ı fe t h et mi ş ti r. 1 288 yılı, Orta Anadolu'da Moğol-askeri ve m ali kontrolun u n her zamandan daha kuwetle yerleştiği bir tari htir. Konya Selçuklu payi ta h tında artık bürokrasi tümüyle İhan'ın lran'dan gönderdiği İranlı bü ro k ra t l a nn eline geçer. Osman'ın komşusu güçlü Germiyan beyi, il­

hanlı tehdidi altında Osman'a karşı hareket edecek durumda değildir. 1 2 9 1 1 292 döneminde Geyhatu'nun Uç Türkmenlerine karşı se rt tedip harekatına tanık oluyoruz. Konya'da Sultan Mes'ud tamamıyla Moğollar elinde güçsüz bir oyuncak durumundadır. 1 298'de İlhan, IIJ. Aliieddin Keykubad'ı onun yerine Konya tahtına oturtacaktır. 1 302'de Mes'ud ikinci defa Selçuk tahtına oturtulacak, onun ölümüyle ( 1 308) birlikte Anadolu'da Selçuk saltanatı son bulmuş olacaktır. Görülüyor ki, Osman Gazi'nin 1 288'den bu yana Uç'ta Bi­ zans'a karşı gittikçe artan saldınlannı gerisinden önleyecek bir güç kalma­ mıştır. Komşusu güçlü Germiyanlılar, Orta Anadolu olaylanyla oyalanmak­ ta, Selçuk sultanı gücünü tamamıyla kaybetmiş bulunmakta ve Moğol harı­ lan kendi aralannda ıahı kavgalan ve Anadolu'ya gönderdikleri askeri vali­ lerin isyanlan i le uğraşmaktadır. 1 300'de Osman Bey, İznik'! açlıkla teslim alm a k için bir haviile kulesi (Diraz Ali Kulesi, bugün Dirazali Köyü) yaparak şehıi abluka altına almış, otuz yıl süren bu ablukadan sonra, İznik 1 3 3 1 'de oğlu Orhan'a teslim olmuştur. Osman Bey, 1 302'de Dimboz boğazında Bur­ sa ovasındaki tekvurlann birleşik ordusunu da bozguna

uğratmış, Bursayı

kuşatmış, Aktimur ve Balabancık havale kulelerini yaparak Bitinya'nın ikin­ ci büyük şehri olan bu merkezi de abluka altına almıştır. İznik gibi Bursa da Orhan Gazi'ye teslim olacaktır (6 Nisan 1 326). Yanı,

Bursa ve İznik gibi Cogıto,

Bi-

sayı: 1 9, 1 999

31


32

Halil inalcık ile Siiylt•şi

zans'ın iki bü.vÜ k şehri nin Osmanlı egemenliği altına geçmesi, yine Osman Bey'in girişimleri sonucudur. Osman öldüğü za man ( 1 324), beyl ik öteki bey­ lik.Jer g ib i oldukça geniş bir bölgeyi egemenliği altına almış, şehirleri , ordu­ su ve de bir bürokrasisi olan bir devletçik haline gel miş bulunmakta idi. Beylik durumunu kanıtlayan b i r belge bize kadar gelmiştir. Bu belge, Meke­ ce vakfına ait bir tevliyet nişanıdır. Belge sonradan yapılmış bu kopya olma­ yıp orijinal nüshadır ve 724 yılının Rebi'ülewel ayının ortalarında/ 1 3 24 Mart ayında yazılmıştır. Aynı yılda Osman'ın ölümünden hemen sonra dü­ zenlendiği açık olan bu belge, tavaşi (hadım) ağalanndan Şerefeddin Muk­ bil'i zaviyenin mütevilliğine atıyor. Şahitler arasında Osman Gazi'nin çocuk­ lan Çoban, Melik, Hamid, Bazarlu, Fatma Hatun sıralanıyor, Ömer Bey kızı Mahhatun da tanık.Jar arasında yer alıyor. Farsça bürokratik kurallara göre yazılmış bu belge, Osman'ın bu çeşit belgeleri çıkaran bir küttap grubuna, yani bir bürokrasiye sahip olduğunu kanıtlamaktadır. Zaten 1 5 . Yüzyıl tah­

rir defterleri nde Osman'ın, Ede Bali dahil birçok derviş, ahi ve fakıya (Fa­ kih) vakıflar yapmış old uğu nu ortaya koymaktadır. Tevliyet'in bir hadım ağasına verilmiş olması, Osman'ın bir sarayı olduğuna kanıt kabul edilebilir.

Özetle diyebiliriz ki, Osman Bey zamanında Osmanlı Beyliği, Aydın Beyliği, Karaman Beyliği gib i tam teşkilatlı bir beylik olarak kurulmuş, Bizans'a kar­

şı önemli başanlar kazanmış ve oğlu Orhan hiç itiraza uğramadan onun ye­ rine beylik tahtına oturmuştur. Arap Seyyahı, Ibn Battuta Bursa'yı ziyaret ettiğinde Orhan'ı şöyle tanıtıyor. "Bu sultan Türkmen hükümdarlannın en büyüğü, servet, toprak ve askeri kuvvetler bakımından en ileride olanıdır. Elinde olan kaleler yaklaşık yüz kadardır, kendisi zamanının büyük kısmını devamlı bu kaleleri ziyaret edip, durumlannı gözden geçirip ıslah etmekle geçirir ... Babası lznik şehrini yirmi yıl abluka altında tutmuştur, alamadan ölmüş, adı geçen oğlu Orhan, şehri 12 yıl daha kuşatarak almıştır. Kendisiy­ le orada buluştum, bana büyük meblağda para gönderdi". (Tlıe Travels of Ibn Battuta, 1 325- 1 354, çev. H.A. R. Glbb, il, Cambrtdge, 1 962, 4 5 1 -52). Bu tasvir, Osman'ın ölümünden ancak 1 veya 9 yı l sonrasına aittir. Özetle, Os­ manlı Beyliği , Gazi Osman Bey tarafından kurulmuş, Orhan zamanında bir sultanlık h al inde gelişm işti r. · l.O.: Osmanlı lmparatorluğu'nun kuruluşu ve gelişimi hakkında görüşü­ nüz? H.l.: ilk Osmanlı imparatorluğu 14. Yüzyıl'ın sonlanna doğru Yıldınm Bayezid ( 1 389-1402) döneminde kurulmuştur. Çağdaş Batı kaynaklan onu Cogiıo, sayı: 19, 1999


"Osmanlı Tarifti En Çok Saptınlmış , Tek Yanlı Yorumlanmış Tarihtir"

imperatorunı Turcorum diye anmaktadır. Bayezid, lstanbul'u almak için cid­

di bir girişimde bulun m uştur ( 1 394- 1 396). ilk imparatorluk dönemi Timur darbesiyle çökmüştür. ikinci imparatorluk dönemi İstanbul fethiyle ( 1 453) başlar. Fal ih Sultan Mehmed ( 1 45 1 - 1 48 1 ) Osmanlı l mparaıorluğu ' nu her yönüyle kunnuş olan sultandır. İstanbul Fatihi il. Mehmed'den başlayarak O s m anlı sultanları, İslam dünyasında gelmiş geçmiş en büyük İslam devleti oldukları bilincine var­ mışlardır. i l . Bayezid, devletin tarihinin bu görüşle yazılması için, dönem in tanınmış münşilerini kapsamlı bir Osmanlı tarihi yazmaya davet etmiştir. Bunlar arasında KemAI P aş a-z ade , İdris-1 Bitlisi ve Rfihi vardır. RU.h i Os­ manlı Devleti'nin üstünlüğü nedenlerini şöyle özetler: 1.

Osmanlı hanedanı, Oğuz Han'ın büyük oğlu Günhan'ın oğlu Kayı neslin­ dend i r. Hanlık "Oğuz Han'ın vasiyeti mucibince ahir Kayı Han evladına düşse gerektir" (Yazıcızade Ali, Tdn"lı-i Al-i Selçuk). Selçukl ular, Moğol egemenliği altına girince M üslüman halk, hanlığa Osman'ın geçmesini

2.

O sman l ı la ra kadar Müslüman hükümdarların devletleri, öbür Müslü· man devletlerin ülkelerini "gadrle istilii" etmekle ortaya çıkmıştır. Buna karşı Osmanlılar, devletlerini kiifirlere karşı kazandıkları zaferlerle kur­ muşlardır. Devlet gelirleri, kiifirlerden aldıkları ganimet ve baş vergisin· den (cizye) gelir. Osmanlılar, Müslüman ülkeleri de egemenlikleri altına

istemişlerdir.

almak zorunda kalmışlardır. Çünkü onlar Osmanlı'ya saldırılarıyla, kii­ firleri Müslümanlar üzerine tahrik etmekte idiler. Onların ortadan kaldı­ rılması şeriatça meşru idi. 3. Osmanlılardan başka hiçbir Müslüman sultanın kapı-kullan onlarınki mertebesine erişmemiştir. Osmanlı padişahının doğrudan doğruya emri altında 40-50 bin kulu vardır (Yorum: Padişah'ın merkeziyetçi gücü doğ· rudan doğruya emri altındaki kapı-kullarının çokluğuna bağlıdır. Ruhi, burada Osmanlı padişahının merkeziyetçi gücünün büyüklüğünü belirt· mek istemektedir). 4. Osmanlılar gaza ile, kafir ülkelerini fethederek lsliim egemenlik alanını zlyiidesiyle genişletmişlerdir. 5. Osmanlılar vakıf yoluyla o kadar çok hayır tesisleri meydana getirmişler· dir ki, başka hiçbir İslam memleketiyle kıyaslanamaz. Bu sayede din adamları, fakirler geçimlerini sağlamaktadır.

Cogilo,

sayı: i 9, 1 999

33


34

Halil inalcık ile Sbyleşi

Aynı konuyu işleyen Kemal Paşa-zade, Rühi'nin düşünceleı-ine ek olarak, Osmanlı'nın üstünlüklerinden biri olarak, büyük bir deniz gücüne sahip ol­ malaıı olgusunu belirtir. Osmanlı tarihçilerinin göıüşleıi, tabii İslam taıi hi açısından bir değerlendirmedir. Modern tarihçi, Bitinya'da ortaya çıkan kü­ çük Osmanlı Beyliği'nin bir imparatorluk olarak gelişimini çok daha geniş bir açıdan açıklama durumundadır. Bu soruyu çeşitli yazılarımızda ele al­ mış bulunuyoruz. " Osmanlı Devleti'nin bir imparatorluk olarak gelişmesinde, dış koşullar bakımından şu gelişmeler önemlidir. İran ve Anadolu'da hakim Moğol İl­ hanlı Oevleti'nin çöküşe gitmesi ( 1 2 9 1 - 1 336) ve Türkmen beyliklerinin her tarafta yükselişi; Latin koloni devletlerinin 1 204- 1 320 döneminde siyasi-eko­ nomik baskısı sonucu Bizans Devleti'nin çöküşü ve Rumlar arasında Os­ manlı ile işbirliği yapmaya hazır fırkaların (özellikle Kantakuzenos, 1 3 4 1 1 355) ortaya çıkması; Bizans'ta taht için i ç mücadeleler; 1 3 96'ya kadar Av­ rupa'da önemli bir haçlı seferinin örgütlenememesi; Batı Anadolu'da Türk­ men deniz beyliklerinin, özellikle Aydın Beyliği'nin yükselişi ve Orhan döne­ minde Osmanlılarla işbirliği; Balkanlar'da Sırp ve Bulgar devletlerinin par­ çalanması, feodal ilişkilerin ve yerel beylerin ortaya çıkışı; Osmanlı'nın Ve­ nedik ve Latinlere karşı Ceneviz deniz devletiyle 1 352'den beri ittifak halin­ de olması. Osmanlı sultanlannın çeşitli dönemlerde kullandık.lan unvanlar aynı za­ manda devlet ve hükümdarlık kavramlannı ve devletin gelişme dönemlerini açıklar. Önem verilen unvanlar "han", "sultan" , "piidiş;ih" unvanlandır. Bu unvanlar Orta Asya Türk devleti, İslam devleti ve lrani devlet geleneğini yan­ sıtmaktadır. Tabii, hükümdann ülkesj ve gücü geliştikçe bu unvanlara yeni­ leri eklenmiş, yahut onlann daha şatafatlı öz-deyimleri kullanılmaya başlan­ mıştır. İstanbul fethinden sonra Mekke ve Medine ile Arap memleketlerinin ilhakı üzerine 1 . Selim, HAdimu Haremeyni'ş-şerifeyn, Kanuni Süleyman, Halife-i Müslimin ve Halife-! Ruy-i Zemin unvanlarını yeğledi. ilk Osmanlı beyliğini kurmuş olan Osman, Gazi ve Bey unvanlanyla ye­ tinmiş görünmektedir. Orhan, ilk defa adına gümüş sikke basılan Osmanlı hükümdandır. Zira bağımsız hükümdar olarak sultan unvanını kullanmak için, mutlaka adına hutbe okunmak ve gümüş akça basılmak gerekir. Or­ han, bir hükümdar olarak galiba son ilhanlı hükümdan Abu Said Bahadır Han'ın ölümünden ( 1 336) sonra sultan unvanını kullanmaya başladı. 1. Mu­ rad ilk defa yüce hükümdar, imparator anlamına Hüdavendigar (Hünkar)

Cogito, sayı:

19. 1 999


.. Osnumlı

Tarilıi t:ıı Çok Suprırılı ı ı ı :. . Tek Ymılı Yvrımılmmıış Tarilırir"

unva n ı n ı aldı . Aynı zamanda Orhan, 1. M u rad ve sonra gelen tüm Osmanlı h ü kümdarları Gazi u nvan ını bırakmadılar. Bu olgu, Osmanlı Devleti'nin ku­ ruluş ve gelişmesinde İslami gaza ideolojisinin temel önemini belinir. Gazi H üdavendigar unvanı daima 1 . M u rad'a özgü bir unvandır. il. Bayezi d 'e ka­ dar Beg (Bey) unvanı da terk edilmedi. Fıitih bile hazan , Mehmed Beg unva­ nıyla a n ı l ıyord u . Kuıadgu Bilig'den (yazılışı 1 069) beri Türk geleneğinde "bik", "beg", "bey" unvanı daima, siyasi hüküm sahibi kişi anlamında kulla­ nılm ıştır. Zamanla pfıdiş3h adına hüküm sahibi anlamında valiler. hatta su­ başılar için de kullan ılm ıştır. Dini otoriteler için Yunanca kökten "efendi " unvanı yerleşmiştir. Çok sonralan, siyasi ve dini otoriteleri kişiliğinde birleş­ tirenler için Beyefendi unvanı yeğlenmiştir. Yıldınm Bayezid Selçuklu sultanlan nı viııisi olma iddiasıyla, Mısır'daki Abbasi halifesinden, Sult3nu'r-Rlım (Anadolu Sulta n ı ) unvanını bir menşür (berat) ile kendisine tanımasını istedi. Fetret döneminde ( 1 402- 1 4 1 3 ) Baye­ zid'in oğullan çelebi unvanıyla kald ılar, çünkü bütün ülkenin meşrü hüküm­ d a rı n ı n h an gisi olduğu belirs i z d i ; Çelebi Mehmed raklpleıini tümüyle saf dışı bıraktığı zaman ( 1 4 1 3 ) sul­ tan unvanını aldı. İslimi bir unvan olan sultan, vazgeçHmez bir unvan olarak daima kullanılmıştır. "Sultiı­ nu'l-Mu 'azzam", "Sult3nu's-Selitin" veya ( "Sultan-ı a'zam"), "Sultanu'J­ Arab vel-Acem" şekilleri de sık sık kullanılmıştır. il. M u rad döneminde genellikle

Padişah-i 'Alem-penah (cihanın himayesine sığındığı ulu hükümdar) unvanı yaygınlaştı. İstanbul Fatihi Doğu Roma imparatorları nın valisi oldu€:<J iddi­ asıyla Kayser-i Ram unvanını ekledi. Aynı zamanda Suhanu'l-Berreyn ve Hakanu'I Bahreyn (iki karanın sultanı ve iki denizin hakanı) unvanıyla Ana­ dolu ve Rumeli, Karadeniz ve Akdeniz'in hükümdan unvanını benimsedi (aynı unvanı Anadolu Selçuklulannda da buluyoruz). Atalan gibi FatJh'in yeğlediği bir başka unvan da Sultanu'l-Guzat ve1-Mücahldln unvanıdı r. Bu, Osmanlı devletinin doğuşu ve gelişmesinde İslimi gazlı Jdeolojisl'nin ne ka­ dar önemli bir yer ıuttuğuna başka bir kanıl olarak anılabilir. Veli ve Şah unvanl anyla ahrette ve bu dünyada egemenlik iddiasıyla orCogilo, sayı: 19, J 999

35


36

Halil hıalcık ile Söyleşi

taya çıkan trcin Safavi hükümdarlanna karşı il. Bayezid'den bu yana, Os­ manlı sultanlan da "s3.hib-i velayet" (velilik) unvanına önem veı;r olmuşlar­ dır. Kanuni Süleyman'a şair Yahya, "s3.hib-i velayet" diye hitib etmiştir. Bu dönemde tasavvufi akınlann güç kazanmasıyla beraber vel3.ye ve kutbiyye teorileri hükümdarlann dini ve cismani otoriteyi nefislerinde temsil ettikleri inancını kuvvetlendirdi. Arap ülkelerini, özellikle Hicaz'ı ülkesine katmış

olan Yavuz Selim, Memlök sultanlannın "H3miyü1-Haremeyni'ş-Şerifeyn" unvanını "Hadimü1-Haremeyni'ş-Şeıifeyn" (Mekke ve Medine'nin hadimi) biçiminde benimsemiş, fakat Abbasi halifelerine özgü olan "Hiliifet-i Kubra" yani dünyadaki bütün Müslümanlann meşrO dini ve siyasi h3.kimi olmak id­ diasında bulunmamıştır. Halife'ni n bu unvanına saygı gösteren Anadolu Selçuklu sultanlan, saltanat tahtına oturduklannda Bağdad Abbasi halifele­ rinden bir tayin menşöru istemişler ve kitibelerde kendilerini Halife'nin "zahiri'', "mu'ini" yardımcısı olarak anmışlardır. Onlar böylece, sulta'sına, yani İslam'da siyasi ototitenin icrasına Halife tarafından izin vetilmiş hü­ kümdar (sultan) fiksiyonuna daima sadık kalmışlardır. Teorik olarak Bağ­ dad Halifesi Umma bütün Müslümanlann üzerinde tek meşn'.i "imam" sayıl­ mıştır. 1 . Selim'in ü niversal hilafet yetki ve sembollerini Mısır'da oturan Ab­ basi halifesi lll. al-Mütevekkll'den bir me rasimle devral d ı ğı na dair rivayet, galiba 1 8 . Yüzyıl'da ortaya atılmış ve O s manl ı sultanlarınca benimsenmiş

asılsız bir rivayettir. Selim1e Çağdaş Osmanlı ve Arap kaynaklannda buna dair hiçbir kayıt yoktur (bak. H. Edhem, Düvel-i /s/dmiyye, lstanbul. 1 92 7 , s . 1 7 - 1 9 ). Mısırda­

ki Abbasi halifesi al-Mutavakkll, Selim tarafından lstanbul'a gönderilmiş, yolsuzluklan yüzünden Yedikule'de hapsolunmuş, Kanuni tahta çıktığında

Kahire'ye dönmesine izin vetilmiştir. Osmanlı Mısır Valisi Hain Ahmed Pa­ şa, kendisini sultan, al-Mütevekkll'i Halife ilan etmişse de, paşa idam edil­ miş, al-Mutavakkll Kahire'de bir köşede belirsiz ömürünü tamamlamıştır. Kanuni Süleyman, "Halife-i Müslimin" ve "Halife-i Rily-i Zemin" unvan­ lannı kullanarak bütün Müslümanlann halifeliği iddiasında bulunmuşsa da, bunun o zaman bir tartışma konusu olduğu anlaşılmaktadır. "imam Ku­ reyş'tendir", ("a/-airnrnatu min Kuray{': Buhflri ve öteki hadis mecmualan) yani islim cemaatinin başkanlığı Kureyş kabilesine aittir, hadisi karşısında, Osmanlı hükümdannın bütün Müslümanlan � hakimi olma iddası o zaman iki temel olguya dayandırılmak istenmiştir: Osmanlı hükümdarları, Ffl­ tih'ten beri, lslAm'ın gazA kılıcını elinde tutma hakkının kendileı1ne alt olduCoglto, sayı: 19, 1999


"Osmanlı Tarihi En Çok Saptmlmış , Tek Yanlı Yonmıla rırnış Tarihtir"

37

ğunu iddia etmişlerdir (İstanbul fethinden sonra Fatih'in Mısır Memlük sul­ ta n ma yazdığı mektup: Feridun Bey, M ünş e3.tu's- Se l 3.tin , 1 .

s.236). Ü niversal

gaza görevini üstlenen Sultan Süleyman, dü nyada Hırtstiyan devletlerin sal­ d ı n s ına uğrayan bütün Müslüman devletlerine arka çıkmakta. m esel a Porte­

kiz sal d ı n s ı n a uğrayan Sumatra sultanı Al ieddi n 'e , kale, top ve ge m i yap­ mas ı için uzmanlar göndermekte, Osmanlı donanmasını göndermeyi vaad

etmekte idi. Kazan ve Astrah an 't zapteden Moskof çanna kaf1ı, Mü slüman­ lann baş vurması üzerine Astrahan seferi düzenlenmekte ( 1 569), Orta Asya

hanlıklanna ateşli silahlarla donatılmış yeniçeri müfrezeleri yollanmakta idi. Osmanlı hükümdan, dünya Müslümanlanna, Mekke ve Medine'nin ha­ dimi olarak, hac için serbestçe gelip gitmelerini sağlamak üzere güvence vermekte, bu maksatla kara ve denizde sefer önlemleri almakta idi. Kuzey

Afrika Arap ülkelerini İspanyol haçlılanna, reconquista'ya karşı korumak için Kapudan-i Derya'yı donanma ile o tarafa yollamakta idi. Gaza ve Hac yollannı koruma görevleri, Osmanlı hükümdannı fiilen bütün islim dünya­ sının koruyucusu durumuna getirmekte ve bu sıfatla Kanuni Süleyman "Hi­ lifet-i Kübra"ya hak iddia etmekte idi. Onun bilgin veya bilgiç vezirazamı Lütfi Paşa, H i l afet üzerine risalesinde bu tezi savunmakta idi. 1 924'te TBMM'de Hilifet'in kaldınlması tanışmalannda da, bu kurumun siyasi ni­ teliği üzerinde durulmuştur (Adliye Vekili Seyyid Bey'ln konuşması). Şu olguyu da kaydetmek gerekir. 1 258'de Hülagü'nun Bağdad'ı zaptı ve Abbasi ailesini kılıçtan geçirmesinden sonra islim dünyasının büyük bir bö­ lümü Müslüman olmayan Moğol hanlannın hükmü altına dilşmüştü. O za­ man şeriatın uygulanması yerel ulemanın sorumluluğu halini aldı. Öbür yandan Müslüman hükümdarlar da şeri'aıın baş uygulayıcısı olarak imimet ve saltanatı kendi nefislerinde birleşıirdiler ve bu sıfatla "halife" unvanını kullanmaya başladılar. 1. Murad'dan beri Osmanlı hükümdarları da, İslam dünyasının başka taraflannda olduğu gibi "halife" unvanını kullanmışlardır. Osmanlılarda "Hilıifet-i Kübra" iddiası, zayıflayan siyasi gücü destekle­ mek amacıyla gittikçe kuvvetlendi ve 1 8 . Yüzyıl'dan bu yana bütün islim dünyasının meşril halifesi biçiminde gelişme gÖSlerdi. 1. Dünya Savaşı biti­ minde H int

Müslümanlannın

Osmanlı hilifetlni İngiliz hAkimiyetlne karşı

kullanmalan, "Hilıifet" hareketi, Osmanlı Sultanının

halifelik iddiasının

İs­

lim dünyası tarafından benimsenmiş olduğunu gÖSıermelrte idi.

1. O.: Osmanlı devam ediyor mu, ediyorsa hangi alanda? f.: Bir milletin veya devletin taıihi yazılırken dünya kamuoyunda yer-

H.

Cogito,

sayı: 1 9, 1 999


38

Halil lııalcık ilt' Söylt•şi

leşmiş belli bir imaj. doslluk ve düşmanlık, siyasi ideolojiler, :veni kühüı· .VÖ· nelişleri gerçeği saptım·. abartıı· veya karalar. Bu ka<,·ınılmaz bir alınyazısı­ dır. Osmanlı tarihi, bu bakımdan en çok saptırılmış. tek �'anlı :vorı.ımlanmış tarihtir. Her şeyden önce Osmanlı tarihi bir imparatorluk tarihidir, yani belli ta­ rihi koşullar sonucu örgütleyici bir üstün güç 011aya çıkmış, ayrı din ve kül­ türlere sahip birçok milleti kendi egemenliği altında toplamış, idare etmiş, kendi iradesini egemen kılmıştır. Sonradan bu egemenlik kalktığı zaman, bağımsızlığını kazanan milletlerin her biri için imparatorluk dönemindeki her şey olumsuzdur, bu bakış m il l i ideolojinin temel ögesidir. Milli Türk devleti doğduğu yıllarda ilk mektepte bize Osmanlı Devleti, milletin haklan­ nı tanımayan, bir istibdat rejimi olarak tanıtılmış, Osmanlı sultanlan Türk milletini devlet idaresinden dışlayan, milletin gelişimini, medeniyette ilerle­ melerini engelleyen, müıeassıp, za li m , geri kişiler olarak öğretilmişti. Çünkü yeni doğan milli devletin ideolojisi, imparatorluk ideolojisine taban tabana karş ı t t ı . B ü t ü n B a l k a n m i l l e t l e r i için d e a y n ı t u t u m doğaldı. Bir Bal­ kan tarihçisine, siz Osmanlı hakkın­ da olumlu hiçbir şey yazamazsınız, çünkü o zaman devlete ve m i l lete h i y a n e t sayı l ı r , ded i ğ i m z a m a n , ama gerçek o değil midir diye yanıt­ ladı. Onun bakış açısından gerçek ancak o yorumdur. Fakat şunu da itiraf etmeliyiz ki, Osmanlı arşivleri açılıp, i ncelemeler sosyal ekonomik alanlar üzerinde yoğunlaşmaya baş­ layınca, Balkanlar'da da daha ob­ jektif bir Osmanlı tarihi yazılma yo­ luna girildi. Bu alanda mesela, Ni­ kolai Todorov'un Osmanlı dönemi Balkan şehri üzerinde kitabını an­ malıyım. Bugün Balkan devletleri­ nin çoğunda devlet payi t a h t ı , Os­ manlı döneminde gelişmiş şehi rler­ dir. Balkanlar'da şehirleşme süreciCogito, say.: 1 9, 1 999


"O..,, tcmlı Tarilıı Eıı Çok Saınmlnıı� . Tek Yarılı Yorumlanmış Tarilıtir"

39

nin temel faktörünü büyük Balkan tarihçisi Konstantin Jirecck şöyle anlatır: "Osmanlı i m parat o rl u k rej i m i nde, küçük Balkan devletleri arasmdaki smıı-­

lar ka l kmı ş , dolaşım ve t i care t kolaylaşmıştır/' Osmanh'mn kendi egemenlik iddiası dışında bu milletler için i sted i ğ i ortak bir din, dil, kültür idd i as ı ol­ mamıştır; milli d evl et , imparatorluk rejiminin tam bir anti-tezidir. Oysa.

milli devletlerin kurulmasıyla birlikte dil , din, kültür birliği bir ölü m- kal ı m politikası olmuş, "etnik tem izlik", daha doğrusu azınhk kıyımı egemen bir siyaset haline gelm iştir. Günümüzde bunun korkunç misfı.lleıini yaşıyoruz.

Eve t , Osmanlı rejimi, hanedan egemenliğine dayanan bir devleti, Max We­ ber'in teri miyle patrimonyal bir devleti temsil ediyordu. Ülke içinde her şey,

hükümdann babadan kalma m ü lkü gibi algılanırdı. Onun egemenlik şemsi· yesi ahında toplanan m illetlerin her biri, kendi kilisesi, özel hukuku, dili, özel yaşam stilini korumuştur. Şu da doğrudur: Osmanlı rejimi, bu milletlerin devlet ve h aneda n tara­ fı n d a n temsil edilen ve korunan yüksek kültür kurumlannı onadan kaldır­ mış, bu kesimdeki kültür gelişimini önlemiştir. Bu milletler, halk kültürünü koruyarak, 1 9. yüzyılda yeniden doğmuştur. Sırp m i l l iyetç iliği , yalnız batılı­

laşmış aydınların beni msediği Fransız Devrimi ilkelerinden değil, folklor araş t ırm a l anndan doğmuştur.

Eğer Balkanlar'da Hıristiyan kavimlerde İslamlaşma, kültür bakımından Osmanlılaşma olmuş ise, bu süreç bir zorlama, yahut bir devlet politikası sonucu değildir. Bu tutum , ancak 1 9. yüzyılda, özellikle bağımlı milletler· den ilki, Yunanlılar kendi bağımsız devletlerini kurdukları zaman, 1830'da değişecektir. Tanzimat Osmanlılığa yeni bir kavram içeriği getirecektir. Ge· !enekse) Osmanlı gerçeği yerine, şimdi hanedana bağlılık ve ülke bütünlüğü ideolojisi, bir çeşit Os manl ı vatanseverliği, bir ne vi "proto-nasyonalizm" bi­ çiminde bağı m lı m i l let l e re su n ulacakt ı r. Genel değerlendirme böyl e olmakla beraber birileri haklı olarak diyebilir ki, beş-altıyüzyıl Osmanlı egemenllği halkların kültürlert üzerinde derin etki yapmaktan geri kalmamıştır. ilk iki yüzyılda Osmanlı 'ya özgü bir saray kül­ türü ortaya çıktı. Sultanın yarattığı bi r seçkinler grubu, bu saray kültürünü

ülkenin her yanına taşı mı Ş , şehir merkezlerinde bir derec eye kadar egemen kılmıştı. Misal istenirse, bir Osmanlı mimari üslObu i mpara torluğu n her ya­ nında eser vermiştir. Osmanlı d ivin edebiyatı saray patron aj ı ile geliş mi ş bir

ede b iya tt ı ; saray için yazılmış şuan\ tezkirelertnde pek nidir olarak bir halk şıüri listeye alınmıştır. Zamanla saray kültürü. bir yüksek kültür, bir prestij Coglto. sayı: 1 9, 1 999


40

Halil /,,akık ile Söyleşi

kültürü olarak halk �ültürünü etkisi altına almış, örnek olmuştur. Fakat yi­ ne de yalnız Hırtsüyan halklann, Yunan, Bulgar, Sırpların kültürleri değil,

öz Türk halk kültüıü de, halk kitleleıi arasında egemen kültür olarak yaşa­ makta devam etmiştir. Milli Türk devleti kurulduğu zaman milli sanat yara­ tılmak istendiğinde, devlet ve aydınlar bu kaynağa yönelmiştir.

Bugün bir bölüm Türk yorumcular, Osmanlı'yı Cumhuıiyet Türkiye'si­ nin kültüıüne bağlama, onunla bağdaşt ı rma ça bas ı ndadırl ar. Kültürde bu

yaklaşım, sosyolojik bakımdan belki haklı göıülebilir. Bugün Türk toplu­ munda, dini yaşam, örfüadıit, değerler sisteminde, kuşkusuz bir devamlılığa tanık oluyoruz ve bu gerçek bazı alanlarda kanunlann müeyyidesi altına konmuş devlet ideolojisiyle sert bir karşıtlık içine girmektedir. Yalnız sanat­ ta, musikide, güzellik anlayışımızda, mutfağımızda değil, yaşam tarzı ve davranışlanmızda, hatta din anlayışımızda Osmanlı yaşamaktadır. Bu sos­ yolojik bir gerçektir.

Notlar 1 Ede Bal ı, veya Osmanh vakıf kayıtlannda bulduğumuz Ede Şeyh, Osman'ın yakını tarthi bir kişidir, bak. H. İnalcık, ·How to Read Aşıkpaşa-zide History", Essays in Ortam.an History, İs­ tanbul , t 994. 2 Yeni nesil tarihçiler1n bu gerçeği gözardı etmesi anlaşılmaz bir şeydir. Gazfıyı bir myth [söy­ lence, -e.n.] diye tamamlyle dışlamak, Osmanlı ıarthine dinamizmini sağlayan en önemi! faktöre gözümüzü kapamak olur. Tarthl yürüten gerçeklertn belki en önemliler1nden biri myrh0lerdır. 3 Eskişehir Anadolu Üniversitesi ile işbirliği halinde ilk OsmanJı piyitahtı Karacahisar üzerin­ de arkeolojik kazı için bir proje gelişttrilmektedir. Bu hisar kahntılan el değmemiş biçimde bugüne kadaı- gelmlştlı-. 4 Başlıca şu yazılara bakllabilir: TM Ottoman Emplre: 71ıe Cla.ssical Age, 1300-1600 , Londra, 1 973, (bu eser Sırpça, Yunanca ve Arapça dahJI altı yabancı dile çevlilmiş olup Yapı ve Kredi Yayınlan'nca Türkçe yayına hazırlanmaktadır); "The Questlon of the Emergence of Ottoman State", lnıernatlOruı/ Joumal o(Turlctsh Studltıs, 212, ( 1 9 8 1 - 1 982), s.7 1 -79; Studin in Orıoman Soclal and E.conomlc Hlıtory, Londra, t 985.

Cogıto,

sayı: 19, 1999


İki Cihan Aresinde* CEMAL KAFADAR

Giriş On üçüncü yüzyılın politik çalkantı ve insani felaketleıi bizi, büyük ölçü­ de, Cengizli fetihleıi ve Moğol barışı sayesinde Avrasya ekonomisinin görül­ memiş "küreselleşmesi" ile ortaya çıkan büyük olanakları gözlemekten alı­ koymamalı. Cengizliler hakkında konuşurken Marco Polo'nun seyahatleıin­ den söz etmek, haklı olarak, sıradan bir şey olmuştur. Bir vakitler Bizans ta­ cının pırlantası olan, sonra da bir dizi yıkıma uğrayan Küçük Asya'nın daha Cengiz'den önce, Kuzey-Güney ve Doğu-Batı dingili boyunca kıtalararası ti­ caret bağlantısı olarak hizmet etmek için şehirli, tarımcı ve hayvancı toplu­ luklann ekonomileıinin yarattığı ticaret olanağından yararlanmak için ye­ terli istikrar kazandığının belirtilen vardı. Selçuklu seçkinleıi katında mi­ maıi ağalığının biıincil alanı olan kervansaray yaptırma etkinliğinde gözle­ nen patlama, on ikinci yüzyıl sıralarında başlayıp hızını, politik çalkanula­ nn doğası ne olursa olsun, arttıracaktı. On üçüncü yüzyıl başlarında Sinop ve Alanya liman kenıleıinin ele geçiıilmesi, yani Karadeniz ve Akdeniz'e çı­ kış sağlanması, Selçuklu dizgesini ve o vakitler denetlediği Türk-Müslüman yönelimindeki Anadolu ekonomilerini Levanten deniz ticareti ile doğrudan temasa getirdi. Bu yüzyılın sonuna geldikte yarımadada yüzü aşkın kervan­ saray tüccarlara (ve başka yolculara) yatacak yer ve koruma sağlıyordu.

Alıntı: Cemal Kafadar. &twun Two Worlds - 11w Consınu:ıion oftM sity of Callfomla �. Berkeley & Los Angeles 1 995. Bu kitabın Türkçe çevtrtsl YK.Y tarahndan yayımJanacaktır. -e.n.

7

Ottoman St11ı�. Univer­

Coglto, sayı:

1 9, 1999


42

Cemal Ka/lldar

Günümüz Türkiyesi'nde ıssız bir geıi yöreden öte bir şey ol mayan, Ka_\·­ seıi ve Maraş arasında pek bilinmeyen bir ya_\'lada bir vakitler Ortadoğu, Asya ve Avrupa ıüccarlannın ipek dokuma, kürk ve at gibi mallar değiş to­ kuş ettiği canlı bir uluslararası fuar kurulması anlamlıdır. Evet, fuar Moğol ilhanlı yönetiminin Anadolu'yu doğrudan etkisi altına almasından sonra çok yaşamışa benzemiyor ama, genel olarak Anadolu'da ticaretin çöktüğüne da­ ir bilgimiz de yok. Moğol gücünün bile güç bela ulaştığı Batı Anadolu'da boy gösteren beylikler güçlerini bir ölçüde baskın ve yağma üzerinde kuru­ yordu ama 1 300 dolaylannda Batı Anadolu kıyılan canlı bir Levanı ticareti ile bütünleşmişti, beyler de erken on dördüncü yüzyılda Venedik benzeri devletlerle ticaret antlaşmalan imzalıyordu. 3 Gerçekte siyasi parçalanma ve küçük yerel güçlerin ortaya çıkması, başka şartlarda uzak imparatorluk baş­ kentlerine akıp gidecek kaynakların daha bir yerel dağılımı için olanakları pekala arttınnış olabilir. Hala kısmen Bizans Bilinyası olan kuzeydoğudaki bu küçük beylikler­ den biıi Osman diye bilinin aşiretinindi. O, ya kişisel olarak eylemleri ya da yandaşlarının anladığı ve uyduğu biçimiyle manevi miraslarından ötürü, çevrelerinde Ortaçağ Anadolusu Türk-Müslümanlarının capcanlı ama kar­ makarışık toplumsal ve kültürel güçleıinin akacağı daha düzgün yollar bul­ duğu, önemli kişiliklere, güçlü adamlara dönüşmüş yaratıcı beyinler ve top­ lumsal örgütleyiciler içeren sıradışı bir (ya da iki) kuşağın üyesiydi. Çevrele­ rinde oluşan zengin gelenek içinde somutlaşmış bu kişilikler. (bu geleneğin onların "gerçek" ya da "tarihi" yaşamlarıyla ilişkisi ne olursa olsun) o za­ mandan bu yana batı ( Rüml de denebilir) Türk kültürünün "klasiklerini" temsil edegelmişlerdir. Örneğin Mevlana Celaleddin Rumi ile Hacı Bektaş Veli, Osmanlı topraklarındaki en büyük ve en etkili iki derviş taıikatının ma­ nevi kaynaklandır. Ancak onlann etkileri, ne denli büyük olursa olsunlar be­ lirli kurumlarla sınırlı tutulamayacak kadar geniştir; taıikatlann fonnel ya­ pılan, sosyal sınıftan aşar. Bir anlamda, yüzyıllar boyunca, geniş kültürel akım ve duyarlıhklann pınan olagelmişlerdir. Yunus Emre'nin çekiciliği, şi­ iri ard arda gelen kuşaklarca Anadolu Türkçesinin en dokunaklı ve katıksız ifadesi sayıldığından, daha bile y_aygın olmuştur; yığınla öykünçcü kendi ya­ pıtlanm Yunus'un diye sürmeye çalışmış, yığınla köy de türbesinin kendile­ rinde olduğunu ileri sürmüştür. On üçüncü yüzyİI Anadolusu'nda yaşamış Nasreddin diye biıi, şimdi Balkanlar'dan Orta Asya'ya kadar her yerde, kuş­ kusuz bir yığın sonradan eklenmeler ve süslerle, anlatılan ünlü fıkraların

Cogtto,

sayı: 19, 1999


/ki Cihtin Are.dnde

\ 43

ba ş k i ş i s i Nasredd i n Hoca öy k ü l eri n i n yarat ılmasına e n azından bahane ol­ mu!;ia be n zi yor Ahi Evren, gü n ü m ü zde bu k işil i kle ri n en az bilineni olabilir, ama bir vakitler zanaatçı ve t ü ccarl a n n , artık ortadan kalkmış loncalannda hiç olmazsa M üs l ü m a n la r için, en önemli rolü, şehi rl i ekonomik ve toplum­ sal yaşa m ı n temel yapı ve ahlak ku ra ll an nı sağlayarak onun kültü oynuyor­ du. Gene bir y ı ğ ı n gömü-yerlerinde on u rl a ndın l a n San Saltuk adlı biri hak­ kında çok yaygın söylenceler, onu Balkanlar'da İslam'ın yayılmasında en et­ kin kişi olarak betim l iyo r Osman'ı n , onüçüncü yüzyıl bak ı m ı ndan kendi eylem alanından çok .

.

u zakta, ancak torunlan kendi torunlanyla on altıncı yüzyıl uluslararası poli­ tika sahnesini paylaşacak iki kişi ile daha, hemen hemen çağdaş olması çok daha raslantı sonucu ama gene de dikkate değe r. Bunlardan biri Erblaııde'si­

ni 1 278'de elde etmiş Habsburglu Rudolf idi. Habsburg hanedanı sonrad an Orta Avrupa ve Akdeniz'de Osmanlılann baş rakipleri olacak ve iki haneda­ n ı n da devleti, Birinci Dünya Savaşı sonunda ortadan kalkıncaya dek aşağı yukan aynı iniş çıkışları izleyecekti. Aynı yaş grubunun konumuzla ilgili öteki üyesi, o vakitler şimdiki karşılaştınnamızın içine alınması çok daha az olası ünlü bir Sufi olarak. politik rolü epey önemli ise de öncelikle dolaylı olan, Erdebilli Şeyh Safiyü'd-Din idi ( 1 252- 1 334). Manevi mirası ve tarikatı­ nın kalabalık yandaş kitlesi, geç on beşinci yüzyıldaki torunlarınca, önünde sonunda, Yenlçağ dönemi lslam dünyasında Osmanlıların baş rakibi olan Safevi lmparatorluğu'nun yapı taşlarına dönüştürülecekti. Aşağı yukarı onlann çağdaşı olan Osman, bütün Anadolu ve Balkanlı ra­ kiplerinin üstüne çıkarak, on birinci yüzyılda Türk boylan geleli beri Doğu Roma ülkeleri üstüne çökmüş siyasi istikrarsızlığın, ister istemez, son çözü­ mü olarak kabul edilen bir devletin kurucusudur. Kuşkusuz. Romulus'tan çok daha tarihi (yani daha az masalsı) bir kişi. Bununla birlikte adına ve mi­ rasının üstüne kurulan devletin bir o kadar simgesiydi. Marshall Sahlins'in Hawai ve Hint-Avrupa politik imgeleminde yabancı-kral molifi hakkındaki incelemesinde işaret ettiği gibi "yiğitliğin 'yalnızca simgesel' olması gerek­ mez, çünkü 'gerçek' olduğunda bile simgeseldir." ' Osman'la ilgili e n etkili sö.ylencelerden biri, onun bütün fetih ve devlet kunna girişimini uğurlu bir düşle başlamış olarak betimleyenidir. Bu söylen­ cenin değişik biçimleri, tarihsel olamayacağı düşüncesiyle düşün bir yana atıldığı modem döneme kadar, onlarca kaynakta dönüp dönüp anlatılmıştır; gene de, öbür bölümde göreceğimiz üzre tarihçiler arasındaki tartışmalarda,

Cogtıo.

saYJ: 1 9, 1 999


44

! Cemal Kafiıdar belki ata ruhlannın bir tür öç duygusuyla araya girmelerinden, önemli bir yer almaktan geri kalmamıştır. Yaygın olarak bilinen bir varyanta göre Os­ man düşü gördüğü zaman saygın ve zengin bir SOfi şeyhinin evinde konuktu: Osman Gazi kim uyudı, düşinde göreli (80) kim bu azizün koynın­ dan (8 1 ) bir ay doğar, gelür Osman Gazinün koynına girer. Bu ay kim Osman Gazinün koynına girdügi demde göbeginden bir ağac biter. Da­ hı gölgesi alemi dutar. Gölgesinün altında dağlar var. Ve her dağun di­ binden sular çıkar. Ve bu çıkan sulardan kimi içer ve kimi bağçalar su­ varur ve kimi çeşmeler akıdur. Andan uyhudan uyandı. Sürdi, geldi. Şeyhe habar verdi. Şeyh eyidür: "Oğul, Osman! Sana muştuluk olsun kim Hak Ta'ala sana ve neslüne padişahlık verdi. Mubarek olsun" der. Ve "benüm kızum Malhun (82) senün helalün oldı" der. Ve hemandem nikah edüb kızını Osman Gaziye verdi. 10 Bundan sonrası Al-i Osman'ın denetlediği topraklann olağanüstü geniş­

lemesiyle sonuçlanan bir başarı öyküsüdür. On sekiz ve on dokuzuncu yüz­ yıllar boyunca imparatorluğun çeşiti bölümleri koptuktan ya da [büyük dev­ letlerce) yutulduktan sonra dahi Osmanlı güçleri, 20. yüzyılın başında hala Makedonya, Libya, Yemen ve Kafkaslar gibi dünyanın değişik bölgelerinde kendi topraklan saydıkları yerleri savunuyordu. Cengiz ve Timur tarafından yönetilenler gibi kimi başka iç Asya/fürk­ Moğol aşiret oluşumlarının imparatorluk kuran fetihleriyle ya da Al-i Sel­ çuk'un lslam halifeliğinin ünlü orununa hızlı çıkışıyla karşılaştırıldığında Osmanlı yayılması, olağanüstü olmasına karşın, yavaştı. Büyük bir olasılıkla bu yüzden çok daha kalıcı idi. Göreceli olarak, Osmanlılar devletlerini ku­ rarken zamanlarını esirgemediler ve karşılığını aldılar. Bir güçler birliği ku­ rarken ve onu, biçim değiştirdiğinde, yeniden kurarken zamanlannı verdi­ ler, aynı zamanda politik aygıtlannı kurumlaşurmaya da özen gösterdiler. Bu, Osman'ın ilk girişiminden başlayarak altıncı göbekten torunu il. Meh­ med'in [s. 1451-81] Bizans başkentini fethine yani Osmanlıların imparator­ luk aşamasına çıkabildiklerinin aruk söylenebileceği zamana kadar yüz elli yıl alan ağır adımlı ve çatışmalı bir devlet kurma süreci idi. Artık sultan, han ve kayser oİarak hüküm süren Fatih Sultan Mehmed Truva'yı ziyaret ettiğinde Osmanlı başansının, Avıilpa'da kimilerince savu­ nulan, kendilerinden önceki Romalılar gibi Türklerin de Yunanlılarla ödeşen hınçlı Truvalılar olduğu görüşüyle açıklanışını bilirmiş gibi görünüyor. 1 1 Cogilo , sayı: 19, 1999


45

iki Cıhdn Aresirıde

Sultan ünlü savaş alanında durup

"Akilleus, Ajaks ve sair kahramanlar"

hak·

kı nda sorular sormuş sonra da '' baş ı nı biraz sallayarak" " . . . Burasını [Hel1en· ler ve] Makedonyalılar ve Tesalya lılar ve Moralılar fethetmişlerdi; bunlann biz Asyalılara karşı bi'd.defaat icra ettikleri su·i muamelatın intikamını. ara· dan birçok edvar ve sininin mürOruna rağmen onlann ahfadından aldık"

u,

demişmiş. Biz tarihçiler "Türkler" sözünün (ya da başka herhangi bir kavim adı­ nın) kullanılışını sorgulanabilir kılmaz, sözcüğü düzenli olarak tatihselleşti­

tip yoğrulabilirliği ile yüz yüze gelmez de zaman ve mekan içre değişik an­ lamJannı incelemezsek, özcülcü tuzaktan kaçınılamaz. Türk, Müslüman ya da Hıristiyan olmanın önemli olmadığını kesinlikle ima etmek istemiyorum; on üçüncü yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıla kadarki uzun süre boyunca, ço­ ğu kişiye göre hayatın manası böyle bir aidiyet olmadan düşünülemezdi. Gerçekten de bireyler kimliklerini, yalnız ellerinde olduğu için değil, önemli olduğu için de değiştiriyorlardı. (Türklerin ya da başkalannın) boy ya da ulus kiml iklerinden söz etmenin anlamsız olduğunu da ima etmek istemiyo­ rum, ancak bunlar zaman içinde düz bir maceralar dizisi yaşayan özgün bir soy ve uyruklar olarak anlaşılmamalı -bu gereklilik, dini-politik bağ[ılıklann hızla değiştiği Onaçağ Anadolusu'nda özellikle açıktır. Tarihçiler (Amerikan örneği dışında da) zorunlu olarak doğuştan bir halktan olmadığınızı, sonra­ dan da bir halktan olabileceğiniz gerçeğini göz anlı etme eğilimindeler. top­ lumsal olarak oluşmuş bir kabul ve dışlama diyalektiği içinde de bir halktan olabilirsiniz. Osmanlılar üzerine her türlü yazısında değişik ölçülerde bulunan bu kimlik ve etki sorunlarını çözmek bu kitabın amacı değil. Benim buradaki amacım, kimliklerin özellikle hızla değiştiği belirli bir döneme el atmadan önce bunlan sorgulanır kılmak. Ancak, konunun Küçük Asya'yı yunlan sayan ve kültür mirasına kendi kimlikleri bakımından sanlanlar adına entelektüel bir soyutlama olmadığını belinmeliyiz. Beş bin yıl sürekli yerleşimin olduğu ve on üçüncü yüzyılda kolonizatör Türk dervişlerinden bitinin kültünün başladığı bir köyde yetiş­ miş bir cumhuıiyet dönemi Türk arkeoloğu, " 1 3 . yüzyılın başlannda kurul­ muş Anadolu'nun ilk Türk köyleıinden biri olması bakımından• bu köyü in­ celemenin, "ulusal tarihimiz için de bir katkı" olacağı düşüne dalıyor, ancak "prehistorik ve antik dönemlerin kalıtlanyla iç içe yaşamış; onlan yadsıma-

Cogito,

sayı: 1 9, 1999


46

Cemal Ka/lıdar

mış; ka�·a mezar�arını sahiplenip kullanmış, duvarlarındaki resi mlerinden esinlenip mezartaşlarına çizmiş; dokumasında işlemesinde yer verm iş bir köyün kültürel geçmişi kuşkusuz, top.-aklannda yaşayan insan toplulukla­ nyla başlar". diye ekliyor.

27

Belli bir düzeyde sürekliliği olan bu açıkl ığa

karşın "ötelerden gelen biz" ve "bura.da olanlar" arasındaki ayrım iyi bilen­ miş bıçak keskinliğiyle korunuyor. Arkeolog aynı yörede antik nesnelerde görülen örnekleri yansıtan kimi mezartaşı oymaların çözümlenmesine ge­ çince, Türk yerleşimciler derhal başoyuncu olarak ele almıyor: "Türk yerle­ şimciler bu tür mezartaşlarıyla. karşılaşmca geleneği alıp sürdürdüler." ''Türk dönemi" mezartaşlannın Türklük-öncesi taşları yapmış olan insanlar­ ca. yani "Türk olmuş" yerlilerce yontulmuş olabileceği ile ilgili bir kuşku bi­ le dile getirtlmiyor. Bu yüzyıllardaki kimliklerin akışkanlık ve değişkenlikle­ rtni göz önüne getirebilmek, ulusal dönemde, çok güç. Ancak yenl-Riimlulann oluşumunda harmanlanan kimliklerin yoğrula­ bilirliklerini anlamak, bir on altıncı yüzyıl Osmanlı entelektüeli için güç de­ ğildi: "Eyy3m-ı devlet-ferc3m-ı 3.l-i Osman'da ki akvcim-ı mücennese ve erv3m­ ı mütenevvia cild-i sıilisde beyan olunan kabail-i Etrak ve Tatar'dan ya'ni hartc değil bir millet-i güzide ve ümmet-i latife-i pesendidedür ki zuhür-ı devletleri cihetinden mümtaz oldıkları gibi diyanet ve nezafet ve akidet ve haysiyetünden dahi bahirü'l-imtiyaz idüği zahirdür bundan maada ekser sükkan-ı vilayet-i Rum meclis-i muhıelitü'l-mefhfım olup a'yanın­ da az kimesne bulunur ki nesebi bir müslim-i cedide münteha olmaya ya'ni ki bağ u rağ-ı İslam ve diyanette neşv ü nema bulan nahl-i vüciidla­ n serv-i bala gibi engüşt-nüma veraseti ve sadakatle reşk-i diraht-i Tuba iken ya mader yahud peder cihetinden cinslert bir müşrtk-i pelide niha­ yet bulmaya faraza iki cins diraht-i meyve-nlsiir birbirlertne vaslla arz-ı berg ü bar eyledikte semeresi nice ki dürr-i şehvar gibi büzürg ve abdar ise vasil-i asilün dahi pesendide nihadı beyne'l-enam ya sureta hüsn-i halkla bedidar olur veyahut manevi marifet ve hünerverlikle imtiy3z-ı şan bulur."

28

Bu koca tabloda büyük miktarda şiir, menkıbe, kitabe ve arkeolojik bul­ gu malzemesi hala toplanma ve ayıklanma bekliyor. Burası böyle bir tablo çizmeye girtşllecek yer değil. Bu kitabın daha alçakgönüllü lsteğl, ıarth yazı­ cılığının iigistni çekerek Osmanlı devletinin kökenlerini sorgulanır kılmak, dolayısıyla da erken Osmanlı tarthinl, bir umut, daha geniş bir tartışmaya Cogtlo, sayı: 19, 1999


iki Cihôn Are.�inde

47

açmakllr. Geleceğin a.-aştırmacılannı n ilgili sorunların kimini ele ala.-ak be­

nim ö n e ıi l er i m i ge l i şt i rm es i , değişt i nnes i ve çürütmesi de umudumdur. Ö rn eğ i n, erken Osman l ı Bi t inyası ' n d an bk d erviş olan Geyikli Bab a'n ı n

davranışı, aşın doğru-fikirci (oı1odoks) bi r alime İslam dışı görünmüş olabi­ lir, ama Geyikli B aba ' n ı n kendini M ü s lüm an gördüğünden, birçok başkala­

rınca da öyle tanındığından hiç kuşku yok. On altıncı yüzyılın önemli bir Sünni al imi Taşköprizade, do ğru - fi k i r ile aykın-fikir arasındaki ayn mın on dördüncü yüzyıldaki atalanndan büyük bir olasılıkl a çok daha farkında ve ilgili ölçütü uygulamakta çok daha sıkıydı, ama kerametlerini saygıyla kay· dederken Geyikli Baba'nın inancını sorgulamıyordu. 115 Birçok Sünni ve Alevi Türkün benzer söylencelere inandığı ve bunlan dini bir eğitimin parçası ola­ rak çocuklanna anlattığı bilinir; bu, doğal olarak, bu anne-babalan "şama­ nist eğitimci" yapmıyor. Gerçekte "şamanizm"in böyle kullanılmasında ciddi bir sorun var. İlkin, İslam öncesi Türk inançlarından "kalma" görünen her şeyi topluca şama­ nizm sınıfı nda toplamakla Lindner, Köprülü ile daha önceki başka türkolog­ lan izliyor. Ama şimdi karşılaştırmalı din incelemeleri, şamanizmi çok daha kavrama yönünde ilerlemişken, Lindner'in göçerleri tartışırken yerleşik top­ lumlann önyargısını bir yana atma kaygısı bakımından, erken Osmanlılann aykın inanç ve uygulamalannı ciddiye almak çok daha yerinde olur. Vl)1lois ve Lindner'in ileri sürdüğü gibi. kimi Osmanlılarca gerçekten yapıldığını varsaysak bile, "törenle insan kurban etme"nin ya da ennişleıin ölüm sonra­ sı birtakım işler yaptığına inanmanın şamanizmle ne ilgisi var? Mı İkind oJa­ rak, en eski Osmanlı töreleri birtakım şamanizm izleri içennişse bile; bu, anlan şamanizm savaşçısı yapmak şöyle dursun, şamanist bile yapmazdı. Lindner'in "ilginç" erken Osmanlı "şamanizmi olasılık.lan" üstüne yorumla­ n , Osman'ın serüveninin geç bir aşamasına dek Müslüman olmadığını öne süren Gibbon savının yeniden foımülleştirilmesine benziyor. Bu sav, doğal olarak, hala yaşayan kimi lslam öncesi adet örneklerine işareı etmekten da­ ha çok kanıt ister. Aynca Wittek eleştiricilerinin izlediği düşünce çizgisinde apaçık bir çeliş­ ki var. Sonraki vakanüvisler Sünni bakış açısından devletin dinsiz kuruculan­ nı paklamaya çalışan ideologlar olarak nilelenecekse eğer, anlatılanna bu "Is­ lam-dışı" söylencelertn alınması nasıl açıklanabilir? Bu vakanüvislerin belki de en tanınanı A.şıkpaşa-zide böyle olaylan yazıya geçinnekle kalmıyor, bize

Cogilo,

sayı: 1 9, t 999


48

Cemal Kaf'iıdar

bu olayların doğruluğunu şahsen temin edebileceğini söylüyor. İlk Osmanlı­ lann yaptıkları, pagan özellikleri nedeniyle Aşıkpaşa-z<ide'nin İslam anlayışı­ na ters idiyse bunlan niçin örtbas etmiyor ya da yalnızca söylenti diye kay­ detmiyor? Tersine kendisinin bu söylencelere inancını vurguluyor. On beşinci yüzyıl sonunda eserini yazdığı İstanbul'da o da mı "şamanist" idi? Benim buradaki maksadım Osman ve ailesinin saygınlığını korumak ya da "iyi Müslüman" olduklannı saptamak, ya da mesleklerinin ta başından beri Müslüman olarak kabul edildiklerini göstermek değil. Gene de Os­ man'ın mesleğinin son döneminde ihtida ettiği üstüne bir argüman kurula­ bilir, ancak bu argüman ima edilmek yerine kurulmalıdır. Üçüncü bölümde böyle bir savdan yana kullanılabilecek birkaç kanıta, ben kendim zorlama olacağına inansam da, değineceğim. K.Jmi erken Osmanlı Adetlerinin, belki de çoğunun doğru-inanışlara aykın düşebileceği gerçeğine de gözümü kapa­ mak istemiyorum, ancak bu, onlann İslam'a bağlılıklannın çok gevşek ol­ masını ya da gaza etosunu benimseyecek kadar içtenlikli olmamasını gerek­ tirmez. GazA etosunun "doğru İslam"la ne ilgisi var ve bir din savaşçısı buna neden uymalıymış? Bu bağlamda ilk Osmanlılann dinlerine ya da komşulan na karşı tutum­ lan hakkında Lindner ve başkalannın gözlemlerinin ye n i kanıtlann bulun­ masına dayanmadığına dikkat etmeliyiz. Wittek, belki de ilk Osmanlılar üs­ tüne yazanların hepsi, Osmanlılardaki uzlaşmacı tutumdan ve doğru-inanış sayılamayacak Adetlerden ve öteki Müslüman emirlerle savaşlanndan ha­ berdardı. Ancak Amakis'ten başka hiçbiri bu gerçekleri gaza ruhuna aykın görmemişti. Daha önce de gördüğümüz gibi Amakis, Wittek'e karşı temel itirazlarının ikisini de 1 947 gibi erken bir tarihte yapmıştı: Bursa yazıtı ile

Ahmedrnın tarihi, daha geç dönemlerin ideolojisi olarak bir yana atılabilirdi ve gaza ruhu ile ilk Osmanlılann gerek Bizanslı komşulanna gerekse İslam

öncesi inançlara düşman olmayan davranışları arasında bir çelişki vardı. 67 Ancak gazileıin eylemlertnin neden dini düşmanlık, katılık ve "kusursuz lslam" tarafından yönetilmesi beklenilsin? Wittek'in gazi ortamını ve onla­ nn etosunu betimlemesi, talihi gerçekler olduğuna inandığı şeylere dayanı­ yordu, önsel (a priori) bir gaza tanımına değil. Yani Osmanlı vakanüvisleıin­ den çok daha önce yazan Ortaçağ . Müslüman yazarlan tarafından gazi deni­ len ve İslamın uç bölgelertyle il i şkilendi ıi len belli bir toplumsal tipin betim­ lenmesini göz önüne alan, şer'! değil fakat talihi bir İanımdı.

Coglto,

sayı: 19. 1999


iki Cilıiın Are.�i11de

Dti ı ı işmend11d111e 'nin son derece idealleştirilmiş dünyasında işbirliği

\ 49

ve

içine kabul etme, Müslüman olma üzerine dayanır. Ancak kimi başka gazi <lestanlan , daha esnek olmaya hazır. Kitii b-ı

Dede Korkut'u

oluşturan öykü­

lerin ortası na sıkıştırılmış, Kuzeydoğu Anadolu uç boylarında, Trabzon Rum İmparatorluğu dolaylannda geçen bir öykü var.

ı<ı

Öykü, "men kanlu

kflfir eline varmadı n ol varmış. mana baş getürmiş ola" diyerek bir gelin arayan Kan Turalı adında "cılasun" ile başlar ile sevgiliye yönelik arzu

(Bu

öykülerde iktidar arayışı

içedir). Ancak bu iri latlardan sonra Trabzon

tekvurunun kızma aşık olur ve onunla evlenebilmek için gayretle çalışarak

üç zorlu canavarı yener. Bu canavarları gereğince yenince, tekvur ''Vallahi bu yigidi gözüm gördü, gönlüm sevdi" der. Gene de sözünden döner, altı yüz adamı ile "serhadde" eğlenen sevgililerin üzerine çullanır. Genç çift, düşmanı püskürtür ama Kan Turalı yaşamını bir kadının kurtarmasını ka­ bul etmekte güçlük çektiğinden, birbirtne düşerler. Ancak kız ona bir ok atar ve "başında olan bit ayağına in" en delikanlı derhal vazgeçer. Kan Tura­ lı'nın şimdi bütün yapabileceği, saydam ve gecikmiş bir kurnazlıkla, onu "sı­ na"dığını söylemektir. Sonra kucaklaşıp, "Taılu damağ veıiiben soruş"urlar, sonunda da dört nala, Dede Korkut'un kopuzu ve "gazi erenler başına ne geldügün" anlatan öykülerle şenlenen düğünlertnin şölenine giderler. Bu öyküde, gerçek bir alp varsa bu, delifişek savaşçı etosu ile açıkça alay edilen Kan Turalı olmayıp Selcan Sultandır, hiçbir yerde _&Müslümanlığa geçliği açıkça söylenmez. Yiğit gaziye aşkının ise, hiç olı& başlangıçta, onun kim olduğu ya da ne simgelediği ile bir ilgisi yok; genç kız onu gördü­ ğünde, "taraklığı boşaldı, kedisi mavladı, avsıl olmuş dana gibi ağzınun suyu akdı ... 'Hak Taila atamun gönlüne rahmet eylese, kabin kesip meni ol yigide verse' ... dedJ", diye okuyoruz (sözlü temsillerin sayısız dinleyicisi de buna yakın şeyler işitmiş olsa gerektir). Gaziya alkış tutmanın gertsinde Kan Tu­ ralı öyküsü, bir sınır ortamında kifirlerle ilişkilerin karmaşık gerçeklen hakkında örnek alınacak bir ders banndınyor ve bağnaz savaşçılarla dalga­ sını geçerek eğlendirtyor. Bu, Turalı adlı Akkoyıı nlu beyi on dördüncü yüz­ yıl ortalarında Trabzonlu imparator 111. Aleksios Komnenos'un kızı ile evlen­ diği zaman özellikle uygun düşmüş olabilir. iki devlet Akkoyıı nlulann dini bir anlam yüklediği bir kavgaya tutuşmuştu; ancak bu, böyle bir evliliği ola­ naksız kılmamış, birbirleıtnin ülkelerine karşılıklı ziyaretlere ve daha başka evliliklere yol açmıştır. Bu öyküyü, yalnızca, şu ya da belli başka bir evliliğin etrafındaki "gerçek" olaylann çarpıtılmış bir anlatılışı olarak gönnek, fazla20

Cogtto, sayı: 1 9, 1 999


50

Cemal Kafiıdm

sı�·la bir bönlük ve Dede Korkut'un ya da her ki mse öy kü c ü n ü n

haksızlık olurdu. Affia eski bir destan ,

inceliğine Oıiaçağ sonları Anadolusu'nun ger­

çeklerine hitap etmek, esnek bir gaza ideolojisi anlayışı içi nde onlara bir an­ lam vermek üzere işlenmişe benziyor. Anlatıcı şunu demek ister gibi: Gaza. öykünün başında Kan Turalı'nın anladığı kadar bağnazca anlaşıl ırsa pek çok şaşkınlıkla karşılaşılacaktır; fakat savaşçı kendini gerçekliklere uydu­ runca sonunda gene kazanır. kendi tarafı da kazanır.

On Beşinci Yüzyıldaki Aynktarih: Seyyid Ali Sultan'ın Yaşamöyküsü ve Bici İlbegi Masallan [Lindner'in ilk Osmanlı tari hlerini soğana benzetmesine karşılık bizim sannısak imgesini tercih edişimizin sebebi] gazilerin başarısının çeşitli "ta­ rihi" anlatılardaki değişik öyküleridir. Kaynaklann kimisi bize aynı gelene­ ğin değişik zarlan olarak görülemeyecek almaşık öyküler sunduklarında hiç kuşku bırakmıyor. Hele bir kaynak var. anonim teviıihin en serti bile, Al-i Osman hakkında yapacak doğrudan bir eleştirisi olmayan bu kaynakla kar­ şılaştınldığında yumuşak kalıyor. Burada Batı Anadolu gazilerin i n en parlak başanlanndan biri olan Trakya'nın fethi onurunu, bilinen bütün öteki veka­ yinamelerden korkunç değişik bir biçimde bölüştüren küstah bir "ayrıkta­ rih" ile Osmanlı tarih yazıcılığına bir meydan okuma var. On beşinci yüzyıl uç boyu öyküleri sağanağı içinde bilmece gibi bir kay­ nak olan Se.vyid

Ali Sultan Veldyetndmesi'nin

da uygun düşmeyecek.

144

ayrıntılı bir çözümlemesi bura­

Kahramanlanndan biri n i iftiraya karşı, yandaşla­

nnı da kimi haklarının kaybına karşı savunmaya çalışır gözüktüğü gerçeği­ ne göre, büyük olasılıkla il. Mehmed'in istimlak atılımı sırasında ya da he­ men sonrasında, Mehmed'in oğlunca zarara uğrayanların haklann ı n ve ün­ lerinin gert verildiği zaman yazılmıştı. Bu yapıtın en ilginç yanı, kabul görmüş Trakya fethi öyküsünün çizgisin­ den köklü aynlışı. Al-i Osman burada da bey ailesi ve gerçekte Osmanlı padi­ şahı kahramandan daha yüksek bir politik yetke. ancak öteki gazilerin rolü herhangi bir Al-i Osman vekayinamesinde bulunanından daha büyük. Yapı­ tın gerçek kahramanlan, Kızıl Deli de denen, düşünde Peygamberi görmesi üzerine Horasan'dakl yurtlarından Rüm illerine giden Seyyid Ali Sultan ile yoldaşlandır. Seyyid Ali ve yoldaşları tam bir derviş ve savaşçı bileşimidir: as­ keri rolleri benzer bir bileşim sergileyen başka çoğu ermişten, Sarı Saltuk'tan bile, daha belirgindir. Kahramanlanmız Rüm'a gelir gelmez Hacı Bektaş'a bir

Coglto,

sayı: 19. 1 999


iki Cilıi.m Aresiııde

saygı ziyareti yaptıklanna göre yapıt, kesin olarak, (Yunan Trakyası'nda, şim· diki adı Dhidhimoteichon olan Dimetoka yakınında) K.Jzıl Deli geleneği Bek· taşilik içine alındıktan sonra yazılmışur. Hacı Bektaş bunları kutsayıp her bi· ri ni ayrı kurlara ( rütbe) atadı ktan (Horasan hammaddesini Rllmi düzene soktuktan) sonra, Çanakkale Boğazı'nın Anadolu kıyısında güçlerini Rume· li'ne geçirmenin yolunu düşlemekte olan Osmanlı sultanına katılırlar. Süleyman Paşa, Osmanlı tarih yazımına göre Trakya'da ilk fetihlerin kahra­ manı olan Osmanlı şehzadesi. burada da geçişi başaran güçler arasında; ama önder değil. Osmanlı vekayinamelerinde çarpıcı bir öykü olan ölümü burada pek önem verilmeden anlatılıyor; girişimin geleceği bakımından da bir şey ifade etmiyor. Daha can alıcı olan, Trakya fetihlerinde kesintisiz bir Osmanlı yöneti· mi kurgusundan sapmayan başka Osmanlı ve kayi nameleri ndek i gibi, Süleyman Paşa'nın yeline sonradan 1. Murad olan, kardeşinin geçtiği söylenmiyor. m

1 46

Osmanlı vekayinameleıinin diğer bir kahramanı ve 1. Bayezid'in damadı Emir Sultan bu yaşamöyküsünde boy gösterir ama çok d aha konumda. ' " Anadolu'ya Seyyid

Ali eş liğinde

önemsiz bir

gelir, Hacı Bekıaşça Seyyid

Alinin ordusuna sancaktar atanır. Fatihler, Trakya'da zaferden zafere koşar­

ken, abdest alacak su bulamadıkları bir şehre varırlar. K91dan ya da ken­ disine gösterilen saygı da n memnun olmayan Emir Sul tlrdeğneğini acele

He yere saplar ve bir pınar belirir. Öteki gazi-dervişlerin bu işe sevinmesini

beklemeyin sakı n; silfilik-alplik yoUanna karşın bu yanşkan topluluk içinde eşitler arasında değerbilirlik, zorunlu kabul edilmemeli. Seyyid Ali, Emir Sultan'ı, bu güce sahip onca insan varken "tizlik" etmesinden (yani, gösteriş� çi l iğ ind en )

ötürü

önce azarlar, sonra da öldürücü bir nazarla dünyasından

eder. Derviş-fatihler, merhumu, keşfettiği pınarın yanı başına gömdükten sonra, yeni maceralara doğru yola koyulurlar. ı .aa frene Beldiceanu-Steinherr ( Kızıl Deli takma adlı). Seyyid Ali'nin pek ala,

O rh a n

Bey' i n l 330'lardan başlayarak birkaç aşamada beyliklerini alma­

sı üzerine Osmanlı güçlerine katılan Karasi gazilerinin önde gelen kişisi, Hacı llbegi olabileceğini ileri sünnüştür.

"9

Osmanlı tarihçiliği Karasi gazi­

lerinin katılımını, genel olarak, Osmanlı önderliğinde din

uğruna savaşa hiz­

met vennekten mutlu aynı görüşteki savaşçılann kardeşçe bir bütünleşmesi

y

olarak gösterirse de, ilişkinin pek ö le pürilzsüz olmadığının çeşitli belirtile­ ri var. Ne de olsa Karasilller, bu uç boylannda

han san ın ı

tek benimseyenler

olmanın ötesinde, soylannı Danişmendlilere bağlamakla, gaza önderliğinde iddialan da az buz olmasa gerekti. Aynca Osmanlılann kendilerine kattığı

Cogtıo,

sayı: 1 9, 1 999

51


52

Cemal KafQdar

Karası savaşçılarından kimilerinin, yani Hacı İlbegi ve yoldaşlar ı n ı n , Selçuk soyundan olma iddia.Sı vardı. ı . � o Bu iddiaların komşularınca ya da hatta ken­ di uyruklannca kabul edilip edilmediğini bilemeyiz, ama Karasili lerin ken­ dilerini ne gözle gördüğünün ipuçlarıdır bunlar. Bu durumda, bu savaşçılarla Osmanlı hükümdarı arasında aç ıkç a anla­ tılmamış ama belirgin anlaşmazlık izleri bulmak şaşırtıcı değil. Anonim vc­ kayinamelerin kimileri, Meriç Irmağı boyunda Sırp güçlerine karşı 1 3 7 1 za­ ferinin Osmanlı yanlısı yorumunu anlattıktan sonra, Sırpları, Osmanlı ordu­ su ha.la. uyurken, iJbegi'nin insanüstü bir kahramanlıkla yendiği bir varyant aktanyor. Aynca, bu vekayinamelerin kimileri İlbegi'nin J. M urad'ın buyru­ ğu ile, üstelik de bir kul t ara fı ndan , idam edildiğini söyler, vekayinamelerin çoğu ise llbegi'nin ölümünü atlamayı yeğler.

Ölümünün kesin mahiyeti n e olursa olsun Osmanlı tahrir defterlerinde llbegi gibi bir fatihin adına hiçbir mülk ya da vakıf bulunmaması tuhaf. Bel ­ ki de İlbegi'nin ününe karşı Osmanlı yanlısı bir tavnn sonucu olarak, yaşa­

möyküsünün bir başka yorumunda, aile topraklarını Orhan'a verdiği için

kendi kardeşini öldüren Kabil benzeri bir kişi olarak görünür. Ancak Berga­ ma halkı İlbegi'nden öyle nefret eder ki onu yakalayıp kenti Orhan'a verirler; llbegi zindanda iki mutsuz yıl geçirdikten sonra ölür.

151

Yukanda anılan Osman v e Dündar öyküleri gibi b i r Hacı llbegi rivayet­ leri dolaşımda idi besbelli ve bu Kızıl Deli geleneğinin yaratılması ile bağ­ lantılı olabilir.

m

Burada benim bakış açımdan llbegi'nin kendisine yakıştı­

nlanlan gerçekten yapıp yapmadığı, idam edilip edilmediği ya da, bayağı olası göründüğü halde, Seyyid Ali ile özdeş olup olmadığı, hiç önemli değil . Bir vakitler yaşamının v e maceralannın birbirleriyle uzlaşmaz değişik var­ yantlannın olduğu kesin. Bu öykülerin ve Kızıl Deli menkıbesinde anlatılan olayların genel anlamı, ikisi bağlantılı olsun olmasın, Trakya'daki kimi önemli gazi başanlannın onuru için Osmanlılar ile öteki gazilerin çekiştiği­ ni gösteriyor. Bu farklılığı kaydetmek, kimin haklı olduğunu bulup çıkar­ maktan daha önemli olabilir. Bir sonraki bölümde bu olaylann tarihine ye­ niden geleceğiz, ancak bunların tarihi gerçeklikle ilişkisi ne olursa olsun, hem uzak hem yakın geçmişi kendilerinin kılma kavgası, kesinlikle erken­ dönem Osmanlı gerçekliklerinin bir parçası idi ve bir zamanlar güncel geri­ limlere anlam katarak yansımış olmalıdır. Trakya'nın alınışının değişik öykülerinin, erken Osmanlı tarihi üstüne kaynaklanmızda önemli bir gerilim çizgisi temsil etmesinde şaşılacak bir

Cogtto,

sayı: 19, 1999


/k; Olııln Aresinde

şey yok. Uç boyu enerj i lerinin ve gazi etkinliğinin boğaıın öte yakasına yer­ leşt iri lmesi, Balkanlar'a açılan Trakya kentlerinin fethi ile birlikte, Anadolu gazileri n i n en önemli ba şa n la n n da n birini oluşturur ve bunun en sonunda Bizans'ı n yazg ı s ı n ı bel i rlediği ya da hi ç değilse Güneydoğu Avrupa'da Türk­ Müslüman varlı- sağ l a m a bağladığı ileri sürülebilir. Sonraki bölümde ele alacağımız üzre

B"meli'ne

geçtikten hemen sonraki yirmi otuz yıl özellikle

gerginlik do l uydu . Yeni kurulan Osmanlı devleti, bu dönem boyu n ca benzer koşullar altında ortaya çıkan birçokları gibi parçalanma tehlikesi ile karşı­ laşmıştır. Ancak Al-i Osman [eski gazi müttefikleri ve komşuları üzerine üs­ tünlüğünü kurmakta öncülerinin ve rakiplerinin hepsinden daha başanlı

çıktı, çünkü onları,] adım adım düzenli olarak, eylem ve görevleri merkezi­ leşmiş sultanlık bir devletin buyruklarıyla düzenlenen kumandan ve tımarlı­ lara dönüştürmeyi becerdi. Tarihin, onlan anıyorsa, temel olarak Osmanlı devletinin gelişmesindeki hizmetlerinden dolayı anması şaşırtıcı değil. Yahşi Fakih'e göre başka bir Osmanlı başarısı haberi yayılıp Osmanlı il­ lerine başka tür bir nüfus çekiyordu: Aşıkpaşa-zade büyük bir olasılıkla Or­ han'ın imamının oğluna dayanarak ilk Osmanlılara "adi ü dadı" diyor, fethe­ dilen toprakların kaçan köylülerini gerisin geri köylerine getirtiyordu. "Va­ kıtları kafir zamanından dahı eyü olclı belki. Zira bundağı kAfirlerün rahatlı­ ğın işidüb gayrı vilayetden dahı adam gelmege başladı." " Türk fetihlerini Müslümanlara da olmayanlara da adalet. eşitlik ve vergi indirimi getiren bir tür "kurtuluş hareketi" olarak yazan modem (Türk] bilim adamları genel olarak ve büyük ölçüde doğru olarak şovenist savunmaya kapılanmış olarak algılanıyor. Fakat bir geç ortaçağ tarihçisinin bu iddiasını nasıl anlayacağız? Kuşkusuz o da propaganda yapıyor olabilir ancak propaganda bile içinde ya­ tan ilkelere yönelik belli bir ilgi yansı tır. Gerçekte fatihin fethedilmiş halkın yazgısıyla ilgilenişi konusu pek çok uçboyu öyk üsünde bulunur. Anonim ta­ rihlerde on beşinci yüzyıl Osmanlı yönetimi, Müslüman olmayan uyrukları­ nı esklsi kadar adil ve hafif vergilendirmediği için açıkça yeriliyor. Yergide ölçülü olmaya gösterilen bu özen, geç kaynakların daha önceki vergilere ışık tuttukları ölçüde, Osmanlı kanunnameleri tarafından teyid ediliyor. Örneğin 1 530 Bayburt kanunnamesine giriş, yöre halkının (Akkoyunlu) Uzun Ha­

san'ın daha önceki yasalarının yükünü taşıyamadığına işaret ederek, bütün kanunu karşılaştırmalı bir görüş açısına yerleştiriyor. Uyruklarının iyilikleri­ nin "mılctb·i devam-ı devlet ve bi'is-i niz8m-ı memleket" olduğunu anJayan

Coglto,

sayı: 1 9, 1 999

53


54

j

Cemal Ka/Qdar

Osmanlılann yeni rejiminde, dolayısıyla "bfı.'zı maddeler ref' ba'zı hususlar tahfif ofındt".

H

İlk üS:manlıJar ölçülü Vergi koyma bakımından, galiba, bir

rekabet duıumu ile de karşı karşıya idiler: karşıtlanndan en azından biri, Aydınlı Umur Bey, Denizli'deki bir yazıtta yerel bir vergiyi kaldırdığını övünçle bildiriyordu. 34 Ancak bu kimseyi şaşırtmamalı, modern savunmacılık ile de denkleşliri­ lemez. Burada kanunnamenin yazılışının açıkça gösterdiği gibi pragmatik düşünceler söz konusu idi: Hükümdar ve uyruklar arasındaki gerilimi, özel­ likle bu yönetim çok yeni ve belki güvenliksizken, göreli yumuşaklık ve den­ lilik azaltabilirdi. Aynca politik istikrarsızlık, göçer ve akıncı etkinliği Ana­ dolu'da kırlık bölgenin önemli bir bölümünde yıkıma ve nüfus azalmasına yol açmıştı; kendine ciddi bir politik gelecek biçen her girişim , egemenliğin­ deki yerlerde üreten, vergi veren uyruklar ister. Tannı nüfusunun yerinden edilmesine büyük ölçüde Türk aşiretlerinin hareket, baskın ve yerleşmesi neden olmuştu, ancak bu aşiretlerden herhangi birt yönetme işine koyula­ caksa önceliklerinin doğal olarak yeniden tanımlanması gerekecekti. Bu bağlamda Aşıkpaşa-zade'den Hammer, Gibbon, eleştiricileri ve Lind­ ner'e dek erken Osmanlı tarihi çalışmalannın hepsinde bir biçimde boy gös­ teren düş öyküsüne yeniden göz atmaya değer. Bu tarihçiler, en azından Hammer'den beri benzer düş söylencelerinin pek çok başka devletlerin kuru­ luş anlatılannı süslediğini biliyorlar. Aşın-usçu bir duyarlılık için bu, öykü­ nün toptan bir yana atılmasının ya da boş inanca dayanan dindarhklannı okşama (ve onlan itaat için kandırma?) anlamında "halkın psikolojik gerek­ sinimlerini" gidermek üzere basit bir düzen olarak anlaşılmasının gerektiği­ ni gösterir. 15 Ancak katıksız bönlük temel varsayımına razı olmayanlar Roy Mottahedeh'nin, ortaçağ lslam tarihinden örneklere dayanarak ileri sürdü­

ğü, bu tür düş anlatılannın bir egemenlik sözleşmesi temsil ediyor olarak da görülebileceği, parlak fikrinden yararlanabilir. " Osman, bölgedeki birçok başka savaşçılar gibi, düş görmenin özgül olmayan anlamıyla, gerçekten hü­ kümdarlık düşlemiş olmalıdır. Hurucundan sonra bir noktada kendisinin ya da tonınlannın politik girişimine ilahi bir sözleşme onayı vermek için düş öyküsünü ileri sürmüşlerdir, ancak düşün gerçekliği üzerinde uzlaşma, bü­ tün sözleşmeler gibi, ilah! onayı olduğu için Osman'ın soyunun erkinin ka­ bul edilmesi gerektiğine işaret etmekle kalmıyor, karşılığında Osman Ailesi­ nin birtakım ytikürnlülükler1nln olduğunu ifade ediyordu. Düş, uyruklar için bir güvenlik ve refah sözü (ve andı?) içermiyor muydu? Öyleyse düş anlatısı,

Cogito,

sayı: t9, 1999


iki Cilıiiıı Are.�iııde

bir ha k ı m a , s i yasal u zlaşma arayışına yönelik bir çalışma yöntemi olarak i:?­ lev görüyordu. Düş söylencesi bir sözleşme olarak anlaşılabilirse yorumcu ( Ede Bali ya da Abdül'aziz veya Hcicı Bektaş) bu işin senet n i te l iğ i n i n noteri olarak görü­ lebilir. Sözleşmeyi doğrulayan ve kamu alanında meşruiyet sağl ayan o. Bu, bir şeyhe her cülusta yeni padişaha kılıç k uşand ırd ığ ı nda böylelikle de, no­ terliği ile diye ekleyeyim, güç devrini onaylayıp sözl eşm eyi ye n il ed iğ i nde ve­ ril diği söylenen rolden farklı değil. Osman'ın düş yorumcusunun kimliği gibi değişik Sofi tarikatlan arasında bir çekişm e alanı olan bu törenin erken tarihi, çok yazık, sırlar içine gömülü. Böyle bir törenin on dördü nc ü yüzyıl­ da gerçekten yapıldığı bile bell i değil. Düş söylencesinin kendisine gelince, h iç değilse bizim elimizdeki haliyle, Osmanlılarda yerle şi kl ik tercihi bel i r­ d ikten son ra i ş lenmi ş olsa gerektir, çünkü, açık içertğini çözümlerken Lind­ n e r'i n derin bir görii ş le g ö sterd i ğ i gibi, onlann yönetimi altında öze l likle yerleşik bir ge lecek görü şü sunuyor 17

.

Osmanlı yönetimini kabul edilir ya da katlanılabilir kılmakta ılımlı ver­ gilendirmenin rolü ne olursa olsun bu, Osmanlılar ya da başkalannca yara­ tılan sürekli kanşıkhktan sonra bir yere Osmanlı ya da başka bir tür istik­

rarlı yönetim altında gelecek olan güvenlikle desteklenmiş olsa gerek. Ku­ zeybatı An adolu 'ya bakarsak, yöre köylüleri o denli bu nalm ışl ardı ki l 294'te bir düzmece Lahanes isyanına katılmaya hazırdılar. Bütün bunlar merkezi Bizans hükümelinin bu bölgeye olan doğrudan ilgi­ sinin azalmasıyla muhakkak kolaylaşmıştır. " Leşkeriler sonrası dönemde im­ paratorluğun politik dikkati batıya yönel ince , Bitinya öneminin bir kısmını yitirmiş, savunması ihmale uğramıştı. Yöredeki imparatorluk uyruklannın

düş kınklığı, büyük olasılıkla Lindner'in işaret ettiği gibi, İznik Leşkeri yöne­ timi altında yüksek düzeyde bir güvenlik ve istikrar görmüş olmalan yüzün­ den artıyordu. Ancak Bltinya'nm o zamankJ bu "geri .. konumu, Osmanlılar açısından,

yal n ı z ka rş ıl aş t ıktan

zay ı f savunma dizgesi yüzünden değil, büyük

devletlerin çok dikkatini çekmeden yayılabildikleri ve kendi devletçiklerini in· şa edebildikleri için de yararlı olmuş t ur. Hıristiyan oturanlannın imparator­ luk hükilmetlerinden sıtkı sıyn l m ı ş görünen bu unutulmuş yörede, eski Bi· zans uyru k.lan n ı Osmanlı tarafına kazanmak ya da Osmanlı gücünün yerleş­ mesine kucak açmak değilse bile, en azından boyun eğdirmek için fırsatlar anmıştı.

Cogiıo, sayı: 1 9, 1 999

55


56

Cemal KafUdar

Cem Sultan adına derlenen Salwkndme'de çeşilli bölümler, ki tabın Os­ manlı ailesi ya da bu şehzade ile gazi çevresi arasında bir uzlaşma sağlama­ ya yönelik tasarlandığı izlenimi veriyor. Burada Rüm gazilerinin dön yıl sü­ reyle para bastık.lan ve Salıuk adına (Cuma] hutbe[si] okuttukları söyleniyor -Osmanlı egemenliğini kabul etmeye karşı küstahça bir direnç yansıtan, su götürmez egemenlik simgeleri. Ancak Saltuk'un kendisinin bu tür eylemi onaylamadığı, Al-i Osman'ın üstün hakkını kabul ettiği ve bütün gazileri Os­ man'ın ailesi çevresinde toplanmaya çağırdığı söyleniyor. Saltuknlime yazılı­ şı zamanında. 1 474 dolaylarında, gazilerin hizmetlerine adil bir karşılık al­ madık.lan kanısını yansıtıyor.

İstanbul'un fethi ve bu kentin, güç orunu başkente dön üşt ü rü lmesi , bu aç ıdan , en önemli anı oluşturur çünkü bunlar gazileri kıyıya iten politik gö­ ıüşün belirginleşmesini temsil eder. Edime başkent olarak rol ü n ü yitirdik­ ten sonra yazılan anlatıya göre Saltuk, fetihten çok önce bu yöreyi ziyaret eder ve geleceğin Müslüman hükümdarlarını uyanr: "Kim [bütün] Rüm elini fethetmek istiyorsa Endriyye'de konaklasın. Kim küffar ve düşmanı yok etmek istiyorsa Edirne'de kala, çünkü gazi ocağıdır. Gaza için daha iyi yer yoktur. Bu dünya yüzüğe benzer; Rumeli yüzüğün mühıü olup bu yüzüğün merkezi Endriyyedir. Bu Rüm [eli].

parmağındaki yüzük gibi kimde ise, yüzüğünün merkezi [yani payitaht] burası olmalı. Burası RUm [eli]'nin harimidir." Ermiş, Mehmed adlı bir sultanın çıkıp İstanbul'u fethedeceği; kentin eninde sonunda "yolsuzluk. zina, oğlancılık ve zulm" yüzünden yok olacağı, ama "Müslümanlar gazayı bırakmadıkça" Edirne'ye bir şey olmayacağı ke­ hanetini de

yapar. b4

Daha sonra, Bizans başkentinin kuşatılması sırasında

San Saltuk bir düşte il. Mehmed'e göıünür ve ona kentin anahtarlarını verir ancak genç sultana bu anahtarları Edime'de tutmasını ve "gazileıin kadim ve mukaddes yurdu" olduğundan bu kenti hiç unutmamasını söyler.

ı!ı5

Burada, lstanbul'da kapıkulu denetiminde bir merkezi yönetimin gücü karşısında gazilerin düştüğü şaşkınlığın dile getirilmesini bulmuyor muyuz? Salıuknô.me derleyicisi, Cem'in sultan olursa "gaziler ocağı" Edirne'de otur­

ma sözü verdiğini de söylüyor. Bu, gaziler için onur ve güçlerini geri verecek bir yönetim değişikliği idi. Cem için ise, gelecekteki sultanlık girişimi için destekçilerini belirliyordu. 66 Cem'e sonraki taht sava_ş ım ı nda karşıtlık, ger­ çekten de Bayezid"I kayıran ve tahta geçirmeyi başaran kimi önemli devlet adamları ile kapıkulu ordusundan gelmiştir. Ondan sonra kul-tabanlı bir yöCogito, sayı: t9, t999


iki Cilıiin Are.�inde

nel i m i n gücü onaylan m ı ş ve gaziler bir daha Osmanlı devletine yön vermek­ te ön e m l i bir rol oynamamıştır. Edime ya nlısı g ru bun güce ni kliği bir süre daha canlı kalmış o la b i l i r; b ir sonra k i k uşağı n t ah t kavgal a rında ( 1 5 1 1 - 1 2 ) bi r tarihçi n i n , Edirneli RUhi, k u l askerleri nin ad a yı v e gal i b Selim'i eleştir­

mesi bü y ü k olasılıkl a rastlantı değildi. b? Ancak başkenti İ stanbul'dan taşımak, imparatorluğun son günlerine dek Osma n l ı politik tarihindeki simgesel içeıiğini korumuştur. il. Osman ( 1 6 1 82 2 ) ku l ordusunun gücünü denetim ahına almak i stedi ğin de başkenti. Bur­ sa, Edime ya da Şam olduğu söylenen, başka bir kente taşıma tehdidi savur­ muştu. l 703 'te Yeniçeriler (loncalar ve İstanbul ulemasıyla bilece) isyan ha­ linde Sultan il. M ustafa'nın ( 1 695- 1 703), söylentiye göre yeniden Osmanlı başkenti yapmak niyetiyle, yıllardır kalmakta olduğu Edime'ye yürüdüler; il. Mustafa zorla tahttan indirildikten sonra daha yeni seçilmiş Sultan Ill.

Ahmed İstanbul'a ancak kentten aynlmayacağına söz verdikten sonra götü­ rü lmüştü r. il. Mahmud'un ( 1 808-3 8) Yeniçeıileıi. aşınlıklannı dizginlemez­

lerse, ailesini alıp İ stanbul'dan gitmekle tehdit ettiği söylenir. Sonunda da Osmanlı politik düzeninden son kopuşun simgesi olarak Ankara'nın, Türki­

ye Cu m huriye t i'n i n başkenti seçilmesi üzerine Cazla söze gerek yok. Bu olaylann gazi çevrelertyle bir ilişkisi yok; on altıncı yüzyıldan sonra uç savaşçılanndan politik bir güç olarak söz etmek bir zaman karmaşası olur.

Gene de Cem'in Edime' de kalma sözünden Tü rkiye Cumh u riyet i'ni n başkenti olarak Ankara'nın seçimine kadar, bu olaylan bağlayan düşünce zinciıi apa­

çık; Osmanlı politik tarihinin "uzun yaşamı"nda "lstanbul'a karşı başka bir kent" politik gerilimi, değişik sosyopolitik çıkarlar, terc i h ve görüşler belirle­

yen simgesel olarak güçlü bir dingili temsil ediyordu. Uzantısı boyunca mer­ kezi devlete karşı anlamlı bir karşıtlığın görülebileceği bu dJngilin ilk ortaya çıkışını, Saltııkndme'de ( İ stanbul'a karşı Edirne görünümünde) buluyoruz. lstanbul'un fethinden sonra Osmanlı imparatorluk politikalarının kesin

pekişmes i , en azından I 370'lerden beri aşınan özerkliklerine indirilen son darbeyi temsil ettiğinden on beşinci yüzyılda bu karşıtlık Rumeli gazi çevre­ lerinden gel iyo rd u . Gazi ortamını derinden solumuş ve iç i n de bulunduk.lan

kötü du ru m u anlamış o dönemin kimi yazarları, Osmanlı hanedanının tari­ hini. geçip gitmiş bir dönemin idealleştirilmiş bir uç toplumunun ahlak, tö­ re ve yaşam biçemine padişahın gitgide yabancılaşması olarak izlememizi

sağlayan, birbirleriyle bağlantılı bir anlatılar derlemesi Tevdrih-i )././ 'Os­

mdn 'da, gazileıin güceniklik duygusunu dile getirmey i becermiştir.

Coglıo.

sayı: 1 9, 1 999

57


58

Cemal Ka/iıdar

Gazilerin ilk Osmanlı laıihinde oynadığı rolün ve derviş, göçer ya da ka­ pıkullan gibi başka toplumsal gruplarla ilişkilerin ayrıntılı bir i ncelemesine kalkmak gerçekçi olmazdı. Burada ana amaç Oı1açağ Anadolusu'nda bir ga­ zi ortamından söz edilebilirliğini göstermekti. Gaziler, Osmanlı tarihinin ilk iki yüz yılında etten kemikten insanların oluşturduğu belirgin bir toplumsal gruptur. Osmanlı devletinin doğuşunda oynadık.lan rol ne olursa olsun, ka­ firlere karşı amansız savaşçılar olarak Osmanlı ulemasının sanal yaratıklan değillerdi. Onlar, kendi töre ve inançlan ile, pek çok başan kazandığından sonunda üyelerinden kimilerini yiyen bir koalisyon içinde çıkar ve ittifakları olan Ortaçağ Anadolusu uç toplumunun belirli bir kesimini temsil ediyordu. Bu koalisyonun çoban aşiretler, en sonunda da sapkın dervişler benzeri pek çok başka öğesi gibi gaziler de, bir vakitler kendilerinden biri , gazi beg­ lerinden biri olan Osman'ın ailesi önderliğinde emperyal bir merkezi devle­ tin ortaya çıkmasıyla eninde sonunda yönetici katmanın dışında bırakılan, somut bir toplumsal grubu temsil ediyordu. Bu değişikliğin parlak bir örne­ ği, Osman'ın ünlü savaşçı yoldaşlarından birinin soyundan gelen eski ve parlak bir uç beyleri ailesinin on altıncı yüzyıl mirasçısı, kendisine Bab-ı A li'nin kararlanna göre gaza etkinliğini kesmesi söylenen Mihaloğlu Ali Beg'dir. Oysa akın, eskiden, yerel ya da yöresel boyutlu ve yakın sonuçlan bakımından bir gazi için esasında kişisel bir kazanç işi idi, şimdi ise ulusla­ rarası Realpolitik alanında bir konu olup çıkmıştı. Dolayısıyla, Muhteşem Süleyman Habsburglularla bir banş antlaşması yapıp berkitmeye karar ve­ rince, Mihaloğlu'na onlann topraklanna akın düzenlemekten kaçınma buy­ ruğu veriliyordu. Bunun gazi için ne anlama geldiğini, kendisini sık sık ls­

tanbul'un [Galata] semtindeki meyhanelere taşıyan şaraba düşkünlüğü yü­ zünden Galatalı Ca'fer diye ünlü bir kadı ve ozan, Nihili, ince bir benzetme­ ye sıkıştırmış: "Mihaloğlı'na uçda sancak virüp uç işletme diyü yasak itmek, bana Galata'yı virüp şarab içme dimeğe benzer." M /ngtltzceden çeviren: Ruşen Sezer

Coglto,

sayı:

19, 1999


iki Cihan Are.�inde

Notlar Arıatolische Karavamerail des 13. Ja/ırlıımderts (Tü bl ngen . 1 96 1 ) ve M. Kemal Özergln, '"Anadolu'da Selçuklu Kervansa­ Der,:ül 1 5 ( 1 965), s. 1 4 1 -70. Bu yöreyle ilgili olarak dünya ekonomisi ü7.ertn·

Selçuk kcr\'ansarayları hakkında bkz. Kun E rd m an n , Das raylan", Tarilı

de en yeni çalışma Janeı Abu Lughod'un k i ı a bı d ı r: &fore Eumpean Ecaııomy: 11ıe World Sy:steın, A . D.

1250-1150,

New York, 1 989. Türk lstilalanndan sonra Onaçağ Anadolu eko­

nomisindeki değişikliklere aynnuh ba kı ş için bkz. M idıael Moı ıeta n• Ecoııonıy,

c.300- 1 450, Camhridge, 1 985.

Hendy ,

Stıulies

in ıhe Byzantine

Venetian Creıe and ıhe Em tra ıes of Memeshe (1300- 14 1 5), Venedlk, 1 983. Ul usl ara rası fuar için bkz. Faruk Sü mer , Yabanlu

Elizabeth A. Zachariadou, Trade and Cmsade: aııd Aydm

Pa:.an, f s ıanbul . 1 985:

A n adol u 'd a Moğol yönetiminin genel bir deQ:erlendlrmesl için bkz. Faruk Sümer, "Anadolu'da M oSo l l ar� . Selçuklu Araştırma/an Dergisi I ( 1 969). s. 1 - 1 47. On

üçüncü yüzyıl sonlannda yerel para bas ı m ı nda çoğalma olduğu sö�leniyor; bkz. Rudi P. Ll n d n er, "A Silver Age in Seljuk Anatolia .. . "Tii.rk Nünıismalik Demelinin 20. Kurnluş Yılıtı­ da lbralıim Artuk'a Amıafan, İstanbul, 1 988 içinde. Marshall Sahlins, The Jslands of Hisıory, Chicago, t 985, s. 79 . ıo AşıkMa-7.3.de, Glese edisyonu, s.9- 10; Atsız edisyonu. s .95. 1 1 Bu görüş için bkz. "Turks and Trojans in the Renalssance". Modern Language Review. 47 ( 1 952). s.330-33; Agostino Pertusi, "I pr1mi studi in Ottldente sull'or1g:lne e la poıenza dei Turcht". Studi Venezlanl 12 ( 1 970), s.465-552: Steven Runclman, "Teucri and Turd"', Maı­ eval and Middle Easıern Sıudies in Honour of A:::ız Suryal Atiya, yay. S. Hanna, Leiden, 1 972, s.344-48 ve F.L. Borchard, Gennan Anllqııity in lknalssance Myıh. Bahlmor, 1 97 1 . s.85 ve 292. 12 Bu sözler, Yunanca yazılmış olup, Mehmed döneminin resmi vaka�inamesi denebilecek tek eserden alınmışlır. Mlhalis Kıitovulos, Tdrih-i Sulıdn Mehmed Hdn-ı Sıini, çeviren Ka­ roli d i , lsıanbul, 1 338, s. 1 6 1 . Karolldi ÇCl-'İrisinde atlanan "Hellenler" sözeüğü, fngillzce çe.­ viride yer almıştır: Hlstory of Mehmed rhe Conq11eror, çev. C.T. Rlggs, Princeton, 1954, s. 1 8 1 - 1 82 . 27 İs m ai l Kaygusuz, Onar Dede Mezarlığı ve Adı Bi/i,,nıeyen Bir Türk Kolonizatôrü: Şeyh Hasan Oner, lsıanbul. 1 983, s. 1 0. 28 Mustafa AJi'nın Künhü1..a.hbor'ından alınan bu paı-çayı bu lan ve anan, Comell ff. Flelsch­ er'dir. Ta rihçi Mustafa Alt: Bir Osmanlı Aydım ıy Bürokratı, çev. Ayla Ortaç, f s ta nbu l, 1996.

65 66

s.263. Eş-Şakd 'ik tm·nı� 'ındniyt, ad değişikliğiyle genlşleterek çev. Mecdi Efendi, Haıüf'ik uş- şa­ kA.'ik, yay. A. Ôzcan, fstanbul, 1 989, s.3 1 -33. İnsan kurban etme hakkında bk z. Speros Vryon i s, HEvidence of Human Sacı1ftce among Early Otıoman Tu rks " , Jo11rnal of Asian History, S ( 1971 ) , s. 1 40-1 46. Şamanizmin üzerinde

durduğum uz döneme uygulanablllrllğ:inin bir değerlendirillşl için bakınız İbrahim Kafe­

soğl u , Eski Tiirk D in i, Ankara. 1 980 ve A. KaramustaFa'nın yayımlanmamış M.A. ıezt McGlll Unlverslty, 1 98 1 . O nodo ks oJmayan Adetlerin eski inanışlardan kalıntı ol ara k anla­ ş ılmas ı konusunda eleşUrel antropolojik çalışmalann taran ması için bkz. C. Stewan. De­ mos a nd ıhe Drvil, Pt1nceıon. 1 99 1 , s.S- 1 2. 67 Wirtek'ln gazi tezine karşı Köprülü'den esinlenerek Osmanlı devletinin aşiret köke nl i oldu­ ğunu ileti sürerken kimi Türk ara şı ı nnacı lan da gaz i lert n sofu m os l O man l ar olması gerektJ­ A:lne i n a n m ı ş tı r . Faruk Demlrtaş, "Osmanlı Dtvrlnde Anadolu'da Kayılar", Belleten, 1 2 ( 1948): "İlk Osmanlılar, Avnıpalı bir Alımın iddia et t iği gibi, gazllerden m üteşekkJJ bir cemi­ yet olsalardı, çoğunun taşıdığı mlllf ad la n n tersine sofu müslüman adla n al ı rl ard ı � (s. 602 ) . 19 Bkz. Dedenı Korlc11dım Kitabı, yay: Orhan Ş. Gökyay , lsıanbul, 1 973, s.83-97. 20 Bu, kuşkusuz, Ortaçağ Anadolusu'nda Türk ve H ı rlsUyan hükümdar alleler:I arasındaki tek evllllk olmayıp A. Bryer'ın dediği gibi, o yörenin TürkmenJer:I ile KomnenusJar anısındaki (on birinin) ilkiydi, •Grrek Hlsıorians on the Turks: The Case of the Ftrst Bp.antJne-Otlo­ man Man1age", 77r� Wrltlng of History in ılıe Mlt!Jle �: EsSQY.f /lrnenıa ıo Rlıchard Willi­ am Southem, yay. R.H.C. Davis ve J.M. Wallace.-Hadrill, Oxford. 1 98 1 , s.47 1 -93. Bu makalr

Cogito. sayı: 1 9, 1999

59


60

Cemal Kof"lJdor

Osmanlı şehzadesi Orhan'la Kantaku:r.enos'un kızının 1 346'daki evliliği hakkındadır. Bryer,

Raki nt zak is 'i n vavımlanmamış M.A. tezinden (Binni ngham, 1 975) alınlı )-•apar.ık, " 1 297 ill' · 1461 arasında n a:r. otuz dön Bi7.ans, Trab:r.on ve Sııı:ı prensesinin (sırayla) Moğol han an

i

l l

l

\'e l h an lı ar a , Türk emirleri ve Türkmen beyleri ile evlendiklerini'' yazıyor s.48 1 . 1 44 Cezbi, Velti.verııdme-i &yyid Ali S11lıti11, Cebeci f i Halk Küıüphanesi. E l Yazması, 1 1 89; bu nusha Rebrü'l-ewel H. 1 3 1 3/M. 1 89S'te istinsah edilmiştir. Trakya fetihleti hakkında yeni­ den düşünmek için bu kaynağın önemini ilk fark eden ln:ne Be d i ceanu-Stc i n he olmuş­ tur: "La vita de Sewid Ali Sultan et la conqueıe de la Thrace par les Tun:s", , eedings of ıhe 27tlı buernali�·nal Congress of Orieııtalists ... 1 96 7, yay. O. Sinor, Wiesbaden, 1 97 1 . s.275-276. Trakya fetihJerinin almaşık yorumlan hakkında da bk . aynı ya7.ar, "La conquete d'Andrinople par les Turcs: La penı! tra ılon en Thrace et la val eu r des chroniques oltama· nes", Travaıa et Mtmoires 1 ( 1 965). s.439·6 1 ; aynı ya:r.ar, "Le regne de Seltm ler: Toumant dans la vie polilique et religieuse de J'Empire ottoman", Ttm:ica 6 ( 1 975), s.34-48. 145 Ancak 1. Bivezid'ın zamanın hükümdan olarak anılması, Osmanlılar da içinde olmak üze­ re Türk-Mü lüman uç savaşçtlannın Trakya macerası kesin olarak Bayezid'in dedesi zama­ nında başladığına göre, şaı;ırtıcıdır. Bu kaynakta "tarihi" olaylar sezinlenebildiği kadanyla, çoğunun Bayezid'in babasının hükümdarlığa gelişinden bile önce geçtiği biliniyor. Burada menakıp yazan "'kaymış" olsa gerek. çünkü saldırıya uğramış kahramanın malı üzerindeki haklannın bizzat Osmanlılar tarafından yasal kılındığını kanıtlamak için bir belge (beril) zikrediyor; belge de, görünüşe bakılırsa, Bayezid tarafından verilmiş bir tapu idi. Daha sonraki al'liv kaynaklan, gerçekten de, bu sultanın 1 4001 1 4 0 1 'de Kızıl Oeli'ye (ya da adını taşıyan türbe külliyesinin şeyhine) verdiği böyle bir tapudan söz ediyor; bakınız Tayyib Gökbilgln, XV-XVI. Asırlarda Edime ııe Paşa Livası: Vokı/lor-Mülkkr-Mukaıaalor, İstanbul. 1952, s. 1 83. Ocak 1994'te Resmo, Girit Ünlversilesi'nde Vla Egnatia hakkında düzenlenen bir sempozyumda lrCne Beldiceanu-Steinherr'in bu vakıfla ilgili Osmanlı arşiv belgeleri üzerine sunuşunu dinleme şansım da oldu: tebliğler yayımlandı ve Türkçeye çevr11dl: Os­ manlı Beyligi JJ00-1389. İstanbul 1 997, s.8·22. 1 46 Anonim tarihlerle Yahşi Fakıh ıkpaşa-zıide anlatılannın versiyonlan arasında aynhklar var ama ben Kızıl Deli öyküleri ile kal'lılaştırmayı öne çıkarmak için onlan bir yana koyu­ yorum. 1 47 UTarihi" Emir Sultan ha ı nda Seyyid Ali ve çevresindekı başkalanndan pek daha çok şey biliniyor. Görünüşte, birincisi Osmanlı seferlerine katılmış. 1 422 Konstantlniyye kuşatma­ sı hakkında bir Bizans anlatısı, onun 500 dervişle orada olduğunu söylüyor. Bkz. loannes Cananus. De Consıantinopolis Obsidimıe, yay. ve çev. E. Pinto. Messina, 1 977. Daha sonra­ kı söylencelerc göre mucizevi bir biçimde Timur ordulannın Bursa önünden çekilmesini sağlayan ve cüluslannda ya da sefere çıkarken sultanlara kılıç kuşandıran o idi. Bkı.. C. Baysun, "Emir Sullin", islim Ansiklopedisi, s.v. 148 Cezbi, Veldyetndme, s. 1 8 - 1 9 . (Yazmaya yeni bir elyazısıyla yaprak değil de sayfa numarala· n vertlmlş). 149 Yukanda 1 44 . notta anılan yapulanna bakın. 1 50 Bkz. torunu Haltl bin lsmlil'in yazdığı Şeyh Bed eddin Me�ak.ıbnamesl. Bu yapıta göre Şeyh Bedreddin'tn dedesi Abdülaziz ile HA.cı llbegi hısım idiler. Ancak birincisi "'Selçuk so­ yu"ndan (selçuk nesi!) iken, ikincisi "bir damat tohumu" (gürgen ıohumı) (6) olduğundan, değildi (F. Bablnger, yay., Dle Vita [mlmdqibndme] des Sche/h Bedr ed-din Mahmüd, gen. Ibtı Otidi na, Leipzlg, 1943, s.5). 1 5 1 Bu tuhaf masal Dimltrie Cantemtr'ln on sekiz.inci yüzyıl başına alt Osmanlı ıaıihtnde anla­ tılıyor. Osmanlı Tarllıi, 3 clh, çev. ôzdemlr Çobanotlu, Ankara, 1 979, 1: s.29-30. Böyle bir öykünün on sekizinci yüzyılda uydurulacağını imgelemek güç; Cantemlr'ln şifahi ya da ya­ zılı bir geleneğe ulaşmış olması gerek. Brken on alımcı yüzyılda yazan ve Osmanlılarla bir uzlaşma sağlamak için dedesinin öyküsünü aklayan Şeyh Bedreddin ıorununun 1lbegı'nln "Selçuk soyundan olma"dıtını bellrtmek için "bir damadın tohiımundan" gibi özellikle çir­ kin hır deyim kullanması da dikkate değer. Tlmur, yasallığın gerçek taşıyıcılan Cenglzltle­ re bir gtiveyldcn (gürgen) başka bir şey olmadığına göre, Tlmurlular da 1>1r damad tohu­ mu" gibi görülebJlirdt

l

kk

r

Samau

Cogllo,

sayı: 1 9 , 1999

P,v ·

rr


/ki Cılıcin Aresinde

1 52 HL·men hütün anlatılara göre l lbe g i ' n in fethcttiiıi bir kent olan Dimctoka'daki türbe, on al ­ tıncı yüzvılda Bektaşi ta ka t ıni n en saygın dört ya da beş kutsal orunundan biri diye bili­ nirdi. Pir Sulıan A. bd i l ' ı n bir şiiri yukanda çözümlenen menakıbnamedeki çeşitli olaylara

ıi

ğ

de i ni yo r, dol ayısıyla Kızıl Deli inancının işlenmiş olup on ahıncı yüzyılın s.onl a n n da ge· ni ş bir alanda dolaşımda olduğuna işaret edi_vor. Cel i bolu' a geçiş ve kırk gazinin baş ol­

32

y

ı

ma mouneri, bu Bektaşi şairinin ve sonrakilerin şi irle ri n de yineleniyor. Bkz. Cahil ôzıel l i , yay .. &kıaşi Giilleri, s . 1 2 1 - 1 22 ve çeşilli e rler. AşıkpaştJ-Z..tide, Giese edisyonu, s. 1 9. Aısı z'ın ku ll a nd ı l!; yazmalardan biri, başka yörelelin

y

ı

halkları n ı n Osman'ın Beyliğine "kafirlerin buradaki {Osman'ın ilW rahaıını duym a la n ü ze ri ne geld i kle ri ni ek l i o r, s. 10.

y

33 34 35

36 37

Bkz. Bayburı KanCmntimesf, yay. Leyla Ka ra han , Ankara, 1990, s. 16. Tuncer Baykara, " Den i li'de Bulunan lkı Kilflbe", Belleten, 33 ( 1 969), s . 1 59- 1 62. Aynca bkz. aynı ya7..ar, A_vdmo lu Gazi Umur Bey, Ankara, 1990, s.20-2 1 . rneği n b k z . Fas Sa'di hanedanı kurucusu, o n a h ı nc vüzvıl ortalan nd a Osmanlılarla reka­ bet eden M u ham med e l - O i i m 'e a k ı ş ı r lan bir d ş , D a h i ru Yahya, Mo ro cc o in ıhe Sixıeen ıh Ce111ury, Atlantic Highlands, N.J., 198 1 , s.5. Sözleşme olarak egemenlik düşleri hakkında bkz. Roy Mottahedeh, Loyalıy and luMrship in aıı Early Islamic Society, Pri nce on, 1 980, s.69-70. B u, daha genel bir bağlamda, yö ne ic i seçkinlerle yönetilenler arasında a racıl k düzenekle­ rinden yoksun olduğu SÖylenen İslam siyaset kültüründe dervişlerin birkaç yüzyıl süreyle,

z t

Ö

y

t

t ı

ı

İ.ı ·

t

ı

kuşkusuz bütün Osmanh tarihi boyunca, oynamayı sürdürdükleri rolün parçası olarak gö­ rü l e bil i r. Güç meşruluğu, birtakım kaJ'ltlıkh beklentilerin kabulüne ve yeri ne getirtlmesine dayandığı kadanyla, genellikle devlet güd üm l ü olm aya n nedenlerle halkın kabul elliği kişi­ 38

liklerin aracılığını (noterlik) gerektiriyordu. ligi azalma sı , hiç kuşkusuz, yalnızca göreceli, öyleyken bile bütün dönem için geçerli değil.

Constantinople a nd ıhe Latins 'lnde A. Lal ou. il. AndronJkus'un hükümdarlığının ilk yinni iki yılında Küçük Asya ile bayağı llgtlendiğinl gösterir. Düzmece Lahanes hakkında bkz.

Lindner, Nomads and Otıomans in Medleval Anaıolfa, Bloomlngton, 1983, s.7-8.

64 65

Saltu k nd me, yay. Ş.H.Akalın, c. 1 , lstanbul, 1988, s.241-244. Aynca bkz. M . Fua Köprülü, "Anadolu Selçuklulan Ta ri h in i n Yerli Kaynaklan·,

7, 1943, s.437.

66

67

ı

&lleterı,

Salıukm2me'nin de rlen mesin i emrettiği 1473 gibi erke n bir tarihle, Cem'in birtakım politik lhliraslannın olduğu Angiolello'nun oldukça belirsiz bir olay hakkındaki raporundan da görülüyor. 1470"ıen 1483"e kadar Osmanlı hizmetinde olan Vtcenzalı (?) iç ol\:lanına göre, babası Dotu Anadolu'da Akkoyunlu Uzun Hasan'a karşı seferde iken Cem'i ıahta çıkarmak için bir glr1ştm vardı. Olayın ram mahiyeti ancak daha çok araştmna ile ayd ml atılablli r ama Fallh'in konuyu ciddi olarak ele aldıitndan hiç kuşku olamaz; döndükten sonra Cem 'l n akıl hocalannı öldürtlü. Bkz., 1. Ursu, yay., Hlstorla Turche.sca (1300-1314), Bükreş ,

1909, s.48. V. L. MCnage ("Edirneli Röhi", s.313-314) SelJm'in utkusunun kaçınılmaz göründüğü nok­

tada Röhrnın tarihinin ansızın bittiğine işaret ediyor. Me hmcd.'l n imparatorluk planına

ka111 direnişle Edlme'ntn rolünü, Stefanos Yeraslmos, La forıdaılon de Consıanlinopk et tk Par:ls. 1990 adlı eserinde, Salıuk.ndnv, s.207-210,

Satnte-Sophle dans les ıradttions t11rq11es, 68

de i ç i nde olmak üzere birkaç yapıta dayanarak :r.aıen bellrtmlşll. Aş ı k Çelebl'nin Meşd'lrlJ 'ş-şüerdsı, zikreden Aglh Sım Levend. Qızavdı-ndme/e oglu Ali Bey'in Gazavdt-ndmesi, Ankara, 1956, s.196.

Cogito,

w

Mihal­

sayı: ! 9, 1 999

61



Ortaç ağ Anadolusu ve Osmanh Devleti' nin Kuruluşu Üzerine CEMAL KAFADAR İLE SÖYLEŞİ Söyleşiyi Yapan : Ahmet Kuyaş

Ahmet Kuyaş: Cemal . kitap · hakkında genel bir iki şey söyle­ yerek başlamak istiyoru m . Kitap tabii Osmanlı Devleti'nin kuruluş öyküsünü anlatan b i ı· tarih kitabı a m a ö t e yandan da önem l i bir sosyo- k ü l t ü re l olguya d o k u n u ­ y o r : U ç b o y u to p l u m u . A m e r i ­ ka'da o l m a k bu uçboyunun düşünülmesine k�ıkıda bulu ndu mu?

