KUTU Dergi Sayı: 2

Page 1


1


2


rgi

OCAK- ŞUBAT 2012

Genelde dergilerde okumadan geçtiğim bir kısım olan “Editör’ den” köşesini yazmak durumunda kalınca, bu işin düşündüğüm kadar kolay olmadığının farkına vardım. Hangi konudan bahsedeceğimi bilmiyor bir halde ekrana bakarken, çoğu kişinin bilmediği, aslında göründüğünden çok daha zorlu bir süreç olan, derginin çıkarılma sürecinden bahsetmek aklıma geldi. Bu dergiyi çıkarmak, bizim için gerçekten cesaret ve emek isteyen bir şeydi. Fakat bu işe tutkuyla bağlı olan bir ekip olarak, daha önce çıkardığımız Koçpost ismindeki okul gazetesinden vazgeçip, yeni ve daha profesyonel bir yola girmeye karar verdik. Bizim için anahtar kelime “tutku” oldu, çünkü saatlerce emek harcayarak yaptığımız işin basıldığını görmenin, bizim için en büyük mutluluk kaynağı olacağını biliyorduk.

İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Mert Gümren Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Hakan Özyılmaz Grafik Tasarım Mert Gümren Kapak Kerem Bilek Editörler Ezgi Atay, Canelif Yılmaz, Alper Orhan, Oğulcan Açıkel, Kerem Bilek, Naz Cuguoğlu Görsel Editörü Nilay Dursun Katkıda Bulunanlar Güntülü Bayrak, Ozan Cem Arslan, İpek Aşçı, Murat Gencoğlu, Ali Yasin Gürcan, Gözde İpek Uçar

Kasım ayında yayınladığımız, ve bir “prolog” niteliğinde çıkardığımız sayımızdan sonra, daha fazla çalıştık, daha fazla fikir ürettik, ve sizlerin de seveceğinizi umduğumuz, daha dolu bir sayı hazırladık. Bu sayımızın kapak konusu “Dışlanmışlar”. Yani yaptıklarının değeri çok sonradan fark edilen, zamanında değeri anlaşılmamış, kimi zaman yaptıklarından dolayı cezalandırılmış insanlar. Yazarlar, şairler, ressamlar, bilim adamları, yönetmenler... Zamanında kabul gören sınırların dışına çıktıkları için, egemen politik akıma karşı bir ideolojiyi destekledikleri için, siyah oldukları için, ya da sadece kadın oldukları için dışlananlar...Bu dosyada, “ dışlanmak” kavramını nedenlerini ve sonuçlarını anlamaya çalıştık. Neden bir fikir, eser ya da kişi dışlanır? Dışlanmanın sebepleri her zaman ideoloji, din, ırk ve cinsiyet temelinde açıklanabilir mi? Dışlanmış olmak her zaman kötü bir şey midir? Kafamızdaki bu sorulara daha güvenilir cevaplar almak için, Koç Üniversitesi öğretim üyelerine bu soruları yönelttik ve gerçekten çok güzel cevaplar aldık. Yrd. Doç. Ilgım Veryeri Alaca, Yrd. Doç. Nazmi Ağıl, Yrd. Doç. Meliz Ergin, ve Yrd. Doç. Çiğdem Yazıcı’ya dergiye olan katkılarından dolayı çok teşekkür ederiz. Ayrıca, dosyada Hakan’ın Yılmaz Güney, Güntülü’nün Wittgenstein, ve Ezgi’nin Modigliani ile ilgili yazılarını bulabilirsiniz.

www.kutudergi.com kutudergi.com/blog İletişim: iletisim@kutudergi.com Reklam: reklam@kutudergi.com

KUTU

sayı:1

U U

Editör’den

KUTU DERGİSİ SAYI:2

dergi

Koç Üniversitesi öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır.

Hepinize keyifli okumalar.

Mert Gümren

3


İÇİNDEKİLER

5

mıxtape

9

KİTLELER ÇAĞI

laos: ASYA’NIN DIŞLANMIŞ YÜZÜ

ÇİZGİ ROMAN 101

15

algı kapıları üzerine

Barkın engin ile röportaj

43

49 53

13

37

ON THE ROAD

17 DOSYA: dIşlanmışlar 45

BOŞ İŞLER ATÖLYESİ

57

55

47

HİSSEDİLEN İŞARETLER

şehirde neler var?

51 KAFEİN ETKİSİ 61

otuz dört

65

prof.HALUK DURSUN portfolyo İLE RÖPORTAJ

mideme giden yol

4


MIXTAPE Alper Orhan

Punk Rock’ın Mihenk Taşları

Dead Kennedys - Give Me Convenience or Give Me Death

Stiff Little Fingers Inflammable Material

MC5 – Kick Out the Jams

The Damned-Machine Gun Etiquette

Sex Pistols - Never Mind the Bollocks, Here’s the Sex Pistols

The Stooges - Raw Power

Ramones – Ramones

Buzzcocks – Singles Going Steady

The Clash – The Clash

Misfits – Walk Among Us

5


Jane’s Addiction – The Great Escape Artist rağmen Strays’in açtığı yoldan devam ediyor ve gruba bugünkü tanınırlığını kazandıran iki albümü göz ardı ettirmeye devam ediyor. Strays ilk yayınlandığında beklentileri karşılayamadı. Yıllar sonra bir araya gelmiş Jane’s Addiction ekibi albümde resmen “Ben daha önemliyim! Ben daha öndeyim!” demeye çalışıyordu. Bağıran riffler, bağıran vokaller, gereksiz bölümler... Yine de 2003 tarihli albüm birkaç sağlam parçayla hafızalarda kendine yer edindi ve grubu belki de tümüyle çökmekten kurtardı. Halbuki Nothing’s Shocking ve Ritual de lo Habitual albümleri Jane’s Addiction’ı Jane’s Addiction yapan albümlerdi. Her iki albüm de “geniş, kafası rahat ve hareketli” bir grubu ve müziği işaret ediyordu. Strays bu imajı bozdu, zira albüm fazlasıyla klasik bir alternatif rock örneği olmaktan öteye geçemiyordu. 80’lerin sonu, 90’ların başına dehşetengiz bir giriş yapan ve alternatif rock janrına yepyeni tatlar katan Jane’s Addiction, beşinci albümleri The Great Escape Artist’i yayınladı. 2003’te on küsür yıllık suskunluklarını Strays ile bozmuşlardı, ama bu sefer ara fazla açılmadı. The Great Escape Artist, 2011 damgalı olmasına

Gelelim The Great Escape Artist’e. Geçtiğimiz senelerde grubun Nine Inch Nails ile çıktığı NiNJA turnesi kesinlikle bu albüm üzerinde etki bırakmış. NiN’in (ve pekala Trent Reznor’un) altyapı zenginliğine verdiği önem, zaman zaman kullanılan ekstra sesler albümde net bir şekilde görülebiliyor.

Ama tüm bunlar öngörülemedi, zira Strays’in başarısızlığı sonrasında ekibin 90’lar tadında bir albümle dönmesi bekleniyordu. Yanılmışız, Jane’s Addiction Strays’in havasını alıp daha sağlamlaştırmış ve alamet-i farikaları olan özelliklerden bir adım daha uzaklaşmışlar. En azından Strays’ten daha sağlıklı bir dönüş var karşımızda. Bu sağlıklı dönüşü iki albüm sürecinde gruba dahil olan bas gitaristlerden görebiliriz: Guns N Roses’ın efsanesi Duff McKagan ve TV on the Radio’nun önemli parçalarından Dave Sitek. Her iki isim de çok farklı tarzlardan gelmekte ve bu farklı tarzlar -Duff albümün kayıtlarında yer almasa da oldukça uzun süre grupla turladığı ve şarkı yazma sürecinde yer aldığı için- grubun üzerinde şahane etkiler bırakmış. The Great Escape Artist iyi bir albüm. Irresistable Force, I’ll Hit You Back ve Splash A Little Water On It gibi sağlam parçalara ev sahipliği yapıyor. Ancak, ne yazık ki, Jane’s Addiction’ı efsane yapan tarzdan oldukça uzak. Sanırım Jane’s Addiction ekibi zamanın ruhunu yakalamaya çalışmış, ki bunda başarılı olduklarını pekala söyleyebiliriz. Yine de insan Nothing’s Shocking ve Ritual de lo Habitual’e bir devam beklemeden edemiyor.

Kasabian – Velociraptor Kasabian dördüncü albümü Velociraptor!’u geçtiğimiz aylarda yayınladı. Kasabian, kendi adlarını taşıyan çıkış albümlerinden beri bekleneni verememiş ve kendi tarzlarından uzaklaşıp tek tük sağlam işler çıkarmış olsa da Velociraptor!’la dönüşü muhteşem. Let’s Roll Just Like We Used To ile hafif ama sağlam başlayan albüm, Days Are Forgotten ile birden ivme kazanarak ilk iki şarkıyla dinleyicinin gözüne girmeyi başarıyor. Belki de grubun en önemli başarısı bu durum. Önceki albümlerde düşülen hatalara düşülmemiş, her şey dozunda, ne fazla experimental, ne fazla hızlı, ne de yavaş. Kasabian her şeyi olması gerektiği yaptığından albümde müthiş bir akıcılık var, ilk şarkıdan son şarkıya nasıl gittiğinizi anlamıyorsunuz bile.

Önceki albüme göre elektronik öğeler daha oturaklı ve net kullanılmış. Switchblade Smiles, Acid Turkish Bath ve Velociraptor! gibi şarkılar elektronik öğeleriyle kendini belli ediyor ve bir adım öne çıkarıyor. Dans müziğinin oldukça farklılaştığı, daldan dala ayrıldığı şu günlerde, Kasabian kendi çapında da olsa güzel örnekler ortaya koyuyor bu alanda. Özellikle albümle aynı adı taşıyan Velociraptor!, resmen Britpop dönemlerine bir saygı duruşu havasında. Hareketli, hızlı ve akılda kalıcı… Aslında son cümle tüm albümü özetleyebilir. Kasabian, Velociraptor!’la müthiş bir albüm daha ortaya koyarken, müzik dünyasındaki yerini ve 2004 yılından beri sürekli üzerine koyarak geliştirdiği ve kendiyle özdeşleşen tarzını sağlamlaştırıyor.

6


Noel Gallagher's High Flying Birds - Noel Gallagher's High Flying Birds Oasis dağıldığında Noel Gallagher solo çalışmalara başlayacağını açıklamış, Liam Gallagher ise Oasis’ten kalan grubu toparlayıp Beady Eye grubunu kurmuştu. Her ne kadar Noel Gallagher albümünü daha önce açıklamış olsa da, Beady Eye erken davranıp ilk albümlerini Noel Gallagher’dan önce yayınlamıştı. Liam tarafının Oasis’in Be Here Now dönemlerine yakın albümüne karşılık olarak Noel Gallagher’ın kurduğu, Noel ve arkadaşları tadındaki Noel Gallagher’s High Flying Birds grubu, Oasis dönemlerine nazaran bambaşka bir havayla karşımızda. Oasis kesinlikle çok büyük ve önemli bir gruptu. Özellikle ilk albümleri hala efsane olarak nitelendirilmekle beraber, İngiltere’de kırılması pek kolay görünmeyen satış rekorlarını korumakta. Bu albümlerin en önemli tarafı müzik ve söz yazımının tamamen Noel Gallagher tarafından sırtlanmış olmasıydı. Sonraki dönemlerde grubun diğer üyelerinin, özellikle Liam’ın, bu kısımlarda söz sahibi olma isteği ve bunun yarattığı tansiyon Oasis’i sona sürükleyen sebeplerden biriydi. Noel Gallagher’s High Flying Birds, Noel Gallagher’ın belki de uzun zamandır beklediği ve istediği alanı kendisine yaratmış durumda. Belli ki Noel bu alanı,

yapmak ve denemek istediği müzikler için kullanmış. Britpop ve Post-Britpop dönemlerinden izler olmasına rağmen, Psychedelic Rock’tan, Baroque pop’a kadar geniş bir tarz yelpazesi var albümün. Yine de Noel Gallagher’ın deneysel yaklaştığını söylemek pek doğru olmaz. Fazlasıyla tanıdık alternatif rock metodları; araya serpiştirilmiş, albümü zenginleştiren alt-tarzlara baskın çıkmış durumda. Bir albümün iyi olması için illa baştan sona yenilikçi olması gerekmez. Noel Gallagher’s High Flying Birds bunun bir örneği, gerçekten iyi bir albüm, farklı tarzlardan ufak parçaların üzerine sağlam bir Alternatif Rock. Yılların da bize gösterdiği Noel Gallagher’ın yaratıcılık açısından herhangi bir sorununun olmadığı ve bildiğini iyi bir şekilde müziğe dökebildiği, ki bu da Noel Gallagher’s High Flying Birds’ü akıcı ve keyifli bir albüm yapıyor. Ancak nasıl Beady Eye, Oasis’in boşluğunu dolduramıyorsa, Noel Gallagher’s High Flying Birds için de aynısı söylenebilir, Oasis’in enerjisi, umursamazlığı ve Britpop dönemini kasıp kavurmuş havasına olayın Noel tarafında da rastlayamıyoruz.

Amy Winehouse - Lioness: Hidden Treasures

Demolardan ve b-side’lardan oluşuyor albüm. Carole King cover’ı, Will You Love Me Tomorrow? albümün en sağlam parçalarından. Ayrıca Tears Dry On Their Own’un orjinal kaydı tanınamayacak kadar farklı, bir o

kadar da çarpıcı. Back to Black’in “neo-soul” olarak tanımlanabilecek havasına karşılık olarak, Lioness daha saf ve çiğ bir soul havası taşıyor. Best Friends, Right? ve Valerie kesinlikle albümü ayakta tutan şarkılar. Back to Black’in yapımcıları ve Amy Winehouse’a şöhreti getiren isimler olan Salaam Remi ve Mark Ronson, bu albüm için şarkıları seçerken “Amy asla bir Tupac olmayacak” açıklamasında bulunmuştu. Tupac öldükten sonra plak şirketleri tarafından adına onlarca stüdyo albümü yayınlanmış ve sömürülmemiş parçası kalmamıştı; ancak bu albümün bütün gelirinin, Amy Winehouse’un ebeveynlerinin uyuşturucu bağımlısı gençlere yardım amaçlı kurduğu Amy Winehouse Foundation’a gideceği açıklanmış.

7

alperorhan@kutudergi.com

Amy Winehouse 27 yaşında uyuşturucu ve alkole bağlı sebeplerden dolayı vefat etti ve arkasında pek tutmayan Frank’i ve kendisini efsane konumuna ulaştıran Back to Black’i bıraktı. Ki o Back to Black sayısız müzisyenin yıllarca uğraşıp da ulaşamadığı bir müzikal noktaydı. Hayatı, ilişkileri, performansları hep olaydı Winehouse’un. İlk “ölüm-sonrası” (posthumous) albümü de yayınlandı. Ölmeden önce hazırlandığı stüdyo albümü yerine, kenarda köşede kalmış, stüdyoda kaydedilip albüme alınmamış parçaların yer aldığı bir albüm Lioness: Hidden Treasures.


8


Replikas’ın Gitaristi Barkın Engin ile Söyleşi Alper Orhan

ğini yapmaya çalışan adamların grubuna “replika” adı koyması sonradan hoşumuza bile gitti diyebiliriz.

1996’da Türkçe müzik yapmaya başladığınızda Replikas ismini aldığınızı, TRT’nin hazırladığı Sessiz Olmaz belgeselinde belirtmiştiniz. Replikas ismi nereden geliyor?

Peki Replikas’a dönüşmeden önce hangi isimleri kullandınız?

Şuradan geliyor, biz daha önce İngilizce müzik yapıyorduk, zaten tarzımız da farklıydı. Çekirdek kadro bir araya geldiğinde 15-16 yaşlarındaydık, Thrash Metal grubuyduk o zamanlar. (gülüyor).

Thrash Metal iken Outcast’ti, sonra Indie-Sonic Youth eksenli müzik yapmaya başladığımızda Teenage Riot adını aldık şarkılardan esinlenip. Replikas’ı en çok etkileyen isim olarak her zaman Erkin Koray geçiyor. Yine Barış Manço ve Cem Karaca da bu isimler arasında. Önemli Anadolu Rock isimlerini kendinize etkilendiğiniz isimler olarak gösterdiniz. Bunun dışında etkilendiğiniz, pek tanınmayan bilinmeyen Türk gruplar var mı?

Hiç andırmıyorsunuz... Klasiktir. Sonra bir sene içinde, önce hardcore, sonrasında post-punk gibi türleri denedik. 1995 falandı, yaklaşık bir senelik bir boşluğun ardından Türk müziğiyle ilgilenmeye başladık Erkin Koray’dan başlayarak. En sonunda da Türkçe sözler yazalım ve müzik Türkçe olsun istedik. İsim konusuna gelince ne İngilizce olsun, ne Türkçe, ses olarak da doğal tınlayabilecek bir şey olsun diye düşündük. O sıralar biz Gary Numan’ı ve grubu Tubeway Army’i çok dinlerdik, onların Replicas diye bir albümleri vardı, Gökçe’nin aklına geldi, anlamına bile bakmamıştı aslında, kulağa güzel gelen bir isimdi. Onun ‘c’ sini, ‘k’ yapalım dedik, Almanca’da replika’nın öyle bir anlamı olduğunu bilmiyorduk. Aslında çok ironik oldu, 17 yaşında kendi müzi-

Tabii pek çok grup var. Bunalım ve Bunalımlar, her iki ismi de kullandılar. Erkin Koray bizim için çok önemli. Türk müziği olarak genellersek, bu tarzı dinlemeyen insanlardık. Aile yapılarımız da bunu pek yansıtmıyordu. Erkin Koray bizim için bir geçiş oldu, o dönemi araştırırken, bir yandan yerel formları da öğrenmeye başladık, Bektaşiler, nefesler, aşıklar derken derine girmeye başladık. Aslında önceleri yorumculuk yaptığından Erkin Koray’ın besteciliğinden çok düzenlemeleri bizim ilgimizi çekti. 9


albümlerdeki şarkılar da 1965-1975 arası şarkılar hep.

Peki yabancı grup olarak sizi etkileyenler var mı? Mesela Indie müziğe yöneldiğiniz dönemlerde Sonic Youth’un şarkısının ismini almışsınız. Replikas’ın kimlerin etkisinde kaldığını söylebilirsiniz?

Hangi isimleri coverladınız bu albümde?

Klasik olarak Erkin Koray, Moğollar, Barış Manço ve Cem Karaca ve Baştan itibaren bahsetmek zor olacaktır, zira belli türleri özetleyebiliriz Apaşlar gibi isimler dışında, Silüetler var, Okay Temiz var. Mazhar ve Fuat’ın Özama artık tonlarca grup var. Bizim etkileyen önemli gruplar arasında Heavy Metal kan dahil olmadan önce bir albümleri vardı, Türküz Türkü Çığırırız diye, oradan türünden İngiltere kökenli Joy Division ve The Jesus and Mary Chain var. Amebir şarkı var. Haramiler’den bir şarkı var, bir de Melih Kibar’ın ilk bestesi var. Toprikalı No-Wave müziklerinden, yine Alman endüstriyel ve elektronik sahnesinden lamda 12 şarkı... etkilendik. Tabii o zamanlar internet olmadığından, bulabildiğimiz her şeyi dinleAlbümde Cahit Berkay’la beraber çalışmışsınız? meye çalışıyorduk. Özellikle hala DJ’lik yapan Deniz, karşı tarafta Zihni, bu tarz underground müzikleri getiren isimlerdi. Morphine’ler vesaAlbümde Barış Manço’nun bir şarkısı, “Ölüm ireler falan. Müzik dinlemek aslında grubun bir dönem çok Allah’ın Emri”, var, orada yaylı tamburu çaldı. Yaylı tambur “Gary Numan’ı ve grubu önemli bir işiydi. Şu ana geldiğimizde herhangi bir türü veya oldukça sevdiğimiz bir enstrümandır, Cahit Berkay’ın pergrubu belirtmek çok zor, bir sürü şey dinliyoruz hala. Tubeway Army’i çok formansını da severiz, sağolsun geldi, yardımcı oldu. Peki sizle aynı dönemde yer alan ve sizin severek dinlerdik, onların Replicas Zerre’yi Gökçeada’da kullanılmayan bir hapishadinlediğiniz Türk gruplar hangileri? diye bir albümleri vardı. O nede kaydetmiştiniz, peki bu albümü nerede kaydettiniz? Artık çok yeni sayılmasa da Ayukka, Proudpilot, Bu albüm için öyle bir şey olmadı, kayıtların bir daha yeni isimlere bakarsak, Chopstick Suicide var, çok fark- sıra Gökçe’nin aklına geldi, kısmını, bas ve davulu Deneyevi adlı bir stüdyoda kaydettik, lı bir tarz olmasına rağmen onları da çok beğeniyoruz. Daha anlamına bile bakmamıştı geri kalanını da Tonmaisterımız Metin ve Peyote’nin ortak iki buçuk senedir ilişkide olduğumuz, ama albümü olmayan, aslında, kulağa güzel gelen olduğu Peyoteyp diye bir stüdyoda kaydettik. Zerre’de tamaNekizm bence kendine özgü bir müzik oluşturan bir grup, men farklı bir davul sound’u almak istiyorduk, stüdyolar soonlar da oldukça önemliler. Bazen takip etmekte bile zorlanıbir isimdi. Onun ‘c’ sini, ‘k’ nuçta izole ortamlar ve daha büyük bir akustik etki yaratmak yorum, buraya (Peyote) geldiğimde (programı gösteriyor), hiç için değişik mekanlar arıyorduk. En sonunda kader bizi oraya yapalım.” duymadığım güzel gruplara rastlayabiliyorum. götürdü, çok da iyi oldu aslında, tam da istediğimiz gibi bir sound yakaladık. Yeni albümle ilgili olarak, 2011’in başından beri çalışıyorsunuz neredeyse, son durum nedir? Çok klişe bir soru olacak, eminim hepsini çok seviyorsunuzdur, hepsinin Bu albümün hikayesi şöyle; bir cover albümü yapıyoruz. Aslında orjinal özel bir yeri vardır fakat kişisel olarak en çok içinize sinen, en başarılı bulduğunuz Replikas albümü hangisi? planlara göre bu albümün 2008 yılında çıkması gerekiyordu. Yani bütün parametreler göz önünde olduğunda, gene tabi klişedir en son olanı söylemek ama, Zerre kafamızdaki kaydı en iyi yansıtabildiğimiz albüm olabilir. Besteleri hazırlamak başka bir şey, bir de onları kayda dökebilmek ayrı. Tabii ülkede çok büyük bir prodüktor geleneği olmadığından dolayı kendi işimizi kendimiz yapmayı öğrenmek durumunda kaldık ve kafamızdakini daha doğru aktarabildiğimizi düşünüyorum.

Zerre’den hemen sonra? Aslında Zerre’den önce olması, daha sonra Zerre’nin kaydedilmesi gerekiyordu. Cover albümü için fikir de şöyle çıktı kabaca anlatayım; 2007’de biz bir konser teklifi aldık, Ege, Karaburun’da Gökhan Akçura bize böyle bir teklif yaptı, “Gelin çalın” diye. Fakat setin bir yarısını 60’lar 70’ler yapalım dedi. Biz zaten bu tarz şarkılara konserlerimizde yer veriyorduk, böyle bir talep gelince hem repertuarda olan şarkıları kattık hem de dışarıdan birkaç parça ekleyerek böyle bir setlist yarattık ve çok pozitif bir geri dönüş aldık. Sonrasında neden bunu albüm haline getirmeyelim dedik. Fakat o zamanki şartlarda, başkasının şarkıları olduğundan telif hakkı problemi oldu, anlaşmalı olduğumuz plak şirketi bunu istemedi. Zaten Zerre de hazırdı, Zerre’yi yaptık, ondan sonra bu olayı bir süreliğine rafa kaldırdık.

Replikas 1996’da kuruldu ve ilk albümünüzü 2000 yılında çıkardınız, ilk albümünüzden beri 11 sene geçti, Türkçe Rock bu süre içinde çok değişti, siz nasıl yorumlarsınız bu değişimi? Bu iki taraflı bir şey aslında, 90lara baktığımızda bu tarz kendi müziğini yapan grupların albüme gelmeden önce, çalabilecek bir yer bulması çok zordu. Bir takım üniversite festivalleri dışında, neredeyse imkansızdı. Şu anda daha rahat bir ortam var, o açıdan çok daha olumlu buluyorum. İnternet sayesinde zaten daha fazla insana ulaşabiliyorsunuz ve plak şirketi olmadan kendi kaydınızı yayımlayabiliyorsunuz. Öbür taraftan bakarsak, bir grup için artan sayı içerisinde kendini duyurmak, İstanbul dışında çalanlar için özellikle, oldukça zorlaştı. Çünkü gruplar arttı, haliyle ilgi de arttı ama pazarın büyüdüğünü söyleyemiyorum. Yani bu grup yoğunluğu içerisinde sesini duyurmak artık daha zor. Bir yandan işler değişti, kendi kendine bir albümü finanse edebilmek mümkün olunca çıkan albüm sayısı da arttı, ama plak şirketleri artık çok daha seçici davranıyor. O yüzden bir noktada da çok düşük bütçelerle amatör albümler kaydedilebiliyor. Bu durumda istenilen sonuç elde edilemiyor, bu yüzden de müzik çoğu insan için hobi olarak kalıyor. Ya tamamen kendinizi adamanız lazım, ya da finansal bir rahatlığınız olması lazım.

2010’da yeni albüm fikirleri doğmaya başlayınca cover albüm fikri yeniden gündeme geldi. Fakat, albüme başlama süreci uzun sürdü, malum başkasının şarkısı olunca her şey daha zor oluyor. Hatta bu iş olmayabilir diye 2011 başlarında yeni bir EP üzerinde çalışmaya başlamıştık ki, o sırada haber geldi, her şey oturdu, Mart’ta albüme başladık, Eylül itibariyle de albümün kayıtları bitti. Albümün normalde şimdi satışta olması gerekiyordu; ancak diğer işleri hala bitmedi. Net bir tarih veremeyeceğim, ama Ocak gibi çıkmasını bekliyoruz. Albümün ismini belirlediniz mi? Biz Burada Yok İken albümün ismi. Şöyle bir hikayesi var onun da; Cem Karaca ve Apaşlar’ın, ki bu albümde de iki tane Cem Karaca ve Apaşlar şarkısı var zaten, ilk yayınladıkları 45’lik Karacaoğlan isimli 45’liktir, Karacaoğlan sözlerinden oluşan. Orada “Biz yoğ iken” sözleri geçiyor. Hem Apaşlar bizim 60’lar döneminden en sevdiğimiz gruplardan, hem de albümün konseptine uygun, ki bu 10


girdiniz?

müzik yapmıyoruz, ya da en azından o kadar tanınmıyoruz, ama bu albümden sonra planlıyoruz biraz daha büyük bir alana yayılmayı. Son dönemlerde yurt dışında da sahneye daha fazla çıkmaya başladık diyebilirim.

Peki 96-2000 yılları arasında neler oldu, albüm çıkarma sürecine nasıl

96 yılında böyle bir müzik yapmaya karar verdikten sonra o zamana kadar oluşan bütün repertuarı çöpe attık. 98’e kadar kendi halimizde, tanınmayan, konser de vermeyen bir gruptuk. O zamanda Köledoyuran’ın temellerini atmıştık. Çok basit bir demomuz vardı, 97 sonlarında onu Roll dergisine verdiğimizde oldukça ilgi çekmişti. O dönem İstanbul Blues Kumpanyası olan, şimdi farklı projelerde yer alan, Sarp Keskiner ve Salih Nazım Peker bize yardımcı oldular. Tam da 98’de Sarp bizi Peyote ekibiyle tanıştırdı. Peyote’nin istediği de cover çalmak yerine kendi müziklerini yapan gruplar çıkarmaktı. Biz de orada çalmaya başladık. Aşağı yukarı bir sene boyunca her hafta Peyote’de çaldık. Yavaş yavaş insanlar ismimizi duymaya, gelmeye başladılar, başka konserler festivaller derken, 2000’de albüm fikri oldukça oturmuşu, Ada Müzik’in de ilgisini çekmiştik, derken işler gelişti. Aslında başlarken albüm yapma gibi net bir düşüncemiz yoktu, sadece çalalım diyorduk, ama Peyote bizim için bir basamak oldu. Zaten ilk albümü yayınladıktan sonra emekli olmuyorsan belirli sebeplerden ötürü bir şekilde devamı geliyor.

Yurt dışı planları ne durumda peki? Zaten daha önceden yurt dışında da turne yapmışlığımız, tek konserlere gitmişliğimiz var. Biraz daha büyük ölçekte bir şey yapma planlarımız da var. Peki yurt dışında nasıl bir hayran kitleniz var? Enteresan bir kitle var aslında. Crossing the Bridge bize çok yardımcı oldu, tüm dünyada vizyona girdikten sonra Brezilya’dan mail gelebiliyor, Almanya’da bir konserde Meksikalı bir grup olabiliyor. O kadar uzaklara gitmek bütçe olarak zor, ama özellikle Avrupa’da bir ölçüde tanındığımızı düşünüyorum. Genel olarak son iki üç senedir, İstanbul sahnesine bir ilgi olduğundan dolayı insanlar araştırmaya başladılar. En son Slovenya’daydık, bir radyo programına davet edildik. Burası aslında düşündüğümüzden daha fazla ilgi çekiyor. Birçok grup, daha Ankara’ya bile gidememiş Türk grupları, Almanya’da, Fransa’da çalabiliyorlar, böyle garip bir durum olmaya başladı.

Plaklar 2010’larda yeniden canlandı. Yabancı gruplar yeni çıkan albümlerini mutlaka plak olarak da piyasaya sürüyor, Türk gruplar da yavaş yavaş albümlerini bu şekilde piyasaya sürmeye başladı, Replikas’ın böyle bir planı var mı?

İyi bir takipçi kitleniz olduğunu söyleyebilirim, kendi ürünlerinizi, Replikas t-shirt’i veya posteri gibi, satma planlarınız var mı? Sadece Zerre zamanında o albümün t-shirt’ü sınırlı sayıda yapıldı ve satışa sunuldu. O biraz da plak şirketinin vizyonuyla ilgili tabii. Şu güne kadar pek destek göremedik o konuda. Tabii isteriz ama ne kadar talep olacak o da önemli bir soru.

Bizim hep var, hep böyle bir şey yapmak istiyoruz ancak bize dönüş “Finansal bir getirisi yok.” olduğundan şu ana kadar gerçekleştirme şansı bulamadık. Bu albüme yönelik de öyle bir isteğimiz var; ancak her şey bizim isteğimize bağlı olmadığından kesin bir cevap veremiyorum. Hatta yeni albümün kapağı da bir plak estetiğine sahip, o tarzda tasarlandı, 60’lara 70lere öykünen bir duruşu var.

Sizin Reverie Falls on All diye bir yan projeniz var, peki grubun geri kalanı bu tarz projelerde yer alıyor mu? Davulcumuz, Orçun Baştürk, geçmişte İstanbul Blues Kumpanyası’nda çalmıştı. Şimdi Kırıka’da yer alıyor, onlar şu an ikinci albümünü kaydediyorlar. Gökçe Akçelik, gitar-vokal, daha çok film müzikleriyle ilgileniyor, Takva ve Çoğunluk’un müziğini yaptı. Reverie Falls on All’da beraber çalıştığım Burak, son zamanlarda bir takım modern dans projeleriyle ilgileniyor.

