KUTU Dergi Sayı: 1

Page 1

say覺:1

KUTU

dergi

1


2


Fulya İlkmen 3


dergi

KASIM-ARALIK 2011 İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Mert Gümren Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Hakan Özyılmaz Grafik Tasarım Mert Gümren Kapak Nilay Dursun Editörler Alper Orhan, Canelif Yılmaz, Kerem Bilek, Aslı Karataş, Nilay Dursun, Oğulcan Açıkel, Ece İşmen Katkıda Bulunanlar Murat Gencoğlu, Orhan Can Ceylan, Saadet Işıl Aksoy, Naz Cuguoğlu, Tuğşad Karaduman, Fulya İlkmen, Özge Özgüleryüz www.kutudergi.com kutudergi.com/blog İletişim: iletisim@kutudergi.com Reklam: reklam@kutudergi.com

KUTU

sayı:1

U U

KUTU DERGİSİ SAYI: 1

dergi

Koç Üniversitesi öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır.

4


5


mikabistro Mika Bistro kapılarını lezzet tutkunları ve canlı performanslarıyla müzik severler için açıyor www.mikabistro.com info@mikabistro.com www.facebook.com/mikabistro

Koç Üniv. Batı Kampüsü Yakını Zekeriyaköy Mah. Ekin Sokak No:1 6

paket servis ve rezervasyon

342 42 22


MIXTAPE Alper Orhan

2000’lerin En İyi 10 Alternatif Rock Albümü

A Perfect Circle Mar de Noms

Placebo Meds

Elbow The Seldom Seen Kid

Smashing Pumpkins Zeitgeist

Biffy Clyro Puzzle

The Wedding Present Take Fountain

Coldplay A Rush of Blood to the Head

Gorillaz Gorillaz

Weezer Weezer (Green Album)

Future of the Left Travels with Myself and Another

7


mixtape

Coldplay- Mylo Xyloto

Coldplay, beşinci stüdyo albümü Mylo Xyloto’yu geçtiğimiz günlerde yayınladı. 2008’de dinleyiciyle buluşan Viva la Vida or Death and All His Friends’in ardından yeni Coldplay albümü dinleyenlere kesinlikle farklı bir hava sunmakta. Albüm gerçekten ilginç ve farklı bir isme sahip. Ama ilginçlik kısmı burada bitiyor. Ortalama bir müzik dinleyicisinin sayısız defa denk geldiği poprock tandanslı şarkılar, Mylo Xyloto’yu işgal etmiş durumda. Ne Viva la Vida’nın çiğ ama ağır, ne de A Rush of Blood to the Head’in karanlık havası var Mylo Xyloto’da. Albüm kendi içinde bir kimlik oluşturamıyor ve bu durum şarkıların fena halde havada kalmasına sebep oluyor. Elbette Mylo Xyloto kesinlikle boş bir albüm değil. Every Teardrop is a Waterfall, Major Minus ve Charlie Brown

Zagaband – Z Raporu

Yıllar yılı Okan Bayülgen’in programında çıkan grup olarak tanıdığım ve Okan Bayülgen’in “Ayılar!” diye hitap ettiği Zagaband, geçtiğimiz dönem programdan ayrılıp hummalı bir şekilde albüm çalışmalarına başlamıştı. İzlediğimiz, gördüğümüz kadarıyla grup üyeleri gerek yaptıkları müziklerle, gerek cover’lara kattıkları yorumlarla izleyicilerin sevgisini ve takdirini kazanmıştı. Ancak Zagaband, ne yazık ki, aynı havayı, aynı coşkuyu veya aynı “ayılığı” albüme bir türlü yansıtamamış. Televizyonda izlediğimiz, insanlara gaz veren, coşturan ve dikkatleri üzerine toplayan grup, albümde resmen yok olmuş, ezilmiş, büzülmüş ve ülkenin zaten enflasyonunu yaşadığı “ağlamaklı Türkçe rock” janrına el atmış.

gibi sağlam ve Coldplay etiketi taşıyabilecek parçalar albümde yer almakta. Ama albümle ilgili iyimserlik onuncu parçaya kadar devam edebiliyor. Rihanna’yla düet yaptıkları Princess of China parçası, Coldplay’in ve Chris Martin’in bu albümde yaratmaya çalıştığı bütünlüğü, yapıyı, her şeyi resmen yerle bir ediyor. Mylo Xyloto kesinlikle kötü bir albüm değil. Albümün geneline yayılan elektronik ve pop öğeler belki de Coldplay’in kendine çizdiği rotada yeni bir adım olabilir ve üyeler ilerleyen çalışmalarda bunun üzerinden başarılı işler ortaya koyabilir. Yine de aradan sıyrılıp, kendini gösteren şarkılar haricinde varlık gösteremeyen ve Coldplay’in öncül albümlerde dinleyiciye yansıttığı ağırlığı gösteremeyen Mylo Xyloto, vasat üstü olarak tanımlanmaktan kaçınamıyor.

Bu belki de grubun bir tercihi, belki de yapımcıların üstü kapalı bir şekilde yaptığı öneri. Her iki ihtimalde de albüm satışlarını arttırma kaygısı ve şarkıları insanların diline dolama çabası albümün yapımını bariz bir şekilde etkilemiş. Ne yazık ki müzik piyasasına çıkan zorlama işler, kötü damgasını yemekten kurtulamıyor genellikle. Televizyon Makinası’nın sevilen şarkısı “Machine in My Head” albümde iki versiyonuyla yer alıyor. Az çok televizyon seyreden kimseler için

8

tanıdık sayılabilecek şarkı, albümün belki en sağlam parçası. Gerisi ise ne Okan Bayülgen’in “Ayılar!” diye hitap ettiği grubu, ne de reklama girmeden önce bangır bangır 80’ler çalan grubu yansıtıyor. Elbette, kaypak ve rock müziğe hala çekingen yaklaşan müzik piyasasına kimse Skid Row veya Anthrax’ın janrına benzer bir albümle atılmayı göze alamaz, burası kabul. Ama ülkenin bu gerçeği ağlamaklı Türkçe rock yapmaya da mazeret değil. Rock janrında adam akıllı müzik yapan sayısız Türk grup kendine sağlam bir satış sayısı bulabiliyor. Grupta vokali ve elektro gitarı üstlenen Tuncer Tunceli, tartışmasız bir şekilde Türkiye standartları üzerinde bir gitarist, ancak aynı yorumu vokali adına yapmak hayli zor. Zorlama şarkılar üzerine yapılan zorlama vokaller sadece albümün düşüşünü hızlandırıyor.Zagaband’in üyeleri tek tek ele alındığında, her birinin önemli müzisyenler olduklarını görüyoruz. Bir araya geldiklerinde de başarılı bir hava yakaladıklarını da yıllar boyu gördük. Ama Zagaband’in yayınladığı Z Raporu, ne üyelerin, ne de grubun potansiyelini yansıtamıyor ve senenin en büyük hayal kırıklarından biri olmaktan kaçamıyor.


mixtape-tarihin tozlu sayfalarından

Dexys Midnight Runners

Abuk kapağı, soul müziğe pop dokunuşuyla, keyifli havası, dans etme isteği uyandırmasıyla, Searching for the Young Soul Rebels uzun zamandır efsane albüm ünvanını koruyor. İlk şarkı Burn It Down’da radyoyla gelen Deep Purple, Sex Pistols ve The Specials cızırtıları ardından grup şarkıya giriyor. Verdikleri mesaj net; “Bu adamlar bir dönemi kapatıp diğerini açtılar, şimdi biz onların dönemini kapatıp kendi dönemimizi açıyoruz.”

Pub rock esintileri, pop müziğin keyifli tınıları üzerine bindirilmiş soul ezgileri ve Kevin Rowland’ın garip (abuk?) vokalleriyle Searching for the Young Soul Rebels dinlenesi, yutulası, baştacı edilesi bir albüm. Geno gibi günümüzde hala soundtrack’lerde kendine yer eden, meşhur bir hit’e yer vermesi bile albümü dönemindeki bir çok işten üste taşıyor. Eğer daha önce duymadıysanız, dinlemeniz gereken bir grup ve albüm. Eğer soul müziğe ilginiz varsa ve 80’lerin müziğe enjekte ettiği gevşeklikten keyif alıyorsanız, tam size göre Dexys Midnight Runners. En olmadı oturduğunuz yerden minimal dans figürleri yaparak yarım saat geçirirsiniz, ki fena bir fikir değil kanımca.

9

Yayınlandığı 77 yılından beri bir çok müzisyeni ve grubu etkisi altına almıştır Lust for Life. The Stooges dönemi sonrasında David Bowie ile çalışmalara başlayan Iggy Pop’un bu işbirliğinden çıkardığı en sağlam albüm belki de budur. İkili çıktıkları Almanya serüveninde önce The Idiot’ı yapmışlardı; ancak The Idiot, Lust for Life’a kıyasla daha sanatsal ve elektronik bir çalışmaydı. Bowie ile Iggy arasındaki ipler kopmadan önce yaptıkları son çalışmadır Lust for Life aynı zamanda.

Bu iki bilinen ve artık popüler müziğe malolmuş şarkıların dışında da inanılmaz parçalara yer vermektedir Lust for Life. Neighborhood Threat ve Sixteen gibi istemsiz bir şekilde ayağınızı yere vura vura tempo tutmanıza sebep olan ve Some Weird Sin gibi “Iggy Popsal” dans figürleri ortaya koymamızı sağlayan parçalar var. Ama ne yazık ki albümün geri kalanı, The Passenger ve Lust for Life’ın olağanüstü başarıları yüzünden hak ettiği ilgiyi göremedi hiçbir zaman.

Döneminde beğenilmiş olmasına rağmen, Iggy’e de Bowie’ye de finansal bir getirisi olmamıştır. Albümün değeri yayınlandıktan 20 sene sonra anlaşılmıştır resmen. Kült film Trainspotting’i açan ve albüme adını veren Lust for Life parçası, albümü yeniden gündeme getirmiş ve yeniden yayımlanmasına ön ayak olmuştu. Daha sonra reklamlarda sık sık karşımıza çıkan ve dünyanın en tanıdık melodilerinden biri haline gelen The Passenger ile de bir kez daha dinleyicilere kendini göstermişti.

Lust for Life, Iggy Pop’un punk köklerine hızlı bir dönüş yaptığı, David Bowie sayesinde glam rock dokunuşlarına yer veren ve döneminin yükselen müzik janrı post-punk’a göz kırpan bir albüm. Birçok sanatçı bu tarzları birleştirip albümler yaptı, ancak David Bowie ve Iggy Pop kimyasını yakalayıp Lust for Life gibi bir şaheser ortaya koyabilen olmadı sanırım. O yüzden müzik camiasının artık önüne gelene dağıttığı kült ünvanını gerçekten hak eden ve bu ünvanı taşıma konusundaki başarısı sorgulanamayacak türden bir albüm.

alperorhan@kutudergi.com

Midnight Runners’ın devir açıp kapama olayı çokça tartışılır, ancak tartışılmayacak bir gerçek var: Müzik dünyasının kendini yavaştan kaybetmeye başladığı, tüketim toplumunun gazı alıp yaşantılarını buna göre yoğurduğu ve punk müziğin gazını hızla kaybettiği bir dönemde (80’ler!) kendi başında ayakta kalabilen, mesajını, müziğini ve tavrını açık bir şekilde ortaya koyabilen bir grup.

Iggy Pop – Lust For Life


MÜZİKOFİL Beirut- The Rip Tide

Gulag Orkestar 2006 yılında yayınlandığına kendine inanılmaz bir dinleyici kitlesi edinmişti. Mount Wroclai ve Rhineland gibi belki de tüm zamanların en iyi parçaları arasına girebilecek şarkılar içeren albümün ardından Beirut’un tek ve asıl adamı Zach Condon’dan beklenenler ister istemez yükseldi. 2008’de gelen The Flying Club Cup bu beklentileri kesinlikle karşıladı, ama daha önemlisi Zach Condon’ın albüme dahil ettiği pop ve elektronik öğeler, Beirut’un ilerleyen albümlerinde farklı müzik türlerini görebileceğimiz göstermekteydi.

kendine “Evet! Beirut’un üçüncü albümü kesinlikle böyle olmalıydı!” diyebiliyor. Klasik Beirut-severlerin ilk birkaç dinleyişte değişik bulacağı bir albüm olmasının yanı sıra, bir kesim tarafından reddedilmesi de olası. Port of Call, Vagabond ve East Harlem gibi şahane parçalar barındırmasına rağmen, The Rip Tide diğer iki Beirut şaheseri yanında sönük kalan bir albüm. Öncül albümlerinin verdiği heyecanı, duyguyu veya derinliği verme konusunda o kadar da başarılı değil. Bu durumu elektronik öğelerin artmasına ve şarkıların arasındaki akıcılığın azalmasına, veya sadece beklediğimiz, alışık olduğumuz Beirut’tan farklı bir şeyle karşılaşmış olmamıza bağlayabiliriz.

The Flying Club Cup’ta Condon’ın müziğini zenginleştirmek ve tek tiplikten kurtulmak adına kattığı pop / elektronik öğeler, The Rip Tide’da albümün garnitürü olmaktan çıkıp, ana yemeğin önemli bir parçası olarak karşımıza çıkıyor. Albümde, Gulag Orkestar’ın çiğ havasına karşılık oldukça sağlam bir elektronik sound mevcut. Bu noktada Zach Condon’ın zekasını takdir etmemek elde değil, bu köklü değişim albüme o kadar güzel giydirilmiş ki, dinleyici kendi

Her ne olursa olsun, The Rip Tide 2011’in güzel süprizlerinden biri. Beirut’un hep aynı müzikleri yapan bir grup olarak kalmayacağını ve farklı şeyleri harmanlayacağını, en önemlisi de bunu sürekli müziğin kalitesini arttırarak yapacağını göstermekte.

Red Hot Chili Peppers- I’m With You John Frusciante doksanlı yılların ortasında eroinle boğuşurken yaşanan ayrılık Anthony Kiedis’in sözleriyle “kalp kırıcı ve depresif” olmuştu. Yerine gelen Dave Navarro’yla kimyalar tutmamış, işler ters gitmiş ve ortaya vasat-üstü olarak tanımlanabilecek One Hot Minute albümü çıkmıştı. Ama Frusciante eroinle olan savaşını kazandı, temizlendi ve gruba geri dönerek belki de 90’ların en sağlam albümlerinden biri olan Californication’ın yapımına dahil oldu. Ardından gelen By the Way ve Stadium Arcadium ile Red Hot Chili Peppers efsane olma yolundaki adımlarını kesin bir şekilde sağlamlaştırdı.

Frusciante’nin müthiş back vokali ve az-çok seveninin kilometrelerce öteden tanıyabileceği melodileri kendini aratıyor. Yine de Klinghoffer’ın bu boşlukta sırıttığını söylemek yanlış olur. Zira pek tanınmayan bir isim olsa bile, Beck, PJ Harvey ve Ataxia ile çalışmış bir müzisyen. Gitarist değişimini bir kenara bırakırsak, ilerleyen yaşlarına rağmen yerinde duramayan, inanılmaz keyifli şarkılar yapan RHCP, bu albümde de tavrını ve tarzını değiştirmemiş. Her kenardan fırlayan funk ritimleri, keyifli gitar melodileri ve anlamsız dans hareketleri yaptırabilecek şarkılarla dolu I’m With You. Flea hala ve hala bas gitarından inanılmaz keyifli işler çıkarmaya devam ediyor.

Geçtiğimiz sene yaşanan ve tamamen dostane bir şekilde yaşanan ayrılığın ardında Frusciante’nin solo kariyerine ağırlık vermek istemesi ve farklı müzik türlerine olan açlığı yatıyordu. Grubun geri kalanı anlayışla karşıladı ve Frusciante giderken yerine veliahtını da bıraktı, Josh Klinghoffer.Böylece Klinghoffer konserlerde yer almaya başladı ve en sonunda grubun onuncu albümü I’m with You’da kayıtlara dahil oldu.

Her şeye rağmen, I’m With You, ortanın üstü bir albüm olmaktan kaçamıyor. Frusciante gruba ilk dahil olduğu Mother’s Milk albümünde görülen tam ortamamış kimyaya benzer bir hava var bu albümde de. Anthony Kiedis, Klinghoffer’ın katılımı ardından, “Tartışmaya bile gerek yok, bu bizim için yeni bir başlangıç” demişti. Eğer gerçekten öyle olacak ve Klinghoffer gitarist olarak çalmaya devam edecekse, I’m With You gelecek albümler için bizi fazlasıyla heyecanlandırmaya yetmeli.

