Eriha 2

Page 1

HAZİRAN 2010

YIL:2 SAYI:2

{ {

ERİHA ERCİYES ÜNİVERSİTESİ İLETİŞİM FAKÜLTESİ HABER AJANSI DERGİSİ

{ Londra’nın öteki yüzü { Bir zamanlar efsaneydiler { Mayınlı otlakların çocuk çobanları

Sarıkeçililer


Gazete Kampus

Erciyes Üniversitesi Süleyman Çetinsaya İletişim Fakültesi Uygulama Gazetesi

6

VE G EL D İ İ B A N CI B İR YA D EĞ İŞ Tİ R D Yİ kö yü H ER ŞE pı kaya

3

Ka ta rih i r ad ıy la es in e ba ğl ı kö yd e k, di ğe ilç un bu n Pe rs en in To m ar za le vi zyon ği şe i’n Kays er şi m bi rim i. Te lik le ri ve de ni bi r ye rle ge tirdi ği ye ar aş tırdı k. na de m eyda ya pı yı ye rin kü lt ürel

YÜ K EN B Ü A’N IN İ AV R U P K Lİ M ER K EZ k A kli ve Kö ksek İL İK N yü ik İliği Na

So ğa nl in de ba şrol y ka dı nl ar ı, is Kö ekon om an ım sa tıyor. aret i tic i sa hn ey k üret im i ve be be z be r. yo ya pı

s 4 u p 6 m a K e t e z a G dık G n a a z e a 2u t l e y K ı a m g y p a s s ı ’ z 2 ı K m 1 a y 6 seri basınınıG Ata n 1z00. Yılı a Gen e 4 t ç yö netm e Kam 3 enle s p 9 u u r s p 5 E r c 2 m i y e a an Kem ern alt yapısı, ademik od r Dedem Şahinu vi Merkezi, m iyi eğitilmiş ak büyük k da en Hücre Te cihazları ve ço Avrupa’nın da ik teknoloj la, kendi alanın şıyor.. i ta uy in os dr liğ ka ma özel ol zi ke mer

es Erciy rsitesi e Üniv im ş İleti tesi l Fakü r Habe ı s Ajan

12

LI ’N IN SO Ğ A N EK LE R İ EB B EZ B n ai le ka dı nı dı ğı bi r al ı kö yü ,

Erciy

niv es Ü

ersit

esi S

man üley

Çetin

saya

İleti

şim

Fakü

Uygu ltesi

su, Ulu kurucu atürk ti’nin At mhuriye tafa Kemal rkiye’de Cu e Türkiy iz Gazi Mus , tüm Tü m ygıyla da . yılın iz’de de sa Önder’i 71 ün em ölümün bi Üniversit ARI gi PA Z ğu oldu PÜS DE İLK niyle ü nede -K A M anıldı. E’ dönüm dü

lama

Gaze

tesi

ık

Aral

ÇAL IŞA N GA ZET ECİ LER GÜ

Sayı Yıl 3

2009

Erciyes Üniversite si İletişim Fakültesi Haber Ajansı

3

İletişim Fakültesi 10 Ocak Çalışan Günü’nü coşkuyla Gazeteciler kutladı. Fakülte’n in düzenlediği 4. Geleneksel Gaze teciler Bekir Halı Saha Futb Bayramı kapsamında “Yunus ol Turnuvası” gerç ekleştiridi.

38

“HA N DU VAR LAR I” Şİİ RİN E İLH AM VER

TUR ŞUC U KÖ Y: GED ELE K

Kayseri’nin İncesu ilçes Kara Mustafa Paşa inde bulunan Merzifonlu Kervansarayı tarih hem İpek Yolu’nun boyunca yolcularına hem de “Han Duvarları”nın şairi ne ev sahipliği yapt ı.

Turşu ve turşucu köy denince yaln ız ülkemizde değil son yıllarda Orta Doğu ülkelerinde, Türk Cumhuriyetlerind e, Avrupa ülkelerinde de tanı nan bir köy var; Gedelek.

BAŞ S Ü N İ AV C I B A VER SİTE ŞOK MİZ Erciy ’D E es Ün dü ive

N İN İT E S İ’ İV E R S E K ” AH ÜN E L İK Ş E V A M E D E C rinden biri olan “M E r c i y e s ÜİŞnİM İ D üzere. merkezle i t ene söniemSli ülerldeen biri olmaktesi geçG E L i v e rares tin y m rsi

zen rsit rı adlı lenen Ba esi İletişi m sı S İ LG Meh konferan n Özgürl Fakülte İ met V E K TO Z U Siyam sa Kayse üğü ve H si tarafınd an i Başo ri Cum ukuki S ALEM ın k kon huriye ARA uk old t Başs ırlaHaya Uygulama SIND tta avcı G a z e t e s i u. A M a r t sı2 0 1 0 terse ne hiçbir şey rın eY ı l le4r yapS a y içı in ge K AY ld 4 0ç a S zel b e edileb bileceğin olmadığ ilece ir insa i, azi ını, in M İ S E R İ ’D E ğ m in nın y sa AFİR aşam i göstere le hangi nın isBAS b n öykü Farklı IN sü bu sabır tim aşarıla. sali g cinde görüşlere üver site fikrin Anadolu sahip gaze halkın de bu si S tele cade Kayseri basının üle lesin luşması, ın berab rin, savaş ın 100. yılı ym e in en y a n Kayseri Gaz önem erel bası rliğini sağ Çet eteciler Cemiyet nı ku la li sila ins i, Erciyes rt hı ha a yvers Üni a itesi İlet line g uluş m Fakültesi ve Başİ l e t i ş işim etirir. bakanli mık Fak Basın Yayın Enf ült ormasyon esi Genel Müdürlüğ Uyg ü tara ula düzenlenecek orta fından ma k Gaz kutlanacak. Düz etkinliklerle ete enlenecek si etkinlikler hak kında bilgi Ma yıs almak ve Kayseri 201 bas 0 100. yılı hakkınd ınının Yıl a görüşlerini 4 KA almak üzere Erci F DA ĞI’ ND AN Say yes Üniversites AN AD OLU’YA ı 42 i İletişim Fakülte BİR SÜ RG

Erc Üni iyes aiven Ç e şehir ve tic Sanayi de öncü n Melikşah Ün l’ün de kattıli -n s İal eyt av eİ rl sei tt i ş i m esi Fakültesi işi h Gü e eğitimde tesi ola Kayseri, vakıf üniversi aşkanı Abdulla ye’de derecey F a k ü l m hH rki t rb ilk Kent’in nlerde Cumhu ilk yılında Tü te olan MelihşaA a b e r e s i ha tej gü rsi tiğimiz renle açıldı. Da tiği bir Ünive acıyla Üniversi a n s ı tö h et am rdik. rci şti ak te kle dığı bir in nım şi gerçe renciler taylı ta giren öğ si’ni daha de nca ile bir söyle te ka Üniversi of. Dr. Reşit Öz Erc Pr iye Rektörü de s Ü 2’ ni Haberi

Rİ rının ELE dıkla t KÇ İ e ı san E M E A DA R B oyac umhuriy çalışan b i Ç h FIR , tari seri C rında i…

9

oğula çen, Kay tezgâhla hikâyes dan e ı ın Baba rından g ütevaz oyacısın aşla nı’nda m kkabı b b s a ü d p y aya e e M Kam ğrenm ktar ‘’ e n m ö la 11 e aşlatı ticareti rojenin yıl ler KİY rılışının de b etkinlik re p ızdan ay n bir takım n ilk etkinlik T Ü R esi’n ğrencile yor. Bu n aram da ersit lı ö Atamızı rsitesi tarafın nde düzenlene ’de başladı. Üniv laması, kânı sağ ıyor. .05 tesi’ s 09 arsi Ünive e n At s ive ola iy iye an i s Ün Erc lun 3 uygu etme im nem taş rılış saat si Erc i. Erciye ünde bu zenlend aramızdan ay lük Binası ön iyes Ünivei rsite - azarı’’ ı 4 LI Ğ A : e ör ın N Erc diğ Dr. İb P ası ö AY D IN r eld S a y SA LA MU RA AtamEız’R E iversitesiZReİkt an etkinliğe, sleve R DA N A iyes ÜnE RönKünE de yapıl Mustaınfa ıÇeütin n ğlıProf.fakülte ve ve geli e’de ilk olm İ YErc ıl 4 K SHU L A E M İS İ Z . apım iz’e ebal Y LI iy nın Dr k YA IN N ıtı L ço -Sİ M AN of. A rk an m bir Pr ŞİL NY m R y ı Ü te rk ü YE ve donanKA IN G ütteafik KA RA NL IK DÜ 2 0 1 0 B E T Ş T I R MtüReAktör Yardımcıl’ınaarEyarenınsır’ina Üneivezöği’rsinretinimtegönrevgülileştinüririlen bir da- T T M AY yoğunSaçalı nda msıyl ratan, şma ileri, a Ege rerçekle nin Deniz vaşı’ ını şaşkınlığa uğ n boNUSRE rşı, UzımZayiy an neMticerk rahim IŞI ĞI MÜaZİK ARA KÜ LTE Sİ zı kaynağı ola Üreticininkkvealeişçi zir 18 Mart ko anlar FA Z.05iy’te Ardından İstiklal Malunan ımı dksaekmokullşartıınrmyöaren 09 ut alar i İM a at m s sofr TİŞ sa iş ç rian, e I ine na İLE H fik vin Ça ımıza ulaş ratıldı. Töiversit başladı. AM AS e sehcu ver yü n ciAka TL ünde bu 2009 katlayıp ceb alar , mütte milletin ınla kade n i KU e p ön gib sofr ay an s Rİ m ton ğıt ile lük ma LE bas ır 20 da ör rk n ir ını i ellerini bir âyesini al, Tübizleremiş olduğu masand zeyortin, Hay Ziya Eöğrerenalıkiysaeygs ıÜduruşukilmesi ve Rekt na erdi. 10 Kasım diğer 20 09 ÖD ÜL ıran e sEng ayabilen, hiçb şe ıyor. hramanlık hik boğaztaçl kerine m larına dö lbir rc çe so si tarafındana z e t koymak yerine ulu orta yaş emek kadar siyah Türk as nlı ştığı sule göz kırp bir ka ülte k n Fak va Betü törenkikgöi Enderenkbageyraldki.nulmasıyla törentarafından yapılanlı konferans esiy sa ola işim ra sem p ca ’de İlet G itesi pek gülğaüm zın ka ko a ine sebe isi. Kahraman un Çanakkale n dini kabullenem yaşam. Erciyes Ünivers öğrenciler m aiçin ğişmes m ÜN ÜN ÖY KÜ SÜ uz si Dekanı Prof. te atm liğineandıtae çelenkErciyes Üniversitesiak ve Anlamak”veadİnkılâp Tarihi karanlığın ken bir l kazanan tüm g u li aKutlaması” mizin de sret Mayın Ge … Bir çoğum sili bir maket ı m ına varabilen Dr. Hamza Çakır Umuda yolculuk Nu da 2009 yılında ödü ğı “2009UÖdü İlkeleri ki Kapç unu, tem y ller etkin Salı günüise “Atatürk’ü An olmadığının fark ve Kayseri mimarı k uzaklar misi sadece şekilde olduğ . Atatürk an Hikmet Ze eransa ıldı ço si i kat te n lik tık Kaf Dağı’nın ardın değildi onların ki; artık hep eksik rsi ar dık Ge Gazeteciler Cem nf m ive etkin es çok konuğu Gaze tecil er Cem da kalacaktı bir lardan , t t Mayın nerede ve ne yatını araştır iyes Ün Görevlisi Okut de verilen ko de l iyet sre i. Erc iyeti i Baş yanları. “Özüm end Nu ü sözü Başk u. kanı enl m oradan gelir anı Rece p Bulu old ri 2’ esi’n orada, Recep Bulut’la sandığı ijinal Nusret’in diği sürgün ha ; programı düz t, Gaze teci Mah Öğretim 3. Emut Fak ltür Sit katıldı. Habe görüştük. çir Kayseri Gazetecile özlemlerini, sitem aslım neslim Kafkasya’da” diyer , or rciy Saba hibaveretİleti Bölümü n Sabancı Kü A dar ge ek lerin renciler şim a kaFakü ltesi Deka nı Bulut, Kayseri basın r Cemiyeti Başkanı Recep olmuyıl old es Öğre manşim kültürün dilini çığlık i dile getirseler de, ait oldu K AY anlıtarafında revlileri ve öğ Prof . Dr. Ham eti bunza N l kları ının ş oluyo gö I a u yüzü çığlığ İ za c r. d Bu im Çakı ncü ğ a 9’ i T konu anla r yılı nede şk ri BedelgKayseri u g mda düzenlenecek etkin şamasalar da, bu öğret insanlarla anlaşma bebiz yüzden esel Gazete- olmaması liklerle ilgili olara niyle ciler Cem aya İ A L emiyeti Baeçmişteki . da sıkıntı yaşasalar iyeti olaraibk iKays bHau eri Erciye söyledi: “Kayseri’ k şunları lını yılbasın yükümlüydüler da, kabullenmekle ins danbir takım C birnsıkın V E L bizimciiçinler ciddi m Fyıg de ilk da ın buFil100. bu acı macerayı. niv ndu bu yı s Üetkin N gide estiA Çet haftalık olarak Erciy yazılı gazete 1910 yılında siÇeşit Haberi 7’de rmekzeadın sitesile kutlamay1.ı plan te a ikinc olurk luşu e tıydı l üçü erlikler de teknik anlamda bulu. Bu eksik v liği tesi liÖ pane şlıyor es li Ödlama İl iş an kı uru3 i9cilteleolab rd ilecekukrubirlukitap ciddi değişikliklerin eAnuz.ŞzirK ayayın rill3GkaveSkbu ğren ller,ncüsergi m sü düler, etkonf seri basını için mila adıyla çıktı. 1910 yılı Kay- rimey imeran ayaydöne ü B se a s y yıllar e y h Fa y m ci i oldu slar l . c a İ ı in Biz r e e ğu i me Y düze ir e v E ze kü s bu t ın in i B K olara düşü ışık de Sa nüyoelruz. nleyılları anlatan bir n ak rlhazır k kabul edildiği nlenen EltkN ltri g rkrlend eye “eyiz.li A1910 1 0 ediçind e d t yoruz. etitutm de, 2010 yılına kada iye ites bancı geselAliFi Rıza belgesel hazırlıtakdir- Türkdan S ü lÜ n i v e r s i t e s i a esi2tara0yılın Önde e eda O ErcYr’in Vea a deöğyılın zle lığı Bu belgesellerin, iye’1960 fı nem nenM m Erciy r 100 yıl geçmiş emiy gazesötesin ciye1910 Erc ivers si den ileride kara z e Katükada lteüs ir kilm Festeriiv basın ruiye s ÜYneivni dnö-- stselerarak i uçıkabu dtarih oluyor. Yani l teadm Kayseri basınının iz”i a lı cileerir liC bireesrig şu G aveyılın İletişim ite bir5akitab yurtd r SitesiKays 100 yıllık bir mazi Ün tişim i anlaertan te çalı ybasın ece, ymila bir d ainzedKays umh rudan bir tarihte galalarını yapacağız r vereceğimiz tl ı için U y g u en - i ü vearirsağla 0’ye ı bulu i n e ali 8 Nını işad ers ışınktayd yan ti Cle stadolma . Etkinlikler an revin veatlsını yakın nma am Fakültes a k ü l t e ssii ve geçmişitörenkada gerçe1960is’tan me ahaya oğ - ayntişim Fakültesi, Kays dan ı, dfakat si Beki İle ültes riı SüGYunu in faalişr’in idkatı ayse - ların belg niv döne msıyiyela toher kleşğtiı göta2010 filmanla tınıdanla letişim F İ mi natanhip eri Gazeteciler Cem İlee ledym iğ versit e Krki r k ay p a iz e Ü a C y esel b ld tan la a a d bir K a in hazır s a le H se ar ir ı. n m r ri i hang y lıyor S Başb F ber anciAyrıc s ri al iki ayrıkatıld Feklestşt ldlıi.ağın es iyeti de ri i b akanlık Basın Yayın 15iübir kayn şm askyıllar Çele a 1975me osiçve an Çet aınya Kays iv zeuz. isi M Kayse i RektöKıbrısV’ta Enformasyon Gene ve iye l Bileim ndürlü uldu Ajansı nltüın dagı Sü b yaim1977 e, öte tignösarüyap ve, 1976 Ha nsı erçlee eri’daleGdahem si Süleym evkulü- t ığı festiv niverça rinGde ğil. rü Pro varsa l Mü. nErcortak Erc azet alin ö si-Veli siA g“M lumt üm anlabirço ria hem niversite Bilici nadea” b ayym 3’d ler E ğünü aelnemUrcilik serian Çeatiçıdnhabe ile kü ecyde ne f. Dr. ed Aja iy katkılarıyla gerçekleştirilecek u leüym olannfaali Erciyes Ü düze R eyZoi d”ernbirmınd bke stitü memiz yetlerdir.esHab ilm Fahiğirett , Erciyes dül tacin bSü ır. Güne ilerbuCel ed Ç AN i: “KelgesiyelO i bfiKirlmU YnsaOreyacebmingheçipen. H1a2 fi da- tiva ive3’de in kabul et mokrasi vard nlekle Ün si dirdan n ka miyetvai rmak sü Yü Üneri Çe rsite LAR A tikN anı saciıyllika tek lm de rçe mr esinm lde ay a Başka Keleştem i- gesğerlMeunsa nsayasoniydlee Er ayairım ço D ak ge ve ay Y k şb ı d lk E A Bu s e Ba s n ha k, ır. laş e ci ödüelü Mdanı’ ikincive içi İletişirinibninyayerds Ü rin i Süle katkıdKıbrıs nı Rec SİLL rd rıca Se tesi eti ur, k Lis el film TA A de o va masasında an r.” dedi. mhuriy ları Derneği Ta Ö Y y e ler im a lle ep n a lik Cu y ğ A b lç e iy ek yd n E İÇ ge iv n b re n m l rk ze u oz le ğn u B “H M yo s öğre ncisi k Ün laneltuk demöm yaptı kayn rih boyu düelü büFatükün lten ersifutet-an Ç oyiko İş Adam nen İN Ç Kıbrıs Tü müzakere gibi gözükü altında yaşadı-lunan hay u- n , üçüncü iv ğ n aş es Se Er n im tın te e er e ı ü k olu ya k i ci “B n pu m ti si Kuzey Anadolu Genç dan düzenle - sürece ”K as tb a ü ye ha cisi M te a Ye nsay Am öğren iş, sel fi abam ki ye tığı Kon ca kavim ırarak ALIN Ünteivhfu lük işöak a. ab pu n değil i’nin ambargo mazlığın bir nu fın kım dmü,lüyani s İletbirişim şiltaş si İletiş lm ra rl ko ğlu kü ya’ em Am ba a m er ta a i” le eş m u Ero n sm üm ca i So na u si eğ laş si il iş m İl içi m im kü s et n Nasfutboleoy lec ’ın yö im Fa dtesi İl n oknum a Ak TAReİHT den ak ası’n ü Kak arasın ansiyo n Kez ma k” bel- nin, Dervdas Üniversite M.Ö. da kurulm rin ve u tişimEN SAN mhuriy ğlu’na göre an simi’nin AB’ye ırgızrış yaşa zırlam K rıs’ın Ge n kurulmaEr kü ir Cu et la n er ha ık, m ov ele D il da d ci Kıb ak et n 5 rk liye iş ta m o a im ad rış ey is ye e ATA 0 ve ay Tü ö “K m im ya Yaidir. Eyta , m ku ba ta Ke üc Fakü Ero uzan UZ AN AN eskilere söylenen 0’lü yıll uş küçük ygarlıkların ve Erc zakereleri up haer şöyle , EOKA’nı nucu olayyleyen deni de Rum elik ile birlikte eçen bağıra bağıra ışlacu hayaFatlakültesamnış,-Tüharklaiy m Aba-culardafinlm izlen s İletişim dülünü al nuyoru enliğini et ” ad im ı okutcil sö m ğlu i lt ı KÖ lar Mü tiş d ar bir hiz ler ğEro e PR ıs lı ğın m ı. or İle a şu sö Ü: IRG ANsDI dı. un b n ayırmi Öğ şane sp in b sınn,ı Er dikte vardı.” dayan ” bel i geçe ig nçöksüz ve yetimgönüllü bir eğitim ın bünyesinde dosüre “Kıbr nferansa katıldı.üzerine çıkması sok, “Bugün de diğer önemli ne’na göre ta6-7 Ma- ezke m üy siz d sürdürdü ğlue,sbu z de kadar day köy Sille. ko aş kımı oy al hayaelttages n re d g Ero 21.enGe ta . ığ ci eel de ar so l n lt Si m eğ ştı ’de ; ye ci ın n bo şin ıla Si fi lle, d nra fe si nAlierli ko “EYıllar a işar s Ün sına geçir nı Pro lle’n anıy ğlu beri da zorla akü u söyrını rciy lu ko Kaa bir EroHa m manlı’n da uş ma liğin pelmiy ğinere tılmış inin su rini sosy ağ

u K s u e k t ş e o z Ga enlGiğaizcete Kampus

s’te

r”

şma zo

leytam

arü lu’da D o d a n A

a ’ta anl “Kıbrıs

ar ş

Bah

Tarihi eserlerd

e yaşayan kadı

nltedsiık a a l y ı g y a s ü An tçoakmödıüzl’ıalan iletişim fak

nlar Çocuk Anjiografi Üni tesi açıld

İletiş

im F akül

tesi t

urnu

va şa m

ı

in o ak is F uğun di. de ku et ind nuklar esyılı an Os luşundan kıs miştir. daha im etler anlaş mesi. başla İletiki kendile ve sportmen ı bile akleıllaalrın dı. Fe içinde lebunlm f.- Dr. Ham iversitesi stivalin aç anlatan isimler tarih rulmuş. lar arasın ediyor: tarihi geç r. Ko son old işimyakanın halkını bir araya getirmek sı faaliy en başladığına r ve hala konu- gir ma koşulları netiş tir et leri dağıl ru a ken göre şarıla temiyorudaha en m ay in ninsönemli berlik, kıtlık ya i ve çok Fakü iyo ı nid ilk e de adığını dile ge Mektep huriyet’in ku lerine devam manda laş dimiz v üstle r rekabet Yeniden koşm bir mücadele nelliküleyeakşa Belges za Çakır İletişim ılış konu kısa m. Fa fazla doğal Konya m a sıkışmış “Konya’d mişin mi. H ten ların ye ler devam ed . Sadece yarg k liste an Savaşı’nın m esi oDeprem oldu yıkıld sefer za lerin ne ı. eden liyet Fakü mesin ortada. çıktı ya İlrekaolm şmar. i tan ltndi. le n pı- el Film ni ı ge kültem erke ya an ö Sill gü yız ı, sava larak ı, ayang te b üzakereinsaey Kurtuluş Paşa, savaşlar, elerini kayb ak muş, Cu kadar da faa n geçtiği bir kurulan Önce yand e teşe ıtmakbom oluşuyo i bir anda ye manriya uncular z nd Festiv ptı. Üçün ltesi Dek izde ş oldu müzakere an çok uzakta di. Rumlar t endiş ile ge N ve m ere gem de her za yükle likdiği ndı ama yılların eriın8’de zellikleri zinden uza e nehrinin nce u kımı oy planıp, antre ezİLE ini RkkİÇİ rin e , anbala asına lerde cülüğünde nda ail kazandırm ek bekir k, ta ler ile le nr m e cu Ç bil ra m el cü ol aal so nd ü ınd ne bu çil na nu ey Ka d tb la ot d b üzer r to ke ağırl as m sü ley LL in ikkat u ine ik r so kt ığıe ile ayıt-başa r dö ön zım etti GE, pr ma an o e katı LA ND k bulun ıyla se nokt d I a sağla pute fu n-yman beri a rü bir en Sayın Yıllar n sonra oyEN çekici a kalmış i yak ında ye uncular ip sahaya rdı Irgandı köpr ldusonr festivalin edtaşım eri olayla kenin zo bekir Paşa’nın si Trabzon’da , biri ak toplu n balımcı üzenanlaşm halkının oylar hala daha ke s4’dAe çoğu. Am çıktıkta sonraZA OLktÜen İM üsü. önce da benz kları okutar Okulu) adı alt kurar Ül ne bu ra bir ye ı giy PR OT de a düzea başk sunda leym ğu gaibyanı ve jü Eğitimlişti borç bili Süyükü Sübizleim Ha cu i Mu alarınOR i katkbaşın ar ilmişOK n iki ta anişlı erindenana çıkmadan ve formSP ler zım Ka erkezin ko u rcul , tüm ad istiyorlar. Yani er, sbui nu rleşim köy len- a köprülerin yapılmasıyla Çeticık yetim ço leytam (Yetim göreceği okull vaşlar Kâ Okulları’nda biri şehir m rmene’deki ılaazaldınama yana diz şmas arri yarı rmeleri ve yorum. Ö anbiraz r it ğrencis ninlaryı, halinde iye Özel nSpo nsaolsun biritmek ryosrla Düny ğren naza rü ını piyatlarşm rleri yonr.daAnntrenm yenlerini alıyo ise geriye, yan ries11Üniv k gö yöneanın Yetim ya’ya rını es ’de ersitesi ile Türk m eskis Kıulların uştu. Sü ğretim uk ve sa ir- üstüne yüklenen yeni yük ivrüeinde kran ülkes cileri ran için, Da t olaÜ s yeö deyince Kıbrıs’ı k devlebirço daha be teşeağır ında, özel olim diyerek aların ö otivasyo ine Türki n kanid konse r tarafıçık ında HaErciy taydı. Ok esinde kurulm gelenlerinden n aras akla eğitim-ö rinde. Yoksull itim-öğretim olu. n as ıp ak a eği gele or. Sana n in s te ar ke m kk m od n lıy tı Dern n ağırl ilk ek dest ler n yükle a e is ini da la bile ndileBir üığını emli rle ri di omuzlarına e ilç tim i eserler yaptırmış kon rı eğ kşa rencile ciler sa r. So iyşey devraldığ bu diler yunm çe bılar ka ve Rehabilitasyon asyonlarına k ıLgeleneksel değer- tarih ri sana ) tarafın rafın ile Sürmen çeşitli ye oldu rı açısınbile. leriy çocukla ldı ki lardır. şen a n en le ukültü ğ öğren çıkibıyoi çe- caklar ve ayakka imi ve rehabilit ra . Errelc zeng yü, iloluşy.tu- uşmasını bıçak kseimizi tığini örne an bel ni ge-t merkezi haline gelen köprüde yurdun külen halkın mıyordu. Ka okulla- de m Mektebi eş in (1875-1960 unu sededfkârl köiçin Ha n un erçekle Bunu mak Yüinliğ Anad l rının spor eğit de ö güze niolu’n g ld yap tamamğçılık, ö ban Anjio cula ık, n n şa ar e ri “Çoç a ahşa hs birer na k ta ü bü spor n ez u d ri mal g a ’ d olan uk le d da p Selçu Ta li ren Ey oym rla s ot simg es u ü çalış hanl p g 10 b ir n klula n k er ve le be acılığ ra k pr ar, ham ü grafi Ünitesi” Erciy minyatür, ü e- e bunversi zama ya ı, halıcılık, hat, çini, i ı ın ile da orta la rm anesi n kideenft zengin la nüyo el beri Hasa ladı. neyşü u banı itDile Başk vite r döne ünmind i eğitim ve bu alan rından im ul sayıs TaşkOnunrsal tur. Ha lizade v r veFecamilerdi rugibi Hab ve ebru olmesakÜnilırımıyleriniçden nstit amlar, kümbetle aktibiri lerinherhralde. üfusl ştem ilk g eri’ ardınoko , TÖS ya zıkcıatışehir do ğa ğlıSED r görm olanakla Anadolu’da din im yapılan ok Mek- ra ’de kurulmuş danlünü ncelitesi Tıp Fakültesi Must Haberi 4’de eri 3 m.” sanatlar sanatseverlerle bulu tbol Erciye so nekte n eğur improt n i enliğinolan Kays yiz. Anadgüolu’n le E Anadolu’da önem hast e baklara m li bir şur. 21 uş ahip ilim an Çocu et 650ettin ’de de anenvKele nkonu e, fu dekte eğleHastanesi’nde 18 Şuba afa Eraslrula n işbir yere Bahar s sahip olan k liği dirildi.çe einrilebölümler Dr.lanFahr le zz etoldulağu ndönem a eğitim-öğr m; ya da Eyta yıllarda 19 olmilen Profer.ltesi en her gezTıpsi Fakü li raok binde t tarihinde düze yle s sıera eri’nördüun. Şhem B bu yapıların tarihi önem Rekiltörü de aergerç etki Üniversite en ştiri Hastnanel u atı yfngibi ta törenle hizmete y ak Bina yüzy nlen a ir bolini a 8’dKays a, ka lakent ilçe ancı edekle enile ERÜ Sab rgüpMuhlıamm likleönce nBaşh silıRşaekkde rın dışınd dır. Darüley hâkim olduğ ekim gece Sosyal götürmek mümkün. Anca Sa açıldı. Ünite’nin ÜDr. turnu nıllar kta törlü ezlen risı’nd her . a, Türk nsurliçinde Rek macrel doku da i yapılarilgi g inkakültü n invieProf. ri ka sine ir e tarih il k et n çı u az p enin rk n ’i iye’n Güve ın açılış a b y a 7’d e ersit sı nu tö ça ir k k va ına z ri Türk a Türki o le Valis Üniv in a Kays rd uk h psa önem u donaçe mDilek aSab i Mevlüt Bilici, Kays a sıeserl yman a rlüğü ıldı. çoen geliş ğerlerinden ayıra tablo old erini zala nınlaak ve sahip6. ’dTarih ylaSa no-g lmancıye’ni di-yfmluınğduçok mli asıyla vşedı.e- 8 kve rıad m. een birnolar miş alye li tibirviteyere ze e e yle bir k il uşan eri nıml n prot , d ta eskil teme Büyü kon bö p Çe N ak ri k ı pedi ere a n si l kşeh ri i a ra a özell n sı n r daya e atrik nind ye ti h u ir eSEDiyolodjia merk Kara 1 ik kadın Belein ald HAM Başkanı Mehmet a k töre em ö y ya a veril teple plu ridsiüzey nle nfı-ndannan tlvei abugü şm değerin eserlere ankard ksu lephTÖS Habhizmet ver, olmden Dişalk onsa Özhaseki, Erciyes rkimz z adi-e zalerin yoersit yansımışeolma rı işTo enikgöpsteresomey şi fa ilenr.hala İlet nin Keler k öne mliübirisi eri g fotoğrçafalı S İ LO dan si’ninezKays nüniv ri nşeenm fueden tesi Rektörü Prof. ütüHab eri’deri Üniveersi-esinude, ekimybir dıe ın2’de nnelcieay ledeva unlabakım Türkler eski çağla tişim it- başta seFalküh Hsıdır bu nmerk dülüll Bir ” asidndlı e yat köyezin Dr. Fahrettin Kele me bölg ün S KO st ler olma eçiBordcami reimşa.Fa med reseunudaveyapıl akım kuruedlduğ ifad seesietti.onlu ağşe nı liğam, Ta irdTıpeern imz ham günüHltmüz ın aeslki Obeaşliğ ştem Fakültesi Dekanı ı layöşmread nyaacliaÖ zü adkaare Tagkıemgibiancı ve O k üzere da ıklaMrını hkoll alad M üetzyılvere ğşırdan lıi Fagükültesrınküöltğesrei karese, ısı bk nüfu edre10 mily Düiv Sü- n çeşm sa alanda kadınlara YU T uş ha Şeur, rınceğin rı için rih boyu Prof. çok sayıd sayekim yakada sman tağn sor pher Kapta ahzaarndı.gcut. la i ile eserl paşa 1hizm şılaşm ledi.a işler, a tarih yaptıdeğe kuıpay şai kaydetti. nca ö verm de ye eüö“s’Mte yoğrulm ruFi-buTürklrıerde veTürk 4. ymerk EHD nakla hizm Fakültesi Hastanel Dr. Ruhan Düşünsel, Fkeesmt an vviertyye paete ların kültü itapBaşhTa Utkani üyrüay üka. rşBılaer mev şkınGüve nızeng laTıp grunları n;e “Bu ise siyas k ın kadın a b d e ı a o rd r r A m em v ım i v ğ ü iktid 8 rel ın a er n şk li ezin rı k st Başh ara -4 a n il girm K kadın sü tö e İT A şa u A ortak Koinliğ c de ola alan H nemli roll la adir Molma a ’lük bleri ün oytçınaın veril d esiluile li Koınrk ğ ltesi n İleen değelarirınanla sırrını naERÜ Tıp rkmiazve ile galham uFakü a Ta ri,nTürki racTa ların met Güven ve öğre ekimi Prof. Dr. Musinye’ni amsi el F rken zirErci am pılayetle yanı ld 5’d e er üst ri m faali te e n u s a LT I N a sıra n a ib ri ta ir a o h Hast a mak a m imar ad h y b e n yf e N iy anel şb rine sk c kı için , ki it e lıs a it az lo eağ de üklee Sa ığı ka tim üyeleri katıl m ru klular maçta ne ete u tapla Mı ile ıda , stVah nlüorlsaa Döne na dgir ladı. Selçu ph anından ve Avru der- Kayseri’ e apa’nına önemli sağlı göve elg 1. olu DA dı. Töreoy,uRnıdnmu vaynaşlar katılanla hu, d uzan mi’n laştrı.hastaned tü ğinin gerçekle şu d katk r San s Koyu b lenen, Si in D rı bnaşblabulu B a 4’d e n n it e ü li o n ü yapıl en M i yf m çeşit k kezle so n n d İl d an Yü d k c li e ’ aç Sa k an merrinde a u n h bakmd ar ah ü yaznırla cekl ve nra b tr e tedavi gören çocu ş n halin şe i eserl ise Sa Osman tarihın rie 9gelmiştir. Bu mey arı ndöbiri yıldızereayanışmresim ren yıl da ve Ya ması’nın adına pek al neden günlerde op il sınır aşden e a İletişaim e çoEmra an, Fikret akı. Kyeter y kları har yürüyü ygı duru a- a Gsonrae oy - lidir. Hab lerin ğ n b fi ö h eri p aU a a 5’de ye hizm a K da tk , oluşa b Ö ı ll sağlık ve uyu vuz G n sergi en ün H anelerim u indeor.hast rastla iyle te yapım laÜlkem den s Çıkrıkç an old 58. d açılış u yi gezdikten sonr liğ um en iğinde da sa nuşm e oğetler b naıngd Fakült h Aydem Yazıcı, d ğ n Eğ em i y ak iy lü iy m ı n h n m izin tören u a iz a c d m ıo hang le ü it . lü ik i ik g o gerçe ir es is it de so ın i noktaya mgeldiğini ğlu M Öğren asa d ada tarih en M kleştkr ine ev emile rek ö imi ve i Futb ir altı altın günnün bir göstergesidir. irildi iz h. abKurd kapsa sı ön ortej eşl lik alan . Açılış k m edilşü nkesim oyud ele in a, 3. Er uğu gib ci u ri es d a ü ğ o yı ça Sp st le o n a. ” b se re ğ sa d dedi inin le l in ll d u af r al re . ı or Yü Tören verilen Ta yr ard k erle k Yüks en h ayağ kokt ko a Kac Takım ğ eylin ardından le Fakü nciler ld ks ın lük b doğru nra şen okundu pilavı ikra pluluğu nokt güzellikle ini değiş ipliği yap Hamid y Osman sona erdi. Haberi lükler r bulmay ri, krize a yoğunla yıl o iye ası o tirm ı İske nde r Pala ur, Musta- ı, maç ltesi öğren ayağında ek Okulu ek Okulu da a m 2’de rinin lı PO TA NIN ENziGE a ye lan ’n şa lduB alan Daha so lal Marş l şenlik unları to Saz a, söze ında ka cileri ne 1LSİ törler den fayd itiyor. İn nik düşe şan ekon baş iştir. Ham ış, bu ko Zırhlısı’na cebu NL 1 km Z İnAS i. ci futb iş o yıl al k bu ku mpiyon u 8-5 ye eo sa y da g rşıla Erci yes run ınAR böbre yaratıyo anmak is nların ya n insanla - mis Iel silos nuksev tirild dı ve İsti elenekse Halk o u Kayseri’deki Gazilhalk aras . uzakl LA nlem takım ştıkları lvarda 3 oldu. İlet ner; bö Üni vers ites i’nd yük lenm iş geleolnek yoncu teyen ğini er Dernıneği ıkta ye üzerinde ir. Türkiy Koyu Sino erlirı şadığ düze Şenliği b arın İlahiy : ını 1 . olurk işim pıl sonra g rsitesi Teke d b b a ketb rlekl a sa e’ e ye re u le y la p’ in ı ol i b Sand H Sür Abd ıl Takım lan b tm men e khalk güçin lir r un 3-2 m r alan nin en at Fa allı k ı Anadolu’nun orta amsilo r alır.alye en 3.l Basticareınınr deAğır esi’n Bahar sanatç ildi. an s Ünive aya sa devreye azı ki ak ye A kü d g it ağ b yerin E sı ra ku ü ib s n n lt u ti de rs mes ş kulü l k lu i la o b hem i es re fo bün çatısı altın ze adı H koy il lade se lek, r alar şile g gib yasal p etti tm i rak büyü nive renci da ünlü ekleştir rk sı Erciye da olma Sayfre am ğ lu mer y bilinir.k bir . Hab öğrena s2’de Çözü k-aat nıy kandırıla ak için iriyor ve NÜ N Çoğu olmür i.zor geler arasınd r, yasözl salarıü kült to ra Sayf n es Ü . Öğ rç tü di. kendi isteğiyle takım dan bir macareya başla rak 1 KzoKÖ mü eri 2 Bo : or. K ek Hab soros ola ker duYÜ böbreğ n böelerayan yo zan s y a 8’de rlar. Erciy ksel 16 leri arası ıyla ge nde Ata tör0 IZI omisLIK de ba ila , intern a sınırder brek i Dök llarümc veCU land lem k u rb o n kö ş a lt ıl m ış e m önü bulup, tutup çeke a dahil olmaz; bir yerlerden on- eri 10’da n koy, yon –15 bin lir rumda o İ i 40–ları etik MA dRİ et ülük a Hİ yd Rek anı lan in 50 tarih katılı elen rek hayatlarını deği rek p nlarıyla ve üzerind ırmasını nakliniTA la, al kuruldan cu, alET a böLD ıcı Eve YEayNİ ştirmek gerekir. ğu g 2 Mayıs larının k binası başladı. azarın en te k e görm a-akya ta ıcı veİ TİC gAR n- arıyla tesadüfen karşı brekl saBazıl Sayf S ay fa ve eç a sa 9’da y ER b p ri 2 n ü ez a tu laşılı RL m a ş ın tı yı getierrdiğ satı i yor. Ancak bu tesad ĞE lu d DE ilk ad ıdıklar len işn, danSayf a 12’d 4 ’d e 17– üzik gru Rektörl asıyla a in bericınde yı bir elınerbera tanış i alı-başlayan basketbol yolculuğu üflerle ımı at ar fı ev en 38 rı çee yor. Dokto rcıhay lm i tırıyo atılır kaç ay i sağlam bazı da S ay fa a önemli başarılara imza lığıylada,nar1a-9 ıyorlarenactaılıra şi sı şehirlard atın ’dnda ve m r şenliğ k konu r ız . İlk zamanlar basketbo lığına ak,ak am larım an atın 4 ’d e st ankiBazinılarıtlimız navla iş hay n Ordulla ze oluşadan kaçm acıyzlık ilgili gibida zama b Cumalıkı salar slira er O .riAnrdaınrddınantibköçeb-art re ,-nsıkıc m stre Baha na çele ö l pek bilgi sahibi olmanla geliş lafat,tirirldere kend ada tu b k içinir ar bi tugidenrme ğun on d le ç ya ış ıahveiyeti komletarini ı’ ı i. Haberi 11’d tarak u kurul inve insa la bü- riye Ka sü re ığınilerin nlar an V zenleme , gün ge kola-yı ihtiolu k r-alişe özle veolan n Anıt u ri ir su k lm e d A o `dgeçm ürariçaliçed Şü ısa bir arın sanlatli- özellikle a yoa r. Ha şi ko n su h nvedakült ldi. e dü tli a ara müze en d lanri nda ya kararİnsa beriırız.uTari ere veri nlardınakiçeşi na sığın iliş- en no aşırıa ve k okulard de çeşi r getiri tasnif il açılan ilgisind ne 1976 köyl sarda. e l açıd yoryerl lı ala dı.iştir 5bu’demekânla te n ve göst ri hir retmerilellarınd Özel pılan iyareko le nlarıB ir t n üze ine y kapa tünleşm n işlere ak şe ri buantip rberöbğ-

E

zes

i mü

upa üç k

i’ne ltes ü k azarı a edik’te can p im F

ş Belem

İleti

en

bird

oloj Arke

kan

0 ba

3 i tam

piyo

tti eski

nu

Böb

BA KİŞİ

rek p

ŞIN

ÖY EN K DıÜnŞda

azar

A3

TA P 4 Kİ

alan

razı s

atan razı

n Sorunları

ri Üniversitele

M AT

ÖR F

UTB

O

AD LA K

IN E

Lİ D

EĞD

İ


ERİHA İletişim Fakültesi Adına İmtiyaz Sahibi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hamza Çakır Genel Yayın Yönetmeni Doç. Dr. M. Bilal Arık Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Yrd. Doç. Dr. Hakan Aydın Editör Arş. Gör. Emel Arık Görsel Yönetmen Mustafa Bostancı Haber Müdürü Uzm. Rıdvan Yücel Haber Merkezi Burak Somuncu Bünyamin Gültekin Demet Yalçın Elif Kütükoğlu Erman Balak Esra Özdilim İbrahim Arslan Kenan Şilen Leyle Ebrar Hiçyılmaz M. Bilge Yılmaz Merve Bostancı Özge Yıldız Selami Öksüz Volkan Yıldız Sayfa Tasarım Burak Somuncu Kenan Şilen Adres Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Talas / Kayseri Telefon 0352 4375261 Faks 0352 4375261 Elektronik Posta eriha@erciyes.edu.tr Baskı MGRUP Matbaacılık A.Ş. 0352 321 24 11 www. mgrup.com.tr Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Haber Ajansı tarafından hazırlanmıştır.

Bir yıl sonra...

{

EDİTÖR

Aradan tam bir yıl geçti. Bu kez daha emin, daha muna ışık tuttu. Kendisi de bir deprem çocuğu olan Esra güçlü ve daha yetkin haberlerin yer aldığı ERİHA’nın ikin- Özdilim ise üstün bir çabayla, 17 Ağustos Depremi’ni ci sayısıyla karşınızdayız. Geçtiğimiz bir yıl boyunca hem yaşayan birçok depremzede gence ulaştı ve ‘deprem dergimiz ERİHA hem de kardeş yayın organımız Gazete çocukları’yla aradan geçen on bir yılı değerlendirdi. BünKampus, tahminlerimizin de ötesinde bir gelişim gös- yamin Gültekin madde bağımlılarıyla ilgili kapsamlı bir terdi. Henüz bir yaşında olan Erciyes Üniversitesi İletişim habere imza atarken, aynı zamanda Kayseri’de de dalgıç Fakültesi Haber Ajansı’nda, yıl boyunca oluşturduğumuz olunabileceğinin ipuçlarını sundu. İbrahim Arslan ise her sayıda, bir öncekinden daha iyisini hedefledik. Sanı- Ordu’nun Alibey köyündeki süpürgecileri buldu ve bin bir rım başardık da. Bugün ise nazlı nazlı yaklaşırken yılın emekle yapılan bu işin inceliklerini işledi haberinin desonuna, yorucu ama bir o kadar da verimli, emek ve rinliklerine. Hanife Yıldız, Yavuz Pullukçu, Yılmaz Ovat ve dayanışma merkezli bir üretimin keyfini sürüyoruz bir Bekir Öksüz de dışarıdan destek verdiler dergimize; onlar kez daha. Başından beri üretimden çok, üretim sürecine da hazırladıkları dört özel haberle içeriğimizi daha da odaklandığımız bu yolculukta, öğrencilerimizin ileriye zenginleştirdiler. Sonuç itibariyle haberi çıkan, çıkmayan doğru attığı her adımın hazzını yaşadık coşkuyla. İlk gün- geniş bir ekibin emeği bu dergi, sadece haber sahipleriden beri emeğini esirgemeyen tecrübeli öğrencilerimizin nin değil, tüm ERİHA ailesinin ortak üretimi. Dolayısıyla yanı sıra, aramıza yeni katılan birinci ve ikinci sınıftaki bu üretime katkı sağlayan herkese çok teşekkür ediyoruz. “çömezlerimiz” de ortaya koydukları istek, cesaret ve isBir teşekkür de, yıl boyunca Gazete Kampus’te ve tikrarla kendilerini ispatladılar. Dolayısıyla, ajansımızın şimdi dergimizde, elimizdeki haberlerin çok daha güzel sadece bugünü değil, yarını da garanti altında… görünmesini sağlayan ve bize “lüks” bir katkıda bulunan, İyi bir yılın sonunu, özenle hazırlanmış bir dergiyle ajansımızın ayrılmaz parçalarından ‘Tasarım Ofisi’ne. Başkapatırken, kelimenin tam anlamıyla Anadolu’yu karış ta yönetici hocaları Mustafa Bostancı olmak üzere gece karış gezen muhabirlerimizin kaleme aldığı pek çok yarılarına kadar çizim yapan öğrenci arkadaşlarımıza da özel haberimiz yer alıyor, bu sayımızda. Hafif endişe ile fedakarlıklarından dolayı teşekkür ediyoruz. Bitlis’in Cevizliyatağı köyüne gönderdiğimiz, en gencimiz Tüm öğrenci arkadaşlarım adına ise; dur durak bilLeyla Ebrar Hiçyılmaz’ın “Mayınlı otlakların çocuk çoban- meyen, yorulsa da pes etmeyen Genel Yayın Yönetmeları” haberi, ekmek parası için, hayatlarını hiçe sayan ve nimiz Doç. Dr. Bilal Arık’a, dekan yardımcımız Yrd. Doç. mayınlı otlaklarda çobanlık yapan gençleri konu ediyor. Dr. Hakan Aydın’a ve dekanımız Prof. Dr. Hamza Çakır’a Leyla ayrıca Bitlis’ten Diyarbakır’a geçerek kültürümüzün arkamızda dağ gibi durarak sağladıkları destekten dolayı ulu çınarları Dengbej’lerle de kapsamlı bir röportaj ger- minnetlerimi ifade ediyorum. Teşekkürlerin en büyüğüçekleştirdi. Ajansımızın “ağabeyi” Selami Öksüz de çıktığı nü ise fakültemize adını veren ve eğitime yaptığı katkı Karadeniz turundan, heybesinde harika iki haberle dön- ile binlerce öğrencinin geleceğini inşa eden Süleyman dü. Karadeniz’deki kaçak Gürcülerin çalışma koşullarını Çetinsaya’ya borçluyuz. Üretime değer veren bu fakülgözler önüne seren Selami, diğer haberinde idealist bir tenin, üretme hevesinde olan öğrencilerinin hazırladığı öğretmen olan Hakan Sümer’in portresine ayrıntılarıyla “dolu dolu” bir içerikle yeni sayımız sizlerle… yer verdi. Merve Bostancı ise, bir başına Adıyaman’ın merkezinde, dağlarında ve köylerinde Gevendeler’in peşindeydi; müzikal bir yolculuktan, filmlere konu olan insanların hüzünlü hikâyesini devşirdi. Burak Somuncu ve Kenan Şilen sırtlarında çantaları, ellerinde makineleri ile çıktıkları uzun yolda önce Nazilli’deki “Gıdı Gıdı” treninin, ardından Konya’daki Sarıkeçililer’in peşine düştü ve renkli iki haberle dergimize zenginlik kattı. Emektar muhabirimiz Volkan Yıldız da Tire’ye giderek “efsanevi” Tire Bandosu’nun müzisyenlerine kulak verdi ve eşsiz fotoğraflarıyla birlikte Sultan Sazlığı’nın problemlerini kaleme aldı. Elif Kütükoğlu, Londra’daki öğrencilerin, bu kentin ışıltısı altında çoğu kişinin bilmediği yaşamlarını ortaya sererken; Özge Yıldız ise Kırşehirli Bayram ailesine Bizanslılardan miras kalan ve sonu tarihi eser kaçakçılığından mahkemeye kadar uzanan traji-komik “küp” hikâyesini anlattı. Demet Yalçın Romanların herkesin “renkli” sandığı “siyah-beyaz” hayatlarına kulak verdi. Erman Balak ise son zamanlarda tartışmalara konu olan mahalle bakkallarının, dev marketler karşısındaki duru-

Emel Arık


04

{

İÇİNDEKİLER

MAYINLI OTLAKLARIN ÇOCUK ÇOBANLARI

22 SULTAN SAZLIĞI ESKİ GÜNLERİNİ ARIYOR

YUNAN ENSTRÜMANLI TİRE ARMONİ BANDOSU

TURİST GÜRCÜLER KAÇAK İŞÇİ, HALK İŞSİZ GÜRCİSTANDAN TÜRKİYE’YE TURİST ADI ALTINDA GİRİŞ YAPAN AMA BURADA KAÇAK OLARAK ÇALIŞAN GÜRCÜ İŞÇİLERİN SAYISI ÖNEMLİ ORANDA ARTIŞ GÖSTERDİ.

28

9 GENÇLERE “ALTERNATİF” LONDRA REHBERİ

GEVENDELERİN İZİNDE MÜZİKAL BİR YOLCULUK MÜZİĞİN TELAŞLI ÇIRPINIŞLARININ MASALINDAYIM YALINAYAK. KOCA BİR ŞEHRİ MELODRAM MASALLARIYLA İNLETEN GEVENDELERİN PEŞİNDEYİM...

