KUTU Dergi Sayı: 3

Page 1

say覺:3

KUTU

dergi



“Aynı nehirlere hem giriyoruz hem girmiyoruz; hem biziz hem biz değiliz.” Herakleitos (MÖ. 535 - 475)



KUTU DERGİSİ SAYI:3 MART-NİSAN 2012

İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Mert Gümren Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Hakan Özyılmaz Grafik Tasarım Mert Gümren Kapak Kerem Bilek Editörler Cansu Soyupak, Ezgi Atay, Alper Orhan, Oğulcan Açıkel, Naz Cuguoğlu Görsel Editörü Nilay Dursun Reklam Sorumlusu Aslı Karataş Katkıda Bulunanlar İzlem Görer, Ozan Cem Arslan, Yaman Duman, Ali Yasin Gürcan, Can Mişel Kılçıksız, Sena Yersu Öztürk, Zeynep Güntülü Bayrak, Caner Aydoğan, Tolga Yapan, Can Poyrazoğlu, Aref Mostafazadeh, Murat Gencoğlu, Deniz Yıldız, Ece İşmen Matbaa Zer Matbaa Aş. Talatpaşa Cad. No: 51/3 Kat: 2 Gültepe / İstanbul Tel : 0212 279 58 15 - 279 58 96 Fax : 0212 279 58 23 www.kutudergi.com kutudergi.com/blog

İletişim: iletisim@kutudergi.com Reklam: reklam@kutudergi.com Yayın Türü: Yerel Süreli Yayın Koç Üniversitesi öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır.

dergi

dergi

sayı:3

KU TU KU TU KUTU KUTU sayı:3

sayı:1

sayı:1

Foto: Cansu Soyupak

Koç Üniversitesi Rumelifeneri Yolu 34450 Sarıyer İstanbul Türkiye | Tel: +90 212 338 1000

dergi 3

dergi


dergi

Editör’den

KUTU

sayı:3

KU TU

Bu cümleyi derginin ilerleyen sayfalarında da duyacaksınız ama ben editör olarak yine de belirteyim, içimdekileri dökeyim; sonra içimde kalanlar beni yiyip bitirmesin. Çok çabaladık, çok sabahladık, çok yorulduk ama değdi yahu verdiğimiz emeklere. Bu sayıda hem içerik, hem de tasarım olarak mükemmeli hedefledik, ve inanıyoruz ki hedefimize bir adım daha yaklaştık.

dergi

Derginin kapak konusu “Dönüşüm”. Amaç, 3. sayımız olsa da değiştiğimizi, yeni bir şekile bürünerek, dönüşümüzü tamamladığımızı kanıtlamak. Dönüşüm temasını, aklımıza gelen her yönden ele almaya çalışırken, ortaya “Modernizm”den “Eğlence Anlayışındaki Dönüşüm”e uzanan geniş kapsamlı bir dosya çıktı. Tolga’nın giriş yazısıyla dönüşümü kavramaya ve anlamlandırmaya çalışırken, daha sonra gelen iki yazı ile karamsar dönüşümler dünyasına, yani “Distopya”lara giriş yapacaksın. Cansu’nun yazısı ile sanayi toplumunda aşk ilişkilerine kısa bir göz attıktan sonra, Aslı yazısıyla İstanbul’daki eğlence hayatının dönüşümünü nostaljik bir bakışla anlatacak sana. Daha sonra Yasin’in yazısıyla batı merkezli dönüşümün nasıl gerçekleştirilmeye çalışıldığını göreceksin.Dönüşüm’den bahsetmişken Kafka’dan bahsetmemek olur mu? Ozan bize Kafka’nın “Dönüşüm”ünden bahsedecek kısaca. Son olarak Can Mişel’in yazısıyla Nuri Bilge Ceylan’ın Türk Sinemasını nasıl bir dönüşüme uğrattığını göreceksin. Kaygısı kültür- sanat olan, çekirdek kadroyla ilerlemeye çalışan ama bir o kadar da keyifli bir dergi KUTU. Derginin “Meydan Larousse” kalınlığında olması korkutucu, farkındayız, ama merak etmeyin içerik bayağı eğlenceli. En azından biz geceler boyu yazarken, editlerken, saçma geyikler eşliğinde yaratıcılığımızı zorlarken eğlendik sevgili okur. Buradan özellikle Tolga ve Cansu’ya teşekkür etmeliyim, çünkü bu ardı arkası kesilmeyen sabahlamalar sırasında dergideki payları çok büyük oldu. Bu sayıda hem felsefi manifestolar, hem eğlenceli röportajlar, hem de beklenmedik eleştiriler bulacaksın. Merak etme çok uzun konuşmayacağım ki bir an önce başlayabil KUTU’yu açmaya, ve yeni şeyler keşfetmeye. Yeni sayılarda görüşmek dileğiyle... Mert Gümren

4


İÇİNDEKİLER

8

mEHMET TEZ İLE RÖPORTAJ

20

16

IN-YER-FACE

54

fılm noır

PORTFOLYO: KOÇ’TA DÖNÜŞÜM

46

KAFEİN ETKİSİ

VIDEOTAPE

50 24

80

İSİMSİZ GRUP

DOSYA: dönüşüm

76

72

30

38

taksim döngüsü

Diyar-ı amerik

48

filin seyir defteri ve lüferler

60

ilginizi çekebildik mi?

56

LES OSCARS ‘12

68

aşkın evrimi nuri bilge ceylan BOŞ İŞLER ATÖLYESİ


MEHMET TEZ İLE RÖPORTAJ “Hafif müzik-hafif başka şeylerden ibaret olup gün boyu yemeklerden önce ve sonra rahatlıkla tüketilebilir” diyor Mehmet Tez blogu için. Peki kimdir bu eğlenceli müzik yazarı? Neler yapar blogunda? Kimleri dinler, kimleri sevmez? Tüm bu sorulara cevap aradığımız “hafif” ama bir o kadar da dolu bir sohbet okuyacaksın. Röportaj: Alper Orhan

6


7


bezmiştim sabahlara kadar çalmaktan, bir yere gitmiyordu yani. O dönemler şimdi ki gibi değildi, kendi besteni değil, cover çalıyordun, sıkıcıydı. Ben de peki dedim, gittim bir sonraki gün, Outdoor diye bir doğa sporları dergisi çıkıyordu, orada başladım ilk olarak. Sonra yavaş yavaş Aktüel’e haber yapmaya başladım, kültür-sanat veya başka siyasi haberler, gündem neyse ona göre her yere gönderiyorlardı.

Rolling Stone müzik dergi mecrasında oldukça sağlam dergilerinden biriydi, içeriği olsun, yazarları olsun, yayın hayatı neden son buldu?

“Pop müziğin gelişimiyle ilgili olarak, şu anda bir piyasa var, insanlar en kolay ne dinleyecekse, en çok ne satacaksa, en basit, en garanti formül neyse, öyle albüm yapıyorlar. Popun karakteri öyle..”

Rolling Stone dergisinde genel yayın yönetmenliği yaptınız, Hafif Müzik gibi takip edilen bir blog açtınız ve Milliyet’te yine müzik üzerine yazarlık yapıyorsunuz. Peki nasıl başladınız müzik yazarlığına? Aktüel’de muhabir olarak çalışıyordum. Orada müzik yazarı Murat Tunalı vardı, kendisi editördü aynı zamanda, fakat yazmaktan sıkılmıştı. Ben de müzikle ilgiliyim diye yeni çıkan albümleri verdi bana . 99 yılıydı herhalde. “Sen ara sıra yeni çıkan albümleri yazsana” dedi. Benim de hoşuma gidiyordu açıkçası çünkü albümler bende kalıyordu.

Aktüel’de muhabirliğe nasıl başladınız? Bir gün Kemancı’da çalıyorduk, sabah dörtte çıktık, döner yemeye gittik Bambi’ye. Orada okuldan bir arkadaşımı gördüm, Fransızca Kamu’dan mezunum ben, orada bana yeni bir dergi çıkacağını ve Fransızca çeviri yapacak birine ihtiyaç olduğunu söyledi. Ben de 8

Çünkü dünyada global kriz oldu o sene, 20082009 krizi. Öyle olunca bizim yayın grubu, Ciner Medya, küçülmeye gitmek istedi, bir takım dergileri kapatmak istediler ve reklam geliri en düşük olan dergilerden başladılar, Rolling Stone da o gruptaydı. O yüzden bizi de kapattılar. Aslında teknik olarak, küçük bir grupta çıkıyor olsaydı kapanmazdı bence. Daha az bir gelirle, geliri daha makul bir şekilde bölüşerek insanlar çalışabilirdi belki de, ama büyük bir grupta olduğun zaman bir takım masraflar da, beklentiler de fazla oluyor. Çok da planlamadılar aslında, öyle üç-beş dergiyi bir anda kapattılar, bir tanesi de bizimkiydi.

Peki şu an takip ettiğiniz, başarılı bulduğunuz bir müzik veya kültürsanat dergisi var mı Türkiye’de? Aslını istersen yok... Mesleki olarak takip ettiğim yayınlar vardı ama onlardan öğrenebileceğim bir şey yoktu o yüzden genelde yabancı yayınları takip ediyorum. Türkiye’de de iyi bir platform yok, ne internette, ne basılı yayında, gerçekten şunları takip ediyorum, acayip şeyler öğreniyorum dediğim bir yer yok açıkçası.

Son yıllarda internet ve sosyal medya iyice şahlanmaya başladı. Genel bir kanı var, şu anda internet sayesinde


saniyesinde bilgi alınması durumu, yavaştan yazılı medyayı bitiriyor diye. Bunun aylık çıkan müzik dergilerine etki ettiğini düşünüyor musunuz?

de evinde gibi rahatsın. Biz zaten orada bir konser ortamı değil, bir evin salonunda muhabbet ediliyormuş havası yaratmak istedik. Bir konser ortamı olmasın, daha samimi olsun ve insanlar da evlerinden zahmetsiz, şifresiz, ücretsiz ulaşsın diye düşündüm. İnsanlar bu performansı Bu kısmen doğru ama öyle çok da kolay bitirmez, çünkü köklü ve izlediği zaman, sanatçılar normal çaldıkları sound’da veya o set-up’ta okuru olan dergiler her zaman devam eder yayına. Bir dergi yayın çalmıyorlar, akustik yapıyorlar falan filan, bir farklılığı oluyor. Sonra hayatına iki şekilde devam eder. Ya reklam verenler ya da okuru biz onlardan bir video yapıp internette paylaşıyoruz. Geleceğe kalacak bırakmazsa . Blue Jean var mesela müzik dergisi kulvarında, bir gençlik iyi bir şey olabilir. Daha sonra onları biriktirip bir DVD yapma planım dergisi ve alanında çok iyi. Yıllardır da (yaklaşık yirmi yıl oldu)çıkıyor. da var, çünkü baya iyi kayıt yapıyoruz, kanal kaydı yapılıyor, kaliteli bir Onu çok etkilemez mesela çünkü onun şey oluyor. Amacımız oraya yeni, tanınmamış tirajı da düşmüyor, alıyor insanlar. Okurla “Ama Indie müzikte gruplar çıkartıp, tanıtımlarını yapabilmek. dergi arasındaki ilişkiye bağlı, ama teknik Tabi bu tamamen insanların grupları bir şey olacaksa, ki olarak doğru, evet, bütün dünyada dergi, sahiplenmesine bağlı bir durum. Eğer Hafif olabilir, çünkü acayip gazete satışları düşüyor. Gelecekte de hiç Müzik’in böyle bir gücü olursa, o zaman belki kalmayacağını, söylemek yanlış olur. Mesela bir müzik kültürü var de yeni gruplar oradan tanınabilir... Müzik plak gibi koleksiyon nesnesi olarak, belki yani, Anadolu’da binlerce dünyasında bir hareket olsun, yenilik olsun, sembolik olarak düşük sayıda dergiler yine bir hizmet olsun diye yaptım açıkçası. keşfedilmemiş şarkı, çıkacaktır ama ağırlık yani önem sosyal Melis Danişmend ve Malt’tan sonrası medyaya kayacaktır. türkü, melodi, tını var.

Yeniden bir dergi çıkarma veya bir dergiye dahil olma gibi bir planınız var mı?

Bunlar Indie müzikle çok iyi birleşebilir. Fakat bizim Indie müzisyenlerinin çok azı kafayı öyle çalıştırıyor.”

Rolling Stone’u çıkartmak çok isterim bağımsız olarak. Uğraştım da. Rolling Stone’un Amerika merkeziyle konuştum ama büyük paralar gerekiyor onun için, benim üstesinden gelemeyeceğim paralar gerekiyor, ben ilgilenirim ama tek başıma çıkaramam. Başka insanları da benimle riske atamam. Ama benim çıkarmak istediğim tek dergi Rolling Stone, burada tekrar onu çıkarayım istiyorum. Biz Miller Time diye bir dergi yapıyoruz, Miller’ın sponsor olduğu, alternatif bir müzik dergisi.Onu yapmaktan keyif alıyorum ama benim sıfırdan çıkaracağım dergi Rolling Stone olurdu.

Organizasyon işlerine el atmaya başladınız yakın zamanda, HafifMüzik Kanyon’da adı altında, ilk olarak Melis Danişmend çıktı, sonrasında da Malt... Neden böyle bir alana girme ihtiyacı hissettiniz? İlk olarak hoşuma gidiyor. Hafif Müzik’i takip edenlere bir şey vermek istedim, öyle bir şey olsun ki, birileri sponsor olsun, masraf karşılansın, sanatçılar da bir miktar para kazansın, ama ortaya güzel bir şey çıksın ve insanlar ücretsiz olarak izleyebilsinler. Bunun için de bir konser mekanı doldurup da oraya beş yüz, bin kişi doldurup öyle bir konser yapmak değil de, daha ziyade internet üzerinden yayın yapma fikri cazip geldi. Çünkü daha fazla insana evlerinden ulaşabiliyorsun ve sen

için düşündüğünüz bir grup var mı? Üçüncü grup belli şu anda. Büyük Ev Abluka’da olacak.

Türkiye’deki müziğin gelişimine bakışınız nasıl? Pop müziği sorayım önce. Mesela Demet Akalın’lar, Serdar Ortaç’lar... Bu janraya bakışınız nasıl, o albümleri dinliyor musunuz, lanse ediyor musunuz?

Milliyet’te çalıştığım için, gazetede sadece kendi dinlediğim, kendi zevkime uygun şeyleri yazamam. Çünkü gazete çok kitlesel bir şey. Orada herkesin konuştuğu, ilgilendiği bir sanatçı çıkıyorsa, onla ilgili elbette bir şeyler yazıyorum, tanıtmaya çalışıyorum, beğenip beğenmemek ayrı bir şey ama ondan bahsetmek durumundasınız gazetede olduğunuz için. Bu da yanlış değil, ben albümü tanıtırken ayırt etmem, tek dert benim ilgimi çekiyor olması veya insanların konuşuyor olması. Bazen hiç kimsenin tanımadığı bir şey öneriyorsun, bu çok güzel dinleyin diye, o da çok güzel tepki alıyor. Bazen de herkesin dinlediği bir konuda sizin görünüşünüz merak ediliyor, onu yazıyorsunuz. Pop müziğin gelişimiyle ilgili olarak, şu anda bir piyasa var, insanlar en kolay ne dinleyecekse, en çok ne satacaksa, en basit, en garanti formül neyse, öyle albüm yapıyorlar. Popun karakteri öyle..

Peki Rock müzik? Bilindik gruplar, Mor ve Ötesi, Duman vs. zaten bir zemine sahip, peki Alternatif/Indie müziklerin gelişimini nasıl görüyorsunuz? 9


ana akıma katkı sağlayacak yeni müzikler çıkacaktır. O yüzden önemli Alternatif ve Indie grupların çıkması iyi, bu müziklerin yayılmasını iyi bence Can Bonomo’nun Eurovision’a gidiyor olması. Ben bir yazı buluyorum ama daha henüz çok orjinal değiller. Çok iyi işler çıkmıyor yazmıştım, on tane grup, bunlar Eurovision’a gidebilir diye, birisi ortaya. Desteklenme düzeyinde çoğu iş. Şimdi Rock dediğimiz Multitap’ti mesela, onları beğeniyorum, son albümleri oldukça iyiydi. gruplara, ki onlara gitarlı gruplar diyebiliriz çünkü sözlere, tavırlara Model mesela, iyi bir mainstream pop-rock grubu, işini gayet iyi yapan veya müziklere baktığında, aynı şeyin gitarla çalınanını yapıyor, o bir grup. Ufak tefek, şimdi aklıma gelmeyen, ana akım olmayan, kendi Rock oluyor. Mor ve Ötesi ve onun gibi gruplar zaten ayrı bir kulvar kendine var olmaya çalışan bir takım gruplar var, onları desteklemek açtılar.Athena var. Duman var. Onlar kendine has, iyi gruplar. Ama lazım. Neyse diye bir grup var mesela, onlar başarılı. Indie müzikte bir şey olacaksa, ki olabilir, çünkü acayip bir müzik kültürü var yani, Anadolu’da binlerce keşfedilmemiş şarkı, türkü, Milliyet’te çalıştığınız akşamlarda Twitter’dan bazen melodi, tını var. Bunlar Indie müzikle çok iyi birleşebilir. Fakat paylaşıyorsunuz “masa yine albüm dolmuş” diye, onların bizim Indie müzisyenlerinin çok azı kafayı öyle çalıştırıyor. Genelde hepsini dinliyor musunuz yoksa albümyurtdışındaki şeylerden etkilenip, öyle şeyler leri şöyle bir evirip çevirip, “Bunu sonra yapmaya girişiyorlar. Çok orjinal olmuyorlar “Ama yeni çıkmış bir dinleriz, bakarız” dediğiniz oluyor mu? bence. Dediğim gibi biraz farklı ilerlemesi türkücü mesela, onu Belli bir kriteriniz var mı bu konuda? lazım. Mesela bir örnek vereyim, St. Vincent’la röportaj yaptım, kadın bloguna Selda Bağcan’ın anlamam ben. Yeni Belli bir kriterim yok bu konuda ama hepsini Yaylalar’ını koymuş. Tam bir funk albümü. çıkan popçuların çoğunu dinlemiyorum tabii ki. Çok alakasız şeyler 1970’lerde çıkmış bir albüm. İskoçya’da bir dinlemiyorum, onlardan gelebiliyor, onları dinlemiyorum. Bazıları plakçıda bulup almış, “Hastası oldum, ben ilgimi çekiyor, onları dinliyorum, dinlemeiyi olan varsa zaten böyle bir şey dinlemedim” diyor. St. Vincent den yazmıyorum hiçbir albümü. Eskiden Teksaslı bir Indie’ci ve o böyle düşünüyorsa, anlıyorsun.” sadece beğendiğim şeyleri yazardım, şimdi bizimkiler niye hiç öyle şeylere bakmıyor, bu artık beğenmediklerimi de yazıyorum bir soru işareti. Gidip St. Vincent dinlemeyin, çünkü, bir şekilde o albüm de yer alsın isSelda Bağcan dinleyin, öyle gitmek, kafayı öyle tiyorum.Çok anlamadığım konulardaki çalıştırmak lazım. albümleri yazmıyorum. Mesela türküden, halk

Can Bonomo’nun Eurovision şarkısı Love Me Back hakkında ne düşünüyorsunuz? Yani bir Eurovision şarkısı neticede, çok fazla bir şey beklememek lazım. Ama iyi bir şarkı, en azından formül şarkısı gibi durmuyor. Can Bonomo’nun diğer şarkıları gibi bir şarkı yapmışlar. Zaten bildiğim kadarıyla önceden var olan bir şarkıydı, ona İngilizce söz yazarak, Eurovision’a hazırladılar. Ben baya iyi buldum. Şu açıdan iyi buldum, sahte gelmedi bana... Can Bonomo’nun hali hazırda yaptığı müzik tarzında bir şarkı, gayet de başarılı. Ben Can Bonomo’nun Eurovision’a katılmasını şu açıdan önemli buluyorum. Can Bonomo gibi bir insanın popüler olması, insanlara şunu gösterecektir: plak şirketlerinin yapamadığı şey işte, bak böyle bir insan var, bak böyle bir müzik varmış, bunu da sevebiliyoruz biz, yani sadece Serdar Ortaç dinlemek zorunda değiliz, bunu da dinleyebiliriz... Anlarsa insanlar bir sürü böyle sanatçı/ grup çıkacaktır. Yani daha özgün, ana akımdan biraz daha dışarıda, 10

müziğinden anlamam, onları yazmıyorum ama Zeki Müren’in Best Of ’u geliyor, onu yazıyorum. Ama yeni çıkmış bir türkücü mesela, onu anlamam ben. Yeni çıkan popçuların çoğunu dinlemiyorum , onlardan iyi olan varsa zaten anlıyorsun.

Hafif Müzik Türkiye’de en fazla takip edilen müzik bloglarından biri, yenilikçi diyebileceğimiz bloglardan biri, bloglar pek yayılmamışken ortaya çıktı. Neden bir blog açma ihtiyacı hissettiniz, nasıl gelişti olaylar? Dergi kapandıktan sonra ben bir süre çalışmadım, evde oturdum ama yazı yazmak istiyordum; müzik dinleyip, bir şeyler paylaşmak istiyordum. Bir arkadaşım blog açmıştı, moda yazarı Yaprak Aras, dedi ki “Çok güzel açsana sen de, blogspot zaten bedava, dene en azından, beğenmezsen, sıkılırsan kapatırsın”. Ben de öyle yazmaya başladım. Sonra millete duyurdum, yaydım biraz. Baktım insanlar okuyor-


lar falan, yorum yazanlar edenler, onlar da bir şeyler paylaşıyor, hoşuma gitti yani. Doğrudan herkesle konuşuyorsun, kimle konuştuğunu biliyorsun. Dergide yazın çıkıyor, kim okudu bilmiyorsun. Bir mail veya mektup gelirse ancak haberin oluyor. Halbuki orada direk görüyorsun, yazıyı yazıyorsun, bir saniye sonra adam yorum yapıyor. Güzeldi, yapı hoşuma gitti. Sonra da ona baya kafayı sardım, ama mecburiyetten değil, hoşuma gittiği için. Baktım boş zamanlarım onla uğraşmakla geçiyor artık, faydalı da oluyor, seni diri tutuyor, olayları takip ediyorsun, kopmuyorsun müzikten, o muhabbeten kopmuyorsun yani bir yerde. Sonra Milliyet’te başlayınca onu devam ettirmek istedim, Sabah’ta yazıyordum önceden orada da köşenin adı Hafif Müzik’ti, Milliyet’te başlayınca da değiştirmedim, ikisi birbiriyle paralel ilerlemeye başladı. Gazetede yazdığım şeyleri de oraya koymaya başladım, ama tabii ki blog daha güncel bir şey olduğu için bir yazı koymayı beklemek için bir hafta beklemek saçma oluyor, o yüzden sürekli güncel bir şeyler koyuyorsun falan. Bir süre sonra arkadaşlarım da destek olmaya başladı. Bu kadar uzun süreli olacağını tahmin etmiyordum. Başka bir işe girdiğimde veya yeni bir dergiye başlarsam, blog da öyle kalır diye düşünüyordum. O benim kişisel blogumdu ama ben onu her zaman için kişisel blogdan çıkartmak istedim. Yani daha çok bir ekibin hazırladığı bir şey haline gelmesini hayal ettim. Şu an öyle değil ama. İki-üç kişi var işte destek olan, onun dışında şimdi, bu konserlerle falan biraz daha insan çekecektir. Ben istiyorum ki,orada hiç bir şey yazmadığım da bile, orada kendi kendine bir müzik muhabbeti dönsün.

Peki, Hafif Müzik ismi nereden geldi? Nasıl buldum hatırlamıyorum valla, o zaman sabahta köşene bir isim bul demişlerdi, ben de düşündüm taşındım Hafif Müzik olsun dedim. Aslında konuşurken, laf arasında hafif ’i, “hafiften uyuz oldum” dersin, “hafif şöyle bir insan” dersin, hafif ’in o kullanımı vardır ya, hafif ’i ben öyle düşündüm, “Hafif Müzik ve Hafif Başka Şeyler” olarak.Sonra öyle kaldı zaten. İnsanların kolayca anlayacağı, üstüne aşırı düşünülmüş bir şey olsun istemedim.

Kaybedenler Kulübü ekibinin başını çektiği internet üzerinden yayın yapan Standart.fm’de Pazar Sendromu adlı bir program yapmaya başladınız, İlke Gürsoy’la beraber. Nasıl başladınız? Mete ve Kaan filmden sonra tekrar Kaybedenler Kulübü’ne başlamak istemiyordu. Aynısı, eskisi gibi diye düşünüyordu. Fakat çok büyük ilgi

işte.

olunca, bir tane program yaptılar, sembolik olarak, Dinamo FM’de. Ona da çok büyük bir talep olunca, biz de yapın yapın diye direttik. Onlar da böyle bir şeye karar verdiler, radyo açıldı. Mete bana “Sen de gel program yap” diyordu, ben de müzik programı yapmak istemiyordum. Haberler, gündem falan konuşabileceğim bir program yapmak istedim. İlke’yle beraber çalışıyoruz gazetede, ki radyo programımızdaki gibi bir muhabbetimiz vardır. O bir haber okur ona güleriz, ben bir şey bulurum onu konuşuruz falan, böyle bir muhabbet. Ben de böyle bir şey yapalım dedim, arada da müzik çalarız. Mete’nin zorlamasıyla başladım ben. O oturttu beni, mikserde bunla müziği açıyorsun, bunla mikrofonu açıyorsun, hadi görüşürüz diyip gitti. Öyle başlayıverdik biz de

Daha önce bir radyo tecrübeniz var mıydı? Tecrübe denemez de, Radyo Eksen’de program yapıyordum bir tane, her hafta belli bir konseptte şarkılar falan çalıyordum, şarkılar arasında da çok az konuşuyordum, pek tecrübe denemez...

Yurtdışında bir sürü farklı janralar çıkıyor, sürekli takip ettiğiniz veya sizi heyecanlandıranlar hangileri? Sheffield tayfasının işleri çok güzel. Miles Kane, Arctic Monkeys, Last Shadow Puppets ve Alex Turner da çok iyi. South by Southwest festivalinde sahne alan grupların belirli bir Indie ekolü var. Hem elektronik müzik gibi, değişik enstrümanlar kullanıyorlar, hem de gitarlı altyapılar mevcut, Real Estate gibi. Genelde soundlar aslında 70’lerin soft-rock gruplarının sound’larına benziyor. Midlake, Band of Horses, Allman Brothers Band ve America gibi. Eski grupların, yeni versiyonları gibi yepyeni sound’ları var. Bana çok orijinal geliyor. Eski bir şeye gönderme yapıyor olsa da, onların devam ettirilmesi güzel. Aslında neyi seveceğim belli olmuyor, bir albüm buluyorsun, dinliyorsun, hoşuna gidiveriyor, sonra onun benzerlerini aramaya başlıyorsun. Mesela her zaman için Radio Department’ı çok severim.Thieves Like Us’ı da çok severim. Genelde İskandinav indie gruplarını çok beğeniyorum, çünkü çok orjinal işler yapıyorlar, net bir kafaları var. Bizde mesela grup kuruyor insanlar, bir gitar, bir bas, bir de klavye, takalım çalalım oluyor. Mesela, hiçbir sound düşünmüyorlar. Sen mesela neden o arpeji yaptın diye sormuyor kimse, herkes kafasına göre kendi müzik aletini çalıyor. Belki bu gruplar, bizimkilere göre daha kötü çalıyorlar ama enstrümanları daha bilinçli çalıyorlar. Ortaya çıkan müzik daha anlaşılır, daha güzel oluyor. 11


KUTU Play List


Can Mişel Kılçıksız ezgİ’nİn günlüğü-leyla pink floyd-echoes oi va voi- everytime goran bregovic- ederlezi avela tori amos/the cure-love song grup yorum- haziranda ölmek zor beirut- postcards from italy oya bora- sevmek zamanı the rolling stones-gimme shelter brazzaville- anabel2 parov stelar-charleston butterfly fikret kızılok-gönül koop-koop island blues zülfü lİvanelİ-gözlerİn Janet&Jak Esim- Durme Durme Kerido Ijiko

Ezgi Atay Francoise Hardy-Traume Nouvelle Vague-In A Manner Of Speaking Julie London- Sway Jay Jay Johanson- Far Away Elliott Smith-Angeles Bobby Vinton-Blue Velvet Noir Desir- Le Vent Nous Portera The Cure - Friday I'm In Love Slavic Soul Party-Opa Cupa Chris Isaak-Blue Hotel Edith Piaf- Non Je Ne Regrette Rien Elvis Presley- Jailhouse Rock Eurythmics -Sweet Dreams Blondie - One Way or Another Mickey & Sylvia - Love Is Strange Beach boys-Surfin USA The Champs - Tequila

Arda Başaran the anımals – the House of the Rısing Sun fleet Foxes – TIger Mountain Peasant Song the Who – My Generation the Doors – People are Strange sex Pistols – Anarchy in U.K. johnny Cash & Bob Dylan – Girl from the North Country Bob Dylan – Like a Rolling Stone The Smiths – Please, please, please, let me get what I want The Beatles – No Reply Ginsberg with The Gluons – Birdbrain Guns n’Roses – Don’t Cry Pink Floyd – Have a Cigar Eddie Vedder – Society Pete Seeger – What did You Learn in School Today? Mumford & Sons – wınter Winds

Güntülü Bayrak CocoRosie-Raphael Oh Land-Wolf & I Ceylan Ertem-Ütopyalar Güzeldir Vashti Bunyan-Train Song Tom Waits-Strange Weather Brazzaville-Green-Eyed Taxi Korhan Futacı Ve Kara Orkestra-Abra Kadabra Eleni Karaindrou-By The Sea Nouvelle Vague-This is Not A Love Song Büyük Ev Ablukada-Çıldırmıcam

playlist 13


Röportaj- Fotoğraflar: Cansu Soyupak

VIDEOTAPE Okulumuzdaki müzik gruplarından biri olan “Videotape” ile bir röportaj yapalım dedik. Sahnede oldukları kadar günlük hayatta da bir o kadar eğlenceliler. Her ne kadar yazıya dökülünce röportaj sırasındaki kahkahaları duyamasanız da inanın biz çok güldük. Şimdi sıra sizde! 14


15


Emirhan: Aynen, biz bunların hepsini denedik. Bu projeler içerisinde güzel işler yapan oldu, tutmayanlar oldu ama en nihayetinde belli bir noktada grup bu son halini aldı. Yani en iyi kombinasyonu sonunda bulduk diyebilir misiniz? Emirhan: Bizim Uğurla müzik zevkimiz çok uyuşuyor. Diğer denediğimiz kombinasyonlarda bu kadar ortak ve çalınacak nitelikte şarkı bulunup, uyum sağlanamamıştı bana göre. Bir gün Uğurla bu müzikal hayatımızın çok da iyiye gitmediğini tartışırken, dedik ki biz iki vokalli bir grup kursak belki de kotarırız bu işi. Çünkü o zaman içinde bulunduğumuz durumdan ikimiz de memnun değildik.Hazır zevklerimiz uyuşurken belki daha güzel işler yapabiliriz dedik. Sonra da denemeye karar verdik.