I’m With You farklı bir albüm, özellikle benim gibi Californication albümüyle büyümüş bir kimse için. John Frusciante’nin yokluğunu ilk şarkıdan son şarkıya kadar hissedebiliyoruz. John

10


Tarih : 17 Kasım Perşembe Saat : 21:30 Fiyat : 25 TL

11.11.11 Rakun Gecesi Bağımsız plak şirketi RAKUN, kataloğunda albümleri bulunan seslerle GHETTO’da.

Jehan Barbur

Gecenin açılışını bu yılın Haziran ayında kendi ismini taşıyan albümlerini RAKUN’dan çıkarmış olan, kalbürüstü müzisyenlikleri, şarkı yazarlıkları ve performanslarıyla tanınmış Nefes yapacak. Ardından, gitar bazlı sert ama melodik tınıları ve sözleriyle Gren sahne alacak. "İçimdeki İz" adlı ikinci albümünü yayınlayan, 10 yıllık maziye sahip, arabesk, melankolik, bekletilmiş, bekledikçe yıllanmış sounduyla Peyk ise gecenin kapanışını yapacak Rakun gruplarından.

Hayatın İçinden Masalsı Şarkılarla Jehan Barbur GHETTO’DA Beyrut, hayata başladığı nokta. Sonrası şehirlerarası yolculuk… Son durak, bize ses verdiği yer İstanbul. Müzikal yolunu çizmesine yardımcı rollerden biri Bülent Ortaçgil’e ait. “Uyan” ve “Hayat” birbirini takip eden başarıyı destekleyici iki albüm. Erkan Oğur, Vedat Sakman, Birsen Tezer, Fatih Erdemci, Sumru Ağıryürüyen, Pinhani, Gülay, Cengiz Özkan, Jülide Özçelik dinlediği isimlerden sadece birkaçı. Şiirdeki kelimeleriyle ve ruh haliyle Edip Cansever ve filmleriyle Reha Erdem, müzik dışı etkilendikleri arasında. Tüm bunlar Jehan Barbur’a çıkarıyor bizi. Jehan Barbur, hayatın içinden şarkılarıyla 17 Kasım akşamı GHETTO sahnesinde olacak.

Kaybedenler Kulübü: Yalnızlar Partisi Tarih : 24 Kasım Perşembe Saat : 21:30 Fiyat : 20 TL

“Yalnızlar Partisine Hoş geldiniz” 90’lar, fazlasıyla bağımsız, kendi içinde bir radyo programının doğuşuna şahit oldu, Kent FM’den yayınlanan “Kaybedenler Kulübü”… Kült mertebesinde, gönlümüz rahat, başımızın tacı yaptığımız “Kaybedenler Kulübü” geçen yıl filmleşerek sandıktan çıktı. Şimdilerde kahramanlarımız Mete Avunduk ve Kaan Çaydamlı “bi nevi radyo”da internet yayınına devam ediyor. 22 Kasım tarihinde Ghetto’da Kaybedenler Kulübü’nün hayata dönüşünü bu kez Yalnızlar Partisi ile kutluyoruz.

Tarih : 11 Kasım Cuma Saat : 22:30 Fiyat : 20 - 30 TL Tarih : 30 Kasım Çarşamba Saat : 21:30 Fiyat : Tam 20 TL Öğrenci: 15 TL

The Beatles'a Saygı: Meat The Beatles Ikı Parti Bir Konser: Gece GHETTO’da Başlar GHETTO’da Biter Does it Offend You Yeah/ Dan Coop DJ SET/The Red Hood 2010 sezonunda GHETTO sahnesinin altını üstüne getiren Does it Offend You Yeah, bu kez ikinci albümleri “Don't Say We Didn't Warn You” şerefine yine kafa üstünde döndürücü enerjileri ile aynı sahnede olacak. Tarih, 26 Kasım 2011.

En sevilen The Beatles klasiklerini duyacağınız bir saygı gecesi. Çocukluklarından beri The Beatles hayranı olan bir grup müzisyenden oluşan Meat the Beatles gecede, All My Loving, She Loves You, I Wanna Hold Your Hand, Love Me Do, Yellow Submarine, A Hard Day’s Night gibi 40’a yakın klasik seslendirecek. Tam da tarihte bugün, The Beatles ikinc albümleri ile İngiltere’de bir milyon satış rakamına ulaşan ilk grup olmuşken, akşamında GHETTO’da, moptop saçlarımızla, saygılarımızı sunacağız. Tarih : 26 Kasım Cumartesi Saat : 23:30 Fiyat : Öğrenci: 35 TL Tam: 45 TL

11


Bir Hipster’ın Notları Kim Bu Hipsterlar? Ece İşmen

12


Şanslıları ise birer motosiklet edinmişlerdir. Asmalımescit’in arka taraflarında ismini bile bilmediğim, Ankara’da ise (şimdi kapanmış olan) Mono gibi güzide mekanlarda güzel müzikler dinleyip çok pis içen bu insanlara neden böyle üzgün olduklarını sormaya gerek yok. Müzikal açıdan büyük umutlarla beklenen milenyum, onlar için skater emo, scene ve Avril Lavigne gibi birsürü ıvır zıvır ile geldi. Herkese direttikleri grunge hakikaten ölmüştü. Lost Generation büyük bir üzüntüyle Seattle semalarına geri çekildi. Bizim jenerasyonumuza ise Eminem, bin çeşit one hit wonder, Eurovision ve Vampirefreaks düştü. Bol pantolon ve uzun kolluların üzerine tshirt giyen Justin Timberlake ve köylü güzeli Britney Spears döneminden sizleri üzmemek için bahsetmiyorum. No Doubt’un sabit makyajlı hanımı Gwen Stefani’nin albüm değil fashion line çıkarttığı yıllardı dePeki bu hipster dedikleri hadise nereden çıktı? Bü- “Daha ciddi bir açıkyip geçelim. MTV ve Nickoledeon’un paralel bir şekilde tün kaynaklar 1940 ile 1990 yıllarını referans olarak göste- lama getirecek olursak, döneklik etmesinden sonra yardımımıza internet yetişti riyor. Ben 1940’lardan pek hazetmiyorum, o yüzden 90’larde şöyle adam akıllı birşeyler dinleyebildik. Daha sonra dan itibaren hatırladıklarımı size anlatayım. Tabii bütün bir hipsterı oluşturmak hiçbirimizin araştırmaya zahmet etmediği ama (Eline dünyada olan biten şeylerden bahsediyoruz, ve kim ne derse için dört önemli elesağlık Steve Jobs) ipodlarımız sayesinde tecrübe ettiğimiz desin Ed Banger bir Hülya Avşar olamayacak, ama kısaca bir üzere müzikler yavaş yavaş düzeldi. Pete Doherty ve saz arbahsetmekten zarar gelmez. Olay aslında herkesin kendi key- menti doğru yerleştirkadaşları plak şirketlerine tokat gibi cevaplar verdi, Kate fine göre müzik yaptığı güzelim 90lı yıllarla başlıyor. Buram mek gerekir: Öncülük, Moss’u kötü yola düşürdü ve arka bahçesinde magic mushburam teen spirit ve riot grrl kokan bu yıllar, tabii Kurt biraroom yetiştirmeye başlamadan önce bize birkaç güzel alderin intiharıyla başladığı kadar hoş bitmedi. 90ların sonu para, bilinç ve ironi.” büm bıraktı. Indie dönemini açıyorum. Hepimiz “Geç birçok müziksever için “Kurt Cobain’i karısı mı öldürdü?” olsun güç olmasın” dedik, daracık pantolonlarımızı, sıcabaşta olmak üzere birçok büyük kavga sebepi barındırıyorcık süeterlerimizi giydik, Fred Perry çantalarımızı kapıp du. Anne babanızın hala genç olduğu, uyuşturucunun ve arkadaşlarımızın konserlerine gittik. Bir arkadaşımın deyimiyle “Saçları düz, “do it yourself ” müziğin patladığı şanlı yıllar biterken bir grup kendini bilmez notları yüz” çocuklar olduk çıktık. Dikkatinizi çekerim, hala Lindsay Lohan’ın “Grunge is dead” diyerek daha bu gerçeğe alışamamış olanların kalbini kırmaya ayık olduğu yıllardayız. Sonra ne oldu bilmiyorum, ya Bloc Party uyduruk bir başlamıştı. Haklılardı da, Cobain ile birlikte koskoca bir müzik türünün içinde albüm yaptı, ya biz uslu durmaktan sıkıldık, hevesimiz kaçtı. Düştüğümüz boşbirşeyler ölmeye başlamıştı, ama cevaplanması gereken soru, bu ölümün ardın- luktan bu sefer de bizi altın renkli Casio saatleri, v yaka tshirtleri ve alevli dövdan neyin doğacağıydı. Sahte altın küpeli babydoll kızlar, son on yıldır uyku meleriyle sayısız DJ arkadaşımız kurtardı. Dünya gözüyle bir Justice gördük, yüzü görmemiş bassçı ağabeyler bu yanıtı ararken tükendi. Bugün hala Kaş’a Hot Chip olsun, Datarock olsun bunların hepsiyle bir bir tanıştık. Oldu mu, yerleşip de bar açmamış son birkaç tanesini metroda, Tünel’de görebilirsiniz. olmadı. Kıpırdamaya korkan indie temposu ile aspirin niyetine extasy yutmuş En büyük ipucu artık kırklı yaşlarını süren bu efendi insanların kolunda, om- electro müzikler arka arkaya şok etkisi yarattı. İyice aptala döndükten sonra da zunda beliren abuk sabuk dövmeler ve yüzlerindeki Lost Generation bakışıdır. diretilen müziğin yerini keşfedilen müzik fikri aldı. Ama her anlamda pasif (ne demek istediğimi anladınız) indie çocuklarından çok bilmiş hipster veletlerine geçişimiz beklediğimizden daha sert ve biraz da dramatik oldu. Gossip Girl’de Time to Pretend çalması içimizin bir hoş olmasına yetiyorken, True Blood izlerken “Bu ne yahu her dizide teen vampirler yaratıklar bişeyler” diye söylenmekten arkada çalan The Kills’i kaçırdık. Çağımızın vebası Twilight felaketinden bahsetmiyorum bile, o nasıl bir işkencedir yarabbi. İki dönem arasında gidip geldiğimiz yetmediği gibi bir de böyle acayip acayip pop kültürü ürünleriyle uğraştık. Haftasonu dışarı çıkıp da Arkaoda’dan sonra İndigo’ya gidip Kristen Steward suratıyla dönen çok kişi bilirim. Sonunda kalabalıkla birlikte hareket etme, kalabalığın gittiği yerlere gidip kalabalığın dinlediği müziği dinleme işi, yani POP, biraz sıkmaya başladı. (Yeri gelmişken tam zamanında yetişen Julian Casablancas ve Alex Turner’a hak ettikleri krediyi verelim, The Strokes ve Arctic Monkeys olmasaydı yapılacak iş değildi, ‘You Only Live Once’) Herkes kendi doğrusunu çizme yoluna gitti. Parola olarak “I know the best for myself ” dendi ve bunu yapanlar (küçük bir akım olan Kawaii ile aynı anda) artık hipster olarak adlandırdığımız daha düzgün yaşayan, daha birey, daha yaratıcı, daha toleranslı, daha mesafeli ve sonunda daha cool bir kesim halini aldı. Özellikle İstanbul, New York gibi metropollerde bir arada gezen japon turistler kadar ilgi çekici bir grup olduğu için bir anda birçok benzerleri ortaya çıktı. Ama yeterinGeçen gün geciken yazılarla, matbaa ile ilgili falan şakalaşırken uykusuzluğun da etkisiyle kendimize kartvizit çıkartmaya karar verdik. Dergimizin meclis başkanı, genç kızların sevgilisi Mert benim ismimin altına Post Hipster yazmayı uygun gördü. Tabii ki gerçekten kartvizit çıkartmayacaktık, herkes gibi biz de haddimizi biliyoruz, (Kenan Doğulu - Herkes Haddini Bilecek) fakat şu post hipster meselesini düşünmedim desem yalan olur. Herşeyden önce kendimi asla bir hipster olarak kabul etmediğim gibi, post hipster olmam söz konusu bile değildi, “par nature”. Fakat sonra, uzun bir biyoloji dersi sırasında hipsterlığı reddetmenin hipster olmanın ilk koşulu olduğunu farkedip acı gerçeği kabullendim. Mert’in ev ödevi olarak dergiye bir hipster dosyası hazırlamamı istemesi ise tabii ki şaşırtmadı.

13


ce background verdik. Büyük olasılıkla satır atlayarak okuduğunuz bütün bu tarihi bilgi kuşağından sonra biraz hipster yoldaşlarımızı inceleyelim diyorum.

siz yanınızdaki denek ile konuşurken bu bilinci hissedemiyorsanız aradığımız kişi o değil. Eğer son yarım saatte adını duymadığınız bir gruptan (cliché) veya az önce içtiğiniz redbull’un çevreye ne kadar zararlı olduğundan bahsetmemişse, son Bienal’in ne kadar banal olduğundan şikayet edebilmesi için kendisine son bir on dakika daha verebilirsiniz. O kadar bile değilse sizinle konuştuktan sonra Firuzağada bir arkadaşı ile buluşup antika masa lambası alacaksa hala bir şansı var.

Bu işlerde yüzde yüz kavramının geçerli olmadığının farkındayım, dolayısıyla her sakallı nasıl dedemiz değilse her siyah rayban gözlüklü sınıf arkadaşımız da hipster değil, önce bu gerçekle bir yüzleşelim. Evet, o gözlük modeli onlara hiç yakışmıyor ve evet, Woody Allen ile Andy Warhol’u karıştırdıklarında aile terbiyemiz sayesinde şiddet eğilimi göstermiyoruz. Ama bu demek değildir ki bu çok sevdiğimiz arkadaşlarımızı bambaşka bir kültüre mal edelim. Bu ayrımı yapabilmek için hipster dedikleri mevzu neymiş, ne değilmiş iyice bir öğrenmek gerek. Öğrenmek derken wikipediadan bahsediyorum.

Daha ciddi bir açıklama getirecek olursak, bir hipsterı oluşturmak için dört önemli elementi doğru yerleştirmek gerekir: Öncülük, para, bilinç ve ironi. Bir hipster doğası gereği herkesle ortak bir paydada bulunamaz, ve asla, asla bir kültürel aktivitede bulunmak için diğerlerini bekleyemez. Artık bir hipster atasözü haline gelmiş olan catchphrase’i hepiniz duymuşsunuzdur: “I liked ______ before it was cool.” Bu boşluğu herhangi birşeyle doldurabiliriz, Kings of Leon, Mary Jane, Hilal Cebeci, duj. Önemli olan hipster kişisinin öncülüğünü hissettirebilmesidir. Siz yokken o oradadır ve sizin yeni keşfettiğiniz o harika müzik grubunun tshirtlerini iki yıl önce giymiş olan hipster dostunuz artık onları bulaşık bezi olarak kullanıyordur. Bir adım önde olma kuralı aslında göründüğünden çok daha kilit bir kuraldır, bu, cemiyetten birçok hipsterın alaya alınıp elenmesi sonucunu doğuran en pratik kurallardan biridir. En önemli ahlak bekçisi ise hipster kişinin herkesden önce keşfettiği bulguyu (grup, film, kitap,mekan) asla ve katiyen kimseyle paylaşmaması gerektiğidir. Başka bir deyişle, Do not talk about Fight Club kuralı. Bir başka önemli nokta satın alma gücü yani paradır. XOXO The Mag veya Radio Adidas Originals’dan da tanıyabileceğimiz Cihan Şerbetcioğlu’nun bugun bana söylediği gibi, “Parasız Hipster olunmaz. Bohemsen bile olamazsın.” Sizin paranız, ya da ailenizin parası, bir şekilde cüzdanınıza giren para hipsterlık yolunda iyi bir koz olacaktır. Varlığı hoş bir artı olduğu gibi sizi büyük yerlere götürmez, ama yokluğu sizi listeden silecektir. Çünkü o konsere gitmeniz, o tatile çıkmanız, o applicationu indirmeniz gerekmektedir. Telefonunuzda Hipstamatic yoksa dünya üzerindeki hiçbir gözlük sizi onlardan biri gibi göstermez. Hipster olmanın masrafları Sex Pistols dinleyip grup tshirtu almakla kıyaslanamaz. Organik yemekler, iyi şaraplar ve nadir plaklar için bi r i kti rd i ğ iniz paralar dağ olsa yine de dayanmayacaktır. Fakat tabii çılgınlar gibi

