magrib 9

Page 1

9

magrib viyana

EYLÜL - EKİM 2008

magrib

kültür.sanat.coğrafya

9

EYLÜL - EKİM 2008



magrib kültür.sanat.coğrafya

viyana

9

Eylül / Ekim

Ağustos 2008 - İstanbul


magrib İki Aylık Edebiyat-Düşünce Dergisi Sayı: 9 Eylül - Ekim 2008 Yazı İşleri Müdürü Ali Işık Yayın Kurulu Ali Çiçek Ali Işık Kemal Bulut Muhammet Sağlam Serdar Kacır Düzelti Serdar Kacır Tuğba İ. Kacır Yönetim Yeri Gebrüder Lang Gasse 12/6 1150 Wien Austria Yayın Türü Yerel Süreli Görsel Tasarım

magrib

magrib@magrib.net Arka Kapak Mustafa Taşçı Telefon 0043 650 877 9581 Yazışma Adresi Breitegasse 11/3/31 1070 Wien Austria e-posta: magrib.kiler@gmail.com İnternet Adresi: www.magrib.net Gelen yazılar yayınlansa da yayınlanmasa da geri verilmez. Yayınlanan eserlerden yazarları sorumludur. İlkelerimize uymayan ilanlar alınmaz.


magrib İÇİNDEKİLER Magrib

Sunuş ................................................................. 4

Edebiyat Erdem Beyazıt Serdar Kacır Muhammet Sağlam Ali Işık Kemal Bulut Edgar Allan Poe Fatma Nur Hüküm Ali Özdemir Hayrullah Arslantekin Yusuf Kocamaz Tuğba İsmailoğlu Kacır

Bulmak ............................................................... 7 Şairin Ölümü ..................................................... 8 Ürkek Ülke ......................................................... 13 Gravür Şehir; Viyana. ..................................... 14 Ocak ................................................................... 16 Medcezir ............................................................ 22 Rüya İçre Rüya ................................................. 23 Sünger ............................................................... 24 Ay a Kaışı .............................................. 26 Cemre ................................................................. 29 Bu Kapı .............................................................. 30 Üsküdar’ın Mutasavvıf Atom Profesörü Ahmet Yüksel Özemre ....................................... 36

Düşünce Magrib Serdar Kacır Ali Çiçek Zeynep Şanlı Hans Koechler Salih Dülger Saliha Şanlıer

Ersin Nazif Gürdoğan İle Söyleşi ..................... 40 Sömürüye Karşı Fetih ................................................. 46 Yeniden Açılan Sayfa: Musul ............................49 Görünen Kimlikler..............................................54 57 Avrupada Müslüman-Hıristiyan Bağları: Geçmiş, Günümüz, Gelecek ............................... 62 Kulluk .................................................................66 Suskunluk Sarmalı ............................................ 74

Kültür-Sanat Orhan Ocakdan Ayşe Serra Dilek Şeyma Konak

Abd İzlenimleri .................................................. 78 Küskün Bulutun Rüyası... Cengiz Aytmatov................................................ 88 İnsan-Toplum-İktisat ........................................91


magrib Sunuş

Merhaba

‘Önce selam, sonra kelam’ demişler eskiler.

Kalbimizden, yüreğimizin ta ortasından kopup gelen ve iyi ki gelen bu selamı; önce çoraklaşmaya yüz tutmuş bedenlerimize bir damla hayat suyu olsun için veriyoruz. Her türlü sınırın yok olduğu ve sınırsızlığın özgürlük sayıldığı bu günlerde, sınırını ve onurunu bilmenin ağır yükünü biraz olsun hafifletmek ve kardeşlik bilincinin başta bizde ve çevremizde, artarak çoğalması ve sağlamlaşması için mazisi uzun ve anlamı derin bu selamı yineliyoruz. İnsanın, insanlık vasfını öldürmeye azmetmiş kıyasıya çabalayan ve her geçen gün ölümcül izler bırakan modern yaşam düzeninin, alt etmeye güç yetiremeyeceği ezeli bir bağın varlığını bilerek, umudumuzu başka baharlara ertelemeden, yaşadığımız hemen bu anda, bizi diriltecek ve muştulayacak bu selamı; yüreği Anadolu, zihni ümmet ve bütün derdi ‘insan’ olan bir neslin, yeniden yeşereceğine inancımızın bir nişanesi olsun için veriyoruz. Coğrafi ve ekonomik garibliğin gelip geçici olduğunu tekrar hatırlayarak ve asıl zor olan garibliğin, ‘kimsenin güç yetiremediği zamanda Allah Rasülü (a.s)’ın sünnetine sahip çıkmak’ olduğunu bilerek, bu kutlu kervanının yolcusu gariblere duyduğumuz hasretin ifadesi ve sevgisinin tezahürü adına, en çok onların diline yakışan bu selamı seslendiriyoruz. Kulaklarımızın pasını silmek ve dillerimizin bağını çözmek için, tekrarlandıkça kurtuluş ümidimizi pekiştiren bu selamı; kalplerimizi fethe hazırlamak ve asıl yurdumuza kavuşağımız ana kadar fetih üzere olmak adına bir dua niyetiyle dile getiriyoruz.

***

İstanbul’un fethinin 555. yıldönümü vesilesiyle; bize bu cennet mekanı bırakan atalarımızı, başta fethin mimarı Fatih Sultan Mehmet Han ve onun askerlerini, yine fethin manevi mimarlarının başında gelen Akşemseddin ve diğer gönül erlerini, tüm kalbimizle selamlıyor, şükran ve minnetimizi arz ediyoruz. Mekanları cennet olsun.

4


magrib İstanbul’u ‘İstanbul’ yapan ashab-ı güzinin büyüklerinden, Hz. Peygamberi evinde misafir eden Ebu Eyyüb El-Ensari Hazretleri ve diğer sahabe efendilerimizi, mekanımızı şereflendirdikleri için saygı ve hürmetle anıyoruz. Dileriz kendilerine komşu olalım. Yine İstanbul’a yaşantısı ve hizmetleriyle değer katan bütün güzel insaları buradan hatırlıyor ve kendilerine muhabbetlerimizi dile getiriyoruz. Dünyaya başkentlik yapmış, maddi ve manevi bir çok güzelliği bünyesinde barındıran İstanbul’a ise yer yer hak etmediği muamelelerde bulunsak dahi gözbebeğimiz olduğunu ve hep öyle kalacağını beyan ediyoruz.

***

Magrib 9. sayısıyla, bütün zorluk ve eksiklere rağmen sizlerin karşısında... Attığımız bu bir adımın daha hazzını yaşıyoruz. Dileğimiz bu hazzı siz sevgili okuyucularımız ile paylaşmak. Edebiyata, sanata, kültüre ve belki de en önemlisi düşünceye yok denecek kadar az bir kıymetin verildiği günümüzde, Magrib ve benzeri değerlerin muhatapları elbette çok kıymetli bir çaba ortaya koyuyorlar. Bizler, bu uğurda çaba gösteren bütün takipçilerimize ve sevenlerimize verdikleri destekten dolayı teşekkür ediyoruz. Bu değeri hep birlikte ortaya çıkardığımızı ve siz değerli okuyucularımız olmasa, bir tarafın eksik kalacağını bilerek yolumuza devam ediyoruz. Umarız sorumluluğumuz her nereye kadar ise, hakkıyla yerine getirebilelim.

Yaklaşan Ramazan ayınız şimdiden kutlu olsun.

5


Boฤ aziรงi 19. YY.


edebiyat

magrib

Erdem Beyazıt

Şiir

BULMAK Bir an kayboldun gibi! yaşadım kıyameti Yoruldun ama buldun ey kalbim emaneti Yeniden su yürüdü dalıma yaprağıma Bir bakışın can verdi kurumuş toprağıma Çiçeğe durdu kalbim içtim parmaklarından Göz çeşmem suya erdi sevda kaynaklarından Bir aydınlık denizin sonsuz derinliğinde Yüzüyorum gözünün yeşil serinliğinde Bir ışık bir kelebek biraz çiçek biraz kuş Yeni bir ülke yüzün ellerimde kaybolmuş Soluğum bir kuş gibi uçuyor ellerine Kapılıp gidiyorum saçının sellerine Gözlerinden göğüme sayısız yıldız akar Bir gülüşün içimde binlerce lamba yakar Bir kurtuluştur o an çağrılsa senin adın Sesin ne kadar sıcak sesin ne kadar yakın Tabiat bir bembeyaz gelinlik giymiş gibi Yüzüme kar yağıyor sanki elinmiş gibi Sensiz geçen zamanı belli yaşamamışım Sensizlik bir kuyuymuş onu aşamamışım Bir yol buldum öteye geçerek gözlerinden İşte yeni bir dünya peygamber sözlerinden Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm Merhum Erdem Beyazıt ağabeye Allah’tan rahmet diliyoruz.

7


magrib

edebiyat

Serdar Kacır

Portre

ŞAİRİN ÖLÜMÜ

Erdem Beyazıt ağabeyi Hakk’a uğurladık.

Kendinisini üniversite öğrencileri için tertip edilen bir eğitim kampında tanımıştım. Bundan 2 yıl önce kampımıza davetimizi, hasta olduğu halde bizleri kırmayarak kabul etmiş ve öğrencilere seminer vermek için iştirak etmişti. Gür sesiyle bize okuduğu Necip Fazıl şiirleri ve yine bütün Türkiye’nin yüksek sesle okumayı çok sevdiği Erdem Beyazıt şiirlerinden seslendirdikleri hala kulaklarımda. Erdem ağabey güzel yaşayan ve güzel ölenler safında yerini alarak aramızdan ayrıldı. Dostları ve yetiştirdiği insanlar onun kıymetinin yaşadığı anda farkındaydılar. ‘Kıymete binmek için ölmek gerek’ cümlesinin çerçevesine girmedi diye düşünüyorum. Yine de bu satırların yazılmasına Erdem ağabeyin ölümünün sebep olduğu gerçeğini de itiraf etmeliyim. Ne var ki Erdem ağabey şiirleriyle çoktan bize ölümünü sevdirmişti. Hüzünle barışık bir ölüm sevgisini şiirlerinden okuduğumuz Erdem ağabeyin kendi ölümü için Hz. Ebubekir (r.a)’ın dilinden peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) için söylettiği mısraları şimdi biz söylüyoruz.

Hayatında güzeldin Ölümünde güzelsin Öldün Bir daha ölmeyeceksin

***

Mehmet Akif İnan, Cahit Zarigoğlu, Nazif Gürdoğan, Rasim Özdenören ve Alaaddin Özdenören isimlerinden biri anılınca Erdem ağabeyin ismi de hemen ardından geliverir. Yaşıtlarım itibariyle, Mavera ekibini oluşturan bu güzel insanların bizler için birer kahraman mesabesinde olduğunu söyleyebilirim. Her biri ayrı bir ağabeylik örneği teşkil eder bizim için. Merhum Cahit Zarifoğlu’ndan söz açıldı mı, onun dervişliği, hiç görmemiş ve tanımamış olsak dahi, sanki bizleri tanısa yol arkadaşımız olacakmış hissini uyandıran ‘Yaşamak’ı ve Müslüman bir sanatkar duyarlığı kapı aralar zihnimizde. Rasim Özdenören ise, başka bir cephedir. Düşüncenin ince ve zor kıvrımlarında ter dökerken, gözlerindeki tebessümle feylesof kimliğini gizlemenin gayretindedir. Hikayesinde içten içe insanı onaran bir dervişin seslerini duymak mümkündür. Merhum Alaaddin Özdenören, bize acıyı hatırlatır daha çok. Oğlu Kerem’e aşk ile bağlılığı sanki bütün oğullara dair beslediği sevgiyi ifade eder.

8


edebiyat

magrib

Mehmet Akif İnan vakur duruşuyla, emeğin hakkını korumak için mücadele eden, yardımsever, ince ve zarif bir insan olarak gerçek aydın ve eylem adamının portresini çizmiştir adeta. Erdem ağabey çevrelerindeki gençleri eğiten ve yetiştiren önemli niteliklere haiz bir arkadaş grubunun değerli bir üyesiydi. Mavera ekibiyle tanışıklığı lise yıllarına kadar uzanır. Lise birinci sınıf öğrencisi iken Rasim Özdenören ve Cahit Zarifoğlu ile aynı sınıfı paylaşırlar. Alaaddin Özdenören ve Mehmet Akif İnan da aynı okulun öğrencileridir. O dönemde başlayan beraberlikler ilerde sıkı bir dostluğa dönüşür. Erdem Beyazıt bir yandan gür sesiyle arkadaşlarına Necip Fazıl şiirlerini ezberden okurken, diğer yandan kendisi de şiir yazmaya başlamıştır. Orta okul yıllarında kaleme aldığı ilk şiirin adı ‘Toprak ve Ölüm’ teması ise ölümdür. Şiiri gören edebiyat öğretmeni ’Bu genç yaşta ölüm ve toprağı düşünmen nasıl oluyor?’ der. Erdem ağabey ise ‘Hatırladığım kadarıyla ilk şiirlerimde de insanlığın ebedi sorunlarını anlatıyordum, bugün de.’ diyecektir bir söyleşisinde. 1959 yılında Kahramanmaraş Lisesi’nden mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde üniversite eğitimine başlayan Erdem ağabey, iki yıl kadar devam ettiği eğitimine maddi sıkıntılar nedeniyle 1961 yılında derslere devam mecburiyeti olmayan Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde devam kararı alır ve 1963 senesinde yüksek öğrenimine ara vererek askere gider. Askerlik hizmetini Burdur iline bağlı Çuvallı, Yeşilova köyünde yedek subay öğretmen olarak yapan Erdem ağabey, Hukuk Fakültesinde başladığı yüksek öğrenimine Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinde devam eder. Bu karar değişikliği hayatının ileriki evrelerinde belirleyici bir etken olarak karşımıza çıkacaktır. 1971 yılında Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olan Erdem ağabey, mezun olduğu liseye edebiyat öğretmeni olarak döner. Bir süre sonra Kahramanmaraş İl Halk Kütüphanesi’nde müdürlük görevinde bulunur. İstanbul Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’nın kuruluşunda genel sekreter olarak görev yapar. Milli Eğitim Bakanlığı’nda Basın Bürosu Memurluğu, Milli Kütüphane Süreli Yayınlar Şube Müdür Yardımcılığı görevlerinde bulunur. Erdem Beyazıt, arkadaşları merhum Cahit Zarifoğlu, Mehmet Akif İnan, Alaeddin ve Rasim Özdenören kardeşler ile birlikte Maraş’ta ‘Hamle’ adlı dergiyi çıkartarak yoğun olarak başladıkları edebiyat faaliyetlerine, üniversite yıllarında Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil üçgeninde devam ederler. Sezai Karakoç’un ‘Diriliş’i ve Nuri Pakdil’in ‘Edebiyat’ı Erdem ağabeyin şiirlerini yayınladığı ilk dergilerdir. İlk şiir kitabı ‘Sebeb Ey’ ise 1972 yılında Edebiyat Dergisi Yayınları tarafından basılır. 1976 yılına gelindiğinde sonradan ‘Mavera’ ekibi olarak anılacak arkadaş grubu Mavera dergisini yayınlamaya başlarlar. 163 sayı çıktıktan sonra 1990 yılında kapanan ‘Mavera’ dergisinin kurucu kadrosunda şu isimler vardır; Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt,

9


magrib

edebiyat

Rasim Özdenören, Aleaddin Özdenören, Mehmet Akif İnan, Nazif Gürdoğan ve Hasan Seyithanoğlu. Bir süre Sanayi Bakanlığı İnsan Gücü Eğitim Daire Başkan Yardımcılığı görevini yürüten Erdem ağabey, istifa eder ve kurucularından olduğu Akabe Yayınları’nın ve Mavera dergisinin yönetimini üstlenir. Erdem ağabey Afgan-Rus savaşının yaşandığı günlerde, Şenol Demiröz, Yücel Çakmaklı, Ahmet Bayazıt, Çetin Tunca, Halil İbrahim Sarıoğlu ve Necdet Taşçıoğlu’ndan oluşan bir ekiple, Pakistan, İran, Hindistan ve Afganistan’a bir gezi gerçekleştirir. Bu gezideki izlenimlerini ‘’İpek Yolundan Afganistan’a’’ adlı eserinde biraraya getiren Erdem ağabey, bu eseriyle 1983 yılında Türkiye Yazarlar Birliği Basın Ödülü’ne layık görülür. 1984 yılında Akabe Yayınları’nın İstanbul’a taşınmasının ardından devlet memurluluğuna geri dönerek DPT’de sözleşmeli personel olarak çalışan Erdem ağabey, 1987 yılında Anavatan Partisi’nden Kahramanmaraş milletvekili olarak TBMM’ne girer ve Milli Eğitim ve Çevre Komisyonlarında görev alır. 1988 yılında ‘Risaleler’ adlı şiir kitabıyla Türkiye Yazarlar Birliği Şiir Ödülünü kazanan Erdem ağabey, bir dönem sürdürdüğü milletvekilliğinin ardından tekrar aday olmamış ve İstanbul’a yerleşmiştir.

***

Erdem Beyazıt şiirleri Türk okuyucusunun ilgi gösterdiği ve severek okuduğu şiirler safında yerini almıştır. Şiiri şairin toplumla ilişki kurduğu bir alan olarak değerlendirirsek, Erdem Beyazıt’ın bu ilişkiyi çok üst düzeyde kurduğunu ve sürdürdüğünü görürüz. O’nun şiirleri isyanın sesi olarak algılanmıştır genellikle. Sakin, ağırbaşlı ve naif duruşa sahip şair, haksızlıklar karşısında başkaldırarak şiirinde ezilenlerin sesini yükseltmiştir. Haksızlıklara boyun eymeyerek dik duran şairin derdi insan ve insanı çevreleyen hakikatten başka bir şey değildir. Şiirinin tümüne yayılmış olan insan sevgisi ve her daim bütün insanlığı kuşatacak bir duyarlığı taşıyor olması, onun şiiriyle hayatını iç içe geçirdiğine ve ayrılmaz bir bütün oluşturduğuna işaret eder. KAR ALTINDA HÜZÜN DENEMESI Dünyanın en uzun hüznü yağıyor Yorgun ve yenilmiş insanlığımızın üstüne Kar yağıyor ve sen gidiyorsun Ağlar gibi yürüyerek gidiyorsun Belki bulmağa gidiyorsun kaybettiğimiz O insan ve tabiat çağını

10


edebiyat

magrib

Dön bana ve dinle Kuşlar uçuşuyor içimde Loş bir keman solosu gibi Kuşların uçuştuğunu içimde Dön bana ve dinle. Karanlık denizlerin dibinde Birtakım incilerin olduğunu Birtakım incilere ve hatıralara Neden bağlı olduğumuzu unutma. Duy beni ve dinle Denizler boğuşuyor içimde. Unutma diyorum ama sen anla Anlat bizim de yaşamak istediğimizi onlara. Divan şiirini iyi bilen Erdem Beyazıt kendi şiir dilini kurmayı başarmış bir şairdir. Onun şiirinde bir taraftan halk ozanlarının deyişlerine rastlamak mümkünken diğer taraftan isyanın ve lirizmin izlerini de bulmak mümkündür. Başka bir şair oldukça öz bir ifadeyle ’İnsanın eseri suretidir.’ der. Erdem Beyazıt’ın dostları ve çevresi tarafından ifade edilen karakteristik özelliklerinin olduğu gibi şiirine yansıdığını görüyoruz. Erdem Beyazıt dingin ve duygulu bir insandır. Onun şiirinde dingin akan bir nehrin sesinin gürleştiği de duyulur. İslami bir duruşa ve duyarlığa sahip olan şarin şiirinde de bu duruşun ve duyarlığın mısralarını okuyabiliriz. Sürekli umuda vurgu yapan ve ümitsizliğe asla yer olmadığını hatırlatan şair insanı uyaran bir sese sahiptir.

O

Dünyanın ağırlığına eklesek, Yıldızları, ayı, güneşi Yine de ağır basarsın ey kalbim Ey kalbimin güneşi....

(Evrenin Efendisine)

Öncü kuşak şairler arasında kabul edilen Erdem Beyazıt’ın şiirinin temel hareket noktası insandır. İnsanın hayatı ve ölümü, sevinci ve hüznü, savaşı ve barışı hep onun şiirinde yer bulmuştur. İnsanın onurunu korumanın derdinde olan şair, modern yaşamın insan hayatında yok etmeğe çalıştığı insani duyarlık ve güzel hasletleri

11


magrib

edebiyat

hem hayatında hem de şiirinde savunmuştur. Erdem Beyazıt, insandan ve toplumdan uzakta yaşayan ve topluma yukardan bakan şair ya da sanatçıların aksine, hayatın tam merkezinde yeralan ve duruşuyla, duyarlığıyla tavrını belli eden bir sanat adamıdır. Onun şiiri sahip olduğu düşünce ve duyarlıktan bağımsız değildir. Tüm bunların yanında şiiri basit bir ideolojik varolma alanı olarak görmemiş, sanatı insani bir çaba olarak yine insandan yana kullanmanın gayretinde olmuştur. Erdem Beyazıt’ın yazdığı mısralar şiire dost bir şairin yazdıkları olarak edebiyatımızdaki yerini çoktan almıştır. Onun şiirle kurmuş olduğu bu dostluk, şiirin de okuyucusuyla dost olmasını sağlamıştır. Okuyucusuna güven ve umut veren bu sesin sahibi yaşamını yitirmiş olsa da şiiriyle varlığını devam ettirecek. Dünya döndükçe onun adı halkı için ve insanlık için çırpınan ve mücadele eden şairler arasında zikredilecek. KENDİ ÖLÜMÜME AİT BİR DENEME

Bir gün öleceğim biliyorum Bunu her an ölür gibi biliyorum

Aziz kardeşim Yusuf Erzincani’nin anısına

Anamın yüreğinde bir kor Ölene dek sönmeyecek bir ateş Kımıldanıp duracak hep Karım bomboş bulacak dünyayı --- Nolurdu birlikte ölseydik, deyip duracak Oysa insan yalnız ölür Ama o olmayacak dualarla teselli arayacak Kızlarımın gırtlaklarında bir düğüm Bir süre kaçacaklar insanlardan Boşluğa düşmüş gibi bir duygu içlerinde Sonunda onlar da kabullenecekler öylesine Ölümüme en çabuk dostlarım alışacaklar --- Yaşayıp gidiyorduk yahu Ne vardı acele edecek! Diyecekler Biliyorum yaklaşıyoruz her an Biliyorum oruçlu doğar insan Ölümün iftar sofrasına.

12


edebiyat

magrib

Serdar Kacır

Şiir

ÜRKEK ÜLKE çocukluğun ürkek ülkesinden geçtik yırtıldıkça perdeleri gölgemizin ezeli bir hakikatti gördüklerimiz taşralı sevinçlerimiz dökülüyordu biz geçerken iki taşın başlara eğilen yankısı çoğaldıkça artıyordu karın diplerimizdeki ağrı ve dişlerimizin uzun ve bitmeyen gıcırtısı tükeniyordu yokluğun bahçesinde güller erirken küllerin tazeliğinde bahar biri siper ediyordu gövdesini taşlar kalplere bağ oluyordu taşlardan kalpler yontuluyordu yaralanıyordu arz biz geçerken dağlar heybetini yitirdi kalbimizden baharı yırtarcasına geçip giden ruhumuzdu acının tükendiği vakitlere eriyorduk diller karışıyordu kudüs son kez ağlıyordu biz çocuktuk daha dünya kemdi varlığın derin sancısını soluyordu bedenler unufak oluyordu cebimizdeki umut insanlar ufalıyordu o demler sonra titredi yerin kalbi hüzne boyun eğdi nağmeler artık geçit yoktu çocukluğumuza ellerimizde kuru simit bir bankta farketmezken alemi yürüyordu hayellerimiz ve biz büyüyorduk çorak toprakların yalınayak çocukları

13


magrib

edebiyat

Muhammet Sağlam

Deneme

GRAVÜR ŞEHİR; VİYANA. Karlsplatz`da yürürken, gördüm.

Kafasında peruk, üzerinde en son ondokuzuncuyüzyılsonlarındagörülmüş bordo kıyafetiyle, ellerinde o geceki opera gösterisinin biletlerini satan adamın „kredi kartıyla ödeme yapabilirsiniz!“ derken yüzündeki ifadeyi, Viyana‘lı şık bir beyin, yeşil yakalı ceketinin kollarıyla sildiğini. … Surlarını yıkan adamın ardından kim bilir kaç kez seslendi; kadim Avrupanın beşiği Viyana. Avrupayı bir baştan bir başa gezen seyyahların Viyana sokaklarını adımlarken neler hissettiğini anlamak şimdilerde zor. Oysa bir şehrin sokakları ne zaman bir yabancıya yol olsa, vitrine ilk önce o şehrin kendi çıkmalı. Alman ekolünün köşeli yapılarını Berlin duvarı yıkıldığından beri yuvarlak tabelalar süslüyor. Şehrin keskin köşeleri törpülene törpülene nihayet insana yaklaşıyor, dikkat!...

Tütün yasağına isyan eden Viyanalılar- sadece sigara içenler değil- ve bu isyan starbucks’ı üzüyor. Oysa kolay olmalı değil mi saglıklı bir nesli tütünsüz bir cafeye oturtup kola içirmek. Ve çabucak sahiplenmeli o sağlıklı nesil bu iş güzarlığı ki, kahve yerine light kola içip her sabah gürtel’de; surları yıkılmış şehir etrafında ruhsuz bir bedenden ter atmalı. ...

14


edebiyat

magrib

Schillingten Euroya geçtikleri zamanlarda, yaşlı bir Viyanalı beyin Schilling‘lerini toprağa göz yaşlarıyla gömdüğünü hatırladıkça, içimden hep garip bir sızıyla omzuna dokunmak istemişimdir o beyin. O ise, İkinci Dünya Savaşı esnasında kurulan gözetleme kulelerindeki nöbetinden az evvel inmiş, yorgun ve yenilmiş bir asker gibi, ağlıyordu... Buna karşın, yüzyıllardır yetiştirdiği düşünürlerin, Almancanın burçlarında pipo içip kelimelerden kurdukları setlerde melange yudumladığı, Viyana Üniversitesi‘nin şimdiki Felfese Bölüm Başkanı kadim Almancanın yerine İngilizce‘yi koyma ısrarında. Onu anlayan kaç Avusturyalı öğrenci „ohh my gott!“ demiştir, merak ediyorum?.. … Oysa bir zamanlar, bu şehre tepeden bakıldığında, sokaklarına serpilmiş cafelerin kapılarından çıkan sadece tütünün dumanı değildi. Edebiyatın ve sanatın atbaşı olduğu sohbetlerin felsefeye ve şehre çıktığı anlar, garip bir is sokakları sarar, Mozzart’ın bilmem kaçıncı senfonisi birinci Viyana`nın pencerelerinden tüm şehre akardı. Ne, o kapılar kaldı ne de o pencereler. Şimdi o kadim hayatın felsefesi ve onun yoğurdugu hayat, Schwedenplatz’a çıkan bir sokakta, çarsamba günleri akşam sekiz ile onbir arası bir cafenin düzenlediği yarışmada sorulan birer soruya karşılık geliyor. … Ve, sokaklara ve kilise duvarlarına sinen o is, bankalardan alınan desteklerle siliniyor, ne acı...

15


magrib

edebiyat

Ali Işık

Öykü

OCAK Pencereleri kapattılar. Ocağı söndürüp çıktılar. Dört yol ağzına kadar birlikte sessizce yürüdüler. Her biri ayrı sokaklara dalıp birbirlerinden uzaklaşıp gittiler. Muavin dokununca korkarak uyandı. Etrafına şaşkın şaşkın bakındı. Yarım saatlik dinlenme molasının başladığını söyleyip uzaklaşan muavinin ardından, kendinin bile zor duyabileceği bir ses tonuyla teşekkür etti. Yavaş adımlarla otobüsten indi. Her yanı tutulmuştu. Eğilip bacaklarını ovdu biraz. Rahat rahat arabayla gelmek varken otobüs yolculuğunu tercih ettiği için kızdı kendine. ‘Neyse’ dedi ‘yola çıktık bir kere, gidip çay içeyim.’ Sandalyeye oturana kadar sendeleyerek, yavaş yavaş yürüdü. Önüne çayını bırakan garsona gideceği şehre kaç kilometre kaldığını sordu. Daha iki saatlik yolu vardı. Sigarasını derin derin çekerken ilk iki üç gün içerisindeki toplantılarını aklından kovmaya çalışıyordu. Yarınki randevu önemliydi diye geçirdi içinden. Çok büyük bir fırsatı tepiyorum. Böyle bir iş daha ne zaman çıkar karşıma. Sonra durdu biraz. Aslında önüne çıkan her iş için aynı şeyleri düşündüğünü fark etti. Neyse dedi, ne zamandır şöyle yalnız bir kaçayım diyordum, iyi denk geldi. Denk gelen bir şey yoktu aslında. Hiç de planladığı bir yolculuk değildi. İdris Çiçek vefat etmeseydi ve onunla ilgili bir programa davet edilmeseydi bırak yalnız yolculuğa çıkmak, başını kaşıyacak zaman bulamıyordu. Son on yılda sürekli zamanı olmadığından şikayet eder, çocuklarına dahi zaman ayırmakta zorlanırdı. Bir çay daha istedi. Bir yandan, birkaç gün içerisinde yapması gerekip de yapamayacağı işlerin telafisi için kafa yoruyordu. Elini cebinde gezdirirken telefonunu, ardından telefonun kapalı olduğunu fark etti. Aceleyle telefonunu açmaya yeltendi. Kimbilir kaç kişi ulaşamamıştır. Vazgeçti açmaktan. Yola çıktığından bu yana aniden yapması gerekenleri hatırlıyor, ardından zor da olsa vazgeçirebiliyordu kendini. Güçlü bir ses; ona hayatın devam eden ritmine tutundurmaya çalışıyor, ardından cılız bir ses boşver bugün de hiçbir şeye dokunmayıver diyerek vazgeçiriyordu. Yolculuk yaptığı otobüsün harekat etmek üzere olduğu anonsu yapılıyordu. Otobüsün ön kapısı kapanmış arka kapısının önündeki son kişi de bir ayağını merdivene atmıştı. Tam binerken çay içtiği yerin arka kısmında oturan kişiye takıldı bakışları. İyice baktı. Evet evet oydu. Fikret’ti bu. Beni çay içerken görmüş olmalı diye düşündü. Ona doğru yöneldi. Gidip konuşmak, sarılmak istedi. Bir iki adım yürümüştü ki durdu. Tekrar gitmek istedi. Tekrar durdu. Gitmek istedikçe, durdurdu onu içinden bir şey. Ve gidemedi. Tekrar gitmek de isteyemedi. Sonra otobüse binip cam kenarındaki koltuğa oturdu. Gözü Fikret’teydi. Otobüs harekat edeceği sırada yan taraftaki otobüsün yolcuları inmeye başlamıştı. Yolcuların arasından biri daha dikkatini çekti. Cama dayadı gözlerini. Otobüs ağır ağır geri gidiyordu. Tanımıştı onu da.