34

13 ROMANLARIN SİYAH-BEYAZ HAYATI ERİHA

2

HAZİRAN 2010

NESLİ TEHLİKEDE OLAN BİR ÇOK KUŞ VE CANLI TÜRÜNE EV SAHİPLİĞİ YAPAN SULTAN SAZLIĞI DOĞAL DENGESİNE YAPILAN MÜDAHELELERDEN ZARAR GÖRDÜ.

42 “GIDI GIDI” TRENİ’NİN SESSİZ BEKLEYİŞİ TÜRKİYE’NİN İLK BASMA FABRİKASINDA SERVİS GÖREVİ YAPMIŞ BİR TRENDİ GIDI GIDI.

18 EYVAH! “KÜP” BİZANS’TAN MI KALMIŞ? BİZANSLILARDAN MİRAS KALAN VE MAHKEMEDE SONLANAN TRAJİKOMİK BİR KÜP HİKAYESİ.

25


{

İÇİNDEKİLER

60

SARI KEÇİLİLER’İN DARALAN YOLLARI

74 DEPREM ÇOCUKLARI YERYÜZÜ DERİN BİR UYKUDAYDI, GÖK KIZILA BOYANDIĞINDA. ÖNCE UĞULTULAR BÖLDÜ SESSİZLİĞİ, SONRA ŞİDDETLİ BİR SARSINTI SAVURDU MİNİK BEDENLERİ.

68 CAZİ NİNE LİSEDE HAKAN SÜMER KENDİNİ BİR ÖĞRETMENDEN ÇOK YARAMAZ BİR ÇOCUK GİBİ GÖRÜYOR.

50 SÖZDEN KELAM YARATAN USTALAR: DENGBEJLER HAYATIN HENGAMESİNİ PEŞİNDEN KOŞTURAN SÖZ USTALARIDIR DENGBEJLER.

57

TOZ BEYAZ YAŞAMLAR

BİR SÜPÜRGE TELİYLE SABRI ÖRMEK ÇARŞAMBA’NIN ALİBEY KÖYÜNÜN İNSANLARI SÜPÜRGECİLİKLE KARINLARINI DOYURUYOR VE YARINLARINI BU İNCE TELLER ÜZERİNE İNŞA EDİYOR.

84

77 BİR ZAMANLAR EFSANEYDİLER

KAYSERİ’DE SU ALTININ GİZEMLİ DÜNYASINA DALIŞ

EGE’NİN KÖKLÜ ÇINARLARI İZMİRSPOR, ALTINORDU, GÖZTEPE VE AYDINSPOR ESKİ İHTİŞAMLI GÜNLERİNİ BUGÜN ÖZLEMLE ANIYOR.

89

92 TARAFTAR SONUNDA SAHAYA İNDİ ERİHA

3

HAZİRAN 2010


{

HABER

Onlar

MAYINLI OTLAKLARIN ÇOCUK ÇOBANLARI

ERİHA

4

HAZİRAN 2010


LEYLA EBRAR HİÇYILMAZ

İlk bakışta bir savaş filminde figüranlık yapan insanlar olarak görebilirsiniz onları. Çünkü öyle bir görünüm hâkim dış görünüşlerinde. Ama onlar ne figüran, ne de oyuncu. Onlar yaşam koşullarının zorlukları ile mücadele edebilmek adına sürülerini mayınlı otlaklarda otlatmaya mecbur kalmış dar gelirli insanlar. Tek gayeleri nereye gömülü olduğunu bilmedikleri mayınlara basıp zarar görmeden sürdürmek zorluklar içinde geçen yaşamlarını ve akşam olduğunda sağ salim evlerine, ailelerine dönebilmek.

ERİHA

5

HAZİRAN 2010


B

itlis’in Nurşin ilçesine bağlı Cevizliyatağı köylülerinin geçim kaynağı hayvancılığa dayanıyor. Hayatlarını devam ettirebilmek adına, koyunlarını ve keçilerini otlaklarda rahatça otlatabilmeleri son derece önemli onlar için. Otlakların büyük çoğunluğunun yaylalarda olması mera hayvancılığı yapan köylülerin yılın yarısını yaylalarda geçirmelerine neden oluyor. Bu durum Cevizliyatağı halkı için yüz yıllardır devam eden bir ata mirası, ancak yakın bir geçmişte yaylalara döşenen mayınlar onları hiçte alışık olmadığı yeni bir duruma sürükledi. Hayvanlarını otlatabildikleri en verimli meraların mayınlar ile çevrilmiş olması sürülerini otlatmalarını engelliyordu ama onlar ölümü göze alarak sürülerini mayınlı otlakların içine sürmekten geri kalmadılar. Çünkü sürülerini yeterince besleyip onlardan elde edecekleri gelir ile ailelerinin geçimini sağlamak zorundaydılar ve bu koşulu sağlayabilmek için mayınlı meralar vazgeçilmezdi. Mayın döşeli otlaklarda sürülerini otlatmak zorunda kalan köylüler bastıkları mayınların patlaması sonucu kollarını, bacaklarını, gözlerini hatta hayatlarını bile kaybediyorlar. Bu yol ölümün bir başka adı onlar için, ama başka çareleri olmadığı için bu tehlikeyi göze alıyor Cevizliyatağı köylüleri. “AYAĞIMI ÇEKMEMLE YERE İNMEM BİR OLDU” Nurşin’e bağlı Cevizliyatağı’nda yaylacılık yaparak geçimini sürdüren her köylü gibi Apakhan ailesi de üç yıl süreyle burayı otlak için kiralar. Geldikleri bu yerin bilinmeyen tuzaklarla dolu olduğunu, bundan sonraki hayatlarının ne denli değişeceğini bilmeden sürülerini bu otlaklarda gütmeye başlarlar. Fakat maalesef bu tuzaklardan biri Özkan Apakhan’ın daha sonraki hayatını yerle bir edecektir. Daha gün yüzü görmemiş, örselenip kırılmamışken kara kış gelir ömrüne oturur Özkan’ın. Kendi gibi çobanlık yapan arkadaşı ile birlikte sürüleri sulamak için dereye doğru yola çıkarlar. Özkan, az sonra koca bir volkan gibi ayağının altında patlayacak mayının bedeninden parçalar koparacağından habersizce iler-

ERİHA

6

HAZİRAN 2010

ler. Dereye doğru yürüdüğü sırada üzerine bastığı toprak parçasından gelen garip bir sesle duraklar. Ne olduğuna anlam veremediği bu sesten irkilen Özkan, bir an ayağını kaldırıp kaldırmamak için tereddüt etse de yoluna devam etmesi gerektiğini düşünerek harekete geçer. Özkan olay anını ve yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Arkadaşımla birlikte hayvanları sulamak için dere kenarına gidiyorduk. Birden ayağımın altında yay gibi oturan bir şey hissettim. Önce ne olduğunu anlamadım. Ayağımı kaldırmadan düşündüm; acaba mayına mı bastım diye, sonra da buranın serbest bölge olduğunu ve mayının olmayacağını düşünerek ayağımı çektim. Ayağımı çekmemle yere inmem bir oldu. Yere düştükten sonra uzun süre bedenimdeki acıyı hissettim. Elektrik çarpmış gibi titriyordum. Kolumdan fışkıran kanları hayal meyal hatırlıyorum. Ondan sonrasını hatırlamıyorum. Uyandığımda bedenimden parçaların eksik olduğunu anladım.” Özkan bir sonbahar sabahında hem kolundan hem de gözünden olur ekmek parası uğruna. “OĞLUM HAYATA KÜSTÜ” Geçimini hayvancılıkla sağlayan Apakhan ailesi halen Nurşin’e bağlı Cevizli yaylasında yaşıyor. Cevizli’deki insanlar, her sene bu bölgede döşenmiş olan mayınlara basarak bundan sonraki hayatlarını yarım insanlar olarak sürdürme ihtimalini göze alıyorlar. Anne Apakhan oğlu Özkan’ı anlatırken gözyaşlarına hâkim olamıyor, hüzünle kavrulan yüreğinden şu sözler dökülüyor: “O olaydan sonra oğlumu tanıyamıyorum, sakin akıllı uslu olan çocuk hırçınlaştı. Çekilmez biri oldu. Bir şey soramıyorum. Hemen her şeye kızıyor, sağa sola çatmaya başlıyor. Biz de o kırılmasın, dediği olsun, birazcık mutlu olsun diye her şeyine katlanıyoruz. Fakat çok da işe yaradığını söyleyemem. O dışarıda koşup oynayanları, arkadaşlarının iştahlı iştahlı kitap okuduklarını gördükçe kendi içine kapanıyor. Adeta hayata küstü. Sessizce köşesine çekilip kimseyle konuşmadan oturuyor. Onu böyle gördükçe yüreğim parçalanıyor.

Özkan Apakhan’ın mayınlar yüzünden kolu ve bacağı yaralı

Fakat elimden bir şey gelmiyor.” Bugün bu kaderi yaşayan yalnızca Özkan değil, onlarca insan ekmek parası kazanabilmek adına, Özkan ile aynı kaderi paylaşıyor Bitlis’in mayınlı topraklarında. ALİ’NİN ÖLMEDEN ÖNCEKİ SON İSTEĞİ Ali Kutlu’nun hikâyesi de, bir başka dramı barındırıyor içerisinde. Ölümle yaşam arasındaki o ince çizgi ürpertmişti Ali Kurt’un küçük bedenini, mum alevini titreten rüzgâr gibi. Yüzünde acının ve şaşkınlığın tüm çizgileri resmedilmişti adeta. Bedeni kanlar içinde yerde kıvranırken umarsızca kurduğu çocuk hayalleri yenik düşer yaşam mücadelesine. Ali mayının patlamasının ardından kısa süreliğine kendine geldiğinde yanı başındaki arkada-


şı Selim Kocaağa’dan su ister. Ve bu istek Selim’in can dostu Ali için yaptığı son şey olur. Çocukluklarından beri dost olan iki arkadaş her zorluğa beraber göğüs germeye çabalamışlarsa da bu defaki zorluk Selim ile Ali’nin aşabileceği türden değildir. Çünkü Ali’nin cansız bedeni kanlar içerisinde, geçim kapıları olan otlakların üzerinde öylece yatmaktadır. Selim olay anını anlatırken aradan geçen zamana rağmen hala ellerinin, bedeninin titrediğini o günü sanki yeniden yaşadığını söylüyor. “O gün Ali ile ben her zaman olduğu gibi keçilerimizi otlatmış, dere kenarına sulamaya götürüyorduk. Ben Ali’nin az ilerisinde yürüyordum, o da arkadan geliyordu. Birden ortalığı cehenneme çeviren bir gürültüyle birlikte etrafı toz bulutları kapladı. Arkama döndüğümde Ali’yi toz bulutunun içerisinden seçmeye çalıştım. Yerde kanlar içerisinde yatıyordu. Şaşkınlık içerisinde ça-

dırların olduğu tarafa koşup haber saldım. Sonrasını hatırlamıyorum bayılmışım. Olaydan sonra uzun bir süre psikolojik tedavi gördüm. Hala da görüyorum, unutamıyorum.” Ama köylülerde bu duruma karşı bir alışmışlık hali var sanki. Çünkü bir tek Ali değil mayına basarak vücudunun bazı uzuvlarını kaybeden. Normal bir şeymiş gibi kiminin kolu yok kimin bacağı, sanki kendilerine biçilmiş kaderin bir parçası bütün bu yaşananlar, nedense bu duruma da kimse isyan etmiyor. “OĞLUM KANLAR İÇİNDE YERDE YATIYORDU” Cevizliyatağı köylülerinden, Kurt ailesi de mayın mağdurlarından. Yaşadıkları olayın etkilerini uzun süredir atlatamayan Kurt ailesi, hala daha o anların çöküntüsünü yaşıyor zaman zaman. Tahir Kurt: “Oğ-

lum mayına bastığında ben orada değildim, eşim oradaydı. Eşimin olayı unutamaması da bu yüzden. Ben inanamadım. Gidip kendim görene kadar inanmıyordum. Ta ki oğlumun cansız bedenini hastane odasında görünceye dek. Zaten görür görmez dizlerimin bağı çözüldü ve olduğum yere yığıldım. Yaşadığım bu hayata bir kez daha lanet okuyarak gözlerimi açtım” diyor can evinden vurulan baba. Bu yaşam şekli onların seçimi değil ama yaşayanlar onlar. Suat’ın annesi Türkan Kurt’un söylediği şu sözler yaşananların insanlık dışı olduğunu açıkça gözler önüne seriyor. “Sabah saat 10.00’a geliyordu. Oğlum her zamanki gibi arkadaşıyla keçileri otlatmaya çıkmıştı. Çadıra girip bir şey alıp onların yanına inecektim. Birden bir patlama sesi duydum, o an kanım dondu, hareket edemez oldum. Kilitlenmiştim, biraz sonra kendime geldiğimde aklıma ilk gelen

ERİHA

7

HAZİRAN 2010


Suat Kurt hayatına hayallerinden yoksun devam ediyor

oğlum oldu. Çünkü patlama sesi oğlumun olduğu yönden gelmişti. Hışımla dışarı fırladım. Az ilerde, oğlumu en son gördüğüm yerde küçük bir kalabalık birikmişti. Oraya doğru koştum ve gördüklerim karşısında kendimden geçtim. Oğlum kanlar içinde yerde yatıyordu. Gözümü açtığımda yerde kan birikintileri vardı. Hemen ötede bir köpeğin olduğunu ve bir şeyler yediğini gördüm. Anlamsız bakışlarla onu izledim bir müddet. Fakat anlam veremedim, yanımdakilere sorunca keçi eti yediğini söylediler. Hemen köpeği unutup askerlere oğlumun nerede olduğunu sordum. Onlar Suat’ın iyi olduğunu, sadece belirli yerlerinde yaralar olduğunu, başka hiçbir şeyinin olmadığını söylediler. Hemen Suat’ımın yanına gitmek istedim. Hastaneye gittiğimde oğlum yoğun bakımdaydı. Suat’ı gördüğümde bir gözü, bacağı ve kolu yoktu.” “KENDİMİ EKSİK VE ÇARESİZ HİSSEDİYORUM” Geçirdiği talihsiz kaza sonucu eğitimine ara vermek zorunda kalan Suat Kurt, iki yıl aradan sonra kaldığı yerden devam etmek için okulun yolunu tutar. Fakat bu sefer ne koşup oynadığı bacakları, ne de çok sevdiği kitapları okumasına yarayan gözlerinden biri vardır. Arkadaşları arasına karıştığı zaman onlara ayak uyduramadığını, daha çok arkadaşlarının ona ayak uydurduğunu ifade ediyor Suat. “Bundan sonraki hayatımı bir gözümü, kolumu ve bacağımı kaybetmiş olarak yaşamaya mahkûm etti beni o mayınları oraya döşeyenler. Eskisi gibi eğitimime yatılı olarak okuduğum okulumda devam edeceğiERİHA

8

HAZİRAN 2010

mi düşünmüştüm ama tekrar okula dönünce bunun mümkün olmayacağını gördüm. Ailemin yanında olmamın daha iyi olacağını düşünerek köydeki okula geri dönmeye karar verdim. Okul müdürüyle konuştum. Yatılı okulda yapamadığımı, iki, üç haftada bir eve gidebildiğimi ve üstüm başım kirlendiğinde bunların üstesinden gelemediğimi söyleyerek köyüme geri dönmek istediğimi söyledim. Kimseye muhtaç olmadan bütün ihtiyaçlarımı giderirken, şimdi destek almadan bir bardak su bile içemiyorum. Arkadaşlarımın koşup oynadığını, diledikleri gibi eğlendiklerini gördükçe benim de içimden koşup oynamak, eğlenmek geliyor. Ama bu halimi görünce kendimi eksik hissediyorum.” Kendisini eksik ve çaresiz hisseden Suat şimdi köyündeki Asmadere İlköğretim Okulu’nda eğitimine devam etmeye çalışıyor. Biraz kırılgan biraz da isyan edercesine anlatıyor yaşadıklarını: “Arkadaşlarım moral vermek için hep yanımda olmaya çalışıyorlar ama bir noktadan sonra bana acıyanların ilgisinden bunalmaya başladım. Kalabalık ortamda kalamıyordum. Ürkek bakışlar arasında kendimi yalnız hissediyordum. Üzerimdeki bakışlardan kaçabildiğim kadar uzaklara atmak istiyordum kendimi. Onlara yaklaşmak bana zor geliyor, sıkılıyorum artık bu yaklaşımlardan.” Suat’ın tek gözündeki keder anlatmaya yetiyor kırılmış, yorulmuş kalbinin acısını. Aldığı bir engelli maaşıyla köşesine çekilmiş, yaşamının anlamını çalan mayın kâbusunu unutmak istercesine. “TEK HAYALİM DOKTOR OLMAKTI” Suat’ın yaralandığı kazadan birkaç ay önce on üç yaşındaki bir çocuk yine mayına basarak hayatını kaybetmiş. Suat kaybettiği arkadaşından daha şanslı olduğunu şu cümlelerle ifade ediyor. “Ben kolumu, gözümü, bacağımı kaybettim belki; fakat benden kısa bir süre önce mayına basarak ölen arkadaşımın parçalarını toplamakta bile zorlandılar. Her parçası bir tarafa dağılmış çoğunu bulamamışlardı bile.” Oysa onun da Suat gibi ne hayalleri vardı belki de. Doktor olmak ya da mühendis olmak saklıydı gelecek düşlerinde. Suat’ın yüzündeki mahzun ifade bizi bizden alıp başka diyarlara götürüyor. “Küçükken tek hayalim doktor olmaktı. Doktor olacak, herkese elimden geldiğince yardım edecektim. Sonra da annem, babam ve kardeşlerimle güzel bir hayat kurup bu hayatı bırakacaktım. Ama izin vermediler. Ne bir el, ne bir kol, ne de özgürce adım atabileceğim bir bacağım var artık. İstesem de doktor olamam.” Diyerek hüzünlü bir tebessüm ediyor ve buruk yüreği otlakların uçsuz bucaksızlığına doğru aksayan bedeniyle uzaklaşıyor yanımızdan.

Onlarınki sonu ne zaman ve nasıl biteceği tahmin bile edilemeyen bir yaşam mücadelesi. Otlaklarda yaşam güvenceleri olmadan, her an ölümle burun buruna yaşamak zorundalar. Günlük yaşayışlarının karşılarına diktiği tehlikeler geceleri de kâbus olup uykularına korku salıyor. Kurdukları düşler ellerinden uçup gidiyor sabun köpüğü gibi. Onlar yaşam mücadelesinin yitik savaşçıları. Onlar mayınlı otlakların çocuk çobanları…


{

HABER

Turist

GÜRCÜLER kaçak işçi, halk işsiz

E Türkiye, sınır komşusu olduğu ülkelerin birçoğundan işçi göçü alan merkez ülke konumunda. Kafkas ve Orta Doğu ülkelerinde yaşanan siyasi hareketlilik Türkiye’ye gelen işçi göçlerini artırıyor. İki yıl önce Rusya’ın Güney Osetya’yı işgali üzerine Rusya ile savaş yapan Gürcistan’ın kötü olan ekonomisi biraz daha bozuldu. Buna bağlı olarak Gürcistan’dan Türkiye’ye turist adı altında giriş yapan ama burada kaçak olarak çalışan Gürcü işçilerin sayısı da arttı. Özellikle Karadeniz’de Gürcü işçilerin çokluğu yöre insanının çalışma koşullarını olumsuz etkiliyor.

konominin son derece önem kazandığı günümüzde, her ülkenin sosyo ekonomik koşullarına göre belirlenmiş kişi başına düşen bir gelir miktarı bulunuyor. Gelişmiş ülkelerden, gelişmekte olan ülkelere ve az gelişmiş ülkelere doğru kişi başına düşen gelir miktarı ve refah seviyesi azalıyor. Dolayısıyla az gelişmiş ülklerde yaşayan insanların birçoğu açlık sınırının altındaki bir kazançla yaşam mücadelesi veriyor. Bu durumun bir sonucu olarak gelişmemiş ülkelerden gelişmiş ülkelere doğru bir işçi göçü yaşanıyor. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra kurulan bağımsız birçok devlet, benimsedikleri yeni sisteme ayak uyduramayınca, ekonomik bunalımlar yaşamış, dışarıya da bir hayli göç vermiş. Bu ülkelerden biri de doğu komşumuz Gürcistan. Ekonomisi son derece kötü olan Gürcistan, ülkemize en çok işçi göçü veren doğu komşularımız arasında yer alıyor. Sarp Sınır Kapısı ile Türkiye’ye açılabilen Gürcü vatandaşlar aldıkları üç aylık vize ile Türkiye’ye turist olarak giriş yapıyorlar; ama bu süre içinde bulabildikleri kayıt dışı olabilecek her türlü işte çalışıyor. Özellikle Doğu Karadeniz Bölgesi’nde olmak üzere ülkemizin çeşitli yerlerinde çalışan Gürcü vatandaşları görebil-

SELAMİ ÖKSÜZ mek mümkün. Resmi kayıtlara göre turist olan bu insanlar kaçak çalıştıkları için yerli işçilere oranla daha ucuza çalışıyor. Bu durum işverenler tarafından Gürcü işçilerin daha çok tercih edilmesini beraberinde getiriyor. İlk adım bavul ticaretiydi Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından yeni bir yapılanmaya giden Gürcü halkı, kendi adlarının simgeleştirildiği bağımsız Gürcistan’ı kurar. Yılarca Sovyet egemenliğinde yaşayan Gürcü halkı bağımsız bir devlet kurar; ama daha önce bir parçasını da kendilerinin oluşturduğu Sovyetler Birliği’nin çöküşünü hazırlayan ekonomik yetersizliklerin pençesinde kıvranmaya devam eder. Ekonomideki açmazdan kurtulmak isteyen Gürcüler ülkelerinin dışında çalışmak zorunda kalır. Pasaportunu vizeletip, bavulunu kapan çeşitli ülkelere turist olarak giriş yapar; ama asıl hedef, bavul ticareti ile para kazanabilmektir. Ülkemiz de bu dönemde başlayan bavul ticaretinden payına düşeni alır. Türkiye’ye turist olarak giriş yapan binlerce Gürcü, yanlarında getirdikleri eşyaları semt pazarlarında satarak para kazanma yoluna gider. Gelen malların ülkemizdekilere göre daha ERİHA

9

HAZİRAN 2010


ucuz ve kaliteli olması Gürcü vatandaşların sattığı malların yoğun ilgi görmesine neden olur. Bavul ticareti Türkiye’de tutunca, bu işin pazarının oluşması da gecikmez. Özellikle Doğu Karadeniz Bölgesi, Gürcistan’a yakın olması dolayısıyla bavul ticaretinin en canlı olduğu merkez haline gelir. Trabzon ve Rize, bölgenin gelişen ve kalabalık şehirleri olmaları dolayısıyla bavul ticaretinin ve göçlerin en yoğun olduğu illerimiz arasındaki yerini alır kısa bir süre sonra. Bu illerde ve ilçelerinde kurulan semt pazarları Gürcü vatandaşlara açılır, halk ağzında ‘Rus Pazarı’ diye tabir edilen sürekli satışların yapıldığı kapalı pazar alanları oluşturulur zamanla. Bavul ticaretine konu olan mallar arasında neler yoktur ki; elektronik el aletleri ve ev eşyaları, kıyafetler, içki ve tütün ürünleri, parfüm ve makyaj malzemeleri gibi birçok ürün Gürcistan’dan getirilerek iç pazarda satışa sunulur. Bu durun iç pazarda dengeleri sarsar ama; öte taraftan da Gürcistan’dan Karadeniz’e sokulan mallar iç pazarda aranır hale gelir. Gümrük vergilerinin düzenlenmesi ve denetimlerin artırılması ile bavul ticareti durma noktasına getirilir; ama hala daha bazı mallar gümrükten geçebilmektedir. Genel itibari ile pazarcılık yapan kişilere bakıldığında çoğunluğunu kadınların oluşturduğu görülüyor. Bu satıcıların çoğu uzun zamandır Türkiye’de oldukları için oturma izni almış, hatta bazıları Türk vatandaşlığına geçiş yapmış bile. Hafta içi her gün başka bir ilçede kurulan semt pazarları pazarcılık yapan Gürcü kadınların uğrak yerlerinden Karadeniz’de. Bazılarının sabit tezgahları bile var. Pazarcılık yapan Gürcü kadınların bazıları da gezgincilik yerine, belediyelerin tezgâh açmalarına izin verdiği sabit yerlerde her gün tezgâhlarını kurup satışlarını yapıyorlar. Trabzon’un Sürmene ilçesinde tezgâh kuran Juleda Jujuana, Dacıya Asatiani ve Manana Çeyişvili pazarcılık yapan Gürcüler’den bir kaçı. Eskisi gibi sattıkları malları artık Gürcistan’dan getiremediklerini söylüyorlar. Bir kimyager olan Dacıya fizikçi olan kız kardeşi ile birlikte yaşıyor Sürmene’de. Kardeşi de pazarcılık yapıyor şehrin başka bir köşesinde. Batum’dan gelmişler Sürmene’ye. Dali Kantadcia memleketinde kimsesi olmadığı için pek gitmek istemiyor Gürcistan’a. “Burada yiyor, burada yaşıyor ben. Hem ben geleli oldu on beş yıl, Ben istiyor Türk vatandaşı olmak” diyor Gürcücenin etkisi altındaki Türkçesi ile. Ülkelerindeki yaşam koşullarının zorluğundan ve işsizlikten yakınıyorlar. Sattıkları malları Türk toptancılardan aldıklarını söylüyorlar. Çünkü gümrük vergileri sattıkları malları buradakinden daha ucuza maletmelerinin önüne geçiyor. Gürcü kadınların hepsi pazarcılık yapmıyor. Temizlik işi yapanlar da var. Bella onlardan biri. Pazarcı kadınERİHA

10

HAZİRAN 2010

ikamet etmek durumundalar ama bu yol masraflı olduğu için onlar en uygun fiyata kiraladıkları evlerde kalıyor. Genellikle kalabalık bir grup olarak kiraladıkları evler, yaz aylarında çalışmak için gelen Gürcüler ile iyice kalabalıklaşıyor. “Elimizden bir şey gelmiyor”

Dali Kantatcia da Türk vatandaşı olmak istiyor

lar ile konuşmamıza o tercümanlık ediyor. Çünkü bir Türk ile evli, dolayısı ile Türkçe’ye hâkim. Bir okulda temizlik işçisi olarak çalışıyor. Evlendikten sonra Müslüman olmuş, ismini de Leyla olarak değiştirmiş. Kıyafeti ile yanımızdaki Gürcü kadınlardan farklı olduğu ilk bakışta göze çarpıyor zaten. Bağ bahçe işlerinde çalışan Gürcü erkekler Gürcistan’dan kadınlar gibi erkekler de Türkiye’ye gelip çalışıyorlar ama erkekler kadınlar gibi pazarcılık yapmıyor. Onlar daha çok bölgenin bağ bahçe işlerinde çalışabiliyor. Sayıları bir hayli fazla olduğu için hepsinin pazarcılık etmek gibi bir şansı da yok zaten Öte taraftan bağ bahçe işleri, pazarcılığa oranla daha iyi para kazandırıyor. Gürcü erkeklerin çalışabilmeleri mevsimlik işlere bağlı. Gürcülerin ucuz iş gücünden yararlanmak isteyen insanlar bağ bahçe işlerinde çalıştırılmak üzere Gürcü erkeklere iş veriyor. Bazı özel çay fabrikaları da kayıt dışı olarak Gürcü işleri çalıştırıyor. Gürcü işçi çalıştırarak sigorta masraflarından kurtulan bu işletmeler, aynı zamanda onların yerli işçilere göre daha ucuza çalışmalarından da istifade ederek, işçi ücretlerinden ciddi kar elde ediyor. Gürcüler, özellikle çay ve fındık mevsiminde yörede iş bulabiliyor. Bu mevsimlerin dışında inşaatlarda amelelik ve boyacılık yapan Gürcüler bölgede kaçak olarak çalıştıkları işlerden elde ettikleri kazançla memleketlerinde bıraktıkları ailelerinin geçimine destek olmaya çalışıyor. Gürcüler normal şartlar altında Türkiye’de turist olarak bulundukları için otel ve pansiyon gibi işletmelerde

Karadeniz Bölgesinde hemen hemen her ilçede Gürcü işçilere rastlayabilmek mümkün. Sürmene şehir merkezinde, herkesin kolayca ulaşılabileceği bir yol üzerinde kendilerine iş verebilecek kişileri bekleyen Gürcü erkekler ile yaşam koşulları üzerine söyleştik. Her sabah aynı yerde kendilerine iş verebilecek kişilerin kendilerini alıp çalışacakları yere götürmesini bekliyorlar. Onlarla konuşmak için yanlarına yaklaştığımızda bizi kendilerine iş verecek biri sandıkları için hemen çevremizde toplandılar. Geliş maksadımızı açıkladığımızda kendi aralarında Gürcüce konuşarak ne yapmaları gerektiğine karar vermeye çalıştılar. İlk başta onların yarım Türkçesi ile anlaşmaya çalışsak da bu pek mümkün olmuyordu. Bu sırada Türkçe’yi iyi bilen başka bir Gürcü’yü çağırdılar yanımıza. O arkadaşlarına ne için orda olduğumuzu anlattığında hararetli bir konuşma geçiti aralarında. Ses tonlarından bizimle konuşmak istemediklerini anladık. Biraz sonra orta yaşlı Gürcü işçiler bir köşeye çekilerek uzaklaştılar. Kaçak olarak çalıştıkları için deşifre olmaktan korkuyorlar belli ki. Onların nezdinde yaptığımız iş gereksizdi ve Gürcüler ile anlaşmamızı sağlayan Giorgi de sıklıkla “Ne gerek var.” diyerek sorularımızı yanıtsız bırakmayı tercih ediyordu. Giorgi yedi yıldır Türkiye’de çeşitli işlerde çalışarak ailesine bakmaya çalışan binlerce Gürcüden biri. Türkiye’ye gelmeden önce Gürcistan’da açılan özel bir okulda Türkçe eğitim gördüğü için iyi Türkçe biliyor. Türkiye’de Mehmet Bayraktaroğlu ismini kullanıyor. Mehmet sorduğumuz hiçbir soruya doğrudan yanıt vermiyor ama dolaylı yollardan, üstü kapalı ifadeler ile Türkiye’deki yaşamlarının resmini çizmeyi tercih ediyor. “Bizim orada çalışan çok Türk var ama onlar bizim gibi değil. Onlar şirketler ile geliyorlar. Çalışmaları yasak değil. Biz hiç kimseye bağlı değiliz, bir sorun oldu mu sınır dışı ediliyoruz ama bizim orda ki sizin Türkler de böyle değil onlar çok rahat. Bura da bizi çalıştırıp paramızı vermeyenler oluyor. Ne yapabilirsin. Gidip şikâyet etsen hiçbir şeyi kanıtlayamazsın. Bırak kanıtlamayı sınır dışı edilirsin. Burada değil ama bir arkadaşımızın 2 bin TL alacağı var birinden. Vermiyor. Bazı arkadaşlarımızın pasaportunu alıp çalıştıranlar bile oldu. Elimizden bir şey gelmiyor. Ne yapalım, öldüremezsin ya, çekiyoruz sineye.” Kendi adına yönelttiğimiz soruları geçiştiriyor ama; bize konuşmayı tercih


eden arkadaşlarının söylediklerini de aktarmaktan geri kalmıyor. “Burası bizim için bir şans” Sorduğumuz sorulara Giorgi aracılığı ile cevap veren Roman Koçhalidze, Türkiye’ye bir yıl önce gelmiş. Gürcistan’da orduda görev yaptığını söylüyor. 2008’de Abhazya, Rusya ve Güney Osetya’nın karıştığı savaşta direniş birlikleri ile savaşa katılmış. Savaşın zorluklarını yaşayan Koçhalidze ordu içinde yaşadığı bir olumsuzluk sonucu yüzbaşıyı yaraladığı için ordudan ihraç edilmiş. “Ordudan kovulduktan sonra işsiz kaldım. Bizim memlekette en büyük sorun işsizlik zaten. İş olmadığı gibi, çalışma ücretleri de çok düşük. Burada bir haftada kazandığım parayı ordaki en iyi devlet memuru bir ayda zor kazanıyor. Üç ayda bir memlekete gidip geri geliyorum. Sadece

ben değil burda gördüğün tüm arkadaşların vizesi üç aylık. Üç ay doldu mu Gürcistana gidip biraz kaldıktan sonra buraya gelip çalışmak zorundayız. Burada yazları iyi para kazanıyoruz. Çay ve fındık mevsimi bizim için en verimli aylar oluyor. Onun dışında ne iş bulursak yapıyoruz. Sizin Türkler gelip buradan sabah işi alıyorlar, parada anlaşırsak gidip, günlük 50 TL’ye çalışıyoruz.” Türkiye’de Muhammet ismini kullanan Roman Koçhalidze’den cesaret alan bir kaç kişi daha yanımıza sokuluyor. Mirza Beridze az bildiği Türkçe ile “Beni de yazın, ne olacaksa olsun.” diyerek kendinden emin, rahat tavırları ile dikkat çekiyor. O da ekonomik sıkıntılardan ve çalışma ücretlerinin düşüklüğünden yakınıyor. “Burası bizim için bir şans ama burada da öyle bilindiği gibi rahat değiliz. Turist olarak giriş yaptığımız bir ülkede kaçak olarak çalışıyoruz. Polis var, jandarma var, yakaladılar mı sınır dışı ediyorlar. Ama mecburuz burada çalışmaya.

Ülkemizde durum ortada.” Yanı başımızda toplanan Gocha Beridze, Gurami Saginadze ve diğerleri ile ulaşamadığımız birçok Gürcü işçi de aynı kaderi paylaşıyor Mirza ile. “Şikâyet olunca sınır dışı ediyoruz” Gürcü işçilerin bölgedeki varlığı ülkemizin işsizlik ortamında, iş sıkıntısı çeken yöre insanının iş olanaklarını kısıtlıyor doğal olarak. Gürcü işçilerin Türk işçilere oranla daha ucuza çalışması ekonomik zorluklarla mücadele eden yöre insanını Gürcü işçilere yönlendiriyor. Bu konuda yaşanan bazı olumsuzluklar da yok değil. Yurt dışından gelip yöre insanının ekmeğine ortak olan Gürcü işçiler zaman zaman şikâyet ediliyorlar polise ve jandarmaya. Konuya ilişkin olarak görüştüğümüz Sürmene Emniyet Müdürü Erdal Çelebi, Gürcü vatandaşların varlığından

ERİHA

11

HAZİRAN 2010


haberdar olduklarının ama halktan bir şikâyet gelmedikçe kendilerinin yapacağı bir şey olmadığını söylüyor. “Seyahat özgürlüğü kanunundan yararlanan Gürcüler Türkiye’ye giriş yapıp burada çeşitli işlerde çalışıyorlar. Biz bunu biliyoruz ama halktan buna yönelik şikâyet gelmediği sürece elimizden bir şey gelmiyor. Ama şikâyet oldu mu tespit edilen kişiler hakkında yasal işlem yapılarak sınır dışı ediliyor. 2009–2010 yılları içerisinde sadece bize gelen şikâyetler doğrultusunda dokuz Gürcü sınır dışı edildi. Sınır dışı edilenler kanunen beş yıl boyunca Türkiye’ye giriş yapamıyor. Sınır dışı edilenlerin hepsi de burada çalıştıkları için sınır dışı edilmedi tabi. Bir kısmı hırsızlık gibi kanun dışı olaylara karıştıkları için çıkarıldı Türkiye’den. Ama burada çalışırken tespit edilip sınır dışı edilenler de var. Onlara ve onları çalıştıranlara beş bin TL para cezası uygulanıyor.” Yöre halkı Gürcü işçi çalıştıranları şikâyet etmektense ‘Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın.’ dercesine ekmeklerine ortak olan Gürcü işçilerin varlığına göz yumuyor adeta. “Onlar varsa bizim insanımız yok” Karadeniz Bölgesi’nde kısıtlı olan iş imkânları Sürmene için de geçerli. Yörede çay fabrikaları ve birkaç küçük işletmenin dışında toplu işçi çalıştıran işletme yok. Dolayısıyla halkın geçimi de fındık ve çaya endeksli ağırlıklı olarak. Herkesin kendini dönüştürecek kadar çayı ve fındığı yok ama olanların yanında gündelikçi çalışarak üç-beş kuruş kazanabiliyor arazisi olmayanlar. Gürcüler’in ucuz iş gücü ile çay ve fındık toplama işine girmesi yöre insanının çalışma koşullarını olumsuz etkiliyor. Yörede çay üreticiliği yapan binlerce kişi var. Bir çay üreticisi olan Mine Öksüz, Gürcülerin yörede çalışmalarına ilişkin olarak şunları söylüyor: “Biz altı kişilik bir aile olarak geçimimizi çaydan kazandığımız para ile devam ettiriyoruz. Kendi çayımızdan başka yarılık yaptığımız çaylarda var. Bunların dışında çevremizde çayı çok olan insanlara gündelikle çay kesmeye gidiyoruz. Gürcülerin varlığı bizim tercih edilmemizi ERİHA

12

HAZİRAN 2010

engelliyor hali ile. Çünkü biz gündeliği 80 TL’den alırken onlar 50 TL alıyor. Aradaki fark ortada, bu farkı ödemek istemeyenler bize değil Gürcülere iş veriyor. Biz onlardan fazla gündelik alıyoruz ama ona göre de çalışıyoruz. Biz günde ortalama 400–500 kilo civarında çay kesebilirken onlar 250–300 kilo kesebiliyor. Burada da aradaki fark ortada ama insanımız bunu değil, paradaki farkı görmeyi yeğliyor. Gürcüleri çalıştırdığı için mağdur olanları görüyoruz sürekli. Onların temel amacı bu işten para kazanmak, senin durumunun ne olduğu onları hiç ilgilendirmiyor ama bizim için öyle değil. Biz gündeliğe gittiğimiz insanlara iş görüyoruz. Gerekirse fazladan birkaç saat çalışıyoruz, çayını satmasına ve taşımasına yardımcı oluyoruz ama; onlar da böyle bir şey söz konusu değil. Çalışma saatleri doldu mu senin işin kalmış, zarar etmişsin, bunları hiç düşünmezler, paralarını alıp gitmeye bakarlar. Sonra onların aldığı para burada kalmıyor. Onlar burada az harcayıp, çoğunu memleketlerine götürüyorlar. Biz aldığımız paranın her kuruşunu burada harcıyoruz ve o para piyasada dönüyor. Gidin bakın sokaklar işsiz insanlar ile dolu. Gürcüler buradaki işsizliği daha da artırıyor. Sonuç olarak onların tercih edilmesi, kendi insanımızın zor durumda kalmasına neden oluyor. ” 1950–1960 yılları arasında yurttaşlarımız Almanya’ya işçi olarak alınmıştı. İççilerimizin birçoğu izne bağlı olarak girmişti Almanya’ya ama kaçak olarak gidenlerin sayısı da bir hayli fazlaydı. O tarihler Almanya’da kaçak olarak çalışan işçilerimiz ile bugün Türkiye’de kaçak çalışan Gürcülerin durumu benziyor. Ama ortada çok önemli bir fark var: Almanya o tarihler işçi almaya mecburdu. Çünkü; çalışabilecek işçi gücü yoktu ve ekonomisinin buna ihtiyacı vardı. Türkiye bugün ekonomik olarak dışarıdan gelen işçiyi çalıştırabilecek konumda olmadığı gibi, kendi işsizlerini dahi istihdam edebilecek düzeyde değil. Dolayısıyla yaşanan bu sosyal hareketlilik var olan işsizlik sorununun daha da derinleşmesine neden oluyor.

Roman Koçhalidze


{

GEZİ

Gevendelerin izinde üzikal . m lculuk.. ib r yo

MERVE BOSTANCI

{

Müziğin telaşlı çırpınışlarının masalındaydım yalınayak. Koca bir şehri melodram masallarıyla inleten Gevendeler’e göz ucuyla baktıktan sonra bir daha gözlerimi ayıramadım susarak paylaşılan acı dolu, keder dolu, müzik dolu hayatlarından. Beynelmilel filmine konu olmakla ne hissettiklerini tam olarak tarif edemeyen Gevendeler, spontane yaşamlarını yansıtıyorlar çaldıkları her müzik aletinde. Acılarını, sevinçlerini gergef gergef işliyorlarlar o eşsiz nağmelerde.

ERİHA

13

HAZİRAN 2010


G

ecenin kelebek kanatları üzerime serdiğinde yorgun örtüsünü, koyulmuştum yola. Otobüs Adıyaman’a doğru ağır ağır seyrederken, neyle karşılaşacağını bilemeyen lakin gittiği yoldan asla dönmeyen insanların şaşkınlığı ve kararlılığı vardı üzerimde. Ürkek ve derin gözlerle bakarken buğulu pencereden, içimdeki gezgin ruha gevendeleri anlatıyordum izlediğim filmin büyüsünden esinlenerek. Mavi süslü hayallerimdeki gibi bulamamak onların beyazın renksizliğindeki parasız pulsuz hayatlarını, içimi acıtacaktı oysa… Tılsımlı bir el, yavaşça söndürürken sokak lambalarını, güneşin serin sabahları dolduran ilk ışıklarıyla Adıyaman’da buluyorum kendimi. Sevimli bir şehir karşılıyor beni, tutuyor elimden. Adıyaman İl Emniyet Müdürlüğü’nün yardımsever yönlendirmelerinden faydalanıp buluyorum doğru adresi. Mehmet Aslan adındaki yerel sanatçı, gevendelere ulaşabilmek için eşlik ediyor bana yolda. Gevende kahvehanesine ulaştığımda hüzünbaz savruluşlarda kayboluyorum. Karşımda gördüğüm mağdur insanlar meraklı gözlerle beni süzse de çekingen kelimelerle hoş geldiniz diyebiliyorlar sadece. Meraklı gözleri biraz daha meraklandırmak adına oturuyorum mavi brandalı kahvehanede bir masaya ve toplaşıyorlar müziksiz yaşamamayı, aç kalmak pahasına yol bilmiş bu masum insanlar. Kendimi tanıtıp başlıyorum sorularımı sormaya. Sorular ilerledikçe etrafımdaki çember genişliyor.

Onların mirası Gevendelik…

Gevendelik nedir diyorum etrafımdaki kalabalığa, açıklıyorlar. “Gevendelik düğüncülüktür. Düğünlere gidip çalgı çalmak, ekmek parasını bu yolla kazanmaktır. Emeğin takdir edilmemesidir bazen. Müzisyenliği taşıyamayan insanlar var içimizde. Gevendelikle gocunmuyoruz. İnsanların mutlu gününü paylaşıyoruz, daha çok kıymet görmemiz lazım. Bir kişinin yaptığı kötü bir şeyi hepimize mal ediyorlar. Girdiğimiz toplumlar en güzel toplumlar, en güzel ortamlar ama değer görülmüyor.” İfade ettikleri mesleğe sessiz çırpınışlarla üzülüyorum, zorlu yaşamlarına ışık tutabilmek adına sorular yöneltiyorum. Müzisyenlik geleneği sizde nasıl başladı diyorum, sesini duyurabilmek isteyen herkes dillerindeki, henüz söylenmemiş, hayatlarına dair şiiri okuyup bitirmek ister gibi çırpınıyor. Gevendeler’den Zeynel Polat başlıyor söze. “Bizde bu meslek babadan oğla geçiyor. Bu benim babamdır, onun da babasının babasından geçmiştir. Bizim mirasımızdır bu gelenek.” Zeynel Polat’ın gösterdiği kişi, 70’li

ERİHA

14

HAZİRAN 2010

yaşlarındaki babası, ilgimi çekiyor. Gözlerine hüzün serpilmiş, sessizce neler olduğunu anlamaya çalışan sevimli, yaşlı yüze soru yöneltiyorum lakin bir sükût arız oluyor. Gevendeler’in yaşça en büyüklerinden olan Şeyho Polat’ın kulaklarının işitmediğini öğreniyorum. Hüzün artığı bir göz yanmasından sonra toparlayabiliyorum kendimi. Şeyho Polat’a soracağım soruları oğlu Zeynel Polat yöneltiyorum ve o cevaplıyor. “Babam çocuk yaşta başlamıştır gevendeliğe. Babasından dedesinden görmüştür bu mesleği. Babam yıllarca çalışmıştır, bu pis işin kahrını çekmiştir. Bazen aç yatmıştır ama namusuyla kazanmaya çalışmıştır parayı. Eskiden en kral davulcuydu şimdi 75 yaşında, kulakları duymuyor ama açlık belasına hala düğünlere gidiyor, çalıyor, gevendelik yapıyor. Bir sosyal güvencesi bile yoktur. Yazık değil mi bu adama?” Zeynel Polat’ın anlattıkları içimde derin bir rutubet oluşturuyor. El değmemiş masum hayatlarını, çaldıkları acıklı bir nağmenin parçası olarak görüyorum. Gevendelere, ailenizde herkes bu işi mi yapıyor diye sorduğumda şu cevabı alıyorum. “yüzde 3 ya da yüzde 4 bu işi yapmayan var. Onun dışında burada bulunan herkes ve ailesindekiler gevendelikle geçimini sağlıyor. Çocuklarımızdan okumak isteyenler var ama geneli bu işi tercih ediyor. Bir çiftçi çocuğunu nasıl yetiştiriyorsa biz de müzisyen olarak çocuğumuzu öyle yetiştiriyoruz. Eline küçük yaşta davul zurna veriyoruz. İlgisi varsa yapıyor bu işi, ilgisi yoksa yapmıyor.” Herkesin bu işle ilgilendiğini öğrendikten sonra kadın gevendeler olup olmadığını merak ediyorum ve yönelttiğim soruyu biraz komik bulduklarından belki de gülerek yanıt veriyorlar. “Bizde kadınlarımız gevendelik yapmaz, bu iş sadece erkek işidir, kadın evinde oturur, yemeğini yapar, çocuklara bakar. Çalışmak için kayısı toplamaya giden kadınlarımız vardır elbet ama azdır.”

Kazandıkları borca gidiyor…

Günlük hayatlarını anlatmalarını istiyorum, günlerinin kahvehanede geçtiğini söylüyorlar. Birinin gelip düğün var deyip onları alıp götürmesini bekliyorlar ekmek umuduyla. “Kahvede çayı bile borca içiyoruz, utanıyoruz, kahveci de iflas ediyor bizim yüzümüzden, günlerimiz borç hesaplamakla geçiyor. Bir borcu kapatırsak diğerini kapatamıyoruz kazandığımız borca gidiyor.” Yakınmaları gök kubbeye ulaştığında zaman öğle saatini gösteriyor ve kül tablasında yarım bırakılmış bir sigaranın çaresizliğinde sohbetimize devam ediyoruz onlarla.

Eskiden mi iyiydi işleriniz şimdi mi iyi diye soruyorum. Yerel sanatçı Mehmet Aslan cevaplıyor bu kez sorumu. “Eskiden daha iyiydi, şimdi artık herkes davul ve zurnalı düğün tercih etmiyor. İnsanlar orkestralı, orglu düğün tercih ediyorlar. Davullu zurnalı yapanlar da maddi durumu çok iyi olmayan köylü kesimi. Eskiden zengin düğünleri olurdu, müzisyenlere para yapıştırma olayı vardı, bin liraya anlaştıysan 5 bin lira da para yapıştırırlardı. İşler çok iyiydi ama artık para yapıştırma geleneği de kalktı. Davul zurna çalan arkadaşların işleri iyice kötüye gitti.”Tüm gevendelerin gözlerinde çaresiz bir isyan kabarıyor bu sözlerin üstüne. Ama belli ki bastırıyorlar isyanlarını kendi içlerinde.

Gevendelikten Anadolu Ateşi’ne uzanan yol…

Aralarında bir dönem Anadolu Ateşi’nde çalışmış olan biri olduğunu öğreniyorum. Gaffar Almaz, bir süre İstanbul’da Anadolu Ateşi’nde davulculuk yapmış. Nasıl başladı, neden bitti diye soruyorum, yanıtlıyor sorumu. “Adıyaman kendini geliştirme açısından kısıtlı bir yer, burada davulculuk adına kendimi geliştiremiyordum, bir fırsat oldu gittim İstanbul’a. Gittiğimde zorlandım biraz, her şey farklı, kültür farklı, alışılmış bir ortam değildi bizim için. Çatal bıçak tutmayı bilmiyordum, giyinmeyi bile bilmiyordum gittiğimde. Azmettim öğrendim her şeyi. Anadolu Ateşi benim hayatımın dönüm noktalarından biridir. Önemli bir pozisyonda çalışıyordum orda. Daha sonra ailevi problemlerden dolayı geri dönmek zorunda kaldım Adıyaman’a. Eşim ve çocuklarım bu-


radaydı, ayrı ayrı zor oluyordu. Dayanamadım, geldim. Buraya döndüğümde çeşitli sertifikalar aldım, şimdi halk dansları eğitmenliği yapıyorum düğüncülük dışında. İnsan kendini geliştirmeli. O zaman halkın gevendelere karşı oluşturduğu kötü imajı da insan kendisi değiştirir.”