Sizin için açtım baktım, subculture diye geçiştirdikten sonra 1940 ve 1990larda şöyle bir bahsedip bol bol alıntı koymuşlar. İnanın hipster cemiyetinin kutsal web sitesi (who needs books when we have blogs?) www.hipsterrunoff.com size daha iyi fikirler verebilir. Ama hazıra konmadan önce bakalım biz nasıl tespitlerde bulunacağız. Vicky Cristina Barcelona’da donuk suratlı Scarlett’den de öğrendiğimiz gibi, önce ne istemediğimize bakmamız gerek. Hipster olduğunu düşündüğünüz insanları tekrar gözden geçirin. Önce gözlüklerini çıkarın. Sonra (büyük olasılıkla cerrahi bir müdahale ile) ipodunu elinden alın. Hayatınızı riske atıp fotoğraf makinesinden vazgeçmesini sağlayın. Saçlarını da bozabiliyorsanız sıra bölüm sonu canavarına geldi demektir: Konuşma. Bir hipsterı daha o farketmeden hipster yapan en önemli detaylardan biri bilinçtir ve 14


birini ciddiye almayarak sizi azıcık çıldırtır. “İroni olsun diye” giyilen Nirvana tshirtleri insana Courtney Love’ın Madonna’nın kafasına ayakkabı fırlattığı sahneyi hatırlatır. “Şakadan” bir haftasonu için gidilen Reina’da hipster diye gönül bağladığınız arkadaşınız Black Eyed Peas ile sarhoş olmuştur. Okulunuzdaki hipster kız “olduğundan fakir” (çevresel bilinç) görünmek için harcadığı parayla bir başka arkadaşını burslu okutabilir. Kızcağız eski görünsün diye yeni sezon Birkin çantasını paralarken siz kan ağlarsınız. Galata’da modacı tanıdıklarınızın yeni kreasyonlarını da “ironi” olsun diye çıkarttıklarını düşünmek istersiniz, ama malesef bu sefer yanılmışsınızdır. Bir süre sonra kafanız karışır, neyin ciddi, neyin saçmalık olduğunu ayırt etmeniz zorlaşır. Bu gibi zamanlarda bir Jager shot öneriyorum. Belirtiler devam ederse sizi her zaman rakı kurtaracaktır, bir büyük açınız.

para harcayıp, Reina’ya gidip bir öğretmen maaşını içmediğiniz kötü içkilerle dolu bir masaya bırakmaktan bahsetmiyorum. Zaten buraya kadar okuduysanız Reina’nın no-no bir hadise olduğunu anlamışsınızdır. O paranın (büyük bir kısmı eğitiminize gitmek üzere) nasıl harcanacağını iyi bilmeniz gerekecek, yoksa küçük bir Helin Avşar’a dönüşmeniz an meselesi. Bu da bizi kritik bir maddeye getiriyor: Bilinç. Bir hipster ne yaptığını, neden yaptığını çok iyi bilmelidir. Mainstream nefretini size açıklayamadığı sürece yatacak yeri yoktur. Lady Gaga yerine gay icon olarak Robyn’i görüyor olabilirsiniz, bu tahmin edilebilir olmakla beraber size büyük bir bonus getirecektir fakat Gaga’yı tercih etmeme sebebinizi ve Robyn’in Call Your Girlfriend öncesi dönemi ile kıyaslanmasını etkili bir arguman ile sunamıyorsanız arkadaş ortamınızdan MTV Cribs kameramanları gibi kovulursunuz. Bir daha da statusunuz like yüzü görmez. Bu bir hipster ile normal, tarz sahibi aklı selim bir vatandaşı ayıran en ince çizgidir. Neden vejetaryan olduğunuzu bilmiyorsanız hergün Steakhouse Burger yeseniz de farketmez. Elinizdeki parayı nasıl harcayacağınızı bilmiyorsanız bu durum sizi arkadaşlarıyla otururken masaya aniden arabasının anahtarını koyan dallama haline getirir. Hipster veya değil, medeniyetin bir parçası olmak için artık adam olmak konseptini kafanıza yerleştirmiş olmanız gerekmektedir. Her hipster gibi siz de işinize gücünüze bisikletle gittiğinizde, bisikleti kenara atıp bir taksi tutmamanızı sağlayan irade işte bu bilinçten gelir. Sağlığınıza ve çevrenize yaptığınız katkının bilinci size takside “Bu Fener’in hali ne olacak ağbi?” muhabbeti yapmayı çok görür. Neyi neden yaptığınız kendinize açıklayabildiğiniz an ise evrenle barışık, karması nispeten düzgün bir insan haline gelirsiniz, ki, çoğu hipster kardeşimize suratlarındaki “Look at all the f*cks I give” bakışını kazandıran da yine aynı bilinçtir.

Bu dört altın kuraldan alınacak büyük ders, öncülüğün ve ironinin hipsterlık müessesesini ayakta tuttuğudur. Hipster cemiyeti olarak isimlendirebileceğimiz bu grup, kendi aralarında homojenleşmeyi en büyük şikayet sebebi haline getirirken ait oldukları coğrafyanın büyük pastasında küçücük bir (light) kremalı dilim olduklarının farkında değildir. Dönem olarak bir objeyi herkesten önce bulup, elde edip, kendisi ve çevresi için maksimum entellektüel verimi almaya odaklanan bu aziz dostlarımız, bilinçaltında rekabetin aşırılaşması (sonuçta bütün hipster hemşerileri aynı arayıştadır) ile bu geziden eli boş dönmeye mahkum hale gelir. Bu noktada kısır döngünün önlenmesi amacıyla ironi unsuru devreye girer. Böylece hipster arkadaşımız herkesin gittiği filmlere giderken kendisini suçlu hissetmediği gibi, daha sonra kimsenin duymadığı bir film ile bu filmi kıyaslayarak bütün arkadaşlarını uyuz edecektir. İronik olarak tabii. Eğer hipster nedir, ne değildir gibi konuları azıcık da olsa aydınlatabildiysek ben kendi olmazsa olmaz hipster özelliklerimi listelemeyi tercih ederim, just for the fun of it.

Gelelim anlaması, açıklaması en zor şıkkımıza: İroni. Gerçek bir hipster, buraya kadar okuduğunuz şeyleri yaparken, büyük olasılıkla bunların hiç15


16


Hipsterness 101: Çoğunluk kürk giyimine tamamen karşı ama ben burada tavşan kürkümden vazgeçemiyorum ve “ironi” joker hakkımı kullanıyorum.

Organik yemek yeme alışkanlığı. Gerçek bir hipster içinde ne olduğunu bilmediği bir yiyeceği asla tüketmez. Telefonunuza Whatsapp’dan önce Instagram yüklediğinize emin olun.

Orhan Gencebay dinleyin. Herhangi bir yerde Rihanna klibi paylaşacağınıza Posta gazetesine aşk şiiri yazıp gönderin.(Yapan arkadaşlarım yok değil.)

Bira yalanı. Bira dandik bir içecektir. Dil Bilgisi. Düzgün konuşmayan bir hipster düşünülemez.

Biliyorum, o gri Chanel oje her kıyafete uyuyor, ama hem herkesde var, hem de Chanel yeni seri çıkardı. Yeni favori renk çok acayip, sarılı yeşilli allı pullu ama yine de güzel. Like it before it gets cool.

Fotoğraf makinesi . Özellikle analog ise, hele bir elinden almayı deneyin. Politika. Politikayla aşırı ilgilenmesine rağmen apolitik olmayı seçen hipsterlar kuşağı, ironi mi değil mi bilinmez.

Sanat hakkında bol bol konuşsanız bile namedropping yapmayın.

Altın Madde: TUMBLR. O olmadan bir hiçsiniz ve bunu biliyorsunuz.

Icanteachyouhowtodoit dendiğinde boş boş bakmayın, Thoughtcatalog dendiğinde favori yazarınızı belirtin.

Hazır başlamışken Tumblrda kendi gore blogunuzu oluşturup kendi GIFlerinizi yapabilirsiniz, gerçekten çok keyifli. Ama blog url’nizi kimseye söylemeyin.

One Word: Apple. Mac, Pro, şu, bu farketmez. Apple olsun bizim olsun. Abuk kısaltmalardan kaçının. Asmalımescit’e Asmalı, Facebook’a Face diyeceğinize hiç konuşmayın.

Gece hayatı. Haftaiçi Küçük Otto, haftasonu Minimüzikhol. Repeat. Kültür. Özet geçmek gerekirse, Facebook’ta Movies kısmına Inception ve Eat, Pray and Love filmlerini koyan arkadaşlarınızı hipster olsun olmasın, silin. Onun yerine iphoneunda imdb applicationu olan arkadaşlar edinin.

Moleskine. Küçük, çizgisiz bir kırmızı ciltli moleskine defteriniz olsun. Ve bu defteri yanınızda taşıyın. Şartlar ne olursa olsun, camsız gözlük kullanmayın. Gerekirse numarasız cam kullanın.

Yeri gelmişken sosyal ağlar: Facebookta saçma sapan video paylaşanı engellemek serbest. Twitter’da yerli yersiz mention yapanı engellemek serbest. (Klasik internet kuralları geçerli)

Her konsere sevgilinizi götürmeyin, götürürseniz de ilk/son sevgilinizmiş gibi davranmayın. En az iki dil öğrenmeye çalışın.

Ayakkabı ve giyimde iyi malzeme kul-la-nı-la-cak. Eğer olur da H&M giymeye karar verirseniz, bu Türkiye mağazasından olmasın. (Berlin tercihiniz artı puan kazandıracaktır.)

Festivallerde stage access edinin.

Alison Mosshart’ın giyim hakkında söylediklerini hatırlayın, baştan aşağı Givency giyinmiş birisi yalnızca çok para, az hayalgücü anlamına gelir. Düz olmayınız.

Davetler. Orada olun. Tek başınıza koskoca galeride dikilseniz bile. Hatta, tek başınıza olmanız daha bile iyi. Asla, ama asla, ama asla Ugg giymeyin. Asla. Çıplak ayak gezmeniz daha saygıdeğer bir davranış olacaktır.

17

eceismen@kutudergi.com

Lokal grupları dinleyin. (Nekizm, Büyük Ev Ablukada vb) ve lokal dergileri takip edin. (XOXO, Size vb)


panoptİsİzm Biri Sizi Gözetliyor Ali Yasin Gürcan

18


19

aliyasingurcan@kutudergi.com

İştahla mideye indirilen bir öğün sonrası yakılan sigaranın hissettirdiği Toplumsal gelişimin temellerinin sağlandığı şartlar, beraberinde ekonodoymuşlukla girdim o gün yarı açık kapıdan odama. Ekim rüzgarının diken diken mik kalkınmayı da getiriyor şüphesiz. Kişinin ussal aydınlaması olmaksızın zenginettiği tüylerimi yatıştırmak adına geçtiğim cenin pozisyonuna bir de odayı boydan leşme ise bireyi sadece fazla doyurulan köleler haline getiriyor. Ekonomi politiğinin boya dolaşmam eklenirse, kendimi bile utandıracak bir vaziyet içerisindeydim. sadece alış-veriş özgürlüğünden ibaret olduğu çağdaş toplumlarda çalışanlarını Dışarıda sigaramın keyfini sürerken, kapımın açıklığını fırsat maliyet kaleminden farksız gören kurumlar nezdinde, ussal bilip gizlice dolabıma sızan birbirinden muzip iki arkadaşımın fazla önem arz etmiyor. Tam verimle çalışan top“Özellikle son günlerde, aydınlanma da benimle aynı düşünceleri paylaştıklarını, ancak hazırladıkluluktan daha fazla arzu edilir bir kitle istenmediğine göre, yükselişte olan condoları sürprizden sonra ögrenebilirdim. İki kişinin bir dolapta ne çağdaş mimarinin panoptik işaretler taşıması şaşılası değildir. kadar komik pozisyonlar alabileceğini bile hiç düşünmeden, minium, veya rezidans Bahsedilen şey, sadece şirketlerin insanları tektipleşkomik vaziyetime bahaneler uydurma absürdlüğünde bulmuşkültüründe camekan ya- tirmesi, yabancılaştırması değil fakat, ekonomik ihtiyaçların tum kendimi. Birbiri ardına patlatılan kahkahalardan sonra, aktöre demirbaşı Aisopos edasıyla söylemlediğim “Gözetlenpılar, (veya plazalar) hem yoğunlukla şirketlerce karşılandığı veya şirketlerin devletleştiği çağdaş toplumda, panoptik mekanizmaların uygulanışının mek istemediğin alanın, özelindir” tümcesiyle olayı tatlı anılar ikamet edeni hem de bina genellikle bu kurumlar aracılığıyla gerçekleştirilmesi. Bir defterime düştüm. dışındakileri hapseden bir ofiste, beyaz yakalıların küçük masalarına hapsedilmesi ve diğerlerinden paravanlarla ayırılması, ayrıca patronlarının Çalılığa uzanmış, avını dikkatle izleyen çöl aslanı otokontrol mekanizması daha yüksek noktada, bütün çalışan masalarına hakim bir misali, bilinçaltımın bir yerlerinde pusuya yatmış başkaldırı pozisyonda konumlandırılması, bu sistemin aşikar örneklerinyaratıyormuş izlenimini potansiyeli, avı olan “müdahale”nin, kendi alanına girmesini den biridir. Orta öğrenimimi geçirdiğim bir devlet okulunda bekliyordu harekete geçmek için. İnsanın, öznelliği üzerinde veriyor bana.” öğretmenimin, bütün sınıfı öğretmene gösterebilen ayna dötahakküm kurarak, onu nesnesi haline getirmeye çalısan her şeme düşüncesi bile hafızamda yer eder bu hususta. Özellikle türlü toplumsal araca karşı, tarihin başından beri savaşım verson günlerde, yükselişte olan condominium, veya rezidans kültüründe camekan diğini okumuştum biryerlerde. Sonucunda bütün tarihi sonlandıracak bir savaşım... yapılar, (veya plazalar) hem ikamet edeni hem de bina dışındakileri hapseden bir Yukarıda bahsi geçen küçük olaylar üzerine pek kafa yoran bir insan değilim ama otokontrol mekanizması yaratıyormuş izlenimini veriyor bana. Belki de sadece ben, bazen, bu küçük olaylar, bilinçaltımın bir yerlerindeki o “başkaldırı” potansiyelini oturduğum apartman dairesinin perdelerini çekme ihtiyacı hissediyorum veya göztetikliyor ve ben de avına atılan aslanmışçasına saldırganlaşıveriyorum. Nihayetinleniyormuşum hissine kapılmadığım bir çalışma ortamı arıyorum. Fakat, bir gün bir de, nesnelleşmek istemeyen atalarımın evladıyım. Bayrağı taşımanın zorunluluyerlerde bütün bir sokağın hakim olduğu bir otel odasında kalırsanız veya eğitmenğundan değil ama “birey” olmak isteyen insan evladının varoluş çabasının yegane leriniz tarafından rahatça gözlemlenebildiğiniz bir okul meydanında gezinirseniz, silahını, başkaldırı ruhunu taşıdığım için bu saldırganlığım. Çağdağlaşmayla birbenimle ortak duyguları paylaşabilirsiniz. likte, ilerleme endişesi taşıyan toplumların tektipleştirdiği üyelerinin isyanlarından anlaşılacağı üzere, pek çok insanın bu ruhu taşıdığına kani oldum. Çağdaş top Modern mimarinin tahakkümvari heybetine bir isyan değil fakat bunu lumda, zenginleşmeye kadar indirgenmiş kalkınma ve ilerleme hırsı araçsallaşmış, oluşturmaya çalışan bilinçli art niyete bir sitem benimkisi. Elbette insanların, buinsanların en yüce duygularını bile baskılar hale gelmiş hatta, her gün tanıklığını lunduğu mekanlaredebilecekleri şekilde anıtsallaşmıştır. Uygarlıklar tarihinin en başından beri mimari da önlerini görebilşölen, tahakkümün, özne-nesne ilişkisindeki aracı rolünü üstlenmiştir. meleri şart. Ancak, en azından insan Akademik olarak, panoptisizm kavramı, Michel Foucault tarafından, lara kendilerini Jeremy Bentham’ın panoptik hapishane dizaynından ilham alınarak irdelenmişir. herkese ifşa etmek Ortası boş bir daire çizilir ve kenarlarına duvarları, hücreleri alacak şekilde bir bina zorunda olmadığı, dizayn edip, boş dairenin ortasına da bir gözlemci kulesi dikilirse, istenen panoptik yani kendi olduğu hapishane inşa edilmiş olur. Konseptin amacı ise gözlemciye, mahkumlara hakim olabileceği net bir gözlem alanı yaratırken, mahkumların gözlemciyi farketmemele- bir alan yaratmak rini sağlamak. Bu sayede mahkumlar, izlenildiklerinin farkında fakat, izleyenin kim için, pencerelerine olduğundan habersiz, kendi otokontrol mekanizmalarını geliştirmeye başlarlar. Ku- çekebilecekleri bir perde vermektir, rallara karşı gelme korkusunu içselleştiren mahkumların, yetke tarafından disipline benliği duvarlara edilerek, bilinçaltındaki başkaldırı potansiyeli yok edilmeye çalışılır. Normlarının hapsetmek değil. bilincinde olan astlarla ve her daim tam hakimiyet kuran üstlerle, hiyerarşi yaratılmış olur. Son kertede, özneleşen üstler, astları kendi nesneleri haline getirirler. Hiye- Aksi durumda, öznelliğin verilmediği rarşi ve disiplinin, modern toplumların gelişiminde temel bir yer edindiğini söyler her ortam, özgürlük Foucault ve panoptik hapishane modern insanın bunalımını anlamada sağlam bir sevdalısı her birey prototip oluşturur. için Bastille oluverir.