16


edebiyat

magrib

‘Cihan bu’ dedi. Otobüsten inmek istedi. Otobüs kendini toplayıp yolunu doğrulttu. Muavini çağırdı. Aniden inme isteğinden vazgeçti. Ne konuşacaktı onlarla. Konuşabilecek miydi? Tekrar inmeye karar verdi, sonra tekrar vazgeçti. Muavin gelmişti. ‘Bir arzunuz mu var efendim’ dedi. İnmek istiyorum diyecekti. Demek istedi, diyemedi. Su istedi ve yavaşça oturdu yerine. Başını cama dayadı. Nasıl bir yolculuğa çıktığını yeni yeni fark ediyordu. Otobüsün altından akan asfalt zihninde belirginleşen görüntüleri ardı ardına sıralamasına yardım ediyordu. Asfalt akıyor o dalıyordu. Uzun bir süre silik fotoğrafların arasında dolandı durdu. Gittiği şehrin sokaklarında dolaştı biraz. Okul yıllarını, ardından o kenar mahalle okulundaki ilk öğretmenlik günlerini hatırladı. Üç okul değiştirmişti. İlkinden atılmış, ikincisinden kendi isteğiyle ayrılmıştı. Son çalıştığı okulda İdris Çiçek vardı. Fikret ve Cihan ise yakın bir okuldaydılar. Görüntüler netleşmeye başlayınca camdan kaldırdı kafasını. İdris, Fikret ve Cihan… ve ben. İdris Çiçek vefat edeli beş ay olmuştu. Onun yaşıyor olması hep güven vermişti ona. Görüşmeseler de sürekli uyaran bir dost olarak kalmıştı zihninde. Oturup karşısına dakikalarca dinlediği olmuştu. İdris’ten ayrıldıktan sonra da devam etmişti bu. Cama yaslandı tekrar. Uzaklara bakıyordu. Arkaya doğru akıp giden herşey gözündeki perdenin desenlerini oluşturuyordu adeta. Uzun düzlüklerin yaslandığı tepecikler, perdeye tek tük yansıyan ağaçların görünüp kaybolması derinlere daha da derinler itmişti onu. Gideceği şehrin sokaklarını dolaşırken karşına büyük ok işaretleri çıkıyordu. İşaretleri takip etmekten kendini alamıyor ve kendini o odanın önünde buluyordu. Birkaç kez odaya girmekten kurtulabilmişse de en sonunda odanın dışında kalmaya direnememişti. Odadaki eşyaların azarlayan bakışları karşısında korkuyor ve kendini odadan zar zor dışarı atıyordu. Dışarıda da İdris’e çarpıyordu. Terliyordu. Keşke bu yolculuğa çıkmasaydım diye içinden geçirirken muavin yanına kadar sokulmuştu. ‘Efendim hasta mısınız?’ dedi. Muavine su getirmesini söyledi. Görüntüler bir yerde netleşiyor ve yüreği burkuluyordu. O anı zihninden hiç silememiş, düşünmekten hep kaçmıştı. ‘Son oturuşumuzdu. Tüketmiştik. Kimse konuşmamıştı. Herkes içindekilerle oynaşıyordu. Geciktiğini düşündüğü hayatıyla… Birisinin bırakalım demesi gerekiyordu. Kimse içini söze dökememişti. İdris’in elindeki tespih koptu. Taneler dağıldı. Kalktık… Sadece ben değildim böyle olmasını isteyen.’ Kendi kendine mırıldanmasına bir anlam verememiş olacak ki suyu elinde tutuyor ve öylece bekliyordu muavin. Durumu fark edince kızarmaya başladı. Muavin

17


magrib

edebiyat

gidip kolonyalı mendil getirdi. Mendili alıp yüzünde, alnında, boynunda gezdirdi. Sonra tekrar camdan dışarı baktı. Daha derinlere dalıp gitti. Otobüsten inerken bir yandan ürküyor, bir yandan da içine temiz bir hava çekiyordu. İşte bu şehirdi. Son hazırlıklar da tamamlanmış misafirler gelmeye başlamıştı. Eski büyük hantal bir sinema salonuydu. Sahne arkasındaki öğrenciler heyecanlıydılar. En sevdikleri hocalarının anlatılacağı bu program eksiksiz olmalıydı onlara göre. ‘Fotoğraflar hazır’ dedi biri. ‘Başlıyoruz.’ Aralarından biri perdenin kenarından sahneye çıktı. Sesi titredi ilk iki cümlede, sonra yavaş yavaş kıvamına geldi. Adam kapıdan girdi. Ön taraflar tamamen dolmuştu. Arka tarafa geçip ortalarda bir koltuğa oturdu. Sahnedeki genç ses, konuşmacıya teşekkür edip gönderdi. Kendisi de perdeyi aralayıp sessizce çıktı sahneden. Işıklar söndü. Hafif bir fon verildi arkadan. Sahnedeki büyük perdede İdris Çiçek’in fotoğrafları dönmeye başladı. Altında günlüğünden, herkesin rahatça okuyabileceği yavaşlıkta, kısa kısa pasajlar akıyordu. Fotoğraflar pasajlarla bütünleşiyor sahnede İdris Çiçek konuşuyordu. Acıları, sevinçleri, dertleri, dostları olduğu gibi yansıyordu perdeye. Yaşadıklarını sanki temize çekip gitmiş gibi bütün detaylar yansımıştı ‘Hatıraları’na. Çektiği acılar perdeden gözyaşı olmuş damlarken fotoğraftan acı acı bakıyordu. Mutluluğu perdeyi sallıyor, uçmaya hazırlanan bir kelebek gibi oturuyordu koltukta. Yanındaki öğrencileri perdeden taşıyordu. Öğrencilerine ithafen yazdığı dörtlük zihinlere kazınıyordu dinleyenlerce. Dostlarının arasında mütebessim, kimisinde omuz omuza, kimisinde kucaklaşıyorken huzurluydu. Zamanı hatırlatan bir saat gibi parlıyordu aralarında. Kütüphanedeki kitapların içinde en çok okunan kitap gibi yıpranmış, çamların arasında meyveye durmuş bir ağaç gibi kendine çeken. Dakikalar geçtikçe İdris Çiçek yaşlanıyor daha olgun konuşuyordu. Artık İdris Çiçek fotoğraflara sığmıyor, dinleyenlerin her biriyle muhabbet ediyordu. O gün orada, arka sıraların ortasında, utancından kendini sinema salonunun koltuğuna gömerek son on yılı buruşturup çöp sepetine atmak için ter döküyordu. Dayanamıyordu artık. Zangır zangır titriyordu. Gırtlağı daralıyor, nefes almak için var gücüyle zorluyordu. Perdeye bakmaktan da alamıyordu kendini.

18


edebiyat

magrib

‘Üç yıl oldu. O gün o odadan çıkmamalıydık. O ocağı söndürmemeliydik.’

Derinlerden gelip geçen silik fotoğraflar, anılar bir bir netleşmişti. İdris Çiçek bir suret olarak tekrar canlanmıştı içinde. İdris Çiçek’le beraber bütün dertleri de canlanmıştı. Umutları, sancıları, on yıldır kaçıp kaçıp saklandıkları… Canlanmıştı. Dizlerini yumruklamaya, kendini dövmeye başladı. Koşar adım attı kendini salondan dışarı. Gece geç saatlere kadar her şeyi tekrar hatırlamak, kaldığı yerden devam etmek için dolaştı durdu. Saat oldukça ilerlemişti. Bu şehirde son gecesini geçirdiği otelde zor da olsa bir yer bulabildi. Sabahın erken saatinde yola koyuldu. Etrafına bakmadan hızla yürüyordu. İşe geç kalmış bir işçiyi andırıyordu aceleciliği. Bir sokağa girmişti ki geri döndü. Caddeden devam etti. Eskiden her zaman kullandığı sokaktan yürümeyi tercih etti. Sokağın başında durdu biraz. Başını hafif kaldırdı. Balkonda kimse yoktu. Yürümeye devam etti. Tekrar durup arkasına döndü. Biraz önce baktığı yere daha dikkatlice baktı. Kimseler yoktu. Devam etti. İki tarafı ağaçlarla kaplı sokaktan yürürken bir yerde yavaşladı. Etrafına bakındı. O bank yoktu yerinde. Yan taraftaki ağacın dibine oturup ağaca yaslandı. Sigarasını çekerken iki ağacın dalları arasına denk gelen yerdeki o şirin pencereyi aradı gözleri. Penceredeki saksıyı, saksıdaki ismini bilmediği o çiçeği anımsadı. Son günlerde hep burada oturur ajandadan bozma defterine bir şeyler karalardı. O defteri nereye koyduğunu düşündü. Nasıl olur dedi kendi kendine. Defterimi bile unutmuşum. Nerde olabileceğine dair en küçük bir belirti gelmedi aklına. Buradaki bankta oturur insanlar üzerine uzun uzadıya kafa yorardı. Son oturuşundan bu yana şaşkınlıkla izlediği insanlar gibi bir hayat yaşamıştı. ‘Çalışan kazanan, kazandığını harcayan. Tekrar kazanıp tekrar harcayan. Daha fazla kazanmak için kendini daha fazla harcayan. Dar ince bir yoldan koşar adım ilerleyen insanlar. Zamanın tamamını yaşadıklarından daha iyisini yaşamaya adayan. Dar bir çerçevenin içerisinde ancak mahpusluktan sıkılınca kendini avluya kadar atabilen insanlar. Şu anda sizin çoğunuzu iliklerinize kadar tanıyorum.’ İşte tekrar yazmaya başlamıştı. Buna sevindi. Avlunun kapısını aralamış, dışarıya çıkıyordu. İşte asıl buna seviniyordu. Kalkıp yürümeye devam etti. Yaklaşıyordu. Caminin minareleri görünmüştü. Bir sabah buradan camiye yürüyüşünü hatırladı. Ezanlar okunuyordu. Yol hafif ıslak, hava serindi. O yumuşak serinliğin buradan caminin kapısına kadar içini nasıl okşadığını tekrar hissetti. Evet, evet tam böyle bir şeydi. Kuşlar aynı ritimde ötüyordu. O günde olduğunu sandı. Ama değildi. Araya sıkışmış bomboş bir on sene vardı. Caminin kapısına kadar gelmişti. Şadırvanın bitişiğindeki çeşmeden su içti. Avluda kimseler yoktu. Bekçi Avni Ağabey yaşıyor mu acaba diye geçirdi içinde. Yüzünü hatırlamaya çalışıyordu ki avlunun bir ucundan tebessüm ederek birinin yaklaştığını

19


magrib

edebiyat

gördü. Yaklaştıkça Avni Ağabeyin siması canlandı zihninde. Evet, tam karşısındaydı. Kısa bir tereddütten sonra sarıldılar birbirlerine. Bir bankanın reklam amacıyla koyduğu banka oturdular. Sıradan birkaç soru-cevap faslından sonra bekçi Avni, ‘İrfan’ dedi ağlamaya başladı. ‘Çok özledim onu. Gitmiştiniz. Bomboş kalmıştı buralar. Üç yıl sonra tekrar geldi İrfan. Odanızın kilidini birlikte açtık. Oturup saatlerce ağladı. Burası boş kalmamalı Avni ağabey demişti. Sonrada hiç boş bırakmadı burayı. Fırsat buldukça geldi. Zamanla yanında öğrencilerinden de getirmeye başladı. Şu anda öğrenciler haftanın belirli günlerinde gelirler giderler. Uzun zaman oldu dedi. Hiç mi özlemediniz burayı.’ Ne söyleyebilirdi ki. Bir kez olsun aklına gelmediğini nasıl izah edebilirdi. Nasıl bir hayat yaşadığını utanmadan nasıl anlatabilirdi. Bekçi Avni Şadırvanı temizleyeceğini söyleyip ayrıldı yanından. Belki de onu yolundan alıkoymak istemiyordu. Ayağa kalkıp yavaş yavaş caminin arka tarafına doğru yürüdü. Kapının önünde durdu. En son kilitleyip çıkışları geziniyordu zihninde. Koşar adım kaçtıkları. Ertelediğini sandıkları şeylere doğru koşar adım kaçtıkları. Dört yol ağzına kadar beraber yürümüşlerdi. Kimsenin ayrılmayalım demeye niyeti yoktu. Ayrılırken birbirlerine sarılmadılar bile. Her biri ayrı sokaklara dalıp birbirlerinden uzaklaşıp gitmişlerdi. Kapıyı açtı. İçeride hafiften bir rutubet kokusu vardı. Pencerelerin dördünü de açtı. Geçip bir köşeye oturdu. Burada sevmiş, burada yüreklenmişti. Burada sıradan olmamaya karar vermişti. Burada okumuş, burada karar vermişti. Burada dertlenmiş, burada dertlerine çareler aramıştı. Tüm bunları sayıları bazen sekize çıkan ama dörtten aşağı hiç düşmeyen dostlarıyla yaşamıştı. Kalkıp dolabın kapağını açtı. Bıraktıkları her şey duruyordu. Odanın içinde gezindi biraz. İdris sahip çıkmıştı her şeye. İdris içinde akan, bazen kuruyan, bazen coşan nehrin adıydı. Göçük bir duvarın tuğlalarını ayıklıyordu. Odayı ve odada oluşanları içinde tekrar düzenlemeye uğraşıyordu. Tek tek dostlarını gözünün önüne getiriyor, onlara ulaşmayı, onlara İdris’in bıraktıklarını hatırlatmayı düşünüyordu. Kapı gıcırdayarak açıldı. Bir adam daha içeri giriyordu. Fikret’le kucaklaştılar. Birbirlerine söyleyecekleri bir şey yoktu. Oturdular köşeye. Birbirlerine bakıp bakıp kucaklaşıyorlardı. Kapı tekrar gıcırdadı. Cihan’ın önce gölgesi düştü odaya. Kapıdan girdi. Köşede iki dostunun oturduğunu görünce ağlamaya başladı. Tekrar üç dost kucaklaştılar sıkıca. Ağladılar biraz. Durdular. Söze giremiyorlardı. Üçü de yanlış konuşmaktan, eksik konuşmaktan korkuyorlardı. Aslında üçü de aynı şeyleri konuşuyorlardı. Birbirlerini anladıklarından emindiler. Susarak uzun uzun dertleştiler. Sonra içlerinden biri ‘Ocağı yakalım’ dedi. Yanındaki, ikisinin de gözlerine bakarak ‘Evet üşüdük’ dedi. Üçüncü çok kısık bir sesle ‘Çok üşüdük, içimiz üşüdü.’ dedi.

20


Ayasofya Cami


magrib

edebiyat

Kemal Bulut

Şiir

MEDCEZİR Gözlerin: Ve takıldım geceye Zamanın aceleci gürültüsüne Havanın puslu, soğuk Gizemine. Dipsiz bir kuyunun En derinine Attılar beni Sanki.

Sözlerin: Bana bal, bana kaymak Masmavi bir denize Dalmak, gözlerin Bana hoş, Ne söylerse dinlemesi. Ama.. Rengârenk Bir boşluğu Ummadık ânda Solduran Parçalara bölen, -sonra paramparçaKeskin bir bıçak Gibi.

22


edebiyat

magrib Edgar Allan Poe

Şiir

RÜYA İÇRE RÜYA* al bu bûseyi kaşın üstüne ayrılan senden, izin ver ki kanıtlayayım sen, günlerimi düşe düşüren yanlış değilsin eğer ki umut kaybolmuşsa geceleyin ya da gündüz bir görüş anında veya hiçbir şeyde bundan mıdır tükeniş? gördüğümüz yâhut görünen her şey ancak rüyâ içre rüyâ bir kükreyişin ortasında dikiliyorum dalgaların işkencesinde olan bir kıyıda parmaklarımdan derinlere akıp giden altın kum tohumlarını ellerimde tutuyorum ne kadar az ve ne kadar da sâkinler ben ağlarken - - - ben ağlarken tanrım! durduramaz mıyım? onları sıkıca tutarak tanrım! kurtaramaz mıyım yalnızca bir tanesini o acımasız dalgalardan gördüğümüz yâhut görünen her şey yoksa rüyâ içre rüyâ mı?

*

Şiirin orjinal ismi ‘A Dream Within A Dream’ tir.

23

İng. Çev.: Bünyamin Kasap


magrib

edebiyat

Fatma Nur Hüküm

Öykü

SÜNGER

• -… • •

Tren geliyor evladım. Ulaşınca haber ver. Peki babacığım.

Şubatın yirmi altısı olmasına rağmen kar yoktu havada. Soğuk vardı. Gökyüzü, en asil duruşunu bu soğuğun ardına gizlemişti sanki. Hiçbir renk yoktu ortalıkta, her yer griydi. Tüm renkleri –griyi de- en saf hallerine emanet edip trene bindim. Kompartımandaki koltuklar sık ve karşılıklı, insanların yüzlerindeki çizgileri okuyacak derecede yakındı. Allah’tan yol, yüzlerdeki çizgilerden kısaydı. Oldum olası uzun yolları sevmem çünkü. Hiç ummadığın yerde biter onlar; çizgilerse hiç ummadığın yerde açılıverir. İçlerinden okunmamış hikayeler çıkar. Koltuk numarası 57, pencere kenarı. Camdaki yağmur damlalarına komşuydum yani. Karşımdaki koltukta ise aynı uzaklık vardı; yakından görüp anlayamadığım, uzaktan bakıp doyamadığım. Uzun bir müddet hiç bir şey düşünmedim, hiç kimseyi görmedim, sadece vagonun üzerine ve cama değen yağmurun çıkardığı sesi dinledim. Herhalde bir kabirde uyuyanlar, toprağın mutlak sessizliğinde kendi nefeslerini ancak böyle dinlerler. Yolculuk bana, hep iyi ve unutturucu bir şefkatle yaklaşır. Zamanı üzerinde taşıyan bu ince rayların mekan değiştirmesi, sanki insanın kendi iç konumuyla eş orantılıdır ve bir an sonra sizi bambaşka bir insan kılar. İki, bir

- Kimdim ben, şimdi kimim? Bu soruyu soran biri daha vardı. Ne zaman biriyle sorudaş olsak, zaman durur, bir ayna sırrını cilalar sanki. olur.

O bakıyor, ben görüyordum. O düşünüyor, ben anlıyordum. Çehresi naif, gözleri derin bir kitabeydi. Sarının üzerine işlenmiş lacivert bir mürekkebin “birlik”e akıttığı nişanı taşıyordu boynunda. Ve eli sürekli onun üzerindeydi. Acaba kaybetmek istemediği mühür mü, yoksa “mutlak birlik”miydi?

24


edebiyat

magrib

- Kıymetli mi? diye sordum. - Evet dedi - O halde biri vasıtasıyla size geçmiş, dedim. - Bütün kıymetli şeyler bize bir insan vasıtasıyla geçer, dedi. - Sonra o insan kaybolur, dedim. - Vazifesi biten herşeyin kaderidir bu, dedi. - Vazifesi bitenin hatırası neden kaybolmaz, dedim. - İnsanın izi, kendisinden uzundur, dedi. - Bu iz için mi insan, bir ömür harcar, bir nişane satın alır dedim. - Bazıları öyledir, dedi. Bazıları da başkasının nişanında kaybolur. - Neden, dedim, kendi nişaneleri onlara yetmez mi? - Onlar, dedi, kendi nişaneleri olmadığını bilirler. - Kendi nişanesini görmeyen başkasının nişanesini nasıl görebilir, dedim. - Kendi nişanelerini görür de unuturlar, dedi. - Neden, dedim. - Unutulmamak için, dedi. - İnsan, kendini nasıl unutabilir dedim.

Bir aynaya bakarak dedi.

Ne görürler ki o aynada, onlara kendilerini unutturur dedim.

Daha önce kendini görüp de unutmuş birini, dedi.

• Herşeyin görünüp de unutulduğu bir hikayede, hatırlamanın anlamı nedir peki, dedim. Durdu, düşündü biraz. Sonra bir şeyi hatırlamış gibi, pencereye döndü. Bir ömrün muhasebesinden geriye kalanı, o anda fark etmiş gibi dalgın ama berrak bir sesle: • Camın arkasındaki sırdır o, dedi, onun sayesinde ayna önünde duranı gösterir.

O zaman anladım ki, hatırayım ben. İnsanların baktıkça unuttuğu.

25


magrib

edebiyat

Ali Özdemir

Şiir

AY A KARŞI Ay, parçalanmış bir sevda kenti; Varoşları talan edilmiş, merkezleri işgal altında. Gece, üstüme alabildiğine karanlığıyla gelir Adıma yakışandır o, omuzlarımı delikanlılaştıran Ve kanatlarımı güçlendirendir şifalı bir fırtınayla. İşlek ama mihenksiz caddelerde geceyi Ay’a karşı yarasalar cilalamaktadır bana. Ayna çatlağı gövdem ayrılıktan geceleri Çırpındıkça ayakuçlarımda gövdemle çarpışırım ben Vazgeçmiyorum kendimden, güzel kokular sürünüyorum Ay, karşımda parçalanmış bir ceset gibi. O dokunaksız ve kötürüm evlerin arka odalarından Cerahat gibi fışkıran mutluluğa gömülü ölülerin Gümbürdetiyor tabanlarımın altını adi şekilleri. Bütün sokakları keskin ve gösterişli bir yalnızlığa çıkaran benim Tıkıyorum damarlarını yanaşılmaz bir saldırganlıkla bir şeylerin. Mezar taşı gibi binalara dikilmiş balkonlarda Tanıdım kanın ve nefretin albenisini. İğdiş edilmiş karanlıklarda, iğfalat karşısında Minnet ve şükran duydum susmayan yüreğime Hepsini kendime ayırdım paylaşılmaz hüzünlerin. Gecenin ışıl ışıl dişlerini geçiriyorum etime, Paçalarıma sıçramasın diye kirli akıntıları cibilliyetsizlerin. Ay’a karşı yoluyorum okşanmamış çocuklar tazeliğinde saçlarımı Ayrılıktan ellerimde sevgilimin sararan kalbi Tıynetsizlere karşı ellerimde sevgilimin kalbi Sararan ellerimde ayrılık geceleri sevgilimin kalbi. Geçiriyorum etime gecenin mercan dişlerini Göğsümdeki dağda ceylanlarım biraz korkulu biraz yorgundur Denizlerin kalbi yırtılır kuşandığım suskularda Yırtıcı kuşların kanatlarından sağdığım füme Yakışıklı ve kayda değer gösteriyor beni Kendine uygun bulunuyorum acıdan anlayan herkesin Aşka yatkın duruşumdan çünkü yüzümdeki heyecan, Ayrılıktan ellerimdeki bu titreklik, gözlerimdeki bu yıkıklık izleri

26


edebiyat Ne zaman savururken küllerimi çıksa karşıma Ay, Ellerim diyorum, ey benim iki tedirgin kekliğim! Soluk soluğa dişlerine tutunuyorum gecenin. Tembihleyen yoktu insanın ilacı olduğunu gecenin Kimse öğretmedi ama ben çalışıp öğrendim Gecenin biricikliği senin biricikliğin sevgilim Ay, parçalanmış bir sevda kenti, başka kent yok Bütün kentler çünkü zifiri karanlık, bataklık gelişimi, Bir Ay var bir sen sevgili bir gecenin dişleri. Yayılsın içime gece onu ben saklayayım Onu ben ezberleyeyim onu ben öpüp koklayayım Yayılsın yayılsın kaplasın köşelerimi her damlasıyla Ay’a karşı cilalasın onu bana yarasalar Yarasalar, bana yalnızlıklar emziren iri memeleri gecenin, Ay’a karşı dayıyorum ağzımı onlara Gurbet kızıllığında şırıldayan yoksul bir dudağım ben, Ayrılıktan hüzünlere boğulan sevgilimin Ayrılıktan hüzünlere boğan kalbi kök saldı her tarafımda Ve dilimde Ay’ın bütün semtleri bütün heceleri Bütün caddelerde intikam duygusu doldurur benim sesimi Benim tıkayan damarlarını vazgeçilmez bir inançla bir şeylerin Benim sessiz dualar gibi yarasaların defterlere girişi.

27

magrib


Dolmabahรงe


edebiyat

magrib Hayrullah Arslantekin

Şiir

CEMRE

I. ecel şarkıları söylerdik kayan yıldız altında bir yaprak gibi dökülürdü saçlarımız, acımasız görünürdü titrekliğimiz oysa delikanlıydı sevdamız doğu alevi ellerimiz bir süvariydik yağmur olup inen kardelen gibi isyankar

düşlemeliydin kefenimizin ölçüsünü alan kırlangıcı hiç asılmayan yüzümüzü savunmasız kalan bakışlarımızı ve tetik alışımızı namlularımıza ey rüyalarımıza düşen cemre

II. aynalara söylenir artık meram şiirleri suskun ve soluksuz ve seherde sunulur şaire buse çünkü yitiktir benliklerdeki kırkikindiler

ıstırap yüklü mevzilere kilitli çığlık ve toprak gibi tutkun çilemiz ve gözyaşı gibi naif bir lahzada düşerse kanadı uçurtmalarımızın tutunamaz olur karanlığa damlalar kum taneleri gibi dağılır yüreklerimiz ve sen düşersin avuçlarımıza, sen ey yanaklardan süzülen cemre.

29


magrib

edebiyat

Yusuf Kocamaz

Öykü

BU KAPI “Bu kapı...” dedi evi gezdiren adam, “...çok uzun sürmeyen gençliğime açılır. Eğer evi satın alırsanız, ruhumda derin izler bırakmış bir çok eşsiz anıyı da almış olacaksınız.” Boyaları dökülmüş vitrayların arasından, arka bahçeye baktı bir süre. Sonra ucundan belli belirsiz melodiler gelen uzunca bir koridora daldı. “Afedersiniz; ne iş yapıyorum demiştiniz?” “Yayıncıyım efendim”. Durakladı. Dönerek tekrar beni baştan aşağı süzdü. Önemli bir saptama yapmak üzereymiş gibi bastonunun ucunu biraz havaya kaldırdı. Sonra bir şeyler mırıldanarak yürümeye devam etti. “Burası annemin en sevdiği odaydı” dedi, ön bahçeye bakan odaların birine varınca. “Öğlene kadar güneş alır” Üzerine oldukça yıpranmış bir battaniye serili koltuğu göstererek: “Bu size kalıyor. Şu sehpa, gözlük; size yarar mı bilmem, yakın için”, “Sanmıyorum” manasında dudaklarımı gererek ve zorla gülümseyerek başımı salladım. “Bardaklar, ayna, ve şu yarım kazak. Birinin bunu bitirmesini çok istedim ama olmadı. Artık hanım efendi yapar” Uzun ve paslı örgü şişleri, ölü gibi, kurtlu sehpanın üzerinde yatmaktaydılar. “Kadın, olmalı...” dedi, çerçeveleri çürümüş pencerenin dibine kadar gidip parmağıyla bir parça toz kopardı. “Anne olmalı...” Tam odadan çıkacakken: “Ah- unutuyordum. Tanıştırayım; bu, annem”. Sanki camı bile çürümüş bir fotoğraftı gösterdiği. Bir kadın olduğu bile zor anlaşılıyordu. “Ne anlatıyor bu adam?” diye geçirdim içimden. Evi satar gibi değil, birilerini bir süreliğine misafir ediyormuş gibi davranıyordu. Fazla üstüne düşmedim. Ağır melodiye biraz daha yaklaşarak bitişik odanın kapısına geldik. Ağır ağır gıcırdayarak açıldı kapı. Kapının açılmasıyla hatrı sayılır bir toz birikintisi havalandı yerden. “Ah- pencere açık kalmış” dedi ve içeri girdi. Sağa sola savrulmuş mendillerin, eski ve arkalarına not düşülmüş fotoğrafların, yırtılıp bir kenara atılmış mektupların arasından geçip pencereye vardı. Fakat yağmurla şişmiş pencereyi uzun süre kapatamadı. Tam yanına gidip yardım etmeyi düşünüyordum ki son bir gayretle sağlam bir omuz attı pencereye. Kanattan küçük bir parça fırladı. Camlar zangırdadı. Yere eğilip titrek parmaklarıyla kopan parçaya uzandı. “Görüyorsunuz...” derin bir nefes aldı, çerçeve parçasını avucunda çevirdi. “Artık bu evi bu halde görmeye dayanamıyorum. Artık gücüm yetmiyor. Sert bir rüzgarla toz olacak, uçup gidecek gibi geliyor”. Yaşlı yuvalarında titreyip duran gözleri toparlanıp bana yöneldi. “Ama sanırım daha fazla düşünmeyeceğim. Tabii sizin gibi biri eve sahip çıkmaya karar verirse...” “Efendim, sahip çıkmaktan kastınız... Yani biz...” “Burası ablamın odasıydı” diyerek kesti sözümü. “Burayla çok işiniz olmaz. Hatta buraya çok fazla girmezseniz iyi edersiniz. Size de yaramaz. Gördüğünüz gibi oldukça karamsar bir geçmiş var bu odada. Belki ara sıra temizlersiniz. Çıkalım burdan”.