‘Beynelmilel’de hayal kırıklığı

Zeynel Polat, Şeyho Polat, Abuzer Polat, Gaffar Almaz, Mehmet Almaz, Ali Almaz, Abuzer Almaz, Mahmut Çalgıcı, Rıfat Çalgıcı, Abuzer Çalgıcı, Sadık Çalgıcı, Mustafa Çalgıcı, Deniz Çalgıcı, Ferman Gülmez, Ramazan Güzelyüz, Mustafa Tilki, Eşref Çiçek, Aydın Kaymak, Orhan Eşim… Gevendelik mesleği ile geçimini sağlayanlardan yalnızca bir kısmı. Onlara gevendeleri anlatan Beynelmilel filmini nasıl bulduklarını sorduğumda sükût-u hayale uğramış yüzlerle karşılaşıyorum. Parçaları yitik, her an yeni parçalarıyla yüzleşmek isteyen hayatlarını, bulutların arasına gizledikleri hayallerini bulamamışlar bu filmde. Kendileri arasında eleştiri yapmakla yetiniyor, filmde kendilerinin konu olduğu sahnelerin gerçekçi olmadığından yakınıyorlar. “Aramızdan birileri oynasaydı, Adıyaman’ı ve gevendelği temsil etseydi güzel olurdu, film Tarsus’ta çekildi ve gerçek gevendelere yer verilmedi” diyorlar. Adıyaman’ın da geniş görüşlü olmasını ve bu tarz filmler çekilecekse Adıyaman’da, çekilmesini yetkililerden talep ediyorlar.

Düğüncülük artık yetmiyor

Geçim sıkıntısı sırılsıklam bir karanlık gibi çökmüş

hayatlarına. Akşamları umutlu gözleriyle kapı önünde bekleşen çocuklarına bir kucak sevgiden başka verebilecek bir şey bulamıyor gevendeler. Müzikten hoşlandıkları için bu işi yapmıyorlar. Geçim sıkıntısı, ekmek parası derdine düşüyorlar yollara. Bazen gurbet düğünlerinin gezgincisi oluyorlar. Onlar için yaşam savaşının ve geçim sıkıntısının ne demek olduğunu anlıyorum ve ek iş yapan var mı aranızda diye soruyorum. Ferman Gülmez yanıtlıyor sorumu. “ Ben Mersin’liyim buraya sonradan geldim, eşim buralı. Geldikten sonra müzisyenliğe başladım. Buradaki herkes benim kardeşim oldu. Yıllardır aralarında yaşıyormuşum gibi herkes bağrına bastı beni. Düğüncülük yetmiyor, çocuklarım okuyor. Bazen 1 lira param olmuyor, harçlık veremiyorum. Borçla yaşamaya çalışıyoruz. Oğlum yaptığım işten utanıyor, “gevendelik yapma baba herkes bana gevende diyor” diye üzülüyor. Ben de ek iş olarak biriketçide çalışıyorum. Çok ağır iş, zorlanıyorum, bazen ellerim yara oluyor, enstrüman çalarken zorlanıyorum. Ama başka çarem yok.” Ferman Gülmez ve diğerleri ceplerine sakladıkları küçük meleklerden umut ışığı alıyorlar âdeta. Onca sıkıntıya rağmen yüzlerinden gülümseme eksik olmuyor.

Çocuklarımız mutlaka okuyacak

Hayatın kendilerine sundukları imkânlardan pek de memnun olmayan müzisyenler, çocuklarının kendileriyle aynı kaderi yaşamasını istemiyor. Tozlu yollardan geçerken acımasın çocuklarının canları

diye mücadele ediyorlar. “Biz çalgıcıyız, başka bir şey yapmamayız, ama çocuklarımız çalgıcı olmasın. Okusunlar, büyük adam olsunlar diye uğraş veriyoruz. Onlara verecek paramız olmuyor bazen. Başımız düşüyor öne, anlıyorlar, sormuyorlar. Bunun mahcubiyetini çok yaşıyoruz. Geleceğimiz yok, sosyal güvencemiz yok. Dilensek de aç da kalsak çocuklarımızı okutmaya kararlıyız. Onlar bizim gibi olmayacak.” diyen müzisyenler, hayıflanarak geçirdikleri ömürlerini çocuklarına yaşatmamaya kararlılar. Beyazlığı göz yoran bir kâğıda bir şeyler karalarken ben, onlar kendi aralarında bir hasbihale tutuşuyorlar. “Müzisyenler derneğimiz olsa kimse aç kalmazdı, herkes eşit kazanırdı” diyor biri. Bir diğeri giriyor lafa. “dernek de olsa anlaşamazdık, arada kıskançlık var, kendi içimizde anlaşamayız.” “Başımızda sözü geçen biri olsaydı dernek olurdu, haksızlık olmazdı” diyor bir diğer müzisyen de. Onlar aralarında tatlı tartışmalar yaparken, objektifimle ölümsüzleştiriyorum o anları. Bir fotoğraf karesinde yer almak hoşlarına gidiyor. Yetkililerden dernek talep etseler de kendi aralarında anlaşamamaktan çekinip uzak duruyorlar yaklaşmak istedikleri fikre. Çektikçe kısalıyor fikirleri. Renkler gözlerinden bir bir düşüyor. Pembe hayallerin yalancı, beyaz hayallerin riyakâr olduğunu görüp susuyorlar ve borçla içtikleri çayları yudumluyorlar.

ERİHA

15

HAZİRAN 2010


Veda ediyorum gevende kahvehanesine. Eskimeye yüz tutmuş perdelerin aralığından bakar gibi izliyorum hayatlarını.

Entelektüel gevendeler…

Endişelerimle düştüğüm yollarda dalgın adımlarla yürürken Adıyaman’ın çarşılarında buluyorum kendimi. Başka bir kahvehane ve yine müzisyenlerle karşılaşıyorum. Onlar diğer müzisyen arkadaşlarına göre biraz daha entel olduklarını ileri sürüyorlar. Aradaki fark ne diye soruyorum. “Biz ince sazla uğraşıyoruz onlar davul ve zurna çalıyorlar daha çok” diyerek aralarına koydukları ayrımı dillendiriyorlar. Ramazan Siner, Kadir Siner ve Ziya Siner üç müzisyen kardeş. Diğer müzisyenlere göre çok şanslılar. Çünkü geçim sıkıntıları yok, müziği hobi olsun diye icra ediyorlar. Başka işlerde çalışıp müziğe arta kalan zamanlarda yer veriyorlar. Gevendenin anlamı konusunda uzun tartışmalara girip gevendenin govend(halay) kelimesinden türetildiğini anlatıyorlar. Harfhane dedikleri gecelerde, sıra gecelerinde ve düğünlerde sahne alıyorlar. Ve ”bir daha dünyaya gelsek müzikle yine iç içe olurduk” diyen müzisyen kardeşlerin yaşamlarında müziğin yerinin yadsınamayacak denli büyük olduğunu anlıyorum. Onlarla da vedalaştıktan sonra, not defterime karaladıklarımı cebime sıkıştırıyor, bir gezgin gibi gölgemi toplayarak oradan uzaklaşıyorum.

Yerel sanatçının çok yönlülüğü…

Bir sonraki durağıma varmak üzere heyecanlı adımlarla yol alıyorum. Dellal Metin adıyla anılan Metin Daşdelen adlı yerel sanatçının kaset arşivi yaptığı, halı sattığı dükkânın önünde soluklanıyorum. Çok yönlü kişiliği olan Metin Daşdelen, çiğköfte yapıp satıyor, halıcılık ve kasetçilikle uğraşıyor, düğünlerde sanatçılık yapıyor ve bendir çalıyor. Onun bu çok yönlülüğünü kendinden dinliyorum. “1990’dan beri müzikle iç içeyim. Açık arttırma yaparken halkın teşvikiyle ‘senin sesin güzel’ diyerek beni heveslendirmeleriyle başladım müziğe. Tekkeler vardı eskiden, gidip sohbet dinleyip, gazel dinleyip etkilendim. Bendir çalıyorum ordan aldığım ilimle. Harfhane denilen açılımı arifhane olan arifler toplantılarına gidip hem bir şeyler öğrenip hem de şarkı okurdum. Mehmet Aslan kardeşimizle bir ulusal kanalda program yapmaya başladık. Kaset yaptılar o da tuttu. Şimdi çiğköfte yapıyorum, devamlı satış için değil dostlarımızla öğlen yemeklerinde paylaşmak için. Keyif için. Ben polis evine bağlı çalışıyorum. Bazen akşamları düğün olsun gece olsun oraya giderim. Bazı extralar çıktığı zaman giderim. Mehmet Aslan, Ali Milli, Onur Sarıgül, Hasan Ekinci hep beraber harfhane sıra

ERİHA

16

HAZİRAN 2010

gecelerine gideriz. Müzik arşivim var Güneydoğu’da ne kadar sanatçı varsa bende herkesin kasetini bulabilirsiniz. Sahneye çıkmak çok başka bir şey, heyecan olmuyor ama performansınız müzisyenlerin iyi çalmasına bağlı. Müzisyenler ne kadar iyi çalarsa siz de o kadar iyi okuyorsunuz.”

Bir köy düğünü…

Adıyaman’ın sevimli, dağlar ardında kalan küçük bir köyüne düşüyor yolum, yerel sanatçı Mehmet Aslan eşlik ediyor yol boyunca bana. Uzaktan neredeyse bir avuç görünen köyün, yakınına geldiğimde de küçücük olduğunu anlıyorum. İnsanlarda bir telaş dikkatimi çekiyor. O tatlı telaşın bir düğünden ibaret olduğunu anlıyorum. Gevendelerin kendilerinin susup davul ve zurnalarını konuşturdukları düğün manzarası beni cezbediyor. İnsanların meraklı bakışları arasında müzisyenler Mehmet Almaz ve Ali Almaz’a yönlendirdiğim neden müzisyenlik sorusuna şöyle yanıt veriyorlar. “Çocukluğumuzdan beri bu işi yapıyoruz, başka bir imkân yoktu, müzisyenlik aile geleneğiydi. Ben Ali’nin amcasıyım. Babası imkân sundu ama Ali okumadı” neden okumadı diye soruyorum telaşlı cümlelerimle “Çünkü rahata alıştım” diyor Ali Almaz sohbete katılarak.” Okumaktansa bu mesleği tercih ettim.” Gözlerinde pişmanlık ifadesini çok açık görebiliyorum, o kendine bile itiraf edemese de. Köy düğününün telaşından fazla konuşamıyoruz ve onlar işlerini yapıyorlar. Ekmek parası için döktükleri teri umursamayarak daha bir heyecanlı çalıyorlar sanki objektifimin karşısında. Meraklı insan bakışlarına aldırmadan ve başka dillerin büyüsüne kapılarak izliyorum düğünü. Gün eteklerini topluyor ağır ağır. Gitmeye niyeti olmadığı belli, göğün turuncuya bulanışı gibi ve rüzgârın ağır aksak huzursuz kıpırdanışı gibi… Ve köy düğünü son buluyor.

TRT ödüllü müzisyen…

Kendilerine halkın gevende yakıştırmasından hoşlanmayan müzisyenlerden birinin ilginç bir yönünü buluyorum. Aziz Çelik 1990 yılında Türkmen gelini adlı parçayla TRT’den ödül alıyor ve o ödül onun her şeyi oluyor. Müzisyenliğini kısaca anlatmasını istiyorum ve beni kırmayarak başlıyor söze: “ Okulda bağlama çalarak başladım müzisyenliğe. Baba tarafımda müzikle uğraşan kimse yoktu ama anne tarafım müzisyendi. Oradan bir etkilenme oldu bende de. Cümbüş çalmaya heves ettim bir süre sonra. Cümbüşten sonra gitar çaldım. Sonra bütün nefeslileri öğrendim. Sıkıyönetim döneminde bando şefliği yapıyordum. Beynelmilel’deki bando şefi aslında benim. Ama tümü gerçek değil filmde yaşananların. Komünist enternasyoneli çalmamız ne mümkün. Filmde farklı gösterilmiş. Beynelmilel filminden teklif geldi gel oyna diye. Fakat rakam önce çok yüksek tutuldu, sonra çok düşürdüler, anlaşamadık, olmadı. Çok fazla bestem var bunlar dışında 70- 80 tane eserim TRT’de yer alıyor. 1990’da Türkmen Gelini adlı eserim TRT’den ödül aldı. Festivallere gidiyorum, düğünlere gidiyorum, harfhane gecelerine katılıyorum hayat böyle geçiyor.”

Düğünlerde can korkusu

Ertesi gün yine mavi brandalı gevende kahvehanesine sürüklüyor beni ayaklarım. Onların zorlu yaşantılarının etkisinden bir türlü çıkamıyorum. Müzisyenlerden Abuzer Polat’la başlıyoruz sohbete. O sorunlarını anlattıkça şaşkınlıkla açılıyor gözlerim. “Ben çalgıcıyım, 5 çocuğum var, çocuklarım büyüdü artık okumak istiyorlar, para istiyorlar, yok diyemem. Yeter ki okuyun diyorum gece gündüz çalışıyorum, borç buluyorum onlara imkân sunmaya çalışıyorum. Buradaki arkadaşların çoğu kalabalık aileler hepimiz çok nüfusla ayda 200TL’ye 300’TL’ye geçinmeye çalışıyoruz. Benim kızım üniversiteye hazırlanıyor geçen sene borç yaparak, çalışarak onu dershaneye gönderdim. Tam emeklerimizin karşılığını alacaktık, hemşire olcaktı kızım dershanedeki hocaları yanlış tercih yaptırmışlar yerleşemedi. Çok üzüldük. Kızım” ben okuyacağım baba” dedi. Onun boynunu bükük görmek istemedim. Bu sene başka bir dershaneye borçla, yine gece gündüz çalışarak kaydını yaptırdım. Ama masraf bitmiyor ki. Kitap parası, defter parası, sınav parası derken geçinemiyoruz. Bizim durum belli. Düğüncüyüz biz . Düğün mevsiminde elimize biraz para geçer o da borçlara gider. Biz nasıl geçinelim, ne yapalım?” Abuzer Polat’ın boynu bükük ifadesi sızlatıyor yüreğimi. Söylediğim hiçbir şey onları teselli etmeye yetmiyor. Kırgın ve mağdur gözlerinin hüznü yankılanıyor gök kubbede.


Adıyaman Belediye Bandosu

Konuyu dağıtmak isteyerek başınızdan geçen ilginç, derinden etkilendiğiniz bir hikâyeniz var mı diyorum müzisyenlere, daha büyük bir yaraya tuz bastığımı fark etsem de çok geç oluyor. Yüzleri düşüyor, gözleri doluyor. Müzisyenlerden Mustafa Tilki anlatmak istiyor. “Benim çalgıcı olan akrabalarımdan biri, bir düğünde gazap kurşununa kurban gitti. Adam alkol almış, silah sıkmış, çalgıcı nereye kaçsın. Bizim akrabaya isabet etmiş kurşun. Buradaki herkesin arkadaşıydı, herkes çok severdi kendisini. Ama ekmek parası uğruna artık aramızda yok. Bizim işimiz böyle. Sarhoş kahrı da çekeriz, psikopatı da çekeriz. Düğünlerde can korkusuyla yaşıyoruz. Bize bir şey olsa güvencemiz yok, çocuklarımız aç kalacak.” Endişeleri az bile kalıyor yaşadıkları hayatın zorluğu yanında. Enstrümanlarındaki parmak izleri kadar derinleşiyor acıları, sıkıntıları…

Adıyaman Belediye Bandosu: Beynelmilel

Gevendelerden oluşan ve resmi törenlerde çalan belediye bandosu ekibi, yaşamlarını konu alan filmden o denli etkileniyorlar ki gruba Beynelmilel ismini takıyorlar. Onları boş bir atış poligonunda, dikenli telleri aşarak bulabiliyorum. Kimseyi rahatsız etmemek için, şehrin uzağındaki atış poligonunda çalışmayı tercih eden grup üyeleri bir hayli zorlanarak ulaşıyorlar buraya. Orkestra şefi Nuri Büyükyolcu, Ramazan Büyükyolcu, Nihat Kaymak, Ali Yalçıntaş,

Bülent Sev, Bahri Yalçıntaş, Abdurrahman Sev, Turan Siner, Necmettin Büyükyolcu’dan oluşan belediye bandosu ekibi 9 kişiyle resmi törenlerde meydanları inletiyor. Sıkıyönetim döneminden kalma kırık, dökük, eskimiş, perişan enstrümanlarını sabırla yapıştırıp yapıştırıp yeniden kullanıyorlar. Orkesta şefi Nuri Büyükyolcu sıkıyönetim döneminde de bandoda çalıştığından bahsediyor ve şu sözcükleri ekliyor: ” Biz 79’da toplandık. Aziz Çelik bizi topladı. Başımıza bir başçavuş verdiler ve bandoyu acil kurmamız gerektiği söylendi. Önümüze birkaç kâğıt verdiler.’ Bu ne?’ diye sorduk. Nota görmemişiz, bilmiyoruz. Komutana dedik, notaları kaldır sana 1 haftada İstiklal Marşı’nı çıkaralım. Azmettik 1 haftada çaldık. O zaman komutan Oğuz Kalaylıoğlu idi, komutanın gözleri yaşardı. Bizi gevende diye aşağılayan koca şehir bize saygı duymaya başladı. Sıkıyönetim döneminde zor zamanlar da yaşadık elbet ama filmde anlatıldığı gibi büyük değildi.” Devlet bünyesinde çalışıp maaşlarının, sigortalarının olmayışından yakınan ekip üyeleri para kazanmak için arta kalan zamanlarında mecburen düğünlere gidip çalgıcılık yapmalarından bahsediyorlar. “Bando ekibi olarak 40 kişiydik, sonra 19 kişiye düştük şimdi ise 9 kişiyiz. Bazılarımız bizimle bu sonu belli olmayan maceraya devam etmek istemedi.” Eskimiş enstrümanları ve uydurma diye tabir ettikleri kıyafetleriyle Adıyaman Belediye Bandosu Ekibi Beynelmilel, başını eğmeden dimdik ayakta durmaya çalışıyor. Mehteranlık

yapıp, bazen sıra gecelerine de katılan ekip üyeleri seslerini duyurmak için uğraşıyorlar. Yanlarından ayrılmam gerektiğinde beni İstiklal Marşı’yla uğurluyorlar. Urfa’da sıra geceleri olarak geçen eğlencelerin bir benzerine şahit oluyorum o gece Adıyaman’da. Aziz Çelik, Faruk Işık ve Oğuzhan Yılmaz’ın müzisyen, Mehmet Aslan’ın okuyucu olarak katıldığı gece, renkli görüntüler sahneliyor misafirlere. Adıyaman yöresinin türküleri kulağa hoş geliyor ve bir veda gecesi niteliği taşıyor benim için. Gece son bulduğunda müzisyenlerin sıcak selamlarıyla uğurlanıyorum Adıyaman’dan. Müzisyenlerin çok yönlü taraflarıyla büyülenip, acılarıyla yoğrulup, sevinç artığı gülümseyişlerinde kaybolup vedalaşıyorum bu samimi şehirle. Kara bulutların kocaman cüssesiyle üzerilerine gelmesine izin vermeyen gevendelerin gece gündüz çalışan, yine de açlığı yaşayan solgun yüzlerine bakıp çaresizliğin son demlerini yaşıyorum. Gevendelik mesleğini ekmek kapısı bilmiş insanların gözlerindeki karmaşık tablo, ne olduklarını bilmedikleri imgeler gibi sonsuz bir ayin, bir gelenek gibi sürüp gidiyor. Gevendelik mesleğine imkânlarının yetersizliğinden dolayı son vermeye çalışsalar da kaybolmuyor bu sonsuz gelenek. Beynelmilel’in mecazi kahramanları, teşbih-i beliğ sığdırıyorlar pastelsi tonlardaki yaşamlarına… Ceplerindeki melekler, her gün yeni bir müzik sesi fısıldıyor kulaklarına…

ERİHA

17

HAZİRAN 2010


. . GIDI GIDI TRENININ {

YAŞAM

KEN AN ŞİL EN - BUR AK SOM UN CU

i “Gıdı a servis görevi yapmış bir trend Türkiye’nin ilk basma fabrikasınd halkını ermiş olan Gıdı gıdı treni Nazilli Gıdı”. Atatürk’ü taşıma şerefine rmada evlerine, çarşıya, pazara du evlerinden fabrikaya, fabrikadan k anısını barındıran Gıdı gıdı ço bir ın lkın ha i zill Na i. nd kle yü dan aralıksız Nazilli Sümer kampüsünde ba a. akt uz k ço n de rin nle gü i artık o esk ı kucaklaşacağı, onları taşıyacağ la lkıy ha i gib isi esk ilde şek kımsız bir günleri sessizce bekliyor. ssüm uyanİlk duyulduğunda ismi insana farklı gelen ve tebe ilk basma fabdıran Gıdı gıdı Nazilli’deki Sümerbank’a ait olan ye’de Devlet Türki adı. nın aracı s rikasında hizmet veren servi a Sümergıdı’y Gıdı olan Demiryolları’na ait olmayan tek tren rden sesle dığı çıkar bank personeli tarafından, hareket ederken fabkalan k olara dolayı bu isim verildi. Atatürk’ten bir yadigâr e bir müzd rikaya yıllarca gece-gündüz işçi taşıdı Gıdı gıdı. Günü emektar Gıdı harabeyi andıran Sümerbank basma fabrikası ve aya ve ayakgıdı treni bakımsızlığa ve ilgisizliğe rağmen yaşam ta kalmaya çalışıyor. kası, 73 yıl Tekstilde bir ilk olarak görülen Nazilli Basma Fabri İsmet akan Başb rk, önce 9 Ekim 1937 Cumartesi günü, Atatü açılle tören ığı İnönü ve Başbakan Vekili Celal Bayar’ın katıld yan başla gıdı dı. Fabrikanın açılış tarihinde hizmet vermeye mensuplarıgıdı treni fabrika işçisini, memurunu ve fabrika nın çocuklarını, hanımını çarşıya, pazara, okula yorulmadan, durmadan 1980’li yılara kadar taşıdı. Kuşkusuz en önemli görevi 9 Eylül 1937 de özel treniyle Nazilli’ye gelen Atatürk’ü Türkiye’nin ilk basma fabrikasını açmak üzere önce Nazilli Şehir Gar’ından fabrikaya, sonra yine özel trenine taşımasıydı. Nazilli Merkezden yaklaşık 4 km kadar uzak olan fabrika ile sinemaların, çarşının, bayram yerlerinin olduğu Nazilli şehriyle olan bağlantıyı sağlayan Gıdı gıdı treni Nazilli halkı ve Sümerbank fabrikası mensupları için çok şey ifade ediyordu.

Gıdı gıdı anıları aynı zamanEski bir Sümerbank basma fabrikası işçisi ve trenini sürekda Nazillili olan İlhan Öden geçmişte gıdı gıdı şöyle anlatıli kullanan biri olarak o güne dair olan anılarını rının başköanıla ın kların yor; “ Gıdı gıdı bizim dönemin çocu gıdı sağGıdı ızı ntım şesinde yer alır. Nazilli şehriyle olan bağla paralıyonlar lardı. Elbette belediye otobüsleri de vardı ama bir müessesedı. Gıdı gıdıyla gitmek hem eğlenceli, hem koca mak için kalanin parçası olmanın gururu hem de cepte harca ket saatleri cak ekstra 25-50 kuruş harçlıktı. Gıdı gıdı’nın hare doğru dühalkı yöre hatta rdi, hepimiz tarafından ezbere bilini hesabını n vakti ğüyle rüst saat bile kullanmaz Gıdı gıdı düdü li’ye Nazil rı yuka yapardı. Dolu olduğunda ağır ağır, nazlı nazlı fabli’ye Nazil doğru gider yükünü boşaltınca uçarcasına aşağı met400-500 rika kapısına doğru son sürat dönerdi. Fabrikaya ur düdüğümeşh en emey benz asına re kala hiçbir aracın korn ben geliyorum’ nü çalar, fabrika tren kapısı bekçisine ‘Kapıyı aç diye bağırırdı.” “Giysi ve ayakkabıları özeldi” nelin “özel inÖden geçmişte treni kullanan makinist ve perso da onları haysanlar” olduğundan bahsederken, ilçe halkının sözleşme toplu özel cilere “Tren r. ranlıkla seyrettiğini vurguluyo alarının Şapk i. özeld arı maddeleri vardı. Giysi ve ayakkabıl meşhur nk’ın erba Süm ortasında sarı madenden çelenk içinde lar takım kışlık anahtar şeklindeki arması yer alırdı, yazlık ve Tren iydi. renkl ayrıydı. Kumaşlar hatırladığım kadarıyla gri kalkma işareti ve a durm r, nistle maki nan personeli treni kulla

İlhan Öden eski günleri özlemle anıyor

ERİHA

18

HAZİRAN 2010


. . . I S I Y E L K E B Z SESSI

ERİHA

19

HAZİRAN 2010


veren kontrolörler ve nöbetçilerden oluşurdu, nöbetçiler aynı zamanda trenin ve istasyonun temizliğinden sorumluydu. Yukarı istasyonda bir bekçi, Nazilli karayoluyla kesişen noktada bariyerleri indirip kaldıran bir nöbetçi olurdu. Karayolu Gıdı gıdı geçerken kapandığında bekleyen otobüslerdeki yabancılar önlerinden geçen belki de başka yerde hiç görmedikleri Gıdı gıdı’ya hayretle bakardı.” “Tren devrilecekmiş gibi korkar suçlanırdık” Çocukluk yıllarını da Gıdı gıdı treni ile geçirmiş olan Öden o güne dair bir anısını bizimle paylaşıyor; ”Gıdı gıdı’nın gittiği demir yolu yakınında oturan ninemlere gittiğimizde, dayımın oğluyla fabrika demiryolunun okalüptüs ağaçları sıralı kenarında oynar, raylar arasından çıkan buğdaya benzer yaprakları kara otlardan birbirimize bıyık yapardık. Trenin geçeceği rayların üzerine küçük taşlar, bakır para veya çay kaşıkları koyar sonra sapını kıvırıp yüzük yapardık. Tren geçerken sanki devrilecekmiş gibi korkar suçlanırdık. Fakat Gıdı gıdının ön tekerleklerine yakın bir yere bağlı çalı süpürgeleri çoğu zaman tehlikeli taşları düşürür, çok küçük olanlarla para ve kaşıkları düşüremezdi taşlar ezilirken çıkan sesten makinist yaptığımız şeyleri anlar, bizi tanıdıkları için babalarımıza şikâyet ederlerdi. “Ölümlü kazalar da olabiliyordu” Özlemle, tutkuyla geçmişten, çocukluk dönemlerinden bahseden İlhan Öden gıdı gıdı treni ile geçen anılarını büyük bir zevkle anlatıyor. Geçmişe dair hafızasında birçok anıyı barındıran Öden hatıralarını anlatmayı şöyle sürdürüyor; “Bazen Gıdı gıdı’yı başka amaçlar içinde kullanırdık. Bölgenin güçlü takımlarından Sümerspor’un büyük takımlarla maçı olduğunda fabrika alanı içindeki

stadyuma biletsiz girebilmek için Yenimahalle orta istasyonuna gider oradan Gıdı gıdı’ya binerek zahmetsizce fabrika tren istasyonu yanındaki futbol sahasına girerdik. Bazen Gıdı gıdı’nın yavaş gitmesinden yararlanarak istasyon haricinde tren seferdeyken inmek veya trene binmek isteyenler olurdu, haliyle böyle durumlarda ölümlü kazalarda olabiliyordu. Bunu önlemek için trenin en önünde tren personelinden nöbetçi olurdu ama tren istasyona yaklaşınca atlamalar yoğunlaşırdı. Atlamayı bilenler atlar atlamaz tren istikametinde koşarak hız azaltıp kolayca inerler, onlara heveslenen acemi atlayıcılar ise atlayıp durunca yüzükoyun düşerek sakatlanırlardı.” Nazilli halkı ve Sümerbank çalışanları için oldukça büyük bir öneme sahip olan Gıdı gıdı treni günde ortalama 9-10 sefer yapıp, her bir seferde 300350 kişiyi taşıyordu. Günlük seferine sabah saat 6.30 başlayan tren saat 7.00 gibi fabrikaya ilk işci grubunu getiriyordu. 4 makinisti olan Gıdı gıdı dönüşümlü olarak belirli periyotlarda mesai bitimine

kadar görevini eksiksiz yerine getiriyordu. “Biz trenciler sendikacılarla hep terstik” Sümerbank basma fabrikasının son makinisti olan Cihan Toka için de Gıdı gıdı çok özel anlamlar barındırıyor. Toka, trenin “özelliğini” şu sözlerle ifade ediyor: “Bizi Nazilli hal-

Son makinist Cihan Toka

ERİHA ERİHA2020HAZİRAN HAZİRAN2010 2010


kı Gıdı gıdı diye çağırırdı. Halk tarafından çok sevilirdik, ayrı tutulurduk. Servise çıktığımız her seferimiz çok eğlenceli geçerdi. Makinist ve trendeki görevli arkadaşlarla gır gır ve şamata eşliğinde tamamlardık görevimizi. Trenin her türlü temizlik ve tamirini biz üstlenirdik. Toplamda gıdı gıdıdan sorumlu 10 personeldik. 3 geçiş görevlisi, 4 makinist, 3 makasçımız vardı. Biz trenciler sendikacılarla hep terstik. Sonumuz da onlar yüzünden oldu. Türkiye genelinde Sümerbank personeli için yapılan toplu sözleşmeye konan bir maddeyle servis aracı olmayan yerlerde işçilere yol parası uygulaması başlayınca, Gıdı gıdı bir daha servis görevini yapamadı ve 1989 yılında tren servisten çıktı. Tabi Gıdı gıdı’nın görev yapmasından sadece sendikacılar değil Nazilli Sümerbank müdürü de rahatsızdı. Sabahın erken saatinde trenin düdüğünü çaldığımız için fabrikanın lojmanında kalan Nazilli Sümerbank Müdürü tatlı uykusunda rahatsız oluyordu. Bizi bu durum karşısında birçok kez uyarmasına rağ-

men özellikle ben inadına fabrikaya girerken kornayı sonuna kadar uzunca çalıyordum.” 10 lira zammın cazibesi Gıdı gıdı’yı mağlup etti Gıdı gıdı’nın görevine son verilmesinin sebebini İlhan Öden şöyle açıklıyor;”Gıdı gıdı’nın bakımı zor masrafları ağırdı. Tasarruf ve küçülme politikası yüzünden işçi azaltımına giden Kamu İktisadi Teşebbüslerinde ülke genelinde yapılan toplu sözleşmeye konan bir maddeyle servis aracı olmayan yerlerde işçilere yol parası uygulaması başlayınca, fabrikada bir referandum yapıldı. Bilinçli olanlar karşı çıksa da, o gün için iyi para olan 10 lira zammın cazibesi Gıdı gıdıyı mağlup etti. Üç beş yıl sonra enflasyonla çerez parasına dönen yol parasıyla birlikte, Gıdı gıdı boş yere tarih sayfalarına doğru son seferine çıkmış oldu.” Gıdı gıdı Treni’ni son kez istop ettiren isim Cihan Toka olmuş. Her yıl 9 Ekim de Nazil-

li basma fabrikasının açılış yıl dönümü ve Atatürk’ü anmak için yılda bir kez giyinip kuşanıp, oflaya pofluya da olsa onurlu seferine çıkan gıdı gıdı bu geleneğini en son 2006 da gerçekleştirmiş. O günden bu güne hareketsiz bir şekilde Adnan Menderes Üniversitesi Sümer Kampüs’ün de eskisi gibi hareket edeceği, servise çıkacağı günü bekliyor Gıdı gıdı. En son gerçekleştirilen törende, treni hareket ettirilmek için çağrılan eski makinist Cihan Toka tarafından bu teklif reddedilmiş. Böyle bir teklifi reddetmesini sebebini kendisine sorduğumuzda; “ Eski günleri canlandırmak faydasız” diyor. Hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağı, Sümer fabrikasının tekrardan açılmayacağı için bu tarz gösterilere gerek olmadığını düşünüyor Toka. Gıdı gıdı şu an kendi köşesinde, mahzun bir şekilde eski günlerini yad ediyor. Belki Atatürk ve onu götüreceği fabrika artık yok ama o inatla yaşama mücadelesini, hareket edeceği, eskisi gibi insanları taşıyacağı, kornasını doya doya çalacağı günleri bekliyor.

ERİHA ERİHA2121HAZİRAN HAZİRAN2010 2010


{

YAŞAM

Yunan Enstrümanlı Tire Armoni Bandosu VOLKAN YILDIZ İzmir’in Tire ilçesi 28 Mayıs 1919’da Yunan işgaline maruz kaldı. İşgalin ardından başlayan Kurtuluş Savaşı soncunda Tire, 4 Eylül 1922’de hürriyetine kavuştu. Başarısızlığa uğrayan Yunan kuvvetleri ilçeyi terk ederken gerilerinde bir grup enstrüman bıraktı. Tireli Ali Başargan ve birkaç müzisyen arkadaşı “Müzik evrenseldir” diyerek bu enstrümanlara sahip çıktı ve işgal bandosu 1923’te Tire Armoni Bandosu oldu. Halen varlığını sürdürme başarısını gösteren Tire Armoni Bandosu’nun uzun süre bando çavuşluğu görevini devam ettiren Ali Başargan’dan sonra bandoyu, yerli yabancı birçok değerli müzik adamı

yönetti. Cemal Fedai, Mösyö Slavo, Hasan Timuçin gibi birçok usta müzisyenin yönetimine giren bando, katıldığı organizasyonlarda önemli olaylara da şahitlik yaptı. 87 yıllık köklü bir çınarı andıran Tire Armoni Bandosu’nun şimdiki bando şefliğini yürüten Şef Turgut Asma, yönetimindeki bandonun tarihe tanıklık ettiği anları şöyle anlatıyor: “Yönetimimdeki Tire Armoni Bandosu efsanevi bir tarihe sahip. Bu bando 1937 yılında Ege manevraları vesilesiyle Aydın’a gelen Atatürk’ü karşılama törenlerine katılma onurunu yaşadı. Bundan başka Sümerbank’ın açılışında Mareşal Fevzi Çakmak’ın katıldığı karşılama törenlerinde görev aldı. Bando, Tire’yi işgal eden Yunan askeri kuvvetlerinin enstrümanlarına sahip çıkarak bir yandan kültürel değerlere saygı gösterdi; bir yandan da repertuarına aldığı dünya klasikleriyle ve bandoyu yöneten yabancı müzisyenleriyle evrensel müziğin temsilciliğini yaptı. Ama bando yönetimindeki yabancı müzisyenle de ülkesinin ‘milli’ sesi olmayı bildi. Sümerbank’ın açılış töreninde bandoyu yöneten Mösyö Slavo’nun, fabrikayı yapan Rus

Şef Turgut Asma ve genç bandocular

ERİHA

22

HAZİRAN 2010

teknisyenlerin Enternasyonal Marşı’nı söylemelerine hemen Onuncu Yıl Marşı ile karşılık vermesi bu duruşu gösteren önemli bir örnek.” Bandonun çalmadığı parça yok Her 9 Eylül’de İzmir’in kurtuluşunun kutlamalarında çalan tarihi bando, geçmişinde bazen iki ya da üç gruba ayrılarak müzik yaşamını sürdürse de günümüzde tek bir çatı altında Tire Armoni Bandosu olarak varlığını sürdürüyor. Şef Turgut Asma yönetiminde etkinliklerini devam ettiren bando, her hafta sonu ve başlangıcında Tire Cumhuriyet Meydanı’nda gerçekleştirdiği bayrak törenlerinde seslendirdiği İstiklal Marşı ile Tireli vatandaşların takdirini topluyor. Tire’de yapılan hemen hemen tüm kutlama ve organizasyonlara katılan Tire Bandosu, zaman zaman da çevre il ve ilçelerin davetlerine de katılarak Tire’yi başarıyla temsil ediyor. Tire Bandosu her yıl gerçekleştirdiği kuruluş konserlerinde ise repertuarına aldığı klasik, Türk halk, Türk sanat müziğinden yöresel müzikler ve popüler müzik parçalarıyla dinleyicilerine içinde her türden parçanın olduğu bir müzik şöleni sunuyor. Konuştuğumuz Tireli vatandaşlar da bu durumdan oldukça memnun. İlçede böylesine renkli bir bandonun olması onların kendilerini şanslı hissetmelerini sağlıyor. 70 yaşındaki emekli terzi İsmail Gülbahçe de Tire Armoni Bandosu’ndan duy-


Kurtuluş Savaşı’ndan sonra İzmir’i ve ilçesi Tire’yi terk etmek zorunda kalan Yunan askeri kuvvetleri geride bando enstrümanlarını bırakınca, ünü tüm Türkiye’ye yayılan ve günümüze kadar yaşayan köklü bir bandonun kurulması sağlandı. Tireli bir müzisyenin düşman kuvvetlerinden kalan bando enstrümanlarına sahip çıkmasıyla kurulan Tire Armoni Bandosu, kuruluşundan bugüne müziğin evrensel olduğunu gösteren en güzel örneklerden biri olmaya devam ediyor. duğu memnuniyeti şöyle anlatıyor: “Bandonun ilçemize ayrı bir renk ve hava kattığını düşünüyorum. Verdiği konserlerle insanların bir araya gelmesini ve sosyalleşmesini sağlıyor. Bence böyle bir bandonun her ilçede olması gerekiyor. “Tire Armoni Bandosu özgün bir bandodur” 1969 yılında İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne trombon sanatçısı olarak giren ve çalıştığı süre içerisinde üç bando kurarak bandoculuğun gelişmesinde büyük payı olan Şef Turgut Asma, daha önce hiçbir bandonun çalmadığı parçalar çalabildiklerini söylüyor. Hiçbir bandonun çalmayı denemediği ama Tire Bandosu’nun başarıyla seslendirdiği müziklerden biri de Çağrı Filmi’nin müziği. Şef Asma, “Tire Bandosu özgün bir bandodur.” diyor ve müzik yaşantısını, şefliğini yaptığı bandonun özelliklerini şöyle anlatıyor: “İzmir Büyükşehir Belediye Bandosu’na girdikten sonra 1984 yılında bu bandonun şefliğini yapma-

ya başladım. Büyükşehir Belediye Kent Orkestrası’nı, Karşıyaka Bandosu kurdum. Ayrıca Bornova’da da bir bandonun kurulmasını sağladım. Oradan emekliye ayrıldıktan sonra beni Tire’den istediler. Tire’ye geldim ve 12 yıldır da bandonun şefliğini yapıyorum. Şefliğini yaptığım bando tarihi bir bando olduğu için geçmişten gelen bir özgünlüğe sahip. Bando bu özelliğini çaldığı parçalarla ve yaptığı müziklerle de gösteriyor. Geçen sene kuruluş yıldönümümüzde bir konser verdik. Konserde repertuarımız çok çeşitliydi. Repertuarımızda güncel parçalar, unutulmaya yüz tutmuş yöresel parçalar ve dünya klasiklerinden eserler farklı müzik vardı. Biz bu konserde birde hiçbir bandonun çalmayı denemediği Çağrı Filmi’nin müziğini çalarak bandonun farkını en iyi şekilde ortaya koyduk. Dinleyiciler konserden büyük bir keyif alarak ayrıldı. Ayrıca dinleyicilerinden, ‘Ben şu müzikten başka müzik dinlemezdim. Sizin sayenizde her müzikten zevk almaya başladım’ diyenler bile oldu. Bandonun sahip olduğu bu özgünlük bando-

yu sadece Tire’nin değil; tüm Türkiye’nin gözdesi yaptı diye düşünüyorum.” Yetiştirdiği öğrencilerle geleceğe yatırım yapıyor 5’i kadın, 18’i erkek toplam 23 kişilik bir orkestra ekibine sahip olan Tire Bandosu, şu günlerde yetiştirdiği genç öğrencilerle geleceğine yatırım yapıyor. “Başkanımız Tayfur Bey, bandonun geleceği adına orkestrayı gençleştirmemizi istedi.” diyen Asma, bu nedenle bazı yaşlı müzisyenlerin aralarından ayrıldığını söyledi. Bu ayrılan müzisyenler nedeniyle bandonun müzikal kalite açısından eskisine nazaran biraz zayıfladığını dile getiren Asma, yetiştirdikleri genç müzisyenlerle bandonun müzik kalitesini yine en üst seviyeye çıkaracaklarından emin. Tire Bandosu’nda saksafon çalan ve aynı zamanda öğrenci yetiştiren Sadettin Hasçelik, bandonun ilerleyen yıllarda da müzik yaşamını sürdürebilmesi için öğrenci yetiştirmenin önemli olduğunu düşünüyor.

ERİHA

23

HAZİRAN 2010


“Biz bugün varız; yarın yokuz.” diyen 61 yaşındaki usta müzisyen duygularını ve düşüncelerini şöyle ifade ediyor: “Biz yaşlandık artık. O yüzden bugün varız yarın yokuz. Bandonun ilerleyen yıllarda da devam etmesi için talebe yetiştiriyoruz. Benim şu an iki tane öğrencim var. Bandoya girecek olan Melek isminde bir öğrencim var. Saksafon çalan öğrencim dışarıdan geliyor. Öğrencilerime Ege Üniversitesi’nden gelecek olan çello çalan biri daha eklenecek. Öğrencilerim gerçekten çok yetenekliler. Onlarla gurur duyuyorum. Bizlerin yerini doldurmakta zorluk çekmeyeceklerini düşünüyorum.” Bandonun en küçük öğrencilerinden biri olan 12 yaşındaki İlayda Topçuoğlu da tıpkı annesi gibi orkestraya katılmak için çalışıyor. “Alto çalmayı denedim. Başarısız olunca pes etmedim.” diyen İlayda şöyle devam ediyor: “Annemde bandoda

mi vererek Tire Bandosu’nun ileriki yıllarda da var olabilmesi için çaba gösteriyor.

alto çalıyor. Bende onun gibi çalmak istediğim için müzik dersi almaya başladım. Altoda başarısız oldum. Daha sonra yan flüte yöneldim. Yapabildiğimi görünce çok mutlu oldum. Büyünce bende annem gibi orkestraya girmek istiyorum.” Orkestrada çalan müzisyenlerin birçoğu çocuklarına da müzik eğiti-

bandoya katılarak bandonun müzik kalitesini arttırıyordu. Eskiden askeri bandoda çalanların birçoğu erdi. Çok az rütbeli olurdu bandoda. Şimdi ise durum çok farklı. Artık askeri bando çalışanları erlerden seçilmiyor. Bando tamamen rütbelilerden oluşuyor. Askerde eğitim göremeyen ve memleketine dönen

ERİHA

24

HAZİRAN 2010

“Türkiye’de bandoculuğun membası kurudu” Ülkemizdeki bandoculuk geleneğini ve bandoculuğun bugünkü durumunu anlatan Tire Bandosu Şefi Turgut Asma, gelinen noktanın pek iyi olmadığını, artık sivil bandoların daha çok çalışması gerektiğini söylüyor. Geçmişte askeri bando sivil bandolar için bir memba oluştururken günümüzde durum böyle değil. Şef Asma bandoculukta yaşanan yetişmiş müzisyen sorunu şöyle anlatıyor:“Eskiden bandoculuk kendiliğinden geliyordu. Askere giden ve sivil hayatında az çok müzikle uğraşan bir er, askerde bandoculuk eğitimi alıyordu. Daha sonra bu er askerliğini tamamladıktan sonra memleketine döndüğünde ya bir bando kuruyor; ya da var olan

erlerde bandoculuğu bir adım öteye götürecek bilgiye sahip olamıyor. Bu nedenle Türkiye’de bandoculuğun membası kurudu. Şimdi sivil bandolara ne düşüyor? Sivil bandolar eskisinden çok çalışarak hem müzik yapacak hem de bandoculuğun gelişmesi ve devam etmesi için öğrenci yetiştirecek. Öğrenci yetişmezse bandoculuk ne yazık ki bizlerle son bulur.”


Medeniyetler beşiği Anadolu’dan traji-komik bir kaçakcılık hikayesi

{

Eyvah!

YAŞAM

“KÜP”

Bizanslılardan mı

kalmış?

ÖZGE YILDIZ

Bir küp… Birkaç yıl öncesine kadar Karkınmeşe köyünde yaşayan Bayram ailesine ait, heybetli bir küp. Yıllarca ailenin bahçesini süsleyen, kaybolup gidenlere tanıklık eden, koca gövdesi asırlık bir tarihle ağzına kadar dolu bir küp. Sanki ailenin emektar bir üyesi. Gün olup ilçeye taşınmaya karar verince aile, küplerini de yanlarında götürmek ister haliyle ve böylece başlar ilginç bir silsile. Hikâyenin kahramanı Cevdet Bayram küpü traktöre yükleyip köyden ilçeye getirince, önce tarihi eser kaçırma suçundan gözaltına alınır, sonra birden bire bulur kendini mahkemede.

T

arih öncesi çağlardan beri birçok medeniyete beşiklik eden Anadolu, yüzyıllardır heybesinde biriktirdiği, farklı kültürel değerleri ile benzerine az rastlanan bir miras yaratmıştır. Anadolu’nun hemen her kenti ise bu evrensel mirastan payına düşeni almıştır. Öyle ki bu toprakların her bir köşesi buram buram tarih kokmakta, bu tarihi eserlerin kimi tüm ihtişamıyla sergilerken varlığını, kimi gizem perdesinin aralanmasını bekleyerek keşfedilmeyi ummaktadır. Anadolu’nun esrarlı güzelliklerle dolu bir kenti de Hititlerden Romalılara, Bizanslılardan Selçuklulara kadar pek çok medeniyete ev sahipliği yaptığı bilinen bir orta Anadolu şehri; Kırşehir’dir. Bugün bu özellikleriyle pek bilinmese de, il uzun yıllar Anadolu’nun en önemli siyasi, sosyal ve kültürel merkezlerinden biri olmuştur. Beş bin yıllık bir geçmişe sahip olan Kırşehir’in Kaman ilçesi de çeşitli kültürlere tanıklık eden ve beş binden fazla tarihi eseri topraklarında barındıran antik bir bölge olarak dikkat çekmektedir. Kaman’la iç içe olduğu için onun zenginliklerini payla-

şan, onca esere tıpkı Kaman gibi ev sahipliği yapan bir köy Karkınmeşe. Hikâyemize konu olan Bayram ailesinin akla hayale gelmeyen türlü hadiseler yaşamasına sebep o Bizans Küpü’nün yuvasıdır bu köy aynı zamanda. Anılar taze kalsın diye Kırşehir ilinin Kaman ilçesine bağlı Karkınmeşe köyünden dokuz çocuklu bir ailenin yedinci çocuğu, Cevdet Bayram. Uzun yıllar Karkınmeşe köyünde yaşayan Bayram ailesinin köye ne zaman yerleştiği bilinmiyor ancak Cevdet Bayram’ın dedesinin dedesi de bu köyde yaşamış. Dokuz kardeşin hepsi evlenip yuvasını kurduğunda başka başka şehirlere yerleşirler. Cevdet Bayram ise hayatına Frankfurt’ta devam eder. Annesi ve babası köyde bir başlarına kalınca, Kaman’a koca bir ev yaptırır Bayram

ve anne babasını buraya yerleştirir, daha rahat şartlarda yaşasınlar diye. Taşınma vakti geldiğinde, yıllarca yaşadığı köyle olan bağlarını koparırken yalnızca annesi ve babası değil, doğduğu eve elveda demek zorunda kalan Cevdet Bayram da zor anlar yaşar. Doğduğu evden, büyüdüğü, oyunlar oynadığı bahçeden, dalından meyve topladığı ağaçlardan, konusundan komşusundan kopmak pek de kolay olmaz onun için. Her yeri anılarla dolu bu köyden ayrılırken geride hiçbir şey bırakmak istemez Cevdet Bayram ve köyünü hatırlatacak her şeyi yanına alır. Yalnız tek bir şeyi unutur. Kendini bildi bileli avluda yarısına kadar toprağa gömülmüş vaziyette duran ve içine erzak konulan, erzak konulmadığı zamanlarda birkaç çocuğun içine girip oynayabileceği kadar büyük olan Küp’lerini… Geçmişten ERİHA

25

HAZİRAN 2010


kalan bu hatırayı köyde bırakmaya gönlü razı olmaz Bayram’ın, babasının da mutlu olacağını düşünerek, küpü almak ve yeni yaptırdığı evin bahçesinde dekor olarak kullanmak için tekrar döner köye. Koca küpü olduğu yerden çıkarır, etraftaki birkaç eş, dost yardımıyla da traktöre yerleştirir ve koyulur yola, yeni yaptırdığı eve varmak üzere. Ne olduysa bundan sonra olur zaten. Cevdet Bayram’ın başına ne geldiyse bu küp yüzünden gelir.

yan ve polislere sesini duyurmaya çalışan Bayram’ın bu çabası bir işe yaramaz. Karakola gittiğinde durumun ona izah edileceği söylenir. Karakola gitmeye ikna olan Cevdet Bayram, traktörüne binen iki polis memuru ve ekip arabalarının eskortu ile ilçe karakoluna gitmek üzere düşer yola. Aklında uçuşan soru işaretleri, olacaklardan habersiz, olanlara anlam vermeye çalışırken çıktığı bu yol Bayram için ayrı bir derde yolculuktur aslında.