TREVANIAN Az Bilinip Çok Sevilen Sanatçı: Nam-ı Diğer Trevanian Oğulcan Açıkel

20


21

ogulcanacikel@kutudergi.com

Hakkında kolay ve kesin bir fikir yürütebileceğiniz şeyler vardır. Ya Buraya kadar bu insanın yazılarının yarattığı hissiyattan bahsedip, beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz. Midye, ice tea limon, vapur yolculukları elimden geldiğince “okumuş kadar olduk” durumuna getirmeye çalıştım şu ya da Trevanian gibi... Yoksa Nicholas mı demeliydim? Belki de Rodney... ana kadar okumamış olanları. Hayatı, yaşamı, yaptıklarından bahsetmek işin Neyse, her şey sırayla. Ne diyordum ben? ...hah! Trevanian da işte hakkında formalitesi olsa da bir kaç takma isimle yazmış olması gene de biyografisini böyle kolay bir fikre sahip olabileceğiniz bir yazardır. Onu ilginç kılıyor. okuyanlardaki genel görüş ise ne olursa olsun onun okunHakkında kolay ve İsterseniz sonlandırmadan önce de biraz yamaya değer bir yazar olduğudur. Yazıları kadar hayatının da kesin bir fikir yürütebişamından bahsedeyim. Gerçek adı Rodney William ilgiye değer olduğunu düşündüğümden Kutu’da bu yazarı Whitaker olan nam-ı diğer Trevanian Amerika’nın leceğiniz şeyler vardır. tanıtmak istedim. York eyaletinde doğdu. Eserlerini pek çok isimde Ya beğenirsiniz ya da New Hayatına geçmeden önce yazıları ve kişi üzerinde yazdı. (Eserler kısmında buna daha çok değineceğim) beğenmezsiniz. Midye, Bir yerden sonra coğrafyasına aşık olduğu Amerika’nın yapabileceği etkilerden bahsedelim en iyisi. Trevanian’la tanışmam tesadüfi bir şekilde oldu ve gönüllü bir şekilde ice tea limon, vapur toplumsal olarak yozlaşmakta olduğunu hissetti ve ülkedevam etti. yi terk edip Avrupa’ya yerleşti. Bask dağlarına bakan bir yolculukları ya da Tre- evde yazılarına devam etti. Farklı isimlerde yazdığından Trevanian genelde polisiye-macera türünde yazar. bahsetmiştik. Yazılarının isimleri değiştikçe yazdığı kovanian gibi... Eserlerindeki olaylar kurmaca olsa da mutlaka keşfedilecek nular ve tarzı da değiştiğini belirtmek gerekli. Bu kadar gerçek parçaların, yazısına ilginç detaylar şekilde yerleştirilünlü bir yazarın kimliğini gizli tutmak için yaptığı küçük miş olduğunu görürsünüz. Yazılarında hep farklı kültürler, farklı yerler, fark- numaralar elbette vardı. Bunlardan biri yakın bir arkadaşınını onun yerine lı uğraşların detayları hikayeyi götürür. Karakterler de bulunduğu ortama en geçmesine izin vermekti. Hatta yazarın kendi söylediğine göre “Rolünü çok insancıl şekilde uyum sağlamış insanlardan oluşur. Sanki Trevanian, eserleiyi yapıyordu ve çok geniş bir hayal gücüne sahipti. Çünkü kitaplarımın hiçrindeki kişileri daha esere başlamadan önce birer birer yetiştirip incelemiş, birini okumamıştı. Şanslıydım ki gazeteciler de okumamıştı.” Trevanian’ın yazılarına onları birer birer tanıdıktan sonra koymuş. “Katya’nın Yazı”ndaki işini kolaylaştıran diğer bir olaysa bir sahtekarın New York Times’ı kendini doktorun gençliğinden gelen ve ana hikayeye pek bir katkısı olmayan ilgi Trevanian olduğu konusunda ikna etmesi. Ancak Trevanian’ın da dediği çekme merakı bu duruma güzel bir örnektir. Şöyle diyeyim bir filmde gerek gibi onların Trevanian’ı bilmediği çok belli. Çünkü eğer onu gerçekten tanıolmadığı bir durum dışında hiç bir karakter öksürmez, Trevanian’ın eserlesalardı, onun kimliğini asla açık etmeyeceğini de bilirlerdi... rinde ise öksürür. Sadece yazmak uğruna yazan bir yazardı Trevanian. Yazmanın Yazılarında tespitler önemli bir yer taşır. Yarattığı karakterlerin en getirdiği saf mutluluk onu pek çok günümüz yazarından üstün tutar bence. basit olaya vereceği tepkilerin nedenlerini açıklar. Bu nedenler genelde hep Kullandığı diğer takma isimler ise, Nicholas Seare, Benat LeCagot idi. Bu bildiğimiz ama düşünmeya gerek duymadan atladığımız şeylerdir. En bekarada belirtmeden geçemeyeceğim yayınladığı ilk eser İnfazcı beyaz perdeye lenmedik anda hikayeyle bağlantıyı kesmeden tespitini yapar ve okuyucuda aktarıldı. Aynı zamanda ise resmi sitesinde baş eserlerinden sayılan Şibumi bir “Vay be! Gerçekten de...” hissi yaratır. Olayları daha fazla hissettiren bu ve Katya’nın Yazı’nın da filmlerinin çekilmesi bekleniyor. teknik aynı zamanda karakterleri yanlış yorumladığımda utançla karışık bir şaşkınlık yaratır beynimde. 14 Aralık 2005 tarihinde İngiltere’de kronik bir akciğer rahatsızlığından ölen yazarın mezar yeri vasiyetine bağlı kalınarak Eserlerindeki bir diğer özellik ise olaylar ne kadar dramatik, ne açıklanmamıştır. kadar ciddi olursa olsun rastlayabileceğiniz ve ilginç bir şekilde ortamın melankonisini bozmayan komikliklerdir. Burada mizahını bir espriler dizi Bu harikulade ve okunmayı kesinlikle hakeden yazarı okumanızı sinden çok beklenmedik karakterlerin söylediği beklenmedik sözler şeklinde tavsiye ederim. Onu okudukça her şeyi gizli olan bu yazarının aslında özetlemek daha doğru olur. hayatının kitaplarda saklandığını fark edeceksiniz.


Filin Seyir Defteri ve Lüferler Sanat ve Yaratıcılık Hakkında Naz Cuguoğlu

22


O aralar fil olmak kolay değil ama neyse ki lüferler var diye düşünüyorum. Düşüncelerimle ilişkimiz inişli çıkışlı ama seviyeli. Ta ki lüfer bana dönüp “bu sanat mı?” diye sorana kadar. Duymamış gibi yapıyor, karpuz heykeli çok ilgimi çekmişçesine uzaklaşıyorum. Düşüncelerimle olan ilişkimizi gözden geçirme kararı alıyoruz. Lüferler yerdeki kurşunların sanat değerini tartışırken, ben aylar öncesine gidiyorum. O aralar insanların bir sandviç alabilmeleri için yüzlerce karar vermeleri gereken bir ülkede seyrediyorum. “Tavuk mu ton balık mı? Parmesan mı mozarella mı? ” diye düşünüyoruz. Soğuktan burnumun düşme tehlikesini göze alarak Boston Sanat Galerisi’ne gidiyorum. Çünkü düşüncelerimle hemfikiriz o zamanlar, biz sanatın her halini çok seviyoruz. Her şey iyi gidiyor, burnum düşmüyor mesela. Fakat galeride gezerken tek tek düşüncelerim ceplerimden düşmeye başlıyor. En son Antonio “Lopez Garcia’nın Musluk ve Ayna”sına bakarken bir de bakıyorum ki hepsi gitmiş, yapayalnız kalmışım. Bildiğin bizim evdeki musluk, bizim evdeki ayna diye haykırmak isteyen düşünceleri kışkışlıyorum kapıda. İşte ben sanat hakkında düşünce travmamı ilk böyle yaşıyorum. Artçı şoklar, karar gerektirmeyen sandviçlerin olduğu, martıların vapurlarla yarıştığı o ülkede yaşanıyor. Lüfer bana Kanadalı kareograf Dave St-Pierre’in “un peu de tendresse bordel de merd”ini izletiyor. Bana göre açılımı, birkaç arkadaş bir araya gelip çırılçıplak soyunup bir güzel yağlanıp yerlerde yuvarlanmak. Lüferle birbirimize bakakalıyoruz. “Ne diyorsun? ” diyor. “Bilmiyorum” diyorum, bir de “özgürlük” gibi bir şeyler çıkıyor ağzımdan. İki saat tartışıyoruz. Hiçbir yere varamıyor, acıkıyor, ton balıklı sandviç yeme kararı alıp konuyu kapatıyoruz.

karşı gelen çırılçıplak lüferlerin saldırısına uğruyorum. Uyanınca biraz Freud hakkında düşünüyor, hayatıma devam ediyorum.

Gece yatmadan ben tekrar Erika Janunger’in “Weigtless” vidyosunu izliyorum. Yine, yeniden, tekrar, defalarca kendimden geçiyorum yerçekimi kurallarını hiçe sayan dansı karşısında. Neden diye soruyorum kendime, cevap bulamıyorum. Uykumda yağlı vücutlarıyla yerçekimine

23

nazcuguoglu@kutudergi.com

Birkaç ay sonra travma sanrıları tekrar baş gösteriyor. Sınıfta David Shields’ın Reality Hunger’ını tartışıyoruz. Shields edebiyat alanında uygulanmış kuralları ihlal ediyor. Bilgi hırsızlığı bir yaratıcılık aracıdır diyor, oradan buradan aldığı kısa ve kışkırtıcı düşünceleri sıralayıp kimseye referansta bulunmuyor. Bence Shields sadece sıkılıyor. Sadece o da sıkılmıyor. Mesela “What Every Man Thinks About Apart From Sex” kitabının yazarı Sheridan Simove da sıkılıyor. O kadar sıkılıyor ki kitabın sayfalarını bomboş yapıyor. İnsanların çaylarını sütlü içtiği bir ülkedeki sıkılan muhtelif ölümlüler de kitabı çok satanlar listesine taşıyor. 4’33’’ün bestecisi John Cage de sıkılıyor mu acaba ki müzisyenlerin üç bölüm boyunca enstrümanlarını hiç çalmamalarını istiyor ? Bilemiyoruz. Belki onlar da bir gün bir sanat galerisinde sergilenen musluğa bakıp, sanat nedir yaratıcılık nedir diye çıldırıyor. Onu da bilemiyoruz. Bu düşünceler beynimin bir lobundan öbür lobuna heycanla zıplarken rehber “Bu karpuz insan kellesini simgeliyor” diyor, anlıyorum tekrar 12. İstanbul Bienali’nde seyretmekteyiz. Lüferin biraz önce gösterdiği Simryn Gill’in “Benim Özel Angkor”um eserine tekrar bakıyorum. Sanatçı Kuala Lumpur’da inşaatı tamamlanmamış evlerde hırsızlar tarafında duvarlara dayalı halde bırakılmış camların fotoğraflarını çekmiş. Yapılan röportajda neden diye sorulduğunda, ışık ve camın güzelliğinden, bir de keşfetmeye duyduğum hazdan demiş. Lüferlerle dakikalarca tekrar tekrar tartışıyoruz. Ben aslında çok başka şeyler söylüyor ama hep tek bir şey söylemek istiyorum: Sıkılmışlar ve haklılar. Biz de sıkılmadık mı? Çıkıp vapurları seyredip çamlıca gazoz içiyoruz. Filin seyir defterini bugünlük sonlandırıyoruz. Hepimize iyi sıkılmalar ve sanatlar.


HAYALİFENER Kynodontas: Köpek dişiniz düştüğünde evden ayrılabilirsiniz Hakan Özyılmaz

24


Üç genç beyaz bir banyoda beyaz kıyafetler içerisinde oturmaktadır davranışlar sergileyen, kişiliksiz bir türe dönüşüyorlar. ve kasetçalarda “günün kelimeleri” sıralanmaya başlar. Kasetteki ses “deniz”i Film gerçek anlamda bir kara mizah örneği. Ailelerin geciktirmekte tahta kollukları olan deri bir koltuk, “otoyol”u sert bir rüzgar, “tüfek”i de ısrar ettiği bu dış dünyaya maruz kalma olayının kaçınılmazlığı ve gerekliligüzel beyaz bir kuş diye tanımlar. Şehir dışında hiçliğin ortasında yüksek ğini ortaya koymak amacıyla absürd olma pahasına bu konuyu en uç nokduvarlarla korunan cennetvari bir evde yaşayan bu çocukların aslında ailetasından ele alıyor. Masumiyete gönderme yapmak için leri tarafından kasıtlı olarak yanlış kelimelerle, dış dünyayla kullandığı aşırı beyazı üzerine sıçrayan kanlarla resmediiletişime tamamen kapalı bir şekilde sadece kendilerinin “Yunanistanlı yönetyor yönetmen. Yirmilerini aşmalarına rağmen sürekli iç uygun gördükleri değerlere göre yetiştirildiğini anlamamızı men Lanthimos’un çamaşırlarıyla dolaşan çocuklar birbirlerine zarar vermeksağlayacak süreç böylece başlamış olur. da cinsel temasta bulunmakta sakınca görmüyorlar. isimsiz ailesi çocuk- teNeyakadar dış dünyadan bağımsız dursalar da kendi Her ebeveyn çocuğu için en iyisini ister ama en iyi denilen şey ailenin ve aslında toplumun belirlediği sınırlar larının “iyiliği” için çatışmalarını ve şiddetlerini yaratarak dış dünyadan çok içerisindeki görece “en iyi”dir. Çocuklarını iyi yetiştirmek totaliter olmakla kal- da farklı bir yerde konumlanmadıklarını göstermeye çalışıyor yönetmen. adı altında onlara işkence eden burjuva ailelerle bir çok mayıp çocukları için ortak noktası olan fakat bu gruptan keskin bir şekilde ayDikey olarak uzatılmış çekimlerle karakterleri rılmayı başaran bir aile var karşımızda. Yunanistanlı yönetfarklı bir gerçeklik bir insandan ziyade uzun boylu bir primat olarak görümen Lanthimos’un isimsiz ailesi çocuklarının “iyiliği” için yaratıyor.” yoruz. Yönetmenin güzel oyuncular seçmesi yine fiziksel totaliter olmakla kalmayıp çocukları için farklı bir gerçeklik olarak farklı bir insan türü yaratma çabasından kaynak-hatta buna ayrı bir evren bile diyebiliriz- yaratıyor. Sonuç ise üzerlerinden geçen uçakların maket olduğunu zanneden, kedinin insan lanıyor muhtemelen. Oyuncuların ekseriyetle “kafasız” olarak görüntülenyiyen vahşi bir yaratık olduğunu düşünen, gece kabus gördüğünde hala anne mesinin de sadece itaat etmesi öğretilen ve beklenen bu çocukların içinde babasının arasına yatıp onlara sarılarak uyuyan, cinselliğin ne olduğuna d air bulunduğu acınası hali vurgulamakta kullanılan zekice bir taktik kesinlikle. hiçbir fikri bulunmayan, kendi kendilerine tehlikeli oyunlar yaratan bir grup Bir çok prestijli film festivalinden ödül ve adaylıklar alan film yetişkin çocuk oluyor. Ebeveynler çocuklarının masumiyetlerini kaybetme- 2009’da Cannes Un Certain Regard ödülüne ve 2011’de Oscar adaylığına meleri, çocuk kalmaları için ellerinden geleni yapıyorlar fakat çocuklar tam layık görülmüştü. da bu amaçla gördükleri şiddetin yansıması olarak şiddete eğilimli, dengesiz