30


edebiyat

magrib

Bu adam, uzun ve dallı budaklı geçmişiyle, arazi bir tutkuyla bağlanmış bu eve; dedim önce. Duvarlarda, tavan köşelerinde gezinen gölgeler vardı sanki. Ben gelince birer delik bulup çekilmişler, ürkek ve yabancılar gözlerle beni gözlüyorlardı. Ve ihtiyar adam benimle onların arasını yapmaya çalışıyor gibiydi. Çabuk toparladım kendimi. Bir diğer odaya geçerken o koridor için yapılabilecek değişiklikler zihnime dolmaya başlamıştı. Oldukça masraflı olacak, ama evin konumu, büyüklüğü ve burda gerçekleştirilebilecek toplantılar göz önünde bulundurulduğunda o masrafa değer. “Ve burası da...” ardından müzik sesi gelen kapıyı açtı, içeri girdi, eliyle beni yanına davet etti. “Evet, müzik odası diyebiliriz”. Ortasında, kaplaması sıyrılmış her yanı kurtlarla oyulmuş uzunca bir piyanonun durduğu geniş bir salondu. Piyanonun dışında salonda köşeye sıkıştırılmış iki eski koltuk ve aralarında paslanmış bir gramofon vardı. “Eskiden, neşeli partiler verilirdi bu salonda. Ben ilk kez burda aşık oldum”. Avuç içleriyle bastonunun üzerine dayandı. Gülümsedi. “Sekiz, dokuz yaşlarındaydım. Şu koltukta, babamın kucağındaydım. O da elinde kadehle piyanoya yakın duruyordu. Öyle güzel bir kadın görmediğinizden eminim beyefendi. Ben de bir daha görmedim zaten. Hatta şimdilerde o kadını belki hayalimde canlandırmışımdır diye düşünüyorum. İnsan bu yaşa gelince çok düşünüyor ama az hatırlıyor”. “Güzel bir kadına aşık olmayan çocuk var mıdır?” diye destekledim ben de. Güldü. “Bu salon bir çok güzel kadın gördü. Ve gösterişli, kibar erkekler... Burada güzel vakit geçireceğinizden eminim”. Yüzünde keyifli bir hüzün vardı. Çıktık salondan, kapıyı kapattı. Uzaklaştıkça boğuldu gramafonun sesi. “Enstruman çalarmısınız?”, “Hayır efendim, benim öyle yeteneklerim yok. Ama kızım piyano çalıyor”. Durdu. “Öyle mi? O piyanoyu en güzel ablam çalardı. Birgün, uzaktan dediler, bir adam geldi. Yetenekli bir piyanist... Sizi yaşamadığınıza ikna edebilirdi. Ablam aşık oldu O’na. Sonra zaten bir daha toparlayamadı.” Üst kata çıkan geniş merdivenlerin yanına kadar, kısa ve ağır adımlarla geldik. “Bu merdivenleri çıkmak ölüm gibi ızdırap veriyor bana”, “Bilemezsiniz” deyiverdim birden. “Efendim? Bana mı dediniz?”. “Yok hayır. Önemli bir şey değil”. “Neyi bilemez mişim?”. Ayakta dururken dizleri titreyen ihtiyarın bu kadar sağlıklı işitmesi beni şaşırtmıştı. “Efendim ben ölümle ilgili belki sizden farklı düşünüyor olabilirim. O yüzden... Siz de ölüm gibi deyince, öyle kendi kendime mırıldandım işte”. “Benim gibi yaşlı bir adamın önünde ölümü çok fazla telaffuz etmemelisiniz” dedi gülümseyerek. Utandım biraz. Ve üzüldüm. “Ama benim için sorun değil. Üzülmeyin. Hatta görüşlerinizi öğrenmek isterim”. Yaptığım hatayı düzeltme fırsatıydı. “Efendim, kısaca şöyle diyebilirim: Hep ölümün ızdıraplı bir olay olduğu düşünülür. Ama kimse bunun nasıl olduğunu bilemez. Buna dayanarak ben de ölümün ızdıraplı değil aksine huzurlu bir geçiş olduğunu düşünüyorum”. “Ne de olsa kimse aksini ispat edemiyor değil mi?”, “Sadece o değil. Ölen bir insan ızdırap çekermiş gibi görünür,diye düşünürüm. Ama eğer bilinci tamamen kaybolduysa hareket etse bile belki ölmüştür. Yani ölüm olayının tam olarak ne zaman gerçekleştiğini bilemeyiz. Ölüm esnasındaki ızdırabı belki de ruhun terkettiği beden çekmektedir. Yani doğum yapan bir kadın ve bebeği gibi. Bedenimiz bizi diğer dünyaya doğurur. O burda acı çekerken, bizim tek sıkıntımız

31


magrib

edebiyat

yeni dünyanın ışığına gözlerimizi alıştırmak olabilir”. “Öyleyse korkmam için bir sebep yok” dedi gülümseyerek. O anda büyük bir hata yaptığımı anladım. Bu yaşta bir adamın en son çekineceği şey olabilir ölümün tensel ızdırabı. Teker teker çıkmaya başladı merdivenleri. Ağır ağır çıktım ben de peşinden. Bu yersiz ve küçük düşürücü dialog bana başka bir şey farkettirdi: İhtiyar gayet aklı başında, ne dediğini bilen ve denileni anlayan bir adamdı. Neden öyleyse bana ev hakkında tuhaf telkinlerde bulunuyordu? Arada gerçekten bir yanlış anlaşılma mı söz konusuydu? “Burası benim Tanrı’yı bulduğum yerdir.” dedi ihtiyar, üst kata çıkınca. Önce biraz soluklandı. Sonra gözlerini koridorda, açık ve kapalı kapılarda gezdirerek: “İyi bir okuyucu değildim ömrüm boyunca beyefendi. Okumaktan çok dinlemişliğim vardır. Bir de yazılandan çok yazılmayanı okumaya meyilliyim. Bu kat okuduğum en uzun kitaptır; okuyup okuyup bitiremediğim... Evet...” aralık bir kapıya doğru ilerledik ağır ağır. Kapı yumuşak açıldı. Işık süzülüyordu camlardan. Kalın örtülü, yüksek ve geniş bir karyola vardı odanın ortasında. Konsollar, aynalar, şamdanlar, kalın perdeler... Oldukça kalabalık bir odaydı. “Burası anne ve babamın odası. Ben bu odada dünyaya geldim. Geçmiş zamana dönmek istedikçe içimden bir his bu odaya doğru iter beni. En başa... Zaman’ın bu odada git gide koyulaşıp nihayetinde katılaşarak bir cisme dönüştüğünü düşünürüm. Şu kalem. Kırk sene önceki bir şafak vaktidir mesela. Kırk, kırkbeş, tam emin değilim. Yani işinize yaramaz. Ben öldükten sonra atabilirsiniz. Örneğin şu küçük biblo, yirmi sene geçmiştir üzerinden, bir gün batımının hemen öncesidir. Görüyormusunuz?” “Bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor galiba kendince?” diye düşünmeye başlamıştım. Lakin artık anlattıkları pek kulağımı tırmalamıyordu. Sıra dışı olmalarıyla ilgileniyordum sadece. İhtiyar odada bir süre daha gezdi. Bir takım eşyalara dokunarak “şu, şu zamandır; bu, bu zamandır.” diye söylendi. O odadan çıkarken, bu yaşadıklarımı birilerine anlatma fikri aklıma düştü. Bir hikaye belki... Kapının hemen yanındaki odaya girdik sonra. “Buyrun.” Beni sanki evine yeni alıyormuş gibi özenle davet etti ihtiyar adam. “Burası benim odam.” Garip bir şekilde heycanlanmıştı sanki. Birden gözleri parlamış, yüzünde memnun bir ifade belirmişti. “Ben bu odada öleceğim.” deyiverdi birden. Şaşkınlıkla birlikte duymamazlıktan gelmeye çalıştım ama ihtiyar o kadar doğrudan söylemişti ki bu cümleyi, tepkisiz kalmam imkansızdı. “Öyle mi?” dedim ben de gülümseyerek. Duruldu, “Ben hep öyle hayal ediyorum yani. Bu yatakta... Doğumumla ölümüm arasında sadece bir duvar varmış gibi... Hep yıkmam gereken bir duvar varmış gibi... Evet... Yatağım, çalışma masam, gardrobum, kitaplığım, ve saire... Bunları tabii ölünceye kadar kullanacağım. Sonrasında da özellikle çalışma masamın, itinalı biri tarafından kullanılmasını rica edeceğim. Bir şeyler içmek ister misiniz?” “Hayır, çok teşekkür ederim.” “Su?” “Yok hayır, eksik olmayın.” İhtiyar “su” der demez bir susuzluk düşmüştü halbu ki içime, demiş oldum bir kez. “Çıkalım öyleyse.”

32


edebiyat

magrib

“Bu katta hep yatak odaları var. Şu ablamın, şu ve şu kardeşlerimin, şunlar konuklar için...” diyerek uzaktan kapılarını gösterdi odaların. “Hemen hepsi aynı, sadece kişisel eşyaları farklıdır. Onları da artık bir şekilde değerlendirirsiniz. İnelim.” “Afedersiniz, “Tanrı’yı bulduğum yer” demiştiniz, ne demek istediniz?” “Siz Tanrı’ya inanıyor musunuz?” dedi ihtiyar adam, merdivene doğru ilerlerken. “Evet, pek tabii.” “Ama buna rağmen benim O’nu nasıl bulduğumu merak ediyorsunuz.” “Anlamadım? Yani... Hayır... Yani ben... Sadece merakımdan sordum.” “Benim burda gördüğümü ne anlatabilirim, ne de anlatsam anlayabilirsiniz. Bu bir duyum, his. Kişiye özel bir şey. Başkalarının inancı hiç bir şeyi ispat etmez. Tanrı’nın bu anlamda genele yönelik bir ispatı da yoktur zaten, herkes tarafından anlaşılacak. Eğer öyle düşünüyorsanız tekrar inancınızı denetleyin. İspata binaen inanmak inanmak mıdır? İspat etmeden inanmadıkça ne kıymeti kalır?” “Haklısınız aslında efendim.” “Hayır ne münasebet! İsterseniz denetlemeyin.” “anlamadım?” “İnancınızı, denetleyip denetlememeniz beni ilgilendirmez. Kime veya neye inanıp inanmadığınız da. Sizin tanrınız ne iş yapıyor?” “Hah, ne iş mi yapıyor?” “Bu tanrı bahsini kapatalım, kendimi iyi hissetmiyorum. Peh tanrıymış... O’nu ben buldum. Benim tanrım.” Merdiven başında bir süre durduk öylece. İhtiyar adam titreyen elleriyle sım sıkı tutunuyordu bastonuna. Baston düzensiz aralıklarla trabzanlara çarpıyordu. İstemeden bir iki adım gerilemiş olabilirim bir ara. İhtiyar adam hızlıca kabaran göğsüyle bir tehtid olmuştu birden. Evi satın almaktan o ara vazgeçmiş olabirim. “şehre daha yakın bir yer bulurum.” Deyişim o araya denk gelmiş olabilir. Evin, uzun süredir satışa çıkarılmış olmasına rağmen, halen daha satılamamış olmasının nedeni kuvvetle muhtemel bu olabilirdi. Hem oldukça masraflı olacaktı. İhtiyar adam tekrar soluğunu düzenleyerek: “Evet, bu kat bu kadar. Kiler ve arka bahçeyi de gördükten sonra gezimizi sonlandırabiliriz.” O andan itibaren evi almak niyetiyle değil de ihtiyarı gözlemlemek ve yavaş yavaş içimde doğan ne idüğü belirsiz bir duyğuyu tanımlamak için bu durumu devam ettirmek yürürlüğe girmişti. “Uygundur. Buyrun.” Dedim sakince. Çıkarken dikkatimi çekmemiş olan tablolara çarptı gözüm. Merdiven boyunca asılıydılar. Hemen hepsi doğa resimleriydi. Ve ihtiyar adam ağır adımlarıyla kısa süreliğine bir tablonun parçası oluyor, bir diğerine geçerken arkada kalan tabloyu yarım bırakıyordu. “Bu tablolar...” “Hepsini beraberimde götüreceğim, merak etmeyin.” “Hayır ben...” “Biliyorum; gene merakınızdan soruyorsunuz.” Durup bana döndü. İhtiyara diyeceğini demesi için zaman verdim. “Merak iyi bir şey değildir beyefendi. Egodan kaynaklanır. Merakınızı dizginleyemezseniz benim yaşıma kadar kendiniz olarak gelemezsiniz.” “Merak, bilme arzusu değil midir? Bir şeyi bilmek istemek, merak etmek değil midir?” “Ukalalıkla budalalık arasındaki fark nedir biliyor musunuz? Biri bildiğini zannederek konuşur, diğeri bilip bilmediği hakkında bile fikir yürütmez. Siz hangisisiniz?” “Nezaket sınırlarını aşmamayı tercih ederim.” “Bu ev senelerdir neden satılmadı biliyor musunuz?” “Hayır.” “Merak ediyor musunuz?” “Evet.” “Öyleyse kileri görmenize gerek yok. Sizi arka bahçeye götüreyim.” Bu konuşmanın bu kadar sakin bitmesini bek-

33


magrib

edebiyat

lemiyordum. Ne zaman kendimi ihtiyarla çatışma halinde bulsam gardımı almadan anlamsız bir ateşkes ilan ediyordu. Bu da içimde doğan duygunun, ergenlik çağını erken bitirmesini sağlıyordu. Hiç bir şey yokmuş gibi sakince bitirdi merdivenleri. Arka bahçeye açılan kapıya dimdik yürüdü. “Bu kapı cevabı bulunamamış sorulara ve artık pek ehemmiyeti kalmamış cevaplara açılır.” Dedi adam. Ve iki kanadını birden açtı kapının. Önümüze yeşil, sarı ve mor bir bahçe serpiliverdi. Hafif bir rüzgar girdi içeri. Etrafımızda dolaşıp diğer odalara dağıldı. Bir ayine yürür gibi yürüdü ihtiyar adam bahçenin orta yerine kadar. Küçük, mermer bir fıskiye, sarmaşıklarla sarmalanmış geniş bir çardak, birkaç bank, birkaç patika ve meyve ağaçları vardı görünürde. “Ben de öyle tahmin etmiştim.” Dedim içimden. Ama her yer sanki az önce terkedilmiş gibi bakımlı ve sessizdi. “Burası bu evin taranmış saçlarıdır.” Dedi ihtiyar. Bir süre öylece bakındı etrafına. “Burada fazla vakit geçirmem. Eskitmekten korkuyor olabilirim. Veya değişmesinden. Buraya her gelişimde çok uzun zaman önce ayrıldığım dostlarım çıkar şu koruların arkasından teker teker. Sessisce seyrederiz bir birimizi. Burayı size en son göstermemin nedeni budur. Olur ki siz burdayken de çıkıp gelirler. Korkmayasınız. Eğer evi almaya kararlıysanız hala, buna da bir çare buluruz.” Bir an için ürperdiğimi hatırlıyorum. Bahçeyle arama kalın bir sis girmiş ve tüm renkleri almış gibi geldi bana. Üşüdüğümü sandım bir ara, ısıtıcı ikindi güneşine rağmen. Garip bir şekilde susadığımı hatırladım tekrar. İhtiyar adam daha bir dinç duruyordu karşımda. Bana dönmüş, sık sık yaptığı gibi iki avucuyla bastonunu ezmekteydi. Gülümsedi. “Görüyorum ki evi almaktan çoktan vaz geçmiş gibisiniz, biran evvel buradan kendinizi dışarı atmak istiyorsunuz. Yanılıyor muyum?” “Hayır. ne münasebet. Ben eşyanın da bir ruhunun olduğuna inanırım. Ya da bizim ruhumuzu yansıttığına. Evi satın almamla birlikte burdaki bir çok şey değişecektir. Alıp almama konusunda karar vermiş değilim elbette ama anlattıklarınız ve tavrınız sebebiyle vaz geçeceğimi sanmayın.” İhtiyar ıslak yuvalarında kıpırdayıp duran gözleriyle uzun süre baktı bana. “Evet...” dedi, “Buyrun o zaman.” Daha gidecek yer mi var diye düşündüm sıkıntıyla. İhtiyar adam koruya doğru yürüdü. Uzaktan fark edilmeyen bir aralığa daldı. Bahçede yalnız kalma fikri beni tedirgin etmiş olmalı ki hızlı adımlarla takip ettim onu. Dar bir koridoru geçerek geniş bir çimenliğe çıktık. Evin böyle bir tepenin üzerinde olduğunu farketmemiştim o zamana kadar. Tepe hafif bir eğimle aşağıya doğru uzanıp daha alçak ve yemyeşil tepelerin arasında kayboluyordu. Ufka yaklaşmış güneş, gök yüzünde kızaran bulutlar, pırıl pırıl çimenleriyle tepeler ve kalın dokulu rüzgar bana buradan bir daha geri dönüşün olmadığını söylüyorlardı sanki. Göz pınarlarımda birer damla yaş birikmesini isteyebilirdim. “Çok güzel...” deyiverdim içimden. Sonra tekrar kendime geldim. İhtiyar adam biraz aşağıdaki ağacı göstererek: “Şuraya ineceğiz.” Dedi. Evle bu enfes manzara arasında neden yüksek bir koruluk bırakıldığını anlamaya çalışıyordum.

34


edebiyat

magrib

Ağaca yaklaştıkça yanı sıra uzanan dikili taşları farkettim. “Burası aile mezarlığımız. Evet...” Üzerlerinde kime ait olduklarına dair tek bir işaret olmayan kalın mermer parçaları belirli bir düzen gözetilmeksizin dizilmişlerdi. “Burası da evin arazisi mi?” diye sordum. “Evet, bu ağaca kadar. Şu taşın altında kimse yok. Orası benim.” “Onun yanındaki?” “O da evi benden alacak kişinin.” “...” “Eğer evi alırsanız mezarınızın yanına yeni bir taş daha dikmenizi talep edeceğim.” Bunun artık tadı kaçan bir şaka olduğunu düşünmeye başlamıştım. Zihnimde yazmayı düşündüğüm hikaye git gide şekil alıyor beni kötü bir sona götürüyordu. Birazdan ihtiyar adam bembeyaz yüzüyle bana dönüp: “Ama sizin mezarınız boş değil.” Diyecekti sanki. “Anlıyorum.” Dedim tedirginliğimi gizlemeye çalışarak. Ve anlam veremediğim bir telaşın dürtüsüyle “Ben göreceğimi gördüm. Müsadenizle düşünmek için biraz zaman istiyorum” diye ekledim. “Zaman...” Güldü. “Benden alacağınız zamanın bir garantisi yok beyefendi. Nerdeyse tükenmek üzere. Tabii ki düşünebilirsiniz. Evet... Dönelim. Buyrun.” “Bu tepeden sonrası yerküreye ait değil” deselerdi inanırdım. Bu, yekpare bir büyünün görünen parçası mıydı? İçime düşen duygunun şüphe olduğunu zannettim bir ara. Ama neden şüphelendiğimi anlayamadığım için o zannı da geride bıraktım. Tepeyi çıkıp tekrar manzaraya bir göz attım. Sonra koruluğu geçtik. Yüzeysel bir paranoyayla bahçeyi de arkada bıraktık. Daha fazla incelemeden, arka kapısından girdik evin, ön kapısından çıktık. İki kapı arasında bir yerde, müziğin bitmiş olduğunu da fark ettim. Merdivenlerin başına geldiğimizde soluklandım biraz. Kafamı toparladım. Bu bile beni, o evin uzak durmam gereken bir yer olduğuna ikna etmeye yetti. “Açıkçası, düşünmek için zaman isterken yalan söyledim” dedim adama, sevimli görünmeye çalışarak. “Bu ev artık pek cazip görünmüyor bana. Sizi de boşuna ümitlendirmeyeyim. Sanırım başka evlere bakmam gerekecek.” Beni zor durumda bırakmayacak bir ses tonunla “Tahmin etmek çok zor değil beyefendi” dedi. “Ama siz de kabul edin ki iyi bir pazarlamacı değilsiniz.” “Bunu bir iltifat olarak kabul ediyorum. Siz de bir yayıncı için fazla varlıklısınız.” “Size hayırlı akşamlar diliyorum.” “Hayırlı? Teşekkür ederim, size de hayırlı akşamlar. Başarılar.” Beni merdivenlerde gören şöförüm arabadan çıkıp kapımı açmış beni bekliyordu. Kasten yavaşlatılmış adımlarla indim merdivenlerden. “Eve gidiyoruz.” “Başüstüne efendim.” Kıvrımlı yoldan inerken üzerimde tuhaf bir rahatlık hissettim. Bir ara bir hayaletin bizi takip ettiğini düşünsem de çabuk kurtuldum bu düşünceden. Ne olduğunu sorgulamaktan uzak tuttum kendimi. İlerde de sorgulamayacaktım. Şehre inip kalabalığa karışacaktım. Söylemek istediğim ama içimde kalan sözlerle dolup taşsam da... Evet...

35


magrib

edebiyat

Tuğba İ. Kacır

Portre

ÜSKÜDAR’IN MUTASAVVIF ATOM PROFESÖRÜ AHMET YÜKSEL ÖZEMRE

2008 Haziran’ı kaybedişin hüznünü getirdi Üsküdar’a. İki kıymetli hocamızı yolcu ettik. Eski Üsküdar’ın güzelliklerini kirpiklerinde taşıyan pek az sayıdaki güzel insandan belki de sona kalanlardı onlar: Çınaraltı artık boş, çünkü büyük şair Erdem Bayazıt Hak Teala’ya irtihal etti. Üsküdar artık öksüz, çünkü Üsküdar’ın en sağlam sütunu, en köklü ağacı Ahmet Yüksel Özemre hocamız vuslata erdi. 73 yıl süren bir yaşam öyküsü bu... Lakin onlarca 73 yıla sığdırılamayacak kadar yüklü. Değerli hocamız Ahmet Yüksel Özemre’nin ardından bir yazı kaleme almak belki de bu yüzden çok zor. İnsan onu nasıl anlatmalıyım, onun hangi yönünü daha çok vurgulamalıyım ikileminde acizleşiyor. Türkiye’nin ilk atom mühendisi olması hasebiyle bilim adamlığı kimliği ön plana çıkıyormuş gibi geliyor ilkin. Ardından tam altıbinsekizyüz sayfa toplamındaki hatıratlarını, denemelerini, incelemelerini ve

36


edebiyat

magrib

epistemolojiye olan aşırı ilgisini hatırlıyor insan ve büyük bir edebiyatçı ile karşı karşıya kaldığını anlıyor. Hemen sonra mutasavvıf kimliği düşüyor hatrımıza... Karşımızda çok yönlülüğüyle her bir sıfatının hakkını hakkıyla veren bir alim duruyor. Profesör Ahmet Yüksel Özemre, bu dünyadan hayli geniş yollar açarak geçen müstesna bir şahsiyet, çile ve gönül adamı… Ahmet Yüksel Özemre hayatının büyük kısmını bir İmparatorluk semti olan Üsküdar’da geçirir. Kur’an Tilavet ekolünün en son şahsiyetlerinden Hafız Mehmet Nurullah Bey’in oğlu olan Özemre, Üsküdar’da, tam 280 yıldır ailelerine ait olan mülkte bir Nisan sabahı dünyaya gelir. İkinci Dünya Savaşı’nın öncesine rasgelen çocukluk yıllarında Üsküdar’ın her biri ayrı bir âlem olan şahsiyetlerinden ve semtin bereketli havasından nasiplenir. Bugün hala faaliyette olan Ayazma İlkokulunu bitirdikten sonra eğitimine Galatasaray Lisesi’nde devam eder. Özemre, yıllar sonra kendisiyle yapılan bir söyleşide bu okulu çok büyük bir özlemle, müteşekkir bir şekilde anacak ve Galatasaray Lisesinin kendisine kazandırdıklarını şöyle özetleyecektir: “Kendimi acımasızca tenkid etmeyi, hiçbirseyi sıkı bir tenkid süzgecinden geçirmeden kabul etmemeyi, hiçbir toplumun ve ideolojinin körü körüne taklitçisi olmamayı, kendine güvenmeyi, konuşurken kelimelerin nüansını iyi seçmeyi, konuştuğum dilin geniş dil hazinesini kullanmayı, hatalı olduğumu anladığımda hatalarımdan derhal dönmeyi, mücadelede sonuna kadar gitmeyi, adil ve muhsin olmayı bu okulda öğrendim.” Henüz bu yıllarda hedefini belirleyen ve annesinin de ricası doğrultusunda fizik mühendisliğine meyleden Özemre, liseyi bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’ne girer. Lisans eğitimini ikibuçuk yıl gibi rekor bir sürede bitirir. Fakat sistem onun hızına yetişemediğinden mezun olmak için bir buçuk yıl daha beklemesi gerekmektedir. Bu süre zarfında Fransa’ya giderek “Fransa Nükleer Bilimler ve Teknoloji Milli Enstitüsü”nde Atom Mühendisliği dalında yaptığı Master’ını İstanbul Üniversitesi’nde lisans diplomasını almadan önce tamamlar. Bu hızlı başlayan maraton ivmesinden hiçbir şey kaybetmeyecektir ve Ahmet Yüksel Özemre, Türkiye’nin ilk atom mühendisi ve İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Teorik Fizik kürsüsünün ilk Profesörü olacaktır. İlk olmanın beraberinde getirdiği sorumlulukları göğüslemeye hazırdır elbet. Lakin 1985 -1987 yılları arasında Türkiye Atom Enerjisi Kurumu ve Atom Enerjisi Komisyonu Başkanlığı görevindeyken gerçekleşen Çernobil Kazası’nın yurtiçindeki etkilerinin faturasının kendisine kesilmesi hayli ağır bir yüktür. Hakkında pek çok spekülasyon yapılır ve savcılıklara 400 den fazla suç duyurusunda bulunulur. Bu davaların hepsinden beraat eder ve aklanır. Sonraları, hoca o yıllarda yaşadıklarını ‘Türkiye’nin Çernobil Çilesi’ ve ‘Ah, Şu Atom’dan Neler Çektim!’ adlı iki kitabında anlatacaktır.

37


magrib

edebiyat

O hatrı sayılır bir musiki aşığı, bir edib, lise yıllarında kırdığı rekorlar hala kırılamamış olan bir sporcuydu. Tüm bu meziyetlerine ve donanımına rağmen tevazu konusunda örneklik teşkil eden az sayıdaki insanlardan da biriydi. Galatasaray Lisesinde okurken her zaman sınavlarda ikinci olurdu, ikinci olacak kadar yazardı sınav kağıtlarına. Ola ki nefsine birincilik dokunur diye... Çok yönlü ve derinlikli bir kültür adamı olan Ahmet Yüksel Özemre`nin bu zenginliği ona asla zarar vermez. Altına girdiği her işten başarıyla çıkar. Çekilen onca çile elbette boşa gitmez, bugün hocanın yetiştirmiş olduğu öğrencilerinden tam 61 tanesinin profesör olması bu durumun göze yansımasıdır. Bu hakiki Üsküdar beyefendisi hatırat türünde edebiyata kazandırmış olduğu pek kıymetli eserleriyle bizlerle geçmiş arasında bir köprü kurmaktaydı. Onun anlattığı eski İstanbul, eski Üsküdar, gözlerimizin köşelerinde kaybedilmiş olana biriktirilen özlem dolu yaşlar oluyordu. Ve ondan bize kalan en değerli eserler hala onlar. Her ne kadar kendisi gitse de bizlere geçmişin insanlarının yaşadıkları mekanlarının kapılarını açarak gitti. Bu büyük münevveri elbette böylesine bir yazı anlatmak için çok kifayetsiz. Ancak bu vesileyle, bizim gönlümüzde olan hürmet ve muhabbetimizi tekrar dile getirerek kendisi için Rahman ve Rahim olan Allah`tan rahmet diliyoruz.

38


Bab-覺 Ali


magrib

düşünce

Magrib

Söyleşi

ERSİN NAZİF GÜRDOĞAN İLE SÖYLEŞİ

“Mavera, edebiyatsız bir medeniyet, medeniyetsiz de bir edebiyat olamayacağına inanan insanların çıkardığı bir dergiydi.” Ersin Nazif Gürdoğan’la Mavera Dergisi ve Cahit Zarifoğlu üzerine söyleşi Hocam, önemsediğimiz dergiler içersinde mutlaka Diriliş, Edebiyat, Yedi İklim var ama esas olarak Mavera Dergisi’nin yeri bunlardan ayrıdır. Siz de bu derginin içinde, yayın kurulundaydınız. Bize Mavera’nın hikayesini en başından itibaren anlatır mısınız? Mavera dergisi Türkiye’deki dergi geleneğinde Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat geleneğini sürdüren dergilerden biridir. Büyük Doğu’da Necip Fazıl, Diriliş’te Sezai Karakoç, Edebiyat Dergisi’nde Nuri Pakdil vardır. Onlar bu dergilerin genel yayın yönetmenleridir ve onların etkisi derginin her yazısında, her sayfasında hissedilir. Mavera ise en az yedi tane kurucusu olan bir dergidir. O derginin kurucuları arasında, Rasim Özdenören, Erdem Beyazıt, Cahit Zarifoğlu, Alaattin Özdenören, Mehmet Akif İnan ve ben vardık. Mavera 1976’nın son ayında çıkmaya başladı. Her derginin çıkışında bir mektup vardır, biz de öyle bir mektup hazırlamıştık. O mektubu Rasim Bey kaleme almıştı. Ardından da bu 6-7 kurucunun onayıyla derginin mektubu olarak yayınlanmıştı. Mavera dergisi, bizim kültürümüzün, edebiyatımızın dergisi olmak üzere çıktı. Mavera, edebiyatsız bir medeniyet, medeniyetsiz de bir edebiyat olamayacağına inanan insanların çıkardığı bir dergiydi. Mavera’daki insanlar, edebiyatın amacının kendisinden ibaret olmadığına inanan, edebiyatın, sanatın amacının bir ideali olduğuna inanan insanlardı. Necip Fazıl, “biz şiiri iman için bilmişiz, bizim için sanat, Allah’ı aramaktır” der. Gerçekten de Mavera, Necip Fazıl gibi, Sezai Karakoç gibi, Nuri Pakdil gibi edebiyatı, sanatı ve kültürü iman için bilen aydınların bir araya gelip çıkardıkları bir dergi oldu.

Mavera söylemek istediklerini nasıl söylerdi? Derginin genel çizgisinden, içeriğinde nelere yer verildiğinden bahseder misiniz?

40


düşünce

magrib

Edebiyat bizim kültürümüzde her zaman önemli olmuştur. Çünkü kültürün açılımı edebiyatla, sanatla, şiirle, romanla, hikaye ile ortaya konulur. Şiirin, hikayenin, romanın ulaştığı kitle daima bilimin, felsefenin ulaştığı kitleden daha fazladır. Toplumların yönlendirilmesinde, toplumların dönüştürülmesinde edebiyatın ve sanatın vazgeçilmez bir yeri vardır. Mavera’nın ana politikası kendi doğrularını söylemek oldu. Mavera’nın ciltleri karıştırılırsa orada kesinlikle polemik yazıları yoktur. Hiçbir zaman başkalarının kusurları üzerinde durulmamıştır. Mavera söyleyeceği doğruları başkalarının yanlışlarından çıkarak söyleyen bir dergi değildi. Mavera’da bizim kültürümüzle, sanatımızla ilgili her alana yer verilmiştir. Hatta orada teknoloji tartışmaları olmuştur, çevre sorunları gündeme getirilmiştir. Hat sanatı gündeme getirilmiştir, Mimar Sinan gündeme getirilmiştir. Sinema üzerine ciddi açık oturumlar düzenlenmiş, ciddi yazılar kaleme alınmıştır. Cahit Zarifoğlu’nun senaryo taslakları vardır meselâ. Rasim Özdenören’in, İsmail Kıllıoğlu’nun sinemaya uyarlanmış hikayelerinin tartışılması vardır. Rasim Özdenören’in Çok Sesli Bir Ölüm’ü oyunlaştırılmıştır. Ahmet Beyazıt, Şenol Demiröz, Tuncay Öztürk ve Yücel Çakmaklı, onlar o dönemde TRT’de çalışıyorlardı, o hikaye, Çok Sesli Bir Ölüm Prag’da bir ödül aldı.