Cemal Kafadar: Muhakkak. Ben de 1.aman içinde bunu fark ettim, baş­ langıçta farkında değildim. Giderek. Aıneıikada bulunmamın bu konuyu bu şekilde çözümlememde etkisi olduğunu anlad ı m. Kiıabın birkaç yerinde de bir Amerika paralel izm i . dolaylı da olsa ele alınıyor. Bir ulustan doğmak ya da bir ulusa sonradan i n l isab etmek bağlamında . . . Bir ulusun, bir siyasi bi­ ri m etrafında yeni bir aidiyetin ve ye n i bir kimliğin oluşması söz konusu ise, Osmanlılann doğuş devri bu kimliğin esnekliği açısından, içericiliği açısın­ dan bence Amerika'yla önemli bir benzerlik gösteriyor. Tabii esneklik filan derken fazla rom a n t i kleşmemek gerek. Mesela Ame­ rika örneğinde bir yandan şu veya bu baskı onamından kaçanları kabul var; bir yandan da köleci ırkçılık. Ortaçağ Anadolu ve Balkan uçboylannda, bir yanda H ı ri s l iyan komşularıyla gazaya ç ı k ı p ganimet paylaşanlar var, bir yanda "k3.fircik" gibi eşsiz bir de�im kullananlar (Abdal Musa Velayetname'" Bk7..

s.4 1 'deki editörün noıu. Cogito, sayı: 1 9, 1 999


64

Cemal Ka/0.Jar ilı• Söyleşi

si). bir yanda da kafirleri- şiş �..apıp çe\:irenler (Kı=.ıl Deli Menakıbı ) . Her �eyin

bir yeri var, değil mi?

Kuyaş: Kitabına Amerikalılaıın Avrupalılara göre daha çok ilgi duyma­ lan söz konusu oldu mu? Kafadar: Kitaba ilgi olarak değil belki, ama bunu daha çok derslerimde

göıiiyorum. Amerika'daki öğrencilerin bu konuyu beni m istediğim biçimde algılamaya çok daha açık olduklarını fark etti m , Avrupa'da yaptığım konuş­ malara oranla. Başka örnekler de gösterilebilir tabi i, ama bu konuyu Amerika paralelin­ de düşünmeye devam edersek, işin içinde bir macera ruhu olması da önem­ li. Çeşitli etnik kökenlerden, çeşitli hayat tasavvuru olan envai çeşit insanın, ne olduğunu tam bilmese de zengin bir hayat ortamı , yen i bir dünya inşa et­ me ortamı hissederek o maceraya koşmaları. Ayrıca o macerayı yaşamış in­ sanların, bu yeni i nsanları kökenleri n i pek de sorun etmeden, kaygıya, komplekse kapılmadan i çleri ne kabul etmesi bana bir başka önemli paralel­ lik gibi geliyor. Abdal Musa'nın hangi soydan olduğu sorulunca, abdallar ne diyor: "Biz bu sultanın ötesini sormayız, yalnız didannın Aş ı k ı yız. " Kendisine soruldu­ ğunda Abdal Musa'nın cevabı daha da hoş: "Kim ne bilür bizi nice soyda­ nuz/ Ne bir zerre oddan ne hod sudanuz." insanlık tarihinin bu açıdan çok büyük birkaç macerası var. işte bunlar­ dan biri de Ortaçağ'ın sonlarındaki Anadolu... Kuyaş: Peki, o Anadolu'yu anlatırken günümüz arkeologlarından birinin

duyarsızlığından söz ediyorsun kitabında. Anadolu'nun lslamlaşmasıffürk­ leşmesi olgusuna yabancı bir aydın bu. Aydınların bu konuya bu kadar du­

yarsız olmasını neye bağlıyorsun? Kafadar: Ulus-devlet modelinin insanların muhayyilesinde başarılı bir

biçimde yer tutmuş olmasına bağlıyorum. Sırf Türkiye'de değil, her yerde ulusçu tarihçilik, bütün tarihi çoktan biçimlenmiş ve kemikleşmiş ulusların birbirleriyle yaşadıkları çeşit]; mücadeleler, dostluklar, ilişkiler bağlamında anlatılarak tamamen yerleşti. Ben de çok uzun seneler tarihe aynı perspek­

t i ften baktı ğı m için, belki çözümleme ihtiyacı duydum. Genel olarak tarih yazmakta çok zorluk çektiğim bir döne�de, sevdiğim ve saydığım bir mes­ lektaşıma dert yanmıştım; tarih yazıcıhğımın sesini, tonıinu bir türlü bula­

mıyorum, diye. Bana sonradan çok yaran dokunan bir şey söyledi: "İnsan hep kendine yazar aslında. Sen dönüp on-on beş yıl önceki kendine, bu soCoglto, sayı: 19, 1999


Orıaçağ A ıtadolu.<;!f

Vt'

0.-;ınanlı Devleı(ıı i rı KurulU}U Vterirıe

rulan ilk kez d i le getird iğin , bu araşt ı rma ve yazma macerasına çıktığın ha­ l i n l e kendine hitap ederek yazarsan bu iş çözülür" . dedi. Bu sözü uygula­ dı m ve hakikaten işe yaradı. Ben de aynı şekilde u l u s lann hikayesi n i insanlık tarihinin son bin-iki bin yıllık diliminin temel çö zümleme b i ri m i ve anlatı m öğesi olarak algıl ayan modem ideolojinin iç i nde büyüdüm. Oysa 1 3 . ve 1 4. yü zyı llan n Anadolusu­ na, Balkanlar'a ve Osmanlılara bakarken bunun böyl e olamayacağım fark ettim. O n ok tada kendime dönüp, "Peki sen niye bunu böyle algıladı n ? Yan­

lış olan nedir?" sorusunu sordum. Kendimle hes aplaş t ım . Yani o sözünü et­ tiğin a rkeol og d a n çok, ha ki m i ye t kurmuş paradigma olarak ulus anl ayışı nı so rgu l a mal ıyı z . Yoksa sonuçta o arkeolog da sofistike bir eser koym uş orta­ ya. Ama bu ulus kavramım analitik bir biri m olarak sorgu la m ad ığı için, bence önemli b ir yan ı lgıya düşmüş. Bu yanılgıyı genel olarak Anadolu tarih­ lertnin hemen hepsinde görüyoruz.

Y an i 1 3 .

ve 1 4 .

yüzyıldaki Ermenilert,

Rumlan, Bu l garlan , vs. bugün b i ldi ği m i z uluslarmış g i b i , Osmanlı hakimi­ yetine girmiş, tarihi serüvenleri kesin t iye uğramış, vs. gi bi yazmak. ..

Kuyaş: An a dolu

Müslümanffürk toplumunun önemli bir bölümünün

Türklüğe ve Müslümanlığa sonradan gelen insanlar olmasının unutulması gartp.

B u n u n bir türevi de b i rtakım kal b u rüstü ayd ı nl an n bile 20. yüzyıl

Cumhuriyet yurttaş l ığı n ı n gerektirdiği gibi davranılmaması durumunda, "ee, işte göçebeyiz ! " demelert. Bu da bu topra klarda bi nl erce yı ldı r oturan

lnsanlann hakkını yemek oluyor.

Kafadar: Kesinl ikle . Aynca o b i n

yıl önce buralara göç etmiş insanlann

toru nlan n ı n g eçi rd iği büyük deği şi m i de gö zard ı etmektir bu söylem. Bir ke­ re, yerleşik Anadolu ve Balkan toplumundan M ü slüman l aş m ışffürkleş m iş

insanlar var, bir de Orta Asya kültüründen çı kage li p Anadolu'da biten lnsan­ lan n uzun bir süreç içinde yaşad ığı değişik kültürlert meczetme, harmanla­ ma ve genellikle de bunlan yerleşiklik çerçevesi içinde oluşturma macerası­

nı gözardı etmek var. Aynı hata sık sık 20. yüzyıl için de yapıl ıyor. Mesela, Marmara ve Ege bölgelertnd ekl lnsanlann fazla deni zc i olmamasını göçebelikle, deniz gör­ memişlikle açıklamak. . . Oysa şu anda. kıyılarda yaşayanlann çoğu bir nüfus mübadelesi sonucu oraya yerleşt irtl m iş Balkan köylüleri, kasabalılan ve on­

lann çoc u kla n . Yanı zaten birkaç kuşaklık d en i zci lik , bal ı kç ılı k geleneği olan insanlar değil bunlar. Haksızlık bu.

Kuyaf:

·

Kltapta Osmanlı Devleti'nln kuruluş öyküsü nü, kültür tarthini

Cogito,

sayı: ı 9, 1999

65


66

Cenıa/ l\a/Udar ile Süyleşi

gözden geçirerek yeniden düşünme çabası var. Şimdilerde bu kunıluş öykü­ süyle kuranlann kimlikleri meselesi yeniden gündemde. Bunun için Anado­ lu kültür, özellik.Je de din tarihinin bazı varsayımlardan kurtulması gerekt iği ortaya çıkıyor yazdıklarından. Senin bu tari hi yazarken zihinsel olaı·ak kar­ şına çıkan varsayımsal bir engel oldu mu? Mesela, Anadolu Türkleri n i n İs­ lam tarihiyle eklemlenmesi sorunu . . Belki Osmanlılık öncesi dönemle ilgili birtakım şeyler yapı l m alı . Türkiye'deki Osmanlılardan önceki Anadolu ya da Selçuklu tarihi yazıcılığı biraz za�·ıf galiba? Kafadar: Anadolu Ortaçağı'nın taıihi çok zayıf. Muhakkak çok değerli ça lışmalar var ama Osmanl ı lan n olgunluk dönemiyle kıyaslayacak olursak çok yetersiz. Burada İngilizce tabirle "crilical mass" (doğurganlığa hazır bir birikim) problemi var. Nicelik açısından, belli bir dönem hakkındaki çalış­ malar bell i bir yoğunluğa ulaştığında o dönemi kavramlaştırmak konusunda veni adımlar atılabiliyor. Belki Ortaçağ çalışmaları bu yoğunluğa ulaşmış değil; ama bu çalışmalar tabii ki naif pozitivizmin

çağnştırdığı biçimde, "bir

de şuna bakalım" şeklinde oluşma­ yacak. Yani onun da öncesinde belli sorular. analitik yaklaşımlar ve çö­ zümler gerekiyor. Herhalde Anado­

lu

Ortaçağı tarihinde eksik olan, bir

kere "ihtida" meselesi n i , genel ola­

rak

din d e ğ i ş t i r m e o l g u s u n u ç o k

ciddiye a l a n çalışmalardır. Malaz­ girt'ten sonra Anadolu'da bir de "ta­ nassur" ( H ı ristiyanlaşma) hadisesi var. Ama İslamlaşma olgusu çok da­ ha yaygın bir olgu. Tümüyle din ve kimlik değiştirme olgularını geniş bir kefeye koyarsak, tanassur etme hadiselerin i de incelemem i z gere­ kir. Genel olarak din değiştirme, ye­ ni birliktelikler, yeni kimlikler, yep­ yeni kültürel sentezler harmanlama olgularını çok daha yakından anla­ maya yönelik sorgulamaları Orta­ çağ Anadolu tarihine taşımalıyız.


Ortaçcıf: A ı ımlolı ı .m ve O.mıaıılı Devleti'nin Kuruluşu üz.erine

67

Mesela Karamanlılar ( Karamanlides) .. Genel olarak söylenen , onların dil açısı ndan Türkleşmiş, Anadolulu Ortodoks Hıristiyanlar olduğuydu. Bu­ n u kabul etmeyenlerin tavn son 7.amanlarda biraz daha ön plana çlktı. Yani "belki de Karamanlılar tam olarak Müslümanlaşmadan Anadolu'ya gelmiş ve burada Ortodoks H ı ristiyan olarak d i n değiştirmiş olabil i rler" görüşü bence önemli. Bu soruyla uğraşmak gerekir. Mesela Kıpçak Türkçesi konu­ şan Ermeni kilisesine mensup cemaatJer de var. Bugün Polonya'da "Enne­ no-Kıpçak" diye bir hadise var. Bu Karamanlılara çok benziyor. Oğuzca ko­ nuşan Ortodoks Hıristiyanlar ve Kıpçakça konuşan Ermeni ler ... Bu olguyu yorumlamakta o kadar aceleci olmamak gerektiği kanısındayız şimdilerde. Tabii ki İslamlaşma olgusu hakim bir olgudur ve bu olguya bakınca da Os­ manlılann ve öbür beyliklerin de içeri ci, dahledici. bizi mseyici tavn nı dik­ kate almak gerekir. Senin sorunda değindiğin konu çok öneml i : Osmanlı ön­ cesi İslami Anadolu tanhiyle ve genel olarak Ortaçağ Anadolu tanhiyle Os­ manlı dönemi tari h i n i n eklemlenmesinde hala eFsaneler düzeyinde düşünü­ yoruz. Buradan giderek söylemek i ste­ diğim bir şey de 1 2 . yüzyılın çok ka­ ranlık olduğudur. Ya da onu "uzun 1 2 . yüzyıl" diye tanımlayabi linz; Ma­ lazgirt'ten Alaeddin Keykubad'a ka­ dar Selçukluların Anadolu 'n u n bü­ yü k bir kı Sm ında nüfuz tesis etme­ siyle ortaya çıkan, idari ve styasi açı­ dan nispeten homojenleşmiş Anado­ lu'yu ancak ve ancak 1 204'ten sonra. 4 . Haçlı Seferi'nden sonra göreb i li­ y o ru z . Ond an ön c e , Selçuklular za­ man zaman başat konumda olsa daw hl, birbinyle rekabet içinde olan bir­ çok Türk-İslam siyasası var. Onlann etrafında, bazen onlarla koal isyon içinde, değişik unsurlardan gelen si• yasi maceraperestler ve cemaatler var. Bunlar Haçlı artıklan, Bizans'ın gönderdiklen ya da muhaltllen olan

Cogiıo.

sayı: 1 9. 1999


68

Cemal Kaflıdar ilt> Sö-"leşi

Hıristiyanlar, Enneniler olabilir. 1 1 . yüzyılın sonlanndan 1 3 . yü7.:vılın başları­ na, bütün bu değişik unsurlardan gelen, kimi son derece kısa ömürlü biri mle­ rin oluşturduğu karmaşık ve değişken bir "puzzle"lar dizisi var. l 204'e kadar Selçuklular başat konumda olsalar bile tam anlamıyla bir Selçuklu Anadolu­ su oluştunnamışlardır. Bilhassa Malazgirt'ten sonraki ilk yüzyılda bu çok da­ ha geçerlidir. O yüzyıl hakkında bugün çok ama çok az şey söyleyebiliyoruz. O yüzyıldan kalma Anadolu'da yazılmış Türkçe, Arapça, farsça, yani gelişme dinamiklerini yaşayan ortamlara kendi seslerini yansıtan yazılı eser yok nere­ deyse; sikkeler, kitabeler var, bir de Anadolu Hıristiyanlannın yazdıkJan ki onlar bile çok az. Bence bütün bu belge ve bilgileri toplayarak 1 2 . yüzyılın ka­ ranlık tarihine eğilmek gerekir. Buna da ihmal edilmiş bir disiplinin, arkeolo­ jinin katkısı olabilir. Ortaçağ arkeolojisi bizde çok uzun zaman ihmal edildi. Tarihi coğrafyadan da yeterince yararlanılmadığı, yeni serpilmekte olan do­ ğal çevre tarihçiliğine köprüler atılması gerektiği kanısındayım aynca. Göçer­ lerin Anadolu'ya göçmesiyle birlikte ekili alanlann otlaklara oranı nasıl değiş­ ti? Yeni bitki veya hayvan türleri gelmedi mi Anadolu'ya? Yok olan, daha dar alanlara sıkışmak zorunda kalan türler var mı? Ankara keçisi ve tiftiği dünya piyasalanna nasıl oldu da 14. - 1 5 . yüzyıllarda girdi? Bir de şu var: Bu 1 1 . , 1 2 . ve 1 3 . yüzyıllar hakkında bildiklerimizin çoğu sonradan yazılmış kaynaklardan geliyor. Mesela Seyyit Battalgazi'nin, Da­ nişmend'in, San Saltuk'un hikayeleri ... Bu hikayeleri biz ancak 14. ve 1 5. yüzyılda yazıya geçmiş olarak görüyoruz. Bu hikayelerin arkasındaki özgün tarihe o yüzyıllann içinden bakabilmek çok, çok zor bir iş. Genel olarak, 1 1 .- 1 5 . yüzyıllar arasında "iki cihan aresinde" yeni bir me­ deniyet yaratırken "taş ü toprak il.resinde bile yapllan" insanları anlamaktan çok uzağız gibime geliyor. Şöyle bir sahneyi anlıyor muyuz gerçekten: "Kl­ fir iman getirdi Müslüman oldu. Balı çörekle yediler. Ayağa kalktılar, üç kez semah tuttular"? Bunları yaşayan insanlar "sekiz uçmak içindeki köydenim" derse, gönüllerinin "ha deyince hayran olduğunu" söylerse, onlara inanılır elbette. Onlann kapısına taşlar da gider, kuşlar da. Zamane insanı kendini çok dilli çok kültürlü olmakta ortaçağlılardan çok daha ileri sayarken acele­ ci davranıyor galiba. O yüzyıllann "kamuoyu önderleri" unutmayalım, "dört kitabı ve yetmiş iki dili" öğreniyorlar büyürken ( Melik Danişmend, San Sal­ tuk, vb.) Ihlara vadisinde bir duvar resmi vardır; gözümün önünden gitmez: külah giymiş def çalan keşişler. işte o keşişlerle düşüp kalkan, onlarla lsa'yı Musa'yı tartışan, birlikte "caz yapan" insanlar. Cogito,

sayı:

19, t999


Ortaçağ Anadolu.m ve 0.<>man/ı Dev/el(nin Kuruluşu üz.erine

Anlama çabası, saygı , tevazu gerekl i . Ama modern muhafazakarlığın kullandığı, hatta zaman zam an dayatmaya çalıştığı bir saygı değil kastım . Yan i , 1 9 . -2 0. yüzyı lda olumlu bulduğumuz değer ve tavırlann ete kemiğe büründüğü insanlar oldukJan için. bizim istediğimiz şeylere tıpatıp uyduk­ lan için değil. Nasreddin Hoca'nm en eski yazma eserlerdeki açık saçık öy­ külerini, mesela Saltukname'de Seyyid Mahmud Haynini ile arasında geçen hikayeyi okuduğunda dudağı uçuklayanlar, devlet kuruculannın ve ulu kişi­ lerin kitabi anlamda "iyi (ya da Sünni) Müslüman" olup olmadığı tartışıldı­ ğında beti benzi atanlar, ya da "hümanist" Yunus Emre'de şeriat lafını gö­ rünce tüyleri diken diken olanlar, anlama işine özürlü başlarlar.

Kuy1Lf: Bir de Anadolu İslamı, Türk İslamı diye bir şey var. Şimdilerde bunun da abartılan ve hatalı uzantılan var. Senin kitabını okuduktan sonra insanın aklına ister istemez şöyle bir soru geliyor: Anadolu ve Balkanlar'ın lslam dünyasına katılması tarih atlaslanndaki haritaların bize gösterdiği gi­ bi. genişleyen bir yağ lekesi biçiminde olmuyor. Belkl İslam coğrafyasının dışından gelen ama içerisinden geçerek başka bir yere giden insanlar Ana­ dolu'yu Müslümanlaştırıyorlar. Yani bildiğimiz lslam dünyasının basit bir genişlemesi değil de, o dünyayla başkalannın eklemlenmesi biçiminde bir süreç söz konusu ... Kafadar: Doğru anladıysam eğer, önemli bir yaklaşım farkı bu. Burada

önemli olan, uluslann ya da dini aidiyet içinde çerçevelenmiş medeniyetlerin tarihini, klmliklerin tarihini bir özden, bir çeklrdekten yola çıkarak, giderek genişleyen halkalar olarak anlama ve anlatma temayülü var tarihçilerde. As­ lında yaşanmış tarih bundan çok daha kannaşık tabii. Bu çeklrdek kurgusu o kannaşıklığa haksızlık. Çünkü sadece Hicaz'dan çıkıp, giderek Ortadoğu'yu eline geçiren lslam medeniyetinin, aynı çeklrdeğin sünnesi şeklinde Balkan­ lar'a yayılması değil, o çekirdeğe eklemlenen, o maceraya katılan yeni birim­

lerin onu başka yerlere çekip değiştirerek yayması olgusu var. Öte yandan, çeklrdeğin yayılması kurgusu yeni bir şey değil. lranlılar, Türkler. vs. kendi hikayelerini o çeklrdek islam'ın devamı gibi algılamış ve anlatmışlardır. Onu da gözden kaçırmamak gereklr. Sorunun bir de yöntemle ilgili boyutu var ya­ ni. Kısacası, tarihçinin objektivite, sübjektivite yaklaşımlannı birbiriyle ileti­ şim halinde, diyalektik halinde algılayıp izini sürmesinin güçlüğü sorunu var. Yanı hem nesnel gerçekliği inceleyecek hem de özellikle son on beş-yinni yı­ lın kültür antropolojisinin getirdiği şeklide o insanlann neler yaşadığını, nasıl bir kavramlaştırma ve algılama dünyasından hareket ettiklerini araştıracak.

Coglto,

sayı: 1 9, t 999

69


70

Ct'mal Kaflıdar ilı> Söyleşi

Kuyaş: Anadolu İslamı diye gönderme yapılan olgunun o olu�um, kuru­ luş döneminden ·çok sonra oluşmuş kategorilerle bakılan, üzerinde <le pek durulmamış bir özelliği var. Ben o dönemin insanlarının heterodokslukla "suçlandığını" görüyorum. Halbuki o dönemin insanlarım heterodoksluk ve ortodoksluk kategorileriyle açıklamak zor. Bu Heterodoks denilen insanlara yukarıdan bakan ortodoksluk nasıl çıkmış ortaya? Oluşum döneminin kar­ maşık zenginliği neden devam etmiyor? Nasıl bir ideolojik seçim Anado­ lu'nun 12. ve 13. yüzyıldaki dini çeşitliliğini örtüyor? Kafadar: Orada iki şey var. Birisi, bilhassa Safevilere karşı kendini ta­

nımlamak zorunda kalmış olan bir Osmanlı Sünni ortodoksisinin "beyin yı­ kamışlığı". ikincisi de, oryantalizmin belli bir İslam anlayışını çağdaş tarih­ çiliğe yerleştirmiş olması. 1 9.-20. yüzyıllarda karşımıza çıktığı şekliyle şarki­ yatçı yaklaşım ortodoks ve heterodoks kavramlarını nesneleştirilmiş bir bi­ çimde, sanki tarihin dışında, orada bir yerde var olan zaman ötesi şeylermiş gibi ele almıştır. Bu oryantalist yaklaşımın etkisi altındaki İslam medeniyeti tarihleri de ortodoks-heterodoks kavramlarını aynı nesneleştirici biçimde kullanmışlardır. Türkiye'de bir de Osmanlı aydınlannın ve ulemasının

yoğurduğu

anla­

yıştan tevarüs edilmiş, yine tarihin dışında nesnelermiş gibi tanımlanmış or­ todoksi ve heterodoksi kavrayışı var. Burada şarkiyatçı yaklaşımla bir örtüş­ me söz konusu. Bir fakih hill geçerli görmek isteyebilir bu tanımlan. Ama tarihçi, bir fakih gibi yaklaşamaz tarihe. Ortodoksi de, heterodoksi de za­ _man içinde değişik tanımlanmış, sınırlan değişen birimlerdir. Göreli olma­ yan, tarih dışında bir ortodoksi ve heterodoksi kabul etmemek lazım sonuç­

ta, Ortaçağ Anadolusu'nun din ve siyaset tarihini anlayabilmek için. Tarihin akışı içinde kurumlaşmış güçler ortodoksi dedikleri şeyi tanımlarlar. Bu, keyfi bir hareket değildir elbette. İslam medeniyetinin Osmanlılardan önce yüzlerce yıl geliştirdiği bir doğru-inanç ve doğru-edimler manzumesi var.

Ama bu hem statik değil, hem de her zaman aynı şekilde önemsenmiştir di­ yemeyiz.

Kuyaıı: Biliyorsun 1 9. yüzyıl sonunda laikleşmeye varan modernleşme çabası hep Müslümanlarla gayrimüslümlerin aynı haklara, eşitliğe kavuşma­ sı biçiminde görülüyor. Müslüman toplum içindeki eşitsizlikten, yani Sünni olmayan Müslümanların halinden neredeyse kimsenin söz ettiği yok. Bizde bugünkü haliyle laiklik süreci, Müslümanlarla M üslüman olmayanlar ara­ sındaki bir öykü. Öte yandan, 16. yüzyılda Safevi korkusuyla yapılan katli-

Coglto,

sayı: 19,

1 999


OrwçaR Anadıılu.m ve O.mıanlı Devleti 'ı ı i n Kumlıışıı U:.trine

71

amlar <l a bir daha yaşanm ıyor. Acaba klasik dönem Osmanlı tarihçisi olarak sen,

Osmanlı tarihi nde Alevi kökenli yüksek düzey bir Osmanlı bürokratı bi­

liyor musun? Kafadar: Tek tük olabilir. Bilhassa merkez dışında olabilir. Mesela Mı­

sır'daki Kazdağlı hanedanı. Bir ihtimal Kazdağı'nm Alevi cemaatinden gel­ miş olabilir. Ama bu, Osmanlı merkez kültürünü tanımlamak açısından pek de önemli değildir. Sipahiler arasında Alevi kökenli i nsanlar var. Meşrep olarak baktığımızda, bürokratlar arasında da bunu bulabiliriz. Ama konu­ nun üstüne gitmeden kesin bir şey söyleyemeyiz tek tük örneklere bakarak. Yönetici sınıfın içindeki dini zenginliği bile layıkıyla anlamış değiliz aslında. Sünniliğin de yaşam içinde farklı şekillerini görebiliriz. Hoşgörüye, esnekli­ ğe dayalı örnekler de var, bağnaz ve katı örnekler de.

Kuyaş: Bir de kitabının sonlanna doğru gördüğüm şu başkent konusu var. Ondan söz edeli m biraz. Görülüyor ki , Edime'nin gazi geleneğindeki ye­ ri çok önemli. Birçok gazi de İstanbul'un başkent olmasını istemiyor. Bu ko­ nuda birkaç örnek vermişsin . Bu bir korku biçiminde ne kadar sürüyor? Mesela C e m Sultan'ın, Genç Os­ m a n ' ı n öyküleri . . . İstanbul d ı ş ı n a çıkması istenmiyor sultanlann . Baş­ kent değiştirme olasılığından korku­ luyor. Bu korkunun altında ne var?

Kafadar: Geniş ölçekli bir so­ yutlamayla bakarsak, başkent ya da payitaht tercihi. aynı zamanda siya­ si yapı tercihlerinin billurlaşması­ dır. Bunu İran, Avrupa tarihleriyle de örneklendirebiliriz.

Ama Orta­

çağ Anadolusu'ndan 20. yüzyıla ka­ dar Osmanlı tarihinde bir alt çizgi olarak görebiliriz. Edtme-lsıanbul örneğinde önce bir kere önümüzü açan büyük ·tarih­ çi Halil lnalcık'ın Fatih Devri

O�rl­

ne Tedktk/er ve Vestkalar'ında lsıan­

bul'un fethine giden yoldald Osman-

Cogllo, sayı: 19,

1 999


72

Cemal Kafiıdar ile Söyleşi

lı siyasi macerasını barış (ya da akomodasyon) laraftarlarıyla savaş (ya da sürekli genişleme)· taraftarlan arasındaki çatışmaya götürmesine gelmeliyiz. Halil Bey. orada Osmanlı-Türk siyaset larihçilerine ufuk açan çok önemli bir şey kattı bence. O da, Osmanlı siyaset tarihini solidarist bir şekilde, iç çelişkileri önemsemeyen bir anlatı olmaktan çıkannası. Bir çekfrdekten çı­ karak pek de problemattze edilmeyen bir dayanışma halinde sürekli genişle­ yen bir siyasanın hik3yesi olarak anlatmaktansa, gelişmekten farklı şeyler algılayan, gelişmeyi değişik stratejilere bağlayan ve birbirleriyle zaman za­ man çelişen kişi ve zümrelerin biçimlendirdiği karmaşı k bir tabloya oturt­ masıdır. Özellikle il. Murad devrinde Halil lnalcık'ın sunduğu tablo şu: Bir yanda "şahinler", bir yanda "güvercinler". Şahin leri gaziler temsil ediyor, uç işletmek isteyenler. Güvercinlert de daha çok Çandarlı'nın başı çektiği bü­ rokraı bir kesim temsil ediyor. Sonunda bu iki kesim de kazanamıyor asl ın­ da. İlginç olan, Fatih'in bu çelişkiyi fark edip yönlendirerek kullanmasıdır. İstanbul'u fethettikten sonra her iki fraksiyonu da bertaraf ederek, siyasi nü-

Buna Orhan Bey lmAretJ,

Coglto,

sayı: 19, 1999

doğu cephesi.


Ortaçag Anııdolmu ve Ostnaulı Devleti'11in Kuruluşu Oı.erin.e

fu zları n ı kıra rak, ke nd ine göre yepyeni, bize emperyal gelen siyasi oluşuma

yönelmesi ve başannasıdır.

Bu çelişkiler yumağının bizi 1 453'e ge t irdiğ ini bilirsek, Edime-İstanbul çatışmas ını iyi an l ayabil i ri z. O noktad a , kayn akla ra ba k t ı ğı m ı zd a. 1 453'te lstanbul'un fethedilmesi, hemen ardından İstanbul'un payitaht olacağının herkes tarafından kabulü demek değil. O büyük zafere katkıda bulunanlar­ dan bazılan, gaza ruhunu en iyi temsil ettiklerine inanan uçbeyleri, vs. İs­

tanbul'un payitaht olmasından memnun olmadılar. Çünkü İstanbul'u payi­ taht seçmek, onun etrafında yeni bir siyasi oluşum ortaya çıkarmak, onların tercih etmediği bir yöneliş. Burada tercih edilen, Edime'yl merkez tutarak Balkanlar'da fütuhata, ama merkez! bürokratik bir yapının güdümünde, sıkı denetiminde olmayan bir şekilde fütuhata, devam etmektir. Oysa Fatih el­ bette ki işin o tarahnı gözardı etmiyordu. Ama aklındaki tamamen o değil. Artık o çelişkini n temel biçimlendiıici olmasından vazgeçmek taraftan. ls­ tanbul'u payitaht yaparak yine gelişmeci, ama o gelişmenin dinamikleıini merkezde tutan bir yapıdan yana. Bunu fark eden gaziler Edime'nin merkez kalmasını tercih ediyorlar. Bu, daha önce Stefanos Yerasimos'un AyasofYa Efsaneleri'nde de ortaya koyduğu bir çelişki. Ruhi Tarihi'nde bu konuda çok ilginç ipuçlan var ki Ruhi bizzat Edirnelidir. Edirne'yl tuttuğu, taıihinin sa­ tır aralanndan belli oluyor. Ve bilhassa Saltııkname'de bu çelişki var. Ben de kitabımda Salıukname'yi ele aldım. Gazileıin San Saltuk'a atfettikleıi birta­ kım görüşler ve onun etrahndaki hikayeler bunun 1 450-6011 yıllann siyasi çekişme konusu olduğunu gösteıiyor. Bir de Fatih'in, gazileri memnun etmesi beklenen fütuhat giıişimleıi, mesela Belgrad kuşatması, gazileıi pek memun etmemiştir. Hatta

Aşıkpaşa­

zade Belgrad kuşatmasının bu nedenle başarısız olduğunu ima eder. Çünkü gaziler, "Belgrad alınırsa bize çiftçilik düşer" diye düşünmüşlerdir. Yani bir­ takım fetihlerin sonucunda yeni toprak.lann merkezin bir sistem içinde da­ ğıttığı eyaletler olarak ülkeye eklenmesi gazileri hoşnut etmiyor. Daha ileıiye g ide rs ek , bu tür bir mesele Osmanlı tarthi boyunca sık sık karşımıza çıkıyor. Sultanlann fetih için payitahttan çok uzun süre aynlmala­ n, çeşitli kesimlerde hoşnutsuzluk yaratıyor. Mesela Yavuz Sultan Selim'in Suriye-Mısır seferleıi bir buçuk yıl sürmüştür ve bu, askerleıi rahatsız etmiş­ tir. örneğin Kemalpaşazade bir gün sultana gidip lstanbul'a dönme vaktinin

geldiğin i şöyle bildirmiş: "Sultanım, ne zamandır payitahttan uzağız. Asker­ ler şikayetçi. Çadırlar arasında dolaşırken kulağıma şöyle bir dörtlük çalındı:

Cogtto.

sayı: 1 9, 1 999

13


74

frmal /\a/Odar ile StJ.\'leşi

Nemiz kaldı bizim mülk-i Arabda Nice bir dunıruz Şam ü Haleb'de Cihan halkı kamu ayş u tarabda Gel ahi gidelim Rum illerine." 1 7. yüzyılda Genç Osman vakasında ciddi bir payitaht değiştirme girişi­ mi yaşanır. Genç Osman'ın hacca gitmesi engellenir. Nedeni ise, Anadolu ve Surtye'de asker toplatarak kul ocaklarından feragat etmesi ve payitahtı de­ ğiştirmesi ihtimalidir. Merkezdeki bütün güç odakları bunlara karşıdır. Aynca. 1 7. yüzyılın ikinci yansında sultanlann vakitlerini büyük çapta Edirne'de geçirdiklerini biliyoruz. Bu da İstanbullular tarafından tasvip edil­ meyen bir tercihtir. 1 703 Edime vakasında iki şey söylenebilir. Bir, Edime vakasına katılanlann, bu vakada siyasi taraf olarak ortaya çıkanlann, sadece askeri zümre olmadığı, ulemadan ve esnaftan büyük bir katılımın olduğu ve bunların İstanbul'dan Edirne'ye yürüyerek siyasi iradelerini yansıtmak iste­ dikleridir. Talepleri arasında, "Sultan İstanbul'a dönsün" isteği vardır. Bunu ifade eden tarihler saray tüketiminin başka bir yere taşınmasından dolayı lstanbul'un zarar gördüğünü de söylerler. İki. aynca payitahtın temelli Edir­ ne'ye taşınması ihtimalinden korkarlar. l 7.

yü zyı ldan

hızla 20. yüzyıla atlar­

sak, lsıanbul'a karşı Ankara'nın tercih edilmesi olayı vardır. Bu da siyasi bir tercihin dışa vurumudur.

Kuyaş: 'Son bir sorum olacak. Sen Wittek'in gaza tezini deştirerek ge­ nişletiyorsun. Wittek, bir yandan gazanın Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda itici güç olduğunu söylerken, öte yandan da kul çevresinin daha Yıldırım Bayezid döneminde oluştuğunu ve devletin onlar sayesinde yeni baştan to­ parlandığını söyler. Bu iki öneri çelişkili değil mi? Kafadar: Gaza faktörünün öneminin, Osmanlı Devleti'nin oluşması sü�

recindeki konumunun yüz elli yıl içinde değiştiğini görebiliriz. 1 3 20'de gaza neyse 1450'de de gaza odur demek zorunda değiliz. Bilmiyorum Wittek böy­ le mi derdi. Bir kere Wittek'in tezini tarihselleştirilmiş bir anlayış değil diye eleştiriyorum ve eksik buluyorum. Tarihselleştirirsek, gazanın öneminin ve konumunun değiştiğini söyleyebiliriz. Bence 1 300'lerdçn 1453'e kadar, erken Osmanlı Devleti'ni anlamaya ça­ lıştığımızda çok uzun ve değişken bir sürece baktığımızın farkında olmalı­ yız. Yani sorunun cevabı teleskopik olmak zorunda değil. Çeşitli zaman di­ . limlerini iç içe geçirmek yanlış olur. Kritik nokta, l 370'lerde kul sisteminin billurlaşması ve buna kısa bir sürede devşirme yönteminin eklenmesi, bir de

Coglto,

sayı: 1 9 , 1 999


Orıaçağ A ı uıdolwm ve Osmmılı Devle ı i 'rıiıı Kuruluşu (herine

75

bunların merkezi güce kattığı etkinlik sayesinde gaza ruhunun sahiplenicisi konumundaki gazilerin eskisine göre siyasi nüfuz yitirmesidir. Dönüm nok· tası l 3 70'ler ve BO'lerdedir bence. Ardı ndan , Y ı ldırım Bayezid'in birkaç kuşaktır oluşturulan merkezileşme dinamiklerine çok daha sistematik bir çerçeve vermesi gelir . Kısacası , Yıldırım Bayezid, Fatih Sultan Mehrned'in tam anlamıyla bir öncülüdür. Ama başansız bir öncül . . . Timur badiresinde çözülen ilmiklert , Fetret De\oTi'nden sonra, Osmanlı Devleti bulduğu yerden örmeye devam etmiştir. Fatih, Yıldırım gibi, ama bu kez kalıcı bir şekilde, merke �j le şme eğilimini sistematize etmiştir. Böylece merkezkaç güçlerin kıymeti harbi yes i azalm ı ştı r , 1 7 , yüzyılda başka dinamikler ortaya çıkana kadar. . .

Kuyaş: Ç o k teşekkü r ederim.

Coglto.

sayı: 19. 1 999



os.rı ta

k

" Osmanlı " Kimliği İ LBER ORTAYLI

Osmanlı kimliği boyuılan itiba riyle tartışılacak b i r konu. Osmanlı kimli­ ği acaba muhtelif etnik gruplan kapsayan ama dini gruplann sadece birine h i tap eden (yalnız Müslüman halklar) bir tanımlama mıydı yoksa bütün dinler ve ırklan içeren bir kimlik m iydi ? (O takdirde il. Meşrutiyet yıllan n­ da Devlet reisinin halife olmasını bu renklilik için mahzurlu görenlere hak vermek gerekecektir.) Namık Kemal'in "Osmanlısı" doğrusu imparatorluğun gayrimüslim milletlerini biraz dışlayan Müslüman bir Osmanlılıkıır. Ama Maliye Nazın Cavid ve yoldaşı Ahmed Ş uayıb'ı n "Osmanlısı" her din ve dil­ den insanlardır. Onun için Padişah halife olmamalı denmiştir (Tevfik Çav­ dar,

Liberalizmin Doğuşu , Ankara 1 982, s. 202).

Dahası var; "Osmanlılık" denen kimlik son yüzyıla ait bir toplumsal ku­ rumdur. Daha önceki yüzyıllann Osmanlı ıebası için "Osmanlılık" meçhul bir kavram gibi. Malumdur ki; Müslüman devletlerin adlan hanedanın adını taşıyor. Osmanlı. Selçuklu, Fatımi, Büveyhi, Abbasi, Emevi vs gibi ... Bunla­ nn en uzun ömürlüsü Osmanlı ise modem yüzyıllara taşıp Batı ile ve onun ulus -devleti ve ulusçu devıimleriyle karşdaşmıştır. Bu yüzden ister istemez o dünyaya ait kavramlan çevirecek; .. Osmanlı"yı millet ve halk ismi yapa­ caktır. Klasik çağda "Osmanlı", devleti yöneten grup için (askeri sınıf) kulla­ nılan bir tanımlamaydı. Osmanlının çağdaşı lran'dı; adı üzerinde İran ismi, eski Sasanilertn "franşehr" deyiminden alınmış; daha doğrusu İran'ı kozmo­ polit bir ülkenin ve tebanın adı yapan Selçuklu ve llhanh lardı . (Bert Frag­ ner, "Hlstorische Wurzel neuzeitHcher Iranischer Identftaı"

Srudia Se-millca necnon lranlca Rudolpho Macuzk Septu a-genarto, Wiesbaden 1 989, s. 79-

CogUo, sayı:

l 9, 1 999


78 //her Ortaylı

I OO). O lran da bugün bir ülke ve halkın (halk hala kozmopol i l ) adıdır; ama

mazide o dahi Osmanlı gibi bir deyimdi. Sözün kısası orada İ ran'ın ana un­ suru Parsi-Farsh idi hurda da Türk; ama Osmanlı gibi bir terim ancak bir yüzyıl boyu bir kimlik olabildi; İranlılık ise halen kimlik olarak devam edi­ yor. Bunun üzerinde düşünmeliyiz ... Şarkın modernleşmesinde ilginç göıü­ nümler var. Osmanlı, devletin adıydı: Ekseri İslam devletleri gibi devlet hanedanının adıyla anılıyordu. Bazı ahvalde hanedan ve aşiret aynı adı taşırdı, devlete bu ad verilirdi. Ama Osmanlı uzun yüzyıl lar boyunca yönetilen teba ve Kayı'lar­ dan olmayan Türkmenler nezdinde Kayı bo�nun ve dar anlamda yönetici­ nin adı da oldu. Osmanlı kendisi de; mesela "Karamanlı" derken, hanedanı ve devleti kasdetti. Ahali için Osmanlı yöneticiydi. Karamanlı gibi rakip bey­ likler için rakip devletti. Bunun dışında bireye ve dar gruba inen bir Osman­ lı kimliği söz konusu değildi. Ama 1 9 . yüzyılda Osmanlı bir uyıukluk, bir

kimlik haline dönüştü: bu bir modernleşme belirtisiydi. Avrupa'nın uluslaş­ ma ve yurttaşlaşma sürecinin izlenmeye başlanması demekti. Bu anlamda

19. yüzyıl Osmanlılığı Şarktaki modem uluslaşmayı ifade eden bir kavram ve müessesedir. Şüphesiz ki 19. yüzyılda bu modem Osmanlı kimliği iki yapı tarafından şekillendirtlmiştir; a) Osmanlı seçkinler! b ) Osmanlı millet sistemi. Birinci grup yapısal olarak kendi dini kompartımanlanna bu sistemi ve kimliği ka­ bul ettirirken bizzat millet laik eğitim ve laik örgütlenme ile bu kimliği be­ nimsemeye meyletti. İlginç bir tezat ise aynı örgütlenme laik ulusçuluğa da hizmet etti. Bu basit bir gelişme değildir. Çoğu tarihçimiz 19. yüzyılı, ulus­ çuluk ve azınlık ulusçuluğu çağı diye betimler; oysa modemist gelişmeler esnasında bu ulusal kompartmanlarda dar ulusçuluk kadar, sözünü ettiği­ miz tarzdaki Osmanlılık da gelişmişti. Dahası bu dar kompartımanlarda di­ ni damga nedeniyle etnik özellik bastınlıyordu. (Bir yığın Slav Ortodoksun Helenliği benimsemesi, Ermeni Katoliklerin Ermeni etnik kimliğini hayatla­ nnda ikinci plana hatta sonuncu plana itmesi gibi.) Genellikle 19. yüzyıl Osmanlıcıhğının imparatorluğu ayakta tutmak iste­ yen beyhude bir akım olduğu tekrarlanagelir. Bu çağdaş tarihçinin bir yoru­ mudur ve araba devrildikten sonra yol gösteren bir tutumu andınr. Gerçek 19. yüzyıl refonnatörü için Osmanlılık ve Osmanlı· vatanı bilinci, zamanın

koşullan içinde tek tutarlı ve kurtarıcı yoldur. Tanzimat reformatörü bu ide­ olojiyi kültürel planda temellendirmek için gayret göstermiştir. Bununla birCogito, sayı: 19, 1 999


"Osmanlı" KimliAi

likte Osman lıcıhk, dönemin kaçınılmaz olarak yükselen akımı ulusçuluk kaı-şısında dumura uğramıştır. Tanzimat yönelimi de, bilinçli olarak Müslü­ man unsurun (ki bu büyük ölçüde Türkçe konuşan Müslüman unsur de­ mekti) devlet işlerinde yetiştirilmesi, Batı dillerini ve modem bilimi öğren­ mesi için de bazı adımlar attı. Böylece; bir yandan Osmanlılık bilinci ile her din ve di lden bir seçkin tabakanın yetiştirildiği, öbür yandan gelecekteki

ğ

Türk ulusçuluğunun temellerinin de bu bürokrasi tarafından atıldı ı görülü­ yordu. 1 9. yüzyıl bu kültürel ve ideolojik kutuplaşmanın yüzyılıdır ve ulus­

s

ğ

çuluk kadar kozmopolit Osmanlılı ın da etnik din i gruplar a ra ında etki

s

gösterdiğini öylemek gerekir. Böylece bu gruplar arasında temeli Türk dili ­ ne ve Avrupa kültürüne açılmaya dayanan bir eğitim ve kozmopolit bir Os­ manlı seçkinler grubunun doğup gellştiği görülmektedir. 1 9. v;izvıl tarihçili­ 0 ğinin, anlatılması ve betimlenmesi zor konularından biri, b i li gelişme­

� kı

dir.

1 9. yüzyılın belirgin bir özelliği iki dilli Osmanlı aydınıdır. Sözünü etti­

ğimiz ikinci dil yabancı dil olan Fransızca değildir. Değişik etnik gruptan olan aydınlann Türkçe'yi de mükemmel biçimde öğrenmiş olmalarıdır. Tan­ zimat aydınının bu tipine örnekler çoktur. En çarpıcısı şahsiyet, ceddinden gelen Rumcayı da ,Türkçe kadar iyi bilen Ahmet

Vefik

Paşa 'dır. (Dedesi ilk

Müslüman Divan-ı hümayun tercümanı Bulgarzade Yahya Efendiydi.) Kuş­ kusuz Arnavutluk'un Fraşeri hanedanından gelen Şemseddin Sami ilmi Türk ve Arnavut tetkiklerine başlayan iki dilli ve iki ideolojili bir münevverdi. 1 9. yüzyılda Rumeli eyaletlerindeki memurların birçoğu Türkçe dışında bir iki Balkan dilini çok iyi bilirlerdi. 1 Aslında Tanzimat Türk dilinin eğitiminin yaygınlaştığı bir d ö nemd ir. Mekteb-i Sultani, Tıbbiye, M ülkiye gibi kurum­ lar Türk dilini iyi öğreten kozmopolit Osmanlı bürokrasisinin yetiştiği ku­ rumlardı. Mesela Mekteb-i Tıbbiye'ye her dini gruptan ne kadar öğrenci alı­ nacağı, gayrimüslim cemaatler arasındaki münakaşadan dolayı; Babıali ta­ rafından belirli kontenjanlarla tespit edilmişti. Babı.fili (Meclis-i Vala) sıh­ hatli bir nüfus sayımı yapılana kadar, gayrimüslimlere üçte bir kontenjan ayırmış, bunu çeşitli gruplara taksim etmiş ve münakaşa üzerine sonra Bul­ garlar için de bir grup tespit etmişti. ı Üçte bir oranı yaygınlık kazanan bir uygulama olmalı ki . Meclis-1 Mebusan açıldığı zaman orada da azanın üçte

yri müslim olduğu göıillmüştür. Bu oran gayrimüslim bürokrasisi­

bilinin g a

nin bir ürünüdür. Osmanlı bürokrasisi renkli bir gruptu ve hassaten 11. Mahmud devrinden beri yapılan reformlar bu

renkli kalabalığı yaratmıştı.

Cogito, sayı: 1 9. ı 999

79


80

//her Orta.vlı

i l . Mahmud devrinden beri Yunan ayaklanması nedeniyle Fenerli Rum

aristokrasisi gözden düşmüş ve Babıali'nin kadrolarına diğer gayrimüslim unsurlar ve Türkler girmeye başlamıştır. Ermeni divAn-ı hümayun tercü­ manlan içinde Sahhak Abro Efendi Osmanlıcasının zenginliği ve yaptığı te­ lif ve tercümelerde iktisat ilmine ait Türkçe karşılık bulduğu yeni kelimele­ riyle tanınır.

1

Nihayet 1 9. yüzyılın son çeyreğinde eğitim reformu geçiren

Museviler de bu dönemden itibaren Babıali bürokrasisinin önemli mevkile­ rtnde görülmeye başladılar. 4 Bu bürokratların içinde Moiz Fresko gibi örne­ ğin İbranice harflerle (Üstad) adlı Türk dilinde gazete çıkaranlar, M issalidis gibi Yunanca harflerle Türkçe mecmua çıkaran ve roman yazanlar (Temaşa­ i Dünya R. A nhegger tarafından !atin harfleriyle çıkarıldı), Ermeni harfleriy­ le romanlar şiirler kaleme alanlar vardır. N ihayet Baronyan Agob gibi hem Ermenice hem Türkçe gazete çıkaranlara da rastlanır (Tadron veya Tiyatro

gazetesi ) 1 9.

yü zyı lı n

bu kültürel plüralizmi, Şemseddin Sami gibi hem Ar­

navut hem Türk ulusçuluğunda ayn bir yeri olan daha doğrusu bir Osmanlı imparatorluk ulusçusu tipindeki aydınların da ortaya çıkmasına neden ol­ muştur. Osmanlı seçkini, bu gelişmeler sonunda bürokraside kozmopolit bir kadro oluşturduğu gibi , bilim ve sanat hayatında da özellikle matbuatta bu

yapıyı sonuna kadar korumuştur.

iki dilli Osmanlı seçkinlerine hayatın her

alaninda rastlamak mümkündü. 1 854'te Topkapı civarında doğan fakir bir Ermeni genci, aldığı bursla Mekteb-i Sultani'de okumuştu. Geleceğin Erme­ ni patriği Ohannes A rşa nmi 'di r bu kişi.

5

Mekteb-i Sultani, Tıbbiye gibi eği­

tim kurumlarının kadrolarında, Bulgar, Rum , Ermeni , Arnavut, Maruni gençlerine her zaman rastlanıyordu. Özellikle Hamidiye devrinde Arap vila­ yetlerindeki gençlere verilen bu eğitim imkanıyla Araplar arasında da Os­ manlı pattiyotizminin yayılması amaçlanmıştır. Bu gibi girişimlerin ulusçu­ luğun sonuçlarını önleyemediği açıktır; ama böylesi girişimler kültürel plan­ da bir Osmanlılığın yerleşmesini sağlamıştır. Nitekim imparatorluk; dağıl­ dıktan sonra da Bulgaıistan'da, Romanya'da, Arap ülkelerinde Osmanlı eği­ timinden geçmiş, Türkçe bilen bir bürokrasi bıraktı. imparatorluk hayatını Osmanlıcılık, İslamcılık ve ulusçuluk gibi akımların çatışmasıyla kapadı. Bizzat Osmanlı zihniyeti bu kavganın içinde yer aldı. imparatorluğun dağıl­ masını önlemek isteyen muhalefetin üyeleri daha. çok Türle unsurlar arasın­ dan çıkrmştır. Kozmopolit bürokrasi ya resmi muhalefetin ve iktidann ta­ raftan olmuştur, ya da ulusçu akımlara mensup olmuştur. Ama bu arada Cogtto,

sayı:

19. 1999


"Osmanlı" Kirnliti

81

Osmanlı patriyotizmi i ç i n mensup olduğu etnik ve dini grubun aynmcı is· teklerine karşı çı ka n la r da vardır. Londra sefiri Kastaki Musurus Paşa bu tip Osmanlı patriyotlanndand ı . Atina elçiliği sırasında, Yunan ulusçulannı n

nefretini kazanmış v e sakatlanmasına neden olan b i r sui kas ta m aru z ka l � m ı şt ı . 6 Kuşkusuz O sm an l ı c ı lı k sağla m tarih şuuruna dayanan bir ulusçuluk de� ğ l l d i : O p ragm ati k ve belli bir coğrafyadaki gele n eklere dayanan yurtse-ver­ lik ideolojisiydi. O sm an l ı lığa mensup bu kozm opoli t elitin ortak bir Osm anlı tarihi şuuruna mensup olduğunu gösteren ciddi etütlere ve böyle bir şuura dayanan bir tarih yorumuna rastlamak güçtür. Emperyal m i lliyet çil iği n sa­ dece bizde değil, Avusturya-Macaristan'da bile en zayı f tarafı buydu . idari , siyasi, iktisadi yönden Osmanlı birliğinin devamını zaruri gören Butrus el Bustani , Rıfat Tahtavi, Abdurrah m a n Kawakebi gi bi Arap aydınlannın tarih yoru m l an tamamen anti-Türk ve ı rkçılığa dayanan bir Arap ulusçuluğuydu. il.

Meşrutiyet devrimi Osmanlı vatanseverliğinin adını koyarak tarih

sahnesine çıktı . Ama kaçınılmaz olay lar imparatorluğu parçal adı ve ulusçu­ lukların döneminde Osmanlı seçkinleri sa h nede n çekildiler. Bu ortamda Türk ul usçuluğunu "en gec i ken ulusçuluktur" gibi değerlendirmek, henüz

siyasal edebiyat ve hatta siyasal örgütlenme tarihimiz yeterince aydınlanma­ dığından, pek hazırcı bir hüküm olur. Ancak son devir Türk aydınının Os­ manlı yurtseverliğini ister istemez süriiklemek zorunda olduğu da bir ger­ çekti. Türklük, İmparatorluk varoldukça doğumu zaruret nedeniyle ve ihtiyat­ la geciktirilmiş bir kimlikti. Yıkım anında ise derhal patladı. Kozmopolit bir "Osmanlı" eliti vardı; yeni dünyanın şartlannda derhal "Türk" oldular. Müs­ lümanlığıyla yetinen bir halk vardı; 1 293 Harbi ve Balkan Harbl'nin facialan ve Birinc i Büyük Savaş'ın ateşinde onlar da zamanla "Türk" kimliğinin ge· rekli olduğu n u anladı. " Millet" sistemi nasıl asri manadaki "ulus"a veya millete dönüştüyse; "millet" deyi m ine "nation" anlamını kazandıran da Araplar değil, 1 9. yüzyı­ lın Osmanlılandır. Osmanlı toplumunda "millet" "naıion -ulus" demek değil­ di. Fakat din ve mezhep aynmına doğru bu kompanımanlaşma uzun bir sü­ re fertlerin kimliğini tayin etmiş ve ulusçuluk döneminde de gruplar ve fert­ ler etnik kompartımanlan bu dini aidiyete göre seçmişlerdir. "Millet" sözü gerçekten de dini bir aidiyeti ifade eder. Bu kavramı bugün­ kü "natlon" anlamında kullanmak, Şark milletlerine Osmanlı yüzyıllannın,

Cogiıo,

sayı: 1 9, 1 999


82

/lber Ortaylı

hassaten son yüzyılda getirdiği bir kullanım biçimidir. Fert doğduğu millet kompartıma fl ının içinde o cemaatin ru hani, m:ili, idari otoritesine bağlı ola­ rak yaşar. Ancak ihtida ederse bu kompartımanı değiştirir. İslam devleti gay­ rimüslimlerin ihtida (yani sadece İslama geçmesi) dışı nda bir dinden öbürü­ ne geçmesini hoşgörmez; pratikte de bu pek olmamıştır. (Yahudi cemaatin­ den Hıristiyanhğa, Hıristiyanlardan Yahudiliğe geçiş gibi . ) Fakat Hıristiyan cemaatin kendi içinde mezhep değiştirme olaylan göıii lür. Nitekim Ermeni Gregoryenleıin Katolik ve Protestan; Suryani-Kadim ( monofizist) cemaat azasının Katolik, hatta Kobtlann ve

1 9. yüzyılda bazı Bulgarların Katolik ol­

ması gibi olaylan kastediyoruz. "Millet" bir kavram değil bir içtimai teşkilat­ lanma, bir ruh hali ve teba'nın birbirine bakışını ifade eder. Ekalliyyet (mi­

noriti, azınlık) sözü devlet ve toplum hayatımıza imparatorluğun son onyıl­ lannda girmiştir. Millet kompartımanına mensup olan kimse; modem toplumdaki azınlı­ ğın aksine bazı davranış ve tutumlar sergiler. Bu aidiyet fertlere aile, sülale ve cemaat içinde bir güvenlik ve hatta vekar verir. Kendi toplumsal grubu içinde kendi ananesi ve babadan oğula sözlü kültürü içinde yaşar. Kompar­ tımanlar arasında ilişki azdır, çatışma azdır. Modern toplumdaki azınlık fertleri gibi çevre ile didişme, kimlik ispatı, asimile olma (çoğunluk tarahn­ dan emilme) veya asimilasyona karşı direnme dolayısıyla çatışmacı davra­ nışlara girme söz konusu değildir. Açık toplum denen asri sınai cemiyetteki gruplaşmalar ve rekabet söz konusu değildir. Bu gibi rekabet ve cemiyet ha­ yatında kozmopolit elitin içine girmek için rekabet ve çekişme gibi tutum­ lar, Osmanlı cemiyetinde son yüzyıldaki uluslaşma ve modernleşme ile baş­ lamıştır. 19. yüzyılda her dinden gençlerin imparatorluğun eğitim müesse­ selerinde bütün diğer kompartımanlardan insanlarla birlikte eğitilip, bürok­ rasiye girdiğini; yükselip, Osmanlı seçkinleri içinde yer aldığını gördük. Ba­ zılan ise bu sürecin dışında kalmış ulusçu akımlar ve çatışmalara katılmış, diğer kalabalık üçilncü grup ise yüzyıllardan beri sürdüğü hayatı; köylil ve şehirli zenaatkir ve esnaf olarak devam ettirmiştir. Son yüzyılda gayrimüs­ lim cemaatlerin içindeki çatışmalar Osmanlı otoriteleri ile olan çatışmalar­ dan çok daha baskındır. Kilise kendi cemaati üzerinde otoritesini kaybet­ mektedir. Asıl önemlisi 1 7 ,- ı s . yüzyıllarda Katolik Cizvit ve Lazarisı rahiple­ rin propaganda ve teşkilatlanması; 19. yüzyılda da daha ziyade Amerikan misyonerlerin Protestan propaganda ve faaliyeti Ermeni cemaatini böldüğü, iç çatışmaya sevk ettiği ve bu dağılmanın getirdiği kargaşa karşısında cema-

Coglto,

sayı:

19, 1999


"Osmanlı " Kimlig;

at üyeleri nin ulusçu akımlara iti ldiği görülmektedir. Bunun yanı nda

Rum­

ortodoks milleti fetihten beri sadece Helen değil, fakat Slavlan, Arnavut ve Arap unsurları da ihtiva ettiğinden; burada ulusçu akımlar kiliseyi bölmekte ve zay fl a t m a k tadır . O kadar ki 1 829'daki Yunan bağımsızlığından sonra Fe­ ner Patrikhanesi, Yunan kilisesinin ken dini autocephal ( özerk ) ilan edip, ay­ rı ldığını görmektedir. Fener' deki Pa t ıi khane 19. yüzyıl boyunca zayıflayışı­ nı, kendine tabi ruhların ko puşu nu dehşetle yaşamıştır. Buna karşılık Yahu­ di cemaaU ananesi, tutumu ile Batı'ya karşı olmuş; yavaş yavaş Osmanlı ida­ resi ve bürokrasisi içinde etkisini arttınnış ve devlete sadık kalmayı tercih etmiştir. Bu cemaat, Batı tipi ulusçuluğu bir Hıristiyan ideolojisi olarak gör­

müş ve iltifat etmemiştir. M illet grubu etnik (kavmi) ve lisan aidiyetine değil, din ve mezhep aidi­ yeti esasına dayanır. Ermenilerin hepsi Ermeni milleti olarak değil; Gregor­ yen (Ermeni), Ermeni-Katolik (Katolik) ve 1 9. yüzyılda da Protestan olarak üç millet halinde teşkilatlanmıştı. Bir süre Süryani-kadim cemaati Ermeni cemaati ile birlikteydi. Bunun nedeni ikisinin de "anti Chalcedon" (Kadıköy konsülü) karşıtı denen monofizisist mezhep içinde olmalandır. Musevi mil­ leti ise Kara im mezhebindeki Yahudiler ile hem birarada, hem değildi. Fer­ man ve işlemlerde Musevi milleti hahambaşısı ve Karaim milletbaşından söz ediliyor. Bu i ki cemaatin ayrılığı daha çok idaıi mali meseleler açısın­ dan böyle görülmüş olmalıdır (Başb. Osmanlı Arşivi. Gayıimüslim cemaat deft. Yahudi ve Ko.rni defterleri, c. 1 8 , s.38-42'deki hükümler). Bulgarlar, Sırp­ lar (birara l 6. yüzyılda Peç-İpek Patıikliği kurulmuş ise de lağvedilmiş ve Sırp Kilisesi 1 9. yüzyıl başına kadar bu açıdan mevcut olmamıştır), Orto­ doks Arnavut ve Rum-Ortodoks Araplar Helen unsurla beraber, Fener'de Rum-Ortodoks Patrikhanesi'nin ruhani, mali, idari ve hukuki ve sansürcü (eğitim ve yayın sansürü) denetim ve yönetimine tabi idiler (Fener semtine Patıikhanenin taşınması 1 6 . yüzyıl sonundadır). işte 1 9. yüzyılda ulusçu ha­ reketler sırasında bu unsurlann Babı8.Ji'den çok Rum (Helen) unsurla ve patrikhaneyle mücadelesinin nedeni budur. Bu unsurlar arasındaki çatışma ve olaylar cemaatlerin tarihinde detin izler bırakmış; bizatihi Makedonya ve Bulgaristan'da Katolik kilisesini kurmanın ve bu mezhebe girmenin nedeni de bu gibi ulusçu duygular olmuştur. Zira Fener Patıikhanesi, bu unsurlara

rü� �

ibadet ve eğitimde kendi dilleıini kullanma izni vermiyor; yüksek ruhbanı hep Helen unsur arasından rayin ediyordu. Bu durum; Ort Araplar arasında da o günden bugüne bJr huzurs1ı1zluk yarattı ve Grek-Kato-

Coglto,

sayı: 1 9. 1 999

83


84

//her o,taylı

lik denen ( Melkit) kiliseye geçme eğilimini arttırdı. Esasen

verse)

ökümenik (wıi­

unvanıyla anılan; itibar ve kudretine Osmanlı devrinde ulaşan Orto­

doks kilisesi, J 9. yüzyılda Sırp, Eflak Bulgar ve haua Yunan kiliselerinin au­

tocephal (özerk) olarak kopmalarıyla zayıfladı. Osmanlı millet nizamı tarihin sui generis (kendine özgü) bir olayıdır.

Bu

bir idaıi teşkilatlanma özgünlüğü kadar, Osmanlı cemiyetinin bu özgün iç­ timai kültürel ortamında gelişen bir teşkilatlanmadır. Ne koloniyalist im­ paratorluklardaki azınlık milletlerin durumuyla; ne de federatif yapılarla benzeştirilebilir. Osmanlı mirasını devralan Ortaşark ülkelerindeki ve Bal­ kanlardaki farklı din ve dilden zümrelerin durumu da bununla bağlantılı değildir. Balkanlarda azınlık soru n u . çözülemeyen b i r h u k u k s u z l u k yumağıdır. Ortadoğu ülkelerinde i s e farklı d i n d e olup, a y n ı dili konuşan gruplar arasındaki uyuşma bir politik uzlaşmadır. Zaman zaman bu gibi den ge l er, politik gelişmelerle altüst olmaktadır. Mısır'da Kobtlarla Müs­ lümanlar ve Suriye ve

Lübnan'daki gerilim ve çatışmalar buna örnektir. belli bir coğrafyada yaşayanlar kadar, dağınık yerleşme b i ç i m i gös tere n ve bazen aralarında dil vahdeti olmayan Osmanlı millet nizamı

(Museviler gibi) grupların da de dini

imparatorluğun ömrü boyunca kültürel değilse

kimliklerini korumasını sağlamıştır. Hatta o kadar ki bu sistem sayesinde, dini kompart ı manın içinde geçişme ve kimlik özümsemeleri ol­ muştu r. Bazı Bulgarlar ve H ıri stiyan Arnavutlar Helenleşmiş, aynı şekilde Anadolu'nun Karamanlı denen Türk asıllı Türkçe konuşan Ortodoks Hıris­ tiyanlan tarihlerini Helen olarak kapamak zorunda kalmıştır. Aynı şekilde Müslüman olan bazı unsurlar da dilleri farklı olsa da Türk kimliğini benim­ semiş veya buna bitişmiştir (Pomaklar gibi). Bütün bu kültürel coğrafya ve tarih henüz sarih sonuçlar getiren bir tetkik ve bilginin dışındadır. Millet sistemi, Batı Avrupa tipi milliyetçiliğe temel olamaz. Batı tipi milliyetçilik bu sistemle çatışarak ve onun silinmesiyle gelebilmiştir. Bizatihi millet sözü nün (nation), ve milliyetçilik (nattonalisme) gibi terimlerin tercümesi olamayacağı açıktır. Terim uyuşmazlığı, tarihi yönden uyuşmazlığı da ak­ settirmektedir. Buna rağmen tarihi tecrübe, millet sisteminin yeni tip ulus milliyetçiliğinin biçimlenişi kadar özelllkle Müslüman kavimler arasında yeni bir kaynaştırıcı klm.lik oluşturulmasına da yardımcı olduğunu gös­ teriyor. Bu çelişik gelişme, belirttiğimiz gibi bu kavimlerin tarihi bütün hadiseli safhalarıyla birlikte yaşamalarından ileri gelmektedir. Osmanlı kimliği salt bir Müslüman kimliği olarak kalmamıştır. Sad-

Coglto,

sayı: 19, 1 999


"Osmanlı" Kimliği

85

razam Said Paşa'nın ve benzerlerinin girişimlerinde olduğU gibi Türklüğün ağır bastığı bir Müslümanlıktır. ôbür Müslüman etnik gruplar bu Türklüğe dil olarak intibak ettikleri ölçüde Osmanlı-Türk olmaktadırlar. Genel kural. Türk olmayan ana babanın Türkçe konuşup an1aşmalan ve çocuklannın da bu dili izlemeleri

ölçüsünde;

ailenin Türk olacağıdır. Dolayısıyla son

yüz­

yılın Osmanlılığı Türk kimliğine kolayca dönüşmektedir.

Notlar t George W. Gawrych, "Tolerant dimensions of cuhural plurailsm in the Ottoman emplre: The Albanlan Communlly, 1 800· 1 9 1 2", lntematlonal Joumal of Middk Eastem Sıudks, XV, 4 ( 1 98 3): 521 -522. 2 Başb. Arş. lrade-Meclis-i vaıa . Nr: 16519 (12 Ramazan 1273) Mecll5-l Vıli mazbatası. 3 1. Ortaylı, "Osmanhlarda ilk telif iktisat elyazması", Yapıt, Eldm 1 983, s.37-44. 4 Avram Galantl, Türicler ve Yahud�r. İstanbul l928, s..127-139 ve s.141-142. 5 Kavork Pamukçuyan, ..Ohanncs Arpnmı•, /sıanbul Ansiklopedisi, c.2. s.1063. 6 Sinan Kuneralp. ..Bir Osmanlı Diplomatı Kosıaki Musurus Paşa", Bddoı, 19700, s.429.

Coglto,

sayı: 1 9, 1999


Osmanlı Devleti Hakkında - Kuruluşunun 700. Yılı Münasebetiyle -

NEJAT GÖYÜNÇ

Osmanlı Beyliği'nin 1 299 tarihinde kurulduğu genel olarak kabul edildi­ ğinden, 1 999 da bu olayın 700. yılı olmaktadır. Cogito'nun 1 7. sayısındaki "Bizans'ın Mirası Üzerine Tartışma" (s.374)

başlıklı yazıyı okuyanlar, Doğan Kuban'ın bazı görüşlerini hatırlarlar: "Cumhuriyet iki temel üzerine oturuyor; biri, Anadolu'ya sahip çıkmak, öte­ ki de Türklüğe sahip çıkmak. O sm a nlı bu ikisine de sahip çıkmamış. Bir ulus-devlet olarak Cumhuriyet. sadece Osmanh tarihine yaslanamazdı", "Os­ manlı Müslümandı, Türk'ü dışlamıştı. Ziya Gökalp ilk ya zıl annda Türk'ten

bahsetmez, Osmanlı'dan bahseder, Türk sonradan çıktı." (s.3 8 1 ) Sayın Kuban " 1 9 1 4'ten l 9 1 8'e kadar Osm a nl ı lar olarak savaştık, Anado­

lu'ya da Osmanlı olarak geçtik. Osmanlı paşalan Cumhuriyet'i kurdu. lstik141 Savaşı yaptılar ... Bunlann hepsi Osmanlı'ydı" da demektedir (s.386). Şu

halde önce "Osmanlı" ne demek, Türk ile Osmanlı arasında ne ilişki vardı, bunlara cevap vermek gerekir, bu iki deyimin yanlış anlamalara yol açma­ ması için.

1 4 1 3'te Amasya'da vefat ettiği bilinen devrinin ünlü şairi Ahmedi'nin Dastan ve

Teviirih-t Müluk-i Al-i Osman (Destan ve Osmanlı Hanedanı Me­

liklertnln Tarthlert) adlı manzum esertnde "Osmaniler" deyimi kullanılır: "Munsif idi Orhan ü dadger ·

Unutuldı anun ile adl-i Ömer Kanda kim Osmaniler adli ol a Orada adl-i Ömer nişe anıla"

(Orhan insaflı ve adil idi Coglto,

sayı:

19, 1999

1


Osmanlı Devleıt Hakkında

87

Onunla Ömer'in adaleti unutuldu Nerede Osmanhlann adli olursa Orada Ömer' in adaleti neden anılsın) Bu dizelerde bahsolunan Orhan, Osman Gazi'nin oğlu ve ikinci Osmanlı hükümdan Orhan Gazi, Ömer de Halife Hazret-i Ömer'dlr. Adaleti dillere destan olmuştur. Osmani1er, yani Osmanlılar da Osman ve Orhan Gazi ile, onl arl a birlikte kurulan devleti ve yönetimini paylaşanlardır. Böylelikle "Os­ manlılar" deyimi de ilk defa kul la nılm ış olmaktadır . Fatih zamanı da dahil Osmanlı Dev leti'nin tarihini kaleme alan

Aşıkpa­

şa-zade (ölm. 1 4 8 1 ) Bilecik'teki Hııistiyan halk lle Osman Gazi arasındaki ilişkiyi anlatırken "Bileclk'in kafirleri dahi gayet itimad itmişler idi kim, Bu

Türk (Osman Gazi) bizüm ile

eyil doğnl ık

der. lstanbul'un fethinden sonra

itler, dider idi"

sözlerini

kayde­

da, "Türkler yine bu şehrt mamur ildiler"

der. 2

1 6 . yüzyılda Avrupa'da Tü rkle rle ilgili pek çok yayın yapılır. Bunlann bir

kısmı Osmanlı Devleti'nin tarihiyle, bir kısmı da bazı olaylarla alakalıdır. Bunun sebebi de, 1 353'ten itibaren Rumell'ne geçen Osmanhlann Balkan­

lar'da ilerlemeleri, nihayet 1453'te lstanbul'u almalandı r. Bu son olay Avru­ pa'da büyük heyecan uyandınr. Avrupa'nın tanınmış hümanistlert, bazı dinaller ve Papa, Türklere karşı bir Haçlı Sefert düzenlenmesi için gandalara

kar­

propa­

başlarlar. Türklere karşı sefere katılacaklann bütün günahları af­

fedllecektir. Bu tasan ve

çabalar

o tarihlerde Avrupa devletlerinin kendi iç

anlaşmazlıklanndan dolayı, bazı menfaat bağlan yüzünden başanya ulaş­ maz. Mese l a , lngi ltere'de Lancaster ve York Hanedanlan arasındaki reka­ bet Türk tehlikesini ikinci plana iter. Fransa da lngi l tere'den çekinmekte­ dir. Venedlk ve bazı İtalya

şeh ir-devletlert Doğu ile tlcaretlertne zarar gelme­

mesi için böyle bir teklife sıcak bakmamaktadırlar. Bununla beraber. Avru­ pa'da kendilertni tehdit eden güneydoğudan gelen bu güçlü devlete karşı ilgi

artar. Bu merak sonucu da pek çok yayın yapılır. Bu eserlertn çoğunluğunda Türklertn kökeni araştınlır. Onlann Tnıvalılann. lskiılertn veya bi r Kafkas kavm i nin soyundan olduklan

gibi

tahminlerde bulunulur. Türk yönetimi.

Türk zaferlertnin sebepleri, Adeılect. idarelerindeki mil letler hakkında bilgi­

ler vertlir. 1 604'ıe basılan İngiliz tarihçisi Richard Knolles'un esert bile Ge­

nerali Htstorre of the Tur/es ( Tü rkleri n Genel Tarihi) adını taşır. Böylelikle Osmanlı Devleti'nin bir Türk devleli, Osmanl ı 'nı n da bir hane-

Cogtto,

sayı: 1 9, 1 999


88

Nejaı Gö.viluç

dan adı olduğu hiç kuşku götürmez. Öyle ki, Os m a nl ı ülkesinden Batı'ya gi­ den her şey Türle damgasmı yemiştir. Yemen'de yetişen kahvenin Avrupa'da Türk kahvesi adını taşıması gibi. Osmanlı Devleti

1 9. yüzyıla kadar kendisine "devlet-i ciliye" (yüce devlet)

veya "devlet-i ebed-müddet" (ebedi olarak yaşayacak devlet) ismini verir. Bu deyimlere belgelerde de rastlanır. Aynı yüzyılda Balkanlar'da Sırp. Yunan is­ yanlan ve ardından devletin dağılmaya başlaması üzerine, bunu önlemek için devlet içindeki farklı etnik grupları hanedan etrafında birleştirmek için. Osmanlı deyimine sarılınır. Bu deyim ve "devlet-i Osmaniye" ilk defa

1 876'­

da Kanun-ı Esasi'nin (Anayasa) 8. maddesinde yer alır ve tarif edilir: "Dev­ let-i Osmaniye tabiyetinde bulunan efradın (bireylerin) cümlesine her kangı din ve mezhebden olur ise olsun, bila-istisna osmanlı tabir olunur ve os­ manlı sıfatı kanunen muayyen olan ahvale göre istihsal ve isga (kazanılır ve kayb) edilir" denir.

Osmanlı, Tür:k'ü l>ıfbmut mıydı? Osmanlı Devleti yöneticilerinin. hatta Selçukluların Türkleri aşağılayıp hor gördükleri Zeki Velidi Togan ve Faruk Sümer gibi çok tanınmış tarihçi­ lerimizin kanaatidir. Bunlara dayanarak da bazı sosyal bilimciler (Çetin Yetkin gibi) ve gazeteciler (Hasan Pulur. Nazlı Ilıcak) bu görüşü tekrarlar­ lar. Halbuki her iki tanınmış tarihçimizin kullandıkları kaynaklara inildiğin­

de. horlananların. küçük görülenlerin şehirlerde yerleşik Türkler değil. göçe­

be bir hayat tarzı süren. yaşamlarını ancak yağma ile çapulculukla temin edebilenler olduğu görülmüştür. Artık bir tekerleme haline gelen "etrak-i bi­ idrak" (bilinçsiz Türkler) sözü Osmanlıların siyasi rakibi Safevi Devleti ku­ rucusu Şah lsmail'in

( 1 487-1 524)

etrafına toplanarak onun Şah olmasını

sağlayan Anadolulu göçebe Türkmenler için söylenmiştir. Yine

17.

yüzyıl

başlarında Celali isyanları anlatılırken. isyana katılanlar da "çirkin Türk" .

"hilekir Türk" anlamındaki "Türk-1 bed-lika" ve "Türk-1 sütürk" sözcükleri ile tanımlanmıştır. Osmanlıların Hazret-i Peygamber soyundan geldiklerin­ den Araplara "kavm-1 necib" (asil kavim) dedikleri, onları Türklerden üstün gördükleri de söylemler arasındadır. Lakin onların da göçebe olup çapulcu­

lukla geçinenlerine "arab-i bed-fJAI' .' (eylemi kötü Araplar), "arab-i bed-rey" (düşüncesi kötü Araplar). "arab-i şekavet-şiar" (soygunculuk ve haydutluğu adet haline getiren Araplar) dediklerini arşiv belgelerinden öğrenmekteyiz. )

Osmanlı Devleti çok uluslu bir siyasi yapı idi. Özellikle Fransız lhtila-

Cogito.

sayı:

19, 1999


Osmanlı Devi.eri Hakkında

89

li'n<len sonra Avrupa'da m i lliyetçi lik hareketle ri başlayınc a bütün benzeri yapıda olan devletler gibi

Os manhlar da milliyetçi hareketlerin karşısına di­

kilmek zorunda idiler. Çünkü aksi; devletin, bi rli ği n dağılmasına hizmet ed e rd i . Bunun i çindi r

şü nüldü faka t

ki, "osmanlı"

de yi mi b irl eştiric i bir kavram ol.arak dü­

ben i msenmedi . Avus turya İmparatorluğu Balkanlar'da milli­

yetçi hareketleri destekl edi , halbuki Polonyalı , Çek, Slovak, Macar, İtalyan ,

Ru me n gi b i farklı me zheplere

bağlı kaviml eri yönetmeye çalışan Avusturya­

lılar milliyetçi hareketleri kendi ülkelerinde bastırdılar. 1 848'de Çek, aynı yıl Macar aynlıkçı hareketleri bastırılmaya çalışıldı. Biri ncisinde kanla sonuca

ulaşıldı. ikincisinde Kossuth Lajos ( 1 802-1 894) önderliğindeki bir kısım Ma­ carlar ancak Osmanlı Devl e ti' ne sığınarak canlanm kurtarabildiler. B un a mukabil, Macarlar, kendilerine karşı ayaklanan Hırvatlann bağımsızlık ha­ reketini en sen bir şekilde önlemeye çalışıyor, Stephan-Tacı'nda birlik çağn­

sı yapıyordu. Stephan Hıristiyan dinini ilk kabul eden Macar kontu idi; Ar­ pad hanedanından idi; I OO l 'de Papa tarafından Macar Kralı ilan olunmuştu. Görülüyor ki, kendi içindeki milliyetçi hareketleri bastırmaya çabalayan

Avu sturya, Osmanlı Devleti'ndeki bu tür aynlıkçı hareketleri destekliyor, bizzat bağımsızlık savaşı veren Macarlar da Hırvatlardan ayru şeyi esirgiyor­

lardı. Bundan da kolaylıkla, devletlerin siyasi planlannı ve tutumlannı ken­ di çıkarlan doğrultusunda tayin ettikleri gerçeği onaya çıkar. Osmanlı Devleti bu nedenle, kendi de milliyetçi akımlara, tabii olarak Türkçülük akımına da karşıydı. Özellikle 1 878'de Berlin Kongresi'nde (20 Hazlran-20 Temmuz 1 878) yapılan anlaşma ile Rumeli'nde büyük toprak kaybına uğrayan ve doğuda da Kars, Ardahan ve Batum'u Çarlık Rusya

yö­

netimine kaptıran Osmanlı Devleti hiç olmazsa kalan kısımlannda Osmanlı­ cılık'a sanldı. Lakin bunun da tutmadığı kısa sürede görüldü ve Birinci

Dün·

ya Harbi'nde ( 1 9 1 4- 1 9 18) din kardeşlerimiz Araplar İngilizlerle birlik olarak devletin yıkılışını sağladılar. Atatürk'ün

20 Man

1923'te Konya'da Türk Oca·

ğı'ndaki bir çayda gençlerle yaptığı konuşmadaki şu ifadesi, bu gerçeğin en açık ve seçik dile getirilişidir: "Osmanlı imparatorluğu dahilindeki akvam-1 muhtelife (muhtelif kavimler) hep milli akidelere (inançlara) sanlarak, milli· yet mefküreslnln (ülküsünün) kuwetiyle kendilerini kunardılar. Biz ne oldu­ ğumuzu daha doğrusu onlardan ayn ve onlara yabancı bir millet olduğumu­

zu sopa ile içlennden kovulunca anladık_ Kuwetlmizin zaafa uğradığı (za

düştüğü) anda bizi tahkir, tezlil ettiler (hakaret ettiler, küçük düşürüp aşağı­ ladılar). Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış". •

Cogtto,

sayı: 19, 1 999


90

Nejat Göyürıf

Osmanlı Devleti'nde Neden Anadolu'ya Sahip Çıkılmadı? Türklerin Anadolu'ya gelişleri, 1 0 7 1 Malazgirt Zaferi'nden çok önceleri olmuşsa da, onların Tann'nın her türlü güzellik ve zenginlikleri verdiği bu coğrafyayı vatan edinişlerf bu büyük tarihi olayın sonrasındaki iki yüzyıl içerisindedir. Balkanlara, Karadeniz'in kuzeyinden de gelip yerleşen Türk boylart ve topluluklan olmakla beraber, 14. yüzyıl ortalarından itibaren Anadolu Türkleri bazen gönüllü, bazen zorla Rumeli'ne geçiıilmişler, yerleş­ tikleri bölgelerdeki şehir, köy ve kasabalara da kendi yaşam tarzlarını, inançlannı, geleneklerini birlikte götürmüşlerdir. Ekrem Hakkı Ayverdi'nin Balkanlar'daki birçok ülkedeki cami, mescit, medrese, tekke, türbe gibi Os­ manlı mimari eserlerini kapsayan anıtsal kitaplannda tanıtılanlar yalmz geçmiş yüzıllardan günümüze kalan izler olmakla kalmazlar, aynı zamanda gidenlerin gayelerini, ana düşüncelerini de yansıtırlar: Onlar bu yeni ülkele­ ri de vatan benimsemişler, oralan Anadolulaştırmışlar, bir daha geıi dön­

meye mecbur edilebileceklerini de hiç mi hiç haıırlanna getirmemişlerdir. Suriye, Irak, Mısır, Hicaz, Kuzey Afıika ülkeleri gibi İslam topraklanna da gidenlerin bir kısmı zamanla oralarda yerleşmişler, aynı dinin mensubu olduklanndan yerli halkla kanşıp, benliklerini unutmuşlardır. Balkanlar'da ise, kısmen lslam'ı yayabilmişler, kendi kültürel damgalan­ nı mahalli dillere, sanata, geleneklere vurmaya muvaffak olmuşlar, kendileri de onlardan etkilenmişlerdir. Balkan dilleıindeki binlerce Türkçe kelime, bi­ zimkinde onlardan alınan pek çok ödünç kelime, mutfak kültüründeki tesir­ ler bu karşılıklı etkileşimin kanıtlandır. Osmanlı Devleti'nln siyaseti, ele geçirdiği ülkelerin zenginliklerinden ken­ di vatanı için çıkar sağlamak hususunda çok becerikli olan Batı lmparator­ luklanndan tamamen farklı olduğundan, oralardaki kazançtan ile Anado­ lu'yu imar etmeyi düşünmemişlerdir. Bununla beraber, Anadolu'da yapılanla­ nn da bugüne pek azı intikal edebilmiştir. Kalanlann da bir kısmı harabedir, bir kısmının da varlığına ancak arşiv belgelerinden tanık olunabilmektedir. Anadolu'da Mustafa Kemal Paşa önderliğinde gerçekleştirilen Milli Mü­ cadele sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin tek hlklmiyet sahası Anadolu ve Trakya'dakl küçük parçadır. Bunun için bu bölgelerin, bu vata­ nın imanna özen gösterilmektedir. eu itibarla, ikl Türk devleti yöneticileri­ nin Anadolu'ya bakış açılan farklıdır. Bu nedenle Osmanlı Devleti'nde "Anadolu'yu dışlamak, ona sahip çıkma­ mak" ne dereceye kadar doğru bir hüküm olur? Coglto, sayı: 19, 1 999


O.'inrat1lı Devleli Hakkında

91

Osmanh Devleti Nasıl Bir Siyasi Yapıya Sahipti? 1 960'tan itibaren

ABD' de

Wisconsin Üniversilesi'nde faaliyet gösteren

Romanya asıllı Türk tarihçisi Kemal Karpat, "felsefe olarak yoksa da, uygu­ lamada" Osmanlı Devleti'nin "laik" bir yapıya sahip olduğunu söyler. ·devle­ tin, dinden tamamen bağımsız bi r şekilde işlediğini, sadece şeklen dine uy­ gunluk arandığını, din kurallannın da açıkça ihlal edilmediğini; devletin örfi hukuk ile şeriat arasında bir uyum sağladığını• vurgular. "Örfi kanun tama· men laiktir" der.

5

Osmanlı Devleti bir İslam devle tidir. Dini alanda şeyhülislam, yönetim alanında vezir-! azam hükümdardan sonra en büyük amirdir. Padişah her iki kurumun da başıdır. Ukin, fikri sorulmakla beraber, şeyhülislam devle­ tin en yüksek karar meclisi veya kurumu olan Divıin'ın üyesi değildir. Onun toplantılanna katılmaz.

Örfi hukuk denilen sistem de hükümdarlann fermanlan ile meydana ge­ len bir yasa düzenidir, lakin hükümdarlann fermanlan -çoğunlukla- eski­ den varolan bir geleneğin, yani örfün düzenlenmesini emreder. ' Devlet yönetiminin halka karşı tutumu da din veya mezhep veya etnik

farklıl ığa göre değişmez, devlete sadakat çerçevesinde kalan herkes. düşünce ve inancında serbesttir. Bu nedenle de devletin dini siyaseti, ülkedeki Müs­ lüman çoğunluğun mezhebi olan Hanefillk'e dayanmakla beraber, Mısır'da Şafiilik, Arabistan'da H anbelilik , Kuzey Afıika'da Malikilik, Suriye ve Lüb­ nan'da Dürzilik ve Nusayrilik (Alevi), Yemen'de Zeydilik, Irak ve lran'da da Şiiliği n bir kolu (On iki imamcılık) yayılmıştır.

1

Hatta Mısır'da Kahire'de.

mah�emelerde dört mezhebi n kadısı vardır. Müslüman olmayan da Hııistiyanlar, Yahudiler, Anadolu'da Türkçe ko­ nuşan Ortodoks Kilisesi'ne bağlı Karamanlı den ilen bir topluluk ve benzer­ leridir. Devlet bu cemaatleri kiliselerine göre birer "millet" olarak tanımlar.

Hatta aralannda Katoliklik ve Protestanlık da yayılınca Ermeniler için ol­ duğu gibi, bir kilise mensubu bu defa üçe bölünür, üç ayn millet olur. Bu Müslüman olmayan cemaatleıin kendi kiliseleıine ödemekle yüküm­ lü oldukları vergiler vardır, m esela Anadolu'daki H ıris tl y an cemaat ev başına 12 akçe Metropolitlik, 12 akçe Patriklik. her papaz da her biri için birer altın vergi ödemek zorun dachr. • 1 682 tarihinde lstanbul'dan Konya ve havalısı yöneticilerine gönderilen bir ferman suretinde, o tarihte Patıik olan Yakovos'un vekili olan bir görev­ liyi (Meladios) Anadolu'ya yolladığı. bu zatın kıyafet değiştirerek Hıristlyan

Cogito,

sayı: 1 9, t999


92

Nejat Gd.vünç

mahallerde dolaşarak vergi toplamak istediği fakat alamadığı, bu sebe pl e devlet görevlilerinin kendisine yardım etmesinin istendiği anlaşılmaktadır. Böylece başında Halife bulunan bir devlette Müslüman ol mayan halkın kilisesine vereceği vergHerin toplanmasına da yine kadılar ve diğer görevliler memur edilmektedir. ., Bu devlet yönelimine laik denilmez mi? Osmanlı Devleti çok uzun ömürlü bir siyasi yapıdır. Altı yüz seneyi aşan bir ömürde de her zaman aynı örnek devlet düzenini bulmak mümkün ol­ maz. Bununla beraber, hemen her zaman halkına -din ve ırk ayrımı yap­ maksızın- adil davranmak içgüdüsü hakim olmuştur. Bunun da kaynağı "İs­ lam şemsiyesi altında varlığını' sürdüren" eski Türk (Kutadgu Bilig), Hint­ İran (Siyaset-name) ile eski Yunan ve İran siyasi düşüncesinden meydana gelen Müslüman Arap siyaset geleneğidir. ıo

Notlar 1 Çiftçioğlu N. Atsız (yay.), Osmanlı Tarihleri, İstanbul 1949, s.10; İsmail Ünver, lslunder-name, Türk Dil Kurumu Yayınlan, Ankara 1 983, s.66a, Dize: 7601-7604.

2 Ç.N. Atsız, a.g.e, s.99 ve 1 93.

ve Bl'llv belgelerine göre Türk, Kürt ve Arap Kil/tar Araıtımıalıın Derg151, Afyon Kocaıepe Üni­

3 Nejaı CöyOnç. "Bazı Osmanlı tarthi eserlerine

deyimler! hakkında", Anadolu Dil-Tarih ve versitesi Ba.sımevt, 1 9%, 1, s. 1 -5. 4 Atatarl.:'an S6ylev ve Demeçleri, il, s.143. 5 Mllltyet , S Mayıs 1999, s.20.

ik.tldannm temel unsurlanndan örf-gelenek", ilmi Araıtımıalar, ls­ tanbul 1997. sayı S, s. 1 57- 1 65. 7 Ahmet Yaşar Ocak, "'Din", OsrtUJnlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, yay. Ekmeleddin lhsanotfu, lstanbul 1998, s.1 14. 8 Halli inalcık, -rhe Status of ıhe Greek Orthodox Patriarch under the Ottomans·. Essays in OttortUJn Hlstory, Eren yay. İstanbul 1998, s.210-2 1 1 . 9 Nejat Göyünç, "Mevlana Müzesi A.rşlviu, 2 . Milli Mevlana Konıresi, Teblifler, Konya 1986, ı.108. Konya Şer1yye Siclll, no. 13. s.263'ten naklen. lO Ahmet Yaşar Ocak, "Dütünce hayali (XIV.-XVD. Yüzyıllart.a.g.e., U, s.164 vd. 6 Nejaı Cöyünç, "Osmanh

Cogtto,

sayı: 19, 1999


"Türklerde Akı l Var m ı ? " Napolyon Dön em i

Avrupası'ndaki Doğu Tartışması üzerine* KLAUS KREISER

Jean-Jacques Rousseau ( 1 7 1 2- 1 778), "Emile ou de l'education" (Emil ya da Eğilim Üzerine -e.n.) adlı kitabında ( 1 762) şöyle yazıyor: ·ıı y a cent fois

plus de l ia i son s maintenant entre l'Europe et l'Asie qu'il n'y en avait jadis entre la Gaule et l'Espagne." ' (Günümüzde Avrupa ile Asya arasında. geç­ mişte Galya ile İspanya arasında olduğundan yüz kat daha fazla bağ vardır. -e.n.) Rou sseau , kralın hizmetinde yaşayan bir saatçinin oğlu olarak, kendi yaşamöyküsünü, Avrupa'nın doğuya politik, ekonomik ve kültürel açılmasıy­

la birleştirebilmişti. Rousseau'nun sözünü ettiği Batı ve Doğu yakınlaşması­

nın bir sonucu olarak 1 8.

yüzyılı n

sonunda, Avrupa'da. Türklerin reform

yapma yeteneği ya da -birçok yazann düşündüğü gibi- barbarlık koşullanru aşma yeteneksizliği üzerine yürütülen tartışma şiddetlenmiştl. Bu tartışma­

ya, başkalannın yanı sıra Fransızlar. İtalyanlar. Polonyal ılar, Almanlar ve İn­ gilizler de kat ılmış tı . Bu tartışmaya katılanlann arasında. Türkiye'yi tanıyan as ke rl er (Baron de Tott). uzun süre konsolosluk yapmış kişiler (de Peysson­

nel ) , seçkin gezginler (Volney, Niebuhr) ve doğu deneyimi olan aydın din adanılan (Toderini) de vardı. Ülkeyi tanımayan entelektüellerin (Hausleut­ ner) ve meslekten ya da amatör oryantalistlerin (Jones, Rewiczky, Eichhom, Hammer) katkılannı da ihmal etmemek gerekir. Napolyon dönemindeki Do­ ğu tartışması, izleyen 1 50 yılın Avrupa "Oryantalizmini" kuran dört unsuru da iç erm ekted i r. 1 8. yüzyılın aydınlanmış Kozmopolitizıni, doğu uygarlığı­ nın varsayılan çöküşünün nedenlerini ısrarla araştırmaktadır. •

Türkleri konu alan operalann en ünlüsünde, Osmln"ln aryasında ·Benim de aklım var"' dmt· lir. ..Saraydan Kız Kaçınna'" operası ilk keoz 1 7 8 J 'de sahnelenmiştir. Ancak, bu operanın met· nlnl, bu yazıda ele alacagım Dolu tanıpnasıyla iltP.llendinnektrn bçuMbm.

Cogito, sayı: 1 9, 1 999


94 Klaıu Kreiser

Bu makale çerçevesinde. kültürel gelişme olanaklan için genel koşul et­ menleri üzerinde yürütülen o zamanki tartlşma kapsamlı olarak ele alına­ mayacakur. Osmanhlarin geri kalmışhğmdan sorumlu tululan belirleyiciler arasında, birçok yazarda, Osmanlılann despotik olarak görülen devlet biçi­ mi, ama sonra da genel bilimin ihmal edilmesi ön sırada yer almakıadır. Stuttgart Gymnaslum'undan 1 788 yılında, Doğu tanışması Avrupa dergile­ ıinde özellikle şiddetle yürütüldüğü bir sırada aynlan genç Hegel, veda ko­ nuşmasında kendi eğitim sürecini. Türklerin fonunda şu sözlerle abartarak seıimlemlştir: "Demek ki, bir devletin tüm esenliği üzeıinde eğitimin böyle büyük bir etkisi vardır! Bu ulusta, ihmalin korkunç sonuçlannı ne denli dik­ kat çekici bir biçimde görüyoruz. Türkleıin doğal yetenekleıine ve sonra ka­ rakterleıinin kabalığına ve bilimde neler yaptıklanna bakalım, o zaman ne denli şanslı olduğumuzu anlayabiliıiz." ' Aydınlanmış yüzyılın Türkler tanışmasının temelinde, özellikle Avrupalı yazarların yüzyılın sonlanna doğru sayılan ve bilgi yoğunluklan açık bir ar­ tış gösteren gezi kitaplan bulunmaktaydı. Yine de: Jacques Mallet du Pan

( 1 749- 1 800), "Mercure de France"da tanıttığı Memoires du Baron de Toıt, sur /es

Turcs & Tarta,.. adlı kitaptan "L'Histolre des Voyages n'est que celle des

contradictlons" (Seyahatleıin talihi, çelişkileıin tarihinden başka bir şey de­ ğildir. -e.n.) diye söz ediyor. Baron de Tott'un kısa süre sonra Almanca'ya da çevrilen, "unutulmayacak olay"lan, zamanının Türkiye hakkındaki en et­ kili el kitabı olmuş olmalı. ' Mallet du Pan, oldukça aynntıh değerlendirme­ sinin sonunda, Osmanlılann dilleıinin doğasının, onlan sonsuza dek süre­ cek bir cahilliğe mahkum ettiğini ("etemelle ignorance") vurguluyor. Ger­ çekten de, Fransız subayı François Baron de Totı. dilin ve yazının özellikle­ rinin "bilimlerin gelişmesinin önünde engeller oluşturduğunu, çünkü, bir in­ sanın ömrü iyi okumayı öğrenmeye yettiğinde, okuyacağı şeyleri seçmek için ne denli az zamanının.. 4 kaldığmı yazıyor. Bu tür önesürii mler, Osmanlı sistemine yönelik açıkça yeni iki bakış açısıyla örtüşüyorlar. 1) Türkler

=

lslam'a inananlar eşitliği ödeviyle, Osmanlı Türklerinin

Araplardan hangi konularda aynldığı biçiminde değerlendirici bir soru yö­ neltUmektedir.

2)

Osmanlılann geçmişteki ve şimdiki zamandaki kültürel başanmlan­

nın değerlendlıilmesl, onlann reform yapma yetenekleriyl!' giderek daha sı­

kı bir biçimde ilişkilendlıilmektedır. Cogito, sayı: t9, 1999


"'Türklerde Akıl Var mı?"

Her iki sorunun da büyü k po litik ağırhkları vardır. Avrupah güçlerin "bilgiyi yönlendiren ilgisi", özellikle de Fransız devrimi öncesinde ve sonra­ sı nda, her şeyden önce Türklerin, güç lenen Rusya karşısında ittifak yapabil­ me yeteneklerine yönelikti. Küçük Kaynarca Banş A ntlaşması 'ndan ( 1 774) sonra, Fransa'da, Babıclli'yle 1 756 yı l ı ndaki "renversemet des aJIJances" ile

duyarlı bir biçimde zedelenen, geleneksel iyi ilişkileri yen iden düzeltme ge­ reks i n i m i doğmuştu. Özellikle, R usya' n ın ilerlemesini durdurabilmek ve Fransız ticaretini teşvik edebi1mek için, daha güçlü bir Türk ordusu isteni ­ yordu.

1 8. yüzyılda, uzmanlann ya rg ı lanyl a Doğu'ya ilişkin konulann politik değerlendirilmelerinin, daha önce örneği görülmed i k bir biçimde birbirine bağla ndığını gözlemliyoruz. 1 4 . ile 1 6. yüzyıllar arasında, İslami doğuya yö­ nel ik Avrupa ilgisinin bambaşka koşullan vardı. Stefan Yeras i mos beş yüz

gezi raporunu incelemiş ve bu nlan n arasında 1 9 1 politik görevi ve 1 47 hac

yolculuğu nu (Kudüs'e) ayırt etm i şt ir. Sah b i lgi açlığından ya da açıkça bi­ l i m sel güdülenimle yapı lan gez ile ri n kanı tlan m ası zord ur. 5 Stunnberger'in • ve başkaları n ı n betimledi kleri , Bat ılı m u t l a k ç ılı k kuramcılarını Osmanlı Devleti'nin en güçlü bir kon umda bulunduğu zamanda büyüleyen. "Osmanlı yönet i m biçiminin örnek oluşturuculuğu"nu burada daha fazla ele alacak

değiliz. Ancak şu kadarını söyleyel i m ki, Osmanlı modeli Jean Bodin için ( 1 529/30- 1 596) kesinlikle olumsuz bir dosya oluştunnuyordu. Ona göre bu

model, monarşi il ke s inin en an bir biçimde dile gelişiydi.

Sultan

Süley­

man'ın iyi huylu, korkunç ya da makyavelist hükümdar olarak çekiciliği gü­ nümüze kadar sürmüştür. Bizim bağlamımızda, Türkiye'nin, büyük Türklerin sınırsız despotluğu­ nun yanı sıra Yunan-Roma antikçağının kalıntılanyla ilişkilertni de konu edinen hümanist ziyaretçilertnin kültürel bir parlaklık içinde olduklan vur­ gu l an m al ıd ır. Çizdiği Konstantinopel topografisi, günümüze dek, antik ken­

tin en önemli "Baedeker"ini oluşturan Peter Gyllius ( 1 490- 1 555), sayısız bi­ nanın yitirilmesinin yanı sıra, bu yerleıi n isimlerinin de ortadan kalkmasın­ dan yakınıyor: "Bu halk kendi diline öylesine Aşıktır ki, ele geçirdiği tüm yerlerin adlannı derhal değiştirir; Yunanca ve Latince adlardan kuşkulanır­ lar ve hatta onlardan [batıl inanç türünden] bir korku duyarlar."' Hümanist eğitim görmüş birçok gezginin ,ıtrayetlert, (Avrupa ortaçağı gibi) antik yıluntılan düşüncesizce yağmalayan ve soruldugunda Yunan-Ro­ ma yer adlannı

bilmiyor görünen

bir halka

yöneliktir. Buraya kadar, Cogııo,

ilişki-

sayı: 1 9, 1 999

95


96 !

Klam Krei.sa

ler basiUir. Çünkü batıda hiç kimse Süleyman yöneti minin kısa süre içinde çökmesini beklemediği için, Dernschwam'ın söylediği gibi her şeyi parçala­ yan ve k.Jasik kalıntılan domuz ahırlanna çeviı·en • barbarlann kültürel meş­ rulaşı ınmına gidilmemiştir.

1 7. ve 1 8. yüzyıllann Grand To u r'u Osmanlı İmparatorluğu'na ender ola­ rak dokunmuş. ' İran'a ise gördüğüm kadanyla hiç uğramamıştır, ancak "ge­ nel kamuoyu"nun bu ülkelere yönelik okuma ilgisi gözle görülür bir biçimde anmıştır. Kuşkusuz, öteki ülkelere olduğu gibi Türkiye'ye bakışlann açısı da genişlemektedir. Barok ve Aydınlanma dönemleri arasında İ talya'yı gezenler hakkındaki literatürden, öğrenmeye ve araştınnaya değer şeyler hakkında kataloglar bulunduğunu öğreniyoruz. Bu listeyi ik­ l imden yönetim biçimine ve toprak ürünlerinden hayvanlar dünyasına kadar genişleten Misson'un

No­

uveau Voyage d'/taile'sinden alıntı yapılabilir. 1° Fran­ sa'nın Donanma Bakanı, konsülleri gökyüzü (bunun­ la meteorlann ve öteki "dünya dışı görüngülerin" or­ taya çıkmasını kastediyor) ile yeryüzü arasında her şey hakkında bilgilendirmek için ders veriyor. Ger­ çekten çoğu durumda, konsüllerin raporlarının. gez­ ginlerin öykülerinden daha güvenilir oldukları kadar ele aldıkları konulan açısından da daha zengin ol­ duk.lan görülüyor. 1 1 Henri Laurens bir "Loi g�n�rale d e l'histoire de l'orientalisme islamisant"dan (İslami oryantalizm ta­ rihinin genel yasası, -e.n . ) söz ediyor. Avrupa "oryan­ talizmi"nln yalnızca doğudaki politik durumun bir sonucu olarak yayıldığını öne sürüyor.

u

Bu durumu

istatistik araçlarla (kitapların baskı saytları, hakların­ da yazılan tanıtım yazılan ... ) kanıtlarken, bu ilginin bağlı olduğu değişikliklerin ne olduğu yönündeki da· ha önemli soruyu yanıtlamıyor. Burada Ralph-Rainer Wuthenow'un Aydınlanma Çağı'ndaki Avrupa gezi li­ teratürü hakkındaki tahminini ele almak çekici olabi· ltr: ..Ama en önemli sonuç tahminen $Udur: Avrupalı­ lar için olası geçmiş ve yeni ufuk

Çizgisi olarak anık

tek başına, şimdiye dek tüm tasarımlara egemen olan

Cogtıo.

sayı:

19, 1999


""/ ı ı rUnıfr .o\h/ \'CJ r tı ı r :, ··

a n l i k\aı1 �:o k t u r. " " Elhct t e Y u n a n - Roma <ı n t i k <lüncmi " dt:\"asa b ir t'ımek

97

w

ko n u pazarı" olarak ( 1-l u �o Fricdrieh ) sürekli karşılaştırma büyüklüğü olma ()z1..· l l i ğ i n i konımakta<l ı r , ama İslam edchiyall a n n ı n keşfed i lmesiyle birlikle, üncıni aza l m ı ş l ı r . Antoinc Galland { ı 646- 1 7 1 5 ) t 694 yılında "eskilerin yapıt­ larındaki bazı b i l g i leri kullanan" okura, " Parolcs Remarquablcs'' i n i n başl ı ğ ı ­ n ı P l u t an: h u s ' u n ( Apoph tcg m a t a ) ve V a l t: r i u s M a x i m us'un ( F a c t a et d i c t a mcmorabl e i a ) özdeyiş a n t alojilcrinc giJndcrmc \"aparak seçl i ğ i n i a n ı msatır. Okurl a ra h i t a p ettiği şu lümcc daha belirleyicidir: "Doğulu halklan n . günt:­

ş i n b a t t ı ğ ı yerdeki halklanJakindcn daha az t i n

\"C

adaletle don a n m ı ş < ı l d u k ­

l a rı ve daha az yaşam dolu oldukları b i l i n i r . " Gerçi karar okura b ı ra k ı l m ı ..,, -


98

Klaus Kreiser

tır. "bize komşu oldukları için tanıdığı mız öteki uluslardan daha uz tine ve iyi törelere sahip olmadıklarına. bh· o denli inan ıyoru m . " (Je pourrois m'etendre sur les qualites de l'esprit des Orientaux . . . .je lui laisse ce plaisir tout entier. afin qu'il juge par le temoignage meme des orientaux, plCıtôl que par ce que j'en pourrois dire, s'ils ont raison de croire qu'ils s'ont pas moins partages d'esprit & de bon sens que les autres Nations qui nous sont plus connues a cause de leure voisinage.) 1 � Belintiğimiz gibi, yazının bundan sonraki bölümünde, gözlemcilerin Ay­ dınlanma çağından 1 9. yüzyılın ortasına dek, "Doğulular", "Müslümanlar", "Türkler" ve "Araplar" arasında nasıl bir ayrım yaptıklarını gözden geçirece­ ğiz. Bununla, "İslam dinine inanan

=

Türk" eşanlamh çiftinin geçersizleşme­

sini de kastediyoruz. Daha 1 8. yüzyılın sonunda lslam Türk dini olarak, Ku­ ran "Türk incili" olarak kabul ediliyordu (örneğin David Friedrich Megerlin: Die türltische Bibel, Frankun a. M. 1 772). Rönesans döneminden kalma sa­ yısız belge gösterilebilir, Marlowe'un Tamburlaine'ı bunlann bir örneğidir. Aynca Araplann, kendi "Antik dönem"leıinin, yani Bağdat halifeliğinin ko­ ruyuculan ve (daha çok ihmalkar) miras yöneticileıi olarak "keşfedilmeleri" vurgulanacak ve konu edinilecektir. Ö zellikle, Osmanlı l mparatorluğu'na ilişkin bilginin Doğu Asya'ya ve dünyanın öteki bölümlerine ilişkin bilgilerin düzeyine neden ulaşamadığı gösteıilmeye çalışılacaktır. Bilindiği gibi çağ­ daş ahlak felsefesi dinsel ve kültürel farklılıklann kasıtlı olarak görmezden gelinmesine ve sessizce geçiştirtlmesine yol açmıştır. 1 8 . yüzyılm yazarlan gerçi İslam kurumlan için "kilise" ve "manastır" gibi Avrupalı eşdeğer söz­ cükleri kullanmaktadırlar, ama bunun nedeni. tenninolojik eksiklikten çok, ironik bir biçimde mesafe koyma gereksinimidir. Bunun tersine olarak, ka­ tolik kurumlann kimi metinleri İslam teıimleriyle konuşmaktadırlar, il. Jo­ seph1e mektuplaştığı söylenen bitinin İmparatora şu sözleri söyletmesi gibi: "Önümde ağır bir iş var, keşişler ordusunu azaltmalıyım, bu fakirleri eğite­ rek onlan insan yapmalıyım." [vurgulama KK'e alt]. Joseph de Guignes 1787'de şu fonnüllendinneyi yapıyor: "İtiraf edelim ki, haçlı seferlerinin bizim üzerimizde, Büyük l skender'ln fetihlerinin Yu­ nanlılar üzerindeki etkisine benzer bir etkisi olmuştur. Haçlı seferleri bizi ülkemizden dışarı çıkartmış ve doğulu ülkeleri ve onların kazanımlarım (arts) tanımamızı sağlamıştır."

ıs

Ama çoktandır Araplann Yunan bilgisini

(kısmen) alımlamanın ötesinde insanlığın ilerlemesine bir katkıda bulun­ duklannı, tüm yazarlar kabul etmiyorlar. Cogllo , sayı: t9, t999


"Tı�rklerde Akıl

Çok

az

\/ar m ı ? "

99

say ı d a "oryantalist" lslam dünyasmdaki üç anadilin ve bu dtlıer­

de yazılan ede bi yatı n temel olarak eşdeğerli oldu klannı kabul etmektedir. Gerçi Antoine Galland Arapların, İ r an l ı l ann ve Türklerin ("Turcs & T a rıa­

res") kendi ul usl a rı n ı n d e ha s ı n ı k ıl avuz ed ind i kl e ri n i vurgul uyor , ama daha sonraki oryantalistler, en başta da William Jones

( 1 746- 1 794) Türk edebiya­

tını, İran edebiyatının çok aşa ğ ıs ı ndak i bir basamağa ye rle şt iriyor.

Aydınlanma ç ağı n da Türkleri n ve Arapl arın karşı karşıya konulmasıyla birlikte, Ba t ı 'nı n Doğu hakkındaki söyleminde yeni bir konu doğ uyor. Avru­ pa ve Türkler, Y u n a n m i rasını bir süre yönetmi ş ol an Arap lan n sınında du­

ruyo rl a r.

Goethe döneminin An t ikç ağ tapımsı için hiç kuşkusuz iyi bir örnek ol an , Weimar Gymnasium'unun müdüıii Kari August Böttiger, lstanbul'daki genç Hammer'le m ek tu pl aş ma la rınd a , ona s ü re kli şu uya n l arda bulunuyordu: "Eski mimarinin hiçbir yıkıntısını , eski pl asti k sanatlann hiçbir kırı nt ı sı nı

ve eski sikkelerin hiçbir kalıntısını yoklamadan bırakmayın" (20 Haziran 1 800). H a m m e r' in "Eskiçağ'ın yıkıntıları üzerinde, barbarların arasında" ge­ zindiğini gören Böttiger, "Ayasofya kilisesindeki ve Saray'daki kü tüph ane­

ler" hakkında b i lgi ediniyor ( 1 4 Ekim 1 799). Toderini'nin "Bibliotheca Tun:­ hesca"sını -bu kitabı ilerde ele alacağız- okumuş ve yazann, antik elyazma­ lanna yönelik umudu söndürmekte haklı olu p olmadığını soruyor.

••

Kütüp­

hane sorusu daha genel bir biçimde, yani Türklerin kendi bilimleri olup ol­ madığı biçiminde de sorulabilir. Bu bizi Toderini'nin Almanca çevirisindeki

giriş yazısında ya pı lan i ncel em eye götüıiir. Ama önce Volney'i dinleyelim. Volney d iye tanınan, Constantin-François Chassebeuf ( 1 757- 1 820), "

1 783 ile 1 785 yılla n arasında doğuda gezmişti. Voyage en Syrie et en Egypıe adl ı kitabı 1 787 yı l ı nda i k i c i lt hal i nde yayı m landı . Kitabın lng il i zce bir çevi­

risi aynı yıl Londra'da, Almanca çevirisi ise Jena'da 1 788- 1 800 yıllarında ya­ yım lan d ı . " Kitabın düzeltilmiş ikinci baskısı 1 792 yılında piyasaya çıkt ı .

1 788 yılında, Volney'ln Consideratloııs sur la guerre actuelle des Turcs kitabı, basıldığı yer Londra'ymış gibi gösterilerek yayımlandı. Kitabın lngilizce çe­ virisinin de aynı yıl yayımlandığı biliniyor. Bilinci baskısı 1 40 sayfa tutan bu yazı , Voyage eıı Syrie et

Egypte ' in l 799'da yapılan üçüncü baskısına alındı.

Burada yalnızca ilk çıkanların verilece�I sayı sı z baskı ve çeviri, el betıe gün­ ce l koşulların ele alınmasının ten:ih edilişine dayandınlabilir. Volney, çağı­ nın Fransız dış politikasının genel do ktrin iy le çelişen, statükonun korunma­ sını değil, Osmanlı Devleti'nin dağılmasını hedefleyen çizgiyi savu nuyor. Coglto. sayı: 1 9, 1999


1 00

Klaus Kreiseı

Volne�·'Jn çizdiği Osmanlı Devlet i'nin Arap eyaletleri göıiintüsü koyu karan­ lık renkler taşıyor: "Suriye'de ve Mısır'da dört bir yanda barbarlık hüküm sürüyor. Ama bir ve aynı imparaıorluk içinde (esas olarak) aynı koşullar hü­ küm sürdüğüne göre, bu yargı tüm Türkiye'yi kapsayacak biçimde genişle­ tilmelidir." 1 � (Bu arada Volney, Osmanlı başkentini ziyaret etmem iştir.) Eğitim idealleri, önemli ölçüde Helvetius'un ( 1 7 1 5- 1 77 1 ) tarafından be­ lirlenmiş olan Volney. Doğu'nun çöküşünü, başka nedenlerin yanı sıra iyi ki­ _ taplann eksikliğine (disette de bons livres) ve kitap basımının yokluğuna bağ­ lıyor, çünkü kitap basımının, "devrimlerin gerçek itici gücü" olduğunu söy­ lüyor (le wai mobile des revolutions).

20

Volney'in barbarlık savı bir kitap

kültürünün yokluğuyla ayakta duruyor ve geçersizleşiyor. Volney burada adını vermediği eleştirmenleri hedefliyor: Gerçi kısa süre önce bazı kişiler bu kabule karşı çıkmışlar ve derslerden, eğitim kuruluşlanndan ve kitaplar­ dan söz etmişlerdir, ama boşuna, çünkü: "Türkiye'dek.i bu sözcükler, aynı sözcüklerin bizdeki tasanmlanna karşı gelmezler. Halifeliğin yüzlerce yılı Araplar için bir geçmiştir ve Türkler için ise henüz oluşmaları gerekir." Türklenleki derslerden ve kitaplardan söz eden "quelques personnes" kim­ lerdir? Volney'in 1 688 yılında çıkan Türk yazısı hakkındaki ilk Avrupalı ya­ pıtı göz önünde bulundurduğu akla yatkın değildir. G. B. Donenin Vene­ dik'te yayımladığı "Della letteratura de' Turchi <Üsservazioni fatti da Gio. Battista Donado senator veneto fU bailo a Costantinopoli>" adlı kitap yüzyıl sonra artık kullanılmıyordu. " Volney kesinlikle Toderini'nln yapıtını hedeflemektedir. 1 728 yılında Ve­ nedlk'te doğan Giambattlsta Toderini, 1 742 yılında Cizvit tarikatına girmiş ve bu tarikatın lağvedilmesinden sonra, 1 7 8 1 yılında lstanbul'daki Venedik elçisinin (bailo) yanında görev almıştı . " Venedik'ten dönmesinden bir yıl sonra Letteratura Turchesca adlı, daha yeni bir yazara göre ise "il piö bel monumento della turcofilia venezlana del '700" adlı kitabı yayımlandı. " Ki­ tabın Fransızca çevirisi ( 1 789) daha Hausner'ln Almanca çevirisinden önce, Avrupa kitap piyasasına çıktı. İspanyolca bir çevirisi ise basılmadan kaldı . " Todeıini'nin Almanca konuşulan ülkelerdeki etkisi üzerine işaret etme­ den önce, de Tott ve Volney'tn yapıdan dışında bu yıllann Doğu tartışma­ sında yer alan iki Fransızca kitabı tanıtmak istiyorum. Bu kitaplarda, de Tott'un Mtmoires ve Volney'ln Constdtriııtons kitaplanyla doğrudan tartış­ ma söz konusudur. Her iki kitap da Osmanlı sisteminin {ve Türk-Fransız llişkJleıindekJ statükonun) tartışmalı bir savunucusunun konsolos Charles OJglto, sayı: 19, 1999


"Tilrklerde Akıl Var mı?"

