KLOK no.2 // Dual

Page 1

k l o k m a g mayıs & haziran 02

ücretsizdir

ASLI KAZDAĞLI & CANSU TAŞTAN



Naz Cuguoğlu‐“Bekleyiş”, Marakeş, Fas, 2013


k “Sabahlardan bir sabah, erken uyanmaktan keyif alan bir saksağan, yuvasından çıkmış ve doğuya doğru uçmaya başlamış. Düz ve keskin çizgilerin giderek desenlenmeye ve ovalleşmeye başladığını farkettiğinde merakı giderek artmış ve iştahla yoluna devam etmiş. Saatlerce süren uçuşu boyunca gökyüzü maviden kırmızıya, yeryüzü sudan toprağa dönüşmüş. En sonunda başta gördüğü düz çizgilerden eser kalmayıp her yer yusyuvarlak olunca havada bir kaç saniye asılı kalıp bekleyen lacivert-beyaz tüylü kuş, hayatta gidebileceği en uzak noktanın bu nokta olduğuna karar vermiş. Ne var ki geride kalan bütün saksağanlar gibi gidebileceği son nokta ona yetmemiş ve daha ileride ne olduğunu merak edip uçmaya devam etmiş. Saat ilerledikçe tüylerinin yavaş yavaş yok olduğunu farkeden kuş en sonunda çırılçıplak kalmış. Tam da uçmaya başladığı yerde, bütün düz çizgilerin tam ortasında... Kafasını kaldırıp gökyüzüne bakmış, yeryüzünü görmüş.” Başta anlam veremediğim bu rüyamı yazıya döktüğümde aslında daha önce tarif edemediğim bir hissin kısa bir özeti olduğunu anladım. Hayal edebildiğim en uzak noktanın bile kendi derimin içinde hapsolduğuna inanıyorum. Tıpkı sürekli doğuya uçarak batıya ulaşan bu saksağan gibi, eğer yıldızlara kadar uçabilirsem kafatasımın içiyle karşılaşacağıma dair garip bir his var içimde. Belki de her birimizden iki tane vardır; bir tane içimizde bir tane de dışımızda. Dışımızdakine ulaşmanın tek yolu kendi içimize dönüp gidebileceğimiz en uzak noktaya uçmak olabilir. Bu sayı ikincisini arayan herkes içindir.

Can Köroğlu



2


“Dual”

klokwise

6

pia hakko zeynep enderoğlu lâl korçan can sever irem çağırgan alican kangotan ilayda şarlak tan hüseyin

40

can yıldırım & nisan yıldırım

52

iram tanman

42

kover story

60

lavanta

76

lal omur & dilara omur

78

moda

84

istanbul’da bir fransız

96

spor

98

birkan batuk ceren kestirengöz yaratıcı fikirler enstitüsü

110

musik

114

minipax festival twin bed


Zeynep EnderoÄ&#x;lu


klokwise Klokwise, keşfettiğimiz yaratıcı ve yetenekli gençlerin işlerinin paylaşıldığı bölümdür.


ilüstratör

PİA HAKKO Central St. Martins 16 Aralık 1987 doğumlu olan Pia Hakko, Lycée Francais Pierre Loti’den 2006’da mezun olduktan sonra eğitimine Central St. Martins Grafik Tasarım bölümünde devam etti. CSM’de geçirdiği dört senenin ona çok şey kattığını ve kendisini tanımasını sağladığını söyleyen Hakko bu deneyimin onu daha ‘kişisel’ ve derinden hissedebileceği projeler yapmaya yönelttiğini söylüyor. Bu eğilim ile kolaj yapan ve film çeken Hakko, yabancılarla konuşmak, onların hayatlarını, anlattıklarını ve kendi ruh halini projelerine yansıtmak istediğini sözlerine ekliyor. CSM’den mezun olduktan sonra, yüksek lisans için London College of Communication’da Graphic Moving Image/Film bölümünde okumaya karar veren Hakko şu anda İstanbul’da yaşıyor. Bir arkadaşı ile iki sene önce kurduğu blog pop.see.cul bir t-shirt, sweatshirt ve aksesuar markasına dönüşmüş durumda.


Pia Hakko

“Mood for Love”


Pia Hakko

“After the Rain”


klokwise

“Vaktim oldukça kolaj yapıyorum. Kendimi ifade edebilmeme ve nostaljik tarafımı öne çıkarmama yardımcı oluyor.”

“Bitter Truth”


Pia Hakko

İlhamlarım hemen hemen her yerden geliyor, ilk olarak müzik,özellikle Max Richter’in şarkıları. Sonrasında, filmler, film fragmanları ve şarkıları, şiirler, kelimeler, tanımadığım birinin hikayesi, liseden kalma felsefe kitaplarım...