Mavera’dan önce Diriliş vardı, Edebiyat Dergisi vardı. Siz de belirttiniz Mavera’nın bu dergilere göre kişilere endeksli bir dergi olmadığını. Mavera’nın daha çok bir grup, bir ekol hareketi olduğu çok belirgin. Bu dergiyi çıkardığınızda söylediğimiz anlamda devam eden dergilerde, dergi yöneticilerinde size karşı bir kırılma oldu mu? Yok, öyle bir kırılma yaşanmadı. Mavera dergisi çıkarken Büyük Doğu yayınına ara vermişti. Diriliş ve Edebiyat dergisi de yayınlarına ara vermişlerdi. O yüzden Mavera çıkmaya başladığı zaman ne Büyük Doğu, ne Diriliş, ne de Edebiyat çıkıyordu. Kaldı ki Mavera’da söylenenlerle Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat dergilerinde söylenenler arasında bir farklılık, bir çatışma söz konusu degildi. Tam tersine onlar birbirini bütünleyen dergiler. O yüzden Mavera’da Necip Fazıl’a büyük yer verilmiştir. Necip Fazıl ile ilgili ciddi incelemeler Mavera’da yayınlanmıştır. Mavera’da Sezai Karakoç’a çok büyük yer verilmiştir. Hatta Cahit Zarifoğlu’nun bir sözü vardı: “Biz bir ağaç gibiyiz, ama ağacın gövdesi Sezai Karakoç’tur, biz onun dallarıyız” derdi. Gerçekten Mavera’da yazıları yayınlanan arkadaşlarımız için Necip Fazıl, Nuri Pakdil, Sezai Karakoç önemli isimlerdi. Onlar her zaman bu dergide yazı yazanların ağabeyleri, üstadları olmuşlardır ve bu dergide sürekli onların düşünceleri, onların kitapları ele alınarak geniş kitlelere tanıtılmıştır. Mavera dergisi yayınlanmasaydı Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil bu kadar geniş bir okuyucu kitlesine ulaşamazdı diyebiliriz.

41


magrib

düşünce

Bu yedi güzel adam nasıl toplandı bir araya?

Bu yedi güzel adam Devlet Planlama Teşkilatı’nda bir araya geldi. Ben Fethi Gemuhluoğlu’na gitmiştim, teknik üniversiteyi bitirdikten sonra İşletme-İktisat Enstitüsü’nde yüksek lisans gibi bir şey yapmıştık. Nereye gidelim diye düşünürken Fethi Bey’e gittik. Fethi Bey, ben senin yerinde olsam gidip Kırıkkale’de Sanayi Bakanlığı’nın bir fabrikasına müdür olmaktansa planlamada, Ankara’da uzman olmayı tercih ederim dedi. Onun üzerine bana mektup yazdı, biri Nuri Pakdil’e, biri de rahmetli Muammer Dolmacı’ya götürülmek üzere. Ben o mektupları aldım gittim, ilk önce Nuri Pakdil’e götürdüm. O kartta, Nurican, Nazif hacıbayramdan Erdem Beyazıt’a kadar size emanet diye yazıyordu. Kartı göründe Nuri Bey çok heyecanlandı, oturduk. Yukarıdan Rasim Bey’i çağırdı. Bak Rasim, Fethi abi bu arkadaşımızı göndermiş dedi. Ardından da Nazif Bey dedi, roman okur musun? Ben teknik üniversiteden mezunum, cevabı beklemeden, bak biz roman okumayanın düşmanıyız dedi. Ondan sonra uzun uzun roman üzerine konuşuldu. Erdem Bey’in o zaman Küçükesat’ta bir evi vardı, hep beraber oraya gittik, yemek yedik. Nuri Pakdil, Rasim Özdenören, ben ve Erdem Beyazıt. Nuri Pakdil romanı çok önemserdi gerçekten. Roman okumayan hayatı anlayamaz, roman hayatın özüdür derdi. Hatta öyle ileri götürdü ki, Dostoyevski’yi okumayana şöför ehliyeti vermemek lazım derdi. Roman gerçekten bizim kültürümüzde fazla yer bulamamıştır. Yahya Kemal de bizim romanımız şarkılarımız, türkülerimizdir der. Gerçekten de bizim romanımız türkülerimiz, evliya menkıbelerimiz olmuştur. Onların arkasında çok zengin bir dünya vardır. Roman o açıdan hayata bütün olarak bakmanın, geniş bir kitleye ulaşmanın en temel araçlarından biridir. Hatta bir arkadaşımız vardı, Mustafa Keskin, islâm dünyasının bu kadar geri kalması, Dostoyevski gibi, Tolstoy gibi büyük romancılar yetiştirememesinden dolayıdır derdi. Buna karşın bazı arkadaşlar da evet bizde büyük romancılar yetişmemiş ama Mesnevî’deki öyküler birer roman gibi alınabilir derdi. Bizim romanlarımız evliya menkıbelerimiz olmuştur derdi Necip Fazıl. Onlara çok büyük yer vermiştir kendisi.

Derginin kurucuları olan bu yedi kişi hepsinin ayrı ayrı alanlardan kendine has yönleri var. Hikayeciler var, şairler var... Bu yedi kişi birbirlerini dergi çalışmalarında nasıl etkilediler? İlk sayılarda tek bir şair olsun ama bu şairden 3-4 şiir olsun dendi, sonra bu gelenek bırakıldı, üç dört tane şaire yer verildi her sayıda. Birden fazla hikayecinin hikayasine yer verildi her sayıda. Birkaç deneme yazan arkadaşa birden yer verildi ve yine her sayıda incelemeye, teknoloji üzerine konuşmalara vs. yer verildi. Bir ara açık oturumları vardı derginin, çok popülerdi. Cahit Bey kapalı oturum derdi onlara. Meselâ ‘Edebiyatta Evrensellik’ diye bir açık oturum yapılmıştı. Rasim Özdenören’in evindeydik. Akif İnan, İsmet Özel, Rasim Özdenören gibi isimler katılmıştı. Hakikaten

42


düşünce

magrib

o günlerde ses getiren bir açık oturum olmuştu. Bunun gibi birçok alanlarda açık oturumlar yapıldı. Çok sayıda konuşma yayınlanırdı. Ben İspanya’ya gitmiştim, orada Ömer Faruk Abdullah ile, oradaki müslümanlarla güzel bir konuşma yapmıştım. Onlar yayınlandı. Mavera insanla ilgili her konuya yer veren bir dergiydi. Birçok konuda özel sayılar çıkmıştı. Üç sayı birden Necip Fazıl özel sayısı çıkmıştı. Gerçekten bunlar Necip Fazıl hakkında yapılmış en güzel özel sayılardan birisiydi. Tasavvuf’a ilişkin bir özel sayı çıktığını hatırlıyorum meselâ. Afganistan ile ilgili çok büyük ve çok ses getiren bir özel sayı çıkmıştı. Her alana yer veren ve her alanda da ses getiren, dikkat çeken, ne söylediği çok önemsenen bir dergiydi Mavera.

Başka kesimlerin Mavera’ya bakışı nasıldı?

Mavera’da polemik yazılarına yer verilmedi. Meselâ Edebiyat Dergisi’nde Nuri Pakdil zaman zaman Melih Cevdet Anday’ın bizim çevrelerle ilgili yazılarına cevap verirdi. Mavera’da bu tür eleştiri yazıları çok fazla yer almadı. Dergi diğer çevrelerde de etkili oldu. Mavera, edebiyatı ve sanatı inanç için, kültür için, iman için bilen yazarların toplandığı bir dergiydi ama hiçbir zaman islâmi sanat diye bir sanat anlayışından yola çıkmadı. Anlattığı herşeyi islâmın ilkelerine, islâmın yoluna uygun bir şekilde anlatmaya özen gösterdi. Sol çevrelerin de o yıllarda dergiye ilgi gösterdiklerini söyleyebiliriz. Sanata, öyküye, denemeye, şiire ilgi duyan herkes Mavera’nın okuyucusuydu.

Cahit Zarifoğlu dergideki ekibin içinde nerede dururdu? Mavera için, Mavera’da yazanlar ve onu okuyanlar için Cahit Zarifoğlu neyi ifade ediyor? O yıllarda Türkiye yavaş yavaş dışa açılmaya başlamıştı. Dışarıdaki insanların sorunlarına yer verilmeye başlandı. Afganistan işgali çok ciddi bir şekilde ele alınmıştı. Cahit Zarifoğlu’nun adı Afganistan şairine çıkmıştı. Yine meselâ Mavera’daki arkadaşlarımız Erdem Beyazıt, Yücel Çakmaklı, Ahmet Beyazıt, Şenol Demiröz gittiler Afganistan ile ilgili çok ciddi bir belgesel hazırladılar. Dışarıdan gelenler hep Mavera’ya uğrarlardı. Yurt dışına gidecek insanlar da Mavera’ya uğrarlardı. Cahit Zarifoğlu herkesi yazı yazma konusunda özendirmeye çalışırdı. Cahit Zarifoğlu’nun güzel bir geleneği vardı; her yurt dışına gidene bir defter bir kalem hediye ederdi. “İngiltere’ye gidiyorsun, Amerika’ya gidiyorsun, Almanya’ya gidiyorsun, gittiğin ülkede gördüklerin senin için çok önemli olmayabilir ama onlar Türkiye’deki insanlar için önemlidir, üniversitede, caddede, okulda gördüklerini mutlaka yaz” derdi. Ben de bir dönem Suudi Arabistan’da bulundum. 80-84 yılları arasında. Benim bir yazı dizim vardı ‘Karalama Defteri’ diye dergide yayınlanan. O dizide Arabistan’daki izlenimlerimi yazmıştım, sonradan Hicaz’dan Endülüs’e ismiyle kitaplaştı o diziler. Orada yine

43


magrib

düşünce

Cahit Zarifoğlu’nun çok büyük özendirmesi vardı. Neredeyse her hafta mektup gönderir, yazıları gününde göndermemi isterdi. Bana mektup yazdığı gibi, Amerika’daki, İngiltere’deki, Almanya’daki arkadaşlara da yazar, onlardan da yazılar alır, gittikleri yerlerdeki önemli şahıslarla konuşmalar yapmalarını isterdi.

Afganistan’dan bir hikayeci getirildi galiba Türkiye’ye.

Evet, Cahit Zarifoğlu Afganistanlı bir hikayeci ile, Meral Maruf ile çok özel ilgilendi. Yaşar Nabi, Cengiz Dağcı ile ilgilenmiştir, onun romanlarını yayınlamıştır. Hatta ilk yayınlanan romanı Korkunç Yıllar’dır, orada önsözünde uzun uzun anlatırlar. Hiç değiştirmeden Cengiz Dağcı’nın yazdıklarını ufak tefek düzeltmelerle yayınlamışlardır. Bir büyük romancı Türkiye’ye kazandırılmıştır. Cengiz Dağcı Kırım asıllı bir romancıdır. Kırım’dan İngiltere’ye gitmek zorunda kalmıştır. Kırım’ı en güzel bir biçimde anlatan romancıların başında gelir. Cahit Zarifoğlu ana dili Türkçe olmayan bir yazardan ana dili Türkçe kadar güzel yazan bir yazar ortaya çıkarmıştı, o da Meral Maruf’tur. Yönlendirdi, yardımcı oldu, yazması konusunda teşvik etti. Ve onun yazıları ‘Hicret Günleri’ adı altında Mavera’da yayınlandı, sonradan da kitaplaştı. Gerçekten Cahit Bey’in öyle önemli bir yönlendirmesi vardı. Okuyucular sayfası hazırlardı. Derginin son sayfaları okuyuculara dönüktü. Bugün birçok yazı yazan, şiir yazan, hikaye yazan arkadaşımız Cahit Zarifoğlu’nun yönlendirmesi ile yazmaya başlamıştır. Bir ara derginin adı sondan okunan dergiye çıkmıştı. Herkes dergiyi aldığı zaman sondan okumaya başlardı. Mustafa islamoğlu meselâ o günlerde yazı yazanlardandı. Geçenlerde onunla karşılaştığımızda, bende Cahit Bey’in çok büyük hakkı var, yüzden fazla mektubu var demişti. Ben de bir önsöz yaz da o mektupları Cahit Zarifoğlu’nun mektupları olarak yayımlayalım demiştim. İnşallah İslamoğlu öyle bir kitap hazırlar. Cahit Bey günde onlarca mektup yazan bir insandı. Mavera bir mektep bir üniversite gibiydi. Dünyanın her yerinden yazılar gelirdi. Dünyanın her yerine giden kişilere yazılar sipariş edilirdi. Ve Ankara kaynayan bir yerdi. Bayındır sokak derginin yönetim yeriydi. Fransız Kültür’ün karşısındaydı. Fransız kültürünün karşısında diye tarif edilirdi derginin yeri. Gerçekten Mavera, sadece Fransız kültürü değil, Batı kültürüne karşı bizim kültürümüz nasıl anlatılır, nasıl sunulur, bunun kavgasını veren çok etkili olmuş bir dergiydi.

Cahit Bey bir Hadis-i Şeriften yola çıkarak bir kişinin yemeği üç kişiye yeter, üç kişiye yeten dört kişiye yeter dermiş. Mavera’da çorba yaptığınız zaman çorbaya biraz daha su eklendiğinden ve her gelenin, komşuların vs. gelip yemek yediğinden bahsetmişti Rasim Bey bir yazısında. Böyle çok sıcak bir ortam olmuş orada gerçekten.

Evet, Mavera’nın öyle bir havası, dergah havası vardı. Çorbası, çayı çok olan.

44


düşünce

magrib

Cahit Bey’in gezmeyi çok seven bir insan olduğundan bahsedilir.

Evet, Cahit Bey gezmeyi çok severdi. Yaşamak’ta uzun uzun anlatır onu. Bütün Avrupa’yı otostopla dolaşmıştır. Bir kitap çıktı , “Yürek Safında Bir Şair” diye. Orada mektupları var. Başta derviş meşrepli bir insandı. Çok merhametli kimseyi kırmayan, herkesle konuşabilen, çok cömert, eli açık bir insandı. Bizim evde iki tane radyo vardı, geldi birini götürdü. Sonra onu bir arkadaşa vermiş, bak demiş, sen bu radyoyu al, BBC’yi, arap radyolarını dinle, oradaki haberleri dinle, sonra orada önemli bulduğun haberleri çevir, biz de dergide yayınlayalım, dergide haber olsun diye vermiş. Böyle çok eli açık bir insandı, o yüzden de onu hiçbir zaman kimse kırmazdı. Kimden ne isterse verirlerdi, çünkü hiçbir şeyi kendisi için istemezdi. Onun Yaşamak’ta Necip Fazıl’ı bir anlatışı vardı. İnsanın der, bir ev dolusu parası olsa, Necip Fazıl’a verse de para nasıl harcanıyormuş görse. Aynı şey aslında kendisi için de geçerliydi. Onun da bir apartman dolusu parası olsa, üç günde hepsini bitirirdi, öyle bir yanı vardı. Hiç unutmuyorum, evlenmeye gidiyor, Van’dan Kasım Hoca’nın kızıyla sözlenmiş, nikahı yapılacak, Necip Fazıl şahidi. Ankara’dan uçakla gidiyor, ertesi gün dönecekler, ya dedi bana, paran var mı? Ben şimdi gidiyorum, evde de bir şey yok, bana biraz para ver gelirken bir şeyler alayım, ayıp olmasın dedi. Olur dedim, benim cebimde yetmiş bin beş yüz lira var, o gün önemli bir para tabi o. Aldı beş yüz mü, elli lira mı tam hatırlayamıyorum. Aldı gitti, giderken de vitrinlere bakmış, orada fotoğraf makinesi görmüş onu almış gitmiş. Evde yemek hiçbir şey yok. Yine ben evlendiğimde ben de İstanbul’dan tek başıma gitmiştim onun gibi. Uçakla İstanbul’dan Ankara’ya gidiyoruz, ben de Ankaraya telefon ettim, Cahit Bey’in o zaman arabası var. Bizim hiçbirimizin arabası yok. Dedim beni de karşılayın, geliyorum. Sağolsunlar Rasim Bey ile birlikte geldiler, beni karşıladılar. Bizim hanıma ilk sözü şey oldu, bak dedi, bacım, ben bu adam için gelmedim, senin için geldim dedi. Benim kayınpederle, Enis Safahi’yle Sabah gazetesinde beraber çalışmışlar. Kayınpeder gazetenin genel yayın yönetmeni, idare müdürü, Cahit Bey de orada yazılar yazmış, oradan tanışırlar, birbirlerini de severlerdi. Rasim Bey de öyle tek başına evlenmişti, hatta o evlendiği gün Necip Fazıl gelmişti Ankara’ya. Geç vakte kadar oturmuşlar, saat 12 olmuş, Erdem Bey, üstadım demiş, Rasim Bey evlendi biliyor musunuz. Üstad, ya demiş deli misiniz çocuklar niye söylemiyorsunuz. Öylece Rasim Bey’i 12’den sonra göndermişler... Bizim hepimizin öyle bir evliliği vardı. Hatta Rasim Bey annemiz beğendi, evlen dedi, evlendik der.

45


magrib

düşünce

Serdar Kacır

Deneme

SÖMÜRÜYE KARŞI FETİH

‘Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik.’

Fetih Suresi 1

Dünya tarihi bir anlamda galip gelenlerin ve mağlup olanların tarihidir. Büyük balık, küçük balığı yutmanın gayretinde olmuştur hep. Fakat devlet olarak yayılma hareketleri, toplulukların temel aldığı dünya görüşü ve buna bağlı olan yaşam biçimleri sebebiyle birbirinden farklılık arzederler. Batı topluluklarının yayılmacılık hareketleri medeniyet algılarının bir tezahürü olarak genellikle yıkım ve sefaletle sonuçlanmıştır. Emperyal bir gücün kendinden daha zayıf topluluklara yayılma faaliyeti, ele geçirilen topraklarda yapılan insan kıyımları, maddi zenginliklerin gasp edilmesi ve o topraklarda yaşayan kültürün yok edilmesi sonuçlarıyla çıkar karşımıza. Nihayetinde acı ve çığlıktan başka bir ses yükselmez mazlumların diyarından. Batı, bazı istisnaları olmakla birlikte zulmün ve acının tarihini yazmıştır dünyada. Kara kıta Afrika’nın insanları yıllarca sömürünün kurbanı olmuştur. Üstün olduğuna inanan beyaz insan acımasızca davranarak maddi ve manevi anlamda ezmiştir siyah insanları. Afrika’nın maddi her türlü zenginliğini kıta sahiplerinin ellerinden almakla yetinmeyen batı, çareyi o insanları köleleştirmekte bulmuş ve büyük yıkımlara doğru sürüklemiştir dünyayı. Tanrının buyruğunu çarpıtarak icat ettikleri yeni din anlayışı çerçevesinde oluşan yeni dünya düzeninin en belirgin özelliklerinden biri; güçlünün herşeye hakim olma ve güçsüzü ezme isteğidir. Sahip oldukları ile yetinmeyen batı insanı, gözünü başka topluluklarının maddi imkanlarına dikmiş ve o imkanları ele geçirmek için her türlü şiddeti bir araç olarak kullanmaktan çekinmemiştir. Kendilerine yardım eli uzatan Kızılderililerin yurtlarını gaspetmekle kalmayıp kıta sakinlerini katlederek büyük bir soykırım gerçekleştiren Batı’nın tarihi bu ve benzeri insanlık ayıpları ile doludur. Dünya tarihini okuduğumuz ve yaşanan gelişmeleri irdelediğimiz zaman, ‘sadece kendi menfaati için yaşamak ve kendi dışında başka toplulukları kabul etmemek’ düşüncesinin batı zihniyetinin temel bakış açısı olarak karşımıza çıktığını görürüz.

46


düşünce

magrib

İnsanı bir araca dönüştüren batı amaç olarak kendine zevk ve sefayı seçmiştir. Herşey ve herkes bu amaca hizmet etmedilir. Bu amaca ulaşmak için dünyayın bütün imkanları seferber edilmeli ve bütün insanlık bu amaca hizmet etmelidir. Bu yolda kendilerine itiraz edenler ya da itiraz etme ihtimali bulunanlar her türlü yol denerek bertaraf edilmeli, bu amaca ulaşım emniyet altına alınmalıdır. Dünya tarihinin son birkaç yüzyılı yukardaki cümlelerle en basit anlamıyla özetlenebilir. Batı cephesinde insanın yaşadığı dünya huzurdan ve sükundan bir hayli uzakta, acıların ve mutsuzlukların hüküm sürdüğü bir yerdir. Kendi mefaatlerinin esiri olan batı insanı, kendi dışındaki bütün insanları kendine esir etmekten geri durmamış ve sömürü faaliyetlerini bazen açık bazen de gizli bir şekilde yürüterek hedefine ulaşmak için çalışmıştır. İslam Medeniyeti ise yayılmacılık (emperyalizm) hareketine müsaade etmez. Onun gayesi insanın huzuru ve sükunetidir. Bunları temin için meşru çerçevede bazı araçları kullanır. Batı Medeniyeti’ndeki biçimiyle yer yer karşılaştırılmaya çalışılan fetih kavramı, esasen sadece İslam Medeniyeti’ne özgü bir kavramdır. Batılı kaynaklar sıklıkla fetih kavramının maddi anlamını önplana çıkarmaya gayret ederek, kendi yayılmacı hareketlerinin benzerinin İslam Medeniyetinde de olduğunu iddia ederler. Lakin fetih kavramı maddi anlamı olmakla beraber, asıl manevi anlamıyla önplandadır İslam Medeniyeti için. Ki genellikle bu anlamıyla değerlendirilmeye tabi tutulmuştur. Bir başka nokta ise maddi anlamıyla da fetih hareketi batının yayılmacı hareketine tamamen zıttır. İslam için asıl fetih gönüllerin kazanılmasıdır, toprakların değil. Yeryüzünün İslam ile tanışması aynı zamanda fethin de başladığı tarihtir. Fetih, tevhidin olmadığı coğrafyayı Allah’ın buyruğuna davet etmek ve gönüllerin asıl hakimiyle tanışmasını sağlamanın adıdır. Hz. Peygamber efendimiz Muhammed Mustafa (a.s)’ın dini tebliğe başladığı günden bu yana fetih hareketi, kapleri ve kaplere bağlı olarak mekanları tevhid sancağı altında birleştirerek Hakikat Medeniyeti İslam’ın insana en olgun yaşam biçimi ve düzenini kurmanın gayreti olmuştur. Arz insanın secdegahı, kalp ise Allah’ın nazargahırdır. Fetih, yani açma hareketi ise bir taraftan insanın kalbini Allah’ın nazarına açmak iken diğer bir taraftan arzın secdegah haline getirilmesidir. Bir kere Allah’ın nazarına açılan kalp hidayete ermiş olur. Hidayet ise insanın muhtaç olduğu en büyük nimettir. Fatihler, yani fetih hareketine kalkışanlar, fethedenler bir anlamda hidayetin vesilecileri olurlar. Fethin ulaşmadığı yerlerde tanrıtanımazlığın bir sonucu olarak ortaya çıkan dramın, bir diğer anlamda zulmün fetih eriştiği anda nihayet bulduğu ve yerini adalete bıraktığı görülür. Adalet adil insanların eliyle kaim olur, zulüm zalimlerin bertaraf olmasıyla son bulur. Fetih, hem adeleti tesis etmemin hem de zulmü iptal etmenin yürüyüşüdür.

47


magrib

düşünce

Yüzyıllar boyu süren fetih hareketleri, dünyayı insan için emniyetli bir yer haline getirmenin yanında insanı da kendinden emin olunabilecek bir varlık düzeyine eriştirmenin gayretinde olmuştur. İslam, insanın insana kulluğunu iptal eden ve insanın Allah dışında hiçbir varlık karşısında boyun eğmemesini emreden bir dindir. İslamın temel gayelerinden birisi, insanı özgürleştirerek kamil insan seviyesine ulaştırmaktır. Fetih de kula kulluğu ortadan kaldırmak ve herkesin kendi inanç ve düşüncesini yaşaması için en ideal ortamı sunmak için bir araç olmuştur. İslamın fetih hareketi batının insanı araç edinen yaklaşımın tam karşısında durarak insanı amaç edinmiştir. Onun için insan Allah’ın yarattığı en değerli varlık ve halifesidir. İnsana hak ettiği değeri vermek ve o değeri muhafaza etmesini sağlamak fethin ana gayesi olmuştur. Kara kıta Afrika’da batı ve İslam’ın davranış farklılığını açıkça tespit etmek mümkündür. Bir taraf yıkım, acı ve zulmün tarihini yazarken İslam adalet ve barışın, huzur ve saadetin adı olmuştur. İnsanın dünyaya ayak basışından beri zulmün taraftarları hep olagelmiştir ve sünnetullah gereği kıyamete kadar da devam edecektir. Lakin onların karşısında adeletin sancağını taşıyan tevhit erleri her zaman olmuştur ve Allah’ın izniyle de olmaya devam edecekler...

48


düşünce

magrib

YENİDEN AÇILAN SAYFA: MUSUL Petrolün her bir damlası için bir damla kan akıtmaya hazırız.1 Winston Churchill Kuzey Irak’a yapılan sınır ötesi operasyon beraberinde bir sürü meseleyi de akla getirdi. Bunlardan Türkiye’nin dış siyaseti adına en dikkat çekici olanı, neredeyse 90 senelik bir geçmişe sahip olan Musul buhranı. Hatırlayacaksınız, daha operasyonun sözü edilmeye başlanır başlanmaz yerli ve yabancı stratejistlerin bir kısmı kendilerine, acaba Türkiye başka şeylerin mi peşinde diye sorarak bizim o meşhum Musul Meselemizi tekrar araştırmaya başlamışlardı. Gösterilen refleksler göz önüne alındığında anlaşılıyor ki, Lozan’dan arta kalan ve halli en zor konu olan Musul Meselesi, hâlâ içselleştirdiğimiz, bir yerlerde sakladığımız büyük bir hâdise bizim için. Hâl böyle olunca, Musul’un nasıl “mesele” haline geldiğini, daha doğrusu elimizden çıkışını sağlayan olayları hatırlamakta fayda var. Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı sınırın güneyden geçmesi gerektiğinin farkında olarak Musul Vilâyetini Misak-ı Milli sınırları içerisine almışlardı. Yani Kurtuluş Savaşı’nda Musul, Antep’ten, Maraş’tan, Erzurum’dan tam mânâsıyla farksızdı. Savaş sürerken Anadolu’daki halk nasıl bu illerden gelecek güzel bir haber için bekleşiyorlarsa, aynı şekilde Musul’dan da böylesi bir müjde gelmesini umuyorlardı. Musul deyip geçmeyin, bahsettiğimiz vilâyet tüm Kuzey Irak’ı ve petrol yataklarını içinde bulunduruyor o zamanlar. Petrol de artık keşfedilmiş bir zenginlik tabi. Böyle olunca, zamanın sömürücülükteki at başısı İngiltere, Mondros Mütarekesi’nden sonra 15 Kasım 1918’de bölgeyi işgal ediyor. İşgal diyoruz, çünkü; ateşkes ilân edildiğinde İngilizler Musul’un 30 km dışında olmalarına rağmen mütâreke hükümlerini ihlâl ederek Musul’a girmişlerdir. Ve Mondros Mütarekesi’ni bir kenara koyalım, Sevr’e göre bile İngilizlerin Musul’a girmeleri diye birşey söz konusu değildi. Fakat gelinen noktada, İngiltere, mahallenin kabadayısı benim edasıyla topraklarımıza yerleşmiştir ve konu böylelikle Lozan’a intikâl etmiştir. Lozan Konferansı’nda Türkiye-Irak sınır meselesi görüşülmeye başlanınca, İsmet Paşa Musul’un Türkiye’ye bırakılması talebinde bulunur. Fakat İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon, konferans devam ettiği sırada İngiltere’nin fiilî işgali altında bulunan bölgenin Irak sınırları içinde kalması gerektiğini ısrarla savunur. Konunun düğümlenmesini önlemek için bu kararı bölge halkının insiyatifine bırakmayı teklif eder bizimkiler. İngiliz temsilcileri buna da yanaşmaz, çünkü o sırada Musul ve çevresinin 263.000 Kürt, 146.000 Türk nüfusa sahip olduğunu biliyorlardır.2 Yani şayet halk oylamasına gidilirse bunun Türkler lehine sonuçlanacağını. Velhasıl Musul Meselesi Lozan Konferansı’nın çalışmalarını tehlikeye düşürecek bir hâl almaya başlayınca,