“Dedik iki vokalli grup olmaz. Sonra ben bir gün System of a Down klibi izleyip fikrimi değiştirdim”

Yeni, ilginç oluşumlar! Merhaba arkadaşlar. Gruba geçmeden önce kısaca biraz sizi tanısak? Uğur: Bilgisayar mühandisliği okuyorum. 20 yaşındayım. Böyle müzik falan yapıyoruz işte. Emirhan: Ben de makine okuyorum.Sosis ve salamı çok seviyorum :) Ben de 20 yaşındayım Müziksiz hayat olur mu? diyorum. Peki o zaman “müziksiz hayat olmaz” diyerek mi yola çıktınız grup için? Uğur: Çok ağır noktaya girdin ( gülüşmeler) Emirhan: Biz zaten Uğurla 6 yıldır tanışıyoruz. Ama daha önce hiç beraber çalmayı düşünmemiştik. Çünkü ikimiz de şarkı söylüyoruz. Dedik iki vokalli grup olmaz. Sonra ben bir gün System of a Down klibi izleyip fikrimi değiştirdim (kahkahalar). Şaka şaka … Farklı arkadaşlarımızla, zaten ortak bir çevremiz var, çeşitli projeler yapıyorduk. Uğur: Ya aslında, birimiz bir grup kurduğunda kombinasyon çok belli.Gitarist kümesi var. Vokalist kümesi var vb. Bunların tüm değişik kombine halleri bizim çevremizde denenmiştir hani.

16

Uğur: Bizi zaten grubun kuruluşunu konuşuyorduk aslında. Hani şöyle birşey olsun, şunları yapalım, eğleniriz diye. En nihayetinde Emirhan bizim davulcu Tolga’yı buldu. İlk provaya girdiğimizde, iyi bir iş çıkacağı belli oldu.Ondan sonra da oturup playlistimizi yazdık. Önemli olan Emirhan’ın da dediği gibi, grupta tutarlılığın olması. Grup tutarlı, çünkü aşağı yukarı hepimiz aynı tarz müzik yapmak istiyor, aynı tarz müzikten haz alıyor ve açıkçası ortada bir misyon var. Biz gerçekten birşeyler yapmak istiyoruz konser olsun, beste olsun... Emirhan: Maksadımız eğlenmekse, e benim bu adamlarla zaten belli bir muhabbetim var. Stüdyoda ego çatışmalarımız olmayacağı belli, gerginlik yaratıcak durumlar söz konusu değil. Ya ne çalıcaz şimdi tripleri ya da saçma sapan konuşmalar olmuyor aramızda. O yüzden şu an güzel bir noktadayız. Peki liseden beri arkadaş olmanızın en büyük getirisi ne gruba? Uğur: Açıklık getiriyor bu durum gruba. Emirhanla hiçbir zaman rahatsız olduğumuz şeyleri birbirimizden saklamıyoruz. Hani en basit örneği, biri beste yapınca nasıl olmuş diye sorulunca “e iyi çalalım “ falan dersin, bizde “abi şurası olmamış, böyle değiştirelim, şurada sen gir” gibi açık ve net eleştiriler olabiliyor. Ama grubun bu kadar uyumlu olmasındaki asıl etken farklı.


Hepimizin daha önceden farklı grupları vardı ve herkes eski grubundan 2-3 şarkı getirdi ki, bakalım nasıl olacak, ne yapabileceğiz tutarlılığımız da buradan doğuyor. Herkes herkesin önceden yaptığı işi biliyor.

arada da küçük yerlerde sahne almak amacımız denebilir.

Emirhan: Karşılıklı olarak herkesin kişisel zevklerine saygı duyulması da çok önemli.

Emirhan: Evet ya, o benim için de önemli bir konu. En başlarda “iki vokal grup mu olurmuş yahu” derdim ama şimdi sesin yorulduğunda, ya da öteki adamın sesine daha çok giden bir şarkı olduğunda falan hem dinlenmek açısından hem de geyik muhabbet açısından “kanka sen söyle şimdi de” gibi çift vokal bir grup güzel birşey bizim için. Eğlenceli bir kere.

Peki kimlerden etkilenirsiniz, kimdir sizin ilham kaynaklarınız, idolleriniz? Emirhan: Jon Bon Jovi Uğur: Kesinlikle katılıyorum! Emirhan: Guns and Roses değil Slash! Herkes yerini bilecek ( kahkahalar) , Myles Kennedy, Aerosmith çok seviyorum mesela. Gitarist olarak Yngwie J. Malmsteen var ben de engelleyemiyorum. Petrucci’yi hiç sevmem. Ha bir de Clapton var.

Uğur: Ortada bir grup varsa, benim istediğim tek birşey vardır; o da tek vokalin ben olmaması durumu. Birisinin back vokal yapması, çift ses olması. Şimdi bu grupta o var mesela.

Grubun burada olmayan üyelerinden de bahsedelim biraz. Emirhan: Mehmetcan çok yakışıklı ya! (gülüşmeler). Bunu lütfen özellikle yaz. Mehmetcan çook yakışıklı. Tolga da yakışıklı ama bir Mehmetcan değil yani!

Uğur: Kesinlikle bir daha söylüyorum Jon Bon Jovi, Mick Jagger, Miles Kennedy ve Sebastian Bach var.

Uğur: Tolga’nın en sevdiği sayının da grubun üstünde etkisi var.

Peki ileride ne gibi projeleriniz var? Nerede izleyebileceğiz sizi mesela?

Uğur: O yüzden bütün konserlerimizde 12 şarkı çalıyoruz. (gülüşmeler)

Uğur: Mika Bistro ile bir projemiz var. Kesin tarih belirlenmedi şu anda ama haftanın bir gecesi düzenli olarak orda akustik sound ile sahne alacağız. Herkesi bekleriz. Tarihi ve kesin programı isteyenler facebook sayfamızdan takip edebilir. http://www.facebook.com/ videotapetheband

En son ISS International Fest konserinde gördük sizi. Onunla ilgili neler söylemek istersiniz.

Emirhan: Bizim bir amacımız olması önemli olan aslında. Okuyoruz okulu, çalışıyoruz falan ama öyle üniversiteden sonra da hadi hayata atıldık, gitarları tozlu raflara kaldıralım diye bir şey de istemiyoruz. Sonuçta ikimiz de beste yapıyoruz. Bu üretkenliği devam ettirmek,

Emirhan: 12 bizim şanslı sayımız.

Uğur: Sen gelmedin mi kızım o konsere? Fotoğrafçımızdın (kahkahalar). Tamam, tamam trollemeyelim kızı :) Emirhan: İlk konserimizdi! Çok heyecanlıydık. Bakalım nasıl olacak diyorduk. Ama iyi gitti. Uğur: Gayet güzel gitti. Bazı teknik aksaklıklar vardı. Emirhan: Ya kısaca ben sana şunu söyleyeyim bu da ortak cevabımız olsun. Uğur-Emirhan: Konser güzeldi. Grubumuzun uyumunu gösterdik. Uğur: Seyirci olağanüstüydü ama. Hallelujah eşlikleri harikaydı. Mikrofonu seyirciye tuttuğumda harikalardı. Seyircinin katılımı çok önemliydi. Bize destek olduklarını gösterdiler. O yüzden bizim için çok mutlu bitti konser. Peki son olarak neler söyleyeceksiniz? Uğur: Şu an öncelikli amacımız playlistimizi genişletip, coverlar sayesinde daha fazla kitleye ulaşabilmek. Arkasından bestelerimizi de çalmaya başlayacağız. Şu an hazırlık aşamasındayız ama bu hazırlık aşamasının hızlı olacağı sözünü verebiliriz. En hızlı solomuzdan örnek verelim hatta sana... Burda “sweet child of mine” şarkısına bağlayan grup bu tatlı röportajdan sonra bir de kulaklarımın pasını silip alıyor. E bana da ne demek kalıyor? Bu adamları ısrarla takip edin. Pişman olmazsınız.

17


İSİMSİZ GRUP

Röportaj: Mert Gümren Fotoğraflar: Cansu Soyupak

KU Radyo’nun muhteşem orman manzarası (!) karşısına kurulan yeni yayın odasının önünden geçerken içeride bu ikiliye rastladık. Dediler aslında bir grubuz, öyle amaçsızca oturmuyoruz burada. Biz de kafamıza takılan soruları sorduk onlara. Hepsine cevap aldık da bir tek isimlerini öğrenemedik bu grubun. 18


İsimleri dışında merak ettiğiniz herşey.... Merhaba arkadaşlar. Şimdi, tanıtın şöyle bir kendinizi önce. Bölümler nedir? Kaçıncı sınıfsınız? Burakhan: Ben Burakhan. İstanbul Üniversitesi Ekonometri bölümünde okuyorum, 1. sınıfım. Oğuzhan: Oğuzhan ben de, Koç Üniversitesi’nde Arkeoloji ve Sanat Tarihi okuyorum. Siz ne zaman kurdunuz bu grubu? Nasıl başladı olaylar? O: Bu grup biraz vokal bulamamızın sonucunda oluşan bir grup. Ben dedim ki, “Ben yapayım bari.” Hepsi aslında Kasdav’da çıktı. Hep bir böyle Kasdav’da çalma isteğimiz vardı. B: Lise dönemindeydik tabi o zamanlar. O: Dedik ki bir vokal bulalım. Bir vokal bulduk, ama sesini duymuyoruz. Bir gün işte “TNT” çalacaktık biz, ben söyledim. O gün aldığım tepki hoşuma gitti “Aa söylüyo lan bu!” falan tarzı bir tepki oldu. O tepkiden sonra ben aklımın bi kenarına kazıdım biraz onu. Burakhan da zaten hep söylüyordu; “Abi aslında sen söylesen olur ya.” diye. İşte ondan sonra ben söyledim. Akustiğe geçtik, zaten grup kuramamıştık o zaman.

19


Başta kaç kişiydi grup? Sonradan iki kişiye mi indirdiniz?

grupları... Beatles da hani şey olduğu için...

O: Şu an iki kişiyiz.

B: Dönemimizin grubu olduğu için mi?

B: Bir de çaldığımız tarz farklıydı. Hani, elektronikti daha çok. Baterisi vardı, elektrosu vardı, bası vardı. O şekilde dört kişilik, beş kişilik gruplar oluyordu ve hep değişiyordu ama biz sabittik hep.

O: Her dönemin grubu olduğu için.

O: Mesela şu ana kadar bir altı grup falan değiştirmişizdir. Şimdi bir adınız var mı peki? Nedir grubun adı? O: Şu an işte.. İsim koymada baya şeyiz ya...Hep onunla kalacak, hep o isim kalacak ya, koyamadık yani bir isim. Değişken bir isim olsun diyorsunuz o zaman. O: Önceki gruplarımızın ismi vardı. Simulacrum vardı mesela. Çoğu insan “O ne biçim isim ya!” falan dedi. Halbuki çok güzel bir hikayesi var Simulacrum’un. Simulacrum? B: Evet. Anlamı nedir? O: Şöyle anlatayım; Holocaust’u bize farklı anlatırlar ya, o gün gerçekte ne olduğunu bilemezsin asla. Hani, şu an anlatıldığıyla düşünürsün. Hollywood filmleriyle düşünürsün. “Aa, işte Almanlar böyle böyle yapmış.” Hep belli kalıplar içinde düşünürsün. O zaman ne olduğunu bilmezsin. Çünkü belli kayıtlar yok. İşte bu olaya “simülasyon” deniyor. Bu, Jean Baudrillard’ın “Simülakrlar ve Simülasyon” diye bir kitabından çıkma. Hatta “Matrix” de o kitaptan çıkmadır. Bunun grupla ne bağlantısı vardı? O: Bir bağlantısı yoktu işte! O yüzden, “Abi isim koyalım ya, isim koyalım...” diye çıkıp, en sonunda “Bu da isim işte!” oldu. Ne tür müzikler çalıyorsunuz mesela şu anda akustik olarak? B: Şu anda net akustik şarkılar alıp çalmıyoruz. Daha çok Indie Rock tarzı şarkıları akustik coverlıyoruz. Başka ne var? O: Classic Rock. B: Beatles, falan.. O: Beatles Rock! B: Beatles Rock? Esinlendiğiniz birileri var mı? O: Var tabi canım, var. Tek tek söyleyelim. Büyük ev Ablukada, The Beatles. B: Arctic Monkeys var bir de. O: Arctic Monkeys var, evet. The Kooks var. Genellikle Indie Rock grupları, dönemimizin 20

Gelecekle ilgili birşey düşünüyor musunuz? O: Geleceği biz biraz önce düşünmeye çalıştık. B: Geleceği biz düşünemiyoruz. Gelecek planlarınız nelerdir? O: Şimdi şöyle; çok sade kaldı grup. Yani çok sade, böyle sadece gitar ve vokal. O yüzden arkaya bas gitar eklemeyi düşünüyoruz. Hafif kontrbas havasında gidecek bir bas. Mızıka falan olabilir mi? O: Blues yapmak istiyoruz ama sadece mızıka çalıyor diye bir adamı alamayız yanımıza. Hani anlaşabiliyor olmamız lazım. Şu ana kadar kurduğumuz ve sahneye çıktığımız gruplar hep arkadaş ortamımızdan oluşan gruplar. Sahneye çıkamadıklarımız “Abi grup kuralım artık, birşeyler yapalım” modunda kurduğumuz gruplar. O çok fark ediyor gerçekten. Bir araya gelemiyorsun. Sadece stüdyoda bir saat çalacağım diye gelmiyor adam. Mesela arkasından birşey yapacak olsan, atıyorum, içecek olsan, bir konsere gidecek olsan adam gelecek, hem de bir saat stüdyosuna girecek. Ama işte olmayınca olmuyor. Böyle iki kişi takılıyoruz şimdilik. Çok teşekkürler röportaj için, görüşürüz. O: Biz teşekkür ederiz.


MIXTAPE

The Men'in 2012'de yayınladığı Open Your Heart albümünü dinlemeye başladığınızda, Turn It Around ile açılıyor albüm, yerinizde duramadığınızı hissediyorsunuz. Albüm ilerledikçe hızlanıp yavaşlıyor, nasıl dönüşümler yapsa da, gazını hiç kaybetmiyor. Sonic Youth ve eşrafına selam çakarken, 60'ların garage rock kafasını hatırlatan, hatırlatmak ne demek, kafamıza kakan bir albüm var karşımızda... Indie Rock'ın, Garage Rock'la birleştiği noktada orjinalliği yakalamak başlı başına zor bir iş. Bu durumun altından kalkamayıp, silinip giden, unutulan sayısız grup, dinlenmeden giden sürüyle albüm var. Ve The Men, Open Your Heart ile kesinlikle onlardan biri olmadığını kanıtlıyor. Turn It Around'un ardından hız kesmeden gelen Animal, Grunge'ın ilk dönem kirli tonlarını hatırlatırken, albümün geri kalanında bu göndermelerin aslında grubun kimliği olduğunu ve The Men'in etkilendiği grupları yansıtma konusunda inanılmaz başarılı olduğunu görüyoruz.

İyice yumuşayıp, gevşemeye başlayan ve kimlik bunalımlarına adım atan, bölüne bölüne bir hal olan Indie/ Garage janrasında umut ve gaz veren sert ve keyifli bir albüm.

alperorhan@kutudergi.com

Open Your Heart albümünün en büyük kozu, kendi içinde havasını kaybetmiyor oluşu, albüm öyle bir yapıya sahip ki, kaçıncı kere döndürdüğünüzü ve nerede olduğunuzu pekala unutabiliyorsunuz. Araya serpiştirilmiş kısmen sakin tonlu şarkılar, bir sonraki patlamaya kadar bizi sakin tutup, en azından dinlenmemizi sağlıyor.

Bruce Springsteen, 17. albümü Wrecking Ball'u yayınladı. Springsteen sinirli, Amerikan ruhunun yok olmasına, vatandaşlarının soyulup soğana çevrilmesine, bir şeylerin göz göre göre yolunda gitmemesine... Daha önceki albümlerinde de yaşanan haksızlıklara değinmekten çekinmedi Bruce Springsteen. Kanımca bu kadar sevilmesinin en büyük sebeplerinden biri de buydu, bizim gibi aşık oluyor, üzülüyor, herhangi bir konuda umutsuzluğa kapılabiliyor ve bu hallerini güzel ama sade bir dilde anlatabiliyordu. Ama Wrecking Ball, kendi içinden adeta bir Moğollar klasiği "Bir şey Yapmalı" çıkarabilecek kadar net bir tavır koyuyor ortaya. Amerika'da düzenlenen protestolarda "We Take Care of Our Own" veya "We Are Alive" duyarsak şaşırmayalım... Albümün belki de en müthiş yanı Springsteen'in Born to Run'dan, Seeger Sessions'a, Nebraska'dan, The Rising'e kadar, mihenk taşı olmuş albümlerinin müzikal anlamda bir araya gelip harmanlanması. Born to Run'daki Heartland Rock, Seeger Sessions'daki İrlanda ezgileri, Nebraska'nın karanlık ve akustik tarzı üzerine, The Rising'in modern ve alternatif rockvari havası... Arada fırlayan hip-hop sample'ları, mariachi ezgileri, aklımıza ne gelirse var bu albümde. Her şarkı kendi içinde farklı olsa da, albüm baştan sona dinlendiğinde kendi içinde müthiş bir birliktelik sağladığı görülebiliyor. 62 yaşına gelmiş Bruce Springsteen'in 17. albümünde, bir gençlik ateşi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ununu eleyip, eleğini asması beklenirken, "Ne oluyor yahu, bir durun!" demesi başlı başına takdire şayan bir konu. Uzun lafın kısası, The Boss* (Patron) almış eline gitarı, geçmiş mikrofonun başına ve yummuş gözünü... Sonuçta da müthiş mi müthiş bir albüm çıkmış ortaya. *The Boss: Bruce Springsteen'in, genelde Amerika'da yaygın olan, takma adı. 21


Dö nü şüm Dö nü şüm


D Ö N Ü Ş Ü M

BİR İMKAN ONTOLOJİSİNE GİRİŞ Hiçbir şey doğrudan değildir. “Kendiliğinde o şekilde var; o, kendinde o şekilde, zaten verili halde öylece bulunmaktaydı” yargısı mutlu bir “referans” inancından ileri gelir; bir dayanak, yaşamın onun perspektifinden değerlendirildiği bir put, yıkılamayacak hatta dokunulmaması gereken bir yapı; ‘Tanrı’mız, ‘Bilim’imiz, ‘İlke’lerimiz, ‘Aşk’ımız... Ama hiçbir şey doğrudan değildir. Bu, her şeyi bir “oyun” sahasına taşıyor. Her şey birbiriyle girdiği sayısız ilişkinin sonucu yeniden kuruluyor, bozuluyor, sabitlenip sökülüyor. Şu anda, hemen şuracıkta kavradığım şey, doğrudan deneyimlediğim bir şey değil. Kendimi oyun alanına bırakmalıyım. Her kavram birbirine bağlanıyor. Hepsi birbirini önceliyor. Ne kadar geri gidilebilir? “Sözlük” beni dışarı atabilir mi? Ya da sözlükte tanımından, 23


başka kelimelere gönderilmediğim bir kelime bulabilir miyim? Bir ilk kelime? Bu örgülü yapının içinde ortaya çıkan çok açık bir değişim var, hatta değişimden başka bir şey yok. Kavramış Ortadaki bir dil problemi olmaktan çok, ontolojik bir olduklarım kendi aralarında savaşmaktalar ve tekrardan sorun, daha doğrusu bir durumdur. Ancak yine de kurulanlar öncekileri de değiştirmekte. Bir başlangıç neyin önce geldiği sorunu değildir bu. Bu sorunu bilime yok, bir son yok; o anda elde edilmiş kendinde bir anlam bırakabiliriz. Dil de, yine benim bir imkanım olarak imkanı yok. Söylenenin bir temele bağlanması söz konusu sorundur; bu herkesin bir imkanı olarak en temel bir değil. Bir referansa gönderilen her anlam dilin oyun sorun bile olabilir. alanının dışına çıkıyor ve söylenemez oluyor. Bir şeyi anlamak için kurulmuş her İşte tam bu noktada in- İmkanlar (yani fizyolojik bir yapı, ya da temel, her yapı, her dizge kendiliklerinde bir imkanı meydana getiren fizyolojik bir san öldü. Özne yok artık. yapı, bir imkanı –belki bir kavram olabiliranlamsız şeyler oluyor. Böylece dünya Sadece göstergelerin sadece “gösterge”lerin** bir oyun alanı meydana getiren başka bir imkan, ya da bu haline geliyor. Şu, onu gösteriyor; o birleşip ayrıştığı bir durumun kendisi, –yine bir imkan olarakdiğerini; diğeri bir ötekini… iki imkanlar sistemi arasındaki ilişki, kesişim noktası var. İşte tam bu noktada insan öldü. Özne yok artık. Sadece göstergelerin birleşip ayrıştığı bir kesişim noktası var. İnsan dilin içine doğdu ve öldü. Değişim olarak…

İnsan dilin içine doğdu ve öldü. Değişim olarak…

İşte tam bu noktada insan var; bir özne ya da sürekli bir değişimin evi olarak değil, imkanlarına* doğru sürekli yönelen bir “şey” olarak var. Dönüşüm olarak… Her türlü edimim – yapıp-etmelerim ya da yapıpedememelerim, hasarlarım, alışkanlıklarım, hafızamın çok zayıf olması - seçilmiş olsun ya da olmasın, benim imkanlarım olarak bir ilişki içine giriyor. Fark etmediğim bir temele göre yargıda bulunuyor olabilirim, bu temeli sonradan fark edebilirim, ya da böyle bir temel de olmayabilir; bu temel fizyolojik olabilir, ya da kavramlar arasında kurulan belli bir sistem olarak karşıma çıkabilir. En önemlisi, bu temel umurumda olmayabilir. İşte bu benim imkanlılığımın en açık örneğidir, üstüne üstlük umursamamam yine bir temele bağlı olsa bile (belki bir savunma mekanizması olsa bile). İşte bu benim varoluş şeklimdir.

işemek, trafik kazası, süregelen bir duygu, hal, bilmek) arasında kurmuş olduğum hiyerarşik ilişkiler beni dönüştürür. Ne kadar belirsiz olursa olsun, bir imkandan başka bir imkana gidiyorumdur.

‘Beklemek’te olduğu gibi… Çok basit bir imkanım. Geleceğe çok benziyor, ama o bir görüştür, bir açı, bir yönelme, bir oraya-doğru-olma. Beklediğin şeyden ne kadar uzağa gidebilirsin ve bu cümledeki örgüden ne kadar uzaklaşabileceğim; nasıl da kazıyorum onu bir referans gibi; referansın örgüsünden bahsediyorum aslında, bir referansın nasıl oluştuğundan. Her gösterge aynı zamanda bir dayanak noktası oluyor. Böylece iki dayanak noktası arasında dönüşüyorum. Burada referans, gösterge ve dayanak noktası terimlerini bırakıyorum; hal demem gerekir. Bekleme hali içindeyim. Bilme halindeyim. Bu halden, o hale geçiyorum. Bu geçiş de benim bir halim. Daha yoğun hallerden, diğer yoğun hallere geçerken dönüşüyorum. Dönüşme haline giriyorum. Çoğu zaman da dönüşme halimi sadece iki yoğun hal arasındaki farktan anlıyorum. Onlar da sanki sürekli kalacaklarmış gibi eyliyorum. Tekrardan kuruyorum putları; tekrardan kırmak üzere. *imkan: possibility **gösterge: signifier

Tolga Yapan 24


D Ö N Ü Ş Ü M

Karanlık Sularda Yüzmek

Anti-ütopyalar üzerine endişe dolu bir karalama renheit 451’in evreninde kitaplar yasaklılar listesinin başında. İtfaiyecilerin birincil görevi istasyonlarının alarmı çaldığında verilen adrese yollanıp oradaki kitapları alevleri ile küllere dönüştürmek ve düzenin devamlılığını sağlamak. 1984’te ise Büyük Birader her adımınızı izliyor ve tarihinizin ne olduğuna kapalı kapılar ardında kurulmuş bir bürokrasi fabrikasında karar veriliyor. Tarih, kültür ve bireysellik yok ediliyor. Açlık Oyunları’nda ise baskıcı yönetim, gücünü devletin merkezinin ayakta kalması ve ihtişamı için sömürülen mıntıkaları düzende tutan polislerinden ve toplumun üzerinde kurduğu korku dalgasından alıyor. Hepsinin buluştuğu ortak payda ise dönüşümün durdurulamazlığı. Her bir eserin protagonisti umudu ve dönüşümü simgeliyor. Her biri yaşadıkları topluma entegre olmuş ve görevlerini yerine getirirken, var oluşlarını sorgulamaya yöneliyorlar ve düşünmeye başladıkları anda yasaklı ve geri dönülemez yolda ilerlemeye başlıyorlar. Benim onlara inancım ise her bir sayfada daha da güçleniyor; çünkü evrimleşip, daha iyisine dönüştürülmesine izin verilmeyen bir ortamda dönüşme cesaretini gösteriyorlar ve umudu aşılıyorlar. Her bir kahramanımızın sonu mutlulukla bitmiyor. Olsun. Gene de bizimle bırakıyorlar onların yolculukları boyunca hissettiğimiz heyecanı ve zincirlerinden arınmışlık hissini. Sanırım insanoğlunun ironisi ise dönüşümü ciddiyete almadan yaşarken sonuçlarından yakınmakta hiç çekinmemesinde yatıyor. Tabi ki hala yakınmaya izin verildiği takdirde. Durum böyle iken dönüşümden korkmak hiçbir fayda getirmiyor; fakat kolektif bir umursamama hali de beni o çok korktuğum distopik hikayelerin kahramanlarından birine dönüştürecek diye kaygılanmama sebep oluyor. En iyisi daha fazla okumalı, dönüşümden korkmamalı ve düşünmeye, ne olursa olsun, düşünüp, kendini tanımaya devam etmeli insan.

Hande Aykun

Kafamda “Dönüşüm” ile ilgili neye dönüşeceğini bilemediğim bir yazıyı kurmaya çalışmanın verdiği zonklama ile başladım ilk cümleye. Bana Kutu için bir yazı yazmam ilk teklif edildiğinde başlayan bu rahatsızlık halini, bildiğim sularda yüzerek gidermeye çalışacağım. Benimle beraber dayanın. Dönüşmek fiili bana hareketliliği, olmuş olandan çok “olabilecekleri” ve dönülebilecek olasılıkları anımsatıyor. Geleceğin bilinmezliğini... Bu yüzden dönüşmekten ve korktuklarımdan bahsedeceğim size. Distopik bir gelecek orada bir yerde. Gittiğimiz yer orası mı olacak? Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sı, Bradburry’nin Fahrenheit 451’i, Orwell’in 1984’ü ve taze bir bilimkurgu-distopya üçlemesi Collins’in Açlık Oyunları… Okurken bizi dehşete düşüren ve düşündüren bu eserlerin insanoğlunun dönüştüğü canavarların çarpıcı betimlemeleri ve günümüzde sistemde var olan birçok yanlışın gelecekte nelere sebep olabileceklerini yüksek bir hayalgücü ile birlikte vermeleri, onları dönüşmekten korktuklarımız adlı listede en üst sıralara taşıyor. Konular yabancı değil… İnsanın açgözlülüğü, güce susamışlığı, bitmek bilmez hırsı ve ahlaksızlığı, otoriter ve acımasız bir devlet modeli ile yönetilen, katı kurallar ile standartlaştırılmış, düşünmeyen ve sorgulamayan bireylerden oluşan ve baskıcı sisteme herhangi bir şekilde kafa tutan ve sorular sormaya başlayanların acımasız bir şekilde infaz edildiği kapalı toplumların oluşmasına sebep oluyor. Özgür düşüncenin ve iradenin mezarı çoktan kazılmış ve insanı insan yapan bir çok özelliği –yaratıcılığı, eleştirel düşünme yeteneği, sanata ve güzel olana sevgisi, insan sevgisi ve insanı kırılabilir fakat bir o kadar da değerli yapabilen her türlü duygu ve düşünceleri – içine konulduğu tabutla beraber o mezarın içine gelişigüzel atılmış. Cesur Yeni Dünya’da ailelerin var olmasına izin yok, sanat, edebiyat ve din yok edilmiş. Fah-

25


∞=0

Az Pişmiş Sevenler İçin Distopyaya Giriş Merve Temiz

“Herşeyin uydurma olduğu noktada (sen dahil), tek yapabileceğin uydurmaya devam etmek, sıfırla sonsuz arasındaki olmayan o çizgide kendinle hiç bitmeyen o dansa ayak uydurmak.”

