magrib 7

Page 1



magrib kültür.sanat.coğrafya

viyana

7

Mart / Nisan

Mart 2007 Viyana


magrib İki Aylık Edebiyat-Düşünce Dergisi Sayı: 7 Mart - Nisan 2007 Yazı İşleri Müdürü Ali Işık Editörler Ali Işık Muhammet Sağlam Serdar Kacır Düzelti Serdar Kacır Yönetim Yeri Gebrüder Lang Gasse 12/6 1150 Wien Austria Yayın Türü Yerel Süreli Dağıtım Aydın Aydemirli Erkam Mehmed Zeybek Baskı Düzey Matbaacılık Ön Kapak Foto: Martin Boulanger Arka Kapak: Ulema-i Dımaşk Foto: Abdulhamit Öztürk Görsel Tasarım

magrib

magrib@magrib.net Telefon 0043 676 8877 9581 Yazışma Adresi Breitegasse 11/3/31 1070 Wien Austria e-posta: magrib.kiler@gmail.com İnternet Adresi: www.magrib.net Gelen yazılar yayınlansa da yayınlanmasa da geri verilmez. Yayınlanan eserlerden yazarları sorumludur. İlkelerimize uymayan ilanlar alınmaz.


magrib İÇİNDEKİLER 4

Sunuş

Edebiyat Muhammed Y. Günaydın Ali Işık Serdar Kacır Burak Tabaş Tuğba İsmailoğlu Kacır Yusuf Dursun Hayrullah Arslantekin Fatma Nur Hüküm Arthur Rimbaud Mehmet Şamil Baş Beyza Kıvanç

Hiç Duvar Taze An / Keman Gönül İşi Kibrit Çöpü Sin’in Rüyası İkindi Sükutu / Ayin Mutlak Yar’e Sarhoş Gemi Güller ve Küller Biz İnsanlar - Peyami Safa

6 7 12 14 16 20 24 26 29 33 38

Düşünce Abdullah Kuşlu Veysel Kurt Ali Çiçek Mevlüt Bulut Burcu Kucur Serdar Kacır

Mesnevi’de Canlıların Dünya Hayatındaki ... Aydınlanma’ya İçerden Bir Eleştiri Tasavvuf ve Sosyal Hayata Tesirleri Ortadoğu Araştırmaları II Batı’nın Ötekisi Üstad Necip Fazıl

48 62 74 79 82 84

Kültür-Sanat Ömer Beyoğlu Mustafa Eker Fatma Örgel Gamze Derince

Batı Notları Punk’ın Doğuşu Londra’dan Sufi Esintiler Dünyanın Uçlarından Geçip Giden Ressam: Dali

89 100 108 110


magrib Sunuş

Merhaba

Eskimeyen gündemlerin var olduğunu kabul etmeliyiz. Olaylar ve durumlar bizleri her ne kadar taşımamız gereken hassasiyet ve özenden uzaklaştırsa da, kalbimizin tam ortasında hakikate dair bir iz taşıdığımızı unutamamalıyız. Bu izin yok olmasına izin verdiğimiz vakit artık kendimiz olmak gibi bir imkanımızın olmadığını kabul etmek zorunda kalırız. Akabinde ise tanımlarımızı yitirmiş olmanın kara tablosu çöker üzerimize ve yenildiğimizi dahi anlamadan teslim oluruz. Bizler, kendi küçük alemimizde, bize biçilen görevlerin olduğunu kabul ederek düşünmeye ve üretmeye gayret ediyoruz. Biliyoruz ki, düşünmediğimiz ve üretmediğimiz her an -sahip olduğumuz ahlaka aykırı hareket ediyoruz- aleyhimize işliyor. O vakit çaresizlik rüzgarları esmeye başlıyor tepemizde. Ne yana dönsek aynada ağlayan bir yüzle karşılaşıyoruz. *** Sanattan ya da edebiyattan hiçbir beklentimiz olamaz. Asıl beklediğimiz insan! Ah o bir ayağa kalksa ve hergün tecelli eden hakikatlere şahitliğini ifade etse! Bu hakikatler karşısında yaşadığı şoku, hüznü, acıyı ve muhabbeti dile getirse... O zaman sanat, gücünü açığa çıkaracak ve hakikatin neşesi her tarafı kaplayacaktır. Fakat sürekli dövünmekten ibaret bir durum içindeyiz çok zamandır. Bu duruma eylemsizlik diyebiliriz ancak. Yaşadığımız derin buhranları aşmak yerine, dehlizi derinleştirme gayretindeyiz. Eksiler, eksikler derken birbirimize karşı olan muhabbetten uzağa düşüyoruz. Evet, beklediğimiz insan diyoruz. Biliyoruz ki, insanın eksik olduğu yerde eylemin varlığından bahsetmek mümkün olmaz. Eylemin olmadığı yerde ise bereket olmaz. Hayatımızdaki bereket yoksunluğunu gün geçtikçe daha fazla hissetmeye başlıyoruz. Her türlü imkanımızın olmasına rağmen ağzımızdaki bu çürük tattan bir türlü kurtulamıyoruz. Aslında sahip olduklarımız ile sahip olmamız gerekenler arasındaki dengeyi uzun zaman önce bozduk. Bu yüzden kafa ve gönül karışıklığımız bir türlü son bulmuyor. Neye sahip değilsek, zannediyoruz ki sıkıntılarımız onun eksikliğinden kaynaklanıyor.

4


magrib Aksine biz en değerli şeye sahibiz: Hakikate. Her ne yapıyorsak yapalım hep onun ekseni etrafında dönmek zorundayız. O eksene yaklaşma ve eksenden uzaklaşma nisbetinde acılarımız ve hüznümüz artma ya da azalma gösterecektir.

Ezcümle: Allah, bize yeter.

***

Magrib, 7. sayısıyla okurlarını tekrardan selamlıyor. Şiirden öyküye, portreden araştırma yazılarına kadar dolu bir içerikle karşınıza çıkmaya özen gösterdik. Bu sayımızda da aramıza katılan yeni yol arkadaşlarımız var. Muhammed Yusuf Günaydın, Burak Tabaş, Mehmet Şamil Baş, Burcu Kucur, Ömer Beyoğlu ve Mustafa Eker Magrib’in sayfalarında yer alan yeni isimler. Herbirinin eserlerini ilgiyle okuyacağınızdan eminiz. Önümüzdeki sayımızda görüşmek dileği ile...

5


Hat: Muhammed Yusuf Günaydın ‘HİÇ’


edebiyat

magrib

Öykü

DUVAR - ‘Seni aramadı mı?’ - ‘Hayır aramadı.’ - ‘Unutmuştur herhalde.’ - ‘Yarın akşam, o eskiden gittiğimiz çay ocağına gideceğiz. Gelsene sen de. Hem iyi bir sürpriz olur.’ - ‘İyi olur. Aslında çok özledim O’nu. Hiç arayıp sormasa da…’ Kaldırımda eskiye doğru yürümeye başladım. Ferit. Demek dönmüş. Çok oldu görmeyeli. Her akşam buluşurduk. İnsanlığın geleceğine dair esaslı düşüncelerimiz vardı. Okuduklarını akşama varmaz benimle paylaşırdı. Okumam gerekenleri defaatle yineler, uzun uzun anlatırdı. Dört duvarın arasında birlikte alıp verdiğimiz nefesleri dostluğumuzun azığı sayardık. Birazcık canım sıkkın olsa hemen fark eder ısrarla beni dinlemek isterdi. Bazen o kadar bunalırdım ki ısrarlarına, olmadık şeyler anlatırdım. Aynı yazarların elinde yetiştik. Aynı kitapları okur, aynı şiirlerden hoşlanırdık. Geceleri şehir turuna çıkardık bazen. Hiç konuşmadan saatlerce yürüdüğümüz olmuştur. Oysa ne çok şey anlatmış olurduk birbirimize. Bazen durup durup sarılırdık. Aynı tenhalarda saklanırdık üşüdüğümüzde. Haşim ağabeyin çay ocağı uğrak yerimizdi. Tahta masa, tahta sandalye, patlak patlak olmuş boyasız duvar ve her zaman oturduğumuz masanın tam karşısındaki ihtiyar radyo... Haşim ağabey çay borçlarını tebeşirle ocağın üst tarafındaki duvara yazardı. İşaretlerdi yani. Eski bir adamdı. Oturduğumuzda bize uzun uzun eskilerden anlatırdı. Muhabbeti bol biriydi. Sıkıntılı anlarımızı sektirmeden anlardı. Kısa bir hikayeyle başlayan muhabbet saatlerce sürer giderdi. Bizimle olduğu zamanlarda müşterileri, çayı, ocağı unutur kelimeleri birbirini kovalar tükenmek bilmezdi. Böyle zamanlarda ocağın yükü tamamen çırağa kalırdı. Hiç şikayet etmezdi o da. Ocağın orada gizli gizli sigarasını tüttürürdü. Ferit, Haşim ağabeyi konuşturmasını iyi becerirdi. Kaçıverirdi önünden. Haşim ağabey konuşmaya başlayınca aralara bir kaç da soru serpiştirdik mi, sonra dinle saatlerce. Korna sesiyle ürperdim. Hafif kaldırımdan sapmışım. Tekrar kaldırıma çıktım. Beş yıl oldu görmeyeli. Üniversite bitince ben memuriyete başladım. Ferit yüksek için yurt dışına gitti. Gittikten sonra da ne aradı, ne sordu. Bazen aklıma kötü kötü şeyler geliyor da zor tutuyorum kendimi. Batının ışıklı geceleri bozmasın bizimkini diye... Yok, yok Allah korusun. İtikadı sağlamdır Ferit’in. Özledim lan seni. Ama galiba sen beni özlememişsin. İnsan bir arar sorar ya. Kerim’i koca İstanbul’da bulan kimse bizi de bulurdu herhalde. Neyse bozmayalım düşüncemizi. Yürüyerek eve kadar gelmişim. Oysa iki otobüs değiştiriyorum buraya gelene kadar. Baya dalmışım herhalde. Nereden yürüyüp geldim; onu bile anımsamıyorum.

Ali Işık

Koltuğa uzanırken hala eskideydim.

7


magrib

edebiyat

- - - - …

‘Hoş geldin.’ ‘Hoş bulduk.’ ‘Hayırdır dalgınsın bugün.’ ‘Ferit gelmiş.’

Son zil çalınca, çocuklar toparlanmaya başladılar.

- -

‘İzzet sen kal seninle biraz konuşalım.’ ‘Tamam hocam.’

Herkes çıktı. İzzet karşıma oturdu.

- - - -

‘Nasıl beğendin mi son kitabı?’ ‘Tam bitmedi. Güzel ama ağır biraz...’ ‘Kitabın geniş bir özetini istesem senden...’ ‘Olur, zaten kendim için özet çıkartıyordum. Getiririm.’

Okuldan çıktım. İçimde ılık bir rüzgar esiyor bugün. Serin serin yürüyorum. Telefon çalıyor. - -

‘Alo…’ ‘Alo buyur Kerim.’

Buluşma yeri değişmiş. Neden acaba? Ferit severdi Haşim ağabeyin orayı. Neyse… Alt geçitten minibüse bindim. Minibüsün içi iğne atsan yere düşmeyecek şekilde sıkışık. Şoför önden bağırıyor: ‘İlerleyelim beyler!’ Teypten baygın bir müzik sesi geliyor. Minibüsün ani frenleri içimi dışıma çıkarmak üzere... Her gördüğü kimse için sağa çekiyor. Neyse şu rampadan da sallandık mı aşağıda ineceğim zaten. Yolcuların yarısıyla birlikte iniyoruz. Caminin üst tarafından yukarı doğru çıkan merdivenlerden yürüyorum. Eski İstanbulluların arasından sallana sallana ilerliyorum. Hafif yamaç. Başımı önümden kaldırıyorum. Mezarlığın ortasına kadar gelmişim. Rıhtımın bittiği yerdeki çay bahçesinde buluşacağız. Biraz geciktim. Zaten beni beklemiyorlar. İçimde gel-gitler yaşıyorum. Karşılaşınca sarılıvereceğiz birbirimize belki. Aradan geçen bunca zamanı aramıza sıkıştırıp ezivereceğiz. Böyle mi olur acaba? Eski samimiyetle sarılabilir miyiz? Çok uzaklarda iki insanmışız gibi de hissediyorum ikimizi. Geçen zaman aramızdaki samimiyeti soğutmuş, buzdan bir kütle yapmış gibi geliyor. Hasbel kader ya da zoraki birlikte olmuşuz, sokakta yürürken karşılaşmışız ama sokağın darlığı birbirimizi görmemezlikten gelmemizi de engellemiş gibi. Yok, canım o kadar da değil. Ne de olsa eski dostuz biz. Dost, bir zamanlar yaşadıklarımızı isimlendirmede hafif kalabilir aslında. Çoğu

8


edebiyat

magrib

zorluğu birlikte omuzladık. Yolumuzu birlikte seçtik. İki ayrı bedende tek insan gibiydik. Çay bahçesinin tam önünde durdum. Heyecanlıydım. Konuşacak o kadar şey var ki. Neresinden başlarız acaba. Bunları düşünürken göz ucuyla etrafı kontrol ediyordum. Gelmediler mi acaba daha? Gördüm onları. Ağacın arka tarafındalar... -

‘Selamünaleyküm…’

Cümlesini yarım bıraktı. Hatta dudaklarına takıldı kaldı. Başını yavaşça masadan bana doğru kaldırdı. Biraz şaşkın, biraz tereddütlü, kısık gözlerle suratıma bakıyordu. Hafiften tebessüm ettim. Ne olduğuna karar veremediğim bir hal vardı yüzünde. Arada kaldı. Sevinmeyi de üzülmeyi de beceremedi biraz. Kucaklamak, sarılmak istiyordum. Kollarımı hareket ettiremiyordum. Elini uzattı. Yüzündeki ifadenin üzerindeki sis sıyrılıyordu. Gülümsedi. Havada kalan elini ‘bu kadarı da yeter’ dercesine sıktım. İçimi sebebini tarif edemeyeceğim bir sıkıntı kapladı. - ‘Hoş geldin.’ dedi. - ‘Asıl sen hoş geldin.’ dedim. - ‘Kusuruma bakma beklemiyordum. Şaşırdım biraz. Kerim de hiç bahsetmedi geleceğinden.’ İçimdeki sıkıntı gitgide artıyordu. Kerim eliyle üç parmağını dikerek çay istedi. Üç arkadaş yoğun düşünceler altında eziliyormuş gibiydik. Ağzımızı bıçak açmıyordu. O sandalyelerde otururken o an, üçümüz de orada değildik. Eskilerden çay bahçesine ilk gelen Kerim oldu. - -

‘Çok oldu be, üçümüz birlikte olmayalı.’ ‘Evet, çok oldu’ dedim.

Çaylar geldi. Üçümüz beraber karıştırdık bardakları. İlk yudumu Ferit aldı. Sonra ben, sonra Kerim... Çay muhabbetin bahanesiydi ya. Yine öyle oldu. Çayını ilk bitiren söze başladı. Ortam yavaş yavaş ısındı. Eskilerden konuşurken birimiz başlıyor diğerimiz devamını getiriyordu. Ferit belli noktalara durup durup takılıyordu. -

‘Ne kadar yanlış şeyler yaşamışız.’ dedi.

-

Şaşırdım. Şaşkınlığım içimdeki sıkıntının bir cevabı gibiydi. ‘İnsan bazen ne kadar dar bakıyor hayata.’

Bozuntuya vermenin, karşı çıkmanın bir anlamı yoktu. Belli ki bazı şeylerin yerleri oynamış. Sonra başladı konuşmaya. Gittiği ülkenin ona kazandırdıklarından açtı bahsi. Övdü övdü övdü… Her cümlesinden önce o cümleyi eklememesini diledim ama olmadı. İnsanlara yükseklerden bakacak argümanlarla doluydu tüm anlattıkları.

9


magrib

edebiyat

Batı diyordu. Şişinip şişinip anlatıyordu. Hiç kesmedik. Zaten hem beni, hem Kerim’i dar bakışlılıkla itham etmeyi de ihmal etmemişti. Sadece dinledik. Coştukça bize ve çevremize karşı hıncı artıyordu. Cümlelerinin içine bol bol ‘özgürlük’ kelimesini serpiştiriyordu. Hapsolduğu dünyayı süslü kelimelerle, ezberlenmiş cümlelerle anlatmaya uğraşıyordu. O konuştukça benim içimden bir şeyler kopuyordu. Üzüntüden nefes alamayacak duruma geldim. Sadece kendisi konuşsun istiyordu. Tam karşımızdaki mezarlıktan bir mezara takılıp kaldı bakışlarım. O mezarın içine içine giriyordum. Çaylar tazelendi. Ferit konuşmaya devam ettikçe aramızda kocaman bir duvar yükseliyordu. Beni ondan, onu benden ayıran kocaman bir duvar... Yüreğim iyice daralmıştı. Kalkmak, koşarak kaçmak istiyordum. Sonra sustu. Yüzüne baktım. Gözlerini benden saklıyordu. Ne kadar uğraştıysam göz göze gelemedik. Parlak bir gözlük vardı gözünde.

‘Bu gözlüğü nereden aldın?’ dedim.

Hiç beklemediği bir soruydu. Düşündü biraz. Kasıtlı bir soru olup olmadığını düşündü. Anlamıştı sormaya çalıştığımı. Şakayla karışık: - ‘Hediye.’ dedi. ‘Bence de.’ dedim. ‘Sana ait bir şey olmadığı belli oluyor. İğreti duruyor biraz suratında.’ Üzerine alınmamak için var gücüyle uğraşıyordu. Artık oradan ayrılmak için kendime söz dinletemiyordum. Ayağa kalktım.

‘Nedir?’ dedim ‘Seni bu kadar değiştiren.’ ‘Aştım.’ dedi.

Tam da tahmin ettiğim cevabı vermişti. Rahattı. Hafiften sırıtmaya da başlayınca anlattıkları bedenine tam oturdu. - ‘Sana giderken en çok sevdiğimiz şairin bir şiirini vermiştim hatırlıyor musun? ‘Masal’dı adı. Onu daktiloda gece boyu yazarken seni böyle görmemek için dua etmiştim.’ Sonra dönüp arkama, yürümeye başladım. Karmakarışıktı içim. Ne düşüneceğimi bilemiyordum. Üzülüyordum, ardından üzülmemin yerini kızgınlık alıyordu. Zihnim sürekli değişiyordu. Yavaş yavaş mezarlığın ortasındaki yoldan aşağı doğru iniyordum. Ben yürüdükçe iki yanımdaki mezarlar arkamda kalıyordu. Mezarlıktan çıkarken bir dostun bedenini toprağa vermişçesine burukluk vardı içimde.

10


Salvador Dali ‘Uyurgezer Düşler’ 1922 (Salvador Dali Figürleri)


magrib

edebiyat

Serdar Kacır

Şiir

TAZE AN külden bir anıt dikiliyor suyun ortasına göğsümün bana uzak köşesinden havalanan sebebsiz kuşlar göçüyor içimden geceyarığı başım erişemiyor göğe ve bir ışık seli altında talan edilen göğün mavisiyle sığınıyoruz terliklere kaftanımın terzisi bükülmez bileğiyle kararan aynalara çekiyor beni ve birden çökünce alnıma zamanın gölgesi fırtına yatağında biriken bir küheylan ateşin renginde gelip değdi rüzgara sesini sandım bu hayatla ölüm arasında didişmeydi ki aşkla birlik dindi. saçlarını salkım sanan kızlardan. geçtim yaratılalıberi ve taşıdım gökselini yatağıma güneşin battığı yerde baktım kapalıydı gözler yalnız gözlüyordu bir çift melek. kalbim dolu zaman sığamazken yere ve göğe deniz esintisi taşındı bulvarlara som atlarla ağzından şelale dökülen devler ve suları şaşırtan musluklar giderdi susuzluğumu yalnız kaçırdım insanlığımı su gibi kanıyordu. her şey göçündeyken, yerliyerindeyken annelerini onaran çocuklar ölümü hafifletirken ölümle ağırlaşan toprak yarılmakta, gök yarılmaktayken bir bayram günü bana öğretti melek ölüm aksini yitirmekmiş ve göç dünya’ya itilmekmiş.

12


edebiyat KEMAN

bir. el. yaya. yay. kemana. dokunur. aĹ&#x;k. kemandan. okunur.

13

magrib


magrib

edebiyat

Burak Tabaş

Deneme

GÖNÜL İŞİ “uyuyamadın, bir çok iğneler battı ellerine ve az ağrımadı, yapılana kadar nasıl da göz gibi, göz kadar sakınmıştın.” Hangi hakları kullanarak, kimlerden izin alarak bastınız bu temiz gönül işine? Ne hakla geleneğin, dinin, sevgilinin, her yaşam biçiminin renginin işlendiği o güzelim ellerin, gözlerin, düşüncelerin yaptığı halıya nasıl kıydınız? Sonra her şeyi otomatikleştirdiğiniz gibi onu da otomatikleştirdiniz. Ona duygular değil, makinelerin aklı değdi. Aslında otomatikleştirmediniz, öldürdünüz her seferinde. Merak ediyorum hayal edemediğiniz için mi? En zengin şirketler nedendir kabullenememenizin sebebi? Duygularınız mı yok ki ezip geçiyorsunuz ardınıza bakmadan? gereksiz, düşüncesiz, ahlaksız ve inançsız bir modernite şeklinin yanında olanlar, bir gün anlayacaksınız bütün bu olanları. Kendinize bakacak ve tersine gideceksiniz zamanla. Ve soracağım, ve söyleyeceğim: Sizin toprağınız; gülünüz, yaprağınız mı kokuyor? Sizin ellerinizde nasır izleri mi var? Karalayacak yeni düşüncelere mi sahipsiniz yoksa bilinçsiz aşırı üretim mi zengin ediyor sizi? bilmiyor musunuz; onları karalayanın eller olmadığını? buna karşılık acımaktan başka sizin hakkınızda düşündüğüm hiçbir şey yok. Medeni ve modern bir halı yapmışsınız, beni hiç mi hiç ilgilendirmez. Satamayacağınız gün gelecek elbet...

14


Salvador Dali ‘Hafızanın Israrı’ 1931 (Modern Sanat Müzesi, New York)


magrib

edebiyat

Tuğba İ. Kacır

Öykü

KİBRİT ÇÖPÜ Çocuk kapıdan girdi koşa koşa; bir elinde sevinç, ötekinde heyecan… Anne babayla birlikte takip etti onu. Annenin elbisesi ne kadar da şık ve parıltılı! Çiçekler serpilmiş kat kat eteklerine; bir kat papatyalar diyarı, diğer bir kat kır çiçekleri, en altta gelincikler… Salıdıkça anne eteklerini odanın orta yerine dökülüveriyor narin gelincik yaprakları. Baba dik ve sağlam yapılı. Ütüden yeni çıkmış pantolonu nasıl da yakışmış. Acaba siyahını aysız geceden almış, gıcır gıcır rugan ayakkabılar mı katıyor bu heybeti babaya? Orası da meçhul... Anneyle kol kola girerlerken odaya gözlerini bir an olsun ayırmıyorlar pek kıymetli yavrularından. Çocuk da farkında üstündeki bakışların, keyfine keyif katıyor bu ihtimam… “Ne de çok seviyorlar beni!” Kendini daha çok seviyor. Bir an yerinde durmuyor çocuk, duramıyor ki! Bacakları ona sürekli koşturmasını emrediyor sanki. Atlaya zıplaya odasına gidiyor sonunda. Ne çok oyuncağı var böyle! Teker teker göz gezdiriyor hepsine. En çok hangisini seviyorum diye düşünüyor. Babasının iş seyahatinden getirdiği kırmızılı beyazlı helikopterini seviyor en çok. Yok yok, büyükannesinin doğum gününde hediye ettiği actionman`ini daha çok seviyor. Kaslı vücudu var actionman’in, hatta “dünyadaki en güçlü actionman” olmak gibi bir iddiası da... Kutunun üstündeki İngilizce yazıda öyle yazıyor demişti babası doğum gününden sonra hediye paketlerini açarlarken. Altıncı yaşıyla birlikte dünyanın en güçlü actionman’ine sahip olma onuru da bahşedilmiş oluyordu ona böylelikle. Karın kasları tam 4 kat bu actionman’ın. Kolları da dünyadaki herşeyi kaldırabilecek kadar kuvvetli. Diğer actionmanler onunla dövüşmeyi bırak, korkularından yanında ayakta bile duramıyorlar. Üstelik tam savaş donanımlı bir deniz botu ve akülü bir savaş uçağı da var çocuğun actionman’inin. Baba da söz verdi hafta sonu alışverişe gittiklerinde actionman tank takımı alacaklar, böylece savaşa giderken hiçbir şey eksik olmayacak. Ama bunun için tüm hafta boyunca her öğün güzelce yemek yemesi gerekiyor çocuğun. Uf ne zor, her akşam baba eve geldiğinde soruyor anneye “Yedi mi bugün aslan yemeklerini?” Aksam yemeğinde dizine oturtuyor çocuğu baba, bir kendi ağzına, bir onun ağzına... Ucunda actionman tank takımı olunca... Akşam oluyor, masa kuruluyor, afiyetle yemek yeniyor. “Ellerine sağlık aşkım, hımmm, enfesti hepsi.” diyor baba anneye. “Afiyet olsun sevgilim.” diye yanıtlıyor anne, yüzünde sıcak bir tebessüm… Annesinin güzelliğine dalıyor çocuk, saçları bukle bukle dökülüyor omuzlarına. Gözleri şefkat pınarı, ılık bir bardak süte bedel… Küçük, pembe dudaklarından evlerini sevgiye boğan sözcükler dökülüyor her daim. Bir müddet anneyi hayran hayran seyrettikten sonra çocuk, kendinden emin karar veriyor: Dünyanın en güzel annesi de benim!

16


edebiyat

magrib

Yemekte tıka basa doyuyor çocuk, malum hafta sonuna kadar çok yemek lazım. Masadan kalkıp oturma odasına geçiyorlar. Masayı anne toplamıyor, hizmetçiler toplayacak elbet. Anne sadece baba ve çocuk için lezzetli yemekler pişirir. Daha ne yapsın; zaten çok yoruluyor, hem çocukla ilgileniyor, hem babayla. Üstelik her gün formunu korumak için spor ve yüzmeye gidiyor. Bazı günler de güzellik salonuna... Bu kadar işin arasında tabi başka bir şeye vakti kalmıyor annenin. Oturma odasında televizyon seyrediyorlar tüm akşam. Ne çok şey var şu televizyonda da; izle izle bitmiyor. Uykuları geliyor sonra. Baba alıyor çocuğu kucağına, gıdıklaya hoplata yatak odasına götürüyor. Çocuğa masal okuyor babası. Her gece bir masal hakkı var çocuğun. Hangi masalı okuyalım diye soruyor baba. Çocuk bazen bir masal adı söylüyor, bazen de karar veremiyor, o zaman rasgele bir sayfayı açıyor baba, çıkan masalı okumaya başlıyor. Bu gece de böyle oluyor. Masal bitiyor, çocuk son yaklaştıkça kaygılanıyor. Masal bitince baba gidecek çünkü. Öyle oluyor. Baba çocuğu öpüyor, öpüyor. Öpüyor... “Seni çok seviyorum biliyorsun, di mi?” derken babanın gözlerinden dökülen şefkat sarıp sarmalıyor çocuğu. Çocuk muzipçe gülüyor, “Ben de seni çok seviyorum babacım!” diyor. Üstünü örtüyor baba çocuğun, ayağa kalkıyor uzuuun boyuyla. Sanki gece olunca baba daha da uzuyor. Işığı kapatıp, odadan çıkarken çocuk ardından sesleniyor: “Yemeklerimi yiyorum güzelce!” “Aferin.” diyor baba, “Hafta sonuna kadar istediğini hak edeceksin galiba.” “İyi geceler yakışıklı!” deyip çekiyor kapıyı. Uyumak için gözlerini kapıyor çocuk. Sağa dönüyor, sola dönüyor. Raflardaki oyuncaklar seçiliyor zamanla karanlıkta, bir süre onları izleyerek oyalanıyor. Uyumayı deniyor yeniden. Sıkı sıkı yumuyor gözlerini, 10’a kadar sayıyor, açıyor, yine uykusu gelmemiş, tekrarlıyor. Kalkıyor yataktan çocuk, ayaklarının ucuna basa basa koridoru geçip annesiyle babasının odasına gidiyor. Usulca aralıyor kapıyı, hayalet gibi süzülüyor odaya, çıt çıkarmadan annenin tarafından dolanıp çıkıyor yatağa. Anne kucaklıyor çocuğu bir şeycik demeden. Baba kısık kısık gülüyor, “Seni gidi kerata seni, koca adam oldun hala yatağımıza ortak çıkıyorsun.” diyor. “Canım, ver şu veledi buraya da bari ağzımız tatlansın gece gece.” diyor anneye. Anne çocuğu üstünden aşırıp ortalarına yatırıyor. Boğuşuyorlar baba-oğul bir süre, anne hayran hayran seyrediyor iki erkeği, sonra otoriter bir ifade takınıp “Hadi bakalım yaramazlar, uyku vakti!” diyor. Babayla çocuk birbirlerine bakıp, omuz silkiyorlar, sonra göz kırpıp “Sabaha devam…” diyorlar. Çocuk anneye sarılıyor sımsıkı, ne de güzel kokuyor anne… Eteklerinde çiçek bahçesi taşıyan anne güzel kokmaz da kim kokar? Saçları hanımeli, boynu gül kokuyor... Anne, çocuk, baba; sırayla dalıyorlar uykuya. Mışıl mışıl uyuyorlar sabaha kadar. Sabah küçük ısırıklarla uyandırıyor çocuğu anne. “Hadi bakalım uykucu, antrenmanın var bugün. Fırla!” Atlıyor yataktan çocuk bir nefes, alelacele çıkıyorlar evden. Anne pahalı arabasıyla çocuğu klübe götürüyor. Orijinal, imzalı Hakan Şükür formasını giyiyor çocuk. Bir sürü çocuk doluşuyor sahaya, başlarında hocalar… An-

17


magrib

edebiyat

neler ve babalar tribünlerde, gözleri çocuklarında... Arada dönen öylesine sohbetler... Çocuk her an izlendiğinin farkında gurur ve dikkatle hareket ediyor. Isınma hareketlerinin ardından yapılan tek kale maçta enfes bir gol atıyor. İlk işi annesine dünyayı kurtarmışçasına bir bakış fırlatmak oluyor. Anne ayakta alkışlıyor çocuğu. Çocuk bu alkışlarla daha da büyüyor. Akşama yorgun argın dönüyorlar eve gün içindeki pek çok işin ardından. Anne “Git bakalım, baban gelene kadar odanda oyna biraz.” diyor. Çocuk sulu bir öpücük verip annesine koşar adımlarla alt kata iniyor. Odasının kapısını açtığında tüm oyuncaklar neşeye boğuluyor, sabırsızca birbirlerinin önüne geçip çocuğun önüne atlıyorlar “benle oyna, benle oyna” diye. Kapı çalınıyor. Anne sesleniyor, koş bakalım baban geldi diye. Oyuncaklarını bırakıp çocuk neşe içinde kapıya koşuyor, ardında annesi. Yarın da Cumartesi... Kapıyı açıyor anne. “Nerde kaldınız be iki saattir kök saldık kapıda!” diye dalıyor içeri baba. Çocuğu da tersliyor geçerken “Çekil lan serseri ayağımın altından, it herif!” homurdana homurdana odaya giriyor. Çocuk ürkek gözlerle annesine dönüp bakıyor. Anne gözlerinin etrafındaki torbalar, çökük avurtları, sağ kaşının üstündeki yeşile çalan morlukla bir enkazı andırıyor. Yıpranmış yanakları gamzeli çenesine doğru sarkmış halleriyle annenin yüzünü daha bir zayıf ve hastalıklı gösteriyor. “Geç, geç içeri, bağırmasın yine deyyus, terelellileri üstünde bugün yine anlaşılan!” diyerek katıyor önüne çocuğu anne. Ev, tek göz oda… İki soluk kahverengi sandalye siyah yuvarlak bir masanın etrafını dönüyor. Sandalyelerden birinin tek bacağı metal kalın bir telle iğreti tutturulmuş. Bir köşede döşek ve minderlerden yapılmış yüklüğün üstüne perde kumaşından dallı, güllü, allı, morlu bir örtü örtülmüş. Büyükçe, iki kanatlı ahşap pencerenin aşağı kısımları yağmur ve buhar sularının birikmesiyle olsa gerek, çürümüş. Camın üst kısımlarından eskiden beyaza boyalı olduğu hala anlaşılıyor. Perdeler akşamüzeri olmasına rağmen iyice kenara çekilmiş ki ev dışarının ışığından mümkün olduğunca nasiplensin. Camın tam önünde, özenle iki yana eşit uzaklığa yerleştirilmiş 80’lerden kalma bir televizyonda eğlence kanallarından biri açık. Rengarenk, ışıltılı elbiseleriyle bakımlı ve hoş kadınlar dört dönüyorlar ekranda. Ancak sesi kısık olduğu için tam olarak ne olduğunu anlamak mümkün olmuyor. Televizyonun üstünde durduğu küçük vitrinin içinde özenle saklanıldığı her halinden belli olan cam yemek takımının üstünde biriken tozlardan uzun zamandır kullanılmadıklarını anlamak zor değil. Televizyonun tam karşısına aynı özenle yerleştirilmiş gri tonlarında belli belirsiz desenlerle dokunmuş döşemelik kumaşla kaplanmış çekyatın üstüne geçip oturuyor baba, bacak bacak üstüne atıp iyice yerleşiyor. “Ne dikilip duruyon lan orda, yemek getir bana!” diyor. Anne “Pişircek bişey mi getirdin de yemek istiyosun bee..” diye karşılık veriyor. Çocuk usulca annenin arkasına doğru saklanıyor. Basma-

18


edebiyat

magrib

dan, çiçekli eteğine yapışıyor annenin, etek küf ve rutubet kokuyor. Çiçek böyle kokar mı diye bakmak için birazcık uzaklaştırıyor yüzünü etekten çocuk. Bakıyor ki eteğin basması kullanılmaktan yıpranmış, incelmiş, bir süre daha giyilse lime lime dökülecek; rengi soluk bir kırmızı, eskiden alev alevdi belki. Doğru diyor çocuk, solmuş bu çiçekler, elbette güzel kokamazlar. “Senin dilin son günlerde uzadı yine, yüzün azcık hizaya girdi mi uzar zaten o, alışmış... Bi rahat dur da geçsin daha morlukların Allahın belası karı...” diye çıkışıyor baba. Çocuk annenin ardında yok olmak istercesine büzüşüyor, başını hala açık olan televizyona doğru çeviriyor. Reklamlarda actionman... Kutusunda “Strongste Actionman of the World” diye bir şey yazıyor. Herkesle savaşıyor actionman, kötü adamları cehenneme gönderiyor bir bir. Gözlerini kapatıyor çocuk, dua ediyor. “Lütfen, buraya da gel!” Baba bir sigara paketi çıkarıyor cebinden, içinden bir dal çekiyor, aranıyor ceplerini ama bulamıyor aradığını. “Hay Allah kahvede unuttuk iyi mi kibriti.” diye söyleniyor kendi kendine. Sağa sola bakınıyor, “Olcaktı buralarda da yarım bi paket, n’oldu, nereye gitti?” diye soruyor. Anne “Üç, beş tane kibrit çöpü vardı zaten onda, onlarla da çocuk oynuyodu demin, ne bilim ben!” diye karşılık veriyor. Kibrit denince çocuk oyunundan arta kalan kibrit çöplerini hatırlıyor, ardından yarım kalan oyununu. Halbuki daha baba işten gelecekti ve bir kez daha yatıp kalktıktan sonra actionman tank seti almaya gideceklerdi… Babanın kükremesiyle korkudan ağlamaya başlıyor çocuk: “Ulan benim kibritlerimden başka oynıycak bişey bulamadı mı serseri? Başlıycam simdi senden de, çocuktan da bee. Ulan bi cigara içecez o bile mümkün değil anasını sattığımın evinde... Gel de günaha girme!” diye açılırken baba, atılıyor anne “Başka ne var Allahın cezası evinde de çocuk oynasın, ne yapsın çocuk işte, ne bilsin senin kibritlerini! Oyalanıyor işte yavrucak.” “Ulan sen beni bugün illa çıkaracan zıvanadan, sus lan bi sus.” Çocuk hıçkırıklarla ağlıyor artık. Kalkıyor ayağa heybetle baba, sol elini kaldırıyor havaya, tam annenin üstüne yürüyor ki yerde duran 2,5 kibriti görüyor, 2 tam bir yarım kibrit çöpü, rolleri yarım kalmış, boylu boyunca uzanıyor yer yer kelleşmiş gri halinin üstünde. Duraklıyor, “Yok, yok sen bu cigarayı zıkkım edemiycen bana, önce bi demlenim, bi yere gittiğin yok… Sen birazdan da verirsin o iki metre dilinin hesabını!” Eğiliyor, uzun kibritlerden uzakta duranı alıyor yerden / oyundan, işten eve gelen “baba kibriti”, üstündeki kot monta sürterek yakıyor. Çocuk görmemek için bu faciayı yaşlar içinde kalmış gözlerini kapıyor. Feryatlar içinde başından tutuşuyor “baba kibrit”. Kızıla yanıyor, sonra büzüşüp kor oluyor babanın elinde. Sigara kokusu evdeki rutubet kokusunu bir an olsun bastırıyor.