49

Ali Çiçek

İnceleme


magrib

düşünce

taraflar bu meselenin çözümünü konferanstan sonraya bırakmayı kararlaştırmışlardır. Bu karar neticesinde Lozan Antlaşması’nın 3. Maddesinin 2. Fıkrasına şöyle bir hüküm konulmuştur: “Türkiye ile Irak arasındaki hudut dokuz ay zarfında Türkiye ile Büyük Britanya arasında sureti muslihanede tâyin edilecektir. Tâyin olunan müddet zarfında iki hükümet arasında ihtilâf husule gelmediği takdirde, ihtilâf, Cemiyeti Akvam Meclisi’ne arzolunacaktır.”3 Lafı dolandırmadan söyleyelim, bu kararın anlamı şudur; dokuz ay süresince bu mesele çözülemezse İngiltere’nin en büyük üyesi olup kesin etkisine aldığı ve Türkiye’nin üye olmadığı Milletler Cemiyeti bu meseleyi çözer! Musul’un kaderini belirleyecek olan 9 ay başlamıştır artık. İki taraf ta kendilerini çok çetin günlerin beklediğinin farkındadırlar. Ve daha başlangıçta bizim açımızdan umulmadık bir gelişme olur. Yıllardır Türkiye’ye hiçbir zararı olmayan Hristiyan Nesturîler, ne hikmetse 1924 Ağustos’unda Hakkari’de güvenliği bozucu olaylara sebebiyet vermeye başlarlar. Mustafa Kemal hükümeti derhal durumun düzeltilmesi için 7. Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Paşa’yı görevlendirir. Cafer Tayyar Paşa ordusuyla çok kısa sürede Nestrurî isyanını bastırmıştır fakat asıl mesele bu değildir ki. Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Paşa ve Cafer Tayyar Paşa kendi aralarında yaptıkları görüşmelerde asıl gâyenin Musul’u almak olduğunu belirlemişlerdi.4 Ordu bunun için tam tekmil hazırlanmıştı. Ve zaten bu önemli görev Cafer Tayyar Paşa’ya verilince memnuniyetle kabul ederek şöyle karşılık vermişti: “Bilirsiniz ki İngilizler Musul vilâyetini mütarekeden sonra bir oldu bitti işe işgal ettiler. Aynı hareketi ben de yapabilirim. Eğer bu hareketim hükümetin siyasetine uygun çıkarsa Musul vilâyeti kazanılmış ve dava halledilmiş olur, aksi halde, tarihî mesuliyet benim üzerime yüklenir. Siz de ‘Kumandan hükümetin isteğine aykırı olarak bu hareketi yapmıştır. Kendisini Divan-ı Harbe verdik. Mes’ul edeceğiz.’ dersiniz ve işi yine siyaset yolu ile halledebilirsiniz...”5 Mustafa Kemal de bu cevaba, “Zaten ancak sizin bu işin altından kalkabileceğinizi düşünerek size teklif ettim.” diye karşılık vermiştir. Buraya kadar herşey önceden planlandığı gibi giderken birden olayların seyri değişir. Cafer Tayyar Paşa isyânı bastırıp Musul yakınlarına gelmiştir. Fakat ne olduysa bir türlü Ankara’dan harekete geçme emri gelmemektedir. Çünkü İngiltere harekât haberini alınca Ankara’yı çok siddetli bir şekilde uyarmış, nota üstüne nota vermiştir. İngilizler bu konudaki kararlılıklarını bildirirerek savaş pahasına da olsa Musul’dan vazgeçmeyeceklerini anlatmaya çalışırlar bizimkilere. Ankara’dan Cafer Tayyar Paşa’ya telgraflar gelmeye başlar. Geri çekilmesi istenir ama Cafer Tayyar Paşa vezgeçmek niyetinde değildir. Durumu Ankara’ya izah etmeye çalışır defalarca, İngilizlerin durumunun iyi olmadığını, Irak’ta Araplara verdikleri tam bağımsızlık sözünü

50


düşünce

magrib

tutmadıkları için milliyetçi hareketlerle başlarının belâda olduğunu, dolayısıyla bizimle uğraşamayacaklarını ve verdikleri notaların tabiri caizse blöf olduklarını... Ama Tayyar Paşa’nın harekât emri beklentisi bir türlü gerçekleşmez. Tam tersine, Mustafa Kemal kendisini direkt olarak Ankara’ya çağırır geri çekilmesini sağlamak için. Mustafa Kemal meseleye şöyle bir açıklama getirir: “Savaşa girmemek için Musul sorununun çözümünü bir sonraya bırakmak, ondan vazgeçmek demek değildir. Belki onu elde etmek için daha güçlü olabileceğimiz bir zamanı beklemektir. Bugün barış yaparız, iki ay sonra Musul sorununu çözmeye kalkarız; fakat Musul sorununu bugün halletmek istersek karşınızda yalnız İngiliz değil, Fransız, İtalyan, Japon ve bütün düşmanlar vardır. Musul’u bugün alacağız dersek, bu mümkündür, ordumuzu yürütürüz, kolaylıkla alırız. Fakat Musul’u alır almaz savaşın biteceği kanısına varamayız. Şüphesiz orada ayrı bir savaş cephesi açmış olacağız.”6 Evet, İngiltere güçlüdür, Türkiye ise zayıf imkânlarıyla güçsüz. Diğer taraftan Mustafa Kemal dış politikada İngilizlerle ilişkilerin özel olarak iyi yürütülmesi taraftarıydı. Böylelikle Sovyet Rusya’ya karşı yalnız kalarak daha sonradan bunun Türkiye’ye pahalıya patlayacağı düşüncesine dayanak bulmuş oluyordu. Ancak ne ilginçtir ki Türkiye’nin bu politikası İngilizler tarafından hiçbir ilgi görmemiştir. Ta ki İkinci Dünya Savaşı’na kadar... İngiltere sorunu karşılıklı çözümleme niyetinde değildi. Asıl amaç meseleyi kendi etkileri altında bulunan Milletler Cemiyeti’ne taşımaktı. Nitekim bu 9 ay süresince yapılan görüşmeler bir işe yaramamıştır. Hatta İngilizler Musul’a ek olarak Hakkari’yi de istemişlerdir. Buradan anlaşılıyor ki İngiltere, daha fazla toprak isteyip sonradan bunlardan vazgeçerek Musul’u sağlama alma gibi bir pazarlık siyaseti gütmüştür. Ne kadar ucuz bir politika! 20 Eylül 1924’de toplanan Milletler Cemiyeti’nde Türk tarafının halk oylaması yapılması gerektiği tezine karşılık, İngilizler kendi görüşlerini ortaya attılar. Onlara göre sınır sorunu hiçbir zaman halk oylamasıyla çözümlenemez. Bu, askerî bir sorundur, önce sorunun niteliği hakkında bir karar alınmalıdır. Tarafsızlardan oluşan bir ekip kurulmalı ve sorunu görüşüp bu konuda iki tarafı da bağlayıcı bir karara varmalıdırlar. Tahmin edileceği gibi bu toplantıda İngiltere’nin önerisi kabul edilmiştir ve tarafsızlardan oluşan bir komisyon kurulmuştur. Bu komisyonda kimler var dersiniz; Macaristan’ın eski Başbakanı Kont Paul Teleki, İsveç’in Bükreş Büyükelçisi De Wirsen ve Belçika ordusu emekli albayı Paulis.7 Yani komisyon oldukça tarafsız! Bu ekip 1925 Eylül’ünde raporunu Milletler Cemiyetine sundu ve raporda Musul’un Türkiye’ye değil Irak’a katılması gerektiği tavsiye ediliyordu. Milletler Cemiyeti de bu tavsiyeyi aynen kabul etti.

51


magrib

düşünce

Bu karar Türkiye’de halk tarafından müthiş bir tepkiyle karşılassa da yapılacak birşey yoktur hükümet nezdinde. Çünkü o sıralar Şeyh Sait İsyanı’nda da İngilizlerin parmağı olduğu konuşuluyordu, bir de üstüne Nesturîler ve savaş tehtidi gelince, İngilizlerin istedikleri zaman nasıl ortlalığı karıştırabildiği belli olmuştu. Türkiye ise daha hâlâ Kurtuluş Savaşı’nın yaralarını sarmaya çalışan, henüz iki yaşında genç bir Cumhuriyet. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, zamanın Türkiye’sinin Musul için İngilizlerle savaşacak durumda olmadığını düşünüyorlardı. Onlara göre bunun sonucu sadece can ve toprak kaybı değil, reformların ve hatta cumhuriyetin de kaybedilmesi olabilirdi. Bundan dolayı Musul’u İngilizlere bırakmak Türkiye’yi kurtarmak için yapılmış bir fedâkarlık olarak görülüyordu. Nihayetinde 5 Haziran 1926’da Ankara’da Milletler Cemiyeti’nin kararı kabul edilmiştir. Bundan iki gün sonra, yani 7 Haziran’da, Dışişleri Bakanımız Tevfik Rüştü Aras TBMM’de yaptığı konuşmada şunları söylemektedir: “Şurasını da derhal arz etmeye mecburum ki, hudut üzerinde bile bin kilometre murabbaı(kare) miktarında lehimize tashihat ilâvesini teklif ettiler, esas davamızın böyle bin veyahut iki bin kilometrekarelik arazi davası olmadığını söyleyerek bu tekşif olunan araziden de sarfı nazarla bütün Musul Vilâyetinden müstakil Irak Devleti lehine ferâgati prensiplerimize daha uygun bulduk.” (İçtima 15, Celse 2) Kısacası Dışişleri Bakanımız diyor ki; bize karşılıksız olarak bırakılan bin km2 lik araziyi de istemeyip onlara iâde ettik! Konunun ilginç ve bir o kadar da can alıcı tarafı, yakın zaman içerisinde dış politika gündemimizi belirleyen ve bizi zor durumda bırakan olayların işte bu bin km2 lik topraklar içerisinde gerçekleşiyor olmasıdır. Sonuç olarak, 5 Haziran 1926’da imzalanan bu antlaşmaya göre Irak Hükümeti 25 yıl süreyle petrol gelirlerinin %10’unu Türkiye’ye verecektir ve böylelikle bizim şimdiki Irak sınırımız belirlenmiş ve Musul buhranı sona ermiştir. Şimdi anlaşıldı mı neden Kuzey Irak’a sınır ötesi operasyon söz konusu olunca Musul ile ilgili bir plan mı var acaba diye sorulmaya başlandığı?

Bütün bunlardan sonra gel de Musul’u ‘mesele’ yapma!

Dipnotlar: 1 Churchill bu sözü Birinci Dünya Savaşı sırasında amirallik yaparken söylemiştir. 2 “Kuzey Irak’ı Nasıl Verdik?”, Sedat Laçiner, http://www.turkishweekly.net/turkce/yazarlar. php?type=3&id=311 3 Esmer, Ahmet Şükrü – Sander, Oral, Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1965), Ankara; Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları No. 279, 1969, 2.bs., s.75 4 Armağan, Mustafa, Efsaneler ve Gerçekler, İstanbul; Timaş Yayınları, 2007, 1.bs., s.43 5 Karakuş, Erdoğan, Türk-İngiliz İlişkileri, İstanbul; IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2006, 1.bs., s.82 6 Karakuş, Erdoğan, a.g.e. s.81 7 Esmer, Ahmet Şükrü – Sander, Oral, a.g.e. s.77

52


İstinye


magrib

düşünce

Zeynep Şanlı

Deneme

GÖRÜNEN KİMLİKLER

Giyim, yüzyıllar boyunca “bir sözsüz kültür biçimi” olarak değerini korumuş ve insanlar sürekli, kişiliklerini, inançlarını, geleneklerini, estetik beğenilerini, hatta tepkilerini ve kabullerini giysileriyle ifade edegelmişlerdir. Giysiye yüklenen bu anlam, yalnızca andığımız bu insani özelliklerin ifadesi olması sebebiyle değil, toplumsal, siyasal statünün ve rolün de sembolü olmasının ve bu konumlara dair bilgi vermesinin de yanında, genel olarak yaşadığı toplumun kültürüne de işaret etmesindendir. “Her toplumda kadın ve erkek giysilerinin çeşitleri ve nitelikleri o toplumun iktisadi, toplumsal ve iklim şartlarına bağlı olmakla birlikte, özellikle o topluma hâkim olan değerlere ve dünya görüşüne tabidir ve hatta o dünya görüşünün göstergesi ve aynasıdır da.”(1)

Batı toplumlarında giysinin, vücudu teşhir edici ve karşısındakini cinsel açıdan tahrik edici olması, bize “Batı felsefesinin ve kültürünün” insanın hayattaki işlevine dair temel yaklaşımını da anlatmaktadır. Manevi değerlerden uzak bir hayat yaşayan, dini, hayatın dışında ve yaşanamaz bir psikolojik değer olarak gören Batı, insanın giysisini de, bakan gözün beğenisine göre, hatta daha çok cinselliği teşvik edici bir yönde şekillendirerek, bize, toplumsal statünün ve rolün de ötesinde, kendi kültür karakterini fısıldamaktadır. Sosyolojik araştırmalar(2), XIX. yüzyılda ve XX. yüzyılın ilk yarısında Batı toplumlarının giysi tasavvurunun, günümüz Batı toplumlarınınkinden farklı olduğunu göstermiştir. XX. yüzyılın ikinci yarısında moda kavramı tamamıyla değişmiş, medya, film ve müzik aracılığıyla kadın ve erkek bireyler birer cinsellik objesi olarak sunulmuştur.

54


düşünce

magrib

XIX. yüzyıl ortalarında Stansell’in New York’taki genç işçi sınıfı kadınlarının giyim tarzıyla leydininkini kıyaslarken yaptığı ‘leydi’ tasviri, o zamanın giysi tasavvurunu yansıtan bir örnektir : “Cinsiyetin görgü kuralları, “kadın gibi” kadının diğerlerinde açıkça gördüğü yerleri ve diğerlerinin onda yine açıkça gördüğü yerleri en aza indirmesini zorunlu kılar. Sokaktaki saygıdeğer hanım, dikkatleri fiziksel görünüşüne çekmek yerine kendi üzerinden uzaklaştırır... Yumuşak tonda, yüz dışında tüm teni kapatan (ve zorunlu olarak eldiven ve şapka içeren) bir kostüm ve ciddi tavırlar bir leydinin zerafet işaretleridir.”(3) Cinsiyetin görgü kurallarını öngören bu anlayış, pek çok vasıta ile manevi değerlerin kaybolması sonucunda dönüşüme uğramaya başlamış ve Sanayi Devrimi’yle bu süreç daha da hızlanmıştır. Sanayi Devrimi öncesinde giysi, ulaşılamaz değerde bir mal olduğundan, moda, toplumda yalnızca üst sınıfa mahsus kılınmıştır. Sanayi Devrimi’yle birlikte, giysi ve giysi çeşitlerine ulaşabilirlik kolaylaşarak artmış, egemen giyim tarzına alternatif stiller üretilmiş ve üst sınıfın taklidini öngören moda anlayışından vazgeçilmiştir. Sokaktan gelen marjinal söylemler, avangart giyim tarzları, feministlerin sunduğu pratik, rahat ve erkeksi kıyafetler, kadını maddeci bir bakış açısıyla öne süren rock müzik imgeleri ve medya aracılığıyla pek çok alternatif stil türemiş ve bu stiller, bir süre sonra egemen giyim tarzıyla bütünleşmiştir. Tüketiciler, sunulan seçenekler arasından kendine özgü bir tarz yaratma ve “eşsiz” olma çabasına girmiştir. Moda algısındaki bu değişim sürecinin seyri tesadüfî olarak gelişmemiştir. Kitleleri giydiren tasarımcılar, işlerini, akıllara durgunluk veren bir profesyonellikle yapmaktadırlar : “Moda tasarımcılarının yarattıkları, sezonluk gösterilerinde ve mağazalarında sergiledikleri imgeler, fotoğrafçıların moda dergileri ve reklamlarda sunduğu imgelerin yanı sıra üreticilerin katalogları için yarattıkları imgelerle televizyonlarda, filmlerde ve kliplerde sunulan kadın imgeleriyle uyum içindedir. Bu imaj yaratıcılar, film, televizyon ve sanat tarihinden sokak kültürlerine, eşcinsel alt kültürlere ve pornografiye kadar uzanan çok çeşitli kaynakları karıştırırlar.”(4) Batı toplumlarının moda algısında yaşanan bütün bu değişimler, şüphesiz tüm dünya toplumlarına yansımıştır/yansıtılmıştır. Kapitalist dünya görüşüne sahip Batı, maddesel olarak algılayamadığı, manevi değere sahip her bir şeyi yok etme yoluna gitmiş, dünyayı yalnız bir ‘sergi’ olarak gören anlayışı hâkim kılmak istemiştir. Kamusal alana çıkarken, “erkek” ya da “kadın” kimliğiyle değil, “insan” olarak çıkmayı, bakışları üzerine çekmek yerine kendinden uzaklaştırmayı öngören İslam’ın örtünme anlayışı, kapitalist sistemin hedefi haline gelmiştir. Zira kapitalizmin insanbeden anlayışıyla İslam’ın insan-beden anlayışı maddî ve manevî, ifşa ve mahremiyet noktasından bütünüyle karşı kutuplardan bakarlar insani değerlere.

55


magrib

düşünce

Doğu-Batı ayrımını öngören, Doğu’yu ötekileştiren, masallaştıran, bu zamana ait görmeyen oryantalist yaklaşım, tesettürü de Doğu’nun geri kalmışlığının sebeplerinden biri olarak göstermiş, başta televizyon ve sinema olmak üzere pek çok vasıta, bu tek yönlü anlayışın aynası olmuştur. Zira tesettür, vücudu teşhir eden giyim tarzını reddetmekle kalmıyor, moda akımlarına da sırtını dönüyordu, hatta önünü kesiyordu. Fanon’un yazdığı gibi: “Görünmeden gören kadın, sömürgeciyi hüsrana uğratır. Burada bir mütekabiliyet söz konusu değildir. Kadın kendini teslim etmez, vermez ve sunmaz.”(5) Katherine Bullock, tesettür üzerine yazdığı doktora tezinde, tesettürün sunduğu görünmeden görme imkanının, Avrupalıyı öç alma yoluna ittiğini savunmaktadır. Medeniyetin zirvesinde olduklarını düşünerek gittikleri Orta Doğu’da, görülemeyen, kontrol altına alınamayan kişilerin varlığı, Avrupalıyı güçsüz kılıyor, ‘kapitalizmin en etkin silahlarından olan kadın’, maddi bir varlık olarak algılanmayı reddediyordu. “Bu, yani görünmeden görmek, üstün ile aşağı arasındaki beklenen ilişkinin tersine dönmesiydi. Dolayısıyla -ki burası tezimin en can alıcı kısmıdır- Avrupalılar öç alma yoluna gitmişlerdir. Çarşafa (örtüye) saldırmış, onu (n temsil ettiği temel değerleri) kökünden kesmeye gayret etmiş, kadınları görmek (ve görünür kılmak) için ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalışmışlardır. Kadınları çıplak veya elbisesiz biçimde tasvir ederek, onları tablolar ve fotoğraflarda teşhir etmişlerdir.”(6) Batı kültürünü ve felsefesini anladıktan ve yakın tarihte, moda algısında yaşanan değişime şahit olduktan sonra, bu sektörde sunulan seçeneklerin ne derece iyimser olduğu şüphelidir. Fakat Batı, kendi giysi tasavvurunu dünyaya hâkim kılma ve tesettürün içerdiği direnci kırma hususunda, hedefine büyük ölçüde ulaşmış görünmektedir. Bu durum sorumluluklarımızı artırmakta ve zorlaştırmaktadır, fakat bizi kültürsüzleştirme çabasında olan Batıya teslimiyetimizi, sessiz kalışımızı haklı gösteremez. Dipnotlar 1.Gulam Ali Haddadadil, Çıplaklık Kültürü/ Kültürel Çıplaklık , s.19

2. Toplum bilimci Frédéric Le Play’in XIX.yüzyıl Fransız işçi sınıfı ailelerine ilişkin örnek olay incelemeleri, Carroll Wright’ın Amerika’daki yerli ve göçmen işçiler ve Avrupa’daki işçiler üzerine incelemeleri ve sosyoloji profesörü Diana Crane’in XIX.yüzyıl ve XX.yüzyıl Fransa,İngiltere ve Amerika toplumlarına ilişkin incelemeleri.

3. Diana Crane, Moda ve Gündemleri, s.86 4. A.g.e. , s.263

5. Katherine Bullock, Müslüman Kadınları ve Tesettürü Yeniden Düşünmek, s.78 6. A.g.e. , s.70

56


düşünce

magrib Hans Koechler

Seminer

AVRUPA’DA MÜSLÜMAN-HIRİSTİYAN BAĞLARI: GEÇMİŞ, GÜNÜMÜZ GELECEK(1) Çev.: Zeynep Ünal Üyesi

Dr. Hans Koechler , Innsbruck Universitesi Felsefe Bölüm Başkanı, ve Öğretim

(I) Avrupa’da Müslüman Hıristiyan İlişkileri Tarihi: Kültürel etkileşimlere karşı politik-ideolojik yüzleşme

Medeniyetler tarihine evrensel bir boyutta baktığımızda, Avrupa, Müslüman ve Hıristiyan dünya arasındaki çift yönlü kültürel etkileşimler bağlamında, gözle görülür bir eşitsizlik sergiliyor. İslam medeniyetinin Hıristiyan Avrupa üzerinde bilim ve teknoloji alanındaki binyıl önce başlayıp birkaç yüzyıl boyunca devam eden tesirine mukabil Avrupa düşüncesinin Müslüman dünya üzerindeki etkisi 19’ncu yüzyılın başlarına dayanıyor. Başka bir deyişle Avrupa kültürü binyılı aşkın bir süre boyunca İslam dünyası üzerinde hiçbir etki gösterememiş, aksine kültür ve bilimin bütün alanlarında erken İslami „aydınlanma“dan yararlanmıştır. Ortaçağ özgün Avrupa entelektüelitesinin ortaya çıkışının İspanya’daki İslam medeniyetinin bir sonucu olduğu tarihsel bir olgudur. Beş yüzyıl boyunca -8.yy–13. yy- dünya medeniyet tarihini İslam belirlemiştir. Bu süre zarfında Avrupa-Hıristiyan medeniyetine kıyasla İslam medeniyeti çok daha rafine ve aydınlanmıştı. İki yüzyıllık bir süre boyunca Avrupa’nın İslam medeniyetiyle karşılaşması, felsefe, tıp, astronomi, kimya ve matematik gibi bilimsel alanlarda gelişmesine yol açtı. Ortaçağ Müslüman âlimlerinin büyük başarılarından biri Antik Yunan felsefe ve bilimini gelecek kuşaklar için korumuş olmalarıdır. Hıristiyan bilim adamlarının Aristo metafiziğiyle tanışmaları ancak İspanya’daki Arap filozofların çeviri ve tefsirleri aracılığıyla olmuştur. 1126 Kurtuba doğumlu Arap filozof İbn Rüşd’ ün Aristo tefsiri büyük etki uyandırmıştır. Kurtuba, Sevilla, Gırnata, Valencia ve Toledo’daki Arap medreseleri önemli sayıda Hıristiyan bilim adamını cezp etmiştir. Albertus Magnus, Roger Bacon, Thomas Aquinas, William of Ockham ve sonradan Papa II. Sylvester olarak anılacak olan Gerbert of Aurillac gibi zamanın önemli Hıristiyan düşünürleri entelektüel yeteneklerini bu merkezlerde geliştirdiler.

57


magrib

düşünce

Toledo’da 1130’da bünyesinde bir tercüme okulu da kurulmuş olan “Büyük Avrupa Kütüphanesi” Avrupa’nın her yerinden öğrenci ve araştırmacılar için bir cazibe merkeziydi. Arap-İslami tıp biliminin, Avrupa’da bir tıp disiplini oluşması konusundaki etkisi yadsınamaz derecede büyüktür. 12. yy.da Avrupa’da kurulan tıp üniversitelerindeki ilk profesörler Arap ekolünden gelmekteydi. Ünlü tıp bilgini İbn-i Sina’nın “El-Kanun Fi’t-Tıb” adlı eseri Avrupa’daki bütün tıp fakültelerinde altı asır boyunca okutulmuştur. Fransa kralı III. Henry, Fransa’da tıbbi araştırmayı artırmak amacıyla ünlü College Royal’de Arap Dili kürsüsünü kurdurmuştur. Arap astronom El-Battani (858-929) Batlamyus’un geosantrizm (2) dogmasını, Kopernik’in 16. yy.da yayınladığı meşhur eseri “De revoluitonibus orbium coelestium’’ dan önce çürütmüştür. Roma dönemi Avrupa mimarisi özellikle İspanya İslami mimarisine çok şey borçludur. Daha fazla detaya girmeden söylenilebilir ki 12. yüzyılın sonlarına dek güney Avrupa’da yıldızı parlayan Roma İmparatorluğu’nun gelişmesine dahi katkıda bulunan İslam medeniyeti, Avrupa’yı Ortaçağ’ın ‘dogmatik uykusu’ndan uyandırmış ve aydın, rasyonel ve dogmatik olmayan dünya görüşüyle erken Avrupa Rönesans’ına zemin hazırlamıştır. Hıristiyan medeniyetin kendisinden tek taraflı olarak yararlandığı -ki İslam medeniyetinin gelişmesine sunacak hiçbir şeyi yoktu- bu zengin kültürel tesir, politik düzeyde ise nadiren açık fikirlilik ve toleransla karşılık bulmuştur. Şarlman’ın (747-814) ciddi ilişkiler kurduğu Abbasi halifesi Harun Reşid onu Doğu Hırıstiyanlarının koruyucusu kabul etmiş ve Kudüs üzerinde belli törensel haklar vermişti. Daha sonraki tarihsel periyotta Sicilya ve Kudüs Kralı İmparator II. Frederik (1194-1250), Haçlı Savaşları’na katılmış olmasına rağmen, İslam medeniyetine karşı gerçek bir tarafsızlık sergilemiştir. Fakat belirtilmelidir ki iki hükümdarın da ilgisi yoğun kültürel etkiye rağmen politik bir yaklaşımın yakalanamadığı Avrupa’dakinden ziyade Doğu’daki İslam İmparatorluğuna yönelikti. Avrupa’daki Müslüman Hıristiyan ilişkileri büyük ölçüde 11.yy.da başlayan ve Papa’nın Hristiyan yarımkürede tartışmasız bir hegemonya kurma amacına aracılık eden Haçlı Seferleriyle belirlenmiştir. Seferlerin yerini Avrupa devletlerinin ekonomik ve ticari çıkarları doğrultusunda sömürgeci-emperyalist girişimlere bırakması uzun sürmedi. Din, Avrupalı hükümdarlar için yalnız Kutsal Topraklar’daki Müslümanlara karşı değil aynı zamanda Hıristiyan Bizans İmparatorluğu’na karşı da sadece bir bahaneydi ve bu Venedik Hükümdarı Enrico Dandalo’nun İstanbul’u fethettiği (1204) IV. Haçlı Seferi’nde açık bir şekilde görülmüş oldu. İslami reconquista Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü 1187’de fethetmesiyle başarılı olurken, Hıristiyan reconquista, Gırnata’nın 1492‘de düşüşüyle Avrupa’da İslam’ın varlığına son vermiş oldu. Öte yandan Doğu Avrupa’da ortaya çıkan Türk

58


düşünce

magrib

İmparatorluğu sadece Doğu Hıristiyanlığı’nın merkezi konumundaki İstanbul’u fethetmekle kalmadı, hükümdarlığını Viyana kapılarına kadar genişletti (1683). Hıristiyan ve Müslümanlar arasında Avrupa ve Orta Doğu’da vuku bulan bu karmaşık çatışmalar İslami kültürün Avrupa düşüncesinin oluşumuna yoğun etkisine rağmen, pratik olarak bir ‘medeniyetler arası diyalog’u imkânsız hale getirdi. Askeri-siyasal ilişkiler bağlamında din, Papa dâhil olmak üzere Avrupa hükümdarlarının çıkarlarına siyasal bir alet olarak hizmet etti. Bu durum, yüzyıllardır süregelen Müslüman-Hıristiyan çatışmalarını açıklıyor. Ortaçağ’ın ‘medeniyetler çatışması’ geriye bu günlere uzanan bir geçimsizlik miras bıraktı. Avrupa’da şimdilerde yeniden güçlenen anti-İslami söylem, 8. yy.da İslam’ın Avrupa’da yayılmasının ve bunun sonucunda vuku bulan Hıristiyan reconquista ve Haçlı Seferleri’nin yansımasıdır. Edward Said’in de tespit ettiği gibi Avrupa’nın İslamla olan karşılaşması sonucu, Avrupa doktrini‚İslam’ı, Ortaçağ’dan itibaren bütün Avrupa medeniyetinin karşısında durduğu bir yabancı haline getirmiştir‘(3). Avrupa sömürgeciliğinin devreye girmesiyle İslam’la olan ilişkiler siyasal üstünlük ve kültürel vesayet alanlarına doğru boyut değiştirdi. Avrupa’daki güç dengeleri Orta Doğu’nun siyasi haritasını mevcut zamana kadar şekillendirmiştir. Haçlı Seferleri’nden bu yana büyüyen önyargılar, İslam’ın Kudüs’teki tarihsel varlığına rağmen, Filistin’deki yeni siyasal oluşuma muhalefet bağlamında tekrar canlandırılmaktadır.