26

Distopyanın ne olduğu, nasıl çıktığı klişelerinden çıkıp biraz daha felsefi incelemesine girilecektir bu yazıda, o yüzden baştan uyaralım okuyucu. Zamanın varken git kendine bir kahve koy, bütün algılarını aç ve kulak ver buraya! Herşey insanın sorumluluk duygusundan sıyrılmaya çalışıp, yönetilme arzusuyla kendine yeni bir “günah keçisi” yaratma isteği ile başlıyor. Birey, eylemlerinin amacı, doğrultusu ve yaşamının formatını belirlemek için bu günah keçilerine, yani harita çizici ve yön oku belirleyicilerine sığınıyor. Bu günah keçisi kavramı zamana ve algılara göre yeni biçimlere giriyor. Yani “dönüşüme” uğruyor. İlkel çağlarda insanların sarılabilecekleri ‘keçi’ listesinin başında doğa geliyor. Taş, güneş, rüzgar, onların yaratısı olmayan herşeyden işaret bekliyorlar. Daha sonra ilahi güçlerle tanışıyorlar. Keçiler algılayabildikleri şeyler olmaktan çıkıp, dokunamadıkları olgulara geçiş yapıyor. Bu elle tutulamayan, gözle görülemeyen, doğal olarak zaman aşımına uğrayıp, inandırıcılığını kaybeden keçiler yerini totaliter ama insan yöneticilere, krallara, patronlara bırakıyor. Bundan sonra ise insan şöyle bir silkinip, topluluk olmanın gücünü fark edip, kolektif bilince ulaşıyor. Artık toplum keçi oluyor ve kendi kendini gütmeye başlıyor. Öyle tarımdı, hayvancılıktı bir yerden sonra ekonomiye yetmeyince bu über insanımız “makine” denen yüzyılın icadını yaparak kendini sanayileşmenin ortasında buluveriyor. Sanayileşme ve makineleşme insanları bencil olmak zorunda bırakıyor çünkü insanlar bireysel çıkarlar peşinde koşmanın, toplumsal çıkarlar elde etmeye kıyasla çok daha kazançlı olduğunu farkediyor. Bu bilinçle artık insanların parmakla gösterebileceği tek keçi, aynada kendilerine bakan yansımaları oluyor. Tabi bu bizim insanlık tarihine hızlı çekimde tepeden


D Ö N Ü Ş Ü M mervetemiz@kutudergi.com

bakışımız. E tabi tarih burada bitmiyor. Aynadaki yansımasını fark eden birey, hayatının lokomotifini de kendisinin kullandığının farkına varmaya başlıyor. Bu farkındalık, herkesin bir lokomotifin başında olduğunu da algılamasına yol açıyor. Kendi yolculuğunun başına dönüp baktığında herkesin aynı duraktan başladığını görüyor. Başlangıçtan beri kendisine kodlanan veriler sayesinde yol sapaklarını seçtiğini, diğer bütün lokomotiflerin de farklı birşey yapmadığını görüyor. Bunun süregelmiş sistem olmasıysa kodlanan verilerin uydurulmuş kavramlar olmasına ve tabii ki bir anda daha önce geçtiği ve daha bir saniye önce gördüğü önünde uzanan rayların kaybolmasıyla sonuçlanıyor. Evet modern insanın dramı bu noktada başlıyor; varolmanın sebebi, üstünde gidilen yolun sağlamlığı -hatta varlığı- ve gidilecek yönün pusuladaki konumu konusunda sorular ortaya çıkıyor. Daha önce çizilen haritalar vardı, üzerinde yön okları ve ‘şu anda buradasınız’ diyen bir işaret. Şimdi hepsi elimizde eriyip gitti. Bu en üst seviyede özgürlük demektir. Bir yandan karar mekanizması sensin ve sınırsız bir hareket alanın var, diğer yandansa hareket alanı da tanımsız. Yani hiçlikten başlayıp sonsuzda biten bir çemberimiz var, arada sonsuz fark varmış gibi görünse de aslında iki seçenek de sıfırla sonsuzu birleştiriyor. İstersen lokomotifin bütün kontrolünü bırakabilirsin, çünkü herkes aynısının pembesi ve devinimlerin bir sonuca gitmeyecek. Ama istersen, bütün yolları ele geçirmeyi seçebilirsin çünkü herkes aynısının pembesi ve önünde sonsuz olanak var. Peki bireyselci toplumumuz kimin ekstra yola sahip olmasına izin verir ki? Ya da yarıştan çekilmesine? Hadi bir boşluk buldun ve yaptın diyelim, eline ne geçti? Yolların, sapakların, kasıtların, amaçların ve kazançların önüne atılan teorik birer kemik olduğunu bildiğin halde elindeki sonsuz veya sıfır kontrol neye tekabül eder? Sorumluluk sahibi sensin, herşeyin merkezi, belirleyicisi sensin. Ama ‘sen’ ve elindeki ‘şeyler’ koca birer sıfır. Eğer kodlanan veriler ve çıkarılan ürünlerin hepsi sıfırsa, ‘binary’ prensibi işlemiyorsa seçimlerin, sorumlulukların ve kararların ne etkisi kalıyor? Her şeyin uydurma olduğu noktada (sen dahil), tek yapabileceğin uydurmaya devam etmek, sıfırla sonsuz arasındaki olmayan o çizgide kendinle hiç bitmeyen o dansa ayak uydurmak. Bu kısır döngü, çapı gittikçe küçülüp sonunda kendi içinde kaybolan bu evren ise, zamanımızın bireyden çıkıp herşeyi içine alıp tekrar bireyin içine dönen distopyası. Afiyet olsun, hazmetmesi zor olsa da.

27


AŞKIN EVRİMİ Nereden Çıktı Bu Aşk? Cansu Soyupak

“Bu aşksız ve içi boşaltılmış düzende, gelecek kuşaklar büyük ihtimalle can sıkıntısından mahvolacaklar, kalplerinde ve hayatlarında kocaman bir boşlukla dolaşmak durumunda kalacaklardır.”

28

E madem konumuz aşk o zaman aşkı en iyi anlatan yazarlardan Tolstoy’ dan bir sözle girizgah yapmak lazım. Demiş ki büyük üstad “İnsanların aşk dedikleri şeyi bilmiyorum. Aşk şimdiye kadar okuduklarım ve duyduklarım gibiyse, ben aşkı hiç tatmadım.” (*) E iyi demiş, güzel demiş ama biraz yalan söylemiş sanki. Şimdi gidip öğrenci merkezini bir yoklasak yahu hiç aşık oldunuz mu diye “ohoo çok” sesleri yükselir muhtemelen. Peki, bu milletin aşk dediği şey harbiden aşk mı? Bizim aşk algımız nelere göre şekillendi de bu hallere geldi? Düşünün şimdi büyük büyük dedelerimiz daha Anadolu’ya yerleşmemiş. Bir oraya bir buraya konup göçüyorlar. E toplum doğal olarak ataerkiliz. Bu toplumda baba ile oğul arasında inceden ve gizliden bir nefret ve kıskançlık söz konusu çünkü oğul ancak babası ölüp, hayvanlar ona kalınca gücünü ispat edebiliyor. Peki, bu toplumda aşk ve evlilik nasıl yürüyor? Tabi ki baba ve diğer aile büyükleri oğlan için en iyi eşi seçiyor, genç çifti baş göz ediyor. Sevmeden evlenme durumu, daha sonrasında insanları kibarca zina yapmaya, fahişelerle beraber olmaya, dört bir yanda evlilik dışı çocuk yapıp onları kaderlerine terk etmeye itiyor. Yüzyıllar sonra insanoğlu makine denen şeyi bulup, Sanayi Devrimi’ne erişiyor. Bu zavallı makineleşen insanlar Victoria çağında eski ataerkil değerleri ve modern çağın gerektirdikleri arasında kalıp nevrotikleşmeye başlıyorlar. Peki, bu ataerkil değerlerden nasıl sıyrılacağız diye kendilerine sorduklarında şu cevabı buluyorlar: kız ve erkekleri ayrı okullarda okutalım, eşcinselliği, genç erkeklerin evlenmeden önce tek avunma çaresi olan fahişeliği ve mülk sahibi burjuva erkeklerimizin istemedikleri kadınlarla yaptıkları evlilikleri devam ettirmek için başvurduğu zinayı görmezden gelelim, unutalım ya da inkar edelim. Genç çocukları da evlilik öncesi cinsel birleşmenin ne kadar ayıp, hastalıklı ve günahkâr olduğu konusunda kandıralım. Böylece “saf ” kalmak dünyanın en büyük erdemi olsun.


D Ö N Ü Ş Ü M

unsur da onun ticarileştirilmesi. Her sayfa ve her köşe başında reklam edildikçe aşk gerçekçiliğini ve inandırıcılığını kaybetmeye başladı. Edebiyatta bile artık o efsanevi Leyla Mecnunlar, Romeo Julietler yerine ticari kaygı taşıyan “best seller” görüşüne uygun hikâyeler anlatılma yolu tutturulmuştur. Eskiden mutlu sonla biten aşk filmleri yerine artık acı, alaycı ya da yalnızca gerçekçi sonları olan Hollywood filmleri çekilmektedir. Yani artık romantizm ve aşk, toplumun kendini koruma refleksleri yüzünden ikili ilişkilere daha realist bir yaklaşım getirebilmek için geri plana itilmiştir. Bu aşksız ve içi boşaltılmış düzende, gelecek kuşaklar büyük ihtimalle can sıkıntısından mahvolacaklar, kalplerinde ve hayatlarında kocaman bir boşlukla dolaşmak durumunda kalacaklardır. Bizim ise bilinçli sosyal medya ataları olarak ilerideki nesillere aşkın değerli olduğu halde sürekli ve mutlu bir beraberlik için yeterli olmadığını bir şekilde açıklamamız gerekecektir. “İki ay süren ateşli bir hastalık yüzünden bir insan ile ölene kadar evli kalmak bir kahramanlık eylemi değildir ki yahu!” (**) (*) Krich,A. Aşkın Anatomisi,7. (**) Rougemont de Denis, Aile:Görevi ve Kaderi, 79.

cansusoyupak@kutudergi.com

Bu iki durumdan tamamen habersiz kalan biz Facebook jenerasyonu için aşk ne demek peki? Bizim çağımızda daha çok idealler söz konusu ki bu idealler ataerkil ya da Victoria çağı ideallerinden çok daha normal ve romantik. Bizim idealimiz flört dönemlerinde hayatlarının sonuna kadar bir arada yaşayabilecek kadar birbirlerine âşık olduğuna inanan Can ile Canan’ın evlenmesini öngörmekte. Bekâr erkek ve bakire kadınlara şerefli bir yer ve toplumsal görevler veren ataerkil görüşler, “çağdaş” toplumumuzda çok küçük bir yer almakta. Artık tek önemli şey tek eşli aile hayatı bizim için. E tabi bunu çekici bulmayan, evlilik kurumunu anlamsız gören, “marjinal” olarak nitelendirilen insanlarımız da yok değil. Evlilik bizim için bağımsız seçime ve kişiselliğe dayanan bir durum. Yani kısacası çağdaş insan için evlilik romantiklik dışında bir neden barındırmamakta. “Eğer birbirlerini âşıklarsa bırak evlensinler” mantığı bir yerde. Mantık evliliği, çıkar evliliği ya da görücü usulü evlilikler geçmişin tozlu raflarında artık. Modern insanlar olarak çok daha özgürüz ve aşk, sonu ne olursa olsun evlilik için yeterli bir sebep bizim için. Bu konseptin yanlışlığı ise bizi boşanmalara götüren ana etmen. Çünkü evlilik böyle geçici bir zevk olan aşka dayandırılamayacak bir durum. Yani yanlış anladığımız iki durum söz konusu. Birincisi özü gereği romantiklik evlilikle bağdaşamaz. Romantiklik engellerle, gecikmelerle ve hayallerle var olabilirken; evlilik tamamen bu engellerin yok edilmesi üzerine kuruludur. İkincisi de hepimizin bildiği klişe olan “evlilik aşkı öldürür” durumudur. Şu hikâyeyi duymayan kaç insan vardır ki? “Aramızda bir sürü engel olan, en sevdiğim film yıldızına benzeyen ve peşinden deli gibi koştuğum bu kız birdenbire yanımda canlı kanlı bir insan oldu. Sürekli bebeğin altını değiştiriyor. Onunla romantik bir aşk sonunda evlendik ama evi dolduran bu yemek kokusu içinde romantizm yaşamaz ki!” Romantikliğin çöküşü tamamen bu sanayileşen toplumun burjuvazisi ve demokrasisi içinde gerçekleşti. En büyük etmen ise aslında kadınların siyasi ve ekonomik eşitlik elde etmesi oldu. Bir kadının bir mesleği –otomatik olarak kendine ait bir hayatı- olması bir erkeği ona karşı daha realist duygularla yaklaşmaya itti. Bu durumda kadın erkeği için hayallerini süsleyen, özlenen nesne durumundan çıkıp, kendi çıkarı için çabalayan bir ekonomik nesne haline geldi. Romantikliğin yıkılmasına neden olan ikinci

Fotoğraflar: Cansu Soyupak Mekan: Mika Bistro 29


Şehr-i Dönüşüm Sonlanmaz bir dönüşümün parçası: Beyoğlu Aslı Karataş

30


D Ö N Ü Ş Ü M aslikaratas@kutudergi.com

Bahara dönüşürken mevsim, şehrin silüetine bir bakalım mutfağından ayrılan Eduard Lebon tarafından açılmış. dedik. Kabuk değiştirecek ağaçlara artık pek sık rastlanmayan Pastaları çok meşhur olduğundan, Orient Express’iyle gelen şehr-i İstanbul’un eğlence yaşamındaki dönüşümlere el atalım yolcuların ilk olarak Lebon’a uğradıklarından söz edilir. bu sayıda dedik. Yeni Taksim projesi, Sulukule ve Tarlabaşı Müdavimlerinin Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Namık kentsel dönüşüm projeleriyle de epey kabuk değiştiren şehrin Kemal gibi sanatçılar olduğu zamanda şapkasız beyefendi ve bizden önceki kuşakları nerelerde nasıl eğlenirmiş? Bu yazıda hanımefendilerin giremediği Lebon Pastanesi, 1940 yılında İstanbul’un eğlence hayatı bakımından kritik öneme sahip kapanır. “Chez Lebon, tout est bon” (Lebon’da herşey güzeldir) kimi mekanlarının eski zaman hallerine tanık olacaksınız. lafıyla bir zamanlar slogan olmuş Lebon, bugün başka bir mekanda Burç Pastacılık tarafından işletiliyor. Gazino furyasına yetişememiş bir kuşağız yazık ki biz. Televizyonun evlerde yer almadığı 80’li Lebon’un kapanmasıyla pasaja yine yılların en önemli eğlencelerinden biri sosyetenin uğrak yeri bir başka mekan “Onca politik gazinolar, İstanbul sakinleri için. Çakır Markiz Pastanesi. Lezzetli pastalar, müdahaleye, kimi açılıyor; Gazinosu dönemin en şaşalı gazinolarından tartlar, tatlı-tuzlu kurabiyeler, croissant ve doğal afete maruz bir çok Batı tarzı lezzeti tadabileceğiniz biri. Yenikapı’daki gazino 1994’te popüler kalmış Beyoğlu bugün 1940 yılında açılan Markiz, birkaç kez el kültüre ayak uyduramayarak kapanıyor. Ancak 2002 yılında adeta küllerinden hala asla sonlanmaz değiştiriyor, 1980 yılında da kapanıyor. Bir doğarak Sarayburnu’nda yeniden faaliyete dönem ünlü kahve firması Robert’s Coffee bir dönüşümün giriyor, elbetteki dönüşerek. Klasik tarafından devralınan 1840 yılında kurulan parçası.” gazinolardaki süslü, ağdalı atmosferi bu iç Aynalı Pasaj’daki mekan, bir süre sonra açıcı dekorasyonda bulmanız mümkün değil. yerini Yemek Kulubü’ne bırakıyor. Bugün Bordo tonlarının yerine mavi tonları tercih edilmiş. Sahnede Markiz Pastanesi tabelasının hala muhafaza edildiği, girişinde Muazzez Ersoy, İzzet Yıldızhan, Fulden Uras ve Sibel Barış’ı şık vestiyerlerin dikkat çektiği mekan genelde öğrencilerin izleyebilir, milenyum gazinolarında dönüşümü yaşayabilirsiniz. takıldığı uygun fiyatlı bir restoran. Gazino kuşağının bir diğer önemli temsilcisi ise Bugün, eskinin pastanelerinden bize yetişen belki Maksim. 1961’de Taksim Sineması’nın bitişiğine gazinocular de en ünlü pastanesi İnci Pastanesi’dir. Çoğumuzun eşsiz kralı Fahrettin Aslan tarafından açılan bu görkemli mekan profiterolleriyle tanıdığı İnci Pastanesi, 1944 yılından bu yana Müzeyyen Senar, Zeki Müren, Bülent Ersoy, Sezen Aksu, Emel Cercle d’Orient binasında hizmet veriyor. Beyoğlu’nun seneler Sayın, Behiye Aksoy, Gönül Yazar, İbrahim Tatlıses, Seçil süren dönüşümüne direnerek ayakta duran sayılı dükkanlardan Heper gibi pek çok sanatçıyı kitlelerle buluşturuyor. O dönem biri İnci Pastanesi. Senelerdir değiştirmediği dekoru ve sanat dünyasında Maksim’de sahne almak oldukça önemli bir profiterolünün lezzetiyle kuşaklara kendini tanıtmaya devam prestij kaynağı. Günümüzde Taksim Büyük Maksim’in yerinde ediyor. Ancak elde kalan bu son mekan da Emek Sineması’nın otopark, Caddebostan Maksim’in yerinde Migros, Taşlık kapatılmasını içeren AVM projesi kapsamında kapatılma Maksim’in yerinde ise bir otel bulunuyor. Bir devre tanıklık kararıyla karşı karşıya. etmiş bu gösterişli mekan eğlence dünyasından el etek çekiyor. Beyoğlu, İstanbul’un eğlence merkezi, bir çok Gece eğlencelerinin yanında gündüzün incileri pastaneler dönüşüme uğramış. Çiçek Pasajı ve Nevizade, bir süre ve sinemalar. Beyoğlu bugün olduğu gibi geçmişin de eğlence yerini Asmalımescit’e bırakmış. Sokaklardaki masaların merkezi. Bugünkü adı İstiklal Caddesi olan Grand Rue de Pera, kaldırılmasıyla popülaritesinin kaybeden Asmalımescit’in zenginlerin alışveriş mekanı, bu nedenle de cadde üzerinde şimdilerdeki rakibi Tomtom Sokak. Onca politik müdahaleye, sosyetenin yorgunluk atması için onlarca şık pastane açılıyor. kimi doğal afete maruz kalmış Beyoğlu bugün hala asla Lebon bunlardan biri. Mekan, Fransız Büyükelçiliği’nin sonlanmaz bir dönüşümün parçası.


Çevre- merkez etkileşimi ve kitlenin dönüşümü Gizli, Israrcı ve Batı Merkezci Bir Önyargı Ali Yasin Gürcan

“Belirgin sorun, Batı’nın ister ahlakını, kültürün, ister teknolojisini alın, bu değerlerin Batı’dan bağımsız düşünülememesi ve en başından, Batı’nın kendine Prometheus rolünü atfetmesidir.” 32

Toplumsal evrimin sınırları dahilinde, çatışmacı sosyolojinin altyapısal yansıma olarak gördüğü üstyapısal değerleri - din, siyaset, normlar – mülkiyete dayalı sınıf çatışması kavramından biraz olsun uzaklaşarak, merkez- çevre ilişkisi içerisinde ve daha çok kültür, kimlik, dil, iktidar kavramları çevresinde , toplumsal dönüşümü irdelemeye çalışmaktan alıkoyamadım kendimi çok sınırlı bilgi birikimime rağmen. Kimi dünya halklarının içerisinde bulunduğunu düşündüğüm bir siyasal mücadele ve güç dengesi çatışması halinin yanı sıra, kültürel ve tarihsel kaynaşımın ahengi hakkında yazmak heyecan verici. Postkolonyalizm dönemi, kolonyal dönem Batı kavramlarının, toplumsal inceleme metodlarını “bilimsellik” den uzaklaştırdığı gerçeğinin anlaşıldığı zaman dilimidir. “Gizli, ısrarcı ve Batı merkezci bir önyargı” olduğundan söz ediyor Batı edebiyatında Edward Said. Postkolonyal dönemin mihenk taşlarından “Orientalism” adlı kitabında Said, merkezi Batı’nın, çevreye, yani Doğuya, ne kadar öznel baktığına dikkat çekerek, toplum bilimlerinin bu yüzden etnosentrisizmden kurtulamadığını söylüyor. Bir batı bilimi (!) olarak antropolojinin bugünkü çıkmazı çevreyi (arkaik olan veya olmayan kabileleri), subjektiflikten uzak bir perspektifte inceleyememesi, yani çevrenin de kendi tarihi, hikayeleri ve iktidar ilişkileri olduğunu görmeksizin, tamamen Batı’nın toplumsal evrim sürecini referans alarak ona yaklaşmasıdır yani etnosentrisizmdir. Bir araştırma konusuna, bu konunun kavramlarından bağımsız yaklaşmak ne kadar mantıksızsa, antropolojinin çıkmazı da o kadar aşikardır. Hal buyken, Batı edebiyatında oryantalizm çok da şaşılası gelmiyor. Doğuya egzotizm objesinden daha fazlasını yakıştıramayan, ve Doğuyu,


D Ö N Ü Ş Ü M

(yani kendilerine göre Doğu’ya) dayatarak, sanki tek kurtuluş yoluymuşçasına Doğu’nun Batılılaşmasını beklemesi, otantikliğin bozulduğu gerçeğiyle çelişir. Çağdaş dünyada, Batı edebiyatının da subliminal olarak vermeye çalıştığı Doğu egzotizminden artık söz edilemez. Bunu yapabilmek için, globalleşmenin de sonuçlarından; göçleri, her türlü kültür kaynaşmasını göz ardı etmek gerekir. En azından bu gerçekleri göz ardı edebilecek insan dünyadan soyutlanmıştır diyebilirim. ‘’ Bir kültürün, bir tarihin, bir dilin ve bir kimliğin, gittikçe metropolleşen dünyanın genel dönüştürücü akımlarından ayrı tutulması mümkün değildir.’’(1) diyor Iain Chambers ‘’Göç, kültür, kimlik’’ adlı kitabında. Yine Chambers’in deyişiyle ‘’Soul II Soul ve Young Disciples ile farklı siyah müzik kültürlerinin melezleştiği, edebi tarzlarda Salman Rushdie’nin dışında, Hanif Kureishi’nin The Buddha of Suburbia’sındaki kültürel melezliğin cümbüşü”(2) düşünüldüğünde, hangi merkez hangi çevre sorusu meşru kılınıyor ve Chambers, bahsi geçen kitabında enine boyuna bu soruyu masaya yatırıyor. New York sokaklarında bir Ortadoğulu’nun, cebinde taşıdığı iPod’u ile Ray Charles dinlemesi, merkez (!) Batı’nın çağdaş edebi ve siyasi perspektifte çevre otantizmini egzotikleştirmesi anlamsız kalıyor. Samuel P. Huntington usulü merkez çevre ilişkisini bir “Medeniyetler Çatışması” konseptinde incelemek, mevcut duruma gülünç bir yaklaşım olmaktan öteye gidemiyor. Günümüzde hala, Batı’nın kendini merkez zannederek çevreye kendi tarihsel dönüşümünü dayatmaya çalışması, aksi halde çevreyi yabancı olarak görmesi, yukarıda bahsi geçen merkez çevre iletişimsizliğine ve Doğu’da eski değerlere dönüşme yolunda (bu paragrafta bahsettiğimiz kültür ve tarih kaynaşmasından sonra, kapalı toplumlar dışında, böyle bir geri dönüşümün imkansız oluşunun anlaşıldığını düşünüyorum) karşıdevrimler yapılıyor ve işler içinden çıkılamaz bir hal alıyor. Eve (köklere) dönüşün imkansızlaştığı metropol dünyada, belirgin merkez çevre ayrımı da sorgulanır hale gelirken, haymatlos olma ütopyasındaki(!) insanlara “Batı” ve “Doğu” ayrımı ne kadar anlamsız geliyorsa, Batı’nın kendi mutlak doğrularıyla toplumsal dönüşümün pusulasını yaratmaya çalışması, beyhude bir uğraştan ötesi değildir.

aliyasingurcan@kutudergi.com

Batı konseptinin dışında göremeyen Batılılaşma yanılgısının bir yansıması olarak görebiliriz Batı edebiyatındaki alıntıları. Bu çok kısıtlı önyargılardan kurtulunamaması, Doğuya yaklaşımları olumsuz yönde radikalleştirerek art niyet boyutuna taşıyor. “Yayın organlarında Doğu hakkındaki haberlerde, halkın genellikle kitleler halinde, sanki benmerkezci anlayışları yokmuş gibi, sürüymüşçesine gösterilmeleri, Batı’nın artniyetli yaklaşımına bir örnektir” diyor Said. Batı’nın, Doğu ile yaşadığı sorunların öncülüdür aslında bu iletişimsizlik. Karşı tarafın dilini bilmeden diyaloğa geçmek, Batı’nın marjinalleştirdiği Doğu ile olan sorunlarına da getirilebilecek çözümlerini kısıtlıyor. Kolonyal dönem emperyalist batı toplumlarının Doğu’ya pazarlamaya çalıştığı ve onun tek ilacı olarak gördüğü “Batılılaşma” kavramıyla, aslında kimi değişim değerlerini sekülerleşme, teknolojik ve ekonomik kalkınma - sadece kendine mal etme yanılgısına düşerek, aslında net ve genel geçer bir “Batılılaşma” kavramı olmadığını, ayrıca kıstas aldığı bu kavramları kendi toplumunda bile oturtamadığı gerçeğini unutuyor. “Herhangi bir batı medeniyetinde, bulunduğunuz ulusun bayrağını, geçerli bir sebep gösterebilmeniz halinde bile yıpratmanız (yakmak veya yırtmak), halkın lincine uğramanız için kaçınılmaz bir sebep oluşturur şüphesiz” diyor Eric Fromm. Yani vatandaşının, kendisini ulusundan bağımsız değerlendiremediği bir “Batı” toplumunda ne kadar sekülerlikten söz edebilirsiniz ki bunu Doğu’ya pazarlamaya çalışasınız? Şüphesiz ki, ben merkezci rasyonel değer yargılarının, yani sekülerliğin, muhafazakarlığa tartışılmaz bir üstünlüğü var ise de (en azından ben böyle düşünüyorum), bunu tartışılmaz Batı icadı kılmak çok da anlamlı değildir. Kolonyal dönemin sonlarına doğru, halka rağmen ve iyi niyetle gerçekleştirilen çok büyük reformların (ve devrimlerin), toplumun evrimsel dönüşümünü veya dinamiklerini göz ardı ettiği görülmüştür. Merkezleşmeye çalışan iktidarın çevreyle entegrasyonu bir noktada patlak veriyor ve ne yazık ki reform öncesi eski hale dönülüyor kimi durumlarda (79 İran karşıdevrimini hatırlayın). Merkez- çevre uyumsuzluğunun daha ılımlı örneklerinde ise, toplumsal kutuplaşma veya çevresel yabancılaşma görülür. Toplum içerisinde iletişimsizlik, tarafların normlarına daha kökten bağlanmasına yani radikalleşmeye ve beraberinde kitlesel huzursuzluğa sebebiyet verir. Merkez tarafından değişim ve reform istenci toplumu her ne kadar bir kerteye kadar dönüştürse bile, temelde çözümlenemez soru işaretleri bırakır. Belirgin sorun, Batı’nın ister ahlakını, kültürün, ister teknolojisini alın, bu değerlerin Batı’dan bağımsız düşünülememesi ve en başından, Batı’nın kendine Prometheus rolünü atfetmesidir. Batı’nın çevreselleştirerek yalıtmaya çalıştığı ve kendi toplumsal tarihinin normlarını, böyle bir iletişimsizlik halinde dahi, çevreye

* Martin Heidegger, “Letter on Humanism”, Martin Heidegger, Basic Writings, New York: Harper & Row, 1977, s. 219 (1) Iain Chambers, “Göç, kültür, kimlik”, Ayrıntı Yayınları, 2005, s. 99 (2) Iain Chambers, “Göç, kültür, kimlik”, Ayrıntı Yayınları, 2005, s. 90 33


YABANCILAŞMA Gregor Samsa ve Dönüşüm Ozan Cem Arslan

34


D Ö N Ü Ş Ü M ozancemarslan@kutudergi.com

KUTU’nun bu sayıdaki dosya konusu belirlendikten bekleyen bir birey haline gelmiştir. Samsa’nın dönüşümü, sonra, birisinin Kafka’nın Dönüşüm’ü üzerine yazması aslında Samsa’nın yaşadığı yabancılaşmanın farkına kaçınılmaz hale geldi. Ben de hem dosya konusu hem de varmasını sağlar. O artık herşeyi tüm açıklığıyla görmekte, kitap üzerine düşünmeye başladım. Gregor Samsa’nın değerlendirebilmekte, eski yaşamının anlamsızlığını tüm bir sabah uyanınca kendisini yatağında dev bir böceğe vücudunda hissedebilmektedir. Samsa’nın fiziksel olarak dönüşmüş halde bulduğu bu anlatı, modern hayatın en böceğe dönüşümü, onun ruhsal olarak bu böcek gibi yaşayan temel içsel dönüşümlerinden olan yabancılaşmanın alegorik insan neslinin arasından sıyrılışından başka bir şey değildir. bir temsiliydi. Başka konularda sıkıcı yazılar yazmaktansa, Gregor Samsa’nın dönüşümünden sonra, ailesi yabancılaşma üzerine yazarım dedim kendi kendime ve tarafından dışlanması, aynı zamanda yozlaşan modern bilgisayarın başına geçtim. aile ilişkilerinin göstergesidir. Kendisi de babasıyla büyük Yabancılaşma, Hegel tarafından kullanımının ardından çatışmalar yaşayan Kafka, modern aile içersindeki sevgisizliği kavram olarak pek çok farklı anlamıyla günümüze ulaştı. göstererek, bir yandan da bir küçük burjuva ailesi eleştirisi 19.yüzyılda psikiyatri tarafından akıl yapmaktadır. Samsa’nın dönüşümünden “Samsa’nın fiziksel sonra onu en çok sahiplenen, Samsa’nın hastalığı anlamında kullanılmasından, Marks’ın felsefesine ve oradan da Camus’nun “iyileşmesi” için en çok umut besleyen, kız olarak böceğe “absürd”üne, kendisi de kavram olarak pek Grete bile, bir süre sonra kardeşine dönüşümü, onun kardeşi çok dönüşüme uğradı. Marks’a göre insan sırtını döner ve kardeşinin odasında ruhsal olarak yabancılaşmıştır; çünkü yaratıcı emeğini, yaşayan o böceğin kardeşi olmadığını antik çağlardaki köle emeğinin sadece şekil haykırır. Belki tesadüfi bir biçimde, bu böcek gibi değiştirmiş bir biçimi olarak, patronuna Grete’nin tutumundaki bu dönüşüm, yaşayan insan sunmakta ve kendi hayatını anlamlandırmak Grete’nin endüstri toplumunun çalışma yerine, hayatını sürdürebilmek pahasına neslinin arasından ilişkileri içerisine girdikten sonra ortaya böcek gibi çalışmaktadır. Günümüz Anne ve babanın, Grete’nin büyüyüp sıyrılışından başka çıkar. yaşamında, kendi değerini, hayatının güzelleştiğinin farkına varmaları ve onu bir şey değildir.” evlendirmek istemeleri de aslında Gregor anlamını arayarak yaşayan bireylerin, metalaşan benliklerinin ayrımına vararak yerine Grete’yi kazanç kaynağı olarak hissettikleri yabancılaşma, bu hissi yaşayan görmeye başlamalarıdır. Bu anlamda anlatı, insanların hayatındaki en temel dönüşüm haline gelirken, bu yalnızca bireyin değil, sosyal ilişkilerin yabancılaşmasının, dönüşümün bizlere yaşattığı hisler (Sartre’ın romanı Bulantı yozlaşmasının bir dışavurumudur. da burada devreye girebilir) hayatın en büyük çıkmazı haline Kafka’nın Dönüşüm’ünü değerlendiren ünlü yazar gelir. Camus’nun felsefenin en büyük probleminin intihar Vladimir Nabokov, Samsa’nın dönüştüğü böceğin olduğunu söylemesi (bknz; Sisifos Söyleni) de tam bu noktada betimlemelerinden yola çıkarak farklı teoriler üretir. anlam kazanmaktadır. Kafka’nın da “Kafkaesk” üslubuyla Kafka’nın tasvir ettiği böcek tipi –her ne kadar Kafka bu kurduğu anlatı, Samsa’nın geçirdiği gerçeküstü dönüşüm, böceği isimlendirmese de- aslında sert kabuğunun altında yabancılaşma hissinin bu bağlamda bir anlatımıdır. kanatlar barındıran böceklerdir. Samsa dönüşümünün Gregor Samsa da modern kapitalist toplumda, anlam ardından bacaklarını kullanmayı zaman içersinde keşfeder. arayışı içinde olan bireylerin kendi özlerine yabancılaşmasını, Vücuduna zaman içersinde alışır ve yeni yeteneklerini kendi yaşamlarını sürdürebilmeleri için yaptıkları eylemlerin tavanda dolaşmak, bedensel olarak böcekliğini göstermek yaşamlarının doğasına aykırılığını hisseden ve çıkar için kullanır. Samsa, vücuduna ne kadar alışırsa aslında diğer ilişkilerine bürünmüş olan aile ilişkilerinin kıskacında, insanlardan da o kadar farklılaşmaktadır. Ancak, bir teoriye herkes gibi yaşayan bir adamdır. Ailesinin geçimini göre, Samsa’nın yalnız odasından kurtulmasını sağlayacak, sürdürebilmek için hayatının tüm enerjisini verircesine onu uzaklara götürecek olan kanatları, Samsa tarafından çalışırken, bir anda kendisini bir böcek olarak bulur. asla fark edilmez. Belki yabancılaşan insanoğlu da henüz Artık, dört duvar arasında , dışlanmış, neredeyse ölümünü kendisini kurtaracak kanatlarının farkında değildir.