101

de Peyssonncl'in ( 1 72 7 - 1 790) yapılıdırlar. 1 30 sayfalık i l k yaz ı 1 7 SS yılında Amsterdam'da "Lettre de M. de P e y s s o n n el , Ancien Consul -GCnCral a Smyrne, ci-dcvant Consul de Sa M aj e st e aupre du Khan des Tanares, a M . le M arqu is d e N . . . Contentan quelques Obseıvations relatives a u x Memorie!:ıo qui ont paru sou s le nom de M. l e Baron de Tott" başlığıyla yayımlandı. Bu mektubu kaleme alan, ülkesinin konsolosu olarak İzmir'de ölen diplomat ve arkeoloğun (avant le lettre) oğlu Charles de Peyssonnel'di ( 1 700- 1 757). G enç Peyssonnel babasının konsolosluğunu üstlendi, ama Kmm'da ( 1 753) ve G i­ rtt'te ( 1 757) de görev yapt ı . 1 763 y ı l ında n sonra 20 yıl daha lzmir'de kaldı. Bu du ru m , onun Rus donanmasını Osmanlı deniz gücü karşısındaki 1 774 Çeşme zaferini belki de çok yakından izlediği anlamına geliyor! " Peyssonnel öncel ikle bir yazar tarafından saygıyla karşılandığını göstertyor "qul m'a promenC sur un ta pis de fleurs". Ne var ki: "Dans la seconde lec tu re plu s lente & p l u s reflechie, j 'au prts sur mai de sulvre l'Auteur pas il pas: j'ai ap­ perçu des erreurs, j'ai trouve qu'il n'avoit pas assez developpe les connoisan· ces profondes qu'un long sejour en Turquie, une etude suivie de la langue,

les affaires i m i po rtantes qu'il y a traitees, lui ont donnees du gouvememen t , des lois, des moeurs, des coutumes, & d u caractere des Turcs; & qu'il para­

oissoit n'(avoir voulu qu'Cfleurer une mat iere vaste, sur laquelle on devoit at· tendre de elui, des tetails plus Ctendus. J'ai imagine aussi qu'on pouvaiı voir /es Ottornans d'un côte plus avantageux pour eux, que celui par /eque/ M. le Baron de Tott nous /es a montres. [Vurgulama KK] . . . Je ne crois pas

Qu'U soit

possible, sans le secours des connoissances locales, de se fonner des idees generales plus justes, & p l u s salnes de l'Emplre Ottoman. Ceuxqui cherc­

hent e co nnoitre le vı!rttable ı!taı des Turcs, le trouveront dans ce morceau. M. du Pan [krş. Dlpn. 3] san s avoir vraisemblement jama.is ete en Turquie, a vu les Tu rcs de son cabinet, aussi bien que Monetquleu:

ils sont tels Qu'il )es

suppose ... " Peysson ne l 1 8. yüzyılın başlanndakl, Türk dos tu seçldn kadın yazar Lady Mary Montagu'yu ( 1 689- 1 762) " de Tott'a karşı savunuyor. Sul­ tan I. Mah mud'u , Yahudileri koruyan padişah olarak övüyor. Türkçe'ni n ke­

sinlikle öğrenilebi lir bir d il olduğunu söylüyor. Birçok yabancı bu çok güzel dili beni m se miş tir (aralannda Rufftn, Venture, Mouradja d'Ohsson, Testa da vardır): "Elle est devenue, par l'adaptlon de l'Arabe du Persan, une des plus bell es langues qu'ayent parlc! les hommes . . . Les Anglols s'en font falt une tres·belle, en prenent da ns toutes les autres . . . " Türkçe'nin Almanca'dan ya da İngilizce'den daha zor olmadığın ı söylüyor. Peyssonnel . de Tott'un Coglto. sayı: 1 9. 1 999


1 02

Klaw;

Kreiser

Türklerin edebiyat beğenisinin kötü olduğu yolundaki toptancı iJJiasına Medrese öğretim programından, Platon incelemelerinden, [Seyyid ] Lok­ man'ın yazılarından, Türklerin atasözlerinin büyüsünden söz ederek kar�ı çıkıyor. Türklerin savaş bilimlerini ihmal etmiş olduklarını kabul ediyor. Genel okullar, duaların ezberlenmesiyle sınırlanmış değilleı·dir. Eleştirmen Peysonnel, de Tott'un Tatarları ele aldığı ikinci cildini daha başarılı buluyor. Peyssonnel Mimofres'ın 3 . cildine ilişkin notlarında, Rusya'ya karşı savaşta Osmanlı askeri liderlertni, Thennopylen'in savunucularına benzetiyor: "Une Nation chez laquelle on trouve de pareils hommes, n'est pas certainement une Nation de laquelle on doive desesperer." n Üç ay sonra Peyssonnel önde gelen ikinci politik yazara bir yanıt bastırıyor: "Examen du livre intitule Considerations sur la guerre actuelle des Turcs; par M. de Volney. Par M. de Peyssonnel, ancien Consul General de France a Smime" (Amsterdam 1 788). 240 sayfadan fazla tutan bu kitap, Volney'de ender olarak tavizsiz bir biçim­ de göıiinen anti-Türk kanıtlama temellerini tümüyle tartışıyor. Türklerin politik ve askeri sistemini gerekçelendiren iddialan anti-Rus duygularla bir­

leştiren tümceler, kitabın karakteristik tümceleridir: "Le soldat turc esi fa­ nalique, parce qu'il est libre . . .Le soldat Russe est un etre passif ne serf. . "

Rus rejiminin despotik bir karaktere sahip olduğu, Osmanlı ulusunun ise te­ okratik bir hukuk sistemiyle yönetildiği bel i rtil iyor ("gouvemee par un code de loix theocratiques, appele Mulreka"). " Antik dönemin mimari kalıntıları­ na barbarca davranma suçlaması doğru değildir. Bu konuda asıl l ıal yanlan

Roma anıtlarını ve Fransızları Nimes an fi tiyatrosunu yıktık.lan tçtn suçla­ mak gerekir; oysa Türkler Ayasofya'yı koru mu şlard ır. Volney'in yargısı çoğu durumda yalnızca Suriye ve Mısır'a ilişkindir ve bu yüzden imparatorluğun bütünü için geçerliliği yoktur. Todetini'nin Almanca çevirmeni Hausleutner, adeta bir dünya çocuğu olarak, Türk düşmanı Volney ile ılımlı Türle dostu Peyssonnel arasında orta­ da bir yerde duruyor; bu tartışma o dönemin siyasal Doğu gözlemcilerinin çoğu gibi onun da gözünden kaçmış değildir. Stuıtgart'ıaki Hohen Karlssc­

hule'de profesör olan Philipp Wilhelm Goıtlieb Hausleutner ( 1 754-1 820) dö­ nemin Osmanlı eğitim sistemine ve kitap ortamına ilişkin en kapsamlı se­ rtmlemeslne yazdığı " Çevirmen i n Önsözü "n de , 1 790 " şöyle diyor: "Uzun sü­ redir, ve son haftalarda Türkler hakkında ne denli çok yazıldıysa da bu ulu­ su hAli pek doğru olarak tanımıyoruz ve bu yüzden çoğu kimse Türk F.debt­ yatı'ndan söz etmenin yalnızca bir şaka olabileceğine inanıyor; bu anlatım Coglıo, sayı: 19, 1999


"Tiirklerde Akıl Var mı ! "

1 03

birbiriyle � eHşen i ki kavramı içerir göri.inüyor, ve çoğu kimsenin kulağına Samoyed'lerin y a da Hotanto'lann edebiyatından söz ediliyormuş gibi tuhaf geliyor." H ausleutner göze batan çelişkileri açıklamak istiyor: "Hem yaptık­ lan uzun yolculuklar hem de Türkiye'de yıllarca kalmalanndan dolayı , Os­ manlı Devleti'nin niteliği hakkındaki bilgilerimizi iyileştirmeye haklan olan ve bu halkın durumu hakkında güvenilir tanıklar olarak ortaya çıkan Bay Baron von Tott ve Bay von Volney, yazılannda Türklerin sanat ve bilim be­ ğeni lerin i n düşü k olduğunu, onların arasında yararlı bilgileri ya ygınlaştı r­ manın zor olduğunu söylüyorlar ve tüm koşullar b u haberlerin doğruluğun­

dan yana. Buna karşı lı k, sonra da ortaya, Türkler arasında yıllarca kalm a­ sıyla, yine büyük güvenilirlik hakkı olan bir adam, Bay von Peysson(n)el çı­ kıyo r ve Türk.Jetin çok zeki bir ulus olduğunu, bilgin yetiştiren kurumlarının olduğunu ve örneğin matematikte büyük ilerlemeler kaydettiklerini, güzel.

anlamlı atasözleriyle ve hoş öyküleriyle tüm uluslan geri de bıraktıklannı öne sürüyor; zenginlikleti sayesinde şimdiden tüm yararlı ve hoş sanatlarda yü ks eldikl eri ni; seçkin mimarlannın da eksik olmadığını ve bunun gibi bir­ çok övücü söz söylüyor. Birbirine karşıt bu iki tarafı dinleyen ve siyasal iliş­ kilerin ve başka benzer koşulların , Fransız genel konsolosu von Peys­ son(n)ell'in Türklerin durumunu olduğundan daha avantajlı bulmaya ya da düşünmeye yöneltmiş olabileceklerini bilemeyen biri; bu konuda en azından ne düşüneceğini bilemez bir duruma düşer. YaJnızca bu sonuncu yazan okuyan biri, Türklerin kültürlü bir halk olduğunu düşünür. Yalnızca, Os· manhlan kaba barbarlar olarak betimleyen yazarlan -ki burılann sayısı ol­ dukça çoktur- okuyan biri de, başka türlü düşünür." Hausleutner sonunda yine de Toderinl'ye uyuyor ve özet olarak şurılan soylüyor: "Türklerin mutlu bir ruh hali, uygun bir iklimi vardır, yazılar açı­ sından, özellikle de Arapça yazılar açısından zengindirler, Yunanca yazıla­ nn da çevirilerine sahiptirler, ... üstelik akademileri vardır ve öğrenimlerini alkışlamaya değer, birbiriyle bağlantılı planlara göre yaparlar, -bu koşullar onlarda çok yönlü bllginliğin ve güzel bilimlerle tanışıklığın bulunmasını sağlar." Hausleutner aynca, du Halde'nin Çin tarihini ve Newton'un

Ele­

men ıs de la Phtlosoph te 'sini getlrten ince düşünceli büyük vezir Ragıp Pa­ şa'yı ( 1 699- 1 763) tanıtıyor. Hausleutner, Toderinl'nin yazısı sayesinde, tki yıl önce kendi yazısında tasarladığı çağının Osmanlı uygarlığına ilişkin düpedüz toptancı bir imge­ den uzaklaşmıştır. Jo "Türk İmparatorluğu"nu anlatırken, "Eğitim ve Öğre�

Cogilo,

sayı: 1 9, 1 999


1 04

Klau.\· Kreiser

nim" konusunda da yazmıştır: "Politik ve dinsel despotizm yüzünden, bilge adamın ulusunu aydınlatma yolundaki ve daha iyi ilkelerin ve kuru mların oluşturulmasına yönelik her türlü girişimi engellendikten sonra, Türklerin eğitimi çok iyi olsaydı, Avrupa'daki en iyi eğitimlerden biri olsayd ı da neye yarardı: ve bu koşullar altında eğitimin önemli bir aşamaya ulaşması nasıl mümkün olabilir?" Ve biraz ilerde: "Avrupa'daki Türk ülkelerini -ve As· ya'dakileri de bunlara eklemememiz için hiçbir neden yok- bir zamanlar parlak dönemlerinde ve bu dönemden hemen sonra, şimdiki durumlannda düşünmekten daha üzücü bir şey olamaz. Bu karşılaştırma özellikle bilimler ve sanatlar açısından üzüntü vericidir. Bu iki alana yönelik her türlü dikkat, her türlü ince duygu söndüri.ilmüş, en azından bütünüyle bastınlmıştır. En önemli insani bilgiler, ilaç ve şifa bilgileri, hukuk bilgisi ve matematik bile Kuran engeliyle karşılaşmaktadır." Bu zaman diliminde, Alman gözlemcimiz Avrupa'daki Doğu tartışmasın­ dan henüz etkilenmemiştir. Bu noktada Volney'in 1 788 yılında Londra'da basılan Consideretaions sur la guerre des Tun:s kitabına geıi dönüyoruz. Bu kitabın Almanya'da Oettingen-Wallersteinchen Bibliothek'teki kanıtlanabilir biricik nüshası kısa süre önceye kadar Peyssonnel'in yukarıda tanıtılan kita­ bının yanında kapağı açılmadan duruyordu. Volney burada da Avrupalıların Türkler hakkındaki olumlu önyargılarına karşı savaşıyor. Türk.Jetin her tür­ lü çöküş belirtisini gösterdiklertni, "barış anlaşmasından ( 1 774 kastediliyor) bu yana her gün daha da aydınlandıklarının" (s'eclairent chque jour) sözü­ nün bile edilemeyeceğini söylüyor. Gerçekte ise "kendisinden başka herkese düşman olan, fanatik, kibirli bir halk" söz konusudur. Elbette, Ruslar da barbardırlar, ama siyaset ve ticaret çıkarları, Türklere değil onlara yanaş­ mak gerektiğini dikte etmektedir. Volney, Hoca Tahsin ( 1 8 1 3- 1 88 1 ) tarafından "Nevamis-i Tahiyye" başlı­ ğıyla Türkçe'ye de çevrtlmiş bulunan ürılü ıarth felsefesi kitabı us Ruins ou

Mtditations sur /es rivoluti1>ns <ks empires de ( 1 79 1 ) , Osmanlı-Rus savaşının çıkması hakkında şunları yazıyor: "imamlar ve Santonlar <Türk keşişlert> halka şunları söylediler: Bu savaş, günahlarınızın cezalandırılmasıdır. Do­ muz eti yiyorsunuz, şarap içiyorsunuz ... tövbe edin . . . oruç tutun ... Öte yan­ dan Ruslar diz çöküp sesleniyorlardı: Tannya şükredelim ve onun gücünü övelim . .. 1 788 yılında Avrupa'da çok özel bir ahlaki fenomen yaşıyoruz. Öz­ gürlüğüne düşkün büyük bir halk, özgürlüğe düşman bir halkın yanında tut­ kuyla yer alıyor; sanatları seven bir halk, sanatlardan nefret eden bir halkın Cogtto, sayı: 19, 1 999


Turklerde Akıl Var mı.'"

1 05

yanında yer alıyor; sabırl ı , yumuşak bir halk, zulüm düşkt.ınü, fanatik bir halkın yanında; arkadaş canlısı ve uyanık bir halk, karanlık ve kinci bir hal­ kın yanında yer alıyor; tek sözcükle: Fransızlar tutkulu bir öfkeyle, Türkle­ ri n yanında yer aldılar." ,,

Voltaire'e göre, daha Volney'in T ü rk karşıtı hamlelerinden önce de soru­ nun yanıtı açıktı: " Ara pla n n dehasıyla [gtnie] T ürklerin ki arasında ne büyük bir fark var! Türkler, korunması, büyük bir bölgeyi fetheımekten daha de· ğerli olacak bir (uygarlık) yapıtını yok ettiler". " Bu karşıt çiftte barbari1ere ilişkin topos, hümanistlerdekinden farklı okunmalıdır. Türklerin tarihsel su­ çu, antikçağı bir taş ocağı olarak kullanmak ve adını unutmak değil, başka

bir antikçağı yani, ortaçağın parlak Arap uygarlığını sürdürmemektir. Voltaire'in kullandığı "eski kültür ulusu" , "yeni savaşçı halk" karşıtlığını b aş ka yazarlar da daha kolay bir Yunanlılar/Araplar karşısında Romalı­ larffürkler formülü biçiminde bulmuşlardır. Doğu hakkındaki oryantalist bilgi daha

1 8. yüzyılda Arapların eski tarihi ve kültürünü ele almakla özdeş­

ti. Ancak, teolojiden, doğubiliminin (oryantalistik) doğuşu, Arapça'nın "Phi·

lol.agiae Sacrae am acıyl a" uygulandığı anlamına gelmez. Bizim serimleme­ miz açısından, Arapça'yla daha yoğun bir biçimde ilgilenilmesinde, HırisU·

yanlığın baş düşmanının, Osmanlıca'nın yetersiz kalmış olması belirleyici· dir. Bunun için, bütünlükleri içinde her biri kendini açıklayan değişik ne­ den le r sayılabilir:

1) Ders araçlannın eksikliği: Her araştırmacı, kendi özel konumunda, Türkçeyi öğrenmeye hazırdı: burada, astronom, coğrafyacı ve hesap maki· nesinin mucidi Wilhelm Schickhard'ın ( 1 592- 1 635) Türkçe yardımcı kaynak

edinme çabalannı anabiliriz. Basel'e, Hollanda'ya ve Paıis'e yaptığı yazılı başvurular sonuçsuz kalmıştı . n

2)

Metinlerin eksikliği: Bibliotheque Nationale ve bazı İtalyan koleksi·

yonlan gibi az sayıdaki istisna dışında, Türkçe metinler (Codices) Avrupa k ü tü pha n ele rinde ancak 1 9. yüzyılda, seçkin oryantalistler (Quaıremere,

Hammer) aracılığıyla sağlanmıştır.

3) Bu durum, Osmanlıca'yı bilen az sayıda oryantalistte bile, Osmanlı il· teratürtinün dar kapsamlı olduğu düşüncesini doğunnuş, bu düşünce Os­ manl ı ların lranlılann büyük ya zarlanru taklit ettlklerine ilişkin, aceleci bir iddiayla uğursuz bir biçimde güçlenmiştir. Bu kon uya, Mesih! örneğinde de­ ğinilecektir.

4) Goethe'nin "Noten und Abhandlungen"inde övdüğü Batılı bilginlerin

Cogiıo,

sayı: 1 9, l 999


1 06

A.1aw; Kreiser

"s ını rl ı İ bra n i - haham çevreleı-i nden Sanskrilçe'nin derinliklerine ve genişlik­ lerine kadar" uzanmaları, gerçe Avıı.ıpa'daki doğu biliminin sürecini bir tüm­ ce içinde betimlemektedir ama, buna "Osman lıca'n ın görmezden gel inme­ siyle" tümcesi de eklenmelidir. Dil koleksiyoncusu uzmanlar bir yana, or­ yantalistlerin çoğu bir ya da iki dildeki edebiyatı incelemekle yetinmişlerdir.

1 772 yılında, Türk i ye 'ye bir elçi olarak gidebilme umudunu besleyen Will ia m Jones ( 1 746- 1 794), Boğaz i ç i 'nde konaklamasaydı Bengaldeş'teki gi­ bi verimli çalışabilir miydi, bilemiyoruz. Avrupa okurlanna Hint edebiyatı­ nın kapsamı ve değeri hakkında bir ilk fikir ve rmiştir. Türk ede b iya t ına kar­

şı ise iJkjn soğu k bir tutum al m ı ş t ı . İslam şiirini çok iyi bilen Avusturyalı diplomat Rewiczky ile yazışmalannda (Reviczki, 1 737- 1 793), Jones, bu dip­ lomatın Türk şairleri hakkındaki yargısına örtük olarak katılıyor. Rewiczky 24 Şubat l 768'de şöyle yazıyor "Mais la plupartdes Turcs ne sont que des copistes ou des traducteurs des Persans . . . ", Jones bunu, 7 Mart'ta Latince kaleme aldığı yanıtında, Horatius'un "Taklitçilerin köle ruhlu olduğu" sözü­ nü (O imitatores, servum pecus) ekleyerek kabul ediyor. � Jones'un 1 774 yı­ lında yayımlanan, Büyük Do/lu Edebiyat/an Antolojisi, yalnızca bir Osmanlı yazanndan bir örneğe yer veriyor. " Mesihi'nin ilkbahar şiiri, ( 1 5 1 2'ye tarih­ lenmiştir) belli ki yazılışından iki üç yüzyıl sonrasına dek, Avrupa dillerinde bulunabilen bi ri cik metindi. Bu şiir Toderini'de, Hammer'in çevirisiyle Wi­

eland'ın "Teutschem Merkur"ünde ( 1 796) yer almış ve belli başlı öteki Avru­ pa dillerine çevrilmiştir. ıc. Hammer'e gelince, onun Osmanlı şiir sanatını kendine göre anlaması için henüz daha zaman var. 1 799 yılında İstan­ bul'dan Wieland'a şöyle yazıyor: "Bu arada, içerikleri değerli birkaç yapıt var, bir kısmı Farsça, bir kısmı Arapça; Türkçe olanlarda ise umut yok � . . " n Bu arada Jones büyük ölçüde dikkate alınmayan ve bir "Turkish His­ tory"nin giriş bölümü olacak Pre{atory discours to an essay on the history of

the Turks'ü yazmıştı. " Jones burada, yüzeysel ve kanıtlanmamış bilgiler teh­ likesinden kaçınmak için, Türkçe bilmenin zorunluluğundan söz ediyor. Ba­ con'un Denemeler'inde ve ortaya koyduğu (ve başka yazarlar tarafından da ortaya konulan), yabancı ülkenin dilini bilme postulası burada da Türk ta­ rihlerinin seçkin yazarlannı eleştirirken ortaya konulmaktadır. 19 5) Belki de Osmanlı Devletl'nin Batı'ya yakınlığı ve yönetilenleıinin çok dilli oluşu, Türkçe'nin öğrenilmesini çoğu zaman zorunlu kılmamıştır. Yine de Boğaziçi'ndekl çoğu zaman geniş elçilik konaklan Osmanlılann edebiya­ tını öğrenmek için yeterli değillerdi. Cogito,

sayı:

19, 1999


"Tttrk.lerde Akıl Var mı ! "

6)

J o h a nn Goııfried Eic hhorn

( 1 7 5 2 - 1 82 7 ) . Avrupalı lann Türkçeyi

öğ­

renmeye pek ilgi göstermemelerinin nedenlerini ara rke n , bel irli bir çaresiz

kararsızlı ğ ı dile getirmektedir: "Orijinal metnin yazı ld ığı dile karşı, eski aldı­ rışsızlık devam etti, bunun nedeni tahminen, bu dilin zor durumda kal ı n ma ­ dıkça bir ortakl ığa girilmek istenmeyen Hırisliyanlık düşmanlannın dili olu­

şuydu. " �0 Ama birkaç sayfa sonra: "Asya dilJerinde çok yaran dokunan, dine döndü rme hırsı bile Türk dilinin tanınmasına çok az kat kı da bulunmuş­ tur ... " Sonunda öteki "Hıristiyanlık düşmanlarının" d il l e riyle de il g i leniliyor ve Türkçe'nin, ya da tek tek Türk dillerinin. büyük Hıristiyan topluluklan ta­ rafından da konuşu l du ğ u b il i n iyord u . Osmanlı düşü nce kültürüne dikkate değer bir yakınlaşma çabası 1 800 dolaylarında gerçekleşir. Bu yı l içinde, lstanbul'da yetişmiş Ermeni Thomas Chabert (doğ. 1 766) " Latifi'nin ( 1 490/ 1 - 1 852) T ü rk şiiri an toloji sinden bir seç m e yayımlıyor.

Batılı okur Rewiczky'nin, Jones'un ya da genç Ham mer'i n

ve rd i ği bilgilerden bütü nü yl e başka bir bilgiyle karşılaşıyor: "Doğu ülkele­

rinde dolaşan yazarlann çoğu, Asya'nın şiir sanatı hakkındakJ haberlerinde, aydın Avrupayı Araplarla ve İranlılarla ta n ı ş tırdı : ve Türk şiir sanatından övgüyle a m a son derece yüzeysel ve eğreti bir biçimde SÖZ etmekle yetindi­ ler. - Bu yüzden, çoğu zaman kaba halklarda yükselen bu sanatı n Türklerde yaptığı ilerlemelerden, öyle h a bers i z kalındı ki, d'O hss o n' u n Tableau de l 'Emplre 'in de n önce onlann dini, töreleri ve devlet a n l ayışları hakkındaki kavramlar yanlıştı. Oysa belld de çoktandır her iki açıdan da güçlü bir kom­ şumuz daha büyük .bi r ilgiyi hak etmişti; Halifeliğin ve Yunan lmparatorlu­ ğu' n u n

yıkıntıları üzerinde, dü nya n ın en büyük monarş ilerinden birini ku­

ran, yüksek Arap şiirinin. Kuran'ın ve eğilimli diliyle Hafız'ın melodik sesle­ riyle, kendi kıvrak Tatar l e hçesi n i zenginleştiren ve kısa süre içinde bilimle­

rin b i rçok dalında ve özellikle güzel sanatlarda, Latinlerin Yunanlıları taklit etmes i gibi boyun eğdirdiği halklan başarıyla taklit edebil en ve kimi zaman anlan geçebilen Asya'nın bu büyük ulusu." "' Bu birkaç tümce , Osmanlı şiir okulunun özanlamasını, Halifeliğin ve Yunan lmparatorluğu'nun mirasçısı olarak Osmanlı Devleti'ne ilişkin daha eski bir düşünceyle birleştiriyorlar.

Pierre Gilles'in ya da Hans Dernschwam'ın Anükçağı'ndan burada SÖZ edil­ miyor. Ama bir noktada Chabert "Latinlerin

Yunanlıları taklit etmesi gibi

boyun eğdirdiği halkları başarıyla taklit edebilen ve kimi zaman onlan geçe­ bilen" derken, Batı' da yaygın olan bir karşılaştırma imgesini kullanıyor. Ki-

Cogllo.

sayı' 1 9, 1 999

1 07


1 08

i

Klaus Kreiser

mi zaman bir üstünlüğün de söz konusu olduğu başanlı takl it, elbette l 8 . yüzyılın bu yazarı ndaki anlamından daha çok , gizli bir çal ın t ı suçlamasıdır. 7) Osmanlılannın iç yaşamı hakkındaki bilginin yetersizl i ği n i , Mournd­ gea d'Ohsson ve Ham mer-Pugrstall gibi yazarlar değiş t i rememişlerdir. d'Ohsson'un Tableau General de l'Empire Ottoman 'ının yayım lanmas ı Fran­

sız Devrtmi yüzünden kesintiye uğramıştır. Hammer-Purgstall'ın başyapıtla­ nna çok başvurulmuş ve çok saldınlmıştır, ama bu yapıtların geniş bir kay­ nak yelpazesinden yararlanmalannın nedeni, Osmanlı edebiyatının özgün kaynaklarına kendi başına ulaşmak istemekten çok, Hammer'i okumak iste­ memektir.

Kateıina'nın Pontus projesi ve Rum ayaklanması Avrupalı entelektüelle­ ri heyecanlandırdı. Türk kartına oynayanlara, oyunbozan gözüyle bakılıyor­ du. Fransa'da Chateaubriand ve lngiltere'de Byron gibi şairlerin de aralann­ da bulunduğu "mitolojik tannlar adına, bir zamanlar Tann'nın ve lncil'in adına yapıldığı gibi, Osmanlılara karşı tamamen gereksiz bir haçlı seferini vaaz eden"lerin arasında, kendi itirafına göre genç Alphonse de Lamartine de bulunuyordu. Yazdığı Türkiye tarihinin giriş bölümünde şu itirafta bulu­ nuyor: "Kendimiz de, Doğu'ya ilişkin sorunlarda o zamanki genç ve dene­ yimsiz halimizle, kendimiz de Yunanlıların cesaretine hayrandık ve Osman­ lılara karşı haksızdık. Tüm dünyayla birlikte kendimizi de yanılttık. Belki de Yunanistan'ı, Osmanlı merkezinden kesinlikle ve bütünüyle ayırmadan ve Doğu'yu ve Batı'yı Moskova saldınsına karşı koruyan ülkeyi parçalamadan, korumak ve federalize etmek gerekiyordu." 0

Lamartlne yükselen Helen dostluğundan, anti-Rus Reelpolitika'ya geçişi­ ni okurlanna nasıl açıklıyor? Rusya'yı ima ederek şunlan söylüyor: "Oysa, durumlan gitgide kötüleşen öteki imparatorluklann tersine, Osmanlı İmpa­ ratorluğu, bir yandan Avrupa'yla ilişki kurup, bir yandan genişlemesini sı­ nırlandınp azaltarak uygarlaşmış, Avrupalılaşmış, gençleşmiştir." Batılı güç­ lerin, yaklaşmakta olan Kının Savaşı'ndaki lttifaklannın meşrulaştınlması, 19. yüzyılın ortasında, devrim yıllanndakinden farklı gerekçelerle yapılacak­

tır. O zamanlar Osmanlı yanlısı yazarlar, Osmanlıların dikkate değer bir kültürlerinin bulunduğunu göstermek zorundaydılar, şimdi ise ağırlık nok­ tasını Osmanlı Sistemi'nln tlkesel olarak reformdan geçirilebilirliği oluşturu­ yordu. Lamartlne Ruslan "barbarlar olarak adlandırmak" istemiyor, ama onla-

Coglto,

sayı: 19,

1 999


7ürkl�rde Akı/ Var mı?"

rı n doğasının yasalara değil bir efendiye gerek duyduğunu SÖylüyor. Koşul­ lar ters dönm üştür. Lamartine Rusları "kuzeyin Persleri'' olarak görüyor, Türkler onlann karşısında "Tuna nehri nde

=

Thermopylen'de'' savaşıyorlar.

Lamartine'in Abdülmecit portresi , Abdülmecit'i "başını muhteşem ve aynı

zamanda soylu bir yumuşaklıkla taşıyan, boynunun uzunluğu. genç İsken­ der'in Yunanlı büstlerini andı ra n" bi r padişah olarak ta nıtıyo r. Fransız şairi kendi dönemiyle uyuşmuyor. l 9. yüzyıldan son ra , kesin bir

Osmanlı yanlılığı tarihçilerin ve ya yı ncıl a n n gözünde daha çok tuhaflık sını­ rına dayanan bir istisnayd ı . U zmanlar, Andreas David Mordtmann'mki ( 1 8 1 1 - 1 879) gibi sert, hatta yıkıcı yargılan gözden uzak tutmazlar. içerik açısından oldukça zengin Stambul und das moderne Türken/hum kitabının giriş bölümünde. Boğaziçi'nde yaşayan yazar. burada betimlenen ana suçla­ mayı değiştirir. "Abbasi H al ifeliği döneminde zengin bir biçimde geliştirilen bilimsel yaşam. Türklertn, tüm bilimlerin Araplar tarahndan tam olarak son aşamaya dek geliştirildiklerini sanmalarına neden oldu." Gerçi "insanlığa karşı günah işleyen" � yalnızca Türkler değildi. Helenler de, "tüm zamanlar için kültür halklarının önderliğini üstlenmek için ... adeta seçilmişlerdi " ne var ki " kemi kl eşm i ş dogmalarının boyunduruğu altında" düşünsel ve fiziksel köleliğe düştüler. Birçok gezi yazarının Bizans sonrası Yunanlılığa ilişkin olumsuz imgesiyle şaşırtıcı bir benzerlik içinde, Türklertn de kendi antik­ çağlarına, "Bağdat Halifeliği"ne "ihanet" ettikleri düşünülmektedir. " Özetlenen tartışmada, belli ki yeni ortaya çıktığı için, son olarak ele ala­ cağımız bir konu daha vardır. Bu konu , Doğu'daki koşullar hakkındaki yar­ gının uygunluğunun, ülkede uzun süre kalmak yüzünden zarar gördüğü dü­ şüncesidir. Bili msel Arabistan bi l gisi n i n kurucusu Carsten Nlebuhr'un ( 1 733- 1 8 1 5), "Mi l itii rt sche Verfassung des oımannischen Reichs" [Osmanlı lmparatorluğu'n u n Askert Anayasası] üzertne, büyük ölçüde unutulmuş bir yazısı varciır. Bu yazı "Neue Deutsche Museum"un ilk sayısında 1 789 yılında yayımlanmıştır ve Niebuhr'un Avrupa'ya dönüşünden yirmi yılı aşkın bir sü­

re sonra güncel Doğu'yla ilgilendiğini kanıtlar. � Bu yaz ı , Luigl Ferdinando Marsigli'nin .n ve Baron de Tott'un iki başyapıtına ve yazann kendi gözlemle­ rtne dayanmaktadır. Derginin bir sonraki sayısında Niebuhr "Bemerkungen über die Schrtften des Herm von Peyssonnel gegen den Baron von Tott und Herm von Volney" yazısın ı yayımlar. Girtş bölümünde, "Osmanlı lmpara­ torluğu'nun, Alman okurları için h!li bütünüyle bilinmeyen bir ülke" oluCogtıo. sayı: 1 9. 1 999

1 09


1 1O

Klaııs Kreiser şundan yakınır, oysa Tott, Volney ve Peyssonnel "isabetli haberler·" vermiş­ lerdir. Okurlann bilgisizliğinin nedenini "elbette esas olarak bizim gazete ya­ zarlanmızda ve günümüzün öteki yazarlannda ... aramak gerekir." Niebuhr, Peyssonnel'in Fransız-Osmanlı ilişkileri konusunda, özellikle ticari i l işkiler konusunda daha iyi bilgilenmiş olduğunu kabul etse de az çok de Tott'un ve Volney'in yanında yer alıyor. Ama Peyssonnel'in "Osmanh'lann devlet anaya­ sası"nı, onların "karakter"ini ve "Osmanlı İmparatorluğu'nun durumu''nu betimlemesini genel olarak çok "yararlı" buluyor. Toplu değerlendirmesini

şu sözlerle bitiliyor: "Bay von Volney'in, Türklerin arasında, onları doğru olarak tanıyabilmek için kısa bir süre yaşadığı söyleniyorsa, benim kanımca, Bay von Peyssonnel de, Türk.lelin arasında öyle uzun süre yaşamıştır ki, on­ lann düşünce tarzını almıştır ve bu arada kendisinin bir Avrupalı olduğunu sık sık unutmuştur. Bu yüzden, Osmanlı lmparatorluğu'na ilişkin haberlert, Bay von Peyssonnel gibi, hemen hemen tüm yaşamını Osmanlıların arasında geçirmiş bir yazardan almak bizim için her zaman hoş olmalıdır. Ancak ben bu gibi yazarlann kesin güvenli olarak ilan edilmemesini ve buna karşılık gerçi Türklerin arasında uzun süre yaşamamış olan ama bazı konulan daha açıkça görmüş olan bu ulusa notlannı çekinmeden açıklama cesaretini gös­ termiş bulunan, öteki değerli adamlann verdiği haberlertn gözden uzak tu­ tulmamasını diliyorum. Bay Baron von Toıı ve Bay Volney'den önce bildi­ ğim kadarıyla hiçbir Fransız bunu yapmaya cesaret etmemiştir ve elbette ce­ saret edememiştir." �3 Ne var ki Niebuhr daha yukarıda, Peyssonne]'in "kendi ülkesinin insan]arı nı harekete geçirmek, on1ara günümüzdeki [Rusya ve Avusturya'ya karşı] onlar yardım etmek için" ( . . . ) "Osmanlılann karaktertni bize çok yararlı bir biçimde" betimleyip betimlemediği sorusunu soruyor. Yazarlann bir bölümünde, yalnızca dikey bir ölçü veren, yani ister Yu­ nan, ister halifelik dönemine ilişkin, isterse Osmanlılann yükselme dönemi­ ne ilişkin bir parlak dönemden yola çıkan "çöküş" kavramı var. Bazı yazar1ar da yatay karşılaştırmalara, yani Osmanlı sınırları üzerinden bakmaya eailim duyuyorlar. 1 9. yüzyıl ile 20. yüzyıl arasındaki Rumen N. !orga ya da Macar A. VAmbery gibi Rus karşıtı yazarlar, Osmanlı sisteminin, Rus siste­ mine karşı kÖtü bir alternatif olmadığını düşünüyorlar. Osmanlı olanın, Os­ manlı kültüründen kavranmaması ise kültürlülüğün çok dıllllikle eş anlamlı

olduğu bir sistemi anlayamayan bir ulusalcı perspektifle bağlantılıdır (Bar­ bara Flemming).

Almancadan çeviren: Mustafa Düzel

Cogllo,

sayı:

19, 1999

.


"Türle/erde Akıl Var mı?"

Notlar 1 Paris 1 981. s.578 (Classlqucs Gamier).

ı " Doku me n t e ı.u H cgel s Entwicklung" haz. Johannes Hoffmelster. 2 . Bası m . (Stuttgart 1 974).

Yayıncı, H e gel'i n Türklerin koşullan hakkındaki bil gi kayna&ının. Rkault"un "Hisıolre de

l'Eıat present de l'Emplı-e Ouoman" (Par1s 1 670) olduğunu tahmin etmektedir. Ama daha güncel kaynaklann ol a bi l eceği de gÖ7�rdı edilmemelidir. ileride kendisinden söz edeceğimiz

Ph. W. Hausleutner'e, a ncak b u ta ri hte pro(esöd ü k veri ldi yse de, kendisi 1 788'den önce Ho­

hen Karlsschule'de öğretmenlik yapıyordu.

3 Mallet d u Pan, Men:ure de Frarıce, 1 2 7 (Juilleı-otcembre 1 784) iç i nde .

4 Almanca

çeviriden: "Denkwürdigkeilen und Nachrichten von

s. I 52- 1 79.

Türken und Tatam� (Elbing:

Hartmann 1 786- 1 787), Cilt 1 . , s.9 vd. 5 Les voyageun dans l'emplrc ouoman <XIVe-XVIe sl gc l es> . Sibllographie, ltıneraJres et ln­

ventaire des l ieux hab i tes. Ankara 1 9 9 1 . 6 St u nn berger , Hans: "Das Problem der Vorbildha(llgkelt des türklschen Sraatswesens i m 16.

und 1 7. Jahrhundert und seln EinOuS a u f den eu ropli schen Absolu ti smus" _ Xlle Congri.s ln­ terrıattonaldes Sciences Htsıorique.ç, Vtenrıe, 29 Amiı-5 Sepıembre 1965. Rapporrs 4., içinde. yıl belirt il mem iş, s.20 1 -209. 7 De Topographla Corısıanlirıopuleos , Lugd unu m 1 56 1 ( Tı pkı bası m AtJna. yıl belirtilmemiş). s.243 "Sic enim quotidie vastantur, vt senex nesciat, quae puer vidit, neque modô aedlftcla an t Jq ua delcta,sed etiam locorum nomlna, quae illa tenebant. amissa su nt , aliıique barbara �u ccesserım t . & plang Scythica, inaudlta. Sic enim haec gens suam linguam amal, \'l om ni­ um locorum, quae lnuaserit, stat im immuteı namına. aliaque imponat noua incognile, nan pristinorum nomlnum l n te rpre t a l l onem ha bc n t i a , s ed qul d uls a.liud potius signlficanıia: nondum emin se rerum po t lrt putanı, nlsl nomlnum potlantur, slc eni m Graeca & La ti na suspecıa habent, vt t im ean t \/el a nlminlbus lpsls." 8 De m sc hwam , Hans: Tagebuch elner Reise nach Konstantlnopel und Klelnasien < 1 553155:>. Haz. F. Bab i nge r, Münih 1 923 (Tıpkıbasım 1 986). Derschwam hakkında aynca bkz. Reddig. Wolfgang F.: Reise zum Erzfelnd der ChrısıenheU. Pfartenweller 1990. 9 Belki Lady Mary Montagu. dikkat çekici bir istisna oluştwmaktadır. 10 Mlsson, Françols-Maximlllien: Nouveau. Voyap d'/talie avt"c un mimoire comenant «s a''is uti�s d cew: qul voudronı faire le mesme voyage. 4. Basım, La Haye 1702. 1 1 18. yüzyılda Fransa'nın Doğu"dakl konsolosluk sistemi kapsamlı hır refonndan �irild.ı. An­ cien R�gime altındaki en son yenilikler, Baron de Tou'un raporlanna dayandınlabllir. Bu değişiklikler geçici olarak 1 776 yılında . kesin olarak 1781 yıJında uygulamaya k�ar­ Yardımcı konsoloslar, konsoloslar ve genel konsoloslar olarak. bir tşbölümil öngörülüyordu. AncıennlUlt ilkesi nedeşılrildl ve konsolos adaylan için bir sınav koyuldu. P. Dupıarc bu za­ man diliminde özel bir ün kazanan konsoloslann adlannı VWJfUluyor. Başkalannın yaru sı­ ra, 1 747 yı lı ndan beri lzmlr'de görev yapan Nlcolas de Peyssonnel'in adını anıyor. Peysson­ nel. burada kendisinden söz edeceğtmlz oğlu gibi. çok sayıda el yazısı ve basılı yapl kaleme almışur (Turqute • Rl!cwll tks lnstmc:tlons Jonrtles aux Anıba.ssadnırs eı Mintsıres "6 Frarı­ ce, 29, Par1s 1969, s.XLV-XLVI). 12 Lau�ns. Henry: Us origlnes lntellecıueles de /'expedltion d'lgvpte. L"onenta/isnw isla.rntsant en France <1698-1 798>. İstanbul. Paris: lsls 1987. s.9. il Ole eıfahrene Welt. EuroptUsche Reisellleraıur im Zeltaller der .Aufklln.ıng. Frankfurt a. M. 1980. s. 1 7. 1 4 1.es paroles remarquables. les bons mots. et les maxlmes

des or1entaux. Tradulı de leurs Ouvrages en Arabe. en Penan, &: en Turc. A\U' des Remarques. SuMuu la Copie lmpr:imı! e Paris. La Haye 1694. p. Sa (der AvertlssemenUi). 15 Not lces el exlralls 1, 1 787, p. Xlll: Avouons-le, les Crolsades ont produll chez nousce que les nous ont fail connalıre les pays orientaux. et leun arts que nous avons transponft chez no­ us ... leun langues... leur commerce ... 16 R. Payer-Thum: ..Br1efwech5el zwischıen C. A. llOUlnger und Joseph von Hamme..-, Cltronilc des Wlener Goethe-Verelns 16, içinde- ( 1 930), s. J 3-40.

Cogtıo.

sayı: 1 9. 1 999

111


112

Klaus Kreiser

17

Gau l m ie r, Jean: L'Jdfo!ogue Volne�:.

en France (Bevrouth

1 95 1 , tı pkı bası m

1 757-1 820. Contrihution a l'Hislnire de l'Orkntalismc Genl"\'t' 1 980). Gaulmier a.vm:a PL•.v ssıınncl'lc lifftıştığı

� bütünü\·le Volı1ev'dcn .vana tavır ahrnr. Pt•vssonncl'in kanıtlamaları. Gaulmi·

kısa bir v a1.ı d

er ıara(ı.ndan içerikl e ri ıartışıl�aya gerek görülmeden "apologle des Turcs" deni lerek, bir kenara atılıyor. "enıraıne par le paradoxe au-deliı. des confins de l 'a bs u nlı ıe " (s. 1 33). 1 8 Goethe'nln elindeki nüsha ve güncelerinde bu k i t a b ı okuduğuna i l i ş k i n kanıtlar hakkında �· H. Ruppert "Goeıhes Bibliothek" (Weimar 1 958). 1 9 Voyage en S)Tie et en E.gypte, pendanı les annCcs 1 783, 84 et 85. Troisieme Cd i t ion . revuc et corrigCc par l'auter. Des conside'rallons sur la guerre des Russes et des Turcs. Parls: Dugouı· et Duranı 1 788. 20 A.e.g. . s.396 2 1 Aynca bkz. Pre-ıo. Paolo: Venezla e i Turchl. Flrcnze: Sansonu ( 1 975) s.340-35 1 . 2 2 Backer, Augusıin: Biblioıheque des Ccrivains de la Compagnie de Jesus (LICge 1 869- 1 876) Art. TodeMni. Preıo kitabının bir bölümümün tamamını Todertnfnin başyapıtına ayırdı (agy. . s.525-533). 23 Preto ( 1 975) s.300. 24 Preto'dan alıntılanmıştır,( 1 975) s.532, dipn. 20. 25 Nouvelle Biographie Generale, Cilt. 39 (Parts 1 862): Mlchaud Cilt 32. Literatüre ilişkin diğer bilgiler için bkz .. Gaulmleragy.: s. 1 3 3 dipn. 1 . 2 6 Montagu araştınnasına yeni bir katkı için krş. P . Michelsen: "Die Reisen der Lady. Z u den tü.rklschen Briefen der l.ady Mary Wortley Montagu", Arcadia 16 ( 1 98 1 ) içinde. s.242-265. Yazar mektuplann 18. yüzyıldaki başansını da ele alıyor: Sadece Wolfenbüuel'dekl Herzog­ August kütüphanesinde bu mektuplann beşer tıpkıbasımı ve 1 8. yüzyıldan kalma iki Fran­ sızca ve iki Almanca çevhisi bulunuyor. 27 Türklerin eski Yunanlılara benzetilmesi anlamında Thennopylen molift, K.ınm Savaşı yılla· nnda Lamartlne'de yeniden karşımıza çıkıyor ve Helen dostlannı özellikle kışkırtmış olması gerekiyor: •[Türklerin 10 aydır savaştığı] Tuna nehrinde :: Thennopylen kuzeyin Penlertnin bitmez tükenmez ve karşı konulamaz ordusuna karşı." 28 1 787 yılında lgnace Mouradgea d'Ohsonn'un, Osmanlı Devlet sistemi üzerine büyük yapıtı­ nın ilk cildi yayımlanmıştı: "Tableau general de l'Emplre Othoman". Yazar, Avrupalı okurla­ ra Hanefi hukukunun önemli bir el kitabını, el-Halabl'nin 1 5 1 7'de tamamladığı "Multqa '1abhur"u açıklıyor. 1 788 yılında birinci cilt eksik bir Almanca çeviriyle Leipzig'de de yayım­ landı. 29 Hausleutner "siyasal coğrafya", ltalyanca ve Yunan ve Latin anlikçağı dersleri veriyordu. 1 788 yılında "Geschichte der Menschheit" [lnsanlığın Tarihi] üzerine yazdığı deneme ile kendisine profesörlük unvanı verildi (Friedrich, August "Beschrelbung der Hohen-Karls­ Schule zu Stuttgart" 1783; Gradmann, Johan Jacob "Das gelehrte Schwaben. Lexicon der jetzt lebenden schwöbischen Schrlftsteller" 1 802; KrauB, Rudolf "Schwibisde Llleratur­ geschichte" I { 1 897], s.233, ve Hohen Karlsschule belgeleri [Dosya 1 27, Fasikül Hausleut­ ner), (bu dosyalardan yararlanma olanağı sağladıklan için Stuttgart Haupı.an:hlv'lne burada da teşekkür ediyorum). Hausleutner'in İslami doğuyla yoğun bir biçimde ilgilenmesi yalnız­ ca Todeı1nl'yl çevirmesiyle ve Türklere illşkln aşağıda alınlılayacağımız yazıyısla dile gelme­ miştir. uGeschlchte der Araber in Siclllen und Sicilien unter der Herrschart der Araber. in glelchzettlgen Urkunden von diesem Volk selbst" (Königsberg: Nlcolovtus 1 7 9 1 - 1 792 ) yazısı, Alfonso Atroldi'nin "Codice dlplomatlco dl Stcılla sotto il Govemo degli Arabi" (Palennl 1789) yazısının çevirisidir. 30 Yazar adı veı1lmeden yayımlanan yapıt, kesinlikle Hausleutner'e isnat edilebilir: "Das tür­ kische Reich, nach selner Geschlchte, Rellglons "' Staatsverfassung. Machl, Elnk.ünften, Sil­ len und Gebröuchen besc:hrleben füı· sokhe, welche slch in Kürze dart.lber belehren wollen. Welches zuglelch eln erkl.llrendes Verzelchnls der gewöhnlıchen türklschen Benennungen im Zivil- und Mllttiirstande enthalt" (Stuttgart 1 789. XIV, 206 s:. Cilt 1, bir daha basılmamış­ tır). Bu küçük kilap 1 788 yılında yazılmış;tır. Özelllkle Kant.emir ( 1 745) ve Lüdeke'ye ( 1 780) dayanan ve küçük bir söı.IOkle (s.1 80-206) bütünlenen tarihsel bir toplu bakıt sunar. Yazar •ön Rapor"unda, uBay Toderinl'nln önceki yıl Venedlk'te ... yayımlanmıı bulunan Türk ede-

Coglto,

sayı:

19, 1999


"Türklerde Akıl Vu,. m ı ?"

31 32

33

l l3

biv<ı • ı litri h i ndcn L! J dü7.clımeler ve e k lemeler içeren bir özeti, önem l i engeller bir gecikme­ v� m.: . ı c n olmazsa l 7S9 Pask al ya sı nda yayımlamayı düşü n mekted ir. " (ı.. XJ l l vd . ) . G eorge Foster'in Almanca çevirisinden a l ı n t ı l a nm ı�t ır ( 1 79 2 ) . Y e n i baskı: G . Mesching, Frankfurt

a.

M . 1 977.

Essai sur les Mocurs: "Ou e l le difference entre le genie des Arabı. el celui des Tun:s. Uux<i ont laisse pCrir un ouvrage dont la conservallon valall mieu.x que la conq ulıe d'une grande provmce. Krş. Ull mann, Manfred: "Arabische, türkische und perslsche sıudien"'. Wilhelm Schickhard 1 592- 1 63 5 . Astronom, Geograph, Orientalist, Erfinder der Rechenmaschine, içinde. Haz. Frledıich Seck. Tübingen 1 987, s . 1 09- 1 28 .

34 M em o l rs of lhe l i r e , writi ngs an d correspondence of Sir W ıl l iam Jones. S . Ed . By Lord Teignmou t h . Londra 1 8 1 5 3 5 s 27 1 -2 29: A Turklsh Ode o r Mesihi O ngi li 1.ce'ye serbest ve sözcüğü sözcüıiüne çevirisinin Türkçe yazılışıyla ve tüm şiir La.lince: "'in imltation or the Pervillgium Veneris"). Alındığl yer: Jones, William: Works (Vol. 1 0) Londra 1807, aynca: Translatlon from Ortental Langu­ ages. Tıpkıbasım Dehli: Pravesh, yd bel irtil me miı;. Johann Gottfrled Eichhom'un gerçeklet­ tirdiği Almanca bir tıpkıbasım, daha 1977'de yayımlanmı!jtı. 36 Hammer, (Joseph ] v.: · Feyeı-gesang des Frühl ı ngs" , Neuer Teu tsc h er Merkur September 1 776, içinde, s.1 5-28 ve aynı yaunn M G esch ich te der osmanischen Dlchtkunst• içinde . Cilt 1, (Pesth 1 836) s.299-30 1 ; Herd er: "Poetische Werke" Haz. C. Red.lich, Cilt 2. Berltn 1 882, s.396 vd. Todertni Jones'un çevirisini burada birkaç kez sözü edilen yapıtına almıştır. Özet olarak . F. Ba)raktarevtc: "Jedna turska pesma koja usla u svetsku knijez.evnosı·. Letopls Ma­ lice Srpske 13 1, içinde, Novt sad 1 955, s. 1 42-147 (Türkçesi: İstanbul Ü niversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dill ve Edebiyatı Dergisi 22 içinde ( 1 97�1976). Bütünleyici olarak: Eren, ls­ m a l l: MBahariye'ntn Fransızca, Rusça ve Sırpça çevirileri" a.g.y .• s.221 -227. 37 Solbrig . l n geborg : "Joseph von Hammer: Wlela nd-Verc: hrer und Beitriger zum Neuen Te­ utschen M erku r. " Ch ri s top h Martin Wieland. Nordamertkanische Forsc:hunpbeit.rlge zur 250. Wıederkehr seines Geburtstagcs 1983, içinde. Haz. Hansjörg Schelle. Tübingen 1 984. 38 Bowen Harold: "'Birttlsh Contributions to Turkish Studies" (Londra 1945). s.30. 39 Works Vol. 2 ( 1 807) Appendix B olarak (s.455493) 40 Geschichte der LHteraıur 5. Cilt, 1 . Bölüm (Göttingen 1 807). 41 E. D. Petrttsch: "Ole Wiener Turkologie vom 16. Bls zum 1 8 . Jahrhunclert", Gennanol-Tun:i· ca. Zur Geschichte des Türkischen-Lemens in den deuıschsprachigen Lindem. içinde, Haz. K. Krelse• (Bambe<g 1987). s.25-3 1 . 4 2 Latifi oder Blographische Nachıichlen vo n vonüglkhen türktschen Dichıem. ne bsl einer Blütenlese aus ihren Werken. Aus dem TUrkJschen des Monl Abdul Latifi und des Aschtk Hassan Tshelebt. Zürth: Gessner 1 800, s. 1 1 1 vd. 43 "Hlstolre de la Turquie'". Burada, kitabın Almanca basımı "Gcschlchte der Tilrkerdan ( 1 85�1856) ahntılanmı.şur. 44 Lel pzlg 1 877- 1 878. 45 Şi mdi krş. Olga AugosUnos •French Odysseyı. Greece in French 1r.1.vel llter..lUft' from lhe Renalssance to the Rornantlc era." ( BalU more 1 994) 46 s.2-32. 167-203. 47 "Stato mi l i tan dell'lmperto ouomanno, ıncrcmento e dccremento del medesimo" (La Haya ) 1 732. 48 N lebuhr'un tanıuljl bir yaunn "'Polltischen Joumar. 1788, s. ıos2·� yapmış olmasa aerelı.­ tıtı gibi.

Coglto,

sayı: 1 9, 1 999



Osmanl ı Fetih Yöntemleri * HALİL İNALCIK

1

-

Tedrici Fetih Yöntemi

Osmanlı fetihlerinde, neredeyse sistemli olarak uygulanan iki farklı saf­ ha olduğu anlaşılıyor. Osmanlılar ilk olarak, komşu devletler üzerinde bir çeşit hükümdarlık (süzerenlik) tesis etmeye çabalamışlardır. Daha sonra yerli h a nedanla n tasfiye ederek, bu ülkeleri doğrudan denetlemeye çalıştı· lar. Osmanlılann doğrudan denetim i, temel olarak, ülkelertn kaynak ve nü­ fuslannın düzenli olarak tahrir defterlerine kayded ilmesi ne dayanan tımar

sistem inin uygulanması anlamına geliyordu. Tımar sisteminin tesisi, önceki toplumsal ve ekonomik düzende mutlaka devrimsel nitelikli bir değişiklik olması demek değildir. Aslında tımar, tedrici bir temsil amaçlayan Osmanlı kurumlanyla yerel şanlann ve sınıflann ılımlı bir uzlaşmasıydı. Bu iki safhanın, tedrici bir biçimde gelişen Osmanlı fetihlertnde bilinçli olarak uygulamaya konmuş olduklan, Osmanlı tarihinin başlangıcından be­

ri gözlemlenebilir. ômeğin , hanedanın kurucusu Osman Gazi'yle, Harman­ kaya (Chirmenkia) tekfuru Köse Mihal (Koze Mihail), Samsama Çavuş ve di ğe r tekfu rlann daha sonra haraçgüzarlığa (vasallik) dönüşecek i l iş k i s i ,

başlangıçta müttefiklik biçimindeydi. 1 Bunun nedeni büyük ihtimalle, uçe­ mirleri ve beylertn bulunduğu uçlartlaki kendine özgü askeri örgütlenmeydi. ' Her halü ka rda , 1 4 . yüzyılda Osmanlı Devleti, uzun ya da kısa haraçgüzarl ık dönemlertnden sonra birçok küçük devleti topraklanna katmıştır. 1. Bayezid

( 1 389- 1 403) Kosova meydanında sultan olduğunda, Bizans imparatoru •

"Ouoman Methods of Conquesı", Sludla lslamıc, il (1954), s. 103- 1 29, adlı maka.lrnln çevlrt­ sidtr.

Coglto, sayı: 1 9, 1 999


1 1 6 Halil inalcık

( 1 375'ten beri), Bu_lgar prensleri ( 1 3 7 1 'den beri ), Y u n a n i s t a n ve Ege adala­ rındaki beyler gibi birçok haraçgüzar hükümdar bulunuyordu. Anadolu'da ise. sadece batıdaki gazi beylikleri değil. Konya'daki Karamanlılar da Os­ manlı haraçgüzanydı. Sultan Bayezid, yıldınm seferlerle bu haraçgüzar ülkeler üzerinde doğ­ rudan denetim kurarak yeni bir politika başlattı. Bunu, tahta çıkışı sırasında isyan çıkaran Anadolu beylikleri ve düşman Macarlarla işbirliği yapan ha­ raçgüzar Bulgar Kralı sayesinde başarclı. Yerel hanedanlan sürdü ve bu ül­ keler üzerinde doğrudan denetim kurdu. İlginç olan bir nokta da, Bayezid'in Karaferiye'deki meşhur toplantıda çoğu haraçgüzan olan Balkan prenslerini bir araya toplamışken bir an için onlan öldürtmeyi aklından geçirdiğine da­ ir rivayetler olduğudur. 1 Bayezid, Tuna'dan Fırat'a uzanan yekpare bir im­ paratorluğun oluşmasında Kostantiniye'nin önemini de kavramıştı. Bu yüz­ den Akçahisar'ı (Anadolu Hisan) inşa ettirdi ve şehri fethetme girişiminde bulundu. 4 Bizim için ilginç olan, Bayezid'in hükümdarlığında ve sonrasında sürdürülen bu hızlı ve sert ilhak politikasına karşı, sadece fethedilen bölge­ lerden değil, Osmanlı Devleti'nin kendi içinden de tepkiler gelmiş olması. Nitekim bu politikanın, bazılannca hayırlı Osmanlı geleneğinin zıddı olarak algılandığı görülüyor. Hızlı ve tedrici genişleme yandaşı iki rakip yaklaşım, Bayezid döneminde Çandarlı Ali Paşa ile Hoca Firuz Paşa arasındaki fark­ larda açığa çıkar. Çandarlı Halil Paşa, aradan geçen yaklaşık yanın yüzyıllık zamana karşın Hoca Firuz Paşa'nın fütursuz savaş politikasını hata en sert biçimde eleştiriyordu. Bayezid'in idare biçimini eleştiren yaygın Osmanlı geleneği, tahrir defterleri kullanıp yeni bir vergi yöntemi uygulayan Osmanlı yöneliminden de şiddetle şikayetçiydi. Tahrir defterinin Osmanlı yönetimi­ nin temel araçlanndan olduğunu ileride göreceğiz. Bayezid, aynı zamanda, yerli aristokrasinin yerine kendi kölelerini (gulam) geçirerek, Anadolu'da ye­ ni fethedilen topraklarda köklü değişikliklere girişti . 5 Şiddetli tepkiye yol açan dayatmacı birlik politikası, imparatorluğunun 1 402'deki çöküşünün gerçek nedeniydi. Gerçekten de, Osman ve Orhan Gaziler döneminde haraç­ güzarlan ve güçlü uçbeyleriyle yan-feodal olan devletin geleneksel kurumla­ nyla İslami bir sultanlığa dönüşmesi, eski İslami ve ilhanlı idare biçimlerini olduğu gibi benimseyen Bayezid'in işiydi. Aynı dönemde, merkezi yönetim aygıtı olan kapıkulu kurumu güçlendirilmiş ve d..,let için önemli hale gel­ mişti. ' Bayezid'in imparatorluğu 1402'de Tlmur tarafından yıkıldıktan son­ ra, idare sisteminin kalıntıları imparatorluğun yeniden kurulmasına çok bü·

Cogtto,

sayı: 19, 1999


Ü.\ınaniı Fetllı Yöntemleri

1 17

yük ölçüde katkıda bulundu. Bir noktaya daha değinmek isterim. Osmanlı başkentindeki tımar defterleri, yeni fethedilen bölgelerdeki umarlannı Ba­ yezid'e borçlu olan tımar sahiplerinin mülkiyet hakkını teminat altına alı­

yordu. Bu nedenle de tımar sahipleri, t oprak b irliği n in Osmanh sultanının

otoritesi altında yeni de n sağlanmasıyla yakından ilgi l iydiler. Bayezid' i n ça­ balarının tamamen boşa gitmediği buradan anlaşılıyor. 7 Bayezid'in haleHeri 1. Sül eym an , 1. Mehmed ve ll. Murad, ıl ı m l ı siyaseti

devam e t t ird i l er ve yeniden kurulan, Balkanlar'daki küçük devletlerin ve es­ ki Anadolu Türk beyliklerinin ' varlıklannı tanıdılar. Osmanlılar bu Müslü­ man devletlere karşı harekete geçmek gereğini duyduklannda, bu eylemleri­ ni lslam dünyasının gözünde meşru kılmak i ç in ellerinden geleni yapmışlar­ dır. Bu ılımlı siyasetin birçok haklı nedeni vardı: Kostantiniye'de Osmanlı tahtı için hak iddi a edenlerin va rl ığı ,

'

doğudan gelebilecek yeni bir istila

tehdidi ve yeni bir Haçlı Seferi korkusu. Devlet işlerinde mutlak bir sulta el­ de etmiş köklü bir Osmanlı vezir ailesi olan Çandarlılar, bu siyasetin başlıca sorumlusuydular; Sadrazam Çandarlı Halil Paşa ( 1 429- 1 453) ise bu siyase­ tin en ateşli savunucusuydu. 1444'te Sırbistan'a yan bağımsızlık tan ın m ası ,

Bizans'la b a n ş yapılması , Çandarlı Halil Paşa'nın siyasetini çarpıcı bir şekil­ de gözler önüne serer. Paşa, bu banş ve uzlaşma siyasetini geliştirebilmek için genç sultan ll. Mehmed'in çevresinde toplanan yeni bir askeri kadroyla mücadele etmek zorunda kalmıştı. Bu askeri grubun Kostantiniye'nin fet­ hindeki başansından sonra Çandarlı Halil tasfiye edildi ve fetih yoluyla bir­ lik siyaseti bir kez daha öne çıktı. Öyle görülüyor ki, dönemin şartlan böyle­ si bir politikayı meşru kılmıştır. Roma ve Kostantiniye'nin 1439'daki birleş­ me anlaşmasından sonraki dönem gayet nazikti. ll. Mehmed 1446'da taht­ tan indirilmiş, savaş yanlısı danışmanlan ikbalden düşmüştü. 145l 'de ikinci kez tahta çıktığında, Osmanlı lmparatorluğu'nun bekasını sağlamak kadar kendi lktidannı yordu.

10

peki şt i rmen i n de biricik yolunun

fetihten geçtiğini artık bili­

iki safhalı Osmanlı fetihlerinin, aslında tarihsel şartlann bir sonucu ol­ duğu görülüyor. Gelenek, Faıth'!n kesintisiz seferlerle sağlanan birlik faal ! ­ yetl eıinin sonrasında da varlığım sürdürdü. Sultan Süleyman'ın Macaris�

tan'a karşı yürilttüğü siyaset buna örnek gösterilebilir. Öte yandan, tedrici birleşme siyaseti, doğrudan hiıkim!yelln tesis edilmesinden sonra da devam etti. Şimdi de bu konuyu ınceleyeUm.

Cogllo . sayı: 1 9, 1999


1

18

Halil ltıalcık

2

Fethedilen Topraklann lstatistiki Tetkiki

Fetih ordusu geri çekilmeden önce, stratejik öneme sahip birçok h i sara hemen küçük birlikler yerleştirilirdi. Geriye kalan hisarlar, daha sonra sulta­ nın özel emriyle yıkılırdı. Osmanlılar tarafından sık sık kullanılan bu tedbir, öncelikle, buralarda askeri birlik bulundurmak zorunda kalmamak, ikinci olarak da yerel beyler tarafından yeni direniş merkezleri oluşturulmasını en­ gellemek amacıyla alınıyordu. Daha sonra, bir kural olarak, Osmanlı ordu­ sunun temel gücü olan sipahilere, yeni fethedilmiş topraklardaki köylerde tımarlar verilirdi. Hisarert ya da kaleeri olarak adlandırılan bazıları da hi­ sarlara yerleştirilirdi. 1 5 . yüzyılda çoğu hisardaki gerçek askeri güç bu hisa­ rerlerinden oluşmaktaydı. Bu düzenli güçler, bir güvenlik önlemi olarak, im­ paratorluğun uzak bölgelerinden gelen askerlerden oluşturulurdu. Tahrir defterlerine göre, Anadolu'daki çoğu hisareri Rumeli'nden, Rumeli'ndekiler de Anadolu'dan gelmeydiler. Sınırlı sayıda müstahkem mevkide de olsa, Osmanlılar yerel nüfusu da ihtiyat kuweti olarak görevlendirmeyi gerekli görmüştür; aksi takdirde, Os· manlı ordusunun büyük bir bölümü imparatorluğun yüzlerce hisarında atıl durumda kalacaktı. Bu yerel güçlerin sadakati, bazı vergilerden muaf olma gibi özel imtiyazlarla teşvik edilirdi. Ne var ki, bu imtiyazlar sürekli değildi ve sultanın isteğiyle geri alınabilirdi. 11 Aynca, hisarlardaki ihtiyat birlikleri­ ne her zaman düzenli ordu askerleri eşlik ederdi. Bazı özel durumlarda, sa­ dakatin sürekliliğini sağlamak için bütün kasaba ahalisi vergiden muaf tutu· !urdu. Örneğin, Kayseri ve Konya tapu defterlerine göre, " "Uzun Hasan ile yapılan savaşlarda gösterdikleri sadakat nedeniyle" bu şehirlerin ahalisi ver­ giden muaf tutulmuştur; gerçekten de, Osmanlılar bu iltimaslar sayesinde bu önemli şehirleri ellerinde tutabilmiştir. Arnavutluk'taki Akçahisar'ın (Croia) ahalisi, lskender Bey'in istilasından önce, hisar muhafızlıklan nede­ niyle vergi muafiyetinden yararlanırlardı.

11

Genellik.le Osmanlı öncesi idari sınırlan korunan yeni topraklar,

14

bü­

yüklüklerine göre bir veya birkaç sancak beyine emanet edilirdi. Sancak, im· paratorluğun asıl idari ve askeri birimiydi ve sancak beyi bu sancaktaki tı­ mar sahipleıinin tek komutanıydı. Temel görevleıi, savaşta tımarlı sipahileri yönetmek, asaylşl'sağlamak, yasal ve idari kararlan uygulamaktı. Sancaklar­ daki tüm yasal meseleler, askeri meseleler de dahil olmak üzere sancak be­ yinden bağımsız olan kadıların göreviydi. Sancaklar, sancak beyi ile aynı

SO·

rumluluklan taşıyan ve ona bağlı olan subaşılar tarafından yönetilen vila·

Cogito,

sayı: t9, 1 999


u�ınanlı Ferih Yonıeınkri

yeLleı"e bölünmüştü. YararlandııJi:ı kaynak 1 4 . yüzyıl sonlanna doğru yazıl­ mış olan Aşı kpaşazade'nin tarihinde, Osman Gazi'nin, yeni fethedilmiş şe­ hirlere kadılar ve subaşılar tayin ettiği yazılıdır. Gerçekten de, 1 43 1 tarihli Arnavutluk defterine göre, her şehrin subaşısı ve kadısı vardı. Aynı defterde, kadılara m aa -? olarak tımar verildJğ in i n yazılı olması ilginçtir. Bu da, döne­ min eyalet idaresinde tımar sisteminin ön emi n i gös te ri r. 1';

Vilayet tahriri, Osmanlı idaresinin temeliydi. Bu işlem, bir bölgenin ver­ gilendirilebilir kaynaklannın hesaplanması ve bu veri leri n defter-i hikaniye

kaydedilmesinden ibaretti. Bu de fterler , askerlelin gelirleli olacak vergilerin toplanması için belirli bölgele li n onlara tahsis e d il mesind e de kul l an ıl d ı . Defterler,

köylülerin vergi oranlanm belirlemekle kalmaz,

topraklann yasal

sahiplerini gösteren resmi birer kayıt işlevi de görürdü. Osmanlı arşivlerinde bu tür de ft erl eri n ul aşıla bil en en eskileri , H. 835 ( 1 43 1 - 1 432) tarihli Arnavutluk defterleridir. " Peremedi-Görüce (Koritsa) bu bölgenin ilk kayıtlarının 1 . Bayezid dönem in de ( 1 389- 1403) t utul d uğu açıkça görü l ü r. Daha kuzeyde kalan bölgenin gelirleri n in hesap­

defterinde,

l a n m ası ise ancak 1. Mehmed döneminde ( 1 4 1 3- 1 42 1 ) yapılmıştır. Bu ilk he­

s apla mala r Osmanhlann bu bölgeleri ardarda fethetmelerinden hemen son­ ra gerçekleştirilmiş olmalıdır.

17

H. 868 ( 1 463- 1 464) talihli bir Ankara defte­

rinde de, " yaklaşık 1 396'da Ankara valisi olan Timurtaş Paşa tarafından ya­ pılan hesaplamalara rastlıyoruz_ Eski Anonim Tevdrih'te ulema, defter siste­ mini Osmanlı idaresine soktuğu için sen biçimde eleştirilir. 19 Bu dolaylı gönderme, daha önce sözünü ettiğim defterlerdeki kayıtlarla birlikte ele alındığında, Osmanlı Devleti'nde tahrir sisteminin tam olarak ne zaman başladığına ilişkin ek bir kanıt olarak görülebilir. Öte yandan vakanüvis

Aş ıkpaşazade, Orhan Gazi dönemindeki ( 1 326?- 1 361 ) fethinden sonra yapıl­ mış bir Karesi tahririnden söz eder. 20 Bu kayıt, sjstemin bu dönemde var ol­

duğunu iddia edebilmek için tek başına yeterli bir kanıt olamaz: ancak, 1 43 1 defterlerinde, iki yüzyıl sonra da karşılaştığımız gelişmiş kaidelerle Türkçe terimlere rastlanıyor. Bu da, tahrir sisteminin 1. Bayezid'den önce uzun bir süre kullanıldığının bir belinisidir. Dahası, henüz Orhan Gazi dö­ neminde bile gelişmiş bir Osmanlı arşivinin varlığından haberdarız. " Son olarak, 1 4 3 1 defterlerindeki birçok Farsça kaide, sistemin İran-llhani ya da Selçuklu kökenlelinln birer kanıtı olabilir. Ellmlzde H. 938 ( ı 575) tarihli, bu talihten yaklaşık altmış yıl önce fethe­ dilen Doğu Anadolu bölgelelinln tahririyle görevli memurların talimatlannı Coglto, sayı: 1 9, 1999

1 19


1 20

Halil inalcık

içeren iki feıman var.. 21 Tahrirlerin nasıl uygulandığı hakkında bizi aydınla­ tan bu fermanlar şöyle özetlenebilir: 1

-

Tahrir için bir emin tayin edilirdi. Bu eminin emrine, kayıtları dü­

zenlemek ve verileri deftere kaydetmekle görevli bir katip verilirdi. İkisi de, tahrir sırasındaki harcamaları karşılamak üzere, kayıtlan yapılan bölgeler­ den hane başına birer akçe toplama yetkisine sahipti.

2

-

Nüfus, ekili arazi, bağlar, meyve bahçeleri gibi vergilendirilecek şey­

ler hakkındaki tüm verileri toplamakla yükümlü olan emin, bulunduğu böl­ gelerin kadılanndan yardım görür ve onlar tarafından denetlenirdi. 3 - Bir bölgenin vergi matrahı çıkarılmadan önce, emin tüm tımar sahip­ lerini ya da onlann vekillerini bir araya toplar ve beratlar (tı marlannın ya da vergi muafiyetlerinin türünü gösteren fermanlar). süret-i defterler (tımar­ lann önceki bir tahrirde kaydedilmiş resmi nüshalan ) , temessükler (yöneti­ ciler tarafından verilen, tımar ya da vergi muafiyetlerini gösteren vesikalar) ve mahsulat defterleri (belirli vergilerin miktarlanm gösteren vesikalar) gibi ellerinde bulunan yasal belgeleri ibraz etmelerini isterdi.

4 - Emin, daha sonra köy köy dolaşarak hemen teftişe başlar, yeni vergi­ leri önceki kayıtlarla karştlaştınnlı.

5 - Her tımar sahibi, tımannda bulunan yetişkinleri, adlannın kaydedilmesi amacıyla eminin huzuruna getirmekle yükümlüydü. Bu araştınnalann sonuçla­ n defter halinde derlenerek, inceleyip tasdiklemesi için sultana sunulurdu.

6 - Cizye (sadece yetişkin gayrimüslimlerin ödediği kelle vergisi) ve ava­ nz (olağanüstü durumlarda alınan vergi) defterleri, kadılar tarafından ayn olarak hazırlanır ve sultana sunulurdu. 7 - Emin aynca, vergilendirmeyle ilgili tüm yerel uygulamalan, oranlar­ daki farklılığa özellikle dikkat ederek rapor etmekle görevliydi. Bu yerel uy­ gulamalar, sultanın inceleyip onaylamasından sonra, defterin ilk sayfasına ilgili sancağın kanunniimesl (mali kanun) olarak kaydedilirdi. 8 - Emin aynca sancaktaki tüm tımar sahipleri ve bunlann cebelüleri hakkında rapor hazırlamakla da görevliydi. Daha sonra, tımarlar türlerine göre yeniden dağıtılarak ayn bir defterde toplanırdı. 1431 defterlerindeki bilgilere dayanarak, 16. yüzyılda bu şekilde yapılan tahririn 15. yüzyılda da aynı olduğUnu söyleyebiliriz. " Yeni fethedilen her­ hangi bir ülkenin ilk tahriri de aynı şekilde yapılmış. olmalıdır. Bunu, sıra­ sıyla 1 5 1 8 ve 1 572'dekl fetihlerinden hemen sonra düzenlenen Doğu Anado­ lu ve Kıbns defterleri de kanıtlıyor. Coglto, sayı: 19, 1999


(J.\mcmlı FeıOı

Yöntemleri

\

Emin, bir ülkenin fethinden sonraki ilk tahririni yapaı-ken ülkeyi fethe­ den askerlerin yanı sıra bölge ahalisinden de yardım görü rdü . Dimo, Yorgi

ve Mankole oğlu Zağanuz gibi H ı ris t i ya nl an n ya da dönmelerin 1 43 1 Arna­ vutluk deftcı-inin hazırlanmasında k& ti p olaı-ak çalı şt ıkl an bilinmekted iı-. 2•

Arnavutluk ve D ül kadiri ye örne kleri nde görül düğü üzere ıahriı-leı-, nadir

de olsa, yeı-el direnişle ka rşı l aş mı şla rd ı.- .

2�

Her i ki örnekte de kanş ı kl ı ğ ın te­

mel nedeni, ülkenin yan-göçebe ve feodal yapısıydı. 1 43 1 Arnavutluk tahri­ rinin. önce Artti ve Thopia Zenebissi, sonra da lske n deı- Kastıiota Bey gibi yerli feodal beylerin yönetimindeki dağlılann uzun süren mücadelelerinin başlangıcı olduğu belirtilmelidir. "

3 - Temsil ve İmparatorluğun Kuruluşu Tahrirden sonra iki çeşit defter derlendiğini gördük. İlki (mufassal def­ ter), kaynaklannı tafsilatıyla belirterek vergileri, ikincisi (icmal defteri) ise gelirin askeri sınıf arasındaki dağılımını gösterirdi. Bu aynın, Osmanlı lm­ paratorluğu'nun temel bir ilkesine karşılık geliyordu. İmparatorlukta iki temel sınıf vaı-dı: re'iyci ve askeri. Askeri sadece ordu­ yu d eğ il, kamu h izmetlilerini ve onlann hanehalkını da kapsar. Gelirleri sul­

tan tarafından sağlanır ve vergiden muaf tutulurlardı. Yönetenler kesin bi­ çimde yönetilenlerden aynlmışlardı. Bu nedenle. 20. yüzyıl araştınnacılan­ nın çoğunun fetih fikri üstüne kurulu bir devletin bu kendine özgü olgusunu kavramakta güçlük çekmesi şaşırtıcı değildir. Askeriler. tarihsel olarak belir­ lenmiş haklara sahip aristokratik bir sınıf değildi ve bu sınıfa dahil olmak tamamıyla sultanın iradesine bağlıydı. Ancak, göreceğimiz gibi bu durum ilk başlarda, Osmanlı sultanlannın fetihlerden önceki yerel aristokrat züm­ relere karşı uzlaşmacı, ılımlı bir politika gütmelerini engellememiştir. Osmanlı anlayışına göre imparatorluk sınırlan içindeki tüm reiy.i ve toprak sultanın malıydı.

İ mparator l uktak i tüm

yerel ve veraset yoluyla geç­

miş haklan ve i mtiyazla rı ortadan kaldıran bu ilke, temel olarak sultanın mutlak hakimiyetini ve tüm haklann onun iradesinden kaynaklandığını gös­ termek amacıyla düzenlenmişlir. Resmi salahiyetnameler ve -vakıflar da da· hil olmak üzere- tüm toprak tasarru flan üzeıindekJ hakları yalnızca sulta­ nın berıitlan sağlardı. Hüküm süren sultanın ölümüyle tüm salahiyetler ve haklar geçersiz hale gelirdi. Dolayısıyla, "sultan devlettir" ifadesindeki ger­ çek payı büyüktür. Bu nedenle, sultanın mutlak iktidan kendisine kayıtsız şartsız bağlı olan

Cogıto,

sayı:

1 9, 1 999

111


1 22

Halil lnaletk

idari bir kadro gere� tiri.vordu. İktidarın �tegiine kaynağı, sultanın iradesi ve temsilcileriydi. Dolayısıyla, sultanın hizmetinde olan ya da sultan adına yet­ ki kullanabilen askeıiler, nüfusun geriye kalanından farklı ve üstün bir züm­ reydi. İslam şeriatını temel alan medeni ve cezai kanunlar reaya ve askeıiler için temelde aynı olsa da, askeriler, sultanın iradesiyle meydana getirilmiş kanun-ı sip3.hiy3n adı verilen özel bir kanuna tabiydi. Reayadan birinin doğ­ rudan askeriye girememesi, imparatorluğun temel yasalanndan biri olarak kabul edilirdi. Ancak sultan, belirli niteliklere sahip olan (örneğin savaşta olağanüstü yararlık gösteren) bir raiyyeti femıanla askeriye terfi ettirebilir­ di. Benzer bir şekilde, sultan bir emirle askeriden birini mevkiinden mah­ rum edebilirdi. Azledilen bir askeri mensubu askeriden çıkanlmazdı ve da­ ha sonraki bir dönemde yeniden göreve atanabilirdi. Bu özellik askerinin sı­ nıf yapısını açıklamaktadır. Aynca, azledilen herhangi bir bey ya da paşa ye­ ni bir göreve tayin edilene kadar tazminat alırdı. Dikkat çeken bir nokta da, askeri mensuplarının oğullarının tahrir defterlerine reaya olarak kaydedil­ dikleri bazı durumlarda askeri kökenlerini belirten ayn bir kategoriye dahil edilmeleridir. 1 5 . yüzyıl Osmanlı tahıirleri, sadece vilayetlerin yönetimindeki birçok Osmanlı beyinin değil, 1 5 . yüzyıl Osmanlı ordusundaki kayda değer sayıda tımarlının da Osmanlı öncesi yerel asker ve asiller sınıfının torunlan oldu­ ğunu gösterir. 1 5 . yüzyılda kimi bölgelerdeki tımarlıların yaklaşık yarısının Hıristiyan olması daha şaşırtıcıdır. 1 468'de Sırbistan'ın Braniçeva vilayetin­ deki toplam 125 tımarlıdan 62'si, 1 4 3 1 'de Arnavutluk'taki toplam 355 tımar­ lıdan 60'ı ve 1 455'te Tırhala (Tesalya) livasındaki toplam 1 82 tımarlıdan 36'sı Hıristiyandı. 27 Bu oranlar, fetihten sonraki ilk yıllarda bu bölgelerde kesinlikle daha fazlaydı. Bu tür bir tımarı örnekleyen bir kayıt şöyledir: "MezkOr Mehmed hissesi sancak beyi mevkOftur deyu arzettlği sebebden lv­ radko nam kafire ki aslında sipahi imiş ve hem hüdavendigar yoluna doğru­ luk gösterdlğlyçün verildi, fi sene 883." 2 8

Bir Hıristiyanın tımar sahibi olabilmesi için öncelikle asker kökenli ol­ ması, ikinci olarak da sultana sadakatini kanıtlaması gerekirdi. Tüm bu Hı­ ristiyan tımariıların aslen önceki Balkan devletleıinin askeri zadeganından oldukları belirtllmelidir. " Aynı dönemde ve 1 6. yüzyıla kadar, Bosna, Sırbistan, Makedonya, Arna­ vutluk, Tesalya ve Bulgaıistan'daki çok sayıda Hırlstlyan voynuk da asker statüsüyle Osmanlı ordusuna dahil edilmiştir. Örneğin, Branlçeva vilayetinCogtto, sayı:

19, 1 999


O!>numlı Fetih Yon.temleri

123

d e 2 1 7 voynuk, 503 yamak v e 6 1 lagator (voynuklann ba�ı). Tırhala'da 1 03 voynuk ve 203 yamak vardı. Bunlar, Stefan Duşan ( 1 3 3 3 - 1 3 5 5 ) imparatorlu­ ğunda küçük mülkleriyle (baştina) küçük asiller sınıfını oluşturan Sırp kö­ kenli 'voynici'lerdi.

lo

Osmanlı Devleti'ndeki durumlannı gösteren şu belge

en eski ve en ilginçlerinden biridir: "Voynuk: Nikola, veled-i Duşik; Yamak­ lar: G i n ve Milan ve Dimitri; bu mezkfırlar kadimi sipahi

11

oğuHan olduklan

sebebden ellerindeki mülklerine, bağlanna ve tarlalanna voynuk yazıldılar. El-vaki fi ev3.il-i muharrem sene 858 der Edime . " 12

Ülkelerinin haraçgüzarhğı sırasında Osmanlı ordusunun yardımcı kuv­ vetleri olarak edindikleri deneyimler, Hıristiyan askeri gruplann Osmanlı as­ keri sınıfıyla kaynaşmasını şüphesiz kolaylaştırmıştır. Konumlannın ve top­ raklannın güçlü Osmanlı idaresi tarafından teminat altına alındığını gören bu Hııistiyan askerleıin çoğunluğu değişikliğe karşı çıkmamış olmalılar. Bu bakımdan, birçok Hıristiyan garnizonun, kalelerini direnmeden teslim edip Osmanlı saflarına geçmiş olması şaşırtıcı değildir. Osmanlıların ılımlı politi­ kası ve vaat ettikleri tımarlar çoğuna çekici gelmiştir. Bu durum Osmanlı ha­ kimiyetinin Balkanlar'daki görece hızlı yayılışını izah eden olgulardandır. Hıtistiyan tımarlılann ve voynuklann, sultanın emirleriyle Osmanlı Dev­ leti'nde de, genelde eski toplumsal statüleriyle orantılı mevkiler elde etmele­

ri dikkate değerdir. Osmanlılar bu insanların toprak mülkiyeti haklarını tı­ mar ya da baştina olarak büyük ölçüde korumuşlardır. Böylece, büyük aile­ ler (senyörler, voyvodalar) mal varlıklarının büyük bir kısmını büyük Os­ manlı tımar sahiplen olarak korudular ve Müslüman olduktan sonra bey unvanını alıp en yüksek idari görevlere gelme hakkına sahip oldular. 1448 tarihli bir defterde subaşılık ıii tbesine ulaşan Georgi lstepan adında bir Hı­ rlstiyana rastladım.

B

Hiç Hıristiyan sancak beyi olmamasına rağmen, il

Murad döneminde ( 1 42 1 - 1 45 1 ) Arnavutluk valiliği yapan Yakup ve Hamza Beyler gibi lslam'ı kabul etmiş büyük yerel Hıristiyan ailelerden gelme bir­ çok sancak beyi görebiliıiz. Hamza Bey ve Yakup Bey, sırasıyla, ünlü Arna­ vut hanedanlan olan Kastriota ve Muzaki'lerin soylanndandJJar.

3"

Hıristi­

yan tımar sahipleri ve müslümanlaşmış ıonınlan, genellikle kendilerine te­ varüs eden toprak.Jarda kalmışJarsa da, toprakJannın ve feodal haklannın bir kısmını yeni Osmanlı tımar. rejiminde terk etmek zorundaydılar. Bu i�­ ten en zararlı çıkanlar en büyük ailelerdi. Bu kayıplar bazı yerel direnişlere de neden oldu. lskender Bey (Scanderbeg) önderliğindeki Arnavut reisleri­ nin uzun süreli direnişi temelde bu yüzdendi.

·'5

Cogtıo, sayı: 1 9. 1 999


l 24

Ha/il bıalnk

Balkan ülkelerindeki soylu aileler Osmanlı lımarlılan olarak temsil ed i ­ lip Müslüman olmuŞlardır. Müslümanlaşma. imparatorluğun ilk dönmeleri olan 1-In istiyan sipahiler arasında kesinlik.Je psiko-sosyal bir olguydu. _ıı. Dev­ let, onlann Osmanlı askeri sınıfına kabul edilmeleri nin zorunlu ön şartı ola­ rak ihtidalannı istemediği gibi, böyle bir ihtidayı dolaylı yöntemlerle de ger­ çekleştirmeye çalışmamıştır. Nitekim, JI. Bayezid döneminde ( 1 48 1 - 1 5 1 2 ) bile bu Hıristiyan askerlere tımar tevcih edildiğini görüyoruz. Ancak, 1 6. yüzyılda Hıristiyan tımarlılara bu bölgelerde sıkça rastlanmaz. Hatta, bu yüzyılda Hıristiyan tımarlıların varlığı şaşırtıcı ve kökenlerinin sahihliğin­ den şüphe duyulan bir olguydu . " lslam'ı tedrtcen benimseyen daha önceki Hıristiyan tımarlılann izleri 1 6. yüzyılda tamamen kaybolmuştur. Gerçekte de, ünlü Slav-Arnavut senyörü Pavlo Kurtik'in (Kurtic) soyundan gelen Ar­ navutluk'taki Kurtik Mustafa gibi bazı tımarlılann Hıristiyan kökenleri, an­ cak nadiren kullandıkları aile adlarından belli oluyordu. " Bosna özel bir durum arz eder. Osmanlılar, eski Bosnalı asilzadelerin babadan kalma topraklarında (baştina), daha önce Bosna krallarının bah­ şettikleri mülkiyet haklannı koruyarak yaşamalanna izin verdi. Bu nedenle, İslamiyet'i tedricen benimseyen Bosna'nın eski asilzadeleri atalannın top­ raklarında 20. yüzyıla kadar yaşamayı sürdürdüler. Hak ettiklert toprağın mülkiyet hakkına sahip olabllmelert için islamiyet'i benimsemelert gerektiği yönünde bir baskı uygulanmadtğını C. Truhelka bir araştırmasında " inan­ dırıcı kanıtlarla göstermiş ve bu tez son dönemdeki Türk belgelertyle de 40 te­ yit edilmiştir. Sırbistan ve Makedonya'daki farklı gelişmelertn Osmanlı fet­ hinden önceki şartlardan da kaynaklandığı görülüyor. Sırbistan ve Make­ donya'daki asillertn bir kısmı Bosna'daki baştlnalann aynılarına sahip değil­ lerdi. Sırbistan ve Makedonya'da büyük asilzadelertn (vlasıelin) sahip olduk­ ları topraklar Bizans tımarları (pronoia) niteliğindeydi. Bunlar Osmanlılar tarafından kolayca sıradan tımar toprakJanna dönüştürülmüş ve bu nedenle tımara uygulanan genel kurallara tabi olmılşlardır. " Voynuklar ise özel statüleri nedeniyle, Hıristiyan tımarlılann karşılaştığı toplumsal etkilere maruz kalmamışlar ve bu nedenle Hıristiyanlıklannı sür­ dürmüşlerdir. Voynuklar 1 6. yüzyılda Osmanlı ordusundaki askeri önemini kaybedince, benzer Müslüman askeri birllkler olan yaya ve müsellemlerle birlikte relya statüsüne indirildiler. Yine de, 1 5. yüzyılın sonlarına doğru ünlü tarihçi ldrts-i Bitllsi onlardan Osmanlı ordusunun önemli bir bölümü­ nü oluşturan Hıristiyan askerler olarak söz eder. 42 Bunlar daha sonraki İsCogtto,

sayı:

19, 1 999


Onnanlı Fetıh Yöntemleri

tabl-ı

Amire'ye bağlı H ı risl iyan seyi sler olarak Bulgaristan'da yaşamlannı

sü rd ü rm üş le rdi L .n

Burada cerehorlar (geçici Hıristiyan ücretli askerler) ya da hisar ve ge­ çitlerdek i , vergiden muar muhafızlar gibi asker sınırından olmayan diğer Hı­ ristiyan askerlerden söz etmeye gerek yok. Bu zümreler re.3.yi ve askeri ara­ sında özel bir konuma sahipti.

Osmanlılar aynı ılımlı politikayı sadece Balkanlar'da değil, Anadolu'da da uyguladılar. Örneğin , Karaman Beyliği'nin i l hakı ndan sonra düzenlenen Karaman vilayeti defterlerine göre, 44 yerli aristokrasinin bü)i.ik bir bölümü, daha önceki toprak haklan baki kalmak üzere konumlannı sürdürmüşler­ dir. H. 929

( 1 5 1 9)

tarihli defterde, "bir zamanlar bab alan Karaman iiyanın­

dan olan tımar sahipleri . . . " başlığı al tında Karaman'ın eski ailelerinden bah­ sedilmiştir. Bu insanlar bu vilayetteki tımar sahiplerinin çoğunluğunu oluş­ turuyorlardı. Burada da büyük asilzadelere bey unvanıyla daha geniş tımar­ lar ya da zeametler, çocuklanna da vilayetin çeşitli bölgelerinde geniş tımar· lar verildi. Başlıca aileler Turgud, Köğez, Teke, B ozdoğa n , Samagar. Yapa, Eğdir, Emeleddin, Bulgar, Adalıbey, Uçan, Yasavul Musa, Bozkır ve diğerle­ riydi. " Bu bölgedeki aşiretlerin reisleri çoğunlukla bu ailelerdendi. Osmanlı fethinden önce kısmen yerleşik olan bu aşiretlerin Osmanlılara karşı Kara· manoğullan ordusunun ana gücünü oluşturduğu bilinmektedir. Fetihten sonra, geniş Turgud aşiretinden olan Yapa Bey'in etrafında yeni bir aşiretin oluştuğu kesindir. Yapalu aşiretindeki birçok grubun vergileri, Yapa'nın so­ yundan gelenlere tımar olarak tevcih edildi. Benzer şekilde, Bektaşlı aşireti· nin vergileri Bektaş'm soyundan gelenlerin tıman olmuştur. Yani, reislere aşiretlerinin vergileri tımar olarak verilmiştir. Başka bir deyişle, var olan du­ rum, tımar sisteminin kendine özgü bir çeşidi olarak tasdik edilmişti. Bu yöntem, bölgede Osmanlı hakimiyetini sağlamanın tek yolu olarak görtilü­ yordu, çünkü yerel aristokrasi aşiretlerle güçlü bağlara sahipti ve merkezi­ yetçi Osmanlı idaresinden kurtulmaya eğilimliydi. Karaman ya da Osmanlı tahtı üzerinde hak iddia edenlerle ya da Memluklar veya

İran Şahı

gibi dış

güçlerle birçok kez işbirliği yapmışlardı. Şah İsmail ( 1 500- 1 524), Anado­ lu'daki bu aşiretleri Osmanlılara karşı destekleyerek çok güçlenmişti. Os­ manlı yönetimi nihayet Karaman aşiret aristokrasisinin isyankar tavrını, sürgüne gönderme ya da baskıyla değil, sistemini şartlara uydurarak alt et· meyi başardı. Zaman Osmanlıların lehine işledi. Yerel tımar sahiplerinin so­ yundan gelenlere komşu ülkelerde yeni fethedilen topraklarda yeni tımarlar

Coglto,

sayı: 1 9, t 999

1 25


1 26

Halil /ııalcık

ıevcih edildi. Kanuni S � ley m a n ' ın ilk yıllarında tamamen ilhak ed ilmiş olan Dulkadiı;ye vilayetindeki 73 yerli

ve 41

kökeni belirsiz tımarlıya karş ı l ı k ,

Karaman'dan 35, İçili'den 6 tımarlıya rastlıyoruz . .ı t- Benzer b iç i mde, Boşnak ve Sırp kökenli birkaç tımarlıya, fethinden sonra Macarisıan'da tımar veril­ miştir. Bu nedenle, yeni nesiller yerel bağlarını yitirmiş ve sonraki tahsisler­ le muazzam tımarlı ordusunda temsil edilmiştir. Bu temsil sürecinde yerel kanunların ve Adetlerin yerini tedricen Osmanlı kanununun ve vergi sistemi­ nin aldığını sırası gelmişken eklemek gerekir. ..7 Hülasa, Osmanhlann askeri sınıfına sadece asker ya da aristokrat kö­ kenli kişileri dahil etme ilkesinin Osmanlılann gazi kökeniyle bağlantılı ol­ duğu düşünülebilir. Gazilerin uçlarda inançlan için savaşan bir askeri ör­ gütlenme oluşturduklan bilinmektedir. Bunlar, zamanın şeyhlerinden icazet de almışlardı. " Daha önce belirtildiği gibi, Osman Gazi'nin -daha sonra ha­ raçgüzan olan- ilk müttefikleri, Hıristiyan ya da Müslüman yerel beyler ve­ ya komutanlardı.

49

Her halükarda, ilk Osmanlılar askeri geleneğe sahip

farklı bir zümreydi. Gelgelelim, Osmanlı tarihinin ilk döneminde bile Osmanlı yönetici sını­ fının tek kaynağı yerel soylular değildi. Asker sınıfının himayesinde bulu­ nanların tımar ve mevki edinmelerini mümkün kılan bir diğer Osmanlı yö­ netim ilkesi, kan bağına dayanan kastlann oluşmasını engelliyordu. Daha önce belirttiğim gibi , Osmanlı sultanlan, yalnızca sultana sadık bir idari ör­ güt meydana getirmişlerdi. Sultanın başkentteki hanehalkının ve kapıkulla­ nnın neredeyse tamamı, bazen eyaletlerde kendilerine tımar vertlen, kullar­ dan oluşurdu. Sultanın şahsi hizmetkiırlan da sık sık vali olarak tayin edilir­ di. Bu sistemin sultanın mutlak hikJmiyetini sağlayacağına inanılırdı. so Def­ terlerden faydalanarak 1. Bayezid dönemine ( 1 389- 1 403) kadar izlerini süre­ bildiğimiz bu sistem, kesinlikle daha önce de mevcuttu. Kul sistemi, beyle­ rin asker kölelerden oluşan bir malyete sahip olduklan vilayetlerdeki tımar sahipleri arasında da geçerliydi. Beylerin hizmetkarlan ve kullan (Farsça "gulim". Arapça "memlök") tımar sahibi olabilirlerdi. 5 1 Öte yandan, tımarlılar cebelü, kul ve nöker sağlamak ve onlan eğitmek zorundaydılar. Nispeten geniş tımarlara sahip çok sayıda tımarlı, orduya rütbesine ve tımannın büyüklüğüne göre değişen, belirli sayıda cebelü (tam teçhizatlı sipahi) göndermekle yükümlüydü. 52 Bir tımar sahibi, cebelü için gerekenden daha küçük bir tımar karşılığında bir gulim teçhiz etmek zo­ rundaydı. Bu durumda, kul basit bir uşak gibi gözükür. Aslında, kul ile ceCogtıo. sayı: 1 9, 1 999


O\nıanlı feııh Yönıernleri

1 27

belü arasındaki fark silah ve teçhizatlarından kaynaklanır. Şartlar elverdi­ ğinde ikisi de tımar sahibi olabilirdi. Basit bir sipahiden Div3.n-ı Hü ma­ yun'd aki paşaya kadar her düzeyden tımar sahibinin feodal ordulardaki gibi kendi hizmetktırları vardı. Kullar, sultan tarafından tımarlı yapılana kadar doğrudan efendilerinin emrindeydiler. Evrenos Bey, Turahan Bey ve Üsküp ­

lü İ sh ak Bey gibi merkeze uzak sınır bölgelertnde bulunan büyük uç beylert­ n i n ve daha sonra oğullarının yüzlerce kulu vardı ve bölgelerindeki tımar sa­ hiplen, imparatorluğun diğer bölgelertndekilere oranla, bu beylere daha çok

bağım lıy dı. " Gerçekten de, Balkanlar'daki uçbeylert biraz bağımsızca hare­ ket etmişler ve Kostantiniye'nin fethine kadar 1. Bayezid'in oğullan ve to­

runlan arasında süren taht mücadelesinde önemli rol oynamışlardır. � An­ cak tımarlann doğrudan sultan tarafından veri lmesi, bu beylerin, özel ordu­ lan olan feodal beyler olmalannı önlemişti. Diğer yandan, en fazla kula sa­

hip olan sultan, beylertn gücünü de netl eyebili yor du . il. Me hmed döneminde sultanın kullan imparatorluk genelinde mutlak b ir hakimiyet kurdular ve eski aristokratik zümreler gibi uçlardaki güçlü aileler de büyük ölçüde önemlerini kaybettiler. İstanbul'un fethinden önceki durumun aksine, il. Me hmed 'i n sadrazamlannm çoğunun kul kökenli olması da dikkat çekicidir. Kısaca, tımar sistemi ve -aslında bu sistemin bir parçası olan- kul sistemi, sultanlara merkezi hükümetln zaranna olabilecek eski feodal ve artstokratik unsurlann imparatorluğun yönetimindeki etkilerini önleme imkanı sağlıyor­ du. Bu da tedrici olarak gerçekleştirtlmlş ve mutlak bir hükümdarın emrtn­ de çalışan yekpare ve merkeziyetçi bir yönetim, fethedilen topraklardaki de­ ğişik unsurların bütünleşme sürecini yavaş yavaş tamamlamıştır. 4

Yeniden Tanzim Araçtan Olarak Sürgün ve Zorunlu Göç

Osmanlılar yeni fethedilen bölgelertn güvenliğini sağlamak amacıyla, iyi hazırlanmış bir iskan ve toplu sürgün sistemi kullanmışlardır. Başıboş göçe­ beler ya da bir köyün hatta bir kasabanın sorun yaratmış ya da yaratabile­ cek isyankar ahalisi, imparatorluğun uzak bir bölgesine kaydınlırdı. Osman­ lı Devleti fethedilen topraklara Türk nüfusun yerleştirtlmesine de büyük önem vermiştir.

Tevdrlh-1 Al-1 Osman'da

Gelibolu yarımadasındaki ilk fetih­

lerin hikayesi şöyle anlatılır: "[SOJeyman Paşa] atası Orhan Gazi'ye haber gönderdi ki: . . . 'imdi şöyle malOm oluna ki bu tarafda feth olunan hisarlara,

vilayetlere mamur olmağa ehl-1 lslimdan çoğ adam gerek. Anun içün ki bu feth olunan htsarlara komağ lçün ve hem yarar gazi yoldaşlardan gönderüCogilo, sayı: 1 9, 1999


1 28

Halil /ua!.:ık

nüz'. Orhan Gazi d� h ı bu sözü kabul etdi. Karasi vilayet ine gü\·cr Arab evleri

gelmiş idi. Anları sürdüler. Rum iline geçürdiler... Yevmen feyevmen d u rma­ dan Karası vilayelinin halkı gelür oldular. Ge len l e ri yurt tutup gazaya meş­ gül oldılar." Ayrıca, şöyle bir bölüm de var: "Süleyman Paşa eyidür: '[Rume­ li'ndeki] Bu hisarlardan sipahi olan k3firleıi çıkanın. Evleriyle Karasi eline iletün ki bunlardan ahiri bize fesad değmeye'. Ve he m öy l e etdi l er." �s Tarihlerde bunun gibi birçok sürgün örneğine rastlanır. Osmanlı Devle­ ti'nin toplu sürgünü en erken dönemlerden itibaren uyguladığı açıktır. Daha sonraki dönemlere ait belgeler bu eski toplu sürgün geleneğini doğrular ve ilginç aynntılar verirler. 1 3 Cemaziyülewel 980 (24 Eylül 1 572) tarihli sürgüne ait sultan fermanına göre, 56 Anadolu, Rum {Sivas) , Karaman ve Dülkadiriye vilayetlerindeki her on aileden biri yeni fethedilen Kıbns'a gönderilecekti. Bu özel sürgünün çıkış nedeni, adanın islahının ve güvenliği­ nin sağlanmasıydı. Göçmenler, toplumun her tabakasından köylü, zanaat­ kar vb. arasından seçilecekti. Ancak adaya ilk gönderilenler yetersiz ya da verimsiz topraklan olan köylüler ile fakirler, serseriler ve göçebelerdl. Ge­ rekli alet edevatla teçhiz edilen bu insanlar, defterlere kaydedilip adaya nak­ ledileceklerdi. Sürgünlere iki yıl süreyle vergi muafiyeti tanınmıştı. Bu in­ sanlar genellikle evlerini terk etmekten hoşlanmadıklan için, ilgili memurla­ ra bu önlemleri kati bir şekilde uygulamalan emredilmişti. Sonraki bir ta­ rihte, hüküm giymiş tefeciler ve suçlular ceza olarak Kıbns'a gönderilmiştir. II. Mehmed'in ( 1 45 1 - 1 48 1 ) Sırbistan, Arnavutluk, Mora ve Kefeden ls­

tanbul'a yaptırdığı toplu sürgünler iyi bilinir. Bunların temel amacı yeni başkentin refahını sağlamaktı. Çoğunluğunu savaş esirlerinin oluşturduğu bu sürgünler, İstanbul civanndaki köylere sultanın köylü köleleri olarak yer­ leştirilmişlerdir. 57 Büyük bir Müslüman re4y4 grubunun ( 1 025 aile) Anado­ lu'dan çıkanlıp Bulgaristan'ın Pravadi bölgesine yerleştirilmesi Hıristiyan bir ülkeye yapılan toplu sürgünlere ilginç bir örnektir. Özel "sürgün" statüsü verilen bu insanlar sürgün subaşısı olarak adlandınlan bir memurun yönet­ tiği bağımsız bir idari birtm oluşturmuşlardır. Bunlar, yerel reaya ile kanş­ maya başladıklannın görüldüğü 16. yüzyılın ortasına kadar kapalı bir top­ lum olarak yaşamışlardır. Anadolu'ya yapılan sürgünlere bir örnek ise, muh­ temelen asilerden oluşan bir grup Amavutun 1 5. yüzyılda zorla Trabzon'a yerleştirilmesidir. Kısacası, Osmanlı arşivlertndeki örnekler, Osmanlılann yeni feıhcdılen topraklann tanzimi için toplu sürgünü kullandıklannı anla­ tan vakaylnamelerdekl hikAyelert doğrulamaktadır.

Cogtto,

sayı: 19, 1999


O.mıanlı frtih Yöntemleri

Görüldüğü gibi, yeniden iskan edilen ahalinin statüsü şanlara göre de· ğişmiştir. Osmanlılar fetihleri n i n ilk yüzyıl ı nda sürgünü daha çok askeri amaçla kullanm ışlardır. Bu dönemde, sorun çıkaran Anadolu'daki bazı gö­ çebeler Balkanlar'a nakledildikten sonra sınır böl gel erin e yerleştirilip kendi­ lerine özel bir askeri statü ve ıi ldi .

�11

1 6. yüzyılın başl an na ait defterlerden

yararlanan Barkan'ın hazırladığı harttaya göre, yürük adıyla askeri bir teşki­ lat oluşturan bu Türk göçebeler, özellikle Trakya, Rodop ve Balkan dağlan­ nın güney yamaçlan, 59 Makedonya ve Dobruca gibi, tamamı

1 4 . yüzyılın

ikinci yansında fethedilen bölgelere yerleştirtlmişlerdir. Arnavutluk defterle­ rine göre, Saruhan, Canik, Paflagonya

*,

Taraklıborlu (Bolu) ve Vize gibi

Küçük Asya'nın çeşitli bölgelertnden gelen sürgünlere

1 4 1 5- 1 430 yıllan ara­

sında Arnavutluk'ta tımar tevcih edilmişti. Bu sürgünlerin nedeni, hiç şüp­ hesiz, Saruhan ve Canik'te bu dönemde ortaya çıkan (Şeyh Bedreddin isyanı ve Yörgüç Paşa'nın Canik'te göçebelerle çatışması gibi) kanşıklıklardı. Hem "Evrenos Bey ya da Turahan Bey'le beraber gelmiş Anadolulu Türk göçmen­

lere"

60

h e m de sorun çıkartan göçebelert Saruhan'dan Üsküp'e nakletmekle

görevli ünlü Üsküp Uçbeyi Paşa Yiğit Bey'in adaınlanna " fethedilen toprak­ larda tımarlar tevcih edildiğini göz önünde bulundurduğumuzda, uçlardaki sürgün gazilere istisnai biçimde cömert davranıldığı sonucuna \•arabiliriz. 61 Buraya kadar, Osmanlılann imparatorluğu tanzim etmek amacıyla sür­ gün yöntemini ne kadar geniş çaplı kullandığını göstermeye çalıştık. Bu noktada, Balkanlar'a yapılan gönüllü göçlerden de söz etmek gerekir. 16. yüzyılda Balkan Yarımadasındaki yerleşik ya da göçebe Türk unsurlann yaklaşık sayı ve yerleşim yerlertni gösteren ô. L. Barkan'ın haritasına " gö­ re, Müslümanlar tüm nüfusun yaklaşık dörtte birtni oluşturmaktadır. Bos­ na'dak.i müslümanlaşmış yerli Slavlarla, Niğbolu, Köstendil, Tırhala, Üsküp, Vidin ve Silistre gibi, uçlardakl müstahkem şehirlerde ya da burılann civa­ nnda yerleşmiş Müslüman cemaaılert saymazsak, Müslüman Türkler Trak­ ya'da ve Balkan sıradağlannın güneyindeki bölgede ezici çoğunluğu oluştu­ ruyordu. Yanmadanın -birt Trakya ve Makedonya üzertnden Adrtyatik'e ka­ vuşan, diğeri de Mertç ve Tunca vadilertnden geçerek Tuna Nehrt'ne ulaşan­

ik.i ana güzerg.llh ı boyunca yoğun olarak lsk.lln edilmişlerdi. Yüıiikler daha çok bölgenin dağlık bölümlertne yerleştirilmişlerdi. 1 5. yüzyı l defterlertnde­ ki sağlam delillere dayanarak, bu durumun yüzyılın ilk yansından itibaren *

Karadenlz btılgeslnde. baııda Filyos Çayı, doğuda Kızılınnak1a sınırlanan bölge. (Ç.N.)

CogJto,

sayı: 1 9, 1 999

1 29


1 30

Halil lııalcık

geçerli olduğunu iddia. edebiliriz. Köy adlan , yerleşinılcı·in karakterini bir ölçüde açıklar. Meriç Vadisi'ndeki köylerin adları, kökenleri ne göre şö_vlc sı­ nıtlandırılabilir: J - Kayı, Salurlu, Türkmen, Akçakoyunlu gibi Türk göçebe grupları na gö­ re isimlendirilmiş köyler. 2-

Saruhanlu, Menteşelü, Simavlu, Hamidlü, Efluganlu gibi Anadolu'da­

ki bazı bölgelerle bağlarını gösteren köy isimleri. Bu köylere yerleşenlerin çoğu aynı zamanda göçebe kökenli olmalıdır, çünkü belli bir bölgeden olan göçebe gruplar aynı şekilde adlandınlırdı.

3- Meriç Vadisi ve Trakya'daki köy isimlerinin çoğu Davud Bey (Davud Beylü), Turahan Bey (Turahanlu), Mezid Bey gibi ünlü kişilerin adlarından türetilmiştir.

4- Doğancı, Turnacı, Çavuş, Damgacı, Müderris, Kadı, Sekban gibi resmi unvanlara göre isimlendirilmiş köyler. Bu köyler muhtemelen bu unvanlara sahip memurların tımarlandır. 5- Bazı köyler, Karaca Resul, Hacı Timurhan, İbrahim Danişmend, Saru Ömer gibi şahıs isimleri taşırdı. Bu köyler isimlerini kurucularından ya da çoğunl uğu oluşturan ilk sakinlerinden almış olabilirler. 6- Diğer birçok köy, bir zaviye ya da vakfın çevresinde gelişen köylerdi. Bu kurumlar, yakın çevrelerinde köylerin oluşumunu teşvik eden bazı mali imtiyazlardan faydalanırlardı. Barkan önemli bir araştırmasında,

b4

bu tür

yüzlerce köyden söz etmiş ve kuruluşlarının temelinde nelerin yattığını açık­ lamaya çalışmıştır.

7- Türkçe isimli köylere son örnek, Kayacık, Ada, Hisarlu, Yaycılar, Ba­ zarlu, Çömlekçi, Gemici. Eskicepazar, Balcı gibi, isimlerini coğrafi özellikle­ rinden ya da ekonomik faaliyetlerinden alan köylerdir. 8- İpsala, Dimetoka, Gümülcine, Yanbolu bölgelerinde Mavri, Makri,

Karii, Anahorya, Karbuna, Ostrovika gibi Hıristiyan isimli köyler 1 5 . yüzyıl defterlerinde sayıca azdır. Türk köylerinin kuruluş sürecinin açıklanması bu çalışmanın amacı de­ ğil. Yine de, Anadolu'dan gelen Türklerin, genellikle, yeni topraklarında ayn köyler kurarak Hıristiyan halkla karışmadıklarını belirtmek gerekir. 1 5 . yüz­ yılda yapılan tahrirlerden şehir ve köylerde yaşayan halkın isimlerini öğre­ nebiliyoruz; buna göre yeni köylerdeki nüfus tamamen Müslümanlardan oluşuyordu. Türklerin göçüyle hatırı sayılır biçimde genişleyen Gelibolu, Edime, Üsküp, Tırhala, Serez gibi şehirlerde bile Hırtstiyanlar kendi mahalCogito,

sayı:

19, 1999


U�nıanlt Fetih Yönıernleti

Jelerinde toplanmı şlardı.

"�

j

Hristiyanların köylerinde ya da ma hall e leri n de

bulunan birkaç Müslüman ise muhtemelen dönmeydi. Aynca, Balkanlar'da Tesalya'daki Ye n i şehir gibi tamamen Türk nüfuslu yeni şehirler de kurul­ muştur. Bu yerleşim model i, bu bölgelerdeki Müslüman nüfusun, yerli dönme­

lerden çok, Anadolu'dan gelen Türk göçmenlerden oluştuğunu düşündürü· yor. 1 4. yüzyıl civannda Batı Anadolu'da nüfusun nispeten yoğun olduğu bir gerçektir. ilhanlı hakimiyetinin 66 çöküşünden sonra karmaşanın baş göster­ diği Asya hinterlandındaki göçmenlere batının bereketli topraklan çekici gelmiştir. Yaklaşık 1 270- 1 330 yıllan arasında gazi beylikler tarahndan fet· hedilen Batı Anadolu'da

"

1 4. yüzyılda Türklerin çoğunluğu oluşturduğu,

1 455 tarih l i bir Osmanlı defıerince de doğrulanmaktadır. " (Batı Anada· lu'nun Türkleşmesinin, Balkanlar'da 1 5. yüzyılda uygulanan süreçle aynı ol­ duğu ve toplu ihtidayla değil, geniş ölçekli Türk yerleşimi yoluyla gerçekleş· tiği görülüyor). Günümüzde genellikle, bu hareketin Osmanlı fetihlerini müteakip Trak· ya'ya da yayıldığı kabul edilmektedir. Bu tespit, az önce bahsettiğim sürgün­ ler hakkındaki tahrirlerle bir ölçüde onaylanır. Ancak, Trakya ve Meriç Va· disi'ndeki yoğun Türk iskanı toplu bir sürgünle değil, Anadolu'dan buraya

kendiliğinden gelişen bir göçle açıklanabilir. En eski Osmanlı geleneğine gö­ re, " Timur'un l 402'de Anadolu'yu istila etmesi, Türk nüfusun yeniden BaJ. kanlar'a akmasına n eden olmuştur: "Ol zamana erişmiş cidemiJer şöyle riva­ yet ettiler ki: 'Rum ilinde nice halk gördük ki derlerdi, ki bizim aslımız Arab­ dır ve kim i Türkmendir, kimi Kün kimi Anadolu. Kimi eydür, bizim aslımız Çağatay idi, der ... Eğer soruverecek olurlar ise Rum i l i ni n aslı Anadolu'dan· dır, andan gelmişlerdir." Fetihlerin ilk birkaç on yılında Osmanlılar, Anadolu'nun her k�esinden ve diğer lslam dünyasından günden güne anan sayılarda kendi topraklanna gelen insanlann Balkanlar'a gönüllü göçünü teşvik etmiştir. Nüfus fazlasını yerleştirme mecburiyeti kadar askeri ve mal! şanlar 70 da bir iskı\n politika· sını zorunlu kılıyordu. Ordunun büyük bir kısmını "azab" ve "yaya" adlany· la şehirlerden ve köylerden askere alınan Türklerin oluşturduğu Osmanlı Devleti'nin ilk döneminde, Türk nüfusun askeri açıdan çok önemli olduğu burada vurgulanmalıdır. Bu Türk askerleri 1 6. yüzyıla kadar Osmanlı ordu­ sundaki önemlerini sürdürmüşlerdir. Osmanlı arşivlerindeki belgelerden öğ­ rendiğimize göre 1 4 . yüzyılda Osmanlılar tarafından yönetilen bölgelerde

Cogito,

sayı: 1 9, 1 999

131


1 32

/la/il /na/cık

yaya askeri teşk� latl geniş çapta kurulmuştu. En önemli bölge Doğu Trakya ve Meriç Vadisi'ydi, bu nedenle "yaya"lann başkumandam Çimıen'de

(Chcr­

manon) görevlendirilmişti. 71 Türklerin Balkanlar'a kendiliğinden gelişen kitlesel göçü 1 5 . yüzyılın or­ talanna doğru yavaşlamış, Rodop ve Balkan sıradağlannm ötesindeki Türk iskAnı "uç"takl bazı askeri merkezlerle kuşatılmış ve çoğunlukla devlet tara­ fından sürgün edilen nüfustan oluşmuştu.

Jngilizceden çeviren: Hamdi Can Tuncer

Coglto,

sayt: 19, 1999


Osmanlı Fetih Yônlemkrl

1 33

Notlar 1 Bk7.. Halil inalcık, "Stefan Duşan'dan Osmanlı lmparatorluğu'na�. Fuad Koprulu İ stan bu l, 9 53 , s . 2 1 - 2 1 2 .

1

1

Annafanı,

2 Bk7.. Fuad Köpr1.ılü, l.e5 origlnes de l'Emplre otıoman, Pariı-., 1935, s.89. 3 Bk1.. D. Zakylhlnos, Le despotaı grec de MorU., Paris, 1932.

4 Bk z. HaJil İnalcık, Faıih Devri Üz.erinde Tulkilclerv ı• Vesikalar 1, Ankara. 1954, s . 1 22 . 5 Bk7.. aşağıda, s. 1 2 6- 27 . 6 Aşıkpaşa11ı.de, Tevdrih-i Al-ı 05man, Al i edisyonu, lstanbul, 1 332, s.78. 7 Pau l Wlttek de, çöküş nedeni olarak Bayezid'in imparatorluğunun umansız gelişen yapısını gösterir: "Ankara Boı:gunundan l st anbul'u n Fethine Kadar (Osmanlı Tarihinden Yanm Asır)", çev. Mualla Süerdem, &ıı Dillerinde Osmanlı Tarihleri (İstanbul, 1971 ) , s.55-80. 8 Eski hanedanlann idaresi al tında yeniden beyliklere bölünen Batı Anadolu. Osmanl ı hllumt­ yetl sırasındaki güvenlikten ve geniş ölçekli gazilik faaltyetJertnden artık faydalanamıyordu. Bu nedenle 11. Murad, bu beylikleri kolayca yeniden fethetti ( 1 423). Eski uç emirlerinin ger­ çek halen e ri olarak Osmanlı suhanlan, gaziler tarafından fethedilmiş olan ve Selçuklu dn1e­ llnln tarihsel_sınırlannın ötesinde ka1an bölgeler üzerinde kolayca hak iddia edebildiler. 9 Ö nce , 1. Bayezid'!n oğlu Mustafa 1 4 1 6 ve 1 42 1 'de tahtı ele geçirme girişiminde bulundu. Son­ ra büyük ihtimalle J. Bayezld'ln torunu olan Orhan Çelebi, 1444'te İ nceği z ve Dobruca'da ha­ rekete geçti . 1. Bayezld'ln soyundan gelenler arasında taht kavgasının ancak Kostantlniye'nln fet hi nden sonra sona erdiğini söyleyebiliriz (bkz. inalcık, Faılh IJn,n , s.69-70) 10 1 453- 1 4 54'teki bu geli şmeler için bkz. inalcık, Fa ılh Devri. 1 1 Bkz. İnalcık, Fatih Devri , s. 1 63 ve 180. 12 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Tapu Deftedeıi No. 40 (Konya), No. 33 (Kayseri). 13 Bkz. Hicri 835 Tarihli Süreı-i Def;er-1 Sancak-ı Arvantd, haz. Ha1il inalcık, Ankan, 1954, s . 10 . 14 Bkz. inalcık, Faııh Devri, s. 1 8 1 . 15 ı kpaşazide, s . 18-20. 16 Bkz. inalcık, Süret-1 Defıer, Giriş, s.l. 17 inalcı k . Süreı.i Defter, s.111-V. 18 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Maliye Defteri, No. 9_ 1 9 Tevdrih-1 Al-i Osman, İ.H. Ertaylan edisyonu, lsıanbul , 1946. s. 47. 20 ıkpaşazide, s.45. 21 Bkz. "Orhan Gazi MOlknamesl", Topkapı Sı:ıra.vı Arşivi Kılav114u, Cilt 1. s.277. 22 Münşedt, BriUsh Museum. Rltu. Or. 9503, s.36-4 1 , 46- 5 1 ; kaq. Omer Llltfi Barbn , ·0sman­ h lmparatorlutu'nda Büyük Nllfus ve Anı.zj ve Tahrtrleri ve Hakana Mahsus ls1adstlk Def­ terleri", /sıanbu/ Ü11iversite5l lktUo.t FalcühtSI Mecmuası, IJ, 1 ( 1 940), s.39-44. 23 İnalcık. Süreı-1 Defter, s.XII. 24 inalcık Sılm·t De(ıu s.VII.