(II) İslam ve Hıristiyanlık’ın Metafiziksel Kavramları ve Bunların Avrupa’daki İlişkileri Şekillendirmedeki Rolleri

Yukarıda bahsettiğimiz durumu daha iyi anlayabilmek için İslam ve Hıristiyan medeniyetleri arasında dini, kültürel ve siyasal alanlarda hoşgörülü bir diyaloga temel teşkil edebilecek dogmatik-metafiziksel benzerliklere değinmemiz gerekir. İki medeniyetin de tektanrı inancına sahip olduğu sık sık belirtilir. Tanrı’nın birliği kavramı-Vahdet- Hıristiyanlıkta Teslis inancıyla bağlantılı olarak çoktanrıcılığın kalıntılarını taşıyor gibi algılanabilirken, İslam’da daha kesin ve soyut olarak ifade edilmiştir. İslam’ın Tanrı kavramı, Hıristiyanlığa tektanrı tasavvurunu açıklığa kavuşturma ve Teslis inancının insani unsurlarını eleştirel biçimde değerlendirme konularında yardımcı olabilir.(4) Ayrıca her iki din de doğası gereği evrenseldir ve kabilesel olmayan Tanrı tasavvurları, inananların ümmete dâhil olması konusunda herhangi bir ayrıcalığı kabul etmez. Mesajlarındaki bu evrensellik iki din arasında bir çekişme konusu olabilir, fakat aynı zamanda insanlığın bütün öğretilerine karşı sahip oldukları hoşgörüyü de vurgular. İslam’ın bütün peygamberler içinde İsa’ya atfettiği önem, ilahiyat alanında bağlayıcı bir faktördür. Hıristiyanlığın ‘Lekesiz Doğum’(5) dogması ve İsa’nın günahsız olması aynı şekilde İslam tarafından da desteklenmektedir. Te-

59


magrib

düşünce

mel fark İsa’nın Hıristiyanlıkta Tanrı’nın oğlu olarak, İslam’da ise peygamber olarak kabul edilmesidir ki her iki durum da bağlam içerisinde en saygın mertebedir. İki din de İsa’nın dirilişi ve Ahiret Günü konularında da benzer görüşler ifade eder. Fakat akidevi yapılarındaki bu benzerlikler iki din arasında, bir diyalog için temel teşkil edemedi. Taraflar arasında kısmen Avrupa ve Yakın Doğu’da yüzyıllardır süregelen silahlı çatışmaların sebep olduğu güven eksikliği ve hatta derin güvensizlik hüküm sürmeye başladı. Avrupa’nın İslam dünyasının meselelerine, hayat tarzına, dini akidelerine, sosyal kurallarına vb. karşı yaklaşımlarını hala düşmanca bir önyargı temsil ediyor. Avusturya asıllı Pakistanlı düşünür Muhammed Esed’in de ifade ettiği gibi “Avrupa, zamanın Müslüman güçlerinden –özellikle Osmanlı İmparatorluğu’ndan kaynaklanan siyasi ve askeri tehlikeyi İslam’la yani Peygamber’in mesajı ile bir tuttu.”(6) Diyalogun ve konunun iyi anlaşılmasının önündeki başka bir engel de, İslam araştırmalarının uzun bir süre boyunca, konuyu savunmacı ve tartışmacı bir şekilde ele alan Hıristiyan misyonerler tarafından yürütülmüş olmasıdır. Bu durum İslam’ın dini, ahlaki ve sosyal alanlarına dair saptırılmış bir izlenim ortaya çıkardı. Takiben, böylesine dogmatik bir tutum Avrupa’nın genelgeçer İslam algısı üzerinde son derece menfii bir etki yarattı. Bugün oryantalizm diye bilinen aslında, Hıristiyan öğretiye İslam’ın sözüm ona sapıklığına karşı üstünlük bahşeden savunmacı Hıristiyan yaklaşımın adıdır. Edward Said’in yerinde tespitiyle ‘Oryantalizm, Batılıyı Doğu’yla mümkün olan bütün münasebetlerinde kontrolü kaybetmeyen taraf kabul eden konumsal üstünlük stratejisine dayanır.’(7) Günümüzde Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasındaki uzlaşma önünde en büyük engellerden biri olan bu yönde bir yaklaşım, var olan klişeleri eleştirel biçimde tahlil edememek bir yana, bunları İslamı Avrupa’ya ve onun ‘liberal’ hayat ve değerler sistemine bir tehdit olarak sunan ‘medeniyetler çatışması’ tezi bağlamında güçlendiriyor. ‘İslami çalışmalar’ alanı yani oryantalizm, Avrupa merkezli 20. yüzyıl Haçlı Seferi’nin bir parçasıdır. Haçlı seferleri ve Osmanlı İmparatorluğu ile girişilen savaşlardan bu yana sürdürülegelen klişelerden biri, İslam’ın hem siyasi hem de dini mesajının ne kadar saldırgan olduğu yönündedir. Bu klişe İslami bir terim olan ‘cihad’ın Hıristiyan algısı etrafında dönüyor ve İslami mesajın Avrupa’da adil bir yorum ve temsilinin gerekliliğini gözler önüne seriyor. Hıristiyan bilim adamları İslam’ın inanmayanlara, yani Hıristiyanlara karşı çoğunlukla ve açıkça savaşı onayladığını öğretedurdular. Kuran’dan belli cümleler, İslam’ın saldırgan doğasını sözüm ona kanıtlamak adına kasıtlı bir şekilde bağlamdan uzak değerlendirildi, değerlendiriliyor. Özellikle Enfal/39 bu amaca örneklik teşkil eden ayetlerden biridir. Şiddetin kabul edilebilir olduğu koşullardan

60


düşünce

magrib

bahseden Hac/22 (“Kendilerine haksız yere saldırılan kimselere savaşma izni verilmiştir...”) gibi ayetler kasten göz ardı ediliyor ki bu prensip Bakara/190’da kesin bir dille ifade edilmiştir:

(“SİZE savaş açanlara karşı Allah yolunda savaşın, ama (amacınızı aşıp) saldırganlık yapmayın; doğrusu Allah saldırganları sevmez.“) Kur’an’ın güç kullanımına dair

öğretisinin yanlış yorumlanışı, İslam ve Hıristiyanlık arasındaki, İslam’ın Hıristiyan medeniyetine karşı bir tehdit olduğu yanlış algısını körükleyen ve onun Avrupa’daki tabii var olma hakkını reddeden anlaşmazlığa basit bir örnektir.

Başka bir klişe de İslam’ın saldırgan doğasını örnek göstererek din özgürlüğünü kabul etmediği ve dolayısıyla laik Avrupa’nın liberal dünya görüşüne uygun olmadığı yönündeki ön yargıyla bağlantılıdır. Bir çok ‚oryantalist‘ ve İslam uzmanı Bakara256’daki açık ve kesin ifadeyi kasten görmezlikten geliyor: (‚Dinde zorlama yoktur‘) Bu nedenle cihad hiçbir şekilde İslam’ın Hıristiyanlığa karşı saldırgan doğasını kanıtlamak amacıyla kullanılamaz. Şimdilerde dahi akademik konferans ve okul kitaplarında bu tür fikirlerin propagandası yapılıyor. Kur’an’daki açıklayıcı ifadelerin bağlamdan ayrı olarak kasıtlı bir şekilde saptırılması, Avrupa’da Müslüman-Hıristiyan diyalogunun metinlerin tam manasını anlamaya yönelik bir yaklaşıma duyduğu ihtiyacı gözler önüne seriyor.1981’ de Roma’da yapılan ‘İslam ve Hıristiyanlık’ta Tektanrı Kavramı’ adlı sempozyumda katımcılar bu klişelerin acilen düzeltilmesine dikkat çektiler: “... İslam ve Hıristiyanlık’ın birbirini anlaması ve işbirlikleri önündeki en büyük engellerden biri okul kitaplarında bulunan yanlış tespitlerdir. Kitaplardaki bu yanlışları düzeltmek için somut bir çalışma planına ihtiyaç vardır, böylece Hıristiyanlar İslam’ın gerçek kültürünü ve Hıristiyanlıkla olan hüviyet benzerliğini genç yaştan itibaren öğrenebilirler.”(8)

(III) Avrupa’daki Müslüman-Hıristiyan İlişkilerinin Mevcut Du rumu ve Gelecek Tasavvuru

Günümüzde dahi Avrupa’da bu eski klişeleri bazı nüfuz sahiplerinin desteklediği apaçık ortadadır. Komünizmin bitişi ve onunla ilişkili dost- düşman düzeninin ortadan kalkmasıyla birlikte İslam, Batı’nın ileri sürdüğü ideolojik dünya hegemonyasına aracılık eden önceki düşman klişe için bir vekil işlevi gördü. Samuel Huntington’un “medeniyetler çatışması”(9) tezi yukarıda tarif edilen tarihsel klişelerin devamına bir savunma teşkil etmektedir. Avrupa’da büyük çoğunluğu göçmen işçilerden oluşan geniş İslami cemaatlerin varlığı giderek düşmanca tepkilere yol açmaktadır. Bu cemaatler sık sık Avrupa’nın sosyal ve kültürel bağlılıklarına bir tehdit

61


magrib

düşünce

olarak öne sürüldü. Avrupa’daki siyasal hareketlerin anti–İslami önyargıları kasıtlı bir biçimde istismar ettiği ve hatta tetiklediği bu şartlar altında bir diyalog ve işbirliği havasının temini çok zor olmaktadır. Ortam Rüşdi olayı ve hayatı boyunca Avrupa’ da dengeli ve objektif bir İslam imajı sunmaya çalışan ünlü Alman İslam Medeniyeti uzmanı Annemarie Schimmel’e karşı geçtiğiz yıl yürütülen karalama kampanyasıyla bağlantılı olarak daha çok bir ‘kültürel savaş’ havasına sokulmaya çalışılmaktadır. Büyük çoğunluğu harici güçlerin çıkar amaçlarının etkisi altında olan medya bu bağlamda oldukça olumsuz ve engelleyici bir tavır takınmaktadır. Amerikan film endüstrisi Avrupa’daki etkisi İslam ve Müslümanlar zararına bu düşmanca klişeye katkıda bulunmaktadır. Günümüz tarihi düzeninde Avrupa’daki Müslüman-Hıristiyan bağları aslında Bosna-Hersek Müslümanlarının akıbetiyle belirlenmiştir. Bu Müslüman topluluğun Avrupa’ya duyduğu derin tarihi güvensizlik, kuşkusuz Avrupa’nın Yugoslav Federasyonu’nun çöküşünün hemen ertesinde gösterdiği ilgisizliğin sebeplerinden biridir. Avrupa’nın Bosna’daki soykırım karşısındaki pasif tutumu İslam-Hıristiyanlık ilişkilerini sadece bu kıtada değil, aynı zamanda evrensel ekümenik alanda da kötü manada etkilemiştir. Bu pasif tutum bu makalede de belirtildiği gibi yalnız eski Müslüman-Hıristiyan çatışmalarının bir mirası olarak açıklanabilir ve bu iki dinin akidevi ve felsefik yakınlığının durum üzerinde maalesef ne kadar az etkisi olduğunun hazin bir örneğidir. İkili ilişkiler üzerinde önemli etkiye sahip diğer bir faktör de hiç şüphesiz Arap-Yahudi çatışması ve Kudüs’ün statüsüne dair tartışmalardır. Müslüman ve Hıristiyanlar arasında bir uzlaşma ve işbirliği, konuda üçüncü taraf olan Filistin’deki Yahudi devletinin ve onun Avrupa ve diğer birçok yerdeki taraftarlarının ilgi alanına girmiyor.(10) Diğer bir yandan İsrail’in Kudüs’ü işgali Müslümanlar için olduğu gibi Hıristiyanlar için de kabul edilemezdir ve esasında Kudüs konusu iki inanç grubunun müşterek hareket edebileceği bir ortam teşkil etmektedir. Avrupa’daki Müslüman –Hıristiyan ilişkileri eski çağlardan beri devam eden önyargılarla beslenen yeni yüzleşmeci tavırlar ile tanımlanmaktadır. Avrupa’nın entelektüel elitleri dahi Rüşdi olayı ve Annemarie Schimmel gibi dengeli bir İslam imajı sunmaya çalışan Hıristiyan aydınlara karşı takınılan tavırda da görülebileceği gibi, Avrupa’da İslamcı düşman klişesinin gelişmesine katkıda bulunuyorlar. Avrupa mevcut düzeni ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ortaya çıkan ideolojik boşlukta bu eski varsayımlardan kurtulmaya henüz hazır değilmiş gibi duruyor. Eski Hıristiyan teolojisinin İslam’a mahcup yaklaşımı –ki İslam Hıristiyanlığın çarpıtılmış bir versiyonu olarak görünüyordu; Arabia hearesium ferax (11) - hala laik formunda günümüzün

62


düşünce

magrib

laik Avrupa’sında sürdürülüyor; İslam medeniyeti sadece Avrupa değerler sistemi tarafından ele alınıyor, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki siyasal gelişmeler ve İslam uyanış hareketleri Avrupa’nın hayati çıkarlarına tehdit olarak algılanıyor. Bu bağlamda “dünyanın yeni politik düzeni, sosyal ve ekonomik alanlarda olmasını istemediğimiz her şey için İslam’ı günah keçisi olarak göstermek amacıyla bir fikir birliği oluşmuş durumda.” (12) Yeni gerilimler açısından bizim dayanağımız Hungtington’un ‘medeniyetler çatışması tezi’ olmamalıdır. Son siyasi tecrübelerde de gözlemlediğimiz gibi bu tez, genel manada İslam’a karşı, Ortadoğu’da özellikle de Arap-İsrail çatışmalarıyla bağlantılı olarak, otoriter bir düzeni haklı çıkarmaya çabalayanların çıkarlarına hizmet etmektedir. Medeniyetlerin diyaloguna dair gelecekte atılacak her adımda tarafların eşitliği gözetilmelidir. Oryantalizmin Avrupa merkezci dogmaları ve bununla ilişkili üstünlük ideolojisi etkin bir şekilde ortadan kaldırılmalıdır. Kanımızca gerçek bir diyalog ortamı iki dinin tektanrılı yapısı üzerinde temellendirilebilir. Bu süregelmiş bulunan misyoner yaklaşımlardan vazgeçmeyi gerektirecektir. Avrupa’da Müslüman toplulukların varlığı bir tehdit olmak yerine İslam ve Batı arasında uzlaşma köprüleri kurmak için bir imkan olarak değerlendirilmelidir. Eğer Avrupa’nın içinde ve haricinde iki inanç arasındaki yabancılaşmayı durdurmak istiyorsak, Avrupa’da çok kültürlü bir topluluğun varlığını kabul etmemiz gerekir. Bu bağlamda İslam uyanış hareketi ve İslam’ı bir bütün olarak karalamak için kullanılan ‘köktendincilik’ tabirinden vazgeçilmeli, bütün dinlerdeki fanatizm fenomenini tanımlamak amacıyla daha uygun bir terim kullanılmalıdır. Filistin ve Kudüs üzerindeki hakimiyet çatışmalarının artmasının gelecekteki ilişkiler üzerinde büyük bir etkisi olacaktır. Avrupa’nın görüşü İslam’ın Kudüs üzerindeki temel haklarına karşı yöneltilmediği, adil ve dengeli olduğu takdirde ancak bir uzlaşma zemini oluşturulabilir. Avrupa’nın bölgedeki eski sömürgeci varlığından kaynaklanan güvensizlik, yerini İslam’a saygılı, adil bir siyasete bırakmalıdır. Bu aşamada diyalog ve çift taraflı bir uzlaşmaya engel teşkil edebilecek kültürel farklılıklara işaret etmemiz gerekir: laik Avrupa hakikatte dini duyarlılığını, hatta bazılarına göre Hıristiyan kimliğini kaybetmiş bulunurken, Müslüman dünya bu duyarlılığın Rönasansını yaşıyor. Her iki topluluğun da birbirlerini metinleri anlama, değer sistemleri ve antropolojik açıdan farklı gördüğü aşikârdır. Müslümanların ve Hıristiyanların, üçüncü şahısların kendileri arasındaki iletişime müdahale etmelerine izin vermemeleri son derece önemlidir. İslam- Hıristiyanlık ilişkileri haçlı ruhunun canlanmasıyla gölgelenmemeli, aksine her iki medeniyetin paylaştığı temel akidevi gerçekler ve ahlak değerleri tarafından yönlendirilmelidir,

63


magrib

düşünce

zira iki dinin ruhani mesajlarındaki yapısal benzerlikler daha iyi bir sosyal, kültürel ve siyasi uzlaşma ortamı için temel teşkil edebilirler. Dipnotlar (1) II.Uluslararası Medeniyetler Diyaloğu Semineri: Japonya Islam ve Batı, Hans Koechler ,Konuşma Metni (Kuala Lumpur, 2-3 Eylül 1996)

(2) yermerkezcilik, Yeri (Dünyayı) evrenin merkezi kabul eden görüştür. (Vikipedi)çn. (3) Orientalism. Reprint ed., New York: Vintage Books, 1979, p. 70. (4) On the issue of monotheism see Hans Koechler (ed.), The Concept of Monotheism in Islam and Christianity. Vienna: International Progress Organization/Braumüller, 1982.

(5) Meryem’in “Bakire” oluşu ile “Lekesiz Doğum” diye bilinen “Immaculate Conception” iki ayrı olgudur. Meryem, İsa’yı Tanrı’nın Meleği’nin bildirmesi üzerine, bir erkekle cinsel ilişkiye girmeksizin ruhen ve bedenen bakire olarak dünyaya getirmiştir. Ama ‘Lekesiz Doğum’ İsa’nın değil, Meryem’in dünyaya gelişiyle ilgilidir ve Tanrı’nın evladını, Oğlu’nu dünyaya getiren kadının

kendisinin de “İlk Günah” (Adem ve Havva Olayı) dan arınmış olduğunu gösterir. Diğer bir deyişle, İsa ilk günah (ilk cinsel birleşme) olmaksızın dünyaya geldiği için, Meryem de annesi olduğu kabul edilen Hannah tarafından ‘İlk Günahsız’ olarak dünyaya getirilmiştir 7 . Bu yorum Katolik Kilise’si tarafından ancak 1870’te resmen kabul edilmiş ve Dogma yapılmıştır. Daha önceki yüzyıllarda yaşamış olan Hıristiyanlar böyle bir Dogma’yı hiç duymamışlardı. İkinci Vatikan Konsil’i (1964) nihai senedinde bu konuda bağlayıcı bir karar koyamamıştır.(Aytunç Altındal) çn. (6) Cf. Muhammad Asad and Hans Zbinden (eds.), Islam und Abendland. Begegnung zweier Welten. Olten/Freiburg i.Br.: Walter-Verlag, 1960, p. 193. (7) Orientalism, p. 7. (8) The Concept of Monotheism in Islam and Christianity, p. 133. (9 )”The Clash of Civilizations?,” in Foreign Affairs, vol. 72, no. 3, pp. 22-46. See also his book The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order. New York: Simon & Schuster, 1996. The term was originally coined by the orientalist Bernard Lewis. See “The Roots of Muslim Rage,” in The Atlantic Monthly, vol. 266, September 1990, p. 60. (10) See also the analysis of Edward Said in which he points to “the role of Israel in mediating Western ... views of the Islamic world since World War II.” (Covering Islam. How the Media and the Experts Determine How We See the Rest of the World. London/Henley: Routledge & Kegan Paul, 1981, p. 31.) (11) Arabistan sapıklığın beşiğidir. Theodoret (İ.S.393-457), zamanın Suriye piskoposu. (12) Covering Islam, p. XV.

64


Kapalıçarşı


magrib

düşünce

Salih Dülger

Sohbet

KULLUK

Bismillahirrahmanirrahim.

Allah (c.c.) sözlerimizi bereketlendirsin.

Sahabe Efendimiz’e geliyor ve ‘Ya Rasulallah sana ne kadar salâvat getireyim?’ diye soruyor. Efendimiz: ‘Gücün yettiği kadar.’ diyor. ‘Bütün gün mü?’ diye tekrar soruyor. Efendimiz ‘Gücüne bak.’ diyor. ‘Yarım gün mü?’ diyor ‘Gücüne bak.’ diyor. Efendimiz asla bir ölçü koymamıştır. Bunun anlamı şudur: İnsanın takati bir şeyi yirmi dört saat yapmaya yetmez. Yirmi dört saat biz kulluğu konuşamayız ama yirmi dört saat kul olarak yaşayabiliriz. Bu sebeple kulluk konusunu ciddi bir şekilde aydınlığa çıkarmamız lazım. ‘Abd’ kelimesi malum İslam’ın ana kitabında ‘Allah’a kulluk ediyorlar.’, ‘Sizin kulluk ettiklerinize ben kulluk etmem, boyun eğmem.’ ifadeleriyle verilmiş. Kulluk için âlimlerimiz demişler ki ‘Amelden ibarettir.’ Ali İmran Suresi’nin 190. ayeti: ‘Allah’ı ayakta, otururken, yatarken anarlar.’ der. Üçü de eylemdir yani ameldir. Bazıları yazıyor, yazmak bir eylemdir, bazıları film çekiyor, film çekmek bir eylemdir. Esas itibariyle kulluk eylemden ibarettir, amelden ibarettir. Peki, İslam’ın anlayışında bu amel neyden ibarettir? Kulluk amelden ibaretse her amel kulluk mudur? Ameli teşkil eden, ameli oluşturan nedir? Her amele kulluk diyebilir miyiz? Amel dahi iki şeyin bileşkesinden ibarettir. Amel dediğimiz eylem, iş, -bunu psikolojinin diliyle ifade edersek davranış- iki şeyin bileşkesinden ibarettir. Biri terk, biri fiildir. Yani bir insan ezan okunurken hiç hareket etmeden dursa bu bir ameldir ama fiil değildir. Terktir, neyi terktir; konuşmayı, başka bir şeylerle meşgul olmayı terktir. Burada terk vardır. Efendimiz buyuruyor ‘Ezan okunurken yürüyen dursun, yani amelin fiil kısmını terk etsin. Duran otursun.’ Bu bir terktir. Amel dediğimiz bir terk bir de fiilden meydana gelen işin adıdır. Terk konusunda eskilerin bir sözü var ‘terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hesti, terki terk’’ dört makamlı terk vardır. Soruyorlar bazen ‘Neyi terk edeceğiz?’ Terk edilecek dört şey vardır. Terk olmazsa fiil olmaz. Terk aynı zamanda fiilin başlangıcıdır. Peki, nedir burada terk edilmesi gereken? Terk-i dünya: Dünyayı terk, Terkukba: Ahireti terk, Terk-i hesti: Varlığı terk, Terk-i terk: Terk edilenleri de terk, yani terk etme düşüncesini dahi terk. Dikkat çekici bir hadistir. Efendimiz ‘’Ed-dünya mel’ûnün’’ diyor. ‘Dünyada kalacak, ahirete fayda vermeyecek, dünyanın malzemeleri Allah’ın rahmetinden kovulmuştur.’ Bu da dünya isteğidir. ‘Ed-dünya mel’ûnün ve

66


düşünce

magrib

mel’ûnün ve mâ fihâ ‘’ o dünyanın içindekilerde melundur. Yani makam, şöhret, kat kat apartmanlar dikmek efendim yani yaylalarda yazlıklar, kışlaklarda kışlıklar işte bütün bu lüks vs. ihtişam içinde yaşamamıza sebep olan her şey amaç olursa; bütün bunlar da Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmıştır. Hadisi şerif ‘Et-Terğib ve’t-terhib’ kitabının birinci cildinde, niyet bahsinde geçiyor. Bu Hadis-i Şerif bizi Allah’tan koparacak her türlü dünyaya ait malzemeyi elde etmemizi amaç edinen davranışları terk etmemize işaret ediyor. Terki ukba; bu çok dikkat çekici bir sınır çizgisidir. ‘Rabiatü-l Adeviyye’de var. Yunus Emre’de de var; ‘Bana seni gerek seni’ Yunus ne cennetin köşkünü, ne cennetin hizmetkârlarını, hiçbir şeyi istememiş. Cenneti de terk var bu şiirde. Bir sahabeyi hatırlayalım ‘Efendimizin yanına geldi, yüzüne baktı, sonra evine gitti. Çok geçmedi tekrar geldi. Gene efendimize baktı, ağlamaya başladı.’ Efendimiz ‘Niye ağlıyorsun?’ diye sordu. (sübhanellah, müthiş bir kalp bu) ‘Efendim sizi gördüm, sonra eve gittim. Çoluk çocuğumla yemeğe oturdum. Yemeği bitirinceye kadar yüzünüzü görmemek bana ateş oldu, dayanamadım, sofrayı yarım bıraktım, sizi tekrar görmeye geldim.’ Efendimiz ‘Peki, işte gelmişsin, nedir seni ağlatan?’ diye sordu. Sahabe: ‘Efendim siz Nebisiniz, siz Resulsünüz. Ben bir aciz kulum. Siz cennete gideceksiniz.’ dedi. Efendimiz ‘Allah seni de cennetine koysun!’ dedi. Sahabe ‘Efendim ama sizin makamınız bende yok, sizin gittiğiniz cennete ben gidemezsem, sizi göremezsem, ben neyleyim o cenneti, ben buna ağladım.’dedi. Allahuekber! Günde bir sefer olsun Rasulallah’ı hatırlayamayanlara ithaf olunur. İsterseniz genişletelim ayda bir hatırlamayanlara da ithaf edebiliriz. Bir gün Allah Resulünü hatırlamadan geçirmek ne büyük bir zulümdür. Bir günde ne kadar çok şeyi sevdiğimizi hatırlayalım, bunların arasında efendimiz yoksa… ‘Allahümme salli ala Muhammedin ve ala âli Muhammed’ cümlesi, işte tasavvuf burada var zaten. Bir yanda cennete girse bile Allah Resulünün olmadığı cenneti cehennem sayan ve bu hüzünden dolayı ahirette değil dünyada ağlayan bir sahabe bir yanda da bizim duygularımız. Allah (c.c.) bizi affetsin terki ukba budur işte. O cennet bile Efendimiz yoksa bizim için cennet değil cehennemdir. Terki ukba budur. Mevlana Celaleddin Rumi’den Yunus Emre’ye Beyazıd-ı Bistami’den diğerlerine tek tek örneklendirebilirsiniz. Cennet isteği veya cehennem endişesinden dolayı namaz kılmazlar, oruç tutmazlar, zekât vermezler, söz söylemezler, muhabbet etmezler, ilişki kurmazlar sadece ve sadece Cemalullah’ın huzurunda kalmak için yaparlar tüm bunları. Bütün dert, mesele, kavga budur işte. O yüzden dünyada olan biten pek çok meselede canlarının acıdığını hiç hissettirmezler. Dünya ile ilgili bir meselede özetledikleri bir cümle vardır. “Dünyanın verdiklerine sevinmezler, aldıklarına üzülmezler.” Kemal sahibi imanda bu vardır, kâmil mü’minde bu vardır. Bunlar çok önemli, çok ciddi, köşe taşı olan cümlelerdir. Allah böyle bir duyguyu bize de nasip etsin.

67


magrib

düşünce

Son raddede akla ne gelirse, benlik dahil, terk etmek. Varlık âleminde var olduğumuzu dahi hissetmeden yaşamak. Bu ne zaman olabilir biliyor musunuz? Ancak ölmeden Cemalullah’ı seyrederek, yaşamakla mümkündür. Ölmeden evvel Allah’ı görmekle mümkündür. Bu en mükemmel bir biçimde Hazreti Muhammed (as)’da vardır. Zirve şahsiyettir o. Neye baksa Allah’ı görüyor. Etrafınıza bir bakın; mescidin çinileri, yemeklerin çeşitliliği, dönen koltuklar… Bunlar sayabileceklerimizin en basitleri. Allah’ın huzurunda Allah’a saygıdan, Allah’a muhabbetten, Allah’a sevgiden bunları dahi görmeden yaşayabilmek, terk budur işte. Öyle bir noktaya geleceksiniz ki terk edecek bir şey kalmayacak. ‘Allah’ olacak başka terk edilecek bir şey kalmayacak. İşte esas amel budur. Terki gerçekleştirmektir. Sürekli Allah rızası için terk-i terki kazanmaya niyet edelim. Başka yolu yok. Böyle bir çabanın, uğraşın, kavganın dışında olamayız. O yüzden her gün ölmemiz lazım, ölmeden ölmemiz lazım, her gün bir güzel öleceğiz. Hemen o gece uykuda, gidiverecekmişiz gibi, sabaha çıkmayacakmışız gibi. Zaten Allah Resulünün tavsiyesi değil mi? Son namaz gibi namaz kılmak. Hiç denediniz mi? Ben ömrümde bir kere deneyebildim. Bir kere deneyin ‘niyet ettim Allah rızası için diye’ başlayın. Sanki son namaz gibi namaz kılın. Biter mi o namaz. Müseylemetül Kezzab zaliminin şehit ettiği sahabe öyle dememiş mi? ‘Rabbimin huzurunda öyle bir haldeydim ki namazı uzatacaktım ama bana korktu da namazı ondan uzattı dersin diye uzatmadım. Gel boynumu vur da Rabbime kavuşayım.’ Her gün son namaz gibi namaz kılmak, her dakika, her vakit kılacağımız namaz son namaz olacak. Olamaz mı, olur, olacak ya da, olması çok büyük ihtimal çerçevesi içinde. Böyle olması lazım diyor büyükler. Terk konusunda neleri terk etmeliyiz derken aslında, terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hesti, terk-i terkte özetledik. Fakat Kur-an’ın maddeler halinde ferman buyurduğunu bir daha hatırlayacak olursak; en başta şirki terk edeceğiz. Sonra küfrü. Şirkle küfür farklı mı diyebilirsiniz. Müşrik Allah vardır der, ama Allah yücedir işimize karışmıyor, karışmaz da. İşimizi başkaları veya bizim gücümüz yapıyor der. Kâfir ise Allah yoktur demez. Allah vardır, varsa var beni ilgilendirmez, emrini dinlemem der. Yoktur diyene ancak ateist denir. Ancak onların sayısı azdır. Galiba Avrupa’da ateistlerin sayısı biraz artıyor. ‘Maddiyyun’ şimdiki materyalizmin eski klasik metinlerdeki karşılığıdır. Bunlara verilen cevaplarda görüyoruz ki her insanın bir ilahı vardır. Bu maddiyyun mezhebinin batıdaki atalarından pozitivizmin kurucusu Auguste Comte son döneminde yaşlı bir kadına aşık olmuş ve her gün sabah, öğlen, akşam bir Hıristiyanın kilisede diz çöktüğü gibi diz çökermiş. Auguste Comte başka yapacak bir davranış düşünemediği için ellerini kavuşturup, o kadının karşısında dua vaziyetinde bulunurmuş. Biz de bu ahmağın pozitivizmini dünyayı kurtaracak diye yaymaya çalışıyoruz.