Yaptığınız müzik canlı performanslarda doğaçlamaya çok açık ve şahane sonuçlar ortaya çıkabiliyor. Canlı albüm yayınlama gibi bir planınız var mı? Üç-dört kere denedik aslında kaydetmeyi. Düzgün kaydedebilmek bütçe işi sonuçta. Bazen teknik bir sorunla karşılaştık, bazen ekipman bizi yarı yolda bıraktı, bazen de tek bir şansın olduğundan stres oluyor, performansların içimize sinmediği oldu. Genelde bazı gruplar, daha büyük bütçeli gruplar, bir takım konserleri kaydedip sevdiklerini birleştirebiliyorlar, ama biz bunu pek tercih etmiyoruz. Çok istediğimiz bir şey ama bir türlü bizi memnun eden kayıtlar elde edemedik. Yapılacak şeyler listemizde yeri var ama gruptan kimseye söylemeden yapmak lazım.

Reverie Falls on All, ilk albümünü çıkardı ve Replikas’a uzak bir tarzı var. Devam etmeyi planlıyor musunuz, yoksa başka bir tarza yönelme planlarınız var mı? Geçen sene ikinci albüme başlamıştık, fakat araya Replikas işleri girince biraz durulduk. Slovenya’da Reverie Falls on All olarak da bir konser verdik, oradan sonra yeniden başladık ve şu anda elimizde bir kaç şarkı var. Net bir tarih veremiyorum, besteleme sürecindeyiz hala, ama bir sene içinde somut bir sonuç çıkacaktır.

İstanbul’da düzenli konserler verdiğinizi biliyorum, Ankara ve İzmir’e de gidiyorsunuz, peki grubun Türkiye turnesi yapma gibi bir planı var mı?

Reverie Falls on All albümünü sadece internet üzerinden yayınlayıp, baskı olarak satışa çıkartmadı...

Genelde büyük şehirlere gidiyoruz, sonuçta tüm Türkiye’ye seslenecek bir 11


Çıkartmayacak da...

Pearl Jam ya da Nirvana olması lazım. Muhtemel Pearl Jam çalıyorduk. Orada sene ’94, Nirvana sonrası post-grunge’ın patladığı zamanlar, o zamanlar onları çok çalardık.

Neden? Tamamen özgür bir alanda çalışmak istiyoruz, şarkılar canımız nasıl isterse o şekilde oluyor. Genelde plak şirketleri buna pek sıcak yaklaşmıyor. Bunun zaten daha dar bir kitleye hitap ettiği düşünülürse, internette yayınlanmasıyla yeterli sayıda insana ulaşacaktır. Temelde finansal kaygılardan ziyade yaptığını paylaşmak olarak düşünüyoruz bu projeyi.

Buna bağlı olarak mutlaka siz de bir Nirvana döneminden geçmişsinizdir, dönemin popüler olarak değerlendirebilecek rock gruplarından üzerinizde etki bırakan oldu mu? Nevermind çıktığı zaman, Bleach haliyle bilinmiyordu, global çevrede patlayınca Nevermind’dan sonra Bleach neymiş diye bakmaya başladık. Nevermind’daki melodik ve agresif yapıyı seviyoruz ama Bleach kirli tonlarıyla o zamanki favori albümlerimizdendi.

Günümüz popüler rock müziğine yaklaşımınız nasıl, etkileniyor musunuz, dinliyor musunuz? Mesela Coldplay veya Red Hot Chili Peppers... Yok, hayır. Coldplay’den zaten oldum olası hiç hoşlanmamışımdır, herhalde grup adına da rahat rahat konuşabilirim bu konuda. İlk dönemlerinde RHCP’yi takip ettiğimi belki söyleyebilirim, ama şekerli pop albümlerine uzağım.

Röportajda da belirttiniz, daha önce de belirtmiştiniz “Finans bizim için hiçbir zaman motivasyon olmadı” diye. İnternetten müzik paylaşımı artık oldukça yaygın, mesela bazı pop müzik sanatçıları bu konuda neredeyse militan bir yaklaşım sergiliyor. Sizin yaklaşımınız nedir?

Sizin deyiminizle şekerli pop, veya rock müziğe genel olarak uzak olduğunuzu söylebilir miyiz?

Asla negatif bir yaklaşım yok, zaten bunu engelleyemezsiniz de. Bizim gibi ne ana akımda yer alan, ne de tam yeraltı olan gruplar için asıl gelir kaynağı her zaman konserlerdir. O yüzden albüm satışları çok büyük sayılara ulaşmadığı sürece bir gelir kaynağı değildir. Duman, Mor ve Ötesi gibi çok ana akım gruplar olmanız lazım ki, şu anki durumda, onların da albüm gelirlerinden çok büyük bir geri dönüş aldığını düşünmüyorum. Geçmişe döndük aslında, starlar dönemi törpülendi.

Herkesin o tarzda sevdiği gruplar vardır, “guilty pleasure” olarak tanımlayabileceğimiz, mesela Pinback’i severim o türde, ama ticari formatlara pek sıcak bakılmıyor kişisel zevklerde. Thrash Metal grubu olarak kurulduk demiştiniz, Replikas’ın görüntüsünden veya müziklerinden böyle bir geçmişe varmak neredeyse imkansız. Bu durum nasıl oluştu?

Peki bu albüm sonrasında Replikas’ın uzun vadede bir planı var mı?

80’lerde büyümeye başlamış Türk gençlerin çoğu için bulunabilecek en ekstrem müzik Heavy Metal’di. En azından 70’li yılların ikinci yarısında veya 80’li yıllarda doğmuş her müzisyenin bir Heavy Metal geçmişi vardır diye düşünüyorum.

Bu albüm çıktıktan sonra, EP projesine devam etmek istiyoruz. Onun zaten bambaşka bir formatta olmasını tasarlıyoruz. Bir nevi ezber bozup, yeni bir rota çizmenin ilk adımı olacak. O EP’yi de bitirdikten sonra, farklı şeyler düşünüyoruz, şimdi konuşmak için erken ama bazı planlarımız var. Onları da halletikten sonra elimizde kalanlarla bir sonraki Replikas albümü için çalışmaya başlayacağız.

Sizin 15-16 yaşlarında sokakta gitar çalarken bir fotoğrafınız var, orada ne çaldığınızı hatırlıyor musunuz?

12


KİTLELER ÇAĞI Uyum ve Uyumsuzluk Ali Yasin Gürcan

Aynadaki uyumu fena değildi 504’ün, yaklaşık 1 ay önce aldığım mavi Nike ayakkabılarımla. Günün rutin akışında, alışılagelmiş mekanlarla uyumu nasıl olacaktı acaba. Bunun için sadece ayna yetmez ki ama, hem mekanla hem de ayakkabımla ahengini kavrayabilmem için, hayal gücüm gerekirdi bana. Üzerime geçireceğim kıyafetle uyumu da cabası. Yaklaşık 10 dakikalık bir mücadelenin ardından, bir de gömlek almak icap etti içinde bulunduğum Levi’s mağazasından. İstencimi yeterince ikna ettikten sonra, bu kez gözlerimi de inandırmak için baktım aynaya. Beyaz, çizgili gömleğim çok güzel sarmalamış, içselleştirmişti beni adeta. Vitrinde yer alan cansız, plastik, ruhsuz insan modellerinin üzerindeki uyumundan farksızdı. O an için, üzerime giydiğim kıyafet kombinoasyonunun ahengini ‘’kendim’’ varettiğimi, dışarıdaki modellerden farklı olarak, bu ahengin nesnesi değil, ‘’bizzat’’ yaratıcısı olduğumu düşünmüştüm. Hiç değilse özgüvenimi tamamlamış, kıyafetlerin ‘’sahibi’’ olma coşkusuyla, AVM tüketici ahalisinin bir ferdi olmanın verdiği güven ve huşu duygusuyla mağazadan ayrılmıştım. Yaklaşık 2 sene önce okumuştum Kitle ve İktidar’ı. Elias Canetti, zannımca tartışmaya açık, çok da bilimsel olmayan metodlarla kitleler ve iktidar arasındaki ilişki-

leri inceliyordu. İktidarı, kalabalıkların arasından sıyrılabilen hırslı bireylerin, ırkdaşları, kandaşları üzerine kurduğu bir tahakküm aracı olarak görüyor, tebaaların ise, iradelerinden bağımsız olarak, mazoşist itkilerle lidere tamamıyla boyun eğerek ve liderle bütünleşerek kitleleri oluşturduğundan bahsediyordu. Bu noktadan sonra, mantıktan arınmış bireylerin(!) artık rasyonel temelde karar vermeksizin, sürü ruhuyla hareket ettiklerini söylüyordu. Yani, “benmerkezci” eksenden kayıp, bütün irade ve haklarını kitleye devretme durumu söz konusuydu. Vatandaşlar tarafından, “millet” kavramına radikal atıflarda bulunulduğu durumun aynısıydı. Tıpkı, bireyler arasında bir körlük salgını halinde, çevrelerindeki olaylara ahlaki değerler yükleyemeyecekleri, doğru ve yanlışın, ancak liderler ve onların bütünlük içerisindeki tebaaları tarafından belirlendiği durumda olduğu gibi.[1] Bu tip oluşumlara, tarihten örnekler veriyordu Canetti. Lider ve kitleler arasındaki ilişkiyi, benim çok da hakim olamadığım, psikoloji terminolojisiyle açıklıyordu. Ayrıca, kitleleri kategorilendiriyor, sürüleri sınıflara ayırıyor ve her bir türe farklı atıflar yüklüyordu. Örneğin, hatırlayabildiğim kadarıyla, kitleleri açık ve kapalı olmak üzere, iki ana düzlemde ayırıyor ve bu yazı için bizi ilgilendiren ‘’açık

13


Belgeselin konusu sadece tüketim kitleleriyle sınırlı değildi. Hatta liderlerin çeşitli propaganda araçlarıyla, ideolojik ve siyasal kitleler oluşturarak, bu kitleleri istedikleri biçimde yönlendirebiliceğinden bahsediyordu. İnsanların, bilinçaltlarında yatan güdüleriyle hareket ettikleri ve karalarını rasyoneliteye değil de tutkularına bağladıkları varsayımı bir yana, Fromm’un da dediği gibi, özgürlüklerinden rahatça feragat edebilecek yaratıklar olduklarını düşündüğümüzde, kitlenin bir ferdi olabilmek için can atmaları şaşılacak şey değildir. Nihayetinde, sorumluluklarını bir lidere yükleyerek, veya içinde bulunduğu kitleye atfederek, bütün karar alma mekanizmalarından kurtulmaktadır. Bu mekanizmaların güçlükleriyle ve caydırıcılığıyla cebelleşerek insan, varoluşunu yaratır. Vicdani muhasebesiyle hesaplaşması neticesinde “kendi” doğrularını ve yanlışlarını, “kendi” hayat çizgisini belirleyen insan bu şekilde “kendini” var eder. Zannedilenin aksine, kendi iç hesaplaşması insanı, diğer insanlardan yalıtarak yalnızlaştırmaz aksine, kişinin alıcağı kararlar, çevresindekileri de etkileyeceği için, bireyi çevresindekileri de düşünmeye zorlar.[2] Yani bu metod, insanın korkusu olan yalnızlaşmayı getirmez hatta, özgürlüğünden kaçmaksızın kişinin ‘’birey’’ olmasını sağlar. Fakat yine de anlamsız bir “yalnızlık” korkusu ve sorumluluğun kişiye yüklediği ağırlık, kitlelere yönelimi tetikler. Kitlelerin oluşturulmaya başlamasından sonra artık, “bireyin” mantığı ve özgürlüğü değil, kitlenin “tutkuları” ve “ülküleri” vardır. “Ülkü” olmaksızın kitlenin varoluş amacı kalmaz ve tutku olmaksızın kitlenin ülküsünü gerçekleştirme adına enerjisi olmaz. Nazilerin amacı, ülkelerini saf aryan ırkın vatanı haline getirmekti ve günah keçisi Yahudiler olmuştu. Yahudileri yok etmek onların adeta bir deşarj yöntemi veya ülkü adına teşvikleriydi. Tarihteki her devrim sonrası hükümet, kendine bir amaç seçerek tebaaların kitleye bağlılığını güçlü kılmaya çalışarak kitlenin devamlılığını sağlamaya çalışır. Her devrim, kendi içindeki hainlerini(!) işaret ederek, onları “dışlarken”, bir yandan da genişleme, kitleye yeni kan katma (açık kitle) amacı güder. Devrim sonrası, “içimizdeki hainler” söylemiyle saflaşmayı sağlayarak, yeni iktidarın “meşrutiyetini” sağlamak, yani varlığını sağlamlaştırmak, kitleler için adeta yeni bir savaştır. İçlerindeki haini göstermek için aslında kitleler, devrim öncesinde kendi doğrularını, kendi “mantıklarını” ve geleneklerini oluştururlar. Kitle ruhunu yaşayamamak, onlar gibi düşünmemek adeta mantıksızlıktır onlar için. Yani mantığı ve “normali”, hegemon olanın belirlemesi gibi kabul edilemez bir gerçek vardır. Kitlenin itkileri ve arzuları, insanın doğasını oluşturur onlar için. Bu doğaya karşı çıkmak patolojiktir. Bugün yaşadığımız toplumun, 30-40 sene öncesinden çok farklı olmadığını düşünüyorum. Bütün teorik çalışmalara uyan kitle profilimizin ritüelleri bile var. Tıpkı bir komünyon gibi, üzerimde denediğim, beni sarmalayıp “içselleştiren” gömlekte olduğu gibi. Şirketlerin bizi, toplanma alanları olan o kocaman AVM’lerine hapsedip aynı tüketim coşkusunu taşıyan kitleleri oluştururken, reklamların bize söylemeye çalıştığı “bağımsız bireylersiniz” mesajını, kendi oluşturdukları ürün yelpazeleriyle vermeleri bana pek bir şüpheli geliyor. Zaten kendi iradesini kullanmaktan aciz insan, sorumluluk alıp kendi “özgürlüğünü” belirlemektense, reklamların cazibesine kapılıveriyor ve özgürlüğünü şirketlere, söz hakkını reklamlara devrederek, vitrindeki cansız modeller misali nesneleşiyor. Tüketim kitleleri, “hırsı” ve daha fazlasını isteme arzusunu, insanın doğası haline getirip kendi mantığını oluşturuyor, uyum sağlayamayanı ise “çağdışı”olarak nitelendirerek dışlıyor. “Demode” ve “çağdışıları”, kendi doğrusu olan tüketim çağdaşlığı yoluna çağırıyor, yani genişleme amacı güdüyor. Safi liberal söylemlerin aksine, devlet egemenliğinin azalıp yerini şirketlere bırakması, insanı özgürleştirmiyor, sadece tahakkümün aracını devletlerden şirketlere kaydırıyor. Basın yayın tutsaklığı altında ve “kitlelerin” varlığında, “bireysel farkındalık” da hiçbir işe yaramıyor ve yukarıdaki düşünür amcaların söylemlerini, bütün topluluklarda, tarihin başlangıcından günümüze kadar haklı çıkarıyor. Toplumun dinamikleri tarihi belirlerken, mağara insanı öncesi “doğa durumu” insanına dönme gibi komik bir düşünce yoktur fakat, neyi yaşadığımızı bilip “kitlelere katılamayan hür insanlara” empatiyle yaklaşabilirsek sanırım dünya sorunlarını milyondan bir eksiltebiliriz.

kitlererin’’ sürekli yeni kan, tebaa arayışı içerisinde olduğundan bahsediyordu. Örneklemeler, sadece sağlıksız kitleler olarak, milletlerle sınırlandırılmıyor, “ideoloji”, “madde” ve “olgulara” tapınan bütün kitlelerle kapsamlaştırıyordu. Bir ulusta, devrim yaratma adına oluşturulan kitlelerin, devrimi meşru düzleme oturtabilmek ve ideolojiyi yaymak adına, büyüme amacı taşımasının, kitlenin doğasının gerekliliği olarak görüyor ve açık olması zorunluluğuyla sonuçlandırıyordu. Oluşturulan kitleler varlığını, ülküsünden sapmaksızın koruyabildiği takdirde, zamanla ritüeller geliştiriyor ve bunları gelenekselleştiriyordu. Burada, kitapta bahsi geçen komünyon örneği üzerinde durmak isterim. Aşai Rabbani (Son akşam yemeği) anısına gerçekleştirilen ve bir hristiyanlık ritüeli olan komünyon her Pazar sabahı kiliselerde gerçekleştirilir. Ritüelin incelikleri, mezheplerde farklılık gösterse de, Katolik inancında ekmek ve şarabın vücuda alınmasından ibarettir. Ekmek, İsa Mesih’in bedenini sembolize ederken, şaraba kan rolü atfedilir. Canetti’ye göre, ritüelin amacı, Mesih’i içselleştirmek, onunla bütünleşmektir. Kitlesel bütünlükle tek vücut olup, liderle birleşmek yani, liderin nesnesi olmak. Farklı ve özgün daha fazla alıntı için kitabı okumanızı tavsiye ederim. Kitlelerin oluşumuna temel olan, bireyin iradesinden “vazgeçişi” ve tahakküme duyduğu “kabullenmiş”liğin nedenlerini incelemek, kitle ruhunun “birey” mertebesinde anlaşılırlığını kolaylaştırabilir. Bu noktada, Özgürlükten Kaçış (Eric Fromm), az çok fikir sahibi olmamı sağlamıştı. Fromm’un bu kitabında bahsettiği şey, özellikle orta çağın feodal toplumlarında görülen ‘’birliktelik’’ sistematiğinin aksine, rönesansta liberal ve bireyselleşme akımlarıyla, bireylerin kazandığı “özgürlüğün” onlara sosyal çevreden “yalıtılmışlık” duygusu verdiği, daha genel ve kabul görmüş değimiyle “yalnızlaştırdığıdır”. Toplumsal devinimle kazanılan “bireysel irade’’, kişiye tam sorumluluk yükler. Çağdaş toplumda, en safi haliyle “özgür’’ insan, sorumlulukların yükü altındadır ve hiçbir hükmedene bağlı değildir. Fromm’a göre, insanların çok büyük kısmı bu sorumluluğu ve yalnızlığı kaldırabilecek olgunluğa sahip değildir. Neticesinde, haklarını bir hükmedene devreder ve benzer fertlerin(!) oluşturduğu kitlenin üyesi olur. Böylelikle, özgürlüğünün feragati şartıyla hem yükünden, hem yalnızlığından kurtulmuş olur. Bu perspektifte, kitlelerin oluşumu, Hobbes’cu devlet ahdiyle aynı düzlemdedir. Hafta sonu izlediğim “The Century of the Self ” BBC belgeseli, bu yazının konusunu belirledi. Freud’un bilinçaltı tekniklerinin, kitleleri yönlendirmek adına pratiğe dökülmesini konu alıyordu ve yukarıda bahsi geçen düşüncelere başvurmanın belgeseli daha rahat anlaşılabilir kılacağını düşündüm. Eric Fromm’un da Freud’dan ilham aldığını göz önünde bulundurduğumuzda, gayet de doğru düşünmüşüm aslında. Freud, kitlelerin hareketlerini inceledikten sonra, Almanya’da Nasyonal Sosyalist Parti’nin yükselişinden de ilham alarak, insanların rasyonel bir temelde doğru kararı almalarının olanaklı olmadığı sonucuna varmıştır. Yani insan, mantıklı karar alma yetisinden yoksun, irrasyonel güçler tarafından kontrol edilen bir yaratıktır. Mantığıyla değil, duygularıyla; tutku ve arzularıyla hareket eden insanın en içten korkularına hükmedip, onları kitleleştirebilir ve yönlendirebilirdiniz. Zira, “dünyadaki bütün Yahudilerden kurtulmalıyız” diyen bir lidere, putlaştırırcasına tapınmanın hiçbir rasyonel geçerliliği yoktur. Bilinçaltına hitap ederek, bireyi yönlendirmek, her tahakküm kurucunun hayali olsa gerek. Zira ilerleyen bölümlerde, “New Deal” döneminden sonra, Birleşik Devletler’de “tüketici kitlelerin” nasıl oluşturulduğundan bahsediliyor. Edward Bernays, Freud’un yeğeni, pek çok şirketin danışmanlığını yapmış, ve ürünlerin satılabilmesi adına, insanların “bilinçaltlarına” hitap ederek “tüketici kitlelerini” oluşturmaya başlamıştır. “Sahip olduklarınız, sizi yansıtır” temalı reklam kampanyalarıyla kişinin tükettikleriyle “birey” olabileceği ve özgürlüğünü yaşayabileceği mesajı verilmiştir bilinçaltına. İşte paradoks burada başlıyor zira Freud’cu düşünce, insanın irrasyonel olduğunu ve “özgürce” mantıklı kararlar alamayacağını söyler. Rahatça yönlendirilebilen birey, Fromm’un da dediği gibi, aidiyet özlemiyle “tüketici kitlesinin” bir parçası olmaya canı gönülden razıdır. Ayrıca, sahip olduklarımızın bizi yaratması zaten “bireyi”, tüketilen metanın nesnesi yapmaktadır zira hür birey tükettikleriyle var olmaz, arzuları ve talepleriyle metasını, yani piyasayı yaratır. Bahsi geçen kitlenin aynı zamanda, açık kitle olması gerekir (yukarıda alıntıladığım gibi) ki, şirketlerin tek arzusu olan tüketim miktarının artışıyla birlikte kar oranları da artsın.

“Gizlilik iktidarın ta özünde yatar. ava pusu kurma edimi özü gereği gizlidir.”*

Jose Saramago, Körlük

Jean Paul Sartre , Existentialism is Humanism *Elias Canetti

14

aliyasingurcan@kutudergi.com

[1] [2]


FİLİN SEYİR DEFTERİ VE LÜFERLER Algı Kapıları Üzerine Naz Cuguoğlu Nilay Dursun

15


16

aliyasingurcan@kutudergi.com

gitmeliyiz. Oraya gitmeli ve çevremize bakmalıyız. Bu sayede ışık deneyimini - Hey L ne düşünüyorsun? yaşayabiliriz. Orada bütün renkler normal hallerinden daha güçlüdür. Orada - Hiç. (Uzun, sessiz ama çok sesli bir sessizlik) Sen? her çakıl taşı değerli bir taştır. - Alev. “O dünyanın görüntüsü mutlu hayalcinin gördüğü şeydir çünkü Benim aklım o esnada sabah gazetede okuduğum bir haberde, şeyleri oldukları gibi görmek saf ve anlatılamaz bir mutluluktur” bunu ona nasıl söyleyeceğim diye düşünüyorum. Biraz o yüzden biraz da bu Platon durumun ona komik geldiğini bildiğimden ama komik olmadığını anlatmaya Huxley’e göre bu algı kapılarını istediği zaman aralayabilmek gücüm olmadığından konuyu değiştiriyorum. “Cloud Appreciation sanatçıya doğuştan bir yetenek olarak verilmiştir. Society”nin üyesiyim artık diyorum. Dakikalardır yazın mutfağıma giren fareyi metafor olarak kullanarak uzak bir gün bana 1991 yapımı “The Doors” filmini “Eğer algı kapıları izlememiL emrediyor. diyarlardaki bir millet hakkında düşüncelerimi anlattığımı Öğreniyorum ki The Doors grubu temizlenseydi her Huxley’nin bahsettiği bu kapılara bir referans olarak adını bilen L sormaya korkuyor. Ben internete bulut görüntüleri yüklemeye devam ederken o uykuya dalıyor. şey insana olduğu alıyor. Filmi izlerken Jim Morrison’ın şarkılarını yazarken de söylerken de dinleyicilerle iletişime geçerken de o kapıları bir “Lüferlerin nesli tükenmek üzere!” gibi görünürdü: açıp bir kapamasını hayretlerle görüyorum. Yolda tekrar bu haberi düşünüyorum. Sonsuz” Zeynep Tanbay’ın “Araz” gösterisini izlerken Balkonda “yıldızlara inanabilir miyiz?” diye koltuğumda işte bu düşüncelerle rahatsızca kıpırdanıyorum. soruyor L. O da “Star Appreciation Society” kurma William Blake Tanbay sadece bu gösterinin insan ve insan ilişkileri hayallerinden bahsediyor. Bence inanabiliriz diyorum. Lüfer hakkında olduğunu söyleyerek, Araz’ın ne olduğunu bulmayı kurtarma timine katılmayı ilk defa o anda ciddi anlamda biz zavallı ölümlülere bırakarak benim zavallı zihnimin Afrika’sında orman düşünüyorum. O bana tekrar biz mi dönüyoruz, yıldızlar mı, senden ötürü yangınlarına sebep oluyor. Saf ve temiz sanatın kelimelerin karşısında mü, benden ötürü mü derken ben anlatmaya başlıyorum. yüceliği karşısında etrafımdakilere çaktırmamaya çalışarak bir iki damla Rüyayla gerçeği ayırt etmekte zorlandığım günlerimden bir gündü. ağlıyorum. Modern danstan ilk defa bu kadar çok etkileniyorum. Bir bahçedeydim. Bu aralar nesli tükenmiş olan bir lüfere dönüp gözlerimi Bu ruh karmaşalarında Patti Smith’in Çoluk Çocuk’unu okumaya kocaman açarak şöyle demiştim “Şu bahçeye bak, Dali’nin tablosuna ne kadar başlıyorum. Robert Mapplethorpe’un çaresiz bir şekilde defalarca “ Patti çok benziyor.” Sabah kalktığımda bahsettiğim tablonun “The Persistence of kimse bizim gördüğümüz gibi görmüyor” demesi beni her defasında daha çok Memory” olduğundan çok emin olmama rağmen Dali’nin bıyıklarından hüzünlendiriyor. Müzisyen Smith’in gözünden fotoğrafçı Mapplethorpe’un bininci kez gözlerimi alamayarak bütün tablolarına baktım. algı kapılarına yaptığı ziyaretleri okumak inanılmaz bir deneyim oluyor. “Peki ne oldu?” diye sorunca L rahatsız bir uykudan uyanmış gibi Mapplethorpe o zamanlar kimsenin görmediklerini görüp fotoğraflandırıyor. oluyorum. Cinselliğe ve erkek vücuduna farklı bakış açıları kazandırıyor. Tabloda bahçe zaten yoktu da beni şaşırtan bir tutam çimin bile L, şu Patti Smith’in kitabında bugün ne okudum biliyor musun? olmayışı oldu diyorum. O tablo çölden ibaret. Gülüyoruz. O yıldızlar Jimi Hendrix’in Woodstock için bir hayali varmış. İstemiş ki dünyanın her hakkında bir düşünü anlatıyor ben Freud’a göre analizini yapıyorum. yerinden müzisyenler bir araya gelsinler. Aynı dili konuşmasalar da aynı İnsanlar çok fazla konuşuyorlar diyorum. Çünkü eğer konuşmasalardı çemberde bağdaş kurup otursunlar, müziğin harmonisinde akıllarına sorular gelirdi. O yüzden kendilerine bir sürü buluşsunlar. Hendrix buna barışın dili demiş. oyuncaklar üretiyorlar. Teknoloji gibi, kelimeler gibi… …….. “Eğer algı kapıları temizlenseydi her şey insana Bu hayalini gerçekleştiremeden ölmüş. olduğu gibi görünürdü: Sonsuz” Yorulup deniz kenarına gidiyoruz. Banka oturup William Blake karşı sahildeki yıldızları seyrediyoruz. L heyecanlanıyor, Aldous Huxley “Algı Kapıları-Cennet ve Cehennem” şöyle diyor: kitabında bu kapılardan bahsediyor. Ona göre bu kapılar - İşte şu an her şey daha net oldu. Yani karşı sahil, insan algısının farklı boyutlarına açılıyor. Kendini aşmaya ışıklar… Sanki bir anda renkler geldi… duyulan evrensel dürtü bu kapıların sözcüklerle, kurallarla Kapılar diye düşünüyorum. Kendime şu lüfer kapatılmasıyla ortadan kalkmıyor. Goethe de çok fazla kurtarma timine ne olursa olsun katılma sözü veriyorum. konuştuğumuzu düşünüyor. Ona göre daha az konuşmalı Karşı sahildeki ışıkları hayal ediyor ama gözlerimi kapıyorum. daha çok çizmeliyiz. Zihnimizin “karanlık Afrika”sına Hepimize iyi kapı tıklatmalar!


Bu ayki dosya konumuz “ dışlanmışlar”. Yani yaptıklarının değeri çok sonradan fark edilen insanlar, güzel olan ama çok kişinin bilmediği yerler… Tamam, kabul. Dışlanmışlar bu kavramları tamamıyla kapsamıyor. Ancak emin olun bulabildiğimiz en düzgün terim buydu. Peki, neden dışlanmışlık diye bir şey var? Bir insan, fikir, yer neden dışlanır? Dışlanmış olmak her zaman kötü bir şey midir? Sonuçları nelerdir? Ben de bunu anlatmaya çalışacağım. Başlangıç noktamız şu: Güç sahibi ile o güce bağlı olan arasındaki çekişme kaçınılmaz dışlamalara yol açar. Sosyolojik olarak incelediğimizde erkek egemenliğine karşı kadın, beyaz Amerikalılar’a karşı Afrika kökenliler, çoğunluğun benimsediği dine karşı dinsizler ve farklı dinden olanlar, egemen kılınan millet anlayışını benimsemeyip farklı bir millet algısına sahip olanlar ya da milletsiz olmayı seçenler dışlanmanın kimi zaman radikal hallerine maruz kalmış gruplardandır. Dışlamanın bence en tehlikelisi yapılan şeyin değerinin bilinmesine rağmen ötelenmesidir. İşte tam da bu tip dışlama çağlar boyunca toplumları geri tutmuş ve yavaşlatmıştır. Kurulu düzende yapılan değişimlerin bir kısmın canını yakacağı aşikardır. Eğer bu bir kısım insan, düzeni yönetenlerse, konumlarını korumak için gerçeği göz göre göre reddedebilirler. Galileo Güneş-merkezli-evren teorisini geliştirdiğinde kilisenin yaptığı tam da buydu. Bilimsel bulgu, düzenle savaşmak zorunda kaldı ve çok zaman kaybedildi. Bazen, bazı insanlar için düzen, gerçek olandan daha güven verici olabiliyor. Bu örnek size çok çağ dışı geldiyse, günümüzde de bu dışlamanın kendini ekonomi politikalarıyla gösterdiğini söyleyebiliriz. Mesela Güneş temiz ve ucuz bir enerji kaynağı olmasına rağmen insanın “ her şeyin suyunu çıkarmalıyız” anlayışı sebebiyle petrolden sonraki sırasını bekliyor. Güneş enerjisini kullanma fikrinin dışlanmısının ne bir sanatçı ne de bir mekanın dışlanmasına eşdeğer olmadığının farkındayım. Gene de insanlar olarak ne kadar çok şeyi sırf işimize gelmediğinden dolayı ertelediğimizi görmemiz açısından güzel bir örnek olduğunu düşünüyorum. 17


DIŞ LAN MIŞ LAR 18


Otoritenin yarattığı dışlanmışlar sadece bilim dünyasından çıkmaz. Bazen tepedekilere en ufak meydan okuma ne formda olursa olsun tepki çeker. Caravaggio çalışmalarında tanrılarla dalga geçtiği, iyiyi ve cezalandıranı; kötü ve cezalanan gibi kirli gösterdiği için hayatının hatırı sayılır bir kısmını kaçarak geçirdi. Rolling Stones’un İtalya’da basılan bir sayısında Caravaggio için “Zamanının kötü çocuğu” diye bahsedilmesi de bu asiliğindendir. Kilise için Caravaggio’nun resimlerinin güzel ve orijinal olması önemli değildi. Onlar sanatı tek bir formda görmeye alışmışlardı. Tek ve alıştıkları bir formda… Yasak fırça darbeleri göze alınamayacak bir serbestlikti. Sanatçı “affedildiğine” ise çoktan ölmüştü. Gene zaman kaybedilmişti.