35


Nuri Bilge Ceylan: Türk Sineması’nda bir Yeni Dalga Can Mişel Kılçıksız

36


1910’larda başlayan Türk Sineması’nın film makaralarındaki uzun yolculuğu, 1920’lerde polisiye soruşturmalar, imkansız aşk ve savaş temalarından geçerken Muhsin Ertuğrul’un etkisinde kalacak, 1950’lerde ise Atıf Yılmaz, Lütfi Akad gibi ustaların toplumsal değişimler ve toplum ahlakı temalı filmlerinin etkisiyle, biraz da arabeskle harmanlanmış “toplum içindeki birey, bireylerden oluşan toplum” döngüsüne de uğradıktan sonra, 70’lerde Yeşilçam’ın sulu sepken melankolisi ile Yılmaz Güney ve Tunç Okan’ın politik sineması, 80’lerde ise Halit Refiğ’in kadın merkezli filmleri ve Yavuz Turgul’un olay örgülü sinemasından geçti. 90’ların ortasından sonra ise Türk Sineması geç gelen “Yeni Dalga”sını yaşadı ve izleyiciyi akıntısında sürükleyen olay örgülü, popülizm kaygılı ve herhangi bir toplumsal gruba arkasını yaslayan ve idealize zengin, yoksul, solcu, köylü karakterlerin hakim olduğu Türk Sineması’nı, bu Yeni Dalga geçmişte dekor olmaya bile layık görülmeyen mekanlarıyla (bkz: tarlabaşı, gecekondu mahalleleri, taşra otelleri), sıradan insanların sıradan hikayeleri veya insanın iğrençliğini anlatan öyküleriyle (bkz: sıradan bir köylü dedenin sıradan günlük yaşamı, bir fahişeye karşı beslediği hastalıklı duyguyla dibe vuran adam), doğal ve bazen tutarsız olabilen ama fazla düzenlenmeyen bol küfürlü replikleriyle Türk Sineması’nın geçmişini Atlantis misali su altında bıraktı ve dominant faktör oldu. Ve tabii ki bu radikal değişimden “eğlenmek için sinemaya giden izleyici” pek hoşnut olmadı, çünkü bu filmler ailecek izlenecek veya yoğun bir hafta sonrası rahatlamak için gidilebilecek filmler değillerdi, aksine toplum için normalize olmuş iktidar, hırs, aşırı bağlılık, libido gibi kavramların arasındaki o görünmez dengenin bir sarsıntı ile nasıl bozulduğunu anlatıyorlardı. Bu Yeni Dalga’nın kara büyücüler kadrosunu ifşa edersek, ikili ilişkilerde Zeki Demirkubuz, daha toplumsal olaylarda Derviş Zaim, ve küçük bir grubun (bkz: küçük bir gemi mürettebatı) iç çatışmalarında ise Serdar Akar zamanla uzmanlaşmıştı. 90’ların sonuna doğru ise, Türk Sineması’nda kimsenin dokunmaya cesaret edemediği (karanlıkçıların bile) aşırı sıradan konuları, mekanları, karakterleri ele alma cesaretini gösterecek, filmlerde senaryonun değil yönetmenin fırça darbelerini belirgin kılacak ve Türk

D Ö N Ü Ş Ü M

“90’ların sonuna doğru ise, Türk Sineması’nda kimsenin dokunmaya cesaret edemediği (karanlıkçıların bile) aşırı sıradan konuları, mekanları, karakterleri ele alma cesaretini gösterecek, filmlerde senaryonun değil yönetmenin fırça darbelerini belirgin kılacak ve Türk Sineması’nın Yeni Dalga’sını ergenliğinin karanlığından, naifliğini yitirmemiş bir olgunluğa taşıyacak biri ortaya çıktı: Nuri Bilge Ceylan”

Sineması’nın Yeni Dalga’sını ergenliğinin karanlığından, naifliğini yitirmemiş bir olgunluğa taşıyacak biri ortaya çıktı: Nuri Bilge Ceylan. Mustafa Altıoklar ile röportajında kendisinin de bahsettiği gibi, Boğaziçi Üniversitesi’nde mühendislik okurken bir şeylerin ters gittiğini ve mühendis olamayacağını anlayan Nuri Bilge Ceylan (NBC) mezun olur olmaz İngiltere’ye gider ancak İngiltere’nin insani ve iklimi duble soğukluğundan bunalır ve belki de biraz sentetik bir oryantalist edayla Uzak Doğu turuna, arayışa çıkar. Ancak burada da, Uzak Doğu’da da tam anlamıyla mutlu olamaz ve İstanbul’a geri döner, Mimar Sinan’da sinema eğitimine başlar ve otuz yaşına yaklaştığından ve neredeyse bölümün en yaşlı öğrencisi olduğundan dayanamaz, terk eder bölümü de. Sonrasında, sinema ile çeşitli küçük etkinliklere dahil olarak alakadar olsa da, NBC ilk sihrini doksan üç yılında yurtdışından getirebildiği ve TRT’den arakladığı bayat filmlerle ve maddi yetersizlikten ötürü kısıtlı oyuncu kadrosuyla (annesi, babası ve bir velet) çektiği ilk kısa filmiyle yapar: “Koza”

Koza’dan çıkan NBC sinemasının çocukluk ve naiflik dönemi: Taşra Üçlemesi NBC’nin ilk kısası Koza, bir nevi kendisinin gelecekteki uzun metrajlarının doğum sancısı, sonraki filmi Kasaba’nın da, adı üstünde, kozasıydı.Elimize büyütecimizi alırsak, NBC’nin Koza’yı bir kısmını Rusya’dan getirdiği filmlerle çekmesi ve bu filmlerin, anavatanının ünlü yönetmeni Andrei Tarkvoski’nin renklerinin, Koza’ya bariz bir şekilde sinmesi ne ölçüde raslantıydı bilemeyiz ama NBC, ilk filmi Koza’da kimlerden etkilendiğini ve kimleri örnek aldığını hissettiriyordu. Özellikle Andrei Tarkovski’nin Stalker’ındaki su bulanması, otlar içinde yatan adam gibi sahneler Koza’da da kendini tekrarlıyordu. Ne kadar bir “tribute to Tarkovski” filmi olarak inanılmaz bir yapıt olamasa da, Koza NBC’nin, daha sonra Uzak filminde de Mahmut karakteriyle gönderme yaptığı fotoğraf gibi film çekmek ekolünü Tarkovski’den aldığını gösteriyordu. Bu şekilde Türk sineması’nda da gerek ayrı ayrı sahnelerin Tarkovski ağırlağında olmasıyla, gerek karakterlerin sahnelere ve kadraja bir fotoğraftaymışçasına yerleştirilmesiyle, NBC kendi yeni dalgasını başlatmış oldu. Zaten uluslararası sinema camiası da bunu farketmiş olacak ki, Koza Cannes’da yarışmaya seçilen ilk Türk kısası oldu. Ama bu kısanın NBC sinemasındaki etkileri kısa sürmeyecekti ve Koza’dan üç filmlik bir taşra serisi ortaya çıkacaktı. NBC, kendisinin de dediği gibi, bir filmi çektikten sonra tatmin olmayan ve o filmi seyirciyi sıkmak pahasına tekrar tekrar başka şekillerde çeken bir yönetmendi, dolayısıyla Taşra serisinin ikinci filmi Kasaba’nın doğumu da Koza’nın yarattığı bu tatminsizlikten oldu diyebiliriz. Siyah beyaz çekilen Kasaba, kameranın ses sisteminin kalitesizliğinden ötürü kayıtlardaki sesin anlaşılamamasına yol açtı ve NBC filmin dublajını tiyatroculara yaptırdı. Belki de filmin başındaki sınıf sahnesiyle çok naif ve samimi bir film izlenimi veren Kasaba, özellikle 37


filmin sonunu işgal eden ateş başındaki entel diyaloglar sahnesinde, cahil bir köylü gencin inanılmaz güzel bir diksiyonla sanki bir Assos felsefe günlerinde bir panelist edasında konuşmasının bir filmi nasıl mahvedebileceğini ve bu dublajın ne kadar eğreti durabileceğini göstermiş oldu. NBC’nin Koza’da beslendiği Tarkovski etkisi, Kasaba’daki tipik bir köylü genci adeta bir Sovyet metropol bunalım insanı gibi konuşturunca, NBC’yi de aşırı doz yüzünden zehirlemiş oldu. Ayrıca kasaba, NBC’nin taşra serisi ve sonrasindaki “Uzak” filminde genel olarak yer alan, “köyden kurtulmak isteyen ama dışarıda da yapamayan vasıfsız köylü genç” ve “köyde büyüyüp metropollerde okuyan, NBC’nin ne Uzak Doğu ne de Londra’da aradığını bulamayışı gibi, doğanın bunaltıcı suskunluğundan dolayı ne köye ait olabilen ne de metropollerin o yapay ışıltılı deryasına dalabilen bunalımlı entel” tiplemelerinin ilk ortaya çıktığı filmdi. Ve bu filmlerdeki entel tiplemesi, ne yazık ki Orhan Pamuk’un Kar’ındaki gibi materyalizmden bunalmış oryantalist ve sevecen entel tiplemesinden ziyade, köylülerle bir çocukla konuşur gibi konuşan ve onlarla arasında soyut bir kast sistemini izleyiciye hissettiren bir tiplemeydi. Kasaba’nın ardılı ve taşra serisinin az çok oturmuş filmi Mayıs Sıkıntısı ise, bariz bir şekilde İranlı yönetmen Abbas Kiarostami’nin izlerini ve etkisini üstünde taşısa da, NBC sinemasının naiflik ve doğallıkta zirve yaptığı filmdi. Ayrıca Mayıs Sıkıntısı, Türk Sineması’na, aşırı amatör oyuncularla (NBC’nin akrabaları) ve inanılmaz sıradan bir öyküyle, yönetmenin etkisi sayesinde neler yapılabileceğini göstermiş oldu. Kasaba’yı sadece iki kişi çeken NBC, bu filmini daha çok ciddiye almış ve Mayıs Sıkıntısı’nı farklı bir şekilde, fazla entelektüel olma kaygısından uzaklaşarak çekmiş, doğanın detaylarını sessizliklere muntazam bir şekilde, sabırla işlemiş ve taşra serisinde Mayıs Sıkıntısı mutluluğa dönüşmüştü.

Taşra serisindeki uzatma dakikaları ve ketum dönem: Uzak ve İklimler

“Algılarımızın keskinliğini arttırmak için hayatımızın temposunu düşürmemiz gerektiği aşikar. Neden yavaş tempolu filmleri sevdiğim ve böyle filmler yapmak istediğimin nedenleri de buralarda yatıyor zaten.”

Nuri Bilge Ceylan

38

Taşra üçlemesinden sonra gelen “Uzak” ise, her ne kadar Cannes ve diğer festivallerden ödüle boğulmuş olsa da, kendi adıma diyebilirim ki, naif ve tatlı Taşra serisinden sonra NBC’nin yarattığı o samimi etkiden Uzaklaştırdı şahsımı ve NBC sinemasının ketum ve depresif bir ergenlik dönemini iliklerime kadar hissettirdi. Köyde büyüyen, İstanbul’da okuyup fotoğrafçı olan ve bulunduğu konumu büyük bir çaba sonucu elde etmesinden ötürü kendince haklı bir kibir taşıyan Mahmut’un, köyden kendisine uzun süreli misafir olarak gelen ve İstanbul’da iş arayan akrabasıyla arasındaki gerilimi anlatan Uzak, ne kadar izleyiciye NBC’nin duygularını aktarabilse de, sessizlikten sonraki konuşma anlarını çok iyi kullanamayan ve sonraki NBC filmlerinin aksine, sessizliği değersiz hale getiren bir film. Öyle ki sessizliğin filmlerinin büyük bölümünü oluşturduğu ve bir besteci edasıyla bu sessizlikleri sesler arasına koymasıyla Türk sinemasına büyük bir yenilik katan NBC, ne yazık ki kendi yarattığı dalganın uzağında kalmıştı


D Ö N Ü Ş Ü M

Uzak ile. “Abi bu Cannes da hep dandik filmlere ödül veriyor” mantalitem olmasa da, bu filme “en iyi yönetmen”, “en iyi erkek oyuncu” gibi ödüllerin verilmesini hala anlayabilmiş değilim. Uzak’tan sonra gelen İklimler, NBC’nin bir kadın ile bir erkek arasındaki ilişkiyi mevsim metaforuyla anlatma çabasından çıkan bir filmdi. Bu film, montaj anlamında, özellikle kumsaldaki ayrılık konuşması ve Doğu’daki karlı hava sahneleriyle Türk Sineması’na tatlıya tarçın misali tat katsa da ve çok güzel fotoğraf kareleri tadında sahneler içerse de, NBC’nin oyunculukta yönetmenliği kadar başarılı olmadığını gösteriyordu. Karısının ve kendisinin başrollerde oynadığı İklimler, bir nevi üslup ve konuşma tarzı ile ketum bir izlenim veren NBC’nin oyunculuğunun, bir kadın ile bir erkek arasındaki ilişkiyi anlatan ve herkesin kendini karakterlere yakın hissedebileceği bir senaryoya sahipken, seyirciyi oyunculukların sentetikliğiyle uzaklaştırdığını söylesem yanlış olmaz.

Olgunluk dönemi: Üç Maymun ve Bir Zamanlar Anadolu’da Gel gelelim Üç Maymun’a, yani NBC sinemasının Taşra serisinde geçirdiği çocukluk dönemi, Uzak ve İklimler ile geçirdiği ergenlik dönemi sonrası olgunlaşma dönemini başlatan yapıma. NBC, bir röportajında söylediği gibi, kendisi mühendislik fakültesi mezunu olduğu için, Üç Maymun’un akışını bir mühendis gibi tasarlayabilmiş, geçmiş fotoğrafçılık deneyiminden yararlanarak, bir fotoğrafçı edasıyla oyuncuları kadrajın doğru bölgelerine yerleştirmiş, ve ne kadar donuk ve emrivaki bir üslubu olsa da, kamera arkası görüntülerinde de anlaşılabileceği üzere, oyuncularını motive edebilmiş, güzel bir işe imza atmıştı. NBC Üç Maymun’da ilk defa çoğunluğu profesyonel oyunculardan oluşan bir kadroyla çalışmış, ilk defa ray sesinden tokat sesine, muazzam bir ses içeriğiyle izleyiciye filmlerindeki fotoğraf karelerinin konuşabileceğini de kanıtlamış ve ilk defa diğer filmlerinin aksine, bolca “olay” içeren bir senaryo kullanmıştı. Her ne kadar NBC, Üç Maymun’un en başındaki kaza sahnesini filmden çıkartıp, olayların izleyiciyi detaylara odaklanmaktan alıkoymasını engellemeye çalışsa da, Üç Maymun birçok NBC izleyicisi tarafından hatalı bir revizyonizm ve o naif özden uzaklaşma, profesyonelleşip piyasalaşma olarak nitelenmekten kurtulamadı. Her ne kadar Üç Maymun NBC sinemasının o amatör ve naif ruhunun yerine olgun ve kendine güvenen bir kıvama girdiğini gösterse de, bu eleştirilerin fazla acımasız olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Aksine profesyonel oyunculuğun sayesinde, senaryo aşırı doğallığın yapay görünümünden ve heyecanı izleyiciye yansıtamama gibi yan etkilerinden kurtulmuş ve filmin akışında mimik ve duygu katılan replik kabızlığından kurtarmıştı Üç Maymun NBC sinemasını. Ve on numara dijital düzenlemeyle oluşturulmuş Tarkovski’nin gözünü arkada bırakmayacak bakır tonundaki renk baskınlığıyla, kırmızı ve siyahın bu bakır tonundaki atmosferde bir hükümdarlık kurmasıyla NBC Türk Sineması’nın görüntü ve renk anlayışında küçük çaplı bir devrime ön ayak olmuştu. Bu sefer 39


sıradan bir öyküye oranla minik standart sapmalar içeren, toplumun içindeki gizli sosyal kastları bir aile ve bir kaç dış etken üzerinden değerlendiren Üç Maymun, o ana kadar çekilmiş NBC filmleri arasındaki en politik filmdi. Politik yönünün yanı sıra, Üç Maymun, film boyunca bize evin küçük kardeşinin ölüm travmasının ardından fay hatları hareketlenen bir ailenin, sevgi ve korunma açlığı çeken bir kadının bu açlığını bastırması adına kocasının patronuna hastalıklı bir şekilde bağlanması, evin oğlunun çıkarları uğruna bu kirli olaya karşı sessiz kalması ama babasına karşı vicdan azabı yüzünden, belki de evin erkeği olmasından dolayı hissettiği ailenin namusunu koruma duygusunun baskınlığı yüzünden adeta bir günah çıkarır gibi annesinin gizli sevgilisini vurmasıyla, geciken depremi ve bunun ailede yarattığı yıkımı anlatıyor. Bu yıkıma Üç Maymun adı konulmasının sebebiyse, ailenin bireylerinin karşılıklı her şeyin farkında olup (bireylerin farkındalığının farkında olması), enkaz içinde üç maymun’u oynamaları ve bu enkazdan her şeye rağmen hep beraber çıkmaları olduğu biraz bariz. Tabi bu yazıda uzun anlamsal film eleştirisi yapmayacağım çünkü yazının amacı NBC’yi genel olarak değerlendirmek, derginin editörü Mert’in de “yeter lan uzadı bu yazı, kaç yüzbinmilyon kelime oldu!” bağırışlarını duyabiliyorum, o yüzden özet geçiyorum.

Özetlemek gerekirse, NBC sineması on sekiz yıl önce Koza’sından çıktı ve çocuksuluk, ergenlik dönemlerinden sonra son iki filmiyle olgunluk dönemine girdi, bu süreçte de Türk Sineması’nda yeni dalga diye nitelendirilebilecek bir sarsıntı yarattı ve sarsıntılar Cannes’dan hatta bu sene Oscar’ın Kodak Tiyatrosu’ndan bile hissedildi. Her ne kadar günümüzde kendisinin filmleri eğlenmek için sinemaya giden kitlenin geneli tarafından “abii yaa çok sıkıcı, adamlar iki saat karşılıklı tüttürüyorlar hiç konuşmadan!” diye yüzeysel bir şekilde eleştirilse de, her geçen gün kalabalıklaşan sadık izleyici kitlesi kendisini yalnız bırakmıyor ve gişe yapsın diye çekilmiş tabldot film serilerinden baymış sinema severler için NBC, filmleri ile bir “anne yemeği” tadı bırakıyor izleyende, hatırlanıyor ve ayırt edilebiliyor, özleniyor. Bakalım NBC’nin mutfağında hazırlamaya koyulduğu bir sonraki film bizde nasıl bir tat bırakacak, sofrada heyecanla bekliyoruz. 40

canmiselkilciksiz@kutudergi.com

NBC’nin son filmi Bir Zamanlar Anadolu’da ise uçsuz bucaksız İç Anadolu kırsalınının içinde insanın yok oluşu veya varoluşunun bireysel rekabet ve otorite çekişmeleri, bürokrasi dişlileri arasında nasıl gölgede kaldığını, dört mevsim kurak olan ve aynı kalan bu toprakların işleyişinde zamanın nasıl aynı ve dolayısıyla yavaş aktığını, “Aman Ali Rıza Bey tadımız kaçmasın.” anlayışının egemenliğinin önemli şeyleri nasıl ört bas ettiğini, bir gaz lambası veya bir polis aracının spot ışığıyla bize göstermeye çalışan, yine bireyler üstünden politik mesajını veren bir filmdi, en azından benim anladığım buydu. NBC bu filminde ışığı, genel depresif yaygınlığından daha odaklayıcı ve vurgulayıcı bir faktör aşamasına getiriyor, ses konusunda ise Üç Maymun’da gösterdiği özeni, bu filminde de gösteriyordu. Bunun dışında NBC, Üç Maymun’dan sonra kazandığı profesyonel oyuncu kullanma özelliğini bu filminde de ortaya çıkarıyor ve Ercan Kesal gibi amatör oyuncularından da mükemmel bir performansı, adeta damıtarak elde ediyordu ve bizi hayal kırıklığına uğratmıyordu.


Duygu Pınar Atik

D Ö N Ü Ş Ü M

Doğur Kendini Yeni Çağ

Daha hiçbir şey yokken sanat vardı. Sanatın ona dokunan, onu incitmek istiyenlere verdiği ilham bile Adem'in yasak elmayı çalışına benzedi. O kamçılayan kıskançlıklar, sanatçıları azimlendirdi. Henri Matisse, Van Gogh'u inceden ilhamlandırdı diyebiliriz örnek vermek gerekirse eğer. Elmanın yetiştiği ağaç, yani ilham kaynağı bile kimi zaman sadece gerçekliğin sade keskinliğini kullanarak kağıt kesiği tadında izler bıraktı. Ekonomik krizler, hastalıklar, hırsın yarattığı savaşlar, sanatçıların üstünden bıçaklı bir kaydırakta kayar gibi onları bilgeliğe, felsefeye, tanrılara ya da bazen yalnız delilere daha da yaklaştırıp, dönüştüler. Sonucunda sanatçılarına ölümü, sanata ölümsüzlüğü kazandırdılar. Bugün bir tabloya baktığınızda çizilen rüzgarın esiş yönünden ressamın sağlak ya da solak olduğunu öğrenebilirsiniz ve buna detaycılık ya da perspektif diyebilirsiniz, ama bir eser için önemli olan şeylerden biri geri dönüşümdür. Dünya üzerindeki her şeyin bir gün eskiyerek çöp olacağını varsayarsak, sanat geri dönüştürülmeyi en çok hak edenlerinden birisi olacaktır. Bir kitap okuduğumda içimden resim yapmak, melodi mırıldanmak, hayal kurmak, hamile kalmak geliyorsa, sanat eserinin yarattığı kimyasal ve kinetik bir etki vardır. İntiharı getiren kitap, rakıyı devirmeni sağlayan müzik, yanında oturup arkadaşı olmak istediğin heykel,

içine çamaşır asmak istediğin tiyatro dekoru... Hepsi milyonlarca yılın genetik yapısının üzerine yaşananlarıyla pürüzlü bir cila çeken sanatçıların izleridir. Ve bunlar o somut başarıları, bana yeni bir fikir veren ukala arkadaşım kadar canlı bir organizma yapar. Kibirli, kıskanç iletişimler haricinde içine kapanık tutumlar da kabul görmüştür. Kafka'nın eserlerini alevlere bırakarak küle çevirmek isteyişini eminim çoğumuz biliriz. Eserlerin sanatçılarını terk edişleri, yazarın onlara verdiği önemi, içlerinde besledikleri derin narsist duyguları da gösterir diyebilirler. Ama doğamız eserlerin doğasıyla kapışır hale gelmiştir. Seneca, “Sanat, tabiatı taklitten başka bir şey değildir” der. Oscar Wilde ise sanki bir inatla karşı çıkar ve “Sanat, taklidin bittiği yerde başlar” der. Sanatın ne için yapıldığı, ne olduğu tartışıldıkça onu tek bir ruhtan alıp, ona çocuklar doğurmuş ve onu kimi zaman akrabaların anlaşamadığı kalabalık bir aile yapmıştır. Shakespeare Hamlet'i yazarken daha parlak çimlere, uçarken daha çok yükselebilen kuşlara bakmıyordu. Her beyin kimyası, farklı reaksiyonlarla paslaşarak eylemler gösterdi sadece. Benim izlenimlerim esinlenmeyi, bilinçaltında misafir edip, sanat yaparken en son düşünülmesi gerekenin sanat olduğudur. Sizi kaplayan ilkeleriniz, baskın duygu dünyanız ve uzaklara dalıp giden ertelenmiş REM uykularınız zaten “gerekli sizi” size verecektir. Federico Garcia Lorca’nın tanımladığı cümleler üzerinden geleceğin sanat anlayışını tarif edemem ama sezilerime göre neyin değişmek üzere olduğunu anlatabilirim. “Grinin içine girmek için griye boyadım kendimi. Ah nasıl da parlıyorum grinin içinde!!” Konuyu, varmış, yokmuş, hayal mi, evrensel bir olgunun dışında zaman değişkenlerindeki sektelerinde mi gibi bir anlayışla kavramamak gerek. Daha çok, olayları içinde doğuran bir kadın gibi tedirgin, ama hayalet sonlara yer vermeden, elden gelebildiğince fovist bir stilde aktarım yapmak gerekir. Tıpkı geleceğin sanat annesi gibi... Sanatın bilimkurgudan çok biyolojik anne tutumunda olması belki de yeni bir soluk olur. Kim bilir başlangıç belki soyuttan kurtulur, somut bir formda daha az emanet durur. 41


FİLMLERDE

42


Elveda Lenin (“Good Bye Lenin”)

American Beauty

Dönüşüm sadece bireylere ait bir olgu değil, ülkelerin ve hatta rejimlerin de sahiplendiği bir kavram. Seksenli yılların sonunda Doğu Almanya gençliği, artık sosyalizme benzemeyen totaliter rejimlerinden kurtulmak için ayaklanır. Tam da bu zaman kesitinde, rejim karşıtı ayaklanmalara tanık olan, ama kendisini terk edip Batı Almanya’ya kaçan kocasına tepkisinden dolayı rejime sımsıkı bağlı olan Daniel’in annesi Christiane kalp krizi geçirir. Doktorlar Alexander’a annesinin uyandıktan sonra yaşayacağı en ufak şokta tekrar kalp krizi geçireceğini ve öleceğini söylerler. Bunun üzerine Alex, annesi komadayken yıkılan ve helikopterle götürülen Lenin heykelleri, baştan aşağı değişen süpermarketler, her yeri kaplayan coca-cola reklamlarının bas bas bağırdığı sosyalizmden kapitalizme dönüşüm sürecini annesi uyandığında yeni bir şok yaşamasın diye annesinden gizlemeye çalışır, ama kendisi dönüşümün rüzgârının soğuğundan kaçamaz. Hayatında ilk defa iş dönüşü uyuyakalır yorgunluktan, tükenir. Elveda Lenin!

Ne zaman etrafta uçuşan bir naylon torba görsem, aklıma otomatikman gelen filmdir American Beauty. İsmi Türkçe’ye saçma şekilde çevrilen filmlerden nasibini alarak, “Amerikan Güzeli” ismini almıştır. Böylece gençlik komedisi havasını yüklemiştir sırtına. American Beauty’de, kapıların ardındaki bu Amerikan orta sınıf çekirdek aile yaşantısının çözülümü verilir. Mal-mülk hırsı, eşya fetişi ve sıradanlaşan aile yaşamı arasında elinizden kayıp giden yaşamın yeniden en küçük ayrıntılarla keşfini muazzam şekilde anlatır. American Beauty, özgüvenin, sahte gülücüklerin, kendini olmadıkları şekilde paketleyerek sunan insanların, maskeleri düşünce ne hale geldiklerini gösteren ender güzel filmlerdendir. Toplumdaki dönüşümü açıkça gözler önüne serer: Amerikan rüyasının içinin boşaltılarak dönüşümü, toplumun iç dinamiği olan aile kavramının çözülümü, ilişkilerdeki yapaylıklar, bireylerin iletişimsizliği fakat kendi kişisel menkıbesindeki dönüşümü… Her güzel şeyin altından pislik fışkırabileceği gibi, insanların inandığı güzelliklerin bir anda tuzla buz olup yıkılabileceği gerçeği vardır. Bu filmi sırf naylon poşetin esrarı için bile izleyebilirsiniz! İzledikten sonra anlayacaksınız ki hayatınızdaki belli dönemlerde aynen size benzer o naylon poşet. İyi seyirler!

Dönüşüm (“Ne te retourne pas”) Orijinal adıyla “Ne te retourne pas”, daha bilinen adıyla “Don’t Look Back”, Türkiye’de vizyona giren adıyla ise “Dönüşüm”, 2009 yapımı bir Fransız filmi. Yazar olan Jeanne, parçalar halinde hatırlayabildiği kendi çocukluğuna dönüşünü konu aldığı kitabında sona yaklaştıkça hayatında bir takım değişiklikler yaşamaya başlıyor. Öncelikle evindeki mobilyaların yerlerinde ufak tefek farklarla başlayan bu durum, çocukları, kocası, yüzü şeklinde devam ederek tüm hayatını ele geçirir hale geldiğinde Jeanne kendisini anlam veremediği bir dönüşümün ortasında buluyor. Fiziksel olarak yavaş yavaş başka birisine dönüşürken bir yandan alışkanlıkları, hayat tarzı vs de değişen bir kadının hikayesinin anlatıldığı ve “dönüşüm” olgusunun psikodramatik öğelere yüklenerek özellikle görsel açıdan güçlü ve anlaşılır şekilde verilmeye çalışıldığı bu psikolojik gerilim insana “hayatınızı bir başkasına dönüşerek yaşasanız neler olurdu?” ya da “şu an kendiniz sandığınız kişinin aslında gerçek benliğinizin dönüşüm geçirmiş hali olmadığını bilebilir misiniz?” sorularını sordurmayı başarıyor.