68


düşünce

magrib

Şirki terk, küfrü terk Kur’anı’ı Kerim’de açıkça geçen haramları terk, sonra caiz olmayana sebep olan mubahları terk... Şimdi burada böyle oturmak mubahtır değil mi? Ama namaz vakti girdiği zaman burada oturmak caiz olmayana sevk eder. Namazı vaktinde kılmak nedir? Efendimizin mutlak iradesidir öyle değil mi? Caiz olmayana sevk eden mubahları terk etmeliyiz. Eğer yaptığımız iş mubah olarak kabul edilmekle birlikte ki mesela uyumak mubahtır ama akşama yakın uyuyorsak mekruhtur. Uykunun kendisi bizatihi haram değildir ama o uyku Allah Resulünün emrine muhalefeti doğuruyorsa mekruhlaşır. Dolayısıyla caiz olmayana sevk eden, caiz olmayana sebep olan mubahları terk etmekte aynı şekilde amelin ta kendisidir. Fiilin bir başka karşılığı eylem yani davranıştır. Amel iki şeyden müteşekkildi. Biri terk, diğeri fiil. İşte bu ikisi ‘Lâ ilâhe illallah’ cümlesinde toplanır. ‘Lâ’ terki, ‘İllallah’ da fiili ifade eder. Fiilin terkle birlikte ameli tamamlayan bir unsur olabilmesi için iki özellikte olması lazım. Birincisi; fiilde iman olması gerekir. Fiilde iman yoksa bu amel Hakk’ın razı olduğu amel değildir. Edison bir mümin oluverseymiş cennetin en müstesna köşelerinden birine layık olurdu. Çünkü herkes onun fiilinden faydalanıyor. Herkesin faydalandığı ve dua ettiği bir eylem sahibi olmak son derece müthiş bir şeydir. Kâbe’yi tavaf eden müşrikleri düşünelim. Bir fiil, eylem olarak Kâbe’yi tavaftan daha mükemmel ne düşünülebilir. Ama bu Allah razı olduğu için yapılmayan, Allah’a iman olmaksızın yapılan bir fiildir. Ebu Talib Rasulullah (sav)’i sekiz yaşında babası Abdulmuttalip’ten teslim aldı, yirmi beş yaşında evlendirdi. Toplam on yedi sene. Kırk yaşında Efendimiz (a.s) peygamber oldu, on beş daha koyun, eder otuz üç sene. Peygamberliğinin sekizinci senesinde Ebu Talib öldü. Etti kırk sene. Kırk sene Resulullah’a gecesinde, gündüzünde hizmet etmiş, yedirmiş, içirmiş, kâfirler saldırırken kol kanat germiş, yeğenine dokundurmamış, baş tacı etmiş, neredeyse ayağının altını öpmüş, yeğeninin rahmani bir güçle donatıldığını kabullenmiş. Bütün bunları Hakk’ı memnun etmek için yapmamış. Ebu Talib ile ilgili ayeti kerimeyi biliyorsunuz. ‘Sen sevdiğine hidayet edemezsin!’ ayeti. Efendimize kırk yıllık hizmet toz oldu gitti. Niye? İman yok. Şimdi buraya birisi gelse ve ben Beyt-i Şerif’te üç gün kaldım, Kâbe’nin eşiğinin tozlarını elimle sildim dese; biz adama müthiş hürmet ederiz. Soframızda başköşeye oturturuz, avucunu elimize alırız koklarız. Ya, Ebu Talib tam kırk sene Rasulullah’ın sırtını sıvazladı, başını okşadı ‘yeğenim’ dedi. Ya, kırk senenin hatırı olmaz mı? Olmaz. Allah katındaki kırk senelik bu eylemler, fiiller, Allah Resulü’ne karşı sergilenmiş güzel davranışlar amel değil midir? Amel olabilmesi için mutlaka iman gerekiyor. İman artı amel, yani Amel-i Salih olmalıdır. Sevap kazandıran, sevaba sebep olan, Allah tarafından ücrete sebep olan davranışa Amel-i Salih denir. Bu çerçeveden baktığımız zaman biz kul olmak zorundayız. Kulluğumuzu gerçekleştirebilmek için amele ihtiyacımız var. Amel sahibi olabilmemiz için önce

69


magrib

düşünce

terki gerçekleştirmeliyiz. Sonra fiiller olmalı. Terk edilecek şeyleri saydık. İman yoksa fiil, bizi kulluğa sevk edecek, bizi Allah katında kul yapacak bir fiil, değildir. Dolayısıyla bu çerçeveden bakıldığında kulluğumuzu gerçekleştirecek üç alana sahip olduğumuz açığa çıkar. Üç alanda bizim kulluğumuzu gerçekleştirebileceğimizi ifade edebiliriz. Nefsimize ait yani kendi bünyemizde üç alanda. Kulluk gerçekleştirilecek alanlardan birincisi ‘kalp’tir. Kalbin kulluğuna bizim kitaplarımızda ‘itikat’ denir. İtikat diye nitelediğimiz şeylerin tamamı kalbin kulluğudur. Kalp tasdik edici olması lazımdır. Tasdik edici bir kalp ancak ve ancak Allah’a kul olabilir. O zaman tersinden alalım cümleyi. Tereddütlerin, şüphelerin barındığı, acabaların gezindiği kalpte, beşeri ölçülerle düşünce oluşturmuş insanların sevgilerinin yoğunlaştığı kalpte, Allah’a kulluğun ifadesini bulmak mümkün değildir. Böyle kalpte iman oluşmaz. Eylem de olmaz, tasdik de olmaz. Kalbi tasdik etmeyene -davranışı tasdik ifade etse bile- münafık diyorduk. Yani kâfir. Kalbi tasdik edip de davranışının Allah’ı tasdik etmediği, kimselere de fâcir veya fâsık diyorduk. O zaman kalbimizde olmazsa olmaz bir tasdik olacak. Ama bu söylediğim kalbin tasdik etmesi meselesi dille çok kolay söyleniyor. Allah rızası için bir gün bir kenara çekilip oturun. Abdestli olarak düz üstü çökün. Allah (c.c.)’ün birliğini, Rasulullah aleyhisselamın nübüvvetini, Kur-an’ın hakikatini, cehennemi, mahşeri ve sıratı hakikaten kalbinizin tek tek tasdik edip etmediğini kontrol edin. Bunu söylerken korktuğumu ifade edeyim. Kardeşlerimizden zayıf olanlar bir yerlerde takılıyorlar. Onu aşmaları lazımdır. Onunda bir ilacı var. Her an, her dakika, her saniye ve her yerde kalbin doğrudan doğruya ‘La ilahe illallah’ sözünü tekrarlıyor olması lazım. Bunun içinde idman yapmak gerekir. İşte bu konular tasavvufu ilgilendiriyor. Dikkat edin günümüzde avam veya havas sanılan avam insanlar arasında konuşulan tarikat ve tasavvuf anlayışını kastetmiyorum. Bizatihi tasavvufu, sünnete tabi olarak saflaşma hareketini kastediyorum. Mevlanaların, Yunusların, Hasan-ı Basri’den günümüze hakikat erlerinin yaşadığı tasavvufu. Allah bizi o yola erdirsin. Allah muhafaza etsin bizi yanlıştan. İkincisi; Allah için sevmek. Allah için buğzetmek. Lütfen davranışlarımıza bakın, aslında pek çok davranışımızın altında sevgi ve öfke yatar. Davranışlarımızın tabanında en önemli itici güç, sevgi ve öfkedir. Kalbin en çok kullandığı iki histir. Birisini sevdiğim zaman ona doğru yöneliyorum. Yerine göre sevgim arttıkça koşuyorum, yerine göre sevgim arttıkça engelleri yıkıyorum. Hatta sevgim öyle bir noktaya geliyor ki, Leyla’yı seven Mecnun gibi gözüm kör oluyor, annemi dinlemiyor, babamı dinlemiyor; hatta hapse atılıyor, amiri, hükümdarı dinlemiyor; hatta yerine göre öyle oluyor ki iman söz konusu olunca intihar ediyorum. Sevgi, amel konusunda en ciddi itici güçtür, ama bunun Allah için olması gerekir. Nitekim Al-i İmran Suresi’ndeki ayeti kerime de: “Allah’ı seviyorsanız, (der-

70


düşünce

magrib

hal bir şeyleri, bu sevgi sebebiyle eylem haline, amel haline, davranış haline çıkarın.) bana tabi olun!’’ izimden gelin, namaz kılın, oruç tutun, yalan söylemeyin, içki içmeyin, kumar oynamayın, haramları haram bilin, helalleri helal bilin, yapılacakları yapın, yapılmayacakları yapmayın buyuruyor Allah(c.c). Dolayısıyla kalpte kulluğun yer bulabilmesi için sevgiler kontrol edilmeli. Neleri seviyoruz biz? Bakmalıyız. Bu konuda en önemli ölçü şudur: kaybolana üzülmemek, gelene de sevinmemektir. Sevginin terazisi burada. Nefret ve öfke de burada. Allah için öfkelenmezsek, batıl olanı nasıl reddedeceğiz. Sevgilerini kontrol edemeyen insanları şeytan tuzağına düşürür, dünyayı süslü gösterir ve dünyayı sevdirir. Dolayısıyla o insan iman tahtından aşağı yuvarlanıp gider. Bunun için rabıta şarttır. Dikkat edin bir kula ibadetten bahsetmiyorum. Kalbin sevdiği şeye rabt olmasından, bağlanmasından bahsediyorum. Kulun Allah ile bütünleşmesi gerekir. Bunu başarabilmek için, kulun önce Rasulullah ile bir bütün olması gerekir. Araya bizi gevşetecek, bizi çürütecek şeytanın suyu sızmamalıdır. Bunu için rabıta gereklidir. İnsan iman ehliyle, samimi insanlarla bir bütün olmalıdır. Öyle bir noktaya gelmeliyiz ki hepimiz bir Hamza, bir Ümmü Umare, bir Enes bin Malik, bir Sümeyye olmalıyız. Hepimiz rabt olmalıyız. Nasıl olur bu peki? Bu kalbin Hakk’ı düşünme kabiliyetini kazanmadan, kalbin Allah’ın sıfatlarını düşünüp de arzda Allah’ın sıfatlarını tecelli ederken görme kabiliyetini, yani basireti açmadan; kalbin Allah’a aşık Muhammed Mustafa (sav)’i görüyormuşçasına, kalbin bu duyguları yaşamadan kalp olması halinde, biz nasıl başarabiliriz kulluğu? Kalp nasıl kul olabilir? Böyle olmazsa kalp ne yapıyor biliyor musunuz? Önce beşeri aşkların peşinde, sonra şan şöhret makam gibi bilinmezlerin ardında, sonra birilerinin zevkinin sefasının bukalemunluğunda veyahut da şakşakçılığında, üç kuruşluk dünya menfaati için hakikatleri satmakta geziyor kalp. Kalpsiz kalıyor insanlar ve ne çekiyorsak bundan çekiyoruz zaten. Ümmetin en büyük çilesi bundan. Allah’a yemin ediyorum ki eğer Filistinlinin, Kudüslünün kalbi böyle olsun Yahudi’yi bir kaşık suda boğmazsa. Tabi beraberinde bizim için de geçerli. Hakikat bu, ben de bunun içerisindeyim. Filistinlinin suçu ne? Hakikat bu. Allah kitabında buyurmuyor mu; ‚Kafirlere galibiyet yoktur.’diye. Allah (c.c.) buyurmuyor mu kitabında; ‚Nice az, çoğa galip geldi.’ diye. Bu bir hakikat mi, öptük başımıza koyduk. O zaman hiç sağa sola bakmanın anlamı yok. Süleyman Arif’in deyimiyle‚ ‘Kalplerinde, şeytanı iktidar koltuğundan indirip, Allah’ı iktidar koltuğuna oturtmadıkça müminler, sokaklarında şeriatı göremeyecekler.’ Çok nefis bir tespit. Bu çok önemli, kalbin kul olması lazım. Bir takım manevi değerler devam edecek olursak. Mesela inâbe. Bir müminin Allah’a yöneliş sahibi olması lazım, Allah’ı talep etmesi lazımdır. İnâbeyle birlikte irade olması lazım. İradesi olmayan insanlar, cinlerin, şeytanların ve şeytanlaşmışların oyuncağı olurlar. İradeyle beraber tevekkül olmalıdır. Bütün sebepleri Hakk’ın katına

71


magrib

düşünce

ulaşmakta üst üste koyup sebepler sebebi olarak Allah’ı görmek ve bütün sebeplerin de müsebbibinin Allah olduğunu bilmek gereklidir. Bu idrak ile yaşamak lazım. Tevekkül sahibi olmak lazım. Her şeyi yaptıktan sonra Allah (c.c.)’nın bize sahip, çıkacağına güvenmek, inanmak ve sahip çıkacağını bilmek gerekir. Zahirle batın bütünleşmezse batın mükemmel olamaz. Kalp bu noktaya gelmezse son nefeste iman gelmez. Bunu da unutmayalım. Son nefeste iman olabilmesi için kalbin bu noktaya kilitlenmesi lazımdır. Çünkü ölüm anında, diri diri derimiz vücudumuzdan soyulurken ne kadar acı hissedersek, o kadar acı hissedeceğiz. Kalp kendini kaybetmemeli bu anlamda. Buna hazır mıyız? Buna hazır olmak lazım. Bu iş oyun değil, oyuncak değil. Neden geldik bu dünyaya? Çamaşır yıkamaya değil, oyun oynamaya, çelik çomak oynamaya hiç değil. Bu dünyanın derdi ne? Bir sürü ayeti kerime okuyabiliriz, dünyanın derdinin ne olduğunu anlamak için. Bugün birisi soruyor ‚Ne olacak bu dünyanın hali?’diye. Allah ‘a iman eden bu soruyu sorar mı? Küre-i arzda, tüm bombaların en güçlüsünü patlatsalar ne olur. Mimar Sinan ne demiş, “Küre-i arzı patlatsalar, her şey toz duman olsa, Dolmabahçe’deki camim, bir bütün olarak semaya çıkar, yine temelleri üzerine tekrar geri oturur” , -Esere güvene bak- Müthiş bir güven. Peki ya müessire.Yani Allah’a. Ben bunu kulluk açısından söyleyeyim, bütün dünya toz duman olsa , eğer Rabb’im bana öl demezse, parçalan demezse, ben yine ayaklarımın üstünde tıpış tıpış yürüyen bir insan olurum. Buna güvenmeyen kalbi ayaklarımın altı çiğnesin. Böyle kalp taşınır mı? Biz kasap mıyız et parçalarını vücudumuzda taşıyoruz. Ve bunun savaşı, bunun kavgası verilmeli. Bunun idmanı, bunun gereği yapılmalıdır. Yapılırsa, bir mü’min, Kur’an’ın ifadesiyle, yüz tane kâfire bedeldir’ Sâre validemizin başına uzanan firavunun elinin kuruduğunu bilmiyor muyuz biz? Mü’min ne demek? Mü’min Allah’ın ismi değil mi? Kendisinden her halükarda emin olunan anlamına gelmiyor mu? Allah bu ismini kuluna layık görmüş mü? Ne anlama gelir? Mü’minin ikinci anlamı da Allah ‘a güvenen, itimat eden, hem kendisinden emin olunan hem de Allah’ın kendisine güvendiği, itimat ettiği, nankörlük yapmayan, kendisi de Allah’a güvenen insan demektir. Müminin öğrenmesi gereken iki şey var; korku ve ümit. Korku dünyanın işidir, yaşarken Allah’tan korkacaksın, ölürken Allah’tan ümit edeceksin. İkincisi: Dilin kulluğu. Buna itiraf deniyor. Yani yaptıklarının farkında olup bunları Allah‘a arz edebilen kul kuldur. Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Sana itiraf ediyorum üzerimdeki nimetleri ya Rabbi.” Bu itiraf aczi ifade eder. Bende ne varsa sana aittir. Bu dilin kul olmasıdır. Dilin Kelime-i tevhidi söylemesi bir itiraftır. Kavl alanındaki her şey bir itiraftır ve kavl alanında itirafı gerçekleştiren her dil Allah‘a kuldur. Ve bu dilin sahibi amel sahibidir. Bu ameli kazanmış insan da saflaşmış, berraklaşmıştır. Yani sofi olmuştur yani tasavvufu yaşamıştır. Zincir bu işte. Ve bu itiraflar her halükarda Allah’ın emirlerine amade olmaktır. Yani Allah’ı yücelten, noksan

72


düşünce

magrib

sıfatlardan uzaklaştıran, Allah‘ı anan, nimetlerini, peygamberini, kitabını, hakikatini dile getiren dil sahibi olmaktır mesele. Böyle olursa dilin kulluğu gerçekleşir. Buna zikir ehli olmak diyoruz. Gece vakti tespihi eline alıp ‚La ilahe illallah’ demek şeklinde anlaşılabildiği gibi, zikir ehli olmak, gecede ve gündüzde, yaşlılıkta ve ihtiyarlıkta, zorlukta ve kolaylıkta, savaşta ve barışta, zenginlikte ve fakirlikte, her halukarda Allah’ı unutmadan söyleyen dil sahibi olmaktır. Buna itiraf ehli olmak diyoruz aynı zamanda. Mümin itiraf edendir. Demek ki müminin itikadı olacak, kalbi kul olacak. Müminin itirafı olacak, dili kul olacak. Bir de mümin boyun eğecek. Ticaret yaparken, fahiş fiyatla mal satmayacaksın. Tezgahına mal koyduğunda, güzelleri üste çirkinleri araya katmayacak. Biriyle akitleşirken, akdinde Allaha muhalefet etmeyecek. Akitleşmelerinde sadakat ehli olacak. Kur-an‘ı Kerim’de Bakara Suresi’nde inkıyad (boyun eğme) amelleri, Maide suresi’nde avlanma hukuku, Nisa Suresi’nde evlilik hukuku, haramları yiyip yememe hukuku, Tevbe Suresi’nde zekat hukuku… Bütün bunları Allah’ın ve Rasulünün çerçevesini çizdiği yerde tutmak ve bırakmak, ona bağlanmak, ona boyun eğmek ve -şahsi takdiri kullanmadan- bu alanda amel etmek inkıyadtır. Bağlanma, boyun eğmedir. Kulluğun gerçekleştiği üç alan var: Kalbin kulluğu: itikad, dilin kulluğu: itiraf, sosyal çevremizdeki ilişkilerimizde, ilişkiler kulluğu -emir ve yasaklar kulluğu- ve buna da inkıyad deniyor. İtirafı, inkıyadı ve aynı zamanda itikadı, sağlam nesillere ihtiyacımız var. Ve eğitimimiz hedefini bunun üzerine bina etmeli. Bir çocukla ilgileniyorsak, onu önce itikad ehli yapacağız. Sonra itiraf ehli, sonra inkıyad ehli yapacağız. Sunmaya çalıştığım soru şuydu: ‚Şu yaşadığımız dünya hayatı nasıl yaşanıyor olmalıdır? ’Ey Allah’ım kıyamete kadar Nebi Muhammed (as)’a uyanların, iman edenlerin, saygı gösterenlerin sayısını artır, şerefini yükselt, onun adını kıyamete kadar unutturma. Allah ömrünüzü bereketlendirsin. İtikat, itiraf ve inkıyadımızı herkes bizde görsün. Allah’a emanet olun, hakkınızı helal edin.

Esselamü aleyküm.

73


magrib

düşünce

Saliha Şanlıer

Makale

SUSKUNLUK SARMALI

Alman iletişim-bilimci Elisabeth Noelle-Neumann, 1980 yılında Almanya genel seçimleri öncesi yaptığı geniş çaplı araştırmaların sonucu olarak “Suskunluk Sarmalı” teorisini geliştirir. Bu teoriye göre; insanlar dışlanma ve izole edilme korkusu taşırlar. Toplumda farklı düşüncelere sahip olan bireyler, bu korkuyu taşıdıkları için, hakim görüşün ne olduğunu çevrelerinde gözlemlerler ve bunun dışında kalan aykırı fikirlerini gizlerler. Bu da, kamuoyunun belli bir kesiminin, hakim görüşle birlikte sesinin yükselmesini sağlarken, diğer kesimin suskunlaşarak giderek kaybolmasına sebep olur. Bu hakim görüşün belirlenmesinde en büyük etken medyadır. İnsanlar hangi görüşün kabul gördüğünü, hangisinin ayıplandığını ya da dışlandığını en çok medya yolu ile gözlemler. Toplumda aykırı olarak değerlendirilebilecek fikirler ve davranışlar önce medya tarafından belirlenir, sonrasında da ‘kanı önderleri’ ve de yapılan tüm yayınlar eşliğinde insanlara benimsetilir. Davranışlarını ve de söylemlerini bu belirlenime göre geliştiren insanlar, bir başkası tarafından kendi fikirleri dile getirilmedikçe suskunluklarını sürdürürler. Argümanları ne kadar güçlü olursa olsun, hakim görüşe ters fikirleri olan insanların sesleri, medyada yer bulamayacağı için, zamanla fikirlerini söylemekten vazgeçerek “Suskunluk Sarmalı” içinde yer edinirler. Diğeri-öteki olma korkusunu yaşayan bireyler, aykırı kalmamak için medyada baskın olarak yer alan görüşle ortak bir düşünce şekli ve yaşayış biçimi geliştirirler.

***

“Suskunluk Sarmalı” teorisinin Türkiye’ de çok fazla yer bulduğu bir gerçektir. Cumhuriyet sonrası, ülkenin yeni bir kültür geliştirme ve bunu yayma konusundaki başarısızlığı ve de bir devlet politikası olarak eğitimin baskıcı ve eleştiriden uzak oluşu, Türk toplumunun ‘kendini ifade edebilmek’ konusunda yetersizliğine sebep olmuştur. Türkiye, belli elit grupların dayatmaya çalıştıkları değerler ile bunların dışında kalan insanların çatışmaları ile yıllarını geçirmiş bir ülkedir. Bu dayatılan düşünce biçiminin öncüleri de medyacılar olmuştur. Sahip oldukları tüm yayın organları ile hakim görüş topluma gün gün benimsetilmiş ve insanlar, dışlanmaya maruz kalmamak için bu görüşlere aykırı tavır ve söylemlerden çekinerek suskunlaşmıştır. Oluşturulmaya çalışılan değerler sadece politik olmayıp, kökeni olmayan bir yaşam şekli ve anlamsız bir kültürü de barındırır. Bunların neler olduğunu anlayabilmek için özellikle TV dizilerinin ve magazin programlarının incelenmesi yeterli olacaktır.

74


düşünce

magrib

Bir kimlik ve kültür kaybı yaşayan Türk insanının zihninin karışık, seçimlerinin dayanaksız olması, 90’ lardan bu yana hızla büyüyen ve güçlenen Türk medyasınının işini kolaylaştıran etkenlerden biri haline gelmiştir. Türk toplumu gibi yakın tarihi içinde ‘çeşitli sebepler’ ile pasivize edilmiş toplumlarda, susturma-yoksaymaizole etme gibi eylemleri hakkıyla yerine getirmek çok da zor olmayacaktır. Elitist bir sistemin özlemi ile, Türkiye’nin sahip olduğu -kısmen arızalı da olsa- demokratik sisteme saldıran insanların kurduğu oluşumlar ve bunların medyası; “Suskunluk Sarmalı”nı Türk insanının, beynine, ruhuna, karakterine işlemek için ne gerekiyorsa yapmışlardır. Ülkenin yakın sosyo-kültürel tarihine bakıldığında, süregelen karmaşa sonucu toplumsal değişimin medyanın elinde kolayca şekillenebildiği görülür. Toplumsal değişim, başka ülkelerde; insan haklarındaki duyarlılık, demokrasinin toplumda daha çok kabul görmesi, ekonomik ve kültürel büyüme, şehirleşme olarak tezahür etmekte iken, Türkiye’ de bu; zihni kolayca şekillendirilebilen, kimliksiz ve amaçsız bir toplumun oluşturulmaya çalışılması ve de kısmen başarılı olunması ile ortaya çıkmıştır. Adeta bir afazi yaşayan Türk toplumu için belki de artık ne tarihi ne de kültürel değerler mühim değildir. Köşesinde gitgide suskunlaşan insanlara, mühim olan şeylerin neler olduğu medyacılar tarafından söylenecektir!

***

Bütün bu sorunlara karşı nereden bakarsak bakalım, çözüme ulaşılabilecek tek yerin eğitim olduğu görülecektir. Bunun olmasını istemeyen kişiler/kurumlar tarafından ise; yıllarca baskı içerikli bir eğitimden geçmiş, kendini ifade etmekten yoksun, anti-demokratik sistemlerle yönetilmeye meyilli ve kolayca “Suskunluk Sarmalı” içinde yer alabilecek insanların varlığı tercih edilecektir. Siyasi ve toplumsal birçok sebep eşliğinde oluşturulmuş bu eğitim sisteminin yetiştirdiği bireyler, tam olarak da bu teorinin içinde birer aktör olarak rol almaktadır. Özgür ve eleştirel bakıştan yoksun bu eğitimin, sadece “belli bir kaliteyi yakalamaktaki beceriksizlik” yüzünden bu şekilde olduğunu söylemek gereksiz bir iyimserlik olacaktır. İlköğretim zamanlarından itibaren, büyüklerine karşı kayıtsız ve şartsız bir “itaat” göstermeleri dikta edilmiş insanların, farklı olan fikirlerini sesli bir şekilde ifade edemedikleri, görmezden gelinemeyecek kadar aşikardır. Bu elitist sistemin ve yine aynı sistemin sözcülüğünü yapan medyanın insanları şekillendirme-suskunlaştırma eğilimine karşı, eleştirel ve özgür bir eğitimin yerleşmesi ve insanların bu tarz bir bakış açısına sahip olması gerekmektedir. Başka bir yolu yoktur. Bu insanların, ülkenin büyümesini, ekonomik ve kültürel olarak ge-

75


magrib

düşünce

lişmesini, genç aydın ve bilimadamlarının yetişmesini istemek gibi bir dertleri olmamıştır. Onlar, kendi iktidarlarını korumak ve büyütmek için – daha önceleri olduğu gibi- birçok genci, bu kötü sistemin kurbanı etmeye hazırdırlar. Bu eğitim sisteminin de bu insanların işlerine gelir şekilde olması elbette bir tesadüf değildir.

***

Tüm bu olanlar; elitistlerin ve onlara tapınan medyacıların sistematik bir oyunu olarak yıllarca süregelmiş bir suskunlaştırma ve izole etme politikasıdır. Gerçek yüzlerini gizlemekteki başarılarına söz söyleyemesekte, insanların zaman içinde bunun farkına varmaları umudu saklı tutulacaktır. Farkındalık arttıkça; medyacı profesyonel manipülatiflerin (bkz. Doğan Grubu) bu oyunu ayaklarına dolanacak, dışlanmaktan korkmayan insanların seslerini yükseltmeleri ile bu sarmalın içinden çıkılacaktır.

76


Sultanahmet Camii


magrib

kültür - sanat

Orhan Ocakdan

Seyahat

ABD İZLENİMLERİ Budapeşte havaalanından Paris, oradan aktarmayla New York’a uzun ama rahat bir yolculuk oldu. Her insanın içinde yolculuğa çıkarken garip bir tedirginlik ve heyecan olur ya, yolculuk boyunca bu hisleri fazlasıyla hissediyordum. Benim açımdan bu yolculuk sıradan bir ülkeye değildi. Avrupalıların en cani duygularını üzerinde denedikleri - belki bu yüzden filmlerde hep tarafı olduğum - Kızılderelilerin anavatanına, 11 Eylül saldırılarından sonra dikkatleri daha da üzerine çeken „fırsatlar ve özgürlükler“ ülkesi, dünyanın „Süper Gücü“; ABD’ye yolculuktu. 11 Eylül saldırısından sonra faturanın „islami teröre”(!) kesilmesi, ardından ABD’nin “Küresel Güç” olma yolunda önce Afganistan’a daha sonra Irak`a saldırması, yine bu tarihten itibaren İslami dernek, cemiyet vs. gibi kuruluşları sindirme politikaları vb. olaylar bana bir halkanın ayrı ayrı zincirleri gibi geliyordu. Bu zinciri belki biraz fazla abarttığımdan olsa gerek, havaalanında polis kontrolünden geçene kadar içimde garip bir huzursuluk vardı. Zira ABD’ye girmek isteyen vatandaşların orada aranan isimlere benzerliğinden yahut isimlerinin Ahmet, Mahmut gibi Müslüman isimleri olduğundan dolayı çeşitli zorluklarla karşılaştıklarından haberdardım. New York City’deki JFK (John Fitzgerald Kennedy)(1) havaalanından pek de uzun sürmeyen polis kontrolünden geçtikten sonra ilk düşüncelerimin yersiz olduğuna karar vermiştim. Ta ki ayrıntılarından daha sonra bahsedeceğim iki gün sonraki Newyork-Chicago uçuşundan önceki polis kontrölüne kadar.

‚‚Rüya Şehir’’ New York

78


kültür - sanat

magrib

11 Eylül saldırısıyla yıkılan ve şu anda halen inşaat halinde olan Dünya Ticaret Merkezi’ne (World Trade Center) sahip New York şehri “Manhattan”, “Brooklyn”, “Queens”, “Bronx” ve “Staten Island” olmak üzere beş bölüme ayrılmıştır. Amerikan filmlerinden aşina olduğumuz “Özgürlük Heykeli” (Statue of Liberty), “Empire State Binası”, “Central Park” ve “Times Square Meydanı” aklıma gelen bu kentin diğer ilgi çeken mekanlarından. Gökdelenleri, caddeleri, restoranları, alışveriş merkezleri ve araba yollarına taşan, değişik milletlerin oluşturduğu, oradan oraya aceleyle koşuşturan insanları da genel olarak ABD’ nin ve özellikle New York’ un diğer öne çıkan özelliklerindendir. New York göçmen kenti olduğu için kendinizi orada yabancı hissetmezsiniz, çünkü karşılaştığınız insanların yaklaşık üçte ikisi yabancıdır. Bu da size ingilizceyi çeşitli aksanlarda duyma fırsatı verir. Aklıma oradayken tanıştığımız HalalPAK(2), Al Jumuah(3) ve birkaç tane daha derginin çıkmasında önderlik yapan Alper Bey’in anlattığı fıkra geldi, anlatamadan geçemeyeceğim: Kendisi de hanımı gibi Çinli olan çiçeği burnunda babaya doğumdan sonra çocuğu kucağına verilir ve ismi ne olsun diye sorulur. Adam kucağına verilen çocuğun zenci olduğunu görünce şok olur ve “tamting rong, tamting rong” (something wrong) diyerek bir şeylerin yanlış gittiğini doktorlara anlatmaya çabalaya dursun, çocuğun adı konulmuştur bile ; “Tamting Rong”. İspanyolca ülkenin tamamında olduğu gibi bu şehirde de en yaygın ikinci dildir. Bu yüzden çoğu tabelalar hem ingilizce hem de ispanyolcadır. Çok farklı ırkın olmasıyla meydana gelen dildeki bu farklılık ayrı bir karmaşaya da neden olmuş. Little İtaly (Küçük İtalya) semtinde İtalyanca, China Town (Çin Mahallesi)’da Çince dilleri ağırlıklı olarak konuşulur. Little İtaly’e gittiğinizde ne kadar kendinizi İtalya’da hissedersiniz bilmem ama ben daha önce Çin`e gitmesem de “China Town”da gezerken içimde gerçekten Çin’deyim hissi uyandı. Uzak Doğu’dan gelen insanlar özellikle Çinliler bu bölgeye yerleşmişler. Tabelaların hemen hemen hepsi Çin alfababesiyle yazılmış. Türk pazarlarına benzeyen ve belki de New York’ un başka hiçbir yerinde karşılaşamayacağınız sebze ve meyve pazarları, kendilerine has yemekler pişiren geleneksel restoranları ve açık kapısından dışarı çıkan hiç de alışık olmadığım ve beni oradan uzaklaştırmaya yetecek nahoş kokusu sanırım size Çin’i aratmayacaktır.