Gene de bir şey var eden bir insanın ürünü alışılmışın dışındaysa, dışlanmayı göze almış demektir. Toplumun önceden kabul etmediği bir şeyi sonradan ve kendi çıkarımlarıyla kabul etmesi hatta beğenmesi bence muhteşem bir şeydir. Bu “akıllanma” bazen çok yavaş olur. Bu yüzden “değeri öldükten sonra anlaşıldı” cümlesi türemiştir. Anlaşılamama konusunun bir de öbür yüzü vardır. Bazen anlaşılamadığı sebebiyle dışlanan olgu aslında hiç de öyle değerli bir şey değildir. Sadece anlaşılamamıştır. Hepsi bu. Bu ayrımın yanlış yapılması hak ettiği değeri bulamayanlardan ziyade hak edecek bir değeri olmayanların ödüllendirilmesine sebep olabilir.

Verdiğim örneklerde dışlamanın nedeni, ortaya sürülen bilimsel gerçeklere inanılmamasından değildir. Aynı şekilde ressamın resimlerinin güzelliği de dışlanma sebebi sayılmamıştır. Bunların ortak özelliği değerlendirildikleri toplum içersinde bir sembole karşı gelmeleridir. Sembollerin varlığının tehdit edilmesi hırsla birleşince de kötü sonuçlara yol açar.

Anlaşılmama gibi dışlanmanın başka bir benzer nedeni de beğeni eksikliğidir. Mesela Geleceğe Dönüş filminin o meşhur sahnesinde Marty McFly balodakilere Johnny B. Goode’u çalarken (ve özellikle şarkının sonunda amfiyi dağıtırken) seyircilerin tepkisi Marty’i anlamadıklarından değildi. Onu beğenmemişlerdi. Ancak zaman geçti ve Marty’nin dediği gibi çocukları buna bayılacak hale geldi. Bazen dışlamak kişinin çıkarına ya da entelektüel seviyesine bağlı olmaz. Bazen bir şeyi sadece beğenmezsiniz. Sonra onu veya onu çağrıştıran şeyleri gördükçe, alışırsınız. Eğer sizi hak ediyorsa, alışkanlığınız beğeniye dönüşür. Gerçi burada beğenmediğimiz bir şeye sırf çok kere maruz kaldığımız için sevdiğimizi düşünme durumu da geçerli ama o konumuz değil.

Değişim kaçınılmazdır aslında. Sadece değişimi istemeyen “parazitler” bunu olabildiğince yavaşlatır. Ünlü kuramsal fizikçi Michio Kaku, uygarlıkların gelişime göre sınıflandırılmasını açıkladığında değişimden korkan bu parazitleri terörist diye tanımlıyordu. Ancak dostlarım görüyoruz ki Dünya Güneş’in etrafında dönüyor ve Caravaggio ilgiyi hak eden bir ressam. Yani ilerliyoruz. O zamanlar yaşananlar o zamanda kaldı. Şimdi kimse bunları sorgulamıyor. Sorguladığımız ve (bazılarımız için) kabul etmediğimiz yeni şeyler var. Ancak ne olursa olsun ilerliyoruz ve bence giderek daha anlayışlı oluyoruz.

Hak ettiğini alamayanlar kadar değer hak etmeyip çevrenin (mikroda anne, makroda MTV) sözüyle değerlenen insanlar ve yerler (İçkiye gereğinden fazla para verilen gece kulüpleri) de yok değil. Dışlanmışlar konusuna girmese de bu ikisinin farklı uçlarda olmasından dolayı bağlantısına dikkat çekmek istiyorum. Yukarıda sıraladığım nedenlerin aynısı bir şeyin neden şaşırtıcı bir şekilde benimsendiğine de neden olarak gösterilebilir (örneğin sakal gibi insan Nihat Doğan).

Peki ya dışladığımız olguları bilerek değil de gerçekten anlamadığımız için dışlıyorsak? Bence bu insan için daha zevkli ve tatmin edici bir tecrübenin başlangıcı demektir. Hemen açıklayayım.

Belirtmek isterim ki her şey değişime açıktır. Bu değişim bir kereden fazla da olabilir. Önemli olan bu dalgalanmaların kendi doğallığıyla gerçekleşmesidir. Bununla beraber bu dalgalanmaların durmasını da istemem. Çünkü bence mutlak güzel ya da çirkin diye bir şey yoktur. Bir yer veya zamanda güzel olarak bilinen, başka yer veya zamanda çirkin diye gösterilebilir. Birey olarak da bizim sevmemiz gereken şeylerin bir listesi yoktur. Ayrıtına varmamız gereken şey güzel olanla değerli olanın aynı şey olmadığıdır. İşte bence haberdar olmamız gereken değerli şeyler diye bir liste yapılabilir. Gelecek konuyla ilgili yazıları da bu düşünceyle okumanızı temenni ederim.

Şimdi aynı durumu koca bir toplum için uygulayalım. Onlara eserin kendi içindeki güzelliğini anlatacak daha akıllı biri olmadığından geriye tek bir yol kalıyor. O da eseri anlayacak duruma gelmek. İşte bu duruma gelinceye kadar yaşananlarsa sanatçının dışlanmasından başka bir şey değildir. Kabul etmek lazım, bu durum eser sahibi için çıldırtıcı bir süreç olabilir. Toplumu bir şekilde eğitmek zorunda kalmak ve buna rağmen, kötü ve hatta beceriksiz olmakla suçlanmak çok kolay hazmedilecek bir şey değildir. İnsanın tembel aklı, anlamadığı şeyi yok sayarsa olacak budur.

Oğulcan Açıkel

19

ogulcanacikel@kutudergi.com

Bir şair şiirini yazdığında benim gibi şiir cahili bir insan için o şiir anlaşılmayı bekleyen sanatlarla doludur. Çıkarılacak anlamlar, yorumlar saklanıp beni beklerler. Bu benim kişisel olarak karşılaşacağım bir durumdur. Benden konuyla alakalı daha fazla bilgi sahibi olan biriyle karşılaştığımda veyahut elimdekinin değerini bilebileceğim bir seviyeye geldiğimde o şiir benim için artık yenidir.


DIŞLANMIŞLAR

Ötekileştirmenin Temeli Hakkında Bir Görüş

Bugün hepimiz deşifre olmaktan korktuğumuz için; çığlık çığlığa ağladığımız, terbiyesizce küfrettiğimiz ve amansızca haykırdığımız bir gezegende yaşıyoruz. Bu korku öylesine etkili ki, artık dışlanan bizler de kendimizi sürekli dışlıyarak bu kötü kısır döngüyü devam ettiriyoruz. Söyleyin bana, bir çocuğa sürekli “farklısın” denmesi mi çocuğu öldürür yoksa çocuğun kendisinin gerçekten “farklı, değişik, tuhaf vb.” olduğuna inanması mı? Bence bitirici darbeyi çocuk kendine vurur. 20

ipekasci@kutudergi.com

Günümüzde farklılıklarımız artık öylesine büyük ve önemli bir seviyeye ulaşmıştır ki kimse tarafından ayırma, dışlama olarak gözükmeyen davranışlara bile işlemiştir. Mesela yeni doğan çocuklardan erkek olanın mavi elbiseler giymesi, kız olanın ise pembe elbiseler giymesi... Geleneksel bir önyargıdır mavinin erkeğe, pembeninse kıza yakıştırılması. Farklılıklarımızı daha doğumda belli ederiz, çünkü farklılıklar insanlar için çok önemlidir. Belli bir ay sonunda, doğmamış bebeğin cinsiyetine bakılmasında, öğrenilmesinde bu kadar hevesli oluşumuz da bir örnektir bence buna. Şüphesiz ki, çocuğa cinsiyetiyle ilgili bir ayrım göstermedikçe, merak etmede yanlış bir yan yoktur. Ama, işte bizlerin daha doğumlarımızdan bile önce farklılıklarımıza göre sınıflandırıldığımıza önemli bir işarettir bu. Bu erken sınıflandırmalarsa zamanla toplumları daha farklı özellikleri olan kişileri dışlamaya yöneltir. Mesela; sakatları, engellileri ötekileştirmemiz veya cinsel tercihi, dini inancı farklı olanları dışlamamız daha doğumdan önce bizlere dayatılan farklılıklarımız dolayısıyla ileride tehlikeli boyutlara; ötekileştirmeye hatta faşizme-ırkçılığa ulaşır. Bir bakıma doğamızda kendimizden olmayanları hor görme, dışlama var diyebiliriz ama bu bile yani bir şeyin bize yaşamımızdan önce öğretilmesi, dayatılması bile onunla savaşmayacağımız anlamına gelmez, gelmemeli. “Bu düzen böyle, yapacak bir şey yok,” demek korkaklıktan başka bir şey değildir. Günümüzde güçlü olanın zayıfı ezmesi gibi, normal olanın da ondan olmayanı ötekileştirmesi artık çok sıradan görünen oysa üzerinde düşünülmesi ve çalışmalar yapılması gereken bir konudur. Çünkü, insanlık ne kadar farklı özelliklere sahip olursa olsun, “bizden” ve “sizden” kavramları ne kadar yayılmış olursa olsun, hala bir ümidimiz olmalı kimsenin ötekilerden olmaması için.

“Farklıyım!” diye bağırır herkes, her yerde ve her zaman. İsteyerek haykırmayız çoğumuz, çünkü sonucunda hep cezalarındırılmaktan korkarız. Karşı çıkmanın, bilindik kalıpları yıkmanın, bir şeyleri değiştirmeye çalışmanın bedeli budur çünkü, ama insan doğası ötürü kendini açıklamak, göstermek ister ve bu yüzden hepimiz sürekli haykırırız ve farkında olmadan da özümüzü, farklılıklarımızı ortaya dökmüş oluruz. Farklılıklarımız, düşüncelerimiz belirtildiğinde genellikle toplumun çoğunluğu tarafından ilk önce garipsenir, zamanla o fikir ve fikiri üretenler dışlanır ve en sonunda da ötekileştirilip, toplumdan tamamen soyutlatılır. İşte, “Ben normalim ve sizden biriyim” cümlelelerini de genellikle ötekileştirilmek, dışlanmak istemediğimiz için çoğunluğa karşı normal gözükme çabasıyla kullanırız. Halbuki bu normal gözükme çabalarımız da aslında dikkatle bakıldığında ne kadar farklı olduğumuzu gösterir, haykırır. Buna homoseksüel bir erkeğin, maço ve taş fırın erkeği rolünü oynayarak kendi toplumunun değerlerine uymaya çalışmasını yani tartışmasız heteroseksüel bir erkek olarak görünme çabasını örnek gösterebiliriz. Veyahut, tanrı inancı olmayan birinin dine çok önem verilen bir mahallede kıyafetlerine, sözlerine, davranışlarına aşırı önem vermesi de başka bir örnek sayılabilir.


ÇİRKİN KRAL Yılmaz Güney Hakan Özyılmaz

“İnsanları işledikleri suçlara, günahlara bakarak yargılamayın. Onu, asıl yapmayı istediği yüce değerlere, kutsal şeylere bakarak yargılayın...”

bağlantılı olduğunu görüyoruz. Mevzu bahis Yılmaz Güney olunca, bahsettiğim birikimin sıradan bir entelektüel birikim olmadığı barizdir. Halkın içinden yetişen, Anadolu insanını tüm değer yargılarıyla ve hayata bakış açısıyla çok iyi gözlemleyen, Nişantaşı apartmanlarında olgunlaşan sanatçılarınkinden tamamen farklı olarak çetin bir hayatın içinde palazlanmış ayrı bir birikimdir bu. Türkiye’nin siyasi olarak çalkantıda olduğu, halkın politik olarak ayrıştığı malum yıllarda, gerçek hayatta yaşanan kaostan ayrı olarak ideal bir dünya yaratmak yerine kendi tecrübelerinden bildiği Anadolu insanına ve kafasını kurcalayan tüm sorunlara çevirmiştir kamerasını. Bu nedenle Güney sineması her zaman gerçek, yaşayan ve samimi bir sinema olmuştur.

Dostoyevski Agah Özgüç’ün kitabı Dostoyevski’nin bu sözüyle açılıyor. Yılmaz Güney’i anlamak için bu söz üzerine kafa yormaktan daha iyi bir yol olamaz. Çok romantik bir bakış açısının ürünü gibi gelebilir bu söz ama Yılmaz Güney gibi toplum üzerine, eşitlik üzerine, adalet üzerine kafa patlatan bir insanı sadece “lümpen” diye dışlamak, eserlerini başarısını hiçe saymak, Türk sineması adına büyük işler başaran önemli bir entelektüel birikimi çöpe atmak demektir. Dönemin askeri yönetiminin uygulaması sonucu ortadan kaybolan Güney filmleri için hala hiçbir kurum tarafından seferberlik başlatılmamış olması, Güney’e ve sanata karşı yapılan geniş bir pervasızlık örneğidir. Böyle bir gözardı edilmeyi haklı çıkaracak hiçbir mantıklı sebep olmadığından bu noktada durumun aslında Dostoyevski’nin sözüyle birebir

Çöp film olarak kabul gören ilk dönem filmlerinden, Umut, Sürü, Yol, Duvar gibi olgunluk dönemi filmlerine kadar bu samimiyeti izleyiciye hissettirmeyi başarmıştır. Kafasında tahayyül ettiği asıl filmleri yapabilmek için ihtiyacı olan 21


İlk yaptığım filmlerde yarattığım tip, aşağı yukarı ezilmiş bir adamdır. Durmadan kaçar. Ekmeğinin derdindedir. Bu kaçan kovalanan adam, bir yerde isyan eder, patlar, ortaya atılır, vurur, kırar. Fakat sonunda hep yeniktir. Hep halkımın karakterini taşıyan insanları oynadım ben. Yabanın kadınına bakmayan, dürüst bir kişiliğİ canlandırdım. Bunu düpedüz yaşamımın getirdiği deneylerden çıkardım.

Filmde sıkıyönetimin en acılı günlerinde İmralı Yarı Açık Cezaevi’nden verilen izinle köylerine, evlerine gitmek isteyen beş mahkumun yolda yaşadıkları zorluklar ve insan hayatlarının dramı anlatılıyor. Namus temizleme uğruna öldürülen insanlar,

1955: İstanbul’da On Üç adlı bir dergideki yazısı yüzünden hakkında dava açıldı. Yazdığı yazının ismi ise Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemi idi. 1957: İstanbul'a İktisat Fakültesi’nde öğrenim görmek amacıyla geldi. Bu arada süren dava sonuçlanmış 7.5 yıl ağır hapis, 2.5 yıl sürgün cezasına çarptırıldı. Dava temyize gitti. Mayıs 1961: Temyize giden dava sonuçlandı ve 1.5 yıl ağır hapis ve 6 ay sürgün cezasına çarptırıldı. Ömür boyu kamu haklarından yoksun bırakıldı. 1962: Hapis cezası biten Güney, Konya'ya 6 Aylık sürgün cezasını çekmeye gitti. 1971: 12 Mart muhtırasından sonra birçok aydın gibi o da gözaltına alındı. Nevşehir'e 3 aylık sürgün cezasına gönderildi. 16 Mart 1972: Devrimcilere para yardımı ettiği gerekçesi ile tutuklandı. Mahkeme sonucu 10 yıl ağır hapis ve sürgün cezasına çarptırıldı. 1974: Bülent Ecevit'in genel affı ile serbest bırakıldı. 13 Eylül 1974: Adana'nın Yumurtalık ilçesi hakimi Sefa Mutlu'yu öldürmek suçundan tutuklandı. 19 yıla mahkum oldu. 9 Ekim 1981: Isparta yarı açık cezaevinden izinli olarak çıktı. 16 Ekim 1981: Yılmaz Güney'in Fransa'ya kaçtığı öğrenildi. 16 Mayıs 1982: Yılmaz Güney'in iadesi için Fransa'ya nota verildi. 26 Ekim 1982: Yılmaz Güney vatandaşlıktan çıkarıldı. 9 Eylül 1984: Fransa'da kansere yenik düştü.

Yılmaz Güney gibi toplum üzerine, eşitlik üzerine, adalet üzerine kafa patlatan bir insanı sadece “lümpen” diye dışlamak, eserlerini başarısını hiçe saymak, Türk sineması adına büyük işler başaran önemli bir entelektüel birikimi çöpe atmak demektir. 22

paramparça hayatlarla dolu olan film duygu sömürüsüne çok müsait bir yapıda olmasına rağmen asla karakterlere acımamızı beklemiyor; onların “yazgı”larının bu olduğunun altını çizip onları anlamamızı sağlıyor. Tarık Akan ve Şerif Sezer’in harikalar yarattığı Seyit Ali ve Zine’nin hikayesi son derece samimi ve çarpıcı. İnsanın insanla, hayvanla , doğayla, dinle ve töreyle ilişkisi izleyiciyi öyle bir sarıp sarmalıyor ki Seyit Ali’nin her bir hamlesinde kendi vicdanını sorgulayıp kararsızlık ve umutsuzluk içerisinde “ben olsaydım ne yapardım?”ın cevabını arıyor insan. Güney’in en iyi yaptığı işlerden biri de insanın duygularına direkt hitap edebilmeyi başarabilmek. Filmlerine verdiği Umut, Acı, Endişe, Arkadaş, Düşman gibi isimlerle bile insan hayatında önemli yer tutan bu kavramların nasıl Güney sinemasının merkezini oluşturduğunu görüyoruz. Yaşımız itibarıyle Güney sinemasına aşinalığımız yok fakat Güney’i izledikten sonra Güney’in Nuri Bilge Ceylan gibi, Reha Erdem gibi, Zeki Demirkubuz gibi günümüzün başarılı yönetmenlerini nasıl etkilediğini anlıyoruz ve Yılmaz Güney’in Türk sinemasına olan katkılarının boyutlarını yeniden sorguluyoruz. 2000li yılların Dünya sinemasına kattığı en önemli isimlerden biri olan Alejandro Gonzalez Inarritu’nun film yapmaya “Yol”u izledikten sonra karar vermesi ve “Yol”daki hikaye kurgusunu genişleterek kendi sinemasının en temel özelliği olan “kesişen hayatlar” anlatım tekniğini kullanması ise Güney’in uluslararası başarısını ve zamana karşı nasıl ayakta durabildiğini kanıtlar nitelikte. Türkiye’de sinemayla herhangi bir şekilde ilgilenen bir insan için Yılmaz Güney kesinlikle hakkında farkındalığa sahip olunması gereken ve her fırsatta anılması gereken önemli bir isim. Güney’in en kötü filmini, hayata dair söyleyecek anlamlı hiçbir sözü olmayan Tarantino gibilerinin en iyi filmlerine yeğlerim çünkü Güney hayata sesleniyor, aslolanın dünyayı değiştirmek olduğunu biliyordu. Cüneyt Cebenoyan Yararlanılan Kaynaklar Bütün Filmleriyle Yılmaz Güney, Agah Özgüç Milliyet Sanat Eylül 2009 http://blog.milliyet.com.tr, Erhan Işık

hakanozyilmaz@kutudergi.com

Bu dönemin sona ermesiyle “devrimcilere yardım ve yataklık ettiği” gerekçesiyle iki yıl hapis cezasına mahkum edilmesi aynı döneme denk gelir. Bundan sonra ömrünün geri kalan kısmını cezaevlerinde geçirir. Fakat bu süreç Güney’in sinemasının şekillendiği ve olgunlaştığı esas yıllardır. Önceleri belli bir senaryo algısı olmadan doğaçlama çekimler yapan Güney artık daktilo başında yazmaya başlamıştır. Her ne kadar yazdığı filmleri yönetemese de Zeki Ökten ve Şerif Gören’i yönlendirerek dolaylı yoldan filmlerini çeker. Artık Güney hayalini kurduğu filmler çekmeye başlamıştır. Ekonomik zorluklarla, terörle, kan davalarıyla çevrelenmiş hayatlarında çıkar yol bulmaya çalışan insanların acıklı hikayelerine odaklanır bu dönemde. Bağımsız bir hayat yaşamanın imkansız olduğu, tamamen varolma mücadelesi veren insanları yakından inceler. “Yol” bu olgunluk dönemi eserlerinin en bilinenidir ve 1982’de aldığı Altın Palmiye’yle birlikte Güney’i uluslararası arenada üne kavuşturmuştur.

YILMAZ GÜNEY VE YASAKLI GEÇMİŞİ

DIŞLANMIŞLAR

parayı kazandığı “ucuz” ilk dönem filmlerinde bile bu samimiyet vardır. Köyden şehre gelmiş ve umduğunu bulamamış nice insanın kendini özdeşleştirebileceği ezik karakterleri başrole koymuş, film boyunca bu adamın çektiği eziyetlere odaklanıp sonunda “ezen”e karşı ayaklanan ve bir nevi tüm izleyici adına intikam alan “kendini-iyi-hisset” filmleri yapmıştır. Her ne kadar sanat adına değersiz filmler olsa da Güney’i Çirkin Kral yapan, halk tarafından büyük bir sevgiyle kabul görmesini sağlayan bu eserlerdir. Bu filmlerin bu kadar başarılı olmasındaki sebepse insanların ne izlemek istediğini iyi analiz edip onlardan biri olarak samimiyetle cevap verebilmesidir.


BEAT KUŞAĞI Kayıp Kuşak ve Başkaldırı Ozan Cem Arslan

23


24

DIŞLANMIŞLAR ozancemarslan@kutudergi.com

1920’lerin kayıp kuşağının bir benzeri ikinci dünya savaşı sonrasında Kerouac’ın, çıkış yapmasını sağlayan romanı Yolda ise beat’e kaynaklık eden yeniden ortaya çıkar Birleşik Devletler’de. Avrupa’dan ve dünyanın diğer Neal Cassady ile yazarın yaptığı yolculukların doğurduğu bir romandır. köşelerinden göçenlerin kurmaya çalıştığı bir kültürden; kapitalizmin Cassady geriye yazılı pek eser bırakmasa da, yaşantısıyla beat kuşağının bizzat tekelciliği ve altı boş “özgürlük” propagandasından bunalmış bir kuşak. esin kaynağı olmuştur. Edebiyata, caz ritmini katma fikri de Kerouac’ın Artık kaybedecek şeyleri olmayan insanların; atom bombalarıyla dolu olan romanlarında oluşturduğu bazı karakterlerin temeli de Cassady’den gelir. soğuk savaş dünyasında yapacak tek şey olarak yaşamaya devam etmeleri ve Cassady’nin kuralsız yaşamı, uyuşturucu ve alkol kullanımı, seks arayışı bu yaşamlarını edebiyata dönüştürmeleridir beat kuşağı. Uyuşturucunun, tüm beat kuşağı ideasının ufak bir anlatımıdır. Çoğu birbiriyle arkadaş olan cazın, heteroseksüel/ eşcinsel eğilimli seksin ve başkaldırının hakim olduğu, yazarların yerleşik sisteme karşı olan aykırılıklarıdır onları bu kadar özel dönemin kültürel ve muhafazakar hegemonyasının yerle bir edilmeye yapan. Dışlanmışlık nedeniyle yazan, farklılıklarını kağıda döken bu bir kalkışıldığı 50’li yılların yer altı dünyası, yazar Kenneth Rexroth’un avuç yazarın edebiyat tarihinde yer bulması da işin tezatıdır. Buna rağmen; Kerouac halen 20.Yüzyılın büyük romancıları arasında ifadeleriyle şöyle de tanımlanabilir: “ ‘Dünyanın bütün “Sansürlenme, sayılmaz ve örneğin Faulkner veya Joyce ile aynı kategoride işçileri birleşin – zincirlerinizden başka kaybedecek değerlendirilmez. O bir sanatçı değil ancak derdini iyi bir şeyiniz yok’ ifadesinin ‘rahat bırakın beni; sadece yasaklanma, anlatabilen sıradan bir adamdır edebiyat elitine göre. dostlarımla iyi şeyler yapmak istiyorum’ ifadesiyle değiştiği yargılanma; devrimci bir harekettir söz konusu olan.” Toplumun Beat kuşağının dallanıp budaklanan yazar beat kuşağının genelinden dışlanmış bir devrimci kuşağın hikayesidir; kadrosunun bir başka temel yazarı William S. Amerika’nın dört bir yanına seyahat eden; caz dinleyip, evrensele ulaşan Burroughs’dur. Yaş farkı nedeniyle topluluk içinde budizmden etkilenen, uyuşturucu etkisi altındayken olarak adlandırılan yazar, cut-up tekniğiyle ve edebiyatının yanı ‘ihtiyar’ değişik yazı stilleri deneyen ve hepsinden önce yazdıklarını ilginç yaşamıyla dikkat çeker. İkinci eşi Joan’ı Meksika’da yayınlatmaya çalışan bir yazarlar topluluğudur, beat kuşağı. sıra, evrensele ulaşan Wilhelm Tell’den bir sahneyi canlandırırken vurur Burroughs, ardından Paul Bowles ve eşi gibi Tanca’ya gider Toplumdan dışlanmışlık ve yer altı dünyasıyla dışlanmışlığının ve bu Kuzey Afrika kentini bir beat kentine dönüştürüverir. içli dışlı yaşam edebiyatına yansır kuşağın. Zaten eserler genellikle ya otobiyografiktir ya da yaşanan olayların göstergesidir ancak.” Beat kuşağının önde gelen kitaplarından (ve David Cronenberg tarafından sinemaya aktarılan) Çıplak etkisiyle yazılmıştır. Kaybedenlerin edebiyatı olarak nitelendirebilecek olan beat; Avrupa’nın dadaizminden, 19. Yüzyıl avant- Şölen’i burada yazmıştır. Burroughs hakkında biraz da bizi ilgilendiren garde sanatından ve belki Sartre’dan da etkilenmiştir. Kuşağın asıl iskeleti durum cut-up üçlemesinin ilk kitabı Yumuşak Makine’nin Türkiye’de New York’ta ortaya çıkarken, kıtanın öbür ucu San Francisco’daki vicdani yayınlanmasının ardından yargılanmaya başlanmasıdır. Başbakanlık retçi hareketler, anarko-sendikalist ve genel komünist hareketten bağını Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu tarafından hazırlanan rapor yitirmiş sosyalist sendikalar da kendi bölgelerinde bu edebiyata temel gereği “Türk halkının ar ve haya duygularını incittiği” için bu kitabın yargılanması ancak ve ancak bizler adına utanç kaynağı olabilir. Böylece; oluşturur. 50’ler Amerika’sının dışlananları; Türkiye’de yeniden devlet tarafından Şairliğinin yanında yayıncılık da yapan Lawrence Ferlinghetti’nin yasaklanmaya çalışılmakta, yeniden seslerinin kısılması amacıyla yargı City Lights’da Allen Ginsberg’in kitabı Uluma’yı yayınlaması beat kuşağının yönüne çıkarılmaktadır. zaman içersinde önünü açan en büyük olaylardan birisidir. Yayınlanmasının Neyse ki yargılama bir de güzel sonuca yol açmış yer altı edebiyatı ardından Amerika’da sansüre uğrayan kitap Ferlinghetti’nin tutuklanmasına da yol açmıştır. Kuşağın bir başka temel yazarı Jack Kerouac’ın en alanında da yayınlar yapan Sel Yayıncılık ve 6:45 yayın Şenol Erdoğan bilinen eserlerinden “Yolda”nın tarz olarak şiirdeki yansıması olarak tarafından hazırlanan bir “Beat Kuşağı Antolojisi” yayınlamıştır, dayanışma nitelendirilebilecek olan bu kitap, zaman içersinde Ginsberg’in 20. Yüzyılın içersinde. Türkiye’de adını yeni duyurmaya başlayan beat kuşağı üzerine önemli şairlerinden biri haline gelmesine yol açacak bir başlangıç noktasıdır. böyle bir yayın yapılması değerli bir adımdır. Sansürlenme, yasaklanma, Yahudi ve şair bir babayla, akıl hastası bir annenin çocuğu olan Ginsberg’in yargılanma; beat kuşağının evrensele ulaşan edebiyatının yanı sıra, evrensele kendisi de eşcinselliğiyle dışlanmış; çoğu zaman FBI tarafından da “iç ulaşan dışlanmışlığının göstergesidir ancak. Bu anlamda, bedenimizi kutsayan bu hazcı azınlığın edebiyatı halen başkaldırmakta; yazılanlar kağıt güvenlik sorunu” olarak nitelendirilmişti. üzerinde kalmamaktadır, ne dersiniz? Beat kuşağının asıl yazarlarından sayılabilecek bir diğer kişi, Jack


LUDWIG WITTGENSTEIN “Son Filozof” Zeynep Güntülü Bayrak

25


DIŞLANMIŞLAR

Wittgenstein’ın insanlığa ve dünyaya karşı inancı yoktu. Bu sebeple çağının sanatçıları ve düşünürleri gibi bir yerlere ait olma marjinalliğinden yoksun kalmayı yeğledi. Sartre gibi komünist rejimin insanlığı kurataracağına dair ütopik hayaller kurmadı ya da ün kazanmak uğruna Hitler’in şakşakçılığını yapmadı. Ucuz bir romandan fırlamış gibi de olsalar, Wittgenstein’ın inandığı şeyler; gerçek dostluk ve aşktı. Başyapıtı Tractatus Wittgenstein gibi bir filozofu anlamak için -ki bunun kesinlikle Logico-Philosophicus’a motto olarak layık gördüğü Kürnberger’in cümlesi mümkün olmadığını düşünüyorum- önce hayatı hakkında fikir sahibi olşöyle der, ‘’…und alles, was man weiss, nicht bloss rauschen und brausen gemak gerekir. hört hat, lasst sich in drei Worten sagen: ich liebe dich.’’ Türkçesi ile ‘’…ve Wittgenstein; Norveç’te hayatını iki yıl kişinin bütün bildiği, gürültü-patırtı içinde kulağına boyunca, tecrit içinde geçirmeye karar verince çalınanlar değil, üç sözcükle söylenebilir: ben seni seBertrand Russell bu fikri ‘’vahşi ve delice’’ buldu. “Bir insanın hayatı ne kadar viyorum.’’ Bu cümlenin hemen üstünde yer alan ‘’DosWittgenstein’ı vazgeçirmeye çalıştı:’’Karanlık olazor olabilir diye sorulursa tum David H. Pinsent’in anısına adanmıştır.’’ cümlesi cağını söyledim, o, gün ışığından nefret ettiğini ise basit bir jestten ötesini yansıtmaktadır. (Pinsent cevap olarak rahatça söyledi. Yalnız kalacağını söyledim, o, zeki insanve Wittgenstein’ın aşkı, birbirlerine kuşum-ayıcığımdiyebilirim ki; iki dünya larla konuşarak beynine fahişelik yaptırdığını söyböceğim diye seslenen sevgililerin oksijen tükettiği bu ledi. Deli olduğunu söyledim, o, Tanrı’nın kendiçağda, anlaşılması güç bir durumdur, doğal olarak.) savaşı arasında, Yahudi, sini aklı başında olmaktan korumasını dilediğini Ama Wittgenstein’ı Wittgenstein yapan şey homoseksüel, filozof ve söyledi.’’ (Nitekim Tanrı, Wittgenstein’ın bu duahayatının bu enteresan ayrıntıları değil de, kitabı Tracsını kabul etme inceliğinde bulundu.) matematikçi olmak. Yani tatus Logico-Philosophicus’un son cümlesidir: ‘’ÜzeBir insanın hayatı ne kadar zor olabilir rinde konuşulamayan konusunda susulmalı.’’ Yani Wittgenstein olmak.” diye sorulursa cevap olarak rahatça diyebilirim ki; sevgili filozofumuza göre Tanrı, ahlak, estetik, maçtan iki dünya savaşı arasında, Yahudi, homoseksüel, fiönce Fenerbahçe-Galatasaray derbisinin galibini tahlozof ve matematikçi olmak. Yani Wittgenstein olmak. min etmek sessizliğe mahkum edilmelidir. Yani Dünyamız’da eksikliği ile meşhur olan sükunet kavramı, kurtarıcımız niteliğindedir. Burda müsadenizle ‘’Söz gümüşse, sükut altındır.’’ diyen atalarımıza sesleniyorum: Yalnız değilsiniz, Wittgenstein sizin yanınızda. On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında Doğu Avrupa’da Yahudi ve homoseksüel olmak. Daha ne denebilir dışlanmak fiili üzerine? Aslında Wittgenstein’ın dışlandığını söylemek doğru olmaz, çünkü Wittgenstein toplumun onu dışlamasına izin vermeyecek kadar egoist bir kişiliğe sahipti. Sonuç olarak da toplum onu değil, o toplumu dışladı.