Yanlışlıklar komedyasının ilk perdesi Cevdet Bayram, hatıralarına sahip çıkmanın verdiği mutlulukla düştüğü yolda olacaklardan habersiz yeni evine geldiğinde, küp yüklü traktörü park etmeye çalışırken bir ekip arabası gelir. İçinden inen birkaç polis Bayram’ın etrafını sarar. O andan itibaren anlayamadığı bir kargaşanın içine düşen Cevdet Bayram, neden sorulduğunu bilmediği pek çok soruyla karşılaşır ve böylece Bayram için, yanlışlıklar komedyasının ilk perdesi de açılmış olur. Cevdet Bayram o anı şöyle anlatıyor: “Köyden aldığım küple birlikte yeni evin bahçesinin önüne gelmiş, traktörü park ediyordum. O an bir polis arabası gelip yanımda durdu, içlerinden biri: ‘Ne yapıyorsun hemşerim, nereden getirdin bu küpü’ diye sordu. Ben de, ‘Nereden getireceğim köyden getirdim’ diye yanıtladım. ‘Sahibi sen misin?’ dediler. ‘Evet, benim’ dedim. ‘Niye getirdin hemşerim bu küpü’ diye sorduklarında, ‘Çoluk çocuk kırıp dökmesin’ diye cevap verdim. ‘Peki, ne yapacaksın’ dediklerinde ise maksatlarının ne olduğunu hala anlamamıştım. ‘Ne yapacağım, dekor olsun diye bahçeye koyacağım’ dedim.” Ardı arkası kesilmeyen sorular, giderek can sıkıcı olmaya başlıyordu Cevdet Bayram için. Bir küptü alt tarafı, yeni evinde bahçesinin bir köşesinde geçmişini gözlerinde canlandırmasına, babasının mutlu olmasına sebep… Peki, bu kadar sorgu sual nedendi? “Bana annem ve babam için yaptırdığım evin parasını nasıl kazandığımı sordular. Meğerse küpün içinden altın çıktığını ima ediyorlarmış, sonradan anladım. Oysa ben yıllarca çalıştım da biriktirdim o evin parasını.” Cevaplamak zorunda kaldığı onca sorudan sonra bir de karakola gitmek durumunda olduğunu öğrenince kızgınlığı artmaya başlar Bayram’ın. “Polisler bana; ‘amirin emri var traktörü karakola çekmek zorundayız’ dediklerinde problemin ne olduğu konusunda hala bir fikrim yoktu.” Cevdet Bayram, biraz tedirgin, biraz da şaşkın karakola gitmeme konusunda polislere direnirken bir ekip arabası daha gelir ve Bayram’ın çevresinde birdenbire 6–7 tane polis toplanır. Herkes hep bir ağızdan konuşur, kimse kimseyi dinlemez. Bu arada, olup bitenleri anlamaya çalışan, neden karakola gitmek zorunda olduğuna yanıt ara-

Meğer küp Bizanslılardan kalmış Bu yolculuk Cevdet Bayram’ın sıkıntılı anlar yaşamasına sebep olur. Bayram: “Karakola giderken ilçenin merkezinden geçiyoruz haliyle, eş, dost, akraba herkes gördü beni, rezil oldum. Küçük yer herkes birbirini tanıyor.” Meraklı bakışlar karşısında mahcup olan Bayram’a karakola vardığında küple ilgili sorular sormaya devam eder polisler. Cevdet Bayram: “Hepsini yanıtladım. Sonunda amir bana neden orada olduğumu, ne ile suçlandığımı söylediğinde çok şaşırdım. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Meğer beni tarihi eser kaçırmakla suçluyorlarmış. Hem de yıllardır bahçemizde duran, dedelerimizden kalma küpe sahip çıktım diye.” Sorgu bir süre daha sürer, Bayram amire; “ben artık gideyim işim gücüm var” der. Hala olayın vahametinin farkına varamayan Cevdet Bayram’a amir şiddetle karşı çıkar; “nereye gidiyorsun, bugün burada kalacaksın.” Çünkü Cevdet Bayram artık tarihi eser kaçakçılığı suçlamasıyla gözaltına alınmıştı. Üstelik günlerden pazar’dı ve hafta sonu hiçbir resmi işlem yapılamayacağı için pazartesi’yi beklemek ve o geceyi nezarethanede geçirmek zorundaydı. Bu olanları Cevdet Bayram’ın aklı bir türlü almaz, şaka gibidir yaşanan her şey. Durup dururken küpün sahibi olduğunu ispatlamak zorunda kalmak gücüne gider ama yapacak bir şey yoktur, bunu ispat etmeden de karakoldan çıkması mümkün değildir. Bayram için zor geçen gece güne ağardığında, önce Kırşehir Müzesi’nden gelecek olan uzman heyet beklenecek ve heyetin vereceği rapora göre Cevdet Bayram’ın akıbeti netleşecektir. Üç kişiden oluşan bilirkişi heyeti geldiğinde küp incelenir ve sonuç hiçte Bayram’ın beklediği gibi olmaz. Cevdet Bayram: “Bir gece nezarette yattım, zaten çok zoruma gitti. Sabah olunca beni amirin yanına götürdüler. Müzeden gelen bilirkişi heyeti de oradaydı. Bana birkaç soru sordular, sonra raporu yazdılar. Hemen arkasından amir bana demez mi ‘sizin küp tarihi eser niteliği taşıyor. Bizanslılardan kalmış.’ Ben o an şaşkınlık içindeyken, Eyvah! Demişim Bizanslılardan mı kalmış? Yandım! Şimdi nasıl inandıracağız bunları.” Sorularına cevap bulan Bayram pek de rahatlayamaz. Bundan sonrası da o ana kadar yaşananlar gibi karışık, şaşırtıcı ve

ERİHA

26

HAZİRAN 2010

Cevdet Bayram yaşadıklarını bugün bile tebessümle anıyor

can sıkıcı olacaktır. Küp köylüyü mahkemeye topladı Bayram, müzeden bilirkişi heyetinin gelmesiyle haklılığını ortaya koyacağını düşünürken, her şey tam tersine döner ve işler iyice karışır. Bu durumda karakolun yapacağı tek şey Cevdet Bayram’ı mahkemeye sevk etmektir, Bayram’a düşen ise ne yapıp edip küpün sahibi olduğunu kanıtlamak. Mahkeme aynı gün görülecektir ve Cevdet Bayram’ın şahide ihtiyacı vardır. Bayram mahkemede olanları şöyle anlatıyor: “Mahkemeye çıktık. Neredeyse tüm köy ahalisi bana destek vermeye geldi. Muhtarı, genci, yaşlısı hepsi oradaydı. Hâkim bey hepimizi tek tek dinledi. Herkes aynı şeyi söylüyordu: ‘O küp yıllardır orada, biz kendimizi bildik bileli orada öylece durur. İçine girip oyun oynadığımızı biliriz.’ Ayrıca aralarından birkaç arkadaşım da öfkelendi: ‘Ne yani, bu adamı haksız yere hapse mi atacaksınız. Hani sizin kanıtınız nerede?’ diyorlardı.” Muhtardan bakkalına kadar köyün tüm büyüklerini dinler mahkeme, tabi ki Cevdet Bayram’ın babası Süleyman Bey’i de. Onun da diyeceği fazla bir şey yoktur aslında. Süleyman Bayram: “Bu olaya hepimiz çok şaşırdık kimin aklına gelirdi ki böyle bir şey” diyor ve ekliyor: “Hâkime dedim ki; ben yetmiş yaşındayım, babam ben otuz bir yaşındayken rahmetli oldu. Ona, bu küp nereden geldi diye sormak hiç aklıma gelmedi ama ben kendimi bildim bileli, yetmiş senedir o küp orada durur. Kâh ahırda durur, kâh avluda, boştur, doludur ama senelerdir bizdedir. Böyle bir şey olduğunu bilsek devlete demez miydik?” Herkes yaşanan bu yanlış anlaşılmanın şaşkınlığı ile tüm bildiklerini anlatır mahkemede ama onca zaman tarihi eser olabileceğini bir an bile düşünmedikleri bir küp yüzünden düştükleri bu hallere gülseler mi ağlasalar mı bilemezler…


Ve mahkeme kararı… Mahkeme şahitlerin dinlenmesinin ardından Cevdet Bayram’ın tutuksuz yargılanmasına, tarihi küpün ise devlet tarafından alıkonulmasına karar verir. Cevdet Bayram’ın avukatı Haşim Işık ise olayla ilgili olarak şunları söylüyor: “Bu tür arkeolojik kalıntılar hukuken devlete aittir. Bir kişinin tarihi eser kaçakçılığı ile suçlanabilmesi için ise suçüstü, yani eseri satarken yakalanması gerekir. Böyle bir durumda zanlı derhal tutuklandığı gibi esere de doğrudan el konur. Cevdet Bayram için böyle bir durum söz konusu değil. Ama Bayram’ın durumunda olduğu gibi kişi, tarihi kalıntının sahibi olduğunu ispatlarsa devletin bu esere direk el koyması mümkün değildir. Bilirkişi komisyonunun toplanması ve bu arkeolojik kalıntıya bir bedel biçmesi gerekir. Yani kalıntının sahibine usulen de olsa bir bedel ödenir. Tabi bütün bunlar hemen sonuçlanacak prosedürler değil, en az 7-8 ay sürer. Ama Cevdet Bayram, küpün aile yadigârı olduğunu kanıtlamasına rağmen karşılığında herhangi bir para talep etmedi.” Bayram’a hakkı olmasına rağmen neden küp karşılığında bir para talep etmediğini sorduğumuzda; “Benim oradan gelecek para da gözüm yok, yeter ki küp iyi muhafaza edilsin. Biliyorum ki devlet benim baktığımdan daha iyi bakar o küpe ve bizim aile anılarımız da hep taze kalır böylece.” Cevdet Bayram haklılığını ortaya koysa da

dava sonuçlanmaz, ancak ikinci mahkemede berat kararı çıkar. Bizanslılara ait olduğu anlaşılan ve onca olaya sebep olan tarihi küp ise sergilenmek üzere Kırşehir Müzesi’nin bahçesindeki yerini alır. Böylece yollar tamamen ayrılır. Bizanslılardan kalma küpe vefa Cevdet Bayram tebessümle anıyor başına gelen bu ilginç “küp” hikâyesini. Kızgınlıkları, şaşkınlıkları bir bir canlanıyor gözünde ama o, gülüp geçiyor. İçi rahat, çünkü yıllarca sahiplendiği o değerli küp şimdi emin ellerde. Şunu da söylemeden geçemiyor Bayram: “Mahkemeden sonra merak ettim, polisin nasıl olup da beni böyle bir suçla itham ettiğini araştırdım. Sonra öğrendim ki, benim küple köyden geldiğimi gören zabıtalar ihbarda bulunmuşlar. Bana çok sıkıntı yaşattılar ama yine de canları sağ olsun…” Bugün Cevdet Bayram eşi ve iki oğluyla birlikte Osmaniye’de yaşıyor ve memleketi Kaman’a her gidişinde Kırşehir’in içinden geçiyor. Buradan geçerken de Kırşehir Müzesi’ne uğramadan edemiyor. Türlü oyunlarla içinde çocukluğunun en eğlenceli zamanlarını geçirdiği, tarihe şahitlik eden küplerini görmeden geçmiyor. Geleneklerine, hatıralarına son derece saygılı ve bağlı olan Bayram, dedelerinin dedesinden kalma tarihi küpü çocuklarına da gösteriyor. “Ben sizin gibiyken bu küpün içinde oyunlar oynardım” diyerek hem geçmişin güzel günlerini özlemle yâd ediyor, hem de evlatlarını asırlık bir aile yadigârıyla buluşturuyor. Müze bahçesinde Bizanslı bir “küp” Biz de Kırşehir Müzesi’ni ziyaret ettiğimiz de görme şansını elde ediyoruz o meşhur küpü. Yüksekçe dışa kalınlaştırılmış geniş ağız çevresi, dalgalı çizgili desenleri ile diğerlerinden ayrılıyor. İlk bakışta büyüklüğü ile dikkat çeken küp, müze bahçesinde art arda sıralanan onca küpe yarenlik ediyor adeta. Küp hakkında bilgi aldığımız müze araştırmacısı Mehmet Göktürk; küpün Roma-Bizans dönemine ait oldu-

Cevdet Bayram’ı mahkemeye düşüren küp

ğunu, o zamanlarda Anadolu’da bu küplerin erzak depolamak için kullanıldığını söylüyor. Ayrıca şekli itibariyle de anne karnını sembolize ettiği için buna benzer bazı küplerin “Pithos” olarak anıldığını dile getiriyor. Bu küpün ise erzak depolamak amacıyla kullanıldığını vurguluyor. Arkeolog Barbaros Gürçay ise bu bilgilere paralel olarak; Anadolu’da bu türden küplerin yapımının binlerce yıl öncesine dayandığını ifade ediyor ve ekliyor: “O dönemde küpler genellikle erzak depolamak için kullanılırdı. Küp belli bir bölümüne kadar toprağa gömülür, böylece hem sarsılmadan durur, hem de küpün dibine kadar ulaşmak mümkün olur, yani erzak kolayca çıkartılırdı. Bu türden küplerin bir bölümüne de “Pithos” adı verilirdi. Pithoslar ölü gömmek için kullanılırdı. Tunç çağında ve sonrasında görülen, Anadolu’ya özgü bir ölü gömme geleneğidir bu. Pithos yan yatırılır, ölünün karnı dizlerine çekilir ve bir tür cenin pozisyonu verilirdi. Pithos’un ana karnını sembolize ettiği düşünülürdü. Ölü cenin pozisyonundayken küpün içine konur, yanına ölü hediyeleri bırakılır ve küpün ağzı yassı, düz bir taşla kapatıldıktan sonra üstüne toprak dökülürdü. Ancak müzede sergilenen bu küpün Pithos değil de daha çok erzak depolamak için kullanılan küplerden biri olması muhtemel.” Cevdet Bayram’a yaşattıklarını, ilginç hikâyesini bildiğimiz küpü, aldığımız bu bilgiler çerçevesinde daha bir merakla inceliyoruz biz de. Hikâye adeta canlanıveriyor gözümüzde. Sadece Kırşehir’de değil elbette, bilemediğimiz daha nice nice yerlerde, Anadolu’nun eşsiz kültürel değerleriyle burun buruna yaşıyoruz belki de… Bir gün hiç beklemediğimiz bir anda aniden çıkıverebilecek yakınlıkta bir mesafede… Anadolu’da, medeniyetlerin beşiğinde kazılan her toprak parçasından, tarladan, geçtiğimiz yollardan binlerce yıllık tarihin şahitleri ulaşıyor bugünlere... Kim bilir kaçının üzerine asfalt çekmişizdir, binalar dikmişizdir de gün yüzüne çıkarılmalarına engel olmuşuzdur. Bu hikâye Anadolu’nun bin bir renkli diyarını keşfetme yolculuğuydu. Ve varlıklarının ötelere haber edilmesinin, dillendirilmesinin, koruyup kollanmasının anlatımı. Her gün önünden belki de binlerce defa bilinçsizce geçip sessizce yolumuza devam ettiğimiz yerlerdeki tarihin ayakta kalmaya çalışan şahitlerini fark etmeye sebep bir hikâye... Önyargı besleyip, reddetmek yerine Cevdet Bayram gibi olabilse herkes keşke, aile yadigârı küplerinin Bizanslılara ait tarihi bir eser olmasından asla gocunmadan, elinden alınmasına da ses çıkarmadan, hala o küpü sahiplenebilse. Yaşanmışlıklarının ortağına bir vefa olsun diye uzaklardan bir selam etmeden geçmese…

Kırşehir Müzesi’ndeki diğer tarihi küpler

ERİHA

27

HAZİRAN 2010


{

YAŞAM

gençlere “alternatif”

LONDRA

rehberi:

Bilmedikleriniz, görmedikleriniz ...

ERİHA

28

HAZİRAN 2010


ELİF KÜTÜKOĞLU

Özlemlere kucak açarak hayallerine ve umuda yapılan yolculuktu onlarınki. Başka ülkedeki o farklı yaşama tutunamadıkları taktirde kaybolup gideceklerini bile bile cesaretlerinden ödün vermediler. Şemsiyenin eksik edilmediği, çift katlı kırmızı otobüslerin diyarı Londra’daki Türk öğrenciler, daha güzel yarınlar adına tahmin edemeyecekleri gerçeklerle yüzleştiler bu diyarda. Hepsi farklı mücadeleye göğüs gerdi kendi içlerinde. Üniversite mezunu olmalarına rağmen bulaşıkçılıktan, hamallığa, gazete dağıtıcılığından çocuk bakıcılığına, barmenlikten komiliğe kadar ellerinden gelen her işi yaptılar. Londra’da öğrenci olmanın cefasını da sürdüler, sefasını da.

ERİHA

29

HAZİRAN 2010


L

ondra’da öğrenci olmak gençlerin idealize ettiği, onları heyecanlandıran, umutlandıran bir statü. Öyle ki, dil kurslarının broşürlerini süsleyen dünyanın farklı yerlerinden geldikleri belli olan gençlerin mutlulukla gülümsediği kareler, o mutluluğun bir parçası olmak isteyen gençler için bir yol haritası adeta. Hyde Park’ın ihtişamı, Big Ben’in silueti, Oxford Street’in yoğunluğu, Picadilly’nin coşkusu, stadyumların heyecanı ve pubların ortamı bu rüyayı güzelleştiren en önemli etkenler. Hele ki, kısa zamanda halledilecek İngilizcenin de sağlayacağı katkılar da düşünüldüğünde Londra’nın bir öğrencinin yaşayabileceği en güzel şehir olduğuna kimse itiraz edemez. Londra’yla ilgili tüm fotoğraflar bu yargıyı pekiştirir: İnsanlar mutlu, şehir güzel, arkadaşlık yoğun ve keyifler de gayet yerindedir. Londra herkese mutluluk, başarı, paylaşım ve keyif vaat etmektedir. Peki, gerçekten de böyle midir? Umut Adası’na gelen öğrenciler, umutlarına ulaşabilmekte ve hedeflerini gerçekleştirebilmekte midir? Bu ve buna benzer soruların yanıtlarını Londra’da öğrenim gören ve halen görmekte olan gençlere sorduk. Londra’da yaşama şansına sahip olan “mutlu azınlık”la oradaki yaşam koşullarını ve buradan görülmeyen “gerçekleri” konuştuk. Aldığımız yanıtlar oldukça ilginçti; çünkü orada yaşananların pek çoğu, ışıltılı fotoğrafların gölgesinde kalmıştı ve Türkiye’deki pek çok kişi tarafından değil bilinmek, tahmin bile edilebilecek düzeyde değildi. Vize almanın zorlukları İngilizce öğrenmek için en çok tercih edilen kentlerden biri olan Londra’nın; insanların bilmediği, görünmeyen pek çok yüzü var aslında. Dil öğrenimi için oldukça cazibeli görünen Londra’ya gitmeye

karar vermenin ardından, birbiri ardına gelen düğümler birbirini izler, çözülmesi gereken. Öğrenciler, bu serüvendeki ilk zorlukla vize sürecinde karşılaşır. Vize başvurusu için, kayıt yapılan dil okulundan gelen evraklar öğrencilere ulaşınca prosedür işlemeye başlar. Vize almak ilk sorundur; ama, ondan daha da önemlisi vardır; masraflar. Maddi bakımdan oldukça külfetli olan vize alma süreci, öğrencinin belini büken düğüm noktalarından biri olur adeta. Yaklaşık 1 yıldır İngiltere’de yaşayan Erdem Sevgi, bu zorlu süreci şöyle anlatıyor: “Vize alma süreci daha ülkeye adım atmadan İngiliz bürokrasisini tanıyabilmek adına büyük bir tecrübe. Hazırlayacağınız deste deste evrakları yeminli tercüman aracılığıyla İngilizce’ye çevirtmek ve onları teker teker noterden onaylatmak eğitiminiz için ayırdığınız bütçenin önemli bir bölümünü Türkiye’de harcamanıza neden oluyor. Vize koşullarını sağlamak için ekonomik durumunuzu önceden hazır hale getirmeniz gerekiyor. İngiltere sizin Londra’da yaşamak için ihtiyaç duyacağınız meblağı sizler için belirlemiş durumda ve bu miktarı vize başvurusu yaptığınız süreçte, banka hesabınızda görmek istiyor. Bir öğrencinin Londra’da yaşayabilmesi için aylık minimum 800 İngiliz Sterlini’ne sahip olması gerekiyor. Kalmayı planladığınız süre için geçerli rakamı da banka hesabınıza vize başvuru tarihinden belirli bir süre önce yatırmış olmanız gerekiyor.” Uzun, zorlu ve masraflı vize sürecinin ardından Londra’ya ayak basmak yetmez sorunların bitmesi için. Yeni ve belki de daha zorlayıcı bir aksilik karşılarındadır. Havaalanında Londra’ya giriş işlemlerini kontrol etmek için öğrencileri bekleyen sınır polislerini geçmek gerekir. Öyle ki, gençler sınır polisine, annelerinin kızlık soyadından Londra’ya gelme ne-

denlerine ve ne kadar kalacaklarına kadar pek çok sorunun cevabını vermek zorundalardır. Sınır polisi, verilen cevapları tatmin edici ve gerçekçi bulmazsa, öğrenciler ya ülkeyi terk etmek zorunda kalır ya da gözaltına alınır. Bu durum sınır polislerinin vicdanına kalmıştır ne yazık ki. Öğrenciler, eğer sınır polisini de geçip Londra’nın havasını solumaya başladıysa şanslıdır. Tabi bu şans kısa süre sürer öğrenciler için. Yeni sorunlar kapıda bekliyordur. Gerçekleşmeyen İngiliz aile düşü Öğrencilerin Londra’ya geldikten sonra yaptıkları ilk iş konaklayacakları yere gitmektir. Londra’da yaşayan Türk öğrenciler için istedikleri gibi kalacak yer bulmak oldukça önemlidir. Bu şehirde öğrencilerin barınma ihtiyacı, ev değil de oda kiralama yoluyla giderilir. Burada şans faktörü çok önemlidir, çünkü 4 odalı bir evin odalarının tümünün farklı bedellerden kiraya verilmesi Londra şartlarında sürpriz değildir. İngilizce öğrenmek için yurtdışına giden öğrenciler genellikle İngiliz bir ailenin yanında kalmayı umut ederler. Ancak, bu noktada öğrencilerin amaçlarına uygun İngiliz aile bulması güçtür. “Okul tarafından size önerilen bir İngiliz ailenin evine kalmaya gittiğinizde kötü sürprizlerle karşılaşabilirsiniz. Genellikle İngiliz aileler pazarlama stratejilerini çok iyi uyguladıkları ve iyi bir iletişime sahip oldukları için size ilk hafta çok iyi davranabilirler; ancak, ikinci haftadan sonra bir otel odası kiraladığınızı ve ailedeki hiçbir kimsenin kira ücretinin verildiği günler dışında sizinle konuşmadığını talihsiz bir şekilde görebilirsiniz. Çünkü, çoğu İngiliz için öğrenciler alınıp satılan bir ürün olarak görülmekte ve rant sisteminin daha çok bu eksende ilerlemektedir.” Yaklaşık iki yıl Londra’da öğrenci olarak yaşayan Erhan Kılıç böyle anlatıyor,

Erhan Kılıç ve sınıf arkadaşları objektife neşeyle gülümsüyor

ERİHA

30

HAZİRAN 2010


Erdem Sevgi karakteristik Londra otobüsleriyle

hep hayal edilen “ideal İngiliz aileleriyle beraber olma” düşünün nasıl genellikle başarısızlıkla sonuçlandığını. Özellikle Türkiye’den organizasyon şirketleri aracılığıyla gidenler, konaklamaya başlangıçta oldukça yüksek meblağlar ödemek zorunda kalabilirler. Londra’da iki yıl yaşayan Safa Ayyıldız da, bu duruma dikkat çekiyor: “Buradan giderken yurt dışı organizasyon şirketi sonuçta kâr amaçlı olduğu için öğrencilere ekonomik seçenekler sunmuyor. Londra’da arkadaşın veya ailenden biri yoksa ilk birkaç haftanın barınma ücreti Türkiye’den peşin alınıyor ve fazladan ücret ödemek zorunda kalıyorsun. Oraya gittikten sonra bunu fark eden öğrenciler ilk haftalardan itibaren daha ekonomik bir barınma yolu bulma çabasına giriyor. Oradaki ev sahipleri de bundan haberdar ve bazıları bunu fırsat olarak değerlendirerek öğrencinin mali külfetini artırabiliyor ve maalesef onları kandırabiliyor.” Genellikle İngiliz ailelerin yanında maddi ve manevi nedenlerden dolayı kalamayan Türk öğrenciler de, mecburen birkaç kişi toplanarak bir ev tutuyor. Bir ve dolusu Türk öğrenci, Londra’nın en sık tekrarlanan rutinlerinden biri. Fakat, bu durum İngilizce öğrenmek için geldikleri Londra’da eğitimlerinin önemli ölçüde aksamasına neden oluyor. Aynı evi paylaştıkları insanların Türk olması, okul dışında İngilizce konuşamaz hale getiriyor onları. Masraflı, sıkıntılı ya da merkeze uzak olduğu için İngiliz ailelerin yanında barınamayan öğrenciler Türk arkadaşlarının yanında kalırken, İngilizcelerini tehlikeye atıyor. Erdem Sevgi, bu traji-komik durumu şöyle resmediyor: “Beş Türk öğrencinin bir araya gelmesiyle kiralanan bir evde yaşamak, İngilizce öğrenmek için gelinen Londra’da amaç dışı her şeyi yapabilmek için ele geçirilebilecek

en büyük fırsat!.. Yaşamının iki yılını İngilizce öğrenmek amacıyla İngiltere’de harcayıp, henüz günlük ihtiyaçlarını dahi bu dilde gideremeyen öğrencileri görmek için çok uzağa gitmek gerekmiyor. Londra’da bu örneklerden fazlasıyla bulmak mümkün. Kendi ülkesinden, kendi dilinden insanlarla aynı ortamda yaşayan, aynı yerlerde çalışan öğrencilerin sadece okula gidip gelerek İngilizcelerinin gelişmesi konusunda umutlu olmaları, kendi saflıkları ile açıklanabilir. Eğlenmek için grup halinde çıkıp, kendi dillerini konuşan bir topluluk, dil öğrenmek için başka bir ülkede olduğunu söylüyorsa inanmış gibi yapabilirsiniz fakat onların kendilerini kandırdığını asla unutmayın.”

ka sorun da, kimi okullarda Türk öğrenci yoğunluğunun fazla olması. Bunun en önemli nedeni ise, Türkiye’deki ajansların ucuz olduğu ya da Türkler sahibi olduğu için bu okullarla çalışması. Derse girilen sınıfta Türk öğrencilerinin fazlalığı, eğitim sürecine sekte vuran önemli bir problem. Erhan Kılıç, ilk gün yaşadığı şoku şöyle anlatıyor: “Londra’da derse ilk girdiğimde sınıfta tam 5 öğrenci Türk’tü. Adeta kendimi Türkiye’deki bir okulda gibi hissettim. Yine aynı şekilde okulun müdürü, kantin sahibi de dahil olmak üzere öğrencilerinin birçoğunun Türk olduğunu görünce, ‘acaba, İngilizce’yi bu kadar masrafa girmeyip, Türkiye’de mi öğrenseydim’ dediğimi itiraf etmeliyim.”

Türk öğrencilerle dolu Londra okulları İngilizce öğrenmek için çeşitli emeklerle Londra’ya giden öğrenciler, dil okullarını iyi araştırmakları taktirde okul sorunuyla da yüzleşebiliyor. Londra’da dil eğitimi veren irili ufaklı pek çok kolej bulunuyor. Pahalı dil okulları da, son derece ekonomik olanları da. Erhan Kılıç okul sürecinde yaşanan sorunları şöyle dile getiriyor; “Aslında aşırı derecede yüksek ücret öneren kolejler ile piyasa koşullarında normal ücret isteyen kolejler arasında eğitim kalitesi açısından pek de fark bulunmuyor. Bu kolejler arasındaki ücret dağılımındaki uçurumun en büyük nedeni isim yapmış olmaları veya fiziki koşullarının diğerlerine göre biraz daha gelişmiş olması. Sonuçta eğitim kalitesini etkileyen en önemli faktör İngilizce öğretmenlerinin İngiliz ve eğitimci olup olmaması. Bazı kolejler sadece İngiliz olduğu için öğretmen kadrosuna eğitici niteliği olmayan kişileri alarak ve bunu size söylemeyerek öğrenci sömürüsünün bir başka yolunu uyguluyor.” Londra’daki okullarda öğrencileri bekleyen bir baş-

Çalışsan olmaz, çalışmazsan hiç olmaz Vize süreci, sınır polisi, kalacak yer sıkıntısı ve okullardaki eğitim kalitesi derken öğrenciler için zorluklar bitip tükenmez bir türlü. Dünya’nın en pahalı şehirlerinden biri olan Londra’da yaşayan öğrenciler için maddi sıkıntılar da baş gösterir yavaş yavaş. Harcamaların haftalık hesaplandığı Londra’da; ev kirası, okul parası, gıda ve yol harcamaları derken masraflar çoğalır ve Türkiye’den toplanan para da yetemez hale gelir. Bu durum karşısında tek çare vardır onlar için; hangi iş olursa olsun çalışmak. Erdem Sevgi şöyle anlatıyor çalışmanın kaçınılmazlığını: “İngiliz sterlininin Türk lirasının 2.5 katı olduğunu düşünürseniz dünyanın en pahalı şehirlerinden birinde olduğumuzu anlayabilirsiniz. Üstelik burada öğrenciyim ama masraflarımı karşılamak için çalışmak mecburiyetindeyim. Öğrenci olduğumuz için çalıştığımız yerlerde emeğimizin karşılığını alamayız. Buradaki zorluklar git gide çoğalır bizim için. Ne kadar çalışsak, emek versek de önemsenmeyiz öğrenci ERİHA

31

HAZİRAN 2010


olduğumuz için.” Oysa ki çalışmak, beraberinde, Türkiye’den tahmin edilemeyen pek çok sorunu da beraberinde getiriyor Londra’da. Para kazanmak, hiç de kolay değil. Her şeyden önce çalışmak, temel maç olan eğitimin çoğu zaman önüne geçiyor. Öyle Türkiye’den görüldüğü gibi, “günde 4 saat çalışıyorum, daha sonra okul, pub, arkadaşlar, vs.” ortamı çok Londra’nın şartlarına uygun değil. Çalışma zorunluluğu, hem öğrencilerin eğitimi aksatıyor, hem de beden ve ruh sağlığına önemli darbeler vuruyor bu şehirde. Öyle ki, öğrenciler çoğu zaman, işverenleri isterse okullarını dahi bırakıp, 40 yıldır kebapçıymış, ya da garsonmuş ve de hep öyle kalacakmış gibi davranmalarına neden oluyor. Bir diğer problem ise, yapılabilecek işlerin niteliği. Ülkelerinde üniversite mezunu olan öğrenciler burada en alt düzeyden başlayarak, her işi yapmak durumunda kalıyor. Erhan Kılıç da bu durumu tasdikliyor: "Londra’ya her yıl yaklaşık 600 binden fazla öğrenci İngilizce öğrenmeye gidiyor. Bu öğrencilerin büyük çoğunluğu dünyanın en pahalı şehirlerinden birinde eğitim almanın bedelini; cafe, restaurant, alışveriş merkezleri vb. yerlerde, ülkelerinde bile yapmayacakları işlerde çalışarak ödüyorlar. Üstelik bu öğrencilerin büyük çoğunluğu üniversite mezunu. Bunlar arasında doktor, avukat, mühendis ve öğretmen gibi her meslek dalından öğrenci bulunuyor. İstemeyerek de olsa bulaşıkçılık, garsonluk ya da hamallık yapan öğrenciler olarak İngiliz ekonomisinin bir parçası olarak yerimizi alıyoruz." Kılıç okulda tanıştığı çoğu arkadaşının para kazanmak zorunda olduğu için eğitimlerini ya yarıda kestiğini ya da tamamen bitirdiğini sözlerine ekliyor. Çalışmak elbette belli zorlukları beraberinde getiriyor; ancak iş bulmak da Londra’da yaşamanın bir başka ciddi zorluğu. Safa Ayyıldız, Londra’da iş bulma sürecindeki zorlukları şöyle anlatıyor; “İlk gittiğimden yaklaşık 2 ay sonra iş aramaya başladım. Uzun süre kalmayı planladığımdan mutlaka çalışmam gerekiyordu. Her konuda olduğu gibi bu konuda da dikkatli olunması gerekiyor. Bazı işverenler sigortanı yapmıyor veya İngiltere’deki asgari ücretten daha az ücret veriyordu. Öğrencilerden bu denli faydalanmaya çalışan firmalar maalesef vardı. Ancak çalışmak zorundaydım. En basit işleri bile göze aldım, temizlik işlerini dahi yapabilirdim artık. Ben bu tarz kaygıları yaşarken okulun kantininde iş buldum, çalışmaya başladım ve biraz olsun rahatladım.” İş telaşından İngilizcesini nasıl geliştireceğini unutan öğrenciler bu süreçten oldukça zarar görebiliyor. Yaşadıkları zorluklar karşısında savaşma gücünü kaybeden öğrencilerin bazıları ise Türkiye’ye geri dönüyor. Erhan Kılıç’ın; "Bazı Türk öğrenciler en ufak bir hatalarında işten atılma korkusuyla işe gidip gelirken, bazıları ERİHA

32

HAZİRAN 2010

da gece işlerinin ağırlığına dayanamayıp ülkelerine geri dönüyorlar. Bir Türk arkadaşım, Londra’nın merkezinde bulunan çok büyük bir işyerinde kaçak işçi çalıştırıldığı için ceza verilmesinin ardından işinden kovuldu. Yine bir başka arkadaşım bir barda bardak taşırken müşterileri tarafından rencide edilmesi ve çok kalabalık olan işyerinin tuvaletinin temizletilmesi üzerine dayanamayıp Türkiye’ye ilk uçakla döndü" sözleri de yaşananları destekler nitelikte. Türk’ün Türke yaptığını… Türk öğrencilerin yaşadığı en bilindik hikayelerden biri Londra’daki Türk restoranları için ucuz işgücü haline gelmiş olmaları. İngiltere’nin tüm kentlerinde çok sayıda Türk kebapçısı ve restoranı bulunuyor. Burada yerleşik olan Türklerce işletilen bu restoranlar, önceleri Türk öğrenciler için can simidi işlevi görse de son dönemde bir sömürü aracı haline gelmiş durumda. Öğrencilerin sınırlı bir bölümü şanslarını yabancı işverenlerle denerken büyük bir bölümü ise Türk işverenlerle çalışıyor. İngilizcelerini geliştirmek için geldikleri bu ülkede vakitlerinin büyük bölümünü Türkçe konuşulan bir ortamda harcamanın bedelini ise çoğu zaman bozulan Türkçeleri ile ödüyorlar. Zorlu, uzun süreli çalışma koşulları ve düşük ücretler de İngiltere’de geçirilen zamanın kabusa dönüşmesini kaçınılmaz hale getiriyor. Lisans ya da master düzeyinde eğitimlerini tamamlamış olan binlerce öğrencinin bulaşık yıkamak ya da restoranda servis yapmak için sıraya girmesi Türkiye şartlarında garipsenebilir; fakat İngiltere’de günlük yaşamın rutinlerinden sadece biri. Türk işverenler bu durumdan memnun gözüküyor. Onlar için Türk öğrenci demek, memnun kalınmadığında işine son verilip yerine kolayca yenisi bulunabilecek büyük bir işçi kaynağı. Ayrıca öğrenciler, maddi güçlüklere göğüs germek zorunda oldukları için ülkedeki saatlik asgari ücretin altında bir bedel ile de çalışmaya mecbur kalıyor. 1.5 yıldır Londra’da İngilizce öğrenmeye çalışan Zeynep Akkaya, “Buraya gelmeden önce, herkes Londra’da iş bulmanın çok kolay olduğunu söylüyordu. Hatta geldikten sonra da daha öncekiler ‘burada işini beğenmezsen bırak, bir hafta sonra kesin bir başka iş cebinde’ diyordu. Ancak öyle değilmiş. Londra’da çok Türk var, birçoğu restaurant ve market işletiyor. Elbette bir Türk öğrenci için, Türklerin işyerlerinde iş bulmak daha kolay görünüyor. Türk öğrenciler genellikle ilk başlarda Türk işyerlerinde çalışabiliyor. Ancak; hiç de düşünüldüğü gibi olmuyor. Burada köle gibiyiz sanki.” cümlelerini kuruyor. Harcamalarını karşılamak için çalışmak zorunda olan öğrenciler Türk işletmecilerin yanında daha fazla zorlandıklarını özellikle belirtiyorlar. Dil eğitimini Londra’da sürdüren Ümit Akçay ise şun-

ları söylüyor, Türk işletmecileri hakkında: “Garsonluk yaptığım restaurantta bir Türk şefimiz vardı. Orada çok sıkıntılı günler geçirdim ve şefin cefasını çok çektim. İzin günümde bile 1.5 saatlik yoldan çağırırdı beni ve 2 saat boyunca yerleri temizletir gönderirdi. Günümü de mahvederdi tabi. İzin günü diye bir şey yoktu benim için; yine yorulup dönerdim eve.” Erhan Kılıç ve arkadaşları da Türk işletmecilerden şikayetçi. Kılıç; “Londra’da yabancı bir öğrenci için eğitim almak oldukça zor ve bir o kadar da onur kırıcı. İlk başta eğer bir üniversite öğrencisiyseniz, Türklerin çalıştığı bir işyerinde çalışıyorsanız, çalışanlar arasındaki ukalâlık mekanizmaları hemen harekete geçiyor. Çünkü; orası Londra, onlar da kebab salonunun aylık 3000 pounda çalışan kıymetli işçileri, siz ise sadece üniversite mezunu bir öğrenci olarak onlardan alt kademede çalışan işe yaramaz, ticaretten anlamaz kişi konumundasınız. Üstelik işverenin kişisel işlerine yardımcı olmak zorunda bile kalıyorsunuz. Bir arkadaşım patronunun sevgilisinin evini boyamadığı için işten atıldı mesela” diyerek durumun vehametini gözler önüne seriyor. İkinci sınıf insan muamelesi İngiltere’de yaşanan sıkıntılar bunlarla da sınırlı değil tabii ki, Türklerin, hele de oturumu olmayan Türk öğrencilerin bu kentte kendilerini ikinci, hatta üçüncü sınıf hissetmemeleri mümkün değil. Nitekim Erdem Sevgi de, bu noktayı vurguluyor: “Deneyimler ışığında ortaya çıkan tablo gösteriyor ki İngiliz demokrasisi, İngiltere’yi İngilizler ve İngiliz olmayanlar biçiminde ikiye ayırmış. Sonradan vatandaşlık alarak İngiltere’nin kimlik kartına sahip olan ya da öğrencilik gibi nedenlerle uzun süreli oturma izni bulunan tüm bireyler yasalar karşısında eşit gözükse de uygulama safhasında farklı eylemlerle karşılaşılıyor. Bir İngiliz ve bir yabancının tarafları olduğu sorunlarda polisin yaklaşımı öncelikle yabancıyı suçlu görme eğiliminde oluyor. Aralarında Türklerin de bulunduğu tüm yabancılar, bu ülkede varolabilmek için gördükleri ikinci sınıf insan muamelesine boyun eğmek zorunda kalıyor.” İngiltere’deki önemli sorunlardan bir diğeri de yüksek oranda uyuşturucu kullanımı. Uyuşturucunun satışı ve kullanımına karşı yoğun bir mücadele olduğu gözlense de toplum içerisindeki popülerliği ve kolay erişilebilirliğiyle insanların yaşamlarını tüketmeyi sürdürüyor. İngiltere’de uyuşturucu batağına saplanan Türk öğrencilerin sayısı azımsanacak oranda değil. Muhtelif mekanlarda tanışılan Türk öğrenciler, burada farklı türlerdeki uyuşturucu maddeleri kolayca bulabildiklerini ve rahatça kullandıklarını söylüyor. Devletin, bağımlı olduğunu ispat eden bireylere uyuşturucu satın alabilmeleri için maddi


yardımda bulunduğu bir sistemin içerisinde uyuşturucunun böyle rahatça dolaşıma girmesi, Türk öğrencileri yalanlamıyor. Gidilen eğlence mekanlarında yaşanan kontrol dışı davranışları gözlemlediğinizde de bunların sadece alkolün etkisi ile sergilenemeyeceğini anlamak çok güç olmuyor. Esas eğitim ayakta kalabilmek Öğrenciyken yaşanan tüm zorluk ve bilinmeyenlere rağmen İngiltere’de dil eğitimi alıyor olmak, bunu pratikte uygulamak ve bir süreliğine bu ülkede yaşamak hepsi için önemli bir deneyim aslında. Dil öğrenimi ve İngilizceyi gelitirmek aslında buz dağının görünen yüz; esas bu sıkıntılara rağmen ayakta kalabilmek olgunlaştırıyor öğrencileri. Eğitimin başladığı esas nokta da buras aslında. Londra’da İngilizceden çok önce, bu zorluklarla baş edebilmeyi öğrenen gençler, sonraki yaşamlarında daha dirençli olmayı öğreniyor. Erhan Kılıç da, bu kazanımları, “Türkiye’de elini sıcak sudan soğuk suya sokmayan el bebek-gül bebek büyütülen pek çok gencin, en ağır işlerde seslerini çıkarmadan, günde 10 saat çalışabilmeleri onların eğitimi açısından büyük bir fırsat aslında. Çok öğrenci arkadaşım, bana Londra’da olgunlaştığını ve hayatının bundan sonraki kısmı için kendini daha güçlü hissettiğini söyledi” diyerek vurguluyor. Erdem Sevgi de, yaşadığı deneyimi şöyle özetliyor: “Yaşadığım ve gördüğüm tüm olumsuzluklara rağmen

İngiltere’de dil eğitimi almak, bunu pratikte uygulamak ve bir süreliğine bu ülkede yaşamak buna cesaret edebilen herkes için önemli bir deneyim. Esas olan bu ülkede ya da başka bir ülkede karşılaşılan zorlukları göğüslemek ve yol alabilmek.” Sonuçta Londra, tüm bu zorluklarıyla güzel ve buradaki eğitimin en önemli boyutunu da gündelik yaşamda karşılaşılan problemlerle başedebilmek. Dünyanın en güzel şehirlerinden biri olan Londra’da yaşamanın ve İngilizceyi geliştirmenin bedeli de bu olsa gerek. Ne de olsa bu ülkede kurallar, bir İngiliz atasözünde vurgulandığı gibi, “No pain, no gain”, yani “acı yoksa, kazanç da yok” ekseninde işliyor.

Safa Ayyıldız

ERİHA

33

HAZİRAN 2010


{

YAŞAM

Romanların siyah-beyaz hayatı DEMET YALÇIN

HASAN GÖKTAŞ

Romanlar dışlanmışlıklarının getirdiği bölünmüş hayatlarını, isyan ederek toplumla bütünleştirmeye çalışıyorlar. Yinede umutluyuz deseler de insan gibi yaşayamamalarının ezikliği, yanık yüzlerinden, çöplük karıştırırken çatlamış ellerinden ve yoksulluğun viran ettiği evlerinden okunuyor.

ERİHA

34

HAZİRAN 2010


ERİHA

35

HAZİRAN 2010


R

omanlar, diğer adıyla çingeneler, Türk toplumunun en eğlenceli ve renkli topluluklarından biri. Romanların Anadolu’ya geliş tarihleri kesin olarak bilinmese de XI. yüzyılda, çingene göçünün, Hindistan'dan başlayıp İran’a; buradan, batı ve güney olmak üzere ikiye ayrıldığı bilinir. Onlar yaşadıkları tüm coğrafyalarda yaşam tarzları ve giyimleriyle dikkat çekerler. Güneşi kucaklamış yanık tenleri, dansa uyum sağlayan ritmik bedenleri ve coşkuyu içine sindirmiş konuşmalarıyla toplum içinde farklı olduklarını hissettirirler. Onlar, acı, sıkıntı nedir bilirler ama hayatlarına bu sıkıntılı zamanları yansıtmama konusunda hünerlidirler. Her şeye rağmen yaşamdan hoşnutturlar; bu yüzden de tebessüm eksik olmaz yüzlerinden.

yor. Değişen dünya koşulları Romanları da değiştirdi. Roman şarkılarında gül kokularıyla salınan çingene kızları, artık durgun sokakları canlandırmıyor. Erkekler çaldıkları enstrümanlar ile bir kuğu edasıyla dans eden Çingene kızlarına eşlik etmiyor artık. Gündelik yaşam şartları değiştikçe onların neşesi ve gelenekleri de yok oluyor gün be gün. Son zamanlarda toplumdan, onların da insan olduğunu hatırlamalarını ve daha saygılı bir muamele görmeyi bekliyorlar. Toplumda oluşan önyargıların içinde verdikleri yaşama mücadelesinde yorgun düşen Romanları daha yakından tanımak amacı ile Kayseri’de yaşayan Romanları mahallelerinde ziyaret ettik.

Romanların yaşadıkları sıkıntılar, yüzlerindeki tebessümü aldı şimdilerde. Bugün birçoğu mutluluktan uzak, toplumdan dışlanmış, yoksulluğun gölgelediği bir buruklukla hayata bakmak zorunda. Yanık yüzlerinde yorulmuşluğun, bedenlerinde ezilmişliğin ve dışlanmışlığın izleri görülüyor; konuşmalarındaysa coşkudan uzak, ağlamaklı bir ifade hükmünü sürü-

Kayseri’nin içinde yüksek, lüks apartmanlar arasında kalmış on, on beş haneli bir mahalle. Evlerin savaştan çıkmış görünümü, kanalizasyon kokuları arasında uçuşan sinekler, çöplerin küme oluşturduğu bahçeler… Bu mahallede insanların yaşadığını gösteren tek belirti, çocukların şen şakrak sesleri. Çocuklar yalın ayakları, kirli avuçları, dağınık saçları

ERİHA

36

HAZİRAN 2010

“Bizim hayatımız hayat değil”

ile mahalleyle bir bütün oluşturuyorlar. Yetişkinlerin görüntüsü de çocuklardan farklı değil. Yoksulluğun oluşturduğu manzara Romanların keyfini fena halde kaçırmış. Çöp toplayarak geçinen bu insanlardan Ferdi Bozkurt yaşadıkları zorlukları şöyle ifade ediyor: “Hayatımız çöp toplamakla geçiyor. Kimimiz davulcu, kimimiz zurnacı, kimimiz boyacıyız. Çoğumuzun mesleği var ama iş yok. Çöp de olmasa açız.” Çöp toplamayı ekmek kapısı olarak gören Romanların bu kapısı da kapanmak üzere. Çöplerin geri dönüşüm amaçlı belediye tarafından toplanması Romanların yaşamlarını daha da zorlaştırıyor. Bozkurt, bu duruma isyan ediyor: “Kazandığımız zaten ailemize yetmiyor. İş arıyoruz ‘Çingene’ diye iş vermiyorlar. Çöpün çoğunu da artık belediye topluyor. Kazancımız günlük on milyonu geçmiyor ve biz bu parayı on beş kişi bölüşüyoruz. Elektriğimizi, su paramızı, ev kiramızı veremedik. Ne yapayım ben ailem aç. Çocuklarım olmasa kendimi öldüreceğim. Bizim hayatımız hayat değil. Hayattan, yaşamaktan bıktık artık.” Bozkurt yorgun zayıf bedeniyle çocuklarına bakıyor. Gözleri doluyor ve oturduğu yerden kalkarak uzaklaşıyor yanımızdan.