25


The Tree of Life: Bize hatırlayabileceğimizin öncesinden bir hikaye anlat

“Ben olmayınca bu güller, bu serviler yok. Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok. Sabahlar, akşamlar, sevinçler tasalar yok. Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok.»

canlı, yıldızlar, gezegenler sorgusuz sualsiz var olmanın tadını çıkarıyorlar. Varlıklarının sebebini ya düşünmediklerinden ya da bu soruyu çoktan geride bıraktıklarından daha da bir “var”lar, daha gerçekçiler. Daha sonra insan geliyor dünyaya ve bitmek tükenmek bilmeyen fakat en temellerinin cevabını asla bulamadığı sorularını sormaya başlıyor. İnsanla birlikte evrende tanrının da varlığı sorgulanmaya başlanıyor. “Biz kimiz? Neyiz? Senin için ne anlam ifade ediyoruz? Nasıl? Neden?”... İnsanın aslında evrenin kendisi kadar karmaşık ve bir o kadar akılalmaz bir canlı olduğunu görüyoruz. Her ne kadar bu dünyaya doğmuşsa da kendini bu dünyaya yabancı hisseden, doğayla bütünleşmek yerine onu kontrol etmeye çalışan, bilgiyle ve zamanla tanrıya yakınlaşmaya çalışan, kendisini yarattığına inandığı tanrıyla yüzleşme fırsatı arayan, kayıp ve tuhaf yaratıklar olarak çıkıyor insanlar karşımıza. Senarist-Yönetmen Malick Teksas’ta geçirdiği çocukluğundan esinlenerek

Tıpkı Ömer Hayyam gibi Terrence Malick de evrenin insanla var olduğuna, anlam kazandığına inanıyor. Tree of Life aslında baştan sona bununla ilgili, insanın evrendeki yeriyle. Hep var olduğuna, hep var olacağına inanan, ölümden korkmak yerine ölümü başka bir evrene geçiş olarak nitelendirip içselleştiren, sürekli merak eden, araştıran, hayran kalan, aşık olan, acı çeken zihinlerin giderek değişmesi, gelişmesi, evrilmesi ve tüm bu öğrenme süreci içerisinde kaybettiği şeylerin yasını tutmasıyla alakalı. Büyük Patlama’yla başlayan bu muhteşem oluşumun her bir evresine tek tek tanıklık ederken, dünyayı başıboş kendi kendine eğlenirken izliyoruz. Envai çeşit 26


insanın bu dünyadaki hayatında en fazla şaşırdığı, öğrendiği ve her türlü duyguyu şiddetle yaşadığı o döneme, çocukluğa yaklaştırıyor bizi.

months, I dreamed of skies, rivers, emergence of life, tenderness of brotherhood, father and son relationship, loving mothers, rising suns...

“Bu varlık denizi nerden gelmiş bilen yok; Öyle büyük bir inci ki bu büyük sır delen yok; Herkes aklına eseni söylemiş durmuş, İşin kaynağına giden yolu bulan yok.”

Filmdeki başarılı atmosferin yaratılmasındaki başka bir önemli etkense oyuncuların üstün performansı. Bir çok eleştirmene göre Brad Pitt kariyerinin en iyi performansını sergilemiş durumda. Çocuk oyuncuların kendi aralarında olduğu kadar ebeveynleriyle olan ilşkilerindeki uyum mükemmel. Jessica Chastain ise neredeyse-melek anne rolünde kesinlikle harikalar yaratıyor. Duruşları ve bakışlarıyla karakterlerin kim olduklarını, neyi temsil ettiklerini çok iyi algılayabiliyoruz.

Malick’in en büyük başarısı böylesine derinlikli bir hikayeyi anlatacak metot ve kurguyu çok iyi belirlemesi. Belirli bir sahne veya diyalog algısı olmadan akan görüntülerden, iç seslerden, kısa konuşmalardan oluşuyor film. Bu durum ana akım izleyicileri için her ne kadar sıkıcı gelebilecek olsa da filmin anlatmak istediği şey bir hikayeden ziyade bir tema olduğu için yaşadığımız evrene dair aklımıza gelebilecek her türlü imajı filmde görebiliyoruz. Sanki evrenin fotoğraf albümüne bakıyormuşuz gibi tuhaf bir his yaratmayı başarıyor böylece Malick. İzleyiciye açıklamalarla düzenli bir kurguyla hitap etmek yerine, mesajını doğanın kendisi gibi rastgele ve üstü kapalı biçimde veriyor dolayısıyla akıldan çok duyguları harekete geçirmeye çalışıyor yönetmen. Bu amaçla Alexander Desplat’nın hazırladığı film müzikleriyle Malick’in film için seçtiği parçaların yeri ayrı önem kazanmış çünkü mükemmel biçimde akan resimlere eşlik eden bu parçalarla film adeta kendi ruhunu yaratıyor. Bu ruhun yaratım sürecinin mimarlarından Desplat şöyle diyor:

Tamamen hayatın kendisine, var olmaya adanmış sanatla dolu bir filmle karşı karşıyayız. Filmin sanatsal değerini ancak şöyle özetleyebilirim: Üç farklı sanat galerisine gidin, ardından operaya gidin, sonra bir resitale, ordan çıkın sinemada Brad Pittli bir film izleyin, gittiğiniz kitapçıda felsefe ve psikoloji bölümlerine bir bakın, Jessica Chastain’in monologu olsun tiyatroda ona da uğrayın ve üstüne bir bardak soğuk su için. Klişe bir söylem vardır hani “sanat şöleni”, işte onun tam olarak karşılığı “Tree of Life”. Desplat’nın filmle ilgili yorumu şöyle devam ediyor: After watching the Tree of Life, you will never look again in the same way at the minuscule feet of a baby born, a reflection of the sun through the trees, a run of clouds shadowing the fields, kids playing by a river, and you will know a great deal more about love.

Terrence Malick has a capturing beauty which only belongs to him. His cinema spreads a veil of poetry on all things, tangible or intangible, and he explores like a real philosopher the deepest soul of mankind. In his great wisdom, he is a true humanist and his love for music is just one among his many passions like astronomy, literature or ornithology.

Bu yıl Cannes’dan Altın Palmiye’yle ayrılan film muhtemelen en fazla sayıda Oscar adaylığı alan film olacak ve uzun süre konuşulacak. The Tree of Life 25 Kasım’da vizyona giriyor. “Bu dünyaya kendi isteğimle gelmedim ben; Şaşkınlıktan başka şeyim artmadı yaşarken. Kendi isteğimle de gidiyor değilim şimdi, Niye geldik kaldık, niye gidiyoruz bilmeden.”

At Terrence’s request, I did not wait for the film to be edited, and I wrote and recorded various pieces born from our many conversations out of London, Austin, Paris or Los Angeles. During several

hakanozyilmaz@kutudergi.com

27


SİNEFİL Immortals Antik Yunan'da geçen filmde, savaşçı prens Theseus kötü güçlere karşı savaş açar; tanrılar ve insanlar, titanlara ve barbarlara karşı mıdır? Mickey Rourke'un canlandırdığı Titan Hyperion, yıllar sonra insanlığa savaş açar. Savaş Tanrısı Ares tarafından üretilen efsane bir silahın, Epirus Yayı'nın peşindedir. Bu silah, Titanları Tartaruslardan kurtarmaya yarayacaktır, bu silah sayesinde öç alabilecektir. Tanrılar savaşta Hyperionlar ya da insanlık arasında bir seçim yapma yetisine sahip değildirler, taraf tutama-

maktadırlar. Tanrıları ve toprağını korumakla görevli olan Theseus'tur ve onu da Zeus seçmiştir. Filmin konusu Yunan mitolojisine dayanmaktadır, 3D teknolojisine göre çekilen film ekstra post prodüksiyona ihtiyaç duymuştur. Yönetmen Rönesans resim stilini baz alan bir aksiyon çekmek istediğini söylemiştir. Yönetmenin ağzından: "Düşünün ki Baz Luhrmann Meksika'da Romeo ve Juliet yapıyor." Oscar ödüllü kostüm tasarımcısı Eiko İshioka da filmi güzelleştiren isimlerden biri.

Yön: Tarsem Singh Oyn: Luke Evans, Henry Cavill, Kellan Lutz, Mickey Rourke. Vizyon: 11 Kasım

Tower Heist

Yön: Brett Ratner Oyn: Ben Stiller, Matthew Broderick, Eddie Murphy, Casey Affleck Vizyon: 4 Kasım

Josh Covacs (Ben Stiller), New York'ta yaşayan ve şehrin en güvenli ve en lüks konutlarından birinin yöneticisidir. 10 yılı aşkındır sürdürdüğü bu görevde uçan kuş bile ondan sorulur. Fakat bu binanın en üst katında büyük bir vurguncu olan borsacı Arthur Shaw (Alan Alda) yaşamaktadır. Yatırımcılarından 2 milyar dolar çaldıktan sonra yakıyı ele veren Shaw bu süper lüks kulede ev hapsindedir ve Arthur'un en büyük mağdurları da parasını ona kaptıran kule çalışanlarıdır! Josh ve ekibi Arthur'dan hem paralarını hem intikam-

larını almak için bir plan yaparlar. Büyük bir dolandırıcı olan Slide (Eddie Murphy)’ı ekibe dahil edip, Arthur’un dairesinde saklandığına emin oldukları 'şeyi' çalma hedefindedirler. Soyguncular acemidir, fakat yıllardır korudukları binayı herkesten daha iyi tanımışlardır. Ben Stiller ve Eddie Murphy'nin başrollerde olduğu filmin yönetmenliğini Red Dragon, X-Men: The Last Stand ve Rush Hour serisinden tanıdığımız Brett Ratner üstlenirken, senaryo komedi-macera türündeki filmlerde imzası olan Ted Griffin ve Jeff Nathanson'a ait.

Dedemin İnsanları

Yön: Çağan Irmak Oyn: Çetin Tekindor, Hümeyra Akbay, Mert Fırat, Yiğit Özşener. Vizyon: 25 Kasım

Ozan, Ege’de küçük bir sahil kasabasında yaşayan 10 yaşında bir çocuktur. Girit göçmeni dedesi Mehmet Bey nedeniyle arkadaşları onunla “gavur” diye alay etmektedir. Yalnız kalmaktan korkan Ozan, başta dedesi olmak üzere ailesine kızar ”Biz Türküz.” diyerek onlara kafa tutar.Ozan’ın dedesi Mehmet Bey, kasaba eşrafından, saygın bir adamdır. Kasaba halkına kol kanat gerer, sorunlarıyla ilgilenip, onlara yardım eder. Hoşgörürüyle bilinen Mehmet Bey torununun bu durumundan dolayı üzülmekte ve endişe duymaktadır. Mehmet Bey daha yedi yaşındayken, ailesi zorla topraklarından kopartılmış, mübadeleyle Girit’ten

28

göçmüşlerdir. Mehmet Bey’in en büyük arzusu ölmeden evvel doğduğu toprakları görebilmektir. Bu özlemle sık sık içinde mektuplar olan şişeleri Ege’nin mavi sularına bırakmaktadır. Dedemin İnsanları, küçük bir kasabada yaşayan on yaşında bir çocuk ve dedesi aracılığıyla, bir ailenin ve bir ülkenin geçirdiği büyük değişimi anlatıyor. Kalabalık ve sıcak Ege insanlarının hikâyesini izlerken, mübadeleye, öteki olmaya, nereye gidersen git bir yere ait olamamaya, iki yakaya, çok sayıdaki azınlığa, ihtilallere, bir defa daha ama bu kez farklı bir yerden bakacaksınız.


Gelecek Uzun Sürer “Sonbahar” filmiyle pek çok ödül kazanan Özcan Alper'in yeni filmi “Gelecek Uzun Sürer”, yolculuğun arayışa dönüştüğü çok dilli ve çok kültürlü bir yol filmi. EURIMAGES desteğiyle çekilen filmde profesyonel oyuncuların yanı sıra pek çok amatör oyuncu da rol aldı. Üniversitede müzik araştırmaları yapan Sumru, ağıt derlemeleri üzerine yaptığı tez çalışması için birkaç Yön: Özcan Alper aylığına İstanbul'dan ülkenin güneydoğusuna doğru Oyn: Gaye Gürsel, Durukan Ordu, Sarkis Seropyan, Osman Karakoç bir yolculuğa çıkar. Başta kısa süreceğini sandığı Vizyon: 11 Kasım yolculuk Sumru'nun hayatının en uzun yolculuğuna

dönüşecektir. Sumru'nun bu yalnız yolculuğunda ona Diyarbakır'da tek başına kalmış eski bir kilisenin bekçisi olan Antranik amca, Diyarbakır sokaklarında korsan DVD satan Ahmet ve bölgede sürmekte olan 'adı konulmamış savaşa' tanıklık eden pek çok karakter eşlik edecektir.Sumru, üç ay boyunca kaldığı Diyarbakır'da izini sürdüğü ağıtların öykülerini ararken kendi ertelediği acısıyla da yüzleşir. Hakkari'de bulunan boşaltılmış bir dağ köyüne doğru yola çıkarken bu tehlikeli yolculuğa anlam veremeyen Ahmet'in "Neden özellikle bu köy, ne var orada?" sorularını yanıtsız bırakır.

The Twilight Saga: Breaking Dawn Part I Bella Swan ve Edward Cullen arasında yaşanan epik aşk hikayesinde sonun başlangıcına geliyoruz. Stephenie Meyer'ın çok satan ve şimdiden kültleşen Alacakaranlık roman serisinden uyarlanan son filmin ilk bölümünde Bella ve Edward her güçlüğe karşı durarak evleniyorlar.

Yön: Bill Condon Oyn: Robert Pattinson, Kristen Stewart, Taylor Lautner, Billy Burke Vizyon: 18 Kasım

Rüya gibi başlayan günlerden sonra işler Bella'nın hamile olduğunu fark etmesiyle farklı bir yön alıyor. İçinde henüz doğmamış bebek (ya da yaratık) hem kurtları peşlerine takıyor hem de vampir akdini tehlikeye sokuyor.

The Adventures of Tintin: Secret of the Unicorn Tenten ve Kaptan Haddock zamanında Haddock’un atalarının komutasında olan batık bir gemiye hazine avına giderler fakat aynı gemiyi arayan başka biri daha vardır. Steven Spielberg, 25 yıllık bir uğraş sonucu film haklarını satın alabildiği Tenten’i nihayet, son derece beğendiği Peter Jackson ile birlikte hayata geçiriyor. Yönetmenlerin

üçlemeden birer proje üstlenmesiyle birlikte, sonuncu filmin de başka bir yeteneğe paslanması bekleniyor. Filmlere kaynaklık edecek olan üç çizgi romanın seçimine de karar verildiği açıklandı.Serinin ilk filmi 2011 yılında izleyici ile buluşacak. Serinin ikinci filminin yönetmenliğini ise usta Peter Jackson üstlenecek.

Yön: Steven Spielberg Ses: Daniel Craig, Jamie Bell, Simon Pegg, Cary Elwes Vizyon: 4 Kasım

Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi Tanınmış anayasa profesörü Celal Tan, çevresi ve ailesi tarafından sevilen, örnek gösterilen önemli simadır. Eşini kaybetmesinin ardından hayatını kurtardığı genç öğrencisiyle evlenmiştir. Ailesi Celal Tan’ın 65. doğum gününü kutlamak için kendisine sürpriz bir doğum günü partisi düzenler, fakat kutlama öncesi yaşananlar tüm ailenin hayatını değiştirecektir...

Polis, Güneşin Oğlu ve Beş Şehir gibi filmlerle, farklı türlere olan hakimiyetini gösteren senarist/yönetmen Onur Ünlü’nün yeni filmi “Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi” alıştığımız aile kavramına eleştirel bir bakış getiriyor. Filmin senaryosunda da yönetmenin imzası varken başrolleri Selçuk Yöntem, Bülent Emin Yarar, Ezgi Mola, Tansu Biçer gibi önemli isimler paylaşıyor.

29

Yön: Onur Ünlü Oyn: Selçuk Yöntem, Bülent Emin Yarar, Ezgi Mola, Tansu Biçer Vizyon: 18 Kasım


Carnage

Moneyball

‘Oakland A’ beysbol takımının başındaki isim olan Billy Beane (Brad Pitt), kısıtlı bir bütçe ile resmen yoktan bir takım var ederek zengin kuluplere meydan okuyor. Fakat bunu yaparken de beysbol sporunun temel inançlarını baştan aşağıya sarsıyor. Onun yöntemleri kabul görmese, hatta delilik diye nitelendirilse de, Beane inancını ve azmini yitirmeden bildiği yönde ilerlemeye devam ediyor. Michael Lewis’in “Moneyball: The Art of Winning an Unfair Game” adlı eserinden Steven Zaillian ve Aaron Sorkin tarafından uyarlanan ve gerçek bir hikaye dayanan filmin başrollerini Brad Pitt, Robin Wright ve Jonah Hill paylaşıyor. Moneyball, 2005 yılında çektiği ilk filmi Capote ile aynı sene En İyi Yönetmen Oscarı’na aday gösterilen Bennett Miller’ın ikinci uzun metraj çalışması. Dünya prömiyeri Toronto Film Festivali’nde gerçekleştirilen filme yurt dışından şimdiye kadar gelen eleştiriler ve puanlar da oldukça yüksek.