1

3

25 KemalpaşazAde. 26 Bkz. H. inalcık, �Tlmariotes chretıens en Albanle au XVe sl�cle", Mtttdlungm ıUs Ostemtch-

tches Staatsarchtvs, c. iV ( 1952), s.120-128. 27 Bkz. İnalcık, "Stefan Duşan " s.230. 28 inalcık , "Stefan Duşan", s.232. 29 İnalcık, "Stefan Duşan", s. 2 3 1 -2 35 . 30 inalcık, ·ste"fan Du.şan", s.237-24 1 . 3 1 B u terim alelade bir süvariden çok. askerf bir anlam ıaşır. 32 Başbakanlık Osmanlı Aqıvt, Mal� netten . No. .JOJ. Kfrçeva Defteri. 33 XV. yüzyılda büUln subaşıJ8J' bey unvanı laftyorlardı. Subaşı n:ı ı beslnl n al . tımar · .· sahlpletintn bu unvanı U!Jımalanna izin vertlmezdl. l4 Bkz. Halil inalcık, �Amawdluk'ıa Osmanlı H!kJ m lyell n ln Yerleşmesi", Fatih W' lsıanbul, Cilt il, lstanbuJ, 1 953. 35 inalcık, •Amavudluk·.

..

Cogito,

sayı: 19, 1999


1 34

Halil lualcık

36 Bkz. İnalcık NStefan Duşan", s.2 3 1 -233 \·e Pa ul Wll tek . "Ya1.iJlııghl u Ali on ıhc Chı·lstian Turks of the DobrujaN . .Bul/eıitı o(ilıe Sclıool JOr Oılelllaf aııd A/'nccm Studiı'.'· Cilt XIV. Sayı 3, s.639-668. 37 Bkz. inalcık, "Stefan Duşan", s.237, dipnot 190. 38 lnakık. "Stefan Duşan", s.226. 39 Die Geschichtliclıe Gnmdlage der Bosnisclıen Agrar(rage, Sarayhosna, 1 9 1 1 . 40 Bkz. inalcık. "Sıefan Duşan", s.236-240. 4 1 Bkz. İnalcık, "TimariotesN, s. 1 30- 1 3 1 . 4 2 Bkz. inalcık. Fatih Devri, s.1 77. 43 inalcık, Fatih Devri, s.1 52. 44 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Tapu Defterleri, No. 32, 40, 58, 63, 1 1 9, 392; Maliye Defteri No. 567. 45 Bu ailelerden bazılarının adlan, Şilu\ri'nin yan efsanevi Karama11 Tarilıi'nde yer alır. 46 Başbakanlık Osmanlı Ariivi, Tapu Defteri, No. 392. 47 Bkı. Ömer Lütfi Barkan, XV ve XVJ. Asırlarda Osmanlı /nıpQratorl11g11'11da Zirai Ekonominin Hukuki Vt' Mali Esaslan, /: Kanunlar, lstanbul, 1 943, s.LXll-LXX: İnalcık, "Stefan Duşan", s.241-242 ve Walter Hinı, "Das Steuerwesen Ostanatollens im 15 und 16 Jahr.", Zeitschrifl der Deuıschen Morgenliindischen Gesellsclıafı, 100(1 950), s. 1 77-204. 48 Bkı. Paul Wittek, 11te Riseofıhe Ot1onıa11 Empirt, Londra, 1 938, s.33-5 1 . Osmanlı hanedanı­ nın gazi kökenini ilk olarak Willek wrgulamıştır. Fuad Köpriil ü hanedanın Kayı boyuyla bağlannı göstenneye çalışmış ("Osmanlı İmparatorluğu'nun Etnik Menşei Mes'eleleri'', Bel­ leten, VII , 28( 1 943). s.2 19-3 1 3 ) ancak Wittek onlann aşiret kökenlerini inkar etmiştir. Köke­ ni ne olursa olsun, Osman'ın ailesinin bir uç aşiretine mensup olduğu anlaşılıyor. Ama bu durum onlann gazi teşkilatına dahil olmadıldannı gösıennez. Osman'ın yan göçebe yaşantı­ sının eskJ gelenekle aynntılanyla anlatılan hikiyelertnl tümüyle reddedecek kadar k.anııımız yok. Benzer bir şekilde, XIV. ve XV. yüzyıllarda Osmanlı sınınndaki Paşayiğll. Minneloğlu Mehmet Beyler gibi aşiret kökenli gazi liderleri "uç"takl kasabalara yerleşmiş ve aşiret bağ­ lannı koparmışlardır. 49 Bkz. İnalcık, �Stefan Duşan", s.209-2 1 3 . �bakanlık Osmanlı Arşivi'ndeki 1 467 tarihli Sul­ ıanöyüğü defterine (Maliye Defteri, No. 8) göre Hannankaya ve civanndakl köyler Mihal Bey'in ııman ya da mülküydü. 50 Osmanlı lmparatorluğu'nun bu temel kurumunun XVI. yüzyıldaki işleyişi, dönemin Venedik k.aynaklanndan yararlanan A. H. Lybyer tara[ından layıkıyla wrgulanmışıır: (T1ıe Govern­ rne,.ıt of ıhe Ottonum Emplre in the Time of Suletman the Magni(iclent. Cambrtdge, Mass., 1 9 1 3 . Gullı.m ya da kul sistemi Osmanlılardan önce Anadolu Selçuklulan, Memhlk.lar ve da­ ha önceki İslami devletlerde de geçerliydi. Bu sistemin alışılagelmiş uygulaması şöyleydi: Savaş esirleri ya da sultan veya kumandanlar tarafından satın alınan köleler sultana ve zade­ glı.na sonuna kadar sadık hlzmetk.Arlar olarak eğltilirlerdl. Hepsi dönme olmasına rağmen efendilerine bağlı kalmışlardır. Osmanlı sultanlan aynı amaçla Hıristlyan tebalannın çocuk­ lannı da devşlrmişlerdir. Bu kullar önemli askeri ve idari makamlarda bulundular ve kulla­ nnın sadakatinden emin olan efendileriyle sorumluluk.lan ve ikttdan paylaştılar. Başka bir deyişle, kendi kendilerinin efendileri oldular. Moğollann "nöker''lik kurumu Yakındoğu'daki Moğol isttlasmdan sonra Orta Anadolu'dakJ gulAm sistemini etkilemişe benziyor. Yapa aile­ slnln (bkz. yukand.a, s. 1 25- 1 26. XVI . yüzyılda kendi göçebe nökerler1 vardı. 1 4 3 1 'de Ama­ wtluk'ta Osmanlılar nöker kelimesini gullm'm eşanlamhsı olarak kullanıyorlardı. Her halü­ kirda, kul sistemi yalnızca İslami "vilA" kurumuyla açıldanamaz. "Kul"un kişisel bağlılığı Moğol "nöker"lnlnkıne, İslami �mevli"nınk.Jnden daha yakındır. 5 1 1431 tarihli Amawduk defterine göre, tımar sahibi olan kullann sayısı diğer tımarhlardan daha (azlaydı. 52 n. Süleyman'ın Kanunnamesl'nde cebelO.lar, gulAmlar ve 1eehlzallan aynntılı bir biçimde anlatılmı1tttr. Arif Bey'tn Tarlh-l Osmanl Encümeni Mecmuası'OOaki, birçok eksiği olan, hata· lı ve tenkılslı: yayım gilvenlllr dettldlr. 53 1 455'te, bir uç vllayetl olan Osküp'tc toplam 1 89 tımar sahibinden yaklaşık 1 60'ı vali ishak

Cogtto, sayı: 19, 1999


0.rnıanlı Fe t ih YOnıemkri

1 35

Be_\· ile oğlu v e halefi o l a n l !> a Bey'in e"kl hizmetkarları ya da kullanydı. Bkz. İnalcık, Faıih

Devri , !> . 1 49. 54 inak ık, Falih Devri. s.69. 55 l nakık , Fdtih Devri . s.49. 56 Bkz. Omer Lütfi Barkan,

"Les deporta ll ons comme methode de peuplemenı et de: colonis.a­

RLvıle de ltJ Faculıe des Scierıces.

tion dans l'Emplre o nom an'' . d'lsranbul, Cilt xı ( 1 949- 1950).

s.9 1 .

EconorntqueJ ik J'Universiıt

5 7 Köle köylüler ve staıüleri için, bkz. Ömer Lütfi B arka n . " XV v e XVI. A.sırian:la Osmanlı lm­ paratorluğu'nda Toprak lşçil i ğln in Organi7.asyon Şekilleri, 1: Kulluklar ve Ortakçı Ku llarH. /sıanbul Üniversitesi iktisat Fakültesi Mecmua.u, 1, 1 -2 ve 4( 1 939- 1 94 1 ).

58 Bkz. "Sultan Süleyma n Kan\ı.nnamesi", Ari[ Bey edisyonu, Tarih·l Osnuıni Encü�ni Mec­ muası ve Barka n , Kanunlar, s . 260 -269 . Rei'iyil olarak için, bkz. s. 1 29- 1 30.

köylere

yerleştirilen göçebe Türkler

.

59 Bkz. Barkan, "Les deportatlonsH, s . 1 08- 1 09 ve hart ta; kar.;. Ciro Truhelka, " über die Balkan Yürüken", Revue /nternationale cks tıudes Balk.anlques. Cilt 1, s.89-99. 60 Bkz. inalcık, "Slefan Duşan", s.2 1 5 . Adı geçen makaledeki alınll Tırhala (Tı:salya) deftertn-

dendir. 61 Bkz. Barkan, "Lı:s deportatlons". s. I 1 2 . 6 2 Tımar sistemine göre, savaşta yararlık gösterenlere tımar alma hakkı tanınırdı. 63 Bkz. not 56. 64 Ömer Lütfi Barkan, "istila Devlinin Koloni zatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler", VaJcı/lll.r �r­ glsi, il, ( 1 942), s.279.)86. 65 1 455 tarthli Oskü p defterine göre, �birde 8 Hııistiyan, 22 Müslüman mahallesi vardı (Baş­ bakanlık Os m anJ ı Ar.;lvl, Maliye Defteri, No. 1 2 ) . 66 Bkz. F. Köprülü, Us Origines, s.ll-78; Zeki Velidl Togan, Umumi Tür*. Tarihine Giriş, İstan­ bul. 1 946. 67 Sonuncusu Osmanlı d evl et i olan Batı Anadolu'dakJ bu gazi devletler, Paul Wluek'in Da.s Fiirsıemum Meııtesche, Studie zur Geschichte Westkleiııasitns im JJ./5 Jahr. ( İstanbul. 1934) ve The Rise of ıhe Ottoman Empire adlı eserlerinde ustaca rnmedilm.iştir. Fuad Köprülü, çe­ şitli çalışmalannda Türk hinterlandındaki iç etkenlere ışık tutmuştur (bu çalışmalann bir özeti, Les ortgines de l'Empfre ottoman adlı eserindedir). Her ikt yazar da, Batı Anadolu'nun Türkler tarafından lstlla edilmesinin nedeni olarak Selçuklu-Bizans sınır bölgelerine göçü ve buradaki yoğun nüfusu göstermişlerdir. Dönemin yaz.arlanndan Gregoras (Cilt J. s. 137) da bu neden üzerinde durur. 68 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Tapu Defteri, No. 1. (Aydın). 69 Tevdrih-i Aı.; Osman , Fr. Glese edisyonu, Breslau, 1 922 , meti n . s.45-46; ve Tevdrih·i AJ.ı Os· man, Ertay la n edisyonu, lstanbul, 1946, s. 70. 10 Osmanl ı yönelimi, devlet geltrler1nl arttırmak ve bö:vlece yeni tımarlar �--aratmak amacıyla ekili topraklann genişletilmesi ve yeni köylerin kurulmasıyla özeUUdc tlgilcnirdl (Bb. İnal­ cık, "Stefan Duşan'danH, 239, not 1 2 1 ). Tahrir emininin esas görevi. bu tür gelir bynaklan­ nı bulmak ya da yaratmaktı (ifn\zit ve şenletmc). il. Mehmed ve Kanuni Sultan Soleyman emlnJerinln bu tür ek gellrler1 arttırmadaki etkileri sayesinde vtlayederd.ekı tımarlı ordu bü­ ytik ölçüde genişlcmlf. 7 1 Bkz. İnalcık. 5ant-i Defter, s. vı.

• Coglto. sayı: 1 9, 1 999



" Oyun.Teorisi" Bağlamında Cela li lsyanlar1 (1 596-1 61 1 ) SENCER D İVİTÇİOGLU

"Ya önce blçimselleştirilmiş bir bag/ımıa göre çalışılır... ya da bildik ve ü�­ rinde konuşulan, henüz blçimseUeşmemiş bir bağlamı blçlmsel/eştimuık iizere çalışmalar yapılır. Haıırlaımak için söylüyorum: birinci yaklaşım 'kapalı ', ikinci yaklaşım 'açıktır'. " Les

Jean-Pierre Ponssard limltes de la ratlonallti

1 .a. Osmanlı tarihiyle ilgilenen herkesi sorgulamaya davet eden bir hu­ sus toplumun neden ömıil boyunca ardışık sosyal lhtilAf 1 gel-gideriyle ce­ belleşmiş olduğudur. Kolektif eylem teorisiyle matematik oyun teorisinin uyuşkanlığındakl ' açıklamalara göre ihtllAflann nedeni, bence uzlaşmazlı­ ğın öznesi olan birey, öbek, cemaat, zümre (estate) ve sınıflann. çoklukla, iç­ lerinde/aralarında kolektif işbirliğine gidememeleri olabilir. Galiba, Osmanlı toplumu gibi bütüncül (holisı) bir devlet yapısında her kendiliğin öz çıkarla­ " peşinde koşarak (bencil davranarak) sorunlannı bireysel yoldan halletme­ ye çalışması böyle bir işbirlikslzliğe Ö f!a:vak olmaktadır. (ileride bu öneri ak­ siyom olarak kullanılacaktır). işte, bu kısa makaledeki amacım, kolektif ihtilAf (hem de ne ihtilAf! )

c!a'i

galanyla şiddetle sarsılmış olan 1 6. yüzyılın sonuyla 1 7. yüzyılın başındaki Osmazılı toplumunu kolektif eylem ve oyun teorisi bakımından ele almaktır. Aslında, softa (suhte), levent, il-eri , ehl-i örf (seyftye), sekban, CelAli, reaya, ordu-yı hümayun (ceWI serdarı) ve hadi söyleyelim, sultanın kendisinin de oyuncu olarak katıldığı bu kolektif oyunda (oyun teorisinin öğrettiği gibi), Cogllo, sayı: 1 9, 1 999

·


1 38

St'llCt'f' Dfritrioj!,/11

bu nların hangi stratejileri seçerek aralannda i ş b irli k si z bir o.v una girdikleri­ ni ve varg ı sal olarak, uyguladı kları stratejiler s ayesinde, maddi-manevi zitif-negatif ne kadar ödenti (pay

ofl)

/ po­

elde e n i klerini saptamak önemli olabi­

l i r. Zaten, ancak bu yoldan, handiyse ardındaki yü zy ı l l ı k e ş kıya ge ç m i ş iyle (İnalcık 1 985; Faroqhi 1 987). bun u on beş yıl daha sürdüren Celali isyanları ­

nın, Osmanlı ülkesini nasıl kasıp-kavurduğu , topl u m u n refah ve dirliğini na­ sıl tahrip ettiği (kıtlık ve Biiyiik Kaçguıı) yeğinlikle biçimselleştiri l i p '. göz önüne serilebilir. l .b. Konuya girmeden önce, tarihsel analizde artsüremli olmamak kay­ gısıyla çalı�malanmı, tarihçilerin kavramlaştırdıklan, Mehmed III'ün Avus­ turyalılarla girişliği Eğri savaşında, Osmanlı ordusundan binlerce (otuz bin diyorlar) askerin savaş alanını terk edip, firari olduğu yıl ile Kuyucu Murad Paşa'nın ölüm yılı arasında sıkışan, Celali Erkarası (Ar.: fetret; Lat: lnterreg­

num, neoloji benim) dönemiyle ( 1 596- 1 6 1 1 ) sınırlıyorum. Bu tarih, konu hakkında ciddi çalışmalarıyla tanınan tarihçilerin (Akdağ 1 975; Griswold 1 983; inalcık 1 985; Barkey 1 994) kullandıkları kronolojik zamanla, aşağı-yu­ karı, uyuşmaktadır. Şunu da belirteyim ki, yaptığım tarihsel analiz daha çok dipnot 3'ıe ileri sürdüğüm "tarih

+

"

kavramının artısıyla ilgili olduğundan

bu döneme ait bilgileri kapsayan Kitab-ı Mustatab, Koçl Bey Risalesi, Tarih-i

Naima, Peçevi Tarihi vs. gibi birincil kaynaklara baş vurmayı hiç düşünme­ dim. Yararlandığım kitaplar ve makaleler, yukarıda saydığım ikincil kaynak­ lara ilaveten Kaynakça'da zikredilmiştir. Böyle olunca, okurun, bu çalışma­ da uzmanların gözünden kaçmış yeni bir belge-bilgi bulacağını sanmam. 1 .c. Hobbesgil yaklaşıma göre (Uviathan 1 97 1 : 1 65 1 ), kabaca, "herkesin herkese karşı olduğu" bir ortamda bir sınıfın siyasal erke elkoyarak, koydu­ ğu kanunlarla kurduğu devlet, o zamana dek bireyler, öbekler, cemaatler,

zümreler ve sınıflar arasında sürüp giden ihtilAflan giderir. Devletle halkın birlikte yaptıkları kolektif eylem işbirliğiyle sonuçlanır. Bu durumda, Pareto oplimumu'ndayız, demektir. Öyle ki, burada işbirliği içinde yürütülen kolek­ tif eylemin getirdikleri, işbirliksiz yüriitülen bir eylemin getirdiklerinden da­ ha iyidir; zira, her iyileşme toplumda bir tek kişinin bile refah ve dirlik kay­ bı pahasına gerçekleşmemiştir .. işte, bundan dolayıdır ki, birinci halde sis­ tem rasyoneldir ve Pareto--optimumu'na erişmiştir. İkinci halde ise, sistem irrasyoneldir ve Paret0-0ptimum-altı olarak kalmıştır. Coglto, sayı: 19, 1999


"Oyun Teori� I " Ba�lanımda CelUli /.\yem /a n ( 1 5 96- 1 6 / JJ

ilk teorik d u ru m , yeniçağa g i rm i ş olan Avrupa top lum l an m n gerçeğiyle, hemen uyuşur. Nitekim, bir ya ndan yürü rlükteki ka nunlar, to plu ms al ihti·

laflan d a h a başlangıçla basıırmaya hazır beklerke n, öte yanda n , siyasal ker­ tede, devlet kendisiyle kilise, soylular (askerler). köylüler ve burjuvalar gibi z ü m re ve sı nı flar arasmda o l a n, ya da bunlarm kendi içlertnde/ara l annd a

gel i şe n ihtiliflan, kah birileriyle kah ötekilerle anlaşmak (işbirliğine gitmek) suretiyle yatı ştırm aya ç al ı ş ı r. Bu tür bir koleklif eylem sürecinde, t a bi i ki,

devletin ı arafi rl iği söz konusudur. Fakat, kam uduyusu , conteler, esteıe1er,

parltaıne n t'ler, yerel yönelimler ve k a n u n lar devletin tarafgirliğini eğ i p büke­ rek yu muşaıır: devlet tarafsız hale gelmeye zorlanır. Oysa, 1 6. ve J 7. yüzyıllarda bütüncül Osmanlı top lumunda ki görüntüler Hobbes'un çi zdiği bu taslakla, hiç mi h i ç , benzeşmez. Devlet, burada da va­ rolmasına vardır ama, J 6. yü zyı l ı n il k y an sı n da başlayan reaya çiftbozanı ve tımarlı sipahi ile ka pı kul u zümreleri arasında ortaya çıkan ciddi ihtiliHara

ne t ara flı ne de tarafsız kal arak , onı.n softa ve levent adlan al t ında a teş li s i l i h l a rl a p u sa t l a nıp, çatışmayı kanRr ayakla n maya (eşkıyalık olarak alı­

nız) dön üşt ürm esi ne göz yummuştur. Hatta, levent ve sekban adı veril en pa­ ralı ve düzensiz askerlere banş za m anı nda yol vererek, bu hareketin yayıl­ m as ı n a ve güçlenmesine ö n ay ak ol muştur.

2 .a. Çalışma aylanım (Az; Trm: aylan - contour) olan Celili Erkarası dö­ nemiyle birl i kte Hob besg ı l kolektif eylem teorisJ ve devlet modeli uçup gi· de r. Aksine, karşımıza t opl umsal ihtilafı aparan ikisi açkın, üçüncüsü ört­ gün olmak üzere üç öbek ç ı kar: reaya ile eh/.t örf (kapı kul u-seyfiye ) ve onlan merkezden yanm gözle izleyen saray. Toplumsal ihtilafın (işbirliksiz oyu­ nun) ateşli silahlar ku llanım ıyl a su üstüne çıkması ise, ince bir tertiple. biz­ zat oyunculann kendileri tarafından icra edileceilfne (çünkü, bu bir devrim harekeli deilfldir. Bakınız; Akdağ op.cit; İnalcık op. clt), seyfiye kanadı n dan

sekban bi!liılderl (kapı halkı) ve Celdli eşkıyası, reaya kanadından 11-erkri ve ordu-yı hümayun marifetiyle yürütülür. ' Bu saptama ilginçtir. Çünkü, sos­ yal yapı anal izleri nde alışılmamış bir kümeleşmeyle karşı karşıyayız. Biri eş­ kıya, öteki eşkıya-karşıdan. Başlangıçta eşkıya adlı oyuncunun arkasında, silahlı yıldırma lar, baskınlar ve kaıltamlarla reayaya zulmeden, Anadolu'da askeri, idari ve hele ikllsadt (tanm ve licarel) alanlarda tartışılmaz sultasını kuran seyftye zümresinin kapıkulu kolu ile eşkıyanın kendisi vardır (çünkü, 1 596- 1 6 1 1 döneminde celiltleşme öyle bir devinirlik alarak yoğunluğunu aş-

Cogfto,

sayı: 1 9, 1 999

l 39


1 40

Se11cer Diı'ifrio�(u

mış, avare levent ve sekban taifesiyle beslenerek kend i n i yeniden-üre t i r hale gelm iş t ir ki, bu dönem eşkıyası bazı ricalle işbirliği yapmış olsa bile, "eşkı­ yanın arkasında gene eşkıya vardır", denilebi lir). Eşkıya-karşıtı oyuncunun

arkasında ise, kapıkullannın saldığı keyfi vergi le rle ezilen, köyleri talan edi­ len, kızlan ve oğul l an k aç ı n l ı p iğfal edilen , yakın ları öldürülen reaya

5

i le

Avusturya ve İran savaşlanndan vakit buldukça (bir de ma l i kaynak sağla­ mışsa) yardım elini dolaylı olarak uzatan devlet, yani Sultan vardır. 2.b. Dediğim gibi, 1 596- 1 6 1 1 yıllan arasında Osmanlı ülkesinde sosyal çatışmalan fiilen yürüten iki oyuncu vardır: eşkıya ve eşkıya-karşıtı. Varsa­ yım olarak, her birinin iki strateji seçme hakkı bulunur. Eşkıya, ya sekban bölükleri stratejisini seçer ve onu ileriye sürer ya da Celali stratejisini seçer ve onu ileriye sürer. Eşkıya-karşıtının da iki strateji seçme hakkı vardır: ya il-eri stratejisini seçer ve onu ileriye sürer ya da ordu-yı hümayun stratejisi­ ni seçer ve onu ileri sürer. Strateji geçişleri bağlamında şöyle bir eleştiri akla gelebilir. Acaba, sekban ve Celalinin stratejileri eşkıyanınkiyle, il-eri ve ordu­ yı hümayun'un stratejileri eşkıya-karşıtının stratejileriyle çakışır mı? Sanı­ nın, soruyu yanıtlamak kolaydır. Stratejileri eşkıya ve eşkıya-karşıtınınkiyle

uyuşmayan öbekler, zaten, karşısındakilerin stratejilerini seçmişlerdir.

Ni­

tekim, Celali ayaklanması tarihçesinde il-erlerinden sekban bölüklerine or­ du-yı hümayun'dan Celaliye, ya da vice versa, geçenlerin sayısının haddi he­ sabı yoktur (Uluçay 1944; Akdağ op. cit; Barkey op.cit). 2.c. Eşkıya ve eşkıya-karşıtı öbek ve zümrelerin ihtilaflar ve ittifaklar çerçevesinde ne biçim kümelenmiş olduklannı gördükten sonra, şimdi bun­ lar arasındaki oyunun nasıl oynandığını anlamaya çalışalım. Bu amaçla, son yıllarda sosyal bilimlerde, özellikle iktisat alanında çokça kullanılan, oyun teorisine bağlı, "Tutuklu İkilemi" kıssasını (parabole) Celali isyanlanna uyar­ layarak kullanacağım (Rapoport 1 969; Elster 1 989; Hollfs 1 994; Cordonnfer

1 997; Guerıien 1 997; et al) Kıssa, bir ödenti matrisi (pay of( matrlx) çizilerek izlenecektir. Ödentilerin matristeki değerlendirilmeleri maddi-manevl/sıral­ sayal (ordinal-lcardinal) olabilir. Ben, rakamlara oyunculann tercihlerini be­ lirten sıra! anlam yükledim. Hatırlatayım ki, ayraç-içi ödentilerin ilki eşkıya­ ya, sonuncusu eşkıya-karşıtına aittir.

Coglto,

sayı:

19, J 999


"Oyun Teoris i " Bafllanımda Cellilt }<;ya,,/arr ( / 5 96- 1 6 1 / )

Eşkıya-karşılı il -eri

ordu-yı hümayun

Bölükleri

(1,1)

(-2,3)

Celili

(3, -2)

(- 1 .- 1 )

Sekban Eşkıya

Yukarıdaki çizelgede görüldüğü g ib i , eğer, eşkıya-karşılı il-eri straıejisini seçer, buna karşılık, eşkıya sekban bölü kl ert stratejisini seçerse. her iki ıara­ fın bu durumdan elde edeceği ödenti pozitif, fakat az ve aşağı-yukan aynı olmaktadır; diyelim; ( 1 , 1 ) . Fakat eşkıya, eşkıya-karşıtının davranışlanna al­ dırmadan Celili sıratejisini seçerse sonuç onun için utku, öteki için hezimet

(3,-2) olur. Aynı şekilde , eşkıya-karşıtı, eşkıyanın davranışlanna al d ırm adan , ordu-yı hümayun stratejisi seçerse sonuç bu sefer tersine (-2,3) döner. 7 Gö­ rüldüğü gibi, Celili stratejisinin seçilişi eşkıyaya en büyük ödenliyi (3) vertr­

ken, ordu-yı hümayun stratejisinin seçilişi eşkıya-karşıtına da en büyük ödentiyi (3) s ağ lar. Bunlar oyunculann "başat stratejilertdir" (ılomiruınt stra­

tegy). Her iki oyuncu da bu stratejileri oynayacağından sonuçta,

Celili

eşkı­

yası ile ordu-yı hümayun askerlert karşı karşıya gelir, aralannda savaş pat­ lar. Onbinlerce kişinin katıldığı bu savaşta binlerce kişi ölür (- 1 .- 1 ). Erişilen bu durum, eşkıya ve eşkıya-karşıtı için, hep birlikte, Pareto-altıdır; zira, sek­ ban bölükleri ile il-erleri ıarafından kotanlan çatışmalar onlara hiç olmazsa ( l , I ) kazandınyonlu (Poreto optimumu). öyle ise oyuncular, teker teker, bi­ reysel çıkarlan peşinde koşarken (Celili ve onlu-yı hümayun stratejilerini seçerken) toplumun çıkarlannı zedelemiş olurlar (oyunu iki-kişiden n-kişiye kapsatmak adiyattandır). 2.d. önce bir noktayı saydamlaştırmak istiyorum: 1 596- 1 6 1 1 Celili erkara­ sında oynanan eşkıya/eşkıya-karşıtı oyunda, her ne kadar, oyunculann ikişer strateji hakkı olup (sekban/il-eri stratejisini bir yana bırakıyorum), oyun üç hamlede (sekbaıı/onlu-yı hümayun, CelAll/il-eri, CelAll/onlu-yı hümayun) oy­ nanıyorsa da, bu stratejileri fillen yeline getiren somuı oyuncular. Celili ham­ lesini yaparken iki kişi (Karayazıcı ve KalenderoR!u), • ordu-yı hümayun ham­ lesini yaparken birkaç kişidir ( sadece Uç serdann adını zikredeyim. Sinanpa­ şazAde Mehıned Paşa, Sokulludde Hasan Paşa ve Kuyucu Murad Paşa). Cogtıo, sayı: 1 9, 1 999

141


1 42

St·ucer Dit•itçioj!/11

Şimdi, oyun teorisi bağlamında seçilen sıratejiler ve yapılan hamlelerle oyunculara sağlanan değerlerin (ödenti matrisi), Celali döneminde fiik·n sa­ vaşan hasımlann (başbuğlar ve serdarlar) eylemlerinin bir göstergesi olup olmadığını, tarihi okuyarak soruşturmaya çalışalım. 1 °) Hamle ( 1 , 1 ): Bu hamle, 1 6. yüzyıldaki softa ve levent ayaklanmaların­ da olduğu gibi, 1 596- 1 6 1 1 döneminde de Celali hareketlerinden bağımsız olarak sürdüJii len sekban (hatta bazen suhte) bölükleriyle il-erlerinin çatış­ malarından kaynaklanan ödentileri veıir. Ödenti matrisindeki değerlerin kü­ çük. fakat pozitif olmalan normaldir. Çünkü, taraflar aralarındaki husumeti bir yüzyıl boyunca hiç durmadan sürdürdüklerine göre hallerinden pek go­ cunmuyor olmalıdırlar (aksi olsaydı bir taraf pes ederdi). Hatırlatmakta ya­ rar var: Dönem içindeki çatışmaların çapı da ufaktı, çeteler, elli kişi ile iki bin kişi arasında olurdu. 2°) Hamle [(-2 ,3), (3.-2)]: Bu hamlede oyunculardan hiç olmazsa birisi, beklenmedik bir anda stratejisini değiştirip, çatışmalan ordu hücumlan ha­ line getirir. Örnekler: i)

1 599'da Celali başbuğu Karayazıcı, dönek, eski Bey­

lerbeyi Hüseyin Paşa'yla birleşince, Serdar Slnanpaşazade Mehmed Paşa onlann üzerine yirmi bir topla pusatlanmış ve sayısız Eğri kaçağıyla takviye edilmiş ordu-yı hümayunu sevketmişti. Celali başbuğlannın ordusu yirmi bin leventli, fakat topları yoktu. Asiler, Urfa kalesinde kuşatı l m ışlardır; ii) Kalenderoğlu'nun Celali bölükleri, 1 606'da Konya'da Deli Hasan Pa­ şa'nın, 1 607'de Nifde (İzmir yakınlannda) Şeyhülislam Sunullah Efendi'nin, alelacele derlenmiş, Osmanlı serdar ordulannı perişan etmişlerdir. 3°) Hamle (-1 , - 1 ): (Karayazıcı hikayesine devam) Urfa kalesi kuşatması ancak Celiilinin Hüseyin Paşa'yı Osmanlı'ya teslim etmesiyle kaldınldı. Bu olaydan sonra Anadolu'da serdar-başbuğ kovalamacası sürüp gitti. Saray, bu işe bir son vermek üzere Karayazıcı'yı önce Amasya, sonra Çorum san­ cağına yolladı. Fakat, oralarda da, ne Karayazıcı ne de adamlan eşkıyalıktan vazgeçmeyince, bu sefer üzerlertne Sokulluzade Hasan Paşa'nın ordu·yı hü­ mayunu gönderildi. Uzun bir takipten sonra Serdar, Celiliyi Elbistan dolay­ lanndaki Sepetlü mevkiinde kıstırdı. Çarpışmalarda qinlerce levent kınldı. Bu, Karayazıc:'nın en büyük yenilgisiydi. Yoldaşlanyla birlikte Canik dağla­ nna kaçtı ve orada kırk yedi yaşında öldü. Osmanlı , cesedini bulup sergileCogtto,

sayı:

1 9 , 1 999


..Oyun Teorisi " Baglammda Celi.ili /.\ya.ulan ( } 596- 1 6 1 1 }

143

mesin d i ye, ölüsü üç parçaya doğranıp, ayn a y n yerlere gömüldü; iiiJ ( Ka­ lenderoğlu hi kayesine devam ) Bursa'da kubraıı l a n • Kalenderoğlu. Maymun, Klnalıoğlu ve Tavil Halil'ln b i rleşik ordusu 1 608'de bir kez daha Nakkaş Ha­ san Paşa'nın ordu-yı h ümayu nunu m ağlu p etti. Bundan böyle, Kalenderoğ­ lu, Anadolu'da tek ve tartışmasız Ce l il i başbuğuydu. Ne yazık ki, bu konu­ ma ge l i şi 1.amansızd ı . Çünkü, aynı tarihlerde Kuyucu Murad Paşa. asi Can­

bolatoğlu Ali Paşa'yı yenmiş, o da Anadolu'da, bak.ışıklı olarak, tek ve tartıt­

m as ı z serdar Unünü kazanm ı ş t ı . Doğuda astığı astık olan serdarla, batıda ke s t iğ i kestik olan başbuğu n , b i rbi rl e riyl e hesapl aşm ak üzere savaşmaya na­ s ı l bir a rzu duyd u klannı tarih ş öyl e kaydeder: Kalenderoğlu, öteki Celali başbuğlanyla birlikte kararlaştırdıklan Bursa

saldınsından birdenbire vazgeçerek, kuşatmayı kaldırmış, önce Bursa do­ l ayl an n da gezi n dik ten sonra, ani bir kararla, ordusunu yavaş yavaş doğuya doğru çev i rmi ş ti ; karşısında onu kimin beklediğini bildiği halde. Kendisinin

yirmi bi n kişilik bir levent ordusu vardı. Kuyucu Yusuf Paşa'nın ordusu ise, çok sayıda tüfek ve topla desteklenen, kapı kullan , yeniçeriler, tövbekar Celi­ li böl ükleri, Türkmen ve Arap birlikleri ve Kansu Bey'in emrindeki Mısır or·

dusundan oluşuyordu. Tuhaftır -hem de çok tuhaf- her iki ordu gene Elbis­

tan dol ayı n da ki Göksün yaylasında karşılaştılar. Azim savaş oldu. Ve ateşli s l l a h l ann ü s t ü n l üğü altında ezilen Kalenderoğlu'nun leventleri bozguna uğ­ rayıp çil yavrusu gibi dağ ıldı . Kalenderoğlu savaşı kaybetmiş ti . lran'a s ığı n­ dı.

Soru: Ka le n deroğl u , neden Kuyucu Murad Paşanın büyük başansı ve gücüne rağmen, ona meydan okumak azmiye bunca yol tepip, Elbistan,

Göksün yaylasında savaş ı ka b u l et t i . ipucu: Karayazıcı da y ı l l ar önce ( 1 60 1 ) Elbistan-Sepetlü mevkilnde So­ ku l l u zide Mehmed Paşa ta ra fı ndan bozguna uğratılmı ştı . 2.e. Görüldüğü gibi, eşkıya/eşkıya-karşıtı düşmanlıklann şiddetli savaş­ larla düğümlendiği bu süreçten her iki hasmın elde ettiği (- 1 , - 1 }1Jk ödenti, döne m içinde ortaya ç ıkan kıtlık ve

hele Büyük Kaçı:ım ( 1 603-1 606)

(Akdağ

1 964) gibi olgularla meşruluk kazanırken, dönem-sonrası yeni yetme eşkıya­ nın bollaşmasıyla (Uluçay 1 955; �kaya 1 994), toplu mdaki beklentilerin hep "eksili" bir Pareto-altında kalacağının da habercisi olur (olmuştur).

Coglto,

sayı: t9, 1999


1 44

Sencer Dil'ilfioRlu Notlar

1 İng. cotı/lict: anlaşmazlık. u7.laşmazlık. zıılık. ka\·ga, çalışma, çarpışma, başkaldınna. ayitk· lanma, isyan. savaş v.s. 2 "Kolektif eylem, eğer iki ya da daha çok birey bir sonuç elde etmek vaadiyle birlikte çaba sar· federlerse ortava çıkar. Öbeğin çıkarlannı (refah ve dirlik) antıracak faaliyetlı..- r kolektif ey· lem örneklerindendir" (Sandler 1992). Ovun teorisi ise, kolektif eylemin işbirlikçi ya da işbirliksiz olduğuna bakmaksızın, en azın· d�n ıki·kişi tarafından oynanan toplumsal bir oyunda (seçim, savaş, oligapol), belli kurallara uyulmak şanıyla, oyunculann seçliklcri stratejilere göre, pozlıif ya da negatif. ne kadar öden­ ti elM edeceklerini matematik olarak kestiren bir teoridir. Teorinin ileri matematik teknikler kullanılarak mükemmelleştirilmiş çeşllleri vardır. Benim burada kullandığım çeşitlemeler içinde en basit olanıdır. 3 Oyun teorisi {.va da başka teoriler) gibi disiplin-dışı çalışmalarla beslenen tarihsel olgulann biçimselleşlirilmesi, larihi �tarih +" haline getirir. Artı, her zaman tercih edilmeye değer. 4 Şu tanımlann faydalı olacağını sanıyorum: Reaya: köylü, halk. Ehl·I örf: Kapıkulu kökenJi asker: beylerbeyi, sancakbeyi, subaşı, muhassıl. mütesellim, mu­ tasawıf. voyvoda, dizdar, şehir kethüdası (İpşirll 1994). Sekban Bölükleri: Kapıkulunun kapı halkından olan sekban, saruca, deli, gönüllü, tüfekçi ve azeplerden oluşan çeteler. CelAli: Çoğunun kökeninin alil Mlii.k halkı ndan (kapıkulu süvarisi) olduğu sanılan başbuğlar (Akdağ, a.g.e., s.455) ile onlann emrindeki eşkıya bölükleri. İl-erleri: Reaya tarahndan yöredeki eli silah tulan gençlen::len derlenen ve halla, bazen fer­ manlarla bir sivil savunma örgülü olarak lanınan ve devlclln yanında bulunması istenilen düzensiz misil blrllkleıi... Başlannda yiğilba.şlan bulunur. Ordu-yı hümayun Serdar diye adlandınlan sadrazam, vezir, beylerbeyi ve bazen sancak.beyi tarahndan eşkıyayı sındırmak amacıyla kurulan düzensiz on::lular. 5 Brummett'e göre ( 1 998), her iki taraf arasında su üstüne çıkan ihtilafın kaynağı, losaca, kapı­ kulu-seyfiye zümresinin saray otoritesine karşı başkaldınşı ve her iki güç arasında sıkışan re­ ayanın çekllği. çile karşısında gösterdll't şiddetli tepkidir. 6 Çünkü, diyor, Hobsbawn, köylü toplumunda, hadi devlet eşkıyasından söz etmeyelim, köylü eşkıyası gibi toprakağası eşkıyası da vardır. Bir tarafta olan eşkıya, kolaylıkla, öte tarafa ge­ çebilir ( 1 959 s. 1 3). 7 EA;er eşkıya Celili stratejisini seçerse, eşkıya-kal'lıtı için en iyi strateji ordu·yı hümayun olur. Ama, eşkıya sekban bölüklerini seçmiş olsa bile, eşkıya-karşıtı için gene en iyi strateji ordu-yı hümayun üzerine oynamaktır. (ya da vice versa ). 8 Aslında, tarihçiler bu dönemin ünlü Cel.ilt başbuğ.lan arasında Canbolat Ali Paşa'yı da sayar­ lar. Galiba onun pek de sayılmaması gerekir. Çünkü, Karayazıcı ve Kalenderoğlu gibi baş­ buğlann ayaklanmalan köylü kökenli ve ön-politik bir tarzda tecelli etmişken, Canbolatoğ­ lu'nunkJ özgüllükle polltlkllr. Amacı, Osmanlı İmparatorluğu'nu önce yıpratmak, sonra çö· kertmektlr. Bu uğurda, Katolik Avrupa'ya Suriye'nin kapılannı açmak için Toskane Dükü Ferdlnant 11e ittifaklar kunnuş, kendi Surtye devletinin sınırlannı, kuzeyde, Erzincan, Sivas, Amasya, Yozgat keslslne (segnıent) kadar genişletmek üzere Osmanlı devletinden talepte bu­ lunmuştur. Ahmed 1 de yakınındakilere dönüp NBu Alı de artık çok oluyorN, demişti. Nllekim, akıbeti önce devlete sıtınmak, sonra da boğdunılarak ölmek olmuştur. 9 lng. deployrne11t = konuşulan - (11eolofıım}. Oysa, kuvrat - (Clauson 1 972), kubrat - (Orkun

1 987).

Coglıo,

sayı:

19, 1999


"Oymı Teorbi" Baglarnında Celali lsyanlan ( 1 596- 1 6 1 1 J

1 45

Kaynakça Akdağ, M. ( 1 964) "Celili lsyanlanndan Büyük Kaçguna", Tarih Araşıırmal.an Drrgisi. C. il.

Sayı

2-3.

Akdağ, M . ( 1 975) Türk Halkınm Dirlik v e Dtiwılik Kavgası. Ankara. Bilgi Yavınevt Barkey, K. ( 1 994) Bcmdiıs and Bureuaats, l..o ndon, ComeU Unive�ily Press .

Bnımmetl, P. ( 1 998) "Classlfytng Ouoman Mutlny: The Act and Visinn of Rebellion'", 1114 Tur-

ki.dı Sıııdle.� Associatin Bulletin. Vol. 22. no.1 Cet.ar, M. ( 1 965) Osmanlı Tarihinde l.Lvendler, lstanbul, Çelilu;:llt Matbaas ı. Cordonnler, L. ( 1 977) Cooperation et rkiprociti, PÜF.

Elster, ( 1989) nıe Cement of Society, Cambridge Univenily Press. Faroqhi, S. ( 1 987) "Polillcal Tension in Lhe Anatolien Countryside Around l bOO : An AUempl at InterpretaUon", Turk.sche Misz.ellanu Roben Anheggn Fostschn(ı, Edition Divit. Grlswold, W.J. ( 1 983) The Greaı Anatolian Robellion: 1000-102011591 - 1 6 1 1, Berlin: Klaus Schwarz Verlag. Gökbilgin, T. (İA) "Ahmet 111". Guerrlen, B. ( 1 997) lA Thiorie des Jeıu. Economfca. Hobbes, Th. ( 1 97 1 ) Uviaıhan. Ed l ti on Sırey. Hobsbawn, EJ. ( t 959) Prirn ilive lkbels, New York., The Norton Library. Hollis, M. ( 1994) The Philosophy of Socia/ Science; Cambridge University Pre5S. inalcık, H. ( 1 985) "Mllltary and Ftscal Transfonnations in the Onoman Emph��. iPI Sıudies in Ottoman Social and Economic Hisıory, Landon, Veriorum R.eprints. İpşlrll, Y. ( 1 994) "Kil.sik Dönem 05manlı Devleı Teşkilatı " , içinde: E. İh sa noğlu (ed.J Osnıanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, İstanbul, trsKAM. Jennings, R.C. ( 1 980) "Flrcarms, Bandits and Gun-control". Archtvu.m Otıomanicurtı Tomus VI. Orhonlu, C, (IA) "Murad Paşa, Kuyucu." Özkaya, Y. ( 1 994) Osmanlı lmpa.ratorlutunda Aydnlılt., Ankara, T.T.K.. Ponssard, Jean-Plerre ( 1 997) "Pour une approche conteıı:ıuelle de la ratlonali� dans les jewt non coopetra.Ufı", darıs: Dupuy, Jean-Pierre & Uvea. P. (eds.) Us limlles M la rwionaliıt, De­ couvert.

Rapoport. A. ( 1 969) Theom dn jeux a tkuxpersonrvs, Dunod. Sandler, ( 1 993) Colkctive Actlon, London, Harvcrster. Straffin, P.D. ( l 993) Gamt" Tlreory and Sıra.ıegy, The Malhamatıcal Assoclc ation of America. Uluçay, Ç. ( 1944 ) XVI/. Yüzyılda San.ııa n'da Eşkryal•k w Halk Ho..ı.etlerl. lsıanbul, Resimli Ay Matbaası. Uluçay, Ç. ( 1 955) /8. w 19. Yüzy•llonlo Sonmon'do E,ktyol<k w Halk Hom.tıleri, lsıanbul. Bert.­ soy Basımevl.

Cogtto,

sayı: 19. 1 999


Unutulan İkon: Hz. Ali 'nin Kılıcı Zülfikar' ın Osmanlı Türevi JANE HATHAWAY

İstanbul'un işlek semtlerinden Beşikıaş'taki Deniz Müzesi'ne gidenlerin karşısına, aniden ünlü amiral Barbaros Hayreddin Paşa'nın ( 1 466- 1 546) ye­ şil savaş sancağı çıkar. M üze­ den yirmi-otuz metre uzakta bir mezarda yatan. Hayreddin Paşa'nın sancağı üzeri nde, çok sıilize edilmiş bir şekilde, ilk h a l i felerden Hazreti A l i ' n i n çifı ağızlı kılıcı Zülfikar görü­ l ü r . O s m a n l ı i k o n o g ra f i s i n e özgü b i r biçimde tasvir edilen kılıcın iki ağzı arasında geniş bir ayrık görü l ü r

( Şekil

1 ).

Zülfi kar, Osmanlılann yüzyıl­ lar boyunca yaygın olarak kul­ landı kları İslam ikonlan ndan biridir. Ancak müze bu gerçe­ ğin farkında değil gibidir. San­ cağın altı nda yer alan açıkla­ mada Zülfikar, 'Hııistiyan Üç­ lü Teslısı'nin bir sembolü ola-

r!! ���:����a����� !a_:;·�ı�d:.vt�:�c��:

rak tanımlanmakta ve açıkla-

zesl}. FoloğraC: Aydın Coşkun

ma şöyle devam etmektedir:

Coglto,

sayı:

19, t 999


llmaulan ikon: Hı.. All'ttln Kılıcı

1 6. y

üzyı lda Osmanlı

Zıil(ikar'm Osmanlı

Türevi

147

donan mas ı , ü ç d i n i n de hüküm sürdüğü ticar1 coğ­

ra[yaya egemen olmuştur. Bu nedenle, H ı ristiyanhğın si mgesi de sancağa iş­ len m i ş t i r . . .

K ı l ı c ı n ayrık ağızları arası nda altı uçlu bir yıldız yer alır: H z . Süley­ man'ın mührü veya Hz. Davud'un yıldı z ı , yine yaygın bir lslaml simge. Y i ne de m üze bu simgeyi, "Teslis" gibi, güya Osmanlı hoşgörüsünü ve ekümeniz­ mlnl temsil eden bir Musevi sembolü gibi yeniden yorum la mı şt ı r . Sergilenen eserin altındaki bu şaşı rtıcı açıklama, Türkiye Cumhurlye­ U'nin veya en azından Cumhuriyet müzelerinden birinin, varisi olduğu im­ paratorluğun simgeler evrenine ne kadar yabancılaşmış olduğunun yansı­ ması gibidir. Ancak, Osmanlı döne m inde Zülfikar ikonografisinin daha ya­ kından incelenmesiyle, Osmanlıların da kılıcın tarihsel veya en azından kut­ sal metinlerdeki gerçekliğinin yeniden yorumlanması ile uğraştıkları ortaya çıkmaktadır. Osmanlılar sonuç olarak, görsel açıdan sahip olduğu çok bo­ yutlulukla, deği şi k kültürel geleneklere sahip kişiler için manevi önemi olan,

s adece Osmanlılara özgü bi r ikon yaratmışlardı r. lsıami Gelenekte

Hz. Ali'llİll Kılıcı

ZfllfiUr

Zülfikar Müslümanlığın kendisi kadar eski bir simgedir - veya Şii inancına göre insanlığın kendisi kadar yaşlıdır. Şii geleneği, kılıcın, Hz. Adem ıarahn­

dan Hz. Musa'nın asası, 'On Emir'in taşındığı Kutsal Sandık ve kendi tabutuy­ la birlikte Cennet Bahçesi'nden dışarı taşındığını savunur. ' Sünni geleneğine

göre, kılıç daha önce Mekke'deki putperest cemaatin varlıklı lideri ve Müslü­ manların iflah olmaz bir düşmanı olan el-As bin Münebbih el-Haccac'ın kılıcı­ dır. Kılıcı yapan kişi n in Arap dem i rc i Merzuk olduğu söylenmesine raııme n.

Zülflkar'ın çelik kılıçlarının kalitesiyle ünlü olan Hintli ustalann ürünü olduğu da öne sürülmüştür. ' Kılıcın çatal uçlu olduğunu anlatan hiklıyeler, zengin bir mitolojinin gelişmesine yol açmıştır. Daha geç döneme ait İslam ikonografisin­ de, kılıcın çift ağızlı olması önemli bir yer tutar. Bazı modem dönem araştır­ macıları, kılıcın Hint yapımı kılıçlardaki gibi çift ağızlı olduğıınu öne sürmüş­ lerdir. Hint yapımı kılıçlarda, kılıcın ağzı insan omurgasına benzer içi boş bir tübün etrafına sanlan iki çelik levhadan oluşuyordu. Zülfikar

(Zu '/-fekar) yani

"om urgalı " ismi de buradan gelmektedir. Bu anlamda, kılıç ağızlarının tek bir

noktada birleşmesine karşın kılıcın· iki ağzı vardır. ' Peygamber'ln hayatını iş­ leyen litemtür (sırrı) ise kılıcın adının, "zırhı daha kolay yarsın diye", kıllCın ağzındaki küçük oluklar veya oyuklardan

lfukrrı) geldiğini yazmaktadır. 5 Coglto,

sayı: 1 9, 1 999


1 48

! laue Hathtrn'll_\' Belki de el-As bin Münebbih Bedir Savaşı 'nda ( İ . S. 6 2 4 ) bu tür b i r k ı l ıçla savaşm ışt ı r. Putperest Mekke'nin ze n gi n l i ğ i ni n da�·a n <l ı ğ ı ticaret kerva nları­

nı yağmalama stratejisini iz l e�'e n Peygam be r H z . M u ha m m ed \'e Müslüman taki pçi l e ri, Medine'deki üslerinden, Mekke'den dönen bir Suriye kervanına

saldırmışlardı. Mekke'den gelen ya rdı m c ı kuvvetler, M ü s l ü manları Mek­ ke'nin kuzeyindeki Bedir surlarında kıs tırmı ş ama kesin bir yenilgiye uğra­ mıştı. El-As bin Münebbi h savaşta öldürülmüş, ancak Peygamber, Müneb­ bih'in kılıcı Zülfikar'ı, zafer kazanan M üs l ü m an l a rı n ganimetinin bir parçası olarak almıştı. 6 Erken döneme ait Müslüman kayna klar, Hz. Muham med'in daha sonraki savaşlarda Zülfikar ile savaşıp savaşmadığı konusunda açık değildir. Yoldaşları gibi Peygamberin de sahip olduğu ve kullandığı, her biri değişik adlar taşıyan çok sayıda kılıcı vardı. 7 (Bu açıdan, Topkapı Müzesi'n­ de bulunan Kutsal Emanetler Odası'nda, Peygamberin kılıç koleksiyonu içinde Zülfikar'ın yer almaması kayda değer.) Ancak İslami geleneğe göre, İ.S. 625 yılında Mekkelilerin Müslümanları yenilgiye uğrattığı Uhud Sava­ şı'nda Peygamber, yüzüğü ve diğer silahlanyla birlikte Zülftkarı da, kuzeni (amcaoğlu) ve damadı Ali ibn Ebu Talib'e vasiyet etmiştir. ' Peygamberin ölümünün ardından, Hz. Ali dördüncü Halife yani Müslüman toplumunun lideri olmuştur. Zülfikar ağırlıkla Hz. Ali'nin kılıcı olarak hatırlanmakta, da­ ha sonra kılıcı saran muazzam efsaneler, kılıcın, Hz. Ali'nin kılıcı olmasın­ dan kaynaklanmaktadır. Peygamber ve yoldaşlarına ilişkin efsaneler, kılıcı açık ve net bir şekilde Ali'ye bağlamaktadır. Hz. Ali bu efsanelerde, ilk dönem Müslümanlığının sü­ per kahramanı, savaş alanında büyük başarılar kazanabilen kişi olarak gö­ rülmektedir. "Ali'den başka delikanlı yok, Zülfikar'dan başka kılıç yok"

(La

feta illa Alt ve-la seyfe illa Zulfekar) atasözü çok iyi bilinmektedir. ' Daha son­ raki döneme ait İslam efsanelerinde, daha da önemlisi Şii veya Şii etkisinde kalan efsanelerde, Zülfikar sihirli özellikler kazanır. Zülfikarın dünyanın en uzun kılıcı olduğu söylenir. Artık iki ayn uç noktası şeklinde anlatılan kılı­ cın iki ağzının, İslam'ın düşmanlannın gözünü çıkartma amacına hizmet et� tiğt söylenir. " Bu inanç da, kahramanı Rüstem'in tek zayıf noktası olan göz­ lerine iki uçlu bir ok atarak İsfendiyarı öldürdüğü, İran destanı Şehname'de

aktarılan efsaneye de dayanıyor olabilir. 1 1

Zülfikar Hz. Ali'nin ölümüyle, oğullan Hasan ve Hüseyin'in eline geçer. Hz. Hüseyin'ln l.S. 680 yılında şehit edtlmeslnln ardından Zülftkar'a ne ol-

Cogtto.

sayı: 19, 1999


llı111t l4la11 ikon: Ilı.. Ali 'nin Kılu:r 7.Ul(ikar'm O�manlı Türevi

d u ğ u esrarım

korumaktadır, kılıca sahip old ukl an n ı iddia eden kesimlerin esran daha da yoğunlaştırmaktadır. Müslümanlı­ ilk yüzyıllarında Zülfikar, Hz. Ali'nln meşruiyeıinln bir simgesi olarak

sad ı k o ld u k l an i nanç l a r, ğı n

görülmeye başlanmışıır. Bu nedenle de kılıca sahip olmak, bazı proto-Şli gnıplan n , Müslüman

toplumunun

liderliği için tek meşru

hak sahibi

olarak

gördükleri Peygamber ailesini (ehli beyt) de temsil etmek anlamına gelmeye başlamıştır. Gerçekten de Oniki İmam'a dayanan Şii geleneği , Onlklncl imam

873 yı l ında ortadan kayboluncaya kadar, Zülfikar' ı n Hz. Al i sülalesin­

de kaldığını kabul etmektedir. "' Başlangıçta ehli beytin Halifelik haklannın savunucusu olarak ortaya çıkan Abbasi halifeleri, Zülfikar'a sahip olduğu söy le nen ilk hanedandır. " Ünlü Abbasi Halifesi Harun el-Reştd'in

(l.S. 786-

809) İ ran lı Generali Yezid'e kılıcını savaşta kullanma i zn i verdiği söylenir. Kılıca sahi p olduğu söylenen son Abbasi halifesi (l.S. 908-932) el-Mukte­ dtr'dir. lslami geleneklerin bazılan n a göre, lsmaililerin karşı-halifesini savu­ nan Falimiler, kılıcı, el-Muktedir'ln generali Munis tarafından öldürülmesi­ ni izleyen

k argaşa döneminde Abbasi sarayından çalmış (veya bakış açısına

bağlı olarak özgürlüğüne kavuşturmuş) ve kılıcı o dönemdeki başkentleri olan Tunus'taki e l-M e hd i yye'ye götürmüşlerdir. " Onbeşincl yüzyıldan sonra, Zülfikar'ın nerede olduğu, değişik sekter ge­ leneklerde eskisi kadar önemli bir yer işgal et mez . Ancak kılıcın imgesi , mo­ dem çağ öncesi dönemde yeniden şekillenen Müslüman dünyasında, dini me şrulye t ve askeri üstünlük için mücadele eden raki plerin , kendilerini tem­

sili nde yaşamsal önem taşımayı sürdürmüştür. Kılıcın resim olarak tasviri­ nin, en erken örneklerinden bazdan ilhanlı iktıdannda ü retilen be lgelerde görülmektedir. Moğol i l h an lı hanedanı, onlkincl yüzyılın son dönemleri ve onüçüncü yüzyılda, Tebriz'den günümüzde Kuzeybatı lran'a kadar uzanan bölgeyi yönetmişti. Matematiğin çeşitli dallarında yetenekli (polyrnath) ol­ duğu bilinen Blrunrnın (l.S. 973- 1 048). l.S. 1 307- 1 308 döneminde Tebriz'de üretilmiş, tezhiple süslenmiş Eski Halk/ann Hl"4.wsi adlı eserinde Zülfikar çatal uçlu pala şeklinde tasvir edilmektedir. " Bu tasvirde Moğol etkisi gö­ rül medi ği öne sürülebileceği için,

16

bu Zül fikar imgesinin, bölgenin Moğol­

lar öncesindeki resim geleneklerinden kaynaklandı ğı yolunda spekülasyon yapabi l i riz . llhanlılann tik dönemleı:inde Budizm, Şllz m ve suftzm !le flört etlikleri ve Ortaçajfda Tebriz yakı nları nda güçlü Alevi ve mistik eğilimler ol­ duğu anı m sanı rsa ,

17 bu gelenekler söz konusu etkileri yansıtıyor da olabilir­

ler. Onaltıncı yüzyılın başında lran'ın büyük bir kısmını ele geçiren Safa\'feoııııo. sayı: 1 9, 1 999

1 49


1 50

iane Haıltaımy

ler ve Osmanlılar için Zülfikar imgesi, Ali'ye duyulan saygı vt- sevgiyle yakın­ dan bağlantılıydı. Safevilerin, Ali ve Ali soyundan gelenlere ateşli bir bağlı­ lıkla kendini gösteren, mistik Şiizmin militan bir kolunu benimsemesine karşın, Zülfikar Safevi sanatı ve silahlannda, Osmanlı sanatı ve silahlarında olduğu gibi ikonografik bir önem taşımaz. Ancak Safevilerin İran'ı fethin­ den tam önce, İran'ın farklı Timur ve daha sonra Türkmen beylikler arasın­ da bölünmüş olduğu dönemde, kılıcın simgesel olarak taşıdığı öneme ilişkin bazı belirtiler götii l mektedir. İbni Hüsam'ın eseri, Hz. Ali'nin destansı bi­ yografisi Havanıame'nin onbeşinci yüzyıl sonunda üretilen Farsça el yazma­ sında yer alan bir tasvirde, Hz. Ali, Peygamber'in önünde silahlardaki bece­ ıisini sergilerken görülmektedir. Hz. Ali'nin elinde iki ayn . eğik uçlu enli bir kılıç olarak tasvir edilen Zülfikar bulunmaktadır. Kılıcın iki ucu adeta üst üste bindiği için, kılıç daha çok bir makası andırmaktadır.

ı tı

Hz. Ali'nin atı­

nın toynaklan altında, Ali'nin ortadan kaldırdığı İslam düşmanlanndan biri­ nin cesedi görülür, cesedin üzetindeki kıyafette bir çift yaranın izi -muhte­ melen Zülfikar'ın eseri- yer almaktadır. 19 Sözü edilen Havamame metni, Ti­ mur hanedanından gelen Prens Şahruh'un elinden eyaleti alan, Türkmen Kara Koyunlu hanedanının yönetimindeki Güney İran kenti Şiraz'da yazıl­

mıştı. Sanatçı dikkate değer bir biçimde hem Hz. Ali'nin hem de Peygam­ ber'in yüzünü çizmişti. Birçok gelenekte, İbrahimi peygamberlerin ve Pey­ gamber ailesinin hatlannı çizmek tam anlamıyla tabuydu. Ancak bu tasvirde onbeşinci yüzyılın büyük bir kısmında Şiraz ekolünce benimsenen şekilde, Hz. Ali ve Hz. Muhammed onbeşinci yüzyılın İranlı centilmenlerint andınr bir biçimde, tıknaz ve yassı bir biçimde tasvir edil­ mektedir. 20 Aynı geleneği izleyen, şair Lami Çelebi'nin Maktel-1 Al-1 Resul adlı eserinin, tezhiplerle süslü onaltıncı yüzyıl ürünü, Osmanlı elyazması, Ali'yt savaşta Havarname tasvirinin tıpatıp aynısı olarak betimlenen Zülfi­ kar'ı savururken sergilemektedir, ancak burada kılıç bir düşman atını ştşle­ mektedir. Şiraz Şii geleneğinde olduğu gibi bu Türk-lran pro-Şii geleneğin­ de de, Ali'nin yüzü tümüyle görülebilir. 21

Osmanlı Zülfikar Geleneği Osmanlılarda, Zülfikar, ondördüncü yüzyılda ortaya çıkan seçkin Osma­

lı piyade birliği Yeniçerilerle bağlantılı olarak algılanmaya başlandı. 22 Yenl­

Çerilerln

Zülftkar'a duyduklan bağlılık, Ali'ye duydu"klan bağlılığın bir par­

çası, güçlü Alevi eğilimleriyle tanınan sufi tarikatı Bektaşilikle olan ilişkileriCogllo, sayı: 19, 1 999


Unıaulaıı lkmı: Hı.. Ali'tdn Kılıcı Zül(ikar'ın Osmanlı

TUnvi

151

nin uzantısıdır. Yeniçeri efsaneleri, tarikata kuran Anadolu)u mistik, Hacı Bektaş-ı Veli'nin, ikinci Osmanlı Padişahı Orhan'a C I 326- 1 162) yeni askeri birliklerine uygun üniforma konusunda akıl verdiğini ve taşradan gelen, kır­ m ı zı başlık giyen si pahilerden ayırt edilebilmeleri ni sağlamak için beyaz başlık giymeleri ni tavsiye ettiklertni söyler. 2 ' Bektaşi efsanelerine göre, Hacı Bektaş-ı Veli'nin beyaz keçe cüppesi Yeniçerilerin ayırt edilmelerini sağla­ yan başlıklarının esin kaynağı olmuştur. Yeniçeri başlıklarının simgesi, ba­ şın tepesinden omuzlara kadar inen beyaz keçeydl. Efsanenin kimi versiyon­ larında Hacı Bektaş-ı Veli'nin yeni, askerleri kutsarken, askerlerin kafaları­ nın üzerine düşmüş, bazı uyarlamalarda Hacı Bektaş-ı Veli başlık yapmak için cüppesinin yeninden bir parça kesmiştir. 2"' Bektaşi tarikatıyla olan il işkilerinin yanı sıra, Yeniçerilerin Hz. Ali'ye bağl ılıklarının en açık göstergesi, Yeniçeri birliklerinin Zülfikar'ın tasvirleri­ n i kullanım biçimleridir. Zülfikar, İstanbul'da konuşlanan Sultan'ın askerle­ ri Yeniçeri birliklerinin ortalarında ve renklerinde önemli bir rol oynamak­ tadır.

25

Osmanlı devlet memurlarının Viyanalılar tarafından yapılmış resim­

lerini içeren, onaltıncı yüzyıl derlemesi ünlü Codu Vindobonerısls, Yeniçeri­ leri sırn halinde, Zülfikar'ın gerçek boyutlarının ötesinde tahta kopyalarını taşıyarak yürürken tasvir etmektedir. " Yeniçeri ve Bektaşi mezar taşlarında yine Zülfikar'ın ve Şii etkisi gösteren imgelerin, taşa işlenmiş simgeleri yer almaktadır. Zülfikar'ın en antropomorfik (insan-biçimli) örneklerinden ba­ zıları Yeniçerilerin mezar taşlarında yer almaktadır. 27 Bu tasvirlerin en yaygını ve en ünlüsü ise Yeniçerilerin savaş sancağı üzerine işlenmiş olan Zülfikar imgesidir. Efsaneye göre, Sultan Orhan birlik kurulduğunda, yeni birlikleri Hz. All"nin koruması altına vermek için Yeni­ çerilere verdiği sancağın üzerine Zülfikar'ın imgesini işlemişti. " Osmanlı ta­ rihinin daha sonraki dönemlerinde, sadece Yeniçeriler değtl, Sultan da bu sancağı taşıyacaktır. Yeniçerilerin, savaş meydanında Sultan'ı çevreleyen kullarından oluşan, Sultan'ın şahsı birlikleri olması gibi, Zülfikar sancağı da sadece Yeniçerilerin sancağı değil, aynı zamanda Sultan'ın da sancağıydı. Sancak kaçınılmaz olarak Sultan'ın iktidarı ve meşruiyeti ile bağJantılıydı. Osmanlı Zülfikar sancağı köşeli dikdörtgen, üçgen veya ucu çatallı Hama şeklini alıyordu

(Şekil 2).

Sancağın yüzeyi ya Osmanlı hanedanın rengi olan

kırmızı (al) veya Yeniçerllerlniri başlıklarının rengi olan beyaz (ak) renlcıi. Sancağın üzerinde kılıç çok stillze, çatallı, çatal uçlar arasında geniş bir ay­ rık bulunan bir biçimde tasvir edUlyordu. Genellikle kılıç imgesinin kenarla-

Cogtıo.

sayı: 1 9, 1 999


1 52

!

Jane Hathaıı·ay

Şekil 2: Yavuz Sultan Sellm'ln kırmızı Zülfikar sancağl. Kurtoğlu, Türk Bayra�ı ve Ayyıldız., s.'1

Cogtto,

sayı:

19, 1 999


Unuııılan

/kem: Hz. Ali'nin Kılıc:ı lii/flkar'ın Osmanlı Türevi

1 53

"Ali'den başka delikanlı yok, Zülfikar'dan başka kılıç yok" atasözünü içe­

ren hal sanatı eserleriyle ç izil iyordu. Zadislav Zigulaski Osmanlı Zülfikar

sancaklannm üzerinde sergilendiği biçimiyle, kılıcın antromorfizmine dik· kat çekmiştir: kılıç uç l a n bacaklara, kabza uçlan kollara, kılıç başı ise insan kafasma benzer. Zigulaski bu antromorftzmin bir tür "Türk nostaljisinden'"

kaynaklandığını ileıi sürer, Zülfikar'ın sık sık, İslami söylemde H z. Fatma, kimi zaman Hz.. Ali veya Hz. Hüseyin'in eli olarak yorumlanan, el motifleri ile bağlantısı dü şü n ül ü rse , bu durumun kısmen Ona Asya Şaman gelenekle­ ıinin etkisiyle onaya çıktığı spekülasyonunu yapabiliriz. ,. Osmanlıların Mısırı fethine tanık olan, son dönem Memluk vakanüvisi lbni llyas'a göre, Yavuz Sultan Sel im Kahire'ye girdiğinde savaş otağı n ı Nil nehri üzerindeki Rawda adasında kurar ve otağın önüne kırmızı ve beyaz sancak diker. '° Bu sancakların üzerinde büyük bir olasılıkla Zülflkar'ın tas­ viri yer alıyordu. Gerçekten de, Topkapı Sarayı Müzesi koleksiyonunda. Ya­ vuz Sultan Sellm'in Mısır'a götürdüğü kırmızı Zülfikar sancağı yer almakta­ dır (Şekil 2). Onalııncı ve onyedinci yüzyılda Osmanlı orduları arasında Zülfikar sa ncağı nın ne kadar yaygın olduğu, hali değişik Avrupa müzelerin­ de örnekleri bulunan, çoğıı Osmanlıların rakipleri tarahndan ele geçirilmiş bol sayıda örnekten çıkanılabilir. Venedik Dükasının eski sarayına giden zi­ yaretçi, sergi salonlarından birinde yürürken, tavana asılmış olan büyük, kırmızı üçgen biçimindeki Zülfikar sancağını görünce şaşırabilir. " Dolayısıyla en azından onbeşinci yüzyılda Zülfikar Osmanlı kültürü bağ­ lamında bir dönüşüm geçirmiş ve Alevi liderlerin savaşta kullandığı gerçek bir kılıçtan, sancak üzerinde sergilenen bir kılıç imgesine dönüşmüştü. Bu dönüşüm, Zülflkar'a daha önce sahip olmadığı öne sürülebilecek bir popüla­ rite de kazandırmıştı . Sonuçta bir sancak, gerçek bir kılıçtan daha çok, daha fazla sayıda asker ve sivil tarahndan görülebilir ve benimsenebilirdi. Değişik bölgelerde yer alan ordu birimleri ve tek bir ordunun değişik kuweılerlnin kendi sancaklarını taşıması amacıyla çok sayıda üretilebilirdi. Müslüman ordularının sayısı arttıkça ve giderek daha büyük ve yaygın topraklan sa­ vundukça, bu tür yaklaşımların da önemi anmaya başladı. Onahıncı yüzyıla gelindiğinde Osmanlı orduları düzenli olarak iki cephede, batı sınırında Habsburg lmparatorluğıı'na, doğu �ınınnda Safavflere karşı savaşıyordu. Bu kuvvetler, başkentte konuçlandınlan Sulıan'ın kişisel ordusuyla, taşranın göndermekte zorunlu olduğu kuvvetlerin birleşmesiyle muhtemelen yüzbınCogito, say>: 1 9. 1 999


1 54

Jaııe Haılunı·ay

Şekil J: Guadalupc Bakiresi.

Coglto, sayı: 19, 1999


Unutı4/an ikon: Hz. All 'nin Kılıcı Zül(iko.r'rn Osmanlı Türevi

1 55

lerce kişiden oluşan devasa orclulard ı . u Onsekl zinc i yüzyıhn başmda sadece

Mısır'dan gönderilmesi zorunlu olan ordu 3.000 askerden oluşuyordu.

H

Bir

karşılaşıırma yapmak gerekirse, Bedir savaşında yaklaşık 300 ki şiden oluşan Müslüman ordu su , 1 000 ki şide n oluşan Mekke kuwetleıinl yenilgiye uğrat­

mışıı; " l.S. 636 ta li h i n de , Bizanslılardan gü n ü m üzde Ürdün topraklannda olan Yermuk'u alan Müslüman ordusu bile 46.000 kişiden ol uşuyord u . " Değişen bu koşullar altında, Zülfikar'ın tekil bir nesned en , kitlesel olarak

üretilen bir simge haline dönüşmesi, önceden kestiıilemeyecek bazı firsaılar da doğurmuştu. Bu biçimde n itelendirilebilirse, kılıç kültü , sancaklann üze­

ıinde lmgeleıi ve tahta takllıleıiyle kılıcı n kendisini n yayılabilece ğinden çok

daha kolayca yayılabilirdi. Bu sancaklar, tahtadan takliıleıi ve imgelere eşlik eden mitoloji ile birlikte, Zülfikar'ın ikon statüsüne ulaştığını söyleyebiliıiz. Bu açıdan kılıcın yayılması ve popüler hale gel mesi , sancaklar, tabelalar, ki­ l isede yakılan mumlar (ve yakın zamanda T-shirtler) ü zeıi ndeki imgesiyle,

Meksika'nın ulusal simgesi olarak konumunu sağlamlaşııran Gııadalııpe Ba­

kiresi (Şekli 3)

gibi ünlü H ıris tiyan ikonlann yaygınlaşması ve popülerleş­

mesi sürecini andırmaktadır.

16

H ü rm e t etmesi için, kişinin Bakire Merye­

mi n vizyonunu görmesi veya bu tür bir deneyi m yaşamış biriyle tanışması­ nın ge rek m ed iği gibi, kılıcı adeta dini bir huşuyla değerlendirmek için bire­ yin gerçek Zülfikar'ı görmesi veya kılıcı kullanmış bir kahramanla tanışmış

o lması da gerekli d eğild i r. Tarihçi ve a n tropologl ar, Guadalııpe Bakfresf'nin Meksl ka 'd a kl yaygın popülaıiteslnin, Kolomb ö nces i nde bereket tannçalan na d uyu lan i nançtan beslendi ğini öne sü rm üşl e rd i r. " Benzer bi ç im de , Zülfikar efsanesi Osmanlı Yeniçerileri arasında, Yeniçeri kuvvetlerine devşi rme olarak toplanan genç­ leıin karşı karşıya ge l d iğ i diğer kü l türlerdeki yaYl!<ın kılıç efsaneleıiyle ben­ zerl ik göstermektedir. Onyedlncl yüzyıla kadar, İstanbul ve di ğer eyaletler­

deki Yeniçeri kuvvetle n, devşirmelerden oluşuyordu. Devşirmeler, Balkanlar ve Anadolu'nun Hııisllyan nüfuslan arasından toparlanan, Müslüman ve pi­

yade olarak e ğiti len gençlerden oluşuyordu. Yeniçeıi kuvvetleri arasında sa­ vaş eslrleıi, Avrupa ve lran 'dan gelen paralı askerler de yer al ıyord u . " Bu kişiler, Zülfikar hikayeleri ile kolayca bi rleşen, kılıç efsaneleıinln kanşımın­ dan haberdar olabilirler. 1455 yılında Fatih Su ltan Mehmed'ln kuweıleıi ta­

rafindan Belgrad'ın güneyinde yakalandıktan sonra 1 2 yıl boyunca, Yeniçeri kuwe tl e rlne cephe gerisinde hizmet veren bir Sırp askeı1 olan Konstantln

Cogtto,

$ayı: 1 9, 1999


1 56

Jaııı• Hııtlta ıım·

Mihayloviç, çok iyi bili nen anılan nda, taştaki kılıç Arthur efsanelerinden

� lınma

ve

Excalibur'a da�ralı Kral

öğelerle süslü bir Zülfikar h i kfı.yes i an latır.

Mihayloviç'e göre Muhammed'in ölümü sonrasında, Zülfikar'ı yok etmek is­ teyen Hz. Ali . kılıcı, "kılıç. tamamiyle kayanın içinde yok oluncaya kadar" kayaya saplar. Ölüm saati gelince, Ali kılıcı denize atar, deniz üç gün boyun­ ca Ali'nin yasını tutarak "köpüıür ve kaynar".

J�

Bu öyküde Hz. Muhammed

Kral Arthur, Hz. Ali ise daha sonra Kutsal K3se'yi bulan Yuvarlak Masa şö­ valyesi Percival'in rolünü üstlenir. Öte yandan Doğu Anadolu, Kafkaslar ve Kürt bölgelerinden gelen askerler ise, Doğu Anadolu'daki Alevi Kürtlerin bu­ gün de sürdürdükleri, Mehrdad lzady'ni n "ant i k İran'ın taşa saplı kılıçla temsil edilen tannya tapma töreni"nden haberdar olabilirler. "0 1 539 yılında Safavi Şahı Tahmasp'ın sarayına gitmek üzere yola çıkan Vened i k elçisi Mi chel e Membre'ın dikkatini, Gürcistan dışındaki bir kilisede "üç dört han­ çer ve iki kılıç saplı olan bir tahta direk" çeker. 4 1 Avnıpa, İran ve Arap mi to­ lojisinin diğer unsurlarından gelen, benzeri sihirli kılıç ve mızrak öyküleri

de Zülfikar efsanesine sızmış olabilir: Epik İran destanı Şahname'deki Bü­ yük İskender efsaneleri, Digenes Akritas'ın destansı öyküsüyle zirveye ula­ şan, akrf.toi olarak bilinen Bizans uç askerlerinin hikayeleri ve Sirat al I.alıir Baybars " olarak bilinen ilk Memluk sultanının fantastik efsaneleri. Gerçek­

ten de, Zülfikar efsanesinin değişik geleneklerle uyumlu olması kısmen, çok farklı kökenleri olan Yeniçerilerin kılıca ve kılıcı kullanan kişiye hürmet et­ meye bu kadar hazır olmalarını da açıklamaktadır. Bazı açılardan Osmanlı Zülfikan Hıristiyan haçına veya haçla bağlantılı Hıristiyan ikonografisiyle acayip bir benzerlik sergilemektedir. Dalgalanan çatal uçlu bir deniz sancağı üzerinde temsil edilen Zülfikar kolayca, Haçlı seferleri ve daha sonra Kutsal Roma İmparatorluğu gemilerinin sancakla­ nnda dalgalanan haçlarla karıştırılabilir. Üç uçlu bayraklarda sergilenen haçlar, Hııistiyanlara hiç de yabancı değildi. Slnai yanmadasındaki St. Cat­ heıine M anastın 'ndaki St. Serglus i konu, aşağı kısmı üçe bölünmüş bir haç sancağı taşır (Şekil

4);

St. Sergius'un Ortadoğu göçerlerinin koruyucu azizi

olarak tanınması da bir tesadüf değildir. Fordington, İngiltere'deki bir kilise duvarının üzerindeki Aziz George rölyefinde de benzer bir şekilde bölünmüş bir bayrak yer alır. " Devşirme sistemi terk edilmeden önce, Yeniçetilerlo çoğunun Doğu Av­ rupa ve Anadolu Hıristlyanı kökeninden geldiği düşünülürse, Hıristiyan ha­

çı ile bu sıkı benzerlik tesadüfi olmayabilir. Bu açıdan Zülfikar imgesinin Coglto,

sayı:

t 9, l 999


U1111t 11/a 11 ikon: H::. Alı 'ıı m Kılıu lülfıka r'm 0Hntm lı Turevı ayrı k uçları n ı n , Mogo l ve Timu r döne minde gelişt irilen "bir ç i ft makas" im­ gesi yeri ne, sadec e Osma nlı yönet i m i altınd a ortay a çıkmı � olmas ı da an­ lamlıd ır. Ayrık kılıç uçlan olmad ığında bile, Osma nlı Zülfik an. kılıç kabza­ s ı n ı n kenar ları haçın "kolla rı" olarak hizme t edecek biçimd e yerleş tirildiğ i için, Zülfika r haçın anısını da koruyor du.

Osma nlı i m parato rluğu'n da Zülfika r'ı çevrele yen ikonog rafi gelene ğine i l i ş k i n araşt ı r m a m ı z , O s m a n l ı ların k ı l ı ç imges i n i n , bir tür ikonog rafik Rorschach testi fonksiy onu gördüğ ü sonucu na varmamıza yol açtı. Burada kılıç imgesin in, gören kişinin geldiği ideolojik veya dini gelenek ne olursa ol­ sun bir anlam taşıdığın ı söylemek istiyorum . Sonuç olarak, kılıç imgesi ve

bu imgenin çağrıştırdığı efsaneler, çok farklı kültür ve dini kökenlerden, Os­ manlı askeri ve yönetim kültüıüne katılmak üzere gelenlerin ihtiyaçlannı

karşılayabiliyordu. Bu a nl a mda kılıç, ideolojik motiflerden çok pratik amaç­ lara hizmet etse de, Osmanlı yönet i m sisteminin bir parçası olan eküme­ nizm ve uyum sağlamanın bir simgesiydi. Bu da bizi Deniz Mü­ ze si 'nin g i r i ş i n e ve Bar­ b a r o s H a y re d d i n Pa­ şa'nın sancağı üzerinde yanlış tanımlanan Zülfi­ kar'a geti götüıiiyor. De­ n i z Müzesi'nin ironisi ise, m ü z e n i n duvarları­ n ı n , 0 d ö n e m d e Z ü l fi ­ kar'ın Osmanlı askeri gü­ c ü n ü n k a n o n i k i mgesi haline geldiği açık olan ondokuz ve yirminci yüz­ yıl tablolarıyla dolu ol­ masında yatıyor. Son dö­ n e m O s m a n l ı ve h a t t a C u m huriyet dönemin in ilk yıllarına ilişkin yağh­ boya tablolarda bile, Os­ manlı ordu ve donanma­ Mana:sDn. Aziz Serglus ikonu. S ı . Caıherine s ı , B a r b a r o s Hayre d- Şekil 4: Coglto, say" 1 9. 1 999

1 57


Ja11e Haılıaway

1 58

din'in sancağı üzerindeki örneğine kıyasla çok daha az antrnponıorfik özel­ _ likler gösteren, alçak gönüllü ve çatal uçlu Zülfikar'ın yer aldığı sancaklarla sergileniyor. 44 Bu tablolar tarihsel gerçeği temsil ediyor olsun veya olması n, son Osmanlılar için, biraz sterilize edilmiş, standartlaştırılmış çatal uçlu Zülfikar imgesinin, Osmanlı askeri egemenl iğinin işareti olduğunu göster­ mektedir. Bu Zülfikar, son dönem Osmanlıların kılıç imgesine, gerçekte kul­ lanımda olan veya olmayan sembolik bir önem atfettikleri, "klasik" bir Os­ manlı geçmişinin yeniden tahayyülünü yansıtmaktadır. Yine de, kılıç imge­ sinin daha erken dönemlerde Osmanlı bağlamında taşıdığı anlam, bu tablo­ larda yaşamaya devam etmektedir. Ancak yinni otuz yıl İ\:inde, Deniz Müzesi'ni düzenleyenler için bu sem­

bolik anlama ilişkln bütün bu yapı kaybolmuştur. Müze, bu ikonografinin fiziksel kanıtlannı tutmasına karşın, ikonun anlamını kaybetmiştir. Deniz

Müzesi'nin düzenle m esi nden sorumlu olanların, ikonografik Rorsclıach tes­ tini geçemedi kleri n i söyleyebi liriz , en azından testin varsayımları bütünüyle değişm işt ir. Gören klşinin geldiği kültürel bağlama uyum sağlayan Müslü­ man ikonu olarak kalmak yerine, kılıç imgesi. hegemonyacı bir Hıristiyan sembolü rolüne bürünmüş ve Osmanlı talihi bu sembole uyum sağlayacak şekilde yeniden biçimlendirilmiştir. Bu ilginç (ve açıkça postmodem) du­

rumdan, tarihçiler, korumadan yana olanlar ve Osmanlı mirasının varisleri için ne tür dersler çıkanlabileceği konusunu ise okurlara bırakıyorum. lngilizceden çeviren: idil Eser

Notlar 1 lslanbul. Deniz Müzesi, D. 8. 2964. 2 John Rcnard, lslam and tiri Heroic lmage: Themes in Literawre and the Visual Arts (Colum­ bta, SC: Universlty of South Califomia Press, 1 993), s.96

3

A. Rahman Zakhy, "On lslamlc Swords", Studies

Pro(essor K.A.C. CressweU (Kahire: Tlıc Amertcan

fn l.damic Art and Architecwre in Honour of

Unlversııv. in Calro Press, Arablvat Merkezi · için basılmıştır, 1965), ss.270-27 1 , 271 n. I . 4 Zygulskl , Ottuman Art in the Service of the Emplre, ss.46, 48 5 Abü Jafar Muhammad bin Iarrir al-Tabari, The Hlstory of al-Tabari, cilt JX, The Lası Years o( tlıe Propheı, edil.ör ve çevirmen lsmail K. Poonwala, SUNY Series in Near Eastem Studles, (Albany: State Unlverslly of New York Press. 1990), s. 1 54, dipnol 1049 ve bu notta anılan kaynaklar. Aynca bkz. Davtd C. Ntcolle, Anns and Amıour of the Cmsadl11g Era, 1050-IJSO (White Plalns, New York: Kraus lntemallonal Publtcatlons. A Dlvlsion of Kraus-Thomson Organizatlon. Lı.d., 1988), 1 . Clh : Commentary, s. 1 49; ve Renani lslanı and ıhe Heroic lmage, s.207.

Cog!to,

sayı:

19. 1 999


llnııtıtlan

6 Kur'an, sure 9;

E11cyc:lopdıa

ikon: Hı.. Ali'ntn Kılıcı Zül(llcar'ın Osmanb Türevi

of /.dam , 2. Bbım, W. Monlgomery Wau. ·Bedır" maddesi. Ha·

Ma)a, "Jihad ... 1 8 ; Bedir sava­ de Abu Dav.ud'dur. Abu Da­ wud, "Jihad", 1 39, 1 44: al-Tlnnidhi, "Tarsır", 8:7; \le lbn Hanbal 3: 497. 7 Al-Tabar1, Hlstory of al-Tabal'I, elit IX, ss. 1 53- 1 54 . : Zaky, "On lslaml(: Swords", sı..270- 7 1 ; Zygulskl, Ottoman A n in the Service of ıhe Emplre, s.48, 8 Bkz. Renard, Jslam and ıhe Hemlt' /mage, s. 1 05. 9 El. s.\I. "Dhü'l Fakar", E. Mtuwoch; lak, "On Islamic Swordı", s.270; ZygulskJ, Otıoman Mı ln tlıe Service of ıhe EmpllT, s.49. H7.. Alt'ye yazılan çeş i di övgü \'e şükran ,arkılannda, All'nin oldukça hantal olan kılıcı kullandıl;mı ilk olarak 16rdütünde Peypmber'in bu aleri sövlc­ dlll anlaııhr. Bkz, Renard, Jslam and ıhe Herolc /mage , ss.207, 295, n. 1 2 . lbn Hisham'a bu cümleyi sarfeden başka biridir. Bkz, "Ibn Hlsham's Noıcs. lbnı ishak, 71v U(e of Muham­ med, editör \le çevirmen, Alfred Gulllaume, 3. Basım (Lahor. Oxford Unlvenlly Press, Pakis­ tan Kolu, 1 970), s.756, ı . 6 1 6 . 1 0 El2, s . v . MDhü-1 Fakar", Renanl, lslam and ıhe Heroıc / nuJfe , s.207. 1 1 Ferdowsl, Tire Epic of ıM Klngs: Shah-Name by Ferdowsl, çeviren Reuben Lcvy, 2. Basım, ct­ r1ş E.hsan Yarshater, Onsöz Amin Sananı, Yeni Girlf Dlck Davb (Cos&a Mesa. CA, ve N�· York: Ma7.da Publlshers ve Blbliotheca Penla, 1 996), ss.208-Zl 1 . Demotte Slıalr nanN 'stnden bu bölümün bir tasviri için bkz.. Oleg Grabar w Shella Blalr, Epk /magıtS and Conıanpora� Hlsıory: The lllustraılons of ıhe G101 Mongol Sluıhnama, <Chkaao: Untvcrslly of Chicago Press . 1 980), s.2 1 . 1 2 Renard, lslam and ıhe Herolc lmage, ss. 1 05 , 142. 13 Fr1edr1ch Wllhelm Scwarzlose. Dl.e Waffen der alıen Arabtr aus diren Dldlıem datpsıeDı (Hll­ de sheim \le New York.: Geor'I Ol m s Verlag, 1 982), s. 1 52: Zygulskl. OrtotMrıAn in ıh# Snvta of ıhe Emplre. s.46. 14 Pau l E. Walker, "Purlotned lnslgnia: Stolen Symbols of Leglttmacy in the Abbasld-Falimid Rl\lalry", 1 996 Mlddle East Studtes Associattons konferansında sunulan teblla. Provtdence, Rl, Kasım 1 996, ss 1 -5. 15 Nicolle, Anns and Amrour of ıM Crusaıllng Era. ci lt 1: Commenıary. s. 1 49; ci l t Il: llbuıraıl­ ons , s.708, Şekil 388A (fo.92r), 3880 (fo. l 6 1 r). 388E (lo.. 16lr). 16 Nlcolle, Anns and Annour ofıhe Crusading Era, clll I. s.149. 17 tlhanllertn dini el'l.llmlert için , bkz. Bertold Spuler. 1he History ofıhe Muslirn World, O. Cllc 77rc Mangal Prrla<I, (L.elden; E.J. Bnll, 1 969; repnnı Prtnceıon; Martus W....,. Publishers, 1 994), ss.25-42: idem .• " D l s i n l lgralion of the CallphlLe in the Eası" , P . M . Holı, Ann K.s.Lambıon ve Bemard Lewls, edilörler, The Cambridge Hlstory of /sldm, vol. 1: The Cenıral /slamlc Lands (Cambrtdae: Cambr1dge Unlvenl ly Press . 1970), ss. 1 66- 1 69. 18 Basil G ray , hrstan Painllng, 2. Basım, (New York: Rlzzoli lntematlonal Publlcalions , ine., 1 977), ı . 1 05. 19 Bu nokıaya dtkkallml çektiği için Barbara McFarland'a şükran borçluyum. 20 Onbeşlncl yüzyll Şiraz ekolünün diler ömekler1 için. bkz. Gray. hrsta11 Palnting. ss.66. 73. 7 7 , 97, 98, 1 02· 1 03, 1 06-107. 2 1 Zygulskl, Ottoman Art in ıhe Sen>la of ıltt Emplrr, ı.49; resim 2, ve ı.6 1 . n. 1 0 1 : Renard. Is· lam and ıhe Herolc lmage. s.258. 22 J.A.B. Pa lmer . "The 0r1gln of ıhe Janlssanes". Bullaln of tlıe John Rylarrds Ubrrıry l5. ( 1 9521 953): 448-48 1 . 2 3 Unıç vr Aşıkpap.-zAde ta rihi nden alıntı yapan Palmer, "Ortaln of ıhe Janlssartes", s.452; an­ cak Palmer Hac1 Bek.tat Veli'nin onüçünctl yüzyılda l!ıldOlfinO not etmektedir. (s.456). 24 Vılayatnanıe of Ha/il Bekta.sh'dan al ın u yapan Palmer, "Orfsln of the Jantssaınes•, ss.474-475. 25 Lulll Ferdinando ManJıılt, Staıo ınllllaN d.U'lmpirlo otlOmtmo'L'lıaı miltarlıY tk l'empirr roman (Hque: P. Goose ve G. Ncaulmt", 1 732: upk ı bası m Graz : Akademixhe Druck und Veılponsı, 1972), wl. il, s.53, ı...ımlcr 2 0.2 2 ; ZyauJskl, Ottoman Arı in ılw - of ııı. Emp1,., ss.28-30. 26 Coclu- Vlndobonensls, Viyana. Osıem:tche Nalionalblbltothek, MS 8626. alın11 lçl n Z,.ulslı:I. OltomGn Art in ıM Servi« of the Empl12, s.. 1 49.

dls'ıe kılıçlan l bn Hanbal adı y la söz ed i lme k ted ir 1 : 27 1 , ve lbn şının ga n lm et ler1 nden blr1 olarak kdıçtan söz edenl erde n biri

İörc

O/­

Cotılto. sayı: 1 9, 1999

1 59


1 60

Jaııe Hathall'ay

27 Tavergalı (?) Mehmeı A�a'nın (öl. 1 23 51 1 8 1 9- 1 820) oğlu Molla Mchnıcd'in mf.')'. a n , l!<.tanbul Deniz Müı:esi'nin dışında yeı· almakıadıL Mezann başında \ " C ayak ur.:unda ve-r a l a n ıa�ların üzerinde savaş sancaklannın üı:erindcki Zülfikoir imgesine..• benzer bir ZOlfikoir tasviı-i ver ;ıl­ maktadır. Mezar ıaşının üzerindeki imgenin, sancakların iizerindl• )"l'I" ala n l<ırda n farkı, kab­ za ucunun etrafında ince ince çizgiler, kılıç kabzasının uçlanndan ise parmak bcnzcri gü­ riintüler olmasıdır. 28 Rıza Nur, "l'Hisloire du crolssant'', Rn·m· de l11rmlogie 1 , 3 (Şubat 1 933): 1 1 5 - 1 161344-345. 29 Zygulski, Ollomaıı An in ılıe Service oftlıe Empire, ss.50-5 1 ,53. Taıihi Viyana Müzcsi'nde, Niklas Meldemann'ın (Nurembcrg, 1 530) Osmanlılann Biıind Viyana Kuşatması"nı ( 1 529) tasvir eden bir resmi bulunmaktadır. Resimdeki Osmanlı sancaklannın birinin üzerinde bir insan şeklini, muhtemelen biı· okçuvu anımsatan bir.şekil yer alır. Bu imge, Alman ressamın doğal olarak ıanımadığı Zülrtk;ir olmalıdır. 30 Nur, NL'Hisıoıre du croissant", s. 1 1 71346. 31 Venedik Dükasının sarm,ındaki müzeye Venedlk, Haziran 1 995. · . kişisel zivaret, 32 Caroline Finkel. The Ajministraıion of War(are.- The Ottomarı Mtlitary Caınpo.lgns in Hım· gary, 159J-J606, 2 cilt. (Viyana: VWGÖ, 1 998). 1. Cilt, ss.62-63, Osmanlı ordusunun büyüklü­ ğünü ıahmln etmenin zorluklanndan söz eımekıe, farklı Avrupa kaynaklannın ordunun bü­ yüklüğünü 500.000, 300.000 ve 100.000 kl�I olarak ıahmln ettikletine değinmekıedlr. 33 lslanbul. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Maliyeden Müdevver 7069 ( 1 737- 1 738); Ahmad Katk­ huda Azaban al-Damurdashl, Al-dı1mı al-mıısana fi akhbar al-Kinana. Londra, Btitish Muse­ um, MS Or. 1073- 1 074, ss.5-6, 1 7, 222. 34 El, s.v. , MBedir", 35 Al-Tabari, The History of al-Tabari, Xl. Cilt, The Challenge ıo the Empires, çeviren Khalid Yahya Blankinshlp, (Albany: Staıe Universily or New York Press, 1 993), ss.87-88. 36 Jaroslav Pelikan, Mary through ıhe Centuries: Her P/ace in the History of Culıure, (New Ha­ ven, CT: Yale Unlversily Press, 1 996), ss. 1 76- 1 8 2 ve ben im San Antonıo, Teksas'taki gözlem­ lerim. Aynca Guadalupe Bak.iresi'ne adanmış çok sa)'lda lntemet sayfasına bakınız. 37 Pelikan, Mary through ıhe Centurles, ss. 1 80- 1 8 1 . . 38 Palmer, MOrlgins or the Ja nl ssarles" . ss.457-470; Paul Wittek. "Devshinne anıl Sharfa", Bul­ leıin ofıhe School ofOriemal and Afrlcan Studies. 1 712 ( 1 955): 2 7 1 -278; V.L.M�nage, "Slde­ ·11ghts on the Devshinne [rom idris and Saduddin", Bul/etin of ıhe School of OrienıaJ and Afri­ can Sıudles, 1 811 ( 1 956): 1 8 1 - 1 83. Anadolu ve lran'dan gelen askerler için bkz Mehmed bin Yusuf al-Hallaq, Tarih-1 Mısr-ı Kahire, lstanbul Universtty llbrary, T.Y. 628, fo. 149r; ve Jane Hathaway, The Politics of Households in Ottoman Egypı: The Rise of ıhe Qazdaglıs ( Cambrid­ ge: Cambridge University Press, 1 997), ss.43-46. 39 Konstanty Mihalowtcz, Memoirs ofa Janlssary, çeviren Benjamln Stolz, notlar Svat Soucek (Ann Arbor, MI: Unlverslty of Mlchlgan Press, 1 975), ss.7,9. 40 Mehrdad R. lzady, The Ku.rds: A Concise Handbook, (Washington, O.C.: Taylar ve Francls, ine.. 1 992), s. 1 5 1 . Gerçekten de lzady oldukça inanılmaz bir şekilde, bu törenin Roma İmpa­ ratoru Marcus Aurellus'un C.E. İkinci Yüzyılda İngiliz adalannda konuçlandırdığı, Samarl­ tanlar olarak bilinen lran asıllı halktan bir birlik yoluyla doğrudan Arthur efsaneleriyle bağ­ lantıh olablleceğlnt öne sürüyor. 41 Mt c hel e Membre, Mlsslon to ıhe Lord Sophy of Persia, editör ve çevinnen A . H . Morton (Londra: School of Or1enta1 and African Studies, Unlverslly or London, 1 993), s. 1 3 . 42 Ferdowst, Th e Eptc o f ı he Klngs; John Mavrogordato, çevirmen v e editör, Digenes Akrltas (Oxfon:I: Clarendon Press, 1 956); anoni m , Sırat al-Zahir Baybars, 2cl basım, 5 ciltte 50 bö­ lüm, (Kahire: Matba'at al-Ma'ahad, 1 923), yeni basım, ed. Jamal al-Ghaytanl (Kahire: Al­ Hl'ya al-Mtsr1yya al- Amma 111 K.ltab, 1996). 43 Nlcolle, Arnı.s and Annour of ıhe Crusadi#ıg Era, :tekil 843 ve 89 1c; 1. C i lt, ss.333, 350; il. Cilt, ss.810, 8 1 8. 44 Örnekler arasında Hüsnü Tengüz'ün D.B. 1 508; İbrahim Çallı.- D.B. 1748, A.bdUlhamid [l's?/ Revlew of th� Shlps at Saraybumu; Hasan Rıza, D.B. 1 936, Fatih Sultan Mehmet Marching

(rom Edime ıo /sıanbul.

Coglto, sayı: 19, 1999


Bir Osmanh Türkü Yaptığı Seyahati Niçin Anlatırdı? N ICOLAS VATIN

Osmanlı lmparaıorluğu'nda çeşitli vesilelerle sık sık seyahat ediliyordu. Tüccarlar ya da hlzmetkiırlan ülkeyi ve denizleri bir uçtan bir uca dolaşıyor­ l ar , k i m i zaman sınırlann çok ö tesine gittikleri bile oluyordu. Askeri seferle­ re

çok sık çıkılıyordu . Dervişler gönüllü ge zgindi. Yöneticiler ve kadılar gö­

revleri ge reği

oradan oraya dolaşıyorlardı. Nihaye t , casuslar ve büyükelçiler

düzenli olarak yabancı ülkelere gidiyorlardı. Bu şekilde edinilen deneyim her zaman yok olmuyordu. Yazarların bu­ l unduklan

onamlardan derledikleri b i l gile r , Piı1 Reisin Kitdb-ı Balıri_�·esi,

Seydi ' A l i Re'is'ln Mulıiı'I, Aşık Mehmed'in Menıizırü 'l-aı•ıilim'len, Al i Ek­ ber' l n Hıtdy-ndme'sl 1 , hat t a Gelibolulu Mustafa Ali'nln Hıilıitü-1-Kdlıire mi­ ne'/- 'dddll-z-z.dhlre'si gibi "coğrafi" ve " et nogra fı k " eserlerde yer alırlar. An­

cak bu kitap l ar kelimenin gerçek anlamıyla seyahat anlatılan deği l dir; yani kişinin bir yerden başka yere gidişi nin kendisi ya da en az ından onun adına konuşan bir başkası tarafından az çok doğrusal bir anlatımı değildir. Evliya Çelebi'nin Seyahaı nd me 'sinden önce bu tür metinler pek e nderdir ' v e bunların kaleme alınma mantığının bizim seyahat anlatısından anladığı­ mız şeyle pek ilişkisi yoktur. Yine de bu türe yaklaşan kimi eserler olmuştur: Bu edebi tür Osmanlılarca bilinmediğine göre, bu istisnaların varlık nedeni­ ni insan kendine sormadan edemez: 1 5.- 1 7. yüzyılda yaşamış bir Osmanlı Türkü'nü ' seyahatini yazılı olaı;ı.k anlatmaya ne yöneltmiş olabilir? Bu so ruya ilk elde bir yanıt önermeye çalışmak için yukarda elde edilen tanıma uzaktan ya da yakından denk düşen türleı1 ve bilinen metinleri to­ parlamaya ve sınıflandırmaya çalıştım. Çoğu zaman yazarlann kendileri Cogtıo. sayı: 1 9, 1 999


1 62

!

Ni<:olas Fatin

eserlerini niçin kalem_e aldıklanna dair açık açık ya da hissettirecek şekilde bir açıklama önerirler; kimi zaman da bağlam �·ardımcımız oluL Her du­ rumda, seyahat hikayesi karşısında Osmanlı toplumunun ve okurunun tav­ rına dair ilk ve eksik bir imge oluşturmamız mümkün gözüküyoı·.

Mendzilruime'ler belli bir noktaya kadar seyahat hikıiyelerinin ilk tüıü olarak görülebilir. Sefere çıkmış sultanların seyahatlerinin hikaye edildiği bu eserlerin ve yabancı hükümranlara ya da imparatorluğun ulu kişilerine gönderilen feıhndme1etin kaynağı hükümrandır, ama elbette kaleme alan o değildir. Zaten bunlan yazan da genellikle bu yer değiştirmeye katılmış ol­ duğundan bunlann birinci elden belgeler olduğu söylenebilir. Ancak bu me­ tinler esas olarak izlenen güzergahın listesini çok kuru bir dille verirler. Matrakçı Nasuh'un Beydn-ı mendzi/-i sefer-i 'Jrdkeyn 'inin sanatsal önemine gelince 4 , bu, doğal olarak, imparatorluk sarayında esere hayran olabilecek çok küçük bir çevreyle sınırlıydı. Matrakçı Nasuh'un Fethndme-i sefer-i Karabogddn ' ından bir alıntı insa­ nın aklına doğal olarak gelen bir varsayımı doğrular: Bu metinlerin ilk ama­ cı yarar sağlamaya dönük [pratik] olmalıdır. Gerçekten de şöyle yazar: "Mu ­

rdd-ı kü/llsi ve maksiıd-ı esdsı bu-dıır ki min ba 'd feres-i ferdsete riik ib ve sefer­ i sefarete tdlib olan eshdb-ı ınerdhile delil ve erbdb-ı mendzi/e sebil ola." ' Dola­ yısıyla, aynı zamanda Fethndnıe-i sefer-i Karabogddn da olan bu seyahat hi­ kayesinin, mevcut haliyle hiçbir edebi değeri olmadığı açıktır. Bu durumda, Matrakçı bu seferi niçin iki değişik biçimde kaleme aldı - hem de, yukarda aktanlan cümleyi içeren ikincisi "aynı olaylann sergilenmesinin daha ayrın­ tılı bir şekilde genlşletilmesi"yken? • Bu cümleden yola çıkan Hüseyin Gazi Yurdaydın şu çeviriyi ileri sürer: "The general aim ( .. . ) was that this book should serve as a gulde for travel­ lers as well as for those who join in Royal expeditions." 11 Gerçekten de, iki dizi tekrardan oluşan Osmanlıca metin , bana kalırsa, "sivil" seyyahlarla se­ [ere çıkmış sultanın hizmetkirlan arasında açık bir aynın yapmamaktadır. Bu sonuncular sefer-1 sefdrete td/ib· olan deyişiyle açıkça belirtilmiştlr, ancak

feres-1 ferdsete rdktb [olan] diye de belirtilebilirdi. Bu seyahat hikayelerinin pratik bir kullanımı varsa eğer, bu, devlet hizmetiyle sınırlı olmalıdır; tıpkı Topkapı Sarayı arşivlerinde saklanan, hiçbir şekilde yaygın dağıtımı yapılCoglto,

sayı: 19, 1999


Bir 0.<>manlı Ti.irki• Yuptı�ı .'\ryahall Niçin Anlatırdı ?

seyahat ve fethndme niçin kimi za­ man Feridı'.ın'un Müıışe'dt-ı se/<iıin ' i gibi derlemelerde toplanmış ya da Celiıl1.frde'ninki gibi tarihsel hikayelere dahil edilmiştir? Akla gelen en i)i yanıt. halkın bunlara, i çe rikleri nden dolayı değil , sultanın ki şi li ğiyle ilgili oldukla­ n n da n değer verdiğidir. Örneğin, H al i l Sahillioğlu'nun yayıma hazırladığı, Bağdat Seferi menllzllniinıe's i n i n , sadrazamın güzergahını de ğil , Sultan iV. Murad'ınkini belirtmesi dikkat çekicidir. ' Demek ki, bu metinlerin doğal yerleri, ikinci olarak, Osmanlı imparatorluk vakanüvislığidlr. Matrakçı Na­ suh'un Beyln-ı nıend;:Jl-i sefer-i '/riilceyn1erinin yine onun eseri olan Si.iley­ mdn n 4rn e 'nln bir bölümü olduğunu, bunun da Tevdrih-i iil-1 Osrmin1ar adlı eserinin bölümü olduğunu yazan H. G. Yurdaydın'ın çıkardığı sonuç tam da

mayan şu casusluk

raporlan

1 63

sayesinde öğrenilen, yabancı ülkelere

hikayeleri gibi . � Durum böyleyse. mendz.llndme

budur. 10 Gazaviitrıdme'ler tür olarak tarihe girer. Bu do�sal hlka.yeler ka.flrlere

karşı sefere çıkmış bir kahramanı izlememizi sağladığı ölçüde, bunlar da az çok seyahat hikiyesl sayılır; özellikle, bunlan kaleme alma görevi, tasvir edi· len seferlere katılmış Matrakçı Nasuh ya da Seyyid Murad gibi türün uz­ manlanna gönüllü olarak bırakıldığından bu böyledir. Gazavii t -ı Hayreddfn yazan Seyyid Murad, Barbaros Hayreddin'e tarihçi olarak hizmet etsin diye atanmıştı. Dolayısıyla, ünlü hika.yesi kendi kişisel deneyimine olduğu kadar kahramanının mahrem sırlanna da dayanır. 1 1 Gazavii ı-ı Ha.\'reddin

Paşa

Paşalar olağanüstü maceralardan oluşan bir kitaptır, " daha ziyade anlaşılır bir üslupla kaleme alınmıştır ve herkes tarafından okunur olmayı amaçla­ maktadır. Dolayısıyla, bir roman olarak değer verilmesi ve halk arasında bü­ yük ve kalıcı bir haşan göstermiş olması şaşırtıcı değildir. Bu edeb i sürekli­ lik elbetıe Seyyid Murad'ın niyetleri arasındaydı. Yine de onun asıl amacı bu muydu? Kapüddıı Paşa 'nın kahramanlıklannı övmenin siyasal anlamına da haklı olarak vurgu yapılabilir. Ancak gerçekte, "Benüm zamdnımda viik ı ' o/11b ya zıla n teviirlhiııe bile ka.vd olsun" diyerek ferman buyuran Sultan Sü­ leyman olduğuna göre teşvik çok yukardan geliyordu. 11 Bu kez de. ünlü de­ nizcinin kahramanlık hiklyesi, egzotik ya da romanesk önemi n" olursa ol­ sun, resmi vakanüvlslljle dahil olduğu ölçüde bir vakıa olmaya hak kazanı­ yordu. Sultanlar askeri seferi� katılrna}"11 son verdikleri andan itibaren, ve­ zirleri ve paşalan övmek amacıyla yazılmış metinlerin sayısında gerçek bir artış olduğu Agih Sım Levend'ln hazırladıilt Gavıviiındnıe llsıeslnde •• zaten görülecektir. Dolayısıyla, bu tarihi edebiyat, en azından burada söz konusu Coıı!to, sayı: 1 9, 1 999


1 64

Osmanlı-Avusturya Savaşı'ndan bir sahne, Sı:ıleymanrıdme'den.

Coglto,

sayı:

19, 1999


1 65

Bir O...u1anlı Türkij Yaptıi{ı Seyafıatl Niçin Anlatırdı ?

edilen klasik Osmanl ı döneminde, öncelikle hanedamn ve hükümranın övül­ mesini amaçl ıyordu; en geniş kesimlerce okunabil i r olmasının nedenlerin­ den b i ti bud ur. 1 5 Elbette, buraya kadar anılan metinler ancak bel l i bir noktaya kadar se­ yahat h i kayesi ol arak görülebilir. Osmanlı halkının seyahate gösterdiği ilgi­ n i n azlığını

ölç m em i z i sağladıklan ölçüde

bu metinler de

örnek olabilirler.

Y i ne de , " seya ha t

h i kaye si " olarak adlandırdığımız şeye daha yakın olan

b az ı eserlere sa h ib i z;

bun l a r ya za n n k iş i sel deneyimi ne dayanarak yabancı Seyahatnii·

ülkelerle ilgili gerçek tasvirler içerir. Evliya Çeleb l ' ni n ünlü

me 'sinden önce bunlann sayısı çok azdır. Bursalı Mehmed Tahir Bey'in kısa b ir tanıtım yazısı 1 • sayesi n de hakkında b il gi sahibi olduğum Ahmed b . lbra­ him To kadl'n i n Hindistan seyahati hikayesi olan Acd'ib-n4me-I Hindistan dı­

şında, bugün ancak Seydi 'Ali Re'is'in Mlr'atü'l-memdltk'i ve Vdla 'dt-ı Sultan Cem1eri say ı l abil i r .

Sıılt4n Cem1er, 1 7 ll. Bayezid'ln ka rd eşi ve rakibi olan Cem Sul­ bi yografi sid i r; 1 482 yıl ında sürgün olarak Hırist lyan güçlerin yan ında

Vdkı 'dt-ı

tan'ın

sığınak aramış ve son u n da 1 495 yılında Napoli'de Fransa Kralı Vlll. Clıar­

les'ın ord ugil.h ı nd a ölmüştür. Kimliği meçhul yazann sultanın seyahati ne eş­ lik ettiği kesindir. Onun sayesinde eşsiz bir belgeye sahibiı: Bir 1 5 . yüzyıl

bakışı . Gerçekten de, yalnızca seyahatin bellnmekle kalmaz, yerlertn (Lyan, Crau

Osmanlı Türkü'nün Batı Avrupa'ya güzergihl an nı çok kesin olarak

d üzl ü ğü . . . ) , toplu msa l o l ayl a n n (kadınlann kılık kıyafeti), kurumlann (papa·

hk seçimi) ya da t ek n i kl e ri n (balina avı , çimen ekimi, yapay göller . . . ) tasviri­ ni de verir. Hikayesini kadın papa Jeanne'ınki gibi gerçekten şaşkınlık verici ermiş yaşamöykülerlyle süslemekten kaçı n m amas ı da eklenirse,

Sultan Cem'leri n dönem i n

Vakı'dt-ı

Osmanlı halkı açısından özellikle egzollk bir seya­

hat hikil.yesl olarak oku nabi lec eğ i kabul edilir.

Za ten yazar da ç<>Aunluk tara­ kaç ı ndığın ı gi zle mez. " Ne var ki, seyahat h i kil.yesln ln kendisinin burada da belki pek bi r önemi yoktu. Ö nce li kle şunu hatırlamak gerek i r ki , bu metnin varlık nedeni, hane­ danlık tarihinde şeytansı da olsa Önemli bir rol oynam ış olan bir Osmanlı sultanını söz konusu etmesiydi. Dolayısıyla onun maceral anna (sergtlr.qt) fından anlaşılmak için belagat gücünü k ul l anmaktan

burada dotaJ olarak yer vardı. Tarihçi Sa'deddin de Tılcü 't-tevılrlh'ınde

eocııo,

bu

sayı: 19, 1 999


1 66

Nico/as Vatin

maceralara önemli bir yer ayırm ıştır; Vôk ı 'dt'ların ml'lnini yeniden ele al­ mış, kendisinin pek az önemli gördüğü ancak günümüzde onlara cazibe ka­ tan coğrafi ve egzoti k ayrıntıları ayıklamışl ır.

ı o,1

Sultanın maceralarında gör­

kemli hiçbir şey olmaması dışında. Vdkı'ii.t-ı Sulıiin Cem, Gawvdmdme 'lerin türüne az çok aittir.

Vdkı'ii.t'lann yazan hanedanı övmeye mi çalışıyordu? Kuşkusuz, kısmen evet; ancak niyetini sergilerken çok daha şahsi bir üslup 011aya çıkar; burası metinde "ben" dediği tek bölümüdür: "Diledüm ki merlııim mağfi;r Su/tdn Cem ( ... ) Hazretinün sergüzeştin muhtasar ve vdzilı milsevvede edem ta ki

okuyanlara nkkat galebe etdükde nıerlıUmı hayır du 'd-i/e ıulayalar. " 20 Elbette, sultan o anda vefat etmiş olduğundan böyle bir dilek doğal görülebilir. Yine de, esaret hikayeleri gibi ya da Seydi 'Ali Re'is'in Mir'dtü'l-memdlik'i gibi üze­ ıinde duracağım diğer metinlerde de bu merhamet çağrısı bulunduğundan dikkat çekicidir. B. Fleming'e göre, Cem Sulıan'ın biyografi yazarının kimli­ ğini saklı tutması siyasal nedenlerle açıklanır. 2 1 Gerçekten de, eserinin ana­ lizi, bu eseıin büyük ölçüde sultanın itibarının iadesi teşebbüsü olduğunu gösterir; her şey sultanın zamanı geldiğinde ortaya çıkmasına yöneliktir. Ba­ şına gelen felaketlertn yol açtığı tuhaflıkların tasviıi, bu anlayış içeıisinde, Cem'in biyografisini istisnai bir kişinin olağanüstü maceralannın hikayesi yapmaya katkıda bulunur. Ama diğer yandan. meçhul yazarımız sultana eş­ lik ediyordu: Sultanın itibarını iade ederken, yol arkadaşlarının ve kendinin de itibarını iade etmiş olmuyor muydu? Efendilerinin ölümü üzerine İstan­ bul'a döndüklerinde Bibıali'nin hizmetinde sürdürecekleri bir meslekleri yok muydu? Yazarın niyetlerini bu kişisel hedefle sınırlandırmak elbette yanlış olur. Ancak, "Bu kitdb-ı hôş hitab {ü] pür şikdyet-i şirin hlk<iyeti ki

Vd­

kı'tit-ı Sultdn Cem (... ) demek-ile nıevsUnıdur cem ' ve tedvin alınması" tariki ile 22 kuşkusuz taıihçilik görevinden çok kendi macerası da olan az çok şey­ tani bir macerayı doğrulayarak tanıklık etmektedir. Elimizdeki toplam eserler arasında Seydi 'Ali Re'ls'in Mtr'dtü 'l-menıdlik'i " hiç kuşkusuz "seyahat hikayesi" tanımımıza en iyi uyan eserdir. Birkaç ar­ kadaşıyla birlikte Hint kıyısında karaya oturan bu deniz subayı kara yoluyla lstanbul'a, dört yılın sonunda, 1 557'de ulaştı. Sultan'ın ve sadrazamın bu­ lunduğu Edime'de huzura çıktığında onu ve arkadaşlarını ödüllere boğdu­ lar. 964 Şa 'bdn 'ının bilinci on gününde (30 Mayıs-8 Haziran 1 557), yani Edtme'den dönüşünden yalnızca birkaç gün sonra, Galata'da maceralarının hikAyesine noktayı koydu. Cogtıo, sayı: 19, 1999


Bir Osnıaı1'ı Tiirku Yupıı,ı?ı .')e)·ahati Niçin A n la tırdı ?