Wittgenstein hakkında bir yazıyı nasıl sonlandırabilirim diye düşünüyordum ki, ‘’Yan Değiniler’’ kitabının şu cümlesi gözüme çarptı ve en uygun bitiş bu olur diye karar verdim dahi mi deli mi olduğu tartışılan ‘’son filozof ’’ için. ‘’Başkasının derinlikleriyle oynama.’’

Wittgenstein hakkında bilinmesi gereken anektodlar:

-İlkokulda Hitler ile aynı okulda, aynı dönemde eğitim gördü. Bazı

medeniyet seviyesinde olmakla övünürüz- eşcinsel insanlarla iletişim biçimimiz Tarzanca’dan öteye gidemezken, Wittgenstein’ın neler yaşadığını tahmin etmek pek de zor olmamalı.)

-Betrand Russell ile tanıştı, felsefeyle ilgilenmeye başladı. Wittgenstein’ın felsefesi mantık ve dilbilgisi ile ilgili yaptığı çalışmaları barındırıyordu. Dilin kapsamının ve sınırlarının insanın özünü ortaya koyduğunu savundu.

-Tüm varlığını kardeşlerine bağışladı. (Kesinlikle sadece Türk filmlerinde karşımıza çıkabilecek bir sahne bu. Hatta Türk filmlerinde de değil, eski Türk filmlerinde.)

- Cambridge’de homoseksüelliğini yaşadı, ilk sevgilisi ile Norveç’in Skjolden şehrinde ahşap bir ev satın alıp tüm hayatını orada geçirmeyi planladı. (Günümüzde bile –ki 19. yy’daki halimizden çok daha ileri bir

-Birinci dünya savaşında gönüllü olarak cephede savaştı, esir düştü. (Bu sırada bazılarının kutsal kitap, bazılarının ise kağıt israfı olarak gördüğü felsefe kitabı Tractatus LogicoPhilosophicus’u yazdı.)

26

- Kendisinin son filozof olduğuna inanıyordu, ona göre felsefe Antik Yunan’da başlayıp, Antik Yunan’da sonlanmıştı. Felsefe sonlandığı için daha fazla uğraşmaya gerek duymadı. O da Tolstoy’un da önerdiği gibi kendisini bir manastıra kapatmayı düşündü. Lakin kapıdaki rahibi kaba bulup; manastırın bahçıvanı oldu. -Kimse onunla tartışmaya cesaret edemezdi, kendisiyle tartıştığı bilinen ve bu tartışmada herkes gibi yenik düşen insanlardan birisi de Alan Turing’dir, nam-ı değer bilgisayarın mucidi, İkinci Dünya Savaşı’nın seyrini değiştiren şifre kırıcı.

guntulubayrak@kutudergi.com

- Zengin bir Avusturyalı sanayicinin sekizinci oğlu olarak doğan Wittgenstein, intihar eden kardeşleri eşliğinde yirmili yaşlarının başında uçak motoru ve pervane tasarladı. (Ki burdan onun düşünen adam heykeli gibi oturup, etik ve sanat hakkında yazılar yazan bir filozoftan fazlası olduğunu anlayabiliriz.)

hurafeler, Hitler’in Yahudi sıkıntısının Wittgenstein ile başladığını ileri sürmektedir.


BİZ VE ONLAR Vagonda Üç Kişi Yrd. Doç. Çiğdem Yazıcı Okulumuz İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi bölümünden felsefe hocamız Çiğdem Yazıcı ile dışlanmışlar üzerine kısa bir sohbet yaptık. Sosyal olarak dışlama, dışlanma üzerine ve felsefenin dışladıkları üzerine konuştuk. Nedenlerini irdeledik.

şünce insanı insan olarak tanımaz” diyor. Çünkü insan hiçbir zaman sadece boş bir insan değil. Saçı vardır, kadındır rengi vardır. Cezayirlidir, Fransızdır Almandır aynı zamanda. Felsefeciler kültürel kimlikli halimizi, geçmişte felsefi bir konu olarak görmüyorlardı. Kültüre karşı bir duruş var felsefede. Kültürel olandan biraz uzaklaşıp bağımsız soyut düşünmeyi arıyordu. Bir yandan da çok gerekli bu, çünkü kültürel düşünce dogmaları doğuran şey. Dogmalardan uzaklaşma için de buna ihtiyaç var, ama o süreçte çok yabancılaşıp bu sefer kültürel olan o farkları dışlamaya, felsefi değildir deyip felsefenin konusu dışına itilebiliyor.

Türkiye’de politik dışlanmalar hep var birileri dışlanıyor birileri aşağıda görülüyor ama edebiyatın veya felsefenin kendi içlerinde de dışlama alanları olabiliyor. İlginç bir şekilde bu alanlar politik olan dışlamalara karşı da duruyorlar. Politik sorunlara karşı da yazma ihtiyacından gelişen alanlar biraz da. Yeni bir elitizm yaratabiliyor mesela. Felsefe adına şöyle diyebilirim, ben mesela derslerimde özellikle çocuklarla felsefe gruplarında, soruyorum; “Felsefeci nasıl bir tiptir?” diye. Bir profil istiyorum onlardan, “Bana bir tarif eder misiniz aklınıza felsefeci gelince nasıl bir tip geliyor?” Onlar da “yaşlı” diyorlar, işte beyaz sakallı hafif deli olabilir ya da çok ağırbaşlı böyle oturaklı bir sürü kitapları var. Ya böyle delimsi mağara adamı gibi ya da bir sürü kitapları olan, yalnız, yaşlı bir erkek ve beyaz da aynı zamanda.

“Felsefede “Hakikat nedir?” diye sorarsınız. Bu felsefi bir sorudur. Fakat “Kadın nedir?” diye sorarsanız bu felsefe olmuyor.”

Bu bize bir şey söylüyor “Felsefecinin bedenini tarif edin.” dediğimde ilk gelen imaj bu. Bu toplumun felsefecileri dışlamasından doğan bir imaj olabilir. Böyle insanlar, garip insanlar gibi... Ya da felsefenin aslında toplumun çeşitliliklerini dışladığıınn bir göstergesi olabilir. Felsefeci o şey olmuş felsefe tarihi boyunca, erkek yaşlı beyaz... Bu ne demektir? Yaşlıysa genci çocuğu dışlamışlar. Onun düşündüğü derin düşünce olmuyor, temizlikçinin düşüncesi derin düşünce olmuyor da Descartes’ın şöminesinin başında kitaplarıyla yazdığı şeyler derin düşünce oluyor. İşte başka bir kültürde Meksika’da da olabilir Çin’de de olabilir. Bir sürü alternatif düşünceler üremiş. Doğa hakkında da üremiş. İnsanların kendi bedenleri ile ilgili de üremiş bir sürü şey düşünülmüş, fakat bunlarla iglili [düşünenlerin] bedenleri gelmemiş bizim kafamıza. Felsefeci deyince şamanik ritüel yapan bir teyze düşünmüyoruz.

Kültürel konulara böyle bir yaklaşım ne zaman başladı? Genel olarak 18. ve 19. yüzyıllarda başlıyor ama en çok 20. yüzyılda ön plandaydı. Yeni yani. Simone de Beauvoir’ın ilk yazdığı İkinci Cins’te bir giriş var ve şunu söylüyor: Felsefede “Hakikat nedir?” diye sorarsınız. Bu felsefi bir sorudur. Fakat “Kadın nedir?” diye sorarsanız bu felsefe olmuyor. “İnsan nedir ?” derseniz felsefi sorudur ama anlatılan şeyi hep bugüne kadar erkekler anlatmıştır. Yani insanın ne olduğunu erkekler tanımlamıştır. Orada Descartes’in temizlikçisi bunu cevaplasa nasıl bir cevap alırdık bilmiyoruz. O perspektifin zaten yokluğuyla yazıldı felsefe tarihi. Dolayısıyla bir kadın perspektifinden, bir çocuk perspektifinden ya da farklı bir grup perspektifinden nasıl bugüne gelirdi felsefe?. Bunlar yeni yeni yazılıyor. Simone de Beauvoir’ın anlattığı şey aslında bize şu modeli de veriyor. Dışlama nasıl doğar? Bu insanlık tarihinde olan bir şey. Birileri kendilerini baz alarak insan budur, özne de budur diye düşünüyor. Ben gibidir herkes. Onun dışında olanı normal insan kriterlerinden mahrum olan, bunların eksik olduğu insan gibi görüyor. Daha gelişmesi gerekiyor gibi. Üç kişi diyor [Simone de Beauvoir] bir trene binsinler, üçüncü kişi vagondan çıktığı zaman ikinci kişi 3. hakkında dedikodu yapmaya başlar ve bu “biz”i kurar. İki kişi… Hemen “o” , “öteki” diye başlayarak. Belki insan, doğasını kendi gibi görüyor bilmiyorum ama bunu yapmaya müsaitiz.

İnsanı düşünüyoruz. İnsan nedir? “İnsan düşünen varlıktır.” diyoruz. Sarte bir felsefeci olarak “Bu dü27


Dışlanmak İçlenmek Demektir Yrd. Doç. Nazmi Ağıl Dışlanmak içlenmek demektir. Dışlananın bilinci kendi içine kıvrılır, la- ölçüsündedir, kapris yapıp odanıza kapandığınız çocukluktaki gibi: Anneniz kapıhananın, marulun yaprak yaprak oluşmasını düşünün, bu kabzımal benzetmesini yı çalıp yalvar yakar olduğu sürece açmazsınız kapıyı, ne zaman ki dönüp gitmeye kaba mı buldunuz? Peki, bir istiridyenin sımsıkı kabuğu içinde bir inci tanesi yaratdavranır, eliniz kapı tokmağındadır. (bkz: AB ve Türkiye ilişmasını hayal edin. İçlenmek bir de hassaslaşmak anlamına kileri) “Ne kadar büyük olursa gelir ki algılarının her dalga boyundaki sinyalleri yakalamaÖyleyse bir gerilim doğar dışlayan ve dışlanan arasınsı gereken sanatçı için bu iyi bir yazgıdır. olsun kapsadığı alan da, ki belki bu gerilim iki ayrı noktaya odaklanmaktan dolayı Dışlamak kapıyı kapatmaktır. Ne kadar büyük dışarıda kalandan daha en çok gözden kaçandır, küçümsenmeyecek bir kayıp: oyun olursa olsun kapsadığı alan dışarıda kalandan daha küçük bu gerilim (bölgesin)den doğar da ondan ve oyun yoksa bir şey olacağı için, dışlayan aslında kendini geniş bir olanaklar ve küçük olacağı için, dışlayan yok, ne olsa dünya bir sahne, hayat bir oyundur. olasılıklar evreninden mahrum bırakmış olur. Edebiyata gelirsek bütün bunlardan çıkan sonuç şuaslında kendini geniş bir Dışlamak kendi kendini imha eden bir davranış dur: Kanon dediğimiz şey, kabul gören yapıtlar kadar dışlanan olanaklar ve olasılıklar biçimidir. Gecede bir yıldız kümesinin biraz uzağında duyapıtlardan da oluşur. Bu durumu gözlemleyebileceğiniz en iyi ran başka bir yıldız mı yoksa kümedeki onlarca yıldızdan yer (bu sözcüğü gençler için özellikle kullanıyorum) güldesteevreninden mahrum biri mi daha çok dikkat çeker? ler yani antolojilerdir, kimlerin hangi dönemde dahil edildiğibırakmış olur.” ne bakın ve kimlerin dışarıda bırakıldığına. Örneğin İngiliz Başka türlü söylersek bazen bir şeyin yokluğu onu şiirinden metafizik şairler olarak anılan ( “Kimse bir ada dedaha da belirgin kılar: yemekteki tuz gibi. ğildir tek başına” diyen John Donne’ın da aralarında olduğu) Dışlanan dışlayan grupta doğacak en küçük bir grup 17nci yüzyılda yaşadıkları halde ancak 20nci yüzyılda T. hoşnutsuzlukta etrafında kümelenecek alternatif bir odak S. Eliot’ın desteğiyle kendilerine seçmelerde yer bulmuştur. teşkil eder, bir diğer deyişle, dağ başında eşkıyaları çeken Sevim Burak epey yadırganmıştır ilkin. Asaf Halet çoban ateşidir. Çelebi epey bir süre horlanmış, karikatürlere malzeme olmuşNeden dışlar peki dışlayan? Politik, ekonomik, tur. Şiirlerindeki mistisizm muhafazakar çevreler tarafından sosyal …fark etmez bütün nedenler aslında psikolojiktir, sevilse de kaynağının doğu felsefesi ve Budizm olması hoş hatta ontolojik mi diyelim ya da var oluşsal? Dışlamak bir karşılanmamıştır. Ne sağa, ne de sola yaranabilmiştir yani. öteki yaratma gereksiniminden doğar çünkü, böylece de Tanpınar’ın mektupları anlaşılmamaktan, ilgi görmemekten Örneği dilbilimden seçersek, Ferdinand yana yakınmalarla doludur, Nahid Sırrı Örik ve Refik Halit Saussure’nin ifadesiyle: “kedi” anlamını “yedi” olmayışına Karay yeniden parlayana kadar epey bir süre sansüre uğramış borçludur. isimlerden. Hasan Hüseyin ise bana kalırsa 50lerin köy romanları gibi toptancı zihniyetin bir kurbanı. Seksen sonrasınOkuldan, evinizden, çarşılardan tüm aynaların da 70li yılların politik şiirinin gözden düşmesiyle bence çok birden yok olduğunu var sayın, nasıl bir boşluk açılır? Gövkaliteli şiirlere imza atan dönemin bu önemli ozanı da haksız denizin bir yanını alıp götürmüş sanki bir kamyon, evinizin bir şekilde rafa kaldırılmıştır. dibinde yeni bir bina için bir cehennem çukuru açılmış. “İyi eserler asla kaybolmaz” der kimi, “gün yüzüne çıkacakları zamanı bekler.” Bense inanmam buna çünkü mevcut var oluşumuz aslında sonsuzca ıskaladığımız fırsatların bir sonucudur. Gocunmalı mı bundan? İyisi mi ne tavşan dağa küssün, ne dağın haberi olsun.

Bu nedenle de ama, beklenen bir davranış biçimidir; beklenen şeylerse şaşırtmaz bizi, yani sıkıcıdır, eğlenceden yoksundur. Dışlayanın gücü dışlananın kabul görme tutkusu

28

DIŞLANMIŞLAR

BİZ VE ONLAR


ALT METİN Amedeo Modigliani Ezgi Atay

29


Sanat, olmazsa olmazımız, onunla ilgili dilimizden düşürmediğimiz sıfatlar, kurallar, analizler var. Hiç düşündük mü, nereden geliyor bütün bu nitelemeler diye.Bunları gerçekten biz mi algılıyoruz, hissediyoruz ve yorumluyoruz?

Aykırı, trajik ve şiirsel…

Herkesin sorduğu, kimsenin ortak yargıya varamadığı türden sorular var bir de. Neden sanata kısıtlamalar getiriliyor? Bu kurallar neye hizmet eder? Sanatın tanımlanabilir olması mı gerekir? Bir şeyin sanat sayılması ya da sayılmaması için birilerinin “bu güzeldir”, “bu sanattır”, “bu eser estetik öğeler bakımından eksiktir”, “bunun sanat diye adlandırılması dahi düşünülemez” şeklinde yorum yapması ne kadar doğru? Bunları cevaplayamazken, sanatçının ve sanatının dışlanması söz konusu olabilir mi?

Hayal edin, sanatçının kendi kişisel kaygılarını bir kenara bıraktığını, nerede ve kim olduğunu yok saydığını, kendini soyutlamasını, nesneleri farklı bakış açısıyla yorunlamasını, bu şekilde sanatı algılamasını ve onu hayal gücüyle birleştirmesi sonucunda “Her ne kadar kuralları oluşan verimini.

yıkmak için önce onları öğrenmek gerekirse de, bir kere öğrendikten sonra o kurallara bağlı kalmak seçilecek en kolay yoldur.”

dı?

Peki, Modigliani neden anlaşılamadı ve dışlan-

Dönemindeki sanat yargıları, Yahudi kökenli olması, etrafındaki diğer sanatçılardan daha yeteneksiz olması mı asıl sorun? Yoksa kör bir adam gibi resmetmesi mi dünyayı? Kimsenin görmediği şekilde, kimsenin algılayamadığı şekilde…

Güzellik, yaratıcılık, sanat anlayışı, algılayışı, yargıları her dönem, popülariteye göre belirleniyor, yazık ki kategoriye sokulamayan yetenekler de eserleri popülariteye uymuyor diye var olamadan yok olma sürecine giriyorlar. Burada da bir dışlanma söz konusu.

Sanatçının bireysel dilini, ona özel olanı bırakması mı gerekiyordu, başarılı olması için?

Resim, her birimizin ufaktan denediği, çoğumuzun sıralara bir şeyler çizmekten ileri gidemediği uğraş.

Sanatçı içinden geldiği şekilde duygularını yansıtamayacaksa, hissettiklerini kalıplara oturtmaya çalışacaksa, yaptığının ne anlamı kalır ki!

Platon ve Aristoteles, sanatın taklitten ibaret olduğunu ve taklidin gerçeğine ne kadar yakınsa o kadar güzel olacağını ileri sürmüşler.

Yoksa Modigliani’nin eserlerine olan ilgisizliğin, yokluk içinde yaşamasının tek nedeni, dönemine ayak uydurmayı reddetmesi, ilkeleri yok sayması ve bu nedenle dışlanması mı?

Peki bir resme baktığımızda hissettiğimiz duygu mu önemli olan, yoksa figürlerin tıpa tıp kopyalanmışına bakıp, birbirlerine ne kadar da benzediklerini tartışmak mı?

DIŞLANMIŞLAR

alkol bağımlısı olması, yokluk içinde yaşaması, bir süre heykeltıraşlığa yönelmesi, Katolik bir aileden gelen Jeanne ile aşk yaşaması, ilk kişisel sergisini açması ve çok fazla nü tablo bulundurduğu gerekçesiyle serginin Paris polisi tarafından kapatılması, kendi ölümünün ardından ikinci çocuklarına hamile olan Jeanne’in, apartmanlarının beşinci katından atlayarak intihar etmesi..

Herkesi farkında olmaya davet ediyorum.

Her ne kadar kuralları yıkmak için önce onları öğrenmek gerekirse de, bir kere öğrendikten sonra o kurallara bağlı kalmak seçilecek en kolay yoldur.

Sanattan zevk almak ya da tebrikler almak… Gözden kaçırdığımız bir şeyler var.

Ve bu açıdan yaklaşınca, zor olanı seçerek, kendi kurallarını kendi koyarak, kendine ait olan bir dünyada yaşamak, sanatçının dışlanmasına neden olan şeyin belki de kendi iradesi olduğunu düşündürüyor.

Gelgelelim sevgili Modigliani’ye. Ressamın, Yahudi kökenli bir aileden gelmesi, verem, tifo, menenjit gibi türlü hastalıklarının bulunması, Paris’e gidip bohem bir yaşam sürerken

Dışlanmak...? Belki de “Arınmak”...

ezgiatay@kutudergi.com

30


Kim Dışında, Kim İçinde? Sanatın Dışında Kalmak Yrd. Doç. Ilgım Veryeri Alaca The poet, the artist, the sleuth –whoever sharpens our perception tends to be antisocial; rarely “well-adjusted”, he cannot go along with currents and trends.

algılamaktadır. Onun duyumları benzersiz ve sıradışıdır. Bir minyatür inceliğinde işlenmiş figürlerindeki tanıdık yüzlerin alışılmışın dışında bezenmesi ve deforme edilmesi neredeyse aynada tanımadığımız bir yüze bakarcasına tüylerimizi ürpertebilir. Deniz’in resimleri kanıksadığımız varlığımızın bir adım dışına çıkmaktan bile ne derece rahatsızlık duyabileceğimizin kanıtıdır.

Marshall McLuhan, Medium is the Massage Bir şeyin dışında olmak, dışlanmak kelimesi negatif bir izlenim yaratıyor. Bu olguyu avangard, marjinal, sıradışı, olağanüstü veya öteki kelimelerine yaklaştıramaz mıyız? Böylece, dışarıda olma durumunun bireyi aslında ilginç bir farkındalık boyutuna da götürebileceğini düşünebiliriz. Sanatçıların ve yazarların birçok kez toplumdan dışlanmış oldukları doğruysa da, 21. yüzyılda artık bu durumun bir nebze değişmeye yüz tuttuğunu sanıyorum. Ancak içten gelen bir dışarıda olma hissi nasıl giderilebilir, giderilmeli midir, buna cevap veremem…

Louise Bourgeois ise ancak yaşamının ileriki yıllarında üne kavuşmuş bir sanatçıdır. 2000 yılında Tate’de sunulan dev örümcek, yumurtalarını koruyan bir anneyi temsil eder ve kadının kırılgan ancak kudretli doğasına gönderme yapar. Bu eser aslında sanatçının bir çok eseri gibi anne ve babasının ilişkisinden yola çıkar, toplumda ikinci sınıf vatandaş olarak görülebilen kadının yerini sorgular.

Belki de yaşamı sırasında en az anlaşılmış ancak öldükten sonra da en çok Bu konu bağlamında aklıma gelen kişiler kimler? Öncelikle Fernando Pessevilmiş sanatçı Van Gogh’tur. Kendisi gelecek kuşakların sanatının çok renkli soa ve Emily Dickinson. Yaşamları boyunca çok fazla takdir görmeyen bu kişiler, olacağını öngörmüştür. Kullandığı renkler ve coşku dolu fırça darbeleri de içinde yazmaya adeta dur durak dinlemeden devam etmişler ve arkalarında bir hazinenin yaşadığı toplum tarafından özümsenmemiş olsa bile yaşadığı yüzyılın ötesine ışık karalandığı binlerce ufak kağıt parçası bırakmışlardır. Yaratıcılıklarının çevre tasaçmayı başarmıştır. Şairin Bahçesi adlı yapıt, sanatçının az bilinen bir eseridir. Van rafından tam olarak anlaşılmaması onları durduramamıştır ki bu aslında onların Gogh bu resmi, Gauguin’in misafirliği sırasında kalacağı odayı süsiçindeki müthiş üretme gücünün göstergesidir. Örneğin, Amerilemek için yapmıştır. Ancak Gaugain belki de sanatçıya aynı değeri kan şiirinin öncü isimlerinden Emily Dickinson çevresi tarafından “Dışlanan hiç bir zaman vermemiştir. Dolayısıyla Van Gogh, en yakın sanatçı çılgın bir kadın olarak algılanmış, şiirleri uzun seneler boyunca arkadaşı tarafından bile dışlanmış, kimi zaman hor görülmüştür. sanatçılar, yazarlar ancak bir çok değişiklik yapılarak normlara uydurulduktan sonra Kısacası dışlanan sanatçılar, yazarlar belki de duyuşun, basılmıştır. belki de duyuşun, hissedişin ve yaşamın tam da içindedirler. Yapıtları vesilesi ile bunu Dışarıda olarak algılanabilecek bir isim de Türk resmi- hissedişin ve yaşamın bizlerle de paylaşırlar. O yüzden çok değerlidirler. Beynimizde açılnin ilginç bir temsilcisidir. Genç yaşta yaşama veda eden ressam mamış kapıları açarlar, yeni bir farkındalığa ışık tutarlar. Yaşamın tam da içindedirler.” Deniz Bilgin, evreni ve özellikle insanları bambaşka bir boyutta içinde olduklarını varsayanlar da belki dışarıdadırlar…Kimbilir…

Ölümünden sonra açık arttırma ile satılan, Fernando Pessoa’nın 25000 sayfanın üzerinde metnini sakladığı sandığı

Niki de Saint Phalle

Deniz Bilgin

Louise Bourgeois, Anne heykeli

31

Van Gogh, Şairin Bahçesi


Şeytanla Anlaşma Yrd. Doç. Meliz Ergin Edebiyat alanında dışlanmışlık konusunu birkaç farklı boyutuyla ele alabili- özenle yer açmak gerekiyor edebiyat dünyasında. Demin göçmen edebiyatından örnek riz. Sizin de belirttiğiniz gibi yaşadıkları dönemde kabul gören sınırların dışına çık- verdim, fakat şunun da altını çizmek istiyorum. Belli edebi akımların ve ideolojilerin tıkları için ayrımcılığa uğrayan pek çok yazar olmuştur. Fakat bazen dışlayan-dışlanan sınırlarını zorladıkları için dışlanan yazarlara yer açarken çok katı kimlik politikaları arasındaki dinamikler biraz daha karmaşık olabiliyor. Örneğin bir toplum içinde uzun yaratmamaya da özen göstermek gerekiyor. Mesela siz Afrikalı bir kadın göçmen yazarsüre marjinal konumuna indirgenmiş gruplarda dışlanmışlık hali içselleştirebiliyor. Ki- sanız uzun süre yetersiz temsil edilmiş bir grup adına yazılarınızda kimlik sorunlarına min kime karşı geldiğinin çok da net olmadığı bu gibi durumlar belki de dışla(n)manın yer veriyor ve politik bir görüş benimsiyor olabilirsiniz. Bu çok önemli bir sorumluluk bence. Fakat bunun ötesinde, toplumda size ilgi gösterildiği noktada bazen şeytanla bir en tehlikeli yüzüne dikkat çekiyor. Örneğin işaret dili ve edebiyatını düşünün. Dersimde gösterdiğim The Heart anlaşma imzalamanız, ve bu anlaşma kapsamında kendinizi hep belli bir kimlik poliof the Hydrogen Jukebox adlı bir belgesel var. Amerikan İşaret Dili (ASL) ve edebiya- tikası üzerinden sunmanız bekleniyor. Artık dışlanmadığınız hissine kapılabilirsiniz, tının tarihini anlatıyor. Amerika’da kullanılan işaret dilinin ancak 1960’larda bir dil- ama tekrar düşünün. Mesela şu an Toronto’da yaşayan, Small Arguments ve Found adlı iki şiir bilimcinin çalışması sayesinde konuşma dili gibi bir dil statüsüne eriştiğini görüyoruz. kitabı olan şair Souvankham Thammavongsa’yı örnek vereyim. TayÖncesinde yalnızca ilkel bir ifade şekli olarak görülen işaret dilinin “Özellikle politik land doğumlu bu şairin çocukluk yılları Tayland’daki Laos mülteci konuşma dili kadar zengin bir yapıya ve yaratıcı potansiyele sahip olnedenlerden –örneğin kampında geçmiş. Kendisine söyleşilerde sürekli olarak kampta yaduğu öne sürüldüğünde başta sağır edebiyatçılar bile hafif şaşkınlığa şadıklarını referans alan, ırk ve cinsiyet politikası üzerinden sorular uğruyorlar. O zamana kadar hep konuşma dilinde üretilen edebi eserırksal, etnik veya dinsel gelmesinden şikayetçi. Bir yandan tüm hayat tecrübelerinin yazılarıleri işaret diline çevirmekle meşgul olanlar artık işaret dilinde eserler azınlık gruplarına ait na yansıdığını belirtiyor. Diğer yandan ise bu tarz soruların şiirlerini üretmeye ve deneysel yaklaşımlar sergilemeye başlıyorlar. Benzeri öroldukları için– dışlanmış açıklığa kavuşturmaktan çok onları belli bir kalıba soktuğuna inanınekler elbette farklı bağlamlarda da aranabilir. Geçmişte Avrupa’nın olan yazarlara özenle yer yor. Ayrıca herşeyden önce edebi bilgisi veya yazın dili üzerinden dekolonisi haline gelmiş, Avrupa dillerini ve kültürlerini asimile etmeye zorlanmış toplumlarda da kendi dil ve edebi birikiminin yeterince iyi açmak gerekiyor edebiyat ğerlendirilen erkek şairlerle aynı düzeyde ele alınmasının tek yolunun azınlık kimliği üzerinden oluşuna içerliyor. Bu rahatsızlığın esas neolmadığına inanmış yazarlara rastlayabiliriz. Tüm bu örnekler bizi dünyasında.” deni aslında dışlanmanın farklı bir boyutta hala devam ediyor olması. yaratıcılığın daha ortaya çıkmadan bastırıldığı, dışlanmanın daha baştan kabul ettirildiği durumlarla tanıştırıyor. Son bir örnek olarak farz edelim ki farklı nedenlerle dışlandığına inandığımız Bundan bir adım ötede kendi yaptığı işin önemini benimseyen, ama bazı poli- hayali yazarımız bir şekilde kendine inandı, yazdı, yayınlandı, ve eserleri de kitapçılara tik nedenlerden dolayı yayın aşamasında zorluk çeken yazarlar var. Aklıma gelen ilk ör- ulaştı. Tüm bu süreçleri atlatmış olmasına rağmen yazarın halagörülmeme riski var ki kanımca bu durumda bilinçli bir körlük söz konusu. Daha geçtiğimiz neklerden biri göçmen edebiyatı. Avrupa’da bugun göçmen edebiyatı gün birkaç Türk erkek yazar arasında geçen bir tartışmayı dinliyorbelli bir görünürlüğe sahip. Fakat bu aşağı yukarı kırk yıldır verilen dum. Bir tanesi şöyle bir soru ortaya attı: “Neden şairler çoğunlukla bir mücadelenin sonucu. Almanya, İngiltere veya Fransa gibi birtaerkeklerden çıkıyor?” Şimdi bu soruya bir cevap aramanın faydası kım ülkelerde göçmen popülasyonla ilgili konular nispeten daha sık yok, öyle değil mi? Çok farklı tarz ve amaçlarla yazan birçok kadın gündeme taşınmaya başlandığından göçmen yazarlar da yavaş yavaş şair olmasına rağmen bu şekilde kurgulanan bu sorunun cevabı da daha çok ses getirmeye başladılar. Fakat örneğin İtalya hem koloni zehiri de kendi içinde gizli zaten. geçmişi hem de bugünkü göçmen nüfusu ile yüzleşmekte nispeten geç kalmış bir ülkedir. Bu durum edebiyat dünyasına da yansır tabi. Başta belirttiğim gibi dışla(n)manın pek çok farklı şekli var beni düşündüren. Dışlanmışlık kavramı neden vardır sorusuna Yayınlanmayla da iş bitmiyor zaten. Bir kitap yayınlansa kısmen masum sayılabilecek bir açıdan yaklaşıp okuyucu gözünden dahi kısıtlı sayıda basıldığından çabucak tükeniyor, tükenince varobakabiliriz son olarak. Hepimiz ister istemez bazı yazar ve düşünürlan kopyalar pahalanıyor, onlara sınırlı sayıda kütüphaneden erişelerden, bazı yaşam şekillerinden habersiz yaşıyoruz. Buna bilinçli bir biliyorsunuz. Bir de tercüme sorunu var elbette. Geniş bir okuyucu dışlama olarak bakamayız elbette, ama zihnimizi her ne kadar açık kitlesine ulaşmanın yolu tercümeden geçiyor, oysa bırakın göçmen tutmaya özen göstersek de hepimizin birilerini, birşeyleri yaşamın edebiyatını, hepimizin aşina olduğu Türk edebiyatından pek çok kıyısında bıraktığı oluyor. Önümüze sunulanın ötesinde neler olabideğerli eser hala çevrilmeyi bekliyor. Çevirmenlikle ilgilenen genç leceğini merak etmekten yorulmazsak okuyucu olarak reddedici bir arkadaşlara duyurulur! tavır sergilememek için de gayret göstermiş oluruz. Bu da kendimize Özellikle politik nedenlerden –örneğin ırksal, etnik veya küçük bir hatırlatma olsun! dinsel azınlık gruplarına ait oldukları için– dışlanmış olan yazarlara

32

DIŞLANMIŞLAR

BİZ VE ONLAR


Sırça Fanus-Sylvia Plath

Birkaç Film & Birkaç Kitap

"Bir gün bir yerde, okulda, Avrupa’da,herhangi bir yerde, o boğucu çarpıtmalarıyla sırça fanusun yeniden üzerime inmeyeceğini nasıl bilebilirdim? O sırça fanus ki, içinde ölü bir kelebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür." Sylvia Plath, yarı-otobiyografik nitelikteki ‘’Sırça Fanus’’ adlı romanının yayınlanmasından bir ay sonra intihar eder. Romanda baş karakter Esther Greenwood’un üniversite yılları ve iş hayatı anlatılmaktadır. Esther topluma yabancı kalmayı tercih ederek, toplumu eleştirmeyi hobisi haline getirmiştir. Filozoflar asırlardır insanı sorgularken, Sylvia bize cevabı çok açık bir şekilde, Sırça Fanus aracılığla vermiştir: -Bir milyon yıllık evrim. Eric, derinden sordu, kimiz biz? Hayvanlar

Sen Hiç Ateş Böceği Gördün mü?