“Doubt”


“I was cured all right”



fotoğrafçı

ZEYNEP ENDEROĞLU Academy of Art University Beş yıllık francophone lise eğitim hayatının aynı zaman diliminde iki sene boyunca Mahir Güven Atolyesi’nde aldığı derslerin ardından gelecek planları yapmaya başlamış, Fransa’da eğitim planları ve İstanbul’a olan tutkusunun arasında kalmıştır. Başına gelen en güzel sürpriz, ailesinin tam desteği ile ani bir şekilde San Francisco’da eğitim hayatına başlaması olmuştur. Adım attığı ilk günden şehrin kendisine aşık olur. Bu ani kararın aklının, hayalgücünün ve bakış açısının değişmesine neden olduğunu hisseden Zeynep, eğitimini Academy Of Art University’nin lisans programı kapsamında fotoğrafçılık bölümünde sürdürüyor.Okulun yanı sıra bir çok çekimde asistanlık ve çesitli moda çekimlerinde stilistlik yapıyor. Arta kalan zamanını ise yakın bir zamanda halka ilişkilerini üstlendiği San Francisco’nun tanınan oldschool berberlerinden biri olan Nick Calvanese ile çalışarak geçiriyor. Zeynep Enderoğlu’nun diğer işlerine göz atmak isterseniz:

www.zenderoglu.com


Zeynep EnderoÄ&#x;lu



ilüstratör

LÂL KORÇAN Boğaziçi Üniversitesi 1991 İstanbul doğumlu olan Lâl Korçan, sanatçı bir ailenin içinde büyüdü. Çocukluktan beri görselliğe ve çizime ilgisi olan Lal bu ilgisini bir hayat tarzına dönüştürmüş durumda. Şu an Boğaziçi Üniversitesi’nde Sosyoloji eğitimi görüyor ve freelance grafik tasarım yapıyor.



“Blast”, 2012


Lal Korçan

“I-pod Ghost”, 2012


Can Sever- İstanbul, 2012


fotoğrafçı

CAN SEVER İstanbul Üniversitesi İstanbul Üniversitesi’nde İtalyan Dili ve Edebiyatı son sınıf öğrencisi olan Can Sever, fotoğrafçılıkta ona en çok ilham veren şeyin başta gençler olmak üzere, genç ruh ve 90’lar Grunge kültürü olduğunu söylüyor. İleriye dönük olarak yapmak istediği birkaç şey olduğunu ama fotoğraf çekmek onu mutlu ettiği sürece fotoğraf çekmeye devam edeceğini sözlerine ekliyor. Can Sever’in portfolyosuna ulaşmak için:

www.popabanana.tumblr.com


klokwise

Ä°stanbul 2012

Çatalca, 2012


Can Sever

25


grafik tasarım

İREM ÇAĞIRGAN Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi

İrem, 13 Şubat 1988’de Denizli’de doğdu. Denizli Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi’ni bitirdikten sonra Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Grafik Tasarım bölümünü kazandı. Öğrenim hayatı sırasında bir yıl okulu dondurup California, New York ve New Jersey’de çalıştı ve dil eğitimi aldı. Türkiye’ye döndükten bir süre sonra Berlin’deki Berliner Technische Kunsthohschule’de bir dönem İletişim Tasarımı okudu. İrem için bu dönem çok verimli ve bol ilham kaynaklı oldu. 2007 yılında Levi’s’ın gerçekleştirdiği bir yarışmada birinci seçildi. 2012’de Fa’nın Facebook üzerinden gerçekleştirdiği tasarım yarışmasında ise ikincilik ödülü var. Ambalaj üzerine yaptığı tasarım basılarak satışa sunuldu. Şu sıralar diploma projesi üzerinde çalışan İrem Çağırgan, aynı zamanda “Nuuba and The Gang” adlı bir websitesinin illüstrasyonlarını yapıyor. Grafik tasarımı ve illüstrasyonlarını yaptığı üç şirket daha bulunmakta. Planları arasında Berlin’e dönüp orada yaşlanmak olan Çağırgan’ın en büyük motivasyonu, yaptığı işi büyük bir sabırla ve severek yapması ve hep “nasıl gelişebilirim?” sorusuna aradığı cevap.

http://www.behance.net/toirem


İrem Çağırgan

27

İrem Çağırgan‐Le Cool Dergisi için Tasarım , Eylül 2012


klokwise

Le Cool Dergisi i癟in Kapak Tasar覺m覺, Eyl羹l 2012


İrem Çağırgan

29


klokwise

M.S.G.Ü Ara Dönem Kitap Projesi- Edebiyat serisi, Güz Dönemi 2011


İrem Çağırgan


yönetmen

ALİCAN KANGOTAN Bilgi Üniversitesi Alican Kangotan 1991 yılında İstanbul’da doğdu. Üniversite öncesi eğitimini İstek Vakfı’nda tamamladı. Lise dönemi boyunca görsel tasarım alanında çalışmalar yaptı. Bu süreç içinde çeşitli kişilerden tasarım ve programlama dersleri aldı. 2009 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi Sinema ve Televizyon bölümüne girdi. Sinema derslerinin yanında Görsel İletişim Tasarımı ve Fotoğraf bölümlerinden dersler almaya başladı. 2012 yılında Can Kesim ve Meriç Özkan ile birlikte A/V Ground adlı şirketi kurdu. İlgilendiği alanlar mimarlık, fotoğraf ve ses/görsel tasarımıdır. Şu anda eğitimine Santa Fe University of Art and Design’da devam etmektedir.