Çocuk gözlerini açıyor. Yerde babasız bir çocuk, eşsiz bir anne öylece yatıyor.

Üstelik yarın hala cumartesi!

19


magrib

edebiyat

Yusuf Dursun

Şiir

SİN’İN RÜYASI

1.

yanyana duran iki ağız biraz da göz gibi birikiyorsun kapımda ne güzel bir aşk türküsü oluyor söyleyemediklerin aşkın olmadığı yerde de susunca kapılar açılıyor süslenmiş soluğuyla sesiyle yankısıyla baharda kışta merhametin kalbini öteleyen kapılar...

2.

dinleyin! bir adamın sesi konuşuyor? soluğuna bahar meyveleri gizlenmiş titrek ve asi sulardan gelen yankılarla bakın ve görün! kapılardan geçen adamlar suskun odalar mum ışığında karanlık gölge kayıp kardeşimden çıkıyor sesim? gölgelerden bir masal birikiyor köpüklenen sözlerin dibinde garip ıslıklar ve kızlar ki anneliğin gizemli simgeleri baharın adı. (simgelerde bir nefes, sinsi ve alıngan, odada bir aşk kaçamak ve karamsar odada sen vardım.. ben var mıydın) sen ve aşk henüz bir cümle olamamışken çocukların dilinde

20


edebiyat tanrı’nın cümleleri varlık ile yokluk arasında bir yerde sert bir bahar meyvesi söylediğin türküler giremediğin karanlık evlerde…

3.

‘öykünür bu kalbe saatler ve saniyeler de’ dakika kimliğine bürünmüş ve azalıyor olaaan kimdi kalaaannn! kiiimdi bu uzuuunnn siyah saçlarıyla koşaaan titiz dudak vuruşlarıyla.. kadehleri ıslataaan.. odalardan..odalara.. çarşaaaf çarşaf akaaan... odada...kim..Ler..vardı.. Efsun bir gecede düşer kalbe o en ağır bulut kendine döner ve dökülür insan bir gölge o elmacık kemiğimizde vurulan.. vurulaaan.. vurulannn.. vuruldukçacoşannn.. asil suların kıyılarında dokunan.. doğuran bir annnne! ve duası... suuu!.. aşk.. su sesi bahar günleri için!.. herkesin saçını ıslatmayan yağmur her omuza sığmayan yük mermer bir anıt! tanrı’dan insana, insandan tanrı’ya meleklerin bakışlarında gizledikleri giz’li bir duman var’ın ötesinde bir gerçek duaların ardında VAR olan.

21

magrib


magrib

edebiyat 4.

bir sevgilim vardı dokunamadığım. kelimelerine ve sözlerine kimdi ve ne zamandı bir kemandı ona sorarsanız çalarken yanardı

5.

ben elmacık kemiğimi sararken dokunup dokunup kaçan kemiklerime kedi..yu gözlerini..yu gözlerimi bahar geldi.. anne yu beni… nerede asam! ipim nerede! hakan kim. tanıyamadan ölen.. ben miyim... rüya gibi bir çocuk ışık sekmesi bu aşk!.. dirildim.. baktığım bir mevsim penceresinden çocukluğuma seslendim! bahardı..soğuk bir kentte..bir banktaydı yıkanıyordum..dua edenler vardı...

22


Salvador Dali ‘Hafızanın Israrının Sonu’ 1952-54 (Salvador Dali Müzesi, St. Petersburg, Florida)


magrib

edebiyat

Hayrullah Arslantekin

Şiir

İKİNDİ SÜKUTU her ikindi sonrası bir çocuk vurulur kar düşmüş saçlarının rüzgarında masumiyetini yitirir rıhtıma koşan kadın kalemin kırılan mevzilerinde sen atını mahmuzlarken acının suyuma hece tasından yoksun tarlakuşları bir damarını kaybeder yalnız ardıç ancak hayat, aşkın uslanmaz çocuğudur

24


edebiyat

AYİN efildeyen perdenin ardında gölgeleriyle ayine başlayan ergen yakarışlarını çektin kuyudan nihan sivilcelerin bir çocuk kaldı şimdi rahminde sekizonbeşin hangi yana dönerse çocuk vakitlerde boğuluyor kurtarın zamanı kurtarın çocukları kurtarın yanlarını döngülerin ben istifa ediyorum. hünerli ellerin var biliyorum kalbe batan güllerin konar göçer gözlerin sonra okyonus gibi açılacağın dar soluklarda vurulacaksın kılavuzu yok kentlerde. kurşun gibi eriyecek bakışların bakışlarda eiyecek kurşunlar

25

magrib


magrib

edebiyat

Fatma Nur Hüküm

Öykü

MUTLAK YÂR’E... Güneşin ziyasının, bakışlarımı bir kılıç gibi kestiği o gün başıma geleceklerden bihaber düşmüştüm ….. mevkiine. Atmosferin, kırınımı düşük ışıklara ikramı ile birleşen yeşil, sağdaki zeytinliklerin karası ve havadaki boşluğu dolduran „esir“ muazzam bir görüntü oluşturmuştu bu sıcakta. Bir yandan da havanın rehaveti ile birleşen kuşların baygın cıvıltısı, seyrinde gitmeyen bir mevsim ağırlığını yüklemişti iyice omuzlarıma. Tam o sırada bir ses… hissettiğim sıcaklıktan sızdı içime. Dinledikçe gözlerimden bazen neşeli bazen hüzünlü yaşlar damlıyordu. Ses, havanın ihtizazından ibaretti şüphesiz. Fakat bu ses saniyede binlerce hava dalgasından oluşmakla kalmayıp her dalgada zikir, fikir ve ilham işliyordu gönlüme. Davudi bir ses… Adımlarım, kalp atışlarım ve sesin büyüleyici çekim kuvveti beni ahşap bir kulübenin önüne getirmişti. Kapısı yoktu... Herhalde zamanın giriş-çıkışlarından rahatsız olmak istemiyordu orada yaşayan/lar. Adım attım. Zaman durdu! Sessizliğin selameti, sesin hakimi ile mekan değiştirmişti. Orta boylu, hafif sarıya meyyal beyaz tenli, gür sakallı, tahminen altmış yaşlarında bir zat… Başında mütevazi bir sarık ve üzerinde adeta gökkuşağını imrendiren kumaş parçalarıyla yamanmış bir cüppesi vardı. Üzerimde gezdirdiği keskin bakışlarında öyle bir naiflik ve çehresinde öyle güzel bir mahzunluk vardı ki, o an korkmak şöyle dursun, ona doğru koşmak geldi içimden.

etti.

Bir an geçmişti ki, gözleri ile gözlerimi, ahenkli bir ses ile benliğimi davet

- “Nurum, hoş geldin… buyur“ dedi. Bu ne fevkalade bir hürmet ve ağırlanma idi. Hayret makamında bir ‘ah’ ile gözlerim kamaştı, dizlerimin bağı çözüldü. Ama adımı nereden biliyordu?! - „Sefa buldum efendim„ dedim. Ve beni yönlendirdiği sedirin üzerine oturdum. İlk defa gözlerim tanımadığı biriyle, bedenimin aşina olmadığı bir mekanı paylaşıyordu. Varlığın Adem boyutu ve boyutun mutlak bütünü ile yalnızdım. Korkuyordum. Fakat bir yandan da aklımın idrakine sığabilen „var oluş“ şevki beni coşturuyordu.

26


edebiyat

magrib

Hal ile muhabbetimize sanki eskilerden dem vurmuşçasına ilk olarak; „Yalnız mı yaşıyor sunuz efendim?„ diye sordum. Sormamalı mıydım acaba! - Duruşu şecaatli, bakışı latif olan zat, yetim bir çocuk edası ile nazar etti bana. Beyaz sakallarının titreyişi, ciğerime segâhın ulvi acısını işledi sanki… Az kımıldadı, gözlerini hafifçe kalbine doğru eğdi…

- „Hayır“ dedi. “Sevgilim ile yaşıyorum.“

Harfler, kelimeler huzurunda; kelimeler zatın dudaklarında, cümleler arşa ve arza, alem ise Sevgili’ye kıyama durdu. - „Mahzuru yoksa sevdiğinizin kimliğini bana bağışlar mısınız?“ diye sordum. Titreyen sesinin mahcubiyetine sığınarak; - „Ruhum, en ulaşılmaz noktasında her dem onu zikreder evlat. Ben sana onun tariflere sığmayan vasıflarını ancak bir kabın taşmasından artan su misali anlatabilirim. Aslında ne lisanın sözü, ne kalemin çiviti ne de bir hitabın hali onun vasıflarını hakkıyla aktaramaz.“ dedi. Önce haddimin hudutlarını zorlayarak biraz ısrar ettim, sonra aman dileyince; zat, muhlis sözleriyle devam etti: - „Peki o zaman dinle!... Hayalin acizliğiyle tasavvur edilemeyecek bir hilyenin sahibi, aşkın nakış nakış işlendiği bir gönlün sultanıdır benim dostum. O.

Her yeri kasıp kavuran kuraklığın rahmeti, göklerden gelen nidanın kavlidir

Bir edeb risalesi, fazilet abidesidir. Yamalı pabuç giymekten erinmeyen, sert arpa ekmeği yemekten çekinmeyen, evini süpürüp söküğünü dikmekten ar etmeyen bir tevazu timsalidir. Ayın nurunu, güneşin ziyasını kıskandıracak bir aydınlığın membaı, bal kadar mübarek, ekmek kadar bereketli bir nimetin yâridir benim Can’ım.” dedi ve sustu.

- ”Caan” dedi. Cânan’ın sevdası can’ında sirayet etti. Pek hassas ruhu boşlukta asılan bir hatırata daldı sanki. Derin bir nefes aldı ve sözü verdi…

Ben O`nun yâr-i gâr’ı, O benim gözlerimin feri, yüreğimin şerefiydi.

27


magrib

edebiyat

- ”Af buyurun efendim yâr-i gâr” ne demek?

- ”Evvel vakitte, batının karanlığına doğunun aydınlığını müjdelemek üzere yegâne sermayemiz ”Asr” ile yola çıkmıştık. Tek bir harekette tek bir yöne doğru ilerliyorduk. Gece herkesin üzerine çadır kurmuş, yıldızlar toprağın ruhuna şamdan olmuşlardı ve yürüdüğümüz istikametin pusulası bizi ilahi azametin ve heybetin nişanı olan bir dağın korunağına getirmişti.

- Dedem de, ”Dağlar kutsaldır.” derdi, efendim.

- ”Evet evladım öyle bir karargahtı ki, mutlak hakimin buyruğunda semavi bir çatı, aynı zamanda karanlığın takibindeki yaralı ve sığınmasız avlar için bir sığınaktı. Her yer taştandı. İnsanın yansımasına ait hiçbir nesne yoktu ki, gözü kendine ilişmesin. Sonsuz fezada, Allah’ın yörüngesinde yalnızca dostuna ”yar” olsun...” dum.

- ”Acaba taşların dinlediklerine ben de şahitlik edebilir miyim?” diye sorBaşını hafifçe öne eğdi ve gözleri ile tebessüm ederek şöyle anlattı:

- ”O gece, ”alem”in huzurunda tek boyutlu bir mekanın çokluğunu, zamana susamış bir an’ın bereketini yaşadık. Dostum, benim için hayatımın bütün hasarlarını özümseyen bir kapıydı. Bu ulvi kapının anahtarı da ”hüzün”dü. Hüznün arifiydi yani. Çünkü insanlar artık özlerini unutmuş, mevcudiyetlerini vücutları ile eş tutmuş; namın, makamın, toprağın ve kanın esiri olmuşlardı. Merhamet kalbin mimarı değil, katlin kurbanı olmuş, alimler ise boş alemleri keşfetmekle iştigal olup, kainatın bir sokağını bile keşfetmekten aciz kalmışlardı. O ise cehalet içindeki halkı aydınlatmak için bir ”ateş” olmuş, ”ah” ile yanıp ”hu” ile nefes vermişti. Hayatları tozlanmışların inşirahı, bedenleri paslanmışların şifası olmuştu. Tevhid onurunun kutlu şahsiyeti, yolun muzaffer yoldaşı olmuştu. Unutma kızım, Dostun muhabbeti bir velayettir. Kuran’da dost yerine ”veli” geçer. Dostluk velayetin izahıdır ve Müslüman velayeti Müslümana vermekle mükelleftir.

”Senin de dostun, ‘Veliyy-ül ala’ olsun inşallah .”

... Gün ikindiye dönmüştü. Vedalaşmam gerekiyordu artık... fakat gönlüm bir türlü ondan ayrılmaya razı olmuyordu. Kendimi kaybetmiş bir halde ayağa kalktım ve müsaade isteyip huzurundan ayrıldım. Gel gitlere uğrayan aklım ve adımlarım beni ruhumla yalnız bırakınca anladım ki; yüreğimdeki yara, mutlak bir yâr` in izleriyle kanıyordu ve sır olan sıddık bir dostu arıyordu.

28


edebiyat

magrib Arthur Rimbaud

Şiir

SARHOŞ GEMİ*

Ölü sularından iniyordum nehirlerin Baktım yedekçilerim iplerimi bırakmış; Cırlak Kızılderililer, nişan almak için Hepsini soyup alaca direklere çakmış. Bana ne tayfalardan; umurumda değildi Pamuklar, buğdaylar, Felemenk ve İngiltere; Bordamda gürültüler patırtılar kesildi; Sular aldı gitti beni can attığım yere. Med zamanları, çılgın çalkantılar üstünde, Koştum, bir çocuk beyni gibi sağır, geçen kış Adaların karalardan çözüldüğü günde Yeryüzü böylesine allak bullak olmamış. Denize bir kasırgayla açıldı gözlerim; Ölüm kervanı dalgaları kattım önüme; Bir mantardan hafif, tam on gece hora teptim; Bakmadım fenerlerin budala gözlerine. Çocukların bayıldığı mayhoş elmalardan Tatlıydı çam tekneme işleyen sular; Ne şarap lekesi kaldı, ne kusmuk, yıkanan Güvertemde; demir, dümen ne varsa tarumar. O zaman gömüldüm artık denizin Şiirine, İçim dışım sütbeyaz köpükten, yıldızlardan, Yardığım yeşil maviliğin derinlerine Bazen bir ölü süzülürdü, dalgın ve hayran. Sonra birden mavilikleri kaplar meneviş Işık çağıltısında, çılgın ve perde perde, İçkilerden sert, bütün musikilerden geniş Arzu, buruk ve kızıl, kabarır denizlerde. Gördüm şimşekle çatlayıp yarılan gökleri, Girdapları, hortumu; benden sorun akşamı, Bir güvercin sürüsü gibi savrulan fecri, İnsana sır olanı, gördüğüm demler oldu.

29


magrib

edebiyat

Güneşi gördüm, alçakta, kanlı bir ayinde; Sermiş parıltısını uzun, mor pıhtılara. Eski bir dram oynuyor gibiydi, enginde, Ürperir uzaklaşan dalgalar sıra sıra. Yeşil geceyi gördüm, ışıl ışıl karları; Beyaz öpüşler çıkar denizin gözlerine; Uyanır çın çın öter fosforlar, mavi, sarı; Görülmedik usareler geçer döne döne. Azgın boğalar gibi kayalara saldıran Dalgalar aylarca sürükledi durdu beni Beklemedim Meryem’in nurlu topuklarından Kudurmuş denizlerin imana gelmesini. Ülkeler gördüm görülmedik, çiçeklerine Gözler karışmış, insan yüzlü panter gözleri Büyük ebemkuşakları gerilmiş engine, Morarmış sürüleri çeken dizginler gibi. Bataklıklar gördüm, geniş, fıkır fıkır kaynar; Sazlar içinde koskoca bir ejderha, Durgun havada birdenbire yarılır sular, Enginler şarıl şarıl dökülür girdaplara. Gümüş güneşler, sedef dalgalar, mercan gökler; İğrenç leş yığınları bozbulanık koylarda; Böceklerin kemirdiği dev yılanlar düşer. Eğrilmiş ağaçlardan simsiyah kokularla. Çıldırırdı çocuklar görseler mavi suda O altın, o gümüş, cıvıl cıvıl balıkları. Yürüdüm, beyaz köpükler üstünde, uykuda; Zaman zaman kanadımda bir cennet rüzgarı. Bazen doyardım artık kutbuna, kıtasına; Deniz şıpır şıpır kuşatır sallardı beni; Garip sarı çiçekler sererdi dört yanıma; Duraklar kalırdım, diz çökmüş bir kadın gibi. Sallanan bir ada, üstünde vahşi kuşların Bal rengi gözleri, çığlıkları, pislikleri; Akşamları, çürük iplerimden akın akın Ölüler inerdi uykuya gerisin geri.

30


edebiyat

İşte ben o yosunlu koylarda yatan gemi Bir kasırgayla atıldım kuş uçmaz engine; Sızmışken kıyıda, sularla sarhoş; gövdemi Hanze kadırgaları takamazken peşine. Büründüm mor dumanlara, başıboş, derbeder, Delip geçtim karşımdaki kızıl semaları; Güvertemde cins cins şaire mahsus yiyecekler; Güneş yosunları, mavilik medusaları. Koştum, benek benek ışıkla sarılı teknem, Çılgın teknem, ardımda yağız denizatları; Temmuz güneşinde sapır sapır dökülürken Kızgın hunilere koyu mavi gök katları. Titrerdim uzaklardan geldikçe iniltisi Azgın Behemotların, korkunç Maelstromların. Ama ben, o mavi dünyaların serserisi Özledim eski hisarlarını Avrupa’nın. Yıldız yıldız adalar, kıtalar gördüm; çoşkun Göklerinde gez gezebildiğin kadar, serbest O sonsuz gecelerde mi saklanmış uyursun Milyonlarca altın kuş, sen ey gelecek kudret. Yeter, yeter ağladıklarım; artık doymuşum Fecre, aya, güneşe; hepsi acı, boş, dipsiz, Aşkın acılığı dolmuş içime, sarhoşum; Yarılsın artık bu tekne, alsın beni deniz. Gönlüm Avrupa’nın bir suyunda, siyah, soğuk, Bir çukurda birikmiş, kokulu akşam vakti; Başında çömelmiş yüzdürür mahsun bir çocuk Mayıs kelebeği gibi kağıttan gemisini. Ben sizinle sarmaş dolaş olmuşum dalgalar, Pamuk yüzlü gemilerin ardında gezemem; Doyurmaz artık beni bayraklar, bandıralar; Mahkum gemilerin sularında yüzemem

*Yay. Haz.: Fahri Özdemir, Kırmızı Yay., Eylül 2006, İstanbul

31

magrib


Salvador Dali ‘Raffael’in Kafası’ 1951 (Milli Galleri, Edinburg)


edebiyat

magrib Mehmet Şamil Baş

Şiir

GÜLLER ve KÜLLER

/aşk dediğim ağır geliyor omuzlarıma/

.1

bir ateş ki kuşların kanatlarında büyür bir gül ki dudağında açar sevgililerin gül ve kül iki yalnız şiirde saklanır sonsuza dek

güllerin ölümünü bütün kızlar kıskanır ya bir mumum bitişini güllerin küllenişini

goncaları büyüten yüzünü merhamet öpen gelindir gecenin ve şiirin içinden geliyorum bir temmuz hayaliyle yeniden

her gül kendi kokusuyla resmedecek dünyayı her kül kendi ateşiyle bekle

.2

kalbime örtüyorum sakladığın sözleri vaktini şaşıran aşkla çoğaltıyorum bir mektupta duruyor bütün düşlerim kimse bilmiyor parmaklarım delirse de dokunmam ateş düşer gülşenimin üstüne

kapını aşktan önce de çalsa korkular sevmek aşktan önce de dokunsa yanaklarına aşkların aşıkların gizeminde şart olmaz

ayrılığı bir kibritle saklar terk edilenler öyle çıkar her mektuptan bir yangın

gül yaklaşır külüne bir vuslat vermek için kül acıya saklanır hasret büyütmek için

33


magrib

edebiyat

.3 ben dudağım gül sensin sen yangınsın kül benim gül olmayınca küle ateş bulunmaz gülden öte aşk yoktur başka çile koklanmaz

burda yağmur saçlarımı öperken nazlı gelin gibidir şiir yanmayınca gelmez gelince yanar kalbimdeki tebessüm derdi bilinmez küller güldendir gülüm bilinse dile gelmez

maviden kırmızıdır demleri perşembenin uyuyan her aşkı uyandıranlar gibi beyaz güvercin gibi çınar yapraklarında

.4 akrep ve başak göz göze geldiğinde kopar kıyamet gül gülemem deyince küle küllenmek düşer

yaşayan bir ölüyüm yakılan sayfalarda aldırma okunmayan çizgisine hüznümün kırgın düşmüş ayaklarıma tohum suskun bir özleyiştim unutuldum kendi günahları üzerinde durdukça

umudu düşlerden sıyıran benlik kaç bin kez girmeli rüyalarına düşün gül gülizbe şimdi gül / düşün

gezgin şehirleri vardır aşkların aşkı resimlerde tanıtan dünya bilemez içinde o yangın çıkartanı

34


edebiyat

.5

gül dedi ki bana şebnem gerektir uzak düşleri var ülkelerimin kül istemez kucağım

gül dedi ki masalların kavuşmayan adamı avare yüreklerin ateş dansıdır çiçeklere su veren her göz lekesi alev yüklü gidişlerin resmidir

dolunay güneşi kül eder bazen geceyi seyret üşüdüğünde için ısınır ağlayamazsın aşk bize de yeter böylece kül dedi ki kucağım gül doludur gözyaşımdadır şebnem dudağım alnından alamaz ateşini gülersem küllenirim

kül dedi ki seni bülbül severse beni rüzgar götürür sonra gurbet başlarsa yanıp küle dönüşme

unutma ve bırakma evet deme kalbine ikinci bir kez aşk dediğim ağır geliyor omuzlarıma

kül dedi ki ben bir akrep bir külüm seni bir şiirle yakacak ateş sen başaksın sen gülsün bir mektubun kalbinde kanayan gizem

35

magrib


magrib

edebiyat

.6

mevsimsiz acıları kalbime yasaklayan yalnızlığını çalan o yalnız benim uyut ve sakla beni fermansız gülüşlerde bulunsun yüreğim

siyahın mavide gördüğü tılsım gündüzün bir kandile ertelediği alev anlat ışığı okşayan kelebekleri anlat bana yüzümün külüyle büyüyen filizlerini

hangi yağmur damlasına asılır bakışların hangi kar tanesiyle gezinir umutların anlat bana ömrü kaç gün olur kelebeklerin

.7

gül ben yanarsam külüne acı düşer kül ben açarsam yaprakların tutuşur

kanlı beyaz bir öpücük aradığım gül sensin ateş sarısı kuşların kanadında taşıdığı sana mektup getiren paylaşılmaz kül benim

gül yol bilmez aşıkların bekletildiği vuslat kül denizin dalgalarla bıraktığı ayrılık

buğulu bir zaman mıydı gözlerin bir haziran mıydı güneşin tutulduğu anımsa

bir mektupsun saklan hiç açılmadan aşkın müntehasına yas tutan zamanlar senin şavkınla gülsün bir bakış değmesin yapraklarına

36


edebiyat

.8

bir kar masalı mı düşen itiraf zamanın uzaklaştığı yerde gülücükler taşıyarak yaklaşan ölü yıldızların mı

sensiz sokaklar tenha vitrinler boş kelebek kokulu düşlerle uyusam da en çok kaybettiğimdir yüzün

göreyim diye gölgeni bırak pencerelerde belki bir ömür davet beklenir belki bir sabah çıkar gelirim

külünü topla güllerimizin geride sadece başaklar kalsın binlerce kelebek öptüğünde rüyayı maviye saklansın tatlı gülüşler sana dokunsun istemem yuvarlanan gökyüzü salkımlarının gözlerimde titreyen sen ol sadece

küle gülü sunarlar tutup koklasın diye gülü küle sokarlar kalbi dağlansın diye gül denize bakınca yüreği mavileşir kül gülüne aktıkça közleri alevlenir

gül bir kağıt mendile sığdırma kalb ağrını kül saklama içindeki sonu gelmez yangını mektuplar unutmaz kalemler yazamaz ağlayışları

duası kadar büyük sevdalar bir köprü tutacak ellerimizden uçurtman olup gök denizinde yüreğine bağlanacak yüreğim gül ve kül iki yalnız şiirde kalacak sonsuza dek

.9

gül ağlamak isterse yaprakları kül olur kül bir sevmeye görsün her kıvılcım gül olur

37

magrib


magrib

edebiyat

Beyza Kıvanç

İnceleme

BİZ İNSANLAR / PEYAMİ SAFA Bu çalışmada Peyami Safa’nın ‘Biz İnsanlar’ adlı romanı, içerdiği “Kurtuluş Savaşı” dönemi teması açısından incelenecektir. Kitabın ana konusu Kurtuluş Savaşı olmamakla birlikte, olaylar bu dönemde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla ana tema olarak işlenmese de, bu döneme dair yazarın sundukları çalışmanın konusunu oluşturacaktır.

***

“-Tahsin sana niçin taş attı? (...) insan insana sebepsiz bir şey yapmaz dedi, mutlaka bir sebebi vardır. Kavga mı ettiniz? Çocuk hep eli yüzünün üstünde: - Hayır! Dedi. - Sen ona bir şey mi söyledin? Çocuk gene cevap vermedi. Orhan ısrar ediyordu: - Bir şey söylemedin mi? (...) - Fakat o da bana teneffüshanenin önünde koşarken dirsek vurdu. - Peki sen ne yaptın? (...) - Ben de... Ona... Eşek Türk dedim”

Romanda milliyetçilik, vatan sevgisi ya da uluslar hakkında olan her konu neredeyse yukarıdaki ifadelerin geçtiği olayla bağlantılıdır, bağlanmıştır. Romandan alınmış bu diyalog, bir öğretmen olan Orhan ile öğrencisi arasında geçmektedir. Ancak bu diyalogun incelenmesinden önce, romandaki bazı önemli karakterlerin da tanınması gerekmektedir. Orhan, bir devlet okulunda edebiyat öğretmenidir ve bir gün bahçede çocuklara göz kulak olurken, bir anlık boşluğunda öğrencilerinden Tahsin isimli bir çocuk, bir diğer öğrencisine, Cemil’e taş atar. Olayların gelişmesi de bu şekilde başlar. Diğer karakterler de yine bu olayla ortaya çıkmaya başlarlar. Tahsin, babası hapiste yatmakta olan biraz mahcup ve içe kapalı bir çocuktur. Cemil ise Tahsin’in babasının çalıştığı konağın küçük oğludur. Roman, iki çocuğun yaşadığı olaylar silsilesinden ziyade bu iki çocuğun temsil ettikleri düşünce yapısı ve yaşam tarzlarının romanda ortaya çıkan her ikilemde Orhan’ın zihninde farklı açılardan bir kıyaslaması şeklinde gelişmektedir. Cemil’in annesi, Samiye Hanım, Batı hayranı ve yaşantısıyla da onlar gibi olmaya çalışan, bunun da ötesinde kendi milletine yabancılaşmış ve onu her haliyle küçük gören bir kadındır. Orhan ile ilk karşılaşmaları Cemil vesilesi ile olur ve Samiye Hanım da burada batıcı düşünceyi temsil eder. Ancak dikkati çeken, yazarın

38


edebiyat

magrib

Samiye hanımın ağzından bir takım ifadeleri yazarken, batıcı düşüncelerin kendi milletlerine ne kadar da yabancılaştıklarını ve giderek çarpık bir zihniyete büründüklerini ifade edişidir:

“Eşek Türk! Eşek Türk ya! Eşek olmasa bunu yapar mı? Doğru söylemiş! Elbet. Bu sözü de benden öğrendi. Eşek Türk! Bu rezalet çocuğumun başına Türk mektebinde geldi.” “Likör içti diye Vedia’yı karakollarda süründürecekti. Gel de “vahşi barbar” diye bar bar bağırma. Nasıl diyordu Vedia ‘likor’ diyordu değil mi? Likor! Daha ismini söylemesini bilmiyor, sonra da... Bakın gene sinirleniyorum. Biz neden battık? Avrupa sivilizasyonuna uysaydık bu zırhlılar buraya gelir miydi?”

Vedia ise Samiye Hanım’ın vefat etmiş eşinin yeğenidir. Ve karakter olarak Doğu ile Batı, yozlaşmışlık ile ahlakilik arasında sıkışmışlığı temsil eder. Onun kararsızlığı ülkenin ve toplumun sorgulanmasında da aynı şeye karşılık gelmektedir Orhan’ın düşüncelerinde. Bahri, Orhan’ın Vedia sayesinde tanıştığı isimlerden biridir. Aslında Orhan’ı Vedia’nın düşünceleri ve kararsızlığı hakkında uyaran kişidir de:

“Mesela Vedia’ya vatan fikrini sorun, tıpkı sizin gibi düşünür; fakat ecnebilere karşı Samiye Hanım’dan farksızdır. (...) Rüştü’nün aleyhindeki fikirlerinizin hiç birini değiştirmeye çalışmayacaktır. Adeta size hak veriyor sanırsınız, Fakat onu Rüştü’den ayıramazsınız.”

Bahri Osmanlı askerini temsil etmektedir. Onurlu bir gençtir ve gönlü Ankara’dan yana olmakla birlikte İstanbul’da kalmıştır. Bu durumdan ise sürekli bir sıkıntı, vicdan azabı duymaktadır:

“- Felakete bakınız, dedi. Ben orduyum orduyu temsil ediyorum. Sonra yüzünü soluk ay ışığına kaldırarak: - Hangi ordu? dedi, ordu Ankara’da. Benim işim ne burada?”

Bu isimlerin dışında o dönemde tartışılan fikri akımlar da Orhan’ın tanıştığı kişilerde karşılaştırılmaktadır, bu anlamda arkadaşı Necati milliyetçi - idealist, daha sonralarda tanıştığı Süleyman ise Marksist – Materyalist düşünceleri savunacaklardır. Romanın başkarakteri Orhan ise sürekli bir kimlik arayışı içerisindedir. Dönemin kafa karışıklığı sanki yazar tarafından Orhan’da kişileştirilmiştir. Temelde maddeci olduğunu düşünen Orhan, kitabın ilerleyen bölümlerinde bu düşünce ile ciddi sorunlar yaşar. Zaten maddeciliği de babasının baskıcı İslamcı tutumuna karşı takındığı bir isyandır sanki. Sonlara doğru ise Süleyman’ın sunduğu Marksist aktivizme yakınlaşmaya başlar. Ancak bu noktada arkadaşı Necati ile yaptığı tartışmalar sanki Orhan’ı bu konuda dengede tutmaktadır.

39


magrib

edebiyat

***

Peyami Safa’nın bu romanında hemen her şey ve herkes döneme ait bir düşünceyi, fikri, görüşü sembolize etmektedir. Genel bir bakış açısıyla değerlendirmek gerekirse sanki yazar romanında dönemin kafa karışıklığını, kimlik bunalımını ve ne yapacağını bilemezliğini anlatmaya çalışmaktadır. Bunu yaparken de üçüncü tekil şahsın ağzından yazarak, objektifliği sağlamaya çalışmıştır. Ancak yine de yazarın Orhan’ın bakış açısından baktığını, ona düşündürttüklerini ve Orhan’a başkaları hakkında yaptırdığı gözlemleri, yorumları aslında kendisinin içselleştirdiğini söylemek mümkün gözükmektedir. Bunun yanında yazarın romanındaki karakterleri sergileyiş biçimi de, yine onların sembolize ettiği düşünceler hakkındaki fikirlerinin bir yansıması olarak addedilebilir. Olaylar, Tahsin’in Cemil’e attığı bir taşla başlar. Tetikleyici olan şey ise Cemil’in Tahsin’e “eşek Türk” demesidir. Orhan’ın yaşadığı toplumu ve düşünce yapısını sorgulamaya başlaması da bu olayla başlamaktadır:

“... yolda kendisi itiraf etti: arkadaşına eşek Türk demiş. Bununla taş atan çocuğun mazur olması icap etmez. Fakat ben bir Türk Çocuğunun ağzında böyle bir söze hayret etmekten kendimi alamadım. Mutlaka bir yerden öğrenmiştir” “eşek Türk sözü yalnız bir çocuğa değil, etrafındaki bütün çocuklara, bütün bir idare ve tedris bünyesine, bütün bir cemiyete, -müdür bey- size ve çocuğunuza, büyük babanızın mezarına ve bütün tarihimize tevcih edilmiş bir hakarettir. Çocuğun evinde bu sözler her gün tekrarlanıyor ve belki her gün, sabah, akşam duvarlara, tavanlara vuruyor. Müdür bey! Burası bir Türk mektebi değil midir?” “...hakareti yapan Cemildir. Düşününüz ki Tahsin hem şahsına, hem milliyetine kendisinin de hepimizin milliyetine...”

Orhan’ın bu ifadelerinin yanında çevresinden edindiği bazı bilgiler de onun Samiye Hanım ve düşünceleri hakkındaki yargılarını doğrulamaktadır:

“... o zaman sağmış Cemil’in babası. Anlıyorsun değil mi? Bu Halim bey de zaten alafranga mizaç bir herifmiş. Evine ecnebileri dolarmış. (...) Fakat karı daha fazla ecnebi meftunu… bak namusu için bir şey söylemiyorum ha… Vebali boynuna... Kadın yalnız, adeta Türklere düşman. İngilizler, Fransızlar buraya gelince, Halim Bey de vefat etmiş, kadın yakıya doldurur ecnebileri... Dahası var bak nereden nereye, yalıya fransız bayrağı çeker. (...) kahpenin zoruna bak... Tövbe estağfurullah...” Dolayısıyla Safa’nın görüşüne göre Batı’lı düşünceleri kabullenmiş olmak ahlaki bir problemdir. Aynı zamanda batıcı Samiye hanımın ahlaki konumu üzerinde şüphe duyulması biraz da bu noktayı vurgulamaktadır. Bunun yanında yukarıda bahsedilen “eşek Türk” ifadesinin bir çocuğun şahsından çok bir millete yapılmış hakaret olarak sunulması, yazarın bu dönemde bir millet bilinci geliştiği inancını göstermektedir. Toplumsal olarak böyle bir bilincin varlığı konusunda çok kesin ifadeler kullanmasa da, Orhan bu olay karşısında milliyetçi bir çizgi sunmaktadır. Burada milliyet

40


edebiyat

magrib

klasik Osmanlı düşüncesinde olduğu gibi “aynı dine mensup olanlar” anlamında dini cemaatleri değil, aynı “ırka” mensup olanlar anlamında ulusu karşılamaktadır. Cemil ve Tahsin arasında geçen tartışma ve tartışma sonrasında iki çocuğa yüklenen anlamlar, kavga sonrasında ortaya çıkan olaylar ise ayrıca bir tahlil konusudur Orhan için. Zira olaylar çerçevesinde Cemil’i İstanbul, Tahsin’i ise Anadolu ile özdeşleştirir. İstanbul zengindir, ayrıca Batılıdır buna bağlı olarak gücü de elinde tutan taraftır haklılığını güçlülüğünde arayandır-, esaretinin farkında olmamanın yanında, Batı’ya boyun eğmektedir. Anadolu ise haklıdır ancak “garip”tir, zayıftır. Yine de kendisini savunmaktadır. Ve köylü de halkı temsil etmektedir Orhan’a göre. Şu durumda köylünün Tahsin’e destek vermesi de aslında halkın kurtuluş için mücadele etmekte olan Ankara’ya taraf olduğunu ifade eder gözükmektedir.

“... bu hakaretin muhatabı yalnız Tahsin olmadığı gibi faili de yalnız Cemil değildir. Cemil anasına tercüman oluyor; muhataplara gelince bunlar hepimiziz: her Türk! Siz bu hakaretten yalnız Türk olmadığınızı ilan ederek kurtulabilirsiniz. (...) bu vak’a münferid değildir. İstanbul’da başşehbenderin karısı gibi düşünenler bir iki kişiden ibaret olmadıkları gibi halis Türk’e eşeklik izafe edip kafasına taş yiyenler de yalnız Cemiller değildir. Cemilleri çoğaltınız bir İstanbul olur; Tahsinleri çoğaltacağız, bir Anadolu olur. Köy çok hassas. Fransız Bayrağı çeken yalının camlarını taşlamışlardır. Sıra mektebe gelebilir. Yalnız millet hissiniz değil, dirayetiniz de imtihan geçiriyor. (...) Tahsin’e gelince bütün köy onu müdafa ediyor. Bütün köy, yani bütün halk... Çünkü İstanbul dememse bu İstanbul halkı değil, İstanbul hükümeti demektir. Halkın milli dava ile ne kadar beraber olduğunu biliyorsunuz ve siz de bu halkın mektebisiniz. (...) Tahsin’i kovmak, milli asabiyetin pek ziyade gergin olduğu bugünlerde size talebenizin yüzde seksenini kaybettirebilir.”

“Anadolu’da kadınlara varıncaya kadar ahali düşmanla boğuşurken, bir Türk evi yabancıların bayrağını asıyor. Hem de vatandaşlara hakaret ediyor, arkadaşınızın babasını hapse attırıyor. (...) Arkadaşınızı size emanet ediyorum. Hepiniz ona kardeşlik edeceksiniz. Çünkü onun babası milliyetini müdafa ettiği için hapse girdi. Yani sizi, beni, hepimizi müdafa ettiği için...”