Protesto-Mathieu Kassovitz Film, Paris gettolarında geçmektedir. Öncelikle gettonun kelime manasından bahsedecek olursak, ‘’ghetto’’ kelimesinin çıkışı sanıldığının aksine, Amerika’daki zenci halkın ikamet ettiği alandan değil, 1555 İtalyası’nda Yahudiler’in yaşaması zorunlu olan alandan girmiştir dilimize. Yani getto; bir halkın din-dil-ırk gibi sebeplerden ötürü, kendi istekleri dışında, dışlanmış bir yerleşkede yaşamasıdır. Filmimizin 3 kahramanı (Said: Kuzey Afrika göçmeni, Vinz: Yahudi, Hubert: Zenci) gettoda yaşayan gençlerdir ve Fransa’da göçmen, Yahudi, zenci olmak ırkçılığa maruz kalmaları için yeterlidir. Film şöyle başlar; ‘’Bu elli katlı bir binadan düşen adamın hikayesidir. Her katta kendini rahatlatmak için şunu dermiş: ‘’Şu ana kadar her şey yolunda. Şu ana kadar her şey yolunda. Şu ana kadar her şey yolunda.’’ Önemli olan düşüş değil, yere iniştir.''

‘’Sen Hiç Ateş Böceği Gördün mü?’’ Yılmaz Erdoğan’ın yazıp yönettiği BKM’de oynanan bir tiyatro oyunudur. Baş karakter Gülseren, açıksözlü ve farklıdır. Dünya’ya olan bakış açısı diğer insanlarınkiyle kesişmediğinden yalnızdır. - Sen hiç ateşböceği gördün mü? - Hayır, görmedim. - Göremezsin, göstermiyorlar ki. Herkes de göremez zaten. Edison doğayı yendi, hem de kendi sahasında; biz o ara yoğunduk, Ediz Hun'un filmlerini seyrediyorduk. - Anlamadım?! Kıymetini bil; anlasaydın yalnızlık çekerdin.

33


‘’Tanrı varsa, ki ben olmadığına gerçekten inanıyorum, insan aklının sınırları olduğunu da bilir. Yoksulluğu, haksızlığı, açgözlülüğü, yapayalnızlığı, bütün bu karmaşayı o yaratmadı mı? Mutlaka çok iyi niyetlerle girişmiştir bu işe, ama sonuçlar bir felaket. Tanrı varsa, bu dünyayı erkenden terk etmeyi seçen yaratıklara karşı cömert davranacaktır, hatta bizleri burda vakit harcamaya zorladığı için özür bile dileyebilir. ‘’ ‘’Veronika Ölmek İstiyor’’ kitabı; adından da anlaşılabileceği gibi, Veronika isimli genç ve güzel bir kadının aslında dışarıdan

bakıldığında çok düzgün görünen hayatından kurtulmak istemesiyle başlıyor. İçinde kimsenin dolduramadığı bir boşluk olduğu sürece, çevresinin onu seven insanlarla çevrili olması Veronika’yı hayattan dışlanmışlık duygusundan kurtarmaya yetmiyor. Kitap insanda Albert Camus’nün ‘’Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır: İntihar. Hayatın yaşamak zahmetine değip değmediğine ilişkin bir yargıya varmak, felsefenin temel sorununa karşılık vermektir.’’ cümlesi üzerine yazılmış gibidir.

Son Sürgün-Dragan Babic Kitabı aldığınızda kapağı açar açmaz Ayrıntı Yayınları’nın şu yazısı çıkıyor karşınıza: ‘’Asilerin, kaybedenlerin, hayalperestlerin, küfürbazların, günahkarların, beyaz zencilerin, aşağı tırmananların, yola çıkmaktan çekinmeyenlerin, uçurumdan atlayanların...’’ Yeraltı Edebiyatı hakkında daha fazla yorum yapılmasına gerek yok bu tanımın üzerine. Dragan Babic ise bu kitabında, ellerini kana bulamaktan çekinmeyen anti-kahramanları ile yeraltına yapılan gönüllü bir sürgünü, yerin üstündekileri eleştirerek yazıyor. ‘’Başardılar,’’ dedi kendi kendine, ‘’kafaları

toplumsal istekleriyle daha fazla meşgul.. ufak tefek harcamalar yapmayı arzulayan, problemsiz, macera hevesinden kaçının, herhangi bir riskle karşı karşıya olmayan bugünün salak gençleri üzerinde fikir yürütmek gerekirse... Oh, elbette... onların havaları var... uyuşturucu kullanıyorlar, belli bir müzik dinliyorlar, ama bununla sınırlı kalıyor. Aslında, hepsi birbirinin benzeri... geçmişin hani şu bir türlü gebermeyen örümcek kafalılarına benziyorlar... Güçlerine, paralarına, değerlerine amansızca tutunuyorlar... Son nefesine kadar.’’

Persona (1966) Persona; İsveçli usta yönetmen Ingmar Bergman'ın önemli filmlerinden birisi. Filmlerinde varoluşsal ve felsefi problemlere eğilen Bergman; Persona'da da konuşmayı bırakan bir aktris olan Elizabeth ve onunla ilgilenen hemşire olan Alma'nın ilişkilerini ele alıyor. Alma, anlam duygusunu yitirmiş olan

Elizabeth'ten hiçbir cevap almamasına rağmen sürekli duygularını Elizabeth'e aktarmaya devam eder. Bir süre sonra ikilinin kişiliklerinin parçalandığını ve birbiriyle içiçe geçtiğini farkederiz. Bireyler arası iletişim üzerine izleyici oldukça düşündüren film; çok daha derin incelemeleri de hakediyor. 34

DIŞLANMIŞLAR

Veronika Ölmek İstiyor-Paulo Coelho


Howl (2010)

Modigliani (2004) Film,18.yy’da yaşamış ve 35 yaşında hayata veda etmiş ressam Modigliani’nin biyografisi niteliğinde.Rakiplerinin aksine resimlerinin satılmasını umursamayan ve zamanın zengin ressamlarının aksine beş parasız yaşayan, sosyetenin övgülerine rağmen onların ruhsuzluğunu yüzlerine en uygunsuz şekilde vurmaktan da geri durmayan fütursuz bir kişilik.Film, Picasso, Utrillo, Riverda, Renoir gibi tanınmış ressamların hayatına dahil olabilmenin verdiği keyifle izleniyor. Andy Garcia’nın ve Modigliani’nin aşkı Jeanne karakterini canlandıran Elsa Zylverstein’ın oyunculukları da filmi unutulmaz kılmaktadır.

“I saw the best minds of my generation destroyed by madness...” dizesiyle başlayan Allen Ginsberg’in uzun şiirinin beyazperdeye yansıması bu film. Ferlinghetti’nin kitabı yayınladığı için yargılanması ve Ginsberg’le yapılan röportajlarla desteklenen şiir ortaya farklı bir film çıkarıyor. Yayınlandığı dönemde sansürlenen şiirin yazılış süreci, Ginsberg’in beat kuşağının diğer yazarlarıyla ilişkilerini görmek ve görsellerle desteklenen şiiri dinlemek gerçekten hoş. James Franco tarafından canlandırılan Allen Ginsberg’i daha yakından tanımak için 84 dakikalık bir şiir dinletisi.

Naked Lunch (1991) Beton Ada

Ünlü yönetmen David Cronenberg'in; beat kuşağı yazarlarından William S. Burroughs'un aynı isimli romanından uyarladığı; beat kuşağı ve sinema ilişkisinin ortaya çıkardığı önemli işlerdendir. Böcek ilaçlama işinde çalışan başkarakterin, eşiyle birlikte böcek ilaçlarını uyuşturucu olarak kullanmaya başlaması ve sonrasında yaşadığı olayları uyuşturucu etkisi altında kağıda dökme sürecini sembolik bir dille anlatır film. Yazarın film boyunca kişileştirilmiş daktilolarla girdiği ilişki de oldukça çarpıcıdır. Dev bir böceğe veya uzaylıya dönüşen daktilolar yazarın kafasını komplo teorileriyle doldururken, yazar aynı zamanda yanlışlıkla öldürdüğü karısını da bir türlü bilinçaltından atamaz.

Aykırı İngiliz yazar JG Ballard’ın romanı modern bir Robinson Crusoe hikayesi sunuyor okuyucuya. Otoyolda evine dönerken arabasının lastiği patlayan bir mimar 3 otoyolun kesiştiği bir kavşağın ortasındaki beton adada mahsur kalmış halde bulur kendisini. Yoldan geçen arabaları durdurmaya çalışırken, kimsenin onun sorunlarıyla ilgilenmeyeceğini ve arabasını durdurmayacağını farkeder bir süre sonra. Modern bir ıssız adada yaşamını sürdürmeye çalışır. Arabalar mimarın etrafından hızla geçerken; aslında yabancılaşmış insanların toplumsal değer yargılarını sorgular yazar. Toplumun dışlanmış bireyleri beton adaların sakinleri haline gelirler. Ballard’ın sarsıcı bir romanıdır, beton ada. 35


36


ON THE ROAD Bir Gezi Yazısı Caner Aydoğan

37


Türkiye’ye dönerken Atina’dan feribotla İzmir’e geçecegim için Atina’yı gezme işini de dönüşe bıraktım. Tren biletim varken olabildiğince şehir görmek, biletin süresi bittiğinde Atina’ya varmak en mantıklısıydı. Bu yüzden önümde Yunanistan içinde 15 saatlik tren, İtalya’ya geçmek için 18 saatlik feribot ve Salerno’ya ulaşmak için İtalya’da 6 saatlik tren yolculuğu vardı. Bu uzun yolculuk Jack Kerouac’ın Yolda romanını okuyarak geçti. Aktarmalarda da zaman oldukça bisikletle hızlıca şehri ya da kasabayı turluyor, fotoğraf çekiyordum. Atina’daki boşlukta da hemen bisiklete atlayıp Akropolis’i gören bir park buldum, kim bilir kaçıncı gün doğumunda taşlardaki renkler birini daha fethetti... Feribot sırasında benim yaptığımın benzerini motorla yapan insanlara rastladım, muhabbet ettik, aklımın bir köşesine yapılacaklar listesine onu da ekledim. İtalya’da feribottan indiğimde ilk işim yeni sim kart alıp internete girmekti, böylece hayat biraz “Bisikletle yolculuk kolaylaştı. Salerno’ya ulaştığımda hava kararmak üzereydi, sahilde yaparken günlük hayatta ateş yakmış kalabalık bir grup bulup yanlarına oturdum, grup dağıldıktan sonra da aynı yerde çadır kurup geceyi geçirdim.

Gazetede görmüştüm, kocaman da başlık atmışlar; ‘Bisikletle Viyana’ diye. Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle okudum haberi, sonra da hayaller düştü aklıma; ‘ne de güzel olur Avrupa’yı bisikletle gezmek! Biraz sıkıldın mı, trene binersin hemen, gidersin 300-500 kilometre; mimari değişir, iklim değişir, insanlar değişir...’. Bu düşünceyle geçti dört, belki de beş sene. Üstüne kafa patlatmasam da arka planda dallandı, budaklandı bu düşünce. Sonra yine bir anda, karşıma çıkan gazete haberi gibi, vaktin geldiğini anladım... Stajımı bitirdikten sonra okul açılana kadar yaklaşık bir aylık boşluğum vardı. Okul bitince çalışmaya, evle iş arasında mekik dokumaya başlayacağıma göre bu son uzun tatilim olabilirdi. Öyleyse bisiklete bakım yapmalı, kocaman bir harita alıp duvara asmalı, gezilecek görülecek yerlere karar verilmeli... Yaklaşık on gün eksikleri tamamlamak, rotayı ve kalınacak yerleri belirlemekle geçti. Interrail biletini de aldığıma göre yola koyulabilirdim. Yunanistan’daki mali kriz tam da bu noktada başıma bela oldu. İptal edilen Türkiye-Yunanistan treni 10 saatlik otobüs yolculuğu anlamına geliyordu ve bir kısmı eş-dost sponsorluğunda oluşturulan tur bütçesine daha en baştan ekstra çıkartıyordu.

beni oyalayan her şeyden uzaklaşıyorum; internet yok, bilgisayar yok, yetiştirilmesi gereken işler yok, devamlı arayan birileri yok, zırt yok pırt yok!”

Salerno,Pompei arası tur boyunca bisiklete bindiğim en güzel 2-3 yerdendi. Yarımada boyunca bir yanda deniz diğer yanda üzüm bağları ve limon ağaçlarının yeşilliği vardı. Herhalde 200’ün üzerinde bisikletli görüyorum, insanlar bu dogada bisiklete binerek başlıyor günlerine, çok kıskanıyorum çook... İtalya’nın bu kısmının limonu meşhur, ben de fazla yerim olmadığı için bir paket limon şekeri alıyorum döndüğümde eşe-dosta götürmek için. Pompei’de kamp alanına ulaştığımda çadır yeri için dolaşırken etrafa bakıyorum; nerede bisikletimi inceleyen, selam veren karavanlı bir aile varsa hemen onların yanına kuruluyorum. Adamlar yüklerini benim gibi bacaklarıyla çekmedikleri için benden daha teferruatlılar ve genelde hoşsohbet insanlar çıkıyorlar. Müze girişlerindeki indirimli bilet uygulaması sadece Avrupa Birliği üye ülkeleri için geçerli, tam bilet ücreti ödemekten iflahım kuruyor ama Pompei’ye hayran kalıyorum. Bazı yazılarda “zevk içinde yaşadıkları için taş olan” şeklinde tasvir edilen insanları görüyorum. Turda başıma bir şey gelse ne der acaba bunları yazanlar, çizenler diye düşünüp gülüyorum, geçiyorum... Pompei’den ayrılırken ısınmadan pedala yüklendiğim için sol bileğimde ağrı oluşuyor. Pompei ile Napoli arasında İtalya’nın varoşlarından geçiyorum. Bir şehri, ülkeyi arabayla otoyolda basıp giderek gezmemenin en güzel yanı gezdiğin yerin bütün kimlikleriyle yüzleşmek belkide, onu yapıyorum işte. Napoli’de daracık sokaklara dalıyorum bisikletimle. Çarpık kentleşmenin tavan yaptığı bir şehir burası. Daracık sokaklarda herkes scooter kullanıyor, virajlara hiç yavaşlamadan sadece korna çalarak giriyorlar, sadece karşıdan birisi de kornayla karşılık verirse freni kullanıyorlar. Benim için hayli tehlikeli bir şehir. Gece 4’te Roma trenine binecegim için gündüz kalabalıkta gezdiğim bütün sokakları hava kararıp da binalar ışıklandırılmış, sokaklar boşalmışken tekrar geziyorum. Uykumu da yarım yamalak istasyonda ve trende uyuyorum.

22 Ağustos akşamı 18:00 otobüsüyle İstanbul’dan ayrıldım. Otobüsle sınır geçmek tam bir belaydı; sınırda bütün bavullar indirildi, tek tek arandı, tekrar yüklendi. Tam bir buçuk saatte geçebilmiştik sınırı. Gece 4’te muavinin “kalk abi Selanik'e geldik” diyerek omzuma dokunmasıyla uyandım, ve turun ilk sabahında, ya da gecesinde, uyku mahmurluğuyla “evde sıcak, rahat yatağımda uyumak varken bu saatte burada ne işim var?” sorgulamasını yaparken yakaladım kendimi. Daha ilk günden bunu düşünüyorsam “bu tur bitmez!” diye düşünüp gülmeye başladım. Hala karşımda duran muavinin neden güldüğüme anlam veremedi, garip garip bakıp yolcuları uyandırmaya devam etti. Bagajdan çıkardığım bisikleti monte ettikten sonra karanlık Selanik sokaklarında turladım, karnımı doyurdum. Beyaz Kule’nin altında akşamdan kalma, gitar çalan grubun yanına oturup hava aydınlanana kadar onları dinledim. Gün doğarken onlar uyumaya gitti, bense 85 km sürecek yolculuğuma başladım. Selanik'in doğusundaki Cassandra yarımadasında 3 gün geçirip tekrar şehre dönecektim, bu yüzden şehri gezme işini dönüşe bıraktım. Cassandra yolunda meyve satan bir kamyonetin yanında durup kavun aldım. Ya şimdiye kadar yediğim en iyi kavundu, ya da kavun yemek için en iyi zamandı. Yolculuk, sıcak hava, bisiklet ve heybenin yükü adeta kavunun tadını arttırmıştı. Bütün kavunu mideye indirdikten sonra yola devam ettim ve öğleden sonra kalacağım kamp alanına ulaştım. O zamana kadar internette gördüğüm ve çok güldüğüm çadıra bisiklet koyan insanları taklit ettim, çadırımı kitleyip denize girdim. Palmiyenin gölgesine havlumu serip kestirerek günün yorgunluğunu attım ama uyandığımda palmiyenin gölgesi yer değiştirmişti ve vücudumun sağ tarafı sağlam güneş yanığı olmuştu. O kadar ki merhem sürmeden uyuyamadım. Cassandra’da geçen 3 gün boyunca çok güzel kumsallardan denize girdim, kamp alanlarındaki karavanlı Alman komşularımla şarap içtim, ocaklarında yemek yaptım, bisikletle çıktığım en dik yokuşu her ağaç gölgesinde mola vererek güç bela tırmandım, ufacık bir kasaba tavernasında Yunan müzikleri eşliğinde balık yedim, tarlalardan üzüm ve kavun aşırdım...

Roma’ya da gün doğumunda varıyorum, ve tabi direk Collesium’a gidiyorum. Hayal kırıklığına uğramadığımı söylemek yalan olur, düşündüğümden daha küçük bir yapı. Şehri dolaştıkça sanat tarihi derslerinde fotoğraflarını gördüğüm eserlerin orijinallerini görüyorum, farklı açılardan eserleri inceleme şansım oluyor, muazzam bir deneyim, zenginlik anlayışım değişiyor resmen. Özellikle Patheon’a hayran kalıyorum. Roma’daki ilk gecemde warmshowers (bisikletçilerin birbirini evlerinde ağırladıkları bir topluluk) sayesinde ulaştığım Sam’in evinde geçiriyorum. Sam restorasyon öğrencisi, annesi ise ressam. Akşam uyumadan önce beni dondurmacıya götürüyorlar ve Türkiye’de Roma Dondurmacısı diye geçinen yerlerin ne kadar yalan olduğunu görüyorum. Roma’ya gidince 3 öğün dondurma yemeli! Ertesi sabah Sam bana Vatikan yolunda rehberlik yaparken akşam gerçekleşecek olan bisikletçiler pikniğinden bahsediyor. Vatikan’da, akşam görüşmek üzere sözleşip ayrılıyoruz. İlk olarak Saint Peters’e giriyorum. İnsanın kendini küçük hissettiği bir yer, 4 saat çıkamıyorum. Ardından Vatikan müzelerine giriyorum, Raphael odalarından çık-

3 gün sonra Selanik'e döndüğümde öğlen sonuydu ve gece 11’de bineceğim Atina trenine kadar şehri gezmeye vaktim vardı. Atatürk’ün İzmir’e neden güzel İzmir dediğini gayet net anladım; çünkü Selanik resmen küçük İzmir’di, tek fark biraz daha fazla meydanı ve eski binaları olmasıydı. Turun ilk günü karşılaştığım gruptakiler gibi biramı aldım, gün batımında Beyaz Kule’ye gittim. Güneş tıpkı İzmir’deki gibi körfezden batıyordu ve bu manzara çok güzel silüet fotoğrafları veriyordu. Bol bol fotoğraf çektim. Interrail biletimin de tarihinin başladığı ilk günüde Atina trenine bindim. 38


yol da sen, yolcu da, kendi içinde kendine dair... Hava kararmadan San Gimignano’yu görmek, ertesi sabah yine erkenden yola düşmek niyetindeyim ama kasabayı görünce bu fikrim değişiyor. Burası Siena’ya göre çok daha ufak ama aslına daha sadık kalmış, bozulmamış bir kasaba. Ertesi gün sadece fotoğraf çekmek için sokaklarda dolaşmaya karar veriyorum. Ayrıca burası şarabın kalbi gibi. Ufak bir şişe şarap ve yanına kraker alıyorum. Bu şarabın özelliği gereği krakeri şaraba batırıp öyle yiyormuşuz. Peki madem diyorum, ufak şişenin yarısına gelmeden çakırkeyif oluyorum ve deliksiz uyuyorum. Gimignano’daki ikinci günümde ufak restoranları keşfediyorum, bol bol fotoğraf çekiyorum, kilisenin merdivenlerinde dilim pizza yiyen kalabalığa katılıyorum. Kamp alanına döndüğümde önceki geceden kalan şarabın diğer yarısını içerken yan çadırdaki çocukla muhabbet ediyoruz. Sam, internet üzerinden çalışıyor, 3 aydır da tek başına geziyormuş. Kendini yola vurma sebebini sorduğumda “önümüzdeki 3-5 sene yaşayacağım, ya da yaşlılığımda yaşamak istediğim yerlere karar vermek istiyorum” diyor. Ertesi gün Floransa’ya gideceğimi anlatıyorum, harita üzerinden Floransa’da şehri tepeden gören bir kamp alanı gösteriyor, “ben de sabahtan otobüsle gideceğim, benim çadırı bulur, yanına atarsın çadırını” diyor. Küçük şişenin kalanını da içtikten sonra yine deliksiz bir uykuya dalıyorum. Sabah gün doğumunda eşyaları toplayıp bisikleti yola hazırlıyorum. Floransa’ya ulaşmam akşam üzeri 5’i buluyor. Yolda kalabalık bir bisikletçi grubuyla karşılaşıyorum. Daha doğrusu tek bir bisiklet, bisikletin önünde de bir meşale. Meşaledeki ateşi Papa yakmış, bu gençler de 15 dakikada bir nöbetleşe bisiklete binerek ateşi insan gücüyle kiliselerine götürüyorlarmış. Dolmuşla topluca yanımdan geçerken tezahürat yapıyorlar. Yaklaşık 3 saat boyunca bu grupla biniyorum bisiklete, onlar devamlı sürücüyü değiştirip taze kanla yola çıkarken ben hiç durmadan sürüyorum bu süre boyunca. En sonunda dayanamayıp pes ediyorum ama 3 saat boyunca baya yüksek bir tempoyla yol alıyorum. Sol ayağımdaki ağrı dışında her şey sorunsuz. Floransa’da Sam’in çadırını bulduktan sonra yanına kuruluyorum, yol yorgunluğuyla akşamüstü kestirmesi yapıyorum. Uyandığımda Sam’i hamakta kitap okurken buluyorum. Akşam Foransa’ya inip İzden’le buluşuyorum. İşin komik yanı daha önceki gün İzden’in Floransa’da olduğunu öğrenmişken şimdi başka bir sürprizle karşılaşıyorum, eski okulumda İtalyanca dersi alan yaklaşık 20 kişi dil okulu için Floransa’daymış, o da onlarla gelmiş zaten. İzden’den ayrıldıktan sonra meydanlardan birine gidip müzik dinliyorum. Floransa meydanları akşamları müzisyenlere sahne oluyor. Ben de haftada bir gün kurulan köy pazarına denk geliyorum, üreticisinden 3 euro’ya şarap alıyorum. Bir yandan da satıcıyla muhabbet ediyoruz, abi diyorum ne güzel müzik yapıyorlar, hayran kaldım. Adamın cevabına kitleniyorum bir süre, “sen asıl geçen haftakileri görecektin, klasik caz çalıyorlardı, ben böyle caz dinlemedim”.

mak bir hayli zor. Sistina Şapel’inde yere yatıp tavanı seyredesim geliyor ama dakikada iki kere ‘Şşşşhhtt’ diye bağıran, kalabalığı uyaran görevliler arasında fotoğraf çekmek bile imkansız. Vatikan’dan çıkınca Roma’yı yukarıdan gören bir park buluyorum. Parktaki bir çeşmede insanları ayaklarını suya sokmuş, çeşmenin kenarında otururken görüyorum. Sıcak havada bu fikri beğenip ben de katılıyorum, ufak bir şarap da açıp Roma manzarasının tadını çıkartıyorum. Gün batımına yakın bir şarap daha alıp Collesium’a gidiyorum, fotoğraf çekmek için binanın aydınlatmalarının açılmasını bekleyeceğim, derslerde sıkı sıkı tembihlemişlerdi, magic hour diyormuş fotoğrafçılar, napalım bekliyoruz... Tabi bu arada Türk kimliğim devreye giriyor ve ‘acaba burayı kaç günde yapmışlar, kaç kişi ölmüş burada’ gibi hesaplamalar yapmaya çalışarak Collesium’a karşı içiyorum şarabı. Hava karardıktan sonra oradan da ayrılıyorum ve Sam’in bahsettiği pikniğe geliyor sıra. 25 civarında bisikletli; kimi yemek pişirmiş, kimi şarap getirmiş, kimi meyve, ortada yığınla yemek, etrafında insanlar muhabbet ediyor. Kural olarak pikniğe ilk kez katılanlar kendilerini tanıtıyor; hikayem ilgilerini çekiyor, sorular soruyorlar. Roma’dan sonraki planımı da anlatıyorum, Giorgia adında biri beni Milano’da misafir edebileceğini söylüyor. Yemekleri bitirdikten sonra hep beraber dondurma yemeye gidiyoruz. Dondurmadan da sonra grup gitgide küçülüyor, en son 4 kişi kalıyoruz. Bu dört kişi sabah 04:30’a kadar beni Roma sokaklarında gezdiriyor. Sokaklar boş, binalar ışıklandırılmış, grupta Vatikan’da rehberlik yapan biri bile var. Tur süresince geçirdiğim en eğlenceli akşamlardan birini geçiriyorum. 5:30’daki treni beklerken istasyonda yarım saat, Siena’ya gidene kadar da trende 3 saat uyuyorum. Siena tarihi dokusu hiç bozulmamış bir ortaçağ kasabası, insanlar da eski kıyafetler giyse zaman yolculuğu yaptığıma inanabilirdim. İyi ki Serdar hocamın tavsiyesine uyup uğramışım buraya. Siena’dan San Gimignano’ya kadar yaklaşık 60 kilometrelik yolu bisikletle gidiyorum. İtalya’nın bu bölgesinde (Toscana) doğa inanılmaz. Her taraf yemyeşil, bir sürü üzüm bağı var. Yorulduğum zamanlarda bu bağlara girip üzüm de yiyorum. Bir ara yolda iki bisikletliyle karşılaşıyorum. Biri İtalyan, diğeri Çinli olan bu bisikletliler de 15-20 dakika önce karşılaşmışlar. Biraz muhabbet ediyoruz, fotoğraf çekiniyoruz. Bisikletle yolculuk yaparken günlük hayatta beni oyalayan her şeyden uzaklaşıyorum; internet yok, bilgisayar yok, yetiştirilmesi gereken işler yok, devamlı arayan birileri yok, zırt yok pırt yok! Kulağına müzik takıp o şekilde yolculuk etmek de trafikte tehlike yaratacağından, yani biraz da mecburen, düşüncelerimle baş başa yolculuk ediyorum, iyi de geliyor aslında. Biraz vicdan muhasebesi yapıyorum, şehirdeyken kaçtığım, sorgulamadığım duyguların, olayların üstüne gidiyorum... Yolculuk içinde yolculuk adeta, otostop çeken de sen, arabayı süren de;

39


del. Topuklu ayakkabılarla, şık elbiselerle bisiklete binenler bile var aralarında. Hayal dünyam zenginleşiyor...