“Çöplükten yiyoruz, giyiniyoruz” Çöp toplamak Romanlar için birçok anlam ifade ediyor. Çöpü satarak para kazanmalarının yanı sıra, bir de çöpten buldukları yiyecekleri ve kıyafetleri de yeniden kendileri için kullanıyorlar. Şirvan Yıldırım çocuklarını göstererek: “Çocuklarım durmadan hastalanıyor. Mikrop kapıyorlar. Çünkü çöplükten yiyoruz, giyiniyoruz. Doktor durmadan vitamin ilaçları yazıyor, fakat maalesef ilaçları alamıyorum. İnsanlarımız durmadan hastalanıyor. Sıcak suyumuz yok yıkanamıyoruz. Su kaynatıyoruz ve bazen sabun bulamıyoruz. Görenler pis derken birde bunları düşünsünler. Bir evde on beş kişi yaşıyoruz. Gerçi ev denmez yaşadığımız yerlere. Pisliğin içinde yaşaya yaşaya alışıyor insan. Eşimin düzenli işi olsa, evim olsa, güzel giyinsem. Çocuklarım sağlıklı olsa…” Derin bir ah çekiyor Şirvan Yıldırım. Yaşamak istediği hayatı anlatırken çocuklarına bakarak susuyor. Küçük kızı Aliye boynuna sarılıyor gülümseyerek. Ufak bir tebessüm beliriyor kabullenmişliğin verdiği umutsuz yüzünde. Sarılıyor kızına anne şefkatiyle, unutmak istercesine. “Biz insan değil miyiz?” Yoksulluğun, sağlıksız beslenmenin, işsizliğin yanında Romanların en önemli sorunlarından biri de toplum tarafından küçümsenmeleri ve dışlanmaları. Toplumda hor görülen ve ikinci sınıf bir muameleye tabi tutulan Romanlar, sosyalleşme sürecinde pek çok sıkıntıyla karşılaşıyor. Okula giden Roman çocukları ötekileştiriliyor ve bu durum hastanede, sokakta, her yerde ve her Roman için benzer şekilde devam ediyor. Henüz yirmi dört yaşında olan Mehmet Sülüner toplumun onlara yönelik bakışını şöyle anlatıyor: “İşe girdik mahallemizin gençleriyle. Bir ay oldu ‘Çingenesiniz’ diye işten çıkardılar. Nereye gitsek horlanıyoruz. Herkes insan da biz değil miyiz? Biz de askere gidiyoruz. Cansa, bizde şehit verdik vatan yolunda. Ailem var ve onlara bakmak zorundayım. Helaliyle para kazanmak istiyoruz. Biz de Türk vatandaşıyız ve bu topraklara aidiz. Fakat sürekli dışlanıyoruz. İnsan mı yaralayalım, gasp mı yapalım, çalalım mı? Son çare bunları yaptıracaklar bize. Sonunda da boğazımıza bıçağı dayayıp öldürelim mi kendimizi. Horlanıp dışlanmaktan, toplum dışına itilmekten bıktık artık. Bizim de herkes gibi yaşamaya hakkımız yok mu?” Toplumsal dışlanmışlığın en çok çocukları ve gençleri etkilediği apaçık görülüyor. Bigen Aydoğdu da şöyle anlatıyor yaşadıklarını: “Çöp toplarken, arkamızdan küfrediyorlar, giysilerimizle dalga geçiyorlar. Hor görüyorlar. Biz çöpü isteyerek, sevdiğimiz için toplamıyoruz. Mecbur olduğumuz için topluyo-

ruz. Akşama kadar ellerimiz pislikten çıkmıyor. Kötü ne varsa bizden biliyorlar. Çöpü sokağa atanlar bile bize hor bakıyor. Biz doğayı, onların sokağın göbeğine attığı ucubelerden temizliyoruz oysa.” Genç bedenlerde derin izler… İşsiz kalan, toplum tarafından ötelenen, gençlerin çoğu bunalıma giriyor. Tedavi görmeleri gereken Roman gençlerinin çoğunun vücudunda çeşitli izlere rastlamak mümkün. Evine ekmek götüremeyen gençlerin sayısı arttıkça, ruh sağlıkları da zorlanıyor ister istemez. Bunalıma giren gençler, vücutlarına

verdikleri zararı gösterirken izlerden rahatsızlık duysalar da bunu yaparak rahatladıklarını söylemeleri, içinde bulundukları durumun ciddiyetini gösteriyor. En son yirmi gün önce kendini boğazından yaralayan Ferdi Bulanık’ın iki kolunda da derin izler bulunuyor. Bulanık, sakin bir ifadeyle: “İş yok, para yok, çocuklarıma bakamıyorum. Bunalıma giriyorum ve kanımı akıtınca rahatlıyorum” diyor. Aynı durum bir çocuğu olan Mehmet Sülüner için de söz konusu. Sülüner de bunalıma girince karnına uzun bir kesik izi atıyor. Mehmet Sülüner; “Yeni evlendim ve bir çocuğum var. Ben iyi olmak için uğraştıkça Türkiye bizi yok sayıyor. Roman açılımı diyorlar; ev vereceğiz size, rahat ERİHA

37

HAZİRAN 2010


yaşayacaksınız diyorlar ama biz bunu hiç görmedik. Devletimiz de, insanımız da yok sayıyor bizi. Sadece oy zamanı hatırlanıyoruz. Bizi Türk vatandaşı olarak görmüyorlarsa söylesinler biz de bilelim artık.” Diye dile getiriyor isyanını. Bunalıma giren gençler de büyüklerinden gördükleri yanlışları tekrarlıyor. Anlık sinir krizleriyle hayatlarına son veren gençler var maalesef. Toplumun bir parçası olmak isteyen Romanlar, toplum dışına itildikçe kendi içlerinde de çözülme yaşayarak parçalanıyor. Günümüzde artık çoğu Roman toplum tarafından kabul görmüş yanlış yaklaşımlardan kurtulmak için Roman olduğunu kabul etmiyor. Aileden biri ‘biz Romanız’ derken diğeri ‘biz Abdalız, Roman değiliz’ diyerek Romanlığı reddediyor. Bazı Romanlar benliklerini yok sayarak; sosyalleşmek, insan gibi yaşamak ve Türk toplumunda kabul görmek için kendi kimliklerini bile reddedebiliyor. Aynı kadere mahkûm bir sürü taze beden… Devam eden yanlış zihniyet gençlerin ve yeni yetişen ERİHA

38

HAZİRAN 2010

neslin de geleceğini olumsuz etkiliyor. Okutulmayan çocuklar, erken yaşta okuldan alınarak çalıştırılıyor. Okumak isteseler de maddi durumları yeterli olmadığı için çocuklar eğitimlerine devam edemiyor. Kız çocukları çok erken yaşlarda evlendiriliyor. Tıpkı Cansu Yıldırım gibi. Henüz on sekiz yaşında olan Cansu, genç yaşta evlenmek istemeyince nişanlısından ayrılmış. Sessiz, cana yakın tavırları ile duygularını şöyle dile getiriyor Cansu: “Okuyamadım, ama bende üniversite okumak, temiz, güzel giyinmek ve çevreme uyum sağlamak isterdim.” Fazla konuşmayan Cansu, dahasını istemeye hakkı yokmuş gibi gülümseyerek susuyor. Yeşertemediği umutları iri gözlerinde biriktirse de dolan gözlerinden yaşı akıtamıyor. Gülümsüyor bir şey yok dercesine, üzücü havayı dağıtmak için. Sonunun ailesiyle aynı olacağının farkında olan Cansu her şeye rağmen tebessüm edebiliyor hayata. Cansu gibi okumak isteyen genç kızlardan biri de Bağdat Aydoğlu. Ortaokul yedinci sınıf öğrencisi olan Bağdat okuyup içinde bulunduğu yaşamdan kurtulmak istiyor ama ne yazık ki maddi sıkıntılar Bağdat’ında boynunu büküyor: “Ben okumak istiyorum. Böyle yaşamak horlanmak istemiyo-

rum. Okulda çingene diye dışlıyorlar. Okuyup bütün bunlardan kurtulmak istiyorum.” Bağdat okumak istese de, ailesi onu okutamayacaklarını söylüyor. Bağdat’ın hayalleri sekizinci sınıfı bitirince bitecek. Küçük yüreği hayatın engelleri karşısında umutlarını tüketerek büyütecek bedenini. Ailesinin yaşadığı hayatı hayalleriyle bölüşerek kabullenmişliğin içinde alışacak böyle yaşamaya. Romanlar acıyı, kederi dert etmeyen, renkli giysilerle şarkı söyleyen, her gün göbek atan Türkiye’nin en neşeli topluluğu olarak bilinirdi. Onların bu gelenekleri artık yok. Temel problemleri insan olduklarının farkına varılması. Artık davul zurna da çalamıyorlar sokaklarda özgürce; çünkü yasaklandı. Düğünler de dört gün dört gece olmuyor, gelinler sessizce alınıp gidiliyor damat evine. Onların gelenekleri de, son demlerinde yaşama savaşı veriyor. Şen kahkahalı mutlu sesler, her şeyden habersiz çocuklardan duyuluyor sadece. Toplumumuzun bir parçası olan Romanların hiç de renkli olmayan, kasvetli siyah-beyaz hayatları insanlığa ders vermesi gereken bir dramı gizliyor.


{

YAŞAM

ERMAN BALAK

Markette veresiye olmuyor Bakkal yazıyor deftere, Gün aşırı soruyor. Bozulmuyor vermeyene, Gelmeyene üzülmüyor. İcabında bir bakkal, Borç bile veriyor insana! Çünkü bakkal insan, Market makine! Ferhan Şensoy

Toplumca alışık olduğumuz kasap, manav ve bakkal gibi küçük işletmeler ekonomik yapımızın ayrılmaz parçaları olarak günümüze kadar varlıklarını devam ettirebildi. Ancak değişen dünya koşulları ile önemini kaybeden küçük işletmelerin ve küçük esnafın işleri artık eskisi gibi “iyi” değil. Kültürümüzde önemli bir yere sahip olan bakkallar da bu değişim ve dönüşümden payına düşeni alıyor. Süpermarketler ile mücadele etmek gibi ağır bir rekabetin içine sürüklenen bakkallar, günümüzde yok olmama mücadelesi veriyor. Değişen koşullar, toplumun zaman ve mekân algısında da bazı değişikliklerin yaşanmasına neden oldu. Yaşanan bu toplumsal değişim hareketi insanları dev alışveriş merkezlerine, ihtiyaçları olan her şeyi karşılayabilecekleri süper marketlere çekti zamanla. Süpermarketler insanları bakkallardan, manavlardan, kasaplardan, fırıncılardan ve pastacılardan uzaklaştırdı. Çünkü her şeyi aynı yerde, kredi kartı ve hatta taksitle alabilme olanağı pek çok kişinin tercihinde belirleyici oldu. İnsanlar tercihlerini, bütün ihtiyaçlarını bir elden giderebileceği süpermarketlerden yana kullandı. Sürümden kazanan marketlerin sık sık uyguladıkları indirim kampanyaları da onlara dönük yönelimi kuvvetlendirdi. Bu da mahallemizdeki dostlarımızın, yani mahalle bakkallarının teker teker kapanmasına yol açtı. Yakın zamanda Başbakan’ın bir konuşmasıyla ye-

Bahattin Ayvazoğlu

“Çünkü bakkal insan, market makine”

niden gündeme gelen “Bakkallar tarih mi oluyor?” sorusunun cevabını bulmak ve mahalle bakkalların hayatlarını daha da yakından görmek amacıyla emektar bakkallar ile görüştük. “Adres tarif etmediğim gün hatırlamıyorum” Ülkemizin her şehrinde sokak aralarına ya da köşe başlarında bakkallara rastlamak mümkün. Onlar mahallelinin ihtiyaçlarını karşılayıp, mahalleliden gelen para ile dönüşen kuruluşlar değildir yalnızca. Bir bakkal yeri geldiğinde mahallenin emanetçisi, yeri geldiğinde de sokağın bekçisidir. Yirmi üç yıldır Kayseri’nin Mimar Sinan Mahallesi’nde bakkallık yapan Mehmet Çakmak, bakkalının ışığını gece geç saatlere kadar kapatmıyor. Dükkânını erken açıp geç kapatma sebebini ise şöyle açıklıyor: “Bakkal mahallenin mihenk taşıdır. Bakkal olmazsa bir mahallede kötü olaylar da eksik olmaz. Mesela bizim mahallemizde oturan birçok öğrenci genç var. Günümüz koşullarını göz önüne alındığında geceleri sokaklar gençler için, özellikle kızlarımız için, bir hayli tehlikeli durumda. Bir bakkalın gece ışığının yanıyor olması, kapısının açık olması, o gençler için bir güvencedir. Birileri laf atsa ya da sıkıştırsa onların sığınacağı ilk yer bakkaldır. Biz burada böyle olaylara da şahit oluyoruz zaman zaman.” Bakkallar mahalleler arası, hatta şehirlerarası

ERİHA

39

HAZİRAN 2010


kızı istemeye karar vermişlerse, bize gelip o kız hakkında bilgi alırlar. Bizde eğer gelen aile ve kızlarını istedikleri aile değerli kişilerse ‘sırtında bırak’ deriz. Bu söz, ben o aileye referansım, tanıdığım, bildiğim ve değer verdiğim insanlardır anlamına gelir. Eğer soruşturdukları kişiler etraflarında sevilmeyen ve kız arayan aileye uygun kişiler değillerse, biz birkaç komşusuna daha sorun, araştırın biraz daha deriz. Bunu duyan aile mesajı alır.”

kuruluşlardır bir bakıma. Çünkü bir yakınını ziyaret etmek için başka bir şehirden gelen kişinin adres soracağı ilk yer bakkal olur. Mimar Sinan Mahallesi’nin bakkal amcası Mehmet Çakmak mahalleyi yakından tanıyan biri olarak, kimin nerde oturduğunu, mahalle sakinlerinin ne iş yaptıklarını çok iyi biliyor. Zaman zaman postacıların bile adres sorduğunu söyleyen Çakmak, mahallesinin muhtarı durumunda adeta. Çeyrek asrı burada geçiren Çakmak, bakkalcılık hayatının mahalle için en önemli yanlarından birinin emanetçilik olduğunu belirtiyor. “Mahalle sakinlerinden herhangi biri bir yere gideceği zaman, oğluna ya da kızına anahtar bırakacaksa, çoğu zaman komşusunu değil de bakkalı tercih ediyor. Çünkü komşunun da evden ayrılıp bir yere gitme ihtimali var ama bakkal öyle değil. Biz bir yere gidecek olsak bile yerimize bir başkasını bırakırız, bakkal kapanmaz. Böylece çocuğuna anahtar bırakan da, bir arkadaşına herhangi bir şey bırakan da mağdur olmaz. Öyle günler geliyor ki aynı anda on evin birden anahtarı oluyor çekmecemde. Hatta bazen verilen anahtarların kime ait olduklarını karıştırmayayım diye anahtarların üzerine kimin bıraktığını yazıyorum. Yoldan geçenlerin veya bir yakının evini arayan vatandaşların ilk adres sordukları yer yine bakkallar oluyor. Ben yirmi üç yıldır buradayım, birilerine adres tarif etmediğim hiçbir günümü hatırlamıyorum.” Vazgeçilmez dükkân önü sohbetleri Bakkallarının asıl amacı satış yapıp evin geçimini sağlamak olsa da dükkân önünde dönen sohbetler geçen zamanı ticari bir uğraş olmaktan çıkarıyor. Kimisi gelip akıl danışıyor bakkala, kimisi gelip derdini, ERİHA

40

HAZİRAN 2010

sıkıntısını paylaşıyor. Akşam, gönül verdiği futbol takımı yenilen vatandaş hemen soluğu bakkalın önünde alıyor. Profesyonel spor programlarına bile taş çıkaran maç değerlendirmeleri gece geç saatlere kadar sürüp gidiyor. Bazı akşamlarda bakkalın yaptığı sohbet organizasyonunun önemli bir de amacı oluyor. Bu sohbetlerin amacını Mehmet Çakmak şöyle anlatıyor. “İnsanlar bazen haliyle birbirlerine kırılıp darılabiliyorlar. Bize düşen görev de o vatandaşları tekrar bir araya getirip, kırgınlıklarını gidermek oluyor. Ben böyle bir şeyden haberdar olunca o akşam hemen çay demleyip taraflardan birini davet ediyorum. Sonra da diğer tarafa çocuklarla haber salıp çay içmeye çağırıyorum. Birbirinden habersiz sohbet etmeye gelen taraflar bizim karşımızda bir araya gelince birbirleri ile konuşup, ufak tefek sorunlarını çözüveriyorlar. Böylece mahallenin bütünlüğü de korunmuş oluyor.” “Sırtında bırak” Bakkalların bir mahalle için önemini vurgulamak açısından söylenebilecek çok şey var ama kız isteme gibi önemli durumlarda bakkallardan alınan bilginin belirleyici bir yere sahip olması bakkalların önemini vurgulayan en çarpıcı örneklerden biri. Kız tarafı araştırdığı erkeği, erkek tarafı da araştırdığı kızı mahalle bakkalından sorar. Hatta bakkalın referansı o kadar önemlidir ki bu konuda artık deyimler bile oluşmuş. Bakkal Çakmak oluşan bu geleneği şöyle anlatıyor: “Bir aile başka bir mahalleden kız arıyorsa ilk önce gelip bakkala sorar uygun bir kız var mı diye? Biz de eğer tanıyorsak öyle birini, o gelen aileye önerir, yol tarif ederiz. Ya da daha önceden bir

“Bakkallar faizsiz finans kuruluşudur” Bakkal üçün beşin hesabını yapıp müşterisinin ayağını kesmek şöyle dursun, gün gelir ki aylarca hesap defterine yazılan veresiyelerin bile hesabını soramaz. Değil ki veresiye defterine yazılan borcunu müşteriden istemek, müşterisi paraya sıkışıp borç istediğinde bile yok diyemez mahalle komşusuna. Bu sebeple de Çakmak kendisi gibi mahalle bakkallığı yapanları faizsiz finans kuruluşu olarak tanımlıyor: “Bir vatandaş pazara gitmesi gerektiğinde, eczaneye gitmesi gerektiğinde paraya sıkıştığı için gidemiyorsa ilk başvurduğu yer mahalle bakkalıdır. Yıllar süren tanışıklıktan kaynaklı sıkıntıya düşen herkes gelip bakkaldan borç ister. Bizde ikiletmeden veririz. Bir daha da kolay kolay sormayız parayı ne zaman vereceğini. Vatandaş ihtiyacını karşılar, sonra da ne zaman rahata çıkarsa borcunu öder. Bu durumda bizi faizsiz finans kuruluşu haline getiriyor. Bizim için önemli olan mahalle halkının ihtiyacını imkânlarımız dâhilinde karşılamaktır. Gerçek bakkallığın ne olduğunu bilen esnaf, bu şekilde davranması gerektiğini de bilir.” “Vatandaş tekrar ilgi gösterecek” Süpermarketlerin sağladığı kredi kartına taksit imkânı halkı bu işletmelerden alışveriş yapmaya yöneltiyor. 17 yıldır Fevzioğlu Mahallesi’nde bakkallık yapan Bahattin Ayvazoğlu bu yüzden gelişen süpermarketlerden alışveriş yapan vatandaşları anlayabildiğini söylüyor ama toptancılara biraz kırgın. Toptancılardan aldıkları malları marketler toptancıların onlara sattığı fiyattan satabiliyor, bunu toptancılardaki fiyatların değişkenliğine bağlıyor Bahattin Ayvazoğlu. Fakat marketlerdeki soğuk ilişkinin, bakkallardaki sıcaklığın ve samimiyetin yerini tutamayacağını, bu yüzden de vatandaşın tekrar bakkallara yöneleceğini, marketlerin satışlarını arttırmak için bakkal gibi davranmaya çalıştıklarını söylüyor. “Bakkalda tek amaç satış yapmak değildir. Türk insanı yüzyıllardır alışmış olduğu bakkal ortamını bir çırpıda unutamıyor. Süpermarketler de bu durumun farkında olduğu için bakkallara benzemeye çalışıyor. Bu günlerde süpermarketlere giden insanlar eskiden bulamadıkları yakın bir ilgi ile karşılaşıyorlar. Her


standın başında bulunan görevliler hoş sohbet yöntemiyle müşterileri alışverişe çekiyorlar. Özel günlerde yine bakkallara benzemek için sepetler hazırlıyorlar. Bu yüzden küçük bakkal simgelerini bile kullanıyorlar. Sepet bakkallığın simgesidir. Fakat ne yaparlarsa yapsınlar bakkal ortamının sıcaklığını veremiyorlar insanlara. Bu yüzden ben vatandaşların tekrar bakkallara ilgi göstereceklerini, yine eskiden olduğu gibi alışverişlerinde bakkalları tercih edeceklerini düşünüyorum.” “Markette ‘para peşin, kırmızı meşin’ ” Her ne kadar marketlerde fiyatlar bakkallara göre ucuz olsa da sigara, ekmek gibi fiyatı bakkal ve markette aynı olan ürünler bakkalların kazancının temelini oluşturuyor. Süpermarket kuruluşlarının birçoğu kendi üretimi olan ürünleri sattığı için fiyat belirlemelerini de kendileri yapabiliyor. Bu yüzden de sattıkları ürünlerin fiyatını bakkallardaki fiyatların altına çekebiliyorlar. Bu durum da bakkalların rekabet gücünü düşürüyor.

Bakkal Bahattin Ayvazoğlu konuya ilişkin olarak şunları söylüyor: “Marketler genelde fiyatlarını kendilerinin belirledikleri ürünleri bizden çok daha düşük fiyatlara satabiliyorlar. Hayat şartları düşünüldüğünde insanlar ucuz olana yöneliyor doğal olarak. Fakat ekmek ve sigara gibi fiyatların sabit olduğu bazı ürünleri, evine daha yakın olduğu için vatandaş yine gelip bizden alıyor. Açıkçası bizi bu zor şartlarda ayakta tutan şey de bu. Marketler sigarayı kredi kartıyla satmıyorlar. Biz ekmeği, sigarayı diğer ürünlerin hepsinde olduğu gibi veresiye veriyoruz. Bunu da yapmasak zaten yok olur gideriz. Bizi süpermarketler karşısında ayakta tutan en önemli dayanağımız veresiye veriyor olmamızdır. Cebinde parası olmayan bir vatandaşımız marketten veresiye alamaz ama bakkallar öyle değil. Biz gelen müşteriyle kasaya geldi mi birbirimizin yüzüne bakarak anlaşabiliyoruz. Fazla söze gerek yoktur aramızda, “ay sonu görüşürüz” sözünü tek kelime etmeden en iyi anlayanlar bakkallardır. Ama bir market ay sonunu beklemez, o peşin para ister. Anlayacağınız markette ‘Para peşin, kırmızı meşin.’ Bakkalda para deftere, ihtiyaçlar eve.” “Başbakan’ın önerisi gerçekçi değil” Mimarsinan Mahallesi’nin bakkalı Mehmet Çakmak ve Fevzioğlu Mahallesi’nin bakkalı Bahattin Ayvazoğlu, Başbakan’ın “birleşip market olun” çağrısını pek olanaklı ve gerçekçi bulmuyor. Çakmak bazı somut veriler üzerinden bu önerinin gerçekleşebilme ihtimalinin ne kadar zor olduğunu şöyle anlatıyor: “Benim bakkalımın toplam değeri on bin lirayı geçmez. Benim gibi beş bakkalın bir araya geldiğini düşünün. Eldeki para elli bin lira eder. Elli bin lira ile bir süpermarketin raflarını bile yaptıramazsınız. Diyelim ki elli bin lira ile süpermarket olmasa bile bir mini market kurduk. Beş ortak bir mini marketten ne kadar ekmek yiyebilir. Birçok bakkalın yeri kendine ait değil, dükkânında kiracı. Bizim elimizdeki tek sermayemiz babadan kalma eski usul terazimiz, onu da satsak bir paket sigara parası etmez. Başbakan bu şartları gözetip de mi söyledi o sözleri bilmiyorum, ama bu öneri bana pek gerçekçi gelmiyor.” Başbakan’ın çağrısı üzerine uzunca bir süre dillere pelesenk olan bakkallar, şimdilerde gözlerden ırakta, kendi sıkıntıları ile baş başa mevcut koşullarda mücadelelerini sürdürüyor. Tüm bu yaşananlar göz önüne alındığında ekonomide yaşanan dönüşüme direnen kahraman mahalle bakkallarına hak vermeden edemiyor insan.

Mehmet Çakmak mahalle bakkallığının bir kültür olduğunu söylüyor

ERİHA

41

HAZİRAN 2010


{

HABER

Sultaneski günlerin Sazlığı’nda özlemi sürüyor VOLKAN YILDIZ

ERİHA

42

HAZİRAN 2010


Nesli tehlikede olan birçok kuş ve canlı türüne ev sahipliği yapan Sultan Sazlığı, doğal dengesine yapılan müdahalelerden ciddi ölçüde zarar gördü. Bozulan doğal dengenin düzeltilmesine yönelik sürdürülen kurtarma projelerinin birçoğu, geçmişte yapılan hatalı uygulamalar nedeniyle hızlı bir iyileşmeye neden olmuyor. Uygulanan projeler son yıllarda olumlu sonuçlar vermeye başlasa da sazlığın kurtuluşu yöre halkının projeleri benimsemesine bağlı.

ERİHA

43

HAZİRAN 2010


A

dını, Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki sultanların avlak yeri olmasından alan Sultan Sazlığı, geçmiş yıllarda insan müdahalesinin olmadığı bozulmamış bir doğal yaşam alanıydı. İç Anadolu bölgesinde Kapadokya, Erciyes ve Aladağlar Milli Parkı gibi önemli turizm merkezlerinin ortasındaki bu alan; nadiren bir arada bulunan tatlı ve tuzlu su ekosistemini bünyesinde barındırdığı için yaban hayatı çeşitliliği en fazla olan kuş cennetlerinden birisi olma özelliğine sahip. Afrika ile Avrupa arasındaki göçmen kuşların kullandığı iki ana kuş göç yolunun bu alanda kesişmesi nedeniyle bölge, kuşlar için kuluçka, beslenme, barınma ve toplanma alanı vazifesi görüyor. Sultan Sazlığı’nın bu ekolojik ve ornitolojik özellikleri dikkate alınarak değişik koruma statüleri ile korumaya alınmış. Bunlardan en önemlileri Milli Park ve Ramsar Alanı (Özellikle Su Kuşları Yaşama

ERİHA

44

HAZİRAN 2010

Ortamı Olarak Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanların Korunması Sözleşmesi). Bu güne kadar yapılan gözlemler neticesinde tespit edilen 301 kuş türünün bulunduğu kuş cenneti, insan müdahalesinin artmasıyla doğal dengesi tehlikeye girmiş durumda. Sazlıkta doğup büyüyen Adem Çobanoğlu, kuş cennetinde yaşanan olumsuz değişimin öncesini ve sonrasını şöyle anlatıyor: “Benim çocukluğumda sazlığın içine girdiğinizde Erciyes’i görmeniz mümkün olmazdı. Buralar insan boyunu geçen sazlarla çevriliydi. Kuşlar sazlıkta sürü sürü, öbek öbek dolaşırdı. O kadar kuş vardı ki sazlıkta kuşlar yumurtlayacak yer bulamaz evlerin damlarına yumurtlardı. Köylüler tavuklarına buğday atardı. Daha sonra sazlıktaki kuşlar gelip de tavukların yemini yemesin diye nöbet tutardı. Su sorunu asla yaşanmazdı. Hem tarıma hem de sazlığa yetecek kadar su vardı. Ama zamanla tüm bunlar değişti. Sazlıkta daha 2 yıl önceye kadar su

tamamen çekilirdi. Sazlığın bu durumu biz köylüleri her yönden çok olumsuz etkiledi. ” Sazlık sıtmayla mücadele sırasında kurutuldu Bu denli güzel bir geçmişe, özelliğe ve değere sahip olan kuş cennetinin en önemli can damarı ise beslendiği su kaynaklarıydı. Geçmişte sazlığın doğal su döngüsüne bir takım zorunlu müdahaleler yapılmak zorunda kalındı. O zaman için doğru bulunan bu hamleler zamanla üzerine eklenen yanlış müdahelelerle birleşince sazlığın bugünkü vahim durumu ortaya çıktı. Sultan Sazlığı’ndaki su döngüsüne ilk müdahale, 1940’lı yıllarda Kepir Sazlıkları’nın bir bölümünün sıtmayla mücadelesi sırasında kurutulması ve 1950’li yıllarda da toprak reformu kapsamında yöre halkına tarım arazisi olarak dağıtılması ile yapıldı.


Daha sonra Sultan Sazlığı’nın ekolojik ve ornitolojik özellikleri dikkate alınarak değişik koruma statüleri ile korumaya alınması ve ardından sazlığın eski haline dönüştürülmesi için su verilmeye başlanması, sazlıkta tarım arazisine sahip yöre halkının doğal akışı, su basması şeklinde değerlendirerek milli park yönetimini sıkıntıya sokmaya başlamasına neden oldu. Sazlığın kurutulmasının ardından alanın yöre halkına tarım arazisi olarak dağıtılması, hala milli park yönetimini meşgul eden en büyük sorunların başında geliyor. Sazlık can suyunu tarıma kaptırınca… Sultan Sazlığı’nı besleyen doğal su kaynaklarının barajlarda tutularak tarıma yönlendirilmesi kuş cennetindeki canlı çeşitliliğini azalttı. Doğal yaşamın sürdürülebilmesinin suya bağlı olduğunu söyleyen Kayseri İl Çevre ve Orman Müdürü Ali Rıza Baykan, sazlığa yapılan ilk müdahaleden sonra yaşanan diğer çevre sorunları hakkında şu bilgileri veriyor: “Develi Ovası’nda karşılaşılan en önemli çevre sorununun başında tüm ovadaki doğal su akışının ve sağlıklı su döngüsünün sağlanamaması geliyor. Devlet Su İşleri’nin ıslah ve sulama projesinin birinci aşamasının uygulanmasından sonra ciddi sorunlar ortaya çıktı, doğal ekosistemi değişti, Yay Gölü’nde ciddi olumsuz etkilere neden oldu. Kuzeydeki Soysallı Pınarları da büyük ölçüde tarımsal sulamada kullanıldı. Alandaki su dengesinin sağlanması konusunda DSİ nezdinde girişimlerde bulunularak, yapılan protokol ile Yay Gölü’nün su seviyesi 1071.30 m. kotunda tutulması gerektiği belirlendi. Ayrıca, kritik mevsimlerde alana su verilmesi konularında DSİ ile görüş birliği sağlanmış olmasına rağmen, bu durum uygulamaya aktarılamadı. Bu proje kapsamında havzada DSİ’nin yapmış olduğu Kovalı ve Ağacaşar Barajları ile Sultan Sazlığı’nı güneyden besleyen iki ana derenin suları, öncelikli olarak tarımsal sulama amacı ile barajlarda toplanmaya başlandı, sazlığın dört bir tarafına drenaj ve boşaltım kanalları açıldı, bu nedenle de su girişi engellendi ve sulak alan ekosistemi de tahribe uğradı.” Yıllık ortalama 300 mm civarında yağış ile ülkemizin en kurak bölgesi olan İç Anadolu Bölgesi’nde bulunan Sultan Sazlığı, beslendiği su kaynaklarının barajlarda tutularak tarımda kullanılması ve yaşanan kuraklığında etkisiyle 1999 yılı Temmuz ayından itibaren kurumaya başladı.

ERİHA

45

HAZİRAN 2010


Sazlık alanı 2000 ve 2001 yıllarında bahar aylarından itibaren tamamen kurudu. Su girişinin kesilmesi ile yaşanan susuzluk diğer yıllarda da devam etti. Sazlığın susuz kalması ekosistemi ve yöre halkını olumsuz etkiledi Sazlığın kuruması doğal yaşamı etkilediği gibi bu ekonomik faaliyetleri de olumsuz etkiledi. Sultan Sazlığı Tabiatı Koruma Alanı sınırları içerisinde ve yakın çevresinde Develi ilçesine bağlı Sindelhöyük Kasabası, Çayırgözü, Soysallı ve Yenihayat gibi birçok yerleşim yerinde yöre halkı geçimini tarım, hayvancılık ve saz kesiminden sağlıyor. Kış aylarında sazlığın klimatolojik etki yaratmasıyla tarım alanlarında toprak donması yaşanmazken su çekilince çiftçilerin tarım faaliyetlerini yürüttüğü toprakta donma olayı yaşanması verimi düşürmüş. Sazlık alanı içerisinde geçimini hayvancılıktan sağlayan köylüler, susuzluk nedeniyle otların büyümediğini bununda hayvancılığı olumsuz etkilediğini dile getiriyor. Saz kesimi, ihraç ürünü olmasıyla yöre halkının en önemli ekonomik uğraşlarından birini oluşturuyor. Susuzluk ve sazlıkta çıkan yangınlar saz kesim alanlarının tahribatına neden olduğu için bu ekonomik faaliyette yapılamaz olmuş. Tüm bu yaşananlar suyun yöre halkının ekonomik faaliyetlerini nasıl belirlediğini gösteriyor.

ERİHA

46

HAZİRAN 2010


Sindelhöyük’te tarım ve hayvancılıkla zaman zamanda saz kesimiyle uğraşan Uğur Aylan, susuzluğun geçim kaynaklarını nasıl etkilediğini şöyle anlatıyor: “Sazlığı besleyen su kaynaklarının tarımda kullanılması bizi ilk başta memnun etti. Sulama sezonu içerisinde su sıkıntısı çekmemeye başladık. Ama birkaç sene sonunda geçimimizi sağladığımız tarım, hayvancılık ve saz kesimindeki verim düşüşünü gördük. Tarlalarımız kışın don olayından etkilenmeye başladı. Bu da tarlalarımızdan verim alamamamıza neden oldu. Aynı düşüşü diğer geçim kaynaklarımızda da yaşadık. Hayvanlarımız ot bulamaz oldu. Saz kesimi yapacak alan kalmadı.” “Herkes suyun değerinin ve öneminin farkında olmalı” Sazlık alanı içerisinde tarımla uğraşan yöre halkının tarlalarını ‘vahşi sulama’ diye tabir edilen bilinçsiz bir yöntemle sulamaları aşırı su israfına neden oluyor. Kayseri İl Çevre ve Orman Müdürü Ali Rıza Baykan, tarımla uğraşan köylülerin damlama sulamaya geçmelerinin hayati önem taşıdığını söylüyor. Baykan, bu konuda yöre halkına şu çözüm ve önerileri sunuyor: “Öncelikle herkes suyun değerinin ve öneminin farkında olmalı. Sazlığın kurtarılması için özellikle yöre halkının bunun bilincinde olması gerekiyor.

ERİHA

47

HAZİRAN 2010


ERİHA

48

HAZİRAN 2010


Ayrıca Sultan Sazlığı’nı kurtarmak için hazırlanan projeleri ilk önce yöre halkının benimsemeli ve uygulamada yardımcı olmalı. Soysallı Pınarı’ndan çıkan sular, sulama döneminde Doğu Boşaltım Kanalı’na (Kurutma Kanalı) verilerek tarla sulaması yapılıyor. Oysaki damlama sulama yapılması ve UDGP’nda Soysalı ve Çayırözü Su Kanalları’ndan yıl boyunca su akışı sağlanacak hükmü bulunmasına, bunun da sorumluluğun Develi Kaymakamlığı, Sindelhöyük Belediyesi, Çayırözü ve Soysallı Muhtarlıkları’na görev vermiş olmasına rağmen, köy halkı tarafından kurutma kanalına su verilerek sulama yapılıyor. Bu bölgede sulamanın bu şekilde yapılması nedeniyle alana suyun girişi tamamen kısıtlanmış ve can suyunun bile esirgendiği anlaşılıyor. Kurutma kanalına suyun verilmesi alanın kurutulmasından başka bir şeye hizmet etmiyor. Doğu boşaltım kanalının, Çayırözü ve Soysallı arasındaki bölüm acilen aşamalı da olsa kapatılması, bu kaynakların sazlığa gönderilmesi ekosistemin devamlılığı açısından gereklidir. Kurutma kanalına suyun girişinin engellenmesi ve kanalın alt bölümünde kalan tarlaların sulanabilmesi için basınçlı boru sisteminin ana hatlarının döşenmesine ihtiyaç vardır. Çiftçilerin de her şeyi devletin yapmasını beklememesi, kendilerinin de katkı sağlaması, tapulu arazi sahiplerinin de damlama sulama desteklerinden öncelikli olarak yararlanması, ayrıca yerel birliklerin, sivil toplum kuruluşlarının da alanın kurtarılması için destek vermeleri gerekiyor.” Yetiştirebilmesi için yüksek miktarda suya ihtiyaç duyan mısır, şeker pancarı gibi tarım ürünlerinin köylüler tarafından tercih edilmesi de suyun azalmasına neden oluyor. Bu tarım ürünlerinin daha önce yetiştirildiğini söyleyen Baykan: “Bu ürünler

yerine daha az su tüketimine ihtiyaç duyan tarım ürünlerinin tercih edilmesi gerekiyor. Çiftçimiz suyu en iyi şekilde kullanmayı öğrenmeli.” diyor. “Yaşanan gelişmeler iyi yolda olduğumuzu gösteriyor” Göreve geldiği günden itibaren rafa kaldırılan projeleri uygulamaya başlayan Ali Rıza Baykan, bu sene içerisinde yaşanan gelişmelerin umut verici olduğunu söylüyor. Kayseri İl Çevre ve Orman Müdürü tarafından sazlığın kurtulması için yürütülen çalışmalarla ilgili bilgi veren Baykan, yaşanan olumlu gelişmeleri şöyle değerlendiriyor: “Yaz ayları içerisinde kanallardaki bentler tek tek açılarak sazlığa su girişi sağlandı ve çıkan turba yangınları bu şekilde söndürüldü. Tüm kanalların açılması ile alana su girişi hızlanmış, yeniden kuşların döndüğü görülmüş ve sazlığın eski cennet günlerine kavuşacağı yağmurların da etkisiyle de artmış, alan canlanabilmiştir. Sazlığın belli bir bölümünde tatlı su akışı olduğu için kışın sazlıkta suyun donması kuşların aç kalması ve sazlığı terk etmesi riskini ortaya çıktı. Bu durumu aşmak için buz tabakasının belli bölümleri kırıldı ve kuşlara yem takviyesi yapıldı. Suyun gelmesi ile yangın çıkan bölgelerde bile saz yetişmeye başladığını gözlemledik. Saz kesimine kontrollü olarak izin verdik ve bu gelişme yöre ekonomisini canlandırdı. Düzenlenen 5. Ulusal fotoğraf yarışması ve çevrede yapılan turistik geziler ile sazlığın tanıtımına önem verildi. Tüm bu yaşanan gelişmeler iyi yolda olduğumuzu gösteriyor. Çalışmalarımızı sazlığın geleceği için gerekli olan projeleri uygulayarak ve alanı koruyarak devam edeceğiz.”

ERİHA

49

HAZİRAN 2010


Cazi Nene ya da mizahçı bir öğretmenin öyküsü

{

SÖYLEŞİ

SELAMİ ÖKSÜZ

Onunkisi hala daha çocukluğunda oynadığı oyunların ve kurduğu hayallerin peşinden koşmak. Mesleği gereği görev aldığı okullarda çocuklar ile beraber olması, onun bunca büyükken çocuk kalmasını sağlamış en önemli etken olsa gerek. Çocukların dünyasına masal kitaplarında fırlamış bir kahraman gibi girmeyi başarmış; ama onların ne masal kahramanı olmayı istemiş, ne de öğretmenleri. Aslında o, çamurlu patikalardan yürüyerek yaşamayı ve keşfetmeyi tercih etmiş bir mizah çizeri. Yürüdüğü patikalardan kafasına bulaşan çamurdan ürettiği mizah, öğretmenliğini ve çevresini de kuşatıyor. Sürmene Lisesi’nin Cazi Nene’si Hakan Sümer, her ne kadar karikatürist ve öğretmen olduğunu kabul etmese de, onun kendince kabullendiği ve inandığı şey, kafasına bulaşan çamur ile yaşayan yaramaz bir çocuk olduğu. ERİHA

50

HAZİRAN 2010


S

izin masal kahramanı bir öğretmeniniz oldu mu bilmiyorum; ama Trabzon’un Sürmene ilçesinde öğretmenlik yapan Hakan Sümer’in öğrencileri bir masal kahramanından ders alıyor. Onların öğretmeni bir masal kahramanı. Hakan Sümer çok yönlü kişiliği ile çevresindeki insanlar üzerinde olumlayıcı bir etki bırakan, öğrencilerle vakit geçirmeyi seven mizahsen bir kişilik. Önemli bir mizah çizeri olmasına karşın, şu an bir lisede öğretmenlik yapıyor. Başarılı bir çizer olduğu için öğretmenlik yapmak onun hayalleri arasında değildi. O, sanatsal faaliyetlerin merkezi olan İstanbul’a gidip, orada çizerek hayatını kazanmak istiyordu; ama üniversite son sınıfta aldığı bir karar bu hayalinin çizerlik dışındaki büyük kısmını bugüne kadar ertelemesine neden oldu. “Üniversitedeyken, okulu bitirince öğretmenlik yapmaya niyetim yoktu. İstanbul’a gidip yüksek lisans yapacaktım, akademik kariyer falan. Dergilerde yazıp çizmeyi, yayınevleriyle çalışmayı düşünüyordum. Üniversitedeki beni bilen hocalarım da bu yönde telkinde bulunuyordu. Okul biterken bir hocama, bir yıl öğretmenlik yapmayı düşündüğümü, ondan sonra öğretmenliği bırakıp

Hakan Sümer

İstanbul’a gideceğimi söylediğimde beni uyarmıştı. ‘Öğretmenliğe hiç başlama, sen fazla insancılsın, çocukları görünce onlar için bir şeyler yapmak için kendini paralarsın ve öğretmenliği bırakamazsın’ gibilerinden bir şeyler söyledi.” Hocası haklı çıkacaktı Hakan Sümer’nin. Okulu bitirdikten sonra İstanbul’a gitmek için bazı girişimlerde bulunsa da her şey planladığı gibi gitmez. İstanbul’a gidebileceği uygun zamanı gözlerken, aklının bir köşesinde yer edinmiş olan öğretmenlik için başvuruda bulunur. Sümer’de küçük bir mahalle okuluna resim öğretmeni olarak atandığında, bir iki yıl içinde bırakacağına kesin göz ile baktığı öğretmenlikte 13. yılı geride bırakacağını düşünmemişti elbette. Sırtını kaşıyan tavşan Öğretmen olmak, hele ki resim öğretmeni olup çocukların yaratıcı yeteneklerini ön plana çıkarmak meziyet isteyen bir iş. Hakan Sümer, 13 yıl önce öğretmenliğe başladığında bu işi uzun süre yapmak niyetinde değildi; ama başlamış bulunmak en iyisini yapmayı gerektiriyordu onun için. Bu yaşama karşı bir duruştu ve her zaman en iyisini yapmaktı hedef.

Bu doğrultuda başladı onun öğretmenlik serüveni. 13 yıl da birçok güzellik bırakıldı geride. En güzeliyse çocukların bir şeyler yapmış olmasını görmekti kuşkusuz. Şimdi öğretmenliğinin ilk yıllarını dinleyelim Hakan Sümer’den: “13 yıl önce ilk resim dersinde çocuklara ormanda yaşamla ilgili bir konu verdim. Altıncı sınıf öğrencileriydi ve ilk kez resim öğretmenleri olmuştu. Çekindiler, ‘Öğretmenim biz hayvan resmi çizmesini bilmiyoruz ki, sadece 62’den tavşan yapmayı biliyoruz.’ dediler. Ben de dedim ki onlara: ‘Çocuklar, eğer herkes 62’den tavşan yaparsa, herkesin tavşanı birbirine benzer. Önemli olan en değişik tavşanı yapmaktır.’ Çocuklar hala tedirgin, çizmekten daha doğrusu çizememekten korkuyor. Bir tanesi: ‘Öğretmenim, siz tahtaya bir tavşan çizin, biz de ona bakarak çizelim.’ dedi. ‘İyi fikir, daha önce niye aklıma gelmedi ki bu?’ deyip tebeşiri aldım, tahtanın başına geçtim. Çocuklar pür dikkat çizeceğim tavşanı bekliyor, herkesin gözü tahtada. Resim öğretmeni olduğum için güzel bir tavşan çizebileceğime inanıyorlardı. Ben tebeşirle tahtanın bir köşesine bir nokta, ortasına karışık bir-iki çizgi, diğer köşesine de anlamsız başka bir çizgi koydum. Yani tavşanla ilgisi olERİHA

51

HAZİRAN 2010


ERİHA

52

HAZİRAN 2010


mayan, hiçbir şeye benzemeyen bir şey karaladım. ‘İşte benim tavşanım!’ dedim. Çocukların hepsi şaşkın, kimsede çıt yok. Belli ki herkes tahtadaki anlamsız şekilleri tavşana benzetmeye çalışıyor. O sıra en önde Nilüfer adında küçük bir kız, gözleri parlayarak, büyük bir şey keşfetmiş gibi atıldı: ‘Aaaa! Sırtını kaşıyan bir tavşan!’ “Ben öğrencilerimin mızıkacısıyım” Bir karikatüristin ilköğretim düzeyindeki bir okulda görev alması her daim mizahın ön planda olması anlamına geliyor tabi. Doğası gereği sürekli espri üreten bir çizer, çevresindeki her şeyi emmeye ve yaratıcı gücün sınırlarını zorlayan çocuklar ile bir araya gelince kaçınılmaz olarak masallaşıyor çocukların gözünde. Onun profili öğretmenlikten uzak, daha çok çocukların bazı çıkarımlar edinmesini sağlamaya yönelik olur. Sümer, öğretmenliğe başladığı yılları şöyle anlatıyor: “O yıl taşımalı sisteme de geçildiğinden dağdaki uzak bir mahalleden de öğrenciler yayan olarak okula gelip gidiyorlardı. Her gün bir buçuk saatlik rampa bir yolu iki kere kat etmek zorundaydı çocuklar. Çoğu kere onlarla evlerine kadar giderdim, fotoğraflar çekerdim. Benim onlarla o yolu tırmanmam çok mutlu ederdi onları. Yolda masallar anlatırdım, şarkılar söylerdik. Okulda da farklı değildi. Onlara bir şeyler çizerdim, masallar uydurur anlatırdım. Bazen bu masalları hayata geçirdiğim de olurdu. Mesela bir keresinde çocuklara ‘Dağlarda uzun sakallı, şapkalı, paltolu kambur bir adam mızıka çalıp dolaşıyormuş, duydunuz mu?’ gibi sorular sorarak ve bunu birkaç hafta boyunca ara sıra tekrar ederek kafalarına böyle bir tipi yerleştirdim. Bir gün kendi yaptığım bir saç-sakalı taktım, kafama şapka, gözüme siyah bir gözlük, siyah uzun bir palto, elime değnek alıp mızıka çalarak ders sırasında bir sınıfa girdim. Çocukların kafasına daha önce böyle bir tipi yerleştirdiğimden beni görünce hemen kim olduğumu anladılar, dağlarda dolaşan o kambur adam sınıflarına gelmişti, hepsi bir ağızdan ‘Mızıkacı Amca’ diye bağırdılar, kimi korktu, kimi güldü. Onlara bir masal anlatıp kayboldum. Kısa bir süre sonra Mızıkacı Amca’nın ben olduğum anlaşıldı; ama kimse bunu dile getirmedi, çocuklar Mızıkacı Amca’nın gerçek olduğuna inanmayı tercih ettiler. Mızıkacı Amca o günden sonra bir daha gözükmedi; ama bir efsane olarak kaldı. Aslında ben galiba öğretmenden çok Mızıkacı Amca oldum. Çocuklar beni öğretmenden hiç saymadılar, öğretmenlik taslamadım çünkü. Öğretmenlik taslamaya çalıştığım zamanlarda da canım fena halde sıkıldı.” Çoğumuza tanıdık gelmeyen bir öğretmen o. Okulda matematik vb. dersleri iyi bilirsen iyi öğrenci olursun; ama bir masalın peşine dü-

şersen öğretmenin seni tahtaya kaldırıp arkadaşlarına ‘tembel tembel tavuklara yem ver’ diye zılgıt çektirircesine küçümsetebilir. “Başarılarıyla mutlu oluyorum” Küçük bir ilçe olan Sürmene’de başladığı öğretmenlik hayatını 13 yıldır çeşitli okullarda devem ettiren Hakan Sümer, bu süre zarfında karikatür çizmeye ve yarışmalara katılmaya özen gösterir 2004 yılı sonlarına kadar. Görev aldığı her okulda öğrenciler ile bir şeyler yapmak onu en çok mutlu eden şey olur. 2004 yılına kadar ilköğretim düzeyindeki okullarda ders veriyordu ve vakti oradaki çocuklar ile eğlenerek onlara dersin dışında bir şeyler öğreterek ve tabi ki de çizerek geçiyordu. Ama 2004 yılında Sürmene Lisesi’ne gelince daha olgun bir öğrenci profili ile karşılaşır ve o ana kadar öğrenciler ile yapmadığı bir işe girişir. Planı bir kültür sanat dergisi çıkarmak; ama dergiyi öğrencilerin çalışmaları ile oluşturabilmektir. Kısa zamanda dergi kadrosu oluşturur ve “Tekne” adlı kültür sanat dergisi yol almaya başlar Karadeniz’in azgın sularında. Harala gürele bir çalışmanın ürünüdür dergi. Yöre, köy köy dolaşılarak folklor derlemeleri ve söyleşiler yapılıyor, öyküler ve şiirler yazıyordu öğrenciler. Tekne rotasını çizmiş, tam yol ileri demir almıştır limandan; ama kaptan Hakan Sümer artık karikatür yarışmalarına katılacak vakit bulamaz Tekne ile uğraşmaktan. Çünkü dergi standartların üzerinde bir içeriğe ve tasarıma sahiptir ve bu çıtanın korunması gerekmektedir. Kaliteyi düşürmeden dergiyi devam ettirebilmek oldukça uzun bir uğraş ve emek istiyordu. Hakan Sümer içeriksel ve görsel olarak kaptanı olduğu Tekne’nin dümenini maviliklere kırmıştır çoktan. Bu tarihe kadar katılmış olduğu ulusal ve uluslararası karikatür yarışmalarına katılamama pahasına dergiyi oluşturmayı tercih ediyor altı yıldır. Bütün enerjisini Tekne’ye ayıran öğretmen, altı yıldır hiçbir yarışmaya katılmıyor ama hala çize-

biliyor gün aşırı. Sadece yarışmalar için çizmeye vakit bulamıyor. Onun dışında her yıl birkaç andaç dolduracak kadar çizip üretebiliyor. Bir yandan da tiyatro, dergi, öğrencilerin katıldığı karikatür ve resim yarışmaları için sürekli çalışıyor. Tekne dergisi 17. sayı çıkmış 18. sayı da yolda. Tiyatrolar yazmış ve öğrenciler ile birlikte sahnelemiş bu oyunları. Yarışmalara katılan öğrenciler ödüller kazandırmışlar okullarına. Hakan Sümer bu üretimin keyfinin hiçbir şey ile kıyaslanamayacağını söylüyor. Askerliğini öğretmen olarak Siirt’e yaparken bile öğrenciler ile bir şeyler yapmaktan vazgeçmemiş Sürmene Lisesinde olduğu gibi. “Asker öğretmenlik yaptığım Siirt’in Baykan ilçesinin yatılı bir okulunda, her akşam yatakhaneleri tek tek dolaşıp çocuklara masal anlatıyordum. Bir gün çocuklara benim ne öğretmeni olduğumu sordum, kimse resim öğretmenisin demedi, bana ‘masal öğretmeni’ dediler. Onların dünyalarına bir şeyler katıyordum, planlı programlı bir çalışma değildi benimki; ama ucu oraya çıkıyordu. Zaten planlı programlı hiç çalışamadım ben, hep doğaçlama yaptım okullarda; içimden ne gelirse onu yaptım. Çocuklarla empati kurmaya çalıştım hep, çocuk gibi düşünmeye çalıştım. Bir şeyler yaşamaya ihtiyaçları vardı, Tiyatrolar yazıp oynadık, dergiler çıkardık, karikatürler çizdik, konserler düzenledik, sergiler vs... Yakında sinemaya da bulaşırız herhalde. Böyle geçip gidiyor işte zaman. Elbette tüm bu çalışmalar yüzünden kendi işlerime yeterince zaman ayıramıyorum; ama öğrencilerimin aldığı başarılar kendi başarılarımdan daha mutlu ediyor beni.” Bütün bunların üzerine Hakan Sümer’e üniversitede hocasının “sen fazla insancılsın” demesi bir kurşun gibi takılıyor akla. Bu fazla insancıl olmak ne demek? Çocukları sevmek, onlar için bir şeyler yapmak ve kendi yapabileceklerinden taviz vermek mi? O zaman büyük ozan Nazım Hikmet’in şu dizeleri her şeyi fazlasıyla açıklar sanırım: Ben yanmasam/ sen yanmasan/ biz yanmasak/