Yön: Bennett Miller Oyn: Brad Pitt, Jonah Hill, Philip Seymour Hoffman, Robin Wright Vizyon: 9 Aralık

Take Shelter

Sherlock Holmes: A Game of Shadows

Fransız oyun yazarı Yasmina Reza’nın Tony Ödüllü bir tiyatro oyunu olan “God of Carnage”den uyarlanan Carnege, 11 yaşında iki çocuğun kavga etmesinin ardından aileleri arasında başlayan tartışmanın doğurduğu ilginç olayları konu alan bir kara-komedi olarak nitelendiriliyor. Oyun ülkemizde İstanbul Devlet Tiyatrosu tarafından Vahşet Tanrısı ismiyle oynanmıştı.

Yön: Roman Polanski Oyn: Jodie Foster, Kate Winslet, Christoph Waltz, John C. Reilly Vizyon: 16 Aralık

İlhamını Sherlock Holmes’un yaratıcısı Arthur Conan Doyle’dan alan ‘Sherlock Holmes: A Game of Shadows’da; Dr. John Watson ve Sherlock Holmes güçlerini Profesör Moriarty’yi yenmek için birleştirecek. Senaryosu ilk filmden farklı olarak Kieran Mulroney ve Michele Mulroney çifti tarafından yazılan yeni maceranın yönetmenliğini yine Guy Ritchie üstlendi.

Mission Impossible: Ghost Protocol

Yön: Guy Ritchie Oyn: Robert Downey Jr., Jude Law, Rachel McAdams, Naomi Rapace Vizyon: 16 Aralık

Serinin 4. filmi Ghost Protocol’da, Ethan Hunt’ın maceraları kaldığı yerden devam ediyor. Serinin diğer bölümlerine göre daha farklı türlerle ün kazanmış bir çok önemli oyuncuyu kadrosunda barındıran film, Tom Cruise’in yanı sıra Simon Pegg, Jeremy Renner, Paula Patton, Josh Holloway gibi isimlerle dikkat çekiyor.

Zihninde sürekli kıyametvari görüntüler gören genç bir baba ailesini yaklaşmakta olan büyük bir fırtınadan koruması gerektiğini düşünmektedir, belki de yaklaşan fırtınadan çok kendinden korumalıdır.

Yön: Jeff Nichols Oyn: Micheal Shannon, Jessica Chastain, Tova Stewart, Shea Whigham Vizyon: 9 Aralık

Yön: Brad Bird Oyn: Tom Cruise, Simon Pegg, Jeremy Renner, Paula Patton Vizyon: 23 Aralık 30


İstanbul’da Şarap Başkadır

“Fena kırmızıdır” ya, aşkın meyidir. İstanbul yedi tepelidir, boğazlıdır da asma bahçeleriyle ün salmamasını kenara atar, keyifle içilir şaraplar. Bu sayıda sizler için İstanbul’da ağız tadıyla şarap içebileceğiniz yerler belirledik, reklamsız abartısız paylaşıyoruz.

Çinili Kadıköy

İstanbul’da olup kendinizi Roma’da hissedebileceğiniz tam bir İtalyan restoranı. Fiyatları oldukça pahalı, önceden hazırlıklı olun. Ama makarnaları da şarapları da tam İtalyan lezzetinde. Şarap dediğin İtalyan olur, “kim demiş Fransız diye” diyenlerdeniz, bir kerelik deneyin.

Miss Pizza Cihangir

House wine olarak yaptıkları muhteşem şarapları, hem listedeki en ucuz hem de en lezzetli şarap. Testi geliyor ve kadehler yerine Viking hanlarındaki gibi toprak çanaklardan yudumluyorsunuz şarabınızı. Bardaklar da testi de kırmızı da olsa, şarabınızın ısısını muhafaza ediyor. Ne de olsa kırmızı için 15 dereceden fazlası lezzetli olmaz. Pizzaları da oldukça çeşitli ve lezzetli, porsiyonlar fazlasıyla yeterli.

31

Corvus Akaretler

Yemeğe gitmek için giderseniz, aç dönebilirsiniz zira porsiyonları oldukça küçük. Ama yarı tok halde, yalnızca şarabın yanında atıştırmalıkla yetinecekseniz, en doğru seçim. Bozcaada şaraplarını servis ediyorlar. Corvus Latince karga demek olduğuna göre, kargının uzun yıllar yaşama özelliğinden dolayı bu ismi seçmişler belki de. Mekan bir Avrupa şehrinde olduğunuzu hissettirebilecek nitelikte.

Pano Şarapevi Galatasaray Beyoğlu’ndaki sayılı Rum işletmelerinden biri. Şaraplarını kendileri üretiyorlar ve oldukça fazla çeşitliri var. İki katlı mekanda, hem yüksek sandalyeli bar ortamı yaşamanız hem de mükellef kurulmuş bir sofrada masada oturmanız mümkün. Yemekleri ekstra güzel olmasa da sadece şarapları için gitmeye değer.

aslikaratas@kutudergi.com

Öğrenci adamız, hem şarap içeriz hem de bütçemize dikkat ederiz derseniz burası en uygunu. Fiyatlar öğrenci bütçesine uygun, menülerin kapaklarındaki edebiyatsanat-müzik dünyasından özenle seçilmiş kişiler de şarabın sofistike yanına yakışır nitelikte. Dekorasyonu oldukça salaş ama bir o kadar da gizemli. “Bahadır abi varmış, ona geldik. ” deyin size en lezzetli şarapları sunsun.

Da Vittorio Şişhane


Mideme Giden Yol Bir Nevi Yemek Günlüğü Mert Gümren

Pera Sisore- Beyoğlu Burası dışarıdan bakıldığında, Beyoğlu’ndaki

gibi olduğu için yemek ile çok iyi gidiyor. Bir sonraki gelişimde tavuklu elbasan tava yiyorum. Bu yemeğin masaya geldiğinde biraz soğumuş olması dışında hiç bir eksiği yok, gerçekten çok lezzetli. Ayrıca yaprak sarmasından da tadıyorum. İçinde fazlaca et olmasına rağmen gereğinden fazla tuzlu. Daha deneyebileceğim çok fazla yemek var, fakat bir Vedat Milor olmadığımdan dolayı, kendime tadımlık tabak Fiyat: Ana yemekler: 5-10 TL hazırlatamıyorum. Sonuç olarak bu Lezzet: *** mekanı değerlendirmek gerekirse, Mekan: *** ortalama bir esnaf lokantasından Adres Tarifi: Beyoğlu Caddesindeki Ada çok daha lezzetli yemekleri ile, canı kitabevinin sokağından girince, yolun ev yemeği çekenler için çok uygun sonunda çıkın. Etrafınıza bir bakarsanız bir lokanta. sol tarafta bu mekanı göreceksiniz

esnaf lokantalarından farkı olmayan, bir çok ev yemeğinin bulunduğu bir mekan. Fakat lezzet olarak çoğu esnaf lokantasından daha iyi. Burası ayrıca bir çok farklı karadeniz yemeğini menüsünde bulunduran bir yer. Ne yazık ki, bu aralar hamsi mevsimi olmadığı için, çok merak ettiğim hamsili pilavı yeme şansını bulamıyorum. Hamsili pilav dışında, türlü karadeniz pideleri, ya da karadeniz usülü kuru fasülye gibi karadeniz yemekleri yiyebilirsiniz. Buranın fasülyesi gerçekten standartların üzerinde bir lezzete sahip. Fakat ben en sevdiğim yemeklerden biri olan patlıcan musakka, pilav ve cacık siparişi veriyorum. Tabi öncesinde de bol acılı ve limonlu bir mercimek çorbası içiyorum. (Çok acıkmıştım, yapacak bir şey yok) Mercimek çorbası yediğim en güzel çorba değil fakat yeterince lezzetli. Patlıcan musakkası, yediğim en lezzetli musakkalardan biri. Bol yağlı olması ve koyu bir kıvama sahip olması, yemeği daha da lezzetli hale getirmiş. Pilav olması gerektiği gibi, ağır bir tadı yok ve tuzu ideal. Cacık da yoğun aromalı ve buz

32


Mika Bistro- Zekeriyaköy

ızgara, sandviç ve makarna çeşitleri bulunuyor. 20 çeşit baharatta marine edilmiş tavuk parçalarından yapılan Mika Chicken, mekanın bana göre en lezzetli ve özel yemeği. Kaşarlı köfte gayet lezzetli fakat soya soslu tavuk daha çok ızgara tavuk lezzetinde. Çizburger, Bistro Burger ve Reggae Burger kaliteli eti ve doyuruculuğu ile gayet başarılı. Ayrıca mekanda Lavazza kahve çeşitleri ve Ben & Jerrys dondurmaları bulunuyor. Bunun yanında tatlı çeşitleri olarak pasta, cheesecake, profiterol ve tiramisu mevcut. Özetlemek gerekirse, Mika Bistro mekan tasarımı olarak gayet sıcak ve eğlenceli, yemekleri ise gayet lezzetli. Mika Tavuk gibi mekana özgü yemek çeşitlerinin daha fazla olmasını umarak yazımı sonlandırıyorum.

Açıldıktan kısa bir süre sonra yemeklerinden tatma imkanı bulduğum bu mekan, Sarıyer civarında, arkadaş ortamı ile gidilebilecek kaliteli mekan eksikliğini büyük ölçüde gideriyor. Bu mekan, sıcak ortamı, huzurlu atmosferi ve lezzetli yemekleri ile özellikle biz Koç Üniversiteliler için uygun bir kafe ortamına sahip. Mekanın, çoğu et içeren yemeğinden tatma imkanı bulduğum için, sizlere yemekler hakkında ayrıntılı bilgi verebileceğim. Yemek siparişi vermeden önce masaya zeytinli ve kepekli paniniler ile birlikte zeytinyağı, baharat ve arabiatta sosu geliyor. Eğer çok açsanız, bu başlangıç çok iyi geliyor. Ana yemek olarak, burger,

Fiyat: Ana yemekler 12- 22 TL arası, Sandviçler: 10-16 TL arası Lezzet: *** Mekan: ****

Mekan- Beyoğlu Bugün öğle

Fiyat: Ana yemekler 10-18 TL arası, Ara sıcaklar 9 TL, Mezeler: 6 TL Lezzet: *** Mekan: ****

Fıccın- Beyoğlu Bugün gitmeye karar

öğrenmeye çalışıyoruz. Bir adet Fıccın ve bir de çerkez tavuğu siparişi veriyorum. İki kek kıvamında hamurun arasında kıymadan oluşan Çerkez böreği Fıccın, kısa bir süre sonra geliyor. Tat olarak kır pidesi ile çok fazla ortak yönü var fakat hamurunun lezzeti ile farklılığını gösteriyor. Çerkez tavuğu ise bulamaç haline getirilmiş tavuğun, ceviz içi ve sarımsakla karıştırılmasıyla hazırlanan bir meze. Lezzet olarak gayet başarılı olmasına rağmen, ceviz ile tavuğun birlikteliği pek hoşuma gitmiyor. Güzel bir yemekten sonra mekandan mutlu bir şekilde ayrılıyoruz. Fakat bir sonraki gelişimde Çerkez mantısının da tadına bakmayı çok istiyorum. Fiyat olarak gayet uygun, ve değişik lezzetler denemek isteyenler için ideal olan bu mekanı herkese tavsiye ederim.

33

Fiyat: Ana yemekler 5-10TL (Fıccın 10 TL), Mezeler: 5-7 TL Mekan: *** Lezzet: *** Adres Tarifi: Büyük londra otelinin bitişiğindeki sokak. Tünele doğru giderken Barselona cafeyi (ya da St. Antuan kilisesini) geçtikten sonra sağdaki ilk sokak. (Kallavi sokak)

mertgumren@kutudergi.com

verdiğim mekan, Asmalımescit’te bulunan çerkez yemekleri ile ünlü ”Fıccın”. Daha önce hiç çerkez yemeği yemediğim için bu mekanda yeni lezzetler deneyecek olmak beni biraz heyecanlandırıyor. Mekanın bulunduğu sokağa yayılmış bir şekilde 2-3 adet değişik Fıccın bulunuyor. Değişik isimlere sahip olmalarına rağmen hepsi aslında aynı mekan. Mekan, öğle vakti olması nedeniyle biraz kalabalık ama sıcak ve samimi bir ortama sahip olduğu için rahatsızlık vermiyor. Menüyü elime aldığımda, hemen daha önce yemediğim Çerkez yemeklerine yöneliyorum. Daha önce Fıccın yememiş bir topluluk olarak garsondan Fıccın’ın nasıl bir şey olduğunu

yemeği için Beyoğlu’ndaki “Mekan” isimli mekana gitmeye karar veriyorum. St. Antonio kilisesinin bitişindeki sokakta bulunan bu mekan, sıcak ve sevimli bir ortama sahip. Menüdeki en ilginç görünen yemeklerden biri olduğu için “Kayısı Soslu Tavuk” siparişi veriyorum. Diğer ilginç yemek ise “Rus Mantısı”. Bir sonraki gidişimde onu deneyeceğim. Kayısıyı çok sevmesem de sırf ilginç diye sipariş verdiğim bu yemek, beni biraz korkutuyor tabi. Sipariş gelmeden önce, ikram olarak mercimek köftesi geliyor. Mercimek köftesinin

tadı anne eli değmiş gibi. Yedikten sonra annemi özlüyorum. Kayısı soslu tavuğun tadı tahmin ettiğimden güzel çıkıyor. Fakat kayısı sosu yeteri kadar tatlı olmasına rağmen, pilavın içinde üzüm olması beni biraz üzüyor. Çünkü bir süre sonra, yemeğin tatlılığı iç baymaya başlıyor. Fakat tavuk yumuşak ve lezzetli olduğu için yemek kendini affettiriyor. Restoranın ünlü diğer yemeklerinden tatma fırsatım olmuyor fakat “Patlıcanlı Annuş” , “Uskumru Dolması” gibi yemeklerin tadını merak ediyorum. Sonuç olarak “Mekan” ambiyans ve lezzet açısından başarılı ve keşfedilmesi gereken bir yer.