Alican Kangotan

Tamirane - Making of Logorreta

LEGORRETA ALIVE | VCD 206 COLLABORATION W/ SANTA FE Logretta Alive, Refik Anadol önderliğinde ortaya çıkan, ve Santa Fe University of Art and Design işbirliği ile gerçekleştirilen bir projedir. Yaklaşık 10-15 kişi tarafindan görsel bir havuz oluşturulmış ve eleme yöntemiyle projenin final hali ortaya çıkmıştır. Alican Kangotan, bu projede görsel alanına katkıda bulunan isimlerden biri olmuş, ve bu proje 2012 yılında Santa Fe University of Art and Design kapsamında yapılan Outdoor Vision Fest 2012’de sergilenmiştir. Projenin yapım aşamasına buradan ulaşabilirsiniz. //vimeo.com/44158896

33



As a Fix to Unnecessary Data Stream Bu projeyi Situated Digital Design dersi bitirme projesi olarak hazırlayan Alican Kangotan ve ekibi, maket üzerinde teslim etmesi gereken final projesini biraz daha ilerleterek bir yapı üzerinde denemeye karar vermiştir. Mimari yapı bakımından eski ve primitif olduğu için Bilgi Üniversitesi’nde bulunan Tamirane adlı mekan proje için seçilmiştir. Alican Kangotan ve Can Kesim projenin görsel bölümüyle ilgilenirken, Meriç Özkan ve Baran Bayraktar ise ses tasarımını üstlenmişlerdir. Yapım aşaması zor geçen bu proje, ufak aksaklıklara rağmen sergilenmiş ve başarılı olmuştur. Ekip, önümüzdeki sene bir performans daha gerçekleştirmeyi planlamaktadır. //vimeo.com/62528949


ilüstratör

İLAYDA ŞARLAK Koç Üniversitesi Koç Lisesi’nde okuduktan sonra eğitimine Koç Üniversitesi Medya ve Görsel Sanatlar ve Psikoloji bölümlerinde çift anadal yaparak devam eden İlayda Şarlak üniversite sınavları yaklaşıncaya kadar Mahir Güven atölyesine gitmiştir. İlayda özellikle hayvan çizimleri yapmayı cok seviyor. Boş zamanlarında da afiş, broşür ve flyer tasarlıyor. Sanata olan ilgisi küçüklüğüne dayanıyor. Annesinin Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde ders veriyor olması, İlayda’nın küçüklükten beri pek çok sanatçı ile etkileşim içine girmesini sağlamış ve bu da onun motivasyon kaynaklarından bir tanesi olmuştur. İlayda ileride grafik tasarımcı olmak istiyor.

Sol: “270”, Aralık 2013 Sağ: “Earheart”, Ekim 2012


İlayda Şarlak


klokwise

“Antlers”, Ekim 2012


İlayda Şarlak

39

İlayda Şarlak‐“271”, Ocak 2013



Birazdan okuyacakların aslında bir arkadaşlık hikayesi. İçinde üç bölüm var: tanışma, paylaşma ve vedalaşma. Bu dergiyi eline aldığında bir yılını doldurmuş olacak müzik blogu Prialterno.com’un beş duyusunun ardındaki isim Tan Hüseyin bana bir gününü ayırdı, geriye soruların cevapları ve bu röportaj kaldı. Muhteviyatı itibariyle piksellerinden oluşan dergi için muhteviyatı itibariyle müzikten oluşan bloga ve blogun yazarına sevgilerle, Tanboy seninle...

RÖPORTAJ & FOTOĞRAFLAR ÖZGE AKPINAR

Önce tanışalım mı?

Aklının ucundan bile geçmedi mi?

Ben Tan, uzun bir süredir İstanbul Teknik Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde İşletme Mühendisliği okuyorum, hala üçüncü sınıfım. Bir süredir kendi uğraşlarımla ilgilendiğim için bir uzama oldu ama kesinlikle pişman değilim. Okula gitmediğim zamanlarda spora gidiyorum, dışarı çıkıyorum ve tahmin edildiği üzere müzikle ilgileniyorum.

Yok gerçekten geçmedi.

Prialterno nasıl ortaya çıktı? Blogger olmaya önceden niyetli miydin? Bir sabah uyandığımda olmadı ama uzun süredir aklımda olan bir şeydi. Ben aslında inanılmaz üşengeç bir insanım, kolumdaki saate bakarsan hala bir saat geri. Aklımdaki bazı şeylerin gerçekleşebilmesi için beni bir şeylerin tetiklemesi gerekiyor. Geçen sene arkadaşlarım blog açmaya başladılar ve onların özgürlüklerini, imkanlarını gördükçe bu beni de teşvik etmeye başladı. Blog oluşmadan önce kendi kendime bulduğum grupları, onlarla ilgili düşüncelerimi yazdığım bir defterim vardı. Bunlar neden blog olmasın dedim tüm o teşvik sürecinin de sonunda tabii ki Prialterno macerası başlamış oldu. Sosyal medyada fenomenlerden birisin, böyle bir ilgi bekliyor muydun? Böyle bir ilgi kesinlikle beklemiyordum aslında bu bakımdan çok şanslı bir insanım diyebilirim. Hayatta neyi çok istediysem uğraşmadan o hep bana geldi. İTÜ’yü kazanmam bile böyle oldu. Arkadaşlarımın hepsi işletme mühendisliği yazıyordu, ben zaten olmaz diyip yazmıştım ama sadece ben girebildim o bölüme. Bunu da illa ki ben popüler olayım, bedava biletler gelsin, konserlere gideyim, herkes beni tanısın diye başlatmadım.