Yazar, olayda Orhan’ın düşüncelerini paylaştığını ve Tahsin’in davranışına taraf olduğunu da anlatım içinde sezdirmektedir:

“Garip bir şey oldu; Orhan’ın istifasını öğrenen ve bu istifanın Tahsin vak’asiyle alakasını sezen bütün talebeler ayağa kalktılar. Şiddetli ve sürekli bir alkış koptu.”

Bu münferit olay, aslında Orhan’ın yaşadığı dönemi ve o dönemin insanını sorgulamasına neden olacak bir takım olayları da beraberinde getirecektir kitabın ilerleyen sayfalarında. Tahsin’in Cemil’e taş atmasının ardından Cemil’i evine götürdüğünde Orhan Vedia ile tanışır. Kısa bir karşılaşma anıdır bu aslında ancak tesadüfî

41


magrib

edebiyat

olarak gerçekleşen bir olay neticesinde arkadaşlık ile başlayan ilişkileri pek de ilan edilmemiş bir aşka dönüşür. Arkadaşı Necati ile bir pastanede otururken Vedia yanında bir bayanla aynı pastaneye girerek likör içmek isterler. Bu esnada sivil bir polis gelerek Vedia’yı karakola götürmek ister: sebep ise “müslüman kadınların dini ve ahlaki kuralların dışına çıkmalarına dair” yasaktır. Polisin tartaklamaya varan kabalığı karşında Necati ve Orhan Vedia’yı savunurlar ancak kendileri karakola düşerler. Karakolda neredeyse işkenceye maruz kalacakken işgal devletlerinin karakolundan gelen bir telefon sayesinde kurtulurlar. Telefonu ise Vedia’nın yanındaki bayan açmıştır. Gerçekleşen bu tek olayda öncelikle dikkati çeken üç husus bulunmaktadır. Bunlar Vedia’nın giysisi, konuşmaları ve davranışlarında tezahür eden yabancılaşmışlık, Türk polisinin olay ve kişiler karşısında takındığı tavır ve Necati ile Orhan’ın karakoldan çıkışlarına sebep olan telefon konusunda sonradan düşündükleri, hissettikleri. İlk olarak Vedia o gün bir “Gayr-ı Müslim” gibi giyinmiş, başını Ruslar gibi bağlamıştır. Öyle ki Necati pastaneye girerken Vedia’yı Rus zannetmiştir. Bir diğer husus da Vedia’nın Müslüman-Türk bir bayan olarak pastane gibi halka açık bir yerde likör içebilecek rahatlıkta oluşudur. Vedia bu haliyle tamamen Batılı bir görünüm sergiler. Ayrıca polisle yaşanan olayda aklına ilk önce işgal güçlerinin karakolunu aramak fikrinin gelmesi de kendi mili kimliğine duyduğu güvensizliğin ötesinde biraz da Batı karşısında hissettiği hayranlık ve ezikliği ifade etmektedir. Bu düşünce bir anlamda da Vedia’nın milli hisler gibi ideallerden ne kadar yoksun olduğunu da vurgulamaktadır.

kız.

“- kim bu Rus kızı? - Rus kızı değil o, türk kızı. Halim Beyler’in yalısındaki sana bahsettiğim (...) Vedia. - Rus’a ne kadar benziyor! Başını tıpkı Rus kadınları gibi yapmış. - Şimdi bazı Türk kadınları öyle yapıyorlar. Git gide moda olmaya başladı.”

“Orhan Vedia’ya doğru yürüdü: - hanımefendi; dedi, Türk polisini şikayet için ecnebilere müracat etmek kat’iyyen doğru değil. En doğrusu sizin buradan çıkmanızdır.” “size çok teşekkür ederim. (...) yalıya gelmenizi rica ederim, benim bu Cuma günü aniverserim var. Saat beşte sizi de beklerim, geliniz mutlaka.”

Türk Polisi tamamen intizamını kaybetmiş başıbozuk bir karakter olarak çizilmiştir romanda. Orhan ve Necati’yi karakola alarak burada gözdağı vermenin ötesinde onları nasıl döveceğinden/işkence edeceğinden bahseder. Karakolun komiseri de aynı başıbozukluk halindedir ve kendi halkını, sıradan insanı küçümsemektedir:

42


edebiyat

magrib

“Kimdi o karılar? Zabıtanın işine müdahale etmek üstünüze ne vazife? Bir de hakaret ha? Gözümün içine baksanıza... bana kim derler haberiniz var mı?‘Ayıboğan İbrahim” derler.”

Ancak İtilaf zabıtasından merkeze gelen bir telefon merkez memurunun tavrının birden bire tam aksi yönde değişmesine neden olur:

“-Tayfur, sus! Terbiyesizliği bırak! Karşındaki efendilerin kim olduğunu öğren de ona göre muamele et! (...) -Affedersiniz beyler... dedi, kusura bakmayın! Bir yanlışlık oldu. Ben de ileri geri söz ettim, affedersiniz.”

Orhan’ın ağzından konuşan yazara göre bu aslında dönemin genel bir problemidir aslında. Ahlaki yozlaşmanın, toplumsal kayışın en belirgin dışa vurumudur. Necati ve Orhan bu durum karşısında kendilerini aşağılanmış hissederler ve memurdan telefonu gelmemiş kabul etmesini ve normal prosedürde ne yapılması gerekiyorsa yapmalarını isterler ancak serbest bırakılırlar. Ve yaşadıkları bu olay “işgalin gerçekliğini” daha doğrusu esaret duygusunu daha belirgin bir şekilde hissetmelerini, bunun da ötesinde belki içlerinde sakladıkları bu fark edişin itirafını sağlar:

“Madam Sofi’nin onları her hangi bir tahkikatın sıkıntısından kurtarmak için kolonele telefon etmeğe lüzum görmesi ve Vedia’nın da buna razı olmasından ziyade Orhan’ı düşündüren şey merkez memuruydu. Ayıboğan İbrahim lakabını hem bir şeref hem de bir tehdit gibi haykırmıştı. Buna bir terbiye meselesi deyip geçebilir; fakat herifin telefonla emir aldıktan sonra küstahlığın zirvesinden, birdenbire zilletin eteklerine de yuvarlanışı, kendi şahsına ait bir ahlak veya seciye düşüklüğünden ziyade bir cemiyet vak’asına benziyordu.”

“bizde umumi bir ahlak bozgunu var. (...) Türkiye’nin yaşayacağına inanmayan bir Türk’ün kaç türlü ahlakı olabilir?”

“korkunç! Ben bir çok mütareke rezaletleri gördüm. Bunlar sert vak’alardı. Fakat hiç biri İtilaf zabıtasının emri üzerine bütün mukavemeti yıldırım çarpmış bir duvar gibi yıkılan şu merkez memurunun hali kadar bana tesir etmedi.”

Yukarıdaki ifadelerden da anlaşıldığı gibi bu ahlaki çöküntünün temel nedeni inanılacak bir idealin, bir gelecek inancının kalmamış olmasıdır. Son iki alıntıda Necati’nin Orhan’a karşı sarf ettiği bu sözler, biraz da Orhan’ın bu ahlaki çöküntüyü maddi sıkıntılar ve geçim endişesiyle açıklamaya çalışışına bir itiraz olarak da sarf edilmiştir. Necati’nin aşağıdaki ifadeleri ise bu itirazı daha net bir şekilde ortaya çıkarmaktadır:

43


magrib

edebiyat

“... Para diyorsun. O Fransız bayrağı çeken yalıdaki kadın aç mı? Aç kalmak korkusu var mı? Fakat onun geçirdiği buhran nedir? Neden uşağına “vahşi Türk” diye saldırmıştır? Onun zebunküşlüğü ve küstahlığı açlık korkusundan mı? Hayır! O da büyük bir inanma buhranı geçiriyor.” Romanda Vedia, Rahmi, Rüştü karakterleriyle sembolize edilen durum ve fikirler ile Orhan’ın ilişkisi de yine gelişen olaylar çerçevesinde yazarın döneme bakış açısını bir nebze de olsa yansıtmaktadır. Orhan, Vedia’nın daveti üzerine yalıya gittikten sonra, Vedia haricinde daha çok Rahmi ile ilişki kurmakta, Rüştü’den ise pek de haz etmemektedir. Rüştü tam anlamıyla bir Batı taklitçisi zihniyeti temsil eder. Yaşam ve giyim tarzı olarak batılılaşmış, ancak manevi ve fikri yönden boş bir karakter olarak çizilmiştir. Bu anlamda Orhan’la tam anlamıyla zıt bir görünüm sergilerler. Zira Orhan dışarıdan doğulu bir görünüm arz etmekle birlikte düşünce bazında Batı felsefesini iyi bilmekte ve tahlillerini böyle bir alt yapıyla yapmakta, mantığını ve aklını kullanmaktadır. Aslında Orhan’ın fikri anlamda Batılı olarak sunulması, yazarın bir anlamda Osmanlı’nın düşünce alanından ziyade görüntüye önem veren Batılılaşma düşüncesine de ince bir eleştiri olarak alınabilir. Rüştü’nün aksine Orhan, kendisine yeni olarak sunulan ne varsa kabullenmeden önce bir sorgulamaya tabi tutmaktadır. Rüştü ne kadar Batı’yı temsil etmekteyse, Orhan o kadar doğu ile Batı arasında bir deyim yerindeyse, “sentez” durumu olarak sunulmaktadır. Bunun ötesinde tavırları ve yaşam tarzıyla “işgalci Batı” insanı gibi olmak isteyen Rüştü ve temsil ettiği düşünce yapısı ayrıca vurgulanmaktadır yazar tarafından:

“Rüştü Vedia’nın ta karşısında oturuyor, içerlek fakat berrak bir sesle yanındaki Fransız’a kumar hakkında neşeli bir hikaye anlatıyordu. (...) Samiye Hanım seslendi: - Rüştü bize de anlat da hepimiz gülelim. Arkasından bütün masaya fransızca söyledi: - eminiz ki pokerden bahsediyor.”

Vedia ise daha önce de belirtildiği gibi tam bir kafa karışıklığını temsil etmektedir. Doğu ve Batı arasında sıkışmışlığı Rüştü ve Orhan arasındaki mütereddit tavrında ortaya çıkmaktadır. Vedia’nın veremediği karar düşünen ve fakat doğulu bir zihin ile hayatta ciddi hiç bir uğraşısı olmayan boş ancak şık, zarif ve çekici görünen aldatıcı bir zihin hakkındadır:

“Bir muallim! (Orhan’dan bahsediyorum.) nihayet bir muallim. Sıkıntı çeken bir adam olduğu besbelli. Namzetler listesine nasıl girebildi? Hem hepsinden fazla ona ümit verdim. Onu da mı felakete sürükleyeceğim. Hiç iyi “distinguée” bir familya çocuğuna benzemiyor. İmam efendi gibi iki dizini birbirine yapıştırarak ve ayaklarını açarak bir oturuşu var.dasdaracık bir pantolon altından koca ayaklar çıkıyor. Hiç ağzını açmadan böyle yirmi dakika otursa ondan nefret ederim. Konuşurken bambaşka.

44


edebiyat

magrib

O zaman hiç bir erkekte görmediğim bir ruh aristokrasisi meydana çıkıyor. Kibar bir kafa...” Daha önce de belirtildiği gibi Bahri eski bir Osmanlı subayıdır. İstanbul’da kalmakla birlikte gönlü Ankara’dadır. Orhan ile yakınlaşma nedenlerinden biri de ikisinin Ankara hakkındaki olumlu ve tarafgir düşünceleridir. Bahri sürekli olarak Anadolu hareketini takip etmekte ve Ankara’da gerçekleşen bu harekete katılmak istediğini belirtmektedir Orhan’a. :

“harekat durgun, dedi, fakat bu vaziyette zaman düşman’ın aleyhindedir. Anadolu’da tutunamaz. İspanya’da Napolyon orduları bile barınamadı.” “... Bahri hep Anadolu harekatından bahsediyordu: - gideceğim oraya, gitmeliyim, dedi. - şimdiye kadar niçin gitmediniz? Bahri alt dudağını kemiriyordu. Büyük bir cevap sıkıntısı geçirdikten sonra itiraf etti: - en büyük hatamdır, dedi. Fakat gene de gidebilirim...”

Bahri’nin sıkıntılarını Orhan’a anlatıp intihar etmesi de sembolik bir anlam taşımaktadır bir bakıma. Zira Bahri intiharından bir gece birçok sebebin yanında kendisini en çok inciten ve ruhunu en çok daraltan şeyin işgal’den ziyade, toplumda yaşanan Batı hayranlığı, kendi kimliğinden kopuş ve yozlaşma olduğunu anlatmıştır. Ve kendisi tam anlamıyla “benlik kaybı” olarak nitelediği bu durum karşısında tam bir ümitsizlik içindedir.

***

Peyami Safa ‘Biz İnsanlar’ adlı bu romanında direkt olarak Kurtuluş Savaşını konu edinmese de, bu bağlamda dönem aydınının, askerinin, halkın ve elitlerin devletin/milletin içinde bulunduğu durumu yorumlayışını ve bunun yanında bilinç düzeyinde de Doğu ve Batı arasında kalmışlığı, sıkışmışlığı, işlemiştir. Öyle ki Safa’ya göre halkın tam anlamıyla milli bir kimlik ve bağımsızlık bilinci içinde olduğunu ve bunu eylemleriyle de ifade ettiğini, Osmanlı askerinin ve alt düzey resmi kurumlarının (polis karakolu olayında karakol memurunun sonradan içinde bulunduğu durumu dramatize edişi örneğinde olduğu gibi) böyle bir bilince sahip olmakla birlikte elinden bu anlamda pek de bir şey gelmediğini, aydın kesiminin Anadolu’daki hareketi haklı bulup desteklemekle birlikte doğu ve batı arasındaki zihin karışıklığından bir türlü sıyrılamadığını (Orhan, Necati ve Vedia örneklerinde olduğu gibi) ve elit kesimin ise tamamen bir taklitçi Batı zihniyetiyle hareket ederek ( ki romanda Samiye Hanım ile kişileştirilmiştir. -Aslında bu anlamda yalıyı bir bütün olarak alırsak, zorlama da olsa bunu saray ve sarayın politikalarıyla özdeşleştirebiliriz.-) işgalin ne anlama geldiğini düşünmek şöyle dursun, daha kurtuluşu bu işgalci güçlerden medet umduklarını

45


magrib

edebiyat

söylemek mümkün gözükmektedir. Olayların anlatımında katı bir ideoloji propagandası bulunmasa da yazarın dil ve üslubundan, olayları anlatış ve şekillendirişinden, farklı düşünceleri temsil eden karakterleri çizişinden ortalama bir milliyetçi tutumu benimser gözüktüğünü söyleyebiliriz. Hatta kitabın bazı bölümlerinde aşağıdaki alıntıda açıkça görülebildiği tarzdan ulusal üstünlük inancı üzerinde yoğunlaştığını da görmek mümkündür. Karakolda yaşadıkları olayın ardından tramvay durağına giden Necati ve Orhan’ın burada şahit oldukları durum ilginç bir örnektir bu konuda. Tramvay durağında bir ingiliz polisi “düzeni” sağlamaktadır. Yazar şu şekilde tasvir eder durumu:

“... Bir İngiliz polisi elindeki kamış bastonun ucunu Orhan’ın göğsüne değdirerek ikisini de tekrar kaldırımın üstüne çıkmaya davet etti; sonra tramvaya binmek için kaldırımın kenarında biriken kalabalığın önünden geçerek, havaya kaldırdığı bastonun tehdide benzer hareketleriyle, İngilizce bir şeyle söyledi. Bütün İngilizlere benzeyen bir İngilizdi ve yüzünün ciddi iskeleti içinde mavi gözleri yeni cilalanmış bir muşamba soğukluğuyla parlıyordu. (...) Orhan’la Necati bir müddet konuşmadılar. Arkalarında iki kişi ingilizlerden bahsediyordu. Bir tanesi:

- Londra’da da böyledir, diyordu. Öteki sordu: - Halka bastonla vururlar mı* - iktiza ederse vururlar. Fakat orada da halk bilir vazifesini. Kimse kimsenin sırasını almaz. Bu sözleri söyleyenin şivesinden ve ‘iktiza’ kelimesini kullanışından Ermeni olduğu anlaşılıyordu.” Yukarıdaki alıntıda yazarın iki yaklaşımı göze çarpmaktadır. Birincisi güçlü olan İngiliz’in tasviridir. İngiliz polis, bütün bir İngiliz “ırkıyla” özdeşleştirilmiş ve sahip olduğu güç, soğukluk, insana değer vermeme gibi negatif özellikleri vurgulanarak aslında göründüğü kadar özenilesi bir konumda olmadığı ifade edilmeye çalışılmıştır. Diğer yaklaşım ise Ermeni tiplemesinde ortaya çıkmaktadır. Şivesi ve kullandığı kelimeden “Ermeni” olduğu anlaşılan kişinin ise statüsünden ziyade düşünceleri negatif yönde sunularak aslında Ermenilerin ne kadar Batı yanlısı/hayranı olduğu vurgulanmaktadır yazar tarafından. Ki kitabın başında Batıcı fikirlere sahip olmak Samiye hanım’ın şahsında ahlaki anlamda bir problem olarak tasavvur edilmişti. Sonuç olarak Safa’nın Kurtuluş Savaşı’na bunu belirgin bir şekilde ifade etmese de, kendi zihin karmaşasına ve düşüncelerinin oturmamışlığına rağmen, resmi ideolojinin tarih anlayışı çerçevesinde baktığını söylemek mümkün gözükmektedir.

46


Salvador Dali ‘Kaybolan Resim, 1938 (Salvador Dali Figürleri)


magrib

düşünce

Abdullah Kuşlu

Makale

MESNEVİ’DE CANLILARIN DÜNYA HAYATINDAKİ KONUMU

I. GENEL OLARAK CANLILARIN DÜNYA HAYATINDAKİ KONUMU

A.Memlûk Olarak Varlıklar

Cenâb-ı Hak, mahlûkatın rızkını en güzel şekilde taksim eder. O’nun, herhangi bir canlıyı, aç ve açıkta bırakması düşünülemez. Çünkü O, merhametlilerin en merhametlisidir. Mevlâna, bütün mahlûkatı Allah’ın ailesi gibi kabul eder. Mahlûkatı, en güzel şekilde rızıklandırdığı için, Allah’ı da “en güzel aile reisi” diye zikreder:

Bu dünyada binlerce canlı varlık, sıkıntısız, hoş bir halde yaşamakta, geçinip gitmektedir. Üveyk kuşu, geceki rızkı, henüz meydanda yokken, ağacın üstünde Allah’a şükreder. Bülbül: “Ey duaları kabul eden Allah’ım, sana güveniyorum, beni aç bırakmayacağına, rızkımı vereceğine inanıyorum, sana hamd-ü senalar olsun.”der. Doğan kuşu, rızkını padişahın elinden bekler de, pis leşlerden ümidini keser. Böylece sivrisinekten tut da file kadar, bütün mahlûkat, Allah’ın ailesi sayılır. Allah da ne güzel bir aile reisidir!” (1) “Allah, mahlûkatı rızıklandırdığı gibi, her birini emri altında tutar ve dilerse onları halden hale, şekilden şekile sokar. Her şey, O’na muhtaçtır ve hiç bir şey O’nun izni olmaksızın, kâinatta hareket alanı bulamaz Hak, mahlûkatın üzerinde tümüyle tasarruf sahibidir. O, “Mümît” (öldüren) sıfatıyla tecelli eder de bir canlıya öl” derse, o canlının ölmesini kimse engelleyemez. Yine O, “Muhyî” (dirilten) sıfatıyla tecelli eder de bir canlıya “ol” derse, o canlının dirilmesini/diri kalmasını kimse engelleyemez. Bütün bu tasarruf ancak O’nun şanına yakışır. Mevlâna’nın deyişiyle:

“…Mükevvenat, bütün varlıklar; insan, hayvan, bitki ve cansız sandığımız varlıklar hepsi Hakk’ın kudretli elinde olup, her şey O’nun emri ile mana âleminden suret âlemine ve suret âleminden mana âlemine döner, giderler. Hak’tan; “Şekle bürün!” diye bir emir gelir. Şekle bürünürler, yine Hakk’ın emri ile şekillerden kurtulurlar, mücerret mana olurlar. Şu halde; “Halk da onundur, emir de onundur.” Ayetinin manasını anla! Halk, surettir, şekildir. Can yani ruh da emirdir. Can emre binmiştir.Aslında binen de padişahın emrindedir, binilen de. Beden kapıda beklemekte, ruh da huzurdadır. Yani binen ruhtur, binilen de bedendir. Beden ilahi bir dergâh olan bu dünyada, bu süfli âlemde; can ise ruh âleminde, huzur-ı lâhidedir. Suyun testiye dolması istenince, padişah can ordusuna “Binin!”emrini verir. Yani Allah’ın emrinde olan ruhların bulundukları o ulvî âlemden, bu süflî âleme (dünyaya)

48


düşünce

magrib

gelmeleri istenince, Cenâb-ı Hak, ruh ordusuna: “Atlarınıza binin!”emrini verir. Onun koyduğu kanun gereğince, erkeklerle kadınlar birleşirler, çocuklar doğar, böylece ruhlar ten atlarına binerler.” (2)

B. Dünyada Her şeyin Canlı Olup Hakk’ı Tesbih Etmesi.

Mevlâna’ya göre, yeryüzünde bütün varlıklar canlıdır ve Hakk’ı tesbih ederler. (3) Cansız zannettiğimiz her şey, bize göre cansızdır, ama hakikat âleminde canlıdır. Biz, o varlıkların canlı olduğunu anlayamayız. Mevlâna konuyu şöyle açıklar:

“Allah seni bir avuç toprak iken nasıl insan yaptı? Bütün toprakları ve cansız sandığın şeyleri de böyle bilmek ve tanımak gerek. Gördüğümüz cansızların hepsi de, yani bize, bu âleme göre cansızdır, ölüdür. O yanda, hakikat âleminde canlıdırlar. Burada susup duruyorlar; orada konuşmaktadırlar. Allah onları o taraftan bizim tarafa gönderince, Musa’nın asası gibi bize karşı ejderha olurlar. Dağlar, Hz. Davut’un sesine ses verir, onunla beraber ilahî okur. Demir onun avucunda mum gibi yumuşar. Rüzgâr, Hz.Süleyman’a hamal olur, onu taşır. Deniz, Musa’ya söz söyler, onunla konuşur. Ay, Hz. Ahmet (a.s.)’ın işaretini görür ve ortasından ikiye ayrılır. Nemrut’un ateşi İbrahim (a.s.)’a gül bahçesi olur. Toprak, Karun’u ejderha gibi sömürür yutar. Hannâne direği akıl, fikir sahibi olur; Peygamber Efendimizden ayrı düşünce ağlar, inler. Taş, Hz. Ahmet (a.s.)’a selam verir. Dağ Yahya (a.s.)’a söz söyler.” (4) Mevlâna, mahlûkatın Hakk’ı tesbihi konusunda, Mutezileyi eleştirir. Mutezile’ye göre, mahlûkatın Hakk’ı bizim bildiğimiz gibi tesbih etmesi, söz konusu olamaz. Mahlûkatın tesbihi mecâzî anlamdadır. Şayet öyle olmasaydı, mahlûkatın da insanın sahip olduğu gibi bazı organlara (ağız ve dil) olması gerekirdi. Mevlâna, kelâm ilminin tartışma konusu olan mahlûkatın tesbihi konusunu açıklayarak, Mutezile inancında olanların yanıldığını esefle vurgular ve şöyle der:

“Siz madde âlemini bırakınız, canlılar âlemine gidiniz de, âlemin cüz’lerinin tesbihlerini ve gürültülerini işitiniz! O zaman cansızların tesbihini apaçık duyarsınız da, Mutezile’nin yanlış yo-rum ve vesveselerinden kurtulursunuz! Senin gönlünde manevî kandiller, yani basiret nurun olmadığından, görmek ve mana çıkarmak için yorumlarda bulunuyor, tevillere başvuruyorsun. Mutezile inancında olanlar derler ki: ‘Cansızların tesbihinden maksat; zahirî tesbih, yani kulakla duyulacak tesbih değildir. Onları tesbih ediyor diye düşünmektir. Yoksa ‘Onların tesbihini duydum.’ diye davaya kalkışmak da aslı olmayan bir hayaldir. Belki onları gören ibret alır da; ‘Sübhanallah’ diyerek Cenâb-ı Hakk’ın nok-san sıfatlardan beri olduğunu söyler. O cansız şey, sana Allah’ı tesbih etmeyi hatırlatıyor, ‘sübhanallah’ dedirtiyorsa,

49


magrib

düşünce işte bu hatırlatış onun söze gelmesi, tesbihi sayılır.” İşte mutezile inancında olanların tevili, yorumları budur. Kendisinde hâl nuru olmayan, yani gönül gözü kapalı olan kişinin durumu başka türlü olmaz ki…” (5)

Mevlâna, insanın altın ve gümüş peşine takılarak, canlıların Hakk’ı tesbih etmelerine kulak tıkadığını ve mahlûkatın tesbihini duyamadığını vurgular. Ona göre, bütün dünya canlıdır, ancak biz gözlerimizin perdesinden dolayı, dünyayı duygusuz ve ölü bir dünya olarak algılarız da hakikati göremeyiz. Ancak peygamberler ve Allah dostlarına mahlûkatın sesleri yabancı değildir. Bu durumda;

“Cansız gibi görünen varlıklar; ‘Biz’ derler, ‘Duyarız, işitiriz, görürüz, bakarız; fakat sizin gibi namahremlere, yabancılara, anlayışsızlara karşı susup durmaktayız! Ey gafiller! Siz cansızlar tarafına gidiyorsunuz. Yani altın, gümüş, mevki, şöhret peşinde koşuyorsunuz. Cansızların canına ve ruhanî olan diline nasıl mahrem olabilirsiniz, onların zikir ve tesbihlerini hangi kulakla dinleyebilir-siniz?” (6) Nasıl ki bu dünya, Peygamberin gözünde Cenâb-ı Hakk’ı tesbih etmekte, onun noksan sıfatlardan tenzih etmeye dalmış gitmiş canlı bir varlık. Bize göre ise cansız. Duygusuz bir dünya…Peygamberin gözünde bu dünya aşkla, iyilikle, güzellikle dopdolu. Başkalarının gözünde ise ölü ve cansızdır. Gökler de yeryüzü de onun gözünde Allah’ı tesbih ederek hızlı hızlı hareket halinde dönmede, o kerpiçten, taştan bile manalı sözler, nükteler duymaktadır. Duygusuz insanlara ise, bu dünya tamamıyla dönmüş, ölmüş görünmekte. Ben bu anlayışsız insanların gözlerindeki perdeden daha şaşılacak bir perde görmedim. Bütün mezarlar bizim gözümüzde bir. Fakat velilerin gözlerinde, o mezarların her biri ya cennetten bir bahçe, ya cehennemden bir çukurdur.” (7)

C. Varlıkların Çeşitleri ve İnsan

Mevlâna’ya göre, Cenâb-ı Hak yeryüzünde başlıca melekler, hayvanlar ve insanlar olmak üzere üç çeşit canlı yaratmıştır. Melekleri bazı özel hasletlerle donatmış olduğundan, onlar sadece Allah’a ibadet edip, bundan başka bir şeyle meşgul olmazlar. Topraklarında hırs yoktur. Hayvanlara gelince, onlar bilgisizdir. Onların dünyası, ahır ve ottan ibarettir. İnsanlar ise, hem meleklerin hem de hayvanların mayasıyla yoğrulmuştur. Bunun için, insanın duyguları hep bir çatışma halindedir. İnsan, hep gel-git halinde, hep bir arayış içinde, ahsen-i takvimle esfel-i safilin arasında yol alır. Bazen ahsen-i takvim derecesine yükselir, bazen de esfel-i safilin derekesine düşer. Mevlâna bunu şöyle izah eder:

“Bir hadiste buyrulmuştur ki: Allah, âlemindeki varlıkları üç çeşit olarak yarattı. Yarattıklarından bir kısmına akıl verdi, bilgi verdi, cömertlik verdi. Bunlar meleklerdir; Allah’a secde etmekten başka bir şey bilmezler! Maya-

50


düşünce

magrib

larında hırs yoktur; hevâ ve heves yoktur. Bunlar, baştan başa nurdur; Allah aşkı ile diridirler, Allah aşkı ile yaşarlar.Yarattıklarından diğer bir kısmı bilgisizdir, hayvan gibi ot yer, otlar semirir.Onlar, ahırdan ve ottan başka bir şey görmezler; kötülüklerden, aşağılıklar-dan; iyiliklerden, yüceliklerden haberleri yoktur. Allah’ın yarattıklarından üçüncü kısmı ise insanlardır, âdemoğullarıdır. Bunlar, yarı yaratılışları bakımından melektirler, yarı yaratılışları bakımından da eşektirler. İnsan yaratılışı gereği, eşek olan yarısı ile aşağılıklara, belden aşağı duygulara meyleder. Melek olan öbür yanı ile de başı göklere yükselir, yücelikler arar, akla uygun şeylere kendini verir. Hakk’ın yarattıklarından ilk iki kısım yani meleklerle hayvanlar, zıtlarla uğ- raşmaktan, savaşmaktan uzak, rahat ve huzur içinde, kendi normal hayat larını yaşamaktadırlar. Fakat üçüncü kısım, yani insan ise, iki zıt huy sahibidir: Hem tertemiz vicdan sahibidir, melektir, hem de hayvan. Bu yüzden de aklı ve şehveti ile uğraşıp durmaktan azap içindedir.” (8)

II. DÜNYA HAYATI VE İNSANLA İLGİLİ METAFORLAR

A. İnsanın Dünyaya Tek Cevher Halinde Yayılması

Sufilere göre, Hak Teâlâ bütün ruhları tek bir ruhtan yaratmıştır. Konuyu biraz daha anlaşılır kılmak gerekirse; “Bütün cüzi ruhların külliyetine ‘Mutlak Rûh’ denir ki, bu rûh Kadir gecesinde tenezzül eder. (9) Bu ‘külli rûh’da mahluk olduğu için, hakikatte Hak vücûdunun gölgesidir. Birçok gölge vardır. Cisim cüzi ruhun gölgesi, cüzi ruh külli ruhun gölgesi, külli ruh da ilâhi ruhun gölgesidir.” (10) Bu sebeple ruhlar âleminde renkler yoktu, sadece renksizlik vardı. Bölünmeler, tefrikalar, farklılıklar yoktu, ancak ruhlar bedene, diğer bir ifadeyle; yeryüzüne düşünce ayrışmalar ortaya çıktı ve yeryüzüne renkler hâkim oldu. Mevlâna bunu şöyle anlatır:

“Biz bütün kâinata, tek bir cevher hâlinde yayılmıştık, orada hepimiz de başsızdık, ayaksızdık. Bu âlemde görülen bölünmeler, tefrikalar, imtiyazlar o âlemde yoktu. Biz o âlemde Ehâdiyyet mertebesi’nde, güneş gibi her tarafa nur saçan bir cevher idik. Su gibi saf ve berrak bir halde bulunuyorduk. O güzel ve latif nur surete gelince, şekle bürününce, kal’a burçlarının gölgeleri gibi sayılar meydana geldi. Burçları mancınıklarla yıkın da, birbirinden bölünenlerin, ayrılanların arasındaki fark kalksın. Ben, bu sırrı etraflıca açıklamayı, anlatmayı çok isterdim ama zayıf akıllı birisinin ayağının kaymasından, inkâra düşmesinden korkarım.” (11)

B. Balçığa Bürünen Ruhlar ve İnsanın Gurbeti

İnsanoğlu, dünyaya gelmekle ‘sevgili’den ayrı düştüğü için, bu dünya insana sürgün yeridir. Bu yüzden, hep ıstırap içinde, hasretle yanıp tutuşmaktadır. Dünya,

51


magrib

düşünce

insanın önünde bir perde, bir duvardır. Acı içinde âh vâh eden insan, kavuşmayı arzular; ancak bir türlü kavuşamaz. Kafesin içindeki bir kuş gibidir. Kafese ait olmadığını bilmektedir; ancak bunu bilmek ıstırabını çoğaltır. Küçük bir akarsu gibidir. Denize kavuşmayı ister; fakat kavuşamaz. Mevlâna, Mesnevî’nin ilk cildinde, insanın dünya gurbetinde olduğunu şu şekilde açıklar:

Şu Ney’in neler söylediğini can kulağı ile dinle, o ayrılıklardan şikayet etmektedir. Ney kendine has bir dille, hal dili ile diyor ki: ‘Beni kamışlıktan kestiklerinden beri, feryadımdan, duygulu olan erkek de, kadın da inlemekte, ağlamaktadır…” (12) Mevlâna’nın temsilinde kamışlık ney’in ana yurdudur, asıl vatanıdır. Ney de insanı temsil eder. Ney kamışlıktan koparılıp, ana yurdundan ayrı düşmüş acı ve ıstırap içindedir. İnsan da bu dünyaya gelmekle cennetten, asıl vatanından ayrı düşmüş ve vatanına özlemle yanıp tutuşmaktadır. Gurbette olduğunu bilen insan, neyin ayrılıktan feryat ettiği gibi feryat etmekte, derdini dile getirmekte, yana yakıla özlemini haykırmaktadır. Ancak bu feryadını anlatamamakta, böylece gurbetin kasvetli havasında yalnızlığını daha çok hissetmektedir. İnsan gurbeti içine gömmekte, gözyaşlarını içine akıtmaktadır:

“…Şu var ki beni dinleyen her insan, benim neler söylediğimi anlayamaz. Benim feryadımı duyamaz. Beni anlamak, beni duymak için, ayrılık acısı çekmiş, gönlü yaralanmış, içli bir insan isterim ki, acılarımı dertlerimi ona anlatayım. Aslından, vatanından ayrı düşmüş, oradan uzaklaşmış kişi, orada geçirmiş olduğu mutlu zamanı arar, o zamanı tekrar yaşamak ister, ayrıldığı sevgiliye tekrar kavuşmak arzu eder. Ben her mecliste, her toplulukta, inledim, ağladım durdum. Ben huysuz insanlarla da düşüp kalktım. Herkes, kendi anlayışına, zamanına göre benim dostum oldu. Ama kimse benim gönlümdeki sırları araştırmadı, öğrenemedi. Halbuki benim sırrım, feryadımdan uzak değildir. Fakat her gözde onu görecek nur, her kulakta onu işitecek güç yoktur.Ten candan, can da tenden gizli değildir. Fakat kimseye canı görmek izni verilmemiştir.” (13) Ayrılık, insanlığın en büyük acısıdır; ancak kimileri gaflet içinde bu dünyaya alışır ve bu dünyayı benimser de asıl vatanını, nereden geldiğini, nereye ait olduğunu hatırlamaz. Hatırlayanlar da dertlerini, hasretlerini dillendirdiği halde bu dünyayı benimseyenler tarafından anlaşılmaktan uzaktırlar. Mevlâna, dünyayı benimseyenleri yabancı bir şehre yerleşip, kendi şehrini unutan düşüncesiz insanlar olarak niteler: “Bir adam yıllarca bir şehirde yaşasa, hatta orada doğsa, büyüse, bir zaman

için uyusa, uykuya dalsa, rüyasında; Kendini iyi kötü şeylerle dolu bir şehirde görür de, kendi şehri hatırına bile gelmez. Ben orada idim, yani asıl

52


düşünce

magrib

memleketimde idim, şimdi oturmakta olduğum o yeni şehir, benim şehrim değil, nasılsa buraya gelmiş, buraya bağlanmışım.’demez. Demesi şöyle dursun, o kendini daima bu yeni şehirden imiş, orada doğ-muş, oraya alışmış sanır. Ne şaşılacak şeydir iki: Ruh da yurt edindiği gayb âlemini, o eski vatanını unutup, bu fani dünyaya kapılıp kalmıştır.” (14) “Ruh âleminde bulunan ve henüz şu kirli dünyaya gelip maddî varlığa bürünmeyen o tertemiz ruhlardan, akıllardan, dünyaya gelip tene yerleşen ruha: ‘Ey aslını unutan vefasız!’diye mektup geliyor. Mektupta diyorlar ki: ‘Ey geldiği asıl vatanını unutan vefasız, şu madde dünyasına geldin, beş günlük sefil, uygunsuz dostlar buldun, eski dostlardan yüz çevirdin. Her ne kadar küçük çocuklar oyundan hoşlanırlar, oyuna dalarlarsa da, akşam olunca, büyükleri onları çeke çeke evlerine götürürler.Küçük çocuk oyun oynarken soyundu, hırsız da geldi, elbise ve ayakkabısını aldı gitti. Çocuk oyuna öyle hararetle öyle istekle dalmıştı ki, külâhı da, gömeği de aklından çıkmış gitmişti. Gece geldi çattı, çocuk oyundan da bir fayda görmedi, eve gitmeye de yüzü yoktu.‘Dünya hayatı bir eğlence ve oyundan ibarettir.’ ayetini işitmedin mi ki, kıymetli ömrünü boş yere harcadın, şimdi de korkuyorsun.Gecenin karanlığı bastırmadan, elbiseni ara, dedi-kodu ile vaktini harcama.” (15) Ruhların her biri, “elest bezmi”nde Hakk’a söz vermişlerdir. Bütün ruhlar Rablerini tanımışlar, Rableriyle ahitleşmişlerdir. Bunun için, iyiliğe/iyi olana meyletmek insanın ruhunda, özünde mevcuttur. Ruhlar beden kafesine girince, başka bir deyişle; insan yeryüzüne gelmekle, özünü, asıl vatanını unuttu. Mevlâna’nın deyimiyle, insan balçığa bürünmekle, yeryüzüne inmekle kirlendi. Paha biçilmez bir inci gibi olan ruhumuz, kadınların aybaşlarında kirlendiği gibi; kirlendi de biz o inciyi, o mücevheri tanımaktan aciz kaldık. Mevlâna, bir hikâye ile konuyu aydınlatır:

“Susığırı; denizden bir mücevher çıkarır, çayırlığa koyar, onun etrafında otlar, karnını doyururdu. Geceleyin o mücevherin ışığında, acele acele süm bülleri, süsenleri otlardı yerdi. Susığırının gıdası en güzel kokulu çiçekler, nergisler, nilüferler olduğundan onun pisliği anber olurdu. Bu böyle olursa, ilâhi nurlarla gıdalanan bir kimsenin nasıl olur da dudakla-rından insanı şaşırtan, büyüleyici sözler çıkmaz? Bal arısı gibi ilâhi ilhamla beslenen bir kişinin evi, nasıl olur da balla dolmaz? O susığırı getirdiği mücevherin nurlandırdığı yerde otlar iken daldı da, mücevherden iyice uzaklaştı. Tacirin biri, susığırının otladığı yerin, o çayırlığın karanlıkta kalması için mücevheri balçıkla sıvadı. Kendisi kaçtı, bir ağaca çıktı. Susığırı güçlü boynuzlarıyla onu vurup öldürmek için aradı durdu. Düşmanını boynuzlamak için o çayırın etrafını, belki yirmi defa döndü dolaştı. Düşmanını bulmaktan ümidini kesince, o erkek susığırı mücevheri koyduğu yere geldi. Fakat o iri, şahane mücevherin balçıkla sıvandığını görünce, İblis gibi balçıktan korktu, kaçtı. İblis bile balçığa karşı kör olur, sağır olursa, susığırı balçığın içinde çok

53


magrib

düşünce kıy-metli bir mücevherin olduğunu nereden bilecek, anlayacaktı? İnin! İlâhi emri, canı, bu aşağı ve kirli yeryüzüne indirdi, düşürdü. Bu düşüş kadınların aybaşlarında kirlendikleri gibi onu kirlendirdi de, bu yüzden namazdan, Hakk’a ulaşmaktan alıkoydu.” (16)

C. Yeryüzündeki İnsanlar Harfler Gibidir

“Harfler şekil ses bakımından birbirine benzememektedirler. Fakat harf adı altında düşünce ve sözü meydana getirmek için birleşirler. Onlar da (insanlar) renk, yaşayış, huy, bilgi, anlayış, ahlâk bakımından birbirine benzemezler. Fakat insan namı altında aynı kalıpta birleşirler. Çeşitli harfler bir noktada toplandıkları gibi çeşitli huyda, çeşitli yaradılışta, çeşitli renklerde olan insanlar da bir noktada birleşirler. Çünkü hepsi de aynı kalıpta, aynı ilahî emaneti taşımaktadırlar.” (17) Mevlâna bu konuyu şöyle açıklar:

“Önce şunu bil ki, elif’ten yâ’ya kadar harflerin başka başka şekillerde oluşu gibi, bütün insanların da canları, huyları çeşit çeşittir.Bu çeşitli şekiller- deki harfler, düşünceyi ve sözü, dile getirmek için, birleşirler. Çünkü harfler bir bakıma göre baştan ayağa dek birdir. Bir bakıma göre de, birbirlerine aykırıdırlar, çeşitli yönlere çekilebilirler. Harfler, bir bakıma, birbirlerine zıt düşmezler. Bir bakıma da hepsi harf oldukları, harf adı ile anıldıkları için birleşme ve anlaşma halindedirler. Bir bakıma faydasızdırlar, ciddi değillerdir. Bir bakıma da faydalı ve ciddidirler.” (18)

D. Dünya Bir Ağaç İnsanlar O Ağacın Ham Meyveleridir

Mevlâna, dünyayı bir ağaca; insanları da ham meyvelere benzetir. Nasıl ham meyveler ağaca sımsıkı yapışırsa; manevî zevkten yoksun olanlar da, bu dünyaya sımsıkı sarılır. Manevî lezzeti tatmamış olan kişiler, olgunlaşmamış; tadı damağa acılık veren meyveler gibidir. Meyvenin ham olanı, ne insanın canına can katar; ne de ağaca bir fayda verir. Olgunlaşmış meyve ise, insanın vücuduna karışmakla varlığının anlamını kazanır. Allah’ın halifesi olan insanın gücüne güç katar ve mertebesini yükseltmiş olur. Yani, olgunlaşan meyvenin yeri “köşkler ve saraylardır.” İnsan da ancak manevî yollarla olgunlaşınca, lâyık olduğu makam ve mertebeye vasıl olur. Bu halde, insan dünya mülkünün bir hiçten ibaret olduğunu anlar. Dünya mülkü, insanı cezbetmekten uzak olur. Zaten meyvenin ağaca yapışıp kaldığı gibi; insanın da dünyaya yapışıp kalması, taassuptan öte bir şey değildir. Oysa taassup, gözleri kör; kulakları sağır eder de hakikate açılan kapıların kapanmasına sebep olur. Taassup, insanı sıkıntıdan sıkıntıya; dertten derde sürükler. Mevlâna, insanın bu halini şöyle izah eder:

“Ey kerem sahibi dinleyiciler! Bu dünya bir ağaca benzer; biz de o ağacın üzerindeki yarı ham meyveleriz! Ham meyveler dallarına sımsıkı sarılırlar.