Boş İşler Atölyesi Oğulcan Açıkel

34


35

ogulcanacikel@kutudergi.com

• Ne haber gözünün yaşından öpüp, şarap ve müzik eşliğinde dertlerini daha medeni, köpekler sizden daha medeni, Lady Gaga sizden daha medeni dinlediğim sevgili okur? Beni sorarsan bu sene tam bir ineğim. Bizim (hehe şakaydı bu.) diye varyasyonlarıyla karşılaştım. Bir de dikkat ettiyseniz derginin (internetteki) eski okurları bilirler. Kafamdan uydurduğum bir rahat anlaşılsın diye medeniyet ve hayvanlar büyük harflerle yazılmış. “Biz mühendis karakteriyle röportaj yapmıştım bir yazımda. İşte sürekli ders bu inanca o kadar bağlıyız o kadar bağlıyız ki vurgulu yerleri büyük harfle çalışıyordu, az biraz film falan izleyince kendini çılgın zannediyordu yazıyoruz. Öylesine heyecanlıyız yani. ” O da komiğime gitti. Her neyse… falan. Hah, işte ben oyum bu sene. Yok etmeye ant içtiğim şeye dönüştüm Bu söz üzerine uzun süre düşündüm ve anlamının doğru olduğuna karar Marquez. Şu yazıyı bile yazmak için harcadığım zamanın Ancak yanlış yorumlanıyor. Açıklayalım: Şayet Sevdiklerim: kıldım. GPA’imden kaç puan götüreceğini hesaplıyorum mesela. medeniyet bedeni açmak ise hayvanlar gerçekten bizden Ödevin ertelenmesi daha medeniler. Gayet basit bir mantık. Ancak insanNeyse efendim başlayalım. bu sözlerden yola çıkarak kafalarına göre medeniyet Lab’ın ertelenmesi lar • Bu arada çok Alpay Erdem esprisi olacak ama: GPA’i GE tanımlamaları yaratıyorlar ki, bunların hepsi her zaman Dersin ertelenmesi doğru olamıyor. Doğru olmamasının yanında oldukça kötü PE A diye okuyan da tam candır yalnız. da doğurabiliyor bazen. Medeniyet bedeni açmak Sevmediklerim sonuçlar • Eeee… Nasıl bakalım keyifler? Okula alışabildin mi? Okudeğil. Burada bedeni açmak bize göre gayet geniş bir kavram. lun ilk haftalarında orada burada flört eden insanlar görüy- Sevdiklerimin olma- Bulunduğunuz yere göre sevgilinizle el ele tutuşmaktan, plaordum. (Okul dergisinde editör-yazar olmanın yanında aynı jda güneşlenmeye (tabi ki kadınlar için söylüyorum), bedeni ması =) zamanda röntgenciyim ben.) Çok mutlu oluyordum böyle… biraz açmaktan, bedeni çok açmaya kadar geniş bir yelpaze Ama el ele tutuşan sevgili çok az. Neden böyle? Sevgililer el ele tutuşsa daha bu anlamı karşılayabilir. Medeniyet bedeni açmak olmadığı gibi bu demin iyi olacak sanırım. saydıklarımı yapmak da değildir kabul. Medeniyet nedir biliyor musun benim şakirtim? Medeniyet, o saydıklarımı yapabiliyor olmak demektir. • Bu senenin ilk bombası yurt alımları ile ilgili oldu. Okula ilk giren herkese Hadi onu geçtim medeniyet, senin medeniyet tanımına uymayanlara sille yurt sağlanmış. Çok şükür halloldu o sorun sanıyorum. …ama içimde tokat girişmek hiç değildir. Neyse fazla uzadı bu konu… Aynen devam. kalmasın: Sarıyer’de oturan bir insanın yurtta kalması okula alışma sürecinde nasıl bir fayda sağlıyor o insana? Yani kalsın tabi de… Ne bileyim. • Arkadaşlar Porsche almayın bir süre. Gerçekten söylüyorum. Başbakanın direk olarak bizim okula seslenmesi de ilginç oldu tabi. Burada inceden • Senenin ikinci bombası da okulun Merhaba, hoş geldiniz. Buyurun bir hayata karışma olayı var. O inceliğin ne kadar kalın olduğunu size buyurun çıkarmayın, biz de öyleyiz partisi’nde içki satışının yasaklanmış bırakıyorum artık. Ancak böyle şeylere alışkın olmamız gerekiyor. Buyuolmasıydı. Gerçekten kimse içki içmedi o gece. run efendim devlet bakanı Mehmet Şimşek’in iki yıl önce söylediklerini hatırlayalım. İşsizliğin, iş arayan kadınlar tarafından arttırıldığını öne • Konuyla alakasız ama okulun girişinden tekel bayiine kadar uzanan araba sürmüştü. (İş arayan oldukça işsizlik sürüyor. O zaman iş arayan olmazsa kuyruğu da görülmeye değerdi doğrusu. işsizlik de olmaz A YA YE KAKKO CAMBO A YA YE!) İşte yıllar süren eğitim, Pişme süreci ve devletin başına bu çetin yollardan gelen insanların • Kabalıklarımızla, yasaklarımızla övünüyoruz. Ne kadar acı değil mi? bilimsel çözüm önerileri. Her neyse bu hayata karışma olaylarını sineye Namus, töre, yan bakma adı altında gücümüzün yettiğine hayatı dar ediçekiyoruz. Zira artık öyle bir durumdayız ki, affedersiniz, 31’i bile sineye yoruz. Bir de üstüne “Biz öyle modern değiliz. ” diyoruz. Modernlik kötü çeker hale geldik. bir şeymiş gibi... Acizsin arkadaşım. Tabuların var. Aşamamayı geç, bıyığını bura bura meh meh meh diye sırıtıyorsun bu acizliğine. “Cehalet özgürlük• Neyse dostlarım bir yazının daha sonuna geldik. Şimdi de Murat’ın tür. ” lafını bir tek 17 yaşındaki kızlar şiar edinmiyormuş demek ki. Hadi yazısını okumanı şiddetle tavsiye ediyorum. Şiddetle değil de işte normal. bak hacı sözlüğe şiar ne demek diye. –Sözlüğe bakar. Eşcinsel manasına Güzel yazmış adam. gelmediğini görünce bir oh çeker.• Ha… Unutmadan. Her sayıda bahsedeceğim benim için yeni, sizin için • “MEDENİYET dediğin açmaksa bedeninin heryerini… Desene HAYbelki yeni belki eski şeyleri paylaşacağım bir bölüm var: Ev ödevi. Bu seferki VANLAR senden daha medeni.” Şu sözü bulana kadar canım çıktı. ev ödeviniz de Dubstep. İngiltere’nin bağrından çıkan bass drop’ların Girmediğim dini forum kalmadı. Türbana doydum resmen. Her neyse müziği… Bir dinleyin derim. Skrillex ve Dr. P benim favorilerim. efendim. Yukarıdaki alıntı Mehmet Akif Ersoy’dan. Bu dizeleri bulmakta zorlanmanın sebebi ise bu dizelerin paylaşıla paylaşıla değiştirilmiş olması. • Bir daha ki sayıya kadar seni kayıp ve sesi kapalı telefonu aradığım gibi (Belki bu da değiştirilmiş halidir bir bakmakta fayda var) Yamyamlar sizden arayacağım.


Hissedilen İşaretler Murat Gencoğlu

36


• Sevilla

inin domain’ini alabilirler. Net olur.

• Geçen gün aile toplantısında, herkes seçtiği tarihsel bir konu üzerine yazdığı makaleleri birbirine sundu. Çünkü biz öyle bir aileyiz. Annemin klasik müzik üzerine olan araştırması gerçekten çok ilginçti. Concerto mu dersin, soprano mu istersin, hepsi vardı. Makaleden birebir aktarıyorum “Mozart çok zekiydi, o şartlar bizde olsa biz yapamazdık. Emin ol. ”

• Sene 2011 hala Ramazan davulcusu var.

• Dünyanın en ağır adamı Jon Minnoch adında biri, 635 kilo imiş. 1983 yılında dünyayı yörüngesine almaya çalışırken havasızlıktan ölmüş. Acımasızlığı bir kenara bırakacak olursak, bu adam aynı zamanda en çok kilo veren Arkadaş ortamında anlatmaktan adammış. 420 kilo vermiş. Hey maşallah. başka bir işe yaramayan bilgiler Diyeti bırakınca 90 kilo almış! “Biraz kilo aldık ya ehe.” • Bach Barok dönemine ait müzik yapıyormuş • Eminem’in annesinden çocuğu varmış(?) • Telefon geldiğinde dışarı çıkıp konuştuğumuzda inceden bir gurur duy• 50 Cent 9 kurşun yemiş hayatta kalmış uyoruz ya, “Ben de önemliyim.” tadında. • Abi yurtdışında(!) planking diye bir şey varmış. Tırtlıkta ilk 10’a oynar. Owling de cabası Geçen arkadaş durup dururken “Artık hiçbir yerde Yumiyum görmüyorum. ” diye mesaj • Şirinler komunistmiş attı. Beni çok büyük hüzünlere sevk etti.

37

muratgencoglu@kutudergi.com

• Bu aralar çok klasik müzik dinliyorum o yüzden söylediğim bazı şeyler kulağınıza nahoş gelebilir, neden; çünkü kafam zehir gibi çalışıyor. Tıpkı Mozart. Aynı makalede yer alan Mozart’ın ünlü bir lafı var “Aslında var ya her sabah kalkacaksın, sporunu yapacaksın, kahvaltını yapacaksın, duşunu yapacaksın, şuraya kalıbımı basarım senden sağlıklısı olmaz. ” • Bill Gates bir dolarla başlamış işe • Geçen gün ecnebi bir arkadaşımla konuşuyordum. “Yahu” dedim “Alex, siz • Meşkhane diye bir grup var. Grup • Almanya’da sofrada osurmak ayıp değilmiş neden 13 sayısına bu kadar takıntılısınız? elemanlarını tek tek sayıyorum; Hop Dedik • Abi şu paylaştığım videoyu izledin mi? (Bitmez) Ayhan, Afrikalı Ali, Gönül Dostu Şener, ” Durur mu hiç... Yapıştırdı cevabı, “Çünkü Hz.Muhammed’in doğumu 571, ve Erkan Koç. Erkan bey, çok mu aradın • Pratikte arkadaş ortamında anlatılan her şey 5+7+1=13” dedi. “Hımmm, eee? ” deo adamları ayıptır sorması. Hadi buldun dim. “Türklerin Müslüman oluşu 751, bir yerden, senin niye lakabın yok? Herıld 7+5+1= 13” dedi. “İlginç, sonra? ” dedim. yani Erkan, Ha şunu bileydin Erkan, “İstanbul’un Fethi 1453, 1+4+5+3=13” dedi. Akabinde Erkan Koç veya İspanyol Erkan sana “La yörü git! Şu içine kaçan Devlet Bahçeli’yi önerebileceğim isimlerden bazıları. kus, öyle gel! ” dedim. O sırada müthiş bir ayrıntı dikkatimi çekti. • Televizyonda günlerdir “Rüzgar nereye, götür beni oraya. ” tadında bir reklam oynuyor. Çok • Düşünüyorum da, bayadır töhmet altında merak ediyorum ne reklamı olduğunu ama o kalmamıştım. O garip ve “ekremsi” duyguyu melodiyi duyduğum anda merakım bitiyor, teltekrar yaşamak isterim. Sadece Ekremler yaşıyor evizyondan uzaklaşıyorum. Ne cins reklam. çünkü bu duyguyu. • Sene 2011 hala insanların defterleri dürül• Şimdi Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığı’nın üyor. Oysaki artık notebook, netbook ve internet sitesi, “www.diyanet.gov.tr” olarak geçimacbooklarının dürülmesi lazım. yor. Eğer tam laik bir devlet olursak, din ve devlet işleri birbirinden ayrılacak. O zaman diyanet • Yurtduşunda pasaportunun ıslanmaması işten bağımsız bir kurum olacak. Böyle bir şey olması bile değil. ihtimaline karşı şimdiden www.diya.net adres• Herkese kucak dolusu sevgiler...


Çizgi Roman 101 İlk Yenilmez Kerem Bilek

38


Çizgi roman okuyan veya okumayan çoğu kişinin hayatında bir kere önce de varlığını sürdürüyordu. The Shadow veya The Phantom gibi. The de olsa sorduğu bir soruya değinmek istiyorum: Kimdir bu çizgi romanlarda Shadow radyoda, The Phantom da gazetedeki çizgi köşesinde yayınlandığı boy gösteren ilk süper kahraman? Çoğu kişi kolaya kaçarak bu sorunun ceva- için onlardan başka bir yazıda bahsetmek daha doğru olur. Çizgi romanlara bını Superman olarak verecektir. Ancak çizgi roman tarihinin derinliklerine dönersek, ilk süper kahraman 6 Ekim 1935’de New yolculuk yaparsanız, gerçeğin daha farklı olduğunu Fun Comics’in 6. sayısında ortaya çıkan Dr. Occult Çizgi roman okuyan veya diyebiliriz. Yaratıcıları Superman’le aynı. Jerry Siegel göreceksiniz. ve Joe Shuster. DC Comics tarafından yayınlandı. Bu sorunun cevabını vermek için öncelikle okumayan çoğu kişinin süperkahraman kelimesinin tanımını yapmak lazım. hayatında bir kere de olsa Kimdir bu Dr. Occult ? Kostüm giyip, doğaüstü güçlere sahip olan mıdır sü- sorduğu bir soruya değin Tam adı Richard Occult. Süpergüçleri olan ve bu perkahraman? Yoksa sadece kostüm giyip, kötülerle güçlerini kötülelere savaşmak için kullanan bir dedeksavaşan mı? Eğer bir kahramanın, süperkahraman mek istiyorum. Kimdir bu tif kendisi. Astral seyahat, hipnoz, ilüzyon ve telekineolup olmadığını belirlemek için kullandığımız kri- çizgi romanlarda boy gössis gibi mistik güçleri var. Maceralarında zombiler, haterler kostüm giymek, doğaüstü güçlere sahip olmak teren ilk süper kahraman? yaletler, vampirler, mistik tarikatlar ve çeşit çeşit çılgın ve kötülerle savaşmak ise, Batman veya Ironman gibi bilim adamlarıyla savaşıyor. Genelde günlük kıyafetlefenomenleri süperkahramandan saymamış, onlara büriyle takılıyor bu amca. Bir çok okur, kostümü olmadıyük saygısızık yapmış oluruz. Zira ikisinin de doğaüsğı için çizgiromanlardaki ilk süperkahramanın Superman olduğunu söylüyor. tü güçleri yok. Ancak Dr. Occult, boyutlar arası maceralarında kendine bir kostüm edindiği Bu durumda karşımıza süperkahraman kelimesini tanımlama soru- için, onu kostüm giyen, sıradan insanlara göre üstün yetenekleri olan ve bu nu çıkıyor. Ne ulan bu süperkahraman?!? yeteneği kötülerle savaşmak için kullanan biri, yani süperkahraman olarak kabul ediyoruz. Çoğu çizgi roman tarihçisi de onu çizgi romanlardaki ilk sü Birkaç kelime değişikliği ile doğru tanımı bulabileceğimizi düşünü- perkahraman olarak kabul ediyor. yorum. Sıradan insanlardan farklı, üstün yetenekleri olan (teknolojik tırıvırılar sayesinde yetenek kazanmakta buna dahil), bu yeteneklerini suçlularla Saçma Gerçekler 1: savaşmak ve halkı korumak için kullanan ve kendine has kostümü olan kişiye Süper-kahraman (Super-hero) terimi, Marvel ve DC Comics tarafından ticasüper kahraman denir. ri marka olarak kullanılıyor. Eğer konumuz çizgi roman olmasaydı, daha çok ilk süperkahraman adayı çıkabilirdi karşımıza. Çünkü ilk süperkahramanlar, çizgi romanlardan Bukneverdidthis.deviantart.com

kerembilek@kutudergi.com

39


KAFEİN ETKİSİ 1 adet çember ve 4 adet birbiri ile eşit uzunluktaki çubuk ile Pressure, Delirious, Lucky, Suspense, Dangerous ve Joyful kelimelerini anlatabilir misiniz? Çemberi ve çubukları istediğiniz

Nilay Dursun

Oğulcan Açıkel

şekilde yerleştirebilirsiniz, fakat çember ve çubukları bölmek yasak.

Joyful

Pressure

Lucky

Suspense

Dangerous Delirious

Joyful

Pressure

Lucky

Suspense

Dangerous Delirious

40


Murat Gencoğlu

Pressure

Joyful

Pressure

Joyful

Pressure

Joyful

Pressure

Lucky

Suspense

Dangerous Delirious

Mert Gümren

Joyful

Suspense

Dangerous Delirious

Kerem Bilek

Lucky

Suspense

Dangerous Delirious

Suspense

Dangerous Delirious

Ece İşmen

Lucky

Lucky

41


OTUZ DÖRT Jazz’n İstanbul Nilay Dursun

42


yaptığı Tünel Şenliği de ayrı derecede zevkli ve her açıdan çeşitli bir etkinlikti. Akşam altıdan itibaren Taksim’in farklı mekanlarında ve hem Galata hem de Tünel’de iki büyük sahneyle dinleyicileri müziğe doyduran Tünel Şenliği, iki ana sahnenin bedava olmasının avantajıyla, caz müzik dinlemeyen kesiminde ilgisini çekerek, caz müziğe yeni dinleyiciler kazandırmakla kalmayıp Türkiye müzik piyasasında henüz yerini alamamış ama çoğu müzik sever tarafından internet üzerinden takip edilen gruplar ve solistlere de şans vererek herkesin karlı çıkmasını sağladı. 20 gün boyunca içlerinde Paul Simon, Joss Stone gibi çok bilinen sanatçıların yanında Tribute to Miles gibi müziğin devlerinin anıldığı konserler müziğin kalbinin İstanbul’da atmasına katkıda bulundu.

Yazın İstanbul’da kalmak zorundaysanız, hatta yaz okuluna da gidip olan enerjinizi derslere harcıyorsanız ve de üstüne üstlük bir müzik severseniz yapılacak en güzel şeyin serin akşamları konserlerle bütünleştirmek olduğunu düşünüyorum. Çoğunlukla yaz aylarında İstanbul’da müziğin her türlüsüne yer veren ve farklı zevklere sahip dinleyicilere hitap eden bir sürü konser ve aktivite bulunmakta. Bence son 3 senede İstanbul, uluslararası müzik pazarında ünlü sanatçıların özellikle konser vermek istediği bir şehir haline geldi. Jamarioquai, Maroon 5, Iron Maiden, Blind Guardian Deep Purple, Gloria Gaynor, Bon Jovi, James Blunt, gelemese de merhum Amy Winehouse gibi önemli sanatçıları ve daha nicelerini Rock’n Coke, One Love, Sonisphere gibi festivallerle ağırlayan İstanbul, bu sene gerçekten de müziğin kalbi olma sıfatını çok iyi bir şekilde taşıyor. Yeni yeni yapılmaya başlayan büyük çaplı konserler de insanların ilgisini ve beğenisini çekmeye devam ediyor.