“Rüyanın içinde başka bir rüya” Manhattan

Işıklı reklamlarla dolu olabildiğince kalabalık Manhattan sokaklarında gökdelenleri seyre daldığınızda kendinizi rüyada sanabilirsiniz. Böyle bir anda, şehir içi otobüs turları düzenleyen firmaların çoğu siyahî olan çalışanlarından tur yapmak

79


magrib

kültür - sanat

isteyip istemediğinizi sorarak, elinize sıkıştırılan broşürle kendinize gelmeniz an meselesidir. Ayriyeten sokak gösterileri yapan gurupların müzik ve çılgınlıkları, yol kenarından yürüyorsanız bisiklet taksicilerin size yaklaşıp binbir türlü dil dökerek müşteri olarak almak istemesi, size rüyanızla fazla başbaşa kalmanıza müsaade etmez. Eğer böyle bir rüyaya kapılıp da bu şekilde kendinize geliyorsanız kendinizi şanslı sayabilirsiniz. Çünkü bu koca şehirde çesitli kılıkdaki dilencilerin ya da sadece bira parası isteyen insanların seslenişi de sizi bu rüyanızdan uyandırabilir. Caddede gezerken rahatsızlık veren başka bir durum da sarı renkli borularla metro istasyonlarından dışarı verilen sıcak, pis kokulu ve üzerinize yapışan dumandır.

Her köşe başı ayrı bir dünyadır Manhattan’da. Sokaklar farklı kültürlerin, ırkların, dinlerin oluşturduğu insanlar ve farklı sosyal statüdeki insanlarla dolu. Bir tarafta yahudilik propagandası yapan kendi geleneksel kıyafetleriyle yahudi gurupları diğer tarafta İsrail’in Filistin işgalini protesto eden içinde yine başka bir gurup yahudilerin de bulunduğu başka bir dünya. Bir tarafta olabildiğince lüks ve müsrif bir yaşam diğer tarafta yoksulluk sınırında hayat mücadelesi veren sayıları da gittikçe artan insanlar. Genel olarak insanlar arasında farklı olmayan ilk göze çarpan durum ise insanların zamanla ya da kendileriyle yarışırcasına koşuşturmaları. Dikkatimi çeken bir diğer husus ise insanların fikirlerini rahatça belirtmesidir. Ne zaman yeni insanlarla tanışsam, hiç sıkılmadan sorunlar üzerine düşüncelerini anlatmaya başlıyorlar. İslamiyet, Türkiye, Türkler en fazla konuştuğumuz konular arasındaydı. Genel olarak bu ya da diğer konular hakkında şu ana kadar bildiklerini bir kenara bırakıp olaya objektif bakabiliyorlardı. Ama şöyle de bir durum var ki birilerinin sadece İslamiyet konusunda değil kendilerinin dışındaki dünyada neler olup bittiği konusunda bu insanları aydınlatması gerekiyor. Öyle kişilerle karşılasıyorsunuz ki deyim yerindeyse dünyadan haberleri yok. Aralarında İsrail’in dininin islam oldugunu sananlar mı ararsınız, demokrasiyi yerleştirmeye çalıştıkları onbinlerce kişinin ölümüne yol açtıkları Irak ve Afganistan’ın haritada yerini bulamayanları mı?… Garibime giden bir başka husus ise sanki „cami“ nin kelime olarak - ingilizce de „mosque“ - karşılığı yokmuş gibi „siz gi-

80


kültür - sanat

magrib

Amerika İslam Merkezi, Kuzey Amerika’nın En Büyük Camisi Dearborn, Michigan

diyorsunuz ya hani, ibadet için, işte bizim de kendi ibadethanemiz var onun karşılığı sizin dilinizde “mosque“ değil mi?“ diye sorduğunuzda „bilmem!“ cevabını almaktı.

Hatta kendilerini dış dünyadan öyle soyutlamışlar ki Amerika kıtası dışında başka kıta yokmuş gibi kendi kabuğuna çekilmiş insanlar oldukça çoğunlukta ve bu insanlar ABD dışına hiç çıkmamış. Hiç unutmam Wisconsin eyaletinde kalırken iş arkadaşlarımdan Luz adlı Panama’lı bir bayan ‘Ben Türkiye’ye gidersem beni Hıristiyan olduğum ve başörtüsü takmadığım için öldürürler.’ demişti. Ve biz Türklerin de Arabistan yarımadasında yaşayan çoğu insan gibi normal hayatta cübbe ve buna benzer kıyafetler giydiğimizi düşünüyordu. Türkiye’ de başörtülü olduğu için onbinlerce kızın Üniversitelere gidemediğini nedense söyleyemedim ama bizi daha yakından tanıyınca önyargısının ne kadar yersiz olduğunu anlamıştı. Bir diğer örnek ise aynı işyerinde şef konumunda olan bir Amerikalı ilk haftaların aksine bir gün diyaloga girebilmek için ‘Bugün hava ne güzel.’ türünden bir cümleyle sözüne başladı. Devamında ‘Bir kaç haftadır sizi gözlemliyorum, Müslüman olmanıza rağmen hiç bir hatanızı görmedim. Temiz, çalışkan ve dürüst insanlarsınız. Müslümanları böyle bilmiyordum. Irak’ta o kadar Müslümanın ölümüne neden sebep olduğumuzu anlamıyorum.’dedi.

81


magrib

kültür - sanat

Eğer bu vb. konularda yaşadıklarım şaka değilse ABD halkını yönetmek gerçekten çok kolay. Öyle ki insanlar kendilerini kapitalizmin akışına bıraktıklarından olsa gerek kendi yaşamlarından başka hiçbir şeyle ilgilenmiyorlar. Metro ağlarının çok geniş ve uzun olmasından dolayı -hele de ilk defa gidiyorsanız- oldukça karışıktır. Bazen metrodan indikten sonra bile doğru çıkışı bulmak için dakikalarca yeraltında dolaşırsınız. New York metroları çok eski olmasından dolayı bakımlı da değiller. Hatta Avrupa’yla kıyaslandığında oldukça kirli ve bakımsız da diyebiliriz. Ulaşımdan söz açılmışken taksi ve bisiklet taksilerden bahsetmeden geçmemek gerek. Taksi sürücülerinin çoğu Müslüman Pakistanlı ve Hindistanlı göçmenlerdir. O koşuşturmaca ve kalabalık içinde müşteri bulmak gibi zahmete girmelerine gerek kalmıyor. Çoğu zaman da müşteri seçtikleri söylenebilir. İlk kez orda karşılaştığım şöyle de bir durum var ki -ABD’nin diğer eyaleterinde de aynı mı bilmem- siz taksideyken taksi şoförü size sormaksızın öncelikle sizi gideceğiniz yere bırakmak kaydıyla kendi insiyatifiyle taksiye başka bir müşteri alabiliyor. Bu kalabalık ve insan seli içinde hele de „show“larıyla ünlü „Broadway Caddesi“ndeki gösterilerin bitmesiyle dağılan insanların taksi durdurmak için yol kenarında sırayla parmak kaldırmaları değişik bir görüntü oluşturur. Bu hengamede belki saatlerce pedal çevirerek hiç müşteri alamayan bisiklet taksilere (org.: „peddy cab“ya da „bike-taxi“) yeşil ışık yanar ve onların „show“u başlar artık. Welcome to America! Ülkeye ilk girişte yaşamadığım ve yazının başında da kısaca değindiğim olay New York` tan Chicago’ ya uçmadan önce polis kontrölünde başımıza geldi. Ne manaya geldiğini sonradan çözdügümüz dört “S”li bilet sahiplerine uygulanan öyle bir prosedür vardı ki her tarafımızın aranmasından tutun, el çantalarımızın üç ayrı görevli tarafından ayrı ayrı üçer kere aranmasına kadar devam etti. Arkadaşların bazılarının pasaportunda umre için gittikleri Arabistan vizesi, JFK havaalanının da içinde olduğu New York haritasının çıktıları en fazla dikkatlerini çeken eşyalar arasındaydı. —Müslüman mısınız? —Arabistan’a niye gittiniz? —Arapça biliyor musunuz? —Amerika’ya niye geldiniz? —Nerede kalacaksınız?

82


kültür - sanat

magrib

Bu gibi sorulara cevap verdikten sonra amir konumundaki şahıs da olaya dahil olunca aynı soruları yöneltti. Daha önce bize soruları yönelten memur cevaplara aşina olduğu için cevapları artık o veriyordu. —Hepsi Müslüman. —Arabistan’a gitmişler ama fazla arapçaları yok. —Seyahat için gelmişler. —Otelde kalacaklarmış. Bu arada da pasoportlarımızı alıp incelemek için götürmüşlerdi, sonradan pasoportlardan biri eksik geldi. Biz pasaportu ararken götürdükleri yerde unutabileceklerini söyledik, bakma nezaketinde bulunup getirdiler. Bir arkadaşın cüzdanından çıkan arap asıllı dişçi bir doktorun kartvizitine takıldılar. O dönemlere rast gelen İngiltere’de havaalanına yapılan saldırının arap asıllı bir diş doktoruyla bağlantısının olduğu iddiasi polislerin dikkatini bu yöne çekmek için fazlasıyla yeterliydi. Sorular ve uygulama öyle uzadı ki uçağımız çoktan havalanmıştı bile. Sonuçta hiç bir “suç unsuru” bulamayınca olayı alttan almaya başladılar. Biz de yaptıklarının haksızlık olduğunu, hiç bir ülkede sadece Müslüman oldukları için böyle bir uygulama olmadığını, birçok ülke gezdiğimizi ama ilk defa böyle bir uygulamayla karşılaştığımızı ifade ettik. Görevli bayan da uygulamanın sıradan bir uygulama olup sadece bize özel bir şey olmadığını bizi ikna etmeye çalıştı. Yüzlerindeki tedirginlik yerini mahcubiyete de bıraksa fazla üzerlerine gitmemizden olsa gerek istersek de seyahatten vazgeçip ülkemize geri dönebileceğimizi söylediler. Hiçbirimizin, böyle kötü bir uygulamayla karşılaşsak da geri dönmeye niyeti yoktu, devam edeceğimizi görevliye söyledikten sonra bize dönerek Amerika’ya hoşgeldiniz “Welcome to America” dedi. Hiç de hoş bulmamıştık ve bu olay ABD’de yaşadığım kötü tecrübeler hanesine kaydedildi.

Chicago

83


magrib

kültür - sanat

New York kadar olmasa da çok sayıda gökdelenlere sahip Chicago; New York`a nazaran daha derli toplu duruşuyla insanı kendine hayran bırakıyor. Burası aynı zamanda “fast food” pazarında en büyük paya sahip olan McDonalds zincirinin ilk şubesinin açıldığı yer. Chicago’da Halil Demir Bey’in önderliğinde yürütülen „Zakat Foundation“(Zekat Fonu), bütün bölge çapında herkesin takdirini kazanmış. Halil Bey’le Chicago’da tertip edilen iftar programına katıldığımda tanıştım. Ellerine ulaşan zekat ve yardımları ABD ve dünyanın her yerinde ulaşabildikleri ihtiyaç sahibi kişilere ulaştırma gayreti içindeler. Ayriyeten bu yardımlar sadece Müslümanlara değil imkânları dâhilinde gayri Müslimlere de verilmekte. Çoğunluğunu Suriye kökenli Müslümanların oluşturdugu göçmenler şehrin bir bölgesinde kendilerine has küçük bir şehir kurmuşlar sanki. İslami geleneklere bağlı anaokulundan tutun da İslam Üniversitesi’ne kadar her şey var bu „küçük şehir“de. İftara yakın bir hareketlilik göze çarpıyor bu bölgede. Şehrin farklı bölgelerinde yaşayan ve diğer şehirlerden buraya gelen Müslümanların hareketliliği teravih namazının sonrasına kadar devam ediyor. Bu zaman zarfında cami avlularında ve okulların bahçelerinde karnaval havası var. Açılan standlarda hediyelik eşyalardan İslami kitaplara kadar herşeyi bulabilirsiniz, ayriyeten çocuklar için de eğlence alanları kurulmuş. Gayri Müslimlerin de iftar ve diger programlara katılımları, İslam dinini ve adetlerini yakından tanımaları bu gibi kuruluşların birinci hedefleri. Ayrıca İslam mimarisiyle donatılan binalar bu bölgeye İslami bir hava katmış.

84


kültür - sanat

magrib

Washington, DC

Washington DC bir başkent olması nedeniyle, Türkiye’nin Ankara’sı gibi, diplomatik ve siyasi açıdan bu ülke için büyük bir önem taşır. Adeta sokaklarında bürokrasi kol gezer. Amerika Birleşik Devletleri’nin en saygın gazetelerinden biri olan Washington Post bu kentte yer alır. Şehirde gezilecek yerler arasında müzeler önemli bir yere sahiptir. Washington DC’de görülmeye değer yerler arasında Abraham Lincoln’un(4) mezarının bulunduğu Lincoln Memorial (Lincoln Anıtı), bunların yanında Washington ve Jefferson Anıtları, „United States Capitoll“ ve „Dinosaur Hall“ bulunmaktadır. Washington DC ayriyeten siyahî Amerikalıların çoğunlukta olduğu bir kent olarak dikkat çekmektedir (yaklaşık nüfusun % 60’ı). Bu kentte bulunan İslam Kültür Merkezindeki Müslüman mimarisine uygun olarak yapılan ve minaresi de bulunan caminin yapımı için çiniler Türkiye`den getirtilmiş ve caminin içinde buna vesile olanlar için şükran bildiren bir tabela asılıdır.

Wisconsin Dells

Ülkenin kuzeyinde yer alan Wisconsin eyaleti genelde ormanlarla kaplı ve irili ufaklı yüzlerce gölden oluşmaktadır. Benim de iki ay kadar kaldığım Wisconsin eyaletine bağlı Wisconsin Dells, etrafı göllerle çevrili yeşillikler arasında ufak bir kasaba. Şehrin kalabalığından sıkılan insanlar genelde haftasonları ya da yazın, tatil yapmak ve hoşca vakit geçirmek için bu bölgeleri seçiyorlar. İstanbul ya da değişik ülkelerin kalabalık şehirlerinden gelen kişiler için oldukça sıkıcı bir yer olmasina rağmen tatilsezonlarında irili ufaklı otellerde yer bulmak oldukça zor. Böyle olunca kasaba dışındaki yerlerden de yazları çalışmak için gelen insanlar var. Birçoğu da iki ayrı işte çalışmak zorunda kalıyor, çünkü haftalık kırk saatten fazla çalışanlar için işyeri iki katı fazla ödemek zorunda. Tatil sezonun bitmesinden sonra ıssız, terkedilmiş görüntüsü veren bu minik kasaba, haftasonlarında tekrar canlanıp yılbaşı tatiline kadar haftaiçi sessizliğini korumaktadır.

Madison

İki göl arasında kurulmuş, doğal ve mimari güzellikleriyle göze çarpan sevimli ve tarihi bir şehir olan Madison, öğrenciler için adeta bir cazibe merkezi. Bu kentte bulunan üniversite, öncelikle Tıp alanında kendini ispatlamış ve diğer bölümleri de kalite olarak dünya sıralamasında önemli bir yere sahip. Üniversitelerin açılmasından önce sokaklar boştu ve çoğu evlerde kiralık tabelaları vardı. Tam anlam verememiştim şehrin bu boşluğuna. Sonraki gelişimde üniversiteler açılmıştı ve her taraf insan

85


magrib

kültür - sanat

kaynıyordu. Bu kadar genç nüfusu ilk defa bu kadar yoğun olarak gördüm. Yabancı öğrencilerin de çoğunlukta olduğu Madison Üniversitesi “University of Wisconsin at Madison” bu şehre hayat vermiş. Chicago’ya araba ile sadece iki buçuk saat uzaklıkta olan bu şehir, ABD’de yayın yapan bir dergi tarafından iki kez “ABD’de yaşanacak en iyi yer” seçilmiştir. Sayıları fazla olmasa da Madison Üniversitesi’nde türk öğrencileri ve hocaları mevcut. Kaldığım kasabada cami olmadığı için en yakın cami buradaydı. Cuma namazı sebebiyle burayı ve insanlarını tanıma fırsatımız oldu. İlk Cuma namazı kıldığımız Madison Muslim Dawa Circle’ın imami Amir Salih Ershcen bunlardan biri Amerikalı sonradan hidayete ermiş bir Müslüman. Cuma günleri özellikle Amerikalı gayri Müslimleri camiye davet ederek sohbet ediyorlar ayriyeten radyoda Müslüman, Hristiyan ve Yahudilerin birlikte yürüttüğü MUJCA „Alliance for 9/11 Truth and Transparancy”adlı kuruluş altında 11 Eylül’ün Müslümanlar üzerinde etkilerini silmeye ve çeşitli dinlerin bir araya geldiği bu platformda birlikte çalışma gayreti içindeler. Ayriyeten bu cami dışında başta „İslamic Center“ olmak üzere bir kaç tane daha cami bu küçük kentte Müslümanların hizmetine sunulmuş. Dipnotlar 1. Otuz beşinci Amerikan başkanı olan Kennedy 1917 Brooklyn/Massachusetts doğumludur. 22 Kasım 1963’te Dallas’ta uğradığı bir suikast sonucu öldürülmüştür. 2. http://www.halalpak.com 3. Geniş bilgi için; http://www.aljumuah.com 4. Amerika Birleşik Devletleri’nin 16. başkanı. Köleliğe son vermesi ve Amerika Birleşik Devletleri’nin bütünlüğünü koruması nedeniyle ABD tarihinin en büyük başkanlarından biri olarak bilinir. Kaynak; (http://www.kimkimdir.gen.tr/kimkimdir.php?id=4208)

86


Yerebatan Sarn覺c覺


magrib

kültür - sanat

Ayşe Serra Dilek

Portre

KÜSKÜN BULUTUN RÜYASI... CENGİZ AYTMATOV

Evvel zamandan günümüze dek çok zaman geçti; günler kum gibi aktı; şehirler, imparatorluklar varolageldi; bazıları silindi tarih sahnesinden; bazıları ise kazık çaktı medeniyetin tam orta yerine... Lâkin hepsini anlamlı kılan muhakkak ki insandı; zamanı da, tarihi de, medeniyeti de… Nice insanlar yaşadı dünya üzerinde; belki yeryüzündeki taşlar kadar, belki de daha fazla. Bunların arasında peygamberler de vardı firavunlar da, iyiler de kötüler de, mazlumlar da zalimler de... Fakat her şeyden ve herkesten öte tarih sahnesinde sadece ‘biri’leri zikre gelir. Birileri bir şeyler yapar; iki satır yazar, bir taş atar, bir yürek yakar, bir hayal kurar, bir bayrak sallar, bir insan öldürür, bir kurşun atar, bir çocuk yetiştirir, bir türkü söyler; ama illa ki ‘bir şey’ yapar! Cengiz Aytmatov, ardında dev ayak izleri bırakarak bu dünyadan göçen ‘biri’... Hayatı ve düşünceleri onu ‘bir’i yapacak kadar buhranlı ve sancılı…

88


kültür - sanat

magrib

1928 yılında Bişkek’in küçük bir köyünde açar gözlerini dünyaya. Stalin’in baskısıyla zaten ezilmiş olan halk, o yıllarda savaşla birlikte iyice çökmüştür. Aytmatov’un babası, Stalin’in temizlik harekâtının kurbanı olan Kırgız yiğitlerindendir ve Aytmatov da babasının oğlu olması sebebiyle ömrü boyunca birkaç kez haksızlığa uğrayacaktır. Dört kardeştir; dört kardeşi de anne Nagima Hamzayevna büyütür. İlkokulu kendi köyünde bitirir Cengiz. Bu sırada onun yetişmesine vesile olan, belki de Cengiz’i ‘Cengiz’ yapacak olan tohumlar babaannesi tarafından ekilir: Her gece ocak başında okunan şiirler, anlatılan masallar, efsaneler, söylenen türküler ve yazılan destanlarla büyür küçük Kırgız… ‘Sıcak savaş’ demek ‘yokluk’ demek olunca on yaşında başlar toprağı işlemeye Cengiz; ekmek parası için çalışır. Bu sırada Veteriner Teknik Okulu’na ve Tarım Enstitüsü’ne gider. 1953 yılında mezun olur, veteriner olur. 1956-58 yılları arasında Moskova’da Gorki Edebiyat Enstitüsü’ne devam eder ve bu yıllarda ‘Cemile’yi yazar. Eser büyük ilgi görür. Bu eserin Fransız şair Louis Aragon tarafından Fransızcaya tercüme edilmesi ve Avrupa’da yayımlanması ile Aytmatov şöhreti yakalar. Aragon, bu hikâyeye yazdığı önsözde ‘Cemile’nin hikâyesi için “dünyanın en güzel aşk hikâyesi” ifadesini kullanır… Cemile’nin yayımlandığı 1958 yılında Moskova Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne girer. Aynı yılın sonunda Kruşçev’in anti-Stalinist kampanyası sırasında Sovyet Komünist Partisi’ne ve Yazarlar Birliği’ne katılır. Aytmatov da babası gibi Stalin muhalifidir ve sırf bu yüzden öğrencilik yıllarında bursu kesilir. Stalin muhalifidir, ama 1963 yılında ‘Steplerden ve Dağlardan Hikayeler’ adlı kitabıyla Lenin Edebiyat Ödülü’nü kazanır. 1959-67 yılları arasında Novy Mir’in editörlüğünü yapar. 1968’de Büyük Sovyet Edebiyat Ödülü’nü kazanır. Aynı yıl Kırgızistan milli yazarı seçilir. Yeşilçam’ın şaheserlerinden ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’ın hikâyesini bu yıllarda yazar. Sonrasında ardı sıra gelen ‘Toprak Ana, Elveda Gülsarı, Beyaz Gemi’ yayınlandığı sırada çok büyük heyecan uyandırır. ‘Gün Olur Asra Bedel’ ise yazarın edebiyatta izlediği yolu anlatması, Sovyet mantalitesini sorgulayıcı fikirleri ve eleştirileri içermesi sebebiyle oldukça önemli bir eserdir.

1983 yılında Büyük Sovyet Edebiyat Ödülü’nü ikinci kez kazanır.

1986 yılında ‘Dişi Kurdun Rüyaları’ neşredilir. Bu romanda ek olarak rejimin din üzerindeki yanlış uygulamaları gündeme gelir ve Sovyet toplumunda yankı bulur. 1990’da yayınlanan ve ‘Gün Olur Asra Bedel’in devamı olan ‘Cengiz Han’a Küsen Bulut’ta eleştiriler keskin ve serttir. “Devletin çıkarlarından daha önemli ne

olabilirdi? Bazıları insan hayatının önemli olduğunu sanıyorlardı... Ne laf ya! Devlet bir sobadır ve yakıtı da yalnız insandır. Yakılacak insan olmazsa soba söner. Sönen, yanmayan sobanın da hiçbir yararı yoktur. Ama öte yandan bu insanlar devlet olmadan yaşayamazlar: Sobayı tutuşturan, yakan onlardır. Sobayı yanar tutmakla görevli olanlar da ona yakıt temin etmeliydiler. Her şey buna bağlı…”

89


magrib

kültür - sanat

Sovyetler Birliği dağılmadan önce Gorbaçov’un beş danışmanından biri olan Aytmatov, aynı zamanda Kırgızistan’ın Luxemburg, Hollanda ve Belçika büyükelçilikleri görevini de yürütmüştür. Seksen yıllık bir ömürden geri kalan eserler edebi ve milli olarak oldukça önemlidir; hem Kırgız Türkleri, hem diğer bölgelerdeki Türkler adına. Milletin temel mülkü olan milli kültüre ait efsane, destan, masal, hikâye ve türküleri; Kırgız Türk kültürünü, maddi ve manevi zenginliğiyle o kültürü bina edenlerin evlatlarına yeniden hatırlatmaya çalışarak edebiyatçı kimliğinin yanında düşleri ve düşündükleri ile de halk kahramanı olmuştur Cengiz Aytmatov. Halkın değerlerini, dertlerini ve kültür içindeki çürümeyi anlatan yazar, özüne bağlılığı, kendinden, halkından ve coğrafyasından haberdar oluşu ile kendini gösteriyor bizlere. Bir milletin yozlaşmasına ve kaybolmasına engel olmak için elindeki tüm argümanları kullanmıştır Aytmatov. Sorumlu olarak tuttuğu ne dindir ne de bir millet. Sorumlu sadece insandır; insanın ta kendisidir. Bize bizi hatırlatmaya çalışan bir rüyadır onunki. ‘Biz’ denilen ister bir Kırgız genci ister bir Arnavut kızı olsun... Kendini hatırlamaya muhtaç her insanadır onun çağrısı. Küskün bulutun rüyasıdır; esen Poyraz’a karşı dimdik durarak yağmurunu bırakacak topraklara varmak…

“ … Senden geniş nehir var mı, Senden aziz yurt var mı Enesay? Senden derin bir dert var mı Enesay? Senden özgür olan var mı Enesay? Senden geniş bir nehir yok Enesay, Senden aziz bir vatan yok Enesay, Senden derin bir dert de yok Enesay, Senden özgür özgürlük yok Enesay. ” (Enesay, Yenisey nehrinin Kırgızca ismi / Gün Olur Asra Bedel - Muallim Abutalip)

90


kültür - sanat

magrib

İNSAN-TOPLUM-İKTİSAT İbn Haldun’dan Yola Çıkılarak Çok Yönlü Bir Tahlil Denemesi “Dünyadaki tüm fenalıklar şu üç şeyden doğar; haksız kazanç, gerekli yere harcamama ve gereksiz yere harcama.” İmam-ı Gazâlî Toplumun iktisâdi yapısı mı ferdin mizacı üzerinde etkilidir yoksa toplumun değerleri mi iktisadi yapıyı belirler? Bunun gibi tek cevabı olmayan sorular sosyal bilimlerde mevcut olanı ve olması gerekeni ifade etmemize izin verir. İnsan-Toplum-İktisat, medeniyetlerin kendi kavramlarını nasıl oluşturduklarını somut bir şekilde görebileceğimiz ve bunun gibi birçok soruya delilleri ile cevaplar bulabileceğimiz bir çalışma. Sabahattin Zaim Hoca’nın öğrencilerinden İbrahim Erol Kozak’ın Değişim Yayınları’ndan çıkmış olan eseri, yeni kitaplar arasında ve belki çok satılanlar arasında da değildir. Fakat bir medeniyetin dinamiklerini idrak etmek için o medeniyetin insana hangi yeri, ne maksatla tahsis ettiğini öğrenmemiz icap ederse eğer, bu kitap okumamız gerekenler arasındadır. Bu eserde İbn Haldun’un metodu ile yine onun tezinden yola çıkılarak iktisâdî faaliyetlerin insan hayatı ve insanlık tarihi içindeki yeri, emek ve çalışma kavramları, ekonomik, sosyal ilişkiler, iktisâdî gelişmede psikolojik faktörler, devlet ve iktisâdî hayat, servet ve gelir dağılımı üzerine mukayeseli bir inceleme yapılmış, dipnotlar ile zengin bir bilgi havzası oluşturulmuş, zamanın çağdaş ekonomi bilimi düşünürlerinin görüşlerine yer verilirken aynı zamanda İslâmî hayat tasavvurunu kurabilmiş bir medeniyetin bu kavramlara yaklaşımları incelenmiş. Ekonomi terimlerine boğulmamış analizler, akademik dil özelliğini koruyan ve daha ziyade esas değerlere dair değerlendirmeler okumayı kolaylaştırıyor. Kitabın her bölümünün sonunda küçük bir makale kadar hacimli olan dipnot eklerini esas metne paralel olarak okuyabilmemiz zor görünse de verileri derinleştirmede çok mühim bir rol oynuyor. Her birey farkında olmadan tercihleri sebebiyle zaman zaman bazı –izm’lere dâhil olabilir. Toplumun tercihleri ise bireyin tercihlerini etkiler. Sözgelimi, kapitalizm, sosyalizm gibi İslâm ile paralel olmayan fikir yapıları Müslümanların yoğun olduğu ülkelerde benimsenen hedefler vasıtasıyla, dolaylı veya doğrudan, bir kapitalist gibi karar veren Müslüman davranış modellerini oluşturduğunu gözlemleyebiliriz.

91

Şeyma Konak

Kitap


magrib

kültür - sanat

Istılahta bu kavramlar çelişkili ve karşılıksız olsa da fikir yapısı olarak bu kategoriye dâhil olabilecek ne büyük bir kitle olduğunu ancak hayatımızdaki önceliklerimizi gözden geçirdiğimizde fark edebileceğiz. Velhasıl bu çalışma ile özümüzde olan esasları tekrar gözden geçirip hayatımıza yön veren kavramlarımızı dosdoğru bir mihenk taşına vurarak, gerçek emek-değer yaklaşımına emeğin ve değerin asıl sahibinin buyruğu ile ulaşacağımız kanaatine varabiliyoruz.

İNSAN-TOPLUM-İKTİSAT -İbn Haldun’dan Yola Çıkılarak Çok Yönlü Bir Tahlil Denemesiİbrahim Erol Kozak Değişim Yayınları İstanbul, 1999

92


K覺zkulesi


magrib kültür.sanat.coğrafya

viyana

Temsilcilikler Türkiye

K. K. T. C.

İstanbul

Abdurrahman Dülger adiger@yahoo.com

Serhat İsmailoğlu 00 90 533 433 81 98

Bosna-Hersek

Gülsüm İsmailoğlu ghasbal@hotmail.com Ankara Abdulkadir Sağlam 0 312 350 47 90 İzmir Mehmet Şamil Baş mehmetsamilbas@hotmail.com Balıkesir Fatih Yörük 0 536 598 34 09 Bilecik Avni Kacır 00 90 532 423 44 48 Bursa Veysel Kurt 00 90 535 649 36 95 Konya Abdullah Kuşlu 0090 535 6758109

Hatice Sunucu 00 387 61 76 33 03 Bihac Murat Sancaklı: 00 38 761 90 58 23 Mısır Şaban Çomak enesbinmalik7@hotmail.com S. Arabistan Mekke-Medine Mustafa Tekin 00 966 502 02 08 17 Malezya Adem Demirel ademdemirel7@hotmail.com Çin Murat Özkaya ozkayam@yahoo.com Almanya Ömer Sağlam 00 49 177 624 32 61

Hollanda Fatih Köse istasyon1999@yahoo.com İngiltere Fatma Örgel f_orgel75@hotmail.com Slovenya Faysal Ömer 00 389 91 936 806 Romanya İsmail Kurt ille_de_ben@yahoo.com Kanada Mehmet Sami samicolom@hotmail.com ABD Habib Karaman habibkaraman@hotmail.com Kazakistan Erkan Çakıcı erkancakici2004@yahoo.com Tayvan Ebubekir Biskinler e_biskinler@yahoo.com


www.magrib.net


9

magrib viyana

EYLÜL - EKİM 2008

magrib

kültür.sanat.coğrafya

9

EYLÜL - EKİM 2008


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.