Playlist yaparken en çok nelerden etkileniyorsun? Hip şarkılar mı, modun mu daha önemli? Playlistlerimi hazırlarken daha çok bir mod ya da konsept üzerinden hazırlıyorum. Bazen bunu bir şarkı başlatabiliyor. Tek bir şarkının sonucunda bir konsept ve bir mod oluşuyor ve şarkıların devamı ona göre geliyor. Bazen de günlük hayatta karşılaştığım bir şey bu akışa yön veriyor. Günde yaklaşık iki yüz yeni şarkı dinleyebiliyorum, onlardan biri de ilhamı verebiliyor. Bunların üzerine inşa ediyorum playlistlerimi. Bloggerlık dünyada tam zamanlı bir meslek. Sen de buna böyle mi devam edeceksin yoksa olmak istediğin başka biri gitmen gereken başka bir yer mi var? Bloggerlık hayatımda hep olacak. Bırakmaya niyetim yok, çünkü çok zevk alarak yaptığım bir şey. Açıkçası ticari olarak fazla bir getirisi yok. Yeni insanlarla tanışıyorum, çok güzel yerlere gidiyorum bunlar beni mutlu ediyor, bana yetiyor. Benim aslında yapmak istediğim şey medya ve medya planlaması üzerine. Blogla ikisini kesiştirecek birkaç yeni proje geldi ve onlar üzerinde duracağım biraz da. Sadece blogger sıfatıyla devam etmeyeceğim o hep bir yerde olacak. Sosyal medya ile ilgili keşke şöyle şöyle olsaydı dediğin yerler var mı, keyfin yerinde mi? Beni yetişememek dışında hiçbir şey rahatsız

etmiyor, genel olarak iyiyim diyebilirim. Sosyal medya çok hızlı gelişiyor ve hepsi için bir şeyler yapmak sorumluluğunda olduğunu hissediyorsun. Özellikle de üzerine bir sıfat yapışmışsa… Mesela bu aralar Vine çıktı herkes video çekip paylaşıyor. Ben de orada hesap açtım ve henüz bir video bile yüklememişken bir anda yüz küsür insan beni takip etti. İster istemez bu insanların senden bir şey beklediğini hissediyorsun, sürekli bir şeyler yapman gerekiyor. Daha fazla yeni gelişme olmasın istiyorum tek dileğim o.

Ben aslında İnanılmaz üşengeç bİr İnsanım, kolumdakİ saate bakarsan hala bİr saat gerİ. Aklımdakilerİn gerçekleşebİlmesİ İçİn BENİ bİr şeylerİn tetİklemesİ gerekİyor.

41


“Bütün şarkılar aşk üzerine yazılmıyor, aksine artık nefret üzerine yazılan çok fazla şarkı da var. Tabi ki aşktan müzik doğması çok doğal bir şey, benim bile sabahları şarkı yazasım geliyor şu aralar.”

Son günlerde yaptığın en güzel keşifler neler? Mekan, şarkı, insan olarak…

doğuyor? Tavuklar yumurtalar sorusu bu.

“Çoktan seçmelilere geçtik”

Cevabım bu değil ama hissiyatım bu.

Siyah/Beyaz Siyah Yin/Yang Yang Bardağın dolu tarafı/Bardağın Boş Tarafı Dolu. Hiç boş kalmasın. Aşk/Sevgi Aşk Yakın/Uzak Yakın Dün/Bugün Bugün. Aslında dünle bugün. Heves/Tutku Heves Ses/Sessizlik Ses Yaz/Kış Yaz Ay/Mars Mars Bir/İki Bir Anne/Baba Anne Öfori/Melankoli Melankoli

Kendine karşı olmadan gelişemezsin.

Hayatının şarkısı ne?

prialterno.com

Kendini tamamlamak

Bu sorunun cevabı bende ve asla söyleyemem.

Twitter/Instagram: Prialterno

Mükemmeliyet. En büyük hedefim aslında.

İki ay önce güzel bir keşif yapmış oldum, bir sevgilim var. Karaköy’ü çok seviyorum. Yakın zamana kadar Civan’da çalışıyordum ve o dönemde Çukurcuma’ya hep Karaköy üzerinden çıkıyordum. Dolayısıyla son bir senedir Karaköy’ün geçirdiği değişime kendi gözlerimle şahit oldum. Burada Ops’u çok seviyorum, Karabatak zaten klasik oldu. Komodor diye bir yer açıldı, gitmeni tavsiye ederim. Müzik olarak her gün yeni bir şey keşfediyorum. Birkaç yeni grup var onlara takıntılı oldum. Biri MØ, diğeri The Neighbourhood ve Ghost Loft. James Blake’yi zaten çok seviyordum, yeni albüm çıkardı o da çok güzel olmuş. Justin Timberlake bekliyorduk bir süredir. O geldi ama onu herkes keşfetti.