54


düşünce

magrib

Çünkü hamlık mertebesinde meyve, köşke ve saraya lâyık değildir. Fakat meyveler olgunlaşınca, tatlılaşınca, dudakların ısıracağı hale gelince, artık düşmeye hazırdırlar ve dallara pek gevşek sarılırlar. İnsanın ağzı da o manevî ikbal ve saadetten tatlılaşınca, dünya mülkü ona manasız ve soğuk gelir. Bir şeye sımsıkı sarılmak taassuptur, hamlıktır. Ey Hak yolu yolcusu; sen henüz olgunlaşmadın! Böylece ana karnındaki çocuk gibi oldukça, işin kan emmektir; yani zahmet ve sıkıntı çekmektir. Söylenecek bir şey daha kaldı ama onu sana bensiz olarak Rûhu’l Kudüs (melek) söylesin!” (19)

E. Yeryüzündeki İnsan Sayısınca Hakk’a Giden Yol Vardır

Yeryüzünde, milyonlarca insan ve yine bu insan topluluklarının oluşturduğu, yüzlerce değişik grup mevcuttur. Hemen her insanın, kendine göre bir inanışı, kendi seviyesinde Allah’a uzanan bir yolu vardır. Kimileri, çokça ibadetle, kimileri cömertlik ve insanlara yardım etmekle; kimileri bir kul olarak hayatında geçirdiği imtihana, yaşadığı sıkıntılara sabretmekle, Cenâb-ı Hak ile kendi arasında bir köprü kurar. Bu yolların, her biri de Hakk’a ulaşmada geçerli bir yol olma özelliğine sahiptir. İnsanların her biri, kendi tecrübe ettiği yolu, Hakk’a ulaşan en kestirme yol gibi algılar ve böylece hiç kimse, diğerinin yolundan haberdar olmaz. Mevlâna’nın tabiriyle; bir merdivenden çıkan diğer merdiveni görmez, diğerinin halinden haberdar değildir; ancak başı ve sonu olmayan mülkün, göğe uzanan milyonlarca merdiveni vardır. Mevlâna şöyle der:

“Cihanda, gökyüzüne kadar basamak basamak uzanan gizli merdivenler vardır. Her grubun, her topluluğun ayrı bir merdiveni vardır; her gidişin, her yürüyüşün başka bir göğü bulunmaktadır! Her biri (her bir merdivenden çıkan) öbürünün (öteki merdivenlerden çıkanların) halinden habersizdir; çünkü başı ve sonu olmayan pek geniş bir mülk var! Bu; ‘O neden böyle hoş?’ diye şaşırmış kalmış; o; ‘Bu neden böyle şaşırmış?’diye hayrette kalmış.” (20) Bu söz sufiler tarafından pek çok anlamları ihtiva edecek şekilde ve değişik tarzlarda ifade edilmiştir. Meselâ: “Ebu Bekir Tamestânî (ö.340/951) Allah’a ulaşan yollar mahlûkatın adedi kadardır.” (21) demekte, Kübreviyye tarikatının kurucusu ve Mevlâna’nın babası Bahâeddîn Veled’in şeyhi olan büyük sufi Necmüddin Kübrâ ise bu cümleyi şöyle yorumlamaktadır: “a) Allah’a ulaşan yollar yaratıkların nefesleri sayısıncadır. b) Dünyada ne kadar yaratık varsa o kadar Hakk’a giden yol olduğu gibi ne kadar iyi huy ve ahlâk varsa onların da her biri O’na gider. c) Allah’a ulaşan yolların çok oluşunda, insanların sanat ve mesleklerinin çokluğuna da işaret vardır. Kısaca bu yollardan, hangisi ile Hakk’a teveccüh edilirse vuslatın mümkün ve müyesser olduğuna şu ayet de işaret etmektedir: ‘…Her nereden yola çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram’a, Kâbe’ye çevir…’ (22) Yani yönleri çokluğu gaye olan isim

55


magrib

düşünce

ve varlığın çokluğunu gerektirmez. Kâbe’nin hangi yönünde bulunursanız bulunun yine O’na yönelirsiniz. Hakk’a talip olan kimsenin vuslat kapısına ulaşması kesindir. Çünkü bütün eşya ve varlıkta ilâhî isimler tezahür eder. Dolayısıyla sanat ve eşya da Allah’a ulaştırma gücüne sahip, yol göstermeye muktedirdir. (23)

“Esans satan ölçme, terazi kefesi yapan tartma dolayısıyla Allah’ın Adl ismi ile ilgilidirler. Fatiha suresindeki ‘Allah’ım bizi doğru yola ilet.’ mealindeki ayette geçen doğruluk da bu anlamdadır. Yine güzel kokusu olan şeyler O’ nun Cemal ismine, acı olanlar da ‘Her acı şifadır.’ sözü gereğince Nafi’ is-miyle ilgilidir. Zehir gibi zararlı nesneler Celal isminin mazharıdır. Bunun gibi saltanat İsm-i azamla, vezaret Vekil’le, müftülük ilimle, eğitimve öğretim ise ‘Allah O’na (Adem’e) isimleri öğretti.’ (24) sırrı ile kadılık ve adliye teşkilatı ise ‘…Şüphesiz Rabbin kıyamet günü hükmünü verecektir…’ (25) gerçeği ile ilgilidir. Çünkü isim müsemmayı, yani sahibini gösterir, ona işaret eder. Müezzin ‘Allah sizi selâmet evine ve yurduna çağırıyor.’ (26) ayetine, imam ise, ‘Kulunun lisanı ile Allah kendisine hamdedenin hamdini işitti.’ mefhumuna işarettir. Mürid-mürşid, ‘…Allah dilediğini tezkiye eder, manevî dünyasını temizler.’ (27) Anlayışı, alan ve satan ise ‘Allah cenneti onlara vermek üzere müminlerin mallarını ve canlarını satın aldı.’(28) ayeti ile ilgilidir.” (29)

F. Günah İşleyen İnsanlar Kasap İçin Otlayan Kuzu Gibidirler

İnsanoğlu, hevâ ve hevesine kapıldıkça, kıymetli inciyi bulmaktan uzaklaşacak, kendinden, özünden kopacak ve ait olduğu yeri hatırlamayacak, tövbeyle temizlenemediği için ziyana uğrayacaktır. İnsanoğlunun, bu kirlenmişlik içinde, asıl vatanı olan cennete girmeye yüzü kalmayacaktır. Çünkü insan, bu durumda özüne ihanet etmiş, sözüne sadık kalmamıştır. İnsanın bu halini “kasap için otlayan kuzu”ya benzeterek Mevlâna şöyle der:

“Yayılıp otlayan kuzu gibi, halkın canı da hem yer, hem de kendisini yerler. Kuzu otlayıp yayıldıkça, kasap yani cehennem; ‘O bizim için otlayıp semiriyor.’ diye sevinir. Sen de yiyip içmede, cehennem gibi oburluk ediyorsun, ama farkında olmadan kendini cehennem için semirtmektesin.” (30) Oysa insan aslını unutmak için ve kirlenmek için dünyaya gönderilmiş değildir. Tertemiz olarak dünyaya gelen insan, temiz kalmayı başardığı ölçüde, varlığının anlamını kazanmış olacaktır. Çünkü insan, bedenden ibaret et ve kemik yığını değildir. İnsan ruhuyla, merhametiyle, vicdanıyla, onuruyla insandır. Mevlâna şu cümleyle bu duruma işaret eder:

“Asıl kendi işini,vazifeni düşün Sen dünyaya sadece mezardaki kurtlara yem olacak bedenini beslemek için gelmedin.Bir gün de hikmet çayırında, fazilet otlağında otla, o aydın ve güçlü gönül sevinsin, gelişip, güzelleşsin.” (31)

56


düşünce

magrib

“Bilinmelidir ki; her günah ve iyiliğin, insanın bâtınından zâhirine sirayet eden bir takım özellikleri vardır; bu bağlamda bazen, zâhirden bâtına sirayet de olur: Çünkü necâsetin bazı türleri hemen yok olurken, bazısı da külfetle birlikte gecikerek yok olur; bazı necâsetin etkisi, ölüme kadar devam edip, berzâhta silinirken, bazısının etkisi mahşere kadar sürer; bazısının tesiri ise, ateşe girinceye kadar devam eder.” (32) Bu sebeple insan için en önemli şey, nereye ait olduğunu hiç aklından çıkarmamasıdır. İnsanın nereye ait olduğunu bilmesi, aynı zamanda dünyadaki duruşunun nasıl olacağının ipuçlarını gösterir. İnsan, nereye ait olduğunu bildiği oranda, temiz kalma çabasını çoğaltacaktır. Bunun için Mevlâna keskin bir ifadeyle, hafızalarımızı tazeleyerek ve bize bir defa daha nereden geldiğimizi hatırlatarak, şu cümleyi sarf eder:

“Rüyâ görüyorum ama uykuda değil! Bu kirli dünyaya ait olmadığımı iddia

G. Kader ve Kaza Karşısında İnsan

ediyorum; yalancı değilim.” (33)

Tek cevherden yaratılan ve yaratıldıklarında renksiz olan, tefrikadan uzak olan ruhlar, bu dünyada renklere büründüler, bölük pörçük oldular, birbirleriyle zıtlaştılar. İyi ruhlar ve kötü ruhlar olmak üzere birbirlerinden ayrıldılar. Bölünmeden sonra, ruhların hangisinin hangi renge bürüneceği, hangisinin iyilerden ve kötülerden olacağı, ezel âleminde Hakk tarafından bilinmekteydi. Hangisinin kara, hangisinin ak olacağı belliydi. Mevlâna’nın tâbiriyle; bazı ruhlar, yeryüzüne gelmeden önce günahlarla ayıplarla doluydu. Bütün ruhlar, kaza ve kaderin hükmüne boyun eğmiş olarak gelirdi. Ezel âleminden kimlerin iyi veya kötü olacağı yahut kimlerin cennetlik veya cehennemlik olacağı bilinmekteydi. “Yani kötü kişi anasının karnında iken de kötüdür.” Mevlâna, insanın alınyazısının değişmeyeceğini vurgulayarak şöyle der:

“Aslında bazı ruhlar, dünyaya gelmeden önce ayıplarla, suçlarla dolu idiler. Fakat ana rahminde bulundukları için insanlardan gizli idiler. Böylece ruh kaza ve kader hükmüne boyun eğer daha ezel meclisinden, bu âleme ayıplı bir ruh olarak seyreder. Kötü kişi anasının karnında iken kötüdür. Fakat bu gibilerin halleri, bedenlerindeki belirtilerden anlaşılır, bilinir. Beden can çocuğuna gebedir. Bir ömür boyu onu vücut rahminde taşır, besler; ölüm ruhun bir başka âleme doğması hadisesinin sancılarıdır.” (34) Bu durumda, akla gelecek ilk soru şu olacaktır. Madem her şey bellidir, insanların alınyazısı bellidir, değişmeyecektir. O halde, günah işleyenlerin suçu nedir? İnsan çaresizlik içinde masum değil midir? Allah’ın insanın sonunu bilmesi veya insanın yazısının değişmeyecek olması; insanın iradesini kullanmaması anlamına gelmez. Her insanın amelinde, kendi iradesi söz konusudur. Bunu kimse inkâr edemez. Ancak şöyle bir incelik söz konusudur: İnsanın sonunun ne olacağı, Hak katında bilinmekle birlikte; bu bilgi insan için giz-

57


magrib

düşünce

lidir. Bu gizlilik, insanın iradesini iyi işlerde kullanmasını ve iyiliklerle dolu bir hayat sürmek için, çaba sarfetmesini gerektirir. Bir misalle bu durumu biraz daha açıklayabiliriz: Bir kimse, ağır bir hastayı ziyarete gittiğinde, hastanın halini görür ve hastanın haline vâkıf olur. Dışarı çıktığında, yanındaki kişiye, “bu hasta en yakın zamanda ölür.” dediğinde ve o hasta birkaç gün içinde öldüğünde, o hastanın ölümü, o kişinin sözüne bağlı olarak gerçekleşmiş değildir. Hastalığı ya da şartları ölümü gerektirdiği için ölmüştür. O kişinin bilgisinin, hastaya bir zararı veya faydası dokunmuş değildir. Mevlâna da insanın işlediği fiillerde iradesinin olduğunu vurgulayarak şöyle der:

“Bizim inlememiz, sızlamamız, ağlamamız, ıstırabımızın, aczimizin, zavallıığımızın delilidir. Fakat yaptığımız hatalardan, işlediğimiz günahlardan pişman olmamız, utanmamız da ihtiyarımızın yani yapma gücümüzün olduğunu gösterir. Eğer bizde ihtiyar, irade olmasaydı, yaptıklarımızdan neden utanacaktık, niçin günahlarımızdan pişman olup, bir daha yapmamaya ahdedecektik? İhtiyar olmasaydı, hocalar neden talebelerini terbiye etmeye uğraşırlardı? Ve niçin türlü türlü tedbirler düşünürlerdi?” (35) “Dünya işlerinden, zevklerinden hangi işe meylin varsa, o işte kendi yapma gücünü açıkça görüyor, cebre bırakmayıp onu kendinden bilerek, kendin yapıyorsun. Meylin ve isteğin olmayan bir işte ise cebri kabul ediyor: “Kul ne yapsın bu Allah’ın takdiridir.” diye düşünüyorsun.” (36) İnsanın, sonunu bilmemesi, büyük bir nimettir. İnsanlar, cennetlik veya cehennemlik olacaklarını yahut başlarına neler geleceklerini bilselerdi; hayat karmakarışık olur, insanların yaşamaya hevesleri kalmazdı. Bunun yanında, insanların said veya şaki olacaklarını bilmemeleri, onları her daim uyanık olmaya sevkeder. Bir insan, ne kadar çok iyilik yapsa da, sonunu bilmediği için bunu yeterli görmez. Hakk’a hizmet etmenin yollarını, daha çok arar, daha çok iyilik yapma azminde olur ve yine hep sonunun şaki olma ihtimalini göz önünde bulundurarak, daha dikkatli ve tedbirli olur. Kendini beğenmez; çünkü sonu belli değildir. Ama iradesi vardır. Kaza ve kader şüphesiz haktır, fakat şunu da bilir ki, kulun çalışması da haktır. Buna göre:

“…Şu hayat mücadelesinde insan, başarıya ulaşamamış, zarar etmiş, bir şey elde edememişse, bu hal onun gereği gibi çalışmamasından ileri gelmiştir. Eğer başarıya ulaşmış, kazanmış, kâr etmişse, bu muvaffakiyet onun çalışmasından, çok gayret sarfetmesindendir. Yoksa Adem Cenâb-ı Hakk’a: ‘Rabbimiz biz gerçekten de nefsimize, kendimize zulmettik.’der miydi? Hz. Adem böyle demezdi de; ‘İşlediğim günah benim bahtımdan; kaderim böyle imiş, kaderim böyle olunca da tedbirin, çekinmenin ne faydası var?’ derdi. İblis gibi; ‘Beni sen azdırdın, hem kadehimizi kırıyor, hem de bizi dövüyorsun.’derdi. Evet, kaza ve kader haktır ama kulun çalışması, tedbirli olması da haktır. Aklını başına al da İblis gibi tek gözlü olma.İki iş arasında tereddüte düşeriz. İhtiyarımız (=yapma gücümüz olmasa bu tereddüt olur mu? İki eli, iki ayağı bağlı olan kişi, bu işi mi yapsam yahut şu işi mi yapsam

58


düşünce

magrib

der mi? Demek ki bizde bir ihtiyar (=yapma gücü) var. Bu halde iken iki işten hangisini yapayım sorusu akla gelir mi? Denize mi dalayım, havaya mı uçayım diyebilir miyim? Ey genç; kaza ve kadere az bahane bul. Nasıl oluyor da suçunu başkalarına yüklüyorsun? Zeyd kan döksün, Amr kısasını çeksin; Amr şarap içsin, Ahmet dayak yesin; böyle şey olur mu? Neye çalıştın da zararını faydasını görmedin? Ne ektin de onu biçip devşirmedin? Candan, tenden doğan işin, hareketin çocuğun gibi gelir, senin eteğini tutar, yakana yapışır.Yaptığın işe gayb âleminde bir şekil bir suret verirler. Hani hırsızlık için darağacı kurmazlar mı? Onun gibi…” (37)

Dipnotlar:

1 Mesnevî, c. I-II, s. 157, by. 2291-2295. 2 Mesnevî, c. V-VI, s. 343-344, by. 76-80. 3 Bk. İsrâ, 17/44. 4 Mesnevî, c. III-IV, s. 81-82, by. 1011-1018. 5 Mesnevî, c. III-IV, s. 82, by. 1021-1027. 6 A. y. by. 1019-1020. 7 Mesnevî, c. III-IV, s. 640, by. 3532-3536. 8 Mesnevî, c. III-IV, s. 492-493, by. 1497-1504. 9 Kadir, 97/4. 10 Tahralı, Mustafa, “Vahdet-i Vücûd ve Gölge Varlık”, Fusûsu’l Hikem Ter cüme ve Şerhi, III (takdim yazısı), İstanbul-1989, s. 31. 11 Mesnevî, c. I-II, s. 47, by. 686-690. 12 Mesnevî, c. I-II, s. 13, by. 1-2. 13 Mesnevî, c. I-II, s. 13-14, by. 2-8. 14 Mesnevî, c. III-IV, s. 644, by. 3628-3632. 15Mesnevî, c. V-VI, s. 366, by. 451-458. 16 Mesnevî, c. V-VI, s. 546-547, by. 2922-2934. 17 Can, a.g.e., c. I-II, s. 185, n. 197. 18 Mesnevî, c. I-II, s. 185, by. 2914-2916. 19 Mesnevî, c. III-IV, s. 93, by. 1293-1298. 20 Mesnevî, c. V-VI, s. 214-215, by. 2556-2559. 21 Kübrâ, Necmüddin, Usûlu Aşere, Risâle İle’l-Hâim, Fevâihu’l-Cemâl, Ta savvufî Ha yat, haz. Mustafa Kara, İstanbul-1996, s. 33, n. 1. 22 Bakara, 2/150. 23 Kübrâ, a. g. e, s. 33-36. 24 Bakara, 2/31. 25 Yunus, 10/97. 26 Yunus, 10/25. 27 Nisa, 4/49. 28 Tevbe, 9/111. 29 Kübrâ, a. g. e, s. 36. 30 Mesnevî, c. III-IV, s. 642, by. 3605-3607. 31 Mesnevî, c. III-IV, s. 643, by. 608. 32 Konevî, a. g. e., s. 17. 33 Mesnevî, c. V-VI, s. 636, by. 4066. 34 Mesnevî, c. I-II, s. 227, by. 3512-3514. 35 Mesnevî, c. I-II, s. 84, by. 618-620. 36 Mesnevî, c. I-II, s. 85, by. 635-636. 37 Mesnevî, c. V-VI, s. 363-364, by. 403-420.

59


Salvador Dali ‘Bulut Dolu Kafa - Erkek’ 1936 (Boymans van Beuningen Müzesi, Roterdam)


Salvador Dali ‘Bulut Dolu Kafa - Kadın’ 1936 (Boymans van Beuningen Müzesi, Roterdam)


magrib

düşünce

Veysel Kurt

Makale

AYDINLANMA’YA İÇERDEN BİR ELEŞTİRİ: FRANKFURT OKULU Giriş Yerine: Frankfurt Okulu Ya da Yarım Kalmış Bir Ütopya

Almanya’da 1920’li ve 30’lu yıllarda ortaya çıkan Frankfurt Okulu’nun menşei, Marksizm’in ya da her türlü tahakkümü eleştirmek ve ortadan kaldırmak gibi pratik bir niyetle tasarlanmış bir kuramın kapsamını neyin oluşturduğu tartışmasından bağımsız değildir. Okulun düşünsel gelişim eksenini kavramak için, bu eksenin bağlamını oluşturan çalkantılı olayların yerli yerine oturtulması gereklidir.: I.Dünya Savası’nın ardından Bati Avrupa’daki sol kanat isçi sınıfı hareketlerinin yenilgisi , Almanya’daki kitlesel sol kanat partilerinin reformist Ya da Moskova denetimindeki hareketler seklinde çöküşü, , Rus Devrimi’ni Stanilizm’e dönüşerek yozlaşması Nazizm ve Faşizmin yükselişi. Bu olaylar , Marksizm’den esinlenen, ama ya sosyalizmin planının tarihin kaçınılmaz bir parçası olduğu ya da “doğru” toplumsal eylemin yalnızca , parti çizgisinin resmi duyurusunu takip edeceği görüşlerinin ne kadar yanıltıcı ve tehlikeli olduğunu anlamaya hazır olanlar açışından temel sorunların sorulmasını sağladı. Frankfurt okulu, doğrudan doğruya anti-Bolşevik bir radikalizm ve ucu açık bırakılmış ya da eleştirel bir Marksizm ile ilişkilendirilebilir. Hem kapitalizme hem de Sovyet sosyalizmine düşman olan Frankfurt okulunun yazıları, toplumsal gelişme için alternatif bir yol olanağı tutma arayışı içinde olmuş; ve 1960 ve 1970’li yıllarda “Yeni Sol”a bağlı olanların çoğu ; çalışmalarında, hem Marksist kuramı ilgi çekici bir yorumunu ve hem de Marksizm’e daha Ortodoks yaklaşımlar tarafından hem de hiç ulaştırılmayan konu ve sorunların (örneğin bürokrasi ve otoriterlik) üzerinde önemle durulduğunu görmüşlerdir. Enstitünün önemli üyeleri, Max Horkheimer (felsefeci, sosyolog ve sosyal psikolog), Friedrich Pollock (iktisatçı ve ulusal planlama sorunları konusunda uzman), Theodor Adorno (felsefeci, sosyolog müzikolog), Erich Fromm (psikanalist, sosyolog), Herbert Marcuse (felsefeci), Franz Neuman (siyaset bilimci, özellikle hukuk alanında uzman), Leo Lowenthal (popüler kültür edebiyat konularında uzman), Henryk Grossman (siyasal iktisatçı), Arkadij Gurlarland (iktisatçı, sosyolog) ve Enstitünün dış çevresinin bir üyesi olarak Walter Benjamin (denemeci ve edebiyat eleştirmeni). Enstitünün üyelerine sık sık “Frankfurt okulu” olarak hitap edilir. Ancak bu, Enstitü üyelerinin çalışmaları her zaman birbirine sıkıca bağlı ya da tamamlayıcı bir projeler dizisinden oluşmadığı için, yanıltıcı bir adlandırmadır. Bir “okul” dan meşru bir biçimde söz edilebilmesi, yalnızca Horkheimer, Adorno, Marcuse, Lowenthal, Pollock ve (Enstitünün ilk dönemleri için) Fromm’un çalışmalarına referansla mümkündür ki, bu kişiler arasında da oldukça temel görüş ayrılıkları bulunmaktadır.

62


düşünce

magrib

Eleştirel kuramın ikinci kolu, Jürgen Habermas’ın felsefe ve sosyoloji alanlarındaki, eleştirel kuram kavramını yeniden şekillendiren yakın dönem çalışmalarından kaynaklanmaktadır. Bu yeniden şekillendirilme girişimine katkıda bulunanlar arasında, Albrecht Wellmer (felsefeci), Claus Offe (siyaset bilimcisi, toplumbilimci) ve Klaus Eder (antropolog) bulunmaktadır. Aşağıda yapılacak olan değerlendirme, Frankfurt okulunun önde gelen üyelerinin -Adorno, Horkheimer, Marcuse ve Habermas- çalışmalarına yöneliktir; onlar, eleştirel bir toplum kuramının geliştirilmesinde bugüne dek başlıca katkıları gerçekleştirmiş olan kişilerdir. Bu tür bir kuram fikri, onların çalışmalarındaki birtakım ortak öğeler aracılığıyla saptanabilir. Eleştiri kavramının akıl ve bilginin olanaklılığının koşullarına yönelik bir ilgiden (Kant), tinin ortaya çıkışı üstüne düşünmeye (Hegel) ve daha sonra da özgül tarihsel biçimler üstünde bir vurguya-kapitalizm, değişim süreci (Marx) doğru genişletilip, geliştirilmesi, Enstitü tarafından da sürdürülmüştür.

1.AYDINLANMA NEDİR 1.1. Aydınlanma Tartışmaları: Zöllner, Mendelssohn, Kant ve Foucault

Aydınlanmanın tarihsel olarak ne ifade ettiğine ve Aydınlanmaya sonradan yöneltilen eleştirilere geçmeden önce Aydınlanma üzerine erken dönemde cereyan eden bir tartışmayı ele almak konuyu aydınlatmak açısından faydalı olabilir. Bu tartışmanın ana eksenini oluşturan metinler, hem Aydınlanma düşünürlerine ait olan birincil metinler olması bakımından, hem de böylelikle birincil ağızdan Aydınlanma üzerine söylenenleri açığa vurması -Foucault’un deyimiyle Aydınlanmanın kendi kendini tanımlaması- (1) dolayısıyla önem arz etmektedir. 1784 yılında Almanya’da yayınlanan Berlinische Monaschrift dergisinin editörü Zöllner yaşanan dönemi fazlasıyla ilgilendiren bir soruyu ortaya attı: “Aydınlanma Nedir?” Bu soru o dönemde yaşayan düşünürlerce çokça tartışıldı;ancak burada çözümlemesini yapacağımız metinler en çok ilgi uyandıran ve sonraki bir çok tartışmaya dayanak oluşturan ve soruyu soran dergide yayınlanan Moses Mendelssohn’un “Aydınlanma Nedir Sorusu Üzerine” ve aynı dergide üç ay sonra yayınlanan İmmanuel Kant’ın aynı soru ekseninde “Aydınlanma Nedir Sorusuna Yanıt” başlıklı yazılar olacaktır. Bu iki yazıyı ilginç kılan her ikişinin de aynı soruya yanıt aramaları ve eş zamanlı olarak, birbirinden habersiz yanıt vermeleriydi. Aydınlanmayı eğitimin teorik unsuru olarak ele alan Mendelssohn, Aydınlanmayı kısaca “akla dayalı bilgi ile insanın yapısı için olan önem ve etkileri oranında insan yaşamına dair şeyler hakkında akla dayalı düşünme yeteneği ile ilgilidir” şeklinde ifade etmiştir. (2) İnsan yapısını da “insan olarak insan” ve “yurttaş olarak insan” şeklinde ikiye ayıran düşünür “insan olarak insan”ın aydınlanmaya ihtiyacı olduğunu

63


magrib

düşünce

vurgular. Ancak bu aydınlanmanın insanın öteki yapısı ile çatışabileceğini ve bu durumda devletin (yasaların) bu ikisinin uyumunu sağlamak zorunda olduğunu belirtmiştir. Aydınlanmayı akla uygunluk çerçevesinde insan yapısının bir gerekliliği olarak gören Mendelssohn aydınlanmanın kötüye kullanılışının toplumu katılığa, bencilliğe ve anarşiye götürebileceğini ifade etmektedir. (3) Aydınlanma ile ilgili endişelerini de dile getirmekten geri durmayan Mendelssohn, çok güzel bir nesnenin çürümüş halinin de aynı derecede berbat olacağını vurgulamaktadır. Aydınlanma’nın ışığından gözlerimizin kamaştığı, ateşinden bedenimizin kavrulduğu şu dönemi görmesi hiç de fena olmazdı! Aynı dönemde aynı soruya yanıt arayan ünlü filozof Kant ise aydınlanmaya çok farklı bir açıdan yaklaşmış ve günümüze kadar aydınlanma üzerine yapılacak tanımların vazgeçilmez bir referansı olmuştur: “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır Sapare Aude! Aklını kendin kullanmak cesaretini göster! Sözü şimdi Aydınlanmanın mottosu olmaktadır.” (4) Yazının ilerleyen satırlarında Kant Aydınlanma’nın ön koşulunun özgürlük olduğunu ifade edecektir. Ancak Kant bu özgürlüğü körü körüne kullanılan bir ifade ve davranış özgürlüğü olarak değil; insanın kendi konumunun farkında olarak kullandığı bir durum olması gerektiğini söylemektedir. İnsanın aklını kullanmasını, insanın aklını kamu yararına bir bilgin olarak kullanması ve aklın özel kullanımı şeklinde ikiye ayırmıştır. Bu ayırımı çok ince bir şekilde irdeleyen Kant bu ayırımın çok dikkatli yapılması gerektiğini söylemektedir. Bunu çeşitli örneklerle açıklayan Kant, özgürlüğün insanın görevini kötüye kullanmasına sevk etmemesi gerektiğini söyler. Örneğin bir vatandaş vergi sistemini eleştirebilir fakat buradan vergi ödememek gibi bir aşırılığa kaçmamalı. Bu dengeli eleştiri özgürlüğünü kendi vatandaşına tanıyan tek hükümdarın Friedrich olduğunu savunana Kant hükümdarın bu dengeyi “istediğiniz konular üstünde istediğiniz kadar düşünün; ama itaat edin” sözüyle sağladığını ifade eder ve bir çok kimsenin akıl çağı olarak adlandırdığı Aydınlanma çağının “Friedrich Çağı” olduğunu savunur. Uzunca ve dakik çözümlemelerden sonra Kant çağını sorgulamak adına çok önemli bir soru sorar: “Peki şimdi aydınlanmış bir çağda mı yaşıyoruz.” Bu yalın soruya aynı yalınlıkta “hayır” cevabını vererek bu anlamda kat edilecek çok yol olduğunu ifade eder. (5)

64


düşünce

magrib

Aydınlanma’nın ne olduğu sorusuna Kant’ın verdiği cevap üzerine, yeterince yapılmış bir sürü mütalaaya bir yenisini katmak değil niyetimiz. Esasen Kant kendi çağında, çağdaşlarının kendi çağları veya eylemleri hakkındaki bir değerlendirmenin öznesi olarak ve Aydınlanma mefhumu henüz şekillenmekteyken muhatap olduğu soruya kendince bir cevap vermiştir. Kant’ın 1784 yılında muhatap olduğu “Aydınlanma Nedir?” sorusuna verdiği cevapla ortaya çıkan küçük fakat öz metnin felsefi düşünüşe önemli bir katkısı olmuştur. Foucault’ya göre, Kant’ın bu soruya verdiği cevaptan sonra felsefenin bütün mahiyetini belirleyen bir gelişme yaşanmıştır. “Denilebilir ki”, diyor Foucualt, “şimdi ‘Felsefe Nedir?’ diye bir soruya muhatap olsak, rahatlıkla ‘Aydınlanmanın ne olduğu sorusuna cevap arayan bir uğraş’ olduğunu söyleyebiliriz.” (6) Aydınlanma literatüründe çok önemli bir yer tutan Kant’ın bu yalın metnini çetrefil bir tarzda çözümleyen Michael Foucault, Kant’ın aydınlanmaya yönelik yaklaşımını felsefi çözümleme açısından çığır açıcı yeni bir yaklaşım olarak değerlendirir. Zira Kant Aydınlanmanın ne olduğunu sorgularken yaşadığı çağı sorguluyordu. Bunu “şimdi”nin kalbine yönelmiş bir ok olarak değerlendiren Foucault, Kant’a göndermeler yaparak “Aydınlanmayı insanoğlunun kolektif olarak katıldığı bir süreç ve kişisel olarak başarılması gereken bir cesaret gösterisi” olarak ifade etmiştir. Kant’ın sorduğu soruya olumsuz cevap veren Foucault, hiç ergin bir duruma erişip erişmedikleri konusunda şüphesi olduğunu ve bir çok deneyiminden Aydınlanmanın bunu sağlayamadığını ifade etmiştir. (7) Foucault söz konusu yazısında amacının “Aydınlanma’ya karşı bir inanç tazeleme” olmadığını, aksine “Aydınlanma’nın canlı, bozulmamış mirasını koruma arzusunun softalığından kurtulma(k)” olduğunu söylerken, Kant’ın Aydınlanma üzerine düşünümle formülleştirdiği şimdi üzerine ve kendi kendimiz üzerine eleştirel soruşturmaya bir anlam atfetmeye” çalıştığını söyleyebiliriz.