Çoğunluk Çoğunluk, dönüşemeyen toplumun filmi. Seren Yüce’nin yönetmenliğindeki filmin başrolünde çoğumunuzun “Orçun” olarak tanıdığı Bartu Küçükçağlayan oynuyor. Altın Portakal Film Festivali’nden en iyi film, en iyi erkek oyuncu ve en iyi yönetmen ödülleriyle dönmüş bir filmle karşı karşıyayız. Küçükçağlayan’ın canlandırdığı “Mertkan” sıradan zevkleri sıradan bir hayatı olan sıradan bir insandır. Orta sınıf, burjuva bir ailenin yaşamına tanık oluruz. Her şeyin oldukça hayatın içinden olduğu filmin can sıkması aslında hayatın kendisine yönelik bir silkinmedir. Mertkan, ayrımcılıkla ilk tanıştığı anda ona teslim olur, toplumdaki çoğunluk gibi. Yüzyıllardır birarada yaşamış bir halkın birlikte mutlu yaşayan bir bütüne dönüşememesinin eleştirisidir “Çoğunluk”.

Serseri Mayınlar Ferzan Özpetek’in ödüllü filmi Serseri Mayınlar muhteşem bir İtalyan şehri olan Lecce’de geçiyor. Eğitimini İtalya’da tamamlayan Özpetek’in oyuncuları da İtalyanlardan oluşuyor. Gelenekler ve geleneklere bağlılık bakımından Türk toplumundan çok da farklı olduğu söylenemeyecek bir İtalyan ailesinin oğullarının eşcinsel oluşu karşısındaki duruşlarını en doğal ve yalın halleriyle ortaya koyan bir film. Filmin “babaanne”yi anlattığı zamanlar arası yolculuk esnasında geleneksel kalıplara bağlılığın 21. yüzyıl liberalizmiyle kademeli olarak nasıl dönüştüğünü açıkça gözlemleyebilirsiniz. Soundtrack albümünün fiyatını filmin DVD’sinin beş katı yapacak güzellikte müziklere sahip filmin başrollerini Riccardo Scamarcio, Nicole Grimaudo ve Alessandro Preziosi paylaşıyor.

Bir Tutam Baharat Türkiye’de ses getirmeyen, belki de ses getirmesi engellenen, başyapıt olması gereken muhteşem bir eser. Yönetmen ve yapımcılığını Yunanlıların üstlendiği film, Tamer Karadağlı ve Başak Köklükaya olmak üzere iki Türk oyuncuyu da barındırıyor. 1964-1965 yılları arasında Yunan vatandaşı Rumların ülkeden sınırdışı edilmesi akabindeki travmaları ağlak olmayan bir dilde izleyiciye ulaştıran film, aynı zamanda İstanbul’daki azınlık tasfiye harekatını da özetliyor. Şehrin gayrimüslim nüfusunu yitirmesiyle uğradığı dönüşümü izlemeniz mümkün. Bir baharatçı dükkanına sahip filozof bilgeliğinde bir dedenin torunu olan Fanis’in hayatında eksik olan baharatı bulma yolundaki yolculuğu üzerinden tarihsel dönüşüme tanık oluruz. Siyasi gelişmeleri provokasyona yer vermeden oldukça sanatsal bir dille aktarabilen nadir eserlerden biri. 43

D Ö N Ü Ş Ü M

DÖNÜŞÜM


KAFEİN ETKİSİ

Cansu Soyupak

Dergi yaratma işi sancılı.... Uykusuz geceler, girilemeyen dersler, unutulan işler... Liste böyle uzayıp gidiyor. Hepsinden önemlisi uykusuzluk ama. Bu sayıda sınırları zorladık. Ne kadar gece üst üste sabahladınız derseniz boşverin yahu ne siz sormuş olun, ne de biz duymuş. Bu sabahlama döngümüzde en iyi dostumuz tabi kopkoyu, şekersiz kahveler oldu. Allah razı olsun otomatlardan bizi kahvesiz bırakmadılar. Tabi fazla kafein bünyeye zarar. İnsan bir noktadan sonra saksıyı fazla çalıştırıp, civataları yakma boyutuna geliyor ki bu da tecrübeyle sabit. En aklı başında fikrimiz ise bu oldu sanırım. Madem işaret dili dersinden bahsettik, e o zaman bir kaç kelimeyi insanlara işaretlerle anlattıralım dedik. İyi seyirler!

44

Alışkanlık

Yalnızlık

Yolculuk

Dönüşüm

İlkbahar


Mert Gümren Sena Yersu Öztürk Yaman Duman

Fotoğraflar: Cansu Soyupak

Alışkanlık

Yalnızlık

Yolculuk

Dönüşüm

İlkbahar 45


FİLİN SEYİR DEFTERİ VE LÜFERLER Büyümek ve Değişim Üzerine Naz Cuguoğlu Fotoğraf: Caner Aydoğan

46


inanılmaz kadın şiirleriyle dalga yapıyor bize. Her şey doğaç bu yeni üretilen evren ve zamanda. Lüfere göre o salondaki bizlerin ruhları birbirine bağlanıyor o an. Serra Yılmaz ve Islak Köpek’le beraberiz biz o gece. O geceden sonra bizi ne zaman bir şey çok etkilese sessizce birbirimize bakıp gözlerimizle havaya “serra etkisi” yazıyoruz. O değil de biz en çok neyden çok etkileniyoruz? “La sindrome di stendhal: Güzel sanat eserlerinin yol açtığı ve belirtileri arasında işitme ve renk duyusu kaybı halusinasyonlar, güçsüzlük, panik ve delirmek hatta ölmek korkusunun yer aldığı bir hal” Bunu öğrenince korkuyoruz. O değil de biz en çok neyden etkileniyoruz? “Sadece gece çok Dali sergisini gezerken resimlerin altındaki yediğin için bile Freud, “Düşlerin Yorumu”nda rüyaların pek o karalama dikkatimi çekiyor. Lüferle birbirimçok sebebinden bahseder. Bunlar fiziksel seberüyanda Kaddafi ize bakıyoruz. Lüfer diyor ki, bunlar Dali için 3 pler olabilir. Mesela kolun 30 derecelik saçma bir olabilirsin. Bana önemli şey. Onu en çok etkileyen 3 şey. Şu koltuk açıyla duruyorsa rüya esnasında, rüyadaki karakgöre tuhaf olan değnekleri sevgili. Bize destek olacak, bizi hep terlerden biri bu şekli alabilir. Bu şekilde yerde sevecek biri. Dali için güzel Gala. Şu kaşık hayalleri kıvranmakta olan bir yılan görebilirsin. Deneyrüyamda Kaddafi simgeliyor. Dali hep aşçı olmak istemiş. Ve inanç. imler olabilir. Freud der ki, genelde sanılanın olmuş olmam, lüfere Neye olursa... İster yıldızlara inan, ister putlara. aksine yeni ve önemli yaşantılar değil de, uzun göreyse ölmüş süre önce yaşanmış ve önemsiz anılardır rüyaların Beyrut’ta gezdiğim sergi geliyor aklıma. Revilham perisi. İç organlarının hal ve gidişatı olabilir. olmam.” olution vs Revolution. Gri, ne kolu ne bacağı belli, Sadece gece çok yediğin için bile rüyanda Kaddafi büzüş büzüş, yarım yamalak bir nesne... İran’da bir olabilirsin. Bana göre tuhaf olan rüyamda Kaddafi fahişeyi canlı canlı yakmışlar, sadece fahişe olduğu olmuş olmam, lüfere göreyse ölmüş olmam. Tuhaf kelimesinin yazılışı için. Ve bir tahtanın üstüne koyup gururla gezdirmişler. ve okunuşu her dakika daha da çok yabancı gelmeye başlıyor. Çok Lüfer küçükken bir gün dedesiyle adaya gitme kararı almış. küçükken bir kere aynı şey hava kelimesi için olmuştu. Bir nokta geldi Dedesi şapkasını vapurdayken denize düşürmüş. Ve çok üzülmüş. Onu ki, hava ne demek hiçbir fikrim yoktu. öyle gören lüfer dayanamamış. “Üzülme dede,” demiş, “buraya çarpı Freud o zaman yaşıyor olsa annemler beni o yaşta ona terapiye koyalım şimdi, dönerken alırız.” götürürler miydi? O da “kızınızda penis kıskançlığı var, ondan kelimeBüyüyoruz. Hep beraber... Ben büyüyorum. Lüfer büyüyor. lerin anlamsız gelişi” der miydi? Freud bir süre kokainin ilaç olarak Sen büyüyorsun. Bahçede otlar büyüyor. Dünya büyüyor. kullanılmasını desteklemişti. Reçeteye 100 mg kokain yazıp kızınız O halde akla gelen soru şu oluyor: “İçimde tutamıyorum. Resim bunu içmeli der miydi? Ben gerçekten pipim yok diye kıskançlık mı yapmalıyım, vakit dar diyen Van Gogh deli miydi? Öyleyse normal yapıyordum? Bir süre Freud okumama kararı alıyorum. Ve lüferle olan insan kimdir?” buluşmak için Taksim’in yolunu tutuyorum. Büyüyoruz. Etkileniyoruz. Ve değişiyoruz. Kendime geldiğimde karanlık bir salondayım. Başımı ellerimin arasında sıkıca tutuyorum. İçimden, kendimi iyi hissetmiyorum lüfer, Beyrut’taki binalardaki kurşun izleri... Bize savaşta zarar görmüş kendimi iyi hissetmiyorum lüfer, kendimi lüfer, lüfer hissetmiyorum, evini gezdiren hüzünlü Tony... Lüfer... Arap baharı... Bahar... Gece uyuiyi lüfer diye tekrarlıyorum. Ama kalıyorum. Gitmiyorum. Salondaki madan kahveyi çok kaçırmış olmam... Boynuma dolanan çarşaf... Yıllar tüm izleyiciler hep beraber sandalyelerimizde tavana doğru yükseliönce Kaddafi ile ilgili izlediğim bir haber... yoruz. Bir grup inanılmaz insan enstrümanlarıyla adeta sevişerek Ben dün gece rüyamda Kaddafi’ydim . Siz kimdiniz? Sizi kimler ruhlarımız içinde dans etsin diye deniz yapıyorlar bize. Doğaç. O büyüttü? Hepimize iyi baharlar! Rüyamda Kaddafi’ydim. Ve öldüm. Rüyanda ölmüş olman tuhaf. Etrafıma baktım. İçim acıdı. Çocuklarım dedim. Bir tek o his... Ah o his... Yani rüyanda yüksekten düştüğünü görürsün ama ölmezsin... Sadece düşersin. Ve düşersin. ... Rüyanda ölmüş olman tuhaf.

guntulubayrak@kutudergi.com 47


IN-YER-FACE Tiyatroyu suratınıza çarpan oldu mu? İzlem Görer

48


Ravenhill ve Anthony Neilson’ın başı çektiği genç oyun yazarlarının İMDB’nin Top 250’sinde bulamadığım ve ısrarla almak için arayarattığı bir akım olan in-yer-face, seyirciyi kullandığı dil ve imgelerle dığım güzide filmlerden biri olan “Persona”dan bahsedince Ozan-kenşaşırtma, bir bakıma kişisel alanına tecavüz olarak da algılanabilecek dileri Kutu dergimizin Morrissey’i olur (bkz. saçlar)- zamanda sıçrayış şekilde ahlaki normları şiddetli bir tonla hissettirip, sorgulatarak yeni yapıp, bir anda lise üçteki sınıfımda psikoloji hocasının “Persona sözbir estetik duyarlılık oluşturmaktır. Suratına tiyatro akımı evrenselliği cüğü, ilk başta sahne oyunlarında belirli bir oyunu canlandırmak için aktörlerin taktığı maskeyi ifade ediyordu. Jung’un psikolojisinde, perso- ırk, renk, dil, din ayırt etmemesiyle yakalar. Bu akımın amaçladığı na arketipi, bireyin günlük yaşamdaki ihtiyaçlarıyla ilişkili olan tavrını şey ise, seyircinin oyuna katılmasını sağlamak ve seyirciyi sahnedeki tanımlar.” dediği ana aspartal geçiş(!) yaparken buldum kendimi. Sonra müstehcen ve şok edici unsurlarla etkilemeye çalışmaktadır. Başarır da! Virginia Woolf-vari hareketlerle, zihnimde düşünceden düşünceye atla- Kendinizi adeta yeni Old Boy izlemiş, doğal olarak ciddi anlamda serdım: tiyatronun tüm dünyada gülen ve ağlayan iki maskeyle temsil edil- semleşmiş bir birey olarak bulursunuz.Sadece tüyler ürperten kapanış şarkısı The Last Waltz eksiktir! diği figür, -ya Persona’nın afişinde de biraz böyle “Burada her şey bir tinsel anlatım yok mu yahu- diğerinden biraz Peki bir oyunun in yer face olup olmadığıdaha fazla gülümseyen bir kadın, öbüründen binı nasıl ayırt edebiliriz? suratınıza bir tokat raz daha fazla somurtan diğer kadın, tiyatronun gibi çarpabilir. Küfür, Cevap basit: Dil kirlidir. Küfür boldur. Ülkökenleri, Shakespeare, Artaud, Brecht ve Peter kemizde kalıplaşmış ve klasikleşmiş bakış açısına Brook… Her biriyle biraz daha dönüşen bir sanat, cinsellik, şiddet tamamen ters olan bir dili vardır. Vurucu ve çarpıcı tiyatro.. Ve tabi ki şuan geldiği yer.. Daha sonra, oyunlarında en sahne imgeleriyle, izleyicinin keskin kırılganlığını lanet ettiğim gribim yüzünden kaçırdığım Bartu sıradan halde bulunur. on ikiden vurur. Genellikle masum karakterlerden Küçükçağlayan’ın yani nam-ı diğer biricik Orçudehşet verici, hatta ürpertici boyutta karakternumuzun Krek’teki oyunu: Güzel Şeyler Bizim Eşcinsellik gibi hayata çok, ler vardır. Hemen hemen hepsinde derinlerde yatan Tarafta.. İçimdeki Virginia’nın duracağı yok. dair her şey in-yerşiddet duygusunun şok edici boyutta dışa vurumu Popüler kültür sen çok yaşa! Yalan Dünya dizisingözlenir. Bu karakterler, klasik tiyatro anlayışında de, Beyaz’ın “in-yer-face”i bir çeşit dünya mutfağı face’in ögeleridir.” sevilmeyen şeyler yaparlar. Kusarlar, dövüşürler, sanması ve geçenlerde gittiğim muhteşem in-yersoyunurlar, striptiz yaparlar. Çıplaklık, olmazsa olmazdır zaten. İnface akımı oyun olan Süpernova... Oh, içimdeki Virginia mola verdi! sanlar önünüzde seks yapabilirler, hatta orji bile olabilir. Eşcinsellik Öncelikle in-yer-face’i açıklamayı bir borç bilirim. In-yer-face bir kavramı atlanmaz! Şiddetin her türlüsü makbuldür. Fiziksel ve psidünya mutfağı çeşidi değildir! Kendileri 90’lar çıkışlı Britanya kökenli kolojik işkence baharatıdır işin. Tabular, dogmatik inançlar yıkılmak bir tiyatro akımıdır. Türkçe meali “suratına tiyatro” ya da “yüzevurum- için vardır. “Ve Tanrı insanı yarattı” gibi, “ve geleneksel tiyatro anlayışı cu tiyatro” olan “in-yer-face”, 1990’larda Birleşik Krallık’taki tiyatro yerle bir olur!”. Geleneksel tiyatroda olduğu gibi, yazarlığında ortaya çıkan şiddet, cinsellik, uyuşperde açılınca oyun başlamaz. Perde yoktur zaten. turucu, cinayet gibi öğeler içeren oyunlar yazma “Black box” denen bir sahne anlayışıyla oyuncular, eğilimine, akımın gözlemcisi olan yazarlar taraizleyicilerin arasından defalarca geçerek sahneye fından takılmış bir addır. Akım, Cruel Britançıkar ve inerler. Hatta sahne dışındaki alanlarda da nia, New-Brutalism, New European Drama gibi oyunlarına devam eder oyuncular. Çünkü izleyici isimlerle de anılır fakat bu terim en yaygın kabul de oyunun bir parçasıdır, ama interaktif kesinlikle görmüş olanlarından biridir. değildir. Bu yüzden, az seyircinin izlemesi istenir çünkü kimi zaman seyirciyi sarsmak, kimi zaman Türkçe’ye de hem “in your face”, hem da onları oyunun içine katmak ister bu anlayış. “in yer face” olarak giren terim, 90’lı yıllarda Perde arası vermeksizin, doksan dakika boyunca Arnold Wesker’in asi oyunlarıyla deneysel seyirciyi duruma şahit etmesi de bundandır. olarak ilk adımlarını attığı bir düşünceyi, ilk kez Britanyalı tiyatro eleştirmeni ve Boston In-yer-face ve seyirci ilişkisi Üniversitesi’nin London Graduate Journalism üzerine programının yardımcı öğretim üyelerinden olan Aleks Sierz tarafından ortaya atılır ve ilk baskısı Burada her şey suratınıza bir tokat gibi çarpa2001 Mart’ında “Faber and Faber” tarafından bilir. Küfür, cinsellik, şiddet, oyunlarda en sıradan yapılan “In-Yer-Face Theatre” adlı kitabıyla, halde bulunur. Eşcinsellik gibi hayata dair her şey daha popüler hale gelir. Sarah Kane, Mark in-yer-face’in ögeleridir. Konuşmaktan çekindiği49


niz konuları, bastırılmış duygularınızı birileri yüzünüze sansürlemeden vurunca, durum bir oyuncu - seyirci ilişkisinden çıkıp yüzleşmeye, iç hesaplaşmaya gidiyor. Bu tip oyunları izlemeye giden seyircilerin bir kısmı şiddetle bu tiyatroyu kınayıp ortamı terk edebiliyor. Eh çok normal, herkes in-yer-face kaldıramaz, çünkü sizden umursamama ve kayıtsız kalma lüksünüzü elinizden alan, gösteren ve anlatan olmaktan çok deneyimleten ve hissettiren bir tiyatro anlayışı bu “in yer face” anlayışı. Böylece, her seyirci oyunla kendi ilişkisini kurar ve oyuna dahil edilir. Eğer bunlara toleransınız yok ise, size değişik gelen her şeye kıkırdama veya abartıp gülme gibi tepkiler verebilirsiniz! Bir de anlamadığınız her şeyi yanınızdaki ile fikir alışverişinde bulunarak seyretmek gibi bir huyunuz varsa sizin orada pek işiniz yoktur kanımca. Özetle, medyadan takip edip hasbelkader oralara yolu düşmüş insanların, yolunun düşmemesi gereken bir tiyatro anlayışıdır. Ne oyunların bu tür izleyicilere

toleransı vardır, ne de her izleyicinin böyle oyunlara. Yine de yeni ve alışagelmişin dışında bir şey deneyimlemek isteyenlere şiddetle tavsiye ediyorum. In yer face oyunlarda her şey o kadar gerçek ki, oyuncuları izlediğinizi düşünmüyorsunuz. Sert içerikli,“hardcore”, oyunlara rağmen, oyunculuklarda hiçbir abartı, büyük hareketler yok! Her şey sade, doğal. Zaten bir söz vardır, “less is more!”. Aynen az olan çoktur. Tayfun Talipoğlu’nun gezelim görelim mottosuna düşmek istemesem de cesaretinizi, dünyayla ve kendinizle yüzleşme becerinizi, kırılganlığınızı yanınıza alıp hasta zihinlerin hastalıkların ötesine geçen zeki ve dürüst in-yer-face oyunlarına gidin, görün, şaşırın! O küçük mekandan da altüst olmadan çıkmayın! Unutmayın “in-yer-face”te her şey seyirlik, siz de dahil olmak üzere! İyi seyirler şimdiden!

Türkiye’de akıma akılıp gidenler Türkiye’de bu akımı rol model alan ciddi işler yapan tiyatrolar var. Mesela, “in-yer face” akımını Türkiye’ye ilk getiren ve benimseyen tiyatro Dot’tur. 2005’ten bu yana Murat Daltaban önderliğindeki Dot sadece bu tip oyunları sahnelemiştir:

‘Süpernova’ (Beautiful Burnout). Tiyatro Z Shan Khan’ın yazdığı ‘Dua Odası’ Kenter tiyatrosu ‘Gece Mevsimi’, ‘Inishmore’lu Yüzbaşı’, ‘Kumarbazın Seçimi’. İstanbul Halk Tiyatrosu ‘Sürmanşet’ Sıfırnoktaiki Tiyatrosu, ‘Açık Saçık Bir Kaç Polaroid’ ‘Bazı Sesler’ ‘Korku Tüneli’ ‘Kainatın En Hızlı Saati’ . Tiyatro Oyun Kutusu(İzmir’de) Phaedra’nın Aşkı’ Bunların dışında in-yerface akımı benimsemiş oyunları atladıysam affola!

izlemgorer@kutudergi.com

50

Donmuş (Frozen), ‘Aşk ve Anlayış’ (Love nd Understanding), ‘Sansürcü’ (The Censor) ‘Çok Uzak’ (Faraway) ‘İki Kişilik Bir Oyun’ (A Play For Two) ‘Böcek’ (Bug), ‘Kürklü Merkür’(Mercury Fur) ‘Karatavuk’ (Blackbird) ‘Hikayeci’ (The Storyteller) ‘Vur/Yağmala/Yeniden’ (Shoot/Get Treasur/Repeat) ‘Alışveriş ve S***ş’ (Shopping and F***ing) ‘Pornografi’ (Pornography) ‘Punk Rock’ ‘Malafa’ ‘Kutlama’ (Festen). ‘Öksüzler’ (Orphans)


ALT METİN

Özgürlüğün Resmedilmesi Ezgi Atay

ezgiatay@kutudergi.com

Fransız Devrimi’nin de simgesi olan, “Halka Yol Gösteren Özgürlük” tablosu, Fransa’nın en önemli ressamlarından romantizmin güçlü temsilcisi Eugène Delacroix’nın eseridir. Çoğunlukla karıştırılan bu tablo 1789 Devrimini değil, Temmuz 1830 Devrimini anlatmaktadır. Kral 10. Charles’ı daha açık fikirli biriyle değiştirmek amcıyla ayaklanan halk resmedilmiştir. “Biz romantik olduktan sonra dağlar güzelleşti” sözü ve anıtsal resimleriyle aklımızda yer eden Eugène Delacroix, kahramansı ve hareketli kurgularıyla ünlenmiş; aynı zamanda dengeli anlatımıylarıyla dikkatleri çekmiştir. Anne tarafından ünlü bir soya sahip, baba tarafından da asil ve aristokrat bir çevrede hayatı şekillenen Delacroix, dolayısıyla resimde devrimi anlatsa da, halkla içli dışlı olan devrimci biri değildi. Gene de halkın durumunu bu kadar etkileyici resmetmesinden aslında iyi bir gözlemci olduğunun kanısına varabiliriz. Delacroix genellikle yapıtlarında konu olarak isyanı seçmişti. Delacroix’ya kadar yapılmış

olan tablolarda devrim hareketi yüceltilmeye çalışılmış, birlik ve dayanışmanın var olduğu bir olay olarak resmedilmişti. Bu tabloda ise Paris’in sokak çocukları baskın öğeler olup, Fransız askerinin yerlerde kanlar içinde halk tarafından eziliyor olması; halkın, askerlerin eşyalarını çalıp kullanmaları ve yerlerinden sökülmüş kaldırım taşlarına kadar durum ince ayrıntılarıyla aktarılıyor. Fransız bayrağı, Fransız Devrimi’nin rengi olan mavi, kırmızı ve eski monarşi rengi olan beyazın birleşimiyle Fransız Devrimi’nde ortaya çıktı ve özgürlüğün sembolü haline geldi. Arka planda ilk bakışta anlaşılamayan detaylardan biri de bu. Kadınınelindeki bayrakla aynı düzlemde, en yüksek binanın üzerinde dalgalanan bir bayrak daha görebilirsiniz. Gökyüzü, bulutlar, sis ve patlamalar arasından seçebileceğimiz bir başka ayrıntı ise resmin sol alt tarafına baktığımızda görebileceğimiz bir grup savaşan asker. Yine sol alt taraftaki cesetlerden birinin kraliyet askeri olduğunu çelik zırhından anlayabiliriz. Eski rejim yanlıları, Fransız askerinin cesetlerinin ayaklar altında ezilmesine tahamül edemiyor, radikaller de kanlı sokak çatışmaları ve ayak takımı sayesinde iktidara geçmiş olmalarını kabullenmek istemiyorlardı. Dolayısıyla tablo, dönemin karşıt iki rejim yanlısı için de tehdit oluşturuyordu. Tabloda, kadının özgürlük tanrıçası olarak yarı çıplak bir biçimde, elinde tüfekle resmedilmesi de eleştirmenlerce kirli bir tasvir olarak değerlendirildi. Çünkü bu tabloya kadar resmedilen tanrıçalar alegorikti ve elini kirletmeyen temiz tanrıçalardandı. Bütün eleştirilere rağmen bu tablo tarihe mal olmuş bir devrimin simgesi haline gelerek, tarihte yerini aldı. “Paris, 28 Ekim 1830... Tıpkı avını kapmayı bekleyen bir hayvan gibi, ben de bir şeyler yazmak için bekliyorum. Bir şeyler yazmak ve yapmak için... Herkesin istediği, sıcak, özgür ve etkileyici bir şeyler... Yavaş yavaş yeni konular bulmaya başladım. Bunlardan biri de modern bir konu: bir barikat. Vatanları için kendilerini feda etmiş cesur insanların barikatını çizmek istiyorum. Bu benim için bir onur meselesi oldu.” Eugene Delacroix. 51


Film Noir Femme Fatale Ezgi Atay

Illustration by stuntkid, stuntkid.deviantart.com

52


Korku, baskı ve paranoyanın doruk noktasına ulaştığı II.Dünya Savaşı, sinema tarihinde Film Noir’ın (kara film) çıkışına ortam hazırlamasıyla bilinir. Amerika Birleşik Devletleri’nde ortaya çıkan, 1940-1950’lerin sonuna kadar yapılmış suç filmleri yabancılaşma, ahlaki çöküş, suçluluk gibi kavramlar üzerine kurulmuştur. Bu filmler kendi dönemlerinde “noir” adı altında çekilmemişlerse de daha sonraki yıllarda Fransız eleştirmenlerin incelemeleri sonucunda Film Noir üslubu adı altında toplandılar. Film Noir her ne kadar Amerika’da ortaya çıksa da içerisinde Alman dışavurumculuğundan, Fransız şiirsel gerçekçiliğine kadar bir çok öğe bulmak mümkün, bu nedenle Film Noir’ın tek bir ulustan, tek bir kategoriden yapılandığını söylemek yanlış olur. Hollywood’un huzurlu, herkesin güvende olduğu, mutlu sonla biten, bir dünya yaratması ve bunu benimsetmeye çalışması üzerine, Film Noir bir eleştiri olarak karakterleri ve yaşam stillerini farklı stilize etti. Femme Fatale de Film Noir’ın çarpıcı karakterlerindendir. Gerçekten ne hissettiği, ne düşündüğü anlaşılmaz olan bu baştan çıkaran kadın rolü, Hollywood’un tasvir ettiği kadın karakteri ile tamamen zıt olarak

karşımıza çıkar. Film Noir’a kadar resmedilen kadın rolleri hep erkek egemenliğinin altında kalan, masum, güvenilir ve uyumlu eş kavramlarının dayatılmasından oluşuyordu. Film Noir’da ise iktidarı ele geçirmeye çalışan ve erkeği iktidarsız bırakmayı arzulayan ulaşılmaz, çekici, hırslı, bağımsız, tehditkar ve cinselliklerini öne çıkararak erkekleri kullanan acımasız figürler vurgulandı. Femme Fatale karakterinin erkek tarafından tehlikeli bulunmasının en önemli nedenleri, bir nevi erkeği görmezden gelerek kendisine odaklanması, erkeğe bağlı kalmadan kendi kararlarını vermesi ve cinselliğini silah olarak kullanması da denebilir. Film Noir’da kadın ve erkek arasındaki ilişkiler, tutku ve nefret arasında gidip gelmekle beraber erkeği tutkularının kurbanı edip, kadının kölesi durumuna düşürüyor. Hikaye erkek karakterin çevresinde olup biterken kadının ön plana çıkmayan planları ve yönlendirmeleri sonucunda, sorumluluğu erkeğe ait yıkımlar ortaya çıkıyor. Bu nedenle de mutlu sonlar yerini belirsiz, karanlık bir geleceğe bırakıyor. Erkek karakterin Femme Fatale ile olan sağlıksız ilişkisi kaçınılmaz olmakla beraber, aslında başka türlü bir ilişkiyi her iki tarafın da beceremeyeceği filmlerde vurgulanır.

Dönemin bana göre en unutulmaz femme fatal karakterleri;

Postacı Kapıyı İki Kere Çalar- The Postman Always Rings Twice (1946) – Cora Smith James M. Cain imzalı romandan uyarlama Postacı Kapıyı İki Kere Çalar, kriz yıllarının ahlaki çöküşü nasıl hızlandırdığına örnek olabilecek bir film. Nick Smith, orta yaşlı restoran işleten bir adamdır, Frank Chambers’i restoranında çalıştırmaya başlar. Lana Turner’ın canlandırdığı Cora Smith karakteri kendisine aşık ettiği Frank ile kocasını öldürme planları yaparak, ölüme kaza süsü vermeye çalışırlar, böylece birlikte olabileceklerdir.