Müziğin aşktan doğması gibi bir genelleme çok doğru değil aslında çünkü bütün şarkılar aşk üzerine yazılmıyor aksine artık nefret üzerine yazılan çok fazla şarkı da var. Tabii ki aşktan müzik doğması çok doğal bir şey, hiç öyle şeylerim olmamasına rağmen benim bile sabahları şarkı yazasım geliyor şu aralar. Şafakta ne var peki Şafakta üç vakte kadar Londra görünüyor. Festivale mi gidiyorsun?

İlklerinden bahsedelim biraz.

Yok sanırım temelli yaşamaya. Özellikle son bir iki yıldır zaten çok istiyordum Londra’da yaşamayı. Londra’nın tam benim kalemim olduğunu düşünüyorum. Havadan çok etkilenen bir insan olmama rağmen Londra fikrinden bir türlü soğuyamadım, orası beni çok mutlu edecek gibi hissediyorum hep.

Eyvah!

Son olarak keşke sorsaydın dediğin…

İlk dinlediğin şarkıyı, ilk aldığın albümü, gerçekten hayranı olduğun ilk insanı hatırlıyor musun?

Soru değil aslında ama blogumla ilgili eklemek istediğim bir şey var. 17 Nisan’da blogumun açılmasının üzerinden bir sene geçmiş olacak, baya heyecanlıyız. Kutlamak için partili planlarım var, gelirsin.

Hafızam çok kuvvetli değildir ama bazı şeyler ara ara aklıma düşer. İlk aldığım albüm Athena albümüydü. İlk en çok hayranı olduğum grup Radiohead’di (posterlerini asacak derecede). İlk konserim muhtemelen Duman’dı ama o zamanlardaki imkanlarla ancak o kadar oluyordu. Gönül başka isimler isterdi tabii ki…

Müzik mi aşktan, aşk mı müzikten

Kendine karşı olmak Dumur.



ilüstratör

CAN YILDIRIM Koç Lisesi

FOTOĞRAF ARDA ASENA


Aynı annenin karnından aynı gün çıkan iki insan ne kadar farklı olabilir? İkizler Can-Nisan Yıldırım bize sorgulatıyor: Nedir bu işin kimyası?

ilüstratör

NİSAN YILDIRIM Koç Lisesi


RÖPORTAJ MÜGE TÜZER

NİSAN YILDIRIM

Tam olarak ne yapıyorsun?

Terlik?

Nisan: Hayır, demezler.

Nisan: İçimden ne gelirse diyebiliriz sanırım. Tek bir şeyle sınırlı kalmıyorum. Birbiriyle bağlantılı çizimler, yazılar, fotoğraflar ve müzik ortaya çıkıyor. Bazen iki söz ve bir fotoğraf, bazen üç sayfa hikaye ve bir şarkı.

Nisan: Ömür boyu terlik kullanmadım. Ayağımda sadece yarım saat kalabilirdi. Unuturdum sonra bir yerlerde.

Bence deneyelim :) Peki, Can’la aranızdaki empati mi telepati mi?

İlkokulda sabahları servis beklerken nasıl hissederdin? İkiniz de aynı evden aynı okula gidiyordunuz? Nisan: Nefret ederdim servis beklemekten. Üşürdüm. Can her zaman 4-5 dakika kala uyanırdı ve onu uyandırma stresi hep benim üzerimdeydi. Annelik yapardım sanki. Yan yana oturmazdık. O daha çok büyüklerle konuşurdu, bense kulağımda müzik. Kumanda savaşı olur muydu aranızda? Nisan: Sayılmaz. Can’ın televizyonunu kıskandığım olmuştu, hatırlıyorum ama aynı şeyleri izlerdik daha çok.

20 Şubat?

Nisan: Telepati sanırım. Gözümün içine baksa anlarım.

Nisan: Özel bir gün, güzel bir gün. Bizim günümüz yani benim ya da onun değil.

Üniversitede de aynı okula gidiyorsunuz. Ayrılmış olmayı tercih eder miydin?

Tam bu sırada odasına Can gelir ve gülümser, Nisan, “Bak yine geldi”.

Nisan: Yani bilmiyorum, eksileri artıları var. Ayrılsak, sorumluluk hissinden kurtulurdum. Daha az kısıtlayıcı olurdu sanırım ama beraber olmaktan bir şikayetim yok. Biz beraber olsak da ayrıyız.

Çıkartma albümü? Nisan: İki farklı durumu anımsatıyor sanırım. İlki, çıkartmalardan kaynaklanan kız dramları üzerine kurulu. En güzel, en fazla çıkartmaya sahip olma savaşı geliyor aklıma. İkincisiyse çok daha huzurlu bir dönem... Can’la yaptığımız Harry Potter çıkartma albümü… Deli olurduk. Ayna?

Farklı görür müydün birbirinizi ya da görüyor musun?

Nisan: Paralel bir evren, başka bir portal... Aynada kendimi izlemeyi severim.

Nisan: Ben daha çok yalnız kalmayı seviyorum. O ise daha çok bağlı kalmayı, dayanmayı. Küçükken sürekli benim odama gelirdi ve gitmezdi. Onu yataktan sürüklemek zorunda kalırdım. Sürüklemeyi ve sürüklenmeyi seviyorduk sanırım. Şimdi düşününce, aynı bağımsızlık seviyesine ulaşmışız gibi geliyor ama hala o biraz daha beraber.