1.2.Aydınlanma ve Aydınlanma Eleştirileri

Herhangi bir felsefi ve sosyal düşünce için olduğu gibi, Aydınlanma için de kesin bir başlangıç ve bitiş dönemi belirlemek mümkün olmasa da Aydınlanmanın 17. yy’ın ikinci yarısından itibaren başlayıp 19. yy’ın başlarına kadar devam eden bir düşünce olduğu genelde kabul gören bir görüştür. Ancak bu tarihlerin belirtilen anlamda belirli bir öneme sahip olmalarına karşın bu tarihlerden önce Aydınlanma’yı önceleyen ve Aydınlanma düşüncesinden sonra Aydınlanma’nın etkisiyle oluşan düşünceler dikkate alındığında bu tarihlerin kesin sınırı ifade etmedikleri görülür. Nitekim Aydınlanmanın ön tarihinde 15. yy’ın ortalarındaki Rönesans hareketi, 16. yy’daki Reform hareketi, ve 17. yy’ın ortalarından itibaren etkisini gösteren Kartezyen felsefe bulunmaktadır. 18. yy ise Aydınlanma yy’ı olarak adlandırılabilir. Kilisenin siyasi hakimiyetini kaybetmesi, Ortaçağ skolastiğinin çökertilmesi, aklın tanınması, bilimsel yaklaşımın düşünceye damgasını vurması, insanın doğaya hakim olması, dilin Tanrısal özünün boşaltılması ve dil ile nesnel dünya arasında bir uygunluk sağlanması, özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi insancıl ilkelerin yerleşebilmesi, kısacası büyük

65


magrib

düşünce

“modernleşme tasarısı”nın duraksamadan uygulamaya konulabilmesi bir yüzyıl içinde gerçekleşmiş olaylar dizgesi değildir. (8) Aydınlanma düşüncesinin yayılması konusunda çaba harcayan isimlere baktığımızda Kant ve Hume dışında hiçbirinin kurumsal anlamda bir felsefi sisteme sahip olmadığını Aydınlanmanın düşünürlerin, kültür eleştirmenlerinin, dini şüphecilerinin ve siyasal reformcuların gevşek, bütünüyle örgütlenmemiş bir koalisyon olduğuna dikkat çeken Peter Gay, bu gürültülü koronun esasta genel bir uyum sergilediklerini ifade etmektedir. (9) Bu düşünürlerin üç kuşak oluşturduğunu ifade eden Gay, bunu da Aydınlanmanın kendi içinde bir evrim geçirdiğinin bir işareti sayar: Montesquieu ve Volteir’in yer aldığı Newton ve Locke’un düşüncelerinin başat kaldığı ilk kuşak; 18. yy’ın ortalarında olgunluğuna kavuşan Buffon, Hume, Rousseau, Diderot, ve d’Alembert’in teşkil ettiği ve Aydınlanma düşüncesine belirli bir yön kazandıran ikinci kuşak; ve nihayet Kant, Turgot ve Condorcet gibi isimlerle Aydınlanmanın kendi sınırına geldiği üçüncü kuşak. Bu kuşaklar arasında Newton bilimsel alanda, Locke felsefi alanda, Montesquieu ise siyasal alanda cereyan eden tartışmaların öncülleri olarak değerlendirilebilir. Bu düşünürlerin bir istisnası vardı: Aydınlanmayı “içerden” eleştiren ve kendi dönemine ters düşen düşüncelere sahip en önemli isimlerden biri olan Roussoeu, ilerleme düşüncesinin bedelini insanların toplumsal ahlaktaki gerilemeyle ödediğini ifade ederek, aydınlanmanın vurgu yaptı yaptığı bireyin “benlik”inin göz ardı edildiğini belirtmiştir. (10) Rousseau bireyi ezen bir toplum yapısından, bireyin toplumun üstünde kurgulandığı bir diğer yanlışa gelindiğini ifade ediyordu. Onun tasarladığı bireyin varoluşunu ortadan kaldırmayan ve bireyin iradi olarak vazgeçemeyeceği bir toplum yapısıydı. (*) Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde farklı aydın ve filozofların etkisiyle ortaya çıkmışsa da Aydınlanma bütün Avrupa’yı kapsayan bir entelektüel oluşum olarak olayların ve nesnelerin olduğundan daha iyi olabileceğine yönelik bir optimizm, akla ve düşüncenin önceliğine yönelik bir entelektüel yönelim, insanı merkeze alarak toplumsal duyarlılık gibi esaslar üzerinde durması bakımından hemen hemen her yerde aynı özellikleri gösteriyordu. Dilthey’in formülasyonu ile ifade edersek “aklın özerkliği, entelektüel kültürün dayanışması, aklın ilerleyişinin kaçınılmazlığına olan inanç, ve tinin aristokrasisi” Aydınlanmanın çizgisini belirleyen temalar olmaktaydı. (11) Aydınlanma düşüncesinin amacı insanları, esasta kötü ve köleleştirici olduğuna inanılan mit, önyargı ve hurafenin ve bunları besleyen kurulu düzenden kurtararak; esasta iyi, ve özgürleştirici olduğu kabul edilen “aklın düzeni”ne sokmaktır. Aydınlanmanın entelektüel yapısında aklın düzeni bütün insanlar için a priori olarak iyi addedilen bütün öğeleri kapsamaktadır. Chris Brown’un ifadesi ile “aklın gücü, bilimsel bilgiye itibar etme, ve daha çok birinin içinden gelerek kendi kendisi için

66


düşünce

magrib

düşünmesi sayesinde, karanlığın (önyargı, gelenek ve sarsılmaz otoritenin) yerini almaktadır.” (12) Bu nedenle Aydınlama çağı aynı zamanda akıl çağı olarak da adlandırılmaktadır. Bu esaslar dolayısıyla Aydınlanmanın biricik ve özgün olduğu düşüncesine karşı çıkan Becker’e göre Aydınlanma düşünürlerinin yaptığı şey, “ortaçağdan devralınan mirasın sekülerleştirilmesinden başka bir şey değildir. Bir kelimeyle St. Augustinas’ın Cennetsel Şehrini bir yeryüzü şehrine dönüştürmekten başka bir şey değildir.” (13) Bu düşünürler evren fikrine karşı çıktılar ama kendi kendine işleyen evren fikrine karşı koymadılar; geleneksel her türlü otoriteye karşı çıkarken aklın ve tabiatın yeni bir otorite olmasına göz yumdular ki; bu da aydınlanmanın ana prensip olarak otoriteye karşı olmadığını göstermektedir. Aydınlanma düşüncesini yukarıda saydığımız öncellerinden ayıran şey ise “akıl” konusudur. Ernst Cassirer’e göre Aydınlanma düşüncesinin merkezini oluşturan akıl, tarihsel ve toplumsal olarak belirlenmiş bir kavram olmaktan çok bütün özneler için geçerli, evrensel bir öz taşıyan bir kavramdı ve bizi bu dünya içinde evimizde hissetmeye muktedir kılınmasından ibarettir. Bu akıl bir miras olmaktan çok bir kazanımdı. (14) Peki bir kazanım olan bu aklın sınırları ve kapsamı ne idi? Aydınlanma evrensel bir karakter mi taşıyordu yoksa Batı’ya ait bir değerler bütünümüydü? Batı’nın kendine has tarihsel şartları sonucunda ortaya çıkan bu düşünceler sistematiği aslında tamamen Batı’ya ait bir değerler manzumesidir. Zaten aydınlanmayı özgün kılan sadece ortaya çıkardığı sonuçlar ve sorduğu yeni sorular değil; aynı zamanda onu oluşturan şartlardır. Dolayısıyla aydınlanma Batı’ya aittir ve sadece kendisi kendi sınırlarını çizebilir.

2.ELEŞTİREL TEORİ VE AYDINLANMA ELEŞTİRİSİ 2.1. Marksizm Eleştirisinden Aydınlanma Eleştirisine

Aydınlanma eleştirisi Frankfurt okulu düşünürlerinin başlangıç noktası olmasa da oluşturdukları literatürde oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Başlangıç aşamasından itibaren Marksizm’in kendi içinde kabul edilmiş eleştirilemez doğrular sistemi olarak kabul etmemiş; ve Marksizm lehine Marksizm eleştirisi ile yola koyulmuşlardır. Batı dünyasında beklenen devrimlerin bir türlü gerçekleşmemesi, Sovyet devriminin bürokratik bir totaliteryanizme dönüşmesi, Avrupa’da faşist hareketlerin yavaş yavaş kendini göstermeye başlaması kısacası, köklü biçimde değişen koşullar onları Marksizm’in yeniden yorumlanması gerektiği düşüncesine götürdü. Böylece Horkheimer ve Adorno’nun çözümlemeleri ve eleştirileri daha radikal bir mahiyete sahip oluyordu. Radikalleşmeye başlamıştı çünkü, çözümlemeler sorunun görünen yanlarından -“praxis”in imkanlarını araştırmaktan- kökene ve tarihin irdelenmesine doğru yol alıyordu. Martin Jay’a göre Frankfurt okulu üyelerinin dü-

67


magrib

düşünce

şüncesinin geçirdiği bu değişikliğin en açık ifadesi, Marksist bir kuramın temel taşını oluşturan sınıf çelişkişinin yerine, tarihin motorunu başka bir yerde;Tarihin motor gücünü artık çok daha kapsamlı bir başka çelişkide; İnsan İle Doğa arasındaki, hem birbirinden ayrı iken hem de iç içe iken varolan çelişkide aramaya başlamaları olmuştur. (15) Dolayısıyla bu arayış kapitalizmden daha önceki dönemlere kadar uzanan ve kapitalizmin sona ermesinden sonra da sürecek olan bu çelişkide aranmalıydı. Başlangıç noktaları da tahakkümün artık ekonomik nitelikte olmayan, daha kapsamlı bir yapıya dönüştüğü düşüncesiydi. Anlaşılacağı üzere bu yeni arayış Marksizm’den kopmanın açık bir belirtisiydi.

2.2. Aydınlanma Eleştirisi

Bir önceki bölümde sözü edilen kopma Frankfurt Okulu düşünürlerini –özellikle Adorno ve Horkheimer’i- yeni bir aşamaya getirmişti. İnsan ile doğa arasındaki çelişkiye eğilmeleri onları bu ikisini birbirinden ayıran insanın doğa üzerindeki tahakkümünü meşrulaştıran Aydınlanma düşüncesinin eleştirisine götürdü. Aslında bu düşüncenin izlerine Horkheimer’in erken dönem düşüncelerinde rastlamak da mümkündür: Erken dönem makalelerinden birinde Horkheimer, Machiavelli’nin siyasal gerçekçilik teorisine karşı çıkarak insan-doğa ayırımının, insanın doğadan üstün olduğu anlamına geleceğini vurgulayarak, böyle kategorik bir ayırımın yapılamayacağını vurgulamıştır. (16) Horkheimer ve Adorno’nun bu ayırıma karşı çıkmaları bu ikişinin özdeş olmaları gerektiği anlamına gelmemektedir. Ancak bu ayrımın mutlak bir kategorileşmeye dönüşmemesi gerektiğini savunuyorlardı. Bu ayırımın daha olumsuz etkişinin insanın toplumsal yaşamına da yansıyacağını ifade eden düşünürler, doğa üzerindeki tahakkümün insana da yansıyacağını vurgulamışlardır. İnsan ile doğa arasındaki özne-nesne konumlanmasının insanlar arasında “yöneten-yönetilen” ayrımına dönüşeceğini ve bunun Marks’ın dediği gibi kapitalist süreçle sınırlı olmadığı, daha kapsamlı bir düşüncenin ürünü olduğunu vurgulayarak “aydınlanmanın totaliteryen bir karaktere sahip olduğunu” (17) belirtmişlerdir. 1940’lardan itibaren Horkheimer ve Adorno, Aydınlanmaya açıkça cephe almaya başlamışlardı. Bu dönemden itibaren Aydınlanma düşüncesi içinde gördükleri Marks’ı da olumsuzlamaya da başlayacaklardır. Marks’ın insanın başlıca kendini gerçekleştirme aracı olarak “emek”i görmesi, insanı çalışan hayvan konumuna indirgiyordu; ki, bu da özünde doğanın insan tarafından sömürülebileceği düşüncesini taşıyordu. (18) Horkheimer ve Adorno, Aydınlanmayı eleştiri konusu olarak seçtikleri eserlerinde elbette Marks başlıca hedef değildi. Tüm bir aydınlanma düşüncesini ve insanı özgürleştirici olduğuna inanılan mitik süreci hedef almışlardı kendilerine. Bu mistifikasyon

68


düşünce

magrib

sürecinin hala onarılabileceklerine dair taşıdıkları inancı Vernunft kuramı –insan ve doğa dahil olmak üzere tüm çelişkilerin sonunda uzlaşabileceğine dair kuram- gerçekleştirmeye çalışıyorlardı. Bu yüzden aydınlanmanın baş figürü olan “araçsal aklın” dengeleyicisi olarak gördükleri “nesnel akıl”ı vazgeçilemez bir konuma yerleştirmişlerdir. Bu iki akıl biçiminin bir birinden ayrı olmadığını vurgulayan Horkheimer “felsefeye düşen iş bu iki alı birbirine karşı kullanmak değil; bu ikişine karşı eşit bir eleştiriyi sürdürerek, bu ikişini birbiriyle uyuşabilir duruma getirilmesini sağlamaktır.”(19) Aydınlanma eleştirisi aydınlanmanın kendi kendisiyle çeliştiği düşüncesi ile başlar. Aydınlanmanın Diyalektiği’nin temel tezlerinden biri de insanı mitik düşünceden kurtaran Aydınlanmanın kendisinin bir mite dönüştüğü tezidir. Aydınlanma öncesi düşüncede yer alan tanrının yerini insan almış ve doğaya ait ve diğer şeyleri kendisinin bir nesnesi olarak görmüştü. (20) Aydınlanmadan itibaren her şeyin ölçüsü insandır. İnsana biçilen bu başat konum gün gelecek insanı da boyunduruğu altına alacaktır. Faşizmin yükselişini bu bağlamda değerlendiren Adorno ve Horkheimer, Faşizmi doğanın karşı-başkaldırışı olarak nitelemişlerdir. (21) Düşünürlere göre aydınlanma insanı mitik düşünceden kurtarmayı amaç edinirken, kendi kendisinin tuzağı olup çıkmıştı. Martin Jay’a göre iki temel nedenden dolayı amaçladığı durumun tersine bir durumun oluşmasına yol açmıştı:Birincisi olan araçsal akıl, her şeyin evrensel alış verişin hizmetinde olduğu ve her şeyin bir başka şeyin soyut değerine indirgendiği değişim ilkesiyle yakından bağlantılıydı. Adorno’nun deyişiyle niteliksel olarak farklı olan varlıklar, zorla, nicel bir özdeşliğe sürüklenmiş bulunuyordu. Bu olgunun en önemli kurbanlarından biri birey oluyordu. Burjuva döneminin vaadi olan bireyliğin, eriyip ortadan kalkmasının yerine konmak istenen kolektif özde öznellik formlarından hiçbirine umut bağlamıyordu, Horkheimer ve Adorno. (22) Burada dikkatimizi çeken nokta; Aydınlanmanın baş amaçlarından biri olana bireyi ön plana çıkarma düşüncesi tam tersine dönmektedir. Aydınlanmanın bireyi başat kılma uğraşısı tersi bir sonuç vermiş ve birey eriyip gitmişti. Burada Horkheimer ve Adorno, Rousseau’yu haklı çıkaracak bir tavır takınmışlardır. Zira Aydınlanmanın muhalif düşünürü bunu daha önce vurgulamıştı. Araçsal aklın tahripkar etkilerinin ikinci sebebi ise; araçsal aklın, doğanın tahakküm altına alınması konusu ile yakından bağlantılı olmasıydı. Öznenin nesneyi kontrol altına alma meşruiyetini kendinde görmesi, bir süre sonra “şeyselleşmiş” öznenin de tahakkümüne yol açmıştı. Aydınlanmanı bu konudaki yanlışlığı diyor Horkheimer ve Adorno “sürecin kendince daha başlangıçta kesin, belirlenmiş olmasından ileri gelmektedir.” (23) Bu durumun faşizme yol açtığı daha önce de belirtilmişti. Aydınlanma böylece teknolojik gelişmelerin yardımı ile ürettiği kontrol mekanizmaları sayesinde doğal baskıyı önleme adına barbar bir mahiyete sahip oluyordu. (24)

69


magrib

düşünce

Doğa üzerindeki tahakkümün toplumsal versiyonunu Horkheimer ve Adorno “kültür endüstrisi” olarak tanımlamışlardı. Bu tanım kısaca her şeyin ve bu arada insanların da nesneleşmesini “şeyleşmesi”ni ifade ediyordu. Bu şeyleşme kitlelerin standartlaşması ve kurulan siyasi ve ekonomik (totaliter) düzenin birer nesnesi olmalarını sağlıyordu. Horkheimer ve Adorno bunun insanlar için bir “unutma” olduğunu vurguluyorlardı. Bu durumda bireyler disiplin altına alınmış ve verili şartların esiri durumuna düşüyordu. Halbuki onlara göre aklın gerçek işlevi şeyleşmenin reddedilmesi olmalıydı. “Doğa üstündeki gittikçe artan teknik egemenlik olarak aydınlanma, Horkheimer’le benim daha önce yazdığımız gibi kitleleri aldatma haline gelmekte, bilinci zincire vurma yöntemine dönüşmektedir. Kendi başlarına bilinçli olarak yargılayan ve karar veren özerk, bağımsız bireylerin gelişimi önünde bir engel olarak durmaktadır. Böyle bireyler güçlenmek ve gelişmek için olgun insanlara ihtiyaç duyan demokratik toplumun olmazsa olmaz koşuludur” (25) Kültür endüstrisi sadece totaliteryen ülkelerde meydana gelen bir hadise değil, aynı zamanda kapitalist dünyanın demokratik ülkelerinde de görülüyordu. Aralarındaki fark demokratik ülkelerdeki şeyselleşmenin daha yumuşak ve daha ince yollarla olmasıydı. Aydınlanma düşüncesine bu denli sert bir yaklaşımda bulunmaları o güne kadar alışılagelmiş bir şey değildi. Onların uyarılarının bu denli ses getirmesi, Aydınlanma kavramı etrafında işlenmiş bulunan yoğun bir sembolizmin tam ortasından konuşuyor olmalarından kaynaklanıyordu. Bu uyarıların bir çeşit irtidat hareketi olarak anlaşılması bile Aydınlanma etrafında ne kadar güçlü bir ortodoksinin; aklı kuşatan bir itikadlar serisinin; dinsel bir heyecanın şekillenmiş olduğunu göstermektedir. (26) Eleştirel Teori’nin günümüzde yaşayan temsilcisi(!) Jurgen Habermas, Horkheimer ve Adorno’nun aydınlanmaya yönelttiği bu acımasız eleştirileri haksızlık olarak görmektedir. Habermas’a göre Aydınlanmayı bir kriz olarak ele alan Horkheimer ve Adorno doğru yerden başlamışlar ve onların eleştirisi Aydınlanmaya bir katkı sağlayabilirdi. Ancak kriz ve eleştiri arasındaki tamamlayıcı bağ zaman içinde değişikliğe uğramış ve bu düşünürler için Aydınlanma artık tamir edilecek konumundan çıkmıştı. (27) Gerçekten de Horkheimer ve Adorno –yaşadıkları çalkantılı dönemin de etkisiyle- iflah olunmaz bir pesimizme kapılmışlardı. Habermas bu düşünürlerin bu pesimizmini onlarda baş gösteren Nietsche’nin etkisine bağlıyordu. Ve ona göre, Aydınlanmanın Batı toplumuna sağladığı getirilerden hiçbirini kayda değer görmeksizin, Aydınlanmayı acımasızca eleştirmek keyfi bir nihilizme dönüşebilir ve bu da aydınlanma mirasının terk edilmesine yol açabilirdi. (28) Halbuki Habermas, araçsal aklın bireyin yabancılaşmasına yol açtığı konusunda Horkheimer ve Adorno’ya hak verse de, bu, Aydınlanmanın totalize bir eleştirisini meşru kılmamaktadır. Kaldı ki bu kaostan kurtulmanın yolu gene aklın işlevselliği sayesinde gerçekleşeceğinden Aydınlanmanın ruhundan ümidi kesmemek gerekir. (29)

70


düşünce

magrib

Aslında Horkheimer ve Adorno’nun da amacı Aydınlanmayı eleştiri bombardımanına tutmak değildi. Onların derdi “Aydınlanmanın aklını başına devşirmesiydi. bunun ön şartı da aydınlanmanın muğlak egemenliğe boyun eğmeyişi olmalıydı.” (30) Ancak şu da bir gerçektir ki onların eleştirisi eleştiri olarak kaldı ve ortaya koydukları bu sorun için pek bir katkı yapmadılar. Çünkü boyun eğmiş aydınlanmanın, egemenliğin kitleler üzerindeki tahakkümünün bir parçası ve devam ettiricisi olduğuna inandılar.

SONUÇ

I. Dünya savaşı sonrası Almanya’sında ortaya çıkan Frankfurt okulu, yaşadığı dönemin bütün trajedilerini yansıtan bir düşünceler yumağıdır. Dönemin akademik anlayışına ters düşen fikirleri, kendi aralarındaki çelişkiler, iddialı çıkışları, yaşanan sürgünler, kendilerine bağlanan umut, ve sonunda gene en baştaki gibi hayal kırıklığı… bütün bu ve bundan daha fazlasıyla Eleştirel Teori Batı paradigması içinde ortaya çıkan eleştirel bir bakış olarak düşünce tarihindeki önemini her zaman koruyacaktır. Onların dünyası, eleştirinin meşruiyetinin olduğu bir dünyaydı. Düşünce tarihinde “olumsuzlama”ya ve eleştiriye bu kadar umut bağlamış bir başka fraksiyon yoktur. Kendi dönemlerinde paradigma-içi eleştiriye sahip başka hiçbir düşünceye yanaşmamaları bu durumun önemli bir izahıdır. Aydınlanma döneminden önce ortaya atılan bu güne kadar gelen bir söylem olan Aydına düşen görevin “gerçekleri haykırmak” ya da “dünyayı, insanlığı kurtarmak” değil, ilkin dünyayı anlamaya çalışmak olduğu kanısı bugün sık sık tekrarlanıyor. Marx, ünlü tezinde “Filozoflar şimdiye kadar dünyayı çeşitli biçimlerde yorumladılar; oysa sorun dünyayı değiştirmektir,” demişti. Frankfurt okulunun durumu bu iki tanımın bileşkesidir diyebiliriz. Onlar dünyayı hem anlamaya hem de değiştirmeye çalıştılar. Marks’ın ortaya koyduğu teori ve düşüncelerini işlevselleştirmek amacı ile çıktıkları yol, onların bile tahmin edemeyecekleri bir noktaya varmıştı. Amaçları Marks’ın izinde, toplumsal dinamiğin yön verdiği bir düşünce sistemi geliştirmekti. Ancak bu noktada Marks yetersiz kalıyordu. Araştırmaya başladıkları ilk çıkmaz onların ilk eleştiri konusu oluyordu: Marks’ında içinde yer aldığı aydınlanma düşüncesi. Süreç içinde eleştiri yerini yavaş yavaş pesimizme bırakıyordu. Aslında yaşadıkları hayata bakmak bile bize bu pesimizm hakkında yeterli ipuçları sağlayabilir. Tam bu noktada Aydınlanmanın Diyalektiği’inin sürgünde iken yazıldığı ve kitabın ilk baskısının Amerika’da yapıldığı hatırlanmalıdır. Yaşadıkları son ise hüzünlü filmin son karesi gibidir: bütün bu keşmekeşlikten el-etek çekip İsviçre’de bir çiftliğe yerleşen Horkheimer; ve ömrünün sonuna kadar düşüncelerinden ve mücadelesinden vazgeçmeyen, hiçbir akademik saldırı karşısında geri adım atmayan Adorno’nun sınıfta öğrencileri tarafından tahkir edilerek pes ettirilmesi…

71


magrib

düşünce

Dipnotlar: 1 Michael Foucault, “Doğruyu Söyleme Sanatı”, 1995,(çev. Eda Özgül, Özlem Oğuzhan),Toplumbilim, Temmuz 2000, sayı.11 s.78 2 Moses Mendelssohn, “Aydınlanma Sorusu Üzerine”, (çev:Ali Irgat) Toplumbilim, Temmuz 2000,sayı:11, s.13 3 aynı yer, s,14 4 Emmanuel Kant, “Aydınlanma Nedir Sorusun Yanıt” , 1784, (çev:Nejat Bozkurt)Toplumbilim,T emmuz 2000, sayı.11, s. 17 5 aynı yer, sh.20. ayrıca Kant aynı konuları daha geniş bir şekilde ele aldığı “Saf Aklın Eleştirisi”nin önsözünde çağımızın bir eleştiricilik çağı olduğunu ve her şeyin bu kritisizme bağlanması gerektiğini ifade etmiştir. 6 Michael Foucault, a.g.m. s.79 7 Michael Foucault, “Aydınlanma Nedir”,1992 (çev:Eda Özgül, Özlem Oğuzhan),Toplumbilim, Temmuz 2000, sayı.11 s.70 8 Hasan Aksoy, Nazan Aksoy, “İki Aydınlanma” Birikim Dergisi,ocak 92 sayı 33 s.58-59 9 Aktaran; Ahmet Çiğdem, a.g.e, s.17 10aynı yer, s.197 v.d. * buna benzer görüşlere sahip Türk düşünürü Nurettin Topçu’nun geniş tahlilileri için bkz. N.Topçu ,“İsyan Ahlakı”, Degah yay. 11 Aktaran; Ahmet Çiğdem, “Aydınlanma Felsefesi”, Ağaç Yayıncılık, İstanbul 1993, s.12 12 Chris Brown, “Chritiical Theory and Postmodernizm in İnternational Relations Theory” 13 Aktaran, Ahmet Çiğdem, a.g.e. s.15 14 Ernst Cassirer, “The Philosophy of Enlighment”, Princeton University Pres, Princeton, 1951, s.5,6 15 Martin Jay, “Diyalektik İmgelem”,(çev:Ünsal Oskay), Belge y.,2005,İstanbul,s.370 16 Max Horkheimer, “Burjuva Tarih Felsefesinin Kökenleri”, (aktaran,Jay, a.g.e., s., 371) 17 Horkheimer ve Adorno, “Aydınlanmanın Diyalektiği”1969 (çev:Oğuz Özügül), Kabalcı y. Önsöz kısmı. 18 Adorno’nun ağzından aktaran, Martin Jay, a.g.e. s., 374 19 Max Horkheimer, “Eclipse of Reason”, 174 (aktaran, Martin Jay, a.g.e. s., 375) 20 Horkheimer ve Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği, s. 16-17 21 aynı yer, sh 118 22 Martin Jay, “Theodor W.Adorno:Örselenmiş Bir Hayat”, 1987, (çev:Ünsal Oskay), Marmara İletişim Dergisi, Sayı;1, Aralık 1992,s.150 23 Horkheimer ve Adorno, “Aydınlanmanın Diyalektiği”, s.42 24 Adorno, “Minima Moralia”, 1951, (çev:Orhan Koçak, Ahmet Doğukan),Metis y.,İstanbul,2005,s.67 25 Adorno, “Kitle Endüstrisini Yeniden Düşünürken”, Cogito sayı 36 yaz 2003 s. 83 26 Yasin Aktay, “Modernizmin Aydınlanma Vehmi” Toplumbilim, Temmuz, 2000, Sayı: 11, s.93 27 Ahmet Çiğdem, “Akıl ve Toplum’un Özgürleşimi”, Vadi y., 1997, Ankara, s.53 28 Jurgen Habermas, ………Cogito sayı 36 yaz 2003 s,98-108 29 Ahmet Çiğdem, a.g.e., s.53 30 Horkheimer ve Adorno, “Aydınlanmanın Diyalektiği”, s14 ve 61

72


Salvador Dali ‘Ampurdan Eczacısı’ 1936 (Folkwang Müzesi, Essen)


magrib

düşünce

Ali Çicek

İnceleme

TASAVVUF ve SOSYAL HAYATA TESİRLERİ Ders-i aşkın müşkilin Yahya nice hâl eylesin Söyleyenler kendisin bilmez bilenler söylemez Şeyhülislâm Yahya Efendi

Tasavvuf(1) gönül terbiyesidir...

Zâhidler(2) ve Sûfîler(3) tarafından sayısız tarifi yapılmış olan Tasavvuf, konu edindiği “İnsan”ın, kalbi-ahlaki yönünü eğiterek olgunlaştırmayı ve kemâl derecesine ulaştırmayı gaye edinir. Kalbin derinlikleri ile ilgili bir düşünme ve yaşama tarzı oluşu, ilk bakışta Tasavvuf’u ferdî bir durum olarak göstermektedir. Dolayısıyla “dünyadan el ayak çekme” olarak ele alındığında Tasavvuf’un topluma kazandıracağı fazla bir şey olamayacağı neticesine varılabilir. Ancak Sûfîlerin hepsini tek bir grup altında toplayamayız. Ferdî hayatla beraber toplumsal hayatı da kucaklayan sûfîler vardır. Zaten esas olarak sûfî toplumdan kendini soyutlayarak yaşamaz. Çünkü tasavvufî düşünce ile sosyal hayat arasında kopmaz bir bağ vardır. Selçuklularda ve Osmanlılarda bu durum kendini apaçık göstermektedir. Özellikle Osmanlıları incelediğimizde, neredeyse tasavvuf etkisinin girmediği hiçbir içtimai alan olmadığını görürüz. Çoğumuz tasavvufu zihnimizde direkt olarak mistisizmin hakim olduğu bir yaşama tarzı, sûfîleri de mistik insanlar olarak görüyoruz. Halbuki bu düşünceler İslam çerçevesinde değerlendirilse bile gerçekten uzaktır. Batı mistisizmi ile İslâm tasavvufu tamamıyla birbirinden ayrı şeylerdir. Öncelikle mistisizmde insanın nereden başlayıp nereye ulaşacağı pek bilinmez. Mistik hallerde kendinden çıkış söz konusudur ve bu haller gelir geçer şeylerdir, tasavvufta ise elde edilen feyiz kimse tarafından geri alınamaz. Tarikatların adâb-erkân denilen hususî usûlleri vardır. Kişi tüm bu tekniklerden yaradılışına en uygun olanını seçer ve ilgili tarikata girer. Mistisizmde ise teknik kaidelere rastlanmaz. Bu farklar ayrıntılara inildiğinde daha çok genişler... Yaygın olan bir görüş de tasavvufî ilmin zararlı olduğudur. Şüphesiz bu eleştirinin çıkış noktası tasavvufun bazı kaidelerinin ne Kur’an-ı Kerim ile ne de Peygamber Efendimizin (sav) sünnetiyle ilgili olmadığının düşünülmesidir. Burada gözden kaçırılan önemli nokta şu ki, genelde sûfîler, başta fıkıh ve fıkıh usulü olmak üzere dînî-şer’i ilimlerin öğrenilmesini şart olarak görmüşlerdir. Tasavvuf, bu temel üzerinde insanın kendini terbiye etmesi, daha ileriye gitmesidir. Bu duruma en güzel örnek olarak Cüneyd Bağdadî(4) gösterilebilir. Gazalî (Öl. 505/1111) tasavvufî ilmin zararlı olduğu görüşündeki iddiayı verdiği şu örnekle çürütür: “Et bebekler için zararlı, büyükler için faydalıdır. Dalgıç denize girer inci çıkarır, yüzme bilmeyen birinin

74


düşünce

magrib

bunu yapması ise felâkettir. Tıpkı bunun gibi ârifler için çok faydalı olan ilâhi sırlar ve yüksek marifetler halk için zararlı olabilir.” Sûfîleri sosyal yaşamdan azade bir grup olarak görmek ancak tasavvufu yeteri kadar anlayamamakla ilgilidir. Tasavvuf ehli kimseler, hangi tarikattan olursa olsunlar netice itibariyle toplumda çeşitli görevlere, mesleklere sahiplerdir. Sözgelimi, yönetici, ilim adamı, tüccar, asker veya esnaf olabilirler... Ve bu kimseler aldıkları ruhu bir şekilde yorumlayıp kendi mesleklerinde uygulamaya çalışırlar. Sûfîler irşad ekseninde güçlü oldukları oranda toplumsal hayatı etkilemişlerdir. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Osmanlılar buna en önemli örnektir. Osmanlı Devleti’nde gönül kaynaklı olan bu münasebetler, tasavvuf erbabı arasında öyle bir bütünlük meydana getirmişti ki, bazı padişahları bile etkisi altına alıyordu.

Padişah-ı âlem olmak bir kuru dava imiş Bir veliye bende olmak cümleden âlâ imiş Lâ

Burada dikkat edilmesi gereken husus, Padişahların devlet ile ilgili görevlerini aksatmamaları gereğinin farkında olmalarıdır. Zaten onlar, o lezzetten bir parça tatmasalardı gönülleri akmazdı, ancak kendi sorumluluklarının bunu kaldırıp kaldıramayacağını da idrak ediyorlardı ya da bu idrak onlara aşılanıyordu. Akşemseddin, kendisine intisab etmek isteyen Fatih’i bu yüzden reddetmemiş miydi?.. Bu noktada Cüneyd Bağdadi’nin tasavvuf tanımında yer alan bir kısım hayli açıklayıcıdır: “Daima en uygun olana göre hareket etmek, Resûlullah’a ve şeriatına uymaktır.” Gerçekten de Osmanlı’da tasavvuf salt haliyle “dünyayı terk” olarak algılanmamıştır. Çünkü dünyayı küçümsemekle ondan el ayak çekmek aynı mânâda değildir. Aslında sûfîlerin dünya ile bir alıp-veremedikleri yoktur. Onlar, güzel ve iyi olan bütün huylara sahip olmaya, kötü ve çirkin olan bütün huylardan da sıyrılmaya çalışmışlardır sadece. Yani burada mesele, dünyayı yutacakmış gibi hırsa sahip olmamak, onu önüne değil arkasına almaktır. Zamanımızda ise zihinlerde bir sûfîyi tamamıyla pasif, dünya işleriyle ilgisi olmayan, köşesine çekilip kendini ibadete veren ve bundan başka bir şey yapmayan kimseler olarak addeden görüşler hakimdir. Bu fikirler genel olarak iktisadî ve askerî hayat temel alınarak yaygınlaşmıştır. Biz de bu noktada yapılan eleştirilere cevap niteliği taşıyacak birkaç örnek vermek durumundayız. Tasavvuf’un, cihad kavramını genelde manevî cihad olarak ele alması onun askerî anlamda cihadı önemsemediği anlamına gelmez. Bazı tanımlamalarda bu anlamı çürütücü ifadelere sıkça rastlanır; “Seferde cepheye kaçmak, hazarda dostlarla sohbet etmektir.” Bir keresinde de sûfîleri dış mihrakların işbirlikçisi gibi görenlere İbrahim Metbûlî (Öl. 880/1475) şöyle demiştir: “Saçları adedince zâlim öldürmeyen

75


magrib

düşünce

sûfî sayılmaz.” Ayrıca Kuzey Afrika’daki sömürge devletlerinin istiklâl mücadelelerinde Şazeliler (5) mühim rol oynamışlardır. Şüphesiz bu askeri faaliyetlerin içinde tasavvufî düşünce hakimdi. Bu faaliyetler ile birlikte Batı dünyası ve İslam arasında bir şekilde münasebet kurulmuş, tasavvufun etkisi önemli kişilerin hidayetine sebep olmuştur. Buna verilebilecek en güzel örnek, herhalde hepimizin yakinen tanıdığı Fransız yazar Renè Guenon’dur (Abdulvahid Yahya). Gerçekten o Müslüman olduktan sonra dünyayı sarsıcı eserler kaleme almış, İbn Arabî’nin eserlerinin bir kısmını da tercümeye çalışmıştır. Nitekim şunu unutmamak gerekir ki, şuan dünyadaki İslamlaşma hareketlerinin bir kısmı Mevlânâ ve İbn Arabî gibi büyük sûfîlerin eserleriyle beraber yürümektedir. Yine Martin Lings (Ebubekir Siraceddin) bu etki ile İslamla tanışanlardandır. Konuyu çok fazla dağıtmadan Askerî hayat ile ilgili olarak bir başka dikkat çekici duruma daha, Yeniçeri Ocağı ve Bektâşîlik arasındaki bağa değinelim... Bu hakikaten o kadar derin bir bağ idi ki, seferlerde yeniçeri, Hacı Bektaşı Veli’nin manevî elini sırtında hissediyordu. Viyana’ya uzanan ordunun manevî ikmalidir bu bir bakıma... Viyana kuşatmasında, yeniçerilerin çarpışmadaki azimlerine sadece biz değil Avrupalılar bile hayran kalmışlardı. Tasavvuf’a yönelik iktisadî hayat temelli eleştirel bakışlara dayanak olarak öne sürülen malzemeler, bilinçaltında sûfîlerin kimi zaman dilenen ya da en azından ekonomik açıdan atıl şahıslar gibi görülmesinden kaynaklanır. Halbuki sûfîler kesinlikle devlete yük olmazlar, tarikatlar kendi giderlerini kendileri karşılardı. Dervişler, Osmanlı’da dilenen değil, sosyal hayatın merkezinde olan kimseler olarak görülürdü. Bu bağlamda, tasavvufî düşüncenin iktisadî hayatı gerilettiği, kişiyi pasif hale getirdiği görüşüne karşılık niteliğinde temel düşüncesi tasavvuf olan Ahilik teşkilatının -ayrıntılarına girilmese de- birkaç cümle ile önemini belirtmekte fayda var. Ahilerin pîrî Şeyh Nasruddin Mahmud’dur. Asırlarca Osmanlı Devleti’nin iktisadî, ahlâkî hayatının en önemli kaynaklarından biri olmuşlardır. Ahiyan-ı Rum veya esnaf-sanatkârlar cemiyetin iktisadî hayatını ellerinde bulunduruyorlardı. Mürşidlerinden aldıkları dersler vasıtasıyla “Dünya”yı ve “İnsan”ı tanımışlar, davranışlarını buna göre şekillendirmişlerdi. Böylelikle onlar çalıp-çırpma hırsıyla hareket etmiyorlardı. Düşüncelerinin temelinde aslında yiyip-içtiklerinin değil, toplumun yararına harcadıkları servetin ancak kendi malları olduğu vardı. Bizim medeniyetimizde tasavvuf, etkisini en çok da sanat üzerinde göstermiştir. Daha net bir ifadeyle, İslam medeniyetinde güzel sanatlar tasavvufun hoşgörüsü altında gelişmişti. İkisinin ortak yanı kalp kaynaklı olmalarıdır. Dolayısıyla bu benzerlik, sanat ve tasavvufun birlikte zirveye çıkmalarına sebep teşkil etmiştir. Diğer İslâmî ilimler ise sert bir tavır almasalar da, güzel sanatları çok ciddiye de almamışlardır. Gerçekten de şöyle bir baktığımızda en önemli sanatkârlar tasavvufi düşünce ile yetişen kimselerdir. Yunus Emre’nin, Dede Efendi’nin, Itrî’nin unutulamamasının altında yatan sebebi burada aramak gerekir. Derin olmayan kişiler asırları avuçlaya-

76


düşünce

magrib

bilecek şaheserler ortaya koyamazlar.(6) Tasavvuf ve sanat güzeli arama gayreti değil midir?... Gönlü geniş olmayan güzeli nasıl bulabilir... Genel bir değerlendirme yapılırsa, Tasavvuf’un günlük hayata yansıyışı, özellikle popüler boyutları içinde, gerçi her zaman öyle olmasa da, şer’î İslâm ile hasmâne bir tarzda görünme temayülü sergiler. Ancak işin aslı böyle değildir. Elbette tasavvufun tenkid edilecek yönleri vardır, çünkü insan kaynaklı her şey bir noktada eleştirilebilir ama bu tasavvufu küçültmez. Sûfîler de pek çok gruplara ayrılabilir; kıyafet, şekil ve sözleriyle zahiren sûfî olup manadan uzak olanlar da vardı, hakikati aramayı bir süs, onu tasdik etmeyi zinet haline getirenler, tasavvufta olmayan şeyleri tasavvufa sokanlar oldu. Tasavvuf’u anlamayanlar sûfîlik iddia etti... Ancak özü itibariyle tasavvuf İslâm’dan bağımsız bir yaşama tarzı değil, geniş anlamda İslâmî iman ve öğretilerin özümsenmesi ve pekiştirilmesidir. Tasavvuf, İslami öğretilerin en seçkin ifadelerini ortaya koymuştur. Onca ârif İslâm’ı layıkıyla yaşamasalardı bulundukları seviyeye zaten ulaşamazlardı. Gazalî el-Munkız’da şöyle diyor: “Mezkûr ilimleri tetkik ettikten sonra bütün gücümle sûfîlerin yoluna yöneldim ve yolların ancak ilim ve amelle tamamlandığını gördüm. Sûfîlerin Allah(c.c) yoluna girmiş kimseler olduğunu, onların hayat tarzlarının en güzel hayat tarzı, yollarının en doğru yol olduğunu, ahlâklarının ahlâkların en güzeli olduğunu yakinen anladım.” Velhasıl-ı kelâm, onlar öğrendikleri ilimlerden doymayan ve Allah(c.c)’ı isteyenlerdi. Ahmed b. Hadraveyh’e rüyasında Allah(c.c) şöyle ilham etmişti: “Ey Ahmed, Bayezid(7) hariç, bütün halk benden bir şeyler talep etmekte, Bayezid Bistamî ise beni talep etmekte...”