ERİHA

53

HAZİRAN 2010


nasıl/ çıkar/ karanlıklar/ aydınlığa. “Kimseye bir şey öğretmeye çalıştığım yok” Kendini ne öğretmen ne de karikatürcü olarak tanımlıyor Hakan Sümer. Onun kimseye bir şeyler öğretmek gibi bir kaygısı da yok. Öğretmen olduğu için sürekli çocuklar ile birlikte olması onları önemsemesi ve onlar ile zaman geçirmesi her şeyin temelini oluşturuyor. Karikatür çizdiği için, onun hayatının her yerinde mizahı görebilirsiniz; ama onun mizahı biraz kara bir mizah. İster istemez de bu eğilim onun öğretmenliğine de bulaşıyor. “Bazen yolum bazı ilköğretim okullarına düşer, rast gele bir sınıfa girip çocuklara, öğretmenlerinin tayini çıktığını, yeni öğretmenlerinin artık ben olduğumu söylerim. Hemen bir uğultu yükselir, ‘biz öğretmenimizi istiyoruz, seni istemiyoruz’ diye. Sonra ben anlatmaya başlarım, ‘artık ders, ödev falan yok’ diye. O zaman uğultular diner, çocukların gözleri atlar dışarıya. Mitingdeki kalabalığı coşturan konuşmacı gibi hararetle anlatırım: ‘Artık ders çalışmak da yok, çarpım tablosuna, hayat bilgisine, tüm derslere paydos! Sadece oyun, masal, eğlence. Zamanımız hep böyle geçecek!’ Çocuklar gerçekten inanıp mutluluktan alkışlamaya başlarlar. ‘Herkes ders kitaplarını, defterlerini çöpe atsın, onlarla işimiz yok artık’ deyince çocukların heyecanları zirveye çıkar, bir-iki çatlak ses ‘Ama kitaplarımızı atmamalıyız, onlar bize bilgi verir.’ diye karşı çıksa da çocuklar çoktan kopmuştur, çöp kutusu göz açıp kapayıncaya kadar kitap ve defterlerle dolar. Sonra sınıfı öyle bırakıp çıkarım. Öğretmenlerin sınıfa girince bu tablo karşısında ne yaptığını hep merak etmişimdir.” Bir öğretmenin böyle davranmasının yetkili mercilerce hoş karşılanmayacağının farkında Hakan öğretmen; ama o öğrencilik yıllarında hiç yaramaz bir öğrenci değilmiş söylediğine göre. Onun için çocukluğunda yapamadığı yaramazlıkları şimdi gönül rahatlığıyla yapıyor. Kimse de ismini tahtaya yazıp öğretmene şikâyet etmiyor onu. Yaptığı bu şakaların öğrencilerin belleğine yazıldığını düşünen Sümer, bu sayede öğrencilerin bunca ciddiyet arasında az da olsa soluk alabildiklerini söylüyor. Sanatın uğraşmadığımız dalı yok Her sanatçının usta çırak ilişkisine girdiği, onlardan yeni şeyler öğrendiği büyük ustaları vardır muhtemelen. Hakan Sümer’in ustası değil ustaları var. Onun ustaları Tommiks, Teksas, Zagor gibi çizgi roman kahramanları olmuş. Onlardan esinlenerek çizgi romanlar çizmeye başlamış daha ilkokula başlamadan. Karikatüre ise ancak yirmili yaşlarda başlayabilmiş. Okumayı öğrenince harıl harıl çizmeye başlamış; ama öğrenci olmayı, okulu hiç sevmemiş. ZaERİHA

54

HAZİRAN 2010

ten okula da kötü bir anı ile başlamış. Belki de bunun içindir birazda okulda öğrenciler ile böylesine nüktedan bir ilişki kuruşunun nedeni. Çizmek kanına girmiştir ya, o okulun ilk gününde öğretmenin yaptırdığı H harfinden bir resim türetmiştir kendi hayal dünyasında. O tatsız günü, H harfinden bir resim türeten Hakan Sümer’den dinleyelim: “Ben biraz geç kaydolmuştum okula. Ben sınıfa girdiğimde herkes H harfini yapıyordu. Adımın ilk harfi H olduğundan biliyordum onu yapmasını. Beni de bir sıraya oturttu öğretmen, defterimi açtırdı ve nasıl yapacağımı anlattı. Ben zaten bildiğim bir şey olduğundan dinlemedim onu. İlk satırı H harfiyle doldurdum, diğer satıra geçtim, sonra diğer satıra. Öğretmen yanıma geldi, bir satır atlayarak yap dedi ve gitti. Ben yine satır atlamadan H’lerime devam ettim. Öğretmen birkaç kez daha başımda dikildi ve her seferinde biraz daha sinirlenerek bir satır atlamam gerektiği konusunda beni uyardı. Ben satır atlamadan sayfanın sonuna yaklaştığımda gelip bana bağırdı. Satır atlamıyordum, çünkü ben H değil bir merdiven yapıyordum. H’leri alt alta yapınca merdiven olduğunu keşfetmiştim, bir satır atlamam demek merdivenin bozulması demekti. Öğretmen bana bağırınca teneffüste eve kaçtım.” Bu kaçış okullun asla sevilemeyeceğinin en büyük belirtisi olur. Bundan sonrada hiçbir zaman sevilmedi okulu. Okulun çıkış zilini her zaman sabırsızlıkla bekledi. Zil çaldığında heyecanla evin yolunu tuttu, yeni çizgi romanlar çizmeye koştu soluksuz. Yaz tatillerini sabırsızlıkla bekledi bütün öğrencilik hayatı boyunca. Çünkü tatil demek doyumsuzca, kimsenin etkisi altında kalmadan özgürce çizmek demekti. “Silgiyle silinsin diye okul döneminde kırmızı kalem, tükenmez kalem kullanmadığım, yazıları bastırmadan yazdığım ders defterlerini,

okulun tatile girdiği ilk günün akşamında tek tek silerdim. Silinmiş o sayfalar yaz boyunca, karakterlerini benim yarattığım bir sürü çizgi-romanlarla dolardı. Sadece çizgi-romanlar değildi yaptıklarım, tiyatro da yazıp oynardık, karagöz de oynatırdık, şiir, roman yazardık, gazete çıkartırdık, kamerasız film çekerdik. Sadece ben değil, diğer altı kardeşim de öyleydi. Sanatın uğraşmadığımız dalı yoktu. İşin ilginci, bize model olacak kimse de yoktu çevremizde. Her şeyi kendi başıma keşfederek geliştirdim. Bu konudaki en büyük yardımcılarım herhalde okuduğum kitaplar ve çizgi-romanlardı. Hayatım boyunca öğretmen-öğrenci ya da usta-çırak ilişkisiyle kimseden bir şey öğrenmedim. Hala daha öyleyim. Bana bir şey anlatmaya çalışanı dinleyemem bile. Derslerde de dinleyemezdim öğretmeni, eve gider tek başıma öğrenirdim. Bir şeyler öğrenmeyi çocukluğumdan beri çok severim, ama birisinin bana bir şey öğretmeye çalışmasından da haz etmem. Kendim keşfetmeyi tercih ederim. Benim öğretmenliğim de böyle galiba. Öğrencilerimin benden bir şey öğrenmesini istemiyorum, kendileri keşfetsinler. H harfi-


ERİHA

55

HAZİRAN 2010


ni birleştirerek merdiven yapabileceklerini keşfetsinler. O merdivene tırmansınlar; artık nereye çıkıyorsa.” Yerel bir karakter olarak Cazi Nene Yıllardır Karadeniz mizahını renklendiren Temel, Dursun ve Fadime o kadar çok tiplemenin biçimine sokuldu ki artık onları tanıyabilmek oldukça güç. Bir olay mizahlaştırılacaksa hemen akla gelen karakterler arasında yer aldı bu tipler; ama öylesine de yıpratıldılar geçen uzun zamanda. Yeni yerel karakterlerin yaratılması ve onlar ile mizaha yürümek kaçınılmazdı artık. Hakan Sümer’in bu karakterlere alternatif olarak yarattığı Cazi Nene adlı bir karakteri var. Cazi Nene daha yerel bir karakter olarak çıkıyor karşımıza. Zira Karadeniz insanının bütün özellikleri o karakterde zirve yapabiliyor. Yaratısı bir ve tek olduğu içinde hunharca harcanamıyor. Bu karakteri geliştirip daha da yaygınlaştırmayı düşünen Hakan Sümer, onun öyküsünü şöyle anlatıyor: “Cazi Nene, lafını, değneğini kimseden esirgemeyen akıllı bir ihtiyar. Sadece ne kadar komik burnu var diye gülünüp geçilebilecek bir tip değil. Temele yaptığın gibi dalga geçemezsin onunla, affetmez, bastonu kafana kırar alim Allah. Biraz Temel’e alternatif bir karakter. Bizim köyde Fevziye adında bir halamız vardı. Cazi Nene’yi oluştururken model olarak onu aldım. 1995’ten beri aralıklarla çiziyorum Cazi Nene’yi. Okuyanlar çok seviyor onu. Gölge oyununa dönüştürdüm onu. Yeni karakterler oluşturup tasvirlerini yaptım. Kimini iple, kimini sopayla oynattık Sürmene’de. Çok sevildi. Cazi Neneyi çizgi film yapmayı da düşünüyorum; ama tembelliğim tutmazsa.” Hakan Sümer daha 3 yaşındayken başladığı karikatür ile olan yolculuğunu, 37 yıldır sürdürüyor. İlk çizgilerini Çin Ali karakteri ile olgunlaştıran Sümer, şimdilerde şiirsel bir çizgi ile sürdürüyor sanatını. O karikatürü salt çizgi ile yapıldığı zaman daha manalı ve çarpıcı buluyor. Ama Cazi Nene ve gölge kahraman gibi şiirsel çizginin hâkim olduğu çizimlerinde, şiir ve karikatürü birbiri içinde ustaca yoğuruyor. Fare ile mizahçı Toplumumuzda mizah ya da karikatür denildi mi akla gelen ilk şey insanları güldürmek ve eğlendirmek için çizgiler ile espri üretmektir. Ama aksine mizahın insanları güldürmek gibi bir derdi yoktur. O çoğu zaman çizerini bile güldürmez. Evet, dünyanın çelişkilerinden doğar; ama çelişki değil, eleştiri ve çözüm üretir. Özü itibari ile yakıcı ve yıkıcıdır; ama aptal da değildir Hakan Sümer’in söylemi ile. “Mizah diktatörün yanına gidip de “sen var ya, salaksın” demez. Biraz farenin yöntemini kullanır. Fare insanın kulağını kemirirken bir yandan da üflermiş. Böylece kulağının farenin midesine doğru bir yolculuğa çıktıERİHA

56

HAZİRAN 2010

ğından habersiz kurban da mışıl mışıl uyumasını sürdürürmüş. Mizahçı da fareye benzer. Eleştirir, yakıpyıkar; ama bunu öyle ustaca yapar ki hiçbir yasanın ruhu bile duymaz. Sonra diktatör uyanır, bakar ki güzelim kulak gitmiş. Bu yüzden kulağını çok seven diktatörler mizaha hoşgörü ile yaklaşmazlar. Ama ilginçtir ki diktatörün olduğu yerde fareler de çoğalır.” Mizah dünyadaki çelişkiler olduğu serece varlığını sürdürebilecek bir sanat türü. Belki bir gün dünyadaki her şey düzelip, ortalık güllük-gülistanlık olursa onun işlevi değişebilir ya da kendi var oluşunu sağlayan çelişkilerin ortadan kalkması ile sonunu getirmiş olur. Şu sıralar ne çelişkiler ortadan kalkmış, ne de ortalık güllük-gülistanlık. Dolayısıyla Hakan Sümer’e de düşünmek ve çizmek kalıyor. Zira o da Michalengello gibi düşünüyor. Ürettiği mizahın yüzde birinin yetenek, yüzde doksan dokuzunun ise emek olduğu kanaatinde. Geriye düşünmek ve çizmek kalıyor. “Yürüyorum, çünkü kafama çamur bulaşmış” Bir öğretmen bu denli etki yaratabiliyorsa öğrencilerinin üzerinde, insanın aklına o öğretmenin kimsenin keşfedemediği eğitim-öğrenim yolları bulmuş olduğunu düşüncesi saplanıyor. Ama Hakan Sümer hiçbir yönteminin olmadığını, plan ve projelerden hiç hazzetmediğini söylüyor. Bu da şaşırtıcı. O kendisinin öğretmen olarak nitelendirilmesini yetiştirdiği öğrencilerin hayatında istendik davranışlar oluşturabilmesine bağlıyor. Bunu da verilen planlara bağlı kalmadan başarıyor. “Evet, tiyatro yazıyorum, çünkü başkasının yazdığı oyunu oynatmak bana -kendi açımdan- anlamlı gelmiyor. Dünyada ilk ve muhtemelen son kez oynanan oyunlar hepsi. Kendi çapımızda da olsa hepsi sonuçta ‘dünya prömiyeri’. Çocukluğumdan beri yaptığım işler bunlar. Kendime bakıyorum da, uğraştığım işlere falan; halen daha çocukluğumda yaptığım işlerle uğraşıyorum. Büyümedik galiba hiç. Tekne diye bir dergi çıkardık Sürmene Lisesinde. Öğrencilere dergi çıkarmadan önce dedim ki, ‘Biz yazmasak, kimsenin yazmayacağı konuları yazacağız, kimsenin bilmediklerini yazacağız.’ İşin kolayına kaçıp, birçok dergi gibi “copy-paste” yaparak da hazırlayabilirdik, gayet de zahmetsiz olurdu. Ama kime ne faydası olacaktı bunun, kimin ihtiyacı vardı ki böyle bir dergiye? Yapılmamışı yapmak, güzel olan bu. Kimsenin gitmediği en azından az kişinin bildiği yollardan gitmek, asfalttan patikalara sapmak. Bir keşif olacaksa böyle olacaktır. Asfalttan gidiyorsan yolun kıyısında gördüğün ağacı o gün binlerce kişi daha görmüştür zaten; ama patikada karşına çıkan ağaç öyle mi? Asfalttan çıksınlar da nereye giderlerse gitsinler; çamurlu, dikenli, taşlı yollara sapsınlar. Karşına ne çıkacağını bilmeden

yürümek daha iyi. Diğer türlüsü, mavi tabela diyor zaten sana, şu kadar kilometre sonra bilmem nereye varacaksın diye. Öğrencilerimle bir iş yaparken her yaptıklarına kafa sallayan biri değilim. Onları gerçekten zorlarım. Daha iyisini yapabileceklerini bilirim, sonunda yaparlar da. Kendileri de şaşırırlar buna. Bu ne kazandırır onlara, bu benden çok onları ilgilendiren bir şey. Ne kazanıyorlar diye düşünmem bile. Bazen söylerler bana, ben sizden şunu öğrendim, bunu öğrendim, diye. Oysa ben hiçbirini öğretmeye çalışmamışım ki, kendiliğinden öğrenmişler. Belki benimle aynı dikenli patikadan yürümüşler bir süre, paçalarına çamur bulaşmış belki. Sonra yollarımız ayrılır, kimi yanında ben olmayınca yeniden asfalta iner, kimi ise başka patikalara sapar, paçalarına başka çamurlar bulaşır. Peki, ben ne kazanıyorum bunlardan? Hiçbir şey! Bir şey kazanmalı mıyım ki? Ben sadece tek başıma yürüyorum, sonra birileri gelip bana eşlik ediyor. Onlar ayrılınca ben yine yürümeye devam ediyorum. Niye yürüyorum, çünkü kafama çamur bulaşmış. Yürü babam yürü. Nefesimin tükendiği yere gelince de orayı kazıp içine gireceğim.” Bu yol planlara ve yıllıklara bağlı kalınarak yapılan eğitimden daha zahmetli bir yol. O zahmetsiz rahmet olmayacağını biliyor. Onun için de bu gençlikten rahmet umanların onlar için zahmet çekmesi gerektiğini en iyi ispat edenlerden biri oluyor. O, büyük bir usta, büyük bir sanatçı. Ama onun öğretmenliği sanatçı kişiliğinin önünde yürüyor. O bundan şikâyetçi sayılmaz. Farklı hayatlara dokunarak doğanın bin bir rengine erişmenin hazzına erişiyor öğrenciler için bir şeyler yaparken. Ben sanatçıyım, büyük çizerim dediği daha duyulmuş değildir ağzından. Ona sorsanız hep boş işler ile uğraşır; ama o boş dediği işleri bile öyle önemseyerek yapar ki sanırsınız bu işe tanrı eli değmiştir. Yaratıcılık ve ahlak onun en büyük meziyetleri galiba. Bunu vurgulayabilmek adına onu bir zamanların efsane eğitim kurumları olan Köy Enstitülerinde görev yapan eğitmenlere ya da öğretmenlere benzetiyoruz; ama o şu mütevazı cevabı ile bu kanımızın doğru olmadığı şüphesini atmak istiyor içimize: “Köy Enstitülü öğretmenlerine saygı duyarım. Donanımlı eğitimcilerdi onlar. Belki benzer noktalarımız vardır; ama ben çivi çakmasını bile beceremem.” Peki, bu yaptıklarınız az şey mi Sayın Hakan Sümer? Cevapsız. Onun kafasına çamur bulaşmıştı, artık bizimkine de bulaştı. Hem de bütün ilimlerin temelinde yatan soru sorma çamuru. Soruyoruz sorularımızı eğitim-öğretim, öğretmen olmak üzerine. Ne o iflah olur kafasındaki çamur ile ne de biz. Tekne’nin kaptanına rast gele, vira uşaklar vira demek düşüyor bize kafamıza bulaşan çamurdan sonra…


{

YAŞAM

SÖZDEN KELAM, KELAMDAN KILAM YARATAN USTALAR:

DENGBEJLER LEYLA EBRAR HİÇYILMAZ

Hayatın hengâmesinde koşuşturmayan, hayatın hengâmesini peşinden koşturan, kelamı kendi dilince konuşturan söz ustalarıdır Dengbejler. Onlar hayatın olmazlarını olur kılmak, güzellikleri met etmek, insana yakışmayanı insanca yermek için kullanıyorlar sözü. Yüzyıllarca halkın gecesini-gündüzünü renklendiren Dengbejler, bugün sözlerinin yok olmaması için, Divanhanelerden sesleniyorlar insanlığa.

ERİHA

57

HAZİRAN 2010


S

özlü edebiyatın temel taşlarından biri olan Dengbejlik, toplumun çektiği sıkıntıları, dertleri, savaşları ve aşkları söz ile ifade etme biçimidir. Dengbejliğin geçmişi için tarihe keskin bir çizgi atmak imkânsız olsa da söz söz olalı, söz ustaları da var diyebilmek mümkündür. Zira Dengbej kelimesinin anlamına bakıldığında ses söyleyen kişi manasına geldiği görülür. Sözlü geleneğin bir parçası olan Dengbejler, halk hikâyelerinin, türkülerinin ve destanlarının söyleyicisidir. Dengbejler yaşadığı coğrafyayı köy köy dolaşıp yöre insanına misafir olan, halktan aldığını halka anlatan ama onu anlatırken zenginleştiren söz ustası kişilerdir. Onlar birbirinden haberi olmayan insanları, köyleri, şehirleri, ülkeleri sözlerinde işleyip diyar diyar gezerek köprüler, bağlar kurar insanlar arasında yüzyıllar ötesinden beslenen bir gelenekle. Halk da Dengbejlerin bu çabasına, onları en iyi şekilde ağırlayarak karşılık verir. Ayrıca Dengbej’in köyden ayrılma vakti geldiğinde yolluk ödenir. Bir anlamda halk onların geçimlerini üstlenmiştir. Bu gelenek tüm yönleri ile bir kültür ve anlayışa dönüştüğü için, Dengbejler halk arasında oldukça önemsenen kişiler olmuştur. Değişen dünya koşulları zamanla bu kültür üzerinde de etkili olunca, Dengbejlerin sayısı da ciddi oranda azalır. Günümüzde Dengbejler köy köy gezip, sözlerine söz, anlamlarına anlam katıp geçimlerinin temelini oluşturan yolluklarını halktan almaktan çok uzaktalar. Birçok kadın ve erkek Dengbej’in yetiştiği Diyarbakır’a uzanıp, Dengbejlik geleneğinin belki de son kuşağı olan 21. yüzyılın Dengbejleri ile geçmiş ve gelecek üzerine hüzün verici bir sohbete ortaklık ettik. Geleneklerini halen sürdürmeye çalışan söz

ustaları biraz kırılgan olsalar da zamana, türkülerini, destanlarını, halk hikâyelerini tüm çocuklukları ile anlatmaya çalışıyorlar. Söz, kelamı kılam yapmaktır Zamanın başka bir hızla aktığı, gecelerin daha uzun sürdüğü, sevgilinin ellerinden içilecek bir tas suyun derman bildiği zamanlarda Dengbejler sözün ustası olmuştur. Halkın arasında yaşayan bu insanlar birbirlerini etkilemiş, beslemişlerdir ustalıkları ile. Sesin söz olduğu, sözün kılam, sıtran yani türkü olduğu Dengbejliği, Dengbej Seyithan Gürbüz şöyle anlatıyor: “Dengbejlik bir söz söyleme güzelliğidir aslı itibari ile. Gördüğü, duyduğu ya da öğrendiği şeyleri güzelce anlatan kişiye denir Dengbej. Dengbejlerin en bilinen hünerleri sözü kelama, kelamı kılama yani sıtrana dökmektir. Ezber güçleri çok kuvvetlidir Dengbejlerin. Gördükleriyle, duyduklarıyla, hissettikleriyle anlatırlar sözlerine konu olan olayı ya da olguyu. Sözlü kültürün egemen olduğu bu söyleme sanatında sevgi duyulan her şey konu edildiği gibi, acılar, özlemler de yer bulur Dengbej’in dudakları arasında. Yeri geldiğinde ölülerin acısını anlatmaktır Dengbejlik. Öyle basite alınacak bir gelenek değildir. Büyük bir birikim ister iyi Dengbejlik. Yüzyıllar öncesinden beslenen kadim bir gelenektir. Sesi güzel ve zihni açık kişilerin usta çırak ilişkisine dayanarak her türden olaya söz söylemesi ama güzel söz söylemesi ile yaşatılmıştır çok eskiden beri. İnsani olan hiçbir şeye kayıtsız kalmaz Dengbej. Yaşama konu olan her şeyin destanî bir söyleyiş ile ezgisel bir şekilde söze dökmesiyle yaşatılan bir gelenek olarak günümüze kadar ulaştı bu söz söyleme ustalığı. Fakat günümüzde bu gelenek yavaş yavaş yok oluyor, kimse de buna dur demiyor.” Kılamı, ses ve tespih yoğurur Dengbejin sesine ses, sözüne anlam katan vaz geçilmez yan unsurlar bulunmaktadır. Bunların en önemlisi, Dengbejliğin olmazsa olmazı olan tespihtir. Destanlarını ya da türkülerini söyleyen Dengbejler bir eli ile kulağını kapatır, diğer eli ilede tespihini çeker. Divanhanede bir araya gelen Dengbejler, söyledikleri destanları tespih çekerek süslüyorlar. Tespih çekmenin ve el ile kulağın birinin kapatılmasının nedenini Dengbej Seyitkan şöyle anlatıyor: “Dengbejler en çok beylik, yerel ekâbir cemaatlerde ya da düğünlerde toplanır, doğaçlama söylerlerdi destanlarını. Divanlarda ağalar, mirler ve beyler sıra ile oturur, karşılarına da hünerlerini sergileyecek olan Dengbejler geçerdi. Sağ veya sol elini kulaktozuna dayayan Dengbej bir parmağı ile de kulağını tıkardı. Bunun nedeni, söyleyen kişinin sesini bu şekilde

Seyithan Telli sayılı dengbej ustalarından biri

ERİHA

58

HAZİRAN 2010

daha iyi hissetmesidir. Yani bu sesini duyup, ondan kuvvet alma ve söylenecek şeye hâkim olma durumudur. Daha iyi hissedersin elini kulağına attığın zaman. Eli kulağında bir yandan söyler, bir yandan da tespih çeker Dengbej. Tespihin sırrı ise şudur: Dengbejlik bir söz ve nefes ustalığıdır. Nefesin ne kadar güçlü ise o kadar güzel söylersin. Bir bahçeye benzer Dengbejin sözü ve nefesi. Sularsan bir bahçeyi filizlenir, yeşillenir. Lakin sulamazsan kurur. Bu da böyle bir şeydir, ne kadar söylersen, söylerken tespih çekersen kelimeler o denli hafızanda yer eder. Söylediğin daha iyi kalır aklında.” Her Dengbej’in yorumu ve makamı ayrıdır Mantığa, tasavvura uymak, o ilkelere dikkat ederek edebi ölçüyü taşırmadan bir şeyleri anlatma ve kavratma yolu, olası durumları ezgilerle, hicivli, mizahi, dramatik ve güldürücü bir üslupla ezgili bir şekilde ifade etme durumu olarak tanımlıyor Naif Bülbül Dengbejliği. Her Dengbej’in sanatının ve makamının ayrı ayrı olduğunu söyleyen Bülbül: “Ezgiler kimi zaman çok uzun olur, öyleki bazen iki- üç saati kapsayan destanlar okunur. Temalar çok farklı ve içerikler olabildiğince renklidir. Her Dengbej’in bir konuyu anlatışı ve betimlemesi f’arklıdır. Tıpkı eski Yunan Tragedyacısı ile Epopecileri arasındaki fark gibidir Dengbejler arasındaki fark da. Fakat birbirlerinin yolundan da giderler zaman zaman. Her konunun ve temanın, üslup ve tarzı farklı olduğu gibi, Dengbejleri de farklı olabilir. Destan, trajedi, aşk, matem, savaş, hiciv ve atışma dengbejleri gibi. Her Dengbej’in muhakkak uzmanlaştığı bir alan olur. Doğaçlama söylenen destanlar olduğu gibi, daha önceden bir Dengbej’in işlediği bir konu da söylenebilir, halk hikâyeleri de okunabilir. Dengbejlerin dinleyenleri genelde ağır başlı insanlardır. Dengbej sanatını icra ederken, cemaatin en saygın kişisi de dâhil olmak üzere tevazuda bulunur ve onun her sözünü dinler. Dengbej icra halindeyken başkasının konuşması edebe aykırıdır. O sözünü söylerken zorunlu ihtiyaçlar bile işaretlerle giderilir. Söz Dengbejin ise, dinlemek esastır.” Usta Dengbejler ve çırakları Konu söz olunca Halk Edebiyatı’nın ustalarını da anmak gerekir. Zira onlar Dengbejlere de ustalık etmişler, sözü özlü ve güçlü kılmışlardır sazları ile. Karacaoğlan, Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal, Köroğlu, Kuloğlu Erzurumlu Emrah ve Âşık Veysel gibi niceleri. Onlar ile aynı geçmişten gelen Dengbejler de onların ve kendi geleneklerinin büyük destan anlatıcısı ustalarının izindin yürüyerek yüzyılımıza kadar ulaşabilmişlerdir. Çağın Dengbejleri ile bir araya geldiğimiz-


de, eski ustaları anmadan geçemedik. Eski ustaları Dengbej Xale Seyitkan şöyle anlatıyor: “Yüzyılların hikâyesini anlatır bize Dengbejler Meryem Xan, Arif Cizreci, Karapete Xaço, Abdale Zeyniki gibileri. Çoğu yoksulluk içerisinde yaşamıştır bu insanların. Uzun ve zorlu uğraşlarla Dengbejliği sürdüren bu ustaların yaşamlarını başkalarından dinlediğimiz zaman onlara daha çok saygı duymamız gerektiğini anlıyoruz. Kökeni nereye kadar gider bilemeyiz, ancak her kültürel değerin salt bir halka ait olmadığını, öznesi insan, doğa ve duygu olan her sanat eserinin, her kültürel birikimin insanlığa ait olduğunu yavaş yavaş görüyoruz. 1920 yıllarında Meryem Xan şarkı söylemesini istemeyen kocasını bırakıp Bağdat’a kaçar, orada Denbejliğe devam eder. Ayşe Şan’ın baştan sona kadar yalnızlık ve sefalet içerisinde, yanı başımızda öldüğünü hatırladıkça bu geleneğe sahip çıkmamanın, onların verdikleri emeğe ihanet olacağını düşünüyorum. Belki de dönemlerin ruhunu anlamak için o dönemin müzik anlayışına bakmak lazım. Bugün her ne kadar kimileri inkâr etse de o dönemde Dengbejler unutulmuştu. O dönemde Dengbejler, dönemin ağır politik havasında sahipsiz kalmıştı. Bunların en acıklı örneklerinden biri, tüm hayatını bir şeyleri terk ederek geçiren Ayşe Şan’ın İzmir’de yokluk içerisinde ölmesi ve ölümünden günler sonra öldüğünün anlaşılmasıdır. 1930’lu yılların ruhunu İngiliz plak şirketinin, Meryem Xan’ın sesini kaydettiği plaklarda yakalamaya çalışıyoruz.” Kadın Dengbejler Kadın Dengbejlerden Ayşe Şan ve Meryem Ğan erkek Dengbejlerin hâkim olduğu bu alanda varlık gösterebilmiş önemli isimlerdir. Onlar Anadolu’da kadının söz hakkı olduğunu söz ile ifade etmiş, kişilikleri ile de bunu gözler önüne sermeyi başarmışlardır. Onların öncü kişilikler olduğuna dikkat çeken Naif Bülbül, Ayşe Şan ve Meryem Ğan’ın önemini şöyle ifade ediyor: “Onlar şimdiki müzisyen kadınlara bıraktıkları miras dolayısıyla öncü kişilikler olarak yer etmişlerdir tarihimizde. Bu kadınlar toplumun cinsiyet anlayışını değiştirmeye çalışmalarının yanında, kadın hak ve özgürlüklerine verdikleri destekle de ön plana çıkmış kişilerdir. Mücadelelerinin yansımaları, ürettikleri müzik ile kendini çok açık bir şekilde göstermiştir. Meryem Ğan yaşadığı dönem itibariyle Birinci Dünya Savaşı’nı, o dönemdeki isyanları ve göçleri görmüş bir kadındır. O kendi isyanını da gerçekleştirmiştir. Göç ile birlikte Bağdat’a gitmiş, o dönem Suriye’sinde bulunan Dengbej entelektüelleriyle tanışma fırsatını elde etmiştir. Bedir Ğan ailesinden biri ile evlenmesi şarkı söylemesini zorlaştıran bir dönemin başlangıcı olur. Kocası ona Dengbejlik yapmasını yasaklar an-

cak Meryem Xan buna boyun eğmeyerek kocasından boşanıp kılam söylemeye verir kendini. Bedir Xan ailesi dönemin entelektüel aileleri arasındadır ama bu klasik ataerkil aile düzenini yıkacak bir entelektüellik değildir. Meryem Ğan kendi mücadelesini vermek durumunda kalır. Ğan Dönemin sanatçılarının müziklerini icra ettiği Bağdat Radyosu’na giderek önemli bir adım atmış olur. İlk plağını burada çıkararak Kürtçe şarkıları kaydeden ilk kadın şarkıcı olarak tarihe geçer. Biz bugün onu bu icraatları sayesinde tanıyoruz. Suriye’de yaşadığı dönemde “Havar” dergisinde denemeleri yayımlanmıştır. Bu denemeler feodal sisteme ve feodal aydına karşı çıkışın simgeleridir. Meryem Ğan ile dönemdaş diyebileceğimiz bir de Ayşe Şan var. Ayşe Şan’ın müzikle tanışması evinde, kendisi de bir müzisyen olan babası sayesinde olmuştur. Kadınların kamusal alanlarda şarkı söylemesini yasaklayan feodal zihniyet onu da bulmuştur. Şarkı söylenmesi istenmediği için Ayşe Şan, evini terk etmek zorunda kalmış ve Antep’e göç etmiştir. Yine de “Ez Kezalım” adlı şarkısıyla herkesçe tanınan bir sanatçı olmayı başarmıştır. Şarkılarını Kürtçe dışında Farsça, Arapça ve Türkçe söylemiştir. Nuri Sesigüzel, Ali Ekber Çiçek ile sahne almış, Orhan Gencebay’a bağlama çalmıştır. Türk müziğinde Sezen Aksu ne ise, Kürt müziğinde de Ayşe Şan’ın o olduğu söylenir. Ama ne yazık ki 1996’da İzmir’de yalnız başına ölür. Sözün büyüsü ile zamana yolculuk Büyük kentler insanı, insanın kelamını yutmadan, söz üvey evlat olmadan önce Dengbejler Karacaoğlan, Dadaloğlu geleneğinden bestelenmiş. Halk Edebiyatı’nın taşıyıcılığını üstlenmişlerdi. Dengbejler söz ustalıklarını ağalar ve beylerin sahiplenmesi ile sürdürmüş, büyük halk ozanları gibi halkın sorunla-

rını, yaşanan sosyal değişimleri destanlarına, türkülerine konu etmişlerdi. Âşık geleneğinin bir taşıyıcısı olan Dengbejlik geleneğini Dengbej Naif Bülbül şöyle anlatıyor: “Dengbejler köy köy gezerek hikâyeler, destanlar, türküler söyler. Dengbej bir köye gitti mi onu orda halk en iyi şekilde ağırlar, sazına sözüne hürmet gösterir. Ağaların-beylerin ve şeyhlerin yanına uğrar, orada destanlaşan kılamlar söyleyip, onları ve cemiyetlerini kılamı ile kimi zaman eğlendirir, kimi zaman da hüzünlendirir âşıklık geleneğinde olduğu gibi. Kılamlar çoğu zaman ders çıkarılması gereken olaylar üzerinedir. Bir destanı her Dengbej ayrı bir güzellikte söyler. Onu işler, güzelleştirir. Karşısındaki dinleyiciler Dengbej’in söylediği destana ortak oldu mu daha iyi anlatır, halkı coşturdukça kendi de coşar. Uğradığı köyde söz bittiği zaman halkın verdiği yolluğu kabul ederek başka bir köye, yeni destanlar kılamlar okumak üzere yola koyulur. Bugün Dengbejler gezicilik faaliyetini büyük oranda terk etmek zorunda kaldı. Şimdilerde Dengbejlerin çoğu bizim gibi ya başka işlerle uğraşıyorlar, ya da burada olduğu gibi Dengbejlere ait olan yerlerde söylüyorlar kılamlarını.” Âşık geleneğinde olduğu gibi, Dengbejlikte de benzetmelerin önemli bir yeri var. Dengbej Naif Bülbül âşıklıkla olan bu etkileşimi şöyle anlatıyor: “Âşık edebiyatında olduğu gibi Dengbejler de kendilerini bülbüle, sevgiliyi de güle benzetirler. Kahraman yiğit aslana, zalim ise çakala benzetilir. Aynı zamanda genel bir doğa tasviri yoktur. Bunun yanında olayın yaşandığı anda gelişen doğa olayları ve coğrafi özellikler kısmen yansıtılır söyleyişe.” Bu geleneğin yok olmasını istemeyen Diyarbakırlı Dengbejler, Dengbejlerin toplandığı Divanhanelerden dinleyicilerine sesleniyorlar. Divanhanelere gidip Dengbejlere kulak verenler, sözün büyüsü ile zamanda yolculuğa çıkma muradına erişebiliyor.

Naif Bülbül dengbejlik geleneğini yarınlara taşıyor

ERİHA

59

HAZİRAN 2010


{

HABER

Sarıkeçililerin daralan yolları

ERİHA

60

HAZİRAN 2010


Yaz aylarında Mersin sahillerine yerleşen, kış aylarında da Konya’nın yüksek yaylalarına göçen Sarıkeçililer 1000 yıllık bir geleneği 90 obayla ayakta tutmaya çalışıyor. Anadolu’nun son göçerleri olan Sarıkeçili yörükler göç yollarında binbir güçlükle karşılaşsa da daralmakta olan göç yollarına aldırmadan, kendileri için yaşamakla ölmek kadar önemli olan göçlerini sürdürmeyi bırakmıyor.

ERİHA

61

HAZİRAN 2010


KENAN ŞİLEN & BURAK SOMUNCU SERKAN OCAK

S

arıkeçililerin öyküsü 1000 yıllık bir geleneğin öyküsüdür aslında. Orta Asya’dan gelip Anadolu’nun sıra dağlarına yazılan bir öykü… İçinde acıları, sevinçleri, yarınları, yarınsızlıkları barındıran bir yaşam mücadelesi. Artık yok olmakta olan bir kültürün son temsilcisi durumundalar. Git gide daralan göç yollarında önlerini, yarınlarını göremeseler de hayatlarını deve kervanlarıyla, keçileriyle, koyunlarıyla yılda ortalama 800 km’lik bir yolu alarak devam ettiriyorlar.

Kışın sahilde yazın yaylalarda Günümüzde develerle yapılan yayla göçünün son temsilcisi olan Sarıkeçililer kış aylarında Mersin, Aydıncık, Gülnar’da kışlıyor. Nisan, Mayıs aylarında havalarında ısınmasıyla birlikte göç yollarına düşen Sarıkeçillier uzun ve zorlu yolların ardından Konya’nın yüksek yaylalarına yerleşiyorlar. Her geçen yıl sayıları azalsa da hayatlarını sürdürmek, hayvanlarına yiyecek ot bulmak için inatla devam ettiriyorlar göçlerini. ERİHA

62

HAZİRAN 2010

Yeditepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü araştırma görevlisi Hilal Tuztaş, Sarıkeçililer üzerine yaklaşık 1 yıldır araştırma yapıyor. Sarıkeçilileri çok yakından inceleyen Tuztaş tabiri caizse onlarla yatıp onlarla kalkıyor. Son olarak 1 aydır Sarıkeçililerle göç yolunda olan Tuztaş bizlere Sarıkeçil-

lilerin yaşamlarını ve göç yollarını şöyle anlatıyor: “Sarıkeçili Yörükler Nisan ayının sonu gibi Mersin, Argıncık, Silifke, Erdemli taraflarından yola çıkıyor. Burada da köylere yakın bir yerlere konaklıyorlar. Belli bir güzergahı takip ederek Konya’ya geliyorlar. Konya da eskiden Ilgın ilçesine kadar çıkan Sarıkeçililer şimdi Seydişehir’e geldiklerinde göçleri son buluyor. Ahırlı, bozkır gibi alt bölgelerde yine köylere yakın yerlerde konaklıyorlar. Hane sayıları hakkında fazla bilgim olmasa da çadır sayısı olarak iki yüze yakın çadırları var.” Develer yerini traktöre bıraktı “20 yıl önce gelip Sarıkeçillilerle göç etseydiniz


çok şey görürdünüz” diyor Tuztaş. Çok fazla devenin olduğundan bahseden Tuztaş, göç sırasında ki gözlemlerini şöyle anlatıyor; ”Bir ay içerisinde yapmış olduğumuz bu göç içersinde bu yollardan ne kadar develer gelirdi. 100-150 deve olurdu, herkes bir birinin devesine bakar, çobanlık yaparlardı diye anlatıyorlardı. Şimdi devesi olan beş aile kaldı. Ortalama deve sayısı da 60 civarında. Develerin birçoğu üç dört yıl önce satılmış. Artık birçok Yörük aile traktör kullanıyor. Fakat bu durumdan hoşnut değiller. Develer satıldıktan sonra bereketin de kalmadığını söylüyorlar. Ayrıca, traktör mazot yaktığı için sürekli para harcatıyor. Paranın da ötesinde deve zamanında çok uzak yerlere, uzak noktalara konaklayabiliyorlardı ama traktörle yolun gittiği yere kadar konaklayabiliyorlar artık. Yörükler yurtlak alanları seçerken, genelde önceden konulmuş bir yurt alanına yerleşmeme geleneği vardır. Kendilerine yeni bir konaklayacak yer yapma, yerleşilen alanın da temiz olmasına dikkat etme, önceden kalkan kişilerin mikrobu olmamasına dikkat edilirdi. Şimdi durum öyle değil tabi traktörle gidilip gelindiğinden böyle bir lüksleri kalmadı. Herkes birbirinin yurduna konaklayabiliyor. Çünkü köy alanları genişledi, birçok alan dikim alanı oldu. Tarlalar özellikle bu yaz döneminde ekin olduğu için çok ciddi sıkıntılar var.” Neşeli sohbetlerin yerini kaygılar aldı Tuztaş araştırmaları sırasında Sarıkeçililerin eskiye oranla sosyal yapılarında da bir takım değişmelerin olduğunu gözlemlemiş. Yörüklerin sosyal yönünü uzun süre konuk olduğu zamanlarda gözlemleyen Tuztaş Sarıkeçililer’in sosyal değişimini şöyle anlatıyor;” Yörükler mekânlar genişken beş on çadır halinde birlikte göç edebiliyorlarmış. O zamanlar Yörük erkekleri bir araya gelip yâda akşamları toplanıp ailelerle birlikte sohbet ederlermiş. Genelde çocuklarda bu sohbetin içinde olup ocak dediğimiz ateşin arkasındaki bölümde durup büyükler sohbet ederken onlarda konuşulanları dinlerlermiş.

ERİHA

63

HAZİRAN 2010


Yavaş yavaş konaklama yerleri daralınca birlikte göç etme olanakları da azaldı. Bu duruma rağmen yine de üç dört çadır göç esnasında beraberce birbirlerine destek olmak için gidiyor yolda. Çadırlar kurulduktan sonra erkekler bir araya gelip gündelik konuşmalardan bahsediyorlar daha çok. Bazen askerlik anılarına giriliyor, bazen ufak tefek anılar anlatılıyor. Aslında sarı keçililer çok espritüel insanlardır. Şakalaşmayı çok seviyorlar takılmayı çok seviyorlar.Tabi artık gündelik kaygı çok fazla, ormancı sıkıntısı var. Ormancılar yolda görürse zabıt tutabiliyor. Hatta biz göçerken, ‘burada kalamazsınız’ diye bizi sıkıştırıyorlar. ‘Öbür yurtta ot olacak mı?’, ‘Yazın yurtlarımız neresi olacak?’, ‘O köyün muhtarı bizi konduracak mı?’ gibi günlük kaygılar artık çok şeyin önüne geçmiş durumda.” Daralan yollar küçülen yaylaklar Onlar bu coğrafyanın bir parçası. Doğada yaşanan ne varsa şahittir Sarıkeçililer. Göçer dururlar yıllardan bu yana. Ama ne yazık ki bürokrası Sarıkeçililer’e destek vereceği yerde onlara köstek oluyor. Devlet Sarıkeçililer’i yerleşik yaşama geçirmek için zorluyor. Besledikleri, ekmek kapıları olan keçileri ormana zarar veriyor diye suçlanıyorlar ve ormana girmeleri yasaklanmak isteniyor. Göç yolları üstündeki köylüler de bahçelerine, tarlalarına zarar veriyor gerekçesiyle istemiyor onları. Artık tüm göç yolları daralıyor onlar için. Sarıkeçililer de dertlerini anlatabilmek için “Sarıkeçililer Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği”ni kurmuşlar. Derneğin başkanlığını yürüten Pervin Çoban Savran Sarıkeçililer’in kültürünü savunan, onun yok olup gitmesine gönlü el vermeyen cefakâr bir Yörük kadını. Sarıkeçililer’in içinde bulundukları sorunlara değinen Pervin Çoban Savran sıkıntılarını şöyle dile getiriyor: “Sarıkıeçililer’in en büyük sorunu Orman Yasası. Biz zaten ormanlara çok özen gösteririz. Bizde yaş kesen baş keser derler. Biz de çocuklarımıza terbiye verirken, yeşil dallara vurmamalarını söyleriz. Aslında ormanda bazı yerler, dönüşümlü otlatılacak alanlar olarak belirlenirse bizim sorunumuz da çözülmüş olacak. Bazı çıkarcılar, rant elde etmek isteyenler, bizi sürekli suçluyor. Oysaki biz ormanları herkesten çok koruruz. Biz bu ülkenin kültürel değerleriyiz, bize sahip çıkılması lazım. Atatürk bile, ‘Dil ve tarih yok olursa her şey biter, millet yok olur.’ Demiştir. Anadolu da yaşayan Sarıkeçililer yok olursa şunu iyi bilin ki doğa da, çevre de, orman da yok olur. Çünkü, Yörüklerin girmediği yerde ağaç kesimi çok kolay olur.

ERİHA

64

HAZİRAN 2010

Arş. Gör. Hilal Tuztaş


ERİHA

65

HAZİRAN 2010


ERİHA

66

HAZİRAN 2010


Çünkü parası olan ormana golf sahası açıyor, otel açıyor. Yörükler işte bunları koruyor. Sarıkeçililer sürekli göç eder, hareket eder. Neden sabit değildir biliyor musunuz? Çünkü, biz doğa yenilensin diye, doğanın dengesini bozmamak için hep göçeriz. Hep aynı yerde kalırsak, doğa kendini yenileyemez. Biz, aslında doğaya faydalı olan doğa bilimcileriz. Bizim en küçük çocuğumuzdan başlayıp en yaşlımıza kadar bunların başlı başına incelenip araştırılması ve bizim doğa bilimcisi olduğumuzun kanıtlanması lazım.” Savran’ın,da dediği gibi “Sarıkeçili demek özgürlüğüne düşkün bir topluluk demektir”. Keçisi de, küçüğü de, büyüğü de, kadını da, erkeği de dâhil kimsenin boyunduruğuna girmeden özgürce hayatını sürdürebilme çabasında olan özgürlüğe düşkün insanlardır Sarkeçililer. Atatürk bile onların bu özelliklerini şu sözlerle takdir etmiştir: “ Ey ağalar, beyler. Şöyle Toroslara çıkın bakın, nerde bir kara çadır görürseniz ve dumanı tütüyorsa dünyada hiçbir güç bizi yenemez.” Tam bin yıldır bu göç devam ediyor. Önde koyunlar, keçiler, arkada Sarıkeçililer… Yollar değişti, dağlar patika oldu, patikalar yol, yollar asfalt… Bir tek onların kaderi değişmedi. Eskiye nazaran göç zor artık onlar için ama ellerinden başka işte gelmeyeceğinden atalarından yadigâr olan bu geleneği bırakmıyor Sarıkeçililer. Ne kadar zor olursa olsun, durmuyor, göçüp konuyor Yörükler; Sarıkeçili’nin yayla hasretine kimse karşı koyamıyor.

ERİHA

67

HAZİRAN 2010


{

SÖYLEŞİ

Beton yıgınlarının altında hayallerini yitiren ve kırık kalplerle büyüyen;

ERİHA

68

HAZİRAN 2010


Deprem Çocukları ESRA ÖZDİLİM

AA

Yeryüzü derin bir uykudaydı, gök kızıla boyandığında. Önce uğultular böldü hazin sessizliği, ardından şiddetli bir sarsıntı savurdu minik bedenleri. Toz bulutları altında kararınca dünya, kör karanlıklara açtılar korkuyla gözlerini. Sıkışıp kaldıkları yerden kurtarmak isterken kendilerini, daha küçücük yaşlarında, akranlarından farklı bir mücadelenin içine girmişlerdi. İşte o andan itibaren hiçbir şey eskisi gibi değildi ve yeniden hayata dönmek hiçte kolay olmayacaktı.