Çifte Tazminat - Double Indemnity (1944) - Phyllis Dietrichson Femme fatale için evlilik can sıkıntısı, mutsuzluk, aşk ve cinsel arzunun yokluğu anlamına gelir. Çifte Tazminat’ta Phyllis Dietrichson kendisini kocasının evinde kafese kapatılmış nefes alamayan bir hayvan gibi hisseder ve bu da onu büyük ölçüde kocasını öldürmeye teşvik eder. Bir gün sigorta şirketinde çalışan Bay Neff bir müşterisinin evine sigorta yapmak için gittiğinde Phyllis ile tanışır ve olaylar beklediğinden farklı gelişir. Neff müşrerisinin karısına aşık olmuştur, Phyllis de ona aşıktır. Birlikte Phyllis’in kocasını öldürmek için plan yaparlar bu durumda da ‘Çifte tazminat’ denen tazminatı alıp beraber mutlu yaşayabileceklerini zannederler.

Gilda (1946) - Gilda Mundson Farrell İki yakın dost ve bir kadın. Kumarhane sahibi olan Farrell ile sağ kolu Mundson arasına giren güzel ve çekici bir kadın; Gilda. Usta yönetmen Charles Vidor tarafından çekilen Gilda, Film Noir’ın unutulmaz yapıtlarından biri, aynı zamanda Rita Hayworth’un oyunculuk kariyerindeki en önemli rollerinden.

53

ezgiatay@kutudergi.com

Şangaylı Kadın - The Lady from Shanghai (1947) - Elsa Bannister Şangaylı Kadın, Orson Welles’in hem oyunucu hem de yönetmen olarak imzasını taşıdığı eşsiz yapıt. Ünlü bir denizci olan Michael O’Hara bir gece tesadüfen karşılaştığı ve unutamayacağı bir kadınla tanışır. Tanışmalarıyla birlikte Michael, Elsa’nın öldürücü cazibesine kapılır bu da Elsa’nın planını ilk dakikalardan uygulamaya başlamasını sağlar. Fakat bu kadın ünlü avukat Arthur Bannister’ın eşidir bu nedenle Michael adını kirletmemek için Elsa’dan uzak durmaya çalışır. Gelişen sahnelerde Michael, Bannister çiftinin ısrar etmesiyle yapacakları yat tatilinde onlar için çalışmayı kabul eden Michael için olaylar beklenmedik biçimde gelişir.


Les Oscars ‘12

54


En İyi Film

Kazanan: The Artist Kim kazanmalıydı? The Artist Bu sene adayların hepsi son derece naif filmlerdi. The Artist tüm adayların arasında bariz biçimde dört başı mağrur tek filmdi ve bu nedenle ödülü almaması için hiçbir sebep yoktu. Diğer en güçlü aday olarak kabul edilen The Descendants bile The Artist’in yanında çok salaş ve özensiz duruyordu. The Tree of Life fazla kendi halindeydi. Midnight in Paris fazla naifti. The Help bir başarı hikayesinden ötesini vaat edemiyordu ve aynı şekilde Hugo teknik anlamda en az The Artist ve The Tree of Life kadar kusursuz dursa da uyarlama olması dolayısıyla kendini gerçekleştirme adında The Artist kadar özgür değildi. The Artist her şeyin öncesinde bir cesaret örneği, bir meydan okumaydı. Anlattığı tek şey basitçe George Valentin’ın hikayesiyken; bir dönemi, değişime ayak uydurmaya çalışan insanı son derece başarılı analiz etmesi bir yana, bunu yaparken izleyiciyi kendi istediği yöne doğru rahatça çekmesi, eğlendirmesi ve hayrete düşürmesiyle tamamen farklı ve yepyeni bir sinema deneyimi sunuyordu. Teknolojinin ilerlemesiyle iyi film yapmanın paralel olmadığını kanıtlar nitelikte nostaljik bir başyapıttı. Hugo ve Midnight in Paris’tekinden farklı olarak izleyicinin kendini birdenbire içinde bulduğu tamamen ayrı bir nostaljiydi. Her şeyden öte bu dahice fikir için en iyi olmayı hak etti The Artist.

En İyi Yönetmen Kazanan: Michel Hazanavicius/The Artist Kim Kazanmalıydı? Michel Hazanavicius/The Artist

İlk defa bir Oscar törenini bu kadar memnuniyetle izledim, onun için ben de Akademi’ye adil davrandığı için teşekkür ediyorum.

En İyi Erkek Oyuncu Kazanan: Jean Dujardin/The Artist Kim Kazanmalıydı? George Clooney/The Descendants Oyuncu da yalancı gibidir. En iyi oyuncu, oyuncu olduğu belli olmayandır. Jean Dujardin abartılı ilk dönem sinema oyuncusu George Valentin’ı canlandırırken, Valentin’ı günlük haliyle de çok iyi benimsemiş ve zor bir işin altından başarıyla kalkmış. Fakat sıradışı karakterleri oynamaktan ziyade en sıradan insanları oynamanın daha zor olduğunu düşünürüm. George Clooney olup olabileceği en sıradan baba Matt King rolünde harikalar yaratıyordu. Bir filmde konuşmamak dezavantaj olarak görülebilir her şey jest ve mimiklere kaldığı için ama asıl konuşurken neyi, nasıl diyeceğindir zor olan. George Clooney bakışı ve duruşuyla olduğu kadar sarf ettiği her kelimede ve verdiği her tepkide son derece bütünlük içinde ve kendi halindeydi. Oyuncudan ziyade Hawaiili baba Matt King’in ya da başka herhangi bir Amerikan babasının ta kendisiydi. Dujardin kadar sevimli ve görkemli bulunmadığı için ödülü kaçırmasına üzüldüm, Hollywood sonuçta.

Hiçbir zaman bu iki ödülün farklı filmlere verilmesi taraftarı olmadım. Hele de yapımların giderek bağımsızlaştığı şimdilerde filmi yönetmenden ayrı düşünmek imkansız. Hazanavicius’un filmin senaristi olması da bu ödülü alması gerektiğine inanma sebeplerimden biri. Martin Scorsese, Woody Allen, Alexander Payne ya da Terrence Malick’in mükemmellikleri tartışılmaz. Bu yönetmenlerin filmleri kendi imzalarını net bir şekilde taşır ve yönetmenlerinin ruhlarından birer parça taşırlar fakat Malick hariç hiçbir yönetmen Hazanavicius kadar heyecanlı ve fark yaratan bir performans sergileyemedi. Malick’e gelince, ödülü kaçırmasının tek sebebini heyecanını dizginleyememesi olarak görüyorum. Elindeki malzemeyi Hazanavicius kadar bilinçli kullanmadan olduğu gibi sunması, The Tree of Life’taki eksiklik hissinin temel sebebiydi. The Artist ise tam tersi şekilde neyi nerede yapması gerektiğini çok iyi biliyordu ve bu da tamamen Hazanivicius’un yeteneğiydi.

En İyi Uyarlama Senaryo

Kazanan: Alexander Payne, Nat Faxon, Jim Nash/The Descendants Kim Kazanmalıydı? Alexander Payne, Nat Faxon, Jim Nash/The Descendants

Filmden çıktıktan sonra düşündüğüm ilk şey filmin senaryosundaki mükemmellikti. Payne’in alamet-i farikası senaryolarıdır zaten. Sideways’te olduğu gibi The Descendants’ta da karakterlerin kendilerini çok iyi biçimde ifade edebilmesi, hissettiklerini net biçimde karşı tarafa ve izleyiciye aktarabilmelerinin yanında dramı ve mizahı mükemmel biçimde bünyelerinde barındırmalarıydı beni etkileyen. The Ides of March’ı izledikten sonra da senaryosuna takılıp kalmıştım ve Amerikan seçim sürecini oyun teorisiyle analiz etmesini özel olarak takdir etmiştim fakat The Descendants’ın başardığından çok daha az ve sınırlı bir alandı bu. Hugo’ya gelirsek, aday olmasını bile anlayabilmiş değilim. Bence Hugo’nun tek eksiği hiç de iyi uyarlanamamış bir senaryo olmasıydı. 55


En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Kazanan: Octavia Spencer/The Help Kim Kazanmalıydı? Octavia Spencer/The Help The Help’in en güzel tarafı oyuncu performanslarıydı. Viola Davis, Jessica Chastain ve Octavia Spencer adaylıklarını sonuna kadar hak ettiler. Bu mükemmel üçlü arasında bile filmin göze batan performansı Octavia Spencer’ınkiydi. Hizmet ettiği beyaz ailelerin hakkından gelen siyahi hizmetçi Minny rolünde Spencer’ı izlemek ayrı bir keyifti. Tüm asiliği, açık sözlülüğü ve adalet için yanan gözlerindeki kıvılcımlarla Spencer diğer adaylar arasında açık ara öndeydi. Jessica Chastain’ın şanssızlığı ise Spencer’la yarışmak zorunda olmasıydı.

En İyi Ses Kurgusu Kazanan: Philip Stocton, Eugene Gearty/ Hugo Kim Kazanmalıydı? Ren Klyce/The Girl with the Dragon Tattoo Teknik ödüllerin dağıtılmasında filmin genel olarak yarattığı imajın etkili olduğunu düşünüyorum. Film eğer bir çok alanda yetkinlik göstermişse, üyelerin o filme ister istemez daha pozitif bakması kaçınılmaz bir durum. Hugo her ne kadar teknik anlamda başarılı olsa da The Girl with the Dragon Tattoo’nun ses kurgusundaki ince işçilikle başa çıkamaz. Kurgu konusunda görmezden gelemedikleri filmi en iyi ses kurgusu dalında ikinci plana atmaları enteresan bir durum.

56

En iyi Müzik Kazanan: Ludovic Bource/The Artist Kim Kazanmalıydı? : Ludovic Bource /The Artist Sessiz bir film olunca müziklere büyük iş düşüyordu haliyle. Tüm görüntüler müzikle beraber daha zevkli ve anlamlı hale geleceği için film başka büyük bir yükün altına girmişti. Ortaya çıkan sonuç ise son derece canlı ve izleyiciyi ayakta tutabilen, “tap dance”le beraber mükemmel kapanışı yapan efsanevi müziklerdi. The Artist’in bu ödülü almaması mümkün değildi.

En iyi Kurgu Kazanan: Angus Wall,Kirk Baxter/The Girl with the Dragon Tattoo Kim Kazanmalıydı? Angus Wall,Kirk Baxter / The Girl with the Dragon Tattoo Sinemayı bu kadar eşsiz yapan şey kurgudur. Yönetmen ve oyuncular çekimler sırasında yapacaklarını yaparlar ama tüm bu malzemenin nasıl değerlendireleceği de filmin çekim süreci kadar zorlu bir uğraştır. Angus Wall ve Kirk Baxter, David Fincher’la beraber ustalaşan ve Fincher’ın ne yapmak istediğini iyi bilen editörler. Zihnimizdeki Fincher algısının belirgin niteliği olan dinamik, karanlık ve içten içe rahatsız edici kurgularından birini daha başarıyla gerçekleştirmişler. The Girl with the Dragon Tattoo atmosfer yaratmada diğer adaylardan açık ara öndeydi. Açılış jeneriği bile aradaki farkı anlamak için yeterli.


En İyi Orijinal Senaryo Kazanan: Woody Allen/Midnight in Paris Kim Kazanmalıydı? Michel Hazanavicius/The Artist Diğer ödüllere paralel olarak bu ödülü de kesinlikle The Artist’in alması gerekirdi çünkü Midnight in Paris’in en iyi film olmamasındaki sebep Allen’ın elindeki senaryoyu iyi işleyememesi değildi, hatta tam tersi olarak tam da bir Woody Allen gevezeliğinde ve hayattan zevk almaya çalışan tiplerin manifestosuydu film ve senaryodan ayrı olarak düşünülemezdi. Allen’ın Belle Epoque’u anlatırken Hemingway, Picasso ve daha nice sanatçılardan oluşturduğu son derece sofistike enstantanelerin Hazanavicius’un sessiz filmlerle beraber eriyip giden George Valentin’ın dramından daha iyi olduğunu ne yazık ki düşünmüyorum. Belki de olmayan diyaloglardır The Artist’in ödülü alamamasının sebebi.

En İyi Görsel Efekt Kazanan: Robert Legato, Joss Williams, Ben Grossman, Alex Hessing/ Hugo Kim Kazanmalıydı? Tim Burke, David Vickery/Harry Potter and the Deathly Hallows: Part II

Kazanan: Robert Richardson/Hugo Kim Kazanmalıydı? Emmanuel Lubezki/The Tree of Life

Hugo’nun teknik anlamdaki başarısı tartışılmaz fakat en iyi sinematografi ödülünün sahibi kesinlikle The Tree of Life olmalıydı. Hugo’daki görsel uğraştan kat kat daha fazla görüntü endişesi vardı. Hatta başlı başına görsel bir sanat şöleniydi The Tree of Life. Hugo’yu farklı kılabilecek olan tek şey Georges Melies’nin ve yedinci sanatın doğuşuna ait farklı sekansların entegresi olabilirdi ama The Tree of Life’ın evren sekansı hepsine bedel bence. Genel olarak The Tree of Life’ın sevilmemesiydi sanırım sorun.

En İyi Sanat Yönetimi Kazanan: Francesca Lo Schiavo, Dante Ferretti/ Hugo Kim Kazanmalıydı? Francesca Lo Schiavo, Dante Ferretti/ Hugo Sinematografi konusunda her ne kadar The Tree of Life’ı desteklesem de sanat yönetimi konusunda The Tree of Life neredeyse hiçbir şey yapmıyordu. Ham görüntüler üzerine Lacrimosa gibi orkestral müzikler ekleyerek izleyiciyi evrenle başbaşa bırakıyordu, halbuki daha aktif bir sanat yönetimi tüm filmi baştan aşağıya değiştirebilirdi. Belki de Malick filmin özellikle böyle olması için ısrar etmiştir ama izleyiciyle iletişim kurmayı beceremiyordu film. İzleyicinin çabasına bağlıydı her şey. Hugo’da ise belirgin bir estetik algısıyla müzik, görüntüler ve hikaye harmanlanıyor, film son derece akıcı biçimde ilerliyor ve izleyici yorulmadan film boyunca büyülenmeye devam ediyordu. Midnight in Paris ve The Artist de güçlü rakiplerdi fakat biri gücünü Paris’in sinematografik bir şehir olmasından diğeri ise hikayenin kendisinden alıyordu. Dolayısıyla ödülün doğru yere gittiğini düşünüyorum.

hakanozyilmaz@kutudergi.com

Teknik dallarda spesifik bir film daha önde olmasına rağmen ödüllerin hepsinin belirli bir seviyenin üzerinde olan Hugo’ya gitmesi tamamen seçim sistemiyle alakalı bir durum. Sıralama yerine her üyenin tek bir aday seçme hakkı olsa durum daha farklı olabilirdi. En iyi film, en iyi oyuncu gibi dallarda bu sistem daha makul bir sonuç çıkarsa da teknik ödüllerde pek de efektif değil bana kalırsa. Harry Potter and the Deathly Hallows: Part II’yi izlediğimde görsel anlamda serinin kendi The Return of the King’ini yarattığını düşünmüştüm. Görsel efektler son derece iyi kurgulanmış ve işlenmişti. Bu ödülü sonuna kadar hak etmişti.

En İyi Sinematografi

57


İLGİNİZİ ÇEKEBİLDİK Mİ? İngilizce eğitim veren Koç Üniversitesi’nde herkes derdini anlatacak kadar İngilizce bilir. Peki, insan dediğimiz kompleks canlının derdi sadece konuşarak mı ifade edilir? Buna cevabı “hayır” olan insanlardan biriyseniz siz de farkındasınızdır ki bazen güzel yazılmış bir metin, bazen bir parça müzik, bazen de bir el işareti derdinizi “sesli sözcüklerden” daha iyi anlatır. Biz tercihinize göre ilginizi çekebileceğini düşündüğümüz derslerden bazılarının hocalarıyla sizin için konuştuk, aklınızdaki soruların cevaplarını aldık. İlgilenenler buraya! 58


Ela Başak Atakan, yönetmen idolü Alfred Hitchcock’u gösterirken


Boğaziçi, Bahçeşehir ve Kadir Has üniversitelerinde hocalık yaptım. 2008’den beri sadece Koç’ta ders vermekteyim. Bu bahar itibariyle de MAVA (Media and Visual Arts) bölümünde öğretim görevlisi olarak ders vermeye başladım. Yaman: O zaman asıl konumuz derslere gelelim. Verdiğiniz dersler ve içerikleri nedir? Ela Hoca: Verdiğim ‘Film and the Visual’ dersinde, filmin ardındaki sır perdesini aralıyorum. Aslında film okumanın ABC’sini öğretiyorum. Vaadim şu: ‘‘Bir daha asla aynı gözlerle film izleyemeyeceksiniz.’’ Her filmi birkaç seviyede birden izlerim: hikaye, mizansen, sinematografi, yönetmen eli... Dersimde de bu farkındalığı öğretiyorum. Röportaj: Yaman Duman Fotoğraflar: Cansu Soyupak

Dergi çıkartıyoruz, yazılar yazıyoruz, bir şeyler karalıyoruz... Peki bu iş aslında nasıl yapılır, yolu yordamı nedir diye düşünürken, en iyisi gidelim bir bilene soralım dedik. Okulda “Writing for Media” dersi veren Ela Başak Atakan ile röportajımız kafamızdaki soruları gidermekle kalmadı, bizi dertten tasadan da arındırdı. Derginin en eğlenceli röportajı dersek çok mu reklama girer Ela hocam? 60

Yaman: Her röportajda olduğu gibi önce ‘kendinizi tanıtabilir misiniz?’ kısmıyla giriş yapalım mı hocam? Ela Başak Atakan: Sinemaya ilgim 1986’da İstanbul Film Festivali’nde bir Tarkovsky filmi görmemle başladı. (Film ‘’Andrei Rublev’’ idi.) Birilerinin bunu meslek olarak yaptığı o an kafama dank etmişti. O güne kadar yazar olmak istiyordum. Sinemanın çağımızın metni olduğunu, filmin yeni bir yazı dili olduğunu o dönem anlamaya başladım. Lisansımı Amherst College’da edebiyat, film ve video dallarında, lisansüstü eğitimimi Columbia University School of the Arts’da Film Master’ı alarak tamamladıktan sonra Türkiye’ye döndüm. Meslek hayatıma yönetmen olarak başladım. Athena ve Özlem Tekin gibi sanatçıların kliplerini çektim. Yazmayı da elden bırakmadım. Senaryolarım yurtdışında festivallerde derecelere girdi. Halen de senaristlik yapmaya devam ediyorum.

MAVA 206 ise bir medya yazarlığı dersi. Üç bacağı var: senaryo yazarlığı, reklam yazarlığı ve gazete yazarlığı. Ben ilk etabı olan senaryo yazarlığı kısmını veriyorum. Daha sonra reklam ayağını metin yazarı Alper Canigüz devralacak, son etapta da gazeteci Aslı Aydıntaşbaş gazete ve basılı medya yazarlığı konusunda ders verecek. Yaman: Neden medya yazarlığı gibi bir ders açmak istediniz? Ela Hoca: Dekanımız Sami Gülgöz ve dekan yardımcısı Fatoş Gökşen bu dersi vermemi rica ettiler, içeriğini ise Lemi Baruh ile birlikte geliştirdik. Bu ders MAVA programının ikinci senesinin zorunlu dersi. İleride bu dersin üzerine çeşitli alanlara odaklanan yazarlık dersleri de (screenwriting gibi) eklenecek. Şahsi fikrim eğer üniversiteden bir beceriyle ayrılacaksan onun kağıt üzerinde kendini ifade yetisi olması gerektiği. Yaman: Mava 206 dersini ilginç kılan özellikler sizce nelerdir?


Yaman: Bu derste yaşanan ilginç olaylar var mı peki?

Ela Hoca: Fransızcada “laisse à desirer” diye bir terim vardır. Biliyor musunuz? (Birbirimize şaşkın şaşkın bakmamız sonucu ağzımızdan sadece “yok, hayır “ cevabı çıkabiliyor.)

Her yazana “yazar” demek caiz midir hocam?

Ela Hoca: Dönemin en heyecan verici gelişmesi acting ve drama öğrencileriyle yaptığımız iş birliği. Yazar-öğrencilerin yazdığı monologları Çiğdem Onat’ın oyuncuöğrencileri oynayacak. Bizler de bu stüdyo çalışmasına yön verip izleyeceğiz. Bir senaryo yazarının satırlarının bir aktörün vücudunda, ağzında can bulması ulaşabilecekleri en son nokta. Ayrıca da çok eğitici bir tecrübe. Öğrencilerime de dediğim gibi, aktörler onların satırlarını canlandıracakları için çok şanslılar. Yaman: Sinema sektörü için yazar, yönetmen gibi üretici bir roldeyken öğretmen olma fikri nereden geldi?

Ela Hoca: Biraz şans, biraz tesadüf. Biraz da armut dibine düştü. Annem öğretmen benim. Ben en başta okumayı çok sevdim. Bıraksalar öğrenci olarak kalırdım. Şanslıydım da. Çok iyi mentorlarım, hocalarım oldu. Elime sanki her kapıyı açan bir anahtar tutuşturdular. Her filmi açıklayan bir maymuncuk. Filme öyle bir bakmasını öğrettiler ki, gözlerim açıldı. “Hemen dağıtabilirim bu bilgiyi, başkaları da bilmeli ” gibi bir heyecan duydum, hala da duyuyorum. Yani öğretmeye başladığımda kendi eğitimim aklımda tazeydi. Ve hemen dönüp öğretmeye başladım. Hatta bir de anı anlatayım size. Boğaziçi’nde ilk defa derse gireceğim. Sene galiba 1998. Öğrencilerle aramda çok az yaş farkı var. Kalbim gümbür gümbür atıyor. Sahneye çıkmak gibi bir şey. Tam sınıfa girerken kolum kapı kulpuna takıldı ve Şarlo gibi sınıfa yatay uçtum. Kitaplarım bir tarafa, notlarım diğer tarafa saçıldı. Pat diye kürsünün üzerine düştüm. Şöyle bir toparlandım, döndüm; 25 çift göz bana bakıyor. Hiç düşünmeden, ağzımdan şunlar döküldü: “Huzurlarınızda, bugüne kadar hocalarımla ilgili sarfettiğim tüm kötü düşünceler için af dilemek istiyorum. Bir kaç sene evvel sizin tarafınızda oturuyordum. Kürsünün bu yanında hocaların ne hissettiğini şimdi anlıyorum.” İlk hocalık anım böyle işte.

Yani arzuya yer bırakıyor anlamına geliyor kabaca. “It leaves room for desire”. Doyurucu deği. Bana göre öğrencilerin birikimi “laisse à desirer.” Tabii ki altyapılarının çok daha kuvvetli olmasını her öğretmen arzular. Kabul, bu altyapıyı doldurmak yine bir yerde biz hocaların görevi. İlgilerinden bahsedecek olursak korkarım yine “laisse à desirer.” Ben avantajlıyım. Sinema gibi aslında çok ilgi çeken bir alanın içindeyim. Buna rağmen ilgisizlikten tamamen kurtulabilmiş değilim. Mesela “The Artist” filmini Oscar’a aday bir film olduğu için izlesinler diye çocuklara tavsiye ettim. Sordum ilerleyen günlerde ‘’kim izledi?’’ diye, bir parmak kalktı sınıfta. Oscar aldıktan sonra, ‘’Bakın önermiştim, ödül de aldı, izlediniz mi?’’ diye tekrar sordum. Aynı öğrencinin eli havada yine.

Writing For Media

Ela Hoca: Bu bir atölye dersi. Yani öğrenciler sürekli yazı yazıyorlar. İlk çalışmaları bir karakter yaratmaktı. Sonra bir monolog egzersizi ile bu karakterleri konuşturdular. Şimdi ise diyalog ve sahne yazıyorlar. Baharın sonunda bir kısa hikayeyi senaryoya uyarlayacaklar.

MAVA 206

Cansu: Bir adama yazı yazmak öğretilebilecek bir şey midir peki? Yani, yaratıcılık ne kadar öğretilebilir? Ela Hoca: Bence insanoğlu olarak hepimiz yaratıcıyız ve yaratıcı kapasitemiz sonsuz. Fakat iş yazarlığa gelince olay şurada bitiyor: “Niyet.” Yazarlıkta içindeki malzemeyi dillendirmek için bir cesaret, arzu ve takıntı var. Kısaca niyet. Bir de kaçınamama durumu. Sen yaratıcıysan, yazarsan, el mecbur yazıyorsun. Yani o içindeki hikaye seni bir şekilde esir alıyor ve sen onu kağıt üzerine dökene kadar

Yaman: Sizce öğrenciler derste verilenlerin ne kadarını alabiliyorlar? Ya da bilgiyi almaya ne kadar hevesliler? Dersten olan beklentileriniz ve gerçeklik arasında paralellik ne durumda?

61


seni pençesinden bırakmıyor. Yoksa herkes yaratıcı ama günün sonunda adını andığımız yazarlar niyetli kimseler. Niyet ve çaba bunun en önemli unsurları. Sizce nedir? Yaman: Yaratmaktan ve yazmaktan ziyade aslında yazdıklarının geri kalan insanları ne kadar etkilediği önemli sanırım. Ela Hoca: Ama yazarken onu düşünmüyorsun işte. Yaman: Hayır, tabi ki düşünmüyorsun ama bir hikaye anlatıyorsun seni etkileyen ama bu diğer insanları etkilemiyorsa o zaman o çok da yaratıcı olmuş olmuyor aslında. Fotoğraf: Canelif Yılmaz

Ela Hoca: Tıpkı rüyanı birine anlatmak gibi. Anlatırsın rüyanı, insanlar sana boş boş bakarlar. Başka birinin rüyasını dinlerken ben çok sıkılırım. Ama öyle yazarlar var ki, mesela Borges, bir rüyadan yola çıkarak öyle bir kurgular ki, büyüleyici bir kısa hikaye yaratır. Yetenek tabii ki bunun bir parçası ama bu yazı meselesinin, senaryo, tiyatro yazarlığı, gazetecilik ve medya olsun fark etmez, kaçınılmaz bir tarafı var. Sen onu elden bıraksan da o seni elden bırakmıyor. Yazarlar takıntılı ve cesur insanlardır. Belki de başkalarını etkilemesi bundandır. Cansu: Ben sanırım o yüzden hep bu dersi bölüm zorunlusu olarak değil de seçmeli gibi düşündüm. Diğer türlüsü mantığıma pek sığmadı. Çünkü yazmak için insanın o yeteneği ya da yeterliliği kendinde görmesi lazım ki böyle bir derse yönelebilsin. Ela Hoca: Sizi niyetlendirmek ve cesaretlendirmek için buradayız. Herşey gibi kurgunun da bir takım kuralları var. Hele senaryo yazarlığı tam bir matematik. Bir formül. Bunu öğretiyoruz. Cansu: Hayatında hiçbir şey yazmamış adama “MAVAcısın sen arkadaş, gel hadi yaz” demek zor ve riskli bir durum değil mi? Ela Hoca: Bu dersin güzel yanı aslında bir çiçeği koklamaya benzemesi. Çiçeği koklayıp bırakıyorsun. Ne yapıyoruz biz? Beş hafta senaryo yazarlığı, dört hafta metin yazarlığı, dört hafta da gazete yazarlığını anlatıyoruz ve bu farklılıkların iyice altını çiziyoruz sınıfta. Bu konuların neye benzediğini anlamak istiyorsan, ilgi duyuyorsan, ilerde bu alanlara yönelmeyi düşünüyorsan bu ders örnek menü gibi bir şey. Bir iştah açıcı aslında. Bir porsiyon tadına bakıyorsun hepsinin. O yüzden bir derste üç ayrı yazarlık türünün öğrencilere ikram edilmesi, bu şekilde sunulması müthiş bence. Hadi artık bitirelim, beş dakika kaldı dersime (gülüşmeler). Yaman: Ne diyeyim bilemedim. Son sözler, tavsiyeler falan? Ela Hoca: Şunu söylemek istiyorum: film görün ve kitap okuyun. Midenizi doldurun. Yazar olmadan evvel çok çok beslenmeniz lazım!

62


Öncelikle okurlarımız için kendinizi tanıtır mısınız? Ben Canan Türkoğlu, İstanbul doğumluyum. Açıköğretim Bankacılık ve sigortacılık bölümü 1. sınıf öğrencisiyim. İşaret dilini öğrenmeye başlamanız ne zaman ve neden oldu?

“Şu ana kadar edindiğimiz bütün bilgiler en azından Osmanlı işaret dilinin batıda kullanılan işaret dilleriyle bir ilişkisi olmadan geliştiğini ve bu açıdan oldukça özgün bir işaret dili olduğunu göstermektedir.”

Ailemde işitme engelli halam, eşi ve çocukları vardı. Onlarla doğru iletişim kurabilmek için küçük yaşta öğrenmeye başladım. Şimdi ise diğer işitme engellilerin yaşadığı zorlukları bildiğim için onlara ufak da olsa yardım edebilmek adına bu dili insanlara yaymaya çalışıyorum. İşaret dilinin kökeni nedir? Bugünkü haline nasıl gelmiştir?

Türk İşaret Dili'nin tarihçesiyle ilgili bilgilerimiz işaret dilinin görsel bir dil olduğu ve kağıda geçirilmesi zor olduğu için oldukça kısıtlıdır. Türk tarihinde işaret dilinin varlığı ve eğitimde kullanımıyla ilgili arşivler Osmanlıca olduğu için bu konuda yoğun bir arşiv çalışması gerekmektedir. Şu ana kadar edindiğimiz bütün bilgiler en azından Osmanlı işaret dilinin Batı’da kullanılan işaret dilleriyle bir ilişkisi olmadan geliştiğini ve bu açıdan oldukça özgün bir işaret dili olduğunu göstermektedir. Dünyada her işaret dilinin başlangıcı işitme engellileri bir araya getiren bir kurumun, yani okulun, kurulmasıyla eş zamanlı olarak düşünülmektedir. Çünkü bir kurum aracılığıyla bir araya gelemeyen işitme engelliler evlerinde kendi işaret dillerini geliştirip, ortak bir dil oluşturamazlar. Fransa'da 1770'li yıllarda sağırların kullandığı el hareketleri, grameri olan bir dil olarak kabul edilmiş ve okullarda öğretilmeye başlanmıştır. Daha sonra bu yöntem bir Fransız işaret dili bilimcisi tarafından Amerika'ya taşınmış ve orada 1817'de Thomas Gallau-

det tarafından sadece sağırlara eğitim veren, ilk işaret dili öğreten okul kurulmuştur. Osmanlılarda ilk işitme engelliler okulu II. Abdülhamit tarafından kurulan (1902) Yıldız Sağırlar Okulu’dur. Bu okulda, günümüz Türk İşaret Dili'nin muhtemel alt yapısını oluşturan Osmanlı İşaret Dili, öğretmenler tarafından okullarda sözel dille beraber kullanılıyordu. Daha önce işaret dili eğitimi vermiş miydiniz? Marmara Üniversites’inde Barbaros Şansal'ın bir programında çevirmenlik görevinde bulundum. Turkcell'de eğitim çalışmalarım ve banka eğitimlerim de oldu. Başka bir dil konuşurken karakterinizin değiştiği kanıtlanmıştır. Bu işaret dili için de doğru mu?