Belki de bu yüzden güzel poz veriyorsun. Peki, birbirinizin çalışmalarını nasıl yorumlarsın? Sence kesişiyorlar mı?

Aşağıdakiler senin için ne ifade ediyor? Peynir üzeri reçel? Nisan: Mutlu pazar sabahları. Annemin eşi Olgun en iyi peynir üzeri reçelli ekmekleri yapar. Peki peynir üzeri reçel mi nutella mı? Nisan: Tabii ki de peynir üzeri reçel.

Nisan: Can’la çalışmalarımız oldukça farklı. Can kendini itinayla onu rahatsız eden durumların içine sokup, gözlem yapıp kendini besleyecek bir şeyler bulur. Onda gördüğüm açıklık çok az insanda var. Çoğu sanatla uğraşan insan kendini geniş ve önyargısız görse de bu genelde iş icabıdır. Can ise gerçekten limitsiz. Teknik detaylara bakacak olursak? Nisan: Yani onun işleri daha teknolojik diyebilirim, bir sürü farklı teknikten faydalanıyor. Ben analog kalıyorum. Sence Klok’ta işlerinizi görenler “Aa bunları aynı insan yapmış” der mi?

Tam tersi değil mi o? Ayrılsak da beraberiz? Nisan: Yok yok biz senelerdir, şu evde bile, aynı çatının altında, bambaşka dünyalarda olmayı becerdik. Böyleyiz.


CAN YILDIRIM

Tam olarak ne yapıyorsun?

Evet. Peki, terlik?

ki Can Yıldırım, Nisan Yıldırım diye?

Can: Hissettiğim şeyleri, bilinçaltımın kavrayamadığı durumları yansıtıyorum. Oldukça soyut şeyleri yansıtmaya çalışıyorum.

Can: Kabak Koyu. Orada terlik giymek hoşuma gider. Kendiliğimden giyiveririm.

Can: Ayırt edilebilir, evet. Aynı insandan çıkmış denmez işlerimize.

20 Şubat?

Nisan’la aranızdaki empati mi telepati mi?

İlkokulda sabahları servis beklerken nasıl hissederdin? İkiniz de aynı evden aynı okula gidiyordunuz? Can: Serviste hayat vardı. Hiyerarşi vardı. Önlerden arkalara doğru ilerliyorduk, sisteme uyuyorduk. Sosyal ilişkilerim hep iyi olmuştur, zorlanmıyordum.

Can: Bazı günler ilüzyona düşersin, bazen de tam o günde olursun. Benim için öyle bir gün. Tam orda olduğum gün. Sizin gününüz diyebilir misin? Can: Hayır, bizim günümüz değil. Ama Nisan’dan kıskandığım bir gün de değil. Sadece ikimizin de özel günü.

Sanki bir şey ekleyeceksin?

Çıkartma albümü?

Can: Servisin benim için asıl anlamı, asiliğimi ilk keşfettiğim yer olmasından kaynaklanır. Etrafa sataşmaya bayılıyordum. Servisteki o herkese, her şeye sataşan tip vardır ya, oydum.

Can: Çıkartma albümü mü, hatırlamıyorum sanırım ona dair bir şey.

Kumanda savaşı olur muydu aranızda? Can: Oluyor muydu acaba? Kendimi, odamda televizyon var diye Nisan’dan daha üstün hissettiğimi hatırlıyorum. Farklı görür müydün birbirinizi ya da görüyor musun? Can: Yani, tabii farklıyız. Nisan, daha duygusal diyebilirim. Daha yoğun yaşayıp, daha yoğun hissediyor bazı şeyleri. Özellikle aşka dair hisleri… Aşağıdakiler senin için ne ifade ediyor?

Üniversitede de aynı okula gidiyorsunuz. Ayrılmış olmayı tercih eder miydin? Can: Ayrılmış olmayı tercih ederdim. Daha farklı yerlerde olurduk, birbirimizi daha iyi beslerdik. Farklı şehirlerin insanları olurduk.

Can: Aa, babamla Bebek Kahve’de kahvaltı ederdik. Kahvaltı sonrası yandaki bayiden gidip çıkartma alırdık Harry Potter albümlerimiz için. Büyük bir hevesti. Nisan’la birbirimizde olan olmayan çıkartmaların değiş tokuşunu yapardık. Ayna? Can: Ben, beni görüyorum orda. Aynanın karşısına geçip kendime bir şeyler söylediğim çok olur. Birbirinizin çalışmalarını nasıl yorumlarsın? Sence kesişiyorlar mi?

Peki peynir üzeri reçel mi nutella mı? Can: Nutella. Nisan kesin peynir üzeri reçel dedi değil mi?

İşleriniz birbirinden ayırt edilebilir yani? İmzaya gerek yok mu altına illa

Can: Nasıl desem havada bir gerçeklik, bir efkâr. Beraber ama hüzünlü… Annemin eşi Olgun ve aile kahvaltısı geliyor aklıma bir de.

Kim bilir…

Biraz daha düşün.