1 67

Scydi 'Ali Re'is'in eserini nasıl kaleme aldığmı uzun u1.adıya anlatmıştır. 24

Bu kttabun ıe rtib olmasına bd'is ol-dur ki ( ... ) " Mahruse-i Bagddda vôsıl olub selametle çıkıldukda heınrlih olan yli nlıı - ı pür-safa ve ihvan-ı bd-vefô. bu muhlislerine gelüb '' "Egerçi kim bizıim sergllzeştünıiiz ferec bdde'ş-şüldehikıi· yetlerinden " uzu n ve seyr-i kühü deştünıllz Mekke ve Cidde seferlerinden fü­ züıı-dur demek nıübdlaga olmayub cümlesi beylin-ı vıikı'dur. Ve tikr alınan se­ fer-i

p ü r- nıehd likde v/ik ı ' olan şedli 'id tafsil olmaga de ryabıi r- ı Hi nd midıid ve Sind hlime olub binde bir cem " alınsa derya elemlerinün

çengeli stıin-ı vilıiyet-i binde

birin ve yüz muhôsib bir yenı gelse kara mihnetlerinüıı "aşer 'aşrin tahrir ve takrir eylemek mutasavver degüldür. Bari görilen şehirler ve seyr alınan '

acıiyi b ve ganiylb ve ziyaret

alı nan mez/inil-ı şerife ve fl-1-cümle vukü ' bulan

al/im ve mihnet zikr olınub bir kllab tertib alınmak ricd

ed•rüz ki !stirna . eden­

ler kıssa-ı pür-gussaınuz feh m edü b halümüz mhm edeler" deyü ibrlim ve ik­ dliııı ed icek .. ri'ô.yet

muktezôsınca ibtidli olınub ve taşnf' maksüd olınrnayub ve sec'

kılınınayub herkes muttali' olmak içün rüz,,,..,.. kelimlit ile eda olın ub

ınesken-i ıne 'lüfı ya'nf dlirü's-saltanat rnahrüse-1 lstdnbüla ınilınet gıiyet ve

vôsıl alı nca bela v•

kıssa-ı pür-gussa nihayet bulub egerçi kim çeki len şedii'ide

n!sbet mlhnet-ndıne olııb

ammli her vll<iyeıün ahvılli amLın nümliylin olmagın

ismi Mir'atü1-memiilik olmak müvecceh nıslln-ı yıirlin ile rnanzür oldukda betde nlillin ü glıylin

o la n

görildl. Mercüvv-dür ki nazar- ı feyz­

bu vlidf-1 hıcnimLı S..-gerdlln ve dlylir-ı gur­

z/ir ü nli-liiv4nf du 'ô. -y ı hayr ile ydd eyleyüb dil-i

gamgfnl şiid edeler.

Bu metinde Viikı'lit-ı Su ltli n Cem1erle çok sayıda ortak nokta olduğu

gö­

ıillür: Okurun ya da dinleyenin merhamet hislerine çağrı , çok sayıda insa­ nın anlayabileceği bir üslubun ıerclh edilmesi. lıikAyedeki her şeyin. hatta en olağanUslü olayın bile doğruluğunun onaylanması edebi açıdan yorumla­ nabilir. Seydi 'Ali Re1s, eseıinin coğrafi önemini vurgularken, maceralann heyecan veıici bir roman olarak da okunabileceğini fark ederek bu edebi özelliği doğrular. Vlikı'ıit-ı Su ltli n Ceııı 1eıin de böyle olduğu ve yazannın bu­ nu bildiği ortadadır. Mlr'4tll'-1-menılillk1erde anlatılan maceralar öyle haşan kazanmıştı ki. KAtlb Çelebi'nin dediğine bakılırsa, "başına Seyyid Ali halini geldi" deyişi ıarkılarda dillere destan olmuştu. 27 Ancak daha önemli bir şey vardı. "Zlyıinıt alınan mez/init-ı ,JCl'ffe"leıi be­ linme isteği ile dindar Osmanlı Müslümanlannın ıoplantılannda muhteme-

Cogtto.

sayı: 1 9 . 1 999


1 68

Nicolas Vati11

len ağızdan ağı7.a yayılmış olan Mekke'ye hac ziyareti h ikfıyclerinc imalar da metnin belli bölümlerinde görülebilir. Bu ziyaretlerden söz etmek başlı buşı­ na sofuca bir tavırdır ve gerçekten de bunlardan söz etmeyi ihmal et mem iş ­ ti r. Evliya Çelebi bize bunu sonradan hatırlatacaktı r. Diğer yandan. bu, ya­ şad ı kla rı olağanüstü maceralar sayesinde dinleyicilerin hünnetini ve merha­

metini ka zan m ı ş olan hacıların saygınlığını vurgulamayı sağlıyordu. Bu son göz leml er Mir'ôtü'l-memd/ik'in kaleme alınmasına yol açan ko­ şullar için de geçerlidir. Vdkı'dt-ı Sultdn Cem 'le ri n yazarının bahtsız arka­ daştan adına az çok konuşuyor olması gibi Seydi 'Ali Re'is'i de yazmaya teş­ vik eden dostlandır. Diğer yandan, başlanndan geçen maceralan kağıda ge­ çirme kaygısının Bibı3.li'ye kapılanabilecekleıini hissettikleri dönemden be­ ri sürdüğü de belirtilecektir. Seydi 'Ali hemen çalışmaya koyulduğunu sövler

bize: Demek ki kitap Anadolu'dan geçerken kaleme alınmış olduğundan, ar­ kadaşlanyla birlikte Babıali'de huzura çıkmadan çok kısa süre önce kesin şeklini verebilmiştir. Dolayısıyla, Edirne'ye vardığında vezirlere ve sultana sunacağı bir taslağın elinde olduğu ve öncelikle onlardan merhamet dilediği gerçeğe fazlasıyla yakın gelmektedir. Merhamet sözcüğüne burada çok somut bir anlam verilmeli. Seydi 'Ali

Re'is ve arkadaşlan çok iyi karşılandılar, ama başka türlü bir karşılamadan da haklı olarak çekinebilirlerdi: Dört yıl boyunca habersizce kaybolmamış­ lar mıydı? Dahası, ölmüş olduk.lan kabul edildiğinden, nüfuzlu kişilerin lüt­ funa mazhar olmak için (Sultan Cem'in arkadaşları gibi) aklanmalan gere­ kirdi. Durum çok daha ciddi olabilirdi. Seydi 'Ali Re'is Kızıldeniz donanma­ sının komutanlığını, yenilgisinin bedelini ölümüyle ödemiş olan ünlü Piri Re'is'ten devralmıştı. S. Soucek Babıali'nin Piri Re'is karşısındaki sertliği ile Seydi 'Ali karşısındaki bağışlayıcılığı arasındaki karşıtlığa şaşınr. " Özellik­ le, Piri Re'is'tn öldürülmesinin anısının Mir'dtü '1-memdlik'i kaleme alma or­ tak karannda bir rol oynamış olması bana olanaksız gelmemektedir. Kısacası, yaı.arlannın, okurlannın ya da dinleyicilerinin gözünde ikincil olarak sahip olabilecekleri tarihsel, coğrafi ya da edebi önem ne olursa ol­ sun, olağanüstü maceralann gerçeğe yakın tanıklıktan olarak sunulan, çok ender bulunan gerçek seyahat hikayelerinin, bence, temel varlık nedeni ola­ rak siyasal ve kişisel bir gerekçeleri vardı.

Coglto, sayı: 1 9, t 999


lran elçlalnJn kabulü, Stı,.,_.""""".dea.

CoaltQ, sayı: 1 9. 1 999


1 70

Nicolas ı ariıı

Osmanlılarda bayağı rağbet gönm son bir seyahat h iküyc:si lüıii v;ırdıı-: Esaret hikdyesi. KAfirler karada. daha çok da denizde çok sayıda Müslü ­ man'ı esir almışlardı. 2 9 B u , esaretten dönme şansı olanlara e s i n kaynağı olan güç ve istisnai bir deneyimdi. Esiri -"tutsak"- sıfallnı esederinde kul­ lanmayı seçmiş bir miktar sözde edebiyatçı sayabiliriz.

-10

Aslında bunların

hepsi de kendi maceralannı anlatmaz, ancak çok öğretici birçok metin var­ dır. Bunlar, Oruç Barbaros'un Rodos'taki tutsaklığının hikfiyesi gibi,

11

kimi

zaman bir eserin içine dahil edilmişlerdi.-, ama çoğu zaman birinci tekil şa­ hıs ağzıyla yazılmış bir mektup biçiminde tek başına korundukları da olur. Topkapı Sarayı arşivlerinde 1 5 1 3 yılında Hisar eri Kasım denen biri ta­ rafından sultana gönderilmiş bir mektup vardır. u Kasım mektubunda nasıl firar ettiğini anlatır ve durumlarını sultana bildirmekle Kftsım'ı görevlendi­ ren mahkıimların acı talihini belirtir. Bu belgenin bir önemi de, Bıl.bıcili'ye gönderilmiş olan ve sahici olduğu tartışmasız. gerçek bir mektup olmasıdır; mektubun içeriği Osmanlı topraklarında ağızdan ağıza yayılmıştır.

33

Bu

mektup sayesinde, derlemelerde yer alan esaret hikayelerine ve mektuplara inanılırlık kazandınlmıştır; biraz ilerde sözünü edeceğimiz iki mektup da bu türdendir. Aynca, mektup olarak yazılmış pratik amaçlı bu belgelerin yay­ gınlaşabileceği de kanıtlanmış olur. Bu nokta üzerinde ilerde durulacaktır. Elimizdeki belgeler arasındaki en eski örnek Ebu Bekir ed-Darani adlı biri tarafından Prens Korkud onuruna Arapça kaleme alınmış bir mektuptur ve muhtemelen 1 503 tarihlidir.

34

O dönemde Rodos'ta bulunan Saint-Jean

Şövalyeleri'ne karşı Osmanlı hükümetini savaş ilan etmeye zorlayan, belli açılardan siyasal bir metindir bu. Ama bu öncelikle bir esaret mektubudur: Yazar, mahkum bulunduğu Rodos'tan yazmaktadır; arkadaşlarının acı talihi üzerinde ısrarla durur, ama mektubun asıl konusu arkadaşlannın ve kendi­ sinin kurtarılmasıdır; bu arada bu mektubun, başkalarına da gönderilmiş ancak bir sonuç alınamamış çok sayıda mektubun sonuncusu olduğunu öğ­ reniriz. imparatorluk hazinesinin katibi Abdullah da aynı durumdadır: 1 527 yılında o da Salnt-Jean Şövalyeleri'nln eslrtyken, başka çözümlert boşyere denedikten sonra biraderine yazar. " Abdullah da kardeşinin yardımını yal­ nızca kendisi için değil, esaret arkadaştan ve dindaşlan için istemektedir. Buraya kadar sunulan belgeler ec;lebi iddiası olmayan basit mesajlar olsa da, esaret hikayesinin bir yazarın ürünü olması da mümkündür. 16. yüzyıl­ da bir süre için klftrlertn esiri olan Esiıi'nin kaleme aİdığı, "esir/igiruh olan

sergüzeştin kıssaı-ı dbddr" tam olarak böyledir. Ne yazık ki bu eseri Aşık ÇeCoglto,

sayı:

19, 1999


Bir Osmanlı Tttrkü Yapııgı Seyalıatt Nirtn Anlarrr-dı ?

171

lebi'nin bir tanıtım notundan bilmekteyiz; esaret koşullannda m ı yazıldığı yo ksa daha sonra, Esiri E ğ ribo z ' a çekildikten sonra mı y azıldığı bilinme­ mektedir. " Sultan [il.] Sel i m'in katibi Hi ndi Mahmüd'un Hedlyye'si de ka­ yıptı r. Fakat yazar bu eser hakkında b i zi başka bir yerde bil g i lendi n r:

"Kızıl elmada Papanun elinde il ibadet üue idük kırk mlislüman / biti hıfz eldi lütfi - i le Mennô.n il ki yazduın anda cümle sergüzeştüm (... ) Sekiz bin beyt­ /e yazdımı kitıibum I nasihat idi yarana kitdbum il Hedlyye dedüm adına anun ben ( ... ) Be-hamdl-1/ah getürdüm pô.dişô.ha I anun lütfü-ile bitmişdi ya ra il B iti küffar elinden aldı ol yar. " " Bu na karş ı l ık , 1 6. yüzyılın sonuna ait olan kadı Ma'cüncızade Musta­

fa'nın "Sergüzeşt-1 eslri-i Malta" metı nle n elimizdedir. " Bu metinler okun­ duğunda Malta'da, yan i esirlikte 19 kaleme alındıktan ve özgür olmak için (mali) yardım elde etm eye yönelik bir dizi mektubun sonuncusu olduktan kesin ol arak anlaşılmaktadır. Ma'cüncızide yazma gerekçelennl açıkça ser­ gi lemekted ir:

Çelcdügüm serenc4mı / binde bir yazı/ub dedüm namı il ba::geşt-i haklri-i Mô.lıa I Setgüzeşt-1 eslri-1 MıJ/ıa il unıarum deye/er 'avdm ve havdss I Hakk vere ol fakire hayr-i ha/ds "° Ma'dincızide Mustafa eserini bitirirken yeniden "Bu hakirün 'acilen ha­

lô.sı-lçün du'd-ı hayr" 41 diler; bunu kendisi için ister, ama o da arkadaşlanna ve onlann acı talihine dikkat çekmeyi ihmal etmez:

Erbab-ı ketemden ve ashô.b-ı himeınden merr:üw "" muıazam'dur ki bu künc-1 zlnd4nda esfr-1 MıJ/ta olan perişdn hô.l ve münkeslrii '1-bıJ/un Hadô.-yı te'ıJ/a malıevvı n a 1- 'asir ve muıalıka '/-esfr-dür esnl hô.llnl ııl/lka mu 'acc:el kılub alısen-1 hô.l ıle ıJsUde-hô.l ede. 42 Buraya kadar belirtilen tüm hlkAyeler gibi, Ma'cüncız6de Mus tafa 'n ı n hi­ kayesinin de asıl amacının, özgürlüğe kavuşma olanaklan sağlayacak iyi kalpli birinin dikkatini çekmek olduğuna kuşku yoktur. Aynca, elimizde bu­ lunan çeşitli metinlerdeki özgürlük teşebbüsleri hlkAyelerinln önemi de fark edilecektir. Ancak, mesajının ç ok prati k ve somut hedefi ne olursa olsun,

Cogtıo,

sayı: 19, 1999


1 72

!

N;rnlns Fathı

Ma'cüncızade, görünü�te Hindi Mahmıld ve Es iri ' n i n k i g i b i . çok edebi bir eser kaleme aJmıştır; ba eserde, esas olarak maceraları n ı anlatmak yerine esirlikıe yazıl m ış şiirleri aktannaya daha fazla yer ayırır. Aynca, kaside 'le r göndererek valide sultan 'ın ve sultanın yardımını istemiş olduğunu da öğre­ niriz. Hindi Mahmiıd da IJ. Sel im'in yardımını dizeler sayesinde elde e r m i ş t i . Aslında, bu metinlerin şiirsel karakteri bizi şaşırtmamalıdır. İ m kan o l ­ duğunda ( ü s t menebeden bir kadı'nın ya da bir katib'in durumu budur) ba­ şanlı bir şiir �'azmak, büyü klerin d i kka t i n i ve lütfunu çekmenin en iyi yoluy­ du. Ne- de olsa, Osma n l ı edc-bi�1al cemi:re ı i nde ş i i rsel üret imlerin ilk hedefle­ rinden biti bu değil ıni�1d i ? Eğer .v�ıl'.a rl a rı m ı z edebi yeteneklerin i gösteriyor­ larsa, bu . öncelikle,

bahtsı ,... .\"·olda:ıkın n· kL'ndileri

için somut bir desıek ara­ d ıkl an ndandır.

Yazarlarımızın ka­ fasında edebi düş ü nce­ lerin bulunmadığı so­ n u c u n u ç ı ka r m a k a ­ bart ı l ı olur. Seydi 'Ali Re'is'i n , kuşkusuz ön­ c e den Biıbıiıli'ye sun­ d u ğ u h i kayeyi a n c a k edebi olabilecek b i r a m aç la Galata'da sona erdirmesi gibi. esaret h i kayesi yazarları m ı z da esarette yazdıkları eseri evlerine döndük­

lerinde güzelleştirmiş olabilirler. 1 62 5 yılın­ dan i t i baren yedi yıl boyu n c a e s i r k a l d ı ğ ı Malta'daki esaretini di­ zelerle a n l a t a n Esiri Hüseyn

Kanuni Sultan Süleyman'ı av yaparken betimleyen m inyatürden aynntı, Süleymıı rındm�'den. Cogllo ,

sayı:

19, 1 999

bin

Meh­

med'in Sergüzeşt'i 0 de b Öy l e d e ğ i l m i d i r ? Mevcuı b i ç i m iyle bu


Bir O.u11anlı Türkii Yaprıgı Seyalıati Nlfin Anlaıırdı !

173

metin yazann serbest kalmasmdan sonradır. "" Başma gelen talihsizliklerin hiki.yesi çeşitli vesilelerle tekrar tekrar anlatan Esiri Hüseyn'in başka eserle­ riyle bir arada bulunmaktadır. Günay Kut"un incelediği şiirin edebi deneme özelliği yadsınamaz. Bu eserlerin, sanatsal önemleri dolayısıyla en azandan dar bir çevrede yayılmalannın teşvi k edildiği düşünülebilir. Ayn ca , yazarlanmızın çoğu da­ ha önce gönderilen ve şu an elde bulunmayan mek t uplan başansız kabul ederler. Şunu da eklemek gerekir ki , serbest kalan esirlerin çoğu maceralan ­ nı kağıda dökmeden anlatmış olmalıdırlar. Bu metinlerin üstünde durduğu Müslümanların esaret utancı ve acı kaderleri, mek tuplan n tümünün mü­ minlerin merhametine seslenerek sona ermesi, esaret hikiyesini edebi bir tür yapmaya katkıda bulunmuş ol m alıdır . Cemal Kafadar şöyle der: "it Is li ­ kely that memoirs o[ captivity and struggle with the infidel may provide a suspensful exolic setıing for a novelistlc narrative." " Gerçekten de, 1 7. yüz­ yıl sonu talihli olan Makiile-i zindancı Kııpüdan adı altında bilinen esaret hi­ kayesiniin romanesk karaktertnden kuşku duyulamaz. '" Andreas Tietze'nin bel i rt t i ğ i

gibi, 47

sözümona Yusuf diye birinin serencdm1annın hikayesini ta­

rihse l gerçeklikler desteklese de bu metnin tutarsızlıklan ve genel üslubu onu açıkça edebi bir deneme yapar. C. Kafadar, özyaşamöyküsel metinlerin Osmanlı Yazını içinde uzun süre boyunca görece olarak bil i n meden kaldıklannı sapta r. " Aslında, bizim bil­ diğimiz metinlerin orta ya çıkanlmasının tarihi olduğu kadar yapısı da, bun­

lann çoğunun bazı derlemelerde hAla farkına vanlmadan kaldığını düşün­ memize imkan tanır. Bu durum, o dönemde ağızdan ağıza dolaşmadıklan anlamına gelme mektedir. Dolayısıyla, bence, esaret hikayelertnin yavaş ya­

vaş edebi bir tür halini aldığı söylenebilir. Ancak, ana hedeflert -yardım talebi- ortak özelliklerinin temeliymlş gibi gözükür: Dindar Müslümanlann merhametine seslenme: kendisi ve dindaşı diğer esirler adına macero/anm anlatan yazann kişisel tanıklığı: Esaret hika­ yelerinin konusu her zaman aynı sözcüklerle (urgüı.qt, sereneılın ) tanımlan­ mıştır. Dolayısıyla, gidilen ülkelere ya da bu ülkelerde oturanlann gelenek göreneklertne ilişkin pek bir bilgi bulunmaması şaşırtıcı değildir. Gerçekten de onlann amacı bu değildi: Kahraman(lar)ın şanssızlıklannı merkez alan mahrem hikAyeler olarak, Müsllİmanlann sofuca kardeşliğini kışkırtmak için bu kahraman(lar)ın öğretici ('lbretnilma) ve olağanüstü maceralanru aktanyorlardı.

Cogllo,

sayı: 1 9. 1 999


1 74

Nicolas l'ati11

Bey4n-ı Mendtil-l Sef'er·l '/nike.vn'den bir minyatür. Coglto,

sayı:

19, 1 999


Bir

<J'imanlı Tiirkü Yapııı?ı Seyalıaıi Niçin Anlaıırdı?

175

1 8 . yü zyı l da n itibare n . ünlü elçi lik anlatılan (sefd reındme) v e Mekke'ye

hac ziyareti tasvirleriyle birli k te , .ıt,t Osmanlı edebiyatı yeni tür seyahaı anla· ıılanyla zenginleşecektir. Batı'da yazılanlardan anlayış olarak farklı olan bu metinlerin y azı l ma nedeni yukarda andığım metinlerde ayırt ettiğimi düşün­

düğüm nedenlerden çok farklıdır. Esaret hikfıyelerinde kalmaya devam edersek, daha eski metinlerin, Te­ meşvarlı Osman Ağa'nın 1 724 yılında yaşamının sonuna doğru kaleme aldı­ ğı metinden ne kadar farklı olduğunu görmek dikkat çekicidir: 50 Ebeveynle­ rin ölümüyle başlayan ve hayatta olan çocuklann dOş kırıklığıyla, yaşlılığın ve ölümün eşiğinde bir duayla sona eren bu özyaşamöyküsü önceki metin­ lerden farklı bir entelektüel dünyaya aittir. Ancak, belki de fark edilmeden geçip gitmiş bir devrim seyahat anlatıla­ nnda önceden meydana gelmiştir: 1 7 . yüzyılın son çeyreğinde, Evliya Çele­ bi'nin yaşamının sonuna doğru (nihai biçimiyle) kaleme aldığı eseri "Seya­ hat Hikayesi" (seydhatndme) olarak adlandınlabilecek ilk eserdir. Peygam­ beri n onu yalnızca bir seyyah ve lslam evliyalarının mezarlannı dolaşan

gezgin bir hacı olmakla değil, gördüğü şeyleri betimlemeye adanmış seya­ hatleıinl hiklye etmekle de görevlendirdiğini rüyasında gördüğünü bize Ev­ liya'nın kendisi anlatır.

51

Bu görevi yerine geti ıi ş tarzı hakkında ne düşünü­

lürse düşünülsün, Evliya Çelebi'nin yazdığı kitabın konusu seyahattir. önceleıi dunım çok farklıydı. O döneme kadar seyahat edebi bir konu olarak ortaya çıkmıyordu. Sultanların, onlann yakınlarının ya da hizmet­ kfırlannın taıihinln kaçınılmaz bir parçasıydı ve hanedanın şanına katkıda bulunduğu için aktanlıyordu. Bunun dışında, seyahat şaşırtıcı olaylarla do­ lu (acd'ib

ve gard 'ib),

merak, ilgi ve özellikle merhamet cezbeden olağanüstü

bir maceraysa anlatılmaya değerdi.

Vakı'cit-ı Sultdn Cem'Ier bir anlamda

bu

farklı ıemalann bir sentezidir. Bir sultanın yaşamöyküsü olarak kitap. hane­ danlık talihinin bir kesitini oluştunır, ama aynı zamanda olağanüstü nıace­ ralann hikayesi ve yazann mümkün olduğunca anlaşılır bir dil içinde hitap etiği lnsanlan duygulandırmaya yaraşır, özellikle dokunaklı bir esaret anla­ tısıdır. Böylece, okur ya da dinleyici," dindar Müslümanlar zor durumdaki din­ daşlanna dua (hayr-1 du'd) etmek için bir araya gelmiş oluyorlardı. Birarada olduklannda lmanlannı ve hanedana olan sevgilertnl koruyacak gücü bulan eocııo, sayı: t9, 1 999


1 76

j Nicvlas Vatiu küçük sürgün grupları etrafında İslam cemaa t i �1ekvücuı oluyorc.lu. M ü tevef­ fa sultanın dostları nın Fransa kralına haber vermeden ünce dini vecibeleri

yerine getirmeye koyuldukları nı gördüğümüz

\ldkı 'ci ı - ı

Sulıilıı

Cem'len.leki

sahnenin anlamı budur. Roma'da dini ibadet leri n i yeri ne getiren Kırk Os­ manlı esirt anlatan Hindi MahmUd'u övgüye değer kılan da budur, Seydi 'Ali

Re'is'in arkadaşlarının maceralarını ayrıntılarıyla kaleme almasını isterken hatırlatmayı diledik.leli şey de budur. �2 Bu insanların samimiyetinden ve cemaat duygusunun gücünden kuşku duymak için hiçbir neden yoktur. Cemaat duygusuna seslenmenin ilk varlık nedeninin somut ve kişisel bir gereklilik olduğundan da kuşku yoktur. Me­ ndzilndnıe 'ler de kuşkusuz öncelikle pratik bü- hedefle kaleme alınmışlardı ; tıpkı eline kalem kamışı alan seyyahlann ve esirlerin her şeyden önce özgür­ lüğe yeniden kavuşmayı ya da büyüklerin lütfunu (uzlaşma mı?) garanti et­ meyi dilemeleri gibi. Elbette, kaynağını buradan alan eserlerin "edebi" bir kitlesi olabilirdi ve yazarlar kesinlikle bunun bilincindeydi. Fakat, bir klasik dönem Osmanlısının, seyahatini anlatmak için buna öncelikle hayati bir ih­ tiyaç duyması gerekiyordu.

Fransızcadan çeviren: Işık Ergüden

Notlar 1 Söz konusu olan, Farsça'dan tercüme edilen, ancak 1 6 . yüzyıl başında lstanbul'da kaleme alınmış, suhana adanan ve Türkçe'ye III. Murad döneminde tercüme edilmiş bir eserdir: Bkz. Ch. Schefer. "Trois chapilres du Khllay Nameh, textc persan en traduction françalse", Milan­

ges orlentau.x: ıexıes el ınıductions publiis par les professeurs de l'Ecole des Langu�s Orientales vivames, Parls, Leroux, 1 883, s.31 -84; P. K.ahle, "Elne ıslamische Quelle über Chlna um 1 500. (Das Khltayn.ime des 'Ali Ekber)", Acıa Orienıalla X// ( 1 934), s.9 1 - 1 1 0 . 2 Uın a olmak i ç i n S. Yerasimos'un endekslerini tasnif etmek yeter: Le.i voyageurs dans l'Emplre oıtoman (X/Ve-XV/e siecles), Ankara, TIK, 1 9 9 1 . 3 Gerçekten d e burada Osmanlıca edebiyatı incelemekle kendimi sınırlandınyorum, çünkü, öncelikle Arapça bilmiyorum, dahası, seyahat hikayesi Araplar'da eski bir edebi gelenektir. Dolayısıyla, entelektüel olarak farklı evrenlerle karşı karşıyayız. 4 Nasühü's-Stlaht (Matr.\kçi), Beydn-ı nıendztl-1 sefer-i lrtJ.keyn, yayıma ha7.ırlayan H.G. Yurday­ dın, Ankara, ITK, 1 976. 5 Aktaran H.G. Yurdaydın, a.g.e., s. 1 2 . 6 Bkz. A. Dece!, "Un 'fetih-name-! K.araboğdan' ( 1 538) de Nasuh Matrakçı", Fuad Köpriilil A r­ ma.tanı, İstanbul. 1 953, s. 1 1 2- 1 24 (s. 1 l7). 7 NasCıhü's-Silahi (Matrikçf), a.g.e., s. 1 30. 8 N. Valin, Mltıneraıres d'agents de la Porte en Italle ( 1 483-1 495): Refle:dons sur l'orpnlsatlon des mlssions ottomanes et sur la transcriptlon des noms de lieux ltallens", Turcicn XIX ( 1 987), s.29-50.

Cogtto,

sayı:

19, 1 999


Bir Osına.nlı Tiirkü YapııJ?ı Seyahati Niçin Anlatırdı ?

1 77

H. Sahlllloğlu. "Dördüncü Murad'ın &aidat Seferi menzilnlıme-.1 = Baldal Seferi Harp Belgeler. 1113-4 1 1 965), s.1 ·36. Nasfıhü"s-Sllahi (Matrikçi). a.g.e., s . 1 52. 1 1 Seyyid Murad ve eseri (aynı görevlerle Macaristan"a yuta çıkan Sadru.am Rüstem Pap'yı ıeı­ kilemlllir) hakkında bkz: A.. Gallota'nın en ünlü eseri •ıı ·oazavt.t-ı Hayreddin Paşa" di �­

9 Bkz.

Jurnal".

1O

yid Murid". Sıudi Magnbinl Xlll ( 1 981 )'c kendi ÖDSÖZÜ. 1 2 Ya7.ann, "Serıii zqt hl6.yelafn (• • .) nalcl-i lıeycin olmuş-dur" diye bilircll8i eserini tanımlamak için kulandan ifade aşalı yukan budur. 1 3 Ed. Gallotta, l ro-vo. 14 A..S.Lcvcnd, Gavwdt-n6.meler w Mihalotlu 'Alı Bey'ln Gavawtr-ıtanrcsıl, A.nkan., TTI(., 1956. s. 1 77. 15 Bb. A.. Gallotta, a.g.e., s.22. 16 Bltz. Bursalı Mehmed Ti.htr Bcğ, Osmanlı Müdl{leri, W. İstanbul, 1 975, s.7. 1 7 Fransszca bir çeviriyle bırttkle' açıklamab bir baska da N. Vaun lafafından �mlanlNfltr:.

Sultan Djem. Un prİHCI! otınman dans l'Europe du XVC!' .riiıc'lıc d'apris dem: .soıat'eS comıonpo­ raines: Vikı'i.t-ı Sultin Cem, <Euvres de Guillaume Caoumn, Ankara, Tf1'.. 1997. Takip edat düşünceler büyük bölümüyle bu kilabın giriş bölümünde (s.7l ve devamı; s.103 ve devamı>

ve N. Va tin , • A propos de l'exotisme dans lcs V4kı'dl-ı Suh4n Cem: le rqard portt sur l� pe occtdentale • la fin du XVe sikle par un turc ottoman'", Jounuıl Aslatüı• CCLXXU ( 1984), s.237-248'de geliştirilmiştir. 18 Fo 1 vo (N. Valin, S...lıan DjC!'m, a.g.e., s.1 1 6 ve devamı. 19 -· Sa'deddln , Töcü..,-tmlrih, 11, lsıanbul 1279/1 163-64, s.ll. Ccm'ln .-ralannın ı.ıusl kitabm 1 5-40. sayfalannclad.ır. 20 Fo 1 vo, Vatin. Sultan Dfan, a.g.e., s. 1 1 7. 21 Bkz. B. Flemınlng. "Publlc Oplnton u..ı..- Sultan Sllle)'IDan", H. lnalc:ılı ve C. Kalador (der.}, SüleyınlJn tlıe Secontl and his Time, lstanbul, lsiı, 1993, s.49-57 (s.50 ve noı 6). 22 Fo XXXJ l l ro, Vatln, Sulıon D#fm, a.g.e., s.247. 23 Seydl 'Ali Re'lı, Mir'.tı�T� Ahmed Cewlet , der., Jsıanbul. lkdAm Maıboası, 1 3 1 3 . Bu Osmanlıca baskıya g6ndenne yapdacakt.ır. M. Moris'ln Fnmsw:a çevirisi: IWtulon da vo:vwı­ ges de Sidl-A(v, (lls d'Houmln, nomml ordinaimnenl IClilibi Rauml, aminıl • Soli,.... il, k­ rlte en ıurc:, ıra.du ite th l'alkman4, su,. la wrslon Je M. ık DiC!'ı. Parts. 1827 (1. bula /otllnal Asla<lq•• IX ( 1 826) ve X ( 1 827� lnıılltzce'ye çevlı:on A. Vomlıcry: :rır. Travl/s •"" Adwnr•ıa o(ılıe Turldsh

AJmı..ı Sidl 'Ali R.ls, Londra, 1899.

24 Sayfa 1 0- 1 1 25 Hindistan luywnda geminin nosıl lıaıaya Olwdu&ulMI

ve

bltbç ....yla .. blrllkte ......,...

luyla nasıl ..,ı dönmek zonında lıaldıtmı bunda lusac:a anlatır.

26 Ferec ba'"-1-flı/de hibtyeılm..ı."' 27

"Dresde knollyet lıihüphaneobıde lıuluaan Fonço bir lılıa­ bın adı luırabın Anlını.lan Gam �dır.· (s. 17, Morts. o.e-e.'nhl dlpno1. rst).

Bkz. ilkel HaHle (Kalip Çelebi), Tult(erül./ciWr fi a(lln 1-blltlr, 1.......,., 1 728 , s.lO vo: M<:­ bllr .ı.ııı sergü,.şrl yazub bir kıılb eyWı ,... ,.ıtıtlıı ,,.,,.. Seyyl4 'Ali ı..//m ı</dl ...,.ıı bun­

Un bldı. 28 S. Soucek. " Pid Re1s", H. lnakık ve C. Kalador (der.1 � ılw S«:ond •M his lime, ls­ ıanbul. lsls. 1993, s.343-352 (s.350, noı 16). 29 Osmanlı esirler1 hakkında. bb.. N. Valin, •Notc SUT l'atUtude cles sullam ottomans el cle- le­ om ...ıcıs lııc:e l la capüvl" dcs leurs en ..,... .-...·. W-7.dsdm/i für tlıı ır....ı. tlııs Moowr.ı.ndes 82 ( 1 992), s.343-352 (s.350, noı 16ı

30

-· Günay Kuı, "EsM, his '5elgllzefl ' aııd his oılıer wadıs", J-1 of 1Nrldsh Sıu4ın. X ( 1-J. s.235-244 (s.235-236ı

31 32

Söz ...... durwnda �r-ı � ,.,., ..,... . Bkz. N. Vatln. L 'Onlf'I' dıt Sefnı� l"EnqıW otıoman eı la AUllfwnı"* orfett.. ıııle mıre lu ...... .... . -. (14IO-ISZ21. Louvaln-Parls, ......... 1995, s.452-45-t.

33 4•·· s.451. 34 A...ıt•• s.531-543.

CogUo.

sayı: 1 9, 1 99!1


1 78

Nicolas

Valin

35 Bkz. H. Sahillioğlu, "Akdeniz'de korsanlara esir düşen Abdi Çelebi'nln mekı u bu" , /.O. Edebi­ _,·aı FakMtesl Tarih !Jel"gi.'ii, 1 81 1 9 ( 1 963), s.241 -256. 36 Bb. 'Aşık Çelebi, Meşd'ln"fj-şıı'ard or Te:.kere o{ 'Aşık Çt>lehi, G.M. Meredilh-Owens {der.), Londra, 1 97 1 , 44 ro: Aı: müddetle KıJ(iristdrıda esir olub ol ıakrible falri tahallus t•difb halô.s

b11ldulcdan sonra Alriboz. kazAsmda tô.bi' Kızıl Hisar rıdm kariyyed,· ıeka'ud ilıt(vdr �'Jemiş­ dür. Bfrligiflde oları sergı�ı.eşıin kıssat-ı ô.bddr eylernlş-dür. af Selim ır. Bul/etin ofıhe &lıool o{Orlenıa/ and Asiatic Sıudies, XXIll ( 1 960), s.456-463. 38 Metni yayımlayan F. i z, MMacuncu7.ade Mustafanın Malta Anılan Sergüzeşt-i eseri-i Malta", Türle Dili Araşıımıalan YıllıAı Belleten 1 970, s. 69- 1 22 . Almanca çevirtsl: W. Schmucker, "Ole mahesischen Gefangenschaftsertnnerungen elnes türkischen Kadi vor 1 599", Archivum Ot­ toma n icu m , il ( 1 970), s. 1 9 1 -25 1 . Aynca bkz. 1. Parmaksızoğlu, "Bir türk kadısının esaret anılanM, /.O. Edebivat Fakültesi Tarih Dergisi. V ( 1 953). s. 77 -84. 39 Bunu zaten açıkç� söylemektedir. Bkz. F. iz, " M acu ncu zade Mustafanın", a.g.e., s . 1 1 8 : "Sergüuştünı h4/i-diir M/Jltda ketb oldı kitdb." 40 A . g. e. , s. 72. 4 1 A.g.e., s. 1 1 9. 42 A.g.e .. 43 Metni ortaya çıkaran ve sunan G. Kut, MEsfri, h i s 'Sergü zeş t' and his other worksN , Journal of Turkish Studie.s, X ( 1 986). s . 2 35 · 2 44 . 44 Onun kronogramı kaleme a1ı n m ışt ı r (a.g.e., s.237). 45 C. Kafadar. "Self and Others: the Dlary of a Dervlsh in Sevenıeenth Century lstanbul and ftrsı-person NaıTalives in Ottoman Lllerature", Studla Jslanıica, LXJX ( 1 989), s. 1 2 1 - 1 50 ( s. 1 3 3) . 46 Meınl yayı m layan F. iz, "Makale-! zindancı Mahmud Kapudan", Türkiye Mecmuası XlV ( 1964 ), s.1 1 t - t 50; Almanca'ya çeviren ve yorumlayan A. Tietze, "Dte Geschichıe vom KeTker­ mel ster- kapi ta n . Ein türkischer Seenuberroman as dem 17 Jahrhundert", Acta Orfentalia XIX ( 1 94 1 ), s . 1 52-2 10. Bkz. A. Tletze'nln önsözünün .. Geschlchte oder Roman?" başlıklı bö­ lümü (s. 1 54 ve devamı). 47 A.g.e., s . I 5 5 ve devamı. 48 A.g.e., s . 1 25. 49 Bu konuda bkz., " Djugh rafya" maddesi, Encyclopedie de l'Islam il. Paris-Leyde, 1 96 1 , s.59037 Bkz. G.M. Meredllh-Owens, "Traces of a lost auıoblographical work by a courtier

605 (s.604 ).

K.reu tel, Die Autobivgraphie d.es Dolnretschers 'Osman Ata aus Ternesch­ war, Cambt1dge, t 980; Almanca çevirt: F. Kreu tel ve O. Splez, Uben und Abenıeuer des Dol­ mf!tschers Osman Aga, Bonn, 1954; ya da. aynı ya7.arlann, Der Gefangene der Giaunm, Graz­ Viyana-Cologne, 1962; Fransızca çevirisi: Osmıln Agha de Temechvaı-, Prlsonnler des ln(lde­ ks. Un soldaı ottoman dans l'ErnpiR iks Habsbourg, F. Hltzel'in çevirisi, Parls, Slnbad-Actes

50 Metni yayımlayan F.

Sud, 1998. 51 Bkz. Evliyi. Çelebi,

Seyahatn4me, lstanbul, 1896-1938, cilt I. s.30. Evliyi Çelebi, Mekke seya­ haUne ayırdıgı IX. cildin önsözünde projesini açıkça tanımlar (s.5): "arv lwledl ve ıuli nehan

ve

enharlan ile muhan1r var cendl dsdrlann tahrir ey�mLge bezli hlmnreı eyledim."

52 Seydi 'Ali Reis, yabancı topraklarda felaketle karşı karşıya olsa da, Süleyman'a bağlılığını

belirtmek için hiçbir fırsatı kaçırmaz ve görevinin hesabını vermek için Bibıill'ye bir an ön­ ce çıkmayı dilemesine karşın bunu engeUeyen ve elinde olmayan gecikmelerini sık sık bağış­ latmaya çalışır. Gllle. Velnsleln'ın bana gösterdiği gibi, ddrlJ1-tslam dışında iki.met etmek bile başlı başına kınanacak bir şeydir.

Coglto, sayı: 19, 1999


Os_nı_a n_h l a r�� �� r-�_ �� -�n�I��� �--_

_ _

ŞEVKET PAMUK

Bu yıl bahar aylarında piyasa�·a çıkan Osmanlı

İmpara torluğu 'ııda Para-

1 1 1 1 1 Tar01i (Tarih Vakfı Ya�r ı n l arı ) a d l ı k i t a b ı mda bel i n t i ğ i m g i b i , pa r a

\·e

e n llasyo n u n t ari h i b i ze sadece O s m a n l ı i k t isat t a ri h i hakkında deği l . top­ l u m sal . kurumsal ve siyasal tarih hakkı nda da pe k çok yeni şey ö gret iyor . Osman l ı ' n ı n pa ra \"C enflas�·on deneyimleri aynı za m a n d a bi.ıe b u g ü n Türki­ ye'de k i e n flasyonun niçin bu kadar uzun süreb ildiği konusunda da çok i l ­ g i n ç i p u ç l arı \'cri�·or.

Son y ı l l a ra kadar pek çok tarihçi O s m a n l ı p i ­ �.-asalarında para \•e kred i i H ş k i leri n i n son derece s ı n ırlı kald ı ğ ı n a , p i y as ala rd a sürek l i olarak de­ ğerli m a d e n ve s i k k e da rl ığ ı çeki ldi ğine inan ı�·or­ du. Örne ğ i n , O s m a n l ı eko n om i s i ü ze ri n d e ki göz­ l e mleri her za m a n do�ru o l m ayan Femand Bra­ u del , kapi t a l i z m i n yükse l i ş i üzerine yazdığı üç c i l t l i k yapı t t a şu gö z l e m l e r i ya p m ı ş t ı : " G e n el ola ra k

bakı l d ı ğı n d a , Türkiye 'de ticari

yaşam h a l a b i rç o k modası geç m i ş u ns u r barı n ­ d ı rmaktayd ı . B u n u n neden i , B a t ı t i ca ret i n i n d i ­ n a m i z m kaynağı o l a n paranın T ü r k imparatorlu­

ğunda bir gı;ıü nüp, bir kaybol masıyd ı . Gelen pa­ ranın b i r böl ümü . .s u l t a n ı n çeneleri h e r zaman aç ık olan hazinesine g i t mekte, bir bölümü en üst d ü z e yde k i ticaret i n t e k e rl e k l e ri n i yağ l a m a k l a


1 80

Şffkt'f l'w1111k

kullanılmakta, gı.·ı·i ka l a n hü.vük m i ktadar ise Hint Ok_v�ı nusu'na doğru .\:o l u ­ n a Je\'am elmekle.\·J i . Bu ıll'dc n k dt' L<.'\'a n t pi.\'�lsalannda Bat ı , pa ı ·asal fr.,. ı ü n lüği.inü d i lediği gibi k u l l a n a b i l mekıc:vJ i . "

1

Oysa, son y ı l l a rd a Sur<ı i.va Faroq h i . H a i m Geı·ber, Ro n a l d J1..• n n i ngs. H a ­ l i l Sa h i l l ioğ l u . M u rat Ç i zak ç a ve Edhem E ld e m g i b i d e ğ e d i t a r i h ç i l e r i n aı·a�­

t ı rma l a n , pa nı ve kred i kullan ı m ı n ı n kentlerde çok ya_v g ı n olduğu n u

ve

a_v n ­

ca k ı rs a l nüfusun bir bö lümünün de para e k o n o m i s i n i n h ,· i n e çe k i l d i ğ i n i gösteriyor. 1 6 . �tiz_v ılda değerl i ma de n l e r i n b o l l a şma s ı

ve

k e n t l erl e k ı rsal

alanlar aras ındaki i k ti s a d i b ağ la r ı n gü ç l e n m e s i y le birlikte, k ı rs a l nüfusun

önemli bir bölümü de sikke kullan ma�1a baş­ lamıştı. Balkanlar ve Anadolu'da, köylülerin ürünlerini getirip kent ve kasaba sakinlerine sattıklan, düzenli olarak kurulan pazarlar ve panayırlar ortaya çıkmıştı. Pazarlar aynı za­ manda, göçerlerin köylüler ve kentli n ü fusla biraraya gelmesini sağlamaktaydı . Para kulla­ n ı m ı n ı n ne kadar yaygınlaştığını diğer kay­

nakların yanı sıra mahkeme kayıtlarından. devletin hazırladığı kanunnamelerden ve tah­ rir defterlerinden a_vn ntılı olarak izle_vebil iyoruz. Öte yandan, kent merkezlerinde ve çevre­ lerinde küçük ölçekli ancak yoğun bir kredi ağı gelişmişti. Bu kasaba ve kentlerdeki bin­ lerce mahkeme kaydı bize kredi ilişkileri n i n , hem ken t l i n ü f u s u n hem de k ı rsal n ü f u s u n bir böl ü m ü aras ında. çok yayg ı n o l d u ğ u n u gösteriyor. Ayrıca, ne İ s l a m d i n i n i n fai z ve tefeci l iğe i l i ş k i n yasaklamaları , ne de bankacılık kurumlarının yokluğu, Osmanlı toplu m u nda kredi ilişkile­ rinin yaygınlaşmasını engelleyemedi. Kredi işlemlerinde gayrimüslimlerin yanı sıra Müslümanlar da en önde gelen tefeciler arasında yer alıyorlardı.

17. yüzyılda kırlarla kentler arasındaki iktisadi bağları n zayıflamasına, para ve kredi ilişkilerinin önemli ölçüde kesintiye uğramasına karş ı n , 1 8 . yüzyılın mali istikrar ve iktisadi genişleme dalgası sırasında bu ilişkiler tek­ rar güçlendi. 19. yüzyıl ise Osmanlı İmparatorluğu için dış ticaretin hızla genişlediği, dünya piyasalarına açılma dönemiyd i . Kırsal n ü fus pazarlara

Cogito,

sayı: 19, 1999


(J\mcı ıılılarda Para

\'t'

/:11/ltH�rJU

181

sac.lece ı a r ı m s a l m a l ü r c l k : i l c r i o l a ra k değ i l , i ı h a l e d i l e n m a m u l m al l an n a l ı ­ l:' I h1 n olarak <l a g i r d i . Bu ge l i � mclcr ö ze l l i k l e i m par.ıtorluğun pa;r.arlar-cı daha fazla �·i Jnclı:n kı�·ı bc:ılgelcrinde para

,.c

k redi kul la n ı m ı n ı bi r hayli geni'ılctt i .

A k d e n i z hölgc s i n i n t ü m ü a ç ı s ı n d a n bak ı l d ı ğ ı nd a , Ba l k a nl ar ,.e Anadolu b i r islisna o l u � t u r m u�·or<l u , h i ç şüphcsi1. . Y i ne Fcmand Braudel " i n işaret el­

liği gibi, piyasa l a r ı n ve para n ı n nüfusu n daha büyük bir bölümü ta rafında n ve

d a h a sık olarak k u l l a nı l ması eği l i m i . Akde n i z ' i n bat ısı için de geçerl i�d i .

A n c a k , A k d e n i z' i n ba t ı s ı n d ak i ge l i ş m e l e ı; n t a ri h ç i l e ri n bir h a y l i i l g i s i n i ç ek ­

m i ş ve ay rın t ı l ı i ncden m i !;o olmasına karş ı n , aynı eği l i m i n Doğu Akde n i l böl· gc s i n dc k i i k t isadi, t o p l u m s a l ve k ü l t ürel b oyu t l a n n ı n henüz yeterince araştı­

rı l d ı ğ ı söyl e n e m ez .

Devlet ve

Toplum

Osmanlı tati hi n d e de para ile e n O a syo n aras ı n d a bugünkün e benzer bir i l i ş k i var. Uzun vadede Osmanlı dönemindeki e n flasyonun en önemli nede­

n i . de,·l c t i n ek ge l i r s ağ l a m a k amacıyla para n ı n ayannı düşürmes i . gümüş içeriği daha düşük s ikkeleri p iyasaya sürmes i �·d i . Tağşişleri işe �·aramayan, anlamsız �·a d a m an t ı ksı z önlemler o l a ra k deği l , özell i kle kısa \"adede dedete g e l i r s a ğ l a y a n m a l i po l i t i k a a ra ç l a rı o l a r a k gönn e k gerekiyor. Ta ğş i ş sayesinde de\'lc t , ay­

n ı m i ktarda gü m ü ş l e i ti bari değeri daha fazla miktarda sikke ba s m a k t a ve o para b i r i m i c i n ­ s i n d e n i fade e d i l e n öd e m e le ri n i n d a h a bü)iik

bir bölümünü karşı la)·abilmekteyd i . Bir tağşiş sonrasında devle t , eğer gücü ye t e rse , eski sik­ kelerin tedavül ü n ü yasakla�·arak ve darphane­ ye getirilen eski s i kke l e r in yeniden bas ı m ı için de ücret talep edere k ek gelir sağlamaktayd ı . Kısacas ı , bu uygu l a m a , b u g ü n d e- d e t i n k :i ğ ı t para basmasına çok benziyor. A n c a k t a ğş i ş l e r bir yandan devlete ek m a l i gel i r s a ğ l a rke n , öt e

ya n d a n da öz� l l i kle başkentte ö n em l i bir siya­ sal muhalefet yaratıyordu.

O s m a n l ı t o p l u m u n d a da de,· let d ı ş ı n d a hangi k esi m l e ri n tağşişlerden yararland ığ ı n ı . daha gene l olarak d a be l l i başlı toplumsal ke-

Cogilo. sa)· ı : 1 9. 1 999


l 82

Şevkeı Pamuk

simlerin tağşişlerden nasıl etkilendiklerini belirleyebilirsek, tağşişler çevre­ sinde biçimlenen dCvlet-toplum etkileşimini daha iyi anlayabiliriz. Her şey­ den önce, Osmanlı toplumunda hemen her kesi m i n tağşişlerden etkilendiği­ ni ve her kesimin de şu ya da bu biçimde tavır aldığını söylemekte yarar var. O dönemde erkek ve kadınlann büyük çoğu nluğunun hem sikke kullanımı

hem de tağşişlerin kime yaradığı, kimin kazandığı, kimin kaybettiği konu­ sunda oldukça net fikirleri vardı. Kırsal kesimde, tarımsal toprak.Jann büyük çoğunluğu devlet mülkiyeli altına alınmıştı. M i ri ve özel topraklan işleyenlerin ödedikleri kiralar ve ver­ giler çoğunlukla ayni olarak toplanıyordu. Gerçi çift resmi gibi devlete yılda

bir kez ödenen v e rgiler akçe ü ze ri nde n sa bi t le n m i ş t i a m a b u tür vergilerin pa­ yı, ayni olarak topla­ nan öşürün yanında küçük

k a l ı y o rd u .

B u n a karş ı l ı k , e n f­ lasyon d ö n e m i n d e , tarımsal üreticiler mallarını pazara ge­ tirdiklerinde yükse­ l e n f i y a t l a r d a n ya­ rarl a n a b i l i yorlard ı . O halde, Osmanlı topl u m u n u n e n b ü ­ yük kesimini oluştu­ ran köylülerin tağ­ şişlerden zarar gör­ dükleri pek söylenemez. Hatta, sabit fiyatlar üzerinden ödedikleri resim ve vergiler her enHasyondan sonra yukan çekilmediğine göre, köylülerin tağ­ şişlerden bir miktar yararlandıklan bile ileri sürülebilir. Kentlerde ise, kredi ilişkileri canlıydı ama alınan borçların çoğunluğu küçük ölçekliydi. Sattıklan malların fiyatlan enHasyonla birlikte arttığı için . dükkan sahipleri ve tüccarlar da tağşişlerden fazla zarar görmüyordu. An­ c.a.k, hızlı bir enflasyon ortamında satılan malların flyatlanna narh uygulan-

Cogtlo, sayı: 1 9, 1 999


Osmanlılarda Para

ve

En{las)·on

1 83

ması tehlikesi vardı. Öte yandan sarranann sikkelere ve para piyasalannda­ ki koşullara ilişkin uzman bilgilert sayesinde tağşişlertn yarattığı belirsizlik ve kur dalgalanmalanndan yararlanmaktaydılar. Ancak sarraflann büyük bir bölümü alacakh durumda olduğu için, tağşişlerdcn fazla yararlanmıyor­ lardı. Ayrıca, tüccarlann ve sarraflann devlet politikalanm etkileyecek ka­ dar güçleri de yoktu. Tağşişlerden en fazla zarar gören kesimler akçe üzerinden sabit ödeme bekleyenlerdi. Bunlann içinde köylülerden topladıklan vergilerin bir bölü­ münü akçe cinsinden alan sipahiler de vardı. Lonca üyeleri, esnaf. dük.Un sahipleri ve küçük tüccarlarla ücretle çalışan 7.anaatk.3.rlar tağşişler ve onu izleyen fiyat artışlanndan olumsuz etkileniyordu . Tağşişlerden zarar gören bir diğer kesim de ücretleri devlet tarafından ödene � devlet memurlan, ule· ma ve özellikle de başkentte yaşayan yeniçerilerdi. 1 7 . yüzyıldan itibaren başkentteki yeniçe­ riler aynı zamanda esnaf veya dükkan sahipleri olarak ça­ lıştıklan için, bu iki kesim arasında za­ ten önemli bir ör­ tüşme vardı. Bu ge­ niş muhalefet blo­ ku . devletin tağşiş­ leri daha sık kullan­ masına karşı önem­ li bir engel oluştu­ ruyordu. Ö te yan­ dan, taşradaki flya­ nı n y a d a e ş r a fın devletin para konu­ sundaki uygulamalannı etkileYt p etkilemediği , araştınlması gereken ilginç bir konudur. Hem licaıi faaliyetleri hem de net olarak alacaklı olmaJan ne­ deniyle, ayflnın parasal istikrardan yana olması beklenir. Cogtto, sayı: 19, l 999


1 84

Şeı•keı Pam11k

Ancak, tağşiş ve enflasyona karşı muhalefet i n etkinliğini yalnızca baş­ kentteki ayaklanmaların sayısı ya da sıklığı ile ölçmemek gerekir. Tari hçi

E.P. Thompson'un 1 8. yüzyıl İ ngilteresi'nde, sokak kalabal ıkları n ı n ahlaki iktisat anlayışlanna ilişkin olarak, ekmek gösterileıini incelerken altını çi z­ diği gibi, uzun vadede ayaklanmaların olabileceği tehdidi de ayaklanmaların kendisi kadar etkili olabilir. Başkentte tağşiş karşıtı kesimlerin varl ığı ve bir­ likte hareket etmeleri olasılığı, özellikle barış dönemlerinde devletin tağşiş­ lere daha sık başvurmasına karşı caydırıcı rol oynamıştır.

iki Ayn Dönem Osmanlı devletinin tağşişleri düzenli bir biçimde kullanarak hazineye ek gelir sağlama çabalan iki dönemde yoğunlaşmıştır. 1 5 . yüzyılın ikinci yan­ sında il. Mehmed (Fatih)'in saltanatı ve 1 9. yüzyılın başlannda, Osmanlı ta­ rihinin en hızlı tağşiş ve enflasyon dönemi olan il. Mahmud'un saltanatı sı­ rasında. il. Mehmed döneminin ( 1 444, 1 45 1 - 1 48 1 ) tağşişlerine karşı direniş çok erken gelişti. 1 444 yılındaki ilk tağşişle akçenin ağırlığı ve gümüş içeriği dü­ şürülünce, 90 günlük ücretlerini yeni ve gözle görülür ölçüde küçük akçeler­ le alan yeniçeriler, başkent Edirne'de bir tepede toplanarak, ya tağşiş ten vazgeçilmesi n i , ya da ücretlerine zam yapılmasını talep ettiler. Yeniçeriler tağşişlerin er ya da geç fiyat artışlarına yol açacağını çok iyi biliyorlardı. Toplumun diğer kesimleri gibi onlar da her kent ve kasabada oluşan para piyasalarını izlemekteydiler. Tağşişle birlikte, bugünkü döviz büfelerine benzer biçimde köşe başlannda faaliyet gösteren sarraflardan, akçenin düka karşısındaki kur değerinin düştüğünü öğrenmişlerdi. Gelişen tepkiler karşısında devlet geri adım atmak zorunda kaldı. Yeni· çertlerin günlük ücretleri üç akçeden üç buçuk akçeye çıkanldı. Yenlçertle­ rtn bir para işlemi karşısında gösterdikleri ilk güçlü tepkiden sonra, gösteri­ lertn yapıldığı yer Buçuktepe, bu olay da Buçuktepe Vakası olarak anılmaya başlandı. Ancak olayı sadece bir tağşiş işlemi etrafında gelişen bir muhalefet olarak görmemek gerekir. Bu tür protesto eylemlerinin daha sonraki ömek­ lertnde de görüldüğü gibi, Buçuktepe Vakası'nın perde arkasında, büyük olasılıkla, bürokrasinin ve ulemanın muhalif kesimleıi vardı. Tağşişler, yö­ netici sınıf içinde hoşnut olmayan fraksiyonlar için mücadeleyi sokağa dök· me fırsatı yaratmaktaydı. Nitekim bu olaydan sonra, henüz 12 yaşındaki pa­ dişah ayrılmış. babası il. Murad tekrar tahta çıkmıştır. i lk tağşiş işleminin

Cogtıo.

sayı:

19, 1999


O.\maıılılarda Para

vt

Enfla� yon

\

1 85

il.

Mehmed'in kendi düşüncesi olmadtğı, çevresindeki yöneticiler tarafından kara.-laştınldığı da açıktır. il. Mehmed'in 1 4 5 1 yılında tahta döndükten sonra tağşiş uygulamalannı yeniden başlattığını biliyoruz. Ancak yeniçertlerin muhalefetinin sürdüğüne ilişkin elimizde bir kanıt yok. Bir olasılık, her tağşişten sonra yeniçertlerin ücretlerinin de arttırılmış olmasıdır. Yeniçertlerin günlük ücretlerinin i l . Mehmed'in saltanatının geri kalan bölümünde nasıl bir seyir izlediğini he­ nüz bilemiyoruz. Ancak 1 6 . yüzyılın başlanna gelindiğinde, günlük ücretle­ rinin üç buçuk akçeden beş akçeye yükselmiş olduğuna ilişkin bir belge var elimizde. Bu kanıtın da ışığında, yeniçerilerin daha sonraki tağşişler karşı­ sında sessiz kalışlannı, il. Mehmed'in fetih politikalarının başanlı olması ve bu sayede yeniçerilerin ve diğer toplumsal kesimlerin, ücretlerdeki artışlar da dahil olmak üzere, çeşitli biçimlerde yarar sağlamış olmalanyla açıklaya­ biliriz. Aynca, il. Mehmed'in uzun saltanatı sırasında padişahın gücünün bir hayli antığını da dikkate almak gere­ kir. Bu koşullarda, yeniçerilerle bürok­ rasinin ya da ulema­ nın muhalif kesimlerinin padişaha karşı açık muhalefette bu­ l u nmaları çok güç­ l e ş m işt i . Ancak daha u­ zun vadede, yeniçe­ rilerin ve d iğer ke­ simlerin düzenli tağ­ şiş politikasına mu­ h a l e fetler! akçe n i n istikrarlı bir çizgi iz­ lemesini sağlamıştır. i l . Mehmed'in ölü­ münden sonra oğlu Bayeztd'tn kardeşi C e m sultanı safdışı ederek tah ta ge­ çebilmesi için, babasmm uzun saltanatı sırasında gücendirdiği kesimlerle uzlaşması ve onların desteğini alması gerekiyordu. Bayezld vakıfların ve

Cogito, savı:

1 9 . 1 999


1 86

Şeı•keı Pa11111k

müsadere edilen loprakların bir böl ümünü geri verdiği gibi. tağşişleı·c son veımeyi de taa h h ü l ett i . Böylece akçe il. M e h m ed 'den önceki i s l i krarına döndü. 1 4 8 1 yılı ile 1 585 yılı arası nda devlet , akçen i n ağ ı rl ı ğ ı ve gümüş içe­ riği ni, 1 566 yılındaki ufak bir t ağşiş iş le m i dışında, hiç deği şti rm edi .

Şimdi gelelim tağşiş ve fiyat artışlannın en yoğun olduğu ikinci döneme. 1 770'1erden 1 840'1ara kadar sık sık yaşanılan savaşlar ve girişilen reformlar nedeniyle, Osmanlı maliyesi büyük boyutlara varan bütçe açıklanyla karşı karşıya kalmıştı. 1 820'lerde ve 1 830'larda en yüksek noktaya ulaşan bütçe açıkları karşısında devlet, vergi kaynak.lan üzerindeki denetimini arttırmaya ve iç borçlanmaya ağırlık vermeye çalıştı. Başka yöntemlerin yeterli olmadı­ ğı yoğun mali bunalım dönemlerinde ise, tağşişe başvurmak zorunda kaldı . Osmanlı tarihinin e n hızlı tağşişleri , reformcu v e merkeziyetçi padişah i l . Mahmud döneminde ( 1 808- 1 839) vapılmıştır. Osmanlı fiyatlan üzerine son yıllarda yürüttüğümüz bir diğer çalışma ise Osmanlı tarihinin en hızlı enf­

lasyonunun il. Mahmud dönem inde ortaya çıktığını gösteriyor. Ancak tağ­ şişlerin zamanlamaları ve büyüklükleri incelendiğinde, devletin tağşişlerin toplumsal ve siyasal maliyetlerine, özellikle de yeniçeriler ve diğer kentli ke­

s i m l e r arasında yol açtığı muha­ lefet d a l g a s ı n a karşı bir hayli duyarlı olduğu anlaşılıyor. Tağşişlerin zamanlamasını incelerken savaş­ l a r ı da d i k k a t e a l m a k g e re k i r . Çünkü savaşlar, bir yandan dev­ letin kaynak yaratma gereksinimini hızla arttınrken, öte yandan da halkın olağanüstü önlemleri kabul etme eğilimini yükseltiyordu. Bu nedenle, ek ge­ lir bulma ihtiyacı arttıkça, devlet kutşal savaş temalarını gündeme getiriyor­ du. Piyasaya sürdüğü düşük standartlı sikkelere clhadlye adını vererek, bun­ lann halk tarahndan daha kolay kabul edilmesini sağla�aya çalışıyordu. il. Mahmud yeniçerilerin ve diğer kentli keslmleı1n muhalefetinin yarat-

Cogllo,

sayı:

19. 1 999


Onııanlılarda Para

lif'

Enfla.s>"'"

llğı s ı n ı rlamaların bilinci ndeyd i . Merkeziyetçi reformları n ı n önünde en önemli engeli oluşturan Yeniçerileri devre dışı bırakmak için uygun bir fır­ sat arıyordu. 1 826 yılında Vaka-yı Hayriye olarak adlandınlan hamle sonu­ cunda Yeniçeri Ocağı kapatıldıktan sonra, tağşişlerin önündeki en önemli engel de ortadan kalkmış oldu. Bu olaydan sadece iki yıl sonra, yine bir sa­ vaş ortam ında devlet, Osmanlı tarihinin en büyük tağşişini başlatacak ve dört yıl gibi kısa bir süre içinde, kuruşun gümüş içeriğini yüzde 79 düşüre­ cektir. Devletin geli rleri açısından bakıldığında, 1 828-3 1 tağşlşlert dönemin gözlemcileri tarafından çok başanlı olarak kabul edildi. Bu başanda en bü­ yük pay da sarraflar loncasından yükselerek, padişah tarafından Darphane-! Amire'nin başına getirilen Ermeni sarraf Artin Kazaz'a verilmekteydi. Ka­ zaz, aslında, 1 8. yüzyılın ikinci yansından 1 8401ara kadar Darphane-! Ami· re'yi yöneten bir dizi Ermeni sarraftan sadece biriydi. Yaşam öyküsünü an­ latan çalışmalarda, 1 828-29 Rus savaşı sırasında dönemin sadrazamının ba­ kır sikke bastırmak istediği, ancak Kazaz'ın sikkelerin içinde hiç olmazsa bir miktar gümüş olması gerektiği konusunda padişahı ikna ettiği anlatılıyor. Bu karar alındıktan sonra, Kazaz çok büyük miktarlarda beş kuruşluk bas­ tırdı. Kazaz'a göre sikkelerde bir miktar gümüş olursa, bunlann halk tara­ fından kabul edilmesi kolaylaşacağı gibi, devlet gelecekte yine tağşişe başvu­ rarak ek gelir sağlayabilecekti. 1 9. yüzyılın başlannda eğer başka seçenekler özellikle de iç borçlanma mümkün olsaydı , Osmanlı devleti tarihinin en hızlı tağşişleıine girişmek zo. runda kalmayabilirdi. Ancak savaşlar ve askeri reform nedeniyle devletin ek kaynak ihtiyacı daha önce hiçbir dönemde görülmemiş boyutlara ulaşmıştı. Osmanlı kredi piyasalan ve kredi kurumlan 18. yüzyılda, özellikle devletin iç borçlanmasında bir hayli gelişme göstermelerine karşın, bu büyük talebi karşılayamamıştır. Sonuç olarak, Osmanlı toplumunda devletin dışında tağşişlerden sürekli olarak yararlanan bir kesim yoktu. Kentli nüfusun çoğunluğu, devlet me· murlan, lonca üyeleri, dükkin sahipleri ve küçük tüccarlar tağşişlerden hoş­ lanmıyordu. Ancak en büyük muhalefet, satın alma güçleri her tağşişten sonra azalan yenlçeıilerden gelı:nekteydi. Bir tağşiş bu kesimlerin biraraya gelerek başkentteki diğer muhalefet odaklarına katılma olasılığını arttır· maktaydı. Böylesine geniş bir muhalefetin varlıiJ veya bıraraya gelme olası­ lıiJ tağşişleıin daha sık kullanılmasına karşı en büyük engeli oluşturmaktay-

Coglto,

sayı:

1 9, 1 999

1 87


1 88

�vket Pamuk

dı. Uzun vadede, tağşişlerin daha sık yapılmasını engelleyen, ayaklanmala­ nn kendisi değil, beklentisi ya da ayaklanma tehdidi olmuştur. Bu duru mda Osmanlı tarihçiliğine uzun yıilar egemen olan "güçlü devlet" yorumu ya da yak.Jaşımı üzerinde biraz daha düşünmek gerekiyor. Para ve enflasyon tarihi bize devletin gücü ve devlet-toplum tlişkilerinde daha nüanslı yorumlar yap­ mamız gerektiğini gösteriyor. Yine bu tabloya bakarak Osmanlı'da enflasyona karşı oluşan muhalefe­ tin günümüz Türkiyesi'ndekinden daha güçlü ve etkili olduğunu söyleyebili­ riz. Osmanlı toplumunda enflasyona karşı çeşitli kesimleri koruyacak ku­ rumlar yoktu yahut çok zayıftı. Bu nedenle, bugünküne göre çok düşük sayı­ labilecek enflasyon hızlan çok daha ciddi sorunlar yaratabiliyordu. Oysa, son yirmi yılda Türkiye'de örgütlü pek çok kesim kendilerini enflasyona kar­ şı koruyacak önlemler buldular, geliştirdiler. Ücretlerin endekslenmesinden destekleme alımlarına ve döviz hesaplanna kadar uzanan bu yöntemler enf­ lasyonla yaşamayı kolaylaştırdığı için, enflasyona karşı siyasal muhalefeti de zayıflatmıştır. Kısacası, günümüz Türkiyesi'nde enflasyona karşı muhale­ fet güçlü olmadığı için,

yüksek enflasyon bu kadar uzun sürebilmiştir.

Not 1 Femand BraudeL Civilizalioıı and Capiıalism, 15th-18ıh Centurv, c. 111, New York, 1 982, · s.473.

. Cogito,

sayı: 1 9, 1999


1 8 . Yüzyıl ve Değişim EDHEM ELDEM

Ezcümle her ne kadar dünyada Ermeni ve Rum var ise MU.lii­ manlar mahbub-dostdur, 1 bu nasıl ayıb şey, maazallah Frmgls­ tan 'da olamaz. amma olsa o saat ateşe yakarlar, hem pek ayıbdır deyu işte işte ciimkmlz bu itlkatda idik. Meğer hiç andan gayri

maslahat/an yok. Paris 'de Pa k Royal tabir ederler bezestan gibi bir mahal var, 1 amma gayet vüsaıli, ' diirt tarafı dU/clcll.n, dulcluin ­ larda mvaı meta var. Ostkri oda, odalarda bin beşyüz kan "" beş­ yUz og/an var k i karlan puşt/ufla münhasır. Gece gitmek muay­

ylbden, ' gündüz be 'ls o/mamagla mahsus temaşası na vardık. /� rU glrdlkde cevanib-1 erbaadan 5 kan lar ve erkekkr gelene blllr basma kdgıd veriyorlar. iç i nde yazar ki şu kadar kanlanm var, odam filan yerde, şu kadar akceyedlr. Biri daJıı şu kadar ot.la n ı nı var, yaşla n şu kadardır, şu kadar akce narhı 6 var deyu mahsus basılmış kdgıdlan var. Ve bunlardan geRk oglan geRk kan frengi ı/ktlne uğrarlar ise, tımar etmek içUn devkt tarafından muvazzaf' heklmkrl var. Ve kanlar w of.lan/ar her bir adamın dön yanını muhasaraya alub kangımızı 1 bef.mUr deyu beraber geur/er. Ve ki­ ban Pak Royal'a va rdınız mı, kanlan otlan/an bef.endiniz mi de­ yu iftihar ederek sual ederlz(/er). Bu racıgın ı Hoca Abrahama ' okuyasız el-hamdUlillah ,.,,,ma/lk-1 lslamlyede bu kadar og/an w gulampanı 1 0 yolcdur. t 1 Mehmed Said Halet Efendl'nin Paris'teki sefareti esnasında, 1803 yılınan sonlanna doğru saraya yazmış olduğu bir mektubundan alınmış bu sözler, Cqılto. sayı: 1 9, 1 999 .


J 90

Edlumı Eldem

çarpıcı ve "eğlençeli" olmakla berabeı·, aslında 1 9 . .vüzyı lın başına gelindi­ ğinde Osmanlı zihniyeıiİıde görülmeye başlanan bazı değişimler- hakkında verdiği ipuçları açısından ilginçtir. Bu alınıının Fransa'nın sosyal tarihine ve özellikle cinsellik tarthine olası katkılarını bfr tarafa bırakalım; hatta, Os­ manh cinselliğinin önemli bir boyutuna --eşcinselliğin en azından bazı ke­ simlerde nispeıen yaygın oluşunun dolaylı bir şekilde kabulüyle- tutabile­ ceği ışığı da bir kenara koyalım. Bu alıntının satır aralarında gizlenen zihni­ yeti incelemek, ortaya çıkan toplumsal gerçeklerden bir bakıma çok daha önemli bazı tahmin ve saptamalar-da bulunmaya imkan tamyabilmektedir. Halet Efendi'nin mektubunun alıntısından çıkartılabilecek başlıca so­ nuçlan alt alta sıralayah�: 1) "Ezcümle Ermeni ve Rum" tabiri altında toplanan Osmanlı İmpara­ torluğu'nun Gayrimüslim nüfusunun Müslümanlar hakkında olumsuz bir düşüncesi ortaya konmaktadır. 2) Bu "suçlama"yı desteklemek amacıyla, aynı "Ermeni ve Rum" taifesi, "Frengistan"ı -yani Batı'yı- karşı misal ve dolayısıyla olumlu model olarak kullanmaktadır.

3) "Cümlemiz" sözü altında toparlanan Müslümanların ise bu suçlama ve destekleyici modelin doğruluğuna büyük ölçüde inanmaktadırlar. 4) Paris'tek.i ikameti esnasında yerlilerin öıf ve adetlerini inceleme fırsatı bulan Halet Efendi ise, bu antropolojik çalışmalarının 12 sonunda öne sürü­ len iddiaların yanlış olduğunu ve özellikle ideal model olarak sunulan Fren­ gistan'ın hiç de söylendiği kadar mükemmel olmadığını ortaya koymaktadır. 5 ) Tespitlerini bir kademe daha ileri götüren Halet Efendi, "gay Müslü­

man-straight Frenk" paradigmasını neredeyse tersine çevirip, "biraz gay Müslüman-çok gay Frenk" karşı paradigmasını teklif etmektedir. 6) Bu tespitlerinin kuramsal boyutunu toparladıktan sonra daha pratik ve şahsi bir meseleye eğilen Halet Efendi, kendisiyle bu konuda tartıştığını tahmin edebileceğimiz Hoca Abraham isimli Ermeni tanıdığıyla hesaplaş­ mayı, bunun için de tanık olduğu rezillikleri "gözüne gözüne" sokarak utan­ dırmayı amaçlamaktadır. Biraz daha ciddi bir şekilde bu noktalan inceleyecek olursak. ortaya önemli olduğunu düşündüğümüz üç ana tespit çıkmaktadır: -Halet Efendi'nin bir temsilcisi olduğu Osmanlı-Müslüman bürok­ . ratlaydın kesimi, Batı dünyasını askeri teknoloji vs. gibi alışılmış boyutlann dışında, ahlaki ve toplumsal değerler açısından görmeye başlamış, hatta bu Cogito,

sayı: 19, 1999


/8. Yuz.vı/ ve Degııım

1 191

modelin belirli bir üstünlüğü olabileceğini kerhen de olsa kabul ederek bir nevi aşağılık kompleksinin başlangıcını ifade etmiştir. -Bu aşağılık kompleksinin yarattığı sıkıntıya cevap "orada olup bitenler veya düşünülenler beni ilgilendirmez, bizim sistemimiz kendi içinde meşru ve tutarlıdır" olamamakta, üstünlüğün reddi ancak -çok iyi tanıdığımız ve maharetle kullandığımız- "tencere dibin kara" savunmasından geçebilmek­ tedir. -Daha önceleri Osmanlı toplumu içindeki Müslim-Gayrimüslim ayın­ ını dini, hukuki ve kültürel bazı farklar üzerine kuruluyken, anık sistemin dışındaki bazı referans noktalanna dayandınlmaya başlamış, böylece Gayri­ müslimler, Osmanlı dünyası içindeki bir "öteki" olmaktan çıkıp, Frengis­ tan'a -yani Batı'ya, Avrupa'ya, kısacası yabancı dünyaya- yakın, o dünyanın değerlerini benimsemiş, kendi dünyasına sırt çevirmiş, "kökü dışanda" bir "ötekl"ye. hatta bir yabancıya dönüşmüştür. Bu bir dönüm noktasıdır. Bahçelere lale. kaplumbağalara mum dikilme­ sinden, Versailles sarayından apanılan bazı mimari unsurlann kullanılma­ sından, hatta matbaa kurup azlığından dolayı bugün yazmalardan bile daha kıymetli hale gelmiş olan birkaç kitabın basılmasından bile daha önemli bir dönüm noktasıdır. Zira bu ifadelerin arkasında yatan Osmanlı Batılılaşma hareketlerinin özüdür. Bir taraftan mevcut sistem hakkında şüphe duyul­ makta, olumlu alternatifi olarak Batı'ya bakılmakta, diğer taraftan ise siste­ min meşrufyetinfn sorgulanmasına henüz cesaret edllemedii!lnden, kaça­ mak yollardan hareket ederek kendini avutma veya aldatmaya kadar varan bir idare-1 maslahata yönelinmektedir. Alıntıya konu olan eşcinsellfk ise, meseleyi özellfkle ilginç boyutlara taşımaktadır. Zira bu konunun sorgulan­ ması, askeri veya mali haşan gibi her zaman gündeme gelmiş olan sorunlar­ dan

farklı olarak, daha önceki

dönemlerde önemli ve anlamlı bir mesele ola­

rak ele alınmamış olan bir olgunun dile getfı1lmesi manasına gelmektedir. Başka bir deyişle, bu örneğin özelinde Avrupa sadece çözüm ve iyileştirme çabalannın bir referansı olmanın ötesinde, sorunun kendisinin doğuşuna kaynak oluşturmaktadır.

11

Dönüm noktası sözünü maksadı aşan bir şekilde anlamamak gerekir. Sa­ id Halet Efendl'nin mektubu sadece bir örnektir. Benzer bir fikir veya zihni­ yeti taşıyan başka bir belgeyi

beŞ-on yıl önce veya solU'& bulmak mümkün­

dür. Ama yüz yıl, hatta elif yıl önce değil. Bu anlamda, l 803'te kaleme alınan bu sözleı1n ve ortaya koyduktan zihniyetin şu veya bu şekilde 1 8. yüzyıldaki Cotılto, sayı: 1 9, 1 99 9


1 92

! Edhem Eldem gelişmelerle yakından bir ilgisi olduğunu düşünmek kaçını lmazdır. Bu du­ rumda, Halet Efendi'nin ·ifade ettiği düşünce ve duygulan 1 8. yüzyılın "bi­ lanço"suyla ilişkilendirecek olursak ortaya çıkan başlıca unsurlar şunlar ola­ caktır: Avrupa modeline -kerhen de olsa- yönelme eğilimi; bunun kökünde yatan genel bir yenilgi veya başarısızlık hissi; Osmanlı toplumunu oluşturan başlıca unsurların arasında giderek belirginleşen bir kopma süreci. Aslında, bu saydıklanmız, alışagelmiş olduğumuz 1 8. yüzyıl yorumlarını büyük ölçüde hatırlatmaktadır. Osmanlı tarihinin bu dönemi hakkında söy­

lenenler zaten bu temeller üzerinde kurulu değil midir? Bir taraftan düzenin ve birliğin bozulması (askeri başarısızlıklar, mali sıkıntılar, merkezi iktida­ rın zayıAaması, merkezkaç kuvvetlerin güçlenmesi, ayanlar vs. ), diğer taraf­ tan ise Avrupa'nın karşısında artan başansızlıklar ve verilen ödünler (Kar­ lofça, Pasarofça, Küçük Kaynarca sendromu, kapitülasyonlar) ile bunun ne­ ticesinde Avrupa'dan giderek ilham alınarak girişilen reform hareketleri ve Batılılaşmanın başlangıcı (mumlar, kaplumbağalar, Müteferrika, barok mi­ mari. humbaracılar, Nizam-ı Cedid vs.). Maalesef, mesele bu kadar basit değil. Zira 18. yüzyıla yaklaşımımızın en büyük sorunlanndan biri, bu dönem için düşünülen kurguların dönemin içinden çok, dışından mana kazanmalarıdır. 1 8. yüzyıl yorumlarının en bü­ yük özelliği, ya daha öncesindeki "klasik" dönemle ve/veya sonrasındaki Tanzimat dönemiyle ilişkilendirilerek ele alınmalarıdır. Başka bir deyişle, 18. yüzyıl "özerklik" kazanamamakta, ancak belirli bir senaryo/süreç içinde yer aldığında anlamlı hale gelebilmektedir. Bu senaryo ise, basit ve belirleyi­ ci iki ana eksenden oluşmaktadır. Biri geçmişten kaynağını alan ve çoğu za­ man idealize edilen bir "klasik" döneme endekslenen duraklama/gerileme süreci, diğeri ise 19. yüzyıla hazırlık oluşturan modernleşme/Batılılaşma sü­ recidir. Bu anlamda, söz konusu olan dönem kendi geçmişimiz ile olan iliş­ kimizin duygusal çelişkilerinin bir özeti haline gelmektedir. Bir yandan "Fa­ tihler", "Kanuniler" ile özlem ve hayranlığımızı ifade etmeye alıştığımız "güçlü, kuvvetli, merkezi, adil" vs. Osmanlı Devleti'nin çöküşüne tanık olup hayıflanırken, diğer yandan ise bugün parçası olmak istediğimiz "muasır medeniyetler"e giden meşakkat li yolda atılan ilk adımların izini sürüyoruz. Bundan dolayıdır ki, 18. yüzyıl, "iyi" ve "kötü" adamlarla doludur. Nevşe­ hirli Damad İbrahim Paşa, 28 Mehmed Çelebi, ili. Selim "Uertci" takımda yer alan "lyl"lerdendir. Patrona Halil, fıyfınlar, yeniçertler ise irtica ile bölü­ cülük arasında gidip gelerek "kötü adam" damgasını yiyen rejim karşııları Cogllo,

sayı:

19, 1999


1 8. Yüzyıl ve 0.4/lim

!

olarak algılanmaktadır. Batı Ue Batılıl a ra gelince işler iyice karışıyor. Esasen istikbal vaadeden bir

m odeli yaratmış ve bu modelin aktanmında rol oyna­ mış ol makla "iyiler" kategorisine girebilecekleri gibi, Osmanlı Devleti ' n i n toprak bütünluğünü tehdit etmekten "geri kalmış" muamelesi edip ekono­ m ik olarak sömürmeye kadar türlü eza lan nda n dolayı "'kötü" nitelendirmesi­ ka lab i l i yorla r. Nihayet, Gayrimüslimlerin bu modelin içindeki yeri son derecede sınırlı kalıyor. Batı sömürüsüne aracılık etmeleri ve devle­ te karşı aynlıkçı isyanlan dolayısıyla onlara olumsu z bir rol biçil me kt e bera­ ber, asıl sorun, senaryonun i çinde pek fazla yer almamalandır. Zira geriye ne de maruz

dönük i nşala rla gi t tikçe "Türk=Müslüman" olarak nitelendirilmiş olan bir üJ. ke içinde bannan nüfusun çok önemli bir kısmının bu tanıma uymadığı ko­ laylıkla unutulabilmektedir. Dönemin tabiriyle "patırtı" çıkanp Osmanlı l m­

pa ra torl uğu 'n da n kopan Gayrimüslim t iple mesi zihinlerde ne kadar canlıy­ sa, sistem içinde yaşayıp giden, aslında diğerleri kadar sistemin parçası olan Gayri müslimler de o denli hatıra gelmeyen bir "aynntı" halini almaktadır. Sorunun ne olduğu açıktır. 1 9. ve 20. yüzyıla ait sorunsal ve söylemlerin geriye dönük canlandınlması. Bu tür "taıihdışı" tahrifler1n kendi tarihimize ve tarihçiliğimize has olduğunu düşünmek yanlış olacaktır. Tarihi anlatımın kurgulanmasında sıkça rastlanan bu tür sapmalar, tari h i n düzenli ve man­ tıklı bir süreç olarak algılanması ihtiyacıyla yakından alakalıdır. Böyle bir durumda tarih, s on u bilinen bir filmin senaryosuna benzemekte, zaman içinde biriken olay ve olgular ister istemez onlan takip eden gelişmelerin se­ bebi haline gelmekte, manalannı kısmen de olsa aslında bilinemeyecek ve öngörülemeyecek bir gelecekten almaktadırlar. Kısacası, tarihi süreci mana· lı ve mantıklı bir hale getirmek uğruna kurgu tersine döndürülüp, geleceğe bakarak geçmiş izah edilebilmektedir. Daha önce belirttiğimiz gibi aslında her tarihi süreç için ister istemez söz konusu olabilecek bu tersine mantık, bazı durumlarda iyice riskli bir hale gelebilmektedir. Ö zellikle Türldye gibi ulusal oluşumunu ve kimlik arayışlannı henüz tam olarak aşamamış olan ülkeler için bu tehlike çok ciddi boyutlara varabilmektedir. Gelenek/mo­ dernlik, Batı/Dolu. din/laiklik gibi ikilemlerin hill gündemde olduğu ve sos­ yal, siyasal, kültürel, hatta ekonomik çatışmalara zemin oluşturduğu bir ül­ kede, tarihin de bu kavga alanlan nın bir uzantısı haline gelmesi neredeyse kaçınılmazdır. Bu anlamda, 1 8 . yüzyıl özellikle bu tür geriye dönük ku rgulann hedefi olmaktadır. Zira daha önceki veya daha sonraki dönemlerde çok daha ra-

Cogtıo.

sayı: 1 9 , 1 999

1 93


1 94

Edhem Eldem

hatlıkla varsayılabilen sarihliğin aksine ( 1 6. yüzyılın "klasikliği" veya 1 9 . yüzyılın "Tanzimatçdığı") bu dönemde hakim olan muğlaklık, "yarı boş/yan dolu bardak" tüıiinden değerlendirmelere çok açıktır. Batılılaşmanın baş­ langıcı olarak nitelendirilmek istenirse daha önce zikrettiğimiz birkaç örne­ ği kullanmak yeterlidir. Aksine, maksat gerileme/çöküş paradigmasını öne çıkarmak ise, işte ayanlar. işte kapitülasyonlar·, işte Nizam-ı Cedide karşı ayaklanan yeniçeriler. Kısacası, 1 8. yüzyıl, olumlu veya olumsuz değişimle tanımlanan bir dö­ nem halini almaktadır: daha öncesinin varsayılan istikrannın bozulması, ve­ ya tam aksine gelecekte yer alacak olan olumlu değişim ve "yeniden yapılan­ ma"nın müjdesi. Oysa, 1 8. yüzyılın gerçek manadan başka herhangi bir dö­ nemden daha fazla -veya daha az- değişken olduğunu söylemek ne kadar gerçekçidir? Dışından değil de içinden bakıldığında aynı kanıya varmak mümkün müdür? Varsayılan değişimlerin çoğunun optik bir yanıltmadan kaynaklandığı kanısındayız. Söz gelimi, 1 8. yüzyılın adem-i merkeziyetçi bir dönem olarak nitelenmesinin arkasında yatan başlıca sebep, daha önceki dönemlerin mer­ keziyetçi olduğu varsayımıdır. Oysa, Osmanlı Devleti'nin kendi merkeziyetçi söyleminin dışında, daha önceki dönemlerde gerçek -modern- anlamda merkezi bir sistem oluşturmuş olduğunun işaretleri son derecede azdır. Tam aksine, Osmanlı sisteminin asıl gücünün esnekliğinde yattığını, ve no­ minal bir merkeziyetçiliğin, merkezden uzaklaştıkça belirginleşen fiili bir adem-i merkeziyetçiliği dışlamadığını iddia etmek mümkündür. Bu durum­ da, 1 8. yüzyıldaki durumun ne derecede farklı olduğu şüphe götürmektedir. Keza, 18. yüzyılın "Batılılaşmaya meyyal" olarak nitelendirilmesinde öne sü­ rülen başlıca delillerin ne dereceye kadar döneme özgü olduklan tartışılabi­ lir. Hedonist bir yaklaşımın (Lale Devri), mimari ve dekoratif sanatlarda Ba­ tı'dan mülhem unsurlann kullanımının (Osmanlı baroku, manzaralı duvar ve tavan freskleri). askeri reformların (Humbaracılar, Nizam-ı Cedid) veya mali yeniliklertn (Nizam-ı Cedid) benzerlerine daha öncelert rastlanmamış mıydı? İddiamız. biraz önce de söylediğimiz gibi, 1 8 . yüzyılda değişim olmadı­ ğından çok, başka dönemlere nispetle belirgin bir şekilde daha fazla değişim olmadığıdır. Başka bir deyişle, iç dinamikler ele alındığında, 1 8. yüzyılın bir kopma noktası, dengelerin ciddi bir şekilde sarsıldığı ve sistemin gerçek ma­ nada sorgulanarak değişim hazırlıklannın oluştuğu bir dönem olmadığıdır. Coglto,

sayı: 19,

1 999


Bu durumda, bu devamlılık vurgusu yazımızın başında kullandığımız Halet Efendi'nln mektubunun arkasındaki zihniyeti bir "dönüm noktası" olarak nitelendirmemizle nasıl bağdaşabilir? Bu sorunun cevabını değişim kavramını mutlak bir boyuttan göreli bir

boyuta taşıyarak ve iç dinamiklerin yanında dış etkenleri de hesaba katarak vermek mümkün olabilir. Mutlak boyuttan kasıt, sistem içinde kalarak, Os­ manlı dünyasını sadece kendi iç dengeleri açısından değerlendirmektir. Böyle bir açıdan yaklaşıldığında, 1 8. yüzyılda gözlemlenen değişimler, bir kopukluktan çok, devamlılık içinde yer alan "normal" bir süreç haline gel­ mektedir. Oysa, Osmanlı imparatorluğu çok daha geniş bir bağlamda değer­ lendirildiği takdirde, çok daha köklü değişimlere maruz kalabilmekte, ken­ dini iç dinamiklerin yanında dış gelişme ve etkenlerin daha da önemli bir rol oynadığı göreli bir değişimin içinde bulabilmektedir. Bu genel değişimin içinde Batı'nın yeri son derecede önemlidir. 1 8. yüz­

yılda, Osmanlı'nın aksine Batı çok ciddi değişimler geçirmektedir. 17. yüz­ yıldan başlayarak Fransız Devıimi'ne kadar uzanan bir süre içinde siyasi sistemler, geçmişin reddine kadar varan derecelerde değişime uğramakta­ dır; buna paralel olarak gelişen Aydınlanma ile Batı'nın zihniyet ve düşünce yapısı , din, bilim, birey, toplum gibi temel kavranılan sorgulayıp yeniden ta­ nımlamaya kadar değişmektedir; maddi alanda, bilimsel arayışların netice­ sinde, mevcut teknolojik birikim daha önce görülmemiş boyutlarda sıçra­ malar kaydetmektedir; keza, 1 5 . yüzyı l ın coğraft keşiHeıi, uzun bir kuluçka döneminden sonra nihayet gerçek manada getirilerini onaya koymaya baş­

lamıştır; daha önceleri siyasi alanı n bağımlı bir aracı olarak algılanan i k tisa ­

di Faaliyetler giderek meşruiyet ve özerkliklerini kazanmaktadır. Kısacası, Osmanlı dünyası -ve beraberinde Batı harici bütün dünya- ııomıal gelişme­ lerini sürdürürken , Batı devamlılık kuralını bozarak aııonna/ bir değişim sü· recine girmiştir. Bu eşitsiz değişimin içinde, kendi içinde değişmese bile. Osmanlı lmpa­ ratorluğu'nun etkilenmemesi mümkün değildi. Genişleyen bir dünyada üze­ rindeki konumu ve ağırlığı ister istemez değişmekteydi. Bu dünya içindeki payının küçülmesi, merkezi bir konumdan periferik bir konuma itilmesi, kullanabildiği kaynaklann nisb! olarak azalması, büyük ölçüde teknolojik lıAkimlyete dayalı olan askeri başanlanmn azalması bu global değişimin ka­ çınılmaz birer neticesiydi. Osmanlı devlet ve toplumunun kendi dışında oluşan bu değişimleri ne Coglto, sayı: 1 9, 1 999


1 96

Edlıe111 Eldmı

Siirt'in Tillo kasabasında 1 7 . ile 19. yü2ytllar arasında birkaç kuşak önemli muta!>Bvvıflar, din ve bilim adamlan yetişmiş. Bunlann en ünlüleri Şt-yh İsmail Fakinıllah ( 1 657. 1 734) ile müridi, ötrencisi Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi ( 1 703-1 780) olmuştur. Günümüze kadar Osmanlı· Türk kültüründe en çok okunan kitaplardan biri olma ö1.elliğlnl koruyan Mari{ttttaınt'sl başıa olmak Uure çeşiıll eserlerinin ve Tq'vız.11amt adlı şiirinin ("Mevla görelim neyler ı Neylerse ııü· zel eyler") yanı sıra, Erzurumlu 1. Hakkı'dan günümüze kalanlar arasında, Tlllo'da bunca 7.a· man ayakta durmayı b;ışarmış çok llgtnç bir "ışık ve mekAn düı:enlemesi" vardır. Yukanda gl).. rülen, Şeyh lsmall Fak.ırullah'ın yatllğ& türbenin karşısındaki tepede Erzurumlu 1. Hakkı kendi ellertyle Y1&ma taştan bir duvar önnUştür (bugün kal'atü1-0stad diye bilinir). Duvann oıtasında da bir lı.üçOlı. dikdörtgen açıkJık, yani bir dotal pencere bırakmıştır. Sabahın ilk ışıklan Tlllo'ya. duvann durdutu lCpenln dotu yönünde kllomeırelerce ardındaki heybetli dağlan aşarak gelir. 1. Hakkı Erendi'nln Tlllo'yu "ON tutarak yaptığı heıoaplann sonucu duvar öyle yerleşllrtlmiştlr ki, 21 Mart sabahı yeni ydın ilk günü (nevruz) dotarken uzaklardaki dağlardan yOk�len güne­ şin ilk ışıtı duvann ortasındaki pencereden geçer, duvann gölgelediği türbenin kulesindeki mazgaldan bir hum'Je girer, oraya yerk1t1ı1lrnlş bir aynadan yansıyarak şeyhin kabrinin başu· cuna dOfCT. 19601arda ıerçekleştlrllen kötn bir restorasyon sonucu, bu ışık düzeni bozulmuf, tarihe merakJı gölı.blllmctlertn hJmmetlnl beklemektcdlr. Cemal Kafa.dar Fototraf: GUlru Neclpot)u Cogito,

sayı: 19,

1999


18. Yüzyıl Vfl Degııım

dereceye kadar algılayabildiği, algıladığı zaman bile ne kadar doğru tespit­ lerde bu l u nd uğu ayn bir önem taşımaktadır. Genel o lara k değerlendirildi­ ğinde ortaya çıkan, algılamanın sistemin kendi ma n tı ğıyla ve öncelik sırala­ masıyla doğru orantılı olduğudur. Baıı'nın henüz sorgulamaya ve terk etme­ ye başlamış olduğu pre-modem değerlere göre hareket ede n Osmanlı Devle­

ti, bu d eğe rler sisteminin ö ncelik ta nıdı ğ ı alanlardaki sorunlan algılamakta gecikmedi: askeri başansızlık, teknolojik geri kalmışlık, devlet gelirleri ndeki ye tersizlik , hatta bazen sınai üretimdeki eksiklikler. Bu sorunlara cevap ve

çözüm üretmeye -sistem içinden ve dı şın dan- özen gösterdi: asker celbini artırma yollan, ordunun daha et ki li bir düzene kavuşturulması, teknoloji ve know-how ithali, cizye, teUlif vs. yoluy la vergi kaynaklannın artınlması,

malikine ve es ham g ibi reformlar sayesinde vergi kaynaklannın verimliliği­ nin artınlması, ithal ikamesini amaçlayan bazı fabrika teşebbüsleri. Ancak , . sistemin için de yer a lmayan kavra m l ara ge lind iğinde , Osmanlı Devleti Baıı'daki değişimin niteliğini kavramakta zorlandığı gibi, bunun ta­ bii bir neticesi olarak, bu yönde herhangi bir değişim teşebbüsünde bulun­ maktan aciz kalmıştır. Siyas i örgütlenmenin so rgul anarak tekrar tan ımlan­ ması , toplum ile siyasi elit arasındaki denge ve ilişkilerin farklı bir şekilde düşünülmesi, iktisadi faal iye t i n "devlet tarafından sağılacak inek" veya top­ lumsal iaşeciliğin başlıca aracı olarak görülmemeye başlanması, Osmanlı Devletl'nin meşru gördüğü çözümler yelpazesi içinde yer almamaktaydı. Bu konuda herhangi bir aşama kaydedilmesi, her şeyden önce sorunun algılan­ masını gerektireceği gibi, çözüm üretebilmek için mevcut sistemin köklü bir şekilde sorgulanmasını ve birçok durumda reddedilerek değiştirilmesini be­ raberinde getirecekti. Bu durumda, 18. yüzyılda Osmanlı lmparatorluğu'nun geçirmiş olduğu değiş.imler, esas itibariyle ancak sistem dışında hal çaresi bulunabilecek so­ runlara sistem içinden çözüm aramaktan ibaret kalmıştır. Halet Efendi'nin tepki "" düşünceleri ise bunun tipik bir örneğidir. Hızla değişen dış dünya ile doğrudan teması olan bir azınlığın temsilcisi olarak, "bir şeylerin değişti­ ğini" sezlnleyebllmlş, fakat bunlan sarih bir şekilde algılayamadığı veya kav­ rayamadığı için, bunlara mevcut sistemin içinden cevap vermeye çalışmış­ tır. Bu anlamd a , 1 8. yüzyılın Batılılaşma sürecinin başlangıcı olduğunu

SÖY·

lemek, ancak "teşhis" çe�""sınde mümkündür. Oretilen çözümlerin de

gerçek bir �ej!işlm içermeye başlaması ancak kabaca Tanzimat ile başlatıla­ bilecek bir "tedavi" safhasında mümkün olm uştu r.

Cogito,

sayı: 1 9, 1 999

1 97


J 98

Edlıem Eldem

Osmanlı-Müslüman aydın/bürokrat olarak tanımlamış olduğumuz Halet Efendi ve benzerleriniI) bu "başarısızlığını" garipsemek veya tenkil etmek ise son derecede yersiz, hatta haksız bir davranış olacaktır. Osmanlı sistemi içinde en fazla özerkliğe sahip olan kesim olarak tanımlayabileceği miz siya­ si elite mensup bir kişinin hakim olduğu ve meşruiyet kaynağını sağladığı bir sistemi reddetmeye çalışmasını beklemek, Fransız Devrimi'nln bilinçli bir şekilde 1 6. Louis veya aristokrasi tarafından örgütlenmesini ummak ka­ dar abes olacaktır.

14

Diğer taraftan, henüz globalleşmemiş bir dünyada hala

kendi kendine yeterli ve bu sayede büyük ölçüde dış dünyaya kapalı bulu­ nan Osmanlı dünyasının içindeki nüfusun hemen hemen tamamı için Ba­ tı'da oluşan değişimin ve bu değişimin neticelerinin algılanmasını beklemek de aynı şekilde gerçekçi olmayacaktır. Aslında bu değişimi hem algılayacak, hem de çözümünü sistem dışında aramaya çalışacak bir kesim yok değildi. Bu tür bir konumda olabilmenin iki önşartı vardı. Birincisi, Batı'daki değişimin algılanmasını mümkün kıla­ cak derecede dış dünyayla temas halinde olmak ve daha önemlisi, bu deği· şimden zarar görmek; ikincisi ise bu değişimden görülen zararın telafisi için sistem üzetinde yeteli kadar kontrol ve iktidar sahibi olmamak ve dolayısıy· la sistemin dışında, hatta sistemin reddinden bile geçerek, çözüm arama mecburiyetinde bulunmak. Bu tanıma uyan kesim ise, Halet Efendt'nin "ez­ cümle Ermeni ve Rum" genellemesi altında topladığı ama aslında çok daha dar kapsamlı bir Gayıimüslim tüccar sınıfıydı. Giderek genişleyen ve Avru­ pa'nın Osmanlı imparatorluğu üzetindeki diplomatik/siyasi nüfuzu sayesin· de (kapitülasyonlar) ekonomi dışı desteklerle güçlenen Batı ticaretinin etkisi altında Osmanlı pazarlan üzerindeki hAkimiyetlertni kaybeden, ama diğer taraftan aynı durumdaki bir Müslüman Osmanlı (ayan vs.) gibi kayıplarını siyasi ve toplumsal mevkilerle ve getirilet1y1e telafi edemeyen bu kesim, top­ lum ve sistem içindeki konumunu gözden geçirmek zorunda kalmıştır. Bu "gözden geçlrme"nin aldığı şekilletin başlıcası, gerçek manada bir Batılılaş· ma başlangıcı olarak algılanabilecek olan Batı'yla ekonomik, siyasi ve kültü· rel btr yakınmlaşmaya girmek olmuştur. Beratlı tüccar statüsünden Osman� lı ülkesini terk ederek Batı'ya yerleşmeye kadar varabilecek bu kopuş süreci,

18.

yüzyılın sonunda yer alan en önemli -ve uzun vadede zararlı- değişim­

lerden biri olmuştur. Bu kopuşun bir" uç noktası ise sistemin toptan reddine kadar varacak olan ve iktisadiltoplumsal çıkarlanyla bağdaşacak alternatif bir sistemin oluşturulmasına, kısacası Osmanlı Devletl'nden köklü ve nihai Cogito,

sayı:

t9, 1999


18. Yüzyıl ,,. Degııtm

l

siyasi kopmanın gerektirdiği bağımsızlık hareketleri olmuıtur.

1 9. yüzyılın baıında bir Osmanlı bürokratının yazmıı olduğu -ve herhal­ de bu yazıyı okuyabilse yazdığına yazacağına plıman olacağı- birkaç satır­ dan hareketle vardığımız genelleme -her genelleme gibi- birçok kestirme ve basitleıtirme içermektedir. Bu anlamda, her türlü ıanııma ve e""tiriye açık olduğu aıikirdır. Ancak, sanınz ki değişim kadar izafi ve kaygan bir kavram üzerinde tartıımanın, ve özellikle bu kavramın fazla mantıklı ve "senar­ yo"lqtınlmıı kurgulardan korunarak ele alınmasının tarih denen karmqık ve irrasyonel bir sürecin nispeten daha iyi algılanabilmesi için gereklidir.

Notlar 1 Etcinsel. 2 Parl s 'ıe Palais Royal meydan ı . 3 Gentı. 4 Ayıp , uıand111C1.

5 Dört tarafwı. 6 Flyaı, rayiç . 7 Görevlendirilmiş. 8 Hangimizi.

9 Jstmden an18'ıldığı kadanyla, Ermeni, muhtemelen sarrar. 1 O Farsça gulamperesı (<Jllan seven) kelimesinden bozma.

1 1 Said Halet Efendi'nln saraya mektubu, 7 Ramuan 1 2 1 8 (2 1 Aralı k 1803), Topluıpı Scanıye Müzesi Arşivi Kılavuz.u, İstanbul, 1 938, vesika XXVID . Metin olcfutu gtbt muhafaza eddmlı ama noktalama ilave edilmiştir. 1 2 işin şakası bir yana, "Palals Royal'da itin neydi?"' lüründen bJr soruyla kaı,daşmaktan � kindllt anlaşılan Halet Efendi, ziyaret zamamnın "ayıp" saatlere rastlamadtğırun alımı çlzr.. rek ve h l klıyes l n i mümkün olduğunca olausal ve sayısal ıutarak bir bakıma kendini '"billmsıtl gözlemci" veya kısaca antropolog konumunda gösıennekıedlr. 13 Osmanlı ı oplum u n da clnse11ık ve bunun bir açısı olarak qcinselltk konusund a )-apdmıı ve yapılmakla oJan çahşmalann azlığı n eden iyle, meSC'lenin ıoplu msal ve ahJakf boyuılan hal­ kında fikir yürtitmek oldukr;a 7.0r ve ıehllkelidir. Fakat me�ı bilgiler ıııtanda. eteJmellljl "ıa bı aı a aykın'' olanıı k ntleleyen d i nt kaynakların \'Drlığtna rağmen, OzC'OlkJe ebı çrvreslnde eıc lnse l l lll n yaygın olduğuna dair azımsanmayacak sayıda lpreller vardır. En azından, top­ lum düzeni ve a hlakı n ı n "bozulması"nı konu alan kaynaklarda eşctmelllğtn Onemll bir �r ıutmadıiJ ortadadır. Eşcl nsel l l ğln özellikle olumsuz bir n ll el lk kuanmUI amelllklc klasik "akllf/paslf"' ayınmının "pasif" boyuıurla sınırlıdır. 14 lıın ilginç ıarafı, Fransız Devrimi bir açıdan aı1stokrasi ıanı.flndan batJaulmıı btr süreçtir. 1 788'de ataıs Gt!nmtuıı.'nun toplanması 1alrbl özell ik.le bu kesimden Fhnlf, dola)'lııyla son­ radan aellten olaylar bir bakıma bu talebin bir nellcesl olarak pk'Olebtlm(ftlr. Ancak, arts­ tokraslntn sisteme ka111 olan tlklyeı w- ıepkilrr1nJn Frvasız Drvrtml'nln sonradan ortaya çı­ karacatı radikal delfılmlerle hiçbir llg.iıl yokıu.

Costıo.

sayı: 1 9. 1 999

1 99


r

,., , , ,,, , , , , ., , 11 1>1

c o ." ııtT.\ '" rı 'l' O f ' ı , ıı.

.:-� :::.::.·;:tu � � .. . . .

,_ ı . 11 ,. ,,0 .,.. _

.-.... . 11 , , • ., .... .,, , ...>.h � · - ·..

_ ,.. ,.,.,��. ,..,. ,._ ... ,_ •

1 776 yılına

alt Kauffcr'ln ilk slstematik İstanbul

plaru. (Plan

1 786'da

yenllcnmiftlı-.)

Coglto, sayı: 19, 1999

..ı.. ,:t. . :..� -.:� - � - ·


1 8 . Yüzyıl Osmanll Kenti MAUA ICE M . CERASI

Osmanh Kent Uygarlığının Kendine Öqülütü Rönesans"tan çağı mızın başl angıcına dek dön yüzyıl boyunca Avru­ pa'nın. Doğu Akdenlz'in ve Kafkasya'nın önemli bir bölümünde özgün bir şehir uygarlığı egemen olmuş; ancak bu uygarlığın kendine özgülüğü üze­ rinde yeterince durulmamıştır. Tıpkı Rus şehir uygarlığı gibi, Osmanlı şehir uygarlığı da bir sınır kültürü özelliği gösterir. Bu uygarlığı Osmanlı siyasi egemenliğinin basit bir uzantısı şeklinde yo­ rumlamak da yeterli değildir. Gerçekten de, en tipik Osmanlı şehri modeli­ nin belirginlik kazandığı alan, İmparatorluğun çok geniş sınırlanna oranla çok daha sınırlıdır. Yunanistan'ın güneyindeki egemen Akdeniz modelinin, Doğu Anadolu'daki Selçuklu ve Ermeni modellerinin, İmparatorluğun kala­ nındaki Arap modellerinin, Osmanlı modeliyle ikame edilemeyecek kadar güçlü kökleri vardır. Osmanlı modeli, Marmara Denizi çevresinde uzanan imparatorluk merkezine, Kuzeydoğu Anadolu'ya, Makedonya'ya, Epirus ve Bosna'ya, Bulgar topraklanna egemendir ve aslında "yeni" bir modeldir. Çoğul etnik kökenli bir şehir kültürü olarak, Türk. Yunan ve Slav etnik malzemeleri üzerinde gerçekleştirdiği sentez yenidir. "Yenilik"in bu şehrin oluşum dönemine uzanan kökleri d e vardır; şehrin en önemli anıtlanmn, camiye bağlı büyük külliyelerinin klasik adı verilen döneme (Konstanlino­ polis'in fethinden yaklaşık olarak on yedinci yüzyılın son yirmi-otuz yılına kadar olan dönem) özgü olduğu. bir gerçekse de, evleri ve anıdan arasındaki olağanüstü dengesi, kapalı çarşılan, görselliği ve psikolojisi açısından doğa­ ya açıklığı, sokaklannın belirgin düzensizliği -sayısız çeşme, küçük kamusal

Cogllo.

sayı: 1 9. 1 999


202

.\1111 ıriı·c .\f. ( 'ı Til.'/

.\'a p ı hır. nll'zarl ı k la r. h ;.ı l h ; dı..• r

w

d i i k k O: ı n l a r- !! i h i ı i ı. c l l i k k·r i �·k h i l d i ğ i ı n i z �ı..·­

l ı i r on :-ıı:k i z i m: i _\'ü z n l ı n ii ı ii n O d ii r. N l · \·ar k i . :'jl'h i r y;,ı l n m,.":ı B i nu ı s � c h ri ı ı i n

h i ı · <l c nr n 1 1 lkğ i l <l i ı-, o ş e h r i n İ s b ın Oı·ıaı.,· a ğ ı n a ÖZ!!Ü h i r ı.,· ı..· ş i ı k·nw� i d i r. Ara­ J a n gı..·ı.,·ı..· n u z u n s ü re

\"l '

i i ne m l i ü l \ ü dı..• değişen u l u s l a ra ra s ı i l i � k i k· ı · ş e h r i n

Joğnı d ;.rn B i ı.ans şeh i r s i s ı c nı i n i n ( o n u n ağ ı d ı k m e r k e z l e ri n i n· c o j! ı ·;.ıfi i i ı·­ g i i s ü n l i h l' n i m s e m i ş olsa <la ) nı i ras1ı." 1 s ı o l m a s ı n ı _,·a d a \'a l nı ıca ıı..·o k ra t i k İ s ­ l a m h ü m a n i zm i n i gcı\·c kkşt i rm ı..·s i n i ( h u l ı O nı :.ı n i ı. m i n IL'rnı i ı ı o l oj i s i n i a s l a t e r k e t m e m i ş o l s a <la ) c n gd k· m i ş ı i ı ·. As�·a l ı -Tü ı·k m·ga rl ı f! ı B i z;,n ı s ' l a B i t i n _, ·a s ı n ı rı n d a ( B u rsa haş k ı: n ı o l m a k (i;•.ı..• rc ) u z u n t e m a s ı s ı ra s ı n d ;:t - l ı ı.: r z a m a n dı:ğ. i l sı..· ı..k . s ı k s ı k s;.n·:ış l l' n ll' l l i b i r

ı ı..· ın a s- \·1..· d a h a s o n r;ıL.-ırı Koı ı s ı a nı i n o p o l i s ' i n feı l ı i y k. 1..• s k i Şl' l ı r i n h i n; o k k u -

Savolalı Eugene'ln

askeri kampı

Cogilo. sayı: 19, 1 999

dl·vrinde Saraybosna,

J 7. yüzvıl

sonu· 1 tt .

.vn1.�'ıl h;ışı.


18. Yüz.yıl Osmanlı Kenti

nımsal ve sanatsal yününü beni m sem iştir. Kubbeli cam i . bilinen örnekler­ dendir: bu cami modeli hiç kuşkusuz İran kültürüne özgü mekansal örnek­ lerden de gelmekle birlikte, açıkça B i zans örnekleri n i n model oluşturduğu bir kom posizyona -önce ç i ft kubbel i , daha sonra piram idal kesitli merkezi planlı- o t u rmuştur. Bir de bunun ters i söz konusudur: Birçok Türk-İslam ve Doğu Anadolu öğesi Bizans katmanını yok e t m i şti r .

imaret

(bir ca mi çevre­

sinde yer alan ve dini bir vakıfça yö n e til en külliye grubu), yerleşim ve yöne­ t i m b i ri m i olarak mahalle, saraylar söz konusu olduğunda bile tek tek köşk­ lerden oluşan oturma biri m leri , çok basık ve düz çatılı evler, özerk bir birim olarak ve k i m i zaman t ek bina olarak görülen çarşı bu öğeler arasında yer

alır. Bu öğelerden bazılan, Osmanlı kültürünün çözülmesine kadar uzun bir süre varlıklarını koruyacaklard1r. Kent hayatının ve beğen i n i n katılığı gibi ya da di nsel anı tlar ile yerleşim

dokusu arasındaki boğucu ilişki gibi bazı öğeler ise, ileride beti mleyeceğim yeni eğilimlerin ortaya çıkmasıyla yok olacaklardır. Temsili ve sanatsal değerlerin büyük di nsel merkezlerde yoğunlaşması, iktidann dı­ şavuıumu ve şehir hayatının katılığı hiç kuşku yok ki İ s l a m ideoloj i s i n i n ürünüdür. ama Anadolu'nun \"e Balkanlann birçok bölgesinde zaten var olan birçok et­ mende izdüşümünü bulmaktadır. Örne�in. kompozis­ yon ve oranlardaki belirli bir ciddilik, Selçuklular ile Ermeniler arasındaki uzun süreli t icari ilişkilerden kapıaklanıyordu; SelçukJular ile Ermeniler, karmaşık ritimleri olan ve tipolojjk açıkseçiklik pahasına mekan genişliğinde ısrar eden Bizans mimarisinin klasikçilik karşı tlığını hiçbir zaman benimsememişlerdi. ( İmpa­ ratorluğun içindeki bir başka klasikçilik alanının -Dal­ maçya AdriyatJk'iyle yakın teması olan Arnavuı-Epi­ rus-Hersek alanı- gerek yönetici sınıfta. gerek zanaat­ karlar ve yapı ustaJan arasında, birçok Balkan kökenli­ n i n devşi ri l mesi yoluyla klasik Osmanlı döneminde kayda değer bir ağırlığı olmuştur. ) Klasik Osmanlı şeh­ rtnJn on sekizinci-on dokuzuncu yüzyıl .şehrine geçişi­ ni, çeşitli kültürel alanlardaki karşılıklı rolleıin değiş­ mesi olarak da yoıumlayabiliıiz; buna bağlı olarak, IsCogito, sa}ı: 1 9. 1 999

203


204

Ma11rice ,\-/. Ct:nısi

tanbul-Makedonya alanı ve çevresi ikinci dönemde öne ç ı kmakla, kendi kül­ türel ıaşıyıcılarını ve modellerini ortaya 1,-· ı karmaktadır.

On Yedinci Yüzyılın Sonundan On Dokuzuncu Yüzyıla Kent Mekinı ve Mimarisinin Geçirdiği Dönüşüm On altıncı yüzyıldan on yedinci yüzyılın sonuna kadar, Osmanlı feoda­ lizminin uzun süren iktisadi ve kurumsal bunalı m ı , şehir nüfusunun önemli ölçüde artmasına yol açmıştır. Napoli'yle birlikte Akden iz'in en büyük iki şehrinden biri olan İstanbul-Konstantinopolis, Doğu Anadolu'nun ve A rap bölgeleıinin şehirleıinden (daha büyük. ama daha seyrek ve sabiı büvüklük­ te şehirlerdir bunlar) son derece farklı orta büyüklükte ve küçük şehirlerin oluşturduğu çok büyük ve yoğun bir şehir sisteminin merke­ zidir. İç ve dış ticaret, kırsal arazi sahipleri de dahil olmak üzere her düzeydeki yönetici sınıfı n ı n şehirlere yerleşmesi, şehirlere büyük bir zenginlik, ama bununla birlikte büyük bir maJi kriz getirmiştir. Bunun ardından, Yöıii k lerin ve Türk­ menleıin kitleler halinde yerli yaşama geçişi gelmiş; bu ıoplu­ luklar şehirlere seyrek yerleşim ve açık kompozisyon beğeni­ sini aşılamışlardır. Aynca, şehirlerin Hıristiyan nüfusu -ön­ celil<le Slav ve Rum- ve bu nüfusun etkisi de artmıştır. Hatta diyebiliriz ki, Rumlann İmparatorluğun bütün Ortodoks Hı­ ristiyan cemaati üzerinde baskın bir etkisi olmuş ve Rumlar Konsıantinopolis'in feıhinden çok önce yüzyıllardır kaybedil­ miş İmparatorluk topraklanna tüccar, zanaatkar ve meslek erbabı olarak yayılmışlardır. Birçok merkezde, hem Müslü­ manlar hem Hıristiyanlar aynı esnaf lonca1annın çatısı altın­ da çalışmışlardır, bu da gerek daha önceki, gerek daha sonra­ ki dönemlerde çok seyrek görülen bir durumdur. On sekizinci yüzyılda, Divin (Osmanlı yönetimi) ile Fener (Rum tüccar aıistokrasisi ile patıikliğtn bulunduğu semt) arasındaki işbirliği, Eflak ile Boğdan'da bir Fener prensliğinin oluşturulmasına kadar uzanmış, söz konu­ su prenslik bu topraklarda Osmanlı şehir kültürünün birçok yönünü yay­ mıştır. On yedinci yüzyılın sonundan oıi dokuzuncu yüzyılın ilk yirmi-otuz yılı· na kadar çeşitli etnik kökenden unsurlann kaynaşması söz konusu olmuş­ tur, ama yalnı<ea günlük yaşam estetiği, konut ve doğa ile çevreye bakış ıarCogllo,

sayı:

1 9, 1999


f 8. Yüz.yıl 0$mnnlı Kenti

[ 205

z.ı açısından bir kaynaşmadır bu; hukukta, siyasal ve dinsel ülkülerde böyle bir kaynaşma olmamış, müzik ve edebiyatta ise pek az olmuştur. istanbul­ Konstantinopolis bu sentezin potasını oluşturmuştur. O n sekizinci yüzyıldan on dokuzuncu yüzyılı n ilk yinnl-otuz yılına ka­ dar şehir nüfusu çok fazla anmamışsa da, ticaret hayatı daha yoğun hale gel m i ş t i r . Ticaret yollanndan bazı l a rı tonozlarla örtülm üştür; lslam le­ vant'm ı n aşina olduğu tür (buna kayseriye adı veriliyordu) yaygınlık kazan­ m ıştır. Birçok şehirde, geçiş t icareti için eski kervansaraylann eşdeğeri olan taş hanlar inşa edilmiştir, ama anık bu hanlar kalıcı ticaret ve zanaat mer­ kezleri n i leliği edinmiştir. Böylece, ken.ran şehirler ve Ortaçağ İslam kültü­

ıiinün vaha-şehir model i içinde eri t i l emeyecek bir şeh ir modeli doğmuştur.