Der beyân-ı taavvuf gûyed Nedür dinse tasavvuf di tezellül Huşû’ meskenet sabr u tahammül Tasavvuf külli geçmekdür özinden Dahi incinmemekdür il sözinden Tasavvuf Hakk yolundan çıkmamakdur Tasavvuf kimse gönlin yıkmamakdur Tasavvuf halk uli hulk-ı hasendür Bu söz ehl-i Hüseyn ile Hasen’dür Tasavvuf az uyuyup az yimekdür Hak’un esmasını çoh çoh dimekdür (...) Ruşenî(8)

77


magrib

düşünce

Kaynaklar: Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Mustafa Kara, Dergah Yayınları Tekkeler ve Zaviyeler, Mustafa Kara, Dergah Yayınları Tasavvuf, William Chittick, İz Yayıncılık

Dipnotlar: 1 Tasavvuf’u tasavvuf kelimesini kullanarak tarif eden ilk sûfî Maruf Kerhî’dir (Öl. 200/815). Bu tarif şöyledir: Hakikatleri almak, insanların elinde bulunan şeylerden ümidi kesmektir. Tarifin birinci bölümü marifete, ikinci bölümü ise zühde işaret etmektedir. 2 Küçümseyip terkeden, vazgeçen. Dünya’yı küçümseyen olarak algılanmalıdır. 3 En çok tutulan görüş yün anlamına gelen “suf”tan türetilmiş olduğudur. İslam’ın ikinci yüzyılının sonlarına doğru zahitçe eğilimleri kendilerini kaba ve rahatsız edici yün giysiler giymeye sevk etmiş olan kimseler zaman zaman bu isimle anılıyordu. Giderek bu kelime, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed’in(sav) belli bazı öğretileri ve uygulamalarına ağırlık vermek suretiyle, kendilerini diğer Müslümanlardan ayıran bir gruba işaret etmeye başlamıştır. 4 Cüneyd Bağdadi (Öl. 297/909), tasavvuf tarihinin en büyük âlimlerindendir. Zahiri ilimler yönünden de çok güçlüdür. Sûfîlerin karmaşık gibi görünen ve tenkide uğrayan yönlerini, görüşlerini çok rahat bir şekilde izah etmiştir. Meselelere hakim oluşu, izah ve sentezleri Gazalî’ye benzer, daha doğru bir ifade ile Gazalî’yi hazırlayan ve müjdeleyen sûfîlerdendir. Temkin ehli idi, coşkun ve şathiyelerle dolu bir tasavvuf anlayışını tasvip etmemiştir. 5 Şazeliye: Kurucusu Ebu’l-Hasan Şazeli(Öl. 656/1258), daha çok, iman, ahlâk ve aşk üzerinde duruyordu. Mısır merkez olmak üzere Kuzey Afrika’nın hakim tarikatıdır. 6 Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, (İstanbul; Dergah, 2003, 6.bs) s.279 7 Bayezid Bistamî (Öl. 261/874): Zühd ve tasavvufa yeni boyutlar getiren sûfîlerden biridir. Coşkunluğu Hallac ve İbn Arabî’ye hatırı sayılır malzemeler hazırlamıştır. Düşünceleri tasavvufun gelişmesi açısından çok önemlidir. 8 Dede Ömer Ruşenî; İbrahim Gülşenî’yi yetiştirmiştir, 1486 yılında Tebriz’de vefat etmiştir.

78


düşünce

magrib Mevlüt Bulut

ORTADOĞU ARAŞTIRMALARI II

ORTADOĞU KAVRAMI ve ORTADOĞU BÖLGESİNİNİN JEOPOLİTİK YANSIMASI

Ortadoğu’da sınırlar son derece kötü örülmüş bir duvarı andırmaktadır. Bu kötü örülmüş duvardan herhangi bir taşı oynatmanın duvarı yıkmak anlamına gelebileceğini bilen ve yıkılan duvarın altında kalmak istemeyen uluslararası aktörler değişik taşları eş zamanlı bir şekilde oynatarak duvarı yıkmadan yeni bir şekil vermeye çalışmaktadırlar. (1) Öncelikle merkez terim olarak kullanacağımız ‚Ortadoğu’ kelimesinin geçmiş zamanlar içerisinde hangi alanlar için kullanıldığını ve bugün neleri/nereleri kapsadığının bir arka planını çıkarmak gerekir. ‚Ortadoğu’ kavramını İngilizler, ulusal anlamda 20. yüzyıl başlarında dillendirmişler fakat terimi ferdi olarak ilk kez Amerikalı deniz strateji uzmanı ve teorisyeni Alfred Thayer Mahan kullanmıştır. İngilizler kavram olarak ‚Ortadoğu’yu’ Osmanlı Devleti için kullanılan ‚Near-East’ Yakın Doğu kavramının ifadede yetersiz kalmasından dolayı ‚Middle- East’ kavramını kullanmışlardır. Buradan da anlaşılacağı gibi „Ortadoğu“ kavramı temelde Batı merkezli bir kavramlaştırmanın ürünüdür. Bu kavramlaşmanın da temelinde; ‘Eurozentrismus’ olarak adlandırılan; Avrupa’yı dünyanın merkezi kabul ederek, diğer bölgeleri bu merkez üzerinden adlandırma, yakınlıklarına ve uzaklıklarına göre „yakın“, „orta“ veya „uzak“ şeklinde kategorize etmektedirler. Fakat bu kavramın İngilizler tarafından kullanımından itibaren, kavramın tam olarak nereleri kapsadığı ve neleri içine aldığı tartışılmıştır. Dar anlamda Suriye ve Irak’ın da içinde olduğu Mezopotamya ve Arap yarımadasını ifade etse de geniş anlamda; Mısır, Türkiye, İran ve Afganistan’ı kapsayacak şekilde tüm Arap yarımadasını da içine alan bir coğrafyadır.

79

Makale


magrib

düşünce

Daha önce de ifade ettiğim gibi ‚Ortadoğu’ kavramını ilk olarak İngilizler; Türkiye, Kıbrıs, İsrail, İran ile birlikte Arap Devletlerinin oluşturduğu sınırları açıklamak için dile getirmişlerdir. ABD ise ‘Yakın Doğu’ kavramının yetersizliğinden dolayı, İsrail ve İsrail’in komşularını ifade etmek için bu kavramı kullanmıştır. Modern uluslararası literatürde Ortadoğu; Hint Yarımadası’nın batısından başlayarak Asya’nın güney- batısından Mısır’ın da dahil olduğu Kuzey Afrika arasında kalan bölge için kullanılmaktadır. (2) Aynı zamanda Birinci Dünya Savaşı sırasında ortaya çıkan Ortadoğu Kumandanlığı ( Middle- East Command) şeklinde kullanılmış ve yaygınlık kazandırılmıştır. (3) Günümüzde Ortadoğu diye adlandırılan alan Türkiye’nin de içinde olduğu İran, Afganistan, Arap yarımadası, Irak, İsrail, Ürdün, Lübnan, Suriye ve Afrika kıtasında yer almasına rağmen Mısır’dır. Ortadoğu bölgesinin ortalama genişliği 8 milyon kilometrekaredir ve bu alanda irili ufaklı 16 ülke bulunmaktadır. Bölgenin en köklü iki ülkesi olan Türkiye ve İran’ın dışında olan Suriye, Irak, Ürdün, İsrail gibi devletler İngilizlerin başını çektiği koloni kültürüne sahip devletler tarafından suni sınırlar ile belirlenmişlerdir. Bölge devletlerini sıralayacak olursak; Mısır, Yemen, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Katar, Kuveyt, Suudi Arabistan, Irak, Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin, Türkiye, İran ve Afganistandır. Alan olarak 2.240.000 kilometrekare ile Suudi Arabistan en geniş alanı, 17.818 kilometrekare ile Kuveyt en küçük alanı kapsamaktadır. (4) Dünyanın toplam petrol rezervinin %65’i bu bölgede toplanmıştır. Bu durumda; modern zamanda kapital olarak değer arz eden petrol, önceki zamanlarda din ve medeniyet bakımından zenginlik içeren bölgenin ehemmiyetini perçinlemiş ve daha cazip hale getirmiştir. Bunun yanı sıra tarihi İpek Yolu bölgeden geçmektedir ve coğrafi konum itibariyle bir kesişme noktası olmasından dolayı uluslararası sistem içerisinde önemini her zaman muhafaza etmiştir. „Ortadoğu“ özellikle 15. ve 16. yüzyıllarda büyük savaşlara sahne olmuş, sonrasında Soğuk Savaş Döneminde çift kutuplu dünyanın çatışma alanı olarak algılanmış ve soğuk savaş döneminin akabinde tek kutuplu dünyada bölgenin stratejik önemi devam etmiş ve günümüze kadar ulaşılmıştır. Petrol ile beraber özellikle 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başı itibariyle bölgeyi önemli kılan bir gelişme daha olmuştur; bölge açısından son derece önem arz eden bu etmen Süveyş Kanalı’dır. Ümit Burnu’nun bulunmasıyla kolay ulaşım bakımından bölge ticari önemini kaybetse de 1869 yılında Süveyş Kanalının açılmasıyla Ümit Burnu ticaret yolu olma önemini yitirmiştir ve cazibe tekrar Ortadoğu bölgesi haline

80


düşünce

magrib

gelmiştir. Çünkü Asya ile Avrupa arasındaki mevcut mesafeyi Süveyş Kanalı %67 daha kısa hale getirmektedir. Bölgenin diğer cazip suyolları olarak Türk Boğazları, Kızıldeniz, Bab’el Mendep Boğazı, Hürmüz Boğazı ve Basra Körfezi de Ortadoğu’nun jeopolitik önemini artıran diğer temel stratejik noktalar olarak karşımıza çıkmaktadır. (5) Dünyanın ilk yerleşim yerlerinden olan ve su kenarındaki bölgeler olarak nitelendirilen Nil ve Mezopotamya havzaları bu bölgededir. Mezopotamya medeniyetini oluşturan Asur, Babil, Sümer, Akad ve diğer şehir devletleri bölgenin medeniyet açısından oluşumuna katkıda bulunmuştur. Ortadoğu bölgesini tarihte olduğu gibi bugünde bu derece önemli kılan yanı muhakkak ki stratejik konumudur. Bereketli Hilal olarak adlandırılan tarıma elverişli topraklarıyla, dünya tarihine yön veren semavi dinlerin burada doğmuş olması, zengin yeraltı ve yerüstü kaynakları bu bölgenin konumunu önemli hale getirmiştir. Ve bunların neticesinde üç büyük dinin de kutsiyeti sayılan bir alan olması hasebiyle bölgenin renkli sosyal ve coğrafi yapısı kimi zaman büyük savaşların olmasına zemin hazırlamıştır. Haçlı seferleriyle başlayan bu din merkezli savaşlar bugün hala sıcak olarak yaşanan ve tüm dünyanın gözü önünde cereyan eden İsrail-Filistin çatışması olarak devam etmektedir.

Dipnotlar: 1 Davutoğlu, Ahmet; Stratejik Derinlik, Türkiye’nin Uluslararası Konumu, Küre Yayınları, İstanbul, 2001, s.323 2 Davutoğlu, Ahmet; Stratejik Derinlik, Türkiye’nin Uluslararası Konumu, Küre Yayınları, İstanbul, 2001, s.119 3 Davutoğlu; a.g.e, s. 130 4 Dursun, Davut; Ortadoğu Neresesi?, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995, s.16-17. 5 Oral Sander; Siyasi Tarih 1918-1994, 6. Baskı, İmge Kitabevi, Ankara, 1994, s. 67

81


magrib

düşünce

Burcu Kucur

Deneme

BATI’NIN ÖTEKİSİ Birey psikolojisinde de topluluk psikolojisinde de “öteki” algısı yadsınamayacak bir gerçekliktir. Birey olarak da, toplum olarak da ayrı ayrı “öteki”lerimiz vardır. Kendimizde var olmayan tüm özellikler “öteki”ne aittir. Kendimizi tanımlamak için de, kendi sınırlarımızı belirlemek için de bu kavramdan faydalanırız. Bazen bizde olmayıp da sahip olmak istediklerimiz için, bazen de onda olmayanı anlatarak kendimizdeki özellikleri vurgulamak için kullanırız “öteki”ni. Ötekileştirilenlerin yargı mekanizması da ahlaki kıstaslardan ziyade, ideolojik kıstaslardır. Kendi kabullerimize göre yaparız değerlendirmeyi. Herkesin ‘ben’ ve ‘biz’ algısı farklı olduğu için, ‘öteki’ algısı da, ‘öteki’ni yargılayan, değerlendiren kıstasları da ayrıdır. Şark da Batı toplumu için yüzyıllardır var olagelen toplumsal boyutta bir “öteki” örneğidir. Şark, Batı merkezli bir bakış açısıyla, sadece coğrafi bir yönü belirtmez. Avrupalılar ve Amerikalılardan müteşekkil Batı’yı, Şark karşısında aynı cepheye koyan şey elbette coğrafi konumdan öte bir şeydir.

Dini ve kültürel ayrılık bu sınırları belirleyen en temel faktördür.

Ancak bu ayrılık, Şark’ı, Batı’nın gündeminden ayrı düşürmez; bilakis, birçok farklı alanda araştırmacıların ve bilim adamlarının, ilgisini çeker. Bilim adamları ve araştırmacılar için Şark’ın popülaritesi ise, sadece bu kültürel ayrılıktan kaynaklanan mistisizmden değil, Şark’ın kolay ulaşılabilirliğinden de kaynaklanmaktadır. Herhangi bir direnişle karşılaşmadan Şark’ta bulunma şansına sahip olan araştırmacılar, bir müddet gözlem yaptıktan sonra Şark’a dair görüşlerini bilime kazandırırlar... Bilimin objektifliğiyle yola çıkılmışken, farklı farklı bilim adamlarının, yazarların ayrı ayrı Şark kavramı oluşmuş olur. Yani Edward Said’in ifade ettiği gibi; yansıtılan Şark, salt Şark olmaktan ziyade Freud’un Şark’ı, Spengler’in Şark’ı, Darwin’in Şarkı vb. olur hep.

82


düşünce

magrib

Sonrasında, Şark’ın kendisinden ziyade Şarkiyatçının tanımladığı Şark üzerinden değerlendirmeler yapılır. Kendi hâkim oldukları yöntemlerle tanımlanan Şark’ın, aslında bu yöntemlerle tanımlanamayacak kadar “öteki” olduğu unutulur. Kendilerinden o kadar ayrı, o kadar öteki tutarken Şark’ı, onu kendi metotlarıyla araştırıp, kendileri için daha anlaşılır kılmaya çalışırlar. Ama bu kadar ayrı bir kültürün, kendi metotlarıyla ifade edildiğinde, kaybolan bütünlüğü göz ardı edilmiş olur. Bryan Turner’ın ifadesiyle: “Oryantalist, meslek olarak bu işin içinde olsa da duygusal olarak ilgilendiği konuyla arasında uçurum olan bir insandır.” Yani aslında Şark’ı anlatmak için Şarklıların arasına girdiğinde bile, o içinde olanların anladığı biçimiyle algılayamayacaktır hiçbir şeyi. Kendi alt yapısı, inançları, değerleriyle şahsi bir sonuca varacaktır. İşte bu yüzden de ayrı ayrı Şark fikirleri çıkacaktır ortaya. Öteki’nin bizden ayrı özelliklerini vurgulamak, bir anlamda onunla bizim aramızdaki uçurumu genişletir. Mamafih, bu ayrım aramızda bir uçurum kadar fark olduğu durumlarda, onun bizim kendi kıstaslarımızla değerlendirilemeyecek kadar farklı bir boyutta bulunduğu gerçeğini hatırlatır bize. Batı’nın, Şark’a dair kaçırdığı nokta da budur. Kendinden ayrı özelliklerini vurgulayarak duygusal bir mesafe koyarken arasına, bir taraftan da kendi mikyaslarıyla değerlendirir Şark’ı. Bu meyanda, hâlihazırda reçete misali sunulacak bir tavsiyeden ziyade, vurgulanması gereken husus; başlangıç noktasının ve yol alınan kulvarın isabetli bir seçim olmadığıdır.

83


magrib

düşünce

Serdar Kacır

Deneme

ÜSTAD NECİP FAZIL

Fikri, Sanatı ve Eylemi Örtüşen Adam

Toplumu ayakta tutan sütunlardan biri de aydındır. Bu sütunun sağlam veya zayıf olması toplumun da hayatına etki edecektir. Ahlaki olarak çökmüş toplumlarda aydınlar meta düşkünleri haline gelmiş iktidar yardakçıları konumundadırlar daha çok. Sağlıklı düşünen ve üreten bir toplumun ise nitelikli ve ahlaklı aydınları vardır. Çünkü ‘aydın’ dediğimiz birey, topluma fikirleriyle yön veren ve eylemleriyle de insanları eğiten kişidir aynı zamanda. Toplumun önünde giden insanların örnek aldığı, izinden gittiği insanlar vardır. Kendi toplumumuzda biz bu insanlar için genellikle ‘Üstad’ kelimesini kullanıyoruz. Üstad denilecek bir kimsenin diğerlerinden bir adım önde olmasını gerektiren vasıfları olmalıdır. Çünkü o, sahip olduğu değer ve meziyetlerle çevresindeki aydınlara da bir nevi hocalık yapacak kişidir. 20.yy’ı kapsayan uzunca bir dönemde Müslüman Türk düşünürlerin önderliğini ise Üstad Necip Fazıl Kısakürek yapmıştır. Üstad’ın hayatını üç ana başlık altında toplayabiliriz: Fikri, Sanatı ve Eylemi. Ancak sacayağına benzer bu üç unsurdan birini ne onun hayatından dışarı alabiliriz, ne de bu unsurları birbirinden ayırabiliriz. Zaten bu üç unsurun toplamı Necip Fazıl KISAKÜREK isminin nitelemesi olan ‘Üstad’ kelimesini karşılar. Üstad’ın hayatının ana merkezlerini oluşturan bu unsurlar arasında sıkı bir bağ ve ilişki olduğu görülür. Üstad ‘sanatiyle fikreden, fikriyle de eyleyebilen bir zat’tır. Üstad’ın hayatı derin ruh sarsıntıları ile doludur. Abdulhakim Arvasi hazretlerine rastlayana kadar yaşadığı hayat dilimi ruhunu tatmin etmeyen bir süreç olarak çıkar karşımıza. -Ki bu dönemde verdiği eserlerin birçoğunu reddederek kendine mal etmemiştir.- Yaşadığı bunalımlardan kurtulması için bir gönül rehberine ihtiyacı vardır. Bu rehberi de bulduktan sonra yürünecek yol hazırdır. Üstad bu yolu binbir sıkıntıya rağmen bıkmadan usanmadan yürümüştür. Hakikati tanımadan önceki sürede Necip Fazıl, sanat aleminin en fiyakalı genç delikanlısıdır. Şiirleri sanat camiasında büyük etkiler meydana getirir. Fakat ne için yapıldığı bilinmeyen bir sanat vardır ortada, ta ki ruh dönüşümün gerçekleşeceği zamana dek. Mutlak Hakikatin varlığını hissettiği anda ise her şey yerli yerine oturur Üstad için.

84


düşünce

magrib

Üstadın sanatçı kişiliği çocukluk yaşlarından itibaren oluşmaya başlamıştır ve ömrünün son demlerine kadar sürekli mükemmelliğe ulaşma cehdi içinde sürüp gitmiştir. Zor beğenen bir kişiliğe sahip olması sanatının sürekli gelişme, iyileşme içerisinde olmasını sağlamıştır. Şairliğinin tuhaf bahanesi olarak adlandırdığı anısını aktarırken, annesinin ‘Senin, Şair olmanı ne kadar isterdim’ dileğini, ‘içimde besleyip

de on iki yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hikmetimin ta kendisi..’ cümleleriyle niteler. Varlığının hikmetinin şairliği olduğunu idrak eden Üstad, şairliği idrakin en ileri merhalesi saymış, şiiri de Mutlak Hakikati arama işi olarak ifade etmiştir. Ve bu uğurda mücadelesini, diğer sahalarda verdiği mücadelelere ekleyerek ömrü boyunca sürdürmüştür. Üstadın, hakkında karşıt görüşlü bir zat tarafından ‘Bir mısraı bir millete şeref vermeye yeter.’ teşhisi üzerine söyledikleri manidardır: ‘Yarabbi; nezdinde, kendimi, en aşağılık müminlik mertebesinin ancak

ayak tozlarını silmeye memur bir dereceye bile layık görmeyerek böyle bir iddiadan bile kemiklerim ürpererek kaydediyorum: Sadece senin dininden, hak olan yolundan, tek olan kapından nefret ettikleri için, nefret edilmek bana ne muazzam bir payedir! Bu payeyi bana sen (...) tek liyakat ve istihkakım olmadan verdin; ve benim ağzımla değil, düşmanlarımın lisaniyle izhar ettin. Artık ben nasıl susabilirim?’.

Üstad, insanın bu dünyada mükemmele kavuşmasının mümkün olmadığını, fakat ruhun bu mükemmelliğe karşı duyduğu özlemi şiirlerinde işlemiştir. Noksanlıkların yaşandığı yer olan dünyada, en gizli, her türlü noksanlıktan münezzeh ve tek mükemmel varlık olan Allah’ı aramaya, bulmaya, O’nun sırlarını ve hikmetlerini idrak etmeye memur edilen insan, eğer şairse; Üstada göre evinin, kılığının, sokağının nizamından, insan, cemiyet ve her türlü dünya nizamına kadar bütün merkezleriyle hayatı kucaklayıcı bir kürsü sahibidir. Şaire bu zor görevi yükleyen Üstad’ın, sanatçı kişiliğinin ışığında diğer sahalarda sergilemiş olduğu mücadelenin gerekçesini şu cümleden okuyabiliyoruz: ‘Benim fikir ve politika (eylem S.K.) yoliyle gerçekleşmesi için, savaştığım şey, bizzat şiirimin muhtaç olduğu insan ve cemiyet iklimidir.’ Yine üstteki alıntıdan, Üstad’ın hayatındaki fikir, sanat ve eylem içiçeliğini açık bir şekilde görebiliyoruz. Üstadın ‘Ve şair demek, Gaye-İnsan ve Ufuk-Peygamberi, Kainatın Efendisini, Allah’ın sevgilisi’ni sezmeye doğru hususi ve ileri bir istidat...’ cümlesinde şaire

biçtiği görev bir o kadar kutlu ve bir o kadar da zordur. Alemlere rahmet olarak gönderilen peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Mekke müşriklerinin teklifleri karşısında amcası Ebu Talibe; ‘Sağ elime güneşi, sol elime ayı verseler ben davamdan vazgeçmem!’ deyişi Peygamber (s.a.v.)’den sonra nice mümin tarafından tekrarlanmıştır. Üstad, susması için teklif edilen dünya nimetleri karşısında bir an bile tereddüt etmeyerek, ‘hayır’ demiş ve ‘mukaddes emanetin dönmez davacısı’ olduğunu ilan etmiştir. Bunu;

85


magrib

düşünce

ÖLÇÜ

Müjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim!

iki mısralık şiirinde ne kadar iyi anlatmıştır. Yine benzeri şiirlerde, Üstad’ın hisleşmiş fikir dediği, his ve fikir terkibini kullanmış olduğu ve bunu yaparken sanatı bir söylev edasında değil, sanatın hakikatın bir parçası olduğunun yine sanat yolu ile açığa çıkışının güzel örnekleri görülmekte. ‘Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;’ mısraı kolay söylenmiş bir mısra gibi gözükmekle beraber, berceste-i mısra özelliği taşımaktadır. Bu örnekler çoğaltılabilir, bu da Üstad’ın şairliğinin kuvvet derecesini göstermektedir. Bunların üstüne, Üstad’ın ne sanat adamlığı fikir adamlığını ezmiş, ne de eylem adamlığı her ikisini birden bertaraf etmiştir. Aksine üçü de kol kola ve birbirlerini sürekli besleyerek Üstad’ın hayatını örmüşlerdir. Üstad’ın genelde hayat planında özelde ise fikir planında gerçekleştirmeye çalıştığı ideal; İslam Medeniyeti, nasıl geçmişte var olup insan ve toplum hayatını kuşatmışsa, tek olan Hakikat Medeniyetinin bugün de var olabilmesi ve insanın Allah’a ulaşmada vasıta olarak kullanacağı en ideal ortamı hazırlamasıdır. Bu manada hakikat medeniyetinin temel taşı olan insanın yetişmesi için tüm imkanlar son raddesine kadar kullanılmalıdır. Üstad reaksiyon adamı olmaktan öte aksiyon adamıdır. Hareketini karşı tarafın hareketine göre belirlemez, aksine çoğu zaman karşı taraf onun hareketine göre durum almak zorunda kalmıştır. Hareketini karşı harekete göre belirleme, reaksiyon, her zaman olmasa da çoğu zaman kişiyi pasif durumda bırakır. Aktif durumda olan yön veren konumda olduğu için, pasif durumda olanı kontrol altında tutma imkanına sahiptir. Aktif-Pasif ilişkisi son iki yüzyıldan beri Batı Medeniyetiyle, Medeniyetimiz arasındaki ilişkiden açık bir şekilde okunabilir. Bir Medeniyetin ilerleme hamlesini yapabilmesi ve sonrasını temin için aktif durumda olması kaçınılmazdır. Diğer tüm şart ve durumlar bu ikisini zorlaştırmaktan kendilerini kurtaramazlar. Hakikat Medeniyetinin en son temsilcisi olan Medeniyetimiz son üç yüzyıldan beri en ileri medeniyet olma özelliğini yitirmiş, daha kötüsü; reform ve rönasans hareketleriyle ‘Aydınlanma Çağını’ başlatan ve bunun sonucunda büyük ‘sanayi devrimi’ni gerçekleştiren Batı Medeniyeti, baş döndürücü hıza erişen tekniği de yanına alarak Medeniyetimizi ve dışındaki dünyayı tümden etkisi altına almıştır. Her alanda kaybetmiş olmanın getirmiş olduğu psikoloji, aydınlarımızı, geçmişte yapmış olduğumuz hataları incelemek ve doğru olanları ayıklamak yerine geçmişi tamamen reddetme yanılgısına sürüklemiştir. Bir kere bu hastalığa kapılan sözüm ona aydınlarımız, milli ve manevi değerlerimizi kaybetmemek için direnen halkımızın aksine,

86


düşünce

magrib

onlar ‘ilerlemenin tek şartı eskiyi terk etmektir’ anlayışıyla, adeta birbirleriyle yarışarak, gittikçe halklarından kopmuşlar ve zaman ve mekan üstü eskimez hakikatleri terk etmişlerdir. Ve tüm bunların üstüne ‘batılı olmak’ adına halkımızı aşağılamışlar ve batıyı benimsemeleri gerektiğini her türlü yoldan empoze etmişler; kendileri bu şekilde gittikçe soysuzlaşmışlar, ne ki; batılı da olamamışlar. Onların aksine Müslüman aydınlarsa bu tarihi yanılgıyı fark etmiş ve halkımızı özüne davet etmeye gayret etmişler, yaşadıkları çağın muhasebesini yapmaya ve fikirleriyle milletimizin ve medeniyetimizin buhranını aşmaya çalışmışlardır. Aydın kişi sadece kendisi aydınlanmış olan değil, çevresini de aydınlatan kişidir. Bu manada Üstad görevini hakikatiyle yerine getirmiştir denebilir. Onun fikirleriyle birçok zihin aydınlanmış, yine onun yılmadan ortaya koymuş olduğu mücadele azmi birçoklarına müşahhas bir örneklik teşkil etmiştir. Son dönem Müslüman Türk aydınların başını çekenlerden biri olan Üstad, Batı Medeniyetinin yelpazesi içinde ortaya çıkmış, sonradan dünya nizamı olduğunu iddia eden çağımızın geçer akçe ideolojilerini teker teker hesaba çeker ve şöyle der:

‘herbirinizin, bütünü kucaklayamadan, ayrı ayrı ve parça parça bazı haklarınız ve hakikatlarınız vardır; ve herbirinizin ayrı ayrı ve parça parça arayıp da bulamadığınız hakikat birer bütün halinde islamiyettedir.’

Gerçekleşmesi için çalıştığı Büyük Doğu idealini, yani batının karşına doğuyu (burada doğu İslam Medeniyetini karşılamaktadır) çıkarma fikrini, bir ağ gibi örmüş ve bu fikrin sadece soyut bir düşünce olarak kalmaması için gece gündüz çalışmıştır. Bu uğurda 16 kez kapatılan ‘Büyük Doğu’ dergisi ve dergide yayımlanan yazılardan dolayı almış olduğu mahkumiyetler ve sürekli takibata uğramış olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Yine yurdun muhtelif yerlerinde vermiş olduğu konferanslar eylemden geride durmadığının açık göstergeleridir. Çağdaşlarına ve kendinden sonraki nesillere, yaşamıyla Üstad, fikirlerini müşahhas bir biçimde göstermeye çalışmış, sanatını da insanın erişmesi gereken ruh inceliğine bir vasıta kılmıştır.

İMZA

Farkı yok, mantarlaşmış bir kayadan, derimin; Yüzümde çizgi çizgi, imzası kaderimin

diyerek bize adeta canlı bir resmini sunmuştur. Ve ‘Azap var mı alemde fikir çilesine eş?’ mısraıyla da resmin bir nevi muhtevasını söylemiştir. ‘Çile’ başlıklı 28 kıtalık uzun ve kendisinin en çok sevdiği şiirinde, zorlu hayatını ve mücadelesini mükemmel bir deyişle taçlandırmıştır.

87


Salvador Dali ‘Yaşam Sitili’ 1926 ( Monserrat Müzesi)


kültür - sanat

magrib Ömer Beyoğlu

İnceleme

BATI NOTLARI

Viyana

Bir süreden beridir burada öğrenci olarak yaşıyoruz. Gelmeden önce zaman zaman Avrupa Türklerinin sıkıntılarını okurduk, izlerdik: Yunanistan’daki Batı Trakya Türklerinin kimlik sorunlarını, Balkanlı Türklerin soykırımlarını, Avrupa Birliği ülkelerindekilerin belirsiz gidişatlarını... Hepsi Osmanlı İmparatorluğu’nun sonrasında çıkmış sorunların devamıydı, hepsi yeniden nasıl bir millet olmak istediğimiz sorusunun bizden uzakta (!) yaşanılan, mütemadiyen haberdar olduğumuz sancılarıydı ve hepsi geçmişte nasıl bir millet olduğumuz sorusunun cevaplarıydı... Buraya geldikten sonra zaman içinde birçok Balkan ülkesini ve birkaç Avrupa devletini gezmek ve bu sorunları yerinde görmek, yaşayanları, şahitlerini dinlemek imkanım oldu. Gezip gördüğüm yerlerde önceden bildiklerimi doğrulayan olaylara şahit oldum, notlar aldım. Aşağıda Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik olarak kendi kendine yetememesinden sebep 1959 yılı itibariyle Almanya`ya ve başka Avrupa ülkelerine giden Türk işçilerinin hikayelerine ilişkin çoğu Almanya gezimde Türk ve Alman ailelerle, işçilerle, yetkililerle görüşülerek alınmış notlar var. Bir araştırma konusu için derlediğim bu notlar Türklerin Avrupa’ya gidiş sebeplerinin -öncesi ve sonrasına ilişkin birkaç soruyla birlikte- kısa bir tarihini de sunuyor...

Türkler ‘ekmek parası için’ yaklaşık 45 yıldır Avrupa’ya gidip yerleşiyor...

O yıllar zihinlerimizde binlerce insanın tahta bavullarla trenlere doluşarak çıktıkları yolculuklardan son olarak camlardan sarkıp el sallayışlarının resmi kalmıştı... Gavurun ekmeğini yiyen kılıcını da sallar demiş atalarımız !.. Peki Türklere ne oldu da gittiler, neden hala dönmüyorlar?.. Ne haldeler?.. Devletleri neresi? vs...

Batı Notları: Almanya - Avusturya

2. Dünya savaşından yenik çıkan Almanlar yıkılmış devletlerini yeniden inşa ederken savaşta kaybettikleri önemli orandaki iş gücü açığını kapatmak amacıyla birkaç devletten geçici bir süre için işçi alımı talebinde bulundular. Aralarında Yunanistan, İtalya, Türkiye, Hırvatistan, Slovenya ve Makedonya’nın da bulunduğu bu ülkelerden ilk isçileri Alman devletinin isteği üzerine 1955 yılında Yunanistan ve İtalya gönderdi. Kısa süre içinde ekonomisini büyüten Almanya yeni alanlarda ihtiyaç duyduğu işçiler için Türkiye’den de talepte bulundu ve Türkiye ilk işçilerini 1959 yılı itibariyle Almanya’ya gönderme kararı aldı...