Can: Kesiştiği nokta şu: ikimiz de hikâyeye çok önem veriyoruz. İkimizde de bir karamsarlık... Ama sanki Nisan daha romantik. O, anlatmak istediği şeyi daha naif, daha elle tutulamayan, daha sakin bir şekilde anlatıyor. Onun çalışmalarını daha soyut buluyorum ve kesinlikle duygularını daha yoğun bir şekilde sentezliyor.

Peynir üzeri reçel?

Can: Empati sanırım. Çok farklı bakış açılarımız var gerçi. Yok, empati. Nisan ne dedi?

47


“Rabbi F”


Can Yıldırım

“Foxkk”



Nisan Y覺ld覺r覺m

51


Blogger

İREM TANMAN Nuova Accademia di Belle Arti Milano Mezunu


53


“Palazzo Orlandi” , Prato, İtalya


İrem Tanman

Evinizde saklı kalmış üç beş eski kitap, defter ortaya çıkmayı, niçin orada durduklarını hatırlatmayı bekleyen fincanlar, masa örtüleri… Neden size ait olduklarını hatırlamanın zamanı gelmiştir belki de. Ben benimkini kurcalamaya başladım bile. Uzun zamandır merak ediyor ve takip ediyorum İrem Tanman’ın ODA blogunu. Dekorasyon değil, evler, odalar değil de sanki hayatların blogunu yapıyor gibi. Düşünüyorum da, aylardır açmadığınız çekmecelerden İrem Tanman neler bulurdu kim bilir…

RÖPORTAJ ECE PEKBAŞARAN FOTOĞRAFLAR İREM TANMAN

Bize kendinden ve eğitim hayatından biraz bahsedebilir misin? Beyoğlu İtalyan Lisesi’ni bitirdikten sonra Milano NABA’ da (Nuova Accademia di Belle Arti) moda tasarımı okudum. Şu an ODA (o-d-a.blogspot.com) projemin dışında Blank Mag adlı online dergide ‘I am the guest’ adlı kutuda yazılar yazıyorum ve dekorasyon ve modayla ilgili çeşitli işler yapıyorum. Şu devirde 3 kişiden 2’si moda blogu yaparken sen neden oda blogu yapmaya karar verdin? Üniversitede moda tasarım eğitimi almak kimilerinin sadece giyime meraklı olup seçtiği bir bölüm. Girince yanıldıklarının farkına varıyorlar. Ben sadece modadan değil birçok alandan besleniyorum, yenilikleri takip ediyorum. Modayı hayatımın başköşesine oturtup her gün ne giyeceğimi, neyin moda olduğunu konuşmak, yazıp çizmek hoşuma gitmiyor. Takip ettiğim moda blogları var. Ama asıl ilgimi çeken, her bireyin ruhunun renklerini nasıl ortaya koyduğu ve kendi dünyalarıydı. Evlerle birlikte arkadaşlarımın birçok bilmediğim tarafını keşfettim. Evini çekmek istediğin ilk kişi kimdi? Ve nasıl tepki verdi? Bazen aklınızdaki fikirleri harekete geçirmek için doğru anı beklersiniz. Giuseppe’ nin evine ilk gittiğimde onun eviyle başlamam gerektiğini hissettim. Teklifim ise çok hoşuna gitti. İkimize uyan ilk boş vaktimiz için sözleştik. Ayakkabı tasarımlarını evinin banyosundan salonuna kadar çeşitli köşelerde sergilemeyi seçen, ince zevkli bir İtalyan’dı Giuseppe. Milano senin için 2 kelimeyle nedir?

Milano benim için şehir ve doğal yaşamın doğru dozlarda birleşmiş hali. Ne çok yavaş ne de büyük şehirler gibi insanı yoruyor. Sence Milano İtalya’nın hangi odası ? Burası, İtalya’nın fırsatlar bakımından en zengin şehri. İtalya’nın ekonomik ve finansal kalbi, moda merkezi, bu yüzden de çalışma odası olabilir. Ama benim için Milano, kimi İtalyanın düşündüğü gibi hiçbir zaman sıkıcı ve soğuk değil. Sakin ve keyifli bir ortam. Sanırım nereden geldiğimle de alakalı. İstanbul gibi büyük bir şehre nazaran burası daha az kaotik, daha fazla yeşil alan var. Ulaşım daha kolay ve tarihe saygı çok. Milano’ya taşındığından beri hep aynı evde mi yaşıyorsun? Değiştirdiysen neden? Milano’da çok fazla ev değiştirdim. Üç senenin sonunda ise öğrencilik hayatımın bitişi ile birlikte, olmak istediğim yeri buldum. Evimin çevresinde gittiğim yerlerde yabancılık çekmiyorum. Evimde hissetmem için gereken şeylerden biri de bu. Alışveriş yaparken, kahvemi yudumlarken mahallemdeki esnafla yaptığım sohbet ve gördüğüm gülen yüz beni mutlu ediyor. Kendi evine hiç yabancı bir gözle baktığın oldu mu? Sanırım bakamıyorum. Keşke biri odamı kendi gözüyle fotoğraflasa ve yorumlasa... Kendi dünyamın bir başkası tarafından nasıl algılandığını görmek güzel bir deneyim olurdu. Karşılaştığın odalardaki objelerden “bu benim olmalı” dediğin oldu mu hiç? Nasıl bir objeydi?