Sign Language

LANG 290

Evet bu durum işaret dili için de doğru. İşaret dilini konuşurken de karakterde, hal ve hareketlerde değişiklik yaşanıyor. Tek bir hareketin birden fazla anlama geldiği durumları biliyoruz. En çok anlamı kapsayan hareket hangisidir? Tek bir hareketin birden fazla anlama geldiği hareketler; biliyorum, bilmiyorum, var, istiyorum, istemiyorum vb... Evrensel bir işaret dili var mıdır? Evrensel bir işaret dili yok. İşaret dili öğrenmek ne kadar kolay? Bu durum kişinin öğrenme isteğine ve algılamasına bağlı. Koç Üniversitesi’nde işaret dili dersi verme fikri nereden ortaya çıktı? Yeni Yüzyıl Üniversitesi’nde geçen yıl işaret dili dersi verilmeye başlandı ve halen devam ediyor. Yine aynı şekilde İşitme Engelliler Federasyonu fikri Koç Üniversitesi’nde de gerçekleştirmek istedi. Böylece biz de derslere başladık. İşaret dilini öğrenmenin yaşı var mı? Bana göre işaret dilini öğrenmenin yaşı yok. İsteyen herkes öğrenebilir. İşaret dilinde aksan olur mu? Her dilde aksan farlılığı olduğu gibi işaret dilinde de bir aksan var. İşaret diliyle günlük hayatta kurduğumuz cümlelerin çoğunu kurabilir miyiz? İşaret diliyle günlük hayatta kurduğumuz cümlelerin hemen hepsini kurabiliriz.Kuramadığımız zamanlarda da en azından karşımızdaki işitme engellinin anlayacağı şekilde cümleler kurabiliriz. İşaret dilinde en sevdiğiniz kelime nedir? İşaret dilinde en sevdiğim kelimelerden bazıları; size nasıl yardımcı olabilirim, sevmek vb.. 63


Kenter Tiyatrosu “Düğün” isimli oyunuyla 14 Mart Çarşamba akşamı 20.00’da Koç Üniversitesi Sevgi Gönül Kültür Merkezi’nde. Yönetmenliğini Tilbe Saran’ın yaptığı oyununun kadrosunda Güler Ökten, Zerrin Sümer, Tilbe Saran, Şebnem Sönmez, Evren Ercan, Serpil Göral, Eda Çatalçam, Maria Akgüllü bulunuyor. Ataerkil sistemde var olmaya çalışan kadınların, şiddetin uygulayıcısı haline gelerek içselleştirilen ve dile yerleşen şiddeti yeniden üretmelerini konu alan “Düğün”; aile yadigârı bir köşkün mutfağında bir düğün hazırlığı ile açılıyor. Gelin, gelinin annesi, anneannesi, en yakın arkadaşı, damadın annesi, damadın ablası, evin emektar yardımcısı ve düğün için ayarlanmış bir yardımcı kızın bulunduğu mutfak; oyun ilerledikçe her iki ailenin de sırlarının duyulmaya başlandığı, yıllardır görülmemiş hesapların açıldığı bir mekâna dönüşür. Hiçbirinin, birbirinden farkı olmadığını anlayan sekiz kadının hepsi; bir sebeple “mağdur” ve bir başka sebeple “fail” ama aslında birer “kurban” olduklarını görürler. “Düğün”deki sekiz kadının, içinde yaşadıkları eril dünyayla baş edebilmek için buldukları tek yol; aynı eril sistemin bir parçası olmaktır.

14 Mart

21 Mart

Kenter Tiyatrosu “Ölümüne” oyunuyla 28 Mart Çarşamba akşamı 20.00’da Koç Üniversitesi Sevgi Gönül Kültür Merkezi’ne geliyor. Yönetmenliğini Mehmet Birkiye’nin yaptıgı oyun konularını şu şekilde anlatıyor: Yaşamayı beceremeyen ölmeyi becerebilir mi? İşi olmayan bir erkek nedir? Sülük, kurtçuk, asalak, parazit, vb.Tuba çalarak kendimizi var edebilir miyiz? Gece acıkınca sucuk yemeğe kalkmak kaderimizi değiştirebilir mi? Ne için yaşıyoruz? Din, aşk, şiir, felsefe vb. İnsan ne için ölebilir? Aşk, ideal, din, politika, sucuk, hiçbiri, hepsi? İnsanın iyi bir tabutu olması iyi bir şey midir? Bu soruların cevaplarını ancak oyuna gelerek bulabilirsiniz. Yaşamınıza yön verecek anlamlı bir farz İntihar/Ölümüne. Oyuncu kadrosunda ise Kadriye Kenter, Engin Hepileri, Bülent Şakrak, Hare Sürel, Güneş Sayın, Çağrı Şensoy, Ferdi Alver, Hüseyin Sevimli, Ebru Soyuerden, Edip Tepeli, Tanju Girişken, Zeynep Anacan, Alican Yılmaz, Açelya Özcan, Gülşah Süerdem ve Sükan Kahraman yer alıyor.

28 Mart

SGKM’DE NELER VAR?

21 Mart Çarşamba akşamı 20.00’da Stüdyo Oyuncuları “10 Adımda Unutmak/Anti-Prometheus” oyunlarıyla Koç Üniversitesi Sevgi Gönül Kültür Merkezi sahnesinde. Şahika Tekand’ın yazıp yönettiği oyun yurt dışında önemli başarılara ulaşmıştır. Oyun, bireysel küçük dünyasına sıkışmış, hayata müdahale etme yeteneğini ve büyük umutlarını ve uzun vadeli projelerini, kısa vadeli ve küçük kazanımlara feda etmiş, kendisine sunulan küçük konforlar aracılığıyla çevresine ve çevresindeki insanlara, sorunlara duyarsızlaştırılmış, maruz bırakıldığı bilgi bombardımanı içinde giderek farklı bir anlamda bilgisizleşmiş ve sonuçta cahilleştirilmiş çağdaş insanın tragedyasıdır.

Muammer Ketencoğlu ve Balkan Yolculugu 4 Nisan Çarşamba 20.00’da Koç Üniversitesi’ne geliyor. Balkan Yolculuğu, akordeon ustası Muammer Ketencoğlu, Brenna Mac Crimmon, Sumru Ağıryürüyen ve Cevdet Erek tarafından 1997’de kuruldu. Farklı müzisyenlerin katılımıyla yolculuğuna devam eden topluluk 2006’da klarinet ustası Aytunç Nevzat Matracı’nın vefatı üzerine çalışmalarına ara verdi. 2008 Mayıs’ından itibaren yeni kadrosu ve repertuarıyla yeniden sahnelere döndü.Bugüne dek yurt içinde birçok şehirde ve Bulgaristan, Makedonya,Yunanistan, Almanya, İsrail, Hollanda ve Belçika’da birçok konser veren topluluk, 2001’de Ayde Mori, 2007’de ise Balkan Yolculuğu adlı iki albüm yayınladı.Kuruluşundan bu yana Balkan müziğini moda yaklaşımları dışlayan bir tavırla ele alan Balkan Yolculuğu, Balkan coğrafyasının her köşesinden ezgilerden ve pek çok dilde şarkıdan oluşan özel bir repertuarı sahneye taşıyor; hem köy müziği hem de şehir şarkıları ve düğün müziği geleneğinden örnekler seslendiriyor. Balkan Yolculugu’nun yeni kadrosu ise Muammer Ketencoğlu (sanat yönetmeni, akordeon, vokal), Sakıp Songelen (klarnet, alto saksafon), Rahmi Göçmen(vurmalı çalgılar), Deniz Övünç (vokal),Şule Kocaman Saraç (vokal), Selda Koçak Uzuntaş (vokal)’tan oluşuyor.

4 Nisan

Koç Üniversitesi Rumeli Feneri Kampüsü içinde konumlandırılan ve 2008 yılından günümüze hizmet veren Sevgi Gönül Kültür Merkezi kültür-sanat hayatını hem kampus içinden, hem de okul dışından katılımcılarla buluşturmakta, konserler, tiyatro oyunları, film gösterimleri, resitaller, sergiler, dans performansları ve benzeri birçok etkinliğe ev sahipliği yapmaktadır. Web: sgkm.ku.edu.tr



Boş İşler Atölyesi Biz O Kadar Geniş Değiliz Kardeşim! Oğulcan Açıkel

“Bu arada bence pisuar mükemmel bir icat. Eğer tembelseniz, bir de erkekseniz (haliyle) ne dediğimi anlayacaksınız. Gerçekten çok pratik bir buluş.” 66

Naber sevgili okur? İngiltere’ye sevdiceğimi görmeye gittim. Şubat tatilinde. Gerçekten çok güzel geçti. *Buralar ciddi* Fırsatınız olursa ve gitmediyseniz mutlaka gitmenizi tavsiye ederim. İstiklal Caddesi’nin eski, daha modern halini düşün onu 3’le falan çarp. O işte. *Buralar ciddi.* Orada sırf sevgilimi görmedim. Geçen sene mezun olmuş diğer arkadaşlarla da görüştüm. Bir gün bir Pub’da Smooth Caz konseri varmış. Onu dinlemeye karar verdik. Gittik böyle, bir yandan da içiyoruz haliyle. Sonra biraların etkisiyle tuvalete gideyim dedim. Bu arada bence pisuar mükemmel bir icat. Eğer tembelseniz, bir de erkekseniz (haliyle) ne dediğimi anlayacaksınız. Gerçekten çok pratik bir buluş. Gerçi yeterince pratik değilmiş gibi sifonu çekmeyip daha da pratikleştirmek isteyenler oluyor onlar için bir de otomatik sifonlusunu çıkardılar simdi. Vay arkadaş ne tembellikmiş, çağ atladık sayesinde. Her neyse konudan uçmayalım, pisuar diyordum. Tuvalete gittiğimde üç pisuar aynı duvarda duruyordu. Buraya kadar her şey normal. Zaten bir yerden sonra her şey normal olmaktan çıkmasa yazmaya değecek bir şey olmazdı. Sadece çişimin gelmiş olması ne kadar ilgi çeker ki? Öhm. Canımı sıkan pisuarların sayısı değildi. Üç pisuar yan yana ama onları ayıran bir duvar, bölme hiçbir şey yok. Yani bu tuvalet tam kapasite çalışırken hiç bir şey yokmuş gibi davranan insan sayısı 3 oluyor. Kenardakilerin durumu gene iyi... Kendilerini bir şekilde duvara dönüp ortamdan soyutlayabilirler. Kendi güvenli alanlarını yaratabilirler. Ama ortadaki öyle mi? Onun güvenli alanı sadece yanındakilerin vicdanına kalmış. Onun dönecek bir yeri yok. Elindekiyle yetinmek zorunda. Bütün bunları kapıyı tuvalete girip manzarayı gördüğümde düşünüyorum bu arada. Düşüncelerim politikaya, ortadakinin, nasıl yandakilerin kölesi olduğuna ama fırsat verilseydi yanda


dan, anahtarlar, telefon? Tamam, her şey yerinde. Yerinde de... Ya o telefonunu açık unutan adamı ayıplayan bilincin? Sahne aralarında alkışı kısa ve sessiz kesen tavrına ne oldu? İki dakikada sattın hepsini dandirik bir telaş uğruna. Sonra “Şahane bir performanstı, hayaletin aşk ve nefret arasında kalan ruhunu içimde hissettim” derken, “Bu arada yalnız kafam hep cüzdandaydı, para önemli değil de kimlik içinde, ona bir şey olmasın istedim” diyecek misin? Demeyeceksin tabi. Neyse arkadaşım, sen de haklısın sonuçta. Hayalet de, biz de ekmeğimizin peşindeyiz. O ruhunu senin içinde hissettiriyor, sen de yan gözle cüzdanını kesiyorsun. Olağan şeyler bunlar. Hepimiz yapıyoruz. Futbolu sevmiyorum. Yani çocukken çok denedim ama sevemedim. Hatta uzun bir süre seviyormuşum gibi yapıp kendimi kandırdım. Pascal’ın bahsinin futbol versiyonu gibi yani. Her neyse geçen S yurdundaki yemekhanede yemek yerken televizyondan bir maça bakıyorduk. Adamın teki gol atınca sevinçten havada takla attı. Burda benim çok güzel bişey dikkatimi çekti. Adam gerçekten seviniyor buna. Yani ben maaşıma bakarım demiyor. Sevincinden takla atıyor. Gerçi attığı gol maaşını dolaylı etkileyebileceği için de bu kadar sevinmiş olabilir ama sanmam. Düşünsenize terfi edilince ofiste falan havada takla atsak. Öyle değil, burada bir neşe var. Benim çok ilgimi çekmişti o. Bir şey de, adam havada takla atmayı bildiğin çalışmış. O da komik aslında. Antrenmanlardan arta kalan zamanlarda eve gitmeden önce köşede denemiş bu hareketi. “Dur gol atarsam havada takla atayım da eşe, dosta, dayımgillere mesaj olsun.” Sonra da arayıp soruyordur. “Anne gördün mü? ... Yok golü değil ya ondan sonra ne yaptım?? ...Ya bişey yaptım işte ondan sonra! Ya üff bakmamışsın ki ama sen. İzlememişsin. Hep izle diyorum. Uf gelmiyorum ben eve... Bana ne...” Mastürbasyon’u da seks anlamının dışında kullanmak entelliğin şanındandır yalnız. Sadece kendine faydası oldu. Kendini iyi hissetti yani. “Adam girmiş derse bilmiyormuşuz gibi felsefe anlatıyor bize acayip kelimelerle. Kendi kültürel mastürbasyonunu yaptı, sonra da gitti.” Onda biraz, entel muhabbetlerde küfür etme hareketinin tınısı var. “Bakmayın Flaubert’ten falan bahsettiğimize ben kendimi eğittim bu konuda. Siz elit tayfa gibi değilim. Sokak yemeğini de çok severim mesela.” Anlamı var. Kapatmadan ev ödevini vereyim bir de, Şimdi ben bu yazıyı Omm Writer diye bir programla yazdım. Programın özelliği yazdığınız ekranda arayüzün minimuma indirilmiş olması. Yani bu diğer programlardaki gibi bin tane özellik yok. Yok cetveliydi yok yazı tarzıydı onlar yok. Acayip güzel konsantre olunuyor yazarken. Ama bir sorunu var. Türkçe karakterleri gösteriyor ama kaydetmiyor ş’yi s yapıyor yani. O epey dert oldu. Neyse sevgili okurcuk ben şimdi gideyim. Görüşmek üzere.

ogulcanacikel@kutudergi.com

durmayı kendinin de seçeceğine ve ortadakini o zaman düşünmeyeceğine kayıyordu. “Çabuk olursam belki kimse gelmez” diye, bu fikirleri bir kenara bırakıp sağdaki yerimi aldım. Ancak Murphy kanunudur daha ortasına gelmeden iki pisuar da doldu. Hayal ettiğimden kötü bir durumdu. “Ne olacak?” diyordum içimden. “Demek ki burada usül böyle... Hiç bir şey yokmuş gibi davranırım olur biter” diye kendimi teskin etmeye çalıştım. “Hem burası modern memleket, parkta yürüyüp kitap okurken falan iyi değil mi? Kahvaltıda portakal suyu içmesini biliyorsun... Buna da katlanacaksın.” Bu topraklardaki sosyal pozisyonumu sorgulamak için kötü bir yerdi. Masada birbirinden entelektüel iki kişi vardı. Bu düşünceleri onlara sakladım. “Şu bir bitsin, bütün bu olanlara gülüp geçeceğiz” dedim. “Excuse me sir?” dedi yandaki adam. “Soriii” deyip geçiştirdim ve sustum. İkimizin işlerinin aynı anda bitmesinin getirdiği şansızlıkla senkronize bir şekilde sallanıp lavaboya ilerledik. Hayatımın sınavını vermiştim. AB- Türkiye ilişkileri hakkındaki düşüncelerim o tuvalete girmemden önce ve sonra olmasına bağlı olarak değişiyordu. Biz o kadar geniş değiliz kardeşim... Ahmet Şık göz altına alındığında “Dokunan Yanar” demişti. Keşke birazcık daha zamanı olsaymış da daha vurucu bir şey düşünseymiş. Elbette ki, “Arkadaşlar ülkede bir şeyler kötü gidiyor bunu anlamak için bilim adamı olmaya gerek yok. Bakın beni bile içeri alıyorlar. Bu güç öyle bir güç ki tüm adaletsizliği ve hukuksuzluğuna rağmen ona karşı çıkanı yok ediyor, yutuyor. Bu gidişe bir dur demeli” diyemezdi evinin önünden polis arabasına binmesine kadar geçecek olan sürede. Ama koskoca Ahmet Şık “Yan bastık hacı”dan ileri giden bir şeyler söyleseydi keşke. Keşke evde polise “Tamam, ceketimi alayım da çıkalım” deyip kazandığı süreyi bunu düşünmek için harcasaydı. Bir dönemi özetleyecek bir slogan söylüyorsun sonuçta. Kolay değil. Hani zaman geliyor, konserlere, tiyatrolara gidiyoruz da sonunda alkışlamak için ayağa kalkıyoruz ya. Aslında o zaman gösteriyoruz iç yüzümüzü. “Ben bu eserden anlarım. Siz de iyi yorumladınız üstad. Yok, ben dayanamayacağım bu başyapıt karşısında kendimden geçtim ayağa kalkıp öyle devam edeceğim alkışlamaya” diye alkışlamaktan, ayakta alkışlamaya geçerken arada kalktığımız yere bakıyoruz. Koltuğa bakıyoruz ki cüzdan müzdan sağlam mi diye... Çok komik ya! ...ve ben bunu Operadaki Hayalet müzikalinde yaşadım. Müzikal diyorum a dostlar! Millet kürküyle falan geliyor oraya. Hepimiz kendimizden geçmişiz, eser şahane, basıyoruz alkışı. Gönül istiyor ki en başından ayakta alkışlayalım ama o zaman hayalete ayıp olacak. Çünkü herkesi ayakta alkışlasak hayalete ne yapalım yani. Öyle de kaliteli, seçici izleyiciyiz biz müzikal severler. En sonunda hayalet de geliyor. Hobaaa! Hemen ayağa kalkıyoruz. Önce bir hızlı kontrol. Hop cüz-

67


Hissedilen İşaretler Otobüste film izlemek pişmanlıktır Murat Gencoğlu

“Bu sayıda size Vikipedi’den seçtiğim bilgi “ Petunyalar bir yıllık bitkiler olarak düşünülse de, aslında çok yıllık bitkilerdir. Uygun ortamlar sağlandığında yıllarca yaşamaya devam edebilirler.” Bu bilgiye ihtiyacınız olduğunu düşünüyorum.”

68

Merhabalar. Bazılarınızın haberi olduğu üzere okul minibüslerinin yeri değişti. Canım, değişti dediysek 7-8 metre değişti sadece. Bir tane amca geldi, belli ki ezbere atar yapıyor. Tutturmuş “ya insan bir yazı asar millete yazık değil mi?” ve “şimdi yanlış binen insan işinden geri kalacak, insan bir yazı asar” veya “sen minibüsün yerini değiştirmeden önce yazı yazmayı öğren” şeklinde nidalar savuruyor. Hayır eşşek gibi de yazı asmışlar. Hacı, bir değil iki değil defalarca aynı cümlenin çeşitlemelerini duyuyorum. Sinirlenmemek işten bile değil. En kibar halimle “Abicim, oraya yazı asmışlar zaten” dedim. “Ya millet napsın, alışkanlıktan oraya gidiyor, yazıyı mı okusun?” dedi. Ben ne diyeydim? Bir insan şikayet etmeyi bu kadar seviyorsa biz Napalm. Geçen çok ilginç bir rüya gördüm. Rüyayı gördüm mü dinledim mi emin değilim çünkü kendisi bir masal gibi ilerliyor: “Günlerden bir gün iki kardeş eve doğru ilerliyorlarmış. Yemeğe


birisi “Ya bunun Türkçesi neydi?” dediğinde onu yapmacık bulurdum. Ancak şimdi görüyorum ki hayatın anlamı 42 imiş. Bu yazımda köşeme konuk yazar davet ettim. Kendisi benim abim Mümün oluyor; “Bazen Buzz Aldrin’in haline çok üzülüyorum. Uzaya kadar gidip de sırf herifin tekinin, önüne atlayıp ilk adımı atması ve bütün şanı şöhreti kapması canımdan can alıyor. Hayatın acımasızlığını o yüzden Buzz Aldrin’e sormak lazım. Neil Armstrong ‘Benim için küçük, insanlık için büyük bir adım’ diyeceğine ‘Buzz bu da sana girsin’ demeliymiş.” Otobüste film izlemek pişmanlıktır. Yine geçen gün aile konseyi olarak toplandık. Bu sefer babam bir sunum hazırlamıştı. Kendisi Sartre üzerine bir makale yazmıştı. Yazık, kendi döneminde bir izdivaç programına katılmış, tam orada söylediği sözlerden bir derleme yapmış babam; “İyi bir maaşım var, karımın çalışmasını istemiyorum. Evine, çocuklarına baksın yeter” demiş. Sen de yalanmışsın Sartre. Ayrıca nerede o eski ramazanlar? (Klişe sözler sözlüğünden bakıyorum bunlara hep) Ohooo abi ohooo Ipad 3 çıkmış. Geçen gün kütüphanede bir arkadaşımın yanında ayakta dikiliyordum. Onun tam arkasında (Tamer kasımda başkadır) netbook açmış bir şeyler izliyordu. Netbooktan izlemesine rağmen çok net değildi olaylar, entrikalar, efendime söyleyeyim. Neyse o yöne doğru dalmışım ben. Kızın filmdeki komik bir şeye gülmesiyle beni fark etmesi bir oldu ve istemsiz bir şekilde yüzünde gülücükler saçarak bana doğru baktı. Ben de “ne bakıyorsun ayı mı oynuyor” dedim, o da “yok Jeff Bridges oynuyor, güzel film” dedi. Şaka şaka ben de gülümsedim. Workshop Türkçe’de çalıştay anlamına geliyormuş, haberiniz olsun. Geçen gün çok güzel bir fıkra duydum (evet sene 2012 hala fıkra diye birşey var (bir de fıkrasına gülünmeyen adam var ama ona hiç girmek istemiyorum, hayret bir olgu yani) “İrlandalının biri bardan çıkmış... Aman Tanrım” Hani İrlandalılar çok içiyorlar ya hea anladınız mı? Hastayım hastayım demiş, gördünüz mü? Hepinizi gözlerinizden öpüyorum, sağlıcakla kalın. Bu arada sağlıcak bence sağlık ocağının kısaltılmışı.

muratgencoglu@kutudergi.com

yetişmek için biraz hızlı bir tempo belirlemişler. Olaysız geçen bu yürüyüşün sonunda eve varmışlar. Babaları bu iki çocuk için sürpriz hediyeler almış. ‘Eğer’ demiş ‘bu hediyeleri havada eriştikleri en yüksek noktada yakalarsanız, ancak o zaman kazanabilirsiniz.’ Sonra baba hediyeleri fırlatmış, küçük kardeş hediyeyi babasının elinden fırladığı gibi kapmış. Büyük kardeş, hediye bir daire çizene kadar beklemiş öyle tutmuş. Baba önce küçük kardeşe kızmış ‘Neden havada gittiği en yüksek noktada tutmadın?’ demiş. Küçük kardeş yapıştırmış cevabı. ‘Ama baba ben tutana kadar ulaşabileceği en yüksek yer elimdi’, demiş. Baba çocuğu haklı bulmuş. ‘Ya sen’ demiş büyük çocuğa. Büyük çocuk durur mu? ‘Ama havada tam bir daire çizdiği için hep aynı yarı çaptaydı’ demiş.” Gerçi ikinci cevap şimdi mantıksız duruyor bence ama baba yine de kabul etmiş. Sonra beraber yemek yerken “Öyle Bir Geçer Zaman Ki” dizisini açmışlar. Entalpi’nin ne olduğunu bildiğinizi düşünüyorsanız bence yanılıyorsunuz çünkü Ent (Ağaç Çobanı) lere uygun Alp anlamına geliyor. Eğer bu yazımda da Mozart lafı geçmezse içimin rahat etmeyeceğine kanaat getirdim. İleride mozaiklerle resim çizme sanatı gibi birşey yaparsam adını MozART koyacağım. İnsanlara nesneymiş gibi yaklaşın, sonuçlara inanamayacaksınız. Bu sayıda size Vikipedi’den seçtiğim bilgi “ Petunyalar bir yıllık bitkiler olarak düşünülse de, aslında çok yıllık bitkilerdir. Uygun ortamlar sağlandığında yıllarca yaşamaya devam edebilirler.” Bu bilgiye ihtiyacınız olduğunu düşünüyorum. Bizim bir arkadaş (geçen yazıdaki) yine eskiden bir macera yaşattı sağolsun. Yıllar önce İngilizcemizin çok iyi olmadığı bir dönemde iki tane turist bize yaklaşıp Atlas Pasajı’nın yerini sormuşlardı. Ben İngilizcemize güvenmediğim için “We don’t know” diye kestirip attım. Arkadaş sigarasından bir nefes alıp yüksek sesle “We are NO!” dedi. Öyle olunca kızlar kaçtı tabii. Daha sonra “we are know” demek istediğini anladık ama kendisi “we are known” demek istedim diye kıvırdı. Yine kaçarlar tabii, çünkü diyor ki “bizi burada kime sorsan bilir, lakin bize soru sormamalısın.” Ya işte dönüşüm böyle bir şey. Oysa şimdi ne kadar da benimsedik İngilizce’yi. Eskiden

69


Amerika Notları Diyar-ı Amerik’te Bir Bedbaht Hakan Özyılmaz Hakan Özyılmaz, 2012

70


Çok isteyip de okuyamadığım kitaplardan biridir “1898 bedbaht hissetmediğiniz ender anlardandır. En kısa sürede, Havana’da Türk Tutkusu”. Küba’nın Ankara Büyükelçisi Ernesto konuştuğum için o ülkenin insanları tarafından takdir edileceğim Gomez tarafından yazılmış bu roman; kızdığım, bir yandan saygı bir yabancı dil öğrenmeye karar verdim. Koreliler bana bu konuda en duyduğum ama her şekilde hayatını son derece merak ettiğim II. fazla destek olan insanlardı, sanırım Korece’yi seçeceğim. Bu arada Abdülhamit ‘in Küba’da İspanya’ya karşı çıkan bir ayaklanmayı cidden eğlenmek istiyorsanız, bir Güney Koreli’den Kuzey Koreli incelemekle görevlendirerek Havana’ya gönderdiği Enver Paşa ve aksanı yapmasını isteyin. Tersine rastlamak pek mümkün olmaz ekibinin hikayesinden esinlenerek yazılmış. 1898, Osmanlı, Küba, zaten. II. Abdülhamid, Teşkilat-ı Mahsusa, Enver Paşa... Mümkünatı yok Hamilton Caddesi üzerindeki bakkala kutu kola almak için diyeceğimiz bu kombinasyonun gerçekten yaşanmış olması, “şeylerin uğradığım zaman da bedbaht olduğumu düşündüm. olabilirliğine” dair olan inancımı arttırdı. Ve tıpkı o ekipteki Ben: How much is it? elemanlardan biri gibi Diyar-ı Amerik’e ayak bastığımda hissettiğim Meksikalı Bakkal Sahibi: Setenta y cinco ilk şey Türk olduğumdu, ya da Diyar-ı Amerik’te centavos. bir bedbaht. Ne amaçla olursa olsun bir insanın “Değişim kolay Ben: Sorry? vatanından ayrı bir yerde uzun süre yaşayacak gelmiyor. olması tek kelimeyle bedbaht bir durummuş, Meksikalı Bakkal Sahibi: ... Saçmasapan bunu tam olarak Atlas Okyanusu’nun dondurucu Ben: Ok. sularının binlerce fit üzerindeyken anladım sanırım. bir bahaneyle Rastgele bir para uzattıktan sonra aldığım para Somerset Caddesi üzerinde “zenci zamanında ikinci üstünden anladım ki 75 centmiş. endişesi”yle hızlı adımlarla eve doğru yürürken Yine bir gün Somerset Caddesi üzerinden plana ötelenmiş bir bir daha hatırladım ne kadar bedbaht olduğumu. eve dönerken, bir polisin yolu kestiğini ve tüm Hollywood’a maruz kalmanın saçmalıklarından insanın kelepçeleri araçların durduğunu fark ettim. Önce trafik kazası bir tanesi dahaydı bu zenci endişesi. Hayatında çözülmüş olsa olduğunu düşündüm, sonra hastane çıkışı olduğu hiç köpek balığı görmemiş bir insanın muhtemel için acil bir durum olabileceğine ihtimal verdim. da hemen ölüm sebepleri arasında trafik kazası varken ve Olay mahaline doğru ilerledikçe anladım ki aslında etrafı yığınla otomobille çevriliyken, gidip listedeki yürüyemiyor.” hocaları tarafından hastaneyi ziyarete getirilen en düşük ihtimalli köpek balığının fikrinden 10 kadar anaokulu çocuğunun karşıdan karşıya bile bu kadar korkmasının çelişkisi nasıl Jaws sayesinde oluştuysa, geçebilmesi için alınmış tüm bu önlemler. Biz de artık çocuklarımızı Türkiye’deki zenci endişesinin temelleri de yine Hollywood önemsiyoruz gerçi. Diyarbakır Silvan’da 27 bin öğrencinin sayesinde atılmıştır, iddia ediyorum. Tabii daha sonra mahallemizde bulunduğu 125 okulda “Patlayıcı Maddelerle İlgili Eğitim Çalışması” zenciden çok Hispaniklerin yaşadığını fark ettiğimde bu Hispanik yapılacak bundan sonra. İçerisinde el bombası, havan topu, roketatar, endişesine dönüştü ki bunun da temelleri çok farklı yere dayanmıyor. mermi ve çeşitli mayın tiplerinin de yer aldığı 22 ayrı patlayıcı Aradan iki ay geçti ve şu anda tüm endişelerimin sebebinin “zenci”ler hakkında bilgi sahibi olacak çocuklarımız. Bu haberi okuyalı çok ya da Hispanikler olmadığını çok rahat görebiliyorum. Sorun olmamıştı bu manzarayla karşılaştığımda ve işte o zaman milletçe yürüdüğüm yerin İstanbul olmamasıydı. bedbaht olduğumuzu düşündüm. Keşke bizim de tek derdimiz Birden yurt partilerinin birinde buldum kendimi. Az muhtemel bir trafik kazası olsa. önce bir Avustralyalıyı anlamamıştım zaten. “One a bear?”, “Wanna Yalnızca biz değil Fransa da bedbahtmış. Tours’da Hukuk bear?”, “Wan a bier?”, “Want a beer?”, “You want a beer?”,”Do you okuyan bir arkadaş Türkiye’de insan hakları ihlalinin çok yaygın want a beer?”... Bir İngiliz ve başka bir Avustralyalı arkadaşa bir olduğunu söyledikten sonra ciddi ciddi idam cezasının kaldırılması şeyler anlatıyordum ki o anda her şey birden yavaşladı. Gözlerindeki gerektiğini söylediğinde son yıllardaki en büyük şaşkınlığımı acıyan bakışı, beyinlerinde düzelttikleri gramer hatalarını, eksik yaşadım. Ardından Türkiye’deki maçlarda sürekli insan öldüğü telaffuzları, yanlış kelime kullanımlarını ve her şeyi gülümseyerek için Fransızların Türkiye’ye gelmeye çekindiğinden bahsetti. Tabi örtbas etmeye çalışan dudaklarını gördüm. Bedbahttım. Abarttığımı hemen çocuğu köşeye çektik. Dedik “Bak severiz seni ama yanlış düşünüyorsanız yanılıyorsunuz çünkü ben de aynı şeyi Fransız yapıyorsun!”. Fransız medyasında bu konuların hep bu şekilde arkadaşları dinlerken yapıyorum. Mesela “Zen he cat it! Düd, it was geçtiğinden bahsetti. Klişe ama yine de canlı tanık olunca kötü disgesting.” Meali: Then he cut it! Dude, it was disgusting.” Ağır oluyor insan. Tam da bu noktada bilmeden, deşmeden fikir sahibi Fransız aksanı olan bir arkadaşınızın olması Diyar-ı Amerik’te olmanın hatta bu fikri savunmanın zararları hakkında uzun 71