89


magrib

kültür - sanat

Türkiye ve Almanya arasındaki bu anlaşmanın getirdiği süreçte, yaklaşık 45 yıldır Avrupa’da yaşayan Türklerin ilk gidişlerinden itibaren öngörülmeyen çok taraflı gelişmeler yaşandı. Başlarda yalnız geçici süre için çalışmaları talebiyle istenilen işçilerin sonraki yıllarda düşünüldüğü gibi kendi ülkelerine geri dönmeyişleri hesaplanamayan sonuçlar doğurunca Alman devleti kendi toplum yapısına uygun bir şekilde dönüşüm yaratmak için yabancılara yönelik entegrasyon çalışmaları başlattı. Çok kültürlülük üzerine kurulu olmayan Alman toplumu bu son derece zor işte ekonomik, kültürel açıdan bünyesindeki azınlıklarla bir yere kadar entegrasyonu sağlayabildi, fakat en büyük azınlık sınıfı olan Türklerle bunu başaramadı ve geçen zaman içinde de entegrasyon sorunundan anlaşılanlar yalnızca Türkler oldu. Alman devletinin öncelikli meselelerinden biri olan Türklerin entegrasyonundaki sıkıntılı konularından kabul edilen kadın hakları, dil, yüksek eğitim, vatandaşlık gibi teknik ve hukuki sorunların yanında kültürel farklılıklarda öncelikli sorunlar arasında kabul edilmektedir. Bu noktada hakim unsur olarak Almanlar kendi istediklerinin kabul edilmesinin zorunluluğuna inanmaktadır. Bir Avrupa devleti olan Almanya, bünyesinde bulunan yabancılara ilişkin politikalarını kendi kültür havzası olan Roma–Germen çizgisi üzerinde yürütmektedir. Türk devletinin ise bu konuda işçilerin ilk gidişlerinden onuncu yılına kadarki sürede bir müdahalesi olmadı ve işçiler kendi devletlerinin herhangi bir yönlendirmesi olmaksızı n hareket ettiler, sonrasında ise devlet etkin bir şekilde varlık göstermedi. İlk göçmen kuşak muhafazakar yapısını gettolaşarak korumaya çalıştı, sonraki gelenlerle oluşan ikinci kuşak Türkiye’deki siyasal olaylardan çok etkilendi ve farklı isimlerle ayrışarak çeşitli partilere ayrıldılar. Üçüncü ve dördüncü kuşaksa Avrupa kültürü içinde hızlı bir kültürel dejenerasyon yaşamaktadır. Türklerin iki farklı kültür arasında yaşadıkları kırılmaların, şaşkınlıkların, heyecanların resmi hala tam olarak çıkarılmadı: Türkler neden geldiler Almanya’ya, Türk devletinin bir hesabı var mı, Alman devletinin Türklerle ilgili hesabı nedir, Türkler niçin entegre olmuyorlar, Türklerin hayatlarına güzellik katan unsurlar nelerdir, Türklerle iç içe yaşayan Almanlar neler düşünüyor, Türkler hangi özellikleriyle diğer milletlerden ayrışıyor, Alman vatandaşlığına geçen Türkler kendilerini nasıl hissediyorlar, Türklerin çocukları neden ikinci sınıf liselere gitmek zorunda kalıyor, Türkler her şeye rağmen bu yaşama moralini nereden alıyorlar, Türklerin Alman toplumuna kattıkları; Almanya’nın Türklere verdikleri nelerdir, Türklerin kuşaklar boyunca kendilerine vatan gördükleri yer neresidir, İkinci kuşakla başlayıp sonraki kuşaklarla derinleşen farklılıkların anlamı nedir ?...

90


kültür - sanat

magrib

Türkiye’nin 45 yıl önce aldığı bu işçi gönderme kararıyla diğer ülkelerden farklı elde ettiği sonuçların tarihi hem insani, sosyolojik açılardan irdelenmesi hem de son zamanlardaki Türkiye –Avrupa ilişkilerinin seyrinde de belirleyici unsurlardan olan Avrupa’da yaşayan Türklerin halihazırdaki yaşamlarının varlığı ve gidişatı etraflıca sorgulaması gerekmektedir.

Avrupa ve Avrupa’daki Türklere ilişkin notlar: 1 – Avrupa’da yaşlılar yazın bütün gün camlarda bir insan görmek için, kışın kimsesiz soğuk evlerinde çıldırmanın eşiğinde yalnızlıklarıyla yaşıyorlar... Psikologlar durumu kuşaklar arası iletişimsizlik diye açıklıyor fakat bir selamı dahi olmayan yaşlılar, bu toplumlarda ekonomiye ağırlıklarıyla gündeme gelebiliyor ancak. Sosyal devletin çöküşü diye söylenen meselenin aslı ‘yabancıların’ kendilerince uyumsuz olduklarını düşündükleri alanlar ve kendi ihtiyarlarının da verimsiz yaşları oluyor aslında. Hastaneler çıldıran yaşlılarla ve uyuşturucu bağımlısı gençlerle dolup taşıyor... (Buna bir örnek: Viyana’daki Baumgartner hastanesi) 2 – Gazetelerde iş arayanlar, sevgili arayanlar, hayatın anlamını arayanlar… ’İş ilanları köle pazarlarını hatırlatıyor’ sanki: ben şöyleyim, ben böyleyim… ‘Yalnızım, 35 yaşındayım, mimarım.’ diyen erkekler; ‘Kendi evim var, espriliyim, elime erkek eli değmedi.’ diyen 40 yaşındaki kadınlar... İlanlar Avrupa toplumunda sıkışmış alt kültürlerin küçük mahalleleri sanki... Avrupa insanındaki yalnızlaşma, merhametsizlik, sevgi yoksunluğu en bariz haliyle gazetelerdeki ilanlarda görünüyor: ‘Yalnızım, şefkatli, dürüst bir eş arıyorum.’ 3 – Avrupalı zihninde bir Türk öncelikle bıyıklıdır, yani en azından eskiden öyleydi ama bu imaj Avrupalının mutlaka her yıl yapmaları gereken tatillerinin öncelikli yerlerinden olan Bodrum plajlarından Avrupa’ya kapak atmak isteyen yanık vücutlular ve bir de iş bulabilmek için saçını sarıya boyayan, küpe takan, /.../ burada yaşayanlarca değişti... 4 - İlk işçilerin gelişinde Osmanlı çocukları geliyor diye Almanlar kendiliğinden onlar için mescitler yapmışlar!.. Şimdilerde Türklerin çalıştığı yerlerde mescitler ancak yapılacak taleplerin değerlendirilmesiyle mümkün olabiliyor. 5 - Alman devleti Türklerin çocukları için ( diğer azınlıklar için de ) eğitim sürecindeki performanslarının futbola kaydırılması noktasında bilinçli bir politika yü-

91


magrib

kültür - sanat

rütüyor... Çocukların aileleri de sanki profesyonel futbolcu yetiştiriyor gibi vakitlerinin, paralarının önemli kısmını çocuklarının futbol maçlarına ayırıyor ve Alman devleti bunu teşvik ediyor. Genel olarak batının eğitim politikasında futbolun gençlik üzerindeki etkilerini sorgulayınca ortaya sistemin istemediği bir yapının önü bu yolla tutuluyormuş izlenimi doğuyor. Gençliğin a-politik olması, ideolojilerle ve birçok Avrupa ülkesinde Hıristiyanlık hariç dinlerle ilişkileri festivallerle, şenlikli otel toplantılarıyla sınırlı tutulması onları rahatsız etmiyor. 6 - Çok bahsedilen ithal gelin-damat meselesi Avrupa’da yaşayanların çocuklarını Türkiye’den akraba çocuklarıyla ya da yine kendi tanıdıkları bildikleri insanlarla evlendirmesi oluyor. Çoğu kez birbirini tanımayan ve hatta birbirlerini evlendikten sonra görebilen gençler sadece Avrupa’ya gidebilme şansını yakaladıkları için şansa bir evliliğe razı oluyorlar, razı ediliyorlar. Erkek tarafı için ‘Avrupa’ya kapak atmak’, kız tarafı içinse ‘maddi olarak iyi bir yere gelin gitmek’ demek olan bu evlilikler Türkiye’de benimsenen, imrenilen bir durum neredeyse...

Oysa bir ithal damat – gelin için bu durumun oldukça trajik yanları var:

Köylerinden, kasabalarından, büyük şehirlerden giden çoğu muhafazakar aile kızları Avrupa’daki Türk evlerine göre oldukça küçük evlerde ( en fazla 3 odalı ) damadın kardeşleri, anne-babası ve bazen de yakınlarıyla yaşamak zorunda kalabiliyor. Erkekler ise memleketlerinde iken çoğu işsiz ve elinden bir şey gelmeyenler olarak yeni geldikleri Avrupa’da bir harçlık için dahi evin reisinin eline bakmak zorunda kalıyor. Bir araştırmaya göre bu evliliklerin %60’ı boşanmayla sonuçlanıyor ya da çok mutsuz ve aldatılmaların yaşandığı birlikteliklere dönüşüyor. Sonuç olarak Avrupa’ya gelin-damat gidenleri dinleyince durumun hiç de Türkiye’de sanıldığı gibi olmadığı anlaşılıyor. 7 - Alman ve Avrupalı yetkililerin yabancılar ve özelde Türkler hakkındaki açıklamaları tanıdık... Eski Alman Dışişleri bakanı şöyle demişti: ‘En güzel entegrasyon, asimilasyondur!’ Fransız İç işleri bakanı Sarkozy de : ‘Ya sev ya terket!’ diyor… Viyana’da bir metroda ‘Türken raus!..’ -Türkler defolun !..- yazıyor. 8 - Avrupa’nın istediği yabancıların önce etkisizleşmesi ve zamanla da toplumlarına entegre olmaları, yani Avrupalılaşmaları... Renksiz hizmetler isteniyor yabancılardan. Bir çöpçü olması, bir terzi ya da bilgisayar tamircisi olması bir yere kadar rahatsız etmiyor onları ama sanatta, politikada ya da bilimde yükselen bir yabancı

92


kültür - sanat

magrib

bir takım engellerle karşılaşabilir. Burada sanatçı birinin dünya görüşünde alternatif iddiaları olan bir yaklaşım, inanış olmamalı, zihniyetiyle Avrupalı olmalı ki bu durumda da yabancı olmanın sorumluluğu yanlış kaldırmadığından bir Almanın yanlışının tolere edilmesi gibi bir şansın tanınması durumu ya da her zaman yükselen birinin alternatifinin de olacağı işlerde önceliğin bir yabancıdan yana yapılması söz konusu olmaz !.. Bu öncelik ya da bir yabancıdan beklentiler aslında birçok devlette de görülebilecek bir şeydir. Fakat Avrupalılar yüksek özgüvenleriyle böyle bir şeyin kendilerinde olmadığını kendi halklarına ve nedense bizim gibi bir topluma inandırabilmişlerdir. 9 - Aslında Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren Türklerde güçlü olan Alman sempatisi 60’lardan itibaren ilk gelen işçileri de Alman toplumunda kendilerini Alman üst kimliğiyle ifade etmelerine yatkın kılıyordu. Almanlar hakkında çoğu kişiden ‘Eksik yanları sadece Müslüman olmamaları’ hayranlığını yazları Türkiye’ye gelenlerden sıkça duymuşuzdur. Türkler çalışıyor, Almanlar devletlerinin binalarını yükseltiyor, herkes görünürde işine bakıyordu. Sonra sihir bozuldu ve herkes birbirini yeniden tanır oldu. 11 Eylül sonrasında ise toplumda pozisyonlarının yeniden hatırlatılmasıyla Türkler de kendilerini milli kimlikleriyle yeniden tanımlar oldular. (Benzer baskıların en ilkelinin yaşandığı Yunanistan’da bu yıllardır mahkemelik bir konu…) 10 - Avrupa’nın dünyaya sunduğu en iddialı reçetesi olan ve sadece kendi bünyesinde bulunan insanların eğitim, sağlık, emeklilik, işsizlik maaşı gibi sorunlarının devletçe güvence altına alınması demek olan `sosyal güvenlik` denemesinin Avrupalı yetkililerinde açıklamalarına göre, hem maddi olarak hem de zihnen geri dönüşü olmaksızın sonuna doğru yaklaşılıyor. Bir dönem ve eskisi kadar olmasa da halen insanların gelecekleriyle ilgili tasasız planlarını yapabildiği maddi refah ortamında Türkler yaşadıkları toplumda en çok çocuk doğumlarında yapılan yardımlardan istifade ettiler. 11 - Alman halkı hızlı bir şekilde yaşlanıyor… Almanların doğum oranının çok düşük olması onları Türklerle ve diğer milletlerle de birlikteliklerini daha hesaplı ve faydalı yapmak zorunda kılıyor. Nasıl da rahatsız edici bir durum!.. Türkler için düşünülen rollerden biri bu!

93


magrib

kültür - sanat

12 - Altmışlı ve yetmişli yıllardaki ilgileriyle, müziğiyle, taşıdığı çantasıyla dünyanın gidişatına ilişkin söyleyecek sözü olan gençliğin yerini, seksenli ve doksanlı yıllardaki eski kuşaklara ait materyalleri birer sembol olarak görüp boyunlarına takan, düşük bel giyinip marjinal ‘takılan’, anı yaşamasını tavsiye eden müzik yapan bir gençlik aldı. Almanya’daki 3. kuşak gençlikte aslında Amerikan siyahi müziği olan hiphop’la birlikte yaşadığı toplumla hesaplaşır buldu kendini. Burada Türkleri bir arada tutan moral değerlerini bu yolla anlatan türlü şarkıcılar türedi doksanlı yıllar boyunca. En ünlüleri Cartel’di bunların… 13 - Yalnızlığın gittikçe büyüdüğü, ilişkilerdeki tekinsizliğin, güvensizliğin artık bunalttığı bir Avrupa’da, Berlin’de kimi caddeler daraltılmış ki insanlar birbirlerine değsin, elektrik alsın. Parklar da Avrupalının dikkatlice gezindiği yerler, oysa Türkler memleketlerindeki alışkınlıklarıyla burada da mangal ve semaverleriyle görünebiliyor. İlgiyle karşılanan bir durum bu Avrupalı için... Parklarda çoğu insan yalnız başına dolaşıyor ya da garip tipleriyle türetme köpekleri ellerinde, onları en güzel şekilde tarayarak, giydirerek çocuklarıyla gezer gibi geziyorlar. Köpekler burada insan neslinin 3. ayağı sanki: Kadın, Erkek, Köpek... Marketlerde bütün bir rafı köpek yiyeceği çeşitleriyle dolu görebilirsiniz ya da hemen arka tarafınızda çeşitli takılarıyla... Yaşadığınız apartmanın üst katından havlamalar duyarsınız ve anlayışlı olursunuz bunun için. Parklarda çocuklar için ve köpekler için oyun sahaları vardır. Oyun yerlerine götürürken köpek kaldırımları pisleyebilir ve yanlışlıkla basabilirsiniz. Bu son derece alışılmış bir durum Avrupa’da. Yalnızlığını unutmak isteyen Avrupa, Amerikalıların cadı bayramına da oldukça ilgi gösterir olmuş son zamanlarda. 14 - Türklerin Avrupa toplumuna entegrasyonunu engelleyen, geciktiren en önemli sorun olarak kabul edilen dil öğrenememesinin sebebi geldiği ülkenin dilini de tam olarak bilmiyor olmasındandır. Çoğu kırsal kesimden gelmiş olan Türkler kendi dillerinin gramerini bilmiyor olmanın yanında, güzel Türkçeyle de konuşamıyor, hatta İstanbul Türkçesiyle konuşan birini farklı dille konuşuyor sanabiliyor bir Avrupalı... 15 - Türklerin ancak cemaat, akraba ya da tanıdıklardan birinin vasıtasıyla girişebildikleri esnaflığın dışında Avrupa toplumlarında alternatif bir iş sahibi olmanın bedeli genellikle ya çok ağır işlerde çalışmak oluyor ki, ilk kuşağın tek tercih edebileceği bu yoldu ya da daha iyi iş sahibi olmak için mutlaka yüksek eğitimli ve yaşadığı ülkenin dili ile bir sorununun olmaması gerekiyor.

94


kültür - sanat

magrib

Her iki yolun da sıkıntılarını yaşamak istemeyen, sonraya bırakan, Alman toplumunun kendi refahı için uyguladığı sosyal güvence imkanlarından olan; doğumlarda ve çocukların belli bir yaşa gelene kadarki yetişme çağlarında yapılan yardımlarla sermaye biriktiren Türklerden, yaşadığı toplumun kurallarını bilmeden hareket eden birçokları, ya sermayesini birilerine kaptırmış, ya da umduğunu bulamamış bir şekilde parayı tüketmiş oluyorlar. Böylece çocuklarının eğitimlerine harcanması gereken parayı da bir hayal peşinde, umduklarını bulamadan tüketmiş oluyorlar. Türklerin birçoklarının yitirdikleri hayallerinin hikayesi bu...

16 - Kadınlar... Hiçbir vakit kendilerini buralara ait hissetmediler!..

17 - Avrupa’da düğünler iki türlü yapılıyor: ya çok rüküş ya da ‘dini usul düğün’ denilen şekilde… Türklerin her iki tercihlerinde de yüzlerini döndükleri istikametin eğlence tarzını çarpık yansıtan bir manzara görünse de, bir aidiyet sorununu dert edindiklerini görebiliyorsunuz. Ayrıca burada düğünlerde havaya silah sıkma durumu mümkün değil ama düğün ekibinin arabalı konvoyunda klakson çalma alışkanlığı ( ilk başlardaki yadırgamalara rağmen ) devam ediyor. Şimdilerde Almanlar da Türklerden öğrendikleri bu usulü düğünlerinde ve maç sonlarında yapıyorlar. 18 - Avrupa kapıları Türkiye’ye çok zor şartlarda alınan vize ile açılıyor ancak. Binlerce insan konsoloslukların kapılarında sabah sırasını kaçırmamak için bazen geceleyerek, bazen şimdi sen git biz seni aradığımız zaman gel denilerek ve hatta bazen cevap dahi verilmeyerek gördüğü kötü muamelelerle günlerini geçiriyor. Bir ekmek kapısıdır diyerek büyük umutlarla beklenilen vize başvuruları, sabah karısıyla kavga etmiş bir memur tarafından saçma bir şekilde reddedilebiliyor, ya da eğer bir Avrupa ülkesine iki haftalık bir gezi yapmak isterseniz, vize başvurunuzda görmek istedikleri hakkınızdaki bütün evrakları önlerine yığsanız da nedeni açıklanmadan sadece ‘ikna olmadık’ denilerek başvurunuz yine fütursuzca reddedilebiliyor. İki ülke arasındaki insan giriş-çıkışlarının kontrolü olan vize uygulaması 1960’lara kadar Avrupalı ülkelerce Türkiye’ye uygulanmıyordu. Ekonomik olarak gelişkin ülke insanlarının çoğunun bu sınırlamadan muaf oldukları gerçeği bir yana ‘yakın kültürlerin’ insanlarının da Avrupa ülkelerine Türkiye’den çok daha rahat vize alabiliyor olması ayrıca düşündürücü!.. Başka nedenleri inatla aramak istemesem de Hıristiyan bir devletin vatandaşının vize sırasında öncelikli olmasını görmezlikten gelmek safdillik mi olur?

95


magrib

kültür - sanat

Buna örnek ülkelerden Hırvatistan, Bulgaristan sayılabilir... Vize konusu AB-Türkiye müzakerelerindeki en önemli sorunlardan biri şimdiden… 19 - Hepsi Hıristiyan olan Avrupa ülkelerinde, eğitim sistemi ülkesine göre laik bir sistem dahi olsa Türk çocuklarının da okuduğu ilkokullarda kilise gezileri yapılıyor, farklı bir Türk tarihi okutuluyor, yemeklerde domuz eti yeniliyor. Bu durumdan rahatsız olan Türk ailelerden bazıları çocuklarının kilise gezilerine ve okudukları müfredata müdahale edemese de domuz eti yememeleri için okullarına kayıt yapılırken vejetaryen diye kaydettiriyor. ( Bir Türk anne şunu anlatmıştı: Sözde dil öğrenmesi için okul bahçelerinde Türkçe konuşan çocuklara çöp toplatılıyor! Okullarda çöpçülüğe alıştırılan çocuklara reva görülen bu muamele bir Avrupalı çocuğa yapılması durumunda mahkemelik bir durum çıkar ortaya. ) 20 – Almanya’nın yeniden inşasında ilk İtalyan ve Yunanistanlı işçiler çağrıldı. Batı Avrupa’nın alt kültürleri olan bu ülke insanları herhangi bir sorun yaşamadan kısa bir sürede topluma entegre oldular. Tipleriyle Türk erkeklerine benzeyen İtalyan erkekleri de bıyıklı halleriyle Alman toplumunda sadece renklilik olarak kabul edildi. Ta ki Türkler gelene kadar!.. Ekonomisi büyüyen Almanya Türkleri de işçi olarak çağırdıktan sonra gelen erkek işçiler ciddi bir bıyık sorunu yaşadılar: Osmanlı dedikleri bıyıklı Türklere önce kiralık ev vermediler, sonra işlerinde sorun çıkarmaya başladılar. Bu farklı tavır toplumda bütün bıyıklılara Türk muamelesi yapılmaya varınca İtalyan erkekleri de bundan nasiplendi ve İtalyalarla birlikte, Anadolu’nun pala bıyıklıları kiralık ev bulabilmek için bıyıklarını kesmek zorunda kaldılar. 22 - Avrupa’da hapislerde yatanların büyük oranı yabancılara ait. Bu durumu klasik suç gerekçeleriyle açıklamak yetersiz... Suçların niteliğine bakılınca durumun esas nedeninin Avrupalı halkların yabancıları olduğu gibi kabullenememesinden, sistemin onları dışarıda, altta tutmasından ve ceza sistemlerinin de çoğulculuk iddiası olan bir toplum için düzenlenmeyişinden kaynaklandığı görülüyor. Hapishaneler adi suçlardan değil aslında ‘tutunamayan’ esrarkeş, uyuşturucu bağımlısı, sistemle sorunları olan Türklerle dolu!!! 23 - Türklerin televizyonları hemen her saat açık ve Türk kanalları izleniyor. Evlerden hangisine girerseniz izleyeni olmasa da televizyonların açık olduğu görülüyor. ( Avrupa’da da en çok ilgi gören ilim adamı Zekeriya Beyaz, kadınlarca en çok izlenen program da Seda Sayan vb. )

96


kültür - sanat

magrib

24 - İspanya’da Müslüman olanların oranı diğer Avrupalı halklara göre daha yüksek. Nedeni ise Endülüs geçmişlerinden kimi İspanyolların dedelerinin Arap olduklarını öğrenmeleri… Geçmişleriyle ünsiyet kurarak Müslüman olmanın benzeri başka bir Avrupa ülkesi Almanya’da da yaşanıyor. Osmanlının son dönemlerinden itibaren siyasette güçlenen Türk – Alman ilişkileri kısmen halkın da kaynaşmasına sebep olmuştu. Almanya’dan gelenlerin kimi Osmanlı’da, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde; Almanya’ya göreve giden kimi Türkler de orada yerleşiyorlardı. I. Dünya Savaşı sonrası memleketlere dönülemeyince evlilikler yapan, yerleşik hayata geçen Türklerden bu insanların Almanya’daki torunları da dedelerinin Osmanlı-Türkü olduğunu öğrenince önemli bir kısmı Müslümanlığı seçti... 25 - İlk zamanlar memleketten hiç haber alamayan, birlikte geldiği arkadaşlarla çalışma yerleri ayrı eyaletlere düşen, karısından, kocasından 7 yıl, 10 yıl ayrı kalan, geldikleri ülkenin de dilini bilmeyen gurbetçiler, yalnız geçen yıllarında Türkçe herhangi bir şeyler duyabilmek umuduyla, Almanya’da o dönem günde sadece 1 saat yayın yapan solcu Köhl radyosunu dinlemek için aldıkları büyük antenli radyolarının başına kahvelerde, evlerde toplanır konuşulanları sevmeseler de can kulağıyla dinlerlermiş: Cem Karaca yine mahkemelik!.. 26 - Buraya ilk başlarda sadece para kazanıp ‘dünyalıklarını’ kurtarmak niyetiyle gelenlerin çoğunun yerleşik hayata geçip, yüksek maddi imkan bulmalarıyla da niyetlerinden bir sapma olmamış: hedefleri yalnızca daha fazla para kazanmak! Alamancı diye Türkiye’de adlandırılan Avrupa’daki çalışan Türklerin 1995’lere kadarki çocuklarına bulundukları telkinler hep ‘bir işiniz, bir eviniz olsun!..’ olmuş. Çocuklarına verebilecekleri eğitim noktasında Türkiye’deki imkanların çok daha fazlası ellerinde olmalarına ve Alman devletinin de kendi çıkarları için de olsa bu noktada sundukları fırsatlara rağmen çocuklarını para kazanmanın daha önemli olduğu bilinciyle yetiştirmişler. Bugün Türkiye’de de hemen her alanda görülen birçok ahlaksız iş ilişkileri, buradaki Avrupa’da olmaktan nedense gurur duyan Türklerin işlerinde de bu sebepten görülüyor maalesef. 27 - Çoğunluğu kırsal kökenli işçilerin ilk zamanlar buluşma mekanları genellikle küçük kahveler ve camilerdi. Ağır işlerde çalıştırılan Türklerin akşamları bir bardak çay içip sohbet edebilmek için yorgun argın bir halde buluştukları bu mekanlarda eğlence, dünyadan haber alma ve eğitim adına da tek imkanları günde yalnızca 1 saat yapılan Türkçe radyo yayını ile sağdan soldan temin edilen Kemal Sunal filmleriydi.

97


magrib

kültür - sanat

Sonraki yıllarda artan Türk sayısıyla eğlence alanında mini bir sektör oluştu ve her Türk Mahallesi denilebilecek yerlerde Türk filmlerinin de bulunduğu video dükkanları açılmaya başladı ve neredeyse bir 10 yıl daha Türklerin yine bütün eğlencesi, eğitimi artık daha kolay temin edilebilen video olmaya devam etti. Kaliteli ve Türkçe hiçbir şeyin ellerinde olmadığı, ulaştırılmadığı işçiler Anadolu’dan geldikleri yörenin şivesiyle konuştukları Türkçelerini Kemal Sunal filmlerinden sonra bir de argoyla karışık yeni, garip bir şiveyle konuşmaya başladılar ve buralarda doğan çocuklar düzgün Türkçeyi Kemal Sunal’dan öğrendiler. ğildir.

Avrupa’da konuşulan Türkçe hala en kaba Kemal Sunal şivesinden farklı de-

28 - Video-kasetlerin yaygınlaşmasıyla daha çok camilerde bir araya gelen insanlar Türkiye’den getirilen farklı cemaatlerin, partilerin, yapıların propaganda kasetlerini izledikçe birbirlerinden ayrılmaya başlamışlar. Başlarda aynı kaderi paylaşan, camilerde buluşarak birbirlerine yaslanan bu insanlar, sonraları nedense videoları izledikçe birbirlerinden farklı olduğunu düşünmeye başlamışlar. Zamanla her cemaatin bir camisi açılmış, cemaatten biri başkasının camilerine uğramaz olmuş, hatta bir cemaatin kurbanını diğerleri haram bile saymışlar! 29 - Avrupa halklarında aile olgusunun ilkel ve zorlama bir birliktelik gibi görülmesi giderek kabul gören bir yaklaşım. ‘Cinsel serbestlik’ anlayışının her gün yeni kazanımlarıyla ailelerde ileri yaşlarda boşanmaların ya da çok erken yaşlarda cinsel bilinçlenmeye rağmen- bakireliğin bozulmasının son derece normalleştiği kıta Avrupa’sında artık kimi ülkelerde eşcinsellik yasa ile teminat altına alınıyor, senenin az bir vakti güneş alan ülkelerinde çıplaklar kampı açılıyor, sperm bankalarından ten rengine kadar tarif edilebilen bilinmeyen babalardan siparişle çocuklar doğuyor, liseli bir öğrenci sadece mezun olduğu için seks partileri düzenleniyor. Bu konuda Türklerle Avrupalılar arasındaki farklılık ise gün geçtikçe azalıyor. Türk ailelerinin Avrupa insanına geleneksel aile yapımızı alternatif, ideal, saygın bir yapı olarak sunmaması bir yana; cehalet, ilgisizlik sebebiyle kimi Türk çocuklarının kirli bir biçimde dahil oldukları cinsel sapkınlığın vahameti birkaç yıl içindeki Türklerin kürtaj yaptırma oranlarındaki patlamalarla anlaşılıyor!.. 30 - Türklerin kimliğinin korunmasında cemaatlerin, tarikatların büyük önemi var. Müslüman olmayan bir toplumda Müslümanlar bir araya gelerek dinlerine yakın olma imkanı buluyorlar, aidiyet hissediyorlar.

98


Salvador Dali ‘Kendi Portresi’ 1941 (Salvador Dali Figürleri)


magrib

kültür - sanat

Mustafa Eker

Makale

PUNK’IN DOĞUŞU Yirmi yılını dolduran “Punk”, ne kadar mezara yollanmaya çalışılsa da, felsefesinin ilkelerini geliştirerek büyümüş, pek çok yeni akımın doğmasına neden olmuştur. Yirmi yıllık Punk tarihini değerlendirdiği Punk Felsefesi kitabında Craig O’Hara, hareketin içinden biri olarak bize, bu süreç boyunca ortaya çıkan Punk’ın bugünkü halini anlatıyor. Ana akım medyanın Punk’ı nasıl yalan yanlış yansıtarak hareketi yok etmeye çalıştığını, dazlaklarla Punk’ların birbirlerine koşut gelişimlerini ve ayrılıklarını, Punk’a özgü bir iletişim ağı oluşturan fanzinleri, hareketin siyasi duruşunu belirleyen anarşizmi, Punk’ın cinsellik ve toplumsal cinsiyet meselelerine karşı tavrını, çevre sorunlarına yaklaşımlarını ve “kendin yap” etiğini ele alan bu kitap, gürültünün ötesinde neler olup bittiğini öğrenmek isteyenlerin hoşuna gidebilir. İş siyasi ideolojiyi seçmeye gelince, Punk’ların büyük çoğunluğu anarşizmi tercih ediyorlar. Kapitalizm veya komünizmin herhangi bir türünün devam etmesini destekleyen neredeyse hiç yok. Bu, bütün Punk’ların, Anarşizm’in tarihi ve kuramı hakkında çok okudukları anlamına gelmez, fakat çoğu, Anarşizm’in resmi devletin veya hükümdarların olmaması, bireysel özgürlük ve sorumluluğa değer verilmesi ilkeleri çerçevesinde oluşturulan bir inancı paylaşıyorlardır (kim paylaşmaz ki). Minneapolis’den çıkan fanzin Profane Existence, Kuzey Amerika’daki en büyük anarşist fanzindir ve içerdiği müzik ve politik bilgiler, anarşist bakış açısından aktarılmaktadır. Daha entelektüel/aktivist eğilimli okurlara hitap eden ve Punk hareketinin müzik tarafını safdışı bırakarak salt politik formatı benimseyen başka değerli birçok fanzin de vardır. Avrupa camiasının, Kuzey Amerika’daki akranlarından daha fazla anarşist fanzin ve müzik üretmesinin sonucu olarak, Avrupalı Punk’lar tarihsel olarak daha politik olmuşlardır. Bu fanzinlerin yaratıcıları ve editörleri, görünür bir biçimde politik eğilimi olan ikinci dalga Avrupa Punk’ından (1980-1984) etkilendiler. Örneğin Birleşik Krallık’taki Crass, Conflict ve Discharge; Hollanda’daki The Ex ve BGK ile ABD’deki MDC ve Dead Kennedys müzik grupları, birçok Punk’ı sırf Rock’N’Roll’cu olmaktan çıkararak, asi düşünürlere dönüştürdüler. Bu müzik gruplarının ideolojileri, Punk müziğinin yelpazesinin her yerinde, her tür müzik çalan birçok grup tarafından sürdürülüyor. Chicago’daki Los Crudos’un hararetli politik thrash müziği nasıl zulmün yüzüne haykırıyorsa, Propaghandi’nin açıkça sınıf bilinci taşıyan şarkıları, kulağa hoş gelen ve akılda kalan pop Punk tarzına mükemmelce oturuyor. Bu müzik grupla-

100


kültür - sanat

magrib

rının bir sonucu olarak, binlerce genç insan kendini “anarşist” olarak nitelendiriyor ve mevcut devlet rejimlerine karşı kin besliyor. “Uygarlık dediğimiz şeyin ilk aşamalarında birkaç insan, kendileri adına başka insanları çalıştırarak rahat bir yaşam sürdürebileceklerinin ve onların sırtından zengin olabileceklerinin farkına varmış. Bu insanlar, kendilerini kabile reisi, şaman, kral veya rahip olarak atamak için kurnazlık veya fiziki kuvvet kullanmışlar. Tehdit ve batıl inançlar kullanarak insanları hizaya getirmişler. Ara sıra tebaaları başkaldırırdı ve onlar, ya tebaalarının yatışmalarını sağlayabilecek kadar reform bahşederdi ya da yerlerini yeni hükümdarlara devrederlerdi. İşte devletin doğası böyledir” (Felix, “Professor Felix’s Very Short History of Anarchism”, Profane Existence, Sayı: 1, Aralık, 1989, s. 13). Punk’lar, dünyanın mevcut sistemlerine, kısırdöngü haline gelmiş devrimlerle sonrasında yaşanan baskı ortamlarına karşı bir alternatif olan anarşizme yöneliyor. Devletlerin (veya genel olarak hiyerarşilerin) doğası gereği, onların altında yaşayan (veya onlar tarafından etkilenen) insanlar baskı altında tutulur ve sömürülür. Gençlik veya burjuva karşıt-kültürlerden farklı olarak Punk’lar, komünizmi ve geleneksel demokratik devletlerin sol kanatlarının yanı sıra kapitalizmi de reddederler. İktidarda olan partilerin uyguladığı reformlar çoğu zaman devletçi (yani resmi devletin sürdürülmesinden yana olan) veya yüzeysel bulunarak kınanır. Reformlar, insanları özgürleştirmek için değil, onları teskin etmek için yapılır. Komünizme gelince, birçok Punk, komünist hareketin en azından sözde geçerli olan kadın hakları ve işçi sınıfı desteği konusunda anlaşmaktadır ve kapitalist toplumdan aynı derecede hazzetmemektedirler. Punk topluluğunun birçok üyesi, belli başlı konularla ilgili, görünüşe göre benzer amaçları olduğu için Spartacist League, Devrimci Komünist Parti (Revolutionary Communist Party - RCP) ve başka Marksist/Leninist/Troçkist grupların düzenlediği eylemlere katılmışlardır. Anarşistler ve tarih hakkında okuyan herhangi bir kimse, komünizmin gerçeklerinin ideal anarşist devletin amaçlarından uzak olduğunun farkına varır. “Komünist grupların muhalefet yaparken söyledikleri, iktidardayken dile getirdiklerinden tamamen farklıdır. Onlar komünizmi, kapitalistlerin baskılarına ve zulmüne karşı eşitlik ve adalet adına mücadele eden asil bir hareket olarak gösterirler. Ama gerçek olan, sol partilerin doğası gereği otoriter olduklarıdır. Felsefesinin bir parçası olarak bir insanın diğerine hükmetmesini savunan her sistem zulüm olasılığını barındırır. Komünist gruplar halk kitlelerinin özgürleşmesi için değil, kendilerinin iktidara gelmesi için mücadele eder. İktidara gelince de, iktidarlarını sürdürebilmek için bütün hükümetlerin uyguladığı baskıları onlar da uyguluyor” (Felix ve Rat, “Revolt Against Communism” [Komünizme Karşı Başkaldırma], PE, Sayı: 2, Şubat, 1990, s. 22).