Peki bunlar sadece yaz aylarıyla mı sınırlı kaldı? Tabii ki hayır! İKSV tüm sene boyunca düzenlediği ve düzenleyeceği Salon konserleriyle kalmayıp, şu dönemlerde yapılan Bienal konserleriyle de ruhumuzu son derece sağlıklı yemeklerle doyurmaya devam ediyor. Özellikle Salon konserlerinin ekim-kasım etkinlikleri bir bakmaya, sonra da gitmeye değer. Stacey Kent, Ane Brun, Portico Quartet, John Abercrombie Quartet gibi kendi açımdan güzel olacağına emin olduğum sanatçılar IKSV’nin güzel binasının içinde, eski ile moderni buluşturan Salon’da bizlerle buluşacak.

Ama benim asıl bahsetmek istediğim ve hatta çalıştığım bir festival var: Bu sene 18.si yapılan IKSV Caz Festivali. Bu festivalin en beğendiğim yönü, insanları sadece müzikle değil aynı zamanda İstanbul’un en güzel ve farklı mekanlarıyla birleştirme çabası. Ben müziği atmosfere, mekana ve o günkü ruh halime göre seçenlerdenim. Bir düşünürseniz, sizde çoğu zaman müziği mekanlarla, ya da anınızla bağdaştırdığınızı göreceksiniz. İKSV’nin en güzel yanı doğru müziğe doğru mekanı bulabilmesi. Aya İrini gibi mistik, İstanbul Arkeoloji Müzeleri ve Marmara Esma Sultan gibi etkileyici ya da Tersane Sahnesi, Santral İstanbul Kıyı Amfi gibi insanda daha farklı duygular uyandıran alternatif mekanları kullanması, hem dinleyicleri hem de müzisyenleri olumlu yönde etkiliyor bence. Müzik-mekan uyumundan bahsederken örnek vermem gerekirse, yüzlerce yıllık bir kilisenin içerisinde rock müzik ya da metal müzik dinlemek yerine, daha etnik ya da klasik tarz bir müzik dinlemek bana daha mantıklı ve çekici geliyor. Mesela Aya İrini-Mısırlı Ahmet konseri. Ayrıca bilinmesi gereken ve çoğu insan tarafından bilinmeyen yerler de müzik sayesinde insanlara tanıtılıp kültür dünyasına kazandırılıyor. Örneğin Aya İrini Müzesi’nin bir silahane, cephane olarak kullanılırken, Ahmet Fethi Paşa zamanında Osmanlı Devleti’nin ilk askeri müzesi haline getirildiğini, daha sonra mekan uygun olmadığı için döneminde sanat eserlerinin en büyük savunucusu olan Osman Hamdi Bey tarafından İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin inşaa edildiğini biliyor muydunuz? Ben herhangi bir salonda bir konser dinlemektense, bu çeşit mekanlarda müzik dinlemeyi tercih ediyorum açıkçası. Müziği tam anlamıyla yaşamak böyle bir şey olmalı. IKSV’nin mekan seçimlerinin yanı sıra sanatçı seçimleri de gayet hoşuma gitti. Aşağı yukarı 10 konsere katıldıysam 9’unu zevkle dinlemişimdir. Tabii bu tamamen sizin müzik tarzınızla ilgili ama enstürmantel açıdan “caz” müziğin yelpazesi çok geniş olduğu için kendinize göre en az üç konser bumanız mümkün. Latin’den, İspanyol’a, Amerikan cazdan Hint müziğine, rocktan alternatif müziğe kadar sevilen çeşitleri kapsayan caz festivali bu sene de diğer senelerde olduğu gibi her ruhu doyurabilecek özelliğe sahip öğünler sundu. İKSV’nin akşam konserlerinin dışında

Şimdi diyeceksiniz ki: Peki Akbank Caz Festivali? Tabii ki onu da unutmadım, hatta ve hatta yine bizzat katılmaya devam ediyorum. Geçen hafta Babylon’da yapılan İlhan Erşahin ve Love Trio konseri son zamanlarda gittiğim en güzel konserdi diyebilirim. Akbank Caz Festivali seçtiği mekanlarla daha çok gençlere yönelik olmayı istemiş olabilir. Böyle düşünmemim nedeni olarak sizinle, ben ve babam arasında geçen bir diyaloğu paylaşmak istiyorum! Şimdi ben normalde yurtta kaldığım için hafta sonları eve gidiyorum ve gelin görün ki gideceğim konserler de hep hafta sonu! Telefonda babama eve gelemeyeceğimi çünkü konsere gideceğimi açıklamaya “çalışıyorum”.(bazen çok zor olabiliyor) Babamın klasik bir baba olarak “hayır eve geliyorsun” cevabından sonra, konserin kaçta ve nerde olduğunu soruyor. Cevabım, “Babylon ve saat 22.30-02.00” olunca babamdan şöyle bir cevap geliyor: O saatte konser mi olurmuş! Açıklamalarıma devam etmeden babam ikinci soruyu patlatıyor: Bu Babylon bar değil mi, konser salonu falan değil yani? Cevabı hepiniz biliyorsunuz... Bunun üzerine babam bu sefer de “bar da konser mi olurmuş, doğru düzgün yerlerde konsere git! ” diyor. Sağ olsun Akbank beni biraz zorluyor. Neyse konumuza geri dönersek, konserler genelde Babylon, Ghetto, Nardis gibi mekanlarda oluyor. Tabii ki bunların dışında Lütfü Kırdar’da, Cemal Reşit Rey’de ya da Akbank Sanat‘ta da usturuplu konserler var.

43

nilaydursun@kutudergi.com

Konserlerin dışında yaptığı, benim tabirimle “şeker” atölyelerle de Akbank Caz Festivali benim ilgimi ve sevgimi kazandı. Avishai Cohen, Ray Gelato, Zaz(?), Carmen Souza, Charles Llyod New Quartet, Mari Kvien Brunvoll gibi ilgilenenlerinin çok sevdiği sanatçıların bulunduğu bu festival kesinlikle takdire değer. Siz de benim gibi boş zamanlarınızı cazla doldurmayı seviyorsanız, İstanbul bu sene sizin için doğru şehir. Bir sonraki İstanbul macerasında görüşmek üzere...


Cem Adrian

02 Kasım Çarşamba 22:00 Ghetto Ses telleri normal insanın 3 katı uzunluğunda olan ve 4.5 oktavlık bir sese sahip Adrian, prodüktörlüğünü kendisinin üstlendiği ve şarkı sözlerini kendisi yazdığı; Umay Umay, Suicide ve Denizhan’nın konuk olarak yer aldığı ikinci albümü “Aşk Bu Gece Şehri Terk Etti”yi 2006 yılı Aralık

ŞEHİRDE NELER VAR?

ayında piyasaya çıkarmıştır. 2007 yılı sonunda kayıtlarına başlanan “Emir” albümü kayıtları sürerken, sadece piyano kullanılarak hazırlanan serinin ilk albümü olan “Essentials/Seçkiler - Etnik” 2008 yılı Haziran ayında piyasaya çıkmıştır. Dördüncü profesyonel çalışması “Tanrı’nın Emri Aşk’ı” anlatan “Emir” albümü 26 Aralık 2008 tarihinde piyasaya çıkmıştır. Albümde konuk olarak; Hayko Cepkin ve Pamela Spence yer almıştır. 2010 yılında çalışmalarına başlanan beşinci stüdyo albümü “Kayıp Çocuk Masalları”, 21 Aralık 2010 tarihinde piyasaya çıkmıştır ve Adrian’a bu albümde Murat Yılmazyıldırım ve Aylin Aslım eşlik etmişlerdir. Bilet Fiyatları: 34.00 TL

Mor ve Ötesi

16 Aralık Cuma 22:00 Jolly Joker İstanbul 2008 yılında ülkemizi Eurovision şarkı yarışmasında

Ziyan Olmaz”ı çıkardı. Bilet Fiyatları: 39.00 TL

Fatih Erkoç & Kerem Görsev Trio

18 Kasım Cuma 20:30 Caddebostan Kültür Merkezi Fatih Erkoç & Kerem Görsev birçok caz standardının yer aldığı canlı performans DVD’si ve CD’ si için titizlikle sürdürdükleri çalışmalarını tamamladı. Müzikseverler ve özellikle caz severler tarafından büyük ilgi görmesi beklenen Fatih Erkoç ve Kerem Görsev Trio Canlı Performanslarıyla sahne alacaklar. Bilet Fiyatları: 47.00 TL

temsil eden grup Aralık ayında içinde “Deli” ile birlikte “İddia” ve “Sonbahar” isimli iki yeni stüdyo şarkısı, aralarında “Bir Derdim Var”ın da bulunduğu üç şarkı ile sekiz adet remixin yer aldığı “Başıbozuk” isimli albümü çıkardı. 2008 yılındaki performansı ile KRAL TV ve MÜ-YAP tarafından ortaklaşa düzenlenen 15. KRAL Müzik Ödülleri’nde “Yılın Grubu” ödülünü kazanan Mor ve Ötesi, yılın ikinci yarısında stüdyoya kapanıp yedi aylık hummalı bir çalışma sonucu 2010 Mayıs’ında 11 şarkıdan oluşan altıncı stüdyo albümü “Masumiyetin

Brazzaville 9 Aralık Cuma Otto Santral

Dünya müziklerini eşine az rast-

44

lanır bir düzeyde alternatif rock müziği, pop ve hareketli etnik caz dokunuşlarıyla birleştiren, Beck’in eski saksofoncusu David Brown önderliğindeki Brazzaville, 9 Aralıkta Otto Santral’de.


Buena Vista Social Club & Omara Portuondo 6 Aralık Salı 21:00 Ora Arena Hayatı bir filmden farksız olan, sanat hayatına sayısız Grammy ve daha nice ödülü sığdıran, Latin müziğine adını altın harflerle yazdıran, eşsiz ses Omara Portuondo milyonlarca seyircisine yaşattığı ölümsüz anları bizlerle paylaşmaya geliyor. Bugüne kadar onlarca kez çıktığı dünya turneleri ile rekora koşan “Latin Diva” konserine yer bulunamayan sınırlı isimlerden biri olmakla meşhur... Omara Portuondo’ya bu konserde eşlik eden ve turneyi ölümsüz kılan ise dünyanın dört bir tarafında konser vermiş, latin müziğini dünyaya sevdirmiş birden çok kez Grammy ödülü kazanmış Buena Vista Social Club olacak.. Bilet Fiyatları:

Gevende

24 Kasım Perşembe 22:30 Beyoğlu Hayal Kahvesi

132.00-85.00 TL

İlk albümleri “Ev” 2006 yılında yayınlanmıştı. O günden bugüne yaptıkları projeler, birlikte çaldıkları müzisyenler ve gerek Türkiye’de gerekse yurtdışında verdikleri konserlerle Türkiye’nin önemli grupları arasında yerlerini aldılar. Özellikle konser performansları ile dikkat çekip dünyanın önemli müzik etkinliklerine seçilerek sınırlarını genişletme anlamında önemli adımlar attılar. Albümleri Türkiye dışında da dağıtılmaya başladı. Dünya üzerindeki önemli dijital dağıtım ağlarına dahil oldular. Uluslararası müzisyenlerle aynı festivallerde yer alıp birlikte projeler gerçekleştirdiler. Kısacası tek bir albümle bugüne kadar oldukça fazla yol katettiler. Şimdi ise biriktirdiklerini ceplerinden dökme zamanı... Gevende ikinci albümlerinden parçalarla Hayal Kahvesi’nde. Bilet Fiyatları: 28.50 TL

Bir Noel Hikayesi 5 Aralık Pazartesi – 9 Aralık Cuma Kenter Tiyatrosu

White Lion

15 Kasım Salı 21:00 Jolly Joker İstanbul

süsü olarak asılan çam dallarının arasındaki çoban püskülü bitkisinin kırmızısına bürünüp gelip geçen soluk yüzlü bu insanların yüzlerini geçici olarak bir parça olsun renklendirmektedir. Bilet Fiyatları: 25.00 TL

When The Children Cry, Little Fighter, Broken Heart ve Wait gibi bir çok hit parçanın sahibi, rock müziğin en önemli gruplarından bir tanesi olan White Lion, 2006 senesindeki unutulmaz Türkiye turnesinin ardından, bir kez daha Türk müzikseverlerler buluşuyor. Bu unutulmayacak müzik ziyafeti Jolly Joker İstanbul sahnesinde. Bilet Fiyatları:

Soğuk giderek çekilmez olmuştur. Ana caddenin köşesinde, eski gaz borularını onarmaya çalışan işçiler buldukları büyük bir kömür bidonunun içinde ateş yakarlar. Bunu gören zavallı fakirler, çoluk çocuk etrafında birikmiş, ısınmaya çalışırlar. Yalnızca dükkanlardan yayılan ışık hüzmeleri vitrinlerdeki Noel

50.00 TL

45

Yeni Türkü

12 Kasım Cumartesi 22:00 Jolly Joker İstanbul 30. sanat yılını geride bırakan Yeni Türkü, Türkiye’nin çalkantılı politik dönemlerine de tanıklık etmiş ezgileri, şiirleri ve sözleriyle her dem umudun, barışın ve başka türlü bir şeyin dileğindeydi. Yeni Türkü “30 Yılın Türküsü” diyerek birbirinden eşsiz şarkılarını seslendirecek.Bilet Fiyatları: 28.00 TL


Portfolyo Her Fotoğrafın Bir Hikayesi Vardır Işıl Aksoy

46


Ben, her fotoğrafın bir hikayesi olması gerektiğine inananlardanım; fakat her fotografin bir hikayesiyle birlikte, her fotografçının da anlatacak bir şeyleri olmalıdır. 2007 yılında, Koç’un bir parçası olmamla birlikte hayatıma birçok yenilik girdi. Çeşitli kulüp ve organizasyonlarda aktif görev aldığım 2008-2009 sezonunun sonlarına doğru ise (okul içersindeki hayatım ziyadesiyle şenlikli geçerkene) bir anda fotoğraf topluluğunun sorumluğunu alma görevine nail oldum. Sonrası mı? Fotoğraf Topluluğundan Kushot’ı, Kushot’tan da okulun en guzel ve keyifli kulüplerinden birini yarattık. Özellikle son 3 yıldır bir aile gibi çalıştığımız, gezdiğimiz, takıldığımız, Kushot’ın başkanlığını yapmak, bana ayrı bir keyif vermekte. Artık okuldaki son yılıma girmişken (ve hala sonsuz bir inatla 4 yılın nasıl geçtiğini anlayamamışken) fotoğraflarımın bir bölümünü KUTU dergisinde sizlerle paylaşıyor olmaktan dolayı çok mutluyum. Benim fotoğraflarımın hikayesi mi? Bazen Lorima’daki Esra, bazen Melen’deki Osman Amca, bazen bir balık ekmek; fakat her zaman çokça muhabbet. Sevgiler, Işıl Ş. Aksoy Kimya&Biyoloji Muh. /Senior Portfolyo: sisila.dphoto.com Web: www.ku-shot.com 47


48


49


50


Tuğşad Karaduman

PORTFOLYO 51 39


creative cruelcute dangerous dependable easygoing energetic exciting famousforgetful friendly goodinggraceful happy helpful horriblehumble humoro inconsiderateinteresting likable lucky middle class tgoing overweightpoor popularpractical responsib ichromantic sad selfishskinnystingysuccessfultal ethintouchyuglyunluckywealthyyoung amusing athletic attractive beautiful boring brave careful ess charming cleverconfident crafty crazy creati cute dangerous dependable easygoing energetic famousforgetful friendly good-lookinggraceful ha lpful horriblehumble humorous inconsiderateinte esting likable lucky middle class old outging overw oor popularpractical responsible richromantic sad lfishskinnystingysuccessfultalkativethintouchy luckywealthyyoung amusing angry athletic attr beautiful boring brave careful careless charming c confident crafty crazy creative cruelcute dangero endable easygoing energetic exciting famousforgetf iendly good-lookinggraceful happy helpful horr mble humorous inconsiderateinteresting likable middle class old outgoing overweightpoor popular l responsible richromantic sad selfishskinnystingys cessfultalkativethintouchyuglyunluckywealthyyo using angry athletic attractive beautiful boring 52


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.