Bu modelin, .vararlandığı, a ma aynı zamanda hJzmet üreUi­ ğl ve bir kültür merkezi-modeli oluşturduğu, vadi tarımına

Osküp"ün J 7. _vüzyıklakl görünümü.

dayalı iç bölgede derin kökleri varclır.

Kent yolu, gerek ticaretin artması, gerek "kamusal" eser· lerin boyutlarının küçülmesi yoluyla canlılık kazanmıştır (toplumsal amaçlı binalar hayırsever bireylerce yaptınldığı için, kamu kavramı şehre tam o la­ rak uygun değildir); sözünü ettiğimiz boyutsal küçülme, daha önce di ni külCogJıo. sayı: 1 9, 1 999


206

Maurict> M. Cercısi

ljyenin sınırlan içinde yer alan işlevleri bölerek bütün şehre yaym ıştır. Tür­ beler, mezarlıklar, kütüphaneler, sıbyan mektepleri, çeşmeler, �ehrin ve tek tek semtlerin ana caddeleri boyunca uygun alanlara inşa edilmiştir. lstan­ bul'un hemen her semtinde bir sıbyan mektebi açılmıştır; yeni çeşmelerin yapılması, şehrin genişleme hızını göstermektedir. İki ya da üç katlı tipik ahşap ev, Osmanlı günlük yaşamının yaygınlaş-

Ulleburgaz'cbı. Slnan'ın Sokullu Külltyesl'nln an.ıtası, 1 6. yüzyıl. Waus ( 1 80 1 )'den M:&yer'ln çııırnı

Coglto,

sayı: 19,

1 999


18. Yüz.yıl Osmanlı 1Ut11 i

207

ması sonucu ortaya çıkmıştır. Bu, hafif, geçici, aydınlık bir ev türü olup. iki ya d a üç yanından yeşile gömülmüştü, ama içedönük değildi. Bu evin özellikleri. yüzeysel bir akılyütii t meyle, göçebe çadın tipolojisi­ nin bir devamı olarak götii l müştür. Bugün bu evleri daha çok, çok sayıda kat k ı n ı n sentezi olarak görmekteyiz; söz konusu katkılar arasında, Make­ donya, Trakya, Bilinya ve Karadeniz'deki ahşap inşaat geleneği ve köy evlerinin t i poloj ik dağılımı öne çıkmaktadır. (Os­ manlı nüfuzunu izleyen derin şehir nüfusu etkj­ leşimi nden sonra. Bizans taş ve tuğla şehir evi­ nin yok olması ve İstanbul merkezli topraklarda· ki yerel köy evi modellerinin kolaylıkla şehir m e rkezl e rind e benimsenmesi hiç de şaşutıcı de­

ğildir; bu benimsemede, başka hiçbir şey olmasa bile, söz konusu ev mimarisinin belirli bir Türk· Asyalı beğenisiyle -geçici yerleşim- uyumu ve hızl ı , düşük maliyetli teknolojiler etkili olmuş­ tur.) Yalnızca bu dönemin şehir biçiminde değil. şehirlilerin yaşam tarzında da son derece açık olarak göri.ilen, şehrin yapı sı ile doğanın iç içe

geçişi. sözde Batılı romantik etkilerden çok Türk ve Slav etnolojik kültürlerinin sahih eğilimlerin­ den kaynaklanmaktadır. İstanbul'un mesirele­ rinde, Birgi, Ünye ve Boğaz'daki konaklarda, Te­ tovo dervişlerinin dergahında, çok sayıda bahçe­ nin, nehrin, denizin yer aJdığı fantastik şehirlere il işkin fresklerde (çoğunlukla, lstanbul'un ideal­ leşlirilmiş temsilleri) ve zenginlerin evini süsle· yen, hep köşklü ya da konaklı ideal manzaralar­ da. mimari ile doğa her zaman sınırlan belirsiz, ikin:ikli bir denge içindedir. Doğal biçimlerin vurgulanması ve öne çıka­ nlması, doğayı ihlal etme korkusu, Anadolu ve Balkan kültürlerine özgü bir özelliktir. Müslü­ manların ve Rum-Hıristlyanların yasaklanna rağmen, paganlara özgü akarsu ve ağaç tapın-

Coglto. sa)1: 1 9, 1999


208

,\f<mricı· ı\I. Caasi

maları. Rumların kutsal çeşmderindc (ayazmalar) ve Türklt.Tin kutsal ağaç­ larında kendi ni göstermektedir - hel' iki öğc de, ziyaret edilen ve adaklar adanan yerlerdir. On sekizinci yüzyılda, bu doğalcı eğilim yerleşim .verlcri­ nin bahçelerinden ve sıra sıra çardaklı çarşıların zanaat ve halk çevresinden çıkmış; seçkin kültür mesire yerleri ne, camilerin avluları n a . köşklcı·in ve soylu konutlannın olağanüstü zari Oiğine egemen hale gel m i ş t i r. Bu ı .i h n i ve­ tin en çarpıcı örneği (tek örneği olmasa da), Boğaz'ın kıyıları boyunca büyük bir "şeh i r- b a h ç e " n i n oluşturulması o l m u ş t u r . ( Bazı i d a r i k a rarlann v e yollarla su kemerleıi n i n yapı lmasının harekete geçirdiği kendiliği nden b i r eği l i m söz konusu olmuştur burada.)

Dış Üslup

Etkileri ve Osmanlı

Mimari Di­

linin Özgünlüğü Bu dönemin Osman l ı şehri n i n en ilginç yön­ lerinden biri , dış etkilerin mas edilmesi tarzıdır. On yedinci yüzyıl ı n sonlanndan i t i baren Osman­ l ı şehrtnc özgül bir çeşni kazandırmaya başlayan Bali etkileri, şehirdeki yapılan, ş e h r i n g ü n l ü k yaşamı n ı ve şehrin çevre ve m i marideki ş i i rsel bakışını yalnızca dolaylı olarak değiştirmiştir. On sekizinci yüzyıl , ''Lale Devri sanatı" adını verd i ğ i m i z hareketle başlar; b u s a n a t , 111 A h ­ med'in sarayına belirli bir bahçecilik tarz ı n ı ( ba­ şat rolü çiçek1erin oynadığı bir tarz) , çiçek süsle­ mesini ve Fransız rokoko üslubuyla uyu m l u , ha­

fif eğrtl i silmelertn kullanıldığı b i r m i martyi ge­ tirmiştir. Daha sonra, o n sekizinci yüzyıl boyun­ ca ve on dokuzuncu yüzyılda, birçok m imaride,

ye n i - k l a s i kç i li k ile geç barok tarzları egemen olur. Yeni biçimlerin Batı'dan ithal edildiğini söy·

!edik - bu biçimlerde gerekli bir modernliğin işa­ retlerini ya da tam tersine geleneksel İslam kül­ tllrünün yıkıma götürecek terk edilişini gören dönemin Osmanlılan da bunu böyle düşünüyorCogllo, sayı: 1 9 , 1 999


J 8. Yüz.yıl Osmanlı Kenti

209

tardı. Gerçekten de, Osmanlı elçileri yan1annda Versailles'ın ve öteki Fransız parklannın p lanlann ı gellnnişlerdl. Uzak ya da eskil İran ve Çin kaynakla­ rından da yararlanıldığı düşünülüyordu. Gerçekten de, büyük çatılarda, yeni bahçeleri süsleyen hafif tavanhk.larda, klasik camilerin kutsal ve ağırbaşlı dı� avlularının te rk edilip on sekizinci yüzyılın camilerini çevreleyen daha hareketli avlu-bahçelerin benimsenmesinde ( örnek ol a rak , Beylerbeyi, Nu-

E.yüp, mezarlıklar mahaUesı

ve

Haliç. Mıtlllna. 1 8 1 9.

Cogtto,

sayı: 1 9, 1 999


21O

Mcwrice M. Cerasi

ruosmaniye, Hekimoğlu camilerinin dış avluları verilebilir) birbiriyle çel işen Doğu etkilerini görebiliriz; benzeri biçimde, bunun tam karşıtı bir gelişme izlenerek, bir zamanlar tamamıyla resmi düzenlemeden uzak Osmanlı bah­ çelerinde ve birçok "kamusal" mesire yerinde, simetrik ağaçlıklı yolların ve belli belirsiz Moğol örneklerini andıran. ama boyutlan açısından çok daha alçakgönüllü olan havuzlann simetrik düzenlemeleri ortaya çıkmaktadır. Her koşulda Batı üsluplanna doğru çizgisel bir üslupsal ilerleme görül­ mek isteniyorsa, hiç kuşku yok ki eklektik ve çelişkili bir kültürel gelişmedir bu. Ama incelediğim dönemde (on dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar konut mimarisi ile geniş Balkan ve Anadolu alanlarındaki çarşı mimarileri açısın­ dan). dışsal etkiler Osmanlı şehrinin köklü yerel özelliklerini pekiştirmeye yaramıştır: Osmanlı zihin yapısına uygun olan ve o zihin yapısına özgü dil­ lerinin beğenisiyle tipolojik yapısını vurgulayan unsurlar benimsenmiştir. Böylece, Doğulu Moğol ve Safevi mimarisiyle Batılı m i marinin büyük ana­ eksenli kompozisyonlan kabul edilmemiştir; aynı şekilde, İngiliz romantik doğalcılığının kendine özgü tarihselci ve kontemplatif-melankolik yanan­ lamlan (oysa, dışsal biçimleri açısından bu yananlamlar yerel doğalcılıkla belli noktalarda uyuşabilirdi) benimsenmemiştir. Dönemin mimarisinde kendi köklerini ölçü alan, dışsal malzemeleri ken­ di programını yeni sentezlerle ilerletmek üzere kullanan yaratıcı, aydın bir gelişme görüyoruz; oysa daha sonralan, on dokuzuncu yüzyılda, Batı eğiti­ mi almış (dolayısıyla "aydın" olması gereken) mimarlann eklektizm! kaba bir eklektizmdir, çünkü temel bir idealden yoksundur. Bunun tersine, on se­ kizinci yüzyılın en önemli mimarlanndan Mehmed Tahir, Simyon Kalfa -il­ ki Türk, ikincisi ise hemen hemen kesin olarak Rum- büyük yenilikçilerden­ dir. Bu mimarlann dili, olsa olsa kolaylık adına "Osmanlı barok" şeklinde (yani ithal edilmiş bir üsluptan kaynaklanıyor şeklinde) tanımlanabilir. On­ lann türlerde ve mimari tarzlarda gerçekleştirdiği değişim, Sinan'ın gerçek­ leştirdiği sentezden daha aşağı olmayan bir sentez çabasını gösterir. Kentli­ lik ve Levanten Osmanlı şehrtnin şehir biçimi duygusu yeni bakış açılan ve yeni olanaklarla zenginleştirilmiş; bu arada daha önceki dönemde Osmanlı şehrinin belirgin özelliğini oluşturan değerler ve unsurlar bütünü yitirilme­ miş, hatta eklemlenip derinleştirilmi ştir. Kent yolu örneğini alalım, şehir yolunun tasarımını ve mimarisini: Avru­ pa şehrindeki, hatta lran ve Ortaasya çan;ılanndaki gibi bir sıralanma-pers­ pektif, daha önceki Osmanlı şehrtnde bir varlık alanı bulamamıştı. Çarşının Coglto, sayı: 19, 1 999


1 8. Yi;zyıl Osnuınlı l<lnti

yolları

ve

oturma alanlannın yollan, sonsuza dek yinelenebilir -aynı tipolo­

j iye ait- homojen mimari olgular zinciri yaratıyordu. Bazen bütünlüklü bir i mge vardı, ama bu imge biçi msel kurallan ( başlangıç. perspektif, durmalar, sonuç) tek tek denetimi altında tutmuyordu, özell i kle de kendi biçimsel ya­ şamlarını yaşayan ve bir süreklilik, bir biçimsel perspektif i lişkisi kurmaksı­ zın dokuda yükselen anıtsal bütünlerle organik bir ilişki olmayışı nedeniyle.

On seki zin ci yüzyılda, boyu ılan küçülen "kamusal" anıt, dönemin mimari i deoloji s i n i n karmaşıklığını açığa çıkaran biçimsel bir yöntemle yola katılır. Heterojen sıralanma klasik m imarideki bütünsel komplekslerde de zaten mevcuttu - bunlarda, şehri kuşatan işlemeli surlar aynı sil m eyle ama farklı boyutsal ölçekle, çeşmeleri, türbeleri, mezarlıklan, işlevsel binalan, avlulan

i z l e r , b öy l ece karmaşık ve eklemli ama bütünsel üslup damgalı bir profil ol uşt u ru rlar. Osmanlı mi mari s in i n önemli bir katkısı olan, neredeyse anlatı­

sal diyeceği m bu epizotlarla ilerleme yöntemi, on sekizinci yüzyılda korunur ve şehir mimarisinin ıemeli haline gelerek belirgin bir güç edinir. Çeşmele­

ri n ba ro k ya da rokoko üsl u pl an . küçük bombeli çıkmalan olan ahşap konut m imarisi nin cumbalan (Bizans m i mari si nden alınmıştır), Çin üsl ubunu an­

d ıra n çıkı n tılı oluklar, anlatısal yöntemi en uç noktasına taşı rlar. Klasik Os­

manlı t arzı nı n tutkulu (daha yüklü ve gözle görülür hale getirildiği için) bir yeniden yorumu söz konusudur burada: şehir ya da anıt bütünü sanaısal dl­ pislinin bir arada tuttuğu tek tek (tekilleşti ri l mi ş ) parçalar olarak görül mek­ tedir. Ne var ki, buradaki disiplin tek ve yekpare bir üslubun disiplini değil. hareketin, tek bir yapıtta çoğul dillerle kendini gösteren "değişebil ir" bir me­

kinsallığın d is iplin i d ir. Dil

Deiiflmi Sürecinde ı.tanbul Amtlan

On sekizinci yüzyıl Osmanlı anıtlannın dilsel ve üslupsal dönüşümünün sistematik bir değerle nd lnnes lnl veremeyeceğim için, fstanbul'daki anıılar­ dan , yenilikler ve süreklilik duygusu aç ısından önemli iki örneği ele alaca­ ğım: Mimar Mehmed Tahir'ln Recai Mehmed Efendi Mektebi

( 1 775)

ve

Simyon Kalfa'nın Nuruosmanlye Camii ( 1 748-1 753). İlkinde, bir binanın cephesine dahli ed i l m iş çeşme teması -klasik Antik­ çağdan beri bu bölgede sevilen bir tema- yanlara doğru yayılır. Cephenin alt yansı tamamıyla, çeşmeler ve sebil·içeren, beyaz mermerden bir arabesk ha­ line gelir, kendi özerkliği vardır ve üst kısmın yalın çizgisel taş ve tuğla du­ varcılık san at ıyla oluşturduğu tezatla değer kazanır.

Cog!to, sayı: 1 9, 1999

2J 1


212

.\/.ııın,

\ 1. ( ·, .lil , ı

S i nıyoıı ' ı ı n 1\' ı ı n ıo s rn ; ı n i.\"l:s i ııtk k o ı ı ı p o ı i s_Yo r ı \ l' \ : ı p u ı ı r ı �l' l ı i rl l· k u n l u ­ � u i l i � k i k•r tbllil da J..•;ı nıwş ı k ı ır : N ı ı nı n:-. n ı a n i_vl'. v : ı ı ı ı i , i rı ı ; ı t "l' I ho..., , a J h i ı ı a ­ lar: h u iinll' k l l' . nll' k l l' p l l' r. k i ı ı i i p h .: ı ı w . 1.;t· � ı ı ı t' . d t i k Lı ı ı b r J . ı i i rl w k · ı ·

w

ı n t· ­

ı.a d ı k b rd;m o l u !;i a n son h i i _\ " l i k k O l l i Yt' l l' nk ı ı d i r. Daha i i n cc k i tknl'dt· r i n . � l' k' n l' k .-. l'I

v;ı

da d ı !;isal k a t k ı l a n ı ı o t ı :o-t· k i z i r11.:i

niı..\ · ı l d ;t k i Sl'll t l' z i n i n J o n ı k n o k ı as ı ı ı ı c ı h ı !;i l ll ra n hu �:o k i l µ i ı 11.; k i ı l l i _w v i h i r-


/ "ı. ) -, , �.\ ı/ (J\nuıır/ı 1\1: 1 1 1 1

2 1 "\

k:.H; -.. a ı ı nl a ._: ü z ü m k nı l' k m ü m k ü n lkj'.! i l d i r . Y -.ı l n ı n �ı . O "ı m a n l ı )dl i r k u l t u ıi.ı ­

nlln a n �ı n okt a la r ın ı

\"C

z i h n i .v el i n i oı-ıtıva kovan v i i n l cn: <ll'g i n c L cğ i m . H e r

�L·ydcn i "ı n e t..'. t: a ın i n i n t i p i iil".Ü i t i h�ı ıwh.ı t.k g i '} i kl i k gösıcrmc m c k t c <l i r : ,,\..., a o l s a , m L·rko.i p l a n l ı k u hhı..• l i m e k a n ı n , i m are t i n J<.ı h a k ü ç ü k b i n a l arı hagla­

n ı ı ııJa h c l i r i ) İ d a h a ,·urgulu<lur. Öu:ki u m . u rl arla c.;ok net bir kar)ı l l ı k olu1ı u ra r a k lw l i rg i n l e1c n , �·a\ n ı zca kuhhc değ i l d i ı· , a y n ı z a m a n d a \·e ö n u :l i k h : kubhc n i n J ı � �'ü z ü n ü üne n �-apıdır. En ö n e m l i �· a pı l a r

-e<ını i , t ü rb e, k ü t ü phane- güçlü b i r b i ç i msel tezat l a . ç ı..'\Tl' s i n <l e k i �-o l l a r ı n h a f i f e ğ i m i nd e n y a ra r l a nar;.ı k

J ü k k il n l a n barı nd ı ra n b i r temelden yüksel mekted i r . ( Y ı la n kad ve eksendı�ı gidişleri , cami n i n p l a n ı n ı be­ l i rlc:v·en Mekke ekseni ile a�n b ı �-apın ı n yönü ara�ın­ J a k i fark l ı l ı kl a açı kla n a b i l i r , ama bu yal n ı ı.ca bir çı­ kış n o k t a sı d ı r . ) Çeşi t l i b i r i m l e r aras ı n d a k i karş ı l ı k l ı ck se n d ı şı l ı kl a r , s u l t a n d a i releri a d ı Yeri len { S u l t a n ı n g i r i ş i i ç i n yap ı l m ı ş merdiven , . e s a l o n l a r ) g e n i ş ke­ merlerin a l t ı n daki görül ü r alanlar, b i r kompozisyonu bozma \'e mekanı o zamana kadar Osmanlı mi mari­ s i n d e d e B al i rokoko ü s l u b u n d a Ja b u l u n mayan n.• �-a l n ı zca �'i rmi-otuz yıl sonra rom a n t i zmde bazı izdü­ ş ü m l e r bulacak olan karmaşık ı;evrelerle gelişkin d i ı i ­ l c r h a l i nde y e n i d e n d ü z e n l e m e niyetini açığa nı nnak­ ta<lır .. Dikkat e dilmesi gereken bi r nokta da, belki de ilk kez b i r Osmanlı a n ıtsal küll i�·esinde. dı ş aduda İs­ t �m h u l 'u n Kapa l ı ça rş ı 's ı n a giden önemli Ye �·en i hir şeh i r yolunun plana dah i l edilmiş olmasıdır ( bu ara­ d a . çarş ı n ı n üslü de a_\"n ı y ı llarda kapa t ı l m ı şt ı ı· J . Bu �·o l . lı i ç i nısel \"e simetri k perspt::" k l i flert' �·ol açmamak­ t a , aksine tı:: ğeı geçmelere, geometrik olma�·a n biçim­ leı·e

\"e

görsc l l i klere yol açmaktadır.. Yeni "barok-Os­

m a n l ı ' ' d i l i ve öteki d ilsel ödünç almalar (örneg i n . ke­ merler

\"c'

penl·crder d i z i s i nde Avıupa " n ı n aristokra t i k

s�uayl a rı n ı n cephelerinden a l ı n m ış b i r :;;e yler Yardır) bu mekansa l l ığı daha i�·i

'\orumla:v·an" yardımı.:ı

öğe­

leı· haline gelmektedir. A�·nı şe�'. gü ne�·deki dış çember için de sö_\'lenebi \ i r; hurada d ü kkanlar· ( başlangıç

Cog:ilo .. S.'l�·ı : 1 9. J �Q9


214

Maurice M. Cerasi

tonozlannın değişken, neredeyse müzikli modülasyonuna dikkal edilmeli­ dir) ve mezarlık-türbe-kütüphane bir cepheden çok yola ilişkin bir bütünü , heyecan verici anlatısal kannaşıklıktaki bir bütünü oluşturmaktadır. Daha önceki Osmanlı şehrinin tek tek işlevsel ve tipolojik öğelerinin de­ ğişmemiş olduğunu göıilyoruz: "Kamusal" öğeler, eskisi gibi imaretin öğele­ ridir, tek tek evlerin ve bir çarşı alanının geniş dokusu içine yerleştirilmiş ku­ sursuz bir hücre. Ama ölçek, zihniyet değişmiş, yeni dilsel olanaklar devreye sokulmuş, mekansallık ve çevre duygusu daha belirgin hale getirilmiştir.

Osmanlı Modelinin Değişmez Öğeleri Bu dönemin Osmanlı kültürünün (daha doğrusu Osmanlı kültürlerinin) bazı temel verileri olmasa, yabancı ve çoğul etnik kökenden etkilerin artma­ sıyla eşzamanlı olarak "Osmanlılığın" güçlenmesi paradoksal görünebilirdi. 1) Osmanlı kültürü, bir "üsluplar" kültürü değil, bir "tarzlar" kültürüdür (Yunan müziğindeki tarzlar -modlar- gibi, klasik Antikçağ mimarisindeki düzen gibi); bunlar, sırasıyla kullanılan ve birbirinin yerine geçebilen tarz­ lardır, "istenildiğinde kullanılabilecek" dillerdir. Bu yüzden, rokoko ve yeni­ klasik üsluplar, az çok yerli öteki üsluplarla aynı ölçüde mimari dağarcığına katılır. 2) Belirli bir doğa ve hareket estetiği, heterojen öğeleri birleştirir. (Şunu kesin olarak saptamak gerekir: Bu şehir alanının hareketini ve "doğallığını" bize ileten, şehrin imgelerini korumuş Batıh çizerlerin romantizmi değil , şehrin b u öğeleri içeren kendi yapısıdır.)

3) lstanbul-Konstantinopolis, bütün yenilikleri ve bütün yabancı etkileri süzgeçten geçilir ve bunlara kendi öze] damgasını vurduktan, kendi özel do­ ğal coğrafyasının öngördüğü mekan beğenisinin izini kazıdıktan sonra ya­ yar. imparatorluğun bir başka kültür merkezi Aynaroz Dağı'dır; Aynaroz Dağı da aynı coğrafya içinde ve Doğu-Batı klasikçiliği ile Bizans klasikçilik karşıtlığı arasında benzer, ama elbette aynı olmayan bir denge içinde yer alır. Her iki merkez de sanat dilleri açısından yenilikçidir, oysa öteki mer­ kezler -ister Türk ister Slav merkezler söz konusu olsun- bu yeniliklere di­ renç gösterirler. (örneğin, Anadolu'nun ve Balkanlann birçok merkezinde, camilerde, hatta Ortodoks manastırlarda, on beşinci yüzyıl başkentleri Bur­ sa ve Edime'de serpilmiş Osmanlı mimartsintn katı ve geometrik açıdan ka­ lıpçı biçimlerinin bir izdüşümü vardır.) Cogito,

sayı:

t9, t999


/8. Yüzyıl O.�manlı Kenti

21 5

4) B i za n s teknikleri ve üsluplan kendini yeniden gösterir, ama aynı za­ manda Rum-Ortodoks manastır mimarisi klasik Türk-Osmanlı mimarisinin öğeleıini ve biçimleıini yeniden keşfeder. 5) On sekizinci yüzyılda l.sıanbul-Konstantinopolis temsili olmayan bir şehirdir; simgesel ya da felsefi artalanı olmaksızın ve yal n ı zca çevrenin su­ nabileceği zevkler gözetilerek kurulmuştur. Bu şehir " Sadibad" d ı r: Mutlu­ luk diya nd ı r . belki de bu adı taşı yan imparatorluk bahçeleıinden daha da fazla. Bu, şehıi n imparatorluğun Batı kı sm ına yaydığı mimaıi anlatımın kendine özgülüğünü daha iyi açıklamaktadır, hatta bu tür biçimleıin daha tutucu böl gel erde uyandırdığı reddi de. 6) Öte yandan, yeniliğin içinde, Osmanlı mimari anlayışının sünılclıllgi'ne i l işk in katı öz varlı ğı n ı

sürdürür. Kentin yapılannın büyü k biçim verici di z­

geler yoluyla değil, yan yana koyulmuş özerk çekirdekler halinde kunılma­ sında ısrar edilmesi, bize bunu gösteıir. imaret ile mahalle, başka hücreleıi değiştirmeye yel te n me ksi zi n ve onlar tarafından değiştlıilmeksizin şehre en­ tegre edilen kusursuz hücrelerdir. Öteki değişmez öğeler biçimseldir. Yal­ nızca birkaçından söz edeyim: Kubbeli merkezi mekan

(dervişleıin dergilı­

lannda ve evlerde de çoğu zaman bir sa l on , kubbeli olmasa da, iki slmetrtk aksıyla ve tavanın iki boyutlu ıasanmıyla mekAnın merkeziliğini

taklit eder);

tanınabilir bir tarzla sıralanmış pencereleriyle cephe düzenlemeleıi, hacim­ leıin heterojen sıralanışı ve neredeyse perspektif yokluğunu telafi etmek üzere ince bir duvarlar ve parmaklıklar çizgisiyle bir araya getirilmiş yapı­ lar...

Böyle bir kavrayış ve bu tür değişmez öğeler varlıiını sürdüreceği için, Osmanlı şehri kendi ve eski temel özelliklerden uzaklaşmaksızın her tür dış etkiyi bünyesine katacaktır.

lıalyarıcadan çevlnın: &mal Aıakay

Cogllo,

sayı: 1 9 , 1 999


Zikr-i Dervişane'den Divan Musikisine Kadar Osmanlılar Devrinde Sema 'ya Bi r Bakış JAMAL J. ELİAS

Erken dönem iJlmlerinin sema hakkındaki göriişleri Erken dönem Süfi şeyhlerinin sema hakkında kullandıklan en ünlü ifa­ de. Cüneyd-i Bağdadiye (ö. 297/9 1 0) aittir. Başka yazarlann yanı sıra Sarrac da, "sema yapmak için üç şeye, mekan, zaman ve ihvan'a gerek olduğu" ' cümlesini, Cüneyd-i Bağdadi'ye atfeder. Bağdatlı Cüneyd'e göre, sema için uygun bir yere, uygun bir zamana ve uygun arkadaşlara gerek vardır. Doğal olarak, aşın derecede ağır başlı oluşu (sahv) ile ünlü olan Cüneyd , sema din­ lemenin fiziksel coşkusu içinde kaybolmakla suçlanamaz. Ancak Cüneyd'in içsel olarak vecde girdiği düşünülür, sema sırasındaki suküneti, durgunluğu hakkında kendisine soru sorulduğunda, Kur'an-ı Kerim'den alıntı yaparak, "Sen dağlara bakar da anlan durgun görürsün. Oysa ki onlar, bulutların do­ laştığı gibi dolaşmaktadır. Her şeyi güzel ve mükemmel yapan Allah'ın sana­ tıdır bu.'' · dediği aktanlır. 2 llk Sllfi düşünür ve şeyhlerinin, toplu zikir ayinleri ve sema aynı gibi gö­ züktüğü için, zikir ve sema arasında ayırım yapıp yapmadıkları açık değil­ dir. Dolayısıyla, zikir hakkında yapılan birçok yorumun, sema için de geçer­ li olduğunu öne sürebiliriz. Gerçekten de, bu makalenin daha ilerideki bö­ lümlerinde göreceğimiz gibi, önemli bazı Mevlevi şeyhleri de zikir ve se­ m§.'yı aynı şekilde değerlendiriyorlardı. Örneği n, ünlü SOfi teorisyeni Ali Hucviri (ölüm yaklaşık 469/ 1 076). eserinde Ebu Bekir Muhammed el-Vasi-

* Çeviren ProL Dr. Yaşar Nuti Oztlirk, lforan-ı &rinı, Nemi Suiesı, 88. Aveı

Bovut, 1997).

Cogito, sayı:

1 9 , 1 999

. <l'.'>tanbul, Yeni


Zih-i IJetVişti11e'de11

Diviin Mw.fkl:ı.irıe Kadar o�ma11lılar Devrimk ."M!mil'ya B'r Bakı�

217

li'nin şöyle dediğini kaydetmektedir: "Allah'a zi krett i kle rini anımsayanlar,

;r.ikretttkleri nl unutanlardan çok daha düşüncesizdir" .

mi'nm

'

Bu ifadenin, se­

genel olarak anlaşıldığı biçimiyle, müzik dinlemek ve raks etmek gi·

bi vecd hallerine göz yummakla kalmadığı, teşvik ettiğini de söyleyebiliriz. Erken dönem Süfi teorisyenleri, Sufiliği ortodoks (doğru şeylere inanan)

ve ortopraks (doğru şekilde davranan) bir yüzle tanıtma kaygısını taşıyorlar­ dı. SOflliği n , şeriat alimleri tarahndan yorumlandığı biçimiyle lslam inanç­ lanna uygun olduğıınu göstermeye çalışıyorlardı. Bu ilk dönem Süfileri ara­ sında, Sıifl inanç ve uygulamalannı yücelterek, daha geniş bir Müslüman kitlesine yaymak için el kitaptan yazan, ünlü et-Ta'arruf li Mezhebi Ehli't-Ta­ sa wufun yazan Kallbazi çok önemli bir yer tutar. Kalibizi insanın Allah'ı anarken yani zikir yaparken kendinden geçmesinin, ediminin bilincinde ol­ masından daha tyi olduğu mesajım vermek için Kur'an-ı Kerim ve Hadi.s·i Kudsi'den de alıntılar yapar.

"Her şeyi unuttuğunda, Allah'ı hatırla" ifadesi, Allah'ın dışındaki her şeyi '

unuttuğun zaman, Allah'ı haıırladın. anlamına gelir yorumunu yapar. Hı. Muhammed'in "Bir insan Allah'ı düşünmekle meşgul olduğundan, ona dua etmeyi unutuyorsa, o insana Allah'a istekte bulunanlardan çok daha soylu bir hediye Ihsan edilir" hadisine de kitabında yer verir. ' Kaliblzl, özellikle semi hakkında şu ifadeleri kullanır: "Semi, yaşanan manevi anın (hil) yorgunluğundan sonra bir dinlence olduğu, manevi haller (makimit) yaşayan klşilerin ihya olması anlamına geldiği gibi, diğer şeylerle meşgul olan insanlann bilinçlerini uyandınnarun da bir aracıdır. Semi, insanın doğal özelliklerini dinlendinnenin diğer yön· temlerine tercih edilmelidir. çünkü insan ruhunun bu hale yapışması veya orada istirahat etmesi mümkün değildir, çünkü bu hAI, Allah'ın iradesine göre gelir ve gider. Doğrudan manevi deneyimler yaşayan, vecde giren, kalp­ lerine ilham gelen mistiklerin bu tür yardımlara ihtiyaçlan yoktur, onlar kalplerini doğrudan ilham bahçesine nakletmenin araçlanna sahiptirler". • Daha sonra KalAbizi, Bağdatlı Cüneyd'e atfettiği semi tanımını veıir:

"iki

tür sema vardır. Bir insan tipi vardır, söylenen sözleıi dinler ve on·

dan bir ders çıkanr; bu tür insanlar kalpleriyle, seçici bir şekilde dinlerler. Diğer tip insan ise ruhun gıdası olan müziği dinler ve ruh gıdasını aldığı za­ man, duruma uygun hAie ulaşır; vücudun yönetimini bir kenara bırakır, bu esnada dinleyicide bir hareketlilik ve kargaşa gOzlenir". 7 Hem Hucviıi hem de KalAbAzl, semAnın kullanımını, gelişkin veya yeteCoııuo. sayı: 1 9, 1 999


2ı8

)amal). Elias

nekli mistikler için gerekli olmayan, canlandırıcı bir öğe gibi değerlendiriyo­ ra benzemektedir. Bir başka-deyişle, Tasavvuf yolunda olan kişinin bu yolda ilerlemesi için semaya ihtiyaç duyması, mistik yetenekten yoksun olduğu anlamına gelmektedir. Tasavvufta semanın rolü, Süfi şeyhleri ve bu konuda çalışan b i l i m adamlarının semaya yaklaşımı konusunda daha çok şey söylenebilir, ama bu konuyu, bu makalede ele almayacağız. Bunun yerine, Rusühi Dede ola­ rak da bilinen. Ankaralı ismail Dede'nin bu konuda yazdıklarını inceleyece­ ğiz. Rusılhi Dede olarak bilinen bu Mevlevi Şeyhi'nin semanın rolü ve doğa­ sı hakkında yazdıkları, sadece Mevlevi gelenekleri üzerinde değil, aynı za­ manda Osmanlı İmparatorluğu'nda tasavvuf, islam ve müzik arasındaki iliş­ ki üzerinde de çok etkili olmuştur. Rusılhi Dede ve Ş8ıih-i Mesnevi Olarak da Bilinen Ankarah lsmail Dede

Rusilhi Dede (ö. 1 040/ 1 63 1 ) Galata Mevlevihanesi'nde mesnevihiindı. Abdi Dede'nin ölümünden sonra, onun yerine Galata Mevlevihanesi'nin şey­

hi oldu. Kendisinden sonra da yerine Adem Dede (ö.

1 063/ 1 653) geçti. Rusü­

hi Dede, en çok, Mevl3.ni'nın yedi ciltlik esert Mesnevi-i Md 'nevlnin çevirtsi ve Mesnevi yorumu ile ünlüdür. Bu eserini 1 030/ 1 62 1 yılında bitirmiştir.

8

Başka eserler de vermiştir, onun üzerine bir kitap yazan Dr. Erhan Yetik'in verdiği listede 40 tane eser bulunmaktadır. 9 Mesnevi yorumunun yanı sıra, diğer eserleri arasında Minhdcü 'l-fiıkard ve Risô.le-i hücceta 's-senıd da bulun­ maktadır.

10

Birçok önemli Mevlevi, ününe karşın Rusühi Dede'nin bu saygıyı hak et­ mediği kanısındadır. Gölpınarlı, Rusilhi Dede'yi bir ilim adamı olarak be­ ğenmiyor ve iddia ettiğinin aksine, MevlAna'nm düşüncesini tanımadığına inanıyordu. Gölpınarlı, Rusühi Dedenin Mevlanii'nın Fihi

ınıl {ihi adlı eseri­

nin içeriği hakkında fazla bilgi sahibi olmadığı ve muhtemelen Makıllat-ı Şenıs adlı eserinin varlığından da habersiz olduğu düşüncesindeydi. Yenika­ pı tekkesinin şeyhi Sabühi Dedenin de, Rusilhi Dede'yi aşağı gördüğüne iliş­ kin bir sürü hlkAye anlatılır. Rivayete göre, Sabühi Dede, Rusühi Dede'yi kastederek, "Nasılsa o yalancı [yedinci -e.n.] cildi şerhetmiş, fakat okutma­ ya kalkarsa gelir, kürsüsünü başına yıkanm" " demiştir. İlim adamı ve mutasavvıf olarak vasıflan konusundaki bu çekincelere karşın, Rusılhi Dede'nin yazılan, daha sonraki Mevleviler üzerinde çok e tki l i Cogito,

sayı: 1 9 , 1 999


2l9

Zikr-i Dt'rvlşdne'den D lvti n Mıolki�lne Kadar Onnanlılar Devrinde Semd'ya Bir &kı�

olmuştur. Kimi zam an Mtnhilcü 'ı.·zAktrin olarak da adland mlan Minhdcü 'l· /i• k arli adlı eseri , Mevlevi sema ayin i n i ayrıntılı bir biçimde anl attı ğı için

özelllkle önemli bir çalışmadır. Mevlevi ilim adamlan tarahnda n, sema üze­ rine yazılmış başka eserler de bulunmaktadır. D i va ne Mehmed Çelebi'nln

lşardtü '1- Beş/i rd adlı eseri, Köse Ahmed Dede ve Şeyh Gilib'ln Arapça eserle­

ri, Ab dü ' l - G a n l yl Nablusl'nin e/-Uküd e/-lü1ü lyya fi tariyki s<ldeı•l-Mevkviyye ve Şeyh Feyzullah'ın /şdrdt ü '/ Mevleviyye fi Ayini'/ Mevkvlyye adl ı esen bu ça­ lışmalara örnek verilebilir. Ancak Rusühi Dedenin eseri, savunmaya yönelik ve özür diler üslubuyla diğerlerinden aynlır. Rusühi Dede'nln, bu eserinde

seminın meşruiyetl hakkında daha önceki bir eserine atıfta bulunmasa, Mtnhdcü 'l-(ukard, Mevleviyye'nin şer'i bir tarikat olduğunu savunan diğer

eserlerden çok az farklı olurdu. Atıfta bulunulan eser, Rtsd/e..i hüceetü 's-se­ md'dır. 12 Daha önceki Süfi eserlerine göre semiya farklı bir şekilde yaklaştı­ ğı, Mevlevi tarikatı üzerinde çok etkili olduğu için Risdk-t hüccetü 's-senul üzerinde durmak istiyorum. Eserin, semi için mazeret veya özür olarak kul­ lanılması, eserin bu şekilde kullanıldığına ilişkin kanıtlar, Osmanlı lmpara­ torluğu'ndaki mutasavvıOann yaptıklan dini tanışmalann doğasını anlamak açısından önem taşır_

Hilccetü's-seml Risalesi Hüccetü's-semd risalesinin metni, ilk olarak 1 840 yılında Mısır'da basıl­

mış, daha sonra Mısır'da bir kere daha yayımlanmış. iki kere de lsıanbul'da basılmıştır. Eserin bu kadar çok kez yayımlanması, popülerllii hakkında bir fikir vermektedir. Metinde, RusOhi Dede 1 0271 1 6 1 8 kadar erken bir tarihte Mevlevileri semi. raks ve devrin yüzünden eleştirenlerin eleştirilerinden ra· hatsızlık duymaya başladığını ve bu kitabı üç bölümde yazmak zorunda kal­ dığını anlatmaktadır. " RusOhi Dede'ye inanmak gerekirse Hüccetii 's-semd'· nın yazımına 1 03 7/ 1 62 8 yılında, eser tamamlanmadan bir sene önce başla­ mıştır. Kitap yazmaya da öğrencileri, mutasavvıf olmayan kişilerin

(ahi

az.

zihlr) Mevlevi sema ayini ve Mevlevilerin, Mevlini'ya duyduk.lan aşk ile raks etmesini, şeıiat'a karşı ve kesinlikle yasak olduğu gerekçesiyle eleştir­

mesinden duyduğu kaygıyı paylaşınca karar vermiştir. Bu öğrenciler kendi­ sine, Şeyh Ahmad lbn Mehmed lbn Mehmed et·TQsi'ye atfedilen bir eser takdim etmişler. Rusühi Dede bu eseri, Kıı r'an-ı Kn"tm, Hadis ve eriten dö­ nem mutasawıOann seminın meşrulyetl konusunda içerdiği bilgiler açısın­ dan kapsamlı bulmuş, ancak eserin tekrarcı, gereksiz yere !ah uzatan ve Coglto, sayı: 19, 1 999


220

i lama/ J. Elias döngüsel bir mantıkla konuları ele alan bir üslübu olduğunu düşündü�ü için kısaltmaya ve daha kullanışlı bir hale getirmeye karar verm iş. Bu ne­ denle, hangi hususları kitabına alacak kadar önemli bulduğuna bakmak il­ ginç olacaktır. Rusühi Dede'nin incelemesi, Hüccetii's-semô. üç bölüme ayrılmıştır: bi­ rinci bölümde dans ( raks). i kinci bölümde semanın şeriata uygunluğu,

üçüncü bölümde de def çalma, dolayısıyla da genelde müzik enstrümanları­ nın kullanımı konusu ele alınmaktadır. RusCıhi Dede bu konuları inceleyen, erken dönem mutassavvıAarından alıntı yapmakta, diğer mutasavvıAarın yapacağı gibi, birinci derecede önem taşıyan mutasavvıflar üzerinde dur­ maktadır: Ebu Hafs Umar es-Sühreverdi, Küşeyı;, Ebu Talib el-Mekki ve Ebu Hamid el-Gazzali gibi. Ara sıra Mevlcin3.'dan da alıntılar yapmasına karşın, bu alıntılar Ş3rih-i Mesnevi olarak tanınan birinden bekleneceği ka­ dar çok değildir. Raksın yol açtığı vecd halinin (tavacüd) Müslümanlıkta yasak olmadığı­ nı savunurken. Sühreverdi'nin Avdrlfü '/ ma 'ô.rif adlı eserinden ( 1 5. ve 25. Bö­ lüm) ve İbn Arabi'nin Futühcit'ından alıntı yapmaktadır. Futühô.t'tan alıntı yaparken, Cüneyd-i Bağdadi ile birlikte yolculuk eden bir kişinin de hikaye­ sini anlatmaktadır. Grup, Sina Dağı'na ulaştığı zaman Cüneyd, Kawaleye (şarkı söyleyen kişi) şarkı söylemeye başlaması talimatını verir ve hepsi bir­ den vecd içinde ilham bahçesine taşınırlar (tavcicadna). 14 Rusuhi Dedenin durumunda ilginç olan, eski şeyhlerden alıntı yapması , onlar hakkında kıssalar anlatması, peygamberin hadislerinden alıntı yapma­ sı değildir, tasawufu mazur göstermeye çalışan çalışmalarda veya doktriner incelemelerde ve aslında tüm İslam dini eserlerinde bunlar sıkça görülen uygulamalardır. Kayda değer husus, dinsel uygulamalarda müzik ve dansın meşruiyetlne ilişkin geçmiş kanıtlar sunması ve hatta kendi görüş açısına uyacak biçimde kanıtlar seçmesi de değildir. ilginç olan husus. Rusuhi De­ denin elindeki bilgileri tartışmaya açık bir hale sokması, tezini "onlar yap­ tıysa, doğru olmalı!" temeli üzerine inşa etmesidir. Tasavvuf metinlerinde raksın meşruiyettne ilişkin bir inceleme normal olarak, erken dönem Sufilerin sözlerinden alıntı yaparak, raksın tanımı ile başlar, gene geçmişten gelen kanıtlan kullanarak meşru ve gayrimeşru raks arasındaki farkı ortaya koyarak devam ederken, Rusuhi Dede sırayı değlştir­ mektedtr. Ne yaptıklarını açıkça uİ.nımlama zahmetine gtnneden, Sührever­ di, Necmedd!n Diye, İbn el-Filiz, Küşeyrl ve Ebu TAiib el-Mekkl gibi ünlü Cogito,

sayı: 19, 1999


Zlh-i Denıişiine 'den Dıviiu Mmlkhi11e Kadar Osmanlılar Devrinde Semııi'ya Bir Bakış

mutassavı fların raks ettiklerini dolayıslyla. raksın yanhş olamayacağım

221

söy­

lemektedir. Daha sonra peygamberin raks eden bir grup Habeşi izlediğine ilişkin bir hadisten ahnu yapmakta ve 'peygamber lnsanlan raks ederken iz· lemekten zevk almışsa. raks etmek yanhş olabilir mi?' sorusunu yöneltmek· tedtr. Ancak bu noktaya geldikten sonra, RusOhi Dede, raksın anlamım tar· tışmaya başlamakta ve sadece boşuna ve anlamsızca yapıldığında raksın kö­

tü olduğunu , raksın iyi ve köt ü olmasının niyete bağlı olduğunu söylemekte­ dir.

Mllzlk, Raks ve Duygu Rus(lhl Dede'nln niyet hakkındaki analizine girmeden önce, semanın ne­ den bir sorunsal oluşturduğu konusuna kısaca değinmek yararlı olabilir. Bütün okurların Mevlevi semi ayininin görüntüsüne, özellikle devrinın kul­ lanımı ve musikiye verilen öneme aşina olduğundan eminim. Hakikaten de,

onyedlncl yüzyıldan önce de , Mevleviler devrlnın yapısını formol bir hale sokmuşlardı. Devr6n yapısı içine divln müziğinin makaınlannı ve usullerini kullanan musiki grubu benzeri müziksel bir öğe de dahil edilmişli. önceden bestelenmiş, selAm denilen dön vokal parça, önceden bestelenmiş na'adar, enstrümantal peşrev ve taksimleriyle Mevlevi semi ayini, Ayin-1 şerifin bir

parçasıdır. Klasik Osmanlı musikisi formlanna aşı n bağlılıklannın yanı SJ· ra, Mevlevtler ney, rebab ve tan bur gibi bir dizi divan müziği enstrümanını da ayinlerinde kullanmaktadırlar. " Mevlevt ayini, genell i kle lalk kültürle özdeşleştirilen sarav müziği gele­

neğinden uzaklaşmaya, bu müzikle arasına mesafe koymaya çalışan diğer Sünni ıarikadann zikir ve semi ayinlerinden çok farklıdır. lslam uygarlığı­

nın doğrudan vlirisi olduğu Geç Antik dönem dünyasının felsefe ve estelik anlayışına kadar geriye götürülebilecek bir bakışla, İslami dünya, seküler müziğin din açısından kabul edileblllrllği konusunda kararsız kalmışt ı r. El­ Firlibl gibi lslam felsefecileri m ü zi k ve doğası konusundaki görüşlerinde

büyük oranda Phytagoras ve Aristoıeles gibi klasik fllozoHann düşüncele­

rinden eıkllenmlşlerdlr. Müziğin, dı nleytcln ln ruh hal ı ve duygulan üzerin­ de doğrudan etkisi olduğuna inanmışlar, noıalann değişik kom bl nasyonlan ­ nın farklı eıkller yara ttığı n ı ve m ü z iğ i n insan duygulannı kontrol edilemeye­

cek ölçüde harekete geçlnıbileceğlnl düşünmüşlerdi. Kontrol edilemeyen duygular, vücudun ıam denetimine sahip olan, rasyonel ve ayı k bir zihne dayanan felsefi idealin anıl ıezl olduğıı için, lslam Altmlerintn çoğu, doğası

Cogtto, sayı: 19, 1 999


222

Jamall. Elias

Hibariyle açıkça dini olmayan müzikten kaçınmanın yararlı olacağı görii ­ şündeydi. Hatta bazı Alimler müziğin duygulan harekete geçirme yeteneğine karşı o kadar güvensizdi ki. her türlü müziği yasaklamaya çalışmışlardı.

1 "'

Müzik ve duygunun bu sorunlu durumu. SUfi zikir çalışmalarının İslami ibadetin meşru bir biçimini oluşturduğu tartışmasını da belirlemiştir. Bu konu. Mevlevilerin müziği kullanım biçimi açıkça Osmanlı divfı.n müziğine bağlı olduğu için, diğer Sünni Sufi tarikatlara kıyasla daha çok Mevleviler için bir sorun oluşturmaktadır. RusO.hi Dede'nin sema tartışmasını, semayı mazur göstermeye çalışan geleneksel SUfi eserlerinde ele alınan konuların ötesinde genişletme eğilimi, bu bağlamda anlaşılabilir. RusO.hi Dede müziğin meşru olup olmamasmın tümüyle icra edilirken ve dinlenirkenki niyete bağlı olduğunu dile getirirken, müziğin bir tür vecd duygusu yaratuğını inkar etmez. Ancak, Gazzali'ye dayanarak, tümünü meş­ ru olarak değerlendirdiği çeşitli vecd türleri arasında ayının yapar. İlki, bi­ reyin hiçbir çaba sarfetmeden içine girdiği vecddir; ikinci tür ise çaba veya dışandan destek gerektiren vecd türüdür ki, Rusuhi Dede buna tavacüd de­ mektedir. Mevlevi semasının amacı olan vecd türü, tavacüd, Sllfi yolunun başında olanlar için çok faydalıdır. Rusühi Dede'ye göre, tavacüd halinde. birey vücudunu, muhtemelen İslamın yasakladığı raksı andınr bir biçimde hareket ettirmeye başlayabilir, ancak bu hareket, tümüyle meşru olan hara­

kat-i istihlal'dir. ilginç bir biçimde, Rusuhi Dede, Sufi yolunda ilerlemek için müziğin yardımına ihtiyaç duymanın ne anlama geldiği konusunu hiç ele al­ maz. Bu makalenin başlangıç kısmında ele alındığı gibi, erken dönem muta­ savvıllan, dış yardıma gerek duymayı ruhsal açıdan geri kalmışlığın bir işa­ reti olarak görüyorlardı.

17

RusO.hi Dede'nln İslami bağlamda, müzik, müzik enstrümanları ve mü­ ziğin icrasını mazur göstermeye çalıştığını gözden kaçırmamak gerekir. Bu bileşim olgusu, klasik dönem mutasawıflan tarafından geniş bir biçimde ele alınmamıştır. Dolayısıyla en güçlü mazeretini bulmak için peygamberin hayatına geri döner ve Hüccetü's-semd boyunca ve semi konusunu işleyen bütün eserlerinde tekrar tekrar işlediği örneği bulur. Bu mazeret, peygam­ ber ve Hz. Ayşe'nin beraber oturup, raks eden ve def çalan bir grup Habeşi izlediğin! aktaran ünlü hadistir. Ebu Bekir onların yanına gelir, bu görüntü­

yü tasvip etmediği için, tam Habeşli gruba raksı ve müziği kesin diyeceği sı­ rada, peygamber " Her halkın bir bayramı vardır, bu da bizimki" diyerek onu durdurur. peygamberin sadece müziği ve raksı hoş görmekle kalmayıp, aynı Cogllo,

sayı: 1 9, 1999


Zikr-1 Dl'n•i�dne'den Dh•ıiıt Mu.'i lkisine Kadar Osmanlılar Devrinde Sem.d'ya Bir Bakı>

223

zamanda Ebu Bekir'in icracıların faaliyetine son vermesini önleyerek, bu tür davramşlan desteklediğini de ima etmesi, RusCıhi Dede ve Mevlevi tart· katı için, bu tavrı, bütün bağlamlarda meşru hale sokmaktadır. Rusühi De­ de, icraatın gerçekleşllğl bağlamla ilgili değildir. icraatın ibadeıle ilgili ol­ maması, söz konusu Habeşlerin Müslüman olup olmadığının açık olmaması da Ruslıhi Dede için sorun oluşturmaz. Bu husus bizi , Peygamber'in, ikbal görmüş Müslümanlar ıarahndan na­ sıl algılandığı gibi daha geniş kapsamlı bir tanışmaya götürur. Peygamber­ lik makamının Hz. Muhammed'in hayatının her bölümüne yansıdığı ve ha­ yatında laik anlar olmadığı öne sürolebllir. Dolayısıyla, Peygamber'in sade­ ce kansıyla güzel vakit geçirmek üzere dışan gezmeye çıkıp müzik dinleme­ si düşünülemez. Hakikaten de, Peygambere ilişkin hiçbir şeyin seküler ol­ madığı göıilşil, Sünnet kavramının ve sünnetin şeriatla olan ilişkisinin altın­ da yatan düşüncenin ta kendisidir. Burada, müziğin kullanımını mazur göstermeye çalışan Sfifi eserlerinin, Sünni Süfi taıikatlanyla. vecd ya da ıavaccüde sokmak için müzik kullanı­ mının da Sünni tarikatlar arasında, Mevlevilikle sınırlı olmadığını vur­ gıılamak istiyorum. Bektaşiler ve lran'daki Şii tarikatlarda, klasik ve saray müziği de dahil olmak üzere müziğin kullanımı üzerine çok şey yazılmıştır. Müziği mazur göstermek için yazılan bildiğim en kapsamlı eser Hüseyin Haydar Hinl'nln yazdığı Semd-i 'drlfdn'dır. 1 955 yılında Tahran'da basılan eser yaklaşık 600 sayfadır. Sünni tarikatlara dönmek gerekirse, Beluctstan'ın Guati milzisyenleıi, Çiştilerin meşhur Kawilisl, Sünni tarikatlan arasında semida müziğin formel kullanım biçimlerine örnektir. Aynca bazı Kidiıi gruplannda da, müzik ve zikirde formel vUcut hareketleri kullanılmaktadır. Ancak Mevleviler. birçok açıdan diğer Sünni tarikatlanndan farklıdır: Çişti Kawillsi ve Guati musikısinde (Kuzey Afrika ve Bengal'deki diğer ör­ neklerinde olduğu gibi) müzik icra edilirken, Peygamber'! öven dini şiirler (naatlar) kullanılmaktadır. Bu şiirler şarkı olarak söylenmese bile, her perde belli bir dini kompozisyonla bağlantılıdır. Daha da önemlisi, Kawlll for­ munun, hafif klasik Hint şarkı formu, hiyil ile sıkı sıkıya bağlantılı olması, dolayısıyla klasik (yani seküler) müzik geleneğiyle açıkça ilişkili olmasına karşın, Kawili, müzik enstrumanlannın kullanımı ve musiki yapısı itibariy­ le hiyll veya başka bir seküler müzik formu veya başka bir müzik biçimiyle kanştınlamayacak kadar net bir şekilde, dini bir müzik formudur. Buna karşın Mevlevi sernAsının musikı repenuan, teoıik düzeyde tam olarak OsCotıfto, sayı: 1 9, 1 999


224 lama/ J. Elias

manlı saray veya klasik müzik geleneği içine oturmaktadır; Osmanlı musiki çevrelerinde Mevleviyenin önemi düşünülürse, bu benzerliğin ne kadar ba­ . ıiz olduğu da anlaşıhr. Aynca hareketlerin İslami kültür ve Osmanlı kültü­ ründeki yeri konusunda belli bir duyarlılık geliştirmemiş bir kişi için, for­ mel bir koreografiyle saptanmış vücut hareketleriyle dansı andıran, Mevlevi dew3.nının diğer Sünni tarikatlarda bir benzeri yoktur. Bu nedenle de sema diğer Sünni Sufi ibadet biçimleıinden büyük bir farklılık arz etmekte ve Os­ manlı dünyasının İslami uygarlığa benzersiz katkısını oluşturmaktadır. Bu katkı, Rusühi Dede'nin seminın meşruiyetini savunmak için yaratıcı ve bü­ yük ölçüde daha önce örneği olmayan yaratıcı araçlar kullanmasına yol aç­ mıştır. lngi/izceden çeviren: idil Eser

Notlar 1 Ebu Nasr es-Sam\c,

KittibiiUunıa ' fl'ı-ıasavnıJ: Lelden, E.J. Brlll . 1 9 1 4 , s . 1 86.

2 Sani.c, a.g.e., s.92.

'Ali ibn 'OsmAn el Cüllibi el- Hucviri, KıJslıf al-Mah;Ub of Al-Hujwirl: 11ıe O/dest Persian Treaılse oıı S11{1snı, Londra, luzac, 1 9 1 1 . veniden basım, 1976, s. 1 54-55. 4 Ebu Bekr el-Kal.ibfızi, eı-Taarııf fi Mezhebi ehll't-t�sawuf; The Doctri ne of the Sü/is, lnglllzceye çev. A. J . Arben'V, Cambridge: Cambridge Universitv · P ress , 1 935, s.95. 5 Kalabazı, .\•.u.g.e .. s:96 . 6 KalAbizl, y.a.g.e., s.1 66. 3 Ebu'l-Hasan

7 Kalib.azi,y.a.g.ı::. , s. 1 67. 8 M. Süreyya , Slcill·i Osnıani, İstanbul, Talih Vakfı Yurt Yavınlan. 1 996, c.J. s.8 1 7.

Y�tık,

işaret,

9 Erhan l:mıail-i Ankaruvl: Hayalı. Eserleri ve Tasaw�f} G6n'lş/eri, lsıanbul, 1 992. 10 Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlôıui'daıı Janra Mevlevilik, lstanbul. lnkilıip ve Aka. ikinci Basım, 1 983. Bu eserler üzerine bir yorum için bkz. s . 1 92. 1 1 Gölpınarlı, y.a.g.e., s . 1 43 . 1 2 Mlnhdcii'f-fııkarô, Bulak, New York ub lı Librarv. O P G 9 1 -9342, s.6 1 . 1 3 Saleymanlye Klililphanesl, Nafiz s b. 14 Hüccetü's-semd, s . 1 2 - 1 3 . ı s Waher Feldman, us cal Genres a n d Zikr", nıe Deıvlsh Lodge, ed . Raymond Likhez, Ber­ keley. CaJifomla, 1992. Aylnler konusunda bir inceleme için başka eserlerin yanı sıra bkz. Sadettin Nür.het Ergün, Türk Musikisi Aıııo/0Jisi, ls1.an bul , 1 943 . 16 Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Jean Durlng, Mustque el m.vslique dans les ıradltion Je l'lran., a s , 1 989, ve Bahriye Üçok. "lslam'da Musiki Ü1.er1ne", ilahiyat Faktiltesi Dergisi, 14 0966), s.83-93. 1 7 Hü.ccetü's-senıd ,

P c Paşa., no.395, :ı

MM l

P ri

s.9.

Coglto,

sayı:

19, 1999


H e rkes i n " Os m a n h " s ı Kendine AHMET TURAN ALKAN

Tarihe dair herhangi bir meselenin nasıl anlaşıl ması gerektiği, daima felsefi bir problemdir. Tarih bilgisi daima "konuşturul maya" ve ')orum"a

muhtaçtır; tarih bir "anlama" alanıdır. Bi ze ilk elde kolayca anlaşılır gibi gö­ rünen sebepler ve sonuçlar bile bizden hep daha fazlasını talep ederler. Tari­ hi bir hadisey i , dönemi veya şahsı anlamaya çalışmak, o şeyin daima yeni­

den inşası n ı ve kurgulanmasını gerektirir. Bu iş için harcanması gereken emeğin ciddiyet boyutu, en azından bir tarih piyesini sahneye ko�lln yönet­ menin karşılaşması muhtemel müşkülleri zihinde canlandtnlarak tasan"UT edilebilir; kaldı ki sanat eserlerinin gerçeğe mutabık kalmak gibi bir usul şartı da yoktur. Tarih yazanlar "seçerler" ve seçmek daima sübjektif kalmaya mahkum bir kriterdir. Tarih okuyucusu adına geçmiş zamandan cereyan etmiş sayı­ sız aynntı karşısında çaresiz kalan tarih yazıcısı seçmeye mecburdur; doğ­ rusu bu pek kahırlandıncı bir seçim zaruretidir; evvela "vesikaya rabtolun­ muş" şeyleri seçmek zorundadır; ikinci planda askeri, sosyal veya siyasi önem kriteri tarih yazıcısının elini-kolunu bağlar. Daha sonra araşurmanın hudutlannı ve istikametini tayin eden teorik çerçeve, yeni bir seçim zarure­ tini ortaya çıkanr; son safhada ise varlığı bilinen veya hissedilen ama ulaşı­ lamayan kaynaklar, tabii bir tarzda diskalifiye edilen, yani seçilen şeyler lis­ tesinde yerini alır. Tarihçi vesikalan inceler, sınıflandınr, benzer olgulan yanyana koyar. sebep-sonuç ilişkilerini kurmaya çalışır ve aradaki boşluk.lan işaretler; üzü­ lerek belirtmelidir ki bu süreç, sadece tarih disiplininde değil, diğer ilim dalCoglto, sayı: 19, 1 999


226

Ahmet Turan Alkan

lannda da kusursuz işleyebilen bir usül süreci değildir. Vesika ile onu ko­

nuşıurması veya yorumlaması beklenen uzman arasındaki "empatik aura " n3.diren mükem �el bir seviyede teziihür edecektir. Usülde "dış tenkid" dedi­ ğimiz. vesikasının fiziki sıhhatini irdeleyen tenkid süreci bir yana. "yazı" ile o yazıdaki "anlam" arasındaki müşküller, larihin en problematik alanlann­ dan birini teşkil eder. Nelicede gruplar halinde tasnif edilen, ve sebep-sonuç bağına göre sıraya konulan vesikalann yorumlanmasına geçilir; usül açısın­ dan ne kadar kusursuz olsa da her yorum. sonuç itibariyle bir yorumdur. Bir rekonstrüksiyon denemesi ve bir yorumdur; gerçeği asla ikame edemez bu tabiatiyle tarih ümit kıncı olanın, hatta imkansızın disiplinidir. Bu noktadan sonra söz konusu tarih etüdü, okuyucunun karşısına çıkar. Meslekten bir tarihçi olsa bile okuyucunun, okuduğu metinle arasında hasıl olması beklenen anlam bağı da problematiktir. "Ben ne söyledim sen ne an­ ladın gaıib efsanedir / Cenab-ı vacibü'l-idrak müzdad eylesin i'ziinını" dere­ cesinde malul olmasa bile, metinle anlam arasındaki bağıntı müşkülleri, ta­ rih bilgisinin tüketici halkasındaki son kişiyi kaplamaktadır; "kitaptan dol­ duran senin gönlün" diyen düşünürümüz haksız değildir. Her ilim dalı, kendine ürkütücü, caydıncı ve hiç olmazsa saygı uyandırı­ cı bir "nizamiye" revakı inşa etmek refleksinden kurtulamamıştır. Tarih bil­ gisinin "nizamiye"sl, bu genel kabulün üstüne mayınlı bölgeler, dikenli tel­ ler, İtalyan çukurlan ve makineli tüfek yuvalan gibi güvenlik artırıcı öğeler­ le ilaveten tahkim edilmek istense bile aslında rastgele bir bulvar kavşağın­ da, rastgele bir yaya geçidi kadar umuma açık bir görüntü sergilemekten kurtulamıyor. Çünkü tari h , geçmişin bilgisidir ve alelumum herkeste bir geçmiş bilgisi vardır. Terence'e atfedilen, "ben insanım ve insani olan hiçbir şey bana yabancı değildir" sözü, hiçbir ilim dalı için tarihten daha cesaret­ lendirici bir muhteva taşımaz. Kıraathanelerin mermer tavla masalanndan akademi kürsülerine, köşe minderlertnden arşivlerin küf kokulu loş dehlizle­ rine kadar tarih, herkese hitap eden ve herkesin anlayabildiği bir ihtisas da­ lıdır; biraz mukaddes kitaplan andınr ve mukaddes kltaplann çoğunlukla talih meselleriyle konuşması sebepsiz değildir.

Tarih Bir inanç Alanıdır; Osmanlı Tarihi Kezll Kuruluşunun 700. yılı dolasıyıla Osmanlı vllkıası üzerinde yoğun dikkat­ ler geliştirme çabasını takdirle karşılamalıyız; ne var ki bu iyiniyet gösteıisi­ nin neticede, Osmanlı hakkındaki önyargılan pekiştirmek gibi eski bir lstasCoglto, sayı: 19, 1999


Herkesin

"O.mıanlı"sı �ndh1�

227

yonda duraklamasından endişe edilmelidir. Konu, "Bizans'ın 1 500. yılı" ve­ ya "2000. yıl ı nda Kartaca" olsaydı , bu "anlama" faaliyetinin başlangıcında Türk kamuoyun u n daha şansl ı olduğunu düşünebilirdik; ama konu "Os­ manlı"; Osmanlı ile bugün onu anlamak durumunda olan kuşaklar arasında önemli bir iletişim probleminin bulunduğunu zannediyorum. Bu anlama fa­ aliyeti esnasında ihtiyaç duyabileceğimiz bütün temel araç ve kavramlann,

76 yıllık Cumhuriyet talihimiz müddetince ideolojik bir "sterllizasyon"a tabi tutulmuş olması, bizim için büyük bir handikap teşkil ediyor. Osmanlı dev­ let nizamı içinde "din"in yetini belirlemek, erbabı için dahi nice istisna ve kendine mahsus özellikleıiyle kompleks bir ilişkiler yumağı teşkil ederken medyatik dilde "şeıiat" kavramının ancak hakaret belirtmeye yarayan bir tek anlamlılığa dönüştürülmesini hatırlayalım; Türkiye'de laikliğin egemen olmasını isteyen ve sayıca hiç de az olmayan mühim bir kitle, "din"I, devlet hayatından ve kamu alanlanndan behemahal uzak tutulması gereken bir "imza" gibi gördüğü andan itibaren yakın ve uzak talihini "anlama" visııa­ lanndan belki de en önemlisini gönüllü olarak terk etmiş olmaktadır. Buna mukabil "din" olgusuna karşı en azından "ilmi mesife"sini koruyabilmeyi başarmış herhangi bir ecnebi ilim adamı için Osmanlı, gerekli ilmi gayretin gösterilmesi halinde "anlama" alanı içine kolayca giıivermektedir. Din hak­ kındaki ilmi dikkatleıi ve ihtisas bilgisini, bütün empatik hassalarla birlikte ilAhiyat fakülıeleıine devreden ve şahıs ölçeğinde "laik" olduğunu lleıi süre­ bilen bir kavrayışın sahiplen için Osmanlı vakıası artık bütünüyle bir "tersi­ ne imin" alanı haline gelmiş olur. Bundan yüz yıl önce yaşamış bir Osmanlı entelektüelinin hatıra defteıi­ nı. seksen sene önce yayımlanmış bir mahalli gazete nüshasını. hatta sıra­ dan bir Osmanlı tebilsının bir aile fotoğrafı arkasına çi.ıktırdiğl birkaç satır­ lık notu okumak ve bundan daha önemli olmak üzere okuduğu metne "nü­ füz etmek", günümüzde artık ihtisas bilgisi isteyen bir hüner halini almış bulunuyor. Güçlük, sadece 1 928 yılında harf tnkılAbı yaparak alfabe değiştir­ miş olmamızdan kaynaklanmıyor; cari neticeler ltibaıiyle bugünün yaşa_van Türkleıi, yüz yıl önce yaşayan Türklerden farklılaşıınlmış bir dil konuşuyor­ lar; daha fakir bir dille konuşuyorlar ve şüphesiz daha kakofonlk seslere tes­ lim olmuş bir dille konuşuyorlar; bu gerçeği bir noktaya kadar makulleştir­ mek mümkün ama kendileıinden bir asır önce yaşamış lnsanlann diline kar­ şı ideolojik önyargılarla beslenen bir antipati duymak, onlan aslında kendi­ leıinden önce yaşamış lnsanlan "anlama" imkanından mahrum bırakıyor. Coglıo, sayı: 1 9, 1 999


228

Almıeı Turaıı Alkan

Bu iki mühim algı noksanına hala etkisini sürdüren bir "kültür çatışma­ sı"nı da ilave etmeliyiz: Tanzimat asnnda kendini gösteren Bat ılıla�ma cerC'­ yanı ile başlayan bu kültür çatışması, Cumhuriyet rejiminin kendini daha belirgin ve kontrast çizgilerle izah etmek isteyen Batılı kültür politikalan ile desteklenince, hiç de tabii ve makfıl görünmeyen bir geleneksel kültür-asri (Batılı) kültür dikotomisine dönüştü. Geleneksel kültür, inkılap kadrolan ta­ rafından "tarih 3.nzası", mutlaka izale edilmesi gereken bir tortu ve hatta gi­ derek Cumhuriyet aleyhıan bir kültür aurası olarak takdim edildiğinde, gü­ nün birinde geleneksel kültürün tarihi anlama ve yorumlama çabalannda gerekecek bir birikim teşkil edebileceği hususu da yerle bir edilmiş oluyor­ du: Türkiye'de devlet eliyle kurulan ilk Türk Musikisi Konservatuannın he­ nüz 1 976 tarihinde faaliyete geçmiş olması, buna çok tipik bir misaldir. Ge­ leneksel kültür taraftarlannın buna mukabil geliştirdiği tepki, sadece kültü­ rel tepki olmakla kalmadığı gibi, tez zamanda ideolojik bir muhtevaya bü­ ri.inmekte gecikmedi. Bundan sadece bir yıl önce Devlet başkanının, bir sen­ foni orkestrasının verdiği konserde, maestro kürsüsünün önünde seyircile­ re dönerek, "işte çağdaş Türkiye bu" nitelemesinde bulunması, nahak yere zuhur eden kültür çatışmasının ne derece irrasyonel irtifa kaybına sebep ol­ duğunu açıkça gösteriyor. Dili, dini ve kültürel unsurlan "sterilize" edilen bir tarih olgusunun an­ laşılması, sadece okur-yazarlar için değil, bizatihi işin mütehassıslan için bile vahim bir handikap teşkil ediyor bugün. Osmanlı vakıası ile sağlıklı bir temas sağlamak isteyenler için ilk elde "hissi alaka"dan gayri iletişim vasıta­ sı bulunamıyor. "Hissi alaka" deyip geçmiyorum; erbabı bilir ki, tarih usı'.ilünün gerektir­ diği bütün teknik lazımeye itaat etlikten sonra sadece "hissi alflka" yardı­ mıyla anlaşılabilecek aynntılar da vardır ve bu aynntılar bazen esası kavra­ yacak derecede geniş kapsamda tecelli edebilir. Tarihçiler, "saymalı değil, tartmalı!" ölçüsüne itibar ederler; "tartmak", genellikle saymak işleminden farklı sonuçlar verir; doğrudan doğruya anlamak veya yorumlamakla Uglll bir zihni kabiliyettir. Türkiye'de tarih anabilim dalıyla akademik seviyede il­ gilenen kişilerin ezici bir çoğunluk itibariyle "muhafazakflr" veya geleneksel kültürle lrtibfltmı kesmemiş nitelikler taşıması şüphesiz tes!düf değildir. Muhafazakflr bakış açısı, ı.ek başına "iyi tarihçi" olmak için elbette yeterli bir karine sayılmaz ama tek başına bir faktör olarak ele alındığında bir ta­

rihçiye "Primus inler pares" (eşitler arasında birinci) avantajını sağlayablllr. Coglto,

sayı:

19, 1999


Herfuodn "Osmanlı"sı Kendine

2 29

V a ktiyl e bir tarihçimiz, "N i ç i n hep sağcılardan tarihçi çıkıyor da "°lcular ta­

rihe aynı derecede i lg i duymuyorlar?" sualini irdelerken aym olguyu işaret ediyordu . Tarihin bir inanç alanı haline getirilmesi, "milli devleı"lerin yükselış sü­ recinde sadece Türklere mahsus bir olgu teşkil etmez; benzerleri vardı r ama Tü rkler için Osmanlı tarihinin bir inanç alanı haline getirilmesi, yukarda izah etmeye çalışt ı ğı m sebeple r yü zü nden neredeyse kaç ın ılmazdı .

Neye Değil, Nereden Baktıjpmz da Önemli İşi n tabiatından ileri gelen müşküllerin haricinde, resmi ideolojinin tari· hi olgulan sterilizasyon işleminden geçirerek Cumhuriyet nlzlmını muhte­ mel meydan okumalara karşı güçle nd irme gayretine girişmesi, Osmanlı tari­ hini çok problemli b ir inanç alanı haline getirdi; ifratla tefrit arası nd a den­

gesizleşen "tartma" kabiliyeti yüzünden Osmanlı tarihinde beyaz ve siyah inanç bölgeleri oluştu rul du. Resmi ideolojini n vehimlı bir haletle kararttığı mıntıkalar, müdafaacılann gayretiyle hiç gri alan bırakmamak kaydıyla

be­

yaza "badana" edildi. İşin ilginç tarafı, aynı "lfrat-tefıit" aykınlığının Osmanlı tarihiyle mah ­ dud kalmayarak Cumhuriyet tarihine de bulaşmış olmasıdır. Mesela ifratçı zümre, Mustafa Kemal Paş a'n ın 31 Mart Vak'asındalti rolünü abartarak onu neredeyse Hareket Ordusu' n un yegane erkAn-ı harbi olarak takdi m ederken

tefıitçiler bu aban m ayı boşa çıkarmak maksadıyla Hareket Ordusu 'nun "muhtelit" muhteviyatına vurgu yaparak karşı atak geli şti rmi şlerdir. lfratçı­ lara göre Mustafa Kemal Paşa'nın 9. Ordu Müfetttşi sıfatıyla Samsun'a hare­ ket etmesi, tamamen kendi inisiyatifinden ilham alan ve bu yüzden "Milli Mücide le" n l n ilk adımı sayılması gereken bir kudsiyet

taşır, oysa ki

tefıitçl­

ler, Mustafa Kemal Paşa'nın Vahldettin tarafından tevcih edilmiş "vatanı

kurtarma" vazifesiyle Samsun'a gönderildiğini düş ün ürler. İfratçılar, Musta­ fa Kemal Paşa'ya, "Carlyle"ın kahraman misyonunu lzlfe ederek, "o olma­ saydı, Mtlli Mücldele de olmazdı" görüşünü ıAllm ederken tefıitçiler, "o ol­ masaydı başkası olurdu" demeye ge ti ri rler . Bu kabil hadiseleri, Cumhuriyet tarihinin bütün ana başlıklanna yayarak bir "lfrat-tefıit" listesi tanzim et­ mek mümkündür; tarihi hadiselerin etrafında bu tip kamplaşmaların netice­

de "hakikat duygusu"nu zedeledliinl söyleyebi l iriz. Osmanlı tarihi söz konusu olduğunda ihttlılf listesi daha kabanr: lfratçı­ lara göre Osmanlılar dine dayalı bir devlet kurmuşlar, devlet başkanlığını Coııtto, sayı: 19, 1 999


230

Ahmet Turaıı Alkaıı

Osmanlı sülıilesine tahsis edip tez zamanda mo n a rş i y i m u ı lakla�t ı rarak key­ fi yönetime kaym ışlardır; devşirmeleri kapıkulu ocağına kabul et mekte

Türkmen aristekrasisinin sukuutuna yol açmışlar, bütün servet dola�;amını devlet kontrolünde tutarak ticaret ve sanayi sennayes i n i n temerk ü z ü n ü en­ gellemişler; Türklük bilincini hiçe sayarak yabancı kad ınlarla evlenmişler, yüksek devlet hizmetlerini ecnebi asıllılara teslim etmişler; denizcil iğe önem vermemişler; yargı, yönetim, eği tim ve ilim hayat ını medresenin inhisarına bırakmışlar; bürokrasinin gereğinden fazla büyümesini seyretmekle yetin­ mişler, çağdaş ilim ve teknolojiyi izlemekte i hmalkar davranarak bunun ye­ rine hurafe ve dini itikadlarla iş görmeyi tercih etmişler; reaya ve yönetici zümrenin birbirinden farklı sınıflar haline gelmesini tercih ederek baskı yö­ netiminden vazgeçmemişler; saray ve zadegan çevresinde farklı bir dil ve ideoloji geliştirerek halk yığınlannı asker ve vergi kaynağı olarak görmüşler ve hbılı yanlış üstüne yanlış yapmışlardı . Bu yanlışlar listesinde siyasi hata­ lar da yer almaktadır ama ilk elde akla gelen kalemlerden müteşekkil bu "seyyi;it"ın hemen tamamı , siyAsi olmaktan çok evvel bir "zihni duruş yeri" olarak dikkat çekmektedir .

Her Nevi "Apology" Peşin Yenilgidlr Hayli zamandır ülkemizde tarihçilik, yanlışlann yerine doğrulan ikame etmek tarzında icra ediliyor; ılk bakışta yanlışın yerine doğruyu koymak ma­ sum bir niyet olmaktan da öte, elbette doğrunun ta kendisi gibi görünüyor­ sa, yanlışları düzeltmenin aynı zamanda "apology", yAni bir nevi özür mana­

sına gelen müdafaa anlamı taşıdığı gözden kaçınlmamalıdır. Nitekim 700. yıl münasebetiyle yapılan yayınlann çok büyük bir kısmında bu apolojik gayret, bAriz tarzda görünüyor. Müdafaa üzerine kurulan tarih etüdleri (ki buna eski lisanla "teemmül", iyice etraflıca düşünme demek daha doğru olur), neticede hangi safhaya ulaşmış olursa olsun apolojl olmak niteliğinden kurtulamıyor; zira hakkın­ daki yanlışlıklan tashihe kalkışılan şey, bir süre sonra müdafaa olunan şey haline geliyor; müdafaa gayretinin bir safhadan sonra müdafaa olunan şeyle aymlaşması kaçınılmazlaşıyor. Genç akademisyenle ri n başına sıkça gelen bir tehlikedir bu; aylar boyunca aynı odak etra fı nda okuyan, araştıran, dü­ şünen ve yazan araştırmacı, de:netimstz kaldığı anda kendisinin o konu hak­ kında "taraf' olmaya başladığını çoğunlukla fark edemez. Bu noktaya erişmiş olan müdafaa gayreti, ..anlama" sa t hın ı puslandırdı Coglto,

sayı:

19, 1999


Ht!rke\in "O\rnanlı"sı IU!ndi�

231

ğ ı i ç i n aslında "aleyhte önyarg ı " kadar risklldlr. 700. Y ı l faaliyetle rini n, say­ d ı ğ ı m gerekçelerle l e h t e veya aleyhte t a v ı r alan herkes i ç i n b i r "tec:did·i imdn ve nikfıh" ameliyesi nden i baret kalmasından endişe ediyoru m .

Hakikat;

Kime ve Niçin Gerekli?

Meseleyi bir açmaz olarak masaya koyduğumu n farkındayım; tarih bil­ gisi, yan l ı ş anlaşılmış bile olsa k ull an ı şl ıd ı r; doğruluğu şüphe götürür bilgi üzerine bile tarih spekü lasyonu yapmak ve ondan sonuç çıkarmak daima mümkündür ve aded itiba riyle tarih spekülasyonl a n genellikle bu ci nsten ­ d i r . Ne var ki t a r i h s p e k ü l asyonu y a p m a k , sadece m ü t e h a s s ı s l a r ı n lnhisannda bulunmuyor; hemen h e r i n s a n , farklı kalitede olsa bi le tarih bil­ gisi kullanır ve hatta bu b i lg i üzerine bir d ünya görüşü inşa eder. Tarih hak­ k ı n d a konuşurken, tarih bilgisinin bu tabiatını gözden ırak tutmamak gere­ kir. işte bu yüzden her seviyede tarih tartışmalan hemen her yerde nihai so­ nuca vası l olamadan yanm kalmaya mahkum görünüyo r z i ra t ari h bilgi s i , dünü anlamak ve yoru ml a maktan ziyade bugünü ve yannı lstikametlendi­ ren ( o ri ent e eden) bir kullanışlılık değerine s a h i p bulunuyor; öyleyse tarih bilgisi daima bugün ve yannla ilgili tahmi nleri, tasavvurlan, niyetleri ve beklentileri meşrCılaştınna aracı olarak revaç bulacaktır. Tarih usıllü "hakikat"in peşindedir ve esasen her ilim, hakikatin kendi parseline düşen kısmına eğilerek bir hakikat bütünlüğü inşi etmek davasın­ dadır. Bu noktada mesele, insanla hakikat

arasında.ki

Uişkinln tabiatına

bat­

lı gibi görünüyor: Hakikat, kime. niçin lizım? lridemizln dışında teşekkül etmiş hakikatin bizatihi kendisiyle temas etmek ve onunla yüzleşmek

yeri­

ne, hakikatin yerine ikame edilmiş genel kabuller, önyargılar, aksiyomlar ve hasılı "Köroğlu gözün körolsun" mantığıyla paylaşılan geçici doğrular, ide­ olojik "credo"lar tüketime hazır dururken hakikatin uzun, yorucu, pahalı ve ömür törpüsü millyeti kime dizip görünebilir ki? Belki başta sonnalıydık; hakikat kime, niçin )Azım? Bedelini ödemeye hazır olmayanlar için sayısız ikame edilmiş, konfeksiyon hakikat türevleri

tüketime sunulmuşken. hakikatin bizatihi kendisine ulaşmak için tehlikeler­ le dolu bir serüvene tek başına atılmanın cAzibesi nedir? Herkesin "Osmanlı"sı kendine ...

Cogtto, sa yı : 1 9 , 1 999


"İdeal 'Osmanlı ' Yok" AÇ I KOTURUM Mehmet Genç, Ekrem I ş ı n , Cornell Fleischer, Mete Tunçay, Hilmi Yavuz , N u ray Mert Yönete n : İ lber Ortayl ı

llber Ortayb: B u sene Osmanlı Devleti'nin 700. kuruluş yıldönümü res­ mi olarak tespit edilmiş ve bir törenle bu kutlamalar başlamıştır. Kutlama­ lar; sanatsal faal iyetler, aka­ demik faal iyetler, yayın ve kı­ sa s ü re l i e ğ i t i m faa l i y e t l e ri olarak tespit edildi. işi yükle­ nenler en başta UNESCO'dur. Türkiye 700. yıl için UNES­ C O 'ya m ü ra c a a t e t m i ş t i r . UNESCO genelde b u tür mü­ racaatlan sessiz sedasız kabul eder. Bunu da kabul edecekken Ermenistan ve Yunanistan gibi bazı komşu ülkelerin itirazıyla bir tıkanma olmuştur ve sonuçta garip bir kullama başlı­ ğı tespit edilmiştir: "Osmanlı Kültürünün 700. Yıl Dönümü". Ashnda bu kutlamalara itiraz eden ülkelerden de birtakım bilginler, sa­ natçılar katılacaklardır. Bizim sorunumuz bu deği l . "Osmanh Devleti'nin

700. yılını anmak ya da kutlamak" gibi bir ifade Türk kamuoyunda da tartı­ şılmıştır. "Biz niye bunu kutluyoruz, ne alakamız var?" denmiştir. "Acaba Cumhuriyet'e karşı rcaksiyoner bir davranış mıdır?" diye değerlendirilmiş­ tir. Bir kısmı da "Biz Osmanlıyız, niye kutlamayacakmışız!" demiştir. Onun için bugün sadece tarihçileri değil. ülkemizde felsefe, İslam felse­ fesi, siyasetbilimi, Cumhuriyet tarihi gibi dallarda isim yapmış uzmanlan­ mızı

da

bir araya gelirdik. Aynca yabancı Türkolog, Osmanlı uzmanlann-

Cogito, sayl: l 9, 1 999


.. ideal 'Osmanlı' Yok"

dan da e n tarafsı1. bir ülkeden,

ABD

\

233

Chicago Ü niversilesi'nden meslektaşı·

m ı 7. Cornell Fleischer'i çağırdık. Bugün yedi kişi tartışacağız; "Osmanlı" olgusunu nasıl değerlendiriyo­

ruz, nasıl ba kı yo ru z "Osmanlı"ya? Müsaadenizle ilk sö7.ü aramızda 'duayen' durumunda olan Mehmet Genç'e veriyorum. Buyurun . . .

Mehmet Genç: Te şek kür ederi m . "Ol m 3h i l er k i derya i ç red i r , d e ry a y ı b i l me z le r " fehvasınca a şa ğı y u kar ı o t u z yılı aşk ı n bir süredir Osmanlı tarihiyle uğraşıyor olmak, onun hakkında böyle kısa, derli toplu b i r konuşma i ç i n hiç de uygun b i r konum değil­ dir, takdir edersiniz. Osmanlı Devleti'ne bugün nasıl bakıyoruz? Bence kutlamaJarla ilgili tar­ tışmalara girmeden konuya kuş bakışı bakmak gerekir. Osmanlı Devleti'nin

700 yıl önce teşekkül ettiğine dair bir kanaat birliği var. Yine bugün yaşama­ dığına ilişkin de bir kanaat birliği var. Genellikle kabul edildiğine göre Os· manlı bu yüzyıl ı n ilk çeyreğinde sona ermiştir. Yani son 76 yılı çıkanrsak 624 yıl fiilen hayat sürmüş olan bir devletin 700. doğum yılını kutluyoruz. Osmanlı Devleti, doğduğu bölgede kendisine takaddüm eden büyük si· yasi organizasyonlarla birlikte tarihin bildiği nadir büyük siyasi yapılar ara­ sındadır. Bulunduğu bölgede Roma, Bizans, Sasani, Abbasiler gibi büyük imparatorluklan izlemiş bir yapıdır. Bunlarla kıyaslanması önemlidir ben� ce. Hakim olduğu saha ve ömrünün uzunluğuna bakıldığında başta gelenler arasındadır. Roma'dan biraz daha dar sınırlara sah i p, Bizans'tan biraz daha kısa ömürlü. Demek ki, saha ve ömür bakımından bu dörtlü içinde ikinci ge­ len bir yap ı. Fakat biraz dertnine indiğimiz zaman daha değişik özelliklerle karşıla­ şacağımızı söyleyebilırtz. Roma'nın, Bizans'ın hatta Sasani ve Abbasiler'ın sona erişleri ile Osmanlı'nın sona erişini mukayese edersek, Osmanlı'nın müstesna bir özelliğiyle karşılaşınz. Söylediğimiz imparaıorluklann hepsi sanayi öncesi dünyanın lmparaıorlukJanydı. Bunlann sona ermeleri çevrele­ rinde çok radikal değişikliklerle karşılaşmadan olmuştur. Osmanlı Devleti i se dünya tarihini ikiye bölen büyük bir d eğişikliğin yaklaşık iki yüz yıllık

Cogtto, .sayı: 1 9, 1 999


2 34

! Apkvtımmı baskısına direnebilmiştir-. Bu. Osmanl ı Dcvlcti'nin bugün anla�ılması g ü ç bir hayaıiyeti. dinamizmi içerdiğini gösteri�·or. Osmanlı Devleıi'nin bence iki önemli problematiği vard ır. Bun lardan bi­ ıi , çok uzun bir süre, çok kannaşık bir dünyada siyasi birliğ i n i , varl ığını s ü r­ dürmüş olmasıdır . Önemli bir problematiktir bu. İkincisi ise, Batı'da büyük değişikliğe bu kadar uzun süre direnebilmesi, bu değişime katılmadan bunu

başaımasıdır. Batı 'daki modem ikt isadi büyümeye Osmanlı Devleti katılma­ mıştır. Bu, henüz çözemediği miz deri n çizgi leri , layıkı ile analiz edemediği­ miz yapısal özellikleriyle ilgilidir. Cumhuriyet'Je bağlantısını bu noktada kurmama müsaade etmenizi rica ederim. "Osmanlı Devleti, Cumhuriyet'in devam ettirdiği bir devlet miydi?" tan.ışmalannın bir manzarası şudur. Halk aynıdır, vatan aynıdır, bayrak ay­ nıdır. Peki, değişen nedir? Buna rağmen tartışılmasının temelinde çok de­ rin, radikal değerler değişimi vardır. Ben, iktisat tarihçisi olarak, modem iktisadi büyümenin Osmanlı siste­ mi içinde mümkün olamadığını, ancak Cumhuriyet'le birlikte, Nietzsche'nin deyimiyle. bütün değerlerin değiştirilmesi ile mümkün olduğunu düşünüyo­ rum. Ancak sırf modem büyüme bakımından. Cumhuriyeı'in de çok zorlan­ masını ve yavaş ilerlemesini, Osmanlı'nın devamı olması özell i klerine bağla­ yabileceğimizi düşünüyorum.

hber Ortaylı: Demek ki şöyle bir konu var: Osmanlı'yla modem Türki­ ye arasında bıçakla yapılacak bir kesinti yoktur. Fakat iktisat tarihi açısın­ dan bu yeni bir yorum. Bu yapı ile modern Türkiye arasında kesi n bir aynm vardır, çünkü birisinin modem asırlara atılım yapacak kapasite ve yeteneği yok, deniyor. Ekrem Bey acaba bu noktadan nasıl devam eder. . . Yani aramızdaki ko­ pukluk sadece bir dönüşüm yeteneksizliğinden mi ileri geliyor yoksa dünya görüşü. inanç. din, kimlik gibi kültürel fark bu noktada rol oynuyor mu?

Ekrem

ı,ın: Osmanlı'nın

ne olup ne olmadığı tartışma­ sı Cumhurtyet'le birlikte baş­ lamıştır. Çünku yeni siyasi ya­ pı. kendini tanımlayabilmek ve· bir yerde geçmişle arasın-


"ideal 'O.ı.nıanlı' Yok"

l 235

daki farkı net leşt ireb il mek için böyle bir tartışmaya ihtiyaç duymuştur. Bu ihtiyacı tatmine yönelik siyasi ve kültürel argümanlann. Osmanlı'nın eicşti· risine yönelik resmi bir ideoloji inşa etmesini ise tabii karşıhyorum. Soruna bu ideolojik yapılanma açısından baktığımızda Osmanlı ile Cumhuriyet ara­ sında devamlılığın değil, neredeyse kaotik nitelikli bir kesintinin ı srarla vur­ gulandığını söyleyebiliriz. Ama diğer yandan Osmanlı'nın Tanzimaı'tan beri kendisini modem normlara göre tanımlayabilmek için kıyasıya eleştirdiğini de biliyoruz. Örneğin bu dönemde toplumsal kimliği somut bir çerçeveye oturtabilmek amacıyla Osmanlıcılık, İslamcılık veya Türkçülük gibi ideolo­ jik tekliHerin ileri sü rü ldüğü hepimizin bilgisi dahilindedir. işte bu eleştiri humması, Osmanlı'nın Cumhuriyet'e bıraktığı en önemli mirastır ve özünde

her iki toplumsal yapı arasında kurulan fikri devamlılık için sağlam bir köp­ rü meydana getirmiştir. Bugün önümüzde duran O smanl ı 'ya ilişkin pek çok problemin çözümü,

sokaktaki insanın "Ben kimim?" sorusuna, tarihçilerin geçmişe uzanarak ve­ recekleri cevaplarla sağlanabilecek. İşte bu noktada tarih yazımının önemi ortaya çıkıyor. Yakın zamana kadar bilgiyle değil, kanaatlerle inşa edilmiş bir Osmanlı tarihine sahiptik. Yani geçmişe ilişkin kalıplaşmış birtakım ka­ naatlerimiz vardı ve tarihç i leri m iz Osmanlı'yı, benimsedikleri ideolojiler doğrultusunda bu kalıplardan birine veya diğerine yerleştirerek yorumlaya­

biliyorlardı. ister resmi, ister alternati f tarihçilik olsun, özünde klişeleştirme eğilimini barındıran bu metodolojiden fazl asıyla payını almıştır. Tarihçiliği­ miz adına bu kri t i k eşiğin aşılması, sosyal disiplinler arası yakınlaşmanın

ortak bir tarih metodolojisi meydana get irmesi yle gerçekleşti. Artık bir siya­ si olayın geçmişe u zanan kökleri kadar, bir edebi esere yansıyış biçimi de günümüz tarihçisini ilgilendiriyor. Çünkü bu ilginin odağına, toplumsal zih­

niyet problemi yerleşmiş durumda. Osmanlı'dan Cumhuıiyet'e geçiş sürecinde şüphesiz bazı önemli kınl­

malar var. Son zamanlarda bu geçi ş sürecinin kırılma değil, devamlılık fikri­ ne dayandı ğ ı şeklinde ortaya konul muş iddialar da mevcut. Şüphesiz bu tür

bir yaklaşım, geçmiş ile bugün arasındaki bağlayıcı kü l tür dokusunu bir bü­ tün iç i nde kavrama arzusundan doluyor. İşte tam bu noktada, devamlılık fi krini deAişik bir konuyl a örneklendirmek istiyorum. Bu konu, zihniyet dünyamızdaki devamlıkk realitesini hem siyas i iktidar hem de halkın mane­

vi yaşantısı açısından somutlaştıran "tasavvufi hayat" konusudur. Osmanlı taıi h l üzerine çalışanlann bugüne kadar yeteıince yoAun laşmad ı klan bu

Ccıgllo, sayı: 1 9,

1 999


236

Açıkommm

alan, insanımızın zıhniyet dünyasını ve devletin tebaasıyla olan münasebeti· ni anlayabilmemiz için büyük bir öneme sahiptir. Osmanlı İmparatorluğu, temelinde "Nizam-ı Alem" düşüncesi yatan bir siyasi yapı üzerine kurulmuş. Bu yapının iki ana desteği var. Bunlardan bi­ rincisi, Asyatik kökenli örfi hukuk geleneği. Osmanlı'nın bürokratik anlam­ da kendi iç hukuku bu geleneğe göre düzenlenmiş. ikincisi ise devletin teba­ asıyla olan ilişkisini düzenleyen şer'i hukuk kurallan. Bir örnek vereyim. Belli aralıklarla medyada izlediğimiz karanlık ruhlu şeyhlerin veya kötülük yuvası taıikatlann faaliyetlerini konu edinen prog­ ramlar var. Bilgi seviyesi bu tür sosyal olgulan değerlendirmede yetersiz ka­ lan bir toplumda, çizilen bu görüntüleıin hayli itici olduğunu kabul etmek gerekir. Diğer yandan bu medya yönlendirmesine karşı çıkıp söz konusu mistik kurumlan bütünüyle olumlayan, buradan da Osmanlı hoşgörüsü ile Cumhuriyet despotizminden dem vuran üt op ik denebilecek İslami görüşler

mevcut . İ şte kendi geçmişini bi l meye n, dahası ona yabancılaşma konusunda birbiriyle adeta yanşan kesimlerin buluştuklan ortak nokta, Osmanlı gerçe­ ğini çarpıtma ve bundan kendileri için kısır bir program çıkarıma basiret­ sizliğidir. Ö ncelikle şunu belirtmek isterim ki, Osmanlı kendi iç ve dış hukuku ba­ kımından son derece iyi düzenlenmiş merkeziyetçi bir devletti. Taıikat faali­ yetlerine de kendi çizdiği hukuki ve kültürel normlar dahilinde serbestlik ta­ nımıştı. Özellikle Osmanlı devletinin kuruluşundan l stanbul'un fethine ka­ dar geçen dönemde, siyasi otoritenin derviş zümreleri üzerinde gerçek anla­ mıyla bir kontrolü yoktu. Çünkü idaıi mekanizma henüz merkezileşmemiş, buna paralel olarak da tarikatlar henüz teşkilatlanma aşamalarını tamamla­ mamışlardı. Fakat Fatih Sultan Mehmed'le başlayan süreç içinde imparator­ luk vizyonu devlet felsefesine egemen olmaya başlayınca idari yapıda güçlü bir merkeziyetçilik fikıi doğdu. Yeni oluşan devlet bürokrasisinin çarkını çe­ virecek tecrübeli insana duyulan ihtiyaç, bu dönemde kaynağını tekkede de­ ğil, medresede bulmuştur. Bundan daha tabii bir şey olamazdı. Medrese kö­ kenli Osmanlı merkeziyetçiliği, bu dönemde tarikat faaliyetlerine karşı hem negatif hem de sınırlandırıcı bir rol üstlenmiştir. Yine bu dönemde hiçbir büyük tarikatın l stanbul'da faaliyet gösterememesi, sanının bu tavnn bir so­ nucudur. Gelgelelim bu politikanın uzun müddet varlığını koruyabilmesi mümkün değildi. Çünkü imparatorluğun topraklan. genişledikçe, merkezi­ yetçiliğin daha esnek bir tabana oturtulması zarureti doğdu. Yani kısacası,

Cogtto,

sayıo

t9, 1999


"ideal 'Q5ma11lı ' Yok"

\ 237

kontrollü bir serbestlik anlayışına geçildi k i , bunun da miman , tarikatlann desteğiyle tahta oturan il. Bayezid'dir. Bayezid'in programı çok açıktır. İm­ paratorluk coğrafyası dahili ndeki farklı kültür gruplanm, tarikatlar vasıta­ sıyla kontrol ahında tutmak ve bunu yaparken de onlara gerekli serbestliği tanımak. Şimdi bu aşamada, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçiş sürecindeki kınl­ ma noktasmın, il. Bayezid tipi merkeziyetçilik anlayışında odaklandığını ra­ hatlı kla söyleyebiliriz. Ama diğer yandan Falih'in temsil ettiği merkeziyetçi­ lik anlayı şının bir Osmanlı mirası olarak Cumhuriyet'e geçtiğini de belin­ mek isteri m . Netice itibariyle bu, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e U7..anan devam­ lılık fikri n i n bir çeşit tezahürüdür.

Kültürel anlamdaki lunlmalara gelince. Şüphesiz bunun pek çok boyu­ tu var. Taıikatlar planındaki boyutu hilafet müessesesiyle yalundan ilgilidir. Bilindiği gibi Osmanlı padişahı, aynı zamanda Müslümanların da halifesi idi. Osmanlı döneminde tarikat müntesipleıi, örfi hukuk bağıyla devleti temsil eden padişaha, şer'i hukuk bağıyla da hilafeti temsil eden halifeye bey'at etmişlerdi. Siyasi anlamda devlete başkaldırmak, bir yerde halifenin meşruiyetini tanımamak anlamına geleceğinden, bazı istisnalar dışında Os· manlı'da taıikat kökenli isyanlara bu yüzden pek rastlanmaz. Cumhuıiyet'e geçişte yaşanan en önemli kültürel kırılma, yönetici tipinin algılanışında ol­ du. Manevi nüfuza sahip bıilunmayan yeni yönetici tipinin şemsiyesi alım­ daki devlet, böylece ele geçiıilmesl gereken bir hedef olarak algılandı ve tari­ katlar kendilerini bu açıdan daha serbest bir ortamda buldular. Cogllo, sa}'I: l 9.

1 999


238

Apkoıtınmı

bber Ortaylı: Demek ki ortada Osmanlı merkeziyelçiliği n i vurgu lamak söz konusu. Tarikatlerin bugün daha özgür bir ortam buldukları söylcniyoL Dikkaı ederseniz Osmanlı'nın meı-keziyetçiliği yanında be�'nclminel iliş­ kilerinde de kendine öı:gü bir konumu vaı-. Yani Roma ve Bizans döneminde kurulan bir devleı yeni çağlaı-a kadar yaşayabiliyor. Klas i k müesseseleriyle

20. yüzyıla gelebilmesi çok ilginç bir konu. Buna makro planda bakmak la­ zım. Bu noktada sözü dostumuz Cornell'e veriyo ru m .

Cornell Fleischer: Müs­ lüman ol mayan bir Amerikalı olarak bu konulara girmiş ol­ mam bazılarına garip gelebi­ l i r. İki n o ktaya d e ğ i n m e k l e yetineceğim bu merhalede. Amerika'da Osmanlı tari h i n i n bir bilim d a l ı olarak n a s ı l ge­ liştiğini anlatmakta fayda var. Ayrıca oradan (ABD'den) bakıldığında Osmanlı lmparatorluğu'nun neden önemli olduğunu anlatmaya çalışacağım. Osmanlı taıihi ABD'de çok yeni sayılabilecek bir alan. Zaten hemen he­ men basit bir şeceresi var. Paul Willek'ten başlıyor, onun öğrencisi. Prince­ ton Ü n iversitesi öğretim üyesi Lewis Thomas'la devam ediyor. 70'li senelere

kadar bu alanı temsil eden hocalann çoğu bu iki insana bağlıydılar. Benim öğrencilik yıllanmda parlak ya da yaratıcı bir öğrencinin ilgisini çekecek bir

alan olarak pek göıiilmüyordu Osmanlı taıihi. Çünkü bu taıih iki doğal bağ­ lamından kopanlmış bir alandı. Yani bir Eski Dünya-Avrupa bağlamı var­

dır, bir de Eski Dünya-lslam bağlamı ; halbuki Osmanlı kendine özgü, sui ge­

nerls

bir olgu gibi alınıyordu. Gerçi arşlvleıin açılmasıyla birlikte

Annales

ekolünün de tanınması alanın genişlemesine yol açtı. Çoğu çalışmalar arşiv belgeleıine dayanır oldu. Arşiv belgeleıiyle kanıtlanabilir çalışmalara ağırlık veıildl ve iktisat, nüfusbilim, kurumlar gibi konular öne çıktı. Ama bu tür bir arşiv malzemesinin daha önce sözünü ettiğim kendine özgülüğü vurgu­ layan da bir etkisi oldu. Bundan yirmi beş yıl önce lslam talihinde uzmanlaşmış birt olarak Os­ manlı taıihi çalışmaya glıiştlğlmde kendimi bir yabancı gibi hissettim. Os­

manlı taıihçillğlnde önemli bazı boşluklar vardı: düşünce taıiht. kültür taıihl, günlük yaşam gibi konular pek çalışılmıyordu. Kal ıplaşmış bazı tavırlar bu Coglto,

sayı:

19, 1999


"ideal

'Osmanlı ' Yok" l

2 39

konulann çalışılmasını engelliyordu. Bu ıavırlann bir kısmı dile ilişkindi: yal­ nızca 1 5. ve 1 6. yüzyıl Türkçeslni bilmek yeterli görülüyor, daha önceki dö­ nemler için gerekli olan Arapça ve Farsça bilgisine önem verilmiyordu. Öte yandan, belli bir Osmanh imajı oluşmuştu: Osmanlılar Rönesans dünyasımn Romalıları gibi görülüyordu. Bir de, eski kurumlanyla etkili olan ama kültür ve bilimde pek yenilik getirmeyen bir toplum imajı vardı. Bu bana pek inan­ dıncı gelmedi. Bu nedenle bu tarihin insani yüzünü keşfetmek istedim. Çok şükür bu yaklaşım son on beş yıldır Amerika'da iyice geçerlilik kazandı ve birçok Türk öğrenci Osmanlı tarihi okumaya Amerika'ya gelir oldu. Bundan şunu anlıyorum ki, Osmanlı tarihi Türkiye dışında anık Amerika'da da oku­

daha kolay okunabiliyor. özellikle 1 5 . ve 1 6 . yüz­ yıllara eği l m i ş bir tari hç i olarak şunu söy leyebi liri m ki, dünya tarihinde mo­ dernliğe geçiş sürecinde Osmanlı fevkalade önemli bir konumdadır. 16. yüz­ yıl ı n başlanna baktığımızda imparatorluk kavramı o kadar önemli ki, o za­ manın dünyasının her köşesinde en doğal ve meşru bir toplumsal-siyasal ör­ gütlenme dizgesi olarak görülüyor. Bu açıdan bakıldığında, Osmanl ı ve Is­ la m tarihi olmadan ne Avrupa tarihi, ne Onadoğu tarihi, ne de tam olarak modern dünyanın gelişmesi hakkıyla anlaşılabilir. Bizim, Atlas Okyanu­ su'nun öbür kıyısındaki işlevimiz, tarihçiler arasında Osmanlı tarihinin öne­ mini vurgulayarak meslektaşlanmızın gözlerini açmak. örneğin, Akdeniz'in iki uçunda iki büyük imparatorluk, yani lspanyol ve Osmanlı imparatorluk­ lan, aynı yıllarda ve benzer koşullarda. ortaya benzer bir imparatorluk anla­ yışıyla çıkıp, farklı felsefelerle geliştiler. Birincisi toplumsal ve kültürel bağ­ daşıklığa dayanırken, Osmanlı imparatorluğu mümkün olduğunca esnek ve lçericiydi. Böylece, 16. yüzyılda llhad ve zandaka kavramlan ispanya kadar Osmanlılarda da tartışılmış ve kültürel açıdan kendine has bir İslamiyet ve kurumsal açıdan yine kendine has bir devlet yapısı Doğu Akdeniz'de onaya çıkmıştı. İşte bu yapının özgünlüğünün ve karmaşıklığının tam olarak kav­ ranabilmesi için, özellikle din ve kül tür alanlannda süregelen bazJ varsayım­ lardan vazgeçilmesi gerekiyor. bber Ortaylı: Demek ki Osmanlılık çok homojen tipolojilerle ele alına­ mayacak; ikincisi zaman ve mekan üzerindeki yaygınlığını ve renkliliğini dikkate alacağız. Dejerlendirmeierimiz bu yönde olacak. Tipik Osmanlı sö­ zilnü kullanmak dojıu değil, yani başka devletler ve uluslar için kullanılma­ yan bir üslup bizim için söz konusu ve bu çok zararlı. nabilir olduğu gibi,

bazı

vecheleri de Amerika' da

İkinci nokta, Amerika'dan baktığımızda bugün

Coglto, sayı: 1 9. 1 999


240

i

Apkoıumm

Şimdi Osmanlılık ve Cumhuriyetçilik bizim için ne? Blıı-ada ne gibi bir siyasal amaç güdülüyor? Belki bunları Mete Tunçay üstadımız ta11ışacaktır.

Mete

TunÇay:

Teşekkür edertm. Ben devletin adını düşünmekle başla­

mak istiyorum. Şimdi "Osmanlı" sözü , bu Gazi beyliğine sonradan veri lmiş, hanedanı anlatan bir söz. M . Genç, oturumun başında, Bizans'ın bin yıllık tarthine göre Osmanlı'nın 620 küsür yıllık tarihinin kısa olduğuna değindi. Ama bir hanedan devleti olarak gerçekten Osmanlı en uzunu.

Hilmi Yavuz: Başka hanedan yok Osmanlı'da da ondan . . . Mete Tunçay: Var . . . Hilmi Yavuz: Osmanlı'da başka hanedan yok da ondan . . .

i l b e r Ortaylı: V a r tabii!

Hilmi Yavuz: Te­ mizlenmiş hepsi ama?

ilber O r t a y l ı : Te­ mizlenmeyenler de var. . .

Mete Tunçay: Neyse, b u nokta n ı n önemli olduğunu düşünüyoru m . Devlet, bir hanedan adını taşıyor v e "Al-i Osman" lafı "Osmanlı"ya dönüşü­ yor. İmparatorluk sözcüğü Roma'dan geliyor. Bunu Osmanlı için yabancılar kullanmış ve onlar da benimsemiş. Çünkü "İmparatorluk" kavramı Osmanlı­ yı hem Roma'yla hem de çağdaşı olan imparatorluklarla eşdüzey bir anlam­

da tutuyor. Ben tek tek bazı terimler üzerinde düşünmenin önemli olduğu­ nu düşünüyorum. Mesela "memalik" kavramı. Çok azımız memalikin mem­ leketin çoğulu olduğunu ve kökünde meliklik, lslam krallığı olduğunu düşü­ nüyor. Acaba Osmanlı döneminde birtakım meliklerin varlığını kabul ediyor muyuz? Yani "padişah" krallar kralı olarak tercüme edilebilir. Bütün bu kavramlar ve kelimeler üstünde tek tek düşünülmeli bence. İmparator ve imparatorluğun yanı sıra "sultan" ve "saltanat" var. "Va­ tan"ın yeni bir şey olduğunu biliyoruz, N. Kemal'in, Jön Türklerin geliştirdi­ ği bir kavram. Ama "memalik" çok eski bir kavram. Bir kitap hatırlıyorum; Cumhuriyet'in ilk yıllarında yazılmış, önce eski harllerle basılmış, sonra (Türk Tarih Kurumu'nun kltaplan öncesinde) yeni harflerle yayımlanan Hamid (Ongunsu) ve Muhsin'in (Toker) "Türkiye Tari­ hi". Orada, daha sonra yazılan Osmanlı tarihlerine de ön ayak olacak bir döCogtto,

sayı:

19, 1 999


"ideal 'Oimanlı ' Yok "

ıevakkuf (duraklama) , ric'at ( geri le· inlıilôl (çözül· Dünya Savaşı) ve milli intibah (Cumhuriyet'in yükselişi). Bu

nt!mlc�tirme tablosu var: me ) ,

ıslalıaı teşebbüsleri

me, yani Birinci

itilô

241

( Yükseli�).

(Tanzimat ve Me�rutiyet dönemleri ) .

dönemlendirme sonradan da tekrarlanageldi . Belki lbn·i Haldun'un "her devlet doğar, büyür ve ölür" düşüncesine benzer bir şey. Ekrem lşın arkadaşımızın Osmanh'yı merkeziyetçi olarak nitelendirme· sine, sanının bir tutam tuzla yaklaşmak gerekir. Bu merkeziyetçiliğin çok ciddi teknolojik sınırlılığı var. Osma n l ı , lslahat Teşebbüsleri'ne kadar pre-modern bir yapıda. Ancak Tanzimat'la birlikte standart yönetim, eşit hak ve yükümlülüğü olan teb'a kavramı gelişiyor. Bundan önce merkeziyetçi olmak zaten pek mümkün de· ğil. Bana öyle geliyor ki. bütün pre-modern imparatorluklar gibi, Osmanlı da bir hayli elastikidir. Dolayısıyla, bir 16. yüzyıl Osmanlı halitasına bakıp da, standart bir egemenliğin varolduğu, türdeş (homojen) bir Osmanlı me­ malikinden söz etmek yanıltıcı olur.

Ekrem lşm: Ben tam bu anlama gelebil=k bir merkeziyetçilikten bah­ setmedim . Benim vurgulamaya çalıştığım merkeziyetçilik, daha çok hukuki planda kalmış ve etkisini Anadolu'yla sınırlandınnış bir merkezlyelçiliktir. Yoksa idaıi anlamda eyalet yönelimleıine tanınmış pek çok hak vardı ki, bunları katı bir merkeziyetçilik anlayışıyla bağdaştırmak mümkün değildir.

Mete Tunçay:

Bu da beni 60-70'li yıllarda

çok tartışılan, feodal i z m terimleriyle mi Os­ manlı tarihine yaklaşmak doğrudur yoksa Asya Tipi Üretim Tarzına göre mi yaklaşmak daha doğrudur, noktasına getiriyor. Bu gerçekten çok biçimsel ve Osmanlı'nın materyaliyle ilişki­ lendirilmeyen bir tartışmaydı. Bir beyin jim­ nastiği oldu bu. Çünkü tartışan taraflar, bir ke­ re modelin ne demek olduğunu tam anlamış değtllerdi. Hayali bir model yapıdır feodalite, somut karşılığı yoktur. Bir de homojen bir yapı 600 küsür yıl için­ de hiç değişmeden sürmüş gibi bir kabul vardı. Yani hangi dönemde, nerede feodal i l işkiler var? Feodalite bir bakıma Balkanlar'daki ilişki­ leri anlamamıza yardımcı olabiliyor, ya da Do-

.. Cogito, sayı: 1 9, 1 999


242

Açıkowmm

ğu Anadolu'da ... Ama genelde bu model çok fazla

ad

lwc hipotezle ayakta

tutulmaya ihtiyaç duyuyor. tlber Ortayl İ ilginç bir şey söyledi. Yeni Çağ'da yeni bir Roma olmak gi­ bi. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçişi anlamak için önce Bizans'tan başlama­ mız gerekir. Bizans'tan Osmanlı'ya geçişte ne kadar bir kopuş var? ilk bakış­ ta kopuş unsurlan çok fazla gibi görülüyor. Nitekim bu konuda tek çalışma yapan Fuad Köprülü de Bizans müesseselerinin Osmanlı müesseselerine pek etkisi olmadığını, benzerlikler varsa da, bunlan mesela Sasani geleneği­ ne bağlayarak açıkladı. Ama bu bana çok tartışmalı gibi geliyor. Bizans'tan Osmanlı'ya geçen unsurlar ihmal edilmemesi gereken şeyler. Ben Osmanlı tarihçisi olmamakla birlikte, son yirmi yıldır aldığım izle­ nim, Osmanlı histortografisinin bir hayli ilerlediğidir. Mesela Babinger'in 1 927'de yaptığı ve Türkçeye ancak 1 982'de hocamız Coşkun Üçok'un çeviri­ siyle kazandırılan

Osmanlı Tarih Yazar/an ve Eserleri kitabında yaklaşık dört

yüze yakın Osmanlı tarihinden söz edilir. O kitapta sadece Osmanlı kökenli insanlann kitapları vardır. Sanının en son Bursalı Mehmet Tahir'de kalıyor Babinger'in çalışması. O zamandan bu yana mesela Suraiya Faroqhi'inki gi­ bi toplumsal tarih çalışmalan, Halil i nalcık ve Donald Quatert'in İktisat tari­ hi, (tabii Mehmet Genç'i de anmak gerekir), Osmanlı konusunda sağlıklı tek bir eser olmasa bUe bu yöndeki hazırlıklann ilerlediğini gösteriyor. Biz bun­ dan elli yıl öncesine göre daha iyi bir durumdayız sanının. Bu da gelecekte daha komplekssiz, karşılaştırmalı tarih araştırmaları yapılabileceğini ümit ettiriyor. Çünkü bugüne kadarki çalışmalar Osmanlı'yı kendi çağının kon­ teksti içinde vermemiştir bize. Biz direkt Avrupa'nın tarih pertyodizasyonu­ nu alarak, İstanbul'un fethinin Yeni Çağı başlattığını da iddia ederek, mo­ dem dünyaya Osmanlı'yı yerleştiriyoruz. Ondan sonra kendi içinde yüksel­ me, alçalma, duraklama vs. devirleri geliyor. Oysa Osmanlı'yı, her dönemin­ de karşılaştınnalı olarak incelemek daha sağlıklı olacaktır sanının. Benden beklenen, bu konuşmalardan çok, Cumhuriyet'e geçiş sürecinin nasıl olduğuydu. Mehmet Beye katılıyorum; Cumhuriyet, Tanzimat ve Meş­ rutiyet modemizatörlerinln yanın gönülle benimsedikleri değerlerin daha radikal bir şekilde ortaya çıkmasıyla Osmanlı'dan ayrılıyor. Ama süreklilik unsurları çok fazla tabii, hem de kopuşun söz konusu olduğu dönemde. Ben, Milli Mücadele denilen Türk-Yunan harbi ( 1 9 1 9- 1 922) yıllarında Anka­ ra'yla İstanbul arasında bir iç savaş olduğu türünden sözlerin son derece anakronik, ideolojik iddialar olduğunu düşünüyorum. Tam tersine her anCoglto, sayı: 19, 1999


"ideal 'O\nıa,ı/ı' Yok"

243

amda örgütsel bir birlik vardır. Hep gösterilen şey, Damat Feıit'in beş hü· <.ümetidir. Evet, bu dönemde Ankara'yla lstanbul'un ilişkileri gerilmiştir, ima unutmayalım ki. Damat Ferit'in beşinci hükümeti daha 1 920 kışı baş­ larken sona ermiştir. Ondan sonra gelen Tevfik Paşa Hükümeti döneminde A.nkara'yla İstanbul'un çok yakın bir işbirliği var. Mesela, arşivlerin açılmasını merakla bekliyorum . görmeye

ömrüm ye­

tecek mi bilmem. Harbiye Nezaret i ' n i n Anadolu'da çarpışan ordu subaylan­

n ı n sicillerini tuttuğundan adım gibi e m i nim . İzinleri, terfileri, madalya al­ maları falan herhalde lstanbul'daki Harbiye Nezareti tarafından kaydedili­

yordu. Onun için bu kopuş teorisinin, Cumhuriyet'in gökten zembille indi@:i teorisinin çok ciddiye alınacak bir yanı yok, benimsenen değerlerin radikal­ liği dışında.

bber Ortaylı: Bakın burada üzerinde durmamız gereken bir sorun var. Merkeziyetçilik ve merkezi olmak farklı şeyler. Osmanlı teknolojisi, 1 9. asra kadar bizim anladığımız anlamda barok devletin merkezi yapısına sahip ol­ maya müsait değildir. Fakat merkeziyetçilik ideolojik ve hukuki bi r durum­ dur, bir siyasi yapıdır. O açıdan Ekrem Bey kardeşimiz haklıdır. Bir kere kontratlı bir cemiyet değildir.