İyiymiş abi, eyvallah... 3-4 Euro'ya şarap satan, köyünde şarap üreten adamın böyle muhabbet edebilmesi, hatta bunu benden de düzgün bir İngilizceyle yapabilmesi de ayrı konu. Kafamla selam verip tezgahtan ayrılıyorum, zenginlik anlayışım yine değişiyor, kafam sorularla doluyor, allak bullak oluyorum...

Buralara kadar gelmişken Belçika’da yaşayan kuzenimi de ziyaret etmeye karar veriyorum, önümüzdeki 4 gün izinde olduğu için Milano’daki iki günün ardından sabah erkenden yola çıkıp trene biniyorum. Mesafe çok uzun oluğu için yine aktarma yapmam gerekecek, 11 saatlik tren yolculuğundan sonra anca varabileceğim. Kuzeye çıktıkça hava değişimi hissedilmeye başlıyor, Belçika’da trenden inince İtalya’da bisiklete bindiğim elbiselerle üşüyorum. İstasyonda kuzenim beni karşılıyor ve eve gidiyoruz. Yemekte halam şimdiye kadar hep kendilerinin Türkiye’ye geldiğini, aileden hiç kimsenin ziyarete gelmediğini söyleyerek bir nevi sitem ediyor; ‘bir tek sen geldin, sen de bisikletle geldin, anlamadım ki ben bu nasıl iş...’. Gece olup da 18 günden sonra ilk kez yatağa uzandığımda halamın söylediklerini düşünüyorum, çocukken bisikletimle arka sokağa bile gitsem annem kızardı, şimdi atlamışım buralara gelmişim, içten içe nasıl kızıyordur kim bilir; ama bir yandan da hazırlık aşamasında gaza getirmişti, desteklemişti beni, kıskanıyordur belkide.... Bu 3-4 günlük aile ziyareti sırasında Bürüksel ve Amsterdam’ı talan ediyoruz. Evin duvarlarını boyayacakları için kuzenim kızına duvarlara resim yapma özgülüğü vermiş. 8 yaşındaki Sofia ile duvarlara bisiklet turumdan kareler çiziyoruz, bisikletimi ve beni çiziyor yukarı çıkan merdivenlerin duvarına. Ayrılık vakti geldiğinde beni yine aynı tren istasyonuna bırakıyorlar ve tekrar İtalya’ya dönüyorum.

Floransa’daki ikinci günde meydanlarda, müzelerde dolaşıyorum. Micheleagelo’nun David’ini görüyorum, Medici ailesinin yaptırdığı köprü, heykeller, binalar, resimler... Rönesans’ın başladığı yerde, kalbinde dolaşmak heyecanlandırıyor beni. Hard Rock Cafe’de İzden’lerle buluşuyorum, bu sefer grubun kalanı da burada, başka arkadaşlarımla da muhabbet ediyorum. 15 günün ardından Türkçe muhabbet etmek keyif veriyor. Hep beraber köprüye gidiyoruz, sonra meydanlardan birine gidip müzik dinliyoruz. Floransa’da üçüncü günde de Sam’le geziniyoruz. Nehir kenarındaki restoranlardan birine oturup yediğim en güzel pizzalardan birini yiyorum. Turda ilk kez yağmura yakalanıyorum, yağmur başladığında hemen en yakındaki kafe, bar ne varsa girip içecek sipariş ediyoruz. Yağmurdan hemen sonra güneş açıyor, bu ortam da süper fotoğraflar çıkmasını sağlıyor. Bu sefer de Sam arkadaşıyla buluşacak, ayrılıyoruz. Akşam olunca yine şarap alıp bu sefer köprüye gidiyorum, gitar çalan adamı dinliyorum, müşterisi çok. Adamın biri müzisyenin kulağına bir şeyler fısıldıyor, sonraki şarkıda da sevgilisini dansa kaldırıyor, şarkının ortalarında bir anda diz çöküp cebinden yüzük kutusu çıkarıyor... etraftan gelen tezahüratlar, alkışlar derken kadın evlenme teklifi kabul ediyor ve sarılıp etrafı selamlıyorlar. Sonrasında etraftaki çiftlerde ilginç bakışmalar görüyorum, kiminde kadınlar yanlarındakine ‘nerde sende bu romantiklik’ dercesine, kiminde de erkekler ‘acaba ben nasıl teklif etsem’ dercesine bakıyor, birbirlerini süzüyorlar, herkes kendi hayal dünyasına dalıyor sanki. Ya da İtalyan şarapları beni çabuk sarhoş ediyor, hayal dünyamda kayboluyorum... Kamp alanına döndüğümde hafif bir yağmur başlıyor, çadıra düşen damlaların çıkardığı pıtır pıtır sesler eşliğinde uykuya dalıyorum.

Dönüş sırasında biraz İsviçre’de de bisiklete binmeye karar veriyorum, İtalya sınırını bisikletle geçeceğim. Sınıra yakın bir yerde trenden inip 2 saatlik yolculuk ardından sınıra geliyorum. İsviçre kulübelerini geçerken kimse çıkmıyor dışarı, devam ediyorum. İtalya tarafına yaklaşınca bir asker kulübeden başını uzatıyor, sonra dışarı çıkıp bana bakıyor. Ben de şimdiye kadarki tecrübelerim dolayısıyla ona yöneliyorum. Yanına gelince biraz yavaşlayıp, durmadan, Como Gölü’nün ne tarafta olduğunu soruyorum, düz gidip ikinci sağa dönmem gerektiğini öğrendikten sonra teşekkür edip hızlanarak yoluma devam ediyorum. Türkiye’deki yol muhabbetleri geliyor aklıma, “dayı ... ne tarafta?”, “yeğenim, düz git ikinci sağa dön”, “eyvallah dayı...”.

Sabah erkenden kalkıp Sam’le vedalaşıyorum, trene atlayıp Milano yoluna düşüyorum. Direk bisikletli tren olmadığı için toplam 3 trenle Milano’ya gidebiliyorum. Trenlerin hiçbirinde kondüktör bilet kontrolü yapmıyor, ben de biletimi doldurmuyorum, ekstradan bir gün daha yolculuk yapabileceğim bu sayede. Milano’ya gidince Roma’da piknikte tanıştığım Giorgio’nun evine gidiyorum. Yükleri bıraktıktan sonra hava kararana kadar Giorgio’nun rehberliğinde şehri geziyorum. Duomo’ya götürüyor beni, Avrupa'nın en büyük gotik yapılarından biri, sadece dış yapı kaplamasında 200’ün üzerinde heykel var, büyüleniyorum resmen. Akşam gün batımında nehir kenarındaki yoldan eve dönüyoruz. Evde bisiklete bakım yapıyorum. Giorgio playstation oyunları üreten bir firmada yazılımcı olarak çalışıyor. Bisiklet ve oyun tutkusunu birleştirmiş, hep motor ve bisiklet oyunlarında çalışmış. Akşam arkadaşları geliyor, evdeki onlarca oyundan birini açıp kağıtları dağıtıyor gecenin geç saatlerine kadar oyun oynuyoruz. Ertesi gün erkenden tek başıma sokaklara düşüyorum, ara sokaklara gezme vakti. Milano tam bir bisiklet şehri, trafik ışıkları olan bisiklet yolları var. Burası ayrıca İtalya’nın moda başkenti, kadınların sanki hepsi top mo-

Como’da doğa inanılmaz, göl kenarındaki ufak kasabalardan geçip, yol kenarındaki parklardan birine kamp kuruyorum bu sefer, o kadar yol yorgunluğuna rağmen 5-6 saatlik uyku yetiyor açık havada. Gölün üst kanadını baştan sona bisikletle gittikten sonra bu sefer gezi vapuruyla tekrar en başa, Como’ya dönüyorum. Gece tepedeki kampta konaklıyorum. Ertesi sabah erkenden trenle Pisa’ya geçiyorum. Newton’un da incelemeler yaptığı, yer çekimine meydan okumasıyla ünlü kuleyi görüyorum. Etraf turist dolu, herkes türlü pozlarla, perspektif oyunlarıyla kulenin ilginç fotoğraflarını çekme, bir ritüeli gerçekleştirme telaşında. Çimlere uzanıp bu klişeyi izleyerek manzaranın tadını çıkarıyorum. Ertesi gün Vinci’ye doğru gidiyorum. Köy tepede olduğu için yokuşları tırmanırken Leonardo’yu saygıyla anıyorum ama yine de doğduğu yerlere gitmenin, bu dahinin müzesini görecek olmanın heyecanı kaplıyor 40


içimi. Küçük küçük torunları Leonardo’yu ticari amaçları için kullanmaktan geri kalmamışlar. Şarap şişelerinin üzerinde bile Vitrivius Adamı var. Leonardo’nun ünü ve dehası şu an bile torunlarını doyuruyor. Vinci’yi de gördükten sonra 23 günün sonunda artık tam anlamıyla dönüş yoluna koyuluyorum. Yunanistan feribotuna binmek için Ancona’ya gidiyorum. Bu eski liman kentini dolaşıp ertesi gün için feribot bileti işini hallediyorum. Bileti alırken Karl’la tanışıyorum. Karl 54 yaşında, Viyana’da yaşıyor. Bisikletine atlamış, önümüzdeki 3 ayı Yunan adalarında geçirecekmiş. Limanda kocaman tırlar, feribotun yanında toplu iğne başı gibi kalıyor, insanlar zaten minicik. Feribot denize açıldığında, etrafta tek bir kara parçası dahi gözükmeyecek kadar açıklarda olduğunda bu kocaman dünyada bu feribotu ve kendimi küçücük hissediyorum, ardından yollara düştüğümde evimden binlerce kilometre uzaktayken arkadaşlarımla karşılaştığımı hatırlıyorum. Kocaman ama küçücük bir gezegen burası, ya da biz küçücük ama kocaman insanlarız... Feribot boyunca Karl’la muhabbet ediyoruz, turdaki son İtalyan şarabını da feribotta içiyorum. Normalde 20 saat süren yolculuk S.O.S sinyali yollayan, geçtiğimiz bölgede olan ufak bir tekneyi aradığımız için 2 saat uzuyor. Sanki feribottaki bütün yolcular açık alanlara çıkmış, çalışanların dürbünle yaptığını onlar çıplak gözle yaparak tekneyi bulma telaşında. Yunanistan’a vardığımızda Karl’la yemek yedikten sonra Atina trenine kadar yolcu ediyor beni. Feribottaki rahatsız uykudan sonra bu gece hostelde kalmaya karar veriyorum. Akşam 9:30 gibi hostel ararken tam da birinin tabelasının önünde Dimitri adındaki bir bisikletli yanımda durup, ‘toplanma yeri neresi biliyor musun?’ diye soruyor. Afallıyorum biraz, ne toplanması be adam, ne oluyor diye geçiyor içimden. Turun son sürprizi de burada gerçekleşiyor; Atina’da bisikletliler her Cuma toplanıp gece bisiklete biniyormuş. Uykum da var ama yolda olmak sürprizleri yaşamak anlamına gelmiyor mu zaten diye düşünüp takılıyorum peşine. Grubu bulduğumuzda doğru kararı verdiğimi anlıyorum, yaklaşık 1500 bisikletli şehrin ana caddelerinde bisiklete biniyoruz. Polis grubun geçeceği yerleri önceden trafiğe kapatmış. Ara sokaklardan da devamlı bisikletliler çıkıyor, grup gitgide büyüyor. 2 saatlik bir yolculuğun ardından İstiklal Caddesi’ne benzer bir yerde 41

yarım saat mola veriyoruz. İtalyan şarabından Yunan birasına geçiş yapıyorum burada. Bu sırada başka bisikletlilerle de tanışıyorum, zaten eşyalarımı görenler nereden geldiğimi, nereye gittiğimi soruyorlar. Tanıştığım kişiler arasındaki üç erkeğin adının da Dimitri olmasını biraz garipsiyorum. Yunanlar hiç durmamış, devamlı Dimitri sürmüş piyasaya... Dimitri’yle ilk karşılaştığım hostelin önüne dönmemiz gece 4’ü buluyor. Görevli kapıyı açıyor, Dimitri’yle vedalaşıp odaya kayıt yaptırıyorum, zaten yattığım gibi de uyuyorum. Sabah 8’de uyanıp Akropolis’e gidiyorum. Tamam Collesium’u da küçük bulmuştum ama burada cidden hayal kırıklığına uğruyorum. Hem beklediğimden bir hayli küçük çıkması hem de tapınağın içinde hiç bitmeyen tadilat yüzünden duran demir iskelet ve barakalar keyfimi kaçırıyor. Uzaktan daha güzeldin Akropolis! Müzelere ve Atina sokaklarına vuruyorum kendimi. Türkiye’ye dönüşü İzmir üzerinden yapacağım için feribotla Sakız adasına geçiyorum. Denize girdikten sonra çadırı sahile kurup bisikleti ve eşyaları yine içine atıyorum, son gece kutlamasını ada şarabıyla yapıyorum ve çadır kapısının önünde uyku tulumunda uyuyorum. Şaraptan sonra sabah biraz geç uyanıyorum ama hızlıca toparlanıp feribota yetişiyorum. Tuhaf ama turun 28. gününde Çeşme’ye geçtiğimde bisiklete binmem annemi ilk kez huzursuzlaştırıyor, “aman oğlum bizim şöförlere dikkat et”. Çeşme’de büfeden su alırken yandaki kafenin hoparlöründen Sezen Aksu’yu duyuyorum, sanki hoşgeldin diyor. Şarkı bittikten sonra bu sefer yolları bilmenin, nereden dönünce karşıma neyin çıkacağını bilmenin keyfiyle Urla üzerinden İzmir’e gidiyorum. Annem de haklı çıkıyor, kısacık yolda 3-5 araba çok yakınımdan geçiyor. Kordon boyunca bisiklete binip Alsancak’tan içeri giriyorum. Kızlar Ağası Han’da fincanda pişen Türk Kahvesi’ni içerek tren saatinin gelmesini bekliyorum. Güzel İzmir bisikletle ayrı güzel. Akşam eve vardığımda 1820 kilometre bisikletle gidilmiş, 5 ülke, 21 şehir gezilmiş ve anlatacağım bir sürü hikaye birikmişti. Ama anlatma kısmına geçmeden önce birinin hikayeye noktayı koyması gerekiyordu. Sarıldıktan sonra annemindi bu görev; -Her yol insanın kendine çıkar derler. Yediğin içtiğin senin olsun, anlat bakalım neler yaptın. -Anlatayım annem, şöyle oldu bak...


42


LAOS

Asya’nın Dışlanmış Yüzü Zeynep Güntülü Bayrak

Photo Courtesy of Todd Adams Photography - www.toddadams.net

43


halkın getirdiği yiyeceğin yetme ihtimali yok. Hemen otel görevlisine soruyorum, hiç yiyecek alamayanlar ne oluyor diye. O da cevap veriyor, ‘’Eğer yiyecek alamazlarsa Karma’nın onlara aç kalıp yoksulları anlayabilmeleri için şans verdiğini düşünüp şükrediyorlar.’’ Bu cümleyi anlamaya çalışıyorum. Ama bu erdemi günde üç öğün yemek yeme alışkanlığına sahip bir insan olarak anlamamın imkanı yok.

Dışlanmışlar denilince; bir ülkenin dışlanmasından ne derece bahsedebiliriz tartışılır lakin Laos kesinlikle bu kategoride yer almalıdır. Bunun sebebi magazin dergilerinde Hollywood ünlülerinin ‘’favori’’ tatil yerleri listesinde olmaması veya Avrupa’ya olan uzaklığı değil, kendi seçimleridir. Laolar ülkelerini popüler bir turizm cenneti olarak görmeyi değil, Budizm eşliğinde yaşamlarını sürdürdükleri huzurlu bir ülke olarak görmeyi tercih etmekteler. Bu yaşamda ise marka giymek veya Starbucks’tan kahve içmek onlar için değersiz. Bu da kendilerini gerek komşu ülkelerden (Vietnam, Tayland), gerek diğer ülkelerden soyutlanmalarına sebebiyet veriyor. Bir nevi dışlanma çabasındalar; huzurlu kalmak için.

Laos’dan bahsediyorsak Budizm’den bahsetmemek olmaz. Budizm’in halkın yaşam biçimini en çok etkileyen faktör olmasının yanı sıra Laos kültürü de Budizm çerçevesinde şekillenir. Büyük şehirlerde bile bir Budist keşişe, doktordan daha çok saygı duyulur. Budist tapınakları ülkenin her kesiminde mevcuttur. Halk erkek çocuklarını Budist tapınağına vermekten gurur duyar. Laos’da Budizm din hanesine yazılacak bir kelimeden fazlasıdır, Budizm o topraklarda yaşam stilidir, hatta yaşamın kendisidir. Yolda yürürken, alışveriş yaparken, her yerde turuncu cüppeliler karşınıza çıkar ve size bir şekilde bu Dünya’da hala iyi ve bozulmamış bir şeylerin olduğunu hatırlatırcasına geçerler yanınızdan.

Laos’a indiğimde beni havaalanında karşılayan ilk canlı; uzunca bir çıyan oldu. Türk insanı olarak karınca bile görünce evde sivil savaş ilan eden annelere sahip olduğumuzdan bu sahne biraz korkutucu olabiliyor tabi. Lakin daha da kötüsü olabilirdi diyerek kendimi sakinleştirip otele doğru devam etme gücünü bulduktan sonra, bu ülkece özgürce gezinen tek canlının çıyan olmadığını fark etmem uzun zaman almıyor. Oteldeki yatağımın çarşafını kaldırdığımda gözlerini bana dikmiş, elim boyutunda bir örümcek ile karşılaşıyorum. Panik içinde resepsiyonu aradığımda ise şöyle bir diyalog geçiyor sevgili otel resepsiyonisti ile aramda; -Merhaba, yatağımda dev bir örümcek var, gelip öldürür müsünüz? -Örümcek mi? Ne renk? -Kahverengi.

“Eğer yiyecek alamazlarsa Karma’nın onlara aç kalıp yoksulları anlayabilmeleri için şans verdiğini düşünüp şükrediyorlar.”

Dediğim gibi diğer ülkelerin aksine Budizm halkın yaşama bakış biçimini ciddi bir şekilde şekillendirmekte Laos’da. İkinci günümde bisikletimi alıp yola çıkıyorum, toprak yoldan Mekong nehri kıyısına doğru ilerliyorum. Nehir kıyısında balıkçıları görünce, bir Japon turist edasıyla fotoğraf makinemi kapıp hemen işe koyuluyorum. Bu sırada hasır şapkası ve kahkahaları ile zayıf mı zayıf bir amca dikkatimi çekiyor. Yanına gidiyorum ve sohbete başlıyoruz. Zayıf amcanın 3 gündür hiçbir şey yemediğini öğreniyorum ve çok üzülüyorum, kendimi Noel Baba zannedip amcaya yemek ısmarlama teklifinde bulunduğumda ise amca bunu reddediyor ve gülmeye devam ediyor. Artık dayanamıyorum ve soruyorum;’’3 gündür açsınız, nasıl bu kadar mutlu olabiliyorsunuz?’’Amca olmayan dişleri ile kahkaha atmaya devam ederek cevap veriyor; ‘’İşte siz Avrupalılarla aramızdaki fark bu, sen üç gün aç kaldığında üzülürsün, bense 3 gün önce yemek yeme şansına sahip olduğum için sevinirim.’’ O anda bu halkın neden bu kurak ülkede, bana göre sefil olan bir yaşam biçiminde yaşarken mutlu olduğunu anlıyorum. Sahip oldukları her şey onlara yetiyor ve bu da onları mutlu ediyor.

-Haaa, o zehirli değildir, iyi geceler bayan. Bu yardımsever tavırlı görevli ile konuşmamdan sonra çok sevgili yatağımı ‘’zehirli olmayan örümcek’’ ile baş başa bırakıp,çözümü bahçede sabahlayarak buluyorum. Dediğim gibi, Laolar’ın tek istediği huzurlu bir yaşam, örümcekler için bile. Bahçede sabahlama diye bir şey olmuyor tabi, yarım saat içinde bahçedeki bankta uykuya dalıyorum. Gözlerimi açtığımda ise otel görevlilerini telaş içinde koşuştururken buluyorum. Ellerinde torbalar oradan oraya koşuşturduklarını görünce bu acelelerinin sebebini soruyorum. Tabi aklımdan uzaylı istilası dahil her ihtimal geçiyor o sırada. Görevli bana her sabah saat beşte Budist keşişlerin torbalarıyla yoldan geçtiklerini, halkın ise kaldırımlarda ellerinde yiyeceklerle oturup keşişlerin torbalarına yiyecek bıraktıklarını, Budist keşişlerin yemek ihtiyacını böyle karşıladığını sabırlı bir şekilde açıklama nezaketini gösteriyor. Eksik olmasın. Ben de turistim ya, hemen yalvarmaya başlıyorum beni de alın yanınıza diye. Büyük ihtimalle sadece susayım diye kabul ediyorlar beni ve yola koyuluyoruz. Şehir meydanı diyebileceğimiz bir yerde otel görevlisinin tarif ettiği manzara ile karşılaşıyorum. Fakiri zengini demeden, halk; ellerinde yiyeceklerle kaldırımlarda oturmuş bir şekilde keşişleri bekliyor. Lakin keşişler o kadar çok ki,

Laos’da büyük alışveriş merkezleri, hamburgerciler, dev tekstil mağazaları yoktur. Halk kendi yaptığını tüketir. Sabahları halk pazarları kurulur. BMW kullanmak değil, bisiklet sürmek modadır. Yani Laos her açıdan farklı ve her açıdan Dünya’dan kendi isteğiyle dışlanmış bir ülkedir. İyi ki de böyledir. Çünkü çağımızda insanlar düşünmeyi bırakıp medyanın kendi adlarına düşünmelerine izin vermeye kendilerini o kadar kaptırmışlardır ki, farklı olanın kötü olduğuna kesin bir yargıyla bakılmaktadır. Budizm ise marjinal olmaya çalışan Avrupalı kesimin bir nevi hobisi haline gelmiştir. Umarım Laos hep turuncu cüppeliler, muazzam tapınaklar, dişsiz balıkçı amcalar ile dolu bir ülke olarak, medyadan ve modadan uzak-dışlanmış olarak kalır.

guntulubayrak@kutudergi.com

44


Boş İşler Atölyesi Oğulcan Açıkel

45


dim Hakan’a anlatamam. Kıskandım resmen. Benim o konuda bir fikrim olacaksa “Güzel” derim. “Fena değil.” derim. “Kötü” derim. En çılgını “Kitabı daha güzeldi.” Şımarık olduğunu anlamak öyle bir şey söylemek farklı bir seviye. Keh keh şaka olur mu öyle şey. Bir anda Hakan’ı restoranda gelen şarabı tadıp geri gönderirken düşündüm. • Naber sevgili okur? (Şarap serüvenini tamamlamamış daha çünkü) Ya da bir sahafta sahafçıyla tartışır • Bazı Türk romanlarında ana karakter bir ara az bir şeyler yaşadığı kızdan ken hayal ettim. “Hayır Yorgos Efendi! Sen bu kitabın 1. Basımını oku orda anlaayrı kalıyor. Ondan sonra hani bir ara oluyor hastahanede ziyaretine gidiyor ya da yacaksın demek istediğimi. Bende var sana getireyim istersen. Heh ama veremem çok sonra görüyor işte. Hah... Orada o kadar özlem ve sayfalarca iç düşünce sona anneanneciğimden yadigar bana.” ermesi gerekirken, ana karakter hiçbir şey yokmuş gibi davranaVay kardeşim daha Hazzo Pulo pasajındaki çay bahbiliyor ya, çok özeniyorum. Çünkü kolay değil bence öyle bir şey çesindeki kediler (über tamlama) bana sırnaşmıyorken ben yapmak, hiçbir şey yokmuş gibi davranmak. Ben çok kez kitap Yorgos’la nasıl kankaya bağlayacağım? Öfkelendim. başında çıldırdım bu şekilde. Buyrun bir örnek görelim; Öf çıldırmamak işten değil. Bak bu olay olalı kaç gün Hanım kızımız evinde tedavi olmaktadır. Doktor isoluyor hala aklımda. Bir kıza para verip Hakan’ı kendine aşık ettirahat önermiştir. (Bu arada yazarlarımızın birazcık tıp bilgisi tirip sonra da terkettirmek istedim o an. olsa daha gerçekçi olurdu romanlar.) Adamımız onu ziyarete ge • Mio’da kahvaltı ediyordum. Mozzarella’lı bagel var lir. Ev ahalisi ona pek saygı gösterir, çünkü kimsenin, kahramaonu çok seviyorum. Bir yandan da telefonun pilini o yandaki nın, hanım kızımıza olan duygularından haberi yoktur. Sadece aletlerde şarj ediyorum. Maksat okul kazansın yani. Sandviçi evdeki hizmetçi olanları hisseder ama o da ses etmez. Konuya döyerken içimden Yasemin Abla’nın “Sen niye hep o mozzarellalı nelim, adamımızla kız yalnız kalır. Sayfalarca süren sessizlikten şeyi yiyorsun?” diye sorduğunu düşündüm. Ben de durur muyum sonra diyalog başlar, yapıştırdım cevabı, “Benim baba tarafı İtalyan ondan herhalde.” “İyi misin Menkıbe?” Bunlar hayalimde oluyor tabi hala. Sonra kendi kendime güldüm. “İyi sayılırım Ömer...” Mio’dakiler bana baktı. Utandım ama belli etmedim. Hehehe “Bir ihtiyacın var mı?” bak şu işe diye azalan bir sesle gülmemi sürdürdüm. Anlatsam mı bunu diye aklım“Yok Ömer.” dan geçti. Sonradan vazgeçtim. Şimdi sabah sabah dayak yemenin manası yok. Okur olarak biz orada çıldırırız. Ya sorsana aklından geçenleri. İçki masa • Gerçi aynı gün aynı yerde arkadaşına “AY BEN ÇOK FENA SARILIsında dert yanar gibi bize o kadar anlattın. Buyur buldun işte kızı konuş. Aynı şey RIM” diyip kollarına atlayan kızı garipsemediler. O da işte hikmet. Çok sormayabenim başıma gelseydi olaylar farklı gelişirdi: caksın. “Nasılsın Menkıbe?” • Eğer tek duyduğum ses diğerleri yemek yerken çıkan sesse çok sinir oluyorum. Kendim yapınca olmuyorum o kadar. “İyiyim, sağ ol.” • Arada KUAIS’e bakıyorsanız fark etmiş olabilirsiniz gelecek dönem için “Ya Menkıbe niye hiç aramadın?” sabah saat 8’e ders koymuşlar. Neden böyle bir ihtiyaç duyulmuş bilmiyorum. Vardır “...” bir nedeni eminim ki. Yalnız bir sürü insan deniz otobüsüyle varıyor okula onların o “Ya insan bir haber verir bir şey yapar. Hani tamam biliyorum belki ben çaresiz bakışları... Yollarda geçen hayatlar. Yetkililerin umursamazlığı... Kötü notlar, abartıyorum bazı şeyleri ama bir şeyler yaşadığımızı da inkar edecek değilim. Hem bozulan ilişkiler... Off... İçim daraldı gidip Erken diye bağımsız film çekesim geldi. sen değil miydin o gece bana anlamlı anlamlı bakan? Eee? Bak eğer bir şey yoksa da • Bu sayının hatrı sayılır bir bölümünü sabahlamada çıkardık. Şimdi bilyok de.” gisayar laboratuvarında müzik çaldırıyoruz Mert’e. Bir şarkı “Ömer yapma.” Yüzünü duvara döndü odanın söyledim reddettiler. Of gerilim... Şarkı dinletememek nasıl karanlığında kıvranan bir kedi yavrusu gibiydi. Silületinin bir utançtır diyordum. İkinci tavsiyemi kabul etti Mert lishızlı hareketlerle sönüp büyüdüğünü görebiliyordum. Ağlıteye koydu şarkıyı. Şimdi fark ettim şarkıyı çaldıramamış yor muydu yoksa? olmak çaldırmış olmaktan daha gerilimli. Öf nasıl bir ger“Menkıbe? Menkoş... Kuşum hadi yapma böyle. ginlik. Şimdi o şarkı çalsa beğenilmese falan offf... Hayat Tamam bak kabul ediyorum son zamanlarda biraz ilgisiz neden bu kadar zor. Yok be bana ne =) İstemezlerse çalmadavranmış olabilirim sana karşı. İnan ne yaptıysam seni sınlar efendim hepimizin kulaklığı var. Gerçi benim bu şarkı sevdiğim için yaptım. Zaten hepsi o Zeynep denilen kızın işi üzerine satırlarca yazmış olmam (aha şimdi başladı benim başının altından çıkıyor. Bak söz eve gidicem Facebook’tan şarkı) ve Mert’in ellerini birleştirip Nihahaha diye kıs kıs silicem o kızı. Hatta tamamen silicem hesabımı. Sen de silegüldüğünü düşünmem ama bu sırada Mert’in ağzı açık bir ceksin ama. Ya da ortak hesap açalım. Bir taneeem... Bir bak şekilde ekranda dergi tasarlıyor olması ve afedersiniz aslında bakayım bana...” mikinde olmamam komik. Bu kadar yazdık şarkının adını söylemeden olmaz: Metronomy’den The Bay. (ev ödevi de bu • Gerçi belki de bu yüzden bir yazar olamayacağım. olsun) • Onun dışında geçen dergiden Hakan’la Mert çok • Sevgili okur bu sefer sevdiklerim sevmedikentellektüel bir tartışmaya girmişlerdi. David Lynch’i kolerim kısmı yok kusura bakma. Bir şey olmadı ki şu aralar nuşuyorlardı. Çünkü bilirsiniz arada bir Lynch’e gönderme sevip sevmeyeyim. Düz adamım ben. yapmak gerekir. Hakan “Ben çok şımarık buluyorum onu.” Dedi. Adam şımarık buldu bir yönetmeni. Of nasıl özen • Görüşmek üzere. Hakan Özyılmaz (Temsili) leriz.

• Yazarımız rahatsızlığından ötürü bu sayılık eski işlerini koydu özür di-

“Sevgili okur bu sefer sevdiklerim sevmediklerim kısmı yok kusura bakma. Bir şey olmadı ki şu aralar sevip sevmeyeyim. Düz adamım ben.”

ogulcanacikel@kutudergi.com

46


Hissedilen İşaretler Murat Gencoğlu

47


• Benim babam kolpalamayı çok sever. Hiç unutmam bir gün salonda televizyon izlerken yanına oturdum, Brad Pitt’in bir filmi oynuyordu. “Aa, kimdi bu?” dedim. “Ya bilmiyor musun bu adamı çok ünlü bu adam. Carlos Alfonso Nemeros gibi birşeydi tam hatırlayamıyorum” dedi. Hakikaten tam hatırlayamamanın bir sınırı yok sanırım.

• Merhabalar • Eskiden Osmanlı İmparatorluğunda Yurnata Cedaiyet diye bir cemiyet varmış. Uzun zaman önce çok uzak bir galakside bu cemiyet padawanlara eğitim veriyormuş. Onlara söylenen ilk söz “You’re not a Jedi yet” imiş. • Kıyamet günü güneş batıdan doğacak tövbe kapıları kapanacak. O zaman tanrı diyecek ki “Dünya tersine dönse affetmem” • Andy Warhol zamanında herkes 15 dakikalığına ünlü olacak demiş. Bu duruma komik videolar ile ulaştığımızı bilse üzülür mü acaba? Komik video dünyası öyle hızlı akıyor ki artık benim izlemediğim bir sürü video beleriyor, bunların parodileri yapılmış oluyor, hatta eskimiş oluyor. Ya o değilde son paylaştığımı izledin mi? • Birisi telefonla konuşurken onun annesi veya babasıyla konuştuğunu hayal edin, sonuçlara inanamayacaksınız!