ERİHA

69

HAZİRAN 2010


T

arih: 17 Ağustos 1999. Saat: 03.02. Yer: Gölcük, Yalova, Değirmendere, Adapazarı, Bursa… Güneşli bir güne uyanmak için yatan ama zifiri karanlıklarda boğulan on binlerce yürek… Yerle bir olmuş kentler ve yüzyılın en amansız felaketlerinden biri: Marmara Depremi. Derin karanlıkları yaran boğuk haykırışlar ve yükselen acı yankılar... Gün ağardıkça büyüyen felaket ve tutunmak için bir el arayan sahipsiz deprem çocukları… On dört yaşındaki Bahar ve dört yaşındaki kız kardeşi enkaz altından çıktığında, henüz depremin üzerinden on beş dakika geçmişti. Bir yandan “Kardeşim öldü! Abim öldü!” diye çığlıklar atarak ağlayan Bahar, diğer yandan elleriyle toprağı yarıyor ve babasının “Yavrularım neredesiniz ?” diye haykıran sesine ulaşmaya çalışıyordu. Bahar babasına ulaştı, annesine de. Ancak abisi ve on bir aylık minik kardeşini bir daha göremedi. ERİHA

70

HAZİRAN 2010

Bahar bugün yirmi beş yaşında bir genç kız ve on bir yıl önce yaşadıklarının onda yarattığı travmayı kim tahmin edebilir ki. İsmail ise dünyası karardığında henüz beş yaşındaydı. O minik bedeni tam altı gün soğuk beton yığınlarının altında kaldı.7. gün enkazdan çıkarıldığında gözlerine gölge düşmüştü İsmail’in, tepkisiz ve ifadesiz öylesine bakıyordu etrafa. Daha anlamamıştı olup biteni. Ama asıl felaket annesi dışında bütün ailesinin yok oluşuydu ve İsmail henüz ölümün ne almama geldiğini dahi bilemeyecek kadar küçüktü. İsmail bugün on altı yaşında bir delikanlı ve biz bilmiyoruz o zor günlerde neler yaşadı, depremin ondan aldıklarının acısını nasıl atlattı. Eser depremden

birkaç saat önce tartıştığı babasının göçükten çıkarılmasını beklerken döktüğü kanlı gözyaşlarını, minik Güvenç ise molozların altından çıkarıldığında döktüğü sevinç gözyaşlarını üzerinden yıllar geçince unuttu mu dersiniz? Bu çocuklar 17 Ağustos felaketinde, televizyon ekranlarından tüm Türkiye’nin hafızasına kazınan görüntülerde yer aldı. Peki ya göremediklerimiz? “Sesimi duyan var mı?” çığlıklarına kulak veremediğimiz, acılarını duymadığımız diğer deprem çocukları…


Anne- babasını toprağa gömmek… Depremin getirdiği en tarifsiz acıdır yakınlarını kaybetmek. Büyük travmalara onarılması güç acılara yol açar. Tek bir gecede anne ve babasını kaybetmiş olan bir çocuğa ne anlatsanız ‘boş’tur. Küçük bedeniyle karşı koyar herkese, ölmediler, diye. Yaşananları anlayamayacak kadar küçük olanları da vardır elbette. Deprem olduğunda henüz dört yaşında olan Tuğba Morgül gibi. Deprem esnasında çocuklarını kurtarmaya çalışırken vefat etmiş Tuğba’nın annesi. “Deprem gecesi büyük bir sarsıntı ve unutulmaz çığlıklarla uyandım. Anneme seslendim defalarca. Büyük haykırışlar içinde tek söylediğim kelime anne oldu. Fakat annemi son gördüğümde bulunduğumuz odanın girişinde, kirişin altındaydı. Daha anneme ne olduğunu anlayamadan babamın kollarını vücudumda hissettim. Kardeşimi ve beni hayatı pahasına dışarıya çıkardı.” İlk birkaç gün neler olduğunun farkında değildi Tuğba ve minik kardeşi. Anneleri ortalarda yoktu ama bunun acısını daha sonra anlayacaklardı. “Annesizliği ilk başta anlayamıyorsunuz. Anlamaya başladığınızda ise içinize düşen ateşe direnç gösteremiyorsunuz. Minicik bir çocukken koparılıveriyorsunuz. O an en çok ihtiyacınız olan şey bir başkasının elinizden sıkıca tutması. Babamın ve babaannemin desteğini küçümseyemem. Babam ikinci defa evlenirken dahi küçük, anlamaz demeyerek bizi dışlamadı ve fikirlerimize her zaman değer verdi. Küçük kardeşime de bana da gösterdikleri emeğe minnettarım.” Tuğba bugün on beş yaşında bir genç kız, aradan on bir yıl geçse de annesine duyduğu özlem hala bir kor gibi içinde. “Annemi bazen çok arıyorum. Yokluğunu bütün hayatım boyunca hissettim” diyor ve ekliyor Tuğba: “Psikolojik destekte aldık kardeşimle beraber. Geriye dönüp baktığımda küçücük yüreklerimizin enkazlarını tüm bedenimde hissediyorum. Atlatma süreci sıkıntılı olsa da başarmaya çalışıyoruz. Şimdi daha temkinli ve daha ürkek sürdürüyoruz hayatımızı.” “Ailem her şeyimdi, şimdi yoklar…” Uyumadan önce masal dinlemişlerdi belki annelerinden. Babalarından iyi geceler öpücüğü almışlardı. Mutlu bir tebessümle dalmışlardı uykularına. Aynı gece ellerinden bütün mutlulukları alındı. Ertesi gece bazıları hastanede açtı gözünü, yanında ne masal anlatan annesi, ne de gücüyle övündüğü, onu ERİHA

71

HAZİRAN 2010


öpücüklere boğan babası vardı. Kardeşi de etrafında dolanmıyordu artık. Derdine kimse çare olamazdı. Hastane odasında tüm bunlarla yaşarken akrabaları elini uzattı… Afetin derinden vurduğu çocuklardan biri de Fulya Üstün. O, felaket gecesinde henüz on yaşındaydı ve sarsıntıda yatağıyla beraber kırık bir duvardan caddeye fırlayarak kurtuldu. Fakat ailesi onun kadar şanslı olamadı. Fulya annesini, babasını ve kız kardeşini, tüm ailesini aynı gecede kaybetti. En acı şekilde gördü aile fertlerinin cansız bedenlerini. Büyük bir travmadan sonra yaşadığına şükrediyor Fulya, ailesini kaybetmenin acısını her saniye hissetse de.

Depremden sonra dayısı tarafından himaye altına alınan Fulya bugün yirmi bir yaşında başarılı bir üniversite öğrencisi. Geçirdiği kötü günleri ise şöyle anlatıyor: “Ailem her şeyimdi, şimdi yoklar... Bıraktıkları boşluk hiç dolmadı... Ama akrabalarımın desteğini hiç kaybetmedim ve onlar sayesinde toparlanıp ayağa kalktım. Ruhsal düzelmemi de onlara borçluyum. Akrabalarım ailemin eksikliğini hissettirmediler, kendi çocuklarından ayırt etmediler beni. Fakat artık en ufak bir tıkırtıya bile uyanıyorum. Nerede bir deprem olsa oradaki çocuklar gelir aklıma öncelikle. Acaba o küçük gözleri benim gördüğüm acı sahneleri gördüler mi diye. Midem kasılır, soğuk terler dökmeye başlarım. Depremi en ağır yaşamış olan insanlardan biriyim sanırım.” “İçimden gitmez izleri, unutamam…” “Ölenle ölünmüyor derler” ya, “hayat devam ediyor” diye telkinlerde bulunulur. Hiçbiri kor gibi yanan bir çocuk yüreğin acısını dindirmeye yetmez. Üstelik gözünün önünde kaybetmemişsen sevdiğini, elinden bir şey gelmediği için dövünüşsen hiçte kolay değildir telkinlere kulak vermek. Okumalar, sırt sıvazlamalar, mendil uzatmalar biter ve herkes evine gider. Tasası, geride kalanlara düşer, ateş düştüğü yeri yakar. O, annesini ve kız kardeşini gözlerinin önünde kaybetti. Babası Hüseyin Çalışır göçükteki ailesini kurERİHA

72

HAZİRAN 2010

tarmak için dışarı fırlamış can havliyle bağırıyordu. “Komşular n’olur yardım edin! Karım, çocuklarım ölüyor içerde!” Kimse dönüp bakamadı bile telaşından. Beton yığınlarının altındaki annesini ve kardeşini çıkarmaya ne babasının ne de kendisinin gücü yetti. Vazgeçtiler sonunda haykırmaktan. Canlarından can kopmuştu. Et ile tırnak ayrılmıştı. Bıraktılar çaresiz yarılarını oracıkta. İlknur Çalışır on bir yaşındaydı bunları yaşadığında. Bir kardeşi vardı Narin adında. Annesi ise Nevriye Hanım’dı, ikisini birden kaybetti o korkunç gecede.

Aradan geçen yıllarda neler yaşadığını şöyle anlatıyor İlknur : “İçimden gitmez izleri, unutamam. Çok uzun yıllar geçti üzerinden. Ama annemin benimle enkaz altındaki son konuşmalarını, okuduğu duanın yarım kalışını unutamam. Üzerine düşen sobanın yükünden kurtulamıyordu. O sahne gözlerimin önüne geldikçe aklımı kaybedecek gibi oluyorum. Hala ne yapsam aklımın bir köşesinde annem, kardeşim. Hangi hatıraya rastlasam kocaman bir acı çöküveriyor içime. Babamın bağırışlarını unutamıyorum. O kadar çaresizdik ki... Yardıma gelemeyenlere kızardım önceleri. Sonradan düşündüm, herkes kendi canının peşinde. Kıyamet gibiydi.” Bugün yirmi bir yaşında İlknur, aradan geçen yıllar hayatında neyi değiştirdi diye sorduğumuzda, şunları ifade ediyor: “Şimdi depremde yıkılan evimizin olduğu yerden geçerken düşünüyorum. Ufak tefek sorunları kendime dert etmemeyi öğrenmişim artık. Düşünecek olsam o kadar büyük bir yaram var ki… Geriye baktığımda görüyorum ki acılar fazlaca olgunlaştırmış beni.” “Dehşeti an be an yaşadım…” Ne ölümü bilirlerdi çocuklar, ne de ceset görmüşlerdi o zamana kadar. Fakat depremin ertesi günü ve onu takip eden günlerde istemedikleri kadar cesetle karşılaştılar. Deprem zamanı sekiz yaşında olan Kerem Dumlupınar hafızasına bir mıh gibi kazınan o görüntüleri şöyle anlatıyor: “Çocuklar genelde ölülerden korkutulur. İyi değil diyerek gösterilmez. O yaşıma kadar hiç karşılaşmadığım manzaralarla

karşılaştım afette. Yakın komşularımız enkaz altında kaldı, çıkarılan cesetleri önümüze serildi. İnsan sekiz yaşındayken bir gecede nelerin değiştiğini idrak edemiyor. Sokaklarda üzerlerine battaniye örtülmüş cesetler kaldırımlara taşınmıştı. Stadyumun büyük bir bölümü ceset kaplıydı. Herkes yakınının cenazesinin yanına oturmuş ağlıyordu.

Merkezde kokudan yürünmüyordu. Morglar yetmemiş, buzhane fabrikalarındaki yiyecekler boşaltılıp ceset doldurulmuştu. Hiçbir akrabamı depremde kaybetmedim fakat dehşeti an be an yaşadım. Gerçekten mahşer vakti tasvirlerine uygun bir görüntüydü.” Kerem depremin şanslı çocuklarından, ailesi onun elini hiç bırakmamış ama o, felaket günü tutunacak bir anne eli bulamayan diğer çocukları hala derin bir acıyla hatırlıyor, çocuk kalbi hiç unutamıyor olanları… Ne okul kaldı ortada, ne de derslik Afette yitirdiklerimize dalarak küçücük yürekleri korkuyla sallanan çocuklarımıza yeterli ilgiyi gösteremedik belki de. Ama onlar en az yetişkinler kadar büyük hayretlerle izledi depremi ve sonrasında gelişenleri. Sadece ruhsal çöküntüler yaşamadılar, zaten yıpranmış olan yürekleri okul vakti geldiğinde bir kez daha zedelendi. Ne okul vardı orta ne derslik, ne kitap vardı okuyacak ne kalem vardı yazacak. Deprem zamanı sekiz yaşında olan Ayşenur Demirbaş bu durumla ilgili; “Depremden sonra okulumuz hasar gördüğü için eğitim yılı zaten zamanında başlayamadı. Yeni yapılmış okullara taşımalı eğitim uygulandı. Uzak okullara öğrencileri götürmek zor oldu. Eski okulumuzun bahçesine büyük çadırlar kuruldu, montlarla, sobayla ders gördük. Sekiz yaşında bir çocuk için etrafının yerle bir olması belki bir oyun, belki de gelip geçici bir şey gibi görünebilir. Ama olanları idrak ettikten sonraki ruhsal çöküntü sürecini atlatmaya yardımcı bir kurumun olması şarttı. ‘Hayat Mahallesi’ adında bir yer kuruldu. Bilgisayar, resim, el işi, müzik gibi alanlarda yaş gruplarına


göre eğitim aldık. Çocuğu çocuk yapan oyunlar oynamak, sıkıntılarının aynı olduğu, paylaşabileceğin akranın çocuklarla beraber vakit geçirmek terapi gibiydi. ‘Eğitim Gönüllüleri’ne ne kadar teşekkür etsek az” diyor. Şuan on dokuz yaşında olan Ayşenur soğuktan ellerinin kasıldığı ve kalem tutamadığı zamanları unutamıyor. Her şeye ve o günün tüm imkânsızlıklarına inat bugün üniversite sıralarında oturduğu için ise şükrediyor. Eğitiminin temel taşlarından biri olan ilköğretim döneminde depremi yaşayan bazı çocuklarsa odaklanma problemleri yaşamışlar. Bu zarardan muzdarip olan Kerem Dumlupınar; ‘İlk başlarda okul yok, ev yok, çadır var, aile perişan, çocuklar kendilerine bir meşgale arıyor haklı olarak. Bu açığı gönüllülerin aktiviteleri kapattı ve zorlu bir süreci kolayca atlatmamızda çok büyük bir rol oynadılar.

Fakat depremden kısa bir süre sonra ailemden dolayı yer yurt değiştirme meselesi ortaya çıktı. Birkaç okul değiştirmek zorunda kaldım. Adapte olmakta zorlandım. Şu an üniversite okuyorum. O günlere dair anılarım parça parça. Çeşitli yerlerde insanların ne kadar büyük acılar yaşadıklarına şahit oldum. Allah bir daha göstermesin.” Diyor. “Ülke özlemini hatıra bıraktı deprem bize” Bir de tek gece de hayatları alt üst olan ve kendilerini tamamen başka bir şehir veya ülkede bulan çocuklar var. Oyun oynadığı sokaktan, beraber düşüp dizlerini kanattığı arkadaşlarından ayrılan çocuklar… Onlar hem depremin acısını, hem de uzaklaşmak zorunda kaldıkları memleketlerinin, hasretlerine dayanamadıkları sevdiklerinin acısını çekmek zorunda kaldı. Gurbet çekti, özlemle andı geride kalanları çok uzaklarda. Tıpkı depremden sonra o felaket tablosuna dayanamayarak Amerika’ya kaçak yerleşen Nazlı Aşkın ve ailesi gibi. Başka ülkeye kaçak giderek göze almışlardı içlerinde gitgide büyüyen gurbet acısını. Çare yok gibiydi o zamanlar. Ne geri dönebiliyor ne de orada kalabiliyorlardı. Deprem olduktan sonra memleketinde yaşanan acıya dayanamayan ve dü-

zenini oturtamayan aile hiç tanımadıkları bir ülkede daha zor şartlarda bir düzen kurabilmişti. Akrabalarından yıllarca uzakta kalan Nazlı Aşkın: “Depremin etkilerini unutmak çok zordu ama daha zoru nineye, dedeye, amcaya, teyzeye geride kalan tüm akrabalara duyulan özlemdi. Memleketimizi bırakmak, akrabalarımızdan kopmak hiç kolay olmadı. Çok zor günler yaşadık. Kaçak gittiğimiz için girişte yapamıyorduk ülkemize. Akrabalarımızla yalnızca kamera telefon gibi teknolojik aletlerle görüşebiliyorduk. Kendi dilimizi konuşan insanlardan, özellikle arkadaş çevremizden kopuk yaşamak inanın çok kolay olmadı. Önce dil öğrendik, okullara sonradan devam edebildik. Ülke özlemini hatıra bıraktı deprem bize.”

Diyor ve depremin ona öğrettiklerini şöyle özetliyor: “Hayatımda bu kadar büyük bir değişikliğin sebebinin sadece bir gecede gerçekleşmesi, yaşamıma değer verme yetisini kazandırdı. Farklı hırslarıma kendimi kaptırmıyorum artık.” “Gençlerin yas tepkileri ile baş etmeleri zor” Yalova Rehberlik ve Araştırma Merkezi yetkilisi Prof. Dr. Nesrin Hisli Şahin depremin çocuklar ve gençler üzerinde yarattığı etkiyle ilgili olarak şu bilgileri verdi: “Deprem gibi doğal bir afette çocuklar ve aileleri, depremin yol açtığı yoğun korkuların yanı sıra farklı türden kayıplar yaşarlar. Evlerini, eşyalarını, sevdiklerini ve alıştıkları düzenli yaşam tarzlarını kaybedebilirler. İnsan için her önemli kayıp bir travmadır ve üzüntü, öfke, suçluluk, pişmanlık gibi bir dizi duyguya yol açar. Bunlar normaldir ve başlangıçta acı verici olmasına rağmen sağlıklıdır. Kaybedilen kişi, çocuk ya da gencin yaşamında ne denli önemli ise tepkiler de o denli yoğun olabilir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, gençlerin kayıp karşısındaki tepkileridir. Gençler, travmatik kaybın yarattığı sorunları ya anne babalarından ve diğer yetişkinlerden tamamen koparak çözmeye çalışırlar ve kendilerine aşırı güven gösterebilirler ya da tam tersine çevrelerindeki yetişkinlere tümüyle bağımlı hale gelebilirler. Deprem gibi felaketlerde pek çok çocuk ve ergen hem felaketi

hem de kaybı birlikte yaşar. Böylesine ani ve travmatik bir kayıp yaşayan gençlerin, yas tepkileriyle baş etmeleri daha zordur. Çünkü böyle bir durumda yas tepkisi, travma yüzünden normal bir seyir takip edemez. Çocuk ve ergenin zihni, çok uzun bir süre kayba yol açan olayla ve koşullara ait trajik anılarla meşgul olur.” Deprem çocukları büyüdü… En az büyükler kadar sıkıntı çekti deprem zamanı çocuklar, ufacık bedenlerinde koskoca bir yükü taşımanın zorluğunu üzerlerinden atamadılar.

Kör karanlıklarda derin yalnızlıklar yaşadılar, ruhları daraldı sessiz çığlıklar attılar. Kimi anasını yitirdi, kimi babasını, kimi dedesini, kimi ninesini. Ablasını, abisini, kardeşini kim bilir belki de hepsini kaybetti. Ya da evinden, ruh sağlığından oldu. Okulundan, sırasından geri kaldı. Belki arkadaşından, memleketinden kaçtı. Belki de kolunu, bacağını bıraktı enkaz altında… Küçücük yüreklerinde büyük yaralar açıldı. Depremden on bir yıl sonra bugün, deprem çocukları büyüdü. Kimi evlendi, kimi üniversiteye girdi, kimi askere gitti. Zorda olsa hayatlarına devam ediyorlar, yeni düzenlerini eski yıkıntıların üzerine kurmaya mecburdular. Her şeye rağmen tutunmaya çalışsalar da hayata, küçük bir sarsıntıda hepsinin gözünün önünde aynı görüntü canlanıyor, nerde bir deprem olsa aynı acılar yeniden depreşiyor. O günleri unutmuyorlar, unutulsun istemiyorlar. Çünkü yaşadıkları bu eziyet onların suçu değildi. Büyükleri onları hiç düşünmemiş, kendi menfaatlerine göre hareket etmişti. Tek suçlu onlardı, çocuklarının geleceklerini hesap edemeyen, onları minicik bedenleriyle mahşer yerinin ortasına terk eden büyükler… Afetin üzerinden yıllar geçse de, Yalova’daki deprem anıtının etrafında her yıl toplanıyor depremzedeler. 16 Ağustos’u 17 Ağustos’a bağlayan gece depremin gerçekleştiği saat olan 03.02’de mevlit okutuluyor ve depremde kaybedilenler anılıyor. ERİHA

73

HAZİRAN 2010


{

HABER

Toz beyaz

YAŞAMLAR

Ülkemizde uyuşturucu kullanma yaşı hızla düşerken bağımlıların sayısı da her geçen gün artış gösteriyor. Alınan tüm önlemlere rağmen, uyuşturucu kullanımı bir virüs gibi gençliği tehdit ediyor. BÜNYAMİN GÜLTEKİN

ERİHA

74

HAZİRAN 2010


K

imi zaman arkadaş çevresi, kimi zaman ise yersiz merakları sonun başlangıcı oluyor onlar için… Hayata atılmaları gereken ergenlik çağlarında gençler ölümü çekiyor içlerine; kimi solunum yoluyla kimi de damarlarına şırınga yardımıyla enjekte ederek. Hayatlarının baharında kışı yaşıyorlar ardından. Bu durum, genellikle hiç bitmeyen bir kışa dönüşüyor. İlk önce ailelerinden kopuyorlar, sonra ideallerinden ve geleceklerinden… Onca kayıp sonrasında gençler, hayat sahnesinde kendilerine uygun rol bulmakta zorlanıyor. Beyaz zehrin esiri olan genç beyinler, uyuşturucu tacirlerinin de para hırsı bürümüş gözlerinde sadece ticari bir çıkara dönüşüyor. Her şey merakla başlıyor Madde kullanımına başlayanların en yaygın özellikleri aile yapılarının genellikle sorunlu olması. Kolay yoldan hazza ulaşmak, yanlış arkadaş çevresi ve yersiz merak da gençleri uyuşturucuya yönlendiren diğer etkenler. Çoğu kişi madde kullanımına çok küçük yaşlarda başlıyor. Serhat A. da daha 14 yaşlarında tutulmuş bu illete. Arkadaşlarının yanlarından eksik etmedikleri uyuşturucuyu, bir gün ona da uzatmaları ile Serhat da bu çarkın içine dahil olur. Serhat, merak ettiği uyuşturucu maddeyi ilk önce çevresine uyum sağlamak için kullanır ve sonra alışır: “İlk kullandığımda ağır gelmişti, öksürüyor ve içmekte de zorlanıyordum. Yine de bırakamadım, devam ettim. Çünkü herkes kullanıyordu. Kullanmadığımda kendimde bir eksiklik hissedeceğimi sanıyordum neredeyse.” Erciyes Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Oltan Evcümen, gençlerin yoğun olarak uyuşturucu maddeye başlama nedenini gösteren bu örneği şöyle yorumluyor: “Ergenlik döneminde gençler grup halinde yaşar. Akran grubunda normlar çok önemlidir. Eğer kişinin içinde bulunduğu toplum madde kullanıyorsa kişi sadece

o toplumda kalabilmek için madde kullanacaktır. Eğer kişinin içinde bulunduğu toplum tarafından bir madde meşru olarak kabul ediliyorsa, kişi tarafından da meşru kabul edilecek ve zararları bilinmeksizin kullanılmaya devam edilecektir.” Uyuşturucu bağımlılarının kullandığı maddelerin başında esrar geliyor. Esrarla başlayan uyuşturucu kullanımı ardından daha yüksek düzeyde uyuşturucu içeren eroin, kokain ve Extacy gibi maddelerle devam ediyor. Nitekim Serhat da uyuşturucu maddeye esrarla başlamış ve daha sonra diğerlerine yönelmiş. Serhat kısa bir dönem ailesinin telkinleri sayesinde uyuşturucudan uzak durmuş ve evlenmiş. “Babam uyuşturucu maddeyi bırakırım umuduyla beni evlendirdi. Ama daha sonra uyuşturucu maddeye tekrar başladım. Evliliğimi, hem aileme hem de eşime zehrettim. Evliliğim sırasında, çocuğuma babalık yapmaktan aciz hale gelmiştim. Doğan çocuğumun ilk iki yılında, ondan habersiz gibiydim. Çünkü ben, çocuğum ve eşim olarak uyuşturucu maddeyi yeğlemiştim. Anne ve babamı üzüyor, hakaretler ediyordum. Etrafımdaki insanlardan şiddeti eksik etmiyordum. Düşündükçe kendimden utanıyorum.” 7-8 yıl boyunca yaşamını bu şekilde devam ettiren Serhat kullanıcısı olduğu maddenin satıcısı durumuna gelmiş daha sonra. Uyuşturucu madde’nin kuryeliğini yaptığı sırada, polisle girdiği kovalamaca sonucunda yaşadığı korku maddeden uzaklaşmasının başlangıcı olmuş. Ama artık ailesini yitirmiş biridir. Geçmişindeki kara lekenin izlerini silmek ve yitirdiklerini; öncelikle eşini ve çocuğunu tekrar kazanmak için esiri olduğu maddeye karşı şimdiler de mücadele veriyor. “Uyuşturucu alabilmek için insanları gasp ettim” Serhat gibi uyuşturucu maddeyi zaman zaman bırakma eğiliminde bulunanlar var. Ama herkes Serhat gibi şanslı olmuyor. Erhan K. 17 yaşlarında uyuştu-

rucuya başamış. Onun ilk tercihi de esrar olmuş. Şu an 22 yaşında olan Erhan, birkaç kez tedavi olmaya çalışsa da, her defasında tedavisini yarım bırakmış. Ailesinin büyük desteklerine karşın esiri olduğu maddeden kendini kurtaramamış. Halen uyuşturucu kullanıyor olsa da şunları söylüyor umutsuz ve üzgün bir şekilde: “ Ailem bana daima destek oldu. Ben ise desteklerine karşılık onları daima üzdüm. Maddi manevi tüm desteklerini benim için seferber ettiler. Bende en sonun da bırakamayacağımı anlayınca evden kaçtım ve ailemden uzaklaştım.” Sokaklarda yaşayan Erhan K. maddeyi alabilmek için karşılığında maddenin satışını yapıyor. Kimi zaman da sadece uyuşturucu parası bulmak amacıyla için insanları gasp ettiğini söylüyor utanarak. “Biliyorum yaptığımın haklı görülecek, savunulacak bir yanı yok. Bazen uyuşturucu madde almak için elimde para olmadığından insanları gasp ettiğim oldu. Sadece birkaç defa…” Kayseri Yeşilay Derneği Yönetim Kurulu Üyesi göğüs cerrahı olan Dr. Atalay Şahin sıklıkla karşılaştığı bu tarz vakaları şöyle değerlendiriyor: “Bağımlı olan kişi maddeyi bulabilmek için, önce elindeki mevcut parasını bitirir. Parasını bitiren kişi yakınlarını kandırmaya başlar. Masumane yalanlar söyleyerek yakınındaki insanlardan para istemeye başlar ve aldığı parayı kullandığı maddeye verir. Günü kurtarmak adına hırsızlık yapmaya başlar ve aldığı parayı maddeye yatırır. Bazen ise bu imkânlardan hiçbirine ulaşamamışsa gasp ve adam öldürmeye kadar gidebilir.” Erhan K. bu aşamalardan geçmeden tek çare olarak gasp yolunu seçiyor. Daima ölüm ile burun buruna olmasına rağmen, o u duruma aldırış etmiyor. Belki de kendince ölümü kurtuluş olarak görüyor. Her şeye rağmen yeni yetişen neslin kendi hayat hikâyesinden ders alarak bu batağa sürüklenmemesini istiyor. Belki de bizimle bu kadar içten sohbet etmesinin altında yatan esas neden bu…

ERİHA

75

HAZİRAN 2010


{ Sosyoloji Bölümü Öğr. Gör. Oltan Evcümen

Medya madde bağımlılığını tetikliyor Dr. Atalay Şahin’e göre gençlerin, sanatçıların yaşam tarzlarına özenmeleri, onları uyuşturucuya yönlendiriyor. “Özellikle sanatçılar sahneye çıktığında korku ve heyecanlarını dindirmek için uyuşturucu maddeye başvuruyorlar. Bu şekilde sahnede çıktıkları kalabalık kitleler önünde daha rahat hareket ediyorlar. Ünlülerin madde kullanımına yönelimleri son zamanlarda çıkan haberler ile ortada… Bazen sahnede aldıkları ufak dozların yanında satıcılığını bile üstlenenler var. Bu tarz haberler bazen gençler üzerinde olumsuz etkiler yaratabiliyor. Ünlülerin medyatik yaşamlarına özenen gençler, idol olarak belirlediği sanatçının yanlış da olsa yönelimlerine uyabiliyor.” Madde bağımlısı gençlerin aileleri tarafından kendilerine getirildiğini söyleyen Şahin, son zamanlarda özenti dolayısı ile bağımlılığın artığından dem vuruyor. Bunun en büyük suçlusu olarak da medyayı görüyor. Şahine göre, özellikle film ve dizilerde sonuçları düşünülmeden gençlerin önüne sürülen özgür yaşama biçimi ve aykırılık, gençleri son derece olumsuz etkiliyor. Özellikle de ailesinden uzaklaşan üniversite öğrencilerinde bu tarz ERİHA

76

HAZİRAN 2010

özenmeler daha fazla oluyor. Şahin üniversite öğrencilerine yönelik çalışmalarla bu tehlikenin önüne geçmeye çalıştıklarını söylüyor. “Biz Kayseri Yeşilay Derneği olarak çeşitli öğrenci yurtları ve fakültelerle anlaşarak gençlerin bu yanlış yönelimlerinden uzak durmaları için uyarılarda bulunuyoruz. Elimizden geldiğince gençleri bu kötü alışkanlıklardan uzak tutmaya çalışıyoruz. Verdiğimiz eğitimler, gençlerimize uyuşturucu maddeye karşı bir kalkan görevi görüyor.” Bağımlıların büyük bir kısmı erkek Yapılan araştırmalara göre, maddeye bağımlı olanların büyük çoğunluğu erkek. Kayseri Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlar Şubesi, 2005 yılından 2010 yılına kadar yapılan operasyonlar neticesinde madde kullanımı ile ilgili olarak yakalanan şahısların büyük çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğunu teyid ediyor. Benzer araştırmalar, madde bağımlılığının Türkiye’de giderek tehlikeli bir noktaya ulaştığını ortaya seriyor. Uyuşturucu kullanımı sonucunda artık Türkiye’de de ölümlü vakalar meydana geliyor. Emniyet Müdürlüğünün verdiği

resmi verilere göre, ülkemizde 2007 yılında 51 kişi madde kullanımına bağlı ölürken, bu rakam 2008’de 147’ye yükselmiş. 2009’da madde bağımlılığına bağlı ölümlerin sayısı yılın son üç ayına girmeden 160 olarak kayıt altına alınmış. Bunun 18’i kadın, 142’si erkek. Ölenler arasında 14 yaşında olanlar da var. Ölümlerin en çok meydana geldiği yaş grubu ise 25–35 arası. Öğretim Görevlisi Oltan Evcümen bu olumsuz verilerin önüne geçilmesi için alınması gereken önlemleri şöyle sıralıyor: “Gençlerin maddeye yönelmesini önlemek için gerekli sosyal tesislerin oluşturulması gerekli. Yeni uğraş alanları açamazsak madde bağımlılığı artacak gibi görünmekte. Bu nedenle yapmamız gereken gençleri aktivitelere yönlendirerek onların yetenek ve becerilerini değerlendirmek gerekir. Aksi taktirde, uyuşturucu ve madde bağımlılığı gençlerimizi daha çok etkileyecek. İnsanlar belli aktivitelere yönelmeleri gerekir. Farklı alternatifler sunamazsak onlar maddeye yönelirler. Farklı alternatifler sunarsak seçme şansları olacak ve becerilerini geliştirebilecekler. Madde kullanımı Tamamen yok olmasa da ülkemizi tehdit edecek kadar bir düzeye gelmeyeceğini düşünüyorum.”


{

YAŞAM

Bir süpürge teliyle sabrı örmek İBRAHİM ARSLAN

ERİHA

77

HAZİRAN 2010


Sabrı ince ince nakşetmektir onlar için süpürgecilik. Sabırdır, sebattır ve en sonunda ulaşılacak olan nimete giden yoldur çaresiz. Sevgiliye verilen bir buket gülü okşarcasına, demet demet dizilmiş süpürge tellerine saygı duymaktır. Batan güneşin çehrelere vuran kızıllığı altında akan bir sızım alın terinin döküldüğü kutsal meslektir onlar için. Çatlamış el derilerinin, nasır tutmuş parmakların ardında severek yapmak tek şartıdır bu işin.

S

üpürgecilik Samsun’un Çarşamba ilçesinde yüzlerce ailenin geçim kaynağı. Öyle ki Çarşamba’ya bağlı Alibey köyünün tüm halkı bu işle geçimini sağlıyor. Köy’de birçok süpürge atölyesi mevcut. Süpürgecilik bu köyde kimi için tek gelir kaynağı, kimi için ise bir türlü denkleştirilemeyen aile bütçesine katkı sağlayan ek bir iş. Her ne şekilde olursa olsun, bu köyün insanları süpürgecilikle karınlarını doyuruyor ve yarınlarını da bu ince teller üzerine inşa ediyor. Yaz başında tarlalara ekilen süpürge tohumları sonbaharda süpürge yapımına uygun hale gelince hasat edilmesiyle başlıyor köylünün koşturmacası. Tarladan hasat edilip tohumları dökülen süpürgelik demetleri, evlerin bahçesinde yığınlar halinde istifleniyor. Sonra şirin köy evlerinin hemen yanı başında bulunan süpürge atölyelerinde sabrın işlenişi başlıyor. Tam yetmiş yıldır bu köy süpürgecilik sayesinde ayakta duruyor. Karadeniz’de süpürgecilik ilk defa Alibeyköyü’nde başlamış. Yetmiş yıl önce Alibeyköy’de yaşamış olan Hacı Rahim Özdiç tarafından köye getirilmiş. Hacı Rahim süpürgenin tohumunu Edirne’den getirmiş ve tarlasına ekmiş. Zamanla süpürgelikler olgunlaşmış ve süpürge hasadını yapmış. Başta pek kimse ilgilenmemiş onun ne ekip ne biçtiğiyle. Süpürgeliklerin tohumlarını döktükten sonra kimsenin görmediği kapalı bir yerde bunları örmeye başlamış Özdiç. Kimsenin görüp öğrenmesini istememiş zanaatını; bu yüzden de gizli kapaklı yapmış süpürgeciliğini. Ancak zamanla yanına giden ziyaretçiler süpürgenin nasıl yapıldığını ondan öğrenmişler ve onlar da bu işi yapmaya başlamışlar. Böylelikle süpürgecilik ilk önce Hacı Rahim’in yakın akrabalarına, oradan da tüm Çarşamba’ya yayılmış. Elli koca yıl; bıkmadan, usanmadan Genci, yaşlısı, kadını, çocuğu herkes süpürgecilik yapıyor Alibeyköy’de, bıkmadan, usanmadan. Bir buket çiçek misali tuttukları süpürge tellerini kıvrak el hareketleriyle bağlayıp bir sonraki aşamaya hazır hale getiriyorlar sabırla. Yaşlı teyzeler çalışmaktan nasır turmuş elleriyle süpürgelerin sap kısımlarını örerken, erkekler telle bağlama ve ip ile sağlamlaştırma işini yapıyorlar. İçlerinde bu işi elli yıldır yapan ustalar bile var. Yarım asrı deviren bu koca çınarlardan biri, Mustafa Çakır. Tam elli yıldır bu mesleğin içinde kendisi. Sadece Çakır değil, ailesi de yıllardır bu işin içinde. Bıkmadan usanmadan her süpürgede tekrar tekrar örülen sabrı şöyle kelimelere döküyor: “Babamızdan görüp öğrendik bu mesleği. Zamanla elektrikli

ERİHA

78

HAZİRAN 2010

süpürgelerin piyasaya çıkmasıyla tel süpürgelere olan rağbet azalmış olsa da biz ekmeğimiz uğruna getirisi oldukça az olan bu mesleğe devam ettik.” Bu işi uzun zamandır yapan bir diğer kişi ise Adem Sezgin. Adem Sezgin uzun yıllar kamyon şoförlüğü yaptıktan sonra emekli olmuş, ancak aile mesleği olan süpürgeciliği bırakmamış. Bugün çocukları ve torunlarıyla birlikte süpürge yapmaya devam ediyor. Kendisini, örülen süpürgelerin ucunu düzeltmek için yapılan kırpma tezgâhının başında görüyoruz. Süpürgeye son rötuş bu bölümde veriliyor. Yılların ustalığıyla Sezgin, eline aldığı süpürgeyi bir sanat eserine bakarmışçasına dikkatle inceliyor ve tezgaha yatırıyor. Süpürgenin uzun olan tellerini makasın altına yatırdıktan sonra yumuşak bir hamleyle indiriyor makasın bıçağını süpürgenin saçlarına. Tel tel dökülüyor makasın ağzından süpürgenin uzun saçları. Bir süpürge daha doğmuş oluyor Adem Sezgin’in kucağına. Hemen ardından bir diğeri daha geliyor dünyaya. Sürüp gidiyor bu fasıl böylece. Üç kuşak aynı atölyede Adem Sezgin’in atölyesi üç kuşaktır aile içinde süpürgecilik yapılan tek atölye olması dolayısıyla ayrılıyor benzerlerinden. Adem Sezgin, oğlu Süleyman Sezgin ve torunu Sezer karşılıklı örüyorlar sabırlarını. Meslekler aynı, kaderler aynı bu atölyede. Babası gibi kamyon şoförü olan Süleyman Sezgin 1978 yılından beri bu işin içinde. Oğul Sezgin; “Bu işe başladığımda Sezer’in yaşından daha ufaktım. 32 yıldır bu işi yapıyorum. Asıl mesleğim kamyonculuk olmasına rağmen sefere gitmediğim zamanlarda aile bütçesine biraz daha katkı sağlamak adına uğraşıyorum süpürgecilikle” diyerek açıklıyor burada olma nedenini. Yarı açık kapıdan atölyenin içine sızan ışığın ortamda oluşturduğu loş görüntü saklıyor yüzündeki yorgunluğu. Kamyon şoförlüğünden elde edilen paranın geçimlerine yetmediğini, isteseler de istemeseler de ekmekleri uğruna bu işi yapmak zorunda olduklarını anlatıyor. Bu işle uğraşan her bir kişinin dilinde ortak bir kelime var; ekmek. Tüm bu zorlu çalışmaya neden katlanıldığını, kınalı ellerin, pamuk ellerin, neden nasır bağlayıp kurak toprak misali çatladığını anlatmaya yetiyor tek başına. Emeğe değer verilmiyor Bu köyde bir haftada ortalama dört yüz süpürge yapılıyor. Dışarıdan bu miktar oldukça fazla gibi görünüyor ancak emeklerinin karşılığında kazan-


dıkları para yeterli değil. Sabır ve büyük bir dikkatle yaptıkları süpürgelerin para etmediğinden yakınan Adem Sezgin şunları söylüyor: “Elektrikli süpürgelerin ortaya çıkmasıyla bizim işimizde de gözle görülür bir azalma oldu. Bu da süpürge piyasasını oldukça etkiledi. Artık yaptığımız süpürgeler para etmiyor. Bir hafta boyunca çoluk çocuk hepimiz bu atölyeden dışarı çıkmıyoruz. Hele bu güz mevsimi olunca gecelere kadar çalışıyoruz. Ama aldığımız ücret belli. Aldığımız para verdiğimiz emeğe göre oldukça az.” Adem Sezgin bu işin bir pazarı ve piyasası olduğundan bahsediyor ve ekliyor “Salı günleri Çarşamba İlçe Stadı’nın yanındaki alanda süpürgeciler pazarı kurulur. Memleketin her tarafından onlarca alıcı buraya

gelir ve pazarlık neticesinde alışveriş gerçekleşir. Malını satabilen satar, satamayan ise süpürgelerini toptancılara satarak paraya çevirir. Bazılarımızsa, özellikle bizim gibi aynı zamanda kamyonculuk yapan aileler süpürgelerini kamyonlara yükleyerek şehir şehir dolaşır ve malını satmaya çalışır.” Siyasal nedenler büyük bir pazardan etti Adem Sezgin son zamanlarda şehir dışına çıkıp süpürge satmanın da oldukça tehlikeli bir hal aldığından bahsediyor. Birtakım siyasal olaylar nedeniyle süpürgelerinin büyük çoğunluğunu sattıkları Güneydoğu illerine gidemez olmuşlar. Kendisi bu durumu büyük bir üzüntüyle anlatıyor; “Birtakım siyasi olay-

lar nedeniyle kamyonlarımız taşlanmaya başlandı. Bu durum bizi olumsuz derecede etkilediği için bizde rotamızı daha yukarılara, Doğu illerine doğru çevirdik. Zaten çok az kazanıyorduk, birde buna siyasal olayların etkisi karışınca işin içinden çıkamaz olduk. Oysa bizim tek derdimiz ekmeğimizin peşinden koşmak. Başka hiçbir amacımız yok. ” Mahallede hangi evin yanından geçerseniz geçin manzara aynı. Batan güneşin kızıllığıyla aydınlanan atölyeler, nasır tutmuş parmaklar arasında örülmüş süpürge telleri ve umudun kardeşliği beraberce selamlıyor sizleri. Çekilen zorluklar, Anadolu insanının sıcakkanlı bakışlarıyla süslediği tebessümün ardına gizleniyor ve sabırla işliyorlar emeklerini. ERİHA

79

HAZİRAN 2010


{

HABER

Eskiden “ekmek parası”ydı, şimdi ise zenginleşme kaynağı;

Nizip’te kaçakçılığın değişen yüzü BEKİR ÖKSÜZ

50’li yıllarda ülkenin pek çok yerinde ciddi imkansızlıklar hüküm sürüyordu. Ülkenin sınır şehirlerinde içeride aradığını bulamayan insanlar, gözlerini sınır dışına çevirmiş ve diğer ülkelerden mal tedarik ederek yaşam mücadelesi verme yoluna gitmişti. Özelikle sınıra yakın il ve ilçelerde zorunlulukların tetiklediği kaçakçılık, zamanla neredeyse bir meslek haline geldi. Bu yerlerden en önemlisi Suriye’nin sınır komşusu Gaziantep’in Nizip ilçesiydi.

ERİHA

80

HAZİRAN 2010

İ

kinci dünya savaşıyla artan yoksulluk taşra şehirlerini daha fazla etkiledi. Bu şehirlerden biri olan Nizip, Suriye ile olan yakınlığını bir fırsata dönüştürdü ve Suriye’deki bolluğun yanı sıra ucuzluğu da fırsat bilip oradan kendine kazanç kapısı çıkardı. Nizip’te böylece kaçakçılık bir meslek olarak parlamaya başladı. Bu dönemde kaçakçılığa yoğun bir rağbet oldu. Bu iş tüm risklerine rağmen kasabalılara çekici geldi; çünkü eve ekmek götürmenin başka yolu yoktu o zamanlar. Hacı Yavuz da kaçakçılık yolunu tercih eden Niziplilerden. Yavuz 50’li yıllarda başlayan kaçakçılık serüvenini şöyle anlatıyor: “Askerden geldikten sonra başladım bu işe Şimdi aslında ben kaçakçı değilim. Hamal idik biz, yalan değil. Misal Mehmet in işi olur yüklenir gideriz, Bekir’in işi olur yüklenir gideriz. Bunlar işin büyükleri işverenleri biz işçileriydik. Böyle kaçakçılık yaptık şimdi biz fakirdik senin işin olur gideriz onun işi olur gideriz.” Suriye’ye gidip temel ihtiyaç malzemeleri yanı sıra süs eşyaları getirdiklerini dile getiren Yavuz şöyle devam ediyor sözlerine: “Suriye ye gider kumaş, İnci, Boncuk, Un, Şeker, getirir, giderken de fıstık götürürdük atlarla. 10 at falan götürürdük sınırın öte tarafına.O zamanlar kaçakçılık at sırtında yapılırdı. Tabi biz maraba olduğumuz için, biz ata binemzdik, başımızda kim varsa o ata binerdi. Genellikle fıstık götürür, kumaş, şeker getirirdik. Şimdi kumaş şeker vs. değersiz ucuz şeyler ama Türkiye de yoktu o zaman. Dolayısıyla da kaçakçılık vazgeçilmez oluyor haliyle. O zaman kaçakçılık zengin olmak için değil mecburiyetten yapılırdı ve esas olarak Türkiye’de olmayan şeyler getirilirdi.” Yokluk yüzünden bu işe girmek zorunda kaldığını söyleyen Yavuz, sınır tica-

retinin iyi kazandırdığını ve o yüzden de ailecek bu işi yaptıklarını dile getiriyor.

Kaçakçılık demek, tehlike demek

Kaçakçılıkla uğraşan insanlar sıklıkla canlarını tehlikeye atıyor ve bu yüzden zaman zaman ciddi yaralanmalar ve ölümler meydana geliyordu. Nitekim Yavuz da bu uğurda ayağının birini kaybetmiş. “Askerden önce kaçakçı değildim, askerden geldim mayın gömülmüş sınıra. Menderes gömdürdü mayınları, bizim ailede benim ayağıma mayın patladı, ağabeyimin ayağına mayın patladı, amcam oğlunun ayağına mayın patladı. Ayağımı kaybettiğim gün Kahveci Hüseyin’in malını götürüyorduk. Dönemin koşullarından dolayı mecburduk, yokluk vardı. Gelir patronlaraydı, bizimki karın tokluğu. Giderken mayın patladı herkes kaçtı kimse kalmadı yanımda. Gece kendime geldim, sürünecek güç hissettim kendimde ve sürünerek Suriye’ye geçtim. Suriye polisine teslim oldum hemen. Gözaltına aldılar beni, bir gün hapiste yattım ayağım o halde. Ertesi gün teslim ettiler. Nizip’e bıraktılar, akrabalarım aldı beni, hastaneye gittik. Ayağımı hemen kestiler.”

Nizip’te kaçakçılık saygın bir meslekti

Kaçakçılık yapanlar Suriye’ye at sırtında gidilip gelirlerdi. Öyle göründüğü gibi de kolay değildi, elde silah at sırtında sınırı aşıp tekrar geri gelmek. Yeri gelir savaşın çatışmanın arasında kalırdı kaçakçılar. Asker bir yana, geçtikleri yolların bir kısmı da mayınlı araziydi. Tüm bu tehlikeler de tek amaç için yapılıyordu: Ekmek parası. Şöyle anlatıyor Hacı Yavuz mecburiyetini: “Yokluktan ötürü mecburluk vardı. Sırtçılar, yani


biz yokluktan dolayı mecburduk ama öbürleri için değerdi gidip gelmesi. Gidip geri dönmeyi başaran yüzde yüz kazanıyordu çünkü. Kazanç çok iyiydi, o yüzden çok kişi bu riske giriyordu. Çok adam da öldü bu yollarda. Mayına basan mı dersin, asker tarafından kurşunlanan mı, çok adam öldü. Askere kurşun sıkılmaz zaten. Asker sıkar ama biz sıkmazdık.” Hacı Yavuz, kaçakçılığın artık eskisi gibi yürümediğini söylüyor: “Bu yöre de kaçakçılık bitti. Artık ticaret demek daha doğru, çünkü çok kolay oldu şimdilerde her şey. Kapılar açıldı, çatışmalar bitti, mayınlık iş kalmadı, kaçakçılık da kolaylaştı doğal olarak. Kaçakçılığın bir gizlisi kalmadı her şey serbest. Şimdi ise petrol kaçıranlar bir de kendince para kazanmaya çalışan oto yedek parçası kaçıranlar kaçakçı sayılıyor. Suriye yolundaki köylü, bu yüzden zengin oldu. Neden? Kaçak akaryakıtı bidonlara doldurup arabalara

yükleyerek getiriyorlar, sınırın bu tarafına geçince satıyorlar. Eskiden böyle miydi? Allah o günleri kimseye yaşatmasın, hiçbir şey yok; sefillik diz boyu, karın doyurmak için bacağımı kaybettim daha ne diyebilirim.”

Kaçakçılık çekici geldiği için okumadı

Zamanla kaçakçılığı yapılan ürünler değişti. Önceleri un, şeker, kumaş gibi temel ihtiyaçlar getirilirken, günümüzde ise petrol ürünleri oto yedek parça gibi sanayi malları kaçak olarak ülkeye sokulan ürünler arasında yer alıyor. Hala daha Nizipli gençler kendilerine meslek olarak kaçakçılığı seçiyor. Geçmişteki kadar zor ve riskli olmayan bu meslek eskisinden çok daha fazla kazandırıyor artık. Nizip’te çok bilindik yöntemlerden olan yakıt deposunu büyütme yöntemine sanayi esnafı o kadar alışkın ki, depolar hiç yadırgamadan istenilen kıvama getiriliyor. Büyültülmüş depolarla Suriye’ye geden yeni nesil kaçakçılar oradan depoyu yakıtla doldurduktan sonra, sınırın bu tarafına geçip o yakıtı depodan çekip bidonlara doldurup köylülere satıyor. İşin bir de yedek parça boyutu var ki asıl kaçakçılık orada yapılıyor. Bu “yeni” kaçakçılığı, Nizipli gençlerden H.Ü. şöyle anlatıyor: “Kaçakçılık bu şehir de yaygın bir meslek. Zaten sınır bölgesindeyiz, hayatımızın her karesi kaçak. Tabi bu işi yapmaya eskiler gibi mecbur değiliz ama paranın cazibesi ve kazanma isteği çekiyor insanı. Yakıt ve oto yedek parçası cazip ürünler arasında. Çünkü hem satışı çok, hem de karı yüksek. Bu işin en kolayı ve bilineni yakıt deposunu büyütmektir. Şöyle oluyor: Sıradan bir otomobilin yakıt deposu 50 litre civarında yakıt alır ama burada sanayide esnaflar onu işlemden geçirir büyütür ya da değiştirir. 100 litreden fazla yakıt alır hale getirirler. Bir de yedek

parça olayı var. Otomobilin tüm parçaları burada sökülüp satılır araba hareket edecek şekilde bırakılır. Hareket etmesi için gerekli olan parçalar da sökülerek satılır. Çok kötü ve ucuz parçalar takılır otomobil hareket edebilsin diye. O araba ile Suriye’ye gideriz oradan burada en fazla para eden kaliteli yedek parçalar alıp takarız arabaya. Bir de depoyu doldururuz. Geri dönüşte orada taktırdığımız yedek parça ve aksesuarları söküp satarız. Sonrasında işlem yeniden başa döner. Örnek verecek olursak BMW’nin çelik jantı Türkiye’de 4bin TL civarında ama orda 250 dolar, yani 500 TL. Arada ki farkı siz de görüyorsunuz durum böyle olunca bu meslek çekici hale geliyor. Burada arabama eski kötü jant takıyorum, maddi değeri 50 TL etmez, Suriye’de onların yerine BMW’nin çelik jantlarını alıp takıyorum. Oto lastiği de aynı yöntem ile Türkiye’ye sokulan ürünler arasında.”

Kaçakçılık çok değişti

Aslen Nizipli olan Erciyes Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan Osman Utkan da, Nizip’teki “yeni” kaçakçılığı şöyle özetliyor: “Kaçakçılık, daha önceleri zor şartlarda yapılmaktaydı. Hayati tehlikesi olan bir meslek idi. Sınır bölgelerimizde hayatını yitirmiş ve ya bacağından olmuş binlerce kişi vardır. Geçmişte kaçakçılar, kendi deyimleri ile ‘ekmek parası’ için bu işi yaparlarken; günümüzde kaçakçılık ölüm ve engellilik riskinden uzak olduğu gibi aynı zamanda para kazandıran bir iş olmuştur. Bu yönüyle daha cazip bir hal aldığını söyleyebilirim.” Nizip’te 50’li yıllarda başlayan kaçakçılık, şekil ve içerik değiştirse de hala daha devam ediyor. Emniyet çeşitli tedbirler alsa da, kolay yoldan para kazanma isteği pek çok gencin kaçakçılığa yönlenmesine neden oluyor.