Kurumlar

aras ında , kurumlarla

kişiler arasında, kişilerle devlet arasında bir kontrat yoktur, olamaz. O ne­ denle bizim karşımızda bir baron ya da şövalye değil, bir devlet memuru var. Sonra tabii kamusal, tüzel kişilerin durumu farklıdır. Bunu

bugünün

terminolojisiyle yorumlayacak değilim ama çok eli eteği öpülen bir Efendi, bile bir Cizvit liderin durumuna sahip değildi. Yani her an götürülebilirdi. Sonra muvafık veya münafık, muhalefete ikisi de dahil, istenmiyor. Demek ki bizim karşımızda değişik bir devlet yapısı

var. Bu bakımdan Osmanlı kla­

sik imparatorluklar gibi. Kontratlara dayanan bir modem asır imparatorl u ­ ğu değil. Söz bu mecraya gelmişken, bel.ki Nuray Mert dostumuz alıp

rebilir konuyu.

Nuray Mert:

izninizle

konuya bırakuğmız yerden devam etmeyeyim, llk başla­ d ı ğ ı m ı z yere geri döneyim. Çünkü bent öncelikle llgllen­ d l re n k o n u üzerinde fa zla durmad ı k ; yani Osma n l ı 'ya bugün nasıl bakıyoruz soru-

götü­


244

Açıkoıunmı

sunu sorduğumuzda deweye giren ideolojik bakışlar konusu üzerinde. Os­ manlı geçmişine bakışın ideolojik gözlüklerden etkilendiği konusunda şika­ yetin yaygın olduğunu biliyoruz. Bence bu, üzerinde durulması gereken bir husustur, ancak şik3.yetle bir yere varılabileceğini sanmıyorum . Ö ncelikle, tarihe ideolojik bakmanın çok istenilir olmasa da tabii olduğunu kabullen­ memiz gerekir, tarihe bakışta ideolojik unsurun gölgesini azaltmak için ge­ rekli olan şey, bence, öncelikle bilgilenmek değil. Siz ne kadar Falih'in vakıf bozan bir sultan olduğunu, İslamcılığın Abdülhamid'e karşı bir muhalefet harekeli olarak doğduğunu SÖylerseniz söyleyin, onlar lslamcılann çoğunun ve genelde muhafazakarların kahramanı olmaya devam edecekler, çünkü ideolojik söylemler içinde algılanışlannın belli işlevleri var. Ancak, ideolojik etkenler sadece tarihe sağ siyaset çerçevesinden bakanlan etkilemiyor, farklı bakışlan aynı ölçüde etkiliyor; bu anlamda sağcı tarih anlayışı ile sol ve libe­ ral bakışlar arasında sadece kalite farkından söz edilebilir. Son olarak, Os­

manlı'ya bakışın ideolojik etkilerden giderek daha az etkilenmekte olduğunu düşünmüyorum, değişen şey; büyük ölçüde ideolojik etkenlerin değişimidir. Örneğin, seksenli yıllardan itibaren sosyal hayat tarihçiliğinin öne çıkması­ nın biri nc il nedeni Marksist iktisat taıihçiliğinin sınırlannın birdenbire kav­ ranması değil, yaşanan apolitikleşme sürecinin, Osmanlı taıihçiliğine yansı­ masıdır. Daha sonra, sivil toplumu önemseyenler Osmanlı'da sivil toplum aramaya glrtşti, Türklye'nin kültür mozaiği özelliğini vurgulamak isteyenler Osmanlı'da farklı kültürlertn birlikteliğini öne çıkarmaya glrtştiler, devletle arası iyi olan muhafazakar kesim Osmanlı'yı nlzam-ı alem imparatorluğu olarak görürken, seksen sonrasında gelişen farklı İslamcı anlayışlar, Osman­ lı'yı, millet sistemi, bir arada yaşama gibi kavramlar çerçevesinde değerlen­ dirmeye çalıştılar.

Ekrem )fuı: Asr-ı Saadet bağlantısı. Nuray Mert: Kısacası, herkes neyi dert ediyorsa geçmişinde onunla ilgi­ li ip uçlan bulmaya çalışıyor. Ben, talihle siyasal, ideolojik bakışlar arasın­ daki ilişkiyi iki alan açısından da rahatsızlık vertci buluyorum. Evet, geçmi­ şe tamamen tarafsız bakmak mümkün değil, ama ideolojik etkenlerin yo­

ğunlaşması geçmiş konusunda bilgilenmemlzln önünde ciddi bir engel oluş­ turuyor. Diğer taraftan, siyasal bakış ve tavırlara tarihsel meşruiyet kazan­ dırma çabası, siyasallık açısından sorunlu bir tutum. Siyasal taleplerimize, ıavırlanmıza talihi temeller bulmak gibi bir mecburiyetin olmadığını , diğer bir deyişle siyasal ıavırlann tarihin meşrulaştırmasına ihtiyacı olmadığını,

Coglto, sayı: t9, 1999


"ideal 'Osmanlı' Yok"

\ 245

olmaması gerektiğini söylemek istiyorum. Örneğin, laiklik meselesi hala faz­ lası ile tarihsel göndermeler üzerinden tanışılıyor, laikliği savunuyorsak sa· vunal ı m , eleştiriyorsak eleştirelim, böyle bir konuda tartışılırken önemli ola­ nın ilkeler olması gerekir, tarihimizde laikliğe destek bulunup bulunmadığı değil. Bu konudaki hamasi tartışmalar bir yana, ciddi Osmanlı tarihçileıinin bile, Örneğin Osmanlı'da örfi hukuku fazla öne çıkarmak yolu ile laikliği ret­ rospektif bir çerçevede değerlendirdiklerini göreb!l!yoruz. Aslında bütün toplumlarda geçmişe farklı bakışlar, bu tür ideolojik et­ kenleri yansıtıyor, bu doğal, ancak bizde ideolojik etkenler. hatta gündelik siyasal-kültürel tartışmalar geçmişimize bakışı fazlasıyla ve doğrudan etkili­ yor. Bunda, bir yandan, söylenmek istenen şeylerin doğrudan değil dolaylı söylenme yolunun seçilmesi diğer yandan , toplumumuzda, birçok konuda asgari mutabakatlann sağlanamamış olmasının önemli bir rolü var diye dü­ şünüyorum . Örneğin, bir yanda, geçmişini Türk ve M üslüman görmek iste­ yenler, Osmanlı üzerindeki Bizans etkisini küçümsüyor ve reddediyor, çün­ kü bu onlar için bir kültürel kimlik meselesinin bir parçası. Buna karşı, Bi­ zans etkisinden söz edenlerin bir kısmı da bu etkiyi benzer bir nedenle abar­ tıyorlar. Bizans1a bağlantı onlar için Batı ile kurulan, kimliğimizi Batılılaş­ tırmaya yarayacak bir bağlantı.

Mete Twıçay: Ama Batı Blzans'a her zaman kötü gözle bakıyor. Nuray Mert: Bu sizin tarihçiler arasında bildiğiniz bir şey. Sathi bir ba­ kıştan Bizans Batı medeniyetinin bir parçası.

bber Ortaylı: Bizansı Batı zannetmek yanlış. Bizzat Yunanlılar, helle­ nist mlUiyetçiler Blzans'tan nefret ederler o anlamda. Çünkü onlan Batı 'ya bağlayacak olan Antik geçmişlerinde Bizans bir kesintidir.

Nuray Mert:

Ben yaygın anlayıştan söz ediyorum. Kabul edersinlz ki,

yaygın anlayış değil. Bizans, Osmanlı gayrimüslimlerini öne çıkarmayı bile Batı ile bir bağ addediyor.

bber Ortaylı: Olmayan bir Levanten kültür çiziliyor mesela.

Nuray Mert:

Bana sorarsanız Seksenlerden sonra "Pera" üzerindeki il­

ginin yoğunlaşmasının nedeni de, onun Batı lle kurulan bir bağ olarak

gö­

rülmesidir.

bber Ortayh: Bunu bizim Tarih Vakfı yaptı. Ben Levanten maddeslnl yazdığım zaman iki şeyden çok rahatsız oldular. Bir tanesi, tadı su Frenk­ ler. . • Levanten'in anlamı budur halk arasında ve ansiklopedi de bunu belirt­ mek zorundasınız. lklnclsl Hammer'ln Beyoğlu'nun Levanten zenginleri için

coeııo.

sayı: 1 9, 1 999


246

Apkmunmt

zikreUiği çok acı bir kritiklir: "Mensupları nın kanvi ziıleı·i ndeki unvanlar ka­ dar uzun ve sıkıcı. beyinleri kadar da dar bir cadde" der Pera için. Yani aris· tokraı geçinen levanten çevreye adamakılh iğne atıyor. Bu söz vardı ve çı­ kartılmışllr yazdığım maddeden. Kendim ize Batılı bir geçmiş arıyoruz, yok­ sa yaratıyoruz. Tuhaf tabii. Demek ki bir tarih inşa ediyoruz. Bu son derece tehlikeli bir eğilim. Bu inşa edilen tarihle hesaplaşılıyor. Bu tarihçilikte bir hastalık. Çeşitli toplum­ larda muhtelif şekillerde tezahür eder. Mesela, Novgorod Cum huriyeli'ni Rus demokrasisinin anası gibi göstermek. Mesela F. J. Strauss da Alman­ ya'nın burjuvası ve tsviçre'yi Avrupa demokrasisinin temel taşı olarak göste­ riyor. Son olarak Hilmi Yavuz üstadı dinleyelim. Ondan sonra bazı karanlık noktalan tebaıii z ettirmekte fayda var. Hilmi

Yavuz: Şimdi önce

Mete Tunçay'ın söyled i ğ i "Cumhuriyet gökten zembille inmem iştir" sözüne katı l ıyo­ r u m . Bu k o p m a ve g ö k t e n zembille i n m e tez i n i n a rd ı n ­ d a k i zihniyet yapısını i ncele­ mekte yarar var. Benim göre­ bildiğim kadarıyla C u m huri­ yet'le birlikte Osmanlı "öteki" olarak işaretlendi. Bunun sonucu olarak Os­ manlı bütünüyle tarihsizleştirilmiştir. Nitekim çok yakın bir zamanda Ke­ malist bir yazar arkadaşımız açıkça "Cumhuriyet'ten önce Türkiye talihsiz­ di" diye yazabilmiştir. Bu Osmanlı'yı "öteki" olarak işaretleme ve Batılıdan daha çok Batılı ke­ silmeyi ben "mühtedi sendromu" olarak niteliyorum. Bir dine yen i inanan­ lar, o dine çok daha eskiden inanmış olanlardan i leri giderler. Bizim de Ba­ tılılaşma serüvenimizin altında böylesi bir "mühtedi sendromu" yatıyor. Bence Osmanlı kurumlarının, siyasi talihinin olduğu kadar zihniyet ya­ pısının tarihinin de gündeme gelmesi gerekir. Eğer bir "tarih inşası" söz ko­ nusu olacaksa, zihniyet talihinin temelde yer alması gerektiğini düşünüyo­ rum. Osmanlı'yı sadece iktişat tarthi içinde de almak çıkmaza götüıiir . Ana· lizln kuşatıcı olması için zihniyete gömülü olan kültürü onaya çıkarmak ge· nokır.

Cogito, sayı:

19,

1 999


''ideal 'Osmanlı ' Yok"

Peki ,

o

247

zaman Osmanlı zihniyetine nasıl yaklaş.ıhr? Genel bir şey söyle·

mek wr, olsa olsa fragmanter bazı şeyler söylenebilir. Bu alanda iki ayn ku­ ru m u n iki ayrı zihniyeti ürettiğin i teşhis ediyorum: Medrese ve tekke. Yani şeriatı ve tarikatı temsil eden kurumlar . . . Bu iki kurum açısmdan bakıldığın­ da Osmanlı insanının iki ayn davranış sergilediğini görürüz. Tekke aç ısın· dan bu dünya bir 1'Temaşa ve hakikatlerin sureti" konumundadır. Dünyaya bulaşmadan, onun uzağında kalarak, Kur'an'ın diliyle söylersek, dunyayı "meta-ı gurur" kabu l ederek dışanda tutmak yaklaşımını tekkelerde göruyo­

ruz. Ama medreselilerin böyle dUşUnmedlğinl gösteren örnekler var. Bunlar­ dan biri , Vani Efendi'nin bir vaaz s ı ras ında söylediği sözdUr. Vaaz sı ras ı nda Vani Efendi dUnya malına tamah etmenin kötUIUğiin den bahsederken ce­ maatten biı1, "Sizin mallan nızın mUlklerinizin maşallahı var, bu nasıl şey­ d i r ? " deyince Vanl Efendi, "Behey adam, Kur'an dUnya malını size haram et mişt i r, cahillere haram etmiştir. Bizim gibi okumuşlara değil" diyor. Böyle bir problematik var. Böyle b ir karşıtlığın Osmanl ı zihniyeline nasıl yansıdı­ ğına bak ı l ırsa özellikle divin ve tekke ş i iri nde "temaşa" kavramının çok

önemli olduğunu göruıii z. Örneğin, N a i l i 'nin "mestane nukuş-i suver-i ale­ me baktı k / Her biı1nl bir özge temaşa ile geçtik" dizelerinin yam sıra Neşa­

ti'nin ve b aşkalannın dizeleri de akla gelebilir. Çok temel bir kavram, Tema­ şa: Eşyayı dışardan seyretmek, ama onun dışandan verilmiş görüntüsUne değil, özüne nüfuz etmek anlamında. Naili'nin "mestane nukuş-1 suver-1 ile­ me baktık" dizesi "dünyanın biçirnleı1ne, nakışlanna bakmayı" imler. Ger­ çekten dünya bir nakıştır. Osmanlı insanı bu nakışın arlcasıyla ilgilenmiştir. Temaşanın burada zevk ve hazla birlikte ya da "mesıine" olmakla birlikte zikredildiğini göıiiyoruz. Neşatl'de, Naili'de ve bütün Divin edebiyatında Temaşa, zevk ve haz hep biraradadır. Osmanlı kültüıii bana sorarsanız haz­ za yönelik bir kültürdür.

Daha doğruSu, "haz"la fonksiyonu bUtünleştirmlş

olan bir kültürdür. Evliya Çelebi, Edirne'dekl bir mescitte namaz sırasında saflann arasına çeşitli kokulu çiçekleı1n konulduğunu söyler. Bu, fonksiyonu "hazzın öteki .vUzü" olarak kavramamıza neden olan bir yaklaşım. Nuray Mert, Osmanlı'ya Halil lnalcık'ın yaklaşımıyla retrospektif, öıfi hukuk dolayısıyla laiklik a t fedlld i ğl n i söyledi. Ben buna katılmıyorum. Os­ manlı yan-laik bir sl st�m di . Bana göre meşrulyetinl Allah'tan ya da şeı1at­ tan almayan herhangi bir hukukun mevcudiyeti söz konusuysa, o toplum şı;yle ya da böyle laik bir toplumdur.

Cosfıo, sayı: 1 9. 1 999


248

Açrkanmmı

Mete Tunçay: Bir de aşiret hukuku var. Hilmi Yavuz: O ayn ama böyle bir hukuk varsa ister retrospektif olarak bakılsın . . .

N"!"llY Mert: Öyle b i r hukuk yok. Hilmi Yavuz: Var, var. . . N uray Mert: Meşruiyet dine dayanıyor. Hilmi Yavuz: Örfi hukukun meşruiyeti din değil. Nuray Mert: İslam'd a örfe yer var, çünkü. Hilmi Yavuz: Hayır, hiç böyle bir şey yok. Nuray Mert: Ötfe yer verilmesi İslami bir kural. en azından ..

Osmanlılar

örfü bu şekilde tanımlamak ihtiyacı duyuyorlar. Siyasi pragmatizmle laiklik ayn şeyler.

Hilmi Yavuz:

Fatih'in uygulamalanna bakalım. Nedir Fatih Kanunna­

mesi? Örfi, Divani hukuk dediğimiz şey, Fatihle başlıyor. Ne diyor, "Her ki­ mesneye ki evlatlarımdan saltanat müyesser ola, nizdm-ı 3.lem için kanndaş­ lannı katletmek münasiptir." Şimdi bunu ulemanın tecviz etmesi (uygun görmesi) ona bir meşruiyet kazandırmaz bana göre. İkincisi ve çok daha önemlisi Fatih'in vakıf arazileıi için aldığı karardır. Vakıf arazileıi kutsaldır, dokunulamaz. Ulemaya rağmen Fatih vakıf arazilerini timar arazisine dö­ nüştürmüştür. Böyle bakıldığında Osmanlı'nın çok daha hoşgörülü ve laik bir toplum olduğunu görürüz. Bakın Cumhuıiyet döneminde, son 75 yılda dinsel kö­ kenli ayaklanmalann sayısı, 625 yıllık Osmanlı dönemindeki dinsel kökenli ayaklanmalann sayısından fazladır. Kadızadeliler ve Vahdeti dönemi hariç, Osmanlı'da çok ciddi şeriat talebiyle ayaklanıldığını ben bilmiyorum. Taıih­ çi dostlarımız bu konuda yanlışım varsa düzeltsinler. Bu işin göstergesi de­ ğil midir? Şimdi Osmanlı'yla Cumhuıiyet dönemi arasındaki bu farkı ma­ dalyonun öteki yüzü olarak ortaya koymak gerekmez mi? Osmanlı'da böyle bir problem çıkmamış sonuçta. Bana göre bunun nedeni,

Örfi hukukla Şer'i

hukuk arasında, Şeıif Mardin'in de tespit ettiği gibi, tam bir uyuşumun bu­ lunmasıdır. Bili padişahın kullanna, biıi de Allah'ın kullanna ait iki ayn hu­ kuk oluşturmuş ve dengeye oturtmuştur. Kimine yetki vermiş can ve mal güvenliğini elinden almış, kimine yetki vermemiş can ve mal güvenliğini sağlamış. Tam bir simetri var. Osmanlı sistemini gerek hukuk sistemi olarak, gerek bir zihniyet yapısı olarak ele aldığımızda son derece uyumlu bir sisterri olduğunu görüyoruz.

Cogito,

sayı: 1 9, 1 999


"ideal 'O:mıanlı ' Yok"

2 49

Ben meseleye böyle bakıyoru m . Bel ki modası g�c;miş st ri..i k türalist bir yakla­ ş ı m , ama böylesi bir karşı-olumlardan oluşan bir envanter çıkarı l ı rsa Os· manlı'yı devlet ve zihn iyet olarak daha iyi kavravabiliriz sa nınm.

İ

llber Ortaylı: Tarihçiler ve toplu�bilimci er kendi dünyalan ve kendi epistomolojik sorunlan dışında topl u m u n bir meseleyi nasıl kavradı ğ ı n ı çok az d i k kate alıyorlar. Biz biraz daha pragmatik olarak. bu toplumun Osman· l ı 'ya neden böyle baktığını nasıl açıklıyoruz.

Mehmet Genç:

Eve t , bu

toplu mu n Osmanlı 'ya bakışın ­ d a k i a m b i v a l an s , m u ğ la k l ı k ya da çift değerl i lik. Doğrusu bu konuda pek çalışma ve dü­ şünme içinde olmadım. Tarih ne işe yarar? N u ray H a n ı m b i raz bahsetti. Tarih ç o k şey içeriyor, iki ana istikamet ko­ yabil iriz. B i rincis i , gruplann ve toplumun kimlik inşa unsuru olmasıdır. İkincisi ise, tari h i n bilim olarak anlaşılması, yen i den inşa edilmesi ve yo­ rumlanmasıdır. Yani bilim ve ideoloji kutbu var. Her ikisinin al tında da tari­ hi anlamanın yanı sıra günümüzü anlama boyutu var. Günümüzün verdiği değerler var. Bunlar politik, ideolojik ve akademik olabilir. Tarih bize yaşadığımız dünyada olup bitenlerin neresindeyiz. yani bu olup bilenler yeni midir, eski midir konusunda bir cevap kaynağıdır. Günü­ müz Türkiyes i 'nde geçici olanla kalıcı olanı kestirebilmek çok zor. Onun için tarihe bakıyoruz. Günümüzde yaşadığı mız sorulan cevaplandınnakta tarihi kullanıyoruz. Bence milli kültür, kimlik unsuru olarak değtl de inşa ve yorum unsuruna yöneldiği ölçüde daha sağlam bir alet olur tarih. Laisizm konusunda Hilmi Yavuzun tutumu son derece isabetlidir. Osmanlı tarihiyle uğraşan hemen herkes kabul eder ki şer'I hukukla örfi hukuk arasındaki kombinasyon sayesinde Osmanlılar son derece esnek bir sistem kunnuşlar­ dır. Burada Mete'nln Blzans'la ilgili söyledikleri konusunda genel bir şey söylemek isterim . Osmanlılar yazılı literatürde fazla söylemiyorlar, ama kurduk.lan siste­ min işleyişi ile ilgili gözlemlerimiz bize, kendilerinden önce gelen emperyal sistemlerin (Roma, Bizans, Abbasiler, Sasaniler ... ) potansiyel zaaf unsurlan· n ı ayıklayarak sanki bunlara karşı koruyuculuğu ıam olan bir slsıemı inşa

Cogtıo, sayı; l 9, 1 999


250 Açıkoturum

etmeye çaJışmış gibidirler. Yani hepsinden bir şeyler a l m ı şlar, ama d a h a önemlisi. hepsinden birçok şeyi de almamaya, dı ş a rı d a t u t m aya i t i n a e t m i ş ­ lerdir. Son yıllara kadar gerek Türkiye'de gerekse dünyada Osmanlı tarihi du­ rağan bir sistem olarak görülüyordu. Osmanlı'nın imajı buydu . . .

Hilmi Yavuz: Marx'ın çok büyük katkısı var burada. Mehmet Genç: Marx'ın da var Weber'in de var ... Osmanlı'nın kültür ve zihniyet dünyasına girdiği mizde değişken ve hareketli yaşayan bir sistem görürüz. Fakat bu değişkenlik içinde bir temadi, Wagneriyen bir leitmotiv de var. O leitmotiv içinde Devlet-i Aliye'yi ebedmüddet bir devlet olarak dü­ şünüyorlardı. 18. yüzyıldaki büyük değişme Osmanlı'yı son yüzyılında sarstı ve bütün

modern imparatorlukların altım üstüne getirdi. Bu sarsıntı ancak Birinci Dünya Savaşı ile ortadan kalktı ve Cumhuriyet'in büyük dönüşümü de o zel­ zelenin içindeki bir değişmedir. Değişme ne kadar oldu? Tabii ki çok temadi unsurları vardır fakat değişen şeyler de vardır. Günümüzde de hiilii değişen ve değişmeye direnen bir halita oluşturduğumuzu söyleyebiliriz.

İlber Ortaylı:

Sizin başka bir sözünüz vardı: "Osmanlı müesseselerinin

finali Beethovenyen değil Wagneryendir" diye.

Ekrem Işın:

Osmanlı bugün bizim için ne ifade ediyor sorusu, benim

açımdan en genel anlamda bir "kollektif bilinçaltı"nı, başka bir deyişle bize yöneltilebilecek her türlü soruya cevap aradığımız arkeolojik bir bilgi taba­ kasını çağrıştırıyor. Bugün dünya, pek çok noktada Türkiye'ye sorular soru­ yor. Verebileceğimiz her türlü cevapta ve karşılaştığımız her türlü problem­ de, bu arkeolojik bilgi tabakasını kazıp bizi mutlu veya mutsuz edebilecek sonuçlara ulaşabilmemiz mümkün. Bu açıdan baktığımda Osmanlı bana, bütünü sahnelenmemiş zengin bir repertuar gibi göıi.inüyor. Bunun siyasi plandaki karşılığı pragmatizmdir. Ben Osmanlı'da pragmatik bir yapı göıüyorum . Burada tartıştığımız şeri ve örfi hukuk meselesinde de bu pragmatizmin payı var. Bir defa Os­ manlı, örfi hukuk kapsamına giren siyasi bir olguyu şeri alana çekerek ras­ yonalize etmiş veya şer'i konuda alması gereken kararlan "devletin ali men­ faati" uyarınca örfi hukuk vasıtasıyla meşrulaştırmıştır. Birbiri içine geçmiş ve karşılıklı olarak birbirini meşrulaştırma mekanizması şeklinde çalışan bu iki hukuk sistemi, Osmanlı pragmatizminin bence özünü meydana getirp mektedtr. Buradan ç ıkacak sonuç, Osmanlı realitesinde herkese göre bir Cogito,

sayı:

19, 1999


"ideal 'Osmanlı' Yok"

25 1

ideal i n veya kitaba uygun olmayan aykın bir çizginin, başka bir deyi!-;le ha­ yal kırıklığının mevcut bulunmasıdır. Bu çerçeve içinde kalarak, bugün sokaktaki insanın "Ben kimim?" tü­ ründen kimliğe ilişkin sorusuna, "geçmişte sen şuydun" demek pek o kadar kolay görünmüyor. Kısacası Osmanlı'ya ilk aşamada en çetrefil sorunlann basit çözümlerini banndıran bir arşiv gözüyle bakmamak gerekir. Hilmi Bey tasawuf konusuna değinerek tekke ve medreselerden bahset­ ti. Oysa bizde medresenin tarihi pek bilinmez. Kapalı bir dünyadır. Osmanlı zihniyet dünyasını tam olarak kavrayabilmemiz için medrese ile ıekkenin tarihini paralel okumamız gerekiyor. Örneğin Kadızadeliler olayına kadar medrese ile tekkenin paralel bir zihniyet dünyası kunnalannın ana omurga­ sını "Vahdet-i vücCıd" düşüncesi oluşturmuştur. Bu düşünce, Osmanlı zihni­ yet dünyasın ı n özüdür. Daha başlangıçtan, Davud-ı Kayseri'den beri Os­ manlı medresesi, Vahdet-i vücOd'a yabancı değildi. Şeyh Bedreddin gibi si­ yaseten kati edilmiş bir alimin Vahdet-i vücud'çu düşünceleri medrese bün­ yesinde yaşamıştır. 1 7. yüzyıla kadar medreselilerin iıdeıa yatay geçiş yapa­ rak tasavvuf mesleğine intisaplan çokça rastlanan bir olaydır. Bunun en çarpıcı örneği Hacı Bayram-ı Veli ile Abdullah ilahi'dir. Ancak bu �üzyıldan itibaren medresenin kendi içine kapanması, hatta "Eğer okur isen Farisi, gi­ der d i n i n yarisi" deyişiyle Acem havzasında şekillenmiş tasavvufi kültüre şüpheci bakış, Osmanlı zihniyet dünyasında birbirinden kopan ikili bir yapı meydana getinniştir. Sonuç olarak geçmişteki zihniyet dünyamızı, bu para­ lel süreçler ışığında yeniden ele almamız, bugünkü fikri yapımızın üzerine oturduğu mirası anlamamız bakımından büyük önem arzetmekledir.

Cornell Fleischer: Ek­ rem Bey'in söylediklerinden hareketle işin başka bir boyu­ tuna işaret etmek isterim. Os­ m a n l ı toplumunun gel işmesi karmaşık ve kompleks bir ol­ gu. Bugünkü i n s a n ı tat m i n edecek b i r taıih inşa edilecek­ se, bu karmaşıklık gözden ka­ çınlmamalı. Birkaç örnek ·vermek Jsterim. Halil İnalcık Hoca'nın The Ottoman Empire: Tire Classical Agt, 13001600 adlı kitabında imparatorluğun ideolojisini anlauığı bölümlerde tekrarCogtıo, sa)": 19, 1999


252

.4.çıkotımmı

ladığı "eski Orta Doğu geleneği" deyimi var. Hoca'm ızı çok takdir ederim ; ama bu deyimin konuyu deıinlemesine bilmeyenler tarafından çok kullanıl­ ması beni rahatsız Cdiyor. İdeolojik alana bakacak olursak Osmanl ı'nın özel­ likle Fatih'ten sonra çok çeşilli kitlelere hitap edebildiğini görii yon.ı z. Tam anlamıyla klasik dediğimiz kun.ımlann oluştuğu dönem olarak ise Kanuni dönemini alıyoruz; ama o döneme baktığımızda bazen çok planlı bir biçim­ de olmayan bazı denemelerin

(ad hoc experiments) başanh olmadığını

görü­

yoruz. Sonuçta başka çarelere başvuruyorlar ki, eski Ortadoğu geleneği çiz­ gisinde olduk.Jan pek söylenemez. Bir başka örnek de Osmanlılann sünni "ortodoksluğa" sahip çıkışının zamanlanması. Bu konuda daha dikkatli olmamız gerekiyor. 15. yüzyılda Ab­ durrahman el-Bistami adlı Antakyalı bir 3.lim Osmanlı topraklarına gelip Alimlere kendisini Abdurrahman el-Bist3.mi el-Hanefi el-HunJ.fi olarak tanıt­ mış ve "ilmü1-hurüf' ve "ilmü'l-Esma" uzmanı olduğunu iddia edip kabul et­ tirmiştir. Yani o zamanki Osmanlı toplumu en yüksek seviyeleri nde bile çok kanşık ve açık. Kahramanımız bir de Miftdhü 'l-cefrü 'l-cdmi adlı bir kitap ya­ zıyor ki, Osmanlı hanedanının 1 6 . yüzyılda ortaya çıkan eskatolojik imajının

hammaddesini oluşturur. Kitabın hem Arapça aslı hem de Türkçe çevirisi 1 7 . yüzyıla kadar bir nevi gizli hanedan tarihi olarak sarayda kabul görmüştür. Sünni ortodokslaşma dediğimiz olgu ancak 1 6. yüzyılın ikinci yansında mümkün olabildiği gibi, Osmanlı tarihi de modem çağa gelmeden önce kopma ve ani değişim merhalelerinden geçmiştir, yani düz bir evrim tarihi değildir. O dönemin çok önemli bir özelliği de imparatorluğun ebedi ve evrensel olarak tasawur edilmesi. Bu gelişmenin bir de eskatolojik yönü var. Nitekim 16. yüzyılın sonlannda, fetihlerin yavaşlamasıyla ilgili olmayan, çeşitli alan­ laııla bir bölgeselleşme, bir içe dönüklük ortaya çıkıyor ki, imparatorluğun sürekliliğini sağlayacak kurumlan pekiştiriyor. Bu kurumlan güçlendiren bir etmen de, Osmanlı Türkçesinin ortaya çıkışı diyebileceğimiz son derece önemli bir gelişme. On beş yıl kadar önce Sayın Mehmet Genç'le görüşmüştük. Ben o za­ manlar 1 6. yüzyıl bürokrasisinin inceliyordum. Mehmet Bey çok önemli bir noktaya dikkatimi çekti. O yükseliş döneminin bürokratlan medrese çıkışlı bile olsalar çok deneyimli değillerdi. Halbuki, duraklama dönemi dediğimiz 1 7 . yüzyılın b!lrokratlan daha oturmuş bir mesleki geleneğin temsilcileridir.

bber Ortaylı: Bu ralım. Coglto,

sayı:

19, 1999

konuya ilave edilecek şeyler yarsa daha üzerinde du­


'"/d.a/ 'Ourıan/ı' Yok "

Mete Tunçay: "Osmanlı'ya bakmak" konusu. böyle bir genelleme ... Mehmet Genç: Kimin bakışı? Mete Tunçay: "Kimin bakışı" , b i r de Osmanl ı'nın hangi dönemine

ba­

kış? Benim çalıştığım dönem erken Cumhuriyet dönemiydi. Kesi nlikle bir klasik dönem Osmanlısıyla. Tanzimat, Meşrutiyet ve ittihat Terakki"nin Os­ manlısı arasında bir aynm var. Bu aynmda haylı şe k l i ve basit bir açıkla ma geliyor: "Fena idare edilmek yüzünden Osmanlı battı." Klasik dönemde iyi idare edil iyordu, sonrakiler özellikle ittihatçılar devleti batırdılar... tabii bu o döne mdeki tek parti o t o krasi s i n i n ve liderlik kültünün doğal bir sonucu. Yani iyi liderler va rd ı . sonra liderler kötü oldu.

Mesela i ttihatçılar için lidersizlik suçlaması yapılır. Enver. Cemal, Talat üçlüsünün hiçbiri tek başına l i der olamadığı için Osman lı 'nı n ba tt ığ ı da söy­

le ni r . Bu çok ilginçtir. Yani her döneme siyasi değerlendirmelerle bakmak. Dikkat çekmek istediğim bir nokta da, bu örfi ve şer'i hukuk aynmı. Me­

sela bu örfi hukuk pek öyle padişahın kullarıyla sınırlanmamışu. Mesela

ukubaı denen İslam ceza hukuku Osmanlı'da çok az uygulanmıştır. Hırsız­ lıktan el-kol kesme cezası çok nadir.

Mehmet Genç: Neredeyse yok . . . Sürgüne gönderiyorlar genellikle. Mete Tunçay: Evet . . . Şimdi Tanzimat'la birlikte çeviri yeni yasalar gel­ meye başlıyor ve her çeviri yasa şer1atın alanını biraz daha sınırlıyor. Nite­ kim devletin sonuna gelindiğinde sadece "ahval-1 şahsiye" ile sınırlı kalıyor. Onun dışındaki tüm kamusal alan Hıristiyan kökenli Avrupa yasalannın çe­ virileriyle dolmuş. Bu arada , Abdülhamid değerlendirmelerinde üzerinde pek durulmayan

bir nok ta var. Bu güya panislamlst padişah Tanzlmat'ta ilan edilen yasaların hiçbirini kaldırmıyor. Yani il. Abdülhamid döneminde bir şeriata dönüş yok. Tanzimat'la başlayan ve Meşrutiyetlerle devam eden, sonunda İttihat Terakki'nin on yılıyla sonuçlanan dönem Cumhuriyet kadrolarının süreklili­ ği bakımından ilginç bir manzara arı ediyor. İttihat ve Terakki, Cumhuıi­ yet'in ilk yıllarında biraz da rakip olarak görülüyor. l 926'daki Ankara lstik141 M a h ke mes i 'nı n Suikast glrtşlmiyle ilgili duruşmalarında, özellikle Maliye Nazın Cavid Bey'ln mahkOm edildiği oturumlar, doğrudan doğruya Osman­

lı İmparatorluğu'nun son dönem pol itikalarının muhakemesi halinde ce­ reyan ediyor. Konu. suikast meselesi olmaktan çıkıyor Osmanlı'nın Birinci Dünya Savaşı'na girme nedenleri üzerine kayıyor. Günümüze gelindiğinde biz bugünkü değerlerimizle geçmişe bakmak

Coııl to, sayı: 1 9. 1 999

2 53


2 54

.4.çıko11m1111

eğilimindeyiz. Mesela İlber'in "İmparatorluğun En Uzun Yüzyı lı" diye 1 9. yüzyıl üzerinde durması aslında, bu tek parti dönemi ndeki kara çalmaya haklı bir ·tepki. imparatorluk gerçekten ta Sanayi Devri mi 'nden başlayan Batı rekabeti içinde ayakta durabilmek için büyük mücadele veriyor ve bir hayli de başarı lı oluyor. Unut mayalım ki, Osmanlı İ m paratorluğu Kırım harbinden sonra Avrupa Kon se yi ' n i n bir o.v esi. Bizim medar-ı iftiharı m ı z Cumhuıiyet'in başaramadığı bir şey i Devlet-i Al iye bir şekilde başarmış.

Mehmet Genç:

Araya girebilir miyim, efendi m . Bizim Cumhuriyet'in

tamamen politik, ideolojik kutba kayan bakışına göre Osmanlı tari h i n i n 1 600- 1 800 arası adeta mevcut değildir. Tarih yay ı nlan m ı z a bakarsak bu iki yüz seneyi bulamayız. Yabancı kaynaklarda da bu biraz böyledir ama biz

Türklerde hiç yoktur. Cumhuriyet döneminde tarihçiler 1 5 . 16. yüzyıldaki ihtişamlı tarihe yoğunlaşmış ve ardından 1 800 son ras ma eğilmişlerdir.

İlber Ortaylı:

1 7 . - 1 8 . yüzyılda i mparatorluk değişirken evrakı da

değişiyor. Biz onu okuyamıyoruz, takip etmekte zorlanılır. Bu yüzyılda araş­ tırmacılar daha çaresiz kalıyorlar.

Mehmet Genç:

Daha sofistike bir bürokrasiyle karşı karşıyayız ve tabii

ürettiği arşiv malzemesi de zenginleşmiştir.

İlber Ortaylı:

Tarihçi olarak değişik bir malzeme çıkıyor karşımıza bu

yüzyılda. Bu iki asırdaki evraka, malzemeye bir türlü Mkim olamıyoruz.

Ekrem Işın: İdeal 'Osmanlı' yok. Mehmet Genç: Bizi pek ilgilendirmemiştir o dönem. İlber Ortaylı: Yok, çok zor bir dönem. Mehmet Genç: llber, 1 9. yüzyıldan daha zor değil . İlber Ortaylı: A m a yazışmalan daha kolay 1 9. yüzyılın. Mehmet Genç: Ama içinden çıkmak da daha zor. Çok büyük bir hacim var.

İlber Ortaylı:

Hacim büyük ama bir intizam var ... Şimdi b u Cum­

hurtyet ve Osmanlı gibi bir kavga ne kadar manasız geliyor. Bunu gençlere anlatamazsınız. Türkiye'de bir nesil bu işin hastası. Sırf cahiller değil alim­ ler de aynı hastalıkta. Bugün bunu söylemekte hiçbir mahzur görmüyorum. Merhum Prof. Coşkun Üçok Osmanlıca da bilirdi, müesseseleri de bilir­ di, lslam hukuku, divan edebiyatı konusunda da bir iyi koku alma ihsası vardı ama o da aynı şeyi. yapıyordu. Şunu diyorlardı "Osmanlıca öğrenmeye ne lüzum var." Oysa o tarthl öğrenmek için bu dilin öğrenilmesi gerektiği . açıktır. Türkiye'de bu devir bitecek, dendi. Bitecek ama açıkçası bir entelekCoglto, say" 19, 1 999


"ideal 'O\manlı ' Ynk�

\ 2 55

l ü e l L a h r i ha t ı n arkas ı n d a n gel d i ğ i m i z açık . Bu çok çok aç ı k . Nasıl hal ­ ledeceğ iz bi lemiyorum doğrusu.

Nuray Mert: B u k a d a r t a ı· i h ç i b i r a r a y a ge l m i !j k e n k e ş k e " t a r i h n e i ş e y a ra r ? " konusunu b i raz daha açabil­ seydi k , ama belli k i b u kadar açılmak için zaman ı m ı z yok. Tek tek insanlann neden tari­ he i lgi duyduklan da ilginç ve önemli bir konu, ama onu bir yana bırakalım. Ben tartışmanın ilk kısmında siyasal - kül türel baluşlar geç­ mişimize bakışı nasıl etkiliyor konusu üzerinde dunnaya çalıştım. Şimdi ay­ n ı çerçevede n , Osmanlı 'yı topta n ret veya artan i l gi konularına bakmak gereği duyuyorum. Daha doğrusu dikkatinizi bir noktaya çekmek istiyorum.

Az önce, büyük bir tahribatın içinden geliyoruz dediniz, hepimizin bildiği g i b i , Cumhuriyetin ilk döneminde Osmanlı'nın reddi anlayışı hakimdi , bu redd i n nedeni sadece geç mişe ilişkin siyasi çatışmalar değildi, o bu işin siyasi kısmıyd ı . Kültürel alanda en önemli etken, Batı karşısında yenilmiş b ir ' medeniyeti' reddetme ihtiyacı duyulmuş olmasıdır. Cumhuriyetin ilk nesilleri, bu yenilginin altından kalkabilmek için, reddi miras yapıp, her şeye yeniden başlama ihtiyacı duymuştur. Bu yenilgi hissi ve onun doğur­ duğu kompleksler bugün de mevcu ttur, hatta giderek daha da artmıştır denebilir. Ancak son zamanlarda, Osmanlı'ya ilginin de giderek arttığım iz­ liyoruz. Siz Osmanlı ' m n ihm alinden yakınıyorsunuz. ben bu yeni ihyadan da kuşkuluyum . Zira, Cumhuriyet'in ilk dönemi nde nasıl yenilmiş geçmişle yani O s m a n l ı ile bağları koparma i h tiyacı doğmuşsa, Cumhuriyet tec­ rübesinin beklenen başanya ulaşamamış olması benzeri bir vefasızlığa yol açabilir gibi geliyor bana. Toplumsal seçkinler hep yenenden yana olmak, onunla özdeşleşmek isterler, Batılılaşma serüvenimiz bunun en güzel ör­ neğidir. Cumhuriyetten çok önce, Osmanlı üst sınıf mensuplan yenenle öz­ deşleşme sürecine girmişti, Cumhuriyetle bu süreç resmileşti, Batı ile özdeş­ leşmek için Osmanh'dan da topyekı'.ln vazgeçildi. Oysa şimdi, Osmanlı geç­ m işi çok gerilerde kaldı, yakın geçmiş pek parlak değil , neden uzak geçmişin panlıılı yönlerinden faydalanılmasın? Tek sorun Osmanlı geçmişinde dinin Cogtto, sayı: 19, 1 999


256

Açıkotıınmı

önemidir, onu da bir şekilde hal lederseniz, mesele hallolur

\'C

parlak geç·

mişe dönersiniz. İlber Ortaylı: · Laikleşmiş olarak .. Nuray Mert: Evel, laik ve daha Batılı laşmış bir Osman l ı . Şarap içen sultanlar vs. Osmanlı'ya bu yeni ilgi türü , daha önceleri Osman l ı 'ya bi r hamaset edebiyall çerçevesinde sahip çı kan çevrelerin ilgisinden farklı b i r il­ gi. Sağ-muhafazakar çevreler, Cumhuriye t i n toplum projesi n i n dışladığı kesimler olarak, şanlı bir imparatorluğun çocukları olduk.Jannı düşünmek ihtiyacındaydılar, sol aydınlann çoğu nun sadece faşist kafalı olmak.Ja açık­ ladıkları şeyin gerisinde bu vardı. Osmanlı'ya son zamanlarda, fark.Jı bir çev­ rede artan ilgi, bu açıdan farklı bir ilgi. Burjuvazi, örneğin, bir Osmanlı Sul­ tan kızının Aya İrini'de bir konserde kendisi ile birlikte olmasından son derece memnun görünmekte, diğer taraftan hanedan üyeleriyle röponajlar yapılıp laiklik meselesi onlann onayına sunulmakta.

llber

Ortayl ı :

Bizim

hanedanın yurt dışında ban­ kalarda parası yoktu. Mücev­ herlerini alıp gittiler. Kimisi bunu kullanabildi, kimisi rezil oldu. Maalesef a i l e ni n çoğu sürünerek yaşadı. Ölenler var, intihar edenler var. Dramatik vakalar var mesela halayıklar­ dan biri gece fahişelik yaparak sultan ailesini besliyor. Bir kısmı da iyi ev­ lilikler yaptı. Dolayısıyla bu aile enternasyonalleşti. Enternasyonal bur­ juvazinin zevklerine kültürüne sahip i nsanlar yet i ş t i . E n ternasyonal proletaryanın dayanıklılığına sahip insanlar çıktı. Enteresan bir aile ve bu ailenin hiçbir siyasi iddiası yok.

Nuray Mert:

Ben Osmanlı'ya ilgiden söz ettim, onları başa getirme

çabasından değil...

İlber Ortaylı:

ilgi var tabii, çünkü renk var. Bu renkteki insan az Tür­

kiye'de.

Nuray Mert:

Ben, Türkiye'nin en son ihtiyacının bu renk olduğunu

düşünüyorum.

İlber Ortaylı: Siz onu düşünürsünüz,

düşünmezsiniz o ayn. Ama böyle

bir renk arayanlar var. Osmanlı'ya ilgi 1 950'lcrde sultan hanımları etekCoglto,

sayı:

19, 1999


"ideal 'Osnuınlı' Yok "

257

leycrek haşladı. Aynı dönemde çok meşhur hattatlar sürü nüyorlard ı . Mehmet Genç: Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki Osmanlı tepkisine çok benzeyen bir tepki Japonya'da 1 900'lerde var. Geçmişi bütünüyle reddeden bir kuşak oluşmuştu orada. Muhtemelen bir sentez olacaktır bizde d e . Bu yıldönümü başlarken "Osmanlı'yla banşmak" dendi. Yani Hegeliyen bir dü!jünceyle tez, antitez ve şimdi sentez beklenebilir. Nuray Mert: Osmanl ı ile banşmak için öncelikle, geniş çaph bir top­ lumsal barış ortamının gerçekleştirilmiş olması gerekir, özellikle, kültürel alanda. Bu olmazsa, 7..annediyorum herkes geçmişe kendi kimliğini tanım­ lamanın bir parçası olarak bakacak. Aynca, geçmişe soğukkanlı bakmak, toplumlar için de, bireyler için de bir lükstür. Başta kültürel kimliği olmak üzere belli başlı hiçbir konuda belli bir istikrara kavuşmamış bir toplumda geçmişe soğukkanlı bakmak zordur. Aynı şey bireysel düzeyde geçerlidir; bir Anadolu şehrin i n lisesi nde okuyan çocuktan Osmanlı'ya çok soğukkanlı bakmasını istemek sadece saflık değil, haksızlık olur.

ilber Ortaylı: H i l m i Bey lütfen k ı sa olarak konuşun yoksa sizin yüzünüzden bizi de okumayacaklar.

Hilmi

Yavuz: Ş i m d i 1 1 -

ber'in baştan sorduğu soruya bakmak lazım. Neden Os­ manlı'ya karşı böyle olumsuz b i r y a k l a ş ı m söz k o n u s u . D e d i ğ i m g i b i . O s m a n l ı 'y ı "öteki" diye işaretleyerek dış­ la m ış tı C u m h u riyet. B unun bazı içermeleri var. Osmanlı'nın ötekileştirilmesi aynı zamanda Cumhuriyet tarafından ona karşı bir "negatif söylem" oluşturmuştur. Yani, tabiri caizse Osmanlı'yı mef­ humu muhalifiyle tarif etmek gibi bir yaklaşıma gidilmiştir. Belirli kesimler­ de bunun belinllerinl görii y oruz. Örneğin edebiyatta, Batı'da bir roman geleneğ i n i n olduğu, Osmanlı'da bu geleneğin olmadığı söylenir. Bilim adamları Osmanlı'da bilimsel düşüncenin gelişmediğini söylüyorlar. Fel­ sefeciler "Osmanlı'da felsefe yok" diyorlar. Sanat tarihçileri, bu negatif söy­ lemi perspekılfln olmaması nedeniyle, pentürün olmayışıyla vurguluyorlar. Ö rneğin Şerif Mardin gibi toplum bilimciler sivil toplumun yokluğundan söz ediyor. Mardin, başka btr yazısında da Osmanlı yaşamında "daemontk Cogtıo,

sayı: 1 9,

1 999


2 58

Apkotmwıı

düşünce"nin olmadığını, Osmanlı'nın böyle bir Romantik geçmişle karşılaş­ madığını söylüyor. Bütün bunlar negatif söylemlerdir. Peki bütün bu yokluklan, bu negatif söylemi nasıl temellendiriyorlar? Tek sebep İslam'dır. İslam dini, Hırisliyanlığın ürettiği kültürü ü retmemiş­ tir. Benim asıl değinmek istediğim, Osmanlı'ya Avrupa merkezinden bakıl­ dığında göıülen bu yokluklardır. Bunun Tü.rkiye'de bir başka içermesi daha var. O da İslam'ın karşıtı olarak laikliğin tanımlanış biçimidir. Laiklik sadece bir siyasal problem olarak kavranmıyor; aynı zamanda bir yaşam biçimi olarak da sunuluyor. Bütün bunlar sanki Osmanh'nın laik bir düşünceyi üretememiş olmasından kaynaklanıyormuş gibi gösterilmeye çalışılıyor. Bana öyle geliyor ki, en­ telektüel laik çevrelerde l a i k l i ğ i n a l ı m l a n ı ş b i ç i m i t a m a m e n k ü l ı ü rel fenomen lı.aline geliyor.

İlber Ortaylı: Bu

vatandaşın günlük problemi haline getiriliyor.

Hilmi Yavuz: Dolayısıyla, laiklik meselesinin sadece siyasal değil kül­ türel bir mesele olarak da alınması gerektiğini düşünüyorum. Ancak böylece Osmanlı'yı daha sağlıklı bir temele oturtarak kavrarız. Onun için Osmanlı laikl iğ i meselesi, son derece önemli bir temeldir. Osmanlı'yı bu bağlamda ele almak negati f söylemin kalıntılannı, etkilerini ortadan kaldırır. B u negatif içennelerin en azından İ slam'la b i r ilgisi olmadığının ortaya kon­ ması sağlıklı bir etkinliği gerçekleştirir.

İlber Ortaylı: Çok

teşekkür ederim. Bugünkü oturumda sanıyorum ne

problemin ne de ilmin dibini bulduk. Ancak bazı meselelere oldukça renkli, bilgili bir biçimde değindik sanıyorum. Bu gibi tartışmaların yararlı ol­ duğuna inanıyorum. Çünkü bunlar yazıya dökülünce kalıcı olacak.

Cogllo, sayı: 19, 1999


Osmanh-Türk Modernleşmesi ve O rd u n u n Siyasetteki Yeri Üzerine AHMET KUYAŞ

Galatasaray Oniverstıesi"ndeki dost meslekıa.şlanma

Tarihçilerin geçmişe hep kendi dönemlerinin gözüyle baktıklan için ta­ rihte genellikle görmek istediklerini gördükleri, her tarihçi için söylenemese de, sıkça tekrarlanan bir yargıdır. Ancak bu yargıya can ve gönülden katılan yorumculann bile neredeyse tümü ve tarihçilerin azımsanamayacak bir bö­ lümü, belli bir konuda yazarken ya da tartışma sürdürürken söz konusu )-al"· gıyı nedense unuturlar ve önceki nesillerin bulgulannı ya da yorumlannı ol­ duğu gibi kabul ederler. Bunun nedeni, önyargı ya da entelektüel namus ek­ sikliği olasılıklannı bir yana bırakacak olursak, zorluk "" tembelliktir. Çün­ kü, belli bir dönem üzerinde çalışan bir tari hçinin, o dönem üzerine kendin­ den önceki nesillerin yazmış veya söylemiş olduklanndan da olabildiğince yararlanabil mesi için, kendinden önce yazmış olanlann toplumunun da gö­ rece iyi bir tarihçisi, en azından iyi bir kültür ve düşünce tarihçisi , hani kül­ tür antropoloğu ve edebiyat sosyoloğu olması gerekir. Çalıştığı akademik alanın epistemolojisiyle de ilgilenmek diye özetleyebileceğimiz böylesi bir kaygının, Osmanlı tarihçiliği açısından bakıldığında, pek zayıf olduğunu tes­ lim etmek gerekiyor. Nitekim . Osmanlı-Türk modernleşme tarihi konusun­ da Türkiye'de ve dünyada son elli yıldır üretilen söylemin bir vechesini, mo­ dernleşmenin ya da reform hareketlerinin önce orduda başladığı ve ordu­ nun önderliğinde uygulandığına ilişkin önermeyi, bu duruma iyi bir örnek olarak gösterebiliriz. Söz konusu söylem, Osmanlılann Hırlsliyan Batı dünyası karşısında za­ yıf bir duruma düştüklerini ilk defa savaş meydanlannda fark ettiklerini ve 1 8 . yüzyıl sonlannda, önce K.ınm'ın yitirilmesi sonra da Mısır'ın yitirilme Cotıtıo. sayı: i 9, i 999


260

Alımet Kuyaş

Şark serdan Ferhaı Pqa'nın Revan'a glrlıl. (Ara Güler

Coglto, sayı: 19, 1999

•rtr\.ı.)


0\ınanlr- Tiirk Mvdernle�me.ü

ve

Ordunım Siya.�elleki Yeri Uı.erine

olasılığı karşısında silkinip Batı'dakilere benzer bir ordu kurmaya giriştik.le· ri ni anlatır. Bu başlıbaşına bi r devri mdir, çünkü Osmanlılar kıl ı k k ıyafetin e

varıncaya kadar yepyeni ve düşman H ı ri st iyan dünyasından esinlenen bir kuru m ya ra tm ı şl ar ve bu yolda, ciddi bozulma belirtileri gösteriyor olsa da, yüzyı llarca Osmanlılığın i ftihar kay na ğ ı olmuş Yeniçeri Ocağı'nı yerle bir et­ me cesaretini göstermişlerdir. İ kin ci bir aşamada da, yeni ordu için subay yetiştirecek bir okul yine Batı'dan ithal edilmiş ve ne olduysa -iyi ya da kö­ tü- bu nd an sonra olmuş, Osmanlı·Türk ordusu önemli bir aktör olarak siya. set sahnesine girmiştir. İyi ya da kötü, çünkü Sultan Abdülaziz'in tahttan in­ dirilmesi, "Hürrlyeı'in ilanı", "Anadolu ihtilali", Cumhuriyet,

27

Mayıs, vs.

kimileri için iyi, kimileri için ise kötüdür, ama pek sade suya bir tarih çö­ zümlemesi açısından aynıdır; ister çağdaşlaşmayı, aydınlanmayı ve demok­ ratlaşmayı sağlayan olsun, ister yabancılaşmayı, "köpekleşmeyi" ve dinsiz­ Jeşmeyi, etkin özne, Batı dünyasıyla sistematik bir biçimde ilk tanışan ve be­ lirli bir ideolojiyle eğitilen Osmanlı-Türk ordusudur.

Bu söylemin üç temel unsuru, ilk kez devrimsel boyutta bir yenllik yapı­ lıyor olması, ortaya yeni çıkan kurumun dayandığı ilkelerin Osmanlı ya da İslam dünyasının dışından kaynaklanıyor olması ve bu yeni kurumun siya­ sal bir

rol üstlenmesinin kendi başına bir yenilik olmasıdır. Nizam-ı Ce­

dlt'in, sonra da Asakir-i Mansure-i Muhammediye'nin ve Mekteb-i Harbiye-i Şahane'nin kurulmalarının, toplumsal ve siyasi sonuçlan itibariyle devrim­ sel boyutta bir yenilik olduğu doğrudur tabii. Ne var ki bu, Osmanlı

ordu­

sunda yapılan ve ciddi bir toplumsal ve siyasi dönüşüm doğuran ilk devrim· sel yenilik değildir. Yeniçeri ordusunun kurulması da bir devrimdi; hem toplumsal ve siyasi boyutta hem de kültür boyutunda. Yeniçeri ordusu, Os­ manlı Beyliği'nin Osmanlı İmparatorluğu'na dönüşmesinde, yani başlangıç­ ta lıem askeri hem de kültürel açıdan en önemli kurum olan gaziliğin pabu­ cunun görece dama atılmasında, böylece çehre değiştiren devletin kulların eline geçmesinde en önemli etmen olduğu gibi, meydana gelişiyle de, zorla müslümanlaştı rma politikasından genelllkle kaçınma ilkesinin, yani ls­ lam'ın çok eskJ ve önemli bir toplumsal-kültürel polltika ilkesinin hiçe sayıl­ ması demek olmuştur. Sekban ve sarıcaların l 6. yüzyıl sonlarında, üstelik bir devlet politikası sonucunda ortaya çıkmaları da, hem toplumsal-siyasi sonuçlan itibariyle hem de dünya görüşü açısından bir devrim sayılmalıdır. Sefer sırasında ateşli silalı kullanan piyadeye duyulan ihtlyaç nedeniyle mevsimlik paralı asker olarak istihdam edilen bu genç köylülerin, sonralan

Cogito,

sa)'J: 1 9, 1 999

261


262

Ahmet Kuyaş

"celali" ordulannı, daha sonra da ayan o rdula rını oluşturduklan bilinen ge­ lişmelerdir. Bu sekban ve sancaların varlıkları da, Osmanlı devlet geleneği­ nin ve toplumsal politikalannı n temeli d i yebl leceğlmiz, askeri sınıfla reaya sınıfının, yani yönetenlerle yö netilenleri n birbirlerine karıştınlmamalan il­ kesinin açık bir ihlaliydi. Dolayısıyla, "orduda devlet eliyle yapılan köklü bir yenil i k", ilk defa 1 8. yüzyıl sonunda gündeme gelen bir yenilik d eğildi r Os­ manlı tarihinde. Ancak. Tanzimat atiCesinde gi rişilen yenilenmenin Batı kö­ kenli olması da bir yenilik deği l d i r. Osmanlılar 1 8. yüzyılın daha erken dö­ nemlerinde Batı dünyasının kalyonlannı al ı p , kendisi de bir Batılı olan Bon­ neval'e humbarahaneyi kurdurmuş, Çanakkale'nin yeni istihklmlannı da bir Macara inşa ettirmişlerdi. Daha önceki bir dönemde, on dört ve on beşinc i yüzyıl gazileri ise Macar süvarilerinden savaş takt i k le ri al m ı şla rd ı . Sultan ll.

Mehmed'in meşhur toplannı yapanın da yine bir Macar olduğu nu hatırlat­ makla yetinelim. Ordunun siyaset sahnesinde etkin bir rol oynamasına geli nce ; bunun da Tanzimat1a başladığını sanmak yanlıştır. Yeniçeri ordusu, Osmanlı beyinin

gerek "gazilerin başında bir gazi" olmaktan çıkıp sultan olması sürecinde,

gerekse Anadolu'nun Müslüman beyleriyle Balkanlar'ın Hırlstiyan beyleri üze ri n de giderek tartışmasızlaşan bir üstünlük sağlaması sürecinde en önemli , hattA tek etmen olduğunun farkına pe k erken varmış, bu ayn cahğı ­ nı da beğend i ği şehzadeyi sultan yapmak, is tediği sefere çıkıp istemediğine çıkmamak ya da işine gelmeyen bazı i kt isadi önlemlerin alınmasına engel

olmak gibi davranışlarla k ullan mışt ı r. Osmanlı sultanının yeniçerilerin elin­ de oyuncak olması demek olan bu ge l i şmenin, yeni bir denge unsıını olarak şeyh ülisla mlığın

16.

yüzyıl da giderek önemli bir kurum haline gelmesinde

bile rolü olduğu düşünülebi lir. Yeniçerilerin sonraki yüzyılların lsyanlann­ da da etkin olduklannı biliyoruz. Demek oluyor ki, ordunun siyasete kanşması, yalnızca Tanzlmat'tan sonra değil, tüm Osmanlı tarihinde görülen bir olgudur. Ancak, daha önce değindiğimiz "sade suya tarih çözümlemesi" tarzında bir bakışla, bu söyle­ diklerimizden yola çıkıp, söz konusu olguyu Osmanlı-Türk tarihinin

özcü

bir ussallaştınnasına vardırmamak gerekir. Bunun için yapılması gereken de, "ordu" dediğimiz kurumu nesneleşllrmemek, yani toplumdan soyutla­ mamaya çalışmaktır. Nitekiı:n. biraz önce sözünü ettiğimiz yeniçeri ayaklan� malanna baktığımızda görüyonız ki söz konusu ordu, kunıluşundan Vaka-1 Hayrtye'ye kadar hiç değişmeyen,

Coglto, sayı: 1 9, 1999

aynı toplumS.ı kökenden gelen ve çıkarla-


lJsmanlı-Tiirk Modernleşme_.,; ve Ordımım Siya!ıeUeki Yeri llurine

n,

263

d ola y ı s ı yl a da siyasete k arı ş m a nedenleri hep aynı kalan ins an larda n

oluş m a mı şt ır. 1 5. yü zy ıl başlanndan çoğunluğu devşirme olan

yen i çerileri n

1 8 . yü zyı l başlanna kadar çok büyük ganimet ve tımar elde ederek durum­

lanm düzeltme arzusu, onlan genellikle savaş taraftan bir siyasetten yana tavır almaya itiyordu. Savaşın, dolayısıyla da vergi yükünün. şehirli olsun köylü olsun, halk üzerindeki olumsuz etkilerine görece kayıtsızdılar. İktisadi olumsuzluklar dolayısıyla isyan etmeleri ise, enflasyonun maaşlannı etkile­

mesiyle söz ko nusu olabiliyordu genellikle. Kısacası, tek nesillik bir kası di­ yebileceğimiz yeniçerilerin siyasete kanşmalan, bu kastın çıkarlannın ko­ runması biçiminde oluyordu. Ama 1 8 . yüzyıl başlanndan itibaren yeniçeri­ ler, bir bütün olarak belki "ordu" sıfatını bile hak etmeyen, bambaşka bir toplumsal gruptur. Yeniçeı1lerin büyücek bir kısmı, artık askerlikle hiç ala­ kası olmayan şehirli orta sı n ı f mensubu kişilerden, askerli k işlevini yerine getiren daha ufak bir bölümü ise devşirme

ol mayan ve şehirli orta sı nı fla ai­

le bağlann ı n yanı sıra i ktisadi ilişkileri de bulunan kişilerden oluşuyordu . Bu durum ise, zamanın bazı gözlemcilerinin de işaret ettiği gibi, yeniçeri ayaklanmalarını bir tür halk ayaklanmasına dönüştürmüştür. Tanzimat sonrasının ordusu hakkında da aynı şeylen, yani bir bütün olarak şehirl i orta sı n ı f halkı temsil etmiyorsa da. sı rf kendi özgül çıkarlarıy­ la meşgul bir tür mesleki kası da olmayan, toplumun belli bir kesimine kül­ türü, ülküleri ve ç ıkarlanyla

bağl ı

bir ordu olduğunu söyleyebiliriz. Söz ko­

nusu ordunun kimler tarafından, nasıl ve kimlerden kurulduğuna bakmak, böyle bir öneı1yi haklı çıkaracağı gibi, reform hareketinin önce orduda baş­ lamadığın ı da gösterecektir.

18.

yüzyıl

Osmanlı tarihinin yukanda dolayl ı olarak değindiğimiz önem ·

li bir öze ll iği devşirme olgusunun giderek kaybolmasıdır. Bu olgunun yapı­ şık ikizi diyeb ileceğim i z koşut bir olgu da, devlet

yönelimi nde üst kademede

bulunanlan n giderek artan bir çoğunlukla kalemiyye sınıfı mensuplan, yani çekirdekten yetişme bürokratlar arasından çıkar olmasıdır. Bunlann çocuk­ lannın da gittikçe artan sayılarda devlet hizmetinde çalışması, Osmanlı top­

l umunda Avnıpa'daki memuı1yet soyluluğuna (nob/esse de robe) benzetebi­ leceği miz, eski Osmanlı düzenindeki askeri sınıfa benzeyen, ancak ona ora nla biraz daha içerici, en azından, yeni yetmelere daha açık bir sınıf oluşturdu. Yenileşme yönündeki gidişi, ulemA sınıfının da azımsanamaya­

cak bir bölümüyle birlikte sırtlayan, işte bu sı nıftır. Devletin sürekliliğinin sağlanması bunlar lçln bir tür sınıf çıkan olduğundan, yeni, kendi bildlkleı1

Cogıto,

sayı: 19, 1 999


Alımf!t KHyaş

264

ve devlete istedikleri doğruhuda bir etkinlik kazandıı-acağına inandıklan ör­ gütlenme biçimlerini, neredeyse bir varoluş nedeni olarak benimsem işler­ dir. Bu sınıf, Nizam-ı Cedit'in kurulduğu yıllarda sivil bürokrasiye ilişkin de birçok kural çıkarmıştır ortaya. Hatta, sivil bir NizarrH Cedit'ten bile söz edebiliriz bu konuda. Giderek 1 836'da UmUr-u Hariciye Nezareti'nin kurul­

masına varacak olan yenilikler de bu sınıfın işidir. Bu süreçte görece iyi bi­ lindiğini sandığım bir dönemeç, sonrasının birçok dışişleri bakanını ve sad­ razamını yetiştirecek olan Tercüme Odası'dır. Burada ilginç olan şu ki, eski

askeri sınıfa oranla biraz daha içerici olduğunu söylediğimiz ve yetenekli or­ ta sınıf çocuklannı sivil bürokrasiye kabul edebilen bu sınıf, il. Mahmud'un devlet düzeninin tümüne ilişkin reformlan sırasında açılan ( 1 834) Mekteb-i Harbiyeye öğrenci alırken, neredeyse Prusya aristokrasisi kadar dışlayıcı davranarak öğrencileri yalnızca zadegin dediği sınıftan almış, yani kendi çocuklan ve eski askeri sınıf mensuplan arasından seçmiştir. Bu kural an­

cak 93 Harbi dediğimiz, 1 877- 1 878 Osmanlı-Rus Savaşı'ndan sonra bozul­ muş, büyük çapta subay kaybı nedeniyle ortaya çıkan açığı kapatabilmek için tüm memur çocuktan Mekteb-i Harbiyeye kabul edilir olmuştur. Deği­ şik bir biçimde söyleyecek olursak, köylü çocuktan bile medreseye gidebilir­ ken, Mustafa Kemal Atatürk ya da İsmet İnönü gibi küçük memur çocukta­ n,

l 860'larda subay olamıyorlardı. Bu söylediklerimizden çıkanlacak ilk sonuç, son dönem Osmanlı lmpa­

ratorluğu'nda subay dendiğinde akla gelebilecek insan tipinin, devletin sivil kadrolannda çalışan, bir süreden beri de serbest mesleklere rağbet etmeye başlamış insan tipinden hiç de farklı olmadığıdır. Osmanlı ordusunun subay kadrosu, 1 9. yüzyılda Osmanlı toplumunun seçkin siyasi çevrelerinin insan­ lanndan oluştuğu gibi, 20. yüzyıl başında da aynı çevrelerin eğitim yoluyla genişlemiş saflarında yer alıyordu. Namık Kemal'le Süleyman Paşa'nın 1 870'lerde mensup olduklan çevre, 20. yüzyıl başlarında da Mustafa Ke­ mal'le Talit Paşa'yı kapsar biçimde genişlemişti. Bu yüzden subay kadrosu­ nun kendine özgü bir eğilimi, siyasi bir programı olduğunu sanmak, büyük hata olur. Ancak, ileride kısa bir eleştirisini yapacağımız yaklaşımın yanı sı­ ra bazı dramatik tarthl olaylann da etkisiyle, ordu mensuplannın siyasette oynadıktan rol abartılmıştır tarihimizde. Sultan il. Abdülhamid'in orduyu sürekll göz altında tutması, donanmayı Haliç'te çürümeye bırakması, Ye­

men lsyanı'nı bastırmaya gide birliklere yeni silalılannı ancak Beyrut lima­

yaZ; Beyler'ln dağa çıkması ya

nında verdirmesi, daha sonra da Enver ve Ni Cogtto,

sa )'I :

19, 1999

../··;;


f

J ·, ı ı ıı n ı /ı f ı ı ı l \ / . ,,/, ı ı ı f,

" "" _,

,

r

Juİı , ; • ı , . 1

·-.1 _ , 1

ı ' / / , · / - ı ) .. ı ı 1

- .- ı r ı ı •

2 f. :

d � ı Tq! ı ı ı l' l l A ı ı t E k ı ı d i ' ı ı i ı ı � ..: ı ı ı ..._ i 1 ' :11;1 \ ı -. u ı n ı ;." 1 µ i h i ).!1.: l i ? r ı H.: l ı.: t . r ı ı <l tı \ :ı 1 ı \ ­ ı ı ad ı µ ı 1 1 d ; 1 1 1 ı,;ok lb l ı a k a p -.a ı ı ı l ı h i 1 n ı l ;ı t l nJ i l n ı ı.: -. i 1 1 1.· m·J 1..· 1 1 ı ı l r ı 1 1 1 1 ı ı 1 1 ki.

-. c ı ı_

\ 1.• r \"L'

k oı ı ı ı .... u ı a r i J ı ..,1..·I \- :ı ı 1 1 b ;1 1 1 1 ;1 p ı.: r .... pı: k t i l i n c k ı ı h a k ı l <l ı � ı n d a . C 1.· t 1 1 : d P a � ;. ı b r _\ l l /. u ı ı d v ı ı ,

\ l ;;ı l h u ­

hı.:\ l-.. i Jı.: h ı ­

h i r -. u lx"· l < ı p l u l u � t ı µ i h i ı.ı 1 1 n . ı n 1..· 1 1 l t ı ı h a ı

\ 1.:

Tna k k i C l · n ı i \'ı: l i ' ıH.k , i , i l l ı.:r ı..,: o ıh ı n l u k ı a , d ı .

L -. ı \ 1 1 1 1 1..' l i m J l.' k ı -. u h ;;ı \ l a ı İ '> t.: .

" " i l dL'l"L'CL'

k u ı..,: 1 1 k h i r a 1 1 n l ı k 1 J ! u 1 ı u ı u \ ı ı r ­

C L' l l l İ _\ .L' ı ' I L' k i

... u hi.ı\·

o r a n ın a ).! i ıı·ı.:

b rd ı . Ordu

l l l L' l l .., u h u

:u.,- ı .... t ml a ı ı ı l ı nk:-;. 1 ı ntb

c ı l ... u rı \ :t d <.ı o l m : ı -. ı n . \ ı i n c ı i c i -.cı..,:· k i n k r i n -. i \'a_-.�J d ;;ı \ r:ı r ı ı 1

h i r :-. ı n ı l ı ı l d u k b rı n ı :-. a n m a k < l a ı..,:· ı ı k �·:ı ıı l ı 1 ı ı r . Y:ıı. ı n ı ı ı. ı n hi.ı -

d q! i n i k n t ;ırih:-.L'I

ı..,:· i 1.!! i �·L· p a r a l ..:I � i <l L' n

\"L' " ı u t u LL ı "

d i \ ı.: n i 1ı.: k � 1..· h i k L 1.: -

i l Malııımd\m l ı OO'kı rda Eııdl•nmhı !}.l'll\knkn c ılu;:-t tınhı�u pi, :ıJl· d urumda �ı'"'l'H'n t ahlıı_ \ ..\ r;ı G ı ı l « r ;,ıı1'i'·i . l

n•

:-:u, .ıı-ik•ri ıdıi�l' h.ı 1 1 r

Cug i ı o .

'i a v ı :

\ 9 . 1 99Q


266

Almıer Kuynş

ğimiz bir çizgi daha vardır. Nitekim. Tanzimat'a bir tepki olan Kuleli Vakası ve İttihat ve Terakki'ye muhal if Halaskar Zabitan grubuyla başlayıp, kunı­ culan arasında Kurtuluş Savaşı'nın ileri gelen komutanları da bulunan Te­ rakkiperver Cumhuriyet Fırkası'yla süren ve çoğu Demokrat Parti yanlısı Eminsular'a ve Ragıp Gümüşpala'ya kadar varan bu çizgi de bir "subay öy­ küsü"dür. Ancak bu, sırf subaylara özgü olmayan, daha büyük bir öykünün bir parçasıdır yalnızca; hem de sanılabileceğinden çok daha karmaşık, basit kategorilere sığamayacak kadar çok yönlü bir öykünün parçasıdır. Milli Mü­ cadele'nin sesini dış dünyaya duyurma yolunda çok gayret sarf eden, eski büyükelçilerden Galip Kemali Söylemezoğlu'nun asker olan kardeşi Süley­ man Şefik Paşa, Ankara üzertne yollanmaya çalışılan "Hilafet Ordusu"nun komutanıydı. Bütün bu verilere karşın, hem silahlı kuvvetlerin nesneleştirilerek top­ lumdan soyutlanması, hem de tek tip ekmek tarzında insanlardan oluştukla­ rının sanılması, İ kinci Dünya Savaşı sonrasında Amerika üniversitelerinin liberal çevrelertnde, özellikle de toplumbllim ve siyasetbilim dallannda orta­ ya çıkıp, 1 960'1ardan itibaren Türkiye'ntn de üniversite ve siyaset çevrelerin­ de görünen "modernleşme kuramı"nın sonucudur. Modernleşme kuramının birçok hatası olduğu gibi sevabı da vardır gerçi. Ancak, hatalı bir yönü var­ dır ki, sözünü ettğimiz yanılsamanın da nedenidir. Söz konusu kuramın, İ kinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan bağımsız Üçüncü Dünya ülke­ lertnin büyük çoğunluğunda iktidan ulusçu ve modernleşmeci bir söylemle ellertnde tutan askeri rejimlerd� n. dikkatli bir tarthsel çözümleme yapma­ dan hareket etmiş olması, gelişmekte olan bu ülkelertn askerlertne, toplum­ la hiç ilgisi olmayan, özcü bir yaklaşımın doğmasıyla sonuçlanmıştır. Kısa­ ca söyleyecek olursak, bu yaklaşımın temel savı, gelişmekte olan ülkelerin sömürge koşullarında modern eğitim alabilmiş tek zümrelert, başlangıçta yerel polis gücü olarak kurulmuş ordulandır ve bu ordulann mensuplan da, çoğu örnekte görüldüğü gibi, ülkelerindeki modernleşmeci akımın önderlert durumundadır. İ ndirgemecilikle suçlanmak istememekle birlikte şunu söy­ lememiz gerekir ki, bu yaklaşım bazı siyasetbilim çevrelerinde hala sürmek­ te ve "ordu ve siyaset ilişkilert" kategorisinde tezler yazılıp kitaplar basıl­ maktadır. Halbuki, siyasetbilim tenninolojlslne "bonapartlzm" sözcüğünü kazandıran askertn ilk darbesini, kendilertnl tehlikede hisseden cumhuriyet­ çilertn daveti üzertne gerçekleştirdiğini hatırlamanın daha yararlı olacağı söylenebilir. Cogiıo,

sayı:

19. 1999


Osma n lı-7"ı:frlc Mudernleşmesl ve Ordımım Siya!ietteki Yeri Oıertne

267

27 Mayıs ve 12 Mart müdahaleleri, ordunun Türk s iy asal yaşamını belli bir çizgide tutmaya çalışmak, bunu da toplumdan bağı ms ı z olarak yapmak gibi bir işlevi olduğu kanısını güçlendirmiştir. Halbuki bu ordu, azınlık da olsa, C um hu ri yet' i tüm kurumlanyla ve hakkıyla benimsemiş, sola karş ı ka­ palı oldu ğu kadar baskıcı bir rejime kayılm ası nı da pek beğenmeyen orta sı­ nıfın ol uşt u rd uğu bir orduydu. Nitekim kom ü n i zm le mücadele adına be­ nimsenen yu m uşak bir l sl a mi söylemi bu orta sınıf yadırgamadığı gibi, ordu

da yadırgamıyordu. Ne de olsa 1 946 sonrasının gelişmelerinden ordu da payını almış, toplumsal kökenleri itibariyle Cumhuriyet'le birlikte daha de­ mokratik olduğu gibi, siyasal tercihleri açısından da daha az Jakoben olmuş­ tu. Bu durumun 1 2 Eylül rejimiyle birlikte son bulduğunu ve ordunun yeni­ den yüzyıl başlanndaki toplumsal konumuna benzer bir noktaya dönme yo­ luna girdiğini söyleyebiliriz. Buradaki benzerlik, tabu, t opl u msal kökenden

ziyade siyasal davranışta ortaya çıkıyor. Buıjuva jakobenliğine doğru bir gi­ diş olduğu, eskiden ancak tek tük görülen bir olgunun, yani dinci

subaylann

ordudan çıkanlması olgusunun yakı n zamanlarda çok daha büyü k boyutla­ ra varmış olmasından anl a şı l ıyor. Sanınz ki,

c iddi bir halkla ilişkiler çabası

refakatinde, bilgisayarlı ve kadın subaylı bir manzara arz eden ordu. seçkin

bürokratlık ve 1 950 ertesinin popülizm evrelerinden sonra. Cumhuriyet bur­ juvazisi oluyor galiba.

Cogıto, sayı: 1 9, 1 999



Devletin Ad ı Yok B i r Am b l e m i n Oku n ması· CHRISTOPH K. NEUMANN

Amblemsiz kutlama bu toplumda tasawur edilemediğinden bu sene Qs. manlı için bir logo yaratılmıştır. Renkleri elbette al üzerine beyaz (gerekti­ ğinde al üzerine altın) olan tasanın, Kanuni Sultan Sülcyman'ın tuğrası ile, tuğra hançerleıinln "7"nin küçük orta çizgisine dönüşmesiyle ona bağlanan 700 rakamından ibarettir. Kullanılan yazı türü ilginçtir ki Arap harflerine değil, Türkiye Cumhurtyeti'nin en devletçi, en bürokratik ve otortter dönemi olan otuzlu yıllar esnasında rağbet gören yazı tiplerine gönderme yapıyor. Anlamayana, altında ve üstünde iki satır halinde logonun manası "OSMAN­ LI DEVLETl'NIN 700. KURULUŞ YIL DÖNÜMÜ" olarak açıklanıyor. Ben , anlamayanlardanım. Logonun metni, benim gözümde kısa olduğu kadar da problemlidir. Metnin hareket noktası mesabesinde olan "Osmanlı" kelimesi bir yana bırakılırsa sanki her şey yanlıştır. Hatalar, imladan başlı­ yor. Benim kullandığım sözlüklertn tümünde "yıldönümü" bitişik yazılıyor. Daha önemli olan ise, elbette 700 sayısı. Osmanlı devletinin ne zaman ortaya çıktığını bilmiyoruz, çok büyük bir ihtimal ile de hiçbir zaman bile­ meyeceğiz. İslam hukuku kıstasına göre bir hükümdar kendi adına para bastırmakla ve hutbe okutmakla bağımsızlığını ilan eder. İstanbul Arkeoloji MüzesJ'nde bulunan bir gümüş sikke gerçekten Osman bin Ertuğrul adını taşıyor. 1 imlası bozuk olan bu sikkenin Osman Gazi 'ye ait olup olmadığı ise tartışma götürür; sahih ise bile, tarih taşımıyor. Onaltıncı yüz)ılda yazan bir Osmanlı tarthçisi, ancalı. Orhan Bey'in sikke bastırdığını öne sürüyor. Or­ han'ın paralan, koleksiyonlarda da bulunur. Yazının Tilrkçeslnr mubyyet olan Olcay Akylldı7.'a teşdı.kürlerimt sunanm.

Cogtıo, sayı:

1 9, 1 999


270

Clır;sıoph

A.·. Nı•ımıaıııı

Hutbe konusunda. 1 422 senesinde yazılan bir metne dayanarak onbeşin­ ci yüzyılda yazılan üç Osmanlı tarihi, Karacahisar adlı bir kasabanın fethe­ dilmesinden sonra Osman Gazi adına ilk kez cuma namazının kılındığını yazar. Bu olayı bazıları 1 2 9 1 senesine, bazıları da 1 2 99'a tarihlendiriı-ler. Bu rivayetin olaydan 1 30 yıldan uzun bir aralıktan sonra ilk kez kaleme alınmış olması ona zaten fazlasıyla efsanevi bir hava verir. ı Nitekim 1 299 tarihi, onaltıncı yüzyıldan itibaren Osmanlıların devlet ideolojisinde yer edinmiş bir hikayeye dayanıyor. Osman Gazi bazı fetihleri­ ni Konya'da hüküm süren Selçuklu sultanı 111. Ala ed-Din Keykubad'a bil­ dirmek istediğinde, İran'ı elinde tutan İlhanlı Gazan Han'ın onu götürdüğü­ nü duyar. Oğuz beyleri böylece Selçuk.Julann saltanatının bittiğine kanaat getirirler ve Osman Gazi'ye biat ederler, yani onu sultan olarak kabul eder­ ler. 3 Hik3.yenin dikkat çekici bir yanı, törenin şeıiattan çok Oğuz töresiyle il­ gili olmasıdır. Hutbe ve sikke yok, beylerin lider tayin edip emrine geçmeleri var. Osmanlılann kendilerini meşrulaştırmak için birden fazla yollan vardı. Bu hikaye belli ki sonradan yaratılmış bir anlatım, maksadı da barizdir. Daha önce meşru bir hükümdar sayılmış Selçuklu sultan ı nın sadık bir hudut beyi olan Osman Gazi isyan etmeden nasıl bağımsız olabilir? Bunun çaresi, Selçuklulann kendiliğinden yok olması ve Osman'ın seçilmesidir. Alternatif

hikayeler de vardı, ancak aynı derecede inanılırlığa sahip gözükmüyorlardı. Tarihçi Neşri, Sultan Ala ed-Din'in oğlu olmadığını, bunun için tabi ve alem,

yani davul ile sancak göndererek Osman Gazi'yi h ale f yaptığını yazar. • Ne yazık ki, Selçuklu hanedanının devam ettiği, tabi ve alemin de sultana tabi

bir beyin alametleri olduğu Neşrt'nin ya zd ığı zamanda henüz yeterince unu­ tul ma mış olacak, bu versiyon pek tutulmadı.

Bütün bu bağımsızlık hikayeleri onbeşinci ve onaltıncı yüzyılda hicri 699 senesine tarihlendiriliyordu. Ancak o yıl ili. Ala ed-Din Keykubad ne lran'a kaçınlmış ne de Neşrt'nin yazdığı gibi ölmüştü. ' Daha ilginci, o hicri yılın dört ayı 1 299 senesine, sekizi l 300'e tesadüf eder. O olmamış olaylann yıldönümü kutlamalanna demek ki aslında daha vakit var. Belli ki, Osman­ lı'nın sene-i devrtyeslnin 2000 yılında gereken ilgiyi bulamayacağı korkusu

l 999'u kuruluşun "yıl dönümü" yapmış. Kuruluş mu? Bir problem de bu kelimede çıkıyor. Yukarıda anlatılan· dan belli olduğu üzere, Osmanlı hükümdarlığının ortaya çıkışı. bir olay de­ ğil, bir süreç idi. Öncesinde bir Osmanlı devletinin olmadığı, sonrasında var olduğu bir an yoktur. Osmanlı bağımsızlığı aşağıda bekleşen halka bir balCoglto,

sayı:

19, 1999


Devleıin Adı Yok

27 1

ku ndan i l an edil m ediği gibi böyle bir karar veren bir toplantı da ya pı l ma· mıştlr. Şu i l k hutbenin okunduğu söylenen Karacahisar'ın yeri bile unutul­ muştur. t>

Bunlara şaşırmamak gerekir . Modem çağdan önce, devletler pek de lö· ren veya beyan ile kurulmazdı. Bu gelen ek , ancak Amerika Birleşik Devletle­ ri'n i n bağımsızlık b ey anna m e s iyl e başladı . M i l l i devletler, kuruluşlarının belgelenmesine ihtiyaç duyarlar. Çünkü onlann efsanesi, kendileridir: kendi meşruiyetlerin i kendileri üretmek zorundadırlar: ilahi bir köken iddiasını taşımadıkları gibi onları sırtlayan ve bir şekilde kendi başına bir meşruiyet kaynağı olan bir hanedan ya yoktur ya da olsa olsa ikincil öneme sahiptir. Bu sav kolaylıkla test ed i lebili r: Hali hanedan sahibi olan İngiltere, H ol ­ landa, İsveç gibi devletlerde birdenbire o hanedanın yok oldu ğunu farz ede­ lim: devlet devam eder mi? İç savaş sonrası İspanya'da bir ara olduğu gibi büyük bir ihtimalle devam ettiğine göre hanedan çok önemli değil. isteyen,

bu durumu Osmanlı ailesin i n yurtdışına sürülmesinden sonraki Osmanlı saltanatının hal i il e ka rş ı laş t ı rabi l i r. Modem öncesi devletlerin çoğunda ise tek kişi veya tek ailede somutla­

şan iktidar, insanüstülük ile haklı gösterilir. Bu tespitte Roma Cumhuriyeti veya Venedik Cumhuriyeti gibi lslisnalann az olmadığı doğrudur. Ancak bu insanüstülük söz konusu olduğu hallerde ya Roma lmparatorluğu'nda oldu­ ğu gibi hükümdar tannsallaşır (veya başka bir şekilde mübarek konuma ge­ tirilir). ya da hükümdarlık iddiası ciddi bir şekilde sorgulanmayacak kadar eskiye götürülür. Elbette ikisini de yapan ideolojiler var. CülOs, yani tahta geçme, kılıç kuşanma, taç giyme törenleri ile bağımsız­ lık ilanı arasındaki fark da burada yatıyor. CülOsıa devamlılık. yenilik kadar önemlidir. Avrupa'da "Kral öldü, yaşasın kral" parolasıyla ifadesini bulan bu anlayış, yeni hükümdara eski hükümdarın meşrulyetlnl intikal ettiriyordu. Tarihte en ilginç cülOs törenlerinden biri olan Napolc!on'un kendi kendine taç giydirmesi bile süreklilik unsurlan taşıyordu: papanın (seyin::i olarak da olsa) katılması, antik Roma sembollerinin çokluğu, imparator unvanının ta kendisi , bunun Cermen M illetinin Kutsal Roma lmparaıorluğu'nun huku­ ken sona ermesine denk getirilmesi - bütün bunlar, Napolc!on'un yeni unva­ nının aslında çok eski bir geleneğin ihyasından başka bir şey olmadığını

göstermeye yanyordu.. İlk Osmanlılann benzer bir şekilde

bir meşrulyet

iddiasına sahip olama­

dıklan açıktır. Nitekim rejimleri kurulmadı, ortaya ç ı kt ı . Fakat onlan sonra-

Cogııo, sayı: 1 9, 1 999


272

Chrl.<ötoph K. M•mumm dan Selçuklu suhanlannm siyasi varisleri olarak gösterme lüıiinden çaba­ lar, hükümranın şahsında somutlaşan iktidara süreklilik, eskilik, öncelik ve nihayet haklılık" kazandınnaya yönelik çok tipik çabalar idi. 16. yüzyıl naza­ nyla Osman Gazi ile Orhan Bey'e bakıldığında elbette onlar sultan idiler. "Süleymanname"nln minyatürleri arasında bunun için onların da clilüs ve biat törenlerinin resimleri var. Orada nakşedilen "meclisler" sonraki Osman­ lılannkinden önemli hiçbir fark arz etmiyor. Amblem metninin en problemli kelimeleri ise OSMANLI DEVLETl'NIN

sözcü kleridi r. Onlan olduğu gibi büyük harflerle aktarmayı doğru buldum,

çünkü nonnal yazılışlan olarak neyin kastedildiği pek belli değil: Osmanlı Devleti mi, yoksa Osmanlı devleti mi? Kesme işaretinin varlığı ise, birincisi­ ne işaret eder. Mesele pek de tekin değil. Osmanlılann devletlerini nasıl isiml endird i ğ i sorunu nispeten yeni bir problem. Resmi Türk t arihya zı c ılı ğının başyapıtı olan 1 930 tarihli

Türle Tarihinin

Anaha tla n 'n da bazen "Osmanlı lmparator­

luğu"ndan, bazen "Osmanlı devleti"nden söz edilirdi. Son birkaç onyılda ise, Türk sağında Osmanlı lmparatorluğu'ndan söz edilmez oldu. Kafesoğlu'nun Türk-lslam sentezi önermesi 7 i le Osman Turan gibi tarihçilerin "Türk cihan

hiklmiyeti mefkuresi" adı altında 1 yaydıklan düşünceler, daha önce nispe­ ten marjinal bir konumda olan bir "Türk Devleti" devamlılığı önermesinin kabul görmesini sağlamıştır.

Bu fi ki rlere göre, bütün Türk devletleri aslında bir tek devletin birbirini takip eden aşamalandır. Popüler seviyede (ki bu popüler seviyenin cumhur­

başkanlığı armasındaki on altı yıldıza kadar uzandığı söylenir) bu düşünce meşhur onaltı Türk devleti anlatısıyla eklemlenir. Konya Selçuk Üniversitesi kampusu veya lstanbul Maçka Parkı gibi farklı farklı yerlerde görülebilen ve onaltı büst ile onaltı küçük sancak gönderisinden ibaret olan Türk Devletleri anıtlannın mesajı da bu: Hun1ardan Osmanlı1ara kadar ve "ilelebet piyi­ dar" olacak "son" Türk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti de dahil olmak üzere, aslında hep bir Türk Devleti var idi. lstanbul Ünlversltesl'nde Türk Tarihi profesörü olan Abdülkadir Donuk, bu düşünceler sayesinde "Kurulu­ şunun 2200. Yıldönümünde Türk Ordusu" başlıklı bir makaleyi, üniversite­ sinin yayınlan arasında neşredebilir. '

Bu onaltı devletin bazılarının Türk devleti, bazılannın ise devlet bile ol­ mayışı, öbür yandan bazı Türk devletlertnln bu " on al tı devlet" arasında yer . bulamayışı ise ne gam? isteyen geçmişin Türk devletlertnln yanında çağdaş

Cogilo,

sayı:

1 9 , 1 999


Devktin AdÄą Yok

i 2 73


2 74

Clırlstoph K. Nettmaım

onaltı Türk devleti de sayar. Aralannda yine Tataristan gibi devlet, Bosna gi­ bi Türk veya Çeçenistan gibi ikisi de olmayan teşekküller bulunur. Bütün bunlar, tarihçiler arasında da yaygın olan devlet fetişizminin

10

bi­

rer tezahüıiidür tabii ki. Ancak, bundan kurtulan, asıl problemden kurtula­ maz: Osmanlı'ya ne demeli ? Osmanlı İmparatorluğu mu? Osmanlı O/devleti mi? Başka bir şey mi? "Osmanlı imparatorluğu" uzun zaman en yaygın adlandınna idi. Ancak, imparatorluk kelimesi son yıllarda eleştirilere hedef oldu: Osmanlılar kendi­ lerine hiç böyle dememişler, üstelik bu kelime Batı kültüıii n e has bir söz­ cükmüş ve Doğu devletlerine uygun değilmiş. İmparatorluk kelimesi elbette Batı dillerinden, muhtemelen Fransızca­ dan bir çeviridir. Ancak, bu çeviriyi kullanan, üstelik ne kadar "Doğulu" ol­ duklan da tartışma götüren Osmanlılann kendisi idi. 1 768-74 Rus-Osmanlı harbini kaybettikten sonra Avrupa'daki hükümdarlarla eşitliklerini kabul et­ mek zorunda kalan Osmanlı sultanlan (ve adlanna hareket eden bürokrat­ lar), devletlerini bir kategoriye sokmak zorundaydılar. Seçimlerini alasından yana yapmalan normal karşılanmalı : Osmanlı sultanı elbette, tıpkı Avustur­ yalı mukabili ve Rus çariçesi Kathaıina gibi, bir "empereur" idi. Bunun Türkçesi de, onlann da "padişah" olması idi. Bunun uzunca bir öntarihi de var: Osmanlı fermanlannda genellikle o 11 yani Viyana kralı olarak hitap edilen Habs­ burglular, 1 606 Zsitvatorok muahedesinden " başlanarak muntazaman ilk

zamana kadar sırf "Bec kralı"

önce "çasar",

11

sonra padişah olmuşlar, başka Avrupa hükümdarlan da aynı

hakkı elde etmişler.

14

Ancak o muahedeler, şeklen hala mukabiliyet temeline

dayanmıyordu: Avrupalılar (veya Avrupalı olmayan Osmanlılar ile bir antlaş­ ma yapan herhangi bir hükümdar) yazılı olarak bazı maddelere kefil oluyor­ du, cevaben Osmanlı padişahı ona bir ahdname ile "aman" veriyordu. ı 'i Bu durum, ancak 1 774 Küçük Kaynarca muahedesi ile değişti.

16

Artık Os­

manlı sultanı, karşıdaki hükümdara aynı rütbeyi tanımakla kalmıyordu, onunla �lbette temsllcileıin kanalıyla- aynı metin üzerinde anlaşmış oluyor­ du. Bundan sonra Osmanlılar, büyük bir titizlik ve kıskançlıkla imparator/pa­ dişah olarak hitap edilmesine önem verdiler. Çünkü siyasi ve askeri, idari ve iktisadi iktidar ve zaaftan ne olursa olsun, bu unvan Osmanlılann devletini bir büyük devlet ("devlet-! muazzama") yapıyordu, ona meşruiyet de kazandı­ nyordu. 19. yüzyılın borç antlaşinalan da "Sa Majest� lmpeıiale le Sultan" veya "Sa Majest� le Sultan Empereur des Ottomans· adına yapılıyordu. Cogilo,

sayı:

19, t999

17


O.V/<ri• Adı Yok

215

Burada imparatorluk kavramının özelliklerinin bir rol oynadığı kuvvetle muhtemeldir. Kelime her ne kadar Batı yoluyla Osmanlılara geç m işse de hem tarihi ltibanyla ortak bir mirasa alt idi hem de anlamı bakımından ev­ rensellik iddiasını taşıyordu. Çünkü ilk imparatorluk denilen imparatorluk (tarlhçllerln

gözünde daha eskileri vardı, fakat onlara ancak sonradan impa­

ratorluk denirdi) Roma i mparatorluğu idi. Roma ise özellikle imparatorluk çağı nda Bat ı l ı bir toplum sayılmaz. H ububatını büyük ölçüde Mısır'dan alan, l ran'dan M i thras kültü, Suriye'den H ı ristiyanlığı alan, başkentini Konstantinopolis'e kaydıran Roma, Batılı olduğu kadar Doğulu idi. Zaten o iki kavram, büyük ölçüde o imparatorluğun ikiye bölünmesi ile katollk ve ortodoks kiliselerinin aynşması ("shlsma") sonucu olarak ortaçağda geliş­ miştir. Osmanlı imparatorluğu, Rusya gibi Bizans'ın vı\risl idi, imparatorluk konseptini bilinçli bir surette kullanan Fatih Mehmed 11 ve Kanuni Süley­ man " gibi sultanlan da vardı. Tarihçiliğin gelişmesiyle 1 9. yüzyılda Avrupa'da imparatorluk konsepti iki biçimde evrenselleştiriliyordu: Birincisi, evrensel hakimiyet iddiası. bir devletin imparatorluk sayılması için çok önemli bir kriter haline geldi. Çıta da çok yükseklere konulmadı. 1 9. yüzyılın sonunda diplomatik parkede ar­ tık imparatorlardan geçilmiyordu: biri Avusturyalı, biri Alman (daha önce

Fransız), biri Rus Avrupa'da üç nefer varken, denlzaşın şubeleri de mevcut idi: üç senellk Meksika i mparatorluğu ile Hanover'li Vlctoria'yı imparatoriçe yapan Hindistan i mparatorluğu. Sonuncusu Motollann virisi mesabesinde idi ve böylece gayri Avrupai teşekküller arasında sayılabilir: Hindistan gibi, Japonya da, Çin de imparatorluktu. Aynı zaman ikinci olarak, tarihi devletlere imparatorluk unvanı verlU­ yordu: Babil, eski M ısır, hatta l nkalar artık imparatorluk sayılıyordu. Böyle­ ce imparatorluk kavramı belll bir hukuki ve siyasi genelliğe de kavuştu: Ev­ rensellik iddiası olan ve farldı topluluklan merkezi bir kontrol altında tutan her devlet, imparatorluk olarak anılıyordu. Burada artık bir tipoloji söz ko­ nusuydu; ve o tipoloji Batılı olmayan toplumlan da içine alıyordu. Bütün bunlar, Osmanlılann ancak Fatih Sultan Mehmed'den sonra bir imparatorluk olduklan, ancak Batılı devletlerin UstUnlUğü karşısında 1 9. yüzyılda o unvanı kullandıklan, belki de çok genel bir tipolojiye ll}'l!UJ1 dü­ şen "imparatorluk" kavramınU1 Osmanlılan Osmanlı yapan tarihi ve kültü­ rel özellikleri yansıtmadığı gerçeğini delllştlnnez. Peki, Osmanlılar kendilerine ne dediler? Bugün bu soruya verilen cevap,

Cogtıo, sayı: 1 9, 1 999


276

Clıristoplr /\.. Neuıumıtt

Osman h la n n devletlerine "Devle l -i Aliye " dedikleri :vönündedir. Ntc>

V i.l r

ki,

bu d a birçok bakımdan p roblemli b i r l es p i l l lı-. Birincisi, "Devlet-i Ali:ve"nin anlamı, "yüce devlet "tir. Bununla bu kav­ ram bir isim olduğu kadar bir nileleme mahiyetini ta�ıyor. Bugün " �' tice Devleı"len söz edenler bu geleneği sün:lürüyor. Onlar da elbette herhangi bir devleuen değil , Türkiye Cumhuriyet i'nde somutlaşan bir Türk devletinden dem vuruyorlar. Ancak "Devlet-i Aliye " tabirinin nitelendirme ıarafı , onun isimlendiıme için kullanılmasını zorlaşt ı rır. Çünkü bu adın telaffuz edilme­ si, aynı zaman da bir sadakat belirtisi olu:vor. Bugün Türk olsun yabancı ol­ sun herkes Türkiye Cumhuriyeı i'nc "Türki�'e Cumhuriyeti" veya "Türkiye" diyebilir. Ancak millet meclisi bugün dedelin adını "Yüce Devlet" olarak de­ ğiştirirse birçok in­ san b u n u t e l a ffu z etmekte zorlanabi­ lir. Bunun i ç i n 1 9. y ü z y ı l d a bu i s i m cidden kullanılma­ y a b aş l a n d ı ğ ı n d a . b u n i t e l e n d i rmeyi biraz somutlaştıran bir şekil tercih edi­ l i r oldu: "Devlet-i Aliye-i Osmaniye". Osmanlı

B a n ka ­

sı'nın tedavüle sok­ tuğu bütün bank­

Ahşap oyma, kabartma, renkkndırtlmış �:=��';ık':;�kslvonu, Osmanlı Arması adlı kllaptan. ·

notların bir tarafın­ da " Banque lmpf:riale Ottomane", öbür yüzünde "Devlet-i Aliye-i Osmaniye Bankası" yazan:lı . :o Böylece başka devletlerln yüceliğine de ihtimal tanınd ı . Ancak resmi ağızlar da "Devlet-i Aliye" den nispe-

ten geç bir dönemde sözetmeğe başladılar. Osmanlı tarihini yazanlar, 1 5 . yüz­ yıl boyunca "Tevirih-1 Al-1 Osman" , yani "Osmanlı Hanedanının Tarihleri" başlıRtnı koyarlar. En son, Kanuni Sultan Süleyman devrinde şeyh ül-islimlık da yapan ve tarihini 11. Bayezld1e Kanunrnın em!i üzerine yazan Kemal-Pa­ şa-zade, elitlerine bu ismi verir. Metinde de "Devleı-ı Alıye"den söz eımez. Coglto,

sayı:

19, 1 999


Devkıitı Adı Yok

211

Daha sonra da, önde gelen bir entelektüel olarak iktidann çevresinde ge­ zinen fakat çok istediği kariyere bir türlü sahip olamayan Mustafa Ali, siyasi düşünce ve projelerini anlattığı ve 1 58 1 senesinde telif ettiği "Nushat üs-Se­ lcitin"de "memalik-i Osmaniye " , "il-l Osman " , "diyar-ı R u m " , " mema1ik-i Rum", "milket-i Osman'' veya sadece "Rum" diye ya1.ar, fakat "devlet" sözcü­ ğünü kullanmaz.

21

Demek ki 1 6 . yüzyılın sonuna dek isimlendirmede kurum değil , hane­ dan , hükümdar, belki de ülke esastır. Bu da normal sayılmal ı : Üretimi ağır­ lıkla zirai, siyasi iktidann a na endi şes i ise askeri o lan topl um larda , hüküm­ dar toprak ge l i ri n i askerlerine dağıtarak 1 4. Louis gibi sırf i deoloj ik ol arak değil , sosyal ve siyasi olarak da devletin ta kendisi olur. Osmanlılann bir öl­ çüde dayandık.lan Türk törelerinde bütün hanedan h ü kü mranl ı ğa ortak

ka­

bul edildiği için, bu gele ne k en geç il. Mehmed'in kardeş katlini müessese haline geti rm es iyle son bulmuşsa

da, 22 ideoloj i k planda devam etmesi nor­

mal sayılır. Böyle bir devamlılık, hükümdann şahsi öne m in i n

azaldığı. şa­

h ı sötes l bir ku ru m l aş m ayı bitirip herhangi bir sulta aşamasından artık dev­ let

şekl i n e geçtiği siyasi sistemlerde uzunca b i r müddet sürebilir. Bu güne

kadar devam eden Avrupa monarşileri benzer bir durumun ömeldeıi olarak görülebilir. Anık hükümdar

devleti n ta kendisi değildir, fakat devlet sulta­

nın şahsında somutlaşır. Devletin kurumlaşmasını çoktan bitirmiş olan 1 5 . v e 1 6. yü zyı l Osmanlılannda i s e devlet biraz d a hanedanda somutlaşırdı (bununla mukaddes tutulan padişahın sembolik önemine halel gelmezdi). Osmanlılann resmi belgelerinde o zaman devletten "devlet" olarak pek bahsedilmezdi. Fatih'in Teşkilit Kanunnamesi olarak bilinen metinde bu kelime geçmez. " Kanuni. daha önce sözü edilen Habsburglu imparatorları­ na yöneltilen namelerinde de, ülkesine daha çok "Memallk-1 Mahrusem" " yani "iyi korunmuş memleketlerim", sultasına "saltanat" " derdi. O dönemin adaleınamelerinde de terminoloji aynıyd ı . "

Buna şaşmamak gerekir. "Devlet" sözcüğü, Arapça "dawla"dan Türkçeye geçmiştir. Osmanlı siyasi düşüncesinin ana kaynaklanndan olan l bn Hal­ dun'un Mukaddlme'sınde bu kelime hem "devlet", hem "hanedan" anlamına gelir, daha doğrusu hanedanla devlet ö zdeşleş tiri l i r, hanedan devletin ta ken­ dis i olur. 27 Rosenthal, "dawla " sözc üğ ünü " dynas ty" olarak tercüme eder. Kınalı-zide Ali'nln I S64 · yılında yazdığı Ahldk-ı Aldl'dekl "daire-i adll­ ye"de daha ç o k siyasi iktidar anlamına ge len "devlet" U e bugünkü anlamda devlete yakı n olan "mülk" arasında bir l'ark var. Yine de �lime, bu kanaldan Cogtıo. sayı: 19, 1 999


278

Clrristoplı K. Neumaım

girerek yavaş yavaş kurumsal bir manaya kavuşur. Böylece 1 7. yüzyılda, is­ tikrarlı olmayan bir kullanım söz konusudur. Çoğunlukla sözcüğe mevcut Osmanlı hakimiyetini anlatmak için başvurulur, henüz onu adlandırmak için değil. Erkence bazı istisnalar var. 1 600'de veya daha sonra ölen orta dereceli bürokrat ve kendi çağını yazan tarihçi Seliiniki, Osmanlıları kastederek bu kelimeyi ilk kullananlardandır. Kroniğinin ilk bölümlerinde, "Memalik-i Os­ maniye", 28 "Memalik-i Mahruse-i Osmani" 29 veya sırf "Memalik-i Mahruse" 30 tabirlerine başwrur ve sonra da onlardan tamamiyle vazgeçmez. 11 Ancak tarihinin ortasına rastgelen ve 111. Murad'ı ağır sözlerle eleştiren o sultana ait devrin sonuç sayfalarında, birdenbire "Memalik-i İslamiye" ile "Devlet-i Osmaniye"den söz etmeye başlar. 32 "Devlet-i Osmaniye" lafı sonra da birkaç kere tekrarlanır. n Ne var ki, başka tekrarlayan pek yoktu. Örneğin Ayn Ali Efendi, kanun derlemelerinin önsözleıinde "Devlet-i Kahire-i Osmaniye" )4 yani "Baskın Os­ manlı Devleti" derse de bunu olumlu anlamda yapar ancak pek yankı bulmaz. 19. yüzyılda bile renkli bir anlam yelpazesine sahip olan devlet sözcüğü, 15 Seliinikl tarafından bizim beklediğimiz şekilde, yani bir devlet adı olarak kul­ lanılan "Devlet-i Osmaniye", Ayn Ali'de henüz Al-i Osman yani hanedan is­ miyle hemen hemen eşanlamlı. Risalelerinin başlığında bu terimin geçmesi bile buna yeterli delildir. Ayn Ali için kanunlar, hanedanın kanunlarıdır, devletle padişahlar (artık tüm hanedan değil, sadece hüküm süren ve sür­ müş olan mensupları) aynıdır, bu yüzden de "eyyam-ı devlet-i padişahi"den söz edebilir. " Burada "devlet", siyasi teşekkülün ismi değil , hükümdarın ik­ tidannı anlatan bir kelimedir. Kelimenin bu istimali, o şekilde resmi belge­ lerde de göze çarpar. 1 637 tarihli bir adaletnamede, "eyyam-ı devletim"den dört farklı biçimde, fakat hep bu anlamla söz edilir. " Bugünkü okuyucu, o yerlerde herhalde "saltanat" kelimesini beklerdi. Yayımcısı tarafından 1 620'ye veya az sonrasına tarthlendirtlen anonim

Kitab-ı Müstetab'ın anonJm yazan, Osmanlıların devleti için sistematik bir şekilde "Devlet-! Aliye" diyenlerdendir. Ancak bu, başka adlar kullanmadığı anlamına gelmez. "Al-i Osman" hili sırf hanedanı kastetmiyor. Yazar, özel­ likle yasalardan söz ettiğinde hiçbir yerde "kanun-ı Devlet-i Aliye" demez, her zaman "kanun-ı Al-i Osman" der. 38 Devlet-1 Aliye'ye ise hizmet 39 veya hı­ yanet 40 edilir, bir temeli 41 ve ümurlan 42 var. Nihayet "Memalik-i Mahruse" ülkenin ismi olarak devam eder;" bir şiirde de "Devlet-i Osmani denilir. .. Coglto,

sayı:

19, 1999


O.V/ertn Adı Yok

Aslında fa7Ja önemli bir eser olmayan Kitab-ı Müstetab'dakl durum

279

üze·

rinde biraz etraflıca durmam için sebep, bu metnin devlet kavramımn geliş­

mesi ve ad olarak Osmanlılara takı l m a sürec in i n karm aşıklı ğını ve çok kat­ merliliğlni iyi yansıttığını düşünmemdir. Hanedan ve padişah hala anahtar konumlannı koruyor, kurum ve yasa onlardan neşet ed iyordu . Fakat anık, onl arı n da doğru veya yanlış bir şekilde yaptıldannın ötesinde daha soyut (ve soyutlanarak yüceltilmiş) bir devlet kavramı var. Yine bugüne kadar de­ vam eden bir bulanıklıkla, bu soyut devletin nereye müstenit olduğu pek belli değildir ( bu n u n için bu, ihtiyaca göre değişebilir). Durum uzunca bir süre ıttıratsızlığını koruyacaktı . Evliya Çelebi görebil­ diğim kadanyla hep "Al-ı Osman" der, "Devlet-! Aliye" demez, ancak gerekli gördüğü hallerde "Devlet-! Aı-i Osman" diye yazar. "Devlet-! Osman Han" ise, il. Osman'ın saltanatıdır . .ı r; Devrin önemli tarihçilerinden Naima ise, tarihini yazdığı devletin adını zikretmeğe ancak nadiren ihtiyaç duyar. Bunun izahı fazla zor değil: Başka bir devlet var mıydı? Hayır, Osmanlı toprağında yaşayan Müslüman biri için (Alevi değilse) kaale alınacak başka bir devlet yoktu. Naima bunun için çok nadiren Omanlılann ismini zikreder " çünkü zaten konusu onlardır. Ge­ rektiğinde "Memalik-! Mahruse" " yahut karşısında Avrupalılar bulunca "Memalik-! İslllmiye"

41

diye yazmayı tercih eder. Ote taraftan, Naima lbn

Haldun'dan uyarlayarak ortaya koyduğu tarih kuramı çerçevesinde devlet kavramını büyük bir sarahatla tanımlar ve bu tanım Osmanlılar tarafından sonra bir daha sorgulanmaz: • MalClm ola ki mülk ve saltanat manasına olan devlet bir nev-i ayin üzere ictima-ı beşeriyeden ibaretdir" . " Sanki . ancak bundan sonra Osmanlı aydınlan ve bürokratlan için Osmanlı saltanatını bir devlet olarak ele almak zarureti doğdu. Yine de Devlet-! Aliye'yi padişahla özdeşleştirme eğillml de devam eder. 1 7 1 7'de vefat eden Defterdar San Mehmed'ln kroniğinde, Devlet-! Aliye kışı Bursa'da geçirmek istiyor, 50 veya Leh kralı ile Moskov çannın yaptıldan gibi bir elçi tayin ediyor.

51

Yine d e herkesin veya en azından Türkçe yazan v e Müslüman olarak Os­ manlı hllkimlyeti altında yaşayan herkesin, Osmanlılara "Devlet-! Aliye" de­ mesine buna benzer eski anlamlardan arta kalanlann engel olmadıiJ fikrin­ deyim. Fakat yeni bir endişe y�nl bir isim ortaya çıkanyordu; ve bu da Na­ ima ile ilgili bir süreçti: lbn Haldun'a ve Nalma'ya göre her devlet yeşerdik­ ten sonra çöküşe mahkumdu. Bu düşünce Osmanlılan çok rahatsız etti, onu

Coctto, sayı: 1 9, 1999


2 80

C/11üıoplı K. Nt•ımıaıııı

etkisiz hale getinnek için 1 9. yüzyı l ı n sonlarına kadar uğra�l l lar. �� N ispeten kolay bir çare kısa zaman içerisinde çok popüler oldu: Devlet-i A l iye ( m i ras­ çılanndan Türkiye Cumhuıiyeti'nde de olacağı gibi) bir son devlet ilan edil­ di, ona "Devlet-i Ebed-müddet" denmeye başlandı. ilk Türkçe basılan kitap­ lar arasında olan Naima'nın tarihine büyük bir ihtimal ile İbrahim Mütefer­ rika tarafından yazılan önsözde de buna benzer formüllerin geçmesi, işin güzel bir cilvesidir. 53 Sonuçta "Devlet-i Aliye" de problemsiz bir isim değildi. Geç kullanılma­ ya başlandı. hiçbir zaman rakipsiz kalmadı. Daha yaygını da yok, kendisi izafetli haliyle ve ideolojik yüküyle kolay kolay telaffuz edilemez. Osmanlı devleti adı olmayan, fakat adlan bol olan bir devlet. Kanşık konulan basit­ leştirmek amacıyla burada saltanattan, hilafetten, Avrupalılann dillerine er­ ken giren "Turquiefl'urchiafTurkeyffürckey" sözcüğünün anlamından söz etmekten kendimi alıkoydum. Ancak bir teselli var. Osmanlılar bu zorluk ile yalnız değil. Çağdaşlan olan, onlar gibi mütevazı bir başlangıçtan sonra imparatorluk olan, hem de birinci imparatorluğun gaybubetinden sonra ikinci ve farklı bir imparator­ luk kuran bir hanedan var: Habsburglular. Onlann da hakkı, bir tek devlet adı ile helal edilemez, Osmanlılann da. Değişik değişik hal ve zamanlar için farklı farklı isimler koymaktan başka çare yok. Tümden onlardan söz etmek gerekirse "Habsburglular", "Osmanlılar" denilebilir. Ve amblem? Belki metinsiz bir versiyonu bizi idare eder, zaten 2000'e az kaldı: Mutlaka başka amblemler olacak!

Cogtto, sayı: 19, 1 999


Notlar 1 İbrahim Artuk, "�manh Beyllğlnln Kurucusu O!iman Gaı.ı·� Alt Sikke", Türi:�',.;n Sosyal w F..konoHıik Tarihi ( /071- 1 920}, hzl. Osman Okyar, Halil lnakılı., Ankara, 1980, \o.27-3 3 . 2 Colin l m be r , "The Le�nd of Osman Gaıl .. , 71ıe Olıoman Enılraıe, IJ00. 1189, h7J, Eliuıbeı.h

Zachariadou. Reıhymnnn, 1 993, s.67-76. 3 lbn Kemal, Tetıdrlh-1 Al-f O;man: /. Defter, haı.. Şerafeltin Turan, Ankara, 1 970. 5 . 1 16. 4 Mehmed Nqri, Kildb-ı Clhan-Nümt'i: Neırf Tarihi, haz. Faik Retlt Unat, Mehmed A. Köymm , c . I , Ankara, 1949, s . 1 08-9.

5 Osman Tum, Selçrıklular Zanıanında Türkiye Tarihi (2. baskı, lstanbul. 1 984 , s. 6 1 8-629. 683684. Ga7.an Han'ın 1 299 Suriye seferine çık11g.na göre kendill l lnden ona gtlmlş olan 111. Ala

cd-Dln Keykubad o 7.amana kadar Konya'ya dönmüş olacak. 6 Spekülasyonlar her 7.aman yapılabilir: Karacahlsar isminin anlamı Yunanca Melaneia veva Malaglna yeradıyla bir derece önüşür (Colin Imber, mad "Osman", Erıcydapatdia of 28, s. 1 80- 1 82). O yer bugün ancak l 308'de Osmanlılarca feıhedildlit kabul edilen Osmaneli (Yurı Ansilclopedisl 2: 1 264; Johannes Koder, Der Ubcnsraum da 8'ı4ntlnD". v.s., 1914,

Is,.;,,.