101


magrib

kültür - sanat

Komünizmin zulmünü gösteren kanıtlar, sadece mevcut baskıcı rejimlerden değil, anarşistlerin, totaliter komünist kuvvetlerin ihanetine uğradıkları ve onlar tarafından ezildikleri 1921 yılında yaşanan Kronstadt Ayaklanması, 1918-1921 yılları arasında yaşanan Ukrayna Anarşizm Hareketi ve 1936-1939 yıllarının İspanyol İç Savaşı’nda da bulunabilir. Komünist rejimler, sonuçları itibariyle tahttan indirilen rejimlerden illa ki farklı olmuyor, en azından hükmedilen tebaalarına göre pek bir şey değişmiyor. Devrimlerin amacı, basit bir hükümdar değiş tokuşu anlamına gelmemeli. “Bu yüzyılda devrim, sadece kapitalist sistemleri devredip yerine eşit derecede ya da daha baskıcı olan kendi sistemlerini devreye sokan komünist örgütlerin profesyonel sınıfı tarafından idare edilen devrim anlamına gelmiştir” (Minnesota müzik grubu Destroy, PE, Sayı: 1, s. 29). Bu anlamda devrimler kısırdöngü haline gelmiştir; hoşnutsuz olanların başkaldırmaları ancak başka bir hoşnutsuz sınıfı yaratmaya yarıyor. Komünizm, anarşizmin sağladığı özgürlük derecesini sağlamıyor; dolayısıyla güya düşmanı olan kapitalizmden daha çok tercih edilen bir sistem olmamalıdır. Punk hareketi başta, sahte demokratik politikaları benimseyen kapitalist ülkelerde oluştu. Bu nedenle kapitalizm ve onun neden olduğu sorunlar politik Punk’ların ilk hedefi olmuştur. Evsizlik, sınıfçılık ve işyerinde yaşanan sömürü, açgözlülük üzerine kurulan bir sistemin bazı sonuçları olarak görülmektedir. Kapitalist sistem, toplumun bazı üyelerinin bolluk içinde yaşamalarını sağlarken, bu durum o bolluktan mahrum bırakılan insanların sömürülmesiyle doğrudan ilişkilidir. Bir insanın dürüstçe çalışarak zengin olabilme inancı, tekrar tekrar aksi kanıtlarla yıkılmıştır. Eğer bu gerçek olsaydı, ben ve ailem dahil olmak üzere alt sınıfın şu anki birçok mensubunun keyifleri tıkırında olurdu. Kapitalist toplumda başarı, insanın sahip olduğu para ve mal ölçüsüyle tanımlanır. Bu tanımı kullanarak, kendi konumlarından tatmin olan ve fakir duruma düşmekten korkan orta sınıfın “hali vakti”nin herhangi bir radikal değişime direnebilecek kadar “yerinde” olduğunu söyleyebiliriz. Gerçek durumunun farkında olması gereken (ki birçoğu bunun farkındadır) gelir düzeyi düşük olanlar bile orta sınıf bolluğundan bir parça koparabilme olasılığı için çalışırlar. İnsanların yiyecek yerine müzik setleri ve televizyonları yağmalamaları, daha iyi bir yaşamın daha çok para ve daha çok mal anlamına geldiği konusunda ikna olduklarının bir göstergesidir. Paranın ve belli lükslerin, hayatı kolaylaştırdığı şüphesiz doğrudur, fakat başarı ve başarısızlığı bu ölçülere tabi tutmak tehlikeli imalar barındırır. “Kapitalizm, herkesin kendi kârını azamiye çıkarmaya çalıştığının farz edildiği kuramsal bir modele dayanır. Üstelik, insanlar çoğunlukla, etraflarındaki her şeyi metaya dönüştürerek bu modele uymuştur” (“New World Order,” MRR, Sayı: 98, Temmuz, 1991). Çevrenin şu an karşı karşıya kaldığı tehlike ve felaketler bunu aşikâr bir biçimde kanıtlıyor. İk-

102


kültür - sanat

magrib

tisatçılar, yaşanacak kayıpları hesaba katmadan çevresel ürünlerin değerini hesapladıkları zaman, gelecek insan kuşakları ve şimdiki bitki ve hayvan türleri için kesin bir felakete yol açmış oluyorlar. Daha uç vakalarda, “bu düşünce biçimi, insanlar ve insanlar arasındaki çatışmanın bir bütün olarak mal haline geldiği savaş zamanlarında en kritik noktasına ulaşır; öldürmek anlamını yitirir” (a.g.e.). Bu çok önemli bir nokta ve bunu vurgulamak için Orta Doğu’da yaşanan Körfez Savaşı’nı örnek verebiliriz. Kapitalizmin yamyamlık olduğu tekrar tekrar söylenmiştir. Bu ifade genellikle büyük şirket sahipleri veya yöneticilerinin, kâr sağlamak isteğiyle nasıl diğer insanları sömürdüğüne işaret ederken kullanılır. Kapitalizm çoğu zaman sanki belli bir grup insanın ıstırabından kuvvet bularak büyüyor gibi görünüyor. Körfez Savaşı sırasında her iki tarafın askerleri, kâr kaybını önlemenin yanı sıra işleri çoğaltmak için araç olarak kullanılmışlardır. “Bu savaşla ilgili bazı gerçeklerin doğruluğu tartışılmaz: Yüz binlerce masum insan hayatını kaybetmiş; bir uygarlık yok edilmiştir. Kapitalist Amerika’da ise savaşın ima ettikleri oldukça farklıydı: Bundan kazanılacak çok para vardı” (a.g.e.). Bu savaşın neden yanlış olduğu ve neden meşru olmadığının (sanki herhangi bir savaş meşru olabilirmiş gibi) açıkça ortada olan nedenlerine girmeden önce savaşın bazı ekonomik sonuçlarına bakalım. Birileri, Çöl Fırtınası tişörtleri, videoları, televizyon programları ve tampon çıkartmaları gibisinden ürünlerini satabilmek için ırkçı sloganları ve birçok insanın ölümünü kendi çıkarına kullandı. Kâr kategorisinde en çok “kazananlar” büyük olasılıkla petrol şirketleriydi ve popüler savaş karşıtı slogan “petrol için kan dökülmesin”in yerine “kâr için kan dökülmesin” daha doğru olurdu. ABD için savaşın toplam maliyeti yaklaşık altmış milyar dolar olarak hesaplanmıştır. (Bu rakam, sayılarını tam bilemediğimiz yaşamlarını yitiren müttefik askerlerini içermediği gibi, Irak’ın kayıplarını hiçbir şekilde hesaba katmıyor). Eğer bu rakamın doğru olduğunu kabul edersek -ki bu ahlaki bir suç sayılır aslında- Amerika’nın bu savaştan elde ettiği kâra dair daha fazla bilgiye ulaşırız. “Müttefiklerin şimdiye kadar 57 milyar dolarlık katkısı olmuştur savaşa; buna Suudi Arabistan’la Kuveyt’in yeni silah satışları için yaptıkları 18 milyar dolarlık peşin ödeme eklenince, ABD hükümeti için bu savaşın sonuçta gayet kârlı bir girişim olduğu ortaya çıkıyor” (a.g.e.). Sadece hükümet değil, Irak’ı yeniden yapılandıracak büyük inşaat şirketleri de iyi mangır biriktirecekti. Ne kadar çok hasar varsa, o kadar yeniden yapılandırma vardır, dolayısıyla o kadar da kâr var demektir. Savaştan kâr sağlamak sapıkça bir şey gibi gelebilir insana, ama gerçekleşen aynen budur. Birilerinin, ekonomiyi ve kişisel kârları iyileştirmek, işsizlik oranını düşürmek ve vatanseverlik hararetini artırmak için beyan edilen bir askeri hedefin aldatıcı görünüşünün arkasında gizlenerek bir savaş çıkarmayı arzulayacağına inanmak çok mu gerçek dışı? “Böylesi fenomenleri açıklamak için bazıları ayrıntılarla bezenmiş

103


magrib

kültür - sanat

komplo teorileri türetirlerdi, fakat bize göre bu tür teorilere ihtiyaç yoktur. Gerçek ise hilekâr düzenin esas yüzünü ortaya koyuyor: Savaştan kâr elde etmek, her şeyi, sahip olduğu tek değeri olan ‘serbest piyasa’ tarafından belirlenen bir mala dönüştüren kapitalist sistemde rasyonel bir eylemdir” (a.g.e.). Dolayısıyla kapitalizm, sermaye elde etmek için insanları insanlıktan çıkarmak ve onları (ve belki de hayvanları/doğal çevreyi) sömürmekle temellendirildiği sürece anarşistler tarafından kabul edilemez. Anarşistlerin, kapitalizmi ve sahte demokratik devleti reddetmeleri için daha çok neden var. Bunların bazılarına daha sonra değineceğiz. Anarşist Punk’lar, demokrasinin radikal, liberal veya aşırı solcu olarak tanımlanan kesimleriyle örtüşen birçok inanca sahip görünüyorlar. Kadın ve eşcinsel haklarının ve ırklar arası eşitliğin savunulması hem liberallerin hem de anarşistlerin bir şekilde resmen kabul ettiği ilkelerdir. Ancak bu benzerlikler, anarşistlerin Sol’u, Sağ’ı kınadıkları kadar (bazen de daha fazla) kınamalarına engel olmuyor. “Anarşistlerin, solcu gruplarla koalisyon oluşturabilmeleri ve onlarla birlikte çalışabilmeleri biraz tuhaf görünüyor. Gerçekte anarşizm, sağcı gruplara karşı olduğu kadar sol politikalarına da muhafet ediyor” (Felix ve Rat, PE, Sayı: 2). Yine Körfez Savaşı, Sol ile anarşistlerin arasındaki farklıkları örnekliyor. Sol’un protesto gösterileri ve direnme çabaları, aslında “radikal eşitçiliği destekleyen ilkesel bir tutumu benimsemeye” gönülsüz olduklarını gösterdi (“New World Order”, MRR, Sayı: 99, Ağustos, 1991). Genel olarak anarşistlerin Sol’a dair görüşü, Sol’un “Devlet’e doğrudan karşı durmasını gerektirecek” herhangi bir şeyden uzak durduğudur (a.g.e.). Ben şahsen Washington D.C.’deki en büyük protestoya katıldım ve bu deneyimden yola çıkarak anarşistlerin bu iddiasını doğrulayabilirim. Protesto gösterisi, kendilerini pazarlamak için ellerinden geleni yapan ve mallarını satmaya çalışan birkaç liberal grup tarafından düzenlendi. “Hareketin liderleri göstericileri, slogancılara uymaya ve zincirleri kırma riskine girmektense ‘medeni insanlar gibi’ onları şakırdatmaya çağırdılar. Yürüyüşçülere, kaldırımda yürümeleri ve medya için görgü kurallarına göre davranmaları emredildi; kendiliğinden gelişen, yaratıcı muhalif hareketlerde bulunmalarından vazgeçirilmeye çalışıldı. Farklı görüşleri savunanlar için de, herkese haddini bildiren ‘barış gözlemcileri’ görev başındaydı” (a.g.e.). 65-70 arasında kurulan Pink Floyd, Deep Purple, Led Zeppelin, Yes gibi gruplar da artık mega rock gruplarıdır. Bu gruplar sayesinde rock, hiç olmadığı kadar popüler olup, ciddiye alınmaya başlanmıştır. Rock müzisyenlerinin kendilerini klasik müzik icracıları gibi görmeleri de bu döneme rastlar. O zamanların en ateşli tartışması rock’ın bir sanat müziği olup olmadığıdır. 70’lerin ikinci yarısına gelindiğinde rock artık plak satışları ve konser gelirleriyle müzik endüstrisinin en iyi geçim kaynağını oluşturmaktadır. Rock müzisyenleri milyonlarca dolarlık elektronik aletlere sahiptiler

104


kültür - sanat

magrib

ve hepsi çok zengin olmuşlardı. Bu mega rock grupları ne yaparsa yapsın sattığından dolayı plak şirketleri yenilere hiç şans tanımamakta veya tanısalar bile müziklerini onlar gibi yapma şartı koymuşlardır. İşte punk rock tam bu sıralarda kendini gösterir. Punk da diğer hiçbir rock türünde görülmeyen şiddet, kargaşa ve kaos vardır. Punk, rock’ın karanlık kanadını gözler önüne sermiştir. 60’lı yıllarda Newyork’un garaj gruplarından çıkan Velvet Underground Punk’ın ilk tohumlarını atan grup olarak gösterilebilir. Ancak bu görüşü ilk punk topluluklarından biri olan Sex Pistols kabul etmeyerek tepki göstermiştir. Punk’ta kesinlikle kalite ve hoşa gitme kaygısı yoktur. Punkçılar 1960-70’lerdeki rock müziğine ve tabii ki rockçılara da lanet okurlar; çünkü onlara göre rock artık para, şan, şöhret aracı olarak kullanılmaya başlanmıştır. 70’li yılların uzun ve karışık soloları ile dolu parçaları yerine kısa ve özentisiz çalıp söylerler. Hatta Sex Pistols o kadar basit ve ilkel çalar ki, izleyenler ister istemez “bunu ben de çalabilirim” gibi bir kanıya kapılır. Böylece İngiltere de bir çok punk grubu doğmaya başlamıştır. Endüstrinin en büyük düşmanı olmasına rağmen punk çılgınlığı da diğer bütün rock çılgınlıkları gibi kısa sürede endüstri tarafından yutulup “moda” haline getirilmiştir. Punk giysileri en lüks mağazaların vitrinlerinde birbiri ardına boy gösterir olmuştur. Heavy Metal, altmışların sonlarıyla yetmişlerin başlarında yavaş yavaş büyürken, aynı tarihlerde bir de kardeşe sahip olmuştur. Iggy and the Stooges ve New York Dolls gibi gruplarla kendini gösteren Punk, her zamanki gibi olaya İngiliz gruplarının el atmasıyla 70’lerin sonunda büyük bir patlama yaşar ve müzik dünyasına adeta bir bomba düşer. Sex Pistols, Clash, Ramones, Damned, Misfits gibi genç gruplar Punk’ı tüm dünyaya duyururlar. Heavy Metal gruplarına yeni yeni alışmaya başlayan müzik çevreleri, bu tümüyle anarşist kimlikli, her şeye karşı olan, sürekli küfür eden, toplumu iplemeyen, konserlerinde izleyicilerine tüküren onları itekleyen, işin ilginci takipçilerinin de bundan hoşnut olduğu Punk/Metal grupları karşısında adeta şok olurlar. İşin en trajikomik yanı ise bu gruplardaki üyelerin çoğunun enstrüman yetkinliklerinin neredeyse sıfır olması ve ürettikleri müziğin belli bir kaç akor üzerinde gidip gelmesidir. Ama herşeye saldıran, isyan eden sözler çok iddialıdır, enerji gitar tellerini koparacak, baterileri patlatacak şekilde üst düzeydedir. Tüm konserler mutlaka sahnenin darmadağın edilmesiyle sona ermektedir. Bu gruplar içinde üç tanesi, postpunk diyebileceğimiz 80 sonrası dönemde de etkilerinin sürmesi nedeniyle ayrıca önem taşırlar: Iggy and the Stooges, Ramones ve Sex Pistols. Karizmatik kişilik Iggy Pop’un grubu olan Stooges özellikle, enerji dolu

105


magrib

kültür - sanat

ve her türlü taşkınlığın sergilendiği konserleriyle ünlenir. Iggy Pop sahnede şarkı söylemekten çok çığlık atmakta, bağırıp çağırmakta, küfür etmekte hatta bazen soyunup edep yerlerini göstermektedir. Daha derli toplu ve diğerlerine göre müzikal açıdan daha yetkin olan New York kökenli Ramones, punk söylemini daha temiz bir şekilde kullanmaktadır. Ramones, Amerika’da daha sonraki dönemlerin yıldızlarından Red Hot Chili Peppers, Faith No More gibi gruplara önemli bir esin kaynağı olur. Sözü edilen üçüncü grup ise tartışmasız bir şekilde tüm zamanların en popüler punk rock grubu olan Sex Pistols’dır. Rock müziğe “her şeyi yok et” kavramını sokan Sex Pistols, histerik Johnny Rotten liderliğindeki 20 yaşlarındaki İngiliz gençlerinden oluşmaktadır ve Londra’nın göbeğinde hızla kendilerine benzeyen bir çevre yaratmışlardır. “Anarchy in the U.K.”, “Gode Save The Queen” gibi politik protestolar taşıyan şarkılarıyla önce Kraliçe’nin kutsal topraklarında sonra da tüm Batı dünyasında bir UFO etkisi yaratırlar. Bas gitaristleri Sid Vicious’un ölümüyle son bulan ve yalnızca 3 yıl süren müzik yaşamları başka hiç bir grubun yapamadığı ve kolay kolay da yapamayacağı bir etki bırakır Rock dünyasında. Doksanlı yılların başında Nirvana’nın kopardığı büyük fırtına bile Sex Pistols’ınkinin yanına yaklaşamaz. Artık hiç bir şey eskisi gibi değildir, tüm tabular yıkılmıştır... Sex Pistols’ın müzik dünyasından geldiği hızda kaybolması ile birlikte diğer başarılı Punk grupları da yeraltına inerler ve popüler müzik endüstrisi rahatlar. Punk’ın İngiltere’de patladığı yıllarda bu türe sokamayacağımız ama köklerini aldığı Rock n’Roll tarzına saldırgan söylem ve sert riffleri sokan bir başka İngiliz grubunu da bu bağlamda anmak gerek. Motorhead, günümüzde trash/speed/power metal olarak adlandırılan, hatta sonraları death metal’in de temelinde kullanılacak olan müzikal tarzı Heavy Metal’e sokar. Bunu yaparken de en sadık izleyicilerinin dönemin punk dinleyicilerinden çıktığını söylemek yalan olmaz. Lemmy Kilminster’ın karizmatik kişiliğiyle ön plana çıktığı Motorhead “Overkill”, “Bomber”, “Ace Of Spades” ve “Iron Fist” gibi parçalarıyla Hardcore’un gerçek anlamda babasıdır. MÜZIK TÜRLERI ARASINDA PUNK:

PUNK

1970’lerin sonunda Sex Pistols, Damned, Adverts, Ramones, Dead Boys, Saints, Clash, Eater ile başladı. Daha sonra US Hardcore grupları ortaya çıktı, örnekleri; Dead Kenedys, Black Flag, Descendants, ... şimdi ise daha yumuşak olan 1990’lara ait pop-rock grupları olan Green Day, Offspring, Rancid, Bad Religion var ve her gün daha fazla taraftar topluyorlar. Müzik ise tekdüze, hızlı, hünere gerek duymayan basit bir heavy metal’dir. Lirikler ise genellikle politiktir ya da gençlik bunalımlarıdır.

106


kültür - sanat

magrib

GRUNGE

Bu tür, punk ve metal’in zekice evliliği sonucu 1980’lerin sonunda Seattle’da ortaya çıkan bir türdür. Temsilcileri; Nirvana, Green River, Screaming Trees, Tad, Soundgarden, Mudhoney, Mother Love Bone, Swallow, Fluıd, Melvins And Wipers, olarak sayılabilir. Tür diğer şehirlere ve sound’lara yayıldıkça Pearl Jam ve Stone Temple Pilots türün önemli elemanları haline geldiler. Bu günlerde ise grunge, metali diğer alternatif türlere bağlayan bir köprü vazifesi görüyor. Aslında grunge, alternatif etiketi yapıştırılan ilk tür olmuştur.

HARDCORE

Bu tür dazlaklarla, ırkçılarla, slam dansla ve skaleboard’la birlikte anılan thrash-punk ya da speed-punk’tır. 1980’lerin sonunda hardcore ile thrash metal arasında ki sınırı silen gruplar oldu. Bunları punk’tan thrash’e doğru saymak gerekirse; The Descendants, Corrosion Of Conformity, DRI, Suicidal Tendencies ve Anthrax diyebiliriz. Crossover gibi tamamlayıcı öğeleride barındırır. Lirikleri bir tarafa bırakılırsa hardcore her zaman thrash’tir, thrash’te hardcore’dur. 1990’lar da ise hardcore’un öfke ve ahlak çöküntüsü Biohazard, Pro-Pain ve Pantera gibi gruplara sızmıştır. Lirikler politik ve iğneleyicidir ve yoğun bir biçimde sokak dili ve argo sözler kullanılır.

Punk’ın dinlenmesi gereken albümleri: 1 Ramones - “Ramones” 2 Sex Pistols - “Never mind the bollocks” 3 The Clash - “London calling” 4 Dead Kennedys - “Fresh fruit for rotting vegetables”

Dipnotlar: 1 David Hatch ve Stephen Millward, Blues’dan Rock’a Pop Müziğin Analitik Tarihi, s.150, Korsan Yayın, 1993, 2. Baskı. 2 a.g.e., s. 52. 3 Metin Solmaz, Rock Sözlüğü, s.18, Pan Yayıncılık, 1994.

KAYNAKLAR

1 David Hatch ve Stephen Millward, Blues’dan Rock’a Pop Müziğin Analitik Tarihi, Korsan Yayın, 1993, 2. Baskı. 2 Metin Solmaz, Rock Sözlüğü, Pan Yayıncılık, 1994.

107


magrib

kültür - sanat

Fatma Örgel

Anlatı

LONDRA’DAN SUFİ ESİNTİLER Londra’da boş olduğum bir hafta sonu, oturduğum Türk kasabasından biraz uzaklaşmak için Londra Merkez Camii’ne gitmeye karar verdim. Orada hafta sonu ders halkalarının (islamic circles) olduğunu duymuştum. Yolda tanıştığım Nijeryalı bir hanımın da yardımıyla ders halkasına katıldım. İslam ahlakıyla ilgili güzel, kısa ve net bilgileri Arapça-İngilizce dinledikten sonra, İslam’ın doğru bir şekilde sadece burada öğretildiği iddiasının bu kadar keskin belirtilmesi beni biraz tedirgin etti. ‘Emr-i bil maruf ve nehyi anil münkerin’ bu kadar nezaketten uzak bir şekilde anlatılması da oldukça rahatsız ediciydi. Elbette hepimizin hataları ve eksikleri vardır. Fakat bu cami, bir taraftan Londra’da İslam’ı temsil ederken diğer taraftan Müslüman olmayanların İslam’a olan merakları nedeniyle sıkça ziyaret ettikleri bir cami olması hasebiyle çok önemli bir pozisyon üstlenmiş durumdadır. İnsanın içinden kapıda durup “İslamiyet aslında böyle değil, Müslümanlar da daha temiz, daha ince insanlardır.” demek geliyor. Camiden çıkıp Regent Park’a doğru yürüdüm. Burası Londra’nın en güzel parklarından birisidir. İçindeki küçücük göledi ve kuğularıyla birlikte tam bir gönül dinlendirme yeridir. Parka girerken önce bir müzik sesi, sonra bir kalabalık karşıladı beni. Merak edip biraz daha yaklaşınca müziğin Yunus Emre’den Türkçe bir ilahi olduğunu fark edince şok oldum desem abartmış olmam herhalde. Evet, bir açık hava konseriydi. Merkez camiinin minaresinin gölgesinde, insanlar yerlere uzanmış ilahi dinliyorlardı. Ben de hemen bir yer bulup oturdum, dinlemeye başladım. Neye niyet, neye kısmet diye buna diyorlar muhakkak. Katı bir selefi sohbetini ancak Yunus Emre’nin aşkın sevgisi mi keser dedi Rabbim… bilinmez. İlerleyen saatlerde, bu programın Londra’daki bir grup tarafından organize edilen, dünyanın değişik Müslüman ülkelerinden katılan sufi müzisyenlerin konseri olduğunu anladım. Fas, Çin, Pakistan, Hindistan, Irak, Mısır, Türkiye ve Bosna’dan ilahi grupları gelmişti. Benim için diğer Müslüman toplumların ilahilerini ve kültürünü tanımak adına iyi bir fırsat oldu. Faslıların rengarenk kıyafetleriyle çaldığı, ismini bilmediğim uzun üflemeli bir aletle ilahi söylemeleri çok dikkat çekici ve ilginçti. Her millet ortak sahip oldukları bir inancı kendi kültürleriyle dillendirmişler, hayata yansıtmışlar... Hayatlarının her parçasında dans olan Hindistan’da Müslümanların da danssız ilahi söylemelerini beklemek olmazdı herhalde. Arap ülkelerinden gelen grupların hareketli müziklerini dinlerken ancak sözlerinden ilahi olduğunu anlayabiliyorsunuz. Ama Mısırlı bir imamın okuduğu o güzel uzun ilahi muhteşemdi. Kendinizi Allah Subhane’ye olan övgülerin doruğunda hissediyorsunuz. Çinli Müslümanların içtenliği bir başkaydı. Açeliler ise o sevecen ve tatlı sesleriyle getirdiler Tekbiri ve

108


kültür - sanat

magrib

Salavatı. Türkiye adına gelen kardeş de Yunus Emre ve Hacı Bektaş ilahilerine Nazım Hikmet şiirlerini de ekleyerek ülkemizdeki çeşitliliği arz ı endam ettirmiş oldu. Söylediği ilahi ve şiirlerin İngilizcelerini de söylemesi gerçekten büyük bir incelikti. Dervişlerin birbirine söylediği “Aşk olsun” kelimesini de İngiliz literatürüne katmış bulunuyoruz böylece. Beni en fazla Boşnak ilahi grubunun Yunus emre ilahilerini Türkçe söylemeleri etkiledi. Bosna Fatih Sultan Mehmet İlahi grubunun en küçük üyesi olan küçük kız, yeşil zarif elbisesi ve başörtüsüyle keman çalarken yanındaki arkadaşları da o kadar güzel söylüyordu ki, ilahiler insanın kalbinin en derinine nüfuz ediyordu.

‘Aman Allah İllallah Dertlere derman Allah Gönüle şifa veren La ilahe illallah…’

Ve mest olup kendimi bıraktım, onlarla beraber ben de söylüyordum. Yakmayan bir güneşin altında, yeşil çimenlerin üzerinde ve bir de minarenin gölgesindeydik. Farklı renklerden insanlarla beraber Allahtan başkasına ilahlığın yakışmayacağını söylüyorduk. Rüyada olmalıydım, ama hayır değildim. Londra’da Regent Park’taydım ve buraya bu programdan habersiz olarak gelmiştim/getirilmiştim. Dinleyenler sadece değişik milletlerden Müslümanlar değildi. Hatta diyebilirim ki yarıdan fazlası gayri-müslim ve çoğu da İngilizlerdendi. Dilleriyle söylediklerinin kalplerine de inmesi için dua ettim bu güzel insanlar için. Böyle bir konsere gelirken de muhafazakar bir kıyafetle gelmeye özen göstermeleri ayrıca dikkatimi çekmişti. Mistik müziğin o etkileyici konserinden sonra Londra’daki sufi-mistik çalışmaları takip etmeye başladım. Bir sufi müzik konseri daha vardı, hatta ağırlık olarak Türk sanat musikisiydi. Bu program kaçmaz diye düşünürken programın bir kilise de olduğunu öğrendim. Bu Londra şartları için, oldukça normaldi. Yer sorunu olduğu zamanlar programlar genellikle kiliseler de yapılıyordu. Program akşamı kiliseye gidip şiir dinletilerini izledikten sonra durum netleşti kafamda. Sufi-mistik müzik ve hatta Mevlana’nın hikayeleri kullanılarak kurtuluşa çağrılıyordu insanlar. Evet, böyle bir şey ancak Londra’da olabilirdi. Her şeyin; insanın, fikrin, kültürün ve son olarak ta dinlerin melezleştiği yer… Ancak bir İngiliz aklı İslam medeniyetinin ürünü olan Mevlana’yı ve ilahileri kullanarak Hıristiyanlığı pazarlayabilir diye içimden geçirirken bunun bir İngiliz-Türk çalışması olduğunu öğrenmek kötü oldu. Kendi kültürünü, başka bir dine hizmet ettirmeyi ne ile izah edebiliriz ki?

109


magrib

kültür - sanat

Gamze Derince

Portre

DÜNYANIN UÇLARINDAN GEÇİP GİDEN RESSAM: DALİ

Salvador Felipe Jacinto Dali (1904-1989) “Ciddi bir biçimde matrak mı geçiyorum? Olağanüstü doğrular mı söylüyorum? Şakalar doğrulara mı dönüşüyor? Doğrular iğrenç çocukluklar mı? Sürekli bir sorgulama içindeyim: Ne zaman doğruyu söylediğimi, ne zaman söyler gibi yaptığımı bilemiyorum.”

Dali realizmi sadece resimleriyle değil, yaşantısıyla da zorlamış bir ressam. Hakkında bu kadar efsane bulunan bir başka ressam daha var mıdır bilinmez. Ancak hakkındaki efsaneleri Dali´nin uç yanlarının beslediği, çoğalttığı söylenebilir. Delilikle dahilik arasında gidip gelen bir profili vardır daima Dali`nin. Bugünse hala kimilerince, kimselere bahşedilmemiş üstün bir yorumlama yeteneğine sahip, dünyanın görüp görebileceği en algıları açık, en sınırları zorlayan dahisidir. Kimilerine göreyse çılgınlığını ustaca ambalajlayarak insanlara dahi olduğunu kabullendirmiş zeka seviyesi oldukça yüksek bir delidir. Ama iki görüsün de kabul ettiği şudur ki Dali her zaman yapılmaması gerektiği söylenenleri, yapılmaması gereken yerlerde yapmıştır. Hatta bazen iki görüş orta yerde buluşup, el sıkışarak, aynı anda, aynı tonda yükseltirler seslerini: “O bir dahi deliydi, ya da deli dahi.” Dali ise bu noktada söze karışır ve “Bir deliyle aramdaki tek fark benim deli olmayışımdır.” diyerek ortalığı iyice karıştırıp çekiliverir. Her zaman çabuk sıkılan bir yapıya sahipmiş Dali çocukluğundan beri. Hiç yılmamış insanların genel olarak hoş karşıladığı şeylerden kaçmaktan. Henüz 6 yaşında bir çocukken bile “kötü”, “pis”, “iğrenç” olan onun için en iyi vakit geçirilecek şeymiş. Dali`nin hayatı boyunca çürümüşlüğü öncelemesi belki de ölü bir insanın yerine oturtulmuş olmasından kaynaklanıyor. Çocukluğunu doğumundan bir sure önce ölmüş, kendisinden bir kaç yaş büyük abisinin hayaletinin gölgesinde geçirmiştir Dali. Anne ve babası, onu ölen çocuklarının yerine koymuşlar hatta abisinin adı olan “Salvador”u hayatından hiç çıkmamak üzere yaşamına kazımışlardır. Dali daima kendine ölü kardeş değil, yaşayan kardeş olduğunu ispatlamak zorunda kalacaktır. Ömrü boyunca kendine eşlik eden bu gölge sayesinde Dali ölümü her zaman hayatın içinde tutmuş, bunun için de yaşamın bir yönü onun için hep çürümüş ve kokuşmuş olarak kalmıştır belki de. Ve kendisi bunu şöyle dile getirir: “Altı yaşımdan önce, ko-

110


kültür - sanat

magrib

kuşmakta olan hayvanlarla karşılaştım ve altüst oldum, on iki yaşıma doğru, kokuşuk olan her şeye karşı, gitgide ağır basan bir eğilim duydum. Bu, benim için her zaman iğrenme ile karışık bir görkemdi.” “İğrenme, en çok arzu edilen şeylere açılan kapının çok yakınında bulunan bir nöbetçidir.” Her ne kadar kız kardeşi ve babası Dali`nin kitaplarında anlattığı korkunç çocukluğun gerçekte var olmadığını, tüm bunların Dali`nin kurguları olduğunu söyleseler de Dali çocukluğu konusunda hükmünü değiştirmemiştir ve içinde bulunduğu durumu şöyle özetler: “Ben ahlaksız, yanlış, kötü bir çocuktum. Şeytanın gölgesinde büyüdüm ve hala acı çekiyorum.” Bu noktada eklemek faydalı olacaktır sanıyorum Dali`nin 10 yaşındayken yaptığı ilk self-portresinin adı “Hasta Çocuk”tur. Uçlarından, ters, gidilmeyen köşelerinden geçip gider Dali dünyanın. Bir gün mahcup, ezik, sümsük bir çocuk olur. Başka bir gün Salvador Dali olmanın zevkiyle uyanır ve sorar kendisine: “Bu Salvador Dali, bugün hangi harika işleri başaracak?” Dali o kadar sansasyonel ve sıra dışı bir kişiliğe sahiptir ki bugün şöhrete kavuşmuş pek çok ressamın aksine, ölümünden sonra kıymeti bilinenlerden olmamış, yaşarken sanatının meyvelerini toplamış, hem şöhret, hem de ekonomik anlamda parlak bir hayat sürmüştür. Tabii bunda 20. yüzyılın sonlarını görebilmiş olmasının etkisi de yok değildir. Hatta o derece ki Dali`nin resim dışında yaptığı özel tasarımlar ve reklamlar sebebiyle çevresindeki insanlar tarafından “Dali doların kokusunu sever.” gibi bir algı da oluşmuştur. Bıyıkları vardır Dali`nin “dehamın antenleri” diye betimlediği... Öyle ki özel olarak her sabah briyantinlenip yukarı doğru kıvrılan bu bıyıkları bir kez gören unutamaz bir daha. Ve literatüre “Dali Bıyığı” şeklinde bir betimleme girer. İlk bakışta aşık olunacak tablolar değildir onun geride bıraktıkları. Dali`nin resimlerinin içine girebilmek için cidden uzun bir süre gerekir. Yavaş yavaş incelenerek, uzun bakışların ardından acar Dali tabloları konuklarına kapılarını. İmgelerin birleşmesindeki kusursuzluk, baktıkça keşfedilen ayrıntılar ve ayrıntıların yüzeydeki yansımalarıdır ölümsüzleştiren Dali eserlerini. Dali`nin kendi imajları için yorumuysa şöyledir: “Düşmanlarımın, dostlarımın ve genel olarak halkın, ortaya çıkıveren ve resimlerimde aktardığım şekillerin anlamını anlayamadığımı ileri sürmeleri, bana son derece açık seçik göriinüyor. Onları “yapan” ben bile anlamazken, ötekilerin anlamalarını nasıl isteyebilirsiniz?

111


magrib

kültür - sanat

Resimlerimi yaparken, kendim de anlamıyorsam, bu, onların hiçbir anlamı yok demek değildir: tersine, anlamları, mantıksal sezgiyle kavranamayacak kadar derin, karmaşık, tutarlı, istem dışıdır.” Vazgeçemediği imgeleri vardır elbette ressamın. Örneğin, dikiş diken kadınlar, uzun bacaklı hayvanlar, çekmeceli insan vücutları, yanan zürafalar, sapan seklinde objeler, kemirgen karıncalar, filler, yumurta ve ekmek... Birkaçının detayına girecek olursak mesela karıncalar çürümeyi, sapan seklindeki obje durumun hassasiyetini, kırmızı mendil İspanya İç Savaşı’nda dökülen kanı, siyah telefon İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen önce yapılan politik görüşmeleri simgelemektedir. Bu unutulmayacak ilginç, paradoksal sanatçı 1904 Mayısında İspanya, Figueras’de doğar. Küçük yaşta resim dersleri almaya başlar. Empresyonistleri, realistleri tanır. Kübizm ve Juan Gris’i keşfeder. 20’li yılların başında Madrid San Fernando Akademisi’ne başlar, ancak akademideki bir sınava, sınavı yapanların kendisini değerlendirebilecek yeterliğe sahip olmadığı gerekçesiyle girmeyi reddedince akademiden atılır.(1926) Bir yıl sonra Paris`te Picasso`yla tanışır. 1926’da bir Rus avukatın kızı ve sürrealist şair Paul Eduard’ın eşi Gala’yla ilk kez karşılaşır ve ona aşık olur. Bir dizi oyunun ardından Gala`yı da kendisine aşık etmesiyle ömürlerinin sonuna kadar sürecek beraberlikleri başlar çiftin. Gala; Dali için bir aşık, bir arkadaş, esin perisi ve model, danışman ve her şeyin ilersinde varlığının yöneticisi olacaktır... 1929 senesinde Dali’nin gördüğü bir rüyadan esinlenerek çektiği “Un Chien Andalo/” (Endülüs Köpeği) filmiyle gelmiş geçmiş en sürrealist sinema eserini yaratan Luis Bunuél; bu film için Dali ’yle beraber çalışır. Çift hayatları boyunca dünyayı gezip dururlar: İlk önce İspanya İç Savaşı’ndan daha sonra Dünya Savaşından kaçarlar. Dali bugün sürrealist ressamların arasında anılır, ancak yaşadığı dönemde pek çok sınırı tanımadığı ve politikadan uzak durduğu için sürrealistler tarafından pek sevilmez, hatta dışlanır. 1936`da New York MOMA’da “Fantastic Art, Dada and Surrealism” ( Fantastik Sanat, Dada ve Sürrealizm) sergisine katılır ve Time dergisine kapak olur. 1942`de “Salvador Dali’ nin Gizli Hayatı” adlı otobiyografisi yayımlanır. 1946`da Alfred Hitchcock’un Spellbound filminde bir dizi rüya sahnesi için sahne tasarımı yapar. The Madonna of Port Lligat (Port Lligat’ın Madonna’sı) adlı Papa tarafından bile takdir edilen, klasik stile geçtiğinin habercisi eserini 1949`da resmeder. Ardından Avrupa’ya geri döner. 1964`de Journal d’un Génie (Bir Dahinin Günlüğü) adlı kitabını yayımlar. 1982`de St. Petersburg Florida’da Salvador Dali Müzesi açılır. Ve aynı yıl Dali`yi Dali yapan kadın, reklamcısı, bakıcısı Gala, Pubol Şatosu’nda ölür. Gala`nın ölümünün ardından Dali de hayattan çeker kendini. Ciddi sağlık sorunları yaşamaktadır ve 1989`un 23 Ocağında Figueras’da kalp yetmezliğinden ölür. Mezarı İspanya Figueras’da Tatro Müzesi’nde büyük kubbenin altındadır.

112


magrib kültür.sanat.coğrafya

viyana

Temsilcilikler Türkiye

K. K. T. C.

İstanbul

Abdurrahman Dülger: adiger@yahoo.com

Serhat İsmailoğlu: 00 90 533 433 81 98

Bosna-Hersek

Gülsüm İsmailoğlu ghasbal@hotmail.com Ankara Abdulkadir Sağlam 0 312 350 47 90 İzmir Mehmet Şamil Baş mehmetsamilbas@hotmail.com Balıkesir Fatih Yörük 0 536 598 34 09 Bilecik Avni Kacır 00 90 532 423 44 48 Bursa Veysel Kurt 00 90 535 649 36 95 Konya Abdullah Kuşlu 0090 535 6758109

Hatice Sunucu 00 387 61 76 33 03 Bihac Murat Sancaklı: 00 38 761 90 58 23 Mısır Şaban Çomak enesbinmalik7@hotmail.com S. Arabistan Mekke-Medine Mustafa Tekin 00 966 502 02 08 17 Malezya Adem Demirel: ademdemirel7@hotmail.com Çin Murat Özkaya ozkayam@yahoo.com Almanya Ömer Sağlam 00 49 177 624 32 61

Hollanda Fatih Köse: istasyon1999@yahoo.com İngiltere Fatma Örgel f_orgel75@hotmail.com Slovenya Faysal Ömer 00 389 91 936 806 Romanya İsmail Kurt ille_de_ben@yahoo.com Kanada Mehmet Sami samicolom@hotmail.com ABD Habib Karaman habibkaraman@hotmail.com Kazakistan Erkan Çakıcı erkancakici2004@yahoo.com Tayvan Ebubekir Biskinler e_biskinler@yahoo.com


www.magrib.net




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.