Arkadaş ortamında anlatmaktan başka bir işe yaramayan bilgiler • Şu veya bu sanatçı gay imiş. • Şu işportada çalışan adam zamanında çok zenginmiş sonra bütün parayı kumarda kaybetmiş. • Rüştü gece körüymüş • Şu grubun basçısı, öteki grubun davulcusu olmuş • www’nun açılımı world wide web imiş. • Deprem öldürmezmiş, bina öldürürmüş (Politik gönderme) • Çok sağlıksız besleniyoruz lan (Bitmez) • Bir tane falcı varmış herşeyi biliyormuş (Gitmem) • Pratikte tüm komik videolar

• Küçük mutsuzluklar gelip her zaman beni buluyor. Bir anda değişip dünyanın belki de en mutsuz adamı olabiliyorum. Rüyalarıma bile girecek düzeyde şeyler bunlar. Rüyamda birine 10 lira borç veriyorum, benden fellik fellik kaçıyor. En sonunda yakalıyorum ama 10 lira için büyük gerginlik yaratamıyorum. Lafı dolandırıyorum, dersler nasıl gidiyor diyorum önce, kaçamak cevaplar alıyorum. Konuyu öyle uzatıyorum ki adamla dertleşmeye başlıyoruz. İşte böyle sevgilimden ayrıldımlardan giriyor, Kaddafi’nin ölümünden çıkıyoruz. En sonunda adam insafa gelip “Abi 10 lirayı vereyim, sana borcum vardı” diyor, ben bir anlık babacanlık yapıyorum “Ya 10 liranın lafı mı olur” diyorum. “He, tamam” diyerek parayı cebe koyup gidiyor. O anda terleyerek uyanıyorum. Allah düşmanımın başına vermesin.

• Aynı baba Çin’in eski bir liderinin Çingizhan isminde olduğunu savunmuştu. Sakalları ağarmayasıca. • Biraz da araştırma maksatlı olarak (evde yine sunum zamanı) 40 lı yılların çizgi romanlarını okuyorum. Çok ilginç şeylerle karşılaşıyorum. Zayıf Adam (Thin Man) var mesela. • O dönemler çizgi roman karakterleri hep başarılı bilim adamları, Batman 2 tane cam boruya bakarken çiziyorlar üstüne de “Bilimi hatmetti” diye not düşüyorlar. Tamam 30 lu 40 lı yıllar, biraz heveslisiniz, kurguluyorsunuz falan ama bir adam hırslanarak nasıl bilim adamı olabilir onu hala bilemiyorum. • Biz böyle bir bilime hevesleniyoruz arada ama şapşalın teki çıkıp “Erke Dönergeci” yaptım çok iyi birşey diyor. Sonra milletin parasını çalıp gidiyor. Daha süper kahraman yok, ama düşmanlar hazır. • Bazen düşünüyorum da (evet sadece bazen düşünebiliyorum) tüm dünya türk olsaydı o zaman ne olurdu? Kulağa hoş gelmiyor.

• Benim bir arkadaş bilgisayardan hiç anlamıyor. Baba olmaya hepimizden bir adım daha yakın yani. Neyse bir gün hiç unutmam bana şöyle bir soru sormuştu “Ya murat, sen dosyaları neyle açıyorsun?” Bir an bilgisayarında hiç işletim sistemi olmadığından kıllanmadım değil. • Aynı arkadaşla trende gidiyoruz, aynı müziği dinleyerek yolculuk yaparken ben bunun kolunu aldım gitar çalıyormuş gibi yaptım şarkının solosunda. Bana dediğini hiç unutmam “Vay, damardan girdin.”

• Bu konuya çok güzel bir bakış açısı getiren bir laf vardı. Bronx Tale filminde mafya babası çocuğa diyordu “Boşver 20 dolar için değmez. Hem 20 dolar gibi düşük bir fiyata hayatından önemsiz birini çıkardın.” Pek güzel.

• Çocukken “Dünyaca tanınmış bir ressam olmak istiyorum” dediğimde bana gülerlerdi. Şimdi desem yine gülerler çünkü berbat çiziyorum.

• Bir insanın teknolojik aletlere olan bağımlılığı beni ürkütüyor bazen. Adeta altıma kaçırtıyor.

• Hepiniz kendinize iyi bakın.

muratgencoglu@kutudergi.com

48


Çizgi Roman 101 Süperkahramanların Beyazperdedeki Yolculuğu Kerem Bilek

49


kahramanların beyazperdeye giden yolu açıldı. 1980’de Superman II, 82’de Swamp Thing, 83’te Superman III, 84’te Supergirl ve son olarak 1989’da The Punisher, Tim Burton’ın Batman’i ve aradaki yllarda vizyona giren ancak isimlerini sayamadığım daha niceleriyle birlikte 80’ler, süperkahramanlar için verimli bir yıl olarak geçti.

Geçen yazımda çizgi romanlardaki ilk süperkahramandan bahsetmiştim. Neden bilmiyorum ama bu yazımda da beyaz perdedeki ilk süperkahramanlardan bahsetmetmemin yerinde olacağı kanısına vardım. Hemen hemen bütün süperkahraman filmlerinin çizgi romandan uyarlama olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak Hancock, Robocop, The Incredibles, Darkman gibi orijinal üretimler de yok değil. Bir de son filmi bu yılın başında vizyona giren, başka bir maskeli kahraman olan The Green Hornet filmi var ki, o da bir radyo programı uyarlamasıdır. Ancak bu istisnaları bir kenara bırakırsak, beyazperdenin süperkahramanlarını çizgi romanlara borçlu olduğu argümanına kimsenin karşı çıkacağını sanmıyorum. Başlayalım öyleyse.

90’larda da süperkahraman filmleri vizyona girmeye devam etti. İsimlerini liste halinde yazıp sizin canınızı sıkmaya niyetim yok. Ancak 1994 yılında önemli bir film ve benim favori filmlerden biri olan The Crow’un vizyona girmesiyle süperkahraman filmlerinde yeni bir döneme girildi. The Crow’u önemli kılan başrol oyuncusu Brandon Lee’nin film setinde ölmesinin yanında, The Crow’un vizyona giren ilk bağımsız çizgi roman filmi olmasıdır. Diğer süperkahraman filmlerinden farklı olarak, The Crow, süperkahraman filmlerindeki şiddet anlayışını daha karanlık bir atmosfere taşımıştır. Süperkahramanlardaki bu karanlıklaşma, ilerleyen yıllarda devam etmiş, 1997’de Spawn, 1998’de Blade’in vizyona girmesiyle süperkahraman filmlerinin ilerleyişine yeni bir yön vermiştir.

“Beyazperdenin süperkahramanlarını çizgi romanlara borçlu olduğu argümanına kimsenin karşı çıkacağını sanmıyorum.”

1938 yılında Superman’in çıkması ve çizgi romanın altınçağı dediğimiz döneme girilmesiyle beraber, süperkahramanların insanlar üzerindeki etkisi sinemada da görülmeye başlandı. 1941 yılında Adventures of Captain Marvel dizisi sinemalarda gösterilmeye başlandı. O zamanlar televizyon, şimdiki gibi yaygın olmadığı için diziler sinemalarda gösteriliyordu. Ancak süperkahraman olmayan çizgi roman kahramanlarının dizileri, bundan daha önce gösterime girdiğini altını çizmek lazım. Bir bilim kurgu kahramanı olan Flash Gordon’ın dizisi 1936 yılında sinemada gösterilmeye başlanmıştı bile. 1937 yılında Zorro Rides Again, 1940 yılında The Green Hornet sinemada gösterime girdi. Ancak konumuz süperkahramanlar, yani süper güçleri olan kahramanlar olduğu için Captain Marvel’ı beyaz perdedeki ilk süperkahraman olarak kabul ediyoruz. Captain Marvel’dan iki yıl sonra, yani 1943 yılında Batman ve The Phantom dizi olarak sinemalarda gösterime girdi. 1944’te Captain America, 1948’de ise Superman...

Devam eden yıllarda, yani 2000’lerde, süperkahraman filmlerinde hatrı sayılır bir patlama oldu. Marvel, çıkardığı filmlerin sayısıyla piyasaya ağırlığını koydu. Spider-Man serisi, X-Men serisi, Hulk serisi bunlardan bazıları. DC ise döneme ağırlığını yeni bir Batman serisi ile koydu. 2005 yılında ilk filmi vizyona giren, yönetmenliğini Christopher Nolan’ın yaptığı Batman üçlemesinin ikinci filmi The Dark Knight, çoğu eleştirmen tarafından tartışmasız en iyi süperkahraman filmi, hatta bazıları tarafından en iyi aksiyon filmi olarak kabul ediliyor. 2012 ve 2013 yıllarında vizyona girecek olan filmler ise süperkahraman filmlerinde gerçek bir patlama yaratacak gibi gözüküyor. Nolan’ın Batman üçlemesinin son filmi The Dark Knight Rises, Superman’in yepyeni filmi Man of Steel, The Avengers, Amazing Spider-Man, yeni bir Wolverine filmi, Deadpool, henüz tarihi belli olmayan Venom filmi ve daha ismini saymadığım niceleri çizgi roman hayranlarına orgazm yaşatacak nitelikte. Lafı daha fazla uzatmadan yazımı burada bitirmek istiyorum. Özet olarak beyazperdedeki ilk süperkahraman Captain Marvel, ancak çekilen ilk süperkahraman filmi Superman diyebiliriz. Son olarak, umarım çizgi roman şirketleri bizi bu kadar heyecanlandırıp filmleriyle bizi hayal kırıklığına uğratmaz. Onlara Ben Amca’nın bir sözünü hatırlatmak istiyorum: Büyük güç, büyük sorumluluk gerektirir.

İlerleyen yıllarda sinema dizilerine olan ilginin düşmesiyle beraber, süperkahramanların beyazperdedeki rolü de gittikçe azalmaya başladı. 19521958 yılları arasında yayınlanan Superman’in televizyon dizisinin, dizi bittiken sonraki sinema gösterimi için olan derlemesi, 1966’da Batman’in televizyon dizisinin sinemada gösterilmesi ve bir kaç örnek dışında, 1978 yılına kadar süperkahramanlar beyazperdeden uzak kaldı. 1977 yılında, Star Wars’un başarısının, fantastik filmleri popüler yapmasıyla beraber ilk süperkahraman filmi olan Superman, 1978 yılında vizyona girdi ve büyük bir başarı elde etti. İlk süperkahraman filmi dedim, çünkü bundan öncekiler sinema dizisiydi. Superman’in başarısıyla süper-

kerembilek@kutudergi.com

50


KAFEİN ETKİSİ Trafik işaretlerinin anlamlarını bilmiyor olsaydınız, onları ilk gördüğünüzde ne anlatmaya çalıştıklarını düşünürdünüz? Bu soruyu

japon selamı veriniz

her türlü aynı yola çıkacaksınız

simetrik 2 yol

her türlü aynı yola çıkacaksınız

deve çıkabilir

dikkat, kalas!

akıntıya karşı yürümek tehlikelidir

Nilay Dursun

Hakan Özyılmaz

yazarlarımıza sorduk ve aldığımız ilginç cevapları paylaşıyoruz.

dikkat sütyen çıkabilir

51

kilit yol

dikkat bataklık


Murat Gencoğlu

Çöldesiniz ve muhtemelen böyle gideceksiniz

her an güneş doğabilir

gülümseyin

ayaksız ve elsiz adamlar çıkabilir

bira şişesi

geri dönüşüm

barış manço

sınav

yarı oturur pozisyonda dur

döner sermaye

senin için kabarmış

dikkat modern sanat çıkabilir

şarap var

oyun parkı

bıyıksız girilmez

lazer çıkabilir

dans pisti

şarap şişesi

monotonluk

köstebek yuvası

marşmelov

pandomim

Alper Orhan

içkinizi siyah poşete koymayı unutmayın

Mert Gümren

northern soul

Ezgi Atay

Kerem Bilek

moonwalk yapınız

52


Ayasofya’nın Kapalı Kapıları Ayasofya’nın Bilinmeyen Yönleri Ayasofya Müzesi Başkanı Prof. Haluk Dursun ile söyleşi

Hepimizin hakkında birşeyler duyduğu, derslerde ve basında durmadan karşımıza çıkan Ayasofya hakkında neler bilmiyoruz?

• İkinci Ayasofya’nın batı duvarı temelleri, bugün ayaktadır görülebilir ve anıtsal bazı bölümleri havarileri sembolize eden kuzularıyla gelenleri karşılamaktadır.

Doğu Roma döneminin 537 tarihinde İmparator Justinianus tarafından yaptırıldığını, kubbesi dolayısıyla benzersiz olduğunu, Kudüs’teki Süleyman tapınağından sonra bütün dünya mimarları tarafından hayranlıkla ve kıskançlıkla rekabet konusu edildiğini, Fatih Sultan Mehmet zamanında camiye, sonradan da Atatürk’ün kararıyla müzeye çevrildiğini, mozaiklerinin çok ünlü olduğunu ve dinler açısından eşsiz bir mabed olduğunu biliyoruz, peki ya bilmediklerimiz? Ayasofya Müzesi Başkanı Haluk Dursun’la yaptığımız söyleşide kendisi “Ayasofya gibi neredeyse 1500 yıllık tarihi bir binanın “bilinmedik neresi var” diyenler acele etmesinler, hele beni bir dinlesinler sonra karar versinler.” diyor ve Ayasofya hakkında bilinmeyenleri şöyle sıralıyor;

• Ayasofya’nın ana binasından başka vaftizhanesi olduğu tahmin edilen iki bina daha vardır ve bunların şu andaki Ayasofya’dan daha eski yapılar olduğu öngörülmektedir. Bunlardan birisi hazine binası olarak geçer ve kuzeydoğuda bulunur, diğer vaftizhane ise güneybatıda yer almaktadır. • Ayasofya’nın içinde sadece Doğu Roma dönemi değil, Batı Roma döneminden, hatta Pagan dönemden kalma Anadolu uygarlıklarının ve Ortadoğu medeniyetlerinin değişik bölgelerinden getirilen eserler bulunmaktadır. Tarsus’tan İ.Ö. II.yüzyıla ait Güzel Kapı, Bergama’dan Hellenistik döneme ait yekpare küpler, sayısız sütun, mermer vb. eserler

• Günümüzdeki Ayasofya aynı alanda yapılan üçüncü Ayasofya’dır. İlk ikisi yapıldıktan sonra bu “Büyük Kilise” (Megale Ekklesia) yapılmıştır ve ilk adı Ayasofya değildir, Büyük Kilise’dir. Uzun süre bu şekilde anılmıştır.

• Ayasofya’nın yer aldığı saha zemini, eski binaların yıkıntılarıyla ve inşaat artıklarıyla yükseltilmiş ve meydan birkaç kat medeniyet izleriyle yüksek bir kota ulaşmıştır.

• Ayasofya Doğu Roma Patrikhane Kilisesi’dir. St. Sinod Meclisi Ayasofya’nın güney cephesindeki koridorda yer alan odalarda toplanırdı.

• Ayasofya Bizans İmparatorları’nın taç giyme mekanıdır. Patrik tarafından orada karşılanıp, kilise naosundaki özel işaretli yerde taç giydirilirdi.

53


• Bir Osmanlı Padişahı’nın “Sultan Abdülmecit” mozaik malzemeden yapılma tuğrasının bulunduğu ve asıldığı tek mekan Ayasofya’dır.

• Ayasofya’daki bütün mozaikler, insan figürleri içeren panolar, hepsi M.S. 842’den sonraki döneme aittir. Daha önceki dönemlerdeki bütün eserler tasvir kırıcılık, yani ikonoklastik hareketle tamamen ortadan kaldırılmıştır.

• 1935’ten beri içerisinde hiç ibadet edilmemesi ve müze olarak kullanılmasına rağmen, bazı Hıristiyanların haç çıkarmak, bazı Müslümanların namaz kılmak için can attığı, fırsat kolladığı mekan Ayasofya’dır.

• Ayasofya’nın içindeki bazı parçalar değişik dönemlerde yerinden alınarak Türkiye dışına çıkarılmıştır. Bunlar bugün Avrupa’daki bazı müzelerde sergilenmektedir.

• Amerikan Devlet Başkanı Obama’dan, Katolik Hristiyanların Ruhani Lideri Papa’ya, Ortodoksların Patriklerine, Uzakdoğu’nun Prenslerine, dünyanın dört bir tarafından gelen devlet bakanlarından sıradan turistlere kadar, İstanbul deyince herkesin görmeye can attığı ve yılda 2 milyon kişiden fazla insanın kubbesinin altında toplandığı mekan Ayasofya’dır.

• Ayasofya Osmanlılar dönemindeki en büyük, en önemli ve en kıdemli camidir. Devlet protokolünde, merasimlerde bir numara olma özelliğini sürdürmüştür. • Ayasofya Osmanlı mimarisindeki en büyük boyutta yapılan şadırvana sahiptir. Avluda yer alır.

• Eski bir Osmanlı ve İstanbul geleneği olarak sebillerinden su, şerbet, salep gibi içeceklerin bedava dağıtılıp ikram edilme özelliği zaman zaman süren tarihi sebili olan tek müze Ayasofya’dır.

• Ayasofya’nın avlusunda Osmanlı döneminde, bir sıbyan mektebi, bir muvakkithane, iki sebil, bir üçyüzlü çeşme, devasa orta şadırvanın yanında küçük duvar şadırvanı, bir büyük imaret, bir medrese, iki güneş saati inşa edilmiştir.

• Tarih boyunca ibadethane olarak açıkken, avlusuna en çok kimsesiz çocuk bırakılan, en çok dilencinin kapısında dilendiği, en çok imparatorun, imparatoriçenin ve padişah ile hanım sultanın ziyaret ettiği mekan Ayasofya’dır.

• Ayasofya’ya en büyük statik katkıyı, yıkılmasına mani olmak ve daha uzun süreli yaşatmak amacıyla büyük usta Mimar Sinan, payandalar inşa ederek sağlamıştır.

• Fatih tarafından alındıktan sonra, fethin işareti olmak üzere, “açma ve elinde bulundurma” anlamı taşıyan “Ya Fettah”lı musanna, maden dökümden kapı tokmakları sadece Ayasofya’dadır.

• Ayasofya’nın bahçesinde, üç büyük, bir küçük türbe bulunmaktadır. Aynı avlu içinde beş Osmanlı padişahı yatmaktadır. Bunların üçü tek tek türbelerde bulunmaktadır. İkisi vaftizhane binasına konmuştur. Söz konusu padişahlar tahttan indirildiği için ayrı türbe yapılmaması düşünülmüştür. Bir vaftizhanenin padişah türbesine dönüştürülmesi Ayasofya’dan başka yerde örneği görülmeyen bir olaydır.

• Osmanlı döneminde genel eğitimin bir örneği olan cami derslerinin uygulandığı, ondan fazla sınıfıyla bağımsız maksureler halinde toplu ders yapılan, ilk defa seçmeli dersin okutulduğu ve açık öğretimin gerçekleştirildiği mekan Ayasofya’dır. • Halkın cami derslerine devam ederek kendini yetiştirmesi, meraklılarından uzmanlarına kadar kitapsever ve araştırmacıların faydalanması için bir padişahın binlerce cilt kitaplarını bağışlayarak ana bina içinde kütüphane yaptırdığı cami Ayasofya’dır.

• Osmanlı coğrafyasında Mimar Sinan’ın en güzel ve en büyük boyuttaki türbe örneklerinden bir tanesi, Sultan II. Selim için yaptırılan türbedir ve Ayasofya avlusunda bulunmaktadır. Ayasofya avlusundaki bu bölüme, padişah yakınlarından başka kimse gömülmemiştir ve toplam 120 naaşın hepsi türbe içindedir, yani hazire bölümü bulunmaz.

• Mimar Sinan’ın II. Selim için yaptırdığı türbeden sonra Hassa Başmimarı Davut Ağa III.Murat türbesini tasarlamıştır. Türbenin kapısı ağaç işçiliğinin en seçkin örneklerinden olup aynı zamanda İstanbul’daki en güzel türbe kapılarındandır.

• İstanbul’un en büyük boyuttaki binek taşı, yani protokol için hazırlanmış ata binme taşı, Ayasofya’nın önündedir. • İstanbul’daki en güzel çini örneklerinin görülebileceği yerlerden bir tanesi Ayasofya’dır. Hünkar mihrabından kütüphaneye, türbe dışlarından içerilere kadar 16. ve 17. yüzyıl İznik Çinileri Ayasofya’yı süsler.

• Ayasofya’nın zemininin altında II.Ayasofya döneminden kalma dehlizler, galeriler, küçük odalar bulunmaktadır ve bunlar da Ayasofya’nın yer üzerindeki bölümleri kadar insanların ilgisini çekmektedir.

• Bir cami içinde yeralan en büyük boyuttaki hat levhalar Ayasofya’dadır. 7.5 m çapında Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin sekiz tablosu ilgi çeker, yine Osmanlı padişahlarının en büyük ve en çok sayıda hat levhası yazarak hediye ettikleri cami Ayasofya Camii’dir: II.Mustafa, III.Ahmet ve II.Mahmut’un yazıları hala mihrab yanında asılıdır.

• Ayasofya’da son dönemde yapılan restorasyonlar sırasında 2009 yılı temmuz ayı itibariyle, mabedin camiye çevrilmesinden sonra ilk defa mozaikten bir melek yüzü restorasyon sonrası ortaya çıkarılarak bilim dünyasına ve müze ziyaretçilerine sunulmuştur. Duyduk duymadık, bildik bilemedik demeyin, artık Ayasofya’nın kapalı kapıları sonuna kadar açık...

• Hakkında her dinden en çok efsane çıkarılan, her inançtan en fazla rivayet anlatılan büyük mabet Ayasofya’dır.

54


OTUZ DÖRT İstanbul’dan Gitmeden Nilay Dursun Nilay Dursun

55


56

nilaydursun@kutudergi.com

Bu yazının konusunun ne olması gerektiğine bir türlü karar vere- mel uyumunun farkına varmış olan Jadore menüsünün içinde kiliseyle ve medim, aklımda yazacak bir sürü şey kafamda bir türlü bir taslak oluştura- ikonalarıyla ilgili bir sayfaya yer vererek bence büyüklüğünü kanıtlamıştır. madım ama kalbim bir yandan hep İstanbul’dan gitmekten bahsediyordu. Üniversite hayatımın en anlamlı yerlerinden biri olan Jadore listemde en Peki neden İstanbul’dan gitmek? Efendim şöyle açıklayayım bendeniz şu- birinci sırada geliyor, birinci sırada gelirken de İstiklal Caddesi’ndeki gübat ayında Erasmus’un bize yaptığı kıyaklar sayesinde (babamın hakkını da zel (az insan varsa) yürüyüşün soluklanma noktası oluyor. Gelelim ikinciye; unutmamak lazım) Amsterdam Üniversitesinde okumaya gidiyorum, evet Caddebostan sahil!!! Çocukluğumun geçtiği, The O.C’nin içinden çıkan yanlış duymadınız Amsterdam. Gelgelelim ki içimdeki tüm heyecana ve ku- bu güzide sahil bana hem gençlik günlerimi hem de gençlik dizilerimi hatırrulmuş hayallere karşı bir İstanbul aşığı olarak bolca hüzün de bulunmak- latır. Her an etrafımda bir Seth Cohen görecekmişim havası yaratan Caddebostan Starbucks’ın ona kattığı eşsiz sıcaklıkla hem içinizi ta. İstanbul’la ilgili düşünürken ve özellikle İstanbul’dan hem de yüreğinizi ısıtır. California kıyılarından uzaklaşıp gidecek ve uzun sure ondan ayrı kalacakken aklıma Yahya Bir gün Yahya kültürümüze döndüğümüzde ise gözümüzü anında Kemal’den başkası gelmiyor! Neden diye soracak olursaKemal’e sorarlar kendi Ragıp Paşa Köşk’ü alır. Zamanında Hürriyet’te yayınlanan nız sorumun cevabı çoğunuzun bildiğine emin olduğum bir hikaye. Hikaye şu ki bir gün Yahya Kemal’e sorarlar Ankara’nın en çok bir yazıya göre Sultan II. Abdülhamid’in başmabeyincisi Paşa, bu köşkü 1906’da, Sirkeci Garı’nın da mimarı Ankara’nın en çok nesini seversiniz diye Yahya Kemal de nesini seversiniz Ragıp olan A. Jasmund’a yaptırmış. Ragıp Paşa, Tekirdağ rakısı cevap olarak “İstanbul’a dönmesini” der. Yahya Kemal de diye Yahya Kemal efsanesinin kökenindeki isim. Çünkü Tekirdağ’daki çiftsenelerce yurtdışında farklı ülkelerde özellikle de işi dolaliğinde Umurca Rakı Fabrikası’nı kurmuş. Paşa, faytonlar yısıyla İspanya’da yaşamış bir kişilik, o kadar Endülüs’te de cevap olarak rahat gelip gitsin diye küçük sarayının önüne bir cadde yapRaks’ı falan boşuna yazmamış, zil, şal ve gül… Ama hepi“İstanbul'a tırmış. İstanbul Şehremaneti (Belediyesi) de, paşanın isteği mizin bildiği gibi İstanbul onda ayrı bir yer tutmuş. Şimdi üzerine semte Cadı Bostanı değil, Caddebostan’ı denilmeben de küçüklüğümden beri Yahya Kemal seven ve divan dönüşünü” der. sine karar vermiş. edebiyatını destekleyen küçük bir yazar, çizer, şair olarak kendimle Yahya Kemal arasında ortak bir şeyler bulmaya Bu köşk Caddebostan’ın en can alıcı yeridir. Kençalışmak istiyor ve musiki aşkımızın yanında İstanbul aşkımızdan da bahdisiyle ilgili duygularımı anlatmak için benimle birebir aynı düşünen İTÜ sedip aslında kendisiyle ne kadar da ortak özelliğimiz olduğunu bu yazıda sözlükten bir arkadaşın yorumunu paylaşacağım, kendisi bu köşk için şunkanıtlamaya çalışıyorum. Neyse sonuçta bu köşe Yahya Kemal hakkında deları söylemiş; “Yıkıldı-yıkılacak durumda olan, gotik, büyüleyici bir mimağil ama ben üstadımızı anmadan geçemedim, dediğim gibi sanırım ben de riye sahip sahil yolunun en heybetli ahşap köşküdür. Bu dikkat çeken yapı onun gibi sevgili babam sayesinde bir İstanbul aşığı oluverdim, bu yüzden de hakkında herkes hayal kurmuştur muhtemelen, içinde neler olduğu merak sevgilisini bırakmadan önce onunla her şeyi yapmak isteyen genç bir aşıkedilmiştir, bir sabah orada, denize karşı gözleri açmak çocuklukta başlayan mışçasına İstanbul’dan ayrılmadan önce yapmam gereken şeyleri aklımdan rüyaların bir devamıdır.” Arkadaşın da dediği gibi benim çocukluğum, “begeçirdim. Hayırlısıyla sınavlarım bittikten sonra kendime bir rota belirlenim köşküm” dediğim bu köşkün önünde hayaller kurarak geçti. meye çalıştım bu rota bir gün Avrupa yakasını bir gün de Anadolu yakasını Efendim tekrardan rotamıza geri dönmek gerekirse, bence dönmeiçeren bir rota olacak. Öncelikle rotamın üzerinde aklıma gelen belli başlı yelim, neden mi? Çünkü ben düşündüm düşündüm “yahu mutlaka şuraya da yerleri sizinle paylaşmak isterim. gitmeliyim” dediğim çok önemli bir yer bulamadım, aklımdan Sultanahmet 1. Jadore!! Jadore da nedir diye soranlara yanıtım Jadore Fransa’nın geçti, Ortaköy geçti, Beyazıt geçti, Beşiktaş geçti, Kuzguncuk geçti, Çengöbeğinden fırlamış bir çikolata şelalesidir yanıtını gönül rahatlığıyla veregelköy geçti, Üsküdar, Kadıköy, Moda, Emirgan ,Bebek geçti. E baktım ki ceğim. Taksimin gizli saklı köşelerinde bulabileceğiniz bu küçük aşk yuvası İstanbul’un benim için en güzel olan yarısı aklımdan geçti, bende fark ettim çikolata sevenlerin vazgeçilmez yerlerinden ki benim için anlamı olan belli başlı yerler bir tanesidir. Ayrıca Jadore her müşteriye önceliğinde ben zaten İstanbul’un çoğu yeservis ettikleri şık sürahilerdeki suyun içirini seviyor ve gitmek görmek istiyormuşum. ne limon ve nane koyarak su içmenin hakiHa bu semtlerde de özel yerler aklına gelmeki zevkine varmanıza yardımcı olur ve kendi mi derseniz tabii ki geldi, Çengelköy’de dilerine karşı olan sempatinizi 3’e hatta 5’e Çınar Altı olsun, Üsküdar’da Mado ve Kakatlar. Cafe’nin tam arkasında Hıristiyan naat, Moda’da Beppe, Sultanahmet’i hiç sanatının en önemli ögelerinden gümüş ikoaçmıyorum bile, ama dediğim gibi bu yerlenalarıyla ünlü Panagia Kilisesi bulunmaktarin hepsini size anlatırsam ayrı bir İstanbul dır. Eğer ki canınız sıcak çikolata çeker de dergisi çıkarmam gerekebilir, o yüzden size yolunuz Jadore a düşerse Panagia Kilisesinbir sonraki sayımızda İstanbul’dan bahdeki nadir gümüş ikonları da görmenizi tavsedene kadar görüşmek üzere, ben yokken siye ederim ki sanatla çikolatanın mükemİstanbul’u üzmeyin!


21 Ocak Salı 20:30

KKM Gönül Ülkü ve Gazanfer Özcan Sahnesi

ŞEHİRDE NELER VAR? KONSERLER Gevende

Beyoğlu Hayal Kahvesi 06 Ocak Cuma Bilet Fiyatı: 28.50 TL

Oi Va Voi

Borusan Quartet

Büyük Ev Ablukada

23 Ocak Pazartesi 20.00 BİFO Klasik Kart Sahipleri: 32 / 24 / 10 TL Tam Fiyat: 40 / 30 / 12 TL Borusan Kültür Sanat’ın siparişi üzerine üç Türk bestecinin yazdığı yapıtların dünya prömiyeri. Çağdaş Türk müziğinin üç genç yeteneği... Oğuzhan Balcı, Turgay Erdener ve Turgut Pöğün, her biri kendine has tınılar yaratarak başarıyı yakalamış, yeteneklerini özgün birer ses dünyası yaratmaya adamış üç besteci. Bu yıl BKS’den aldıkları sipariş üzerine Borusan Quartet’in dünya prömiyerini gerçekleştireceği üç değerli yapıtı 21. yüzyıl müziğinin repertuarına katarak aynı platformda buluşacaklar.