Graz

hartla) yahut Bursa Yenişchlr'tdlr ( Halil inalcık, "Osman Ghazi Sleİe of Ntcaea and ıhe Ball­ le of Bapheus", 711e Ortomo.n Emlrate: 99 · hartta; aynı yazar. •Osmanlı Devlet in in Kuruluşu Problemi", Dogu Ba tı 2, 7 [ 1 999], s.2 1 J. Bu son özdqlqme. Yenl�hlr'in kısa bir süre beylik merkezi oluşuna belki uygun düşer. Ancak, ortaçaRda Yen.hır genellikle eşanlamJı Nea�

lts veya Atrao olarak (Raif Kaplanoğlu. Bursa Yer Adlan Ansllclopedlsı , ls1anbul, 1996, s.281 ), Osmaneli Levke olarak biliniyordu. lsmall Hakkı Uzunçal'$ılı (O ma nlı Tarlltl, c . I , Ankara

s

1 947, s. 1 07) .. Melanciya" Eskişehir clvannda bir Karacahisar olarak lanımlar. Bu ise. Bizans tarihçisi Pachymeres'ln Malagia'nın yert hakkında söylediklerine uymaz. Bunun için bl�

XVI.

araşlannacı (literatür için Halime ı>oeru . Yazyılda Eskqmir Ve Sullaflilnü So.nutı. ls1anbul. 1 992, s.38-39) gibi lnakık ("Kuruluş Problemi", s. 17), tarihçi Neşrfye islinaı eden bir rivayete dayanarak, Malqlna ile özdeıleımeden Karacahlsar'ı Esltışehir'e �akın bir yerde, muhıemıcl Karacaşehlr'de anyorlar. Bu kannaşık durum karşuında Karacahlsar'ı bulmak sevdasına kendini kaptınnayan, Mehmed Fuad KGprülü (üs CJriıiıws tk l'Empi� ottoman, Patis, 1 935) ile baılayan

ve

Colln Imber

(71re Dltoman Empl�. 1300-1481, lsaanbul, 1990) ile Kaynarca'ya· . Osmanlı Dtvltll

Feridun Emecen c·0smanlı Siyasi Tarihi I: Kuruluştan Küçük

Ve Medeniyeti Tarihi, yay. Ekmeleddin lhsanotlu. c. I . ls1anbul. 1994, s.5-64) ııbı yazarlarla bugüne kadar devam eden kendi bünyesinde bir gelenek de ol-. 7 llm>hlm Kafesotlu, Ta..t-/s/dm S.nı.u, lstanbul, 1985. 8 Osman Turan, 1Ylrlc Cihan Haldm�ı � Tarlhı, 2 vols., ls1anbul, 1969. 9 Pm(.Dr. &lcir Killüiol/u'na Annafan, İstanbul. 1 99 1 , s.531 -546. 1 0 Halli llerltıay, "Tlıe Se.ordt lor the Peasanı in Wesıem and Tudlslı H�·. New Approadres to Sıate o.nd Peasanı in Otroman Hlsıory, haz. Halil Berklay, Sunlya Faroq­ hl, Londn, 1 992. s . 1 09· 1 84. 1 t B i r ömek: Anton C. Schaendlinger, � Sch�lben Stllevm•s tks Prdclrıtınr an Kari V., Fenll­ nand J. und Maxlmilüm il., Viyana. 1 983, 1, s.35 (bel� 35). Bafb şekillert dt vardı. 1 547 ta­ rihi nde 1. Ferdlnand'a g0nda11en bir ferman, andan •Nemçe vdlyetQnün lunı.lı· olarak bah­ ...ıer. A.g.•.: 1 4 (beqe 7). 12 özet melin: Mustafa Naima. Raı•:aı til·Hiiseyln fi HııltJsa-ı Ahba.r d-Hakdctn. ls1anbul, 1280. 1 , s.436-438. Bqlaniıçıa "Nemçe çasan podlşalumu ikinci [R)odolloş)"ıan bile 50z edlllr. 13 Zaman zaman chıha Gnce de Habsburglu'lar daha dtıfatka.rane hitaplara mazhar oldul.r. 1 562 tarihli banş muahedesinin uzaulmasında Kanuni, 1. Perdlnand'ı fU şelllde tavsif edi­ yordu: "Rlm halkının güzide ve ve AIAman vdiyederlnün l mberadon ve Çeh ve Jılovtn ve Hırvaı ve saylr nice vlllyetlerfnOn lurah ve hak.ımltfn·. A4.ıt. 1 , s.68 <belse 25). 14 Fransa kralı l 569'da bile bir � "l'emperwr de France• oldu: J. de Tes1a, &cuell da traltb de la porte otıoman. awc les putssanca Mnıngha tlquls k pmrtler trrıltl condu. m JSJ6. nrmSuUyma.n l d Françots l /uSt/U i nos /o14n, c. 1 , Parts, 1864. s.!il l . 1 .5 Hane Knıse, JsJ.mısclw VoOcm.clrnlelr� (2. bsk., Bochum, 1979, s.85·1"9. 16 Metin (TOrlıçe): Ahmed Cewlet , Tari/r-i c...ı." T•rtıb-1 C«lid. (D..- Scodet, U09l, 1. �357-69:

hilnnellası

Cogtıo, sayı: 1 9, 1 999


Chrisıoph K. Nermuımr

282

Mualıedaı Mecmuosı, hzl. Mahmud Mesud. lsıanbul. 1 294- 1 298, 3, s.254-275; Fransızca: Re­ cııeil des O<"les i11temaıiona11x de l'Empire vtloman. hzl. Gabrid Noradounghian IParb v.s.

1 897- 1 903, tıpkıbasım Nendeln 1 978), 1. s.3 1 9-26. Fransızca melin, ·ıes souveralns des <leux Emplres bellig�rants" gibi ifadeler kullanırken (bu, Türkçe melinlerine alınmayan mukkadi· meden alma bir ifade). Türkçesinde "Rusya" ve "Devleı-1 Aliyem"den söı:edlllr. 17 Bunun kısahması bile vardı: "S.M.I. le Sultan". Borç anılaşmalan için örnekler: 0.mıanlı &mkosı Aracrlıgı ile Yapıları Osmanlı Devleri Borç Anlaşnıalan: Belgeler, hzl. Cüneyt ölçer, Is· tanbul. 1 989. Aynca n. 9'da adı geçen külllyatlarla de Tesıa ve sonra oğullan tarafından ve n. 8'de zikredilen derlemeve bakılabilir. 18 Franz Babinger, Mehm�d der Eroberer: Weltmslümıer eiııer Zeiteuweude, Münih, 1 953, tpbs. 1 987, s. 1 03· 1 2 . 1 9 Gülru Neclpojlu-Kafadar, "Süleym4n ı h e Magnificenı a n d ı h e Representation of Power i n the Context of Ottoman-Hapspurg-Papal Rivalry", Süleyman ıhe Second aıtd lıis Time, hzl. Halil İnalcık, Cemal Kafadar, İstanbul, 1 993, s. 1 63 - 1 94. 20 Ed hem Eldem, &nk.nous ofthe lmperial 011oıtum &nk: 1863- 1914, lstanbul, 1 999. 21 Mustafa Ali's Coutısel for Sultatıs of 1581, haz. Andreas Tietze, c.2, Viyana, 1 982, s.262. 22 Halil inalcık, "Osmanlı Padişahı", A.0. Siyasal Bilimler Fakültesi Dergisi 1 3 ( 1 9 5 8 ) . s.68-79: a.y.. "Osmalılan:la Saltanat Veri.seli Usülü Ve Türk Hakimiyet Telikkisiyle ilgisi'', A. O. Siya­ sal Bilimler Fakültesi Dergisi 14 ( 1 959), s.69-94. Aynca kardeş katli konusuna Abdülkadir Öz­ can, "Fitlh'in Teşkılit Kanunnamesi Ve Nizam-ı Alem için Kardeş Katli Meselesi", IOEF Ta­ rilı Dergtsi 33 ( 1 980/81 [ 1 982)), s.7-56, özellikJe s . 1 7-26; ve Konrad Dilger, Utılersuchımgen ı.ur Geschichte des osmanischeu Hofı.eremoniells im 15. und 16. Jahrhu11dert, Münih, 1 967. 23 Özcan, a.g.m. 24 Örnekler: Schaendllnger, Die Schreibeu Süleymııns, c. ı . s.47 (belge 1 9). s.62 (belge 23), s.68 (belge 25), s.76 (belge 27), s.79 (belge 28); "Memaltk-1 Mahruse-1 H ıdlvanem ": A .g . e. l, s. 5 1 (belge 20); ·serhadd-ı Memal ik-i lsl4miye": A.g.e. 1 , s.70 (belge 25) v.s.

"ayin-1 saltanat-ı husrevanemüz(e)": A.g.e. 1. s.5 1 (belge 20). Bir yerele, hanedanla devlet öz­ dqleştiriliyor: " . . . kadim Ol-eyyamdan dostluk üzere olanlarun evlid u ahfadı huhls·u tavi­ yet ile muahede-1 kadtmede sabit-kadem olduğu takdirde enzar-ı aliye-i husrevanemüz ile manzur olmak kaide-i ezeliye-1 hanedan-ı azim ü.ş-şanumuzdur. . . ": A .g.e. t, s.84 (belge 30). 26 Halil inalcık, "Adiletnlmeler", Belgeler il, 3-4 ( 1 965). s.49- 145, örneğin s.99 ("taht-ı hüküme­ tlmizde�). s . 1 04 ("MemalJk-i Mahruse-i Mühlkinemde"), s. 1 1 l. 1 1 5 ("memleket"). "Devlet" sözcüğü. daha çok "bi 1-cüm le devlet ve ikbal ve seadet ve id41 ile cuma namazına ve seyr u şikara çıktığımda" (s. 1 05) gibi yerlerde çıkar, hükümdann ihtişamını anlatır. 27 lbn Khaldün, The MuqadJımalı: An lnıroduclion ıo History. çev. Franz Rosenıhal. Londra, 1958, 1, s.249-263, s.347-353. 2 , s.286-30 1 . Kış. Rosenthal'ın girişinde s.LXXX ve Muham­ mad Mahmoud Rabi', The Polltical Theory of lbn Khaldıii u , Leiden, l 9 6 7 , s . 1 37-4 1 . 2 8 Sellnlkl Mustafa, Tarih-ı Selaniki, haz. Mehmet lpşlrl i , lstanbul. 1 989, 1 . s.68. 29 A.g. e. , 1, s. 1 1 6 . 3 0 A. g. e. , 1 , s . 1 52 - 1 533. 2 1 2 . 3 1 A..g.e., 2, s.662. 32 A.g.e., 1, s.432.

25

33 A.g.e., 2, s.47 1 , s.564 (�Devlet ve Saltanat-ı Osmaniye"), s.658 (biT nüshada yerinde "Al-i Os· man" diye yazılmlŞ). 34 Ayn(-1) Ali, Kavanln-l Al-l Osman Da Huldsa-ı Ma:amtn-1 Defier-i Dlvdn. hzl. M . Tayyıb Gök­ bilgln. 1280, tpbs. lstanbul, 1979, s.3. Beyazıt Devlet Kütüphanesi Vellyyüddln Erendi 1 9 7 1 no'lu yazması yeni harflere ak.tanlan Ayn Alı Efendl'nin ikinci derlemesi Rtsale-l Vat.lfe-ho­ ron ve Mel'Ollb-1 Bemlecan-i Al-l Osman'ın yeni bir yayınında da bu tabir geçer. Ahmed Ak­ gündOz, Osnumlı Kanunrtdnu!lerl ve Huküki Tahlilleri, c.9, lsıanbul, 1 996, s.90, krş. 1 08. Eski neşrinde bu yere tekabUI eden s.85'te "Devlet-! Osmaniye" yazılıdır. 35 Şems ed-Dln Sami, Kanıus-u Türlcl, Der Seadet, 1 3 1 7, ı pbs., lsıanbul, 1990, s.632-633 şu an­ lamlan listeler. baht, tali, seadet, ·cah ve nimet, servet u saman, müstakıllen idare olunan hükUmel ve ülke (burada bir örnek olarak "'Devlet-1 Osmanlye0 veriliyor), hUkQ:met süren sü. IA!e, hanedan hnkümdan.

Coglto, sayı: 19, 1999


o.vı.un Adı Yok

283

36 Ayn Al i . Kawmin-1 A.1-ı Osman, 1 280, s.80. 37 İnalcık, "Adelelnamc1er'' 1 09: "eyyam-ı devlet·I hümayun ve hengA.m-ı hlllfet-1 seadet-mak­

runumda", "eyyam-ı devlet ve a'vam-1 saltanatımda", "eyyam-ı devlet-! hUmayunumda"', •ey. yam-ı dcvleM adalet makrunumda",

3S Kltdb-i MUsıeıab, hz1. Yaşar YUcel. 2. bsk., Ankara, 1983, s.2, 8 , 9, 1 1 . 1 4. 1 7 , 19. Hanedan Is.mi olarak bkz. s. t . 2, 8, 1 7, 35. 39 A.g.e . , s.3, 5. 1 4 , 1 6, 1 7 , 27.

40 A.g.e. , s. 1 0, 1 1 .

4 1 A.g.e., s. 1 5, 1 8, 2 1 ("adi ile kaimdir"), 3 1 . 36. 42 A.g.e., s.2, 19. 43 A.g.e. , s. 2. 5, 8, 24. 44 A.g.e., s.35. 45 Evliya Çelebi b. Deıvlt Muhammed c. I, haz. Orlwı Şadı Gökyay, lsıanbul, 1 995, kf1. endeks ("Osman", "memalik"). Yan yana gclml$ lıııldı OnıekleT için bkz. s.89. Zekeriya Kurşun, Seyit Ali Kahraman1a Yil<el Da&lı ıanfından yayunlanan ikinci ctldln (lsıanbul. 1999) endeksi anmalan pek kolaylattıımaz: yine de güul bir örnek için bkz. s.10. 46 Naima, A.g.e., l, s.9'da bir istisna var. Amca-zlde HUseyln Paşa'ya yazd1&1 ithafla onu "na· zam-ı menulm Ul-memkket tl-osmanlye" olaıU. ııwer. 47 A.g.e.: ı. s . 1 66 48 A.g.I!'.: 1 , ı.405, s.422: "'dlya.-..ı İslim". 49 A.g.e. : l , s.26. Bu, ayru zaman, tarihinin il k faslının dk cümlesidir. 50 Defterdar San Mehmed. Zilbde-1 TahlU w bzl. Abdllllıadlr Ozcan. Anbra. 1 995. s.17. 5 1 A.g.e., s.653. 52 Christoph K. Neumann. Das (ü.r di.ı Tanzımat tin Hisıorte, Münster, Hamburg. 1992, s.224-233. 53 Omelı olarak N aima , A.g.<., s. 1 2: "llevleı-1 Allye-ı Ebed-peyvend-1 Osmaniye".

Zılli, Evliya Çet.bl Seyalıı11na...,1,

Ve/rayl4ı:

Metin,

indJrVcıe Arp:mmı: Ein PUuloyo-

wmnillels

Costto, sayı: 1 9, 1999


Felsefe ve Tefelsüf Türkiye 'de Felsefenin Dili Niçin Yok? İSMAİL KARA

Kim, Nenle, Nereye Doğru? Felsefe, esas itibariyle soru sorarak/mesele vaz ederek yola çıkan bir ara­ yış, bir düşünce. bir ilim ve hareket alam olmasına rağmen Türkiye'de husu­ sen 1 93 3 üniversite reformundan/tasfiyesinden sonra soru sormaktan kaç(m)an, hatta en geniş manasıyla sorulan örten, bulanıklaştıran bir mahi­ yet kazanmaya doğru süratle seyretmiş, bu yönelişin beklenebilir bir netice­ si olarak da hayati endişelerden yoksun, boğuk sesli, kendine güveni olma­ yan/güven telkin etmeyen, evrensellik-yerlilik katmanları tahrip ve tahrife uğramış bir alan haline dönüşmüştür. Soru sormayı bir "kuru dava" ve ente­ lektüel fantezi olmaktan kurtaracak esas unsurlar, onun ayaklarım yere ba­ sacağı bir zemine ve nelerden bahsettiğinin anlaşılmasını mümkün kılacak geniş/kuşatıcılderin bir anlam dairesine, bir dile olan zarurt ihtiyacının fark edilmesiyle keşfedilebilir. Bir başka ifade ile soru, ancak biri tarafından, bir

yerden ve bir yere doğrn sorulabilir. Felsefenin, dinden farklı olarak vazıh ve kesin bir mutlaklık peşinde olmadığını bilsek bile sorduğu sorulann (ve ta­ bii cevaplannın) ne türden hayati endişeler, aynılıklar, benzerlikler, farklı­ lıklar ve zıtlıklar taşıdığım ancak relsef'i soruyu soranın bizzat kendisini, durduğu yeti ve istikametini anlamaya çalışarak bulabilir ve kendimize ter­ cüme edebiliriz. Modernleşme sürecinin, gerek Avrupa'da gerekse İslim dünyasında fel­

sefi sorular etrafında bir muhteva ve istikamet kaymasına, farklılaşmasına hatta zıtlaşmasına yol açtığı açıktır. Bu kaynla ve farklılaşmanın en geniş

Cogtto,

sayı:

19, 1999


Felsefe ve Te(elsüf

! 285

mdnasıyla din i n tari f ve tayin ettiği çizgi ile insan merkezli akıl çizgisi üze· rinde gerçekleştiği sö yl e n e bi l i r . Tari hi süreç böyle olmakla beraber b u gü n daha açık olarak b i l iyoruz ki Avrupa modern l eş m es i n i n felsefe dahil olmak üzere bütün boyu tlan aynı zamanda y a h u dl-h ıri s t i ya n geleneğinin farklı bir zamanda, farklı endişelerle, farklı kı staslarl a yeniden inşa edilmesi ola ra k anlaşılmaya m üsait t i r. Birçok bakımdan 1 924 yılına kadar rahat lıkl a uzata­ bileceğimiz Osmanlı modernleşmesi tecrübesinin fikri kaynaklarına baktığı­ mızda da benzer bir hadise ile karşılaşıyoruz. Burada da modernleşme te­ şebbüslerini engelleyeceği, yavaşlatacağı düşünülen dine, geçmişe, geleneğe dönük tenkit, tasfiye ve red süreçleri ile modernleşmeyi mümkün hatta za­ ruri kılacağı öngörülen dini. geleneği yeniden inşa etme ve yorumlama sü­ reçleri yanyana, lçiçe yürümekte ve bu iki yöneliş kısmen çelişik olarak bir­ birini beslemektedir. Osmanlı modernleşmesi süreci içinde 1 933 üniversite refonnuna/tasfiyesine kadar uzatılabilecek yeni bir ilim ve felsefe dili arama ve inşa etme çabalannda da aynı mantığı ve gayreti yani lsllım-Osmanlı ilim

ve kültür birikimin i kuwetle hissederek ve ciddiye alarak Avrupa'da ortaya çıkan ve artık müstağni kalınamıyacak insanlık kazanımlannı lkllsab etme teşebbüsü olarak gönnek mümkündür. Son dönem Osmanlı aydı nlarını ilgilendiren asıl büyük soru Avrupa "medeniyet"inden istifade edip etmeme sorusu dei!il lsllım-Osmanlı kültür dairesi içinde ve onun şartlarında bunun nasıl olacağı, başka bir ifade ile farklı bir medeniyete ait unsurlann nasıl yerlileşlirileceğl ve anlaşılabilir/uy­ gulanabilir hale getirileceği sorusudur ki bu sorunun bir tarafı siyasi diğer tarafı da ilmi ve kültüreldir. Doğu-Batı probleminin birçok alanlannda kafa yoran ve "hlkmet-i hükümet"I kollayarak, Osmanlı dünyasının iç mantığını hesaba katarak çokça metin kaleme alan Ahmet Midhat Efendl'nin Scho­ penhauer'la münasebete geçerken kaleminden dökülen şu ifadeler söylemek istediklerimize felsefe etrafında tercüman olabilir: "( ... ) Şu kadar ki biz yani müslümanlar. pek mükemmel bir hikmete (felsefeye] mAlik olduğumuzdan bize hikmet beğendirmek biraz müşkil olacağı dahi hiçbir zaman benim ha­ tınmdan çıkmış şeyler değildir".

1

. Bu yazıda felsefeci Maclt Gökberk'le (Selanik 1 908-İstanbul 1 993) dü­ şünce tarihçisi Niyazi Berkes'ln (Kıbns 1 908-İngiltere 1 988), Darülfunun'da felsefe hocaları olan Babanzlıde Ahmet Naim Bey'i ' anlatımlarından ve bu anlatımlann iç mantığından yola çıkarıık Türkiye'de özellikle II. Meşrutiyet yıllannda modem fakat yerli bir Türk felsefesi dili inşa etme araytJlarının, Cogtıo, sayı: 1 9. 1 999


286

/_,.mail Kara

çabalannın siyaseten olduğu kadar entelektüel olarak da nasıl it ibarsız ve değersiz kılınarak tasfiye edildiğine işaret etmek istiyoruz. Yapmak istediği­ miz şey, gerek lstılahaı-ı İlmiye Encilmeni'nde 3 gerekse derslerinde ve ferdi çalışmalarında felsefi/ilmi teri mler " konusunda -ne yazık ki günümüze ka­ dar takdir edilmemiş ve araştınlmamış- büyük ve ciddi emekleri geçen Ba­ banzide ile iki talebesi arasında artık geride kalmış. "tarih" olmuş olaylar ve düşünceler manzumesini hikaye etmekten ve tartışmaktan ziyade "Türki­ ye'de bugün felsefenin niçin dili yok?", "Niçin bir Türk felsefesi geleneğin­ den söz açamıyoruz?", "Üniversite refonnunun üzerinden 60 küsur yıl geç­ miş olmasına rağmen Türk.iye'de felsefe ile uğraşanlar neden hala geçmişi ve Osmanlı mirasını kötüleyerek, küçümsiyerek kendi yetersizliklerini ve za­ aflannı kapatmaya, kendilerini meşrulaştırmaya çalışıyorlar?" , "Babanz3.de merkezli bir tasfiye, anlatıcılann 'kendi'lerini de mesnetsiz kılmalan ve tas­ fiye etmeleri manasına gelmiyor mu?" gibi hayati sorulann peşinden koş­ maktır.

Yıl 1933. Felsefe ötfencller1 ve hocalar. Arka sırada; soldan altıncı Macll Gökberir., dokuzuncu NlyazJ Berkes. Ona sırada; sağdan lk.ıncl NuretUn Şazi Kösemihal, ön sırada; soldan OçOncO M. Şekıp Tunç, dördüncü HaJll Nimetullah Ozıorir., beşinci Babanzlde Ahmet Naim, altıncı Or· . han SaadetUn, yed&ncl G. Dumıezll, sıekirlncl Nahll Harum (Tıendar). Kaynak: Anlan Kaynardal;. Fel.sıe(«tlale Sôykşller, İstanbul, Ellf

CogJto,

sayı:

1 9 , 1 999

Yayınlan. 1 986.


Fels4e wt

Tefelsüf

Önce Gökberk ve Beıires'ln Babanzide merkezli ve relsere dili ağırlıklı ıahkiyelerini, makale, konuşma ve hatıralanndan kronolojik olarak bazı açıklayıcı dipnotlarla aktannak istiyoruz. Bu metinlerde dikkati çeken hu­ suslardan biri . iki talebenin de hocalan etrafında reısere dilini yazmaya/an­ latmaya başlamalannın 701i yıllara tesadür etmesidir. Bu tarihlerden önce­ ye ait atlad ı ğ ı m ı z önemli b i r melin olmadığı nı var sayanak Gökberk l 972'de, Berkes ise l 975'te ilk Babanzade1i yazılannı kaleme alıyorlar. Ni­

çin bu kadar geç ve bu tarihlerde? Bu sorunun tam cevabını bilmemekle be­ raber 60'lı yıllarda başlayan ve 7011 yıllarda artarak devam eden sığ ideolo­ jik tartışmalann ve siyasi kamplaşmalann burada da etkili ve belirleyici ol­ duğunu düşünebiliriz sanıyorum. Gökberk ve Berkes, bu yıllarda yoğunluk kazanan dil ve kültür tartışmalannda haklı ve doğru tarafta bulunduklannı anlatabilmek için kendileri açısından menfi fakat karşı taraf için etkili bir örnek ve "kullanılmaya• müsait bir araç olarak hocalannı keşfetmiş gibi

gö­

züküyorlar. Bu yorumla lrtibatlandınlabilecek ikinci husus, öullikle Gök­ berk'in hocasına karşı ilk yazılanndakl saygılı ve soğukkanlı ifadelerinin yerlerini giderek "son derecede tutucu ve bağnaz bir insandı" gibi hiç de akademik olmayan sert ve tah kir edici tasvirlere terk etmesidir. Berkes ise

hocasının şahsiyet, ihata ve

hatırasına karşı saygılı

ve 5D1Ukkanlı olmayı

hiçbir zaman düşünmemiş ve gerçekleştirememiş göziiküyor. il

Macit Gökberk Hocua B•ı...dd . e'yi Anlatı,... 19721 ( ... ) Ahmet Naim Bey (Babanzide, Müderris: Bugünkü kıınü profesörü­ ne karşılık) 'Miba'de't-tabia' okuturdu . Bugün miba'de't-tabla'ya

ya da doğaötesi diyoruz. ( ... )

metafizik

Hocalanmın hepsi için felsefe terimlerinin temeli, lrayııalı Arapça idi. Bizim Felsefe zümresinde daha önce, 1 9 1 31 1 9 1 9 yıllan arasında

'İctimalyat'

okutmuş olan dilde Türkçeleşmenln öncOlerinden ve yol gösterlcllerlnden Ziya Gökalp de bilim dilinin Arapçaya dayanacatı inancından pek uzaklaşa­ mamıştı. Hocalanm da bu inancı derece derece paylaşıyorlardı . lslAm felse­ fesi tarihi okutan lzmırlı lsmaıl Hakkı

Bey,

konusu

gerejl. derslerini

lsllım

ftlozoflannın kullanılıklan Arapça terimlere dayatıyordu. Babanz&de Naim Bey -biz aramızda kendisine ' Naim Hoca' derdik-

coııııo.

sayı: 19, 1 999

287


2 88

lsmail /\ara

Arapçanın felsefe dili olarak gücüne ve bizim için zoru n l u olduğuna en ı;..·ok inanandı. Gününün en iyi Arapça bilt!nleri arasında sayı lırdı. Yetiştiği Gala­ tasaray Lisesi'nde· uzun yıllar Arapça öğretmenliği yapm ıştı. Arapçadan yap­ tığı çeviriler ve Telif ve Tercüme Dairesi üyeliğindeki çalışmaları dolayısıyla 'bilim ve felsefe dili Arapça' konusunda çok bilgisi, görgüsü vard ı . Ayrıca kuvvetli dindarlığı. Kur'an dili ve İsl3.m kültür çevresinin yüzyı llar boyunca bilim dili olmuş Arapçaya kendisini duygusal olarak da bağlıyordu. Naim Bey derslerinde, Süleymaniye Medresesi'nde mantık müderrisliği yapmış olan Elmahh Hamdi Efendi'nin 1 9. yüzyıl sonlannda yaşamış olan, mater­ yal izme karşı çıkanlardan Fransız filozofu Paul Janet ile Gabriel Seail­ les'dan çevirdiği Meta/ip ve Mezalıip -bugünkü dille: Sorunlar ve Çığırlar­ adlı yapıtı 5 metin kitabı olarak kullanır; medreselerin son yıllarında kullanı­ lan dille yazılmış olan kitabı cümle cümle okur; okuduğunu, belli bir ölçüyü aşmamak üzere, bizim anlayabileceğimiz bir dile çevirmeye çalışırdı. Bize felsefe tarihi okutan, o sıralarda otuzunun başlarında bulunan, liseyi de, üniversite öğrenimini de Almanya'da yapan, -yanılmıyorsam- dışandan ilk felsefe doktorumuz Dr. Orhan Sadeddin Bey, dil anlayışında Naim Bey'in izinde gibiydi. Almanca gibi kurulmuş oturmuş bir dil içinde yetiştiği için, ls­ liım felsefesinin geliştirdiği Arapça terim düzeninde, Alman felsefe dilinde gördüğü bir şeyi, bir yerleşmişliği, bir oturmuşluğu bulmak ister gibiydi. ( ... ) Naim Bey bana 'Evlat, senin hocalann hem Arapça bilmezler, hem de Arapçadan uydurmaya kalkarlar' derdi. 'Senin hocalann' dediği, özellikle Mustafa Şekip (Tunç) ile İsmail Hakkı (Baltacıoğlu) idi. O zaman biz çok azdık. Bundan dolayı da hocalanmıza yakın olabiliyor­ duk. Naim Bey'in derslerinde kimi vakit beş kişi olduğumuz olurdu. Bazan bunlann dördü de kız arkadaşlar olunca, Naim Bey'in gözünde bir ben olur­ dum sınıfta. Bana 'evlat' demesi biraz ela bundan. O sıralarda 'ruhiyat', 'ictimaiyat', kavmiyat', 'mefkfire', 'maşeri" gibi Ziya Gökalp'in kendisinin veya çığınnın oluşturduğu yeni terimler ortadaydı. Na­ im Bey bunlan kullanmazdı. 'Ruhiyat' değil , İslam felsefesi geleneğine uy­ gun olarak 'ilmunnefs' derdi. • Terim de olan konuşma dilindeki sözcükler için bile çok titizdi. Fransızca 'attention' sözcüğünü 'dikkat' ile değil 'tahdık' ile karşılardı. Attention'da hadeka (gözbebeği) yöneldiği nesneye göre, ona doğru kendini ayarlarmış, geniş,liyerek, daralarak. 'Tahdik' buradan geliyor­ muş; doğrusu buymuş. Fransızca bir mettn üzerinde çalıştığımız bir semi­ nerde ben, alışkanlıktan olacak attention'u 'dikkaİ' ile çevirince, hoca sinirCoglto,

say�

19, 1999


Ftl...f• w Tefehuf

yeri fel sefen in doldunnasmdan başka çare yoktur". "' Babanzide'nin dersle­ rinde t ak i p elliği m e ta fi z i k kitabını 40 Berkes'in "yobaz bir Katolik papazı­ nın/fi lozofunun k i t a b ı '" gibi kau ve hırçın bir üslupla yadırgaması da dini alanı dışlayıcı bu pozitivist temayülle alakalı olmalıdır. Gökberk de kitabın yazarları P. J a n et ve G. Sea i lles'i n •materyalizme karşı çıkanlardan" oldukla­ nnı belirt iyor. Kitabın mütercimi Hamdi Erendi ve ders hocası Babanzadc

ise, mu htemelen batıdan alınacak ve okutulacak "modern" ders kitaplannın bile bir şe k i lde din ve İslim-Osmanlı kültür dairesiyle irtibatını ve Osmanlı

dünyasında yine bir şekilde ka rş ılığı olabilecek unsurlan gözet m i şlerd i r.

3. So n olarak kendisini felsefe için k u ru cu kişi/kurucu kuşağın temsilcisi

olarak takdim eden Gökberk'in, üniversite reformunun ve başından itibaren aktır olarak içinde bulunduğu yeni Felsefe bölümünün üzerinden yanm �ilz­

yıl geçtikten sonra Türkiye'de özgün ve yerli relsefenin mevcut durumu ile t mkAnı ve usulü konusunda SÖYledilderine gelmek istiyoruz. 1 982 yılında ya­

pılmış bir konuşmada kendisine soruyorlar: "Bizde bir felsefe akımı var mı, Batı'dan aktarma olmayan bir akım?" Cevap: ·vok böyle bir şey. Benim ku­

şagını dışanda okudu, orada hangi hocaya dUşmUşsek onun alamını burada

sürdürdlik". Yine soruyorlar: ·Belirli bir felsefe akımına katkımız oldu mu?" Cevap: "Sanmıyorum , daha o düzeyde değiliz". Gökberk devam ediyor: "Bugün Türkiye'de özgün bir felsefe olduğunu söylemeye yazık ki olanak yok. Böyle bir felsefeye temel koyacak koşullar ise, bu özgün fel­ sefeleri yaratmış olan tutumu bizde de yinelemek yani kısaca, özgün fel­ sefelerin okuluna gitmek, onlann okulundan yetişmek, birikimleı1ne sa­ hip olmaktır.

( ... )". ·c . . . )

Evrensel ölçüde, dünya ölçüsünde, insanlık öl­

çüsünde etki l i olabilecek birtakım ilkeleri geliştiren bir kültür çevresi var. Bu kültür çevresi de Batı kültür çevresi. ( ... ) Buradan denebilir ki, Hegel'in belli bir dönem için düşündüğü 'tarihsel ulus', bugün Balı kül­ tür çevresiyle insanlığı bir bütünlüğe doğru götümıektedlr. ( .. . ) " " "Şimdiye kadar bizde özgün felsefe olmayışının başlıca nedeni, bü­ yük bir felsefe geknefllmlzln

olmaması dır. Cumhuı1yet'ln ilk yıllanna ka­ burada

dar bizde, Aristoıeles'e dayalı İslim lskolasıtğl sürmüştür. Ben

özgün felsefe derken çağdaş felsefe bakımından özgün olmayı anlıyo­ rum. İşte bu konuda geleneğimizin yeterince derinliği yok. Bu gelenek şunun şurasında il. Meşrutlyct'ten biraz önce başlamıştır, denilebilir. ( . .. ) Eğer özgün felsefenin koşullan burada sözkonusu ise, bir defa kay­ naklar gereklidir; Batı felsefesi içinde erimek, onunla birleşmek, lcaynalcJa-

Cogito, sayı: 1 9, 1 999

305


306

lsmail Kara

nna inmek, birlikte düşünmek yani kısaca onun okuluna gilmek, okulun­

da iyi yetişmek ve ondan sonra da böyle bir çalış m ayı tutacak bir çevre, bir düşünce özgürlüğü olan çevre gerekl idir. (. .. )" "2 "O kültür birikimine katılabilmek için, Batı kültürünün temeline k a­

dar inmek gerek. Senin dediğin o kavramların, o terimlerin kökü Latin­ ceden, Yunancadan geliyor. Bugüne kadar biz bu sürece katılmamışız, bu tarihi birlikte yaşamamışız. Ama yine de bu köke şu ya da bu biçim­ de inmemiz gerektiğine inananlardanım". 41 v

Sonuç Soruları "Batı felsefesi içinde erimek, onunla birleşmek, kaynaklanna inmek, birlikte düşünmek yani kısaca onun okuluna gitmek, okulunda iyi yetiş­ mek. .. ". Bunlar güzel şeyler; gidenleri, okuyanları, başaranları tebrik edelim, alkışlayalım. Fakat altmış küsur yıl sonra "kurucu"lara da soralım: Bir yere "giden"lerin kim olduklarını nasıl tanıyacağız? Türkiye, Türk felsefesi, Türk­ çe felsefe/bilim terimleri, yerlilik, özgünlük... nerede? Babanziide Ahmet Naim Bey, meslekten felsefeci olmamasına rağmen felsefi dikkat ve titizlik gösteren yerli biri idi, zor zamanda bir yerde durma­ ya ve bir yere doğru soru sormaya çabalıyarak kendisini ve bizi yeniden inşa etme peşinde idi. Birer akademisyen olarak hocalannın mesleği ve meşrebi­ ni, fikir ve eserJerini, neyin peşinde olduğunu anlamaya, giderek şerh etme­ ye, tenkit ve cerh etmeye çalışmak ve kendilerini, bizi yeniden inşa etmek yerine onu reddetmeye hatta aşağılamaya çaba gösteren öğrencileri Gök­ berk ve Berkes kimdi, nerde duruyorlardı ve hangi yere doğru soru soruyor­ lardı? Bu sorular, aramızdan ayrılan iki insanın değil artık bizim sorulanmız­ dır. Biz "ölülerimizi hayırla yad etme" geleneğinden geliyoruz ama felsefeci­ ler belki Voltaire'in SÖzüne daha çok kulak verirler: "Yaşayanlara nazikane davranmalıyız; ölülere ise tek borcumuz kalmıştır: hakikat".

Notlar l Ahmed Midhat, Şoperthaur (Schopenhauer} 'un HJkmer-ı Cedldesl. İstanbul. 1304, s.3'ten nak­

leden Hanın Anay, ..Batı relseresiylc tlglll Tüı-klye'de yapılan tezler.. , Dlvdn, sayı: 5, 1999, s. 1 2 1 /dn.7. 2 Babanı.Ade Ahmed Nalm Bey (&aldat 1872-lstanbul 1934) 9a1dat Rfişdlyesl, Galatasaray Sul­ lanlsl ve Mülkiye Mektebi mezunu. Hariciye Nezareti teıcilmc Kalemi'ndc çalıştı, Maarlr Ne·

Cogito, sayı: 19, 1999


Fehe(< ve Te(<lsü(

\ 307 l

zarell Tedt1sat MUdürlütü yaptı 0 9 1 1 - 1 2 1 . Galaıaı.aray Suhanh;l'nde Arapça der.len okunu ( 1 9 1 2 - 1 4) , Maarif Ne:zarell Tercüme Dairesi a7.alığında bulundu ve bu daire bünyesinde kuru­ hın lııı ılahAl·ı ilmiye Encüment'nde yer alarak lelsele. tahil ilimler ve !>aınat ıstılahlan için ha­ zırlanan ve basılan üç k i tab ı n çalışmalannda etkin göttV ler üstlendi, Darulfünun Edebi�'at Fakültesi mlldenisliğlne getirildikten sonra felsefe, ruhiyaU'llmünneh (psikoloji), ahllk, man · tık. mlba"dellahia (metafizik) denlerl okullu ( 1 9 1 4-3)). Onlverslk reformuyla tasfiye edildi. Baban1.Ade'nln hayali, eserlert ve metinlerinden seçmeler için bk. lsmail Kara . Tı.irlc.iye'tk /s. lamcılık Düşiincesi Melinla!Kişd�r. genişle tilmi ş 3. bs.lstanbul Kitabevt Yay. 1997, t, s.361 -97. Felsefe ile ilgili ça h şmalan nm kısa btr deterlendlnnest için bk. Rahmi Karakuş, f�e Srrii ­

vmimiz. İ stanb ul Seyran Yay. 1 995, s.2 1 7 -22.

İlmiye Encümeni üç eser ya. Mılndmc t<.lirndl w Tabbdı lçün Vaz ve Tedvini Ten.sılb Olunan /Jlılolult Mecmua.ndır. lstanbul Matbu·yı Amire t 330. 74 s.: 2. lsıılahdı.ı ilmiye Encünttn l Tara(rndan Sana)'i-i Nef;seM Mwcıul w Ta. blrdt lçün Vaz: ve Tedvin i Tenslb Olunan lsıılaluiı Mecmuosullr, İstanbul Matbaa-yı Amire, 1 330 [kapakta 1 3 3 1 tarihi vertlmektedlr), 109 s.; 3. KamW-ı lstılalutı-ı llmtyt. lstanbul. 1 333. 210 s.(Yalnız A harfi). tstılahlt·ı tl mtye Enctımml için bk. AgAh Sım Levend. Tiıirk Dılıruh c;./4""' ve &ukl<Şme Ewelen, 3. bs. Ankara TDK Yay. 1 972, s.354 vd.; Abdullah Uçman. "il. Meşrutlyet'ten sonra ilmi terimlerin tespitinde önemli bir teşebbüs: tstılahat·ı llmiyye Enc1i· men i " , Türle Ddl, sayı: S36, Ağustos 1996, s.199-205. 4 Özelllkle llmünne{s tercümesi bu açıdan önemlidir. 5 ll m tyeden Elmalılı M. Hamdi Elcndt'nln (Y..,r, 1 878- 1 942), uzunca bir glrif (40 s.) ve dip­ F.tsef<-i notlarla ,.nglnlqtlrdttl Tahlllt Tanh-1 lldhtyye başlıkb tercümesi (İstanbul. Matbaa-yı Amire, 1 341 11 339 [ ' 923). 340 s.) P. Janet "-e G. Seallles'nin Hlstolre de ta Phılosoplıie kitabının bi rinc i bölümünün yalnızca ·ı.a Metaphy ­ slque· ve "La Theodıcee· kısımlanrun temımesidir. ( l92S"te Paris'te basılan 1084 sayfıhk 1 3. baskıda m el a f'l zt k ve illhlyat kısmı 669-910. sayfalar arasında yer almak.ladır). Mezhep keli· meslnln çojulu ol a n mezah;b'ln Gökberk ıarahndan 'çılırlaı' J"klinde karşılanması ıfotı"u ol­ masa gerektir; söıkonusu olan relsefi görüfler veya ekollerdir. Nitekim kltabm orjinahnin aJı. başhğı "Les Problmıes eı les Ecoles"dor. Elmalıb'nın hayau, eserleri W! melimert nden seçmeler için bkz. Kara, I., age. I. s.517-n. 6 Gökberk'in tasvir ve akıanmı eksiktir. Ruh ve nefs keltmrlert nl n islim kOhür dairesi içjnde farklı anlamlara geldtjine lpret eden Baban zAde $Uftlan s6ylemelnedi r. "Ruh ık ..&in med­

3

Baban1.Ade'nin de tçlndt yer akbğl 26 kişiden oluşan lsıılahA.ı.. yınlamışllr: 1 . lsıılahiiı-ı ilmiye Encümeni Tam(ıntlan ICamUH

FeWek

Kairniiı

Fehef<-M<ldlıb "' M<tAhıb-111.ıba 'd<'ı-ı.bla "'

lüllert beyninde gözetilen claktk ve muhıelehın fth [lhıtlaOıJ laıldardıın sorf-ı nazar edilirse bu lime 'tlmü'n-nefs' veya 'llmu'r-nıh' demek münasip olabilirse ele lstılah Encibnenl'nin b­ bul ettlll vec:hıle sl&a-yı cem' (çotul slpsı) lle 'ruhtyııı' demeye hiç klıurn �tur. ( . .. ) Bina­ enaleyh ıekellü[e hacet kalmaksızın sadece 'dmu'r-nıh' veya 'dmü'n-nefs' cXmelı. kiftdlr. b­ mü'n-nels tabirini dtterine tercih edişimize sebep lelo� ık <hl-ı kelAm kltaplannda bu mebhasa taalluk eden mesll l zilrıedıldikce hemen dalma nıı!Gsdan [nefsin çoAtrlu) bahJedU­ m t ş olmasıdır: Nefs·I nlıbka, nefs-ı hayvanJye, nefs-1 insaniye, nef's-1 [elek.iye gibi. Zarıı R"I ol­ matiılcca Mfln ıs11W..ıım reWlk mahal yoitur'*; llntün,.,fı, s.3.J..34'dekl dipnot. 7 G<>kberl<'ln bu akıanmı da efıslk .. yetenlmlr. llobanzlde, n""'"""' ıen:omesınde 4 sayfaltlı bir dipnotla (s. 1 8 1 -84) ıartışt llı "auenuon• kavramına ıu cümlelerle bafbyor: •Anentlon kel i· meslntn mukabili olmak üzere isti mal ettlllmlz 'dikkat' kelimesi lisana o kadar yerlcpnqur ki onu cleilıtınneyl luııu. bile getirenlerden dellllm. Ancak timi ıstılohltta bınz müfkllpe­ send olmak "" musralahın [ısıılahtn) mAna-yı maksada deWetlnt o1A lıadert1-lmlıin ..,.... mek de zaruridir. Bu ttlber ile salat·• meşhur olarak 'dlkkat' kellmestnln Usan-ı muhaverede­ (konuşma dili nde) tıtlmallnl çok kereler ( ... ) bqb lafı. �lh eder isem de herhalde 'attenll· on' mebAhlııı ·I [elseftyealnl ifade edecek bir tablr--1 sahih olmadıtına da Udım•. Kısaca söyle� rnek gereklne llobanzAde &0nlük dildeki dtklıaıle leloell dildeki 'dlklıat'I blrbınnden tefrik et· meye çalışıyor. . Ziya Gökalp, Baban zlde'n l n Mlını vermeden , tsulahAt·ı llmıye Encomeai'ndekl 'attentlon' kavnunına karfıhk bulma rartıımelannı tenkil ederek özcdernektedlr; TUrlc&""'IQn Esaslan, Ankara Matbuat ve 1stthbaraı Matbus.ı 1319, s. 1 02-03.

Coıııto, sayı: 1 9, 1 999


308

lsmail Kara

8 Gökberk'ln bilim ve reJsefe dili olarak Laıinn'. Arapça \'C balı dilleıi nc da i r lx·m:\.·r vunım ları için aynca bk. "Macll Gökberk ve uzlaşma\.·ılık reı·Jesi°'. Çaj!daş Eleşıiri, Tl.· nmm7 1 Yt12, s.6: M. Gökbt-rk, 0Aydınlanma felsefesi, devrimler \'e Aıatürk�. ÇuJ!daş Dliştiııcmin lşı�ııul<ı Ata· ıürk kilabı içicıd.e, 2. bs. fs1anbul E.aacıbaşı Vakfı Yay. 1 986, s. 3 1 3- 1 4. 9 "Türkiye'de relscfe dilinin gelişmesi" (ilk ya,·ın ıarlhi: 1 972), Maciı Gökberk, fkı?işt•ıı Diiıı.rn DeAlşen Dil içinde. 2. bs. lsıanbul Yapı Kn:di Yay. 1 997, s. 1 22-25; 1 30-3 1 . M . Gökberk J974'ıe ıdır elliği bir başka yazısında yeni bir folsde diline ka�·nak olup olmama�ı açısından Osmanlıcayı da Arapça gibi değerlendinnekıeJlr: "Çağdaş yurtıaşı yctişlirrm..>de Os­ manlıca işe yarayamazdı. Osmanlıca, islim kühür çevresine bağlı olan, padişah-halife doıuğu çevresinde sıralanmış. kendi içine kapalı yönetici ıabakanın ö;r.eJ diliydi. lsliıım kühür çevresi­ nin din \·e bilim dili Arapçanın, örnek edebi dil olarak alınan Farsçanın yalnı7. sözcükleriyle değil kurallanyla da yüklü kanna bir dildi. Halkın Osmanlı devlet yönetiminde nasıl hiçbir pa­ yı yoktuysa, Osmanlıca ile de pek bir ilişiği yoktu. Tanzimat'la eğitim çevresi yer yer değiştiril­ mek ve genişletilmek wrunda kalınıp da Baıılı bilimlerin getirdiği yeni kavramlar Osmanlıca ile kar.,ılanmak istenince, henüz yaşayan kuşaklara bile okul sıralarında sıkmıılar çektlnniş çapraşık yeni bir bilim Osmanlıcası dof:muştu. Ancak Arapçayı. Farsçayı bilmekle kavranabi­ lecek bu Osmanlıca. geniş halk yığınlannı çağdaş �rtıaş olarak yelişllnneye de elverişli değil­ di'"; age. 144. Ayrıca bk. Gökberk. '"Aydınlanma felsefesi, deVTimler ve Atatürk". s.3 14. Gökberk 1982'de yayınlanan bir konuşmasına ise şu cümlelerle başlıyor: "Osmanlıca ile Türkçenin birbirleriyle hem ilgileri var. hem de yok. Bunlar iki ayrı dil. iki ayn topluluğun dilleri. Biti Osmanlı dönemindeki belirli bir katmanın dili. Saray'ın ve Saray'a bağlı küçük bir çevrenin külıür dili; Türkçe ise böyle bir sınıfın ya da katmanın dili olmak.tan çıkmış, bü­ tün bir ulusun, bütün bir toplumun dili olmak durumunda. ( ... ) Demek ki bu iki dil sosyoloji bakımından avn. Herbirtnin temelinde avn bir insan, avn bir insan kümesi var"; "Macll Gökberk ve uzİaşmacıhk perdesi'", Çağdaş Eıe,ıırt, Temmu; 1 982. s.4. 1 0 "Musıafa Şeklp büyük değişildllde r geçirmedi.. Ziya Gökalp Türkçesinin dışına çıkamadı"; a.g. konuşma, s.13. 11 "Macit Gökberk.le konuşma - Felsefe ve kültür sorunlan", Yaz/co Felsefe Yazılan, 1 . K11ap, ls­ tanbul 1 982, s.29-30. 12 Naim Bey, dönemin birçok aydını gibi dışardan medrese dersleri okumuş olmasına rağmen medreseli değil mekteplidir. Bu husus Gökberk'ln de bilgisi dahilindedir ve bunu zikretmek­ tedir. 13 Oktay Akbal'ın 4. 2. 1 980 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan ve Suut Kemal Yetkin'i dene­ me yazarlığı açısından metheden yazısı üzerine Niyazi Berkes'in yazdığı fakat Akbal'a gön­ dennediğl mektupta da dönemin metafizik meselesine bakışını yamıııan bazı önemli lpuçla­ n var. "(H. Reichenbach) biz genç hocalar için de aynı konuda [Elnsteln bilimi ile felsefe ilişkisi] öul bir seminer yapıyordu. ( . . . ) Bu seminere öğretim kadrosundan yalnız iki kişi gelmek tenezzülünde bulunmazdı. Biri (Suut Kemal] Yetkin, öteki onun gibi sanatçı olan [Mazhar Şevket] lpştr(oğlu]. O ikisi haşhaşa vermiş, kendlletince çok önemi! bir yapıtı çevir­ meye çabftyorlan:lı. Çok dldlnlyorlardı zavallılar. Çünkü çevirmeye çahştıklan bu yapıl bir bm;ür büyüklüğünde denecek kadar küçük bir şey olmakla beraber, çok karanlık hır Alman­ ca ile yazılmıt Meta(iı.lk Nedir? adh bir 'deneme'ydl. K.ullandı&ı terimlerin çoğu kendi u ydur­ ması oldutu için, Macit Gökberk'ln deditlne göre Almanlar blle anlamakta güçlük çekerler­ di. iki sanatçı elele vennlf, biri Almanca aslından, öteki Fransızca çevirisinden o karanlık sözcüklerin Türkçelerini bulmaya çalqıyorlanlı . Bu kitapcağız Katolik imam ile Nazi şarla­ tanlığını yeni bir felsefe slst.eml haline sokmaya çalışan bir 'deneme'ydl.. Yaratıcısı olan Mar­ tin Heidegger'ln kim olduAunu belki bllinlnlı.. Nazi 'exlstenllaltsm'lnln kurucusu. Onu, bir de Fransız 'exlstentlallsm'inln kurucusu ile karşılaşlınrsanız bu adamın ne tür bir obscuran­ Ust gericilik ldeoloAu olduğunu anlanınız. Bizim içinde bulundutumuz havaya karşı, bu iki estetikçinin Türk felsefe diline klaslkleşml11 bir Nazi metaflı.ttınl aktanna savaşı içinde ua­ raşmalan görülecek şeydi. Yetk.ın'ln ideolojik rengi belll oluyordu. Heldegger'in kim olduğu­ nu biliyorlardı herhalde. Felsefe" ile karfılaşınca pusulayı Pfı"n her Katolik mümini gibi bi­ ri. Eski hocası ve bulundup ünlventtede A.lmanya'nın yetLttlrdlı\I dünya çapında ünlü ve fe­ nomenoloji okulunun baş temsilcisi olan kollegenl, Y8hudldlr diye ünlverslleden kovduran,

Coglto, sayı: 19, 1999


Fel<ef•

ve

Tefelsüf

geçen. birçok Alman düşüniır ve p ro l ew rl e ri n l n çil yavrusu gibi datıldıklan bir :1.amanda Nazi partlıı.lne üye olan ve bu savede rektörlük makamına katlar �belen, bu ndan beş ahı yıl Cince Na:t.I yıkılı,ının utancı içindi! ölen biriydi Manın·: Niyazi Berkeıı , Urtuıulan Yıllar. h a 7. . R . Sezer, 2. bs. lstanbul tlellşlm Yay. 1 997. s.494. Mcslekıen relsefocl olan Nuret lin Top.:u'nun metafizik alanında, bu görüf \'C ıemavtillalc kmnoloj i k olarak da dol;rudan ilgili bir delerlendlnnesinl zikretmeden geçemi��ceğ.lm: "Çokıandır memleketl m l 7.de her türlU değişmelere lnkıllp adı veren kuhur.n.iz bir rtımre, birçok lnançlann kökü sayılan mdaflztğe dütman knilmlşlerdlr. Am a bu ta>Jallılar metaJı. zlğln ne olduğunu btlmczler. Bwı la n n arasında felsefe hocalıın da vardır. ( . . , ) Bizim inkılap­ çılanmız metart7.ikten, sade kendi 817.U ve zevklerini ve bir de basil görüşlerini perdc-leyen

onun yeri ne

bir engel oldutu için hoşlanmıyorlar. Melafizlk, lçgüdülertml7Je yaşamamıu. razı ol maYJ p bl7.den üslUn bir akıl dileyen dısıplın olduğu için ondan kunulmaya çahfıyorlar. Halır.ıkaıen. meta[17.lk on.adan kalkarsa herkes müıefekldr lır.esillr. düşünce demokrasisi yerlqir. Böyle düşünen a�dınlanmız çok kere Avrupa'da �ıafiz,1gın çokıan ortadan kallcarrılc. onım .verini ilimlerin tutmada oldugunu i eri sürü.\/Orlar. Bun lan n Avrupa hakkındaki btlglleri bazı sey. yahlarla slnemalann anlauıklanndan ve bir de vaktiyle Darolfünun'da tnkıllpçı bir mudeni­ sln birkaç formalık kurlannda okuduklanndan fazla deAtldlr. Bunlar, XX. asır A.m..1pa tefek­ kürünün lnklı;afında Bergson meıafizlll ile 7.amanımızda bütün Avrupa memleketlerinde kuvvetle gelişen 'existentlalisme'tn, Avrupa'nın ruhunda ve fikir hayatındaki nAı.ım rohınü tanımış değlllerdır. Filhakika metafizik bizde hazan hayal ve saçma karşılı&1 olarak lrullaml­ ' mııur. Bu kelimenin anlaml:ı mAnaYJ 'eski devre alt bir JeY . 'karanlık ve anl8fllmaz bir ftkır·

l

veya 'dinin öz kardeşi' ve 'bir vehim' olarak kabul edenler çoktur. Bürün sathı görenler ve ruh denemesi bilmeyenlerle bülün matematik hocalan ve bütün inkılap modacı.lan böyle

l r

düşünürlıer"; N. Topçu, Kü tü ve Meıcknlyel, 2. bs. lstanbul

Dergah

Yayınlan 1 998 , s.4849.

(İlk vavını: 0Metaflzik", Harebı, IIU28, Nisan 1 968). ve uzlaımacıhk perdesi", Çağdt11 Eleııirl, Temmuz 1 982 , s.4-21 (M. Gök­ berk'le konuşmaya Tahsin Yücel. Adnan Benk ve Şükran Kurdakul kaulmyor). "Macil Gökberk'le söyleşi", Macll QJlcberlc Amurpm, Ankara TDK Yay. 1983, s.3-4.

14 "Ma�iİ Gökberk IS

1 6 Arslan Kaynarclağ, Felsefocıı..ı. Siıylqıı.r. lsıanbul Elif Yay. 1 986, s. 1 6. !Mactı Gotbcrltle l 984'le yapdan konuşma kitabın 1 3-59, sayfalan aras ında yer- ahyor). 17 Ag<, s.l9. 18 Herkes BabanWle'nln milllyeıçlllkle ilgili g<>nışlerlnl kltabındo da deterlendlrtyor; bk. lsumbul Dolu-Sah Yay. ( 1 978], s.42 1 . 427-29 1 9 Berkes'ln Osmanhca meselesine ele allşı için aynca bk. TU�'de Ç°"""ma "1l . s.247 Yd.

Ts.iı,.. ıı. Cata.qJtq""'

konusundold .......ıerı için bk. -da dl- 24. F.ıs.(e w r.,,ı..mbi/i,. Yauı.n içinde. lswıbul Adam Yay. yer. Cumluulyu, 22 Elılm 1975). Unutulan Yıllar, haz. R Sezer, 2. bs. lstanbul betlf)m Yay. 1997. s.52-53. ( 1 908 dolumlu olan Berkes hatmalanmn sonunda "Şimdi 7 1 ya.pndayı.m" drdtii i çin bu

Gökalp'ln terlmlcıte Anıpça llltl<Jsl 20 Niyazi Herkes, "Oç dll ideolojisi", 1 985. s.327-28 !ilk yııyınlandıtı 2 1 N iyazi Berkes,

metni 1979 olarak ıaı1hlendlrdlm). 22 Niyazi Berkes, w- Devrimlıer, lstanbul Adam Yay. 1982, s.20-2 1 . ("KIJlse:I anılar" baş­ hkb bu makalenin sonu nda. dtter makalrlerden farklı oıaıu ne zaman yanlditl ve kitaba glnneden llrıce yııyınlamp yoyınlanmadıtı konusunda bir bilgi konınacı.,, için lınınoloJık sı­ ralamada kitabi n yayın tarihini nas alcbk. Makalenin ikinci parqrafında -4. l I- yer alan ıra. deler bu makalenin, kltabm önsözO gibi yHJlcbll lntlb111111 da �r). 2l Niyazi Berlıes. 'Türk dlll sovopnda Mııctt Gotbeıt", s.24-25. 24 Gökalp hahdan ıen:<ıme edllccclı yeni fdsell/lhnf ımmlerln. 'bllm beynelınlloliyeti' dolayı­ sıyla Anıpça-Fança ... ıı, oı ...... ile 'mllh' dil Tilrkçw: aıuındakl dlfkder koııuwnda puılan IÖylQyor: "lsıılahlann mubbllleıtnl Anobl yahut Faı1slden )llporU ecnebi lıellmclerl kalıul

Aıaıilrlc

Modı GNbat A.....,.nı.

etmemek husası Tilrlıçeye münhasır dclddJr. llGlOn bllm llsanlan bu hıısisada _....ıt­

llr. Dlnt tabirlerde ve dinden. lttlkalt eden satr dtmlere mahsus lltllah6 ua esasen mOttehkl olan bu lisanlar bu vahdeti )'eni ısnlahwda da muhafaza etmdı: istiyor. Hırtstl)'an beynel­ mllellyetlnln ııulahlan Yunanca w Latinceden alınmq:ıır. islim llsanlan bu ısıdablan ay­ nen lsllOI-. eaneklo mıcıt beynelml lelı,..ını plp etmckıen korkuyor. Mııaınoll h lsMtn h ..n-

Coglıo.

sayı: 19, 1 999

309


3lO

lsmail Kara

lan ıslılahlannı Arabi yahul Fartsiden almakla beynelmilel vazifelerini ifa elmiş olma.r.lar. Bu ıstılahlar her lisanda başka cezrlen:len leşkil olunursa matlub olan vahdet hasıl olmaya­ cağı içün lisanın beynelmileliyeti eksik kalır. Bundan dolayıdır ki diğer islim lisanlarının kabul etmiş olduğu yahut kabul edebileceği tablrleı1 arayıp bulmak suretiyle ıstılah vaz et­ memiz lazım gelir. Bu maksadı temin lçün her lisanda ıstılah va1.1yla meşgul l"cmlyctler te­ şekkül etmeli ve bu cemiyetler muayyen zamanlan:la beynelmilel ıstılah muıemerleri sure­ llnde toplanmalıdır. (. .. ) Lisanımızı mina itibariyle muasırlaştınnak, ıstılah dhetivlc lslam­ laştınnak lazım olduğu gibi sarf, nahiv, imla hususlarında Türkleşlirmck de lıi-büddür. Türkçede ıstılahlann gayn bütün kelimeler mümkünse Türkçe olmalı yahut TürkçcleşlirH­ melidir"; �Türkleşmek, lslimlaşmak, muasırlaşmak i l-Lisan", Türk Yurdu . 1 1 1 / 1 2 , 1 329, s.368-69. Aynca bk. 'Türkleşmek. lslimlaşmak. muasırlaşmak-1", Türk Yurdu, llUJ 1. 1 329, s.367-68. 1 9 1 3 - 1 4 yıllannda yayınlanan bu yazılar bilindiği gibi 1 9 1 8 yılında Tiirkleşnıek ls­ IA.nılaşmak Muasırlaşmak adıyla kitaplaşacaktır. 25 Berkes akıan:lıklanmızın haricinde şunlan da söylemektedir: "( ... ) Soyut Oktrleri kendi dilin­ de söyleme ve yazma gücünden yoksun olan bir ulus: felsefeye yabancı kalmaktan ya da ya­ bancı bir dilde anlatılan bir felsefenin anlamını kavramaktan da yoksun kalır. Geçmişte fel· sefe düşününü aktarma aracı olarak Balı dünyasında Latince, İslim ülkelerinde Arapça ev­ rensel dil araçlPnydı. Modem Avrupa'da felsefenin doğuşunun, Latince'nin araç olduğu za­ mana kıyasla daha çok sayıda ulusal dilin geliştiği bir zamana rasdamış olması anlamlıdır. Türk dili, modem felsefe düşünüyle tanışma dönemine geldiği zaman, Arapça'nın ya da Fransızca'nın yardımı olmaksızın felsefe dfü;ününü anlatma gücünden büsbütün yoksundu. Arapça ise onu kullanan islim felsefecilerinin elinden alınıp öldürüldükten sonra. bir felsefe düşünü kanalı olmaktan çokıan çıkmışıı. Bu yüzden modem bir ulus dili olarak Türkçe'nin felsefe dilinin geliştirilmesi zorunlu olmuştur"; "Modem Türkiye'de felsefenin kısa bir tari­

hr, Felsefe ve Toplumhilirn Ya:.ılan içinde. s . 1 29-30; ilk yayını: 1966. Aynca bk. Niyazi Ber­ kes, "Türk dili savaşında Maclt Gökberk", Macil Gölcberlc Amuıgam, s.26-27. 26 Gökberk'in

Osmanlıca konusundakJ görüşleri için bk. yukanda dipnoı 9.

trc. Ahmed Naim, Meb4dr-ı Felsefe'den Birinci Kitab llmünnefs, lstan­ bul Matbaa-yı Amire 1 3 3 1 , s.4-5. Bu tercümeye BabanıJ.de, kitabın üçte biline yakın felsefi

27 Georges L. Fonsegrtve,

kavram tartışması notu yazdığı gibi sonuna da 1 900 Fransızca terimin karşıhklannı veren bir sözlük ilave etmiştir. Bu kavram tartışmalanna üç örnek için bk. "Üç felsefi terim üzeri­ ne",

1. Kara, age, 1, 365-70 ("Connaissance: ilim", "lnslinct: gari7.a", "Personnalite: enlyeı"

kavramları).

28 Berkes Babanzide etrafında zıt şeyler söylese de bu problemin tamamen farkındadır. Türki­ ye'de

Çagdaşlaşma klıabında Kanun-ı Esasi'yi "Kavram kargaşası içinde doğan anayasa" ara­

başlığı altında ele alırken şunlan söylemektedir: "Her yerine oıunnuş sistemin kendine özgü bir dili bulunur ( ... ) Böyle 7.amanlarda anlaşmada güçlük yaratan olay, eski terimlerin söz­ cüklerinden alınan, fakat bu alınış sırasında ya yeni bir biçime sokulan ya da olduğu gibi alınmış olsa bile başka bir uygarhğm sözlütondeki anlamlara karşılık tutulduğu için genel, toplumsal anlamlan açıklanmamış kalan sözcüklerin çıkardığı. güçlüktür. Bu sözcükler, her­ kese yabancı gelmediği halde kendilerine verilen yeni anlamlar eski anlamlanndan farklı ol­ duğundan gerçek bir anlaşma aracı olmak niteliğini yitirirler; ya da lld üç anlamlı sözcükler haline gelirler" (s.3 1 0). ftDll ve anlam sorunlan" arabaşlığında ise şu cümlelere tesadüf edl· yoruz: � ( ... ) Böyle koşullar karşısında kalan ıoplumlar dilsizleşme, kekemeleşme ya da tüm anlaşamama karmaşası içine düşerler'' (s.248). Gökberk de kendisine yönehllen �Bizde felsefeci yetişmemesi bu dil sorunlanyla ne bakıma alakalır sorusuna fu �ılığı vennektedlr. "Felsefe düşünceyi dile getiriyor. Dogrudürüsl dil olmayınca felsefe de olamıyorft; Çagdaş Eleştiri, s. 1 8 . 2 9 Gökberk'in, kendisine sorulan "Türkçede felsefe dlllnin gelişllıilmeslnde eski metinlerin kaynaklık görevi nedir? Bu mellnlerden bu amaçla nasıl yararlanılabilir?" sorusuna verdiği cevapta Osmanlı dönemini nerd!! ise tamamen dışta tutması ve "eski kaynak melln"leri çok dar bir alana hapselmesl de anlamlı olmalıdır. �Felsefeyle dinin birçok ortak kavramı vardır. Çünkü, birçok sorulan da ortakıır. Dolayısıyla Türkçı- felsefe teı1mlerine kaynak ararken Türkçe dinsel meUnlere de uzanmak çok yerinde olabilir. Bunlardan akla gelenler,

Coglto, sayı: 19, 1999

XIV. yüz-


F•hefe ve T•(ebü(

y ı l d a Anadolu Tü rk ç e s i ne yapılan K u r'a n çevlr1leridtr ilk planda. Sonra

Xlll

ve

31 1

XlV. yt.ızyıl·

!ardaki di nsel içerikli birtak ı m eserler var; bunlar da taranabilir. Bu tara ma l a n bi r relsefecl

de

az bir çabayla yapabilir. Ama

e !ok l yazıyı bil m ek ge re ki r . Çünkü bunlann heps i ni n bugti.n ­

k O dile. hu gü n k O yazıya ç evri l d i ğ i n i sanmıyorum. Bir de Uygur m et i nl e ri , Uygur Türtu;nin­ dt!kl metinler akla gelehi lır; çimkü U y gu r Türkçesindeki bil"ÇOk meli n , Budist mctlnlıertn çe­

v l rtlcrt d l r ve dolayısıyla d i n se l dünya görtlşü içinde yer alan vt' fel sefeye yarayabilecek bir­

çok kavram bulunabilir bu n la rda "; Yaıko Febe(e Yazıları,

/. Kitap, s.28-29; aynca

bk. Ka�­

nardağ, age, s . 5 2 , 56. 30 Baban7.ide'nln kavra m lar konusunda llllz vt' ısrarlı ol duğu nda ıOphe yok. Fakat bu tamn ı taı­ lebelerinln ya p u k la n gibi 'batn a zlı k ' olarak adlandırmak ıartıımaya açıkur. Bu konuda bir fi­ kir vermesi i ç i n llmünne(s tercü me s i n i n önsöıünden bir paraana r aktarmalı. ısu�·onım: ·Hata­ dan seli.met davasında b ul u n ma k hiçbir zamanda halınmdan geçmez. Ancak meslil-ı ılml"YC­ de hakemlik nam ve � h rel l n dqll yine ilmin hakkıdır. Binaenaleyh lerdime hatalanma m�l­ lali olacak zevAt-ı k i ram ı n delill-1 i l m iye sen:Uyle edeceklcrt lhtar.\la şimdiden ·ilim namına­ t eşekk Or etmek1c beraber kitabın bundan sonraki tab1annı tashihit-ı muhtkkalan dairainde tadil etmek tasavwrundayım. N i t e k i m Darülfonun'dakt milzakerelertmln mahsulü olan mat­

bu formalardaki bazı mustalahJ.tı [ıstılahlan) peyderpey ve hatalarıma kesb-t iulla ettikce tas­ hih etliğim gibi bu kitapta da e vvelki mustalahlumdan bazl lanna yine kendim mutmz bulu­ nuyorum. Maksat zat ve şahsa detll lime hizmettir. Ve hubb-t nebi ehl-1 naz.ar u basimin gö­

zünden kaçmayacak hatalarda ısn.r derecesine kadar 31 Kaynarda8;. agt, s.2 1 . 3 2 RaUp H oca için bk. Berk.es, Unutulan Yılla r, s.29-lO. 33 U•mıulan Yıllar, s.58. 34 Bk. yulıanda dlpnoı 3 . 35 Bu k o n u da yeni v e özet b i r çallfln8

20, Haz ira n 1999, s.30-33.

lteri g6türmek IOfünçrür• (s. 7-8).

için b k . Alı Utku, ·tik Felsefe sözlüklerimiz" , Virgül, saye

36 Fels�(e Terimleri &Jzli�lü ( 1 979) de hazırlamış olan Bedia Akarsu'nun jerlendlrdiğlnl görmek iç i n bk. "Felsefe dili

72; Kaynardag. age. •.203 vd.

olarak Türkçe",

bu birikimi nasıl cle­

MacU Gillcberk. Annafaıu , 5.49-

37 "Maclt Gökberk1e söyleşi". Uaciı Gölcberk. Antıafanı. s.4. Aynca bk. Kaynardac, •· s.21 -22: "Felsefe öğrenimi görerek �tlpniı hocalann bizim kuşakla bafladıt1nı söylo,oıum•.

38 Bu anlayışm hilA devam etmekte oJduiunu görmek için "Cumhuriyd Türkiyesi'nde felsefe• alıbaşlığıyla çolıan F•hefelogos cı..ııts ıntn 5. sayıs111da ( 1 998/4) yer alan Nejaı Bozkun. Omer Nac i Soykan

ve

Betül Çoluk.sökenin

yazdanna balalablltr. Benim g6Rbtlditlm bdanyla bu

temaytUtı, relsefecller arasında ilk defa ciddi bir tenkit sflzFdnden geçiren melin Zeynep Dl­ rek 'l n çalışmasıdır: "TUrkiye'de felsefenin kuru luşu • , Sosyal Bilimim Ynritkn Dtqümntk için­ de, lstanbul Metis Yay. 1 998, s.69-80.

iki nci melin ise mıesdeyi Türkiye'de baıı f'elseJesinln al·

gılanması etrafında ele alan, dipnot 1 'de kü nyes i n i vrrdJti m lz Harun Anay'ın mablnidir. 39 ·Macll Gökberk'le söyleşi", Macit Giikberlc Amragam, s.6-7.

40 Elmalılı Hamdi Efendl'nln tcn:üme elllll ve di pno t 5'ıe künyesini verdJllm lz kitap. 41 Ya z/co Fel�(e Yazılan, J. Kitap, s.2 1 . 25. 42 Age, s.22. Benıer tf'adeltt için bk. Macit GiJlcbıırlc .4nnafrutı , s.8, 1 1 - 1 2; Kaynardal, •· s.38--19. 43 Çaldaş Eleştiri, s.1 1 . Yerli ve özgün Türk felsefesi ıanışmalanna ışak tuunasa açısından Nurettin Topçu'dan bir iktibasta bulunmakta fayda mtıbıhaıa ediyoruz: •Acaba bizim fellefe­ mlz nedir? Türk ırkının kablllyetleriyle ortaya konmuş bir milli fcbefemlz olmuş mudur? Bu soruya Baıı tak11tçllll:lnc esir ol'-n lıradeslzlerlmlz, 'Bau'nın felsefesi var ya!. . . Blııılılqb­ lımıza göre onlardan birini benlmscmcllyiz' di ye cevap veriyorlar. insan ru huyla �­ la n korkan bu papağanlar, filhakika her siyasi mevsJ mde bir hapa ft'lsefcni n rekllmına ko­ yulduk.lan halde bunlann hiçblr1 btzlm ol muyor ve münnwrleı1n takdim eUltl . onlann al· kıfladııtı felsefenin bir siyasi mevsimden fazla ömrü o l amı�. Fransı zı n ld gjdlyar, Almanın· ki geliyor. Derken o gidiyor, lnglllzlnkl. nlhayeı Amerikan ı nki geliyor. Ve mdleı, asıl u.bab bu nl a n n , bu yabancı elbiseler1n hiçbirini benimsemiyor, kendine maletmlyor. O, ke ndi n.ıhuna kendinden qı yap ma k ihtiyacıyla hAll k.ıvranmakıadır": YannA:I Tarkl.w, 4. bs. lstan· bul Dergth Yay. 1 997 , s.51·54 (lellf ıar1hi: 1 96 1 ). Coclto,

sayı: 1 9. 1 999



1 6 . Yüzyılda Avrupa'da Türkler İle İlgili Yayınlar NEJAT GÖYÜNÇ

1 5 . v e 1 6 . yüzyıllar Avrupa'da büvük coğrafya keşi neri n i n , dinde ve bilim ala­ n ı nda yen i l i kleri n gözlemlendiği zaman süreçleri d i r. Bir �:andan dünyanın bilin­ meyen yörelerine gidil m iş , yeni medeni­ yetlerle k arş ı l a ş ı l m ı ş . h a t t a y a ğ m a \'e ıahrip edilmiştir. Diğer taraftan Alman­ ya'da Mainz şehrinde b i r araşt ı rıcı Jo­ h a n n G u ten berg

( 1 400- 1 468)

hareket l i

harRer sistemini bularak basm hayatın­ da bir devrim yaratm ıştır. Bu buluş Av­ rupa'nın birçok şehrinde okurlara lspan­ yollarm ve Portekizlilerin deniz sevahat­ lerine ait haberlerin yanında, hümanisı­ lerin ve yenilikçilerin ( reforrnculan n ) fi­ kirleri ni n de kolaylık.fa yansımasını sağ­ lamıştır. Her iki yüzyıl Avrupa siyaset sahnesine güneydoğudan yeni bir büyük devlet i n, kendisini tehdit eden bir gücün ortaya çıktığı devirlerdir. A\.n.ıpa'ya geçtikten bir yüzyıl sonra lstanbul'u fetheden Türkler, daha kısa bir süre içerisinde Viyana önlerine kadar gelmişlerdir. işte bu büyük olaylar Avru­ pa'da Türklere karşı ilgiyi artt ı rmıştır. Bu nedenlerle 1 6. yüzyılda Avrupa'da pek çok yayın yapılmıştır. BunJann bir k.Jsmı Türkler, onların devlet düzen i,

Coglto. sayı: 1 9, 1 999


314

Nt!;aı Göyii11ç

�·öneı i nı bi�· i nı i . h ü k ü mdarl a r ı . kökenleri, bir k ı s m ı d a bazı iç ol a�· l a r Vl"ya onların konı � u h ı rı Safı:d Dcdct i ile m ü nasebetlertyle i l g i l i d i r. R o m a n y a l ı T a ı· i h � i C a r i G ö l l n e r ,

TVRCI CA Dıc curorımctıcn Turkcndrurke dcı xvı . hhrhundcrt.s . .... M OI

CA R. L

MOL

GôLLNER

u z u n araş urmaları s o n u c u , a � a ğ ı d a k i esertnde bu yayı nl an n b i r b i b l iyografya­ s ı n ı y a p m ı ş ve b i r değerl e n d i rm e s i n i

okura sunmuştur: Turcica - Die europö.isclten Türken­ drucke des

16. Jalırhuııdens

( 1 6. yüzyılda

Avrupa'da Türkler ile i l g i l i yay ı n lar) 1 . ( 1 50 1 - 1 550), -Bucureşti-Berl i n 1 96 1 . 1 1 . ( 1 5 5 1 - 1 60 0 ) , Bucureşti-Baden-Baden 1 968, III. Turcica- Die Türkenfrage in der ö/fe n tlichen Mei n u ng Eu ropas

i nı 1 6.

Jahrhundert ( 1 6. yüzyılda Avrupa kamu düşüncesinde Türk soru n u ) , Bucuresti­ Baden-Baden 1 978.

Göllner, bize bu yüzyılda Türkler hakkında haber kaynakları n ı da verir. Bunlardan birkaçına değineli m .

1 . Türklere esir düşen, bir süre onlar arasında yaşayan, sonra kaçıp ülkesine dönerek hatıralannı yazanlara örnekler: Johannes Schiltberger. 1 396'da Nlğbolu muharebesinde esir düşmüş, An­ kara muharebesinde de bulunmuş. 1 426'da memleketi Münih'e dönmüş, eseri

Nümberg, Frankfurt ve Viyana'da

1 6. yüzyılda s ı k sık basılmıştır (Göll­

ner, lll, s. 1 2 ). Ostrovica1ı Konstantln. 1 455'te Novo Brdo'nun alınması sırasında Türk­ lere esir düşmüş, yeniçeri ocağına kaıılmış, 1 456'da Belgrad muhasarasında, 1 458- 1 460 arasında Fatlh'in seferlerinde bulunmuş, 1 463'te bir muharebede Macarlara esir düşmüş, tekrar Hırtstiyanhğa dönmüştür. Türklerin Tarihi anlammdaki Çek l isanındaki esert 1 565'te basılmışur. "Btr yeniçerinin anıla­

n " adlı Leh dilindeki bir nüshası da 1 975'te Almanca olarak yayımlanmışhr (Göllner, il, s. 1 2 3 - 1 24, lll, s. 1 2 ) . Giovananıonio Menavino. · on i k i yaşında iken babasının b i r ticaret ge­ misinde korsanlar tarafından esir edilmiş, Osmanlı Sarayı'nda "iç oğlan"

Coglto,

sayı:

19, 1999


/6. Yü;_yılda Avmpa 'da Türkler lk ilgili Yayınlar

315

olarak yetiştirimiş, 1 5 1 3'te İtalya'ya kaçmış. Türklerin hayatı , adetleri hak­ kında yazdığı eseri iki defa Floransa'da, bir defa da Venedik'te basılmıştır ( 1 548- 1 5 5 1

).

(Aynntılar için bakınız. Göllner, i l , s.96 , 1 1 3- 1 1 4 , ili, s . 1 2 ) .

2. Elçilikle veya elçiler ile birlikte gidenlere örnekler:

Ogier Ghiselin Busbecq. ı 5 5 6 - 1 562 arasında elç i l i k göreviyle Osmanlı

Devleti'nde bulunan, Amasya'ya kadar giden, Avrupa'ya Tü rkiye'den lale götüren ünlü diplomattır. 1 5 55- l 562 tarihleri ara­ sında yazdığı dön mektup ltinera Constatino­ politanum et Amasianum ( İ s tan bu l ve Amas­ ya'ya Seyahat) adı ile 1 58 1 'de Anvers'te basıldı . Sonradan a y n ı yüzyılda v e daha son ralan pek çok bastkılan, başka dillere çevirileri (aslı La­ tince) yayımland ı . ( Göllner, il, s.393-394 , I l l , s . 1 3 ) , Hüseyin C a h i l Yalç ı n d a Türkçe'ye ka­ zandırdı: Türk Mektuplan ( Remzi Kitapevi, ls­ tanbul- 1 939).

Nicolas de Nicolay. 1 5 5 1 'd e Fransız elçisi Gabriel d'Aramon ile birlikte lstanbul'a geli r; gayesi Türkleri tammak, ü lkeyi ve adetleri n i öğre nebil m e ktir. Les quatre premiers livres des navigations et peregrinations Orientales ( Doğu d e n i z yolculuk ve s eya hatleri n i n dört kitabı)

adlı eseri 1 576 ve l 5 86'da Fransızca olarak yayımlandı, daha sonra

da lıal­

yan ca s ı , Hollanda d ilin deki , Almanca ve İngilizce çevirileri okuyucuya su­ nuldu (Göllner, il, s. 1 9 1 , III, s. 1 4).

Salomon Schweigger. imparatorluk elçisi Joachlm von Sinzendoıf ile bir­ likte vaiz olarak 1 5 78'de lsıanbul'a gelmiş. iki sene kalmış, İstanbul, saray,

adetler, topluluklar hakkı n da pek zengin gözlemlerini, Kudüs'e yaptığı seya· hati, bütün yolculuk esnasında gördüklerini eserine aktarmşıllr. Ein newe Reyssbeschreibung suss Deuıschland nach Consıantinope/ und Jerusalem (Al­ manya'dan lstanbul ve Kudüs'e yeni bir seyahat günlüğü), Nürnberg 1 608

(Bu eser ve yazan için bak. Nejat Göyünç, "Salomon Schweigger ve seyahat­ namesi", Tarih Derg isi . lstanbul, 1 963, XIII . s. 1 1 9- 1 40).

Çoeıto, saym:

1 9, 1 999


316

i

Nı-;aı G6yii11ç

3. Görgü tanıkları. Bazı olaylarda bulunanlar da hatıralarını ve bildiklerini za manın okurla­ nna ve günümüzdekilere aktarmışlardır. Bunlara da birkaç örnek vere l i m :

Guillamne Caoursin. Rodos Adası'nın 2 3 Mayıs - 28 Tem m u z 1 480'dc Fa­ tih tarafından kuşatılmasında bulun muştur. Adadaki Johanniter Taıi kaıı 2 . Başkanıdır. Desc rlptio obsidionis Rlıodii urbis (Rodos şehri ku�atılmasının betimlemesi) adlı eseıi 1 496'da Ulm'da basılmış. 15 l 3'te de Historia

wm

Rho­

dis (Rodos Tari h i ) ismiyle Starssburg'da Almanca çeviıisi yayımlanmıştır. Marino Barle:.. io. Bir kaıolik papazıdır. 1 4 74 'te İşkodra kuşatmasında bu­

lunmuştur. 14 Mayıs - 7 Eylül 1 47 8 arasında da ikincisine tanık olmuştur. De obsidione Scod­ re n s i ( İşkodra Kuşatması ) adlı eserinde, önce Türklerin kökeni ve ilk hükümdarlan hakkı nda bilgi verdikten sonra, iki kuşatmadan bahset­ mektedir. 1 504'te Venedik'te basılmış, Latince metin İ talyanca ve Fransızcaya da çevri l m i ş , Chalcocondylas ve Leoclavius da kendisinden faydalanmışlardır. Başka eserleri d e vard ı r (Göllner, I. s.30-3 1 ) .

Thomas Guichard. Bu şahıs da Johanni ter Tarikatı mensubudur. Kanuni Süleyman'ın Ro­ dos seferinde ( 2 8 Temmuz - 20 Aral ı k 1 5 2 2 ) adada bulunmuş, kuşatmaya ve olaylara tanık olmuştur. Yazdıklan 1 523'te ve 1 524'te üç defa basılmıştır.

Yaymlann Yıllara Göre Dağılımı, Baaıldıp Şehirler Genel olarak önemli olaylan takıp eden günlerde ve senelerde yayınlar artar. Göllner, bizi bu konuda da aydınlatmaktadır. Bu dağılıma kısaca göz atalım: 1 522-23 arası 80 yayın, Rodos'un Osmanlı yönetimine geçmesi, 1 526-32 arası 259 yayın, Mohaç muharebesi, 1 . Viyana kuşatması, 1 532 Alman seferi, 1 540-42 arası 1 34 yayın, Ka11uni'nln Budin seferi, 1 543-50 arası 1 1 3 yayın. hudutlarda mücadeleler, denizlerde korsanlık, 1 565-66 arası 1 48 yayın. Malta kuşatması, Sig�tvar seferi.

Coglto,

.ayı: 19, 1 999


1 6. Yiizyıldu t\vrnpa 'da Türkler ile Jlı:ili Yaymlor

1 5 70-72 arası 360 yayı n, l ncbahtı deniz savaşı ve sonrası olaylann mü­ nasebeti ile. Aynı yüzyılda Avrupa'nın 1 34 şehrinde basımevi vardır ve Türkler ile il­ gili yayınlar (Turcica) buralarda basılmaktadır. Bunlardan da bir derleme yapal ı m , en çok yayı nevi sahibi şehirler ile yayın sayısını gösıerelim: Augsburg'da 29 ye.(yayınevi ), 1 34 y.(yayın ) , Basel'de 13 ye., 4 5 v., Bolog­ na'da 14 ye . . Frankfun a . M .'da 2 3 ye., 94 y. . Köln'de 1 4 ye . . 28 \'., Le ipzig'de

16 ye. , 33 y . . Londra'da 2 2 ye . . 31 y . . Leuven ( Be lçika) ' de 6 ye . . 9 y .. L�·on'da 24 ye . . 87 y . . Nümberg'de 35 ye . . 1 42 y . . Paris'ıe 68 ye .. 1 3 5 �" · Pra g'd a 20 ye . . 85 y .. Roma'da 26 ye., 1 58 y .. Strasbourg'da 20 ye . . 34 y . , Venedik'te 57 ye. , 1 4 2 y .. Viyana'da 1 5 ye . . 60 yayın vardır . Bu yayınlann 1 000 kadan Almanca, 455'i Lat i nce, diğerleri de Fransızca, İngilizce, İtal­ yanca, lspanyolca ve başka Avrupa dillerinde­ dir. Aralannda 1 yapraklık olanlan da vardır. Hans Lewe n klau'un Annales Sultanorum Oth­ manidarum (Osmanlı Sultanlannın Yıllığı) adlı

eseri gibi 260, Jacques de Lavardin'in 11ıe His­ torie of George Castriot, sumamed Scanderberg, King of Albanie (Arnavut Kralı lskender Beğ

takma adlı Joıj Kastrioı'un Tarihi) isimli kitabı gibi 498 sahifelik olanlan da bulunmaktadır. Yayınlann baskı sayısı o tarihlerde bini geçmez. Göllner iki ciltlik bibl iyografya kitabında 2463 isim vermektedir, bunla­ rın birçoğu aynı eserlerin muhtelif baskılarına veya çevirilerine aitttr. Bu­ nunla beraber, 1 6. yüzyılda Avrupa'da Türkler ile ilgili yayınlar o tarihlerde henüz yeni keşif olunmuş Amerika ile tlgili olanlarını ikiye katlamıştır (Göll­ ner, ili, s. 1 8-20). Yayınlar arasında Türklerin Tarihi, kökenleri, gelenekleri konularında olanları da varclır, bunlar kısmen görgü tamklannın eserlerine dayanan der­ lemelerdir. lskender Beğ ile ilgili kitap g i bi doğrudan Türkleri ilgilendirme­ yen, fakat onlar ile mücadele veren kişiler hakkı ndakiler de bulunmaktadır. Bunlara birkaç örnek verelim: Paolo Gtovto'nun Commentarlo de le cose deTurchi (Türk.Jelin Her ŞeyiCogito, sayı: J 9,

1 999

317


31B

Ne;aı Göyiinç

nin İzahı) adlı eseri kısa bir Osmanlı Tari hi'dir; Osmanlıları n kökeninden bahseder, Kanuni Süleyman'a kadaı· Osmanlı hükü mdarları nın listesini ve onlann saltanat i arthlerini verir. Türk ordusunun disiplininden övgü ile söz eder. 1 53 1 - 1 544 arasında dördü Roma'da, ikisi Venedik'te olmak üzere do­ kuz defa basılmışt ır. Almanca çevirisi de Urspnmg des Turkisclıen Reischs his auff den itz.igeıı So(vman (Şimdiki Süleyman'a Kadar Türk Devlet i'nin

Köken i) adı ile 1 537'de Wiıtenberg'de, 1 538'de Augsburg'da yayımlanmıştır. Fransızca çeviıisi

ve

başka baskılan da vardır (Göllner, 111. s.429).

l

lt t�rtrırrruıı ır Drr ,l!>tnıı

-����!'![�����

�=�== ,..:: :=, J1!."

Johannes Adelphus'un Die türkisclıe Chronica (Türk Kroniği) adlı eseri başlangıcından

it iba re n Osmanlı Ta r i hçes i d i r , 1 5 1 3 'te Stras-

burg 'd a basılmış, üç sene sonra d a yeni d en ya yımlanmıştır. Bir derlemedir. Kaynakları 1 5 . yüzyll sonlarında yayım l anan bazı eserlerdi r (Göllner, 1 , s.49). Ferrando Gonzaga'nın Copia dl una Lettera (Bir Mektup Kopyası) adlı yayı nı 20-28 Tem­ muz l 5 3 5 'te Tunusun imparator tarafından zaptına ait olaylan ihtiva etmektedir. Hemen olay tarihlerinden sonraki haftalarda pek çok defa basılmıştır. Almancası ve Fransızcası da yayımlanmıştır (Göllner, 1 , s.253-276).

1 6 . yüzyılda Avn.ıpa'da Osmanlı-Safevi ilişkilerine de uzak kalınmaz. En­

rico Pena De Ges tis Sophi contra Turcas (Şah lsmail'in Türklere Karşı Desta­ nı) adlı eseıinde Hıristiyan dünyası ile Safevilerin Türklere karşı müştere­ ken hareket etmelerini önerir. Zaten bu düşünce daha sonraki yüzyıllarda da uygulamaya konulmaya çalışılmıştır. 6 yapraklık eser ( mektup) Çaldıran savaşı öncesinde yazılmış, 1 5 1 4'te ve l 5 1 5'te iki defa basılmıştır. Theobald Baltner'in Der Krleg ıwlschenn dem grossmechıtgen propheten Sopht, Türcken und dem Soldan (Kudretli Peygamber Şah lsmail, Türkler ve Sultan Arasında Harp) adlı ufak kitabı da 1 5 1 7'de basılmıştır. 1. Selim'in Su­ riye ve Mısır seferlerinden bahsedilmektedir. O tarihlerde Şah lsmail'in adı Sophi diye geçmektedir. Nlcolas Moffan'ln Eln Grausame ıhat, des yenigen Türktschen Kaisers Soltant Seuletmanl (Şimdiki Türk imparatoru Sultan Süleyman'ın Merha­ metsiz Bir Davranışı) adlı 1 555'te yayımlanan ufak kitabında da Şehzade Cogtıo, sayı: 19, 1 999


16. Yüzyılda Avrupa 'da Türkler ile ilgili Ya)·ndar

\ 319

Mustafa'nın Ekim 1 5 5 3 başlarında Konya Ereğlisl'nde padişahın çadırında

(oıag-ı humayun ) boğduruluşunu anlatmaktadır. 1 6 . yüzyılda Avrupa'da Türklerle llgill yayınlann büyük bir çoğunluğu onlara karşı bir haçlı seferi düzenlenmesi çağrısı niteliğindedir. Bununla be­ raber, Ulrich Hutten'in Latince iki ufak eserinde "Papa'nın görevi sulbü te­ min etmektir, onun harple ne işi var? Bu veslle ile Roma Kilisesi Alman­ ya'dan para sağlamaktadır", şeklindeki fikirleri ile Katolik Kilisesi'ni şiddet­ le tenkit ettiği belirtilmektedir (Göllner, il, s.70). Sonuç: 1 6 . yüzyılda Avrupa'da Türklerin lehinde veya aleyhinde pek çok yayın yapıldığı anlaşılmaktadır. Pek çok Avrupa şehrinde basım ve yayınev­ lerinln bulunuşu ibret vericidir. Buna karşın lstanbul'da ilk Yahudi matba­ ası 1 493 veya 1 494'te, Ermenilerinki 1 567'de, Rumlara alt olanı 1 627'de açıl­ mış; lakin Türkler 1 727'ye kadar bundan mahrum kalmışlardır. 5 Temmuz 1 727'de basımevi için izin çıkmış, ilk kitap 1 729'da basılmış, fakat bu kurum 1 742 'de kapatılmış, 1 784'te tekrar açılabilmiştir. Bu olay muhtemelen iki dünya arasındaki fikri alandaki gelişmelerin veya geri kalmışlığın başlıca nedenidir. Cari Göllner'in bu kitabı -yukandaki tanıtımının da gösterebileceği gibi­ son derece büyük emek ve sabır ürünü, pek zengin içeıiklldlr.

eoaııo,

sayı: 1 9, 1999



B i r Anatomi Ders i : Ev Cog ito ı

Say ı : 1 8

"Biz iyi Orta Sınıf Liberal in­ Yeni PerspektiOer I Plerre Bo­ urdieu: Toplumsal Uzam ve Sembolik iktidar Nerm i Uygur: Kırktan ön­ ce, Kırktan Sonra M ichel Foucaul : Toplıımıı Korumak Gerekir Dosya / Bir Anatomi Dersi: Ev I Klasik I Ksenophon: Kadına Diişen işler "' Eı·de Diizeıı Dilin Kiracısı: Düşünce I )acques Derrida: Bir ônsöz için 52 Afo­

Söyleşi I özel

I Terry Eagleton ile Söyleşi:

sanlar Olarak Kanla rımızı Dö vm iiyo ruz "

rlzma

Deneme

Nermi Uygur: Evli •

Ömer Naci Soykan: Ev Üstiine Felsefece Bir

Ettore Sottsass: Boş Evler Kime Ait?

n U ş'te 'Kapı ' Sorunı•

au-Ponty: Beden

-

Cephe, Serbest Ev . . . •

Önay Sözer:

Cem Akaş: Zaman Sıılarında Argos

Charles Fouıier: Falanster Mimarisi Ev ' Ara nıyor!

Georg Simmel ve Martin Heidegger

'Yuvaya-Dtf­

Mawice Merle­

Cç Oda Bir Salon I

Ihsan Bilgin: Serbest Pla n, Serbest

Albrecht Dürer: ltalya'da Bir Eı·

Ela Kaçel: 'ideal

Georges Perec-Selahattin Özpalabıyıklar: Bir Yap(ılm- 1

Boz(ımı) Denemesi • Nevzat Sayın: Siedlung Pilotengasse • Cengiz Bektaş: Kendi Yul'asmı Yapmak ... Evin Evrimi I Ayda Arel: 'Tiirk Evi ' Dedikleri. . . •

U ğ u r Kökden: Ota/fdan Oda '.va

Emre Y a l ç ı n : Dı<lger v e Çerçi

Güzer: 68'den 98'e Konıııun ve Mimarın Kısa

Serol Teber: Homo Saplens'ln Kendine Mekdn Arayışı Serüveni. . . Lloyd Wright:

"Bit..

48 Birleşik Devlet Çılgınca Kentleşmekte.\'iZ "

Tu n ç : 'Ev'cimen Şa irin 'Ev'cil Şiiri

Gürsel :

Bit

Erken Seçimi Neden Yaptık!

Kitap I Çiğdem

• •

I

Frank Ayfer

H u n dertwasser: Sak i n lere Çagrı

Ömer Madra: Evli Eyine, Kö.vlil KtiyUne. . KötUniln Zaferi

C . Abdi

Öykiisii Kapıdan Bacaya

Gündem I Tartıf1118 I Seyfettin Tıpkıbasım I Erich Auerbach:

Dürüşken: Antik Diinyanm Yedi Harikası

CogUo, sayı: 19, 1 999


Yazarlar Hakkı nda SOYADI SIRASIYLA

Ahmet

Turan Alkan: 1 954 Sivas doğumlu. Ankara SBF'yi 1 978'de bitirdi.

Sosyoloji yüksek lisansı ve tarih doktorası yaptı. Halen Sivas Cumhuriyet Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi bölümünde yardımcı doçent olarak görev yapıyor. Yayımlanmış sekiz kitabı var: bazılan: "il. Meşrutiyet Devrinde Or­

du ve Siydset", "Doğu ve Batı Karşısında Cemil Meriç", "Ateşler Tecrübeleri", "Yatağına Kırgııı Inııaklar", "üç Noktanın Söylediği".

Maurice M. Cerasi:

1 932 yılında İstanbul'da doğdu. Milano ve Cenova mi­

marlık fakültelerinde m i mari proje dersleri verdi. Kentin oluşumunda mi­ mari tasarım yöntemleri üzerine yoğunlaşan çalışmalarıyla di kkati çekti. Bunlar arasında Giovanni Miclıelucci ( 1 968) ve Lo spazio collet1ivo de/la cittiı ( 1 976, Kentte Ortak Mekan) büyük önem taşır. M imarlık tarihi, şehircilik ve felsefe merkezli bakış açısını Osmanh kentine yönelten Cerasi'nin son çalış­ ması on yıllık bir araştınnanm ürünü olan La cittO. del Levante'dir.

Sencer Dlvltçioğlu:

1 950 yılında i.ü. İktisat Fakültesi'ni bitirdi. Paris Üni­

versitesi iktisadi Bilimler Fakültesi'nde doktorasını yaptı . Ardından l . ü . İkti­ sat Fakültesi ve B.Ü. İktisat Bölümü'nde profesör olarak görev aldıktan son­ ra emekli oldu. 1 989'da (Fransa) Provence Üniversitesi'nden 18. Yü zyı / 'da lstanbul'da Fransız Ticareti başlıklı tezi ile doktor unvanı aldı. l 989'dan bu

Edhem Eldem:

yana Boğaziçi Ünlversitesi'nde Tarth Bölümü'nde öğretim üyesidir. Yayınla­ rı arasmda

135 Yıllık Bir Haz.ine Osmanlı Bankası Arşivinde Tarihten lı.ler İs­ (1863- 1914), İstanbul, 1 997

tanbul, 1 997 ve Osmanlı Bankası Banknot/an bulunmaktadır. Cogito, sayı: 19, 1999


Yazarlar Halckıncfu

Jamal J. Elias: Massachuseıts Amhersı College'de i l a h i ya t Doçentidir. Thrcr ııe

Carrier o(God ( 1 99 5 ) . Deaılı &(ore Dying ( 1 998) •·e Is/anı ( 1 999) başlıkla­

rını taşıyan üç eseri bulunmaktadır. Comell H. Fleiıcher: C h i ca go Ü niversitesfnde İslam ve Osmanlı tarihi pro­

fesörü ve O rtadoğu Araştırmalan Merkezi yönetmenidir. /ntenıarional Jour­ nal o( Middle Eastern St udies " i n yazı kurulu üyesi, Tarih Vakfı üyesi. Türk

Tari h Kurumu'nun muhabir üyesi, Türk Araştırma Derneği'nin dönem baş­ kanıdır. Canıbridge Htsıory o( Tı<rkey'nin (4 cilt) editörlerinden biridir. 1 6.

yüzyıl Osmanlı ve Safevi tarihi üzerine çeşitli makaleleri ya�•mlanmışıır. Bi­ tirmek üzere olduğu iki kitap, Master o( the Age: Süleyman ıhe Lawgiver and the Remaking of Ottoman Soverelgnry ve A Medlterranean Apocalypse: /mperi­ altsm, Mtllenialisnı, and Proplıecy,

1453- 1566, yakında

ABD'de basılacaktır.

Şu anda erken dönem İslam toplumlannda okuryazarlık, büyüler ve kehanet üzerine çalışmaktadır.

Mustafa Ali, (Gelibolulu): Türk şairi ve tarihçisi (Gelibolu 1 54 1 -Cidde 1 599). Babası Hoca Ahmed Efendi'dir. Çağı nın en ünlü ve gözde bilginlerin­ den d e rs gördü. Divan katibi olarak Mısır, Şam, Bosna: deftardar olarak Ha­ lep, Erzuru m, Bağdat ve Sıvas illerinde görev aldı. Müderrisllk yapt ı . Kayseri

ve Cidde mu ıasamflıklannda bulundu. Ali Bey,

1 6. yü zyı l ' ın başanlı şairle­

rinden sayılır. Gazellerinde Zili ve Baki'yi andıran incellk ve ustalık görülür.

Alı Bey'e ün kazandıran başlıca esereri arasında dön ciltlik Ktinh- ül Ahbar (Haberlerin Kaynağı) ve Mendkıb- ı Hiiııerveran (Hüneri! Kimselerin Menkı ­ beleri) adını taşıyanlar önemlidir. Kii nhü 'l-Ahbar'ın birinci cildi Adem'den başlayarak bütün peygamberler tarihini, ikinci cildi lslamı, üçUncü cildi ha­ lifeler, dördüncü cildi Mehmed 111 çağına kadar gelen Osmanlı tarthlni konu edinir. Küçük fakat önemli bir eser olan Mendkıb-ı Hünerveran'da hattat, mücellit, nakkaş, müzehhip ve ressamlann hayatından bahseder.

Mehmet Genç: Anvın (Arhavt)'de J 934'te doğdu. Siyasal Bilgiler Fakültesi'· nl 1 958'de bitirdi. l 960'dan beri Osmanlı tarihinin iktisadi manzaralan üze­ rine araştırma yapmaktadır. Osmanlı sanayi ve finansal hayan uzmanlık alanıdır. Bu alanda yayımlanmış 30'a yakın etüdü vardır. M.Ü. Fen-Edebiyat Fakültest'nden yeni emekli olmuştur. Halen l.ü. Edebiyat Fakülıesl'nin

Sos­

yoloji Bölümü'nde yüksek lisans ve doktora sınıfı öğrencilerine "Tarih "" Sosyal Btltmler" dersi vermektedir.

Nejat Göyflnç: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü me­ zunu ( 1 948). Göttlngen'de doktora yapt ı ( 1 962). lsıanbul, Hacettepe, Boğa-

coııııo,

sayı: 1 9 . 1 999

32 3


324

}Q:.adtır llakkuula

.ziçi. İnönü, Selçuk üniversitelerinde çal ıştı. o�maıılı Araşrını ıaları ( l 980'den beri) dergisinin kurucu ve yayıncısı. 16. Yüzyılda Mardin Saı1cağt ( 1 969), Os­

manlı idaresinde Enueniler ( 1 983), Atatürk ı'e Milli Miicadele ( 1 984). Malat­ ya 'dau Görüş ( 1 985), Land au der Grenz.e. Osmanische Vern•a/ıı1 11g im lıeu.ti­ gen türkisc/ı-syrisch-irakischen Grenzgebiet im 16. Jahrhwıdert ( 1 977 , Wolf­ Dieter Hütterroth ile Birlikte) adlı eserlerin yazarı d ı r. Türk Tarih Kuru­ mu'nun asl i , Deutsche Morgenlandische Gesellschaft'ın onursal üyesidir.

Jane Hathaway:

1 992'de Princeton Üniversitesi 'nden doktor u nvam aldı.

Halen Ohio State Üniversitesi'nde İslam ve Dünya Tarihi bölümünde doçent olarak görev yapıyor. 1 997'de Cambridge University Press'ten The Politics of

Househo/ds in Ottoman Egypt adlı kitabı yayımlandı.

Halil inalcık:

l 9 1 8'de İstanbul'da doğdu. Balıkesir Muallim Mektebi'ni, An­

kara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü'nü bitirdi

( ı 940). Londra Ü n i ve rsites i ' nde Paul Wittek'le çalıştı ( 1 949). Konuk profesör olarak ABD'de Columbia Üniversitesi'nde ders verdi. 1 970- 1 974 arası Ulusla­

rarası Güneydoğu Avrupa Araştırmaları Merkezi (AİSEE) başkanlığı ve 1 97 1 'de İngiltere Kraliyet Tarih Derneği muhabir üyeliği yaptı. Amerika Bir­ leşik Devletleri'nde Chicago Üniversitesi

Osmanlı Talihi Kürsüsü'nün başka­

nı olarak görev yaptı . Uluslararası düzeyde birçok bilim ve yayın kuruluşu­ nun üyel iği ne ya da onur üyeliğine getirilen Halil İnalcık'a, 1 99 1 yılında, Dı­ şişleri Bakanlığı'nın üstün h izmet ödülü verildi. Eserlerinden bazılan;

Tan­

zimat ve Bulgar Meselesi ( 1 943), Fatih Devri Üzerine Tetkikler ve Vesikalar I ( 1 954), Hicri 835 Tarihli Suret-i Defier-i Sancak-ı Arvanid ( 1 954), Kanunna­ me-i Sultani Bennuceb-i Ôıf-i Osmani (R. Anhegger ile, 1 956).

Cemal Kafadar: l 954'te İstanbul'da doğdu. Robert Lisesi'ni bitirdikten son­

ra

ABD'de Hamilton College'de Felsefe ve İktisat okudu. Montreal Mc Gill

Üniversitesi İslami Araşurmalar Enstitüsü'nde Osmanlı tarihi doktorası yap­ tı. l 985'te Princeton, Makalelerinin çevirisi

l 990'da Harvard Ünlversitesl'nde öğretim üyesi oldu. KJm Var imiş Biz Burada Yogilcen: Tarih Yazılan adıy­

la Yapı Kredi Yayınlan'ndan çıkacak.

lımail Kara: 1 955 Güneyce/Rize doğumlu. İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü ( 1 977), l.ü. Edebi yat Fakültesi Tarih Bölümü ( 1 986) mezunu. Siyaset billml dok to ru ( 1 993). Halen M.Ü. ilahiyat Fakültesi öğretim görevlisi. Eserleri;

Türktye'de lsldmcılık Düşüncesi Mettnler/Kiştler (!. C. 1 986, il. C. 1 987, ili. C. 1 994), lsldmcı/ann Siyasi G/Jrüşleri ( 1 994), Şeyhefendinln Rüyasındaki Türki­ ye ( 1 998), Amel Defteri ( 1 998), Biraz Yakın Tarih Biraz Uzak Hurafe ( 1 998). Coglto,

sayı:

1 9 , 1999


Yazarlar Hakkında

\ 325

Yayına hazırlama; Hüseyin Kazım Kadri, Ziya Gökalp'in Tenkidi ( 1 989), aynı yazar, Meşrullyetten Cu mhuriyete Hatıralanm ( 1 99 1 ), Mızraklı /lnı ilul l ( 1 989).

Ahmet Ku)'llf:

1 95 2'de lstanbul'da doğdu. Fransa'da ve Kanada'da tarih

öğ·

reni m i gördü. ABD'de öğretim üyeliği yaptı. 1 996'dan beri Galatasaray Üni· versitesi'nde Kamu Yönetimi Bölümü'nde öğretim üyesi, Boğaziçi Üniversi­ tesi Atatürk ilkeleri ve inkılap Tarihi Enstitüsü'nde de misafir öğretim üyesi olarak çalışmaktadır.

Christoph K. Neumann:

Dr.phil., İstanbul Teknik Üniversitesi İnsan ve

Toplum Bilimleri Bölümü'nde misafir profesör.

Nuray Mert: l 960'ta

lstanbul'da

doğdu. l 983'te

Boğaziçi Üniversitesi idari

Bilimler Fakültesi Siyaset B ili m i Lisansı ve Boğaziçi Üniversitesi Temel Bi· !imler Fakültesi Tarih Lisansı, 1985'te Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Master'ı, 1 992'de Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Btlimler Ens· tltüsü Siyaset Bilimi'nde doktora yaptı. Eserleri; Laiklik Tartışmasına Kav­ ramsal Bir Bakış, Bağlam Y. 1 994; lslanı ve Demokrasi, Bir Kurt Masalı, i z

Y . 1 998.

Mete Tunçay:

1 936'da lstanbul'da doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgi·

ler Fakültesi'nl (AÜSBF) bitirdikten ( 1 958) sonra aynı fakülteye siyasal te· oriler asistanı olarak girdi. 1 96 1 -63 arasında London School of Economics and Politlcal Sclence'ta bulundu. 1 97 1 -72 yıllarında Devrimci işçi Sendika­ ları Konfederasyonu'nda (DiSK) araştırma uzmanı olarak çalıştı. 1 974-75'te kısa bir süre Kültür Bakanlığı Tanıtma ve Yayımlar Dairesi Başkanlığı'nda, 1 975· 77 arasında ise Milli Kütüphane müşavirliğinde görev yapu. Halen Bil· gl Ü niversitesi öğretim görevlisi. Eserlerinden bazdan; Türkiye Cumhuriye· U'rıde Tek Parti Yönetiminin Kurulması ( 1 923- 1 93 1 ) ( 1 98 1 . 1989), Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler ( 1 982) ve Bilineceği Bilmek ( 1 983 ).

hber Ortayh: 1 947'de Avusturya'da doğdu. Ankara Atatürk Lisesi-Siyasal Bilgiler Fakültesi idari Şube ve Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Yenlçağ Ta· rihi bölümünü bitirdi. Chlcago Üniversltesı'nde Tarih bölümünde M.A dere­ cesi ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde "Tanzimat Döne­ minde Mahalli idareler" konulu tezlerle doktora derecesi aldı ( 1974). l 979'da doçent oldu. l 983'te üniversiteden istifa etti. Paris, Berlin ve Vlyana'da mlsa· fır profesörlük yaptı. l 989'dan beri Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fa­ kllltesi'nde idare Tarihi profesörü olarak görev yapıyor. Yerli ve yabancı der­ gilerde Şehirler ve idare Tart hl üzeı1ne makaleleı1 var. lsıanbuliları Sayfalar

ve lmparaıorluturı en

Uzun Yüzyılı gibi kltaplanyla tanınıyor.

eo,ııa,

sayı: 1 9, 1999


326

!

}'a::,arlıu- Hakkımla

Şevket Pamuk:

Boğaziçi Üniversitesi Atalüı·k Ensti tüsü ve Ekonomi Bölü­

mü öğretim üyesi. Bu _vıl ya_vı mlanan Osmanlı lmpamıor/11�wula Para'ıun Tarilıi'nin yan ı sıra Osmaulr Ekonomisinde BaRımltlık

1 't'

Biiyiime (2. Baskı,

İktisadi Tarihi (4. Ba s k ı , 1 99 7 ) ve A llistory o { ıhe Middle Eası Economies i11 ıhe Twentietlı Cen ıwy ( 1 99 8 , Roger Owen ile bir­ 1 994), Osma1 1lı- Tt'irkiye

likte) gibi kitaplan var. Pamuk son yıllarda Os ma nl ı İmpa ratorl uğu ' nda fi­ yatlar, ücretler ve servetler üzerine çalışıyor.

Mustafa Efendi, Selaniki:

Türk tarihçi si (Selanik ?-İstanbul 1 600). Hare­

meyn mukataacılığı ve Nişancı Mehmed Paşa'nın divitdarlığını yaptı. Mus­

tafa Efendi, devrinin olaylannı bütün aynntılan:vla yazılmıştır.

Tarilı-i Selti­

n iki adlı eseri, 1 563- 1 600 yılları arasındaki olaylan içine alır. Eserinde saray

törenleri, tayinler, aziller, mali sıkıntılar, kapıkulu askerlerinin isyanlan an­ latılır.

Hilmi Yavuz: l 936'da

İstanbul'da doğdu. Bir süre İstanbul Hukuk Fakülte­

si'nde okudu. Vatan gazetesinde çalıştı; lngiltere'de BBC Radyosu'nda görev yaptı ( 1 944/69), aynı yıllarda Londra Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nü bitirdi. Eserleri; Bakış Kuşu ( 1 969), Bedreddin Üzerine Şiirler

( 1 97 5 ) , Dogu Şiirleri ( 1 9771 Yeditepe Ş i i r Armağa n ı , 1 97 8 ) , Yaz Şiirleri ( 1 98 1 ), Gizemli Şiirler ( 1 984). Yavuzun ayrıca. şiir çevirileri ( P . Neru­ da'dan), felsefe ve edebiyat alanlarındaki çeşitli konularda önemli makale, inceleme ve eleştirileti de vardır. Felsefe ve Ulusal Kültür ( 1 97 5 ) , Roman

Kavramı ve Türk Romanı ( 1 977), son kitabı: Yazın Üstüne ( 1 987).

Cogtıo, sayı: 19, 1999


l'rldıag U.)lvlc'/ Akıleniıın Kıtabı RolılıtO... I Ycnı Toplum Görıışiı Kaıl R. PllJIPll / Bılımseı Auşıırm;ının MantıOı

COGITO QmAlıılf (tıaı l / Kmamıar Y! !JaOlamıarArasında 20 Yurvııouıunurıeıiyle Sôyıeşıleı

Kır! R. Poppef / � İyıBiı OünyaArayışt

Tl'llXkıt W. Aılomıı /Walter BenıaminÜıeııne

Kail R. Poppet 1 Hayaı Problem Çözmektır Abbe Plıınl-Allılıt .qwd / Muııak

T.-ı AluD t Dı le Ge ıen f eı seıe Aıtil*ılıll / Reıorik

Aıl*Clle /Fızi� ArblDlllll /İkincı ÇOl\imlenEler MarcusAurtllus / OOŞllnceler Aın • ı Robe.1 Oweo - Yaşamı, Eyıetni, OOreıısi GlıDı 81c1*11 /Yok Ftlselesi Gamı llm*d / Su ve 00$1et' - Maı:lclen ın imge""1i üzeri ne Enll a.ı (tıaı.) / Modemınnin Sefli'otfli .ı.ı e.ôflln / T� Ekran

IUert lW.'ll l llk Siıniye s.nh Rlllt / Herakleııos

Oerımıe

M)tmf Beılım / TıJrk�'ıJeÇaOtıaşıasrna

lallah Bell ln / RomanlıklıOın Kôkteri - Güll!ISana!lariilet'ine A W Mellont<cnler.ınsıan, 1965 Tlı' �iona1 Gallely o1 Aı! Wasl'ıingıon.DC

rıı: _ , .,, KsBı MllGlu I Kamu EkoncmıSine Giriş -

OernıMras i deDevıeıınEkOnomikBir Kurwnı

ıc..ı umoıu r Tepedeıl OiDe Borsalar Tmln lbrin / Tar1ı$Jlan Modernlik TOliı !UNll / Hegel

Ozı11ı r..,t ı Bır Kitle lle1işim KurıımtınlJfl Tarihi: TRT 1927-ZOOO J.1:.c.ılıl 'ıı1l / ZnınW ın Sonu ÜSliine 8ayleşiler

Errm Cmlrw I insan üstüne Biı Deneme RA Caftvlııod / Biı �

RS. � / Taihillİlklllri - we liıih lııl selesiOslline � yaııl•

S... Canr I PcWroodernist Kiiltfir

Hlfllıt J. Gn / Popillel'Killtür ve YüksekKOllOr B. Olllm-f. liıaf / felsıete Nedir?

Dlin-O'AIDBl:J Ansik!Opedl ZllllP Dlılk / Başkalıt OerıeJımi: Kıt.ı Avıupaftlselesiüzerine Denemel•

- - - .lalm El41naw

WıllgensleiıfınMaşası - lki�FllOZolArıstndMiOn Oakiblık Tartıpnanın 1ikare5i IJsfmr/EkolotilYeni OOıen Wdm flat / Ders0zaııeri {1910-1993) Mdll ftllı:Ut /Topl11111 SMınnlllı Gereliı .bl llmgıı r G.m / Sewui Ostone . -. ,a.. ı 1ıvtıııkOstone - - ' - "'"""'°"'"o' •GllılıR / Kanl w Herılef'inTarihAnlıyqlafı llaıllll &Dw1n5 /KOllOıOfl ABC'Si

- - , .o..;· �- -oı,,;·,.,...... .,.. ttıılıMMl /'ldeolo�-oı;ntTelınikw BiAm ..._ ._, / EdebiyM Yazıı.. Wlllln tllw / FelseteYazılan E'8ıuııl ıu-1 1 Kesin Bir Bilim Olllilı: Felsefe

Tlllml llgl / T encere Kapak Fıdtc Jılrman / Mlrtsiznıve Biçiın Fımt:.ıı.ı.rı / Oil liapiSMeSi • Y;ıpısalcılıDtn "ot Rus Bicincıli�inin Eleşlırııl Oyıı:osıı Sr;ll -- / BütDncoıTOı\ BuehınbilimineDoQııı W, ,..... / Dasttıytvslıi'ılwı s.tre'ıVaıOkıK'Jluk

--• - llolllo ­ llnuKnı/Ylilnll Y1$11111 lllMll l..mr / S111811 Yapıtı Cllllll ...... / lliıllnlll ODnn:elel C... LM8ıul tYan ootDnce

Ellltnnd llıal / D ın iıe B ıl ım llıtnl Rımıııll / insıınııoın Yarını f'llll' M. Slrıge / Beşı ncı Oisıpl ın

Mldwıl Slrrll / DoQ;ıyla SOııeşme A. Cllal ŞlııgGr / ZumrUıname

A. Celll ŞmlDDı' /ZılmıU! Ayna - Bılimseı OOşOnceürerineOenemeıer

lllllııınl: Tnll' / TUrkiye'de Kongreİk1ıdanarı

ııoın T.O / Osmanlı· Türk Anayasal Gelışmeıerı

n.ı Tcıdrıfıw {ıllrlı)ır!n / Yazın Kuramı

Allln Toı.nlne / Bırlilde Yaşayabılecekmiyitı

Alııln Tııurn I Modeml ıQio Eleştırısi AlalnToınlne / OemokrasiNf(Jır? Fımtc 1111 Toıııund/d Manın Heideijger Anılar veGQnlüklef Aydrı lltı / Küllür Kııası Atlası-Kiilt1.lr, lıeıiıim, Demokrasi Nıırnıl lJıJgu' / Denemeli Denemesiz Nıırnıl lJWuı' ! Tadı DamaOımda Nlrml lJ,vı / Feı seren ın ÇaOn sı Nlrml ltı91 / Kııram-EylemBaoıamı Nlmıl lt/lıll' ! KUltür Kıırarnı Nennl ll',9J / Başka·Sevgisi Nlmıl lP' ! Salkımıar Nllllll Uyıp' / Oilin Giıcii Nimi l.tflJI' I GOrıeşle Nıınn1 l,Jnıı / 8unaltmdan Yaşama Killtiinl Nlrml l.Wl' / ÇaOdai Oımıda Teknik Nllftıl lWl' / Ya;ama feısetai lmınl UWIP' / Edmuııd ttusseırde &a$1ı:as;ınınBen1 Sorunu llllllıl """' J lçi OııtYlaBalınınKüNürCKinyuı Nınnl lJılıııl' /lnsan Açısındln Edetıifal llnıl lJ'l!p' / OipıenGeren Mlnlıl l.Wl' J lçiminSesi Nıınnl U,,.. /TDıkFelsefe:sininBoyullan Nlllnl l.Wf I Eşelder, ikindiler, Yeti$imlef - ÜÇ Kitap

_.,. .... ,.,. ..... llknl Zt,ıl: Olım /T'Ollı lllettOf(I Taihi Mn cn.ıı 1Anadolıı'da � Qamı Tnln Yllllt J Anlalı Yeılemleıi '* v.tı:l9 ! Mozııı1lan Mldonna'ya

SaıtreSanre'ıAnl&lıyor ProlesOfHeıııeoı;ıeı. ı933l!Neler0klu? PeraPeruPoros lnsanHılılın 11 EylOl/Biı Saldınnın Yan �ı ıan BiOJ1l lçin Tahminler SalıToplan11ıan 1998-1999 lnsenınttalleri · Slllı Toplan1ılın 1998-1999

--·

Salı Toplanlılan 1999-2CD>

e.ıoıu·l'ldlBeyoGlu'nu Kooopnlk ­ SalıToplanlıı.ı. 2000-2001 DlnWdıın Mcluhan'a 24 8aşyaııı! Oarine l<onı""'811r - Sah Toplanlıhın2001-2902

..._ S. Mlllm /llellısiıinlllinılaıi

omo

Yapı Kredi Yayınlan



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.