Hacı Yavuz

ERİHA

81

HAZİRAN 2010


{

SÖYLEŞİ

BİR KÖY EBESİNİN HÜZÜNLÜ ÖYKÜSÜ HANİFE YILDIZ

O

nlar koşulların kendilerini sürüklediği zorunlu bir ödevi yerine getirme gayretiyle imkânsızlıklardan imkân yaratmaya çabalayan, doğum sancısı çeken kadınların en önemli yardımcıları oldu uzun yıllar boyunca. Çoğu zaman dünyaya göz açan küçücük bebekler ilk soluklarını aldı, ilk ağlama çığlıklarını attı onların şefkatli kollarında. Kimi zaman ise bu dünyayı görme muradına eremeden hayata veda eden bebekler ya da doğum esnasında ölen anneler de ilk olarak onları bırakıyordu ölüm acısının kucağına. Anadolu kadını yüzyıllar boyunca yoksulluğa ve imkânsızlıklara karşı direnmeye çalışmış, zor yaşam koşulları karşısında yüzleştiği her türden olumsuzlukla kendince geliştirdiği yöntemlerle mücadele etmiştir. Şair Nazım Hikmet’in söylediği gibi, “Hiç yaşamamış gibi ölen ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen” Anadolu kadınları, hayatın zorluklarına karşı koyabilmek adına birbirleri ile yardımlaşıp, el vermiştir ortak kaderi yaşadıkları hemcinslerine. Anadolu dendi mi ilk akla gelen köyler, kadınlar için yüzyıllarca bitmek tükenmek bilmeyen çilelerin adresi olmuştur. Tarla tapan işleri şöyle dursun, dokuz ay boyunca karnında taşıdığı çocuğunu bile huzur içinde dünyaya getirememiştir bu toprakların kadını. Anadolu şehirlerine göre ücra köşelerde kurulan köylerin şehirlere uzaklığı, köyler ve şehir arasındaki ulaşımı sağlayan yolların az oluşu ya da olmayışı bir yana, doğum yapacak kadınları doktora götürmek, eğitimsiz bırakılmış köylüler için yanına yaklaşılamayacak bir namus meselesi oldu yüzyılERİHA

82

HAZİRAN 2010

lar boyunca. Şehir merkezlerindeki hastanelerde kadın ebeler vardı ama onlara ulaşabilmek de hayli güçtü. Çünkü son ana kadar dişini sıkmaya alışmış Anadolu kadını, kendi gibi bağda bahçede çalışan, daha önce doğum yapan kadınlara yardımlarından dolayı tecrübe kazanmış ve ebe olarak kabul görmüş kadınların yardımı ile doğum yapmak zorunda kalırdı. Köy ebelerinin yardımları, doğumların normal seyretmediği zamanlarda olurdu tabi. İşte böyle zamanlarda aracın ve yolun olmadığı köylerden sal ya da hayvan sırtında taşınan hastaların merkezdeki hastanelere ulaşabilmesi günler alırdı bazen. Doğumun başladığı bu anlarda zaman çok önemlidir, hem doğacak bebeğin sağlığı açısından hem de doğum yapacak anne açısından. Şehre ulaştırılmak üzere yola çıkarılmış birçok kadının, dokuz ay boyunca sağlıklı bir şekilde karnında taşıdığı bebeği ile sal üstünde ya da hayvan sırtında can verdiği anlatılır Anadolu’nun her köşesinde. “Bize güvenmeye mecburdular” Ulaşım ve sağlık koşullarının günümüzle kıyaslanamayacağı o dönemlerde daha yirmisinde gelinler can vermiştir köy ebelerinin elinde. Büyük umutlarla beklenen bebekler henüz dünyaya göz açmadan doğum esnasında yaşanan bazı olumsuzluklardan dolayı yaşamlarını yitirmiştir. Köy ebelerinin aslında doğuma pek müdahale edemediği bilinen bir gerçektir. Onlar daha çok doğum yapan kadına cesaret ve moral verir. Bebeğin göbek bağını kesmekse onların en önemli meziyetidir. Hiçbir tıbbi eğitim almadan giriştikleri bu iş, imkânsızlıkların bir sonucudur ama onlar ellerinden gelen her şeyi de yapmışlardır çaresiz kalan kadınlar için. Trabzon’un Köprübaşı ilçesine bağlı Yılmazlar köyünde yaşayan, eski bir köy ebesi olan Yeter Yılmaz ile köy ebeliğini konuşmak istediğimizde bizi kabul etmek istemedi önceleri. Çünkü bizimle o günleri konuşup acılarını tazelemek

istemiyordu belli ki. Israrlarımıza dayanamayan Yeter ebe, görüşme talebimizi kabul edince, onu hasta yatağında ziyaret ediyoruz. Başucuna oturmamıza müsaade ediyor. Seksen beş yıllık ömrünün kırk yıllını köy ebeliği yaparak geçiren Yeter Yılmaz ile köy ebeliğini ve dönemin koşullarını konuşmaya başlıyoruz. Yılmaz yolun ve doktorun olmadığı o günleri şöyle anlatıyor: “Doktor yoktu, bırak doktoru hastaneye gidecek yol yoktu. Elektrik bile yoktu köylerde. Akşam oldu mu köy karanlığa boğulurdu, ne bir ses duyardın ne de bir ışık görebilirdin. Doğum yapacak kadınların sancıları arttı mı kadının kocası elinde bir gaz lambasıyla gelir kapımızı çalardı soluk soluğa. “Yeter teyze, Yeter teyze kalk ayaklarına kurban olayım Ayşe’nin vakti geldi, çabuk gidelim” diye bağırırdı gecenin bir vakti kapıyı yumruklayarak. Kimi zaman yakın bir evde olurdu doğum. O zaman kadın feryadı köyü sarardı. Onun acı çığlıklarını duyduğum zaman beni de doğum yapan kadının sancıları sarardı. Her zaman doğumlar kolay olmazdı, gelinler öldü elimde, daha yirmisinde, tazecik gelinler. Ne yapacaktık, o zamanlar şimdiki gibi imkânlar yoktu, doğum yapacak kadınlar bize güvenmeye mecburlardı. Doğum için elimden bir şey gelmediği zamanlarda hastayı doktora yollardık ama iki günde ancak gidilebilirdi hastaneye. Hastaneye giden kadınların acı haberi gelirdi yolda öldü diye. Karnı burnunda doğum yapmak için yola çıkan kadın, bebeği karnında salın üstünde ölü getirilirdi köye.” “Yaşlılardan öğrendik ebeliği” Anadolu’nun tüm köylerinde Yeter Yılmaz gibi köy ebeliği yapan birkaç kadın bulunurdu her zaman. İmkânsızlıklarla başa çıkmak gerekiyordu ve bu işte onlara kendilerinden başka yardımcı olacak kimse olmazdı çoğu zaman. Doktora gidebilmenin mümkün olduğu zamanlarda bile köy ebeleri işlerini yapmaya devam etti. Köyler şöyle dursun, başucunda hastane ve doktor bulunan şehir merkezlerinde dahi kadınlar, daha önceden doğum yaptırma tecrübesi olan kadınlara doğum ebeliği yaptırmıştır. Bu durumun en önemli nedenlerinden biri de ülkemizin sosyo-ekonomik durumudur. Sağlık hizmetlerinden yararlanabilmek için sigortalı olmanın önemi tartışılmaz bir gerçek ülkemiz koşulları için. Anadolu’nun sanayileşmedeki yetersizliği göz önüne alındığında sigortalı işçi sayısının azlığı görülebilir. Hastane masraflarını karşılayamayan dar gelirli vatandaşlar her şeyden tasarruf ettiği gibi doğum masraflarından da tasarruf etme yoluna başvurmak zorunda kalmıştır. Bunun sonucu olarak da köy ebeleri do-


ğumların vazgeçilmezi olmuştur yakın bir geçmişe kadar. Koşulların olumsuzluğu kadınların ebeliği öğrenmesini zorunlu kılmıştır bir noktada. Doğum yaptıra yaptıra öğrenilen ebelik, doğumda yardımcı olarak bulunan kadınlarca da öğreniliyordu. Bu şekilde kuşaklar arası miras bırakılan ebelik, günümüzde de varlığını sürdürmektedir. Hiç eğitim almadan ebeliğe başlayan Yeter Yılmaz köy ebeliğine başlamasını ve bu işi yıllarca devam etmesini şöyle anlatıyor: “Biz hiçbir eğitim almadık. O zamanlar köylerde ilkokul bile yoktu. Biz ne çocukluğumuzda ne de genç kızlığımızda doktor gördük. Bizden önce ebelik yapan yaşlı kadınlar vardı köyde. O yaşlı kadınlardan öğrendik ebeliği. Cesaretli olan gençler ebeliği onlar doğum yaptırırken, onların yanında bulunarak öğrendi. Ben de öyle öğrendim. Bu işi birileri sürdürmek zorundaydı. Senin anlayacağın bizimki bir zorunluluktu.” “Yüzlerce çocuğum var” Bir zorunluluk olarak sürdürülen köy ebeliği, bir gelir kapısı değildi ebeler için. Onlar, zor durumda olan bir kadına yardım edebilmenin doyumu ile yapıyorlardı bu işi. Doğum yapan kadınların ailesi tarafından ebeye ailenin maddi durumu ölçüsünde hediyeler verilirdi ama ebeye bir kalıp sabun vermek adettendi. Verilen hediyeler arasında etek, başörtüsü, havlu gibi eşyalar yer alırdı çoğunlukla. Ebenin işi çocuğu doğurttuktan sonra bitmezdi. Çocuğun ilk yıkanması ve kundaklanarak annesinin kucağına verilmesi de ebenin görevleri arasında yer alıyordu. Yeter Ebe doğurttuğu çocukları kırk gün boyunca kendi eli ile yıkadığını söylüyor. “Çocuğu kırklanana kadar onu doğurtanın yıkaması gerekirdi. Bebeğin en hassas olduğu dönem ilk kırk gündür. Bu zaman aralığında ebenin çocuğu her gün gelip yıkaması makbul sayılırdı. Aksi durumlarda çocuğun hastalanacağına inanılırdı, büyüklerimizden böyle görmüştük.”Yüzlerce çocuğun doğumuna ebelik yapan Yeter Yılmaz, Yılmazlar köyünün ‘Ebe Annesi’. Bayramlarda ebeliğini yaptığı çocukların annelerinden önce gelip ebe annelerinin elini öpmesini anlatırken duygulanıyor Yeter Yılmaz. “Doğurttuğum çocuklar şimdi çoluk çocuk sahibi oldular. Nerede görseler halimi hatırımı sorarlar, hasta yatağımda ziyaretime gelenler oluyor. Anne diyerek elimi öpüyorlar. Bu beni çok mutlu ediyor. Benim kendi çocuklarım uzaklarda olsa da burada yüzlerce çocuğum var.” “Ebelik yapmayacağıma binlerce defa yemin ettim” Doğurttuğu her çocuğun ve kadının kendisinde ayrı ayrı hatıraları olan Yeter Ebe mutlu son ile biten do-

ğumlardan payına düşün huzuru ve mutluluğu alsa da doğum döşeğinden kalkamayan kadınların ve doğum sırasında ölen çocukların acısını taşıyor yüreğinde. “Doğuma çağırdıklarında irkilirdim her zaman. Doğum evine gidene kadar dua okur, Allah’a yalvarırdım doğum normal olsun diye. Doğum sonrasında annenin ve çocuğun öldüğü zamanlar oldu gözümün önünde. Ben ne o tüyü bitmemiş yavruya yardımcı olabildim, ne de kanayaklı annesine. Göz göre göre ikisinin, bazen sadece çocuğun, kimi zaman da annenin ölümüne şahit oldum. Doğum odasından gelecek sevinçli haberi bekleyen aileye, annenin veya çocuğun ya da ikisinin birden öldüğünün haberini vermek kadar zor bir şey yaşamadım bu yaşıma kadar. İnsanın mümkününün, çaresinin kesildiği zamandır o anlar. Allah kimseye yaşatmasın. Bir çocuk ya da anne doğum sırasında öldü mü kendime gelemedim uzun zaman. Senin elinde olmayan bir şey, ama müdahale edememek, çaresiz kalmak, bu işin eğitimini almadan doğuma müdahil olmak insanın içine bir kurt düşürüyor. O kurt beni yiyip bitiriyor, ne zaman ki aklıma ölen bir çocuk ya da

anne gelse kendine pay biçiyorum… Doğum esnasında ölüm olduğu zamanlarda binlerce defa bu işi yapmayacağıma yemin ettim ama kapımı çaldılar mı, ‘falancı doğum yapıyor yetiş Yeter Ebe’ dediler mi, belki bir yardımım olur diye korkarak gittim. Ne gelirdi ki elimden. Ben gitmesem, o gitmese, doktor yok, yol yok eğitim görmüş ebe yok, kim gidecek bir yudum su vermeye o kadıncağıza. Mecburduk, istemesek de gitmek borcumuzdu. Gitmediğin zamanda doğum esnasında anne ya da çocuk öldü mü bu defa da gitmedin diye o kurt seni yiyip bitiriyor. İki ucu harlı değnek, ne tarafından tutarsan tut elin yanacak başka mümkünü yok.” En son 1995’te kendi kızını doğurtan Yeter Ebe, günümüzde sağlık hizmetlerinin ve ulaşım koşullarının iyileşmesinden gebe kadınlar adına oldukça umutlu. Artık yollarda sal üzerinde ölen doğum hastalarının ya da çocukların ölüm haberleri düşmüyor ocaklara diyen Yeter ebenin ilk başta bizimle neden konuşmak istemediğinin nedenini az da olsa anlamış oluyoruz dinlediklerimizden sonra. ERİHA

83

HAZİRAN 2010


{

SPOR

Kayseri’de su altının gizemli dünyasına dalış

ERİHA

84

HAZİRAN 2010


BÜNYAMİN GÜLTEKİN

Dalgıçlık, farklı bir dünyaya yolculuk. Bu dünya yukarıdaki gerçeklerden bağımsız, özgürlüğün ve mutluluğun hüküm sürdüğü bir gerçekliğe sahip. Denizin olmadığı, İç Anadolu bölgesinde dalmak ise bu farklı deneyimi daha da ilginç hale getiriyor. Kayseri’de kurulan bir merkez sayesinde denize hasret Kayserililer, dalma sporu ile hayatlarını renklendiriyor.

ERİHA

85

HAZİRAN 2010


D

alma sporu dendiğinde akla, engin denizler ve suyun altındaki rengarenk farklı deniz canlıları gelir. Son yıllarda ülkemizde giderek yaygınlık kazanan dalma sporu özellikle Ege ve Akdeniz’in çeşitli yörelerinde yapılıyor. Dalma sporunun popülerliliği, bu sporun sadece deniz olan yerlerde değil, yurdun çeşitli bölgelerinde de yapılmasının önünü açtı ve “dalgıçlık sadece deniz olan yapılır” algısını değiştirdi. Kayseri’de kurulan Kapadokya Dalış ve Doğa Sporları Merkezi sayesinde, Kayserililer de dalabilme imkanına kavuştu. İnsanoğlunun nefesini tutarak sualtına ne zaman daldığı tam bilinmemekte ise de, profesyonel amaçla ilk dalışın günümüzden 5000 sene önce olduğu tahmin ediliyor. İlk dalgıçlar hiç bir alet kullanmadan, kendilerini dibe götürecek bir taş parçasına tutunup, dipten sünger, mercan ve sedef gibi gereksinimlerini elde ediyorlardı. İnsanoğlunun sualtında sırtında bir aletle kesintisiz olarak nefes alıp vermesi ise 1943 yılında Jacgues Cousteau tarafından gerçekleştirildi. Cousteau’nun deyimi ile bu buluş “sualtı dünyasının pasaportu” olur. Ülkemizde ise dalgıçlığın başlangıcı 1850 yılında dayanıyor. Anlaşılacağı üzere askeri faaliyetler için Avrupa da ki bu gelişim ülkemizde de uygulanmış ve sonrasında 20. Yüzyılın ortalarında bir spor dalı olarak gelişim göstermiştir. Günümüze gelindiğinde ise kıyı kesimlerinde daha yoğun dalış yapılmasına rağmen, artık İç Anadolu’da da bazı dalış merkezleri sayesinde dalabilmek mümkün. “Dalgıç olmak için denize gerek yok” Kayseri’de Kapadokya Dalış ve Doğa Sporları Merkezi’nde Murat Nezir Ensari ve Ömer Böke, meraklılarına su altına dalmak için eğitim veriyor. Kayseri’de yetki belgeli tek dalış merkezi ve Ankara’dan sonra verilebilen eğitimler bakımından en yetkili kurum olan merkezde dalgıçlık eğitiminin tüm aşamaları veriliyor. Üç yıldızbalık adam ve eğitmen Murat Nezir Ensari dalgıçlık yapmak isteyenlere şu şekilde yol gösteriyor; “ Öncelikle dünyada her yıl beş bin kişi ilk kez kaptan Cousteau’nun armağan ettiği sistemle su altının gizemli dünyasını keşfediyor ve dalış eğitimine başlıyor. Kurallarına uyulması halinde, eğitimler uzman kişilerden alınırsa, dalış sporu güvenli bir spordur. Dalgıçlık eğitimi için 14 yaşını bitirmiş olma ve dalışa engel bir rahatsızlığınızın olmaması gerekiyor. Sonrasında su altı ile tanışmak isteyenler yetki belgesi olan dalış eğitimi vermeye yetkilendirilmiş bir dalış merkezi ile irtibata geçmeli. Dalgıçlık eğitimi almaya gelen kişi de hangi amaçlarla bu eğitimi almak istediğinin farkında olmalı. Yani acaba meslek edinip para mı kazanmak istiyor ya da hobi olarak mı devam etmek istiyor. Çünkü bizim de verdiğimiz eğitimlerin hassasiyetinde önemli rol oynuyor bu seçimler.”

ERİHA

86

HAZİRAN 2010

Eğitmen ile sohbet edildikten sonra, prosedür anlatılarak eğitimlere başlanılıyor. Sığ sularda ve havuzda verilen eğitimler sonrasında bir yıldız dalgıç unvanı alınıyor. Bir yıldız dalgıç unvanı almış kişi ise eğitmen gözetiminde en fazla on sekiz metreye kadar dalabiliyor. Ensari, Kayseri insanının dalgıçlık gibi bir deniz sporuna yabancı olmalarından dolayı öğrenci bulmakta sıkıntılar yaşadıklarını söylüyor. 2007 senesinde kurulmuş olan merkez yeterli derecede rağbet görmüyor. Ensari’ye göre, “dalgıç olmak için bulunduğunuz yerde deniz olmasına gerek yok.” Balık adam. Nezir Ensari ilk eğitimlerin havuzda verildiğini bu yüzden başlangıç aşamasında denize gereksinim duymadıklarını belirtiyor. Eğitimlerini ilerleten öğrenciler havuz ve sığ dalışların ardından uluslararası


geçerlilikte sertifika almak için gerekli olan deniz dalışları yapıyorlar. Mersin, Kemer, Kaş, İskenderun, Fethiye ve Bodrum Türkiye’de dalış yapılan belli merkezler. Kayseri’de dalgıçlık eğitimi veren Kapadokya Dalış ve Doğa Sporları Merkezi’nin tercihi ise Mersin ve İskenderun oluyor. Kayseri’de ise Yamula Barajı dalış eğitimleri için kullanılıyor. Fakat Yamula Barajı’na dalmak için en az uluslar arası iki yıldızlı balık adamı sertifikasına sahip olmak gerekiyor. Kayseri insanı için Yamula Barajının eşsiz bir yer olduğunu vurgulayan Ensari; Yamula’nın denizlere yapılan dalışlardan daha zevkli bir dalış alanı olduğunu belirtiyor. Gerekçesini de şöyle açıklıyor; “ Kimsenin daha önce in-

mediği derinlikte daha önce ne ile karşılaşacağını bilmediğiniz bir yer Yamula Baraj Gölü. Aşağıda köyler var. İnsanların eski yaşam alanlarından birinde siz suda uçma hissini yaşayarak tanıklık ediyorsunuz. Durmuş bir saat misali duran bir hayatın içerisinde siz hareketli tek canlısınız orda. Bu çok müthiş bir duygu…” Su altının büyülü dünyasına yolculuk Kayseri’de ki Yamula Barajının üzerinde bıraktığı eşsiz hissi bize aktaran Nezir Ensari su altının farklı dünyasına yolculuğu başlı başına eğlence

ve maceranın doruğu olarak görüyor. Bu dünya ile ilgili duygularını da şu şekilde aktarıyor; “su altında farklı bir dünya var. Su altında olmak uçma duygusu yaşatıyor insanlara. Belki uzaya gidemezsiniz ama uçma duygusunu su altında hissedebilirsiniz. Su altı canlıları, balık türleri, mağaralar, gemi batıkları, tarihi eserler… Sessiz dünya da farklı bir macera…” Güneşin batışı ve karanlığın çöküşü sonrasında yapılan dalışların Ensari için farklı bir anlamı var. “Güneşin batmasının ardından ise su altından farklı bir dünya sizi karşılıyor. Gece dalışlarında denizin saklı dünyası kendisini gösterir. Gece sadece fenerin gösterdiği yeri görebilirsiniz ve çok daha heyecan dolu daki-

ERİHA

87

HAZİRAN 2010


kaları yaşarsınız. Gündüz görünmeyen canlılar gece karşınıza çıkar. Su altında gece yaşayanları, dalış sonrasında bir başka sürpriz beklemektedir. Suyun yüzüne çıktığınızda Samanyolu yıldızları gökyüzünde büyüleyici güzelliği ile sizi karşılar.” Hayatın monotonluğuna dalarak son verin Kayseri halkının dalgıçlığa ilgisini Eğitmen Ömer Böke de şöyle tanımlıyor. “Denizde dalışlar öncesi iki grupla karşılaşıyoruz. Biri çok korkan, diğeri çok rahat… Ama merakın üst seviyede olduğu bir duygu seli hakim gruplarımızda. Daha sonra eğitmenin verdiği güven ve öğretilen bilgilerin ışığında huzur, keyif ve dinginlik gibi duygularla suya dalınıyor.” Kayseri ve diğer İç Anadolu şehirleri düşünüldüğünde denize uzak olmaları dezavantaj olarak görülüyor. Ama Kayseri’de yaklaşık bir sene önce Kapadokya Dalış ve Doğa Sporları Merkezi’nde cankurtaran eğitimine başlayıp, daha sonra dalgıçlık eğitimi alan Mükremin Özpoyraz aksini düşünüyor. Neden böyle bir düşünce içinde olduğunu da şu cümleleri ile bize aktarıyor. “ Her ne kadar Kayseri’de denizden yoksun olarak yaşamış olsam da ırmağı suyu bol olan bir yerde büyüdüm. Ben bunu dalgıçlık eğitimi almak ve bu sporda gelişim göstermek için bir avantaj olarak görüyorum. Biz uzağında olduğumuz için, denize daha çok aşığız onun yakınında olanlara göre.” Poyraz’ın bu tespiti Türkiye ve dünyada birçok rekora imza atan Yasemin Dalkılıç örneğinde kendini gösteriyor. Dalkılıç, Ankara’da doğar. Üniversite hayatına da Ankara ODTÜ’de devam eder. Hayatının büyük bir bölümünü Ankara’da geçirmesine rağmen dünya çapında bir dalgıç olduğunu kırdığı rekorlar sayesinde gösterir. Dalkılıç, bu başarısı ile iç kesimlerde bu sporu yapmak için heves edinenler için ilham kaynağı olabilir.

ERİHA

88

HAZİRAN 2010

Elit bir spor olarak görülen dalgıçlık, diğer elit sporlarla kıyaslandığında aslında oldukça ekonomik. Kayseri’de dalgıçlık sporunu yapmak isteyenler; tüm eğitim, uluslar arası sertifika ücreti, deniz dalışları, tekne, tüp, malzeme kiraları, konaklama yemekler, ulaşım için yaklaşık 650 TL’yi gözden çıkarmaları yeterli.. Kendi ekipmanıyla, daha konforlu daha rahat dalışlar yapmak isteyen ise kalitesine göre 20 yıl boyunca kullanabileceği gerekli malzemeyi 2 bin 500 ile 4 bin TL arasında temin edebilir. Bu rakamlar denizin yoksunluğunu hisseden İç Anadolu insanı için önemli bir fırsat. Kayseri’de yaşamını sürdürenlerin dillerine pelesenk olmuş denizin olmayışından dem vurulan sözler, dalgıçlığa gereken önemin verilmesiyle belki de azalabilir.


{

SPOR

Taraftar sonunda sahaya indi:

Göztepe Hentbol YILMAZ OVAT

“Tüm gerçekliğimizle sahalarda olmaya devam edeceğiz. Biz milyon dolarları olan bir kulübün fakir şubesi olduk maalesef. Bizim amacımız hentbol değil, her şeyin en iyisini hak eden Göztepe taraftarlarını Göztepe arması ile buluşturmaktır. Göztepe Hentbol Şubesi’nin amacı, bir galibiyet sonrasında ya da sonuna kadar mücadele edilip kaybedilmiş bir maç sonunda isyan marşını avazımız çıktığı kadar söyleyebilmektir özünde.” ERİHA

89

HAZİRAN 2010


G

öztepe’nin futbol takımının ülkenin en popüler takımlarından biri olduğu yıllarda taraftar kulübünden çok memnudu. Göztepe’nin düştüğü maddi çıkmaz, kulübün temellerini sarsınca 1999 yılında hisseleri satıldı. 2001 yılında Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredilen, ardından Altınbaş holdinge devredilen kulüpte, tüm amatör branşlara verilen destek kesildi. Destek bulamayan amatörler branşları da kulüplerine bağlılığı ile tanınan Göztepeli taraftarlar sırtladı ve sportif bir destan yazdılar sessiz sedasız. Önce bayan voleybol şubesinin ekonomik sıkıntılar yüzünden kapatılmasına engel olan Göztepe taraftarı, daha sonra kendi aralarından seçtikleri spora yatkın kişilerden bir hentbol takımı oluşturdu. Böylelikle sporda olmayacak bir şey oldu; taraftar sahaya inerek, takımının formasını giydi ve spor müsabakalarına dahil oldu. Türkiye Hentbol Federasyonuna başvuran taraftarlar, lisanslarını alarak Göztepe Hentbol Şubesi kurdu. 2003 yılında oluşturulan bu şube, aynı yıl İzmir Büyükler Liginde şampiyon olarak terfi müsabakalarına gitmeye hak kazandı. Kastamonu’da yapılan terfi müsabakalarını da birincilikle bitiren hentbolcular, Türkiye Erkekler Dep-

ERİHA

90

HAZİRAN 2010

lasmanlı Hentbol Ligine yükselerek tarihi bir başarının altına imza attılar. Yöneticilerin ve taraftarın azmi Zor koşullar altında mücadele etme azminden taviz vermeyen Göztepe Hentbol Şubesi, takımın başarılarının devamını için yardım bekliyor. Kulübün hisselerinin T.M.S.F tarafından özel bir şirkete devredilmesi de Göztepe Hentbol Şubesi’ne el uzatılması için yeterli olmadı. Kulübün yeni yönetiminden de destek göremeyen hentbolcular kendi yağlarında kavrulmaya çalışıyor. Şu sıralar takımın masraflarını karşılamak için olağan üstü bir çaba gösteren takım yöneticileri, takımın forma, atkı, bayrak gibi simgelerinin satışından gelen para ile dönüşmeye çalışıyor. Kulübün ve Göztepe armasının tüm haklarını bünyesinde barındıran Göztepe yönetimi, amatör branşlara destek vermek bir tarafa, hentbolcularına kullandıkları malzemeleri para karşılığı temin etti. Kulüp yönetimi amatör branşlara destek veremeyeceğini, tüm amatör branşların yoluna sponsor desteğiyle devam etmesi gerektiğini açıkladı. Bu açıklamadan sonra kulüp yönetimini protesto etme hazırlığı yapan tribünler, futbol müsabakaları için

kombine bilet almayarak, yönetime tepkilerini gösterdi. Sponsor arayışına hız veren şube yöneticileri yaptıkları tüm görüşmelerden olumsuz cevap alınca, taraftarın oluşturduğu şubenin yaşatılabilmesi için gözlerini yeniden taraftarın yapacağı yardımlara çevirmek zorunda kaldı. Takımın durumunu ve gelişmeleri yakında takip eden Göztepeli taraftarlar yönetimden bir fayda gelmeyeceğini anladığında kolları sıvayarak elini taşın altına soktu. Takım adına kurdukları bir internet sitesi ile gelir sağlamaya çalışan taraftarlar, site üzerinden tüm gelirleri Hentbol Şubesi’ne aktarılmak üzere 10 liraya piksel satışına başladı. Hentbolculara destek veren bir başka gurup da üniversiteli gençler oldu. Göztepe taraftarı üniversitelilerin kurduğu Göztepe Üniforce Göztepe Hentbol takımının etiketli taraftar ürünlerini tasarlayıp satışa sundu. Üniversiteli gençlerin kurduğu grup, bu ürünlerden elde ettiği gelirin tümünü ve üyelerinden aldığı aidatların bir bölümünü Göztepe Hentbol Şubesine aktardı. Konuyla ilişkin olarak görüştüğümüz Göztepe Uniforce Başkanı Ercan Ervatan, Göztepe Hentbol Şubesi’nin hayatta kalması için yeni projeler ile takıma verdikleri desteği sürdüreceklerini söyledi. "Hentbol Şubesi kulübümüzün


boş döner. Bu anlamdaki sıkıntılarını Mustafa Dizdar şöyle anlatıyor: “Geneli öğrenci olan hentbol takımının hafta içi maçlarını erteletmek için federasyona başvurduk, ancak bu isteğimiz federasyon yetkilileri tarafından geri çevrildi. Öğrenciler okullarını astı, çalışanlar bir akrabalarının cenazesi için izin aldı, çocuklar gibi şen gittik maçlarımıza. Sonuçta arma yine sahadaydı. Federasyondan bir sonraki sezon tüm maçların hafta içi oynanmasını talep edeceğiz, çocukların bu şartlarda morali daha yüksek oluyor. Mücadelemiz bundan sonra da sonuna kadar sürecek.”

başkanı İmam Altınbaş'ın destek vermediği bir şube. Hentbol şubemizin faaliyetlerine devam edebilmesi için biz üniversiteli genç taraftarlar olarak elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz. Göztepe Üniforce Grubu olarak çeşitli atkılar hazırladık ve bu atkıların gelirlerini düzenlediğimiz kuruluş gecesinde Hentbol Şubemize hediye ettik. Göztepe taraftarları olarak elimizden geldiğince Hentbol Şubemizin yanında olmaya devam edeceğiz" “Kulüp yönetimi bizi görmezden geliyor” Tüm olumsuzluklara rağmen taraftarın desteği ile yürümeye çalışan Hentbol Şubesi yeni arayışlar içinde. Kulübünün takıma sahip çıkmamasına bir türlü anlam veremediklerini söyleyen Hentbol Şubesi idari menajeri Mustafa Dizdar, kulüp yönetiminin verdikleri mücadeleyi görmezden geldiğine dikkat çekti.

“Tüm gerçekliğimizle sahalarda olmaya devam edeceğiz. Biz milyon dolarları olan bir kulübün fakir şubesi olduk maalesef. Bizim amacımız hentbol değil, her şeyin en iyisini hak eden Göztepe taraftarlarını Göztepe arması ile buluşturmaktır. Göztepe Hentbol Şubesi’nin amacı, bir galibiyet sonrasında ya da sonuna kadar mücadele edilip kaybedilmiş bir maç sonunda isyan marşını avazımız çıktığı kadar söyleyebilmektir özünde. Kulüpten bedelsiz olarak sadece bir takım maç forması alabildik. Ayrıca tüm sezon takımın su ihtiyacını da kulübümüz karşıladı. Onun dışında sezon başında sporcularımıza dağıtığımız eşofmanları giriş fiyatından bize verdiler. Buna da şükrediyoruz, en azından malzemeleri geliş fiyatından aldık”. Hentbol Şubesi bazı bazı idari sıkıntılarda yaşıyor. Bunu giderebilmek için Türkiye Hentbol Federasyonu’na başvuran yöneticiler oradan da elleri

Sporun amatör ruhunu canlandırıyorlar Hentbol Şubesi’nin kurucu kaptanı Deniz Durmaz da ilgisizlikten yakınanlar arasında. Verdikleri olağan üstü mücadelenin ne ulusal basında ne de yerel basında yer bulamamasından oldukça şikayetçi olan Durmaz, tüm olumsuzluklara rağmen Göztepe Hentbol Şubesi’ni yaşatmaya kararlı olduklarını söyledi. “Hentbolcuların tribünlerden seçilmesinin motivasyona pozitif katkısı büyük. Göztepe Hentbol Şubesi sporun amatör ruhunu canlandırıyor. Herkes gibi benim içinde futbol ilk plandadır; ama kulüpler barındırdıkları branşlar ve istihdam ettikleri sporcular ile büyürler, tabi eğer spor kulübüyseler. Göztepe de kurulduğu ilk günden beri gençlik ve spor kulübüdür, biz bu kulubü sonuna kadar yaşatacağız. Mücadelemiz bunun içindir.” Göztepe Hentbol Şubesi taraftarından gelen destekle de olsa ayakta kalmaya kararlı. Göztepeli hentbolcular tüm olumsuzluklara rağmen tribünden gelen destekle formalarını terletmeye devam ediyor. Bize de bu mücadeleci ruhu alkışlamak düşüyor. ERİHA

91

HAZİRAN 2010


{

SPOR

Ege’nin köklü çınarları:

Bir zamanlar efsaneydiler YAVUZ PULLUKÇU

ERİHA

92

HAZİRAN 2010

Bir zamanların efsaneleri, İzmirspor, Altınorduspor, Göztepe ve Aydınspor eski görkemli günlernin uzağında alt liglerde ayakta kalma mücadelesi veriyor. Birinci Lig’in gediklileriden Göztepe İkinci, Altınorduspor Üçüncü Lig’de oynuyor; İzmirspor ve Aydınspor ise Amatör kümeye kadar geriledi. Türk futboluna yön veren Egeliler, ülke futbolunun çok arkasında, eski “güzel” günleri yad ediyor, sessizce.


G

eçmişte büyük başarılara imza atan Ege’nin köklü çınarları, günümüzde eski başarılı günlerini özlemle anar hale geldiler. Türk futbolunun en önemli golcüsü Metin Oktay’ı yetiştiren İzmirspor, yıllarca 1. ligin en zorlu deplasmanı olarak anılan Altınorduspor, Galatasaray’dan önce “Avrupa Fatihi” olarak nam salan Göztepe ve Fenerbahçe’yi Saraçaoğlu Stadı’nda 6-1 yenen Aydınspor eski şaşaalı günlerinden çok uzakta var olma savaşı veriyor. Alt liglerde ciddi ekonomik sorunlarla boğuşan, neredeyse sahipsiz kalan bu takımların bir zamanlar ülkenin en başarılı kulüplerinden olduklarını bilmek, bugüne bakınca oldukça hüzün verici. Metin Oktay’ın yetiştiği takım: İzmirspor 1923’te kurulan İzmir’in köklü temsilcisi İzmirspor ülkenin en eski kulüplerinden biri. Tarihinde bir çok başarıya ve ilke imza atan İzmirspor, ig tarihinde

ilk resmi maçı oynayan takım. Beykoz’a karşı oynanan bu maçta Özcan Altuğ Türkiye liglerinin ilk golünü atmış ve maçı kazanan “Mavi Şimşekler” ilk resmi puanı hanelerine yazdırmıştı. İzmirspor’un ilkleri bu kadarla da sınırlı değil. İlk tapulu mala sahip olan ve ilk futbol okulunu kuran kulübümüz aynı zamanda. Sahaya takımla birlikte giren ilk kadın yönetici Yurdagül Çevren de Türkiye’de bir ilk olarak tarihe geçti. Ayrıca İzmirspor 13 Mart 1983’te ilk kez düzenlenen Donanma Kupası finalinde Fenerbahçe’yi yenerek bu kupayı kazanan ilk takım oldu. İlklerinin yanı sıra İzmirspor Türk futboluna çok önemli futbolcular kazandırdı. Metin Oktay, Tarık Gencay, Seyfi Talay, Sami Bozok, Buhran Çevren ve B. Mustafa gibi unutulmaz futbolcular bu kulüpten yetişti. “Taçsız Kral” Metin Oktay İzmirspor ve Galatasaray formalarıyla ligde 217 gol atarak kırılması güç bir reko ra imza attı. “Mavi Şimşekler” bu kadar yetenekli futbolcular yetiştirmesine

ERİHA

93

HAZİRAN 2010


Burhan Çevren

ve hepsi tek tek kapandı. Futbol takımı da eski gücünü yitirerek sıradan, iddiasız ve alt liglere mahkum hale geldi. Şimdilerde 3.Lig’in orta sıralarında mücadele veren İzmir ekibini eski günlerine geri döndürmeye çalışan 21 yıllık kulüp yöneticisi Eyüp Tügezim yaşanan geriye gidişi şöyle değerlendiriyor: “Altınorduspor Klübü İzmir’in ve Türkiye’nin köklü kulüplerinden bir tanesidir. Kulübümüz geçmişte bir aile takımı gibiydi, herkes abi-kardeşti. Başarılar bu sayede kolay oluyordu. Fakat şimdi bu tarz bir durumdan söz etmek çok zor. Futbola siyaset girdiği için kulübümüzün önünün kesildiğine inanıyorum. Kulübümüze hiçbir destek gelmiyor. Eskiden İzmirli hayırsever işadamları yardım ederlerken şimdilerde ellerini ceplerine atmaya çekinir oldular. Mali açıdan bunalımda olan takımımıza bir an önce sahip çıkılmalıdır. İzmir takımlarının en büyük sorunu eskiden gösterilen ilginin artık gösterilmemesidir. Takımımızın bütün olumsuzluklara karşı dimdik ayakta duracağına gönülden inanıyorum. Umarım o eski başarılı yıllara yakında geri döneriz.’’

ve başarılı yıllar geçirmesine rağmen şimdilerde amatör kümeye kadar düşmüş durumda. Geçmişin başarılı futbolcusu, Metin Oktay’ın takım arkadaşı olan Burhan Çevren İzmirspor’un eski güzel günlerini şöyle anımsıyor: ‘’Biz Fenerbahçe’ye mağlup oluyor, üzüntüden sokağa çıkamıyorduk. Şimdiki takım ise pirim istiyor. Eskiden biz formamız için oynardık ama şimdikiler öyle değil. İzmirspor eskiden büyük takımların korkulu rüyalarıydı. İzmirspor’dan puan alınca sevinirlerdi. Bütün İzmirliler İzmir takımlarını desteklerdi fakat şimdi İzmir halkına baktığımızda eski desteklerini göremiyoruz. İzmirspor, eskiden kupa için oynarken şimdi bir alt lige düşmemek için oynuyor. Bu çok üzücü, bize yakışmayan bir durum. Umarım İzmirspor eski başarılı yıllarına geri döner. Başarılı bir takım için dürüst, çalışkan ve bu işi iyi bilen yöneticiler şart. Tüm İzmirliler’e İzmirspor’a destek vermeleri için sesleniyorum, lütfen İzmirspor’umuza destek verelim .’’

İlk Avrupa fatihi: Göztepe 1925 yılında İzmir’in Güzelyalı semtinde kurulmuş olan Göztepe bir çok branşta faaliyet gösteren, ülkenin en önemli spor kulüplerinden biri. Göztepe Türkiye liglerinde elde ettiği sonuçlar kadar ülkemizi Avrupa kupalarında da başarılı bir şekilde temsil ederek, adını tüm dünyaya duyurdu. Göztepe taraftarı da, takımlarına olan bağlılıklarıyla ün yapmış ülkenin en önemli taraftar guruplarından. Göztepe seyircisiyle ayrılmaz bir bütün ve seyircisi Göz Göz’leri hiç yalnız bırakmaz. Öyle ki, 1980 yılında Göztepe-Karşıyaka maçını 80 bin kişi izlemiştir; ki bu sayı bir ikinci lig maçı için dünya rekorudur. On sekiz yıl aralıksız Türkiye Birinci Ligi’nde mücadele etme başarısını gösteren Göztepe, Anadolu takımları arasında büyük bir başarıya imza attı. Göztepe, sadece Türkiye’deki başarılarıyla değil, Avrupa kupalarındaki başarılarıyla da ülke futbolunun en önemli takımlarının başında geldi. Avrupa kupalarında yarı finale kalan ilk Türk takımı olan Göztepe, bir kez de çeyrek final oynama başarısı gösterdi. Müzesinde, iki Türkiye Kupası, bir de Cumhurbaşkanlığı Kupası bulunan Göztepe de, eski coşkulu günlerini bugün özlemle anıyor. 2003 yılından itibaren, her sezon bir alt lige düşen Göz-

Türkiye’nin en zor deplasmanı: Altınorduspor Ege’nin bir diğer köklü çınarı Altınorduspor. 1924 yılında Altay Spor Kulübü’nden ayrılarak kurulan takım, geçmişte çeşitli branşlarda bir çok başarıya imza atmış olmasına rağmen, günümüzde eski günlerinin çok uzağında görülüyor. On sene Birinci Lig’de mücadele eden İzmir temsilcisi, eskiden büyük takımların korkulu rüyası olarak biliniyordu. Ligin en zorlu deplasmanı olarak nam salan Altınorduspor hem iç sahada, hem de dış sahada oldukça başarılı bir performansa sahipti. Altınordu, sadece bir futbol takımı değildi; basketbol, voleybol, hentbol gibi branşlara da yatırım yapan bir spor kulübüydü. 1966-1967 yılları arasında kurulan Türkiye Basketbol Ligi’nin ilk şampiyonu Altınorduspor’du. Aynı zamanda bayan hentbol takımı da Türkiye’yi Avrupa’da ilk kez temsil etme onuruna erişmişti. Geçmişinde büyük başarılara imza atan Altıordu zamanla kulüp bünyesindeki amatör branşlara yatırım yapamadı ERİHA

94

HAZİRAN 2010

Ayüp Tügezim

Yıllarca Türkiye liglerinde başarılı bir şekilde mücadele etmiş mavi-beyazlı ekip bu buhranlı dönemden bir an önce kurtulmak istiyor. Ciddi bir yeniden yapılanma gerektiren bu durumdan kurtulmanın çaresi ise maaesef, pek yakında görülmüyor.


Fenerbahçe’nin korkulu rüyası: Aydınspor Diğer Ege takımlarına kıyasla, görece daha genç bir kulüp olan Aydınspor, özellikle 90’lı yılların başında ülkenin “efsane” takımları arasındaki yerini aldı. 1990-1991 sezonunun ilk maçında Fenarbahçe’nin rakibi olan Aydınspor, maçı 6-1 kazanarak adını tüm Türkiye’ye duyurmayı başardı. Bir anda lige damgasını vuran “Zeybekler”, başarılarının tesadüfi olmadığını ispatlayarak, bilhassa büyük kulüplerin korkulu rüyası haline geldi. Ard arda üç sezon Birinci Lig’de fırtına gibi esen Aydınspor bu süre içerisinde hafızalardan silinmeyen sonuçlar elde etmenin yanı sıra 1991-1992 sezonunda ligi ilk beşin içersinde tamamlama başarısını da gösterdi. 1993-1994 sezonunda tekrar ikinci lige düşen Aydınspor geri kalan sezonlarda inişli çıkışlı bir grafik sergiledi. Birer birer alt liglere düşen “Zeybekler” tarihinde ilk kez 2008-2009 sezonunda amatör lige kadar düştü. Gerek mali krizler, gerekse kendi menfaatlerini düşünen yöneticiler yüzünden şimdilerde kötü durumda olan Aydınspor amatör ligde mücade ediyor.

Aydınspor’un eski kaptanlarından olan Cihan Umanç eski yılları şöyle anıyor: “Aydınspor’un mazisi çok zenginliklerle doludur. Aydın’a gelen rakipler bizden bir puan almak için birbirleriyle yarışırlardı. Deplasmanlarda da rakip takımların korkulu rüyası olmayı başarmıştık. Şimdiki takımlar nasıl büyük maçlara çıkmadan önce antremanlarda büyük bir özveri ile çalışırlarsa, eskiden de bizimle oynayacakları maçlardan önce takımlar antremanda büyük bir gayret ile çalışırlardı. Fenerbahçe’yi Kadıköy’de yenmemiz bizim en büyük başarımızdı. Çünkü, o günden sonra Fenerbahçe’ye Kadıköy’de 6 gol atan takım olmadı. Ben o maçı şöyle özetlemek istiyorum. Sezonun ilk maçıydı. Fenebahçe takımı Aydınspor hakkında hiçbirşey bilmiyordu. O sezon ikinci ligden gelmesinin de etkisiyle bizi küçümseyen Fenarbahçe maça iyi hazırlanmadı. Fakat biz büyük bir özveri ile maça hazırlanmıştık ve karşılığında 6 gol attık. Fenerbahçe’ye 6 gol atmayı Aydınspor’da kimse beklemiyordu açıkcası. O maçtan sonra bütün gazeteler Aydınspor’un bu büyük başarısını yazdı. Aylarca kimsenin dilinden düşmedi bu olay. Böyle günlerden, şimdiki kötü günlere gelmek insanı gerçekten üzüyor. Aydınspor’un birden çöküşünü yönetimin kötü olması, gelen hocaların kendi oyuncularını getirerek takıma zarar vermeleri, başkanların kendi cepleriFuji Mehmet

tepe, sonunda 2006-2007 sezonunda Üçüncü Lig’de bile tutunamadı ve tarihinde ilk kez amatör kümeye kadar düştü. Borçları nedeniyle transfer yasağı konan, tüm mallarına haciz gelen, elektrik ve suyu kesilen Göztepe, Ağustos 2007’de Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) tarafından satışa çıkarılarak biraz olsun nefes alabildi. Yapılan ihale sonucu Altınbaş Holding Göztepe’ye sahip çıkarak efsaneyi yeniden canlandırmak için çalışmalara başladı. 2007-2008 sezonuna TFF 3.Ligi’nde start verilen çalışmalar meyvelerini verdi ve takım Bank Asya Birinci Lig Play-off’larına kadar yükseldi. Önümüzdeki yıl 2.Lig yükselme grubundan devam edecek olan Göztepe’yi, geçmişte büyük başarılar yaşamış olan futbolcusu Fuji Mehmet şöyle değerlendiriyor: “Göztepe eski başarılarına o dönemdeki yönetim, antrenörler ve futbolcu kalitesi sayesinde ulaşmıştır. Mesela Avrupa kupalarında yaşanan başarının öyküsünü şu şekilde aktarayım size. O sene Göztepe ilk turda Marsilya’yı, ikinci turda Rumen takımı Agrebüteş’i, üçüncü turda Yugoslav Viograt takımını eledi. Dördüncü turda Göztepe, Hamburg ile eşleşti fakat Hamburg turnuvadan çekilince bir üst tura çıktık. Sonra Macaruspeşt takımı ile eşleştik. İzmir’de 4-1 Budepeşte’de 4-0 yenilerek kupaya veda ettik. Ben en son Budepeştedeki maçta oynadım. Göztepe’nin bu başarısını takım ruhuna, İzmir ve tüm Türkiye’nin Göztepe’mize sahip çıkmasına ve Göztepe’deki kaliteli oyunculara bağlıyorum. Tüm Türkiye’nin taraftar desteğini alarak bu başarılara imza attık. Bu tür başarıların ardından kulübümüzün şimdiki durumuna şaşırmamak elde değil. Ama Göztepemiz 2-3 yıl öncesine göre şimdilerde daha iyi durumda.Umarım şanlı Göztepemiz’i yeniden üst liglerde ve Avrupa Kupaları’nda görürüz.” Efsane ruhunu tekrar canlandırmaya çalışan Göztepe’ye İzmir halkı tam destek veriyor. “Göz Göz”ler engelleri birer birer aşıp eski günlerine dönmeyi umutla bekliyor.

ni düşünmeleri gibi nedenlere bağlıyorum. Ben sağlığımda Aydınspor’u tekrar üst liglerde göreceğime inanmıyorum, çünkü amatörden birinci lige tekrar çıkmak çok zor. Umarım Aydınspor kötü giden günleri çabuk atlatır. Kendine yakışan liglerde mücadele etmeye kaldığı yerden devam eder.’ Kimi Avrupa’da kimisi Türkiye’de başarılı bir şekilde mücadele eden Ege’nin köklü çınarları şimdilerde eski günlerini özlemle anıyor. Çoğu ciddi mali sorunlarla mücadele ettiği için, bir zamanlar kazanılmış olan zaferler unutulmuş görünüyor. Genç taraftarlar için bu durum o kadar da katlanılmaz değil, ancak bir zamanlar takımlarıyla gurur duyan taraftar, yönetici ve futbolcular için, şu anki tablo gerçekten hüzün verici.

ERİHA

95

HAZİRAN 2010



8 ÜÇÜNCÜLÜK

İLETİŞİM FAKÜLTESİ

FA Z L A ÖDÜL REKORU

7 İKİNCİLİK

FAKÜLTEMİZ EN YILIN

3 BİRİNCİLİK

AYDIN DOĞAN VAKFI 21. GENÇ İLETİŞİMCİLER YARIŞMASI’NDA


{ Efsanevi Tire Bandosu

{ Londra’da öğrenci olmak

Sarıkeçililer

http://iletisim.erciyes.edu.tr Kamuoyu Araştırma Grubu

Ajans İletişim

Fotoğraf Atölyesi

Halkla İlişkiler Atölyesi

Erciyes Film Atölyesi

Tasarım Ofisi

Gazete Kampus

Haber Ajansı

Kampus Televizyonu

{ Deprem çocukları


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.