Her şey sahibinin yorumuyla, kendi yerinde güzel. Ama İtalyan sanatçı Nino Mustica’ nın evinde gördüğüm dört eski cetvelden biri, beğenmemin ardından tarafından bana hediye edilmişti. Daha sonra ise kendi hazırladığı öğle yemeğine katılarak hoş bir gün geçirmiştim. Ev yemeği davetlerine hiçbir zaman hayır diyemiyorum. Benim için değişik bölgelerin tatlarını denemenin en güzel ve samimi yolu.

Ama asıl İlgİmİ çeken, her bİreyİn ruhunun renklerini nasıl ortaya koyduğu ve kendİ dünyalarıydı Fotoğraflarını çektiğin bir evin aynısını yaptırmak isteyen birine ne dersin? Blogumdan dekorasyon fikirleri alabilirsiniz. Ama tüm evi kopyalamak, tamamı dekoratörce tasarlanan evler gibi sıkıcı olacaktır. Sizi tanımayan birinin size uzattığı giysileri giymek zorunda kalmak gibi… Onların içinde ne kadar rahat edebilir, ne kadar kendiniz olabilirsiniz ki? Yaşadığı yeri ve giysilerini kişiselleştirebilen insanlar ilgimi çekiyor.

55


“Palazzo Orlandi” , Prato, İtalya



“Mert Pozan’ın Atölyesi”, Londra, İngiltere

Evlere ziyaretimde aslında tanıdığımı sandığım insanların bilmediğim birçok yönünü keşfediyorum. Meraklı bir misafir gibi çekmecelerin, dolapların içini açıyorum.

İnsanların kendi yaptıkları sanatsal eserleri kendi evlerinde yaşatmaları hakkında ne düşünüyorsun? Buna bir çeşit bireysel sergi diyebilir miyiz? Beğendiğim bir ‘iş’ ondan zevk almamın yanında, yaratıcısına saygı ve merak duymamı da sağlıyor. Beyaz ve boş galeri duvarlarındansa, sanatçının kendi yaşadığı ve ruhunun daha çok hissedildiği bir yerde sanatsal eserlerini görmek en güzel sergi alanını dolaşmak gibi.

ait olduğunu söyleyebilirim. Girdiğin evlere senden önce binlerce kişi girip çıktı. Neden onlar değil de sen fotoğraflarını çekmeye karar verdin?

Doğal, el yapımı ve nostalji hissi... Porselen tabaklar, fincanlar, kumaş peçeteler, gümüş çatal bıçakların olduğu bir masada yemek yemek çok hoşuma gider. Geçen gün bir arkadaşımın evinde yemekteydik. Masadaki birçok eşya yaklaşık 100 yıl öncesine aitti. Örtünün bazı kısımları yıpranmış olsa da yaşanmışlık hissi, yeni olan birçok şeyden daha değerli benim için.

Kendinize ait bir eviniz olmayabilir ama bir odanız var mı? Virgina Woolf’un da dediği gibi herkesin kendine ait bir çalışma odası olmalı. Burada hayallerinizi, etki altında kalmadan ürettiklerinizi, sizin dünyanızı görmek mümkün. Bunu keşfettiğimde kendime ait notlar almak adına fotoğraflarını çekmeye başladım ve daha sonra bir projeye dönüştürdüm. Evlere ziyaretimde aslında tanıdığımı sandığım insanların bilmediğim birçok tarafını keşfediyorum. Meraklı bir misafir gibi çekmecelerin, dolapların içini açıyorum. Kimi zaman kendileriyle baş başa kaldıklarında evde ne yaptıklarını görmek için beni unutmalarını söylüyorum. Birçok dekorasyon sitesinin yaptığı gibi eşyaların yerini değiştirip, styling yapmıyorum. Benim için önemli olan doğal yaşam izlerini görmek.

Sürekli aynı evde yaşamak bir insanı sıkar mı?

Evini bir çantaya koyup taşıyabilsen, onu hangi şehre götürürdün?

Tam aksine bir yerin ev hissini vermesi için zaman kavramı çok önemli. Benim görmek istediğim detaylar, zamanla şekillenen köşeler. Hatıraların, seyahatlerin, değişimlerin görüldüğü yerler.

Hayalim, çantamı Toskana‘da şarap bağlarının ortasındaki bir tepeye taşımak olurdu.

Porselen sana ne ifade ediyor?

Evlerin kokusu var mı? Evet, sanırım var. Gözlerimi kapayıp bir eve girdiğimi düşündüğümde, biraz vakit geçirdiğim ve bende iz bırakan evlerin kime


“Aslı Abbasoğlu’nun Evi” , Doğan Apartmanı, İstanbul


Aslı Atlet: Nike Gömlek: Maxmara Pantalon: Chloe / Beymen Ayakkabı: Topshop Cansu Gömlek: H&M Yelek: Nike Tayt: A46 Ayakkabı: Good Guys / www.shopigo.com Kolye: Topshop


KOVER STORY

ASLI KAZDAĞLI GALATASARAY ÜNİVERSİTESİ