27 Ocak Cumartesi 23:00 Bilet Fiyatı: Ayakta - 39.00 TL

Deli Gömleği/Softa Canlı Sahne-PEYOTE 28 Ocak Cumartesi

Buzzcocks Babylon

15 Şubat Çarşamba 21:30 Madchester akımının önde gelen gruplarından İngiliz punk rock grubu İstanbul’da! Ayakta - 55.50 TL

SERGİLER Vurgu ve Sessiz Kalış Sergisi 7 Ocak- 22 Ocak

Tunca Subaşı - Kalıntı Pi Artworks Tophane

sahnesinde.

5 Ocak- 25 Ocak

Anouar Brahem Quartet 14 Ocak Cumartesi

23 Şubat Perşembe 20.00 Bilet Fiyatları: BİFO Klasik Kart Sahipleri: 96/64/48/32 TL Tam Fiyat:120 / 80 / 60 / 40 TL Hayranlarına ve tüm müzikseverlere müjde! Branford Marsalis birkez daha Türkiye’de... Cazdan funk’a, blues’dan klasiğe elini attığı her müzik türünde harikalar yaratan Marsalis, İstanbul’da unutulmaz bir geceye daha imza atmaya hazırlanıyor. Konserlerinde olağanüstü müzikal sihirbazlığı ve seçtiği üstün özellikler taşıyan sahne arkadaşları ile her performansında yeniden tarihe geçen Marsalis, bu kez BİFO ile İstanbul seyircisini kaliteli müziğe doyuracak.

Ceyl’an Ertem - Sezen Aksu Tribute

Beyoğlu Hayal Kahvesi 19 Ocak Perşembe 22:30 Bilet Fiyatı: 23.50 TL

06 -07-08- 09 Ocak Bilet Fiyatları: 44.50 TL-39.00TL Londralı altı genç müzisyenin kimlik arayışlarının dahiyane sonucu olarak ortaya çıkan Oi Va Voi Digital Folklore ve Laughter Through Tears albümleri ile çingenelerin dünyasına bambaşka bir kapıdan girerek dünya çapında büyük bir ün kazandı. Daha hiçbir albümleri yayınlanmadan, BBC Radio 3 World Music Boundry Crossing ve Listener kategorilerinde ödül alan Oi Va Voi, Yiddish konuşma dilinde “Aman Tanrım” anla-

Babylon

Siemens Sanat

Aya İrini Müzesi

Babylon İstanbul

27 Ocak Cuma 22.00

Bilet Fiyatları Normal:60TL VIP - 120.00 TL

BİFO & Branford Marsalis Lütfi Kırdar UKKM

mına geliyor. Ebeveynleri Yahudi göçmeni olan Oi Va Voi, kökenlerine bağlı kalarak bildiklerini, hissettiklerini, modern dünyanın diliyle, yaşadıkları anın argosuyla, şimdiki zamanı yakalayıp, geçmiş zamana yüz çevirmeden müziklerine taşıyorlar. Grup hala bazı Yahudi düğünlerinde bile performans sergiliyor Sevilen grup Oi Va Voi yoğun istek üzerine 4 gece üst üste Babylon

Jolly Joker İstanbul

Bilet Fiyatları: Tam 56.00 TL-Öğrenci 46.00 TL

Süreyya Operası

Ocak Şubat 2012

Duman

Hrant Dink’in Dostları Barış İçin Söyleyecek Ghetto

20 Ocak Cuma 22:30 Bilet Fiyatı: 45.00 TL

MFÖ

Jolly Joker İstanbul

BaBa ZuLa

21 Ocak Cumartesi 22:00 Bilet Fiyatları: VIP: 120.00 TL

Babylon

26 Ocak Perşembe 21:30

Normal: 60.00 TL

Bilet Fiyatı: Ayakta 39.00 TL

Kerem Görsev Trio Diversion Project

Ahmet Sel - Oryantal İllüzyonlar Pi Artworks Galatasaray 15 Aralık - 12 Şubat

Are You Alive? / Hayatta Mısın? Asfalt Art Gallery 8 Aralık- 15 Ocak

Hayal ve Hakikat İstanbul Modern 16 Eylül - 22 Ocak

Sabrina Fresko Takılabilir Heykeller Sergisi Simya Galeri 7 Ocak- 28 Ocak

57


SALT Sergi

SALT Beyoğlu

4 Kasım-8 Ocak I Decided not to save the worls (Dünyayı kurtarmamaya karar verdim) 22 Kasım-11 Mart 19 Osmanlı İmparatorluğu’nda Arkeolojinin Öyküsü 1753-1914

TİYATROLAR

anlatan ağırbaşlı bir güldürü. Yazan - Yöneten: Ali Poyrazoğlu Oynayanlar: Ali Poyrazoğlu, Özdemir Çiftçioğlu, Nur Gürkan Program: 08 Ocak 2012 15:30, Caddebostan Kültür Merkezi 23 Ocak 2012 20:30, Yunus Emre Kültür Merkezi Bilet Fiyatları: Tam 56 TL, Öğrenci 46 TL

Seninle Evlenir miyim? Muammer Karaca Tiyatrosu 07 Ocak Cumartesi

Bilet Fiyatları: Tam: 25 TL Öğrenci:20 TL

Aşk mektupları

Aşk Kokusu

Kenter Tiyatrosu

Caddebostan Kültür Merkezi

14 Şubat Salı Saat: 20:00 Kenter Tiyatrosu’nda 29 Ocak 2011 Cumartesi günü prömiyer yapan A.R.Gurney’in yazdığı, Müşfik Kenter’in yönettiği Aşk Mektupları şubat ayında sahnelenmeye devam edecek. Yazan: A.R. Gurney Çeviren: Armağan Ersin Yöneten: Müşfik Kenter Oyuncular: Müşfik Kenter, Kadriye Kenter

07 Ocak Cumartesi 2012 20:30 Oyun, kurallarla dolu olan hayatımımızda nasıl yaşayabiliceğimizi, hayatınkaçınılmazlığını anlatıyor. Ve buna dikkatimizi çekiyor. Oyunun iki erkek karakteri, Devrim ve İlker… Devrim 28 yaşında, yaş ve kafa itibariyle bir ergen, duygusal olarak daha yumurtadan çıkamamış bir ipek böceği… Aşırı duygusal, ani kararlar veren, anarşist ve biraz da adı gibi devrimci, daha doğrusu muhalif… İlker, o da Devrim’le aynı yaşlarda, hayata daha gerçekçi bakan, amaçlarını gerçekleştirmek için fazla kural tanımayan, ama aynı zamanda kurallara Devrim’den daha bağlı bir karakter… Devrim yazar, İlker onun yazması için gerekli ortamı sağlamaya çalışmaktadır. Aç kalsalar da, kız

Ölümüne Salvador Dali İstanbul’da MSGSÜ Tophane-i Amire 23 Aralık 2011 / 26 Şubat 2012 20. yüzyılın en önemli sanatçılarından Salvador Dali’nin, İlahi Komedya, Sürrealizm İzleri, Gala ile Akşam Yemeği adlı 3 ayrı başlıktaki eserleri İstanbul’da. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ev sahipliğinde, Rene Magritte, Andy Warhol gibi dünyaca ünlü sanatçıları koleksiyonunda barındıran InArtis ile Kült işbirliğinde gerçekleştirilen Salvador Dali Sergisi’nde 121 eser yer alıyor. Tophane-i Amire’de gerçekleştirilecek bu etkinlik 23 Aralık 2011’de başlayacak ve 26 Şubat 2012 tarihinde sona erecektir. Bu sergide 20. yüzyılın en önemli sanatçılarından Salvador Dali’nin, İlahi Komedya, Sürrealizm İzleri, Gala ile Akşam Yemeği adlı 3 ayrı başlıktaki eserleri yer alacak. İLAHİ KOMEDYA Dante’nin bu uzun soluklu şiirinin güzelliği, tüm duyulara hitap eden zengin ve karmaşık benzetmeleri, ayrıntılı bir şekilde betimlenen mekânları ve bütün yönleriyle karakterize edilen kişileriyle, yüzyıllar boyunca aralarında Botticelli, Flaxman, Blake, Delacroix ve Rodin gibi isimlerin de bulunduğu birçok sanatçıya ilham kaynağı olmuştur. Sergi Saatleri: 10.00 - 19.00 (Her Gün) Bilet fiyatları: Tam:12 TL Öğrenci: 7 TL

Kenter Tiyatrosu

12 Ocak- 27 Ocak 20:00 Yaşamayı beceremeyen ölmeyi becerebilir mi? İşi olmayan bir erkek nedir? Sülük, kurtçuk, asalak, parazit, vb. Tuba çalarak kendimizi var edebilir miyiz? Gece acıkınca sucuk yemeğe kalkmak kaderimizi değiştirebilir mi? Ne için yaşıyoruz? Din, aşk, şiir, felsefe vb. İnsan ne için ölebilir? Aşk, ideal, din, politika, sucuk, hiçbiri, hepsi? İnsanın iyi bir tabutu olması iyi bir şey midir? Bu soruların cevaplarını ancak oyuna gelerek bulabilirsiniz. Yaşamınıza yön verecek anlamlı bir fars İntihar / Ölümüne. Moria Buffini İntihar’ı özgürce “Dying For It” adıyla uyarladı ve ilk defa 2007’de Almedia Tiyatrosu’nda Londra’da oynandı. Kent Oyuncuları bu uyarlamayı “Ölümüne” adıyla 22 Aralık’tan itibaren Kenter Tiyatrosu’nda sahneleyecekler. Bilet Fiyatları: Tam 34 TL, Öğrenci 24 TL

İyi Günde Kötü Günde

Ayrılan ama birbirlerinden kopamayan sevgililerin öyküsünü anlatan bu oyunu; bekâr, nişanlı, yeni evli, kavgalı, küs, boşanmış herkesin izlemesi gerekiyor. “İyi Günde Kötü Günde” oyununda şarkılar eşliğinde sevgiliyi yeniden keşfetmenin yolları, aşkı taze tutmanın bilgeliği üstüne muhteşem bir güldürü sizleri bekliyor. Oyuncular: Ali Poyrazoğlu, Nilgün Belgün Program: 13 Ocak 2012 20:30, KKM Gönül Ülkü ve Gazanfer Özcan Sahnesi 18 Ocak 2012 20:30, Yunus Emre Kültür Merkezi (Büyük Salon) Bilet Fiyatları: Tam 56 TL, Öğrenci 46 TL

Üstü Kalsın Caddebostan Kültür Merkezi Küçük Salon 12 Ocak Perşembe 20.30 Tiyatrogerçek tarafından sahnelenen, Cemal Süreya’nın şiirlerinden ve bazı düzyazı metinlerinden oluşan, müziğin şiirlere eşlik ettiği tek perdelik bir gösteri... Simgeler ve çağrışımlarla düzenlenmiş sahne atmosferinde Hakan Gerçek ve Tilbe Salim şairin büyüleyici şiirlerine hayat veriyor. Metin ve Yöneten: Atilla Birkiye Oyuncular: Hakan Gerçek, Tilbe Salim Bilet Fiyatı: Tam 34.00 TL-Öğrenci 24.00 TL 13-27 Ocak 2012, 20:30 Maya Sahnesi, İstanbul Bilet Fiyatı: Tam 34.00 TL, Öğrenci 24.00 TL

Leyla’nın Evi Muammer Karaca Tiyatrosu

arkadaşları olmasa da, yazmak, muhalif olmak vedünyayı değiştirmek hayalleri onların mutlu olmasına yetmektedir… Ve bir gün hayatlarına Çağla girer. Çağla adeta kurallardan yaratılmış bir kızdır. Hayattaki her şeyin, kendisinin ve toplumun çizdiği çizgiler dahilinde olması gerektiğini savunan, ve bu yüzden de hem hayat, hem de siyasi açıdan muhafazakar bir tiptir. Bu Ankara’lı kızın hayatı, Kurtuluş’ta yaşayan, bekar, sevimli ve aşık olacağının rüyasını bile görmüş Devrim ve de kızlar açısından oldukça popüler bir konumu olan İlker’le kesişiveriyor… Oyun, bu üç karakterin içinde olduğu bir romantik komedi. Oyuncular: Onur Şenay, Aslı Şahin ve Cemal Bilet Fiyatları: Tam 45 TL, Öğrenci 35 TL

Beni Unutma

Yavaş yavaş hafızasının yok olup gittiği gerçeğiyle karşı karşıya kalan bir matematik profesörünün ve ailesinin öyküsü. Alzheimer hastalığının sinsi bir biçimde ortaya çıkışındaki evreleri. Unutkanlıkla başlayan hastalığın, hastayı geçmişiyle olan bütün bağların koptuğu bir sona doğru sürüklemesi. Bireysel Alzheimer’dan toplumsal unutkanlığa, bireylerde başlayan geçmişi unutma, yok sayma, sıfırlamaya çalışma halinin toplumun bilinçaltına da nasıl sızdığını

58

Zülfü Livaneli’nin aynı adlı, 60 baskı yapmış, sevilen romanından uyarlanan, Nedim Saban’ın yönettiği, “Leyla’nın Evi’ adlı oyunda Celile Toyon, Ayça Varlıer, Volkan Severcan gibi usta oyuncuların başrolünü paylaştığı müzikli oyunun dekortasarımına Nurullah Tuncer, müziklerine Livaneli imza atıyor. Oyununda evi elinden alınan Leyla’nın şahsında Osmanlı’dan günümüze İstanbul’un dönüşümü, göçmenlik, mülkiyet hakları, kuşak ve kültür çatışmaları, birbirini hiç tanımayan üç ayrı karakterin yaşamlarının kesişmesi üzerinden anlatılıyor. Oyunda kuşak çatışmaları alaturka ve hip hop müzikler, sahne dönüşümleri muhteşem sinemasal efektler ve filmler, düş sahneleri de unutulmayan barkovizyon imajları sayesinde anlatılıyor. Bilet Fiyatları: Tam 56.50 TL, Öğrenci 46.50 TL Tarih:28 Ocak 2012 Saat:20.30


SGKM’DE NELER VAR?

Çin Masalı Akrobasi Gösterisi Koç Üniversitesi SGKM’de! Bütün dünyayı gezdiler, gittikleri her yerde milyonlarca hayranları onları nefeslerini tutarak izledi ve izliyor. Dünya turnesine çıkan Çin Ulusal Akrobasi Topluluğu, 2012 yılının Türkiye’de ‘Çin Kültür Yılı’ olarak kutlanacak olmasından dolayı, fizik kurallarını altüst eden gösteriyle şimdi Türkiye’de, Koç Üniversitesi SGKM’de! 15 Şubat akşamı, dünyanın hayranlığını kazanmış her biri denge, estetik, sabır, zeka, uyum ve olgunluğun simgesi insanlardan meydana gelen efsanevi Çin Akrobasi Topluluğu'nun akıllara durgunluk veren muhteşem gösterisini kaçırmayın. *Etkinlik ücretlidir. Bilgi ve rezervasyon için: kusgkm@ku.edu.tr

14 Şubat: Fest-i Kült Sinema Festivali 15 Şubat: Çin Masalı Akrobasi Gösterisi 20-23 Şubat: Katılsak, Konuşsak 29 Şubat: Çağdaş Bale Topluluğu 5-7 Mart: Müzik Kulübü Müzik Festivali

Çağdaş Bale Topluluğu’nun büyüleyici performansını kaçırmayın… 1972 yılında kurulan ülkemizin ilk ve tek özel bale kuruluşu Çağdaş Bale Topluluğu, 40. yılını ünlü rus besteci Tchaikovsky'nin müzikleri ile hazırladığı gösteri ile kutluyor. Geniş bir repertuvara sahip olan toplulukta bugüne kadar ikiyüzden fazla dansçı görev aldı. Koreografisini, topluluğun kurucusu ve genel sanat yönetmeni Cem Ertekin'nin yaptığı " Bir Yürekten Bir Yaşamdan TCHAIKOVSKY "adlı yapıt genç ve dinamik profesyonel dansçı kadrosu ile 29 Şubat akşamı Sevgi Gönül Kültür Merkezi’nde izleyicilerle buluşacak.

Koreografi: Cem Ertekin Koreografi Asistanları: Murat Kurtulmuş,Gökçe Sönmemiş Giysi Tasarım: Cem Ertekin Dansçılar: Zuhal Balkan,Hüma Ersel, Çağrı Çekiç,Julia Hartmann,Deniz Yiğiter,Oksana Batalova,Kamola Raşidova, Gökçe Sönmemiş,Osman Çelik,Emre Karaca,Barış Sönmez,Mert Öztekin, Murat Öztekin ÇBT Sahne Arkası Ekibi: Murat Kurtulmuş Sahne Baş Teknisyeni: Murat Yılmaz Sahne Teknisyeni: Emrah Kurt Müzik Sorumlusu: Murat Kurtulmuş Afiş Tasarım,Video-Fotoğraf Çekimi: Oğuz Meriç Koordinatör: Seçil Demircan

Koç Üniversitesi Rumeli Feneri Kampüsü içinde konumlandırılan ve 2008 yılından günümüze hizmet veren Sevgi Gönül Kültür Merkezi kültür-sanat hayatını hem kampus içinden, hem de okul dışından katılımcılarla buluşturmakta, konserler, tiyatro oyunları, film gösterimleri, resitaller, sergiler, dans performansları ve benzeri birçok etkinliğe ev sahipliği yapmaktadır.

59


60


Mideme Giden Yol Bir Nevi Yemek Günlüğü Mert Gümren

Çukur Meyhanesi- Beyoğlu Nereye gitsek diye düşündüğümüz

üzerindeki keten tohumları ve zeytinyağı ile, yoğurtlu kereviz de öyle. Mezelerin lezzeti konusuna gelmek istemiyorum, çünkü bu lezzeti anlatacak sıfatları bulmak gerçekten çok zor. Hayatımda yediğim en lezzetli mezeleri bu ufak ve salaş meyhanede yiyorum. Her biri gerçekten özenerek yapılmış, ve harika bir lezzete sahipler. Közlenmiş biber ve kerevizli yoğurt en favori iki Fiyat: Mezeler: 6-8 TL Ana yemekler: mezem oluyor. Tabi közlenmiş 10-12 TL patlıcanı da unutmamak gerek. Lezzet: ***** Ana yemek olarak yediğimiz ızgara Mekan: *** hamsi ve balık şiş gerçekten çok Adres Tarifi: Galatasaray Lisesinin lezzetli. Çukur Meyhanesi’ne gidip solundaki sokaktan girip yolu takip bu mükemmel lezzetlerden tadıp, keyifli bir akşam yaşamanızı tavsiye edin. Urban’ın karşısında, Dogz Star’ın yanında, köşede bu mekanı göreceksiniz ederim.

bir taksim akşamında, aklımın bir köşesinde olan, bir gün gitmeyi planladığım Çukur Meyhanesine gitmeye karar veriyoruz. Burası ilk defa gideceğimiz bir yer olduğu için, kafamızda bir çok soru oluşuyor tabi. Acaba güzel bir mekan mıdır? Yemekleri nasıldır? Fiyatlar uygun mudur? Bu soruları cevapsız bırakıp mekana doğru yol alıyoruz. Mekandan içeri ilk adımı attığımızda, gözlerden uzak bir bodrum katında bulunan bu ufak ve salaş mekanın bu kadar kalabalık olduğunu görmek bizi şaşırtıyor. Mekandaki garsonlar sıcak ve ilgililer, çok hızlı bir şekilde bize masa ayarlıyorlar. Menüyü açtığımızda fiyatların bu kadar ucuz olduğunu görmek bizi şaşırtıyor, uzun bir tartışma sonucunda ne istediğimize karar verip, siparişi veriyoruz. Izgara Hamsi, Balık şiş, Yoğurtlu kereviz, köz kırmızı biber hardallı uskumru, közlenmiş patlıcan, ve kalamar masamıza kısa bir sürede geliyor. Mezelerin görüntüsü, özenle işlenmiş sanat eserlerini andırıyor. Közlenmiş biber ince ince doğranmış, ceviz ve zeytinyağı ile çok leziz bir görünüme sahip, aynı şekilde

61


Helvetia- Asmalımescit Asmalımescit

civarından geçenlerin hep gördüğü fakat adını bilmedikleri bu mekan, bu civarda yediğim en iyi ev yemeklerini yapıyorlar. Çok belirgin bir tabelası olmayan bu mekan, tabela olarak tadilat sırasında duvarda keşfettikleri orjinal Helvetia yazısını kullanıyorlar. Bu yazı eskiden aynı mekanda bulunan İstanbul’un ilk birahanelerinden birinden kalma. Her ne kadar mekan kapasitesi olarak küçük olduğu için yer bulma konusunda sıkıntı yaşansa da, bu lezzetli ev yemeklerinden yemek için beklemeye değer. Yazın sıklıkla yemeklerinden yediğim bu mekan, zeytinyağlı yemekler konusunda gerçekten çok başarılı. Mekenda zengin bir zeytinyağlı menüsü bulunuyor. Pazılı Borani, mekanın favori zeytinyağlı yemeği. Zeytinyağlı taze fasülye, sebze

graten, barbunya, mücver, ve fırında makarna mekanın denenmesi gereken diğer lezzetlerinden. Kısır, mercimek köftesi, pırasa, ve dereotlu restoranın saymakla bitmeyen yemek çeşitlerinden bazıları. Ayrıca mekanda, çorba, pilav ve salata çeşitleri de bulunuyor.Daha önce yemediğim bir yemek olsa da, tat ve hazırlanış şekli zeytinyağlı semizotundan çok da farklı değil. Aşçı tabağı, seçtiğiniz 5 yemekten oluşuyor. Genelde bu mekanda aşçı tabağından yemeyi tercih ediyorum, çünkü her lezzetten az miktarda tadıp, kendinizi ufak bir lezzet şöleni içinde buluyorsunuz. Her gidişimde farklı lezzet kombinasyonları ile yeni lezzetler deneme imkanı buluyorum. Fiyatlarıyla da gayet uygun bir mekan olan Helvetia’ya uğramanızı ve lezzetli ev yemeklerinden denemenizi tavsiye ederim.

Pide Ban- Sarıyer Geçen gün

Fiyat: Pideler: 5-12 TL Ana Yemekler: 5-10 TL Lezzet: ***** Mekan: **** Adres: Dereboyu Caddesi No:23 Sarıyer

Arby’s- Beyoğlu Bir arkadaşımın, “Hayatımda

özellikle kahvaltı için akla gelen diğer seçenekleri anında unutmanıza neden olan bir lezzet. Hamsili pilav, iç pilavı, karadeniz hamsisi, fıstık ve kuş üzümünün lezzetli bir bir birleşimi. Turşular diğer turşular gibi asitli değil, bunun nedeni turşularında sirke yerine bol sarımsak tercih etmeleri. Neredeyse bütün yemeklerinden tatmama rağmen, kiraz kavurması, tadını merak ettiğim fakat tatma imkanı bulamadığım bir yemek. Son zamanlarda Koç Üniversitesi’nde yemek konusunda en büyük gelişme, okula Pide Ban’ın açılması idi. Okuldan dışarı adım atmadan mükemmel karadeniz yemeklerini ve pidelerini yeme imkanına sahip olmak büyük bir şans olsa gerek.

den düşüyor, bu zamana kadar patates diye ne yemişiz diye düşünüyorum.Fakat yanında verilen özel soslardan Horsey Sosunu hiç beğenmiyorum, tadı ve kokusu oje gibi. Şaka yapmıyorum, ben böyle garip bir şey yemedim daha önce. Hamburgere gelirsek, içinde fırında pişmiş %100 dana etinden oluşan dana jambonlar ve eritilmiş cheddar peyniri bulunuyor. Diğer fast food restoranlarındaki yemeklere göre daha sağlıklı ve daha hafif bir yemek seçeneği sunuyor. Ayrıca burger Fakat Türk insanının burada sunulan hamburgerlere alışabileceğini pek düşünmüyorum, çünkü biz hem göz doyuran, hem de porsiyon olarak fazla yemekleri tercih ediyoruz. Arbys’in sandviç gibi gözüken burgerleri ana yemek olarak görülmekten çok uzak. Bu yüzden Arbys’in işi biraz zor. Son olarak şunu söyleyebilirim, eğer lezzetli bir patates yemek istiyorsanız bu restoranın kıvırcık patateslerinden yemenizi tavsiye ederim. Fakat hamburgerlerinden yemediyseniz çok da fazla bir şey kaybetmiş sayılmazsınız.

62

Fiyat: Menüler 10-12 TL Lezzet:Hamburger: *** Patates:***** Mekan: *** Adres Tarifi: Beyoğlu Caddesi üzerindeki Demirören Avm. 3.Kat

mertgumren@kutudergi.com

yediğim en iyi fastfood Arby’s” demesi üzerine, daha önce hiç yemediğim bu mekana gitmeye karar veriyorum. Duyduğuma göre İstanbul’da önceleri sadece Etiler Akmerkez’de bir şubesi varken, şimdi Demirören Avm’ye de bir şubesi açılmış. Akşam üzeri karnım deliler gibi acıkmışken, gördüğüm ilk anda, Arby’s beni biraz hayal kırıklığına uğratıyor. Ben mükemmel görünümlü hamburgerler beklerken, hamburgerlerin içinde sadece fırınlanmış dana jambon ve peynir olmasına biraz üzülüyorum. Neyse sonuç olarak “Beef ‘n cheddar” siparişi veriyorum, çok kısa bir sürede yemeğim hazırlanıyor. Patateslerin görüntüsü ilk anda dikkatimi çekiyor, çünkü diğer fast food restoranların patatesinden çok farklı. Curly Fries (Kıvırcık Patates) olarak geçen bu patateslerin tadı gerçekten mükemmel. Pişirilmeden önce lezzetli bir sosa batırıldığı için dışı kıtır kıtır ve çok lezzetli. Burger King ve Mc Donalds’ın patatesleri bir anda gözüm-

okuduğum bir lifestyle dergisinde, İstanbul’da ölmeden önce tatmanız gereken lezzetler konulu bir yazı okurken, Sarıyer adı geçmesine rağmen Pide Ban’dan bahsedilmemesi beni şaşırttı. Çünkü Sarıyer’e gelip de karadeniz pidesi yemeden dönmek, İstanbul’da çok zor bulabileceğiniz bir lezzeti kaçırmak demektir. Karadeniz pideleriyle, hamsili pilavı, hamsi buğulaması, kara lahana dolması, ve daha pek çok karadeniz usülü lezzetiyle ile Pide Ban Karadeniz yemekleri konusunda kendini ispatlamış bir yer. Özellikle kavurmalı pidesi, etinin kalitesiyle ve pidesinin kıtır kıtır oluşuyla, benim favori yemeğim. Ayrıca yöresel peynirli pide,

Fiyat: Aşçı Menüsü: 10,5 TL Lezzet: **** Mekan: *** Adres Tarifi: Asmalımescit’te House Cafe ve Kafe Pi’nin karşısındaki köşe


Huzur Sana Gelmez, Sen Huzura Gidersin

Bazen genç de olsan biraz durup sakin oturmak istersin. Maruz kaldığın iş yoğunluğunu atlatmak içindir bazen, bazense sadece öylesine. Şairler şehri İstanbul, bütün görkeminin yanında saklanacak kuytu köşeler de barındırır aslında, şairlerine sahip çıkabilmek adına. Bu sayıda biraz böyle İstanbul’un güzel sakin mekanlarından bahsedelim istedik. Türk kahvesi gibi geleneksel bir lezzete sahipken, tek dinlenme alanımızı küresel şirketlerin karton bardaklarında aramıyor olmak umuduyla.

Kahv6 Cihangir

Galatasaray’ın üstündedir Kafka Kafe. Paris’in sanatçılarıyla ünlü cafelerinin bir uzantısı gibidir. Duvarları edebiyatçı posterleriyle kaplı, 1960ların iç mimarisiyle döşenmiş bu güzel mekana ulaşmak için daracık merdivenleri çıkmanız gerekir. Lezzetli kahveler içerken İstiklal’i de izliyor olursunuz. Fiyatları hiç cüzdan yakmaz. Çok aç olup tıka basa doyacak değil de aperatif yenecek bir mekandır daha ziyade.

Tribeca Yeniköy

Taksim’e kadar gidemem bu yakınlarda sakinlemeye ihtiyacım var, derseniz, Tribeca Yeniköy şubesiyle sizi ağırlar. Bagelleriyle ünlü, her çeşidini yapıyorlar, oldukça lezzetli. Kocaman bir arka bahçeleri var ancak kışları pek keyifli olmuyor, bahar zamanı en iyisi. Yine de sigara tiryakileri için bir fırsat. Her daim günlük gazete ve aylık dergileri bulabileceğiniz bu mekan, Kapalı Bakkal Sokak no:5’te. 63

J’adore Beyoğlu

Frankofon mekanı olarak nam salmış olsa da çikolataları harika. Her çeşit sıcak çikolatanın yapılıp istenen her aromanın eklendiği müthiş bir yer. İstiklal’de yürüken Rejans’a gelmeden önceki aradan girdiğinizde sağda görebilirsiniz. Küçücük bir üst katı var, oldukça sevimli. İçeride genelde Fransızca şarkılar çalınsa da huzur vericiliği inkar edilemez.

Zencefil Beyoğlu

İstiklal’in tam girişinde bir vejetaryen mekanı. Vejetaryen isminden korkmayın, çok orijinal çok lezzetli yemekler keşfetmişler. Pırasalı börek mutlaka denenmeli. Kendi yapımları alkolsüz biraları bile var. Meydandan İstiklal'e girince ilk sağdaki sokaktan girip sonra tekrar sola dönmeniz gerekiyor. Eski bir binaymış da sonradan restore edilmiş gibi güzel tuğlalarla döşeli sıcak bir iç mimarisi var. Küçük bir bahçe yine mevcut ama bu kez pek yeşil sayılmaz. Siparişleriniz hazırlanana kadar atıştırasınız diye getirdikleri soslar müthiş. Fiyatlar çok ucuz olmasa da porsiyonlar oldukça tatmin edici.

aslikaratas@kutudergi.com

Cihangir’in gizli mekanlarından biri. Bütün yemekler çok lezzetli ve bir o kadar yaratıcı. Sahipleri Ayvalık’lı, dolayısıyla Ege mutfağı lezzetleri sizi karşılıyor. Muhteşem bir arka bahçesi var, şehrin gürültüsünden uzak, yemyeşil. Fiyatlar Kafka kadar uygun değilse de çok pahalı olduğu da söylenemez. Eşsiz bitki çayları içebileceğiniz Kahv6, Anahtar sokak no:15’te.

Kafka Kafe Beyoğlu


64


Portfolyo Yakınla-Uzak Bazen Can Poyrazoğlu, Nilay Dursun, İrem Altan, Emre Arapkirli Emre Arapkirli

"yakın uzağı görmemizi engeller bazen” 65


Can Poyrazoğlu

Nilay Dursun

“uzaktaki yakını acıtır bazen”

"yakın uzaktakine tuzaktır bazen”

66


Can Poyrazoğlu

"yakın uzağa açılır bazen”

67

Emre Arapkirli

"uzak yakının içindedir bazen”


İpek Altan

"uzaktakine yakınımızı yansıtırız bazen” İpek Altan

"uzaktaki yakın olunca tanınmaz bazen”

68


69


70


71


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.