72

hozyilmaz@kutudergi.com

uzadıya konuşabilirim fakat sonunda geleceğim nokta yine şu olacak: Türkiye’de de Fransa’da da öğrenciler duyduğunu, gördüğünü doğru sanarak fikirlerini oluşturuyor. Halbuki Amerikalı bir öğrenci için en temel kavramlar bile tartışmaya açık. Az şey biliyorlar ama bildikleri şeyin doğru olup olmadığına emin olana kadar sorabilecekleri her türlü soruyu çekinmeden soruyorlar. “And that’s.. the end of the class” diyor hoca. Tahtaya, kaçırdığım şeylere bakıyorum ve yine bedbaht olduğumu düşünüyorum. Çoktan dört tane öğrenci hocanın başını sarmış, sorularıyla adamı zorluyorlar. Sadece kendim için değil, Diyar-ı Amerik’te yaşanan adaletsizlikler için de bedbaht hissediyorum. Oscar adayı The Help’i izledikten sonra hazır tam da içindeyken Diyar-ı Amerik’teki bu “Afro- amerikan” sorunsalına içleniyorum tekrar ve derinden. Şöyle ki girdiğim derslerde toplamda aşina olduğum 100 kişiden Afro- amerikan olanların sayısı bir elin parmağını geçmiyor. Halbuki sabah kahvaltılarının vazgeçilmez mekanı Au Bon Pain’daki çalışanların %80’i, farklı kampüslere ulaşımımızı sağlayan otobüs şoförlerinin %95’i, özetle günlük hayatta karşılaştığım hizmet sektöründeki insanların önemli çoğunluğunu bu insanlar oluşturuyor. Değişim kolay gelmiyor. Saçmasapan bir bahaneyle zamanında ikinci plana ötelenmiş bir insanın kelepçeleri çözülmüş olsa da hemen yürüyemiyor. Hayran kaldığım İsveç filmi “In a Better World”’de hissettiğim gibi bunalıyor içim. Dünya’nın herhangi bir yerinde yaşanan adaletsizlik zamandan ve mekandan bağımsız beni bedbaht kılmaya yetiyor. Adaletsizlik demişken, New York Modern Sanat Müzesi’nde Zagrebli sanatçı, feminist, aktivist Sanja Ivekovic’in Sweet Violence isimli sergisindeki Hırvastistan ve Sırbistan’da şiddete maruz kalan kadınların hikayeleri geliyor aklıma. Gucci, Armani, Hugo Boss mankenlerinin fotoğrafları altına yapıştırılmış hikayeler... Çok bahsi geçince böyle önemli konular bile bayağılaşıyor artık, ama ne yazık ki hiçbir şey düzelmiyor. Sigaranın zararlarını bilerek içen insan gibi... Çözümü belli olan sorunları, sorundan saymıyoruz. Çözmek istersek çözeriz zaten, öyle dursun o bir köşede. Bilinçli olan ama yaptırım gücü olmayan diğerlerini bilinçlendirmek istiyor, bilinçli olmayan ama yaptırım gücü olan bilinçlenmiş gözükse de bir takım sebeplerden dolayı bilinçlenemiyor, bir de ne bilinçli olan ne de yaptırım gücü olan var ki, arada göz göre göre un ufak oluyor. Tebdil-i mekanda ferahlık bulmak yerine defter-i kebiri açıyor insan. Bakmaya alışan gözleri görmeye zorluyor tekrar. Diyar-ı Amerik’te de başka herhangi bir yerde olabileceğim kadar bedbaht hissediyorum. Ne çok, ne az...


radyo

KU RADYO Yayın Akışı

Bahar 2012

Pazartesi

Salı

Çarşamba

Perşembe

20.00-21.00 BB 21.00-22.00 Triple M 22.00-23.00 Safe and Sound 23.00-00.00 Kabak Tadı 00.00-01.00 Pluck 01.00-02.00 Blackjack

19.00-20.00 Salı Sevişgenleri 20.00-21.00 Anomali 21.00-23.00 Rainbow Styling 23.00-00.00 Biber 00.00-02.00 42

20.00-21.00 Taraftar Düdüğü 21.00-22.00 Begüm’le Zamanda Yolculuk 22.00-23.00 Anonymous 23.00-00.00 Geronimo! 00.00-01.00 Cogito

19.00-20.00 KU’yudan Sesler 20.00-21.00 Bobin Sesi 21.00-22.00 General Ignorance 22.00-23.00 Uranüs’ten 23.00-01.00 Uzun Bardak

Cuma

Pazar

20.00-22.00 Çarpışan Sesler 22.00-00.00 Mavi Kuş

19.00-21.00 33 Devir 21.00-23.00 Beklenmedik Program 23.00-01.00 The Crystal Ship

Cumartesi 00.00-02.00 ikaRoss

radyo.ku.edu.tr twitter.com/KURadyo


Deniz Yıldız

Deniz Yıldız

Bir düşünce düşer aklınıza akşam dışarı çıkmakla alakalı ve gelişir yavaş yavaş. Bu, yumurtanın gelişmesi ve döllenmeye hazır hale gelmesi gibidir. Etraflıca düşündükten sonra, bazen de hiç düşünmeden, Taksim’e gitmeye karar verirsiniz. Bunun için gün boyunca hazırlıklar yapıp, geceyi planlarsınız. Sizinle gelecek insanları, akşam yapılacak şeyleri, takılınacak mekanları 74

düşünürsünüz yeni doğan bir bebeğe gelecek planları yapar gibi. Farkında olmadığınız şey ise, hayatta çoğumuzun farkında olmadığı gibi, planlamadığınız şeyler bebek büyüdükçe karşınıza çıkıp aklınızdaki geleceği değiştirecektir. Fatih Akın’ın “Soul Kitchen” filminin mottosunda kullandığı John Lennon sözü gibi, “Hayat siz başka şeyler planlarken başınıza gelenlerdir”... Yumurta, yumurta kanalında ilerlerken siz de yola çıkarsınız. Koç’tan bir minibüse binersiniz ve Sarıyer’e inersiniz. Artık yumurta döllenmiş sayılır. Bir minibüs daha sonra metro durağına ulaşırsınız ve döllenmiş yumurta artık fetüs halini almıştır. Durakları geçip Taksim’e yaklaştıkça kafanızdaki düşünce ve planlar gerçek halini almaya başlar ve bir bebek doğmaya yakındır. “Taksim, bu yöndeki son duraktır” anonsunu duyduğunuz anda artık dokuz aylık süre dolmuştur ve doğumun eli kulağındadır. Metronun merdivenlerini çıkıp “Taksim çıkışı” tabelalarını takip ederken doğum başlamıştır. Annesinin vajinasından çıkan bir bebek gibi son merdivenlerden ışığın geldiği Taksim Meydanı’na çıkarsınız. İlk çıktığınız anda renkli ışıklar ve hareket eden insanlar kör edicidir. Çok kısa bir sersemlik anından sonra alınan ilk nefesle birlikte bildiğimiz anlamda “Hayat” başlamıştır. Pek çok insan görürsünüz. Değişik hayatlar... Kimisi amacını ve zamanını tamamlamış geri dönmekteyken, kimisi de hala bir arayış içerisinde koşuşturmaktadır. Seçtiğiniz yönde ilerler ve genelde tercih edilen yol olan İstiklal Caddesi’ne girersiniz. Can Poyrazoğlu

Koç Üniversitesi’nde geçirdiğim üç sene sırasında sayısız kez okuldan çıkıp Taksim’e gittim. Pek çok insan gibi… Bu üç sene içerisinde bir noktada Taksim’e gitmenin yaşam döngüsüne ne kadar benzediğini fark ettim. Başlıktan da anlayabileceğiniz gibi bu yazı da bu konudan bahsetmekte. Başlangıcı ve bitişi olan her şeyin yaşamın kendisine benzetilebileceğinin farkındayım. Merak etmeyin yazının geri kalanı bu tarz kapalı bir benzetmeden ziyade, yolculuğun her detayının hayata tekabül ettiği bir evresinin benzetmeleriyle dolu olacak. Bir nevi teşbih sanatının açıklamalı bir denemesi… Bu kadar ön söz yeter diyenleri, ki buna ben de dahilim, daha fazla bekletmeyelim.

TAKSİM


Can Poyrazoğlu

DÖNGÜSÜ

Yaman Duman

Farkındasınızdır yaşlandığınızın. Kabul etmek istemeseniz de sarhoşsunuzdur, bunaksınızdır. Düzgün düşünemezsiniz, görüşünüz azalmıştır, zor duyarsınız ve verdiğiniz cevaplar her zaman anlamlı olmayabilir. Küçükken, saat daha erkenken, koşup zıplayarak geçtiğiniz yollardan, başınız ağrıyarak, topallayarak, ayağınızı sürüyerek geçmektesinizdir. Doğdunuz topraklara dönmek için... Eğer yolda fenalaşmaz ve başkasının sizi götürmesine ihtiyacınız olmazsa, kendi ayaklarınızla Taksim Meydanı’na ulaşırsınız. Ölmeden önce son bir yemek istersiniz belki ve Kızılkayalar annenizin yemeği gibi gelir o saatte. Boşuna kazanmadığınız onca bilgelikle artık ölümü kabullenir ve hayatı başladığı gibi bitirmek için, Koç’taki yatağınıza dönersiniz. Yeni bir hayatın, yeni bir günün başlaması için geri dönmeniz, toprağa karışmanız gerektiğini kabullenirsiniz. Siz öldükten sonra her şey başladığı noktaya dönecektir. Üzerinden binlerce hayatın geçtiği dünyaya bir yaşamın daha, bu gecenin, hikayesi eklenerek... Elinizde geceden geriye anılar ve birkaç fotoğraf kalmıştır. Sizi götürmek için neden bu kadar hevesli olduklarına bir türlü anlam veremediğiniz bir sürü taksi sizi beklemektedir. Sizi mezarınıza götürmesi için, son sözlerinizi (“Koç Üniversitesi, Sarıyer”) söyler ve sarı bir tabuta binersiniz. Ve gözleriniz kapanır…

Can Poyrazoğlu

yamanduman@kutudergi.com

İstiklal’e girdikten sonra yollar çatallanmaya başlar. Beraber yola çıktığınız insanlardan bazıları gecenin ilerleyen saatlerinde tekrar görüşmek veya o gece, o yaşam boyunca, bir daha görüşmemek üzere kendi yollarına giderler. Heyecanlısınızdır hayalbaz bir çocuk gibi, pek çok isteğiniz vardır. Gece boyunca binlerce şey gelir başınıza. Bazısı iyi, bazısı kötü olaylarla karşılaşırsınız. Bu sizi olgunlaştırır. Geceye hakim olmaya başlarsınız, hayata, Taksim’e dair bilgileriniz, deneyimleriniz arttıkça. İyi insanlarla tanışırsınız, kötü insanlarla tartışırsınız. İçersiniz, eğer isteğiniz buysa. Taksim’de içecek boldur. Ufaktan sıkılmaya başlarsınız; yapacak şey kalmamaya başlar. İstediklerinizi yapmış, yapamadıklarınızdan ümidi kesmiş, Taksim’den, hayattan payınıza düşeni aldığınıza dair inancınız kuvvetlendikçe dönmeyi düşünmeye başlamışsınızdır. Ya da sadece o kadar vakit geçirmişsinizdir ki artık dönmekten başka şansınız kalmamıştır. Etrafınızdakiler de gitmiş, her yer kapanmış, hayatta sizin için çok az şey kalmıştır. Tekrar İstiklal’e çıkarsınız. Bu kez heyecan ve enerji yerini yorgunluk ve bıkkınlığa bırakmıştır. Taksim’e yeni

çıkanlar, hayata yeni başlayanlar anlam veremez bu bıkkınlık haline. Ağırbaşlılıkla, sarhoşlukla karşılayıp başınızı çevirmeden yolunuza devam edersiniz.

75


KAMBOÇYA Ölüm Tarlaları

Fotoğraf: Güntülü Bayrak

Zeynep Güntülü Bayrak

“Yazının başından beri “zor zamanlar, insanlık dramı’’ gibi acı dolu tamlamaları tekrar edip durduğumun farkındayım, evet, ama Kamboçya’nın maruz kaldığı vahşeti açıklamaya yetecek bir kelime grubunun hiçbir dilde var olmadığına eminim.” 76

Kamboçya hakkında bir gezi yazısı yazmak pek de kolay değil. Çünkü değinilmesi gereken büyük bir insanlık dramı, Dünya’nın en muhteşem Budist tapınağı ve ihtişamını kaybeden bir krallık söz konusu. Kamboçya’ya gitmeden önce bu ülke hakkında bildiğim şeyler Budist bir ülke olduğu ve çekik gözlü insanların yaşadığından ibaretti. Nitekim bulduğum şeyler bildiklerimin çok dışında çıktı. İlk olarak Kamboçya’nın Güneydoğu Asya’da bulunan ve krallıkla yönetilen bir ülke olduğunu bilmek gerekir. Ülke geçmişinde o kadar zor zamanlar geçirmiştir ki, demokrasi yerine krallıkla yönetiliyor olması halk tarafından problem olarak görülmüyor. Çünkü, Kamboçya halkı bir nevi ölümü görüp, sıtmaya razı olma felsefesindedir. Yazının başından beri “zor zamanlar, insanlık dramı’’ gibi acı dolu tamlamaları tekrar edip durduğumun farkındayım, evet, ama Kamboçya’nın maruz kaldığı vahşeti açıklamaya yetecek bir kelime grubunun hiçbir dilde var olmadığına eminim. Tabi bu büyük vahşetten, Dünya’nın bizim de dahil olduğumuz yeterince büyük bir kısmı bihaber. İşin daha da kötüsü “bilgi çağı’’ denilen, her evde bilgisayarın ve internet sayesinde sınırsız bilginin olduğu bu devirde bihaberiz. Bunun sebebini “Amerika’nın oyunları bunlar hep” diyerek klişeleştirmek istemem ama ben istemesem de durum o kadar klişe. Kızıl Khmerler’in kendi halkına yaptıklarını dile getirmek için soykırım kelimesi hafif kalır. Kamboçya’nın kaderi başlarda Çinhindi bölgesindeki diğer ülkelerin kaderinden pek de farklı değildi. Şimdilerde sevgi, barış, kardeşlik hakkında nutuklar atan pek hümanist Fransa ve İngiltere, Kamboçya’yı ve bölgedeki ülkeleri sömürge haline getirmiş, paşa paşa sömürüyordu. Derken, filmlerden aşikar olduğumuz Vietnam Savaşı patlak verir ve Pol Pot önderliğinde Kızıl Khmerler adı verilen grup 1975 yılında ülkenin başkentine saldırı düzenleyerek yönetimi ele geçirirler. Bundan sonrası ise iki milyon insanın katledilmesi... Kızıl Khmerler’in lideri Pol Pot’un o küçük beyniyle kurduğu Marksist ideolojide, ülkenin tamamı köylü sınıftan oluşmalıydı. Bu amaç


olmak için başına koni şapka takman şart. Aksi takdirde kaza süsü bile verilmemiş bir yaralanmaya maruz kalma ihtimalin çok yüksek. Herkes sinirli, herkesin acelesi var. Bu ülkede yerinde giden ve güzelliğini kaybetmemiş bir tek şey bile mi yok diye düşünüyordum ki, Angkor Wat ile karşılaştım. Ve inanın, şu zavallı hayatımda Tanrı’nın karşıma çıkarma zahmetinde bulunduğu en ihtişamlı şey Angkor Wat’dır. Bu Budist tapınağında günbatımını izlemek; mayını, soykırımı ve yerde dolaşan binbir çeşit börtü böceği unutmam için yeterli oldu. Tapınak 12. yüzyılda inşa edilmiştir ve Hinduizm’deki Tanrı Vishnu’ya adanmıştır. 14. yüzyılda ise tapınak Budist tapınağı haline getirilmiştir. Lotus çiçeği motifleri, taş işlemeciliği, simetrisi, görkemli yapısı, bu tapınağı yapanlar insansa ben neyim sorusunu aklıma düşürmedi değil. Açıkçası Angkor Wat’ı sınırlı kelime dağarcığımla anlatmak, sınırsız hayalgücü ile inşa edilmiş bu yapıya hakaret olacağından daha fazla bir şey yazmaya gönlüm el vermiyor. Ama eğer bir gün insan eliyle yapılmış cenneti görmeyi dilerseniz, gideceğiniz yer Kamboçya, Angkor Wat olsun. Angkor Wat’ı, kendilerine özel kültürlerini, ipek giysilerini, zengin mutfak kültürlerini görünce Avrupa’nın neden Asya ülkelerini sömürge yapmak için yarışa girdiğini birazcık anlayabiliyorum. Kedinin uzanamadığı ciğere mundar deme politikası çok da anlaşılmaz değil sonuçta. Buna ek olarak Kamboçya’nın popüler tatil mekanları listesinde yer almaması da beni acayip mutlu ediyor. Böylece akın akın giden Japon turistler olmadan, Kamboçya kültüründen geriye ne kaldıysa, bir süre daha özel ve otantik kalmaya devam edebilir.

guntulubayrak@kutudergi.com

uğruna okumuş halkın zararsız görünen küçük bir kısmını köylerde çalışmaya zorladı, geri kalan zararlı görünen büyük bir kısmını ise kamplarda işkence yaparak öldürdü. Zararsız-zararlı ayrımının ise tamamen keyfi bir uygulama olduğunu söylememe gerek yoktur umarım. Bilim adamları, doktorlar, öğretmenler, öğrenciler, polisler, üniversite mezunları, gözlük takanlar, evinde kitap bulunduranlar Kızıl Khmerler’in rejimine tehdit oluşturuyor gerekçesi ile «zararlı» diye etiketlendirilmekteydi. Etiketlendirilenler ise kamplarda mide bulandırıcı detaylar eşliğinde işkence görerek, öldürülüyordu. Ocak 1979’da Kızıl Khmerler’in bu kanlı yönetimine son veren Vietnam oldu. Bunun bir gezi yazısı olması lazım, ülkenin siyasi tarihini anlatan bir yazı değil ama Kızıl Khmerler’in bahsinin geçmediği bir Kamboçya yazısı eksik, çok eksik bir yazıdır. Asya ülkeleri ile Kamboçya’yı karşılaştırmak gerekirse -ki böyle bir şey niye gerekir inanın hiçbir fikrim yok- Kamboçya neşeli insanların meditasyon yaparak huzur içinde yaşadığı Laos’a veya kendisini tamamen ülke ekonomisinin gelişmesine adamış Vietnam’a benzemiyor. Tabi aslında hiçbir ülke birbirine benzemez, farkındayım ama bütün çekik gözlülere Japon damgasını itinayla yapıştırma gibi bir hobimiz olduğundan, ayırt edici özelliklere değinmeyi boynumun borcu bildim. Kamboçya sokaklarında yürürken dilencilerin peçete satarak veya flüt çalarak dilenmediğine, ciddi derecede sakatlıkları olduğu için dilendiğine şahit oluyorsunuz bol bol. İki kolu ve bir bacağı olmayan birini gördüğünüzde (bir değil binlerce göreceğinize emin olabilirsiniz), bunun sebebinin ülkede hali hazırda var olan Kızıl Khmerler’in döşediği mayınlar olduğunu anlamak için IQ seviyenizin ayakkabı numaranızdan büyük olması yeterli. Kamboçya’ya indiğiniz anda bu mayın mevzusu patlak veriyor zaten. Sizin turist olduğunuzu gören her iyi kalpli Kamboçyalı teyze ve amca gerek beden diliyle gerek yarım yamalak Fransızcaları ile size dehşet içinde mayınlara dikkat etmenizi söylüyorlar. Avrupa ve Amerika madem bu kadar yardımsever; Irak’a demokrasi veya İran’a barış götürmek için yırtınmak yerine el ele verip şu mayınları temizlese tam süper olacak ama bunun karşılığında Kamboçya’da bulabilecekleri şey petrol değil pirinç olacağı için kimse bu fikre pozitif yaklaşmıyor. Yeterince siyasi eleştiri yaptığıma göre huzur içinde Kamboçya gezimi anlatmaya geri dönebilirim. Başkente indikten sonra tüm turist ekipmanlarımı yükleniyorum ve şehri dolaşmaya çıkıyorum. Şehir oldukça pis ve zenginliğin ölçütü giyilen ayakkabının markası değil, ayakkabı giyiniliyor olması. Dürüst olmak gerekirse insanlar turistlere pek sevimli yaklaşmıyor. Bu yüzden ayakkabılarını çıkartıp yalın ayak yürümek ve kamufle

77


34

A

STERDAM’DA Ay Amsterdam!

Fotoğraf: Nilay Dursun

Nilay Dursun

“Neyse gelelim konumuza, dedim ki madem değişik bilgilerden başladık, o zaman yine oyle devam edelim ve ben size Hollanda hakkında farklı bilgiler vereyim ki yazım da pek bi değişik olsun. ” 78

Merhaba sevgili KUTU okurları, daha önceki sayılarımızı okuyanların bileceği gibi bendeniz, adı üzerinde kendi halinde bir şehir, bir İstanbul yazarı idim. Gelgelelim yine takipçilerimizin hatırlayacağı üzere Şubat ayı itibari ile Erasmus öğrencisi olarak İstanbulumdan uzaklarda Amsterdam’ da yaşamaya başladım. Bu yüzden de burada olduğum süre boyunca canım İstanbulum yerine başta Amsterdam olmak üzere, Hollanda’nın ve gezebildiğim kadarıyla Avrupa’nın çeşitli şehirleri hakkında yazılar yazacağım. Yukarıda da belirttiğim gibi kendimi bir şehir yazarı olarak gördüğüm için aslında belki daha önce yapmam gereken bir şeyi yapıyor ve size şehir kelimesinin anlamından bahsetmek istiyorum. Şehir kelimesi birçok kelime gibi Farsça’dan gelen ve aslı “şehr” olan, anlamı ise aynı zamanda Arap asıllı olarak “Medine” olduğu varsayılan bir kelimedir. Buna ek olarak, “medeni” kelimesinin de Arapça’dan gelme “şehirli”, yani Medine şehrinden gelme olduğu bilinir. “Şehir”in sözlük anlamından bahsedip, en birincil görevimi burada tamamladığıma göre yazımızın asıl konusuna, Hollanda’nın şehirlerine ve şehirlerden bahsetmek için de ilk olarak bölgelerine dönelim. Aslında Hollanda bir çok ülkenin aksine kendine ait başkentleri, bayrakları ve farklı gelenekleri olan on iki bölgeden oluşmaktadır. Bu on iki bölgenin her biri kraliçenin vekili adı altında farklı valiler tarafından yönetilmektedir ve bu bölgeler aynı zamanda farklı belediyelere ayrılmıştır. Verdiğim bu bilginin ansiklopedik önemi dışındaki asıl olaysa bu farklı bölgelerdeki olayların güncel hayatı da etkilemesi. Nasıl mı? Mesela ülkenin güney kısmında özellikle de Eindhoven şehriyle ünlü olan Nord Braband bölgesinde dört gün boyunca insanların


Neyse efendim, bu kadar bilgi ve hatıradan sonra gelelim asıl konumuz Amsterdam’a. Gelelim gelelim ama bu yazıda değil, neden diye soracak olursanız eğer, ben henüz yerini yurdunu değiştirmiş, yenilenmeye ve değişime hazır bir insan olarak Amsterdam’ı pek gezemedim. İşte ev kurmak, alışveriş, bisiklet, exchange partileri ve tabi dersler falan derken iki haftam geçip gitti. Eğer çok arzu ederseniz size daha fazla içi yaşanmışlık dolu “random bilgi” verebilirim. Mesela insanların bizim “gouda” diye bildiğimiz kaşar peynire sadece “peynir” dediklerini (çünkü başka peynirleri yok, gerçekten) ve herhangi bir markette bu peynirden 8849324*2349 çeşit bulabileceğinizi, aynı zamanda tam da How I Met Your Mother’da abarttıkları gibi bu peynirin çok önemli ve tabi ki bazı türlerinin çok pahalı olduğunu söyleyebilirim. Ya da biraz mimari hakkında konuşmak gerekirse, şehirdeki tarihi eser adlandırmalarının oldukça kolay olduğunu, eski olan kiliseye “eski kilise”, yeni olana ise “yeni kilise”, meydanda bulunan ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra ulusal bir anıt inşaa etmek için yapılmış heykele ise “ulusal anıt” dediklerini anlatabilirim. Eğer insanlar nasıl diye soracak olursanız, aslında çok kibar olan Amsterdam halkının bisikletin üzerine konulduğunda tamamen farklı insanlar olduklarını, yoldan geçmeye çalışırken değil araba, trenin bile durma olasılığı varken bisikletlilerden zinhar çekinmeniz gerektiğini belirtir ya da düşünülenin aksine Hollandalıların aslında ayda yılda bir uyuşturucu kullandıklarını, çok abarttıkları kahvelerini kocaman bardaklarda bir shot bardağının içini doldurmayacak porsiyonlarda servis ettiklerini anlatabilirim. Ama bence bunlar sadece küçük bilgiler, çünkü biliyorum ki herkesler Hollanda’nın kızları, uyuşturucu kuralları, coffe shop’ları ve daha ilgili olanları ise mükemmel müzeleri ve kanalları hakkında yazılar bekliyor benden. Eğer siz de onlardan biriyseniz, bir sonraki sayıda görüşmek dileğiyle…

nilaydursun@kutudergi.com

yediden yetmişe hergün kostümle gezdiği ve tabi ki sabahlara kadar içtiği, geçitlerle mükemmelleştirilen bir karnaval kutlanırken, Amsterdam’ da bu tarihi olay sadece exchange öğrenciler eğlensin diye bir gecelik partilerle geçiştiriliyor. Bunun en üzücü yanı ise o bölgenin okulları bir hafta tatil edilirken Amsterdam’da tek bir gün bile tatil yapılmaması. Neyse, kendi üzüntü nedenlerimi geçip konumuza devam ediyorum. Bu bölgeler konusunda en çok kafa karışıklığına neden olan şey ise Hollanda’nın başkent meselesi. Eğer internette biraz araştırma yaparsanız bazı kaynaklara gore Hollanda’nın başkenti Amsterdam olarak gösterilirken bazı kaynaklara göre ise Lahey yani Den Haag olarak belirtilmesi. Olayın aslı şudur ki, aslında Amsterdam Hollanda’nın göstermelik başkenti iken, Lahey’in ise kraliyet, hükümet binaları, bakanlıklar ve parlamentoyu içeren anayasal başkent olması, yani bir bakıma İstanbul-Ankara ilişkisinde olduğu gibi. İçinizden bazılarının artık bu sıkıcı bilgileri geç dediğini duyar gibiyim ama bunları başta bilmeyen bir insan olarak benim çektiğim acıları sizin de çekmenizi istemediğim için zorla bu bilgileri sizinle paylaşıyorum. Dediğim gibi şahsen benim bunların hiçbirinden haberim yoktu. Hollanda ile ilgili en genel bilgim, Hollanda’nın ortalama rakımının deniz seviyesinin altında olduğuydu. Bunu mutlaka sizler de duymuşsunuzdur ancak bir konuya dikkat çekmeliyim ki bu deniz seviyesinin altında olma durumu bazı insanlar tarafından yanlış anlaşılabiliyor. Şöyle ki, bir gün lisede sosyoloji dersinde Hollanda hakkında konuşuyorduk, tam bir arkadaş Hollanda hakkında yukarıdaki bilgiyi verdiği sırada sınıfça çok sevdiğimiz sosyoloji öğretmenimiz “Aa öyle mi ben daha geçen tatilde gittim oraya, denizin altında falan değildi, gayet bizim ülkemiz gibiydi” deyince biz tabi o anda koptuk. O yüzden hepinize bu konuyu hafife almamanız gerektiğini hatırlatıyor ve Google’da küçük bir araştırma yapmanızı öneriyorum ki bu deniz seviyesi durumu yanlış anlaşılmasın lütfen.

79


Portfolyo Bizim için değişim, Koç Üniversitesi... Aref Mostafazadeh, Can Poyrazoğlu, Nilay Dursun

Aref Mostafazadeh


Can Poyrazoğlu Can Poyrazoğlu

81


Can PoyrazoÄ&#x;lu

Aref Mostafazadeh

82


Aref Mostafazadeh

Aref Mostafazadeh

83


Nilay Dursun

84

Can PoyrazoÄ&#x;lu



mikabistro Mika Bistro kapılarını lezzet tutkunları ve canlı performanslarıyla müzik severler için açıyor www.mikabistro.com info@mikabistro.com www.facebook.com/mikabistro

Koç Üniv. Batı Kampüsü Yakını Zekeriyaköy Mah. Ekin Sokak No:1

paket servis ve rezervasyon

342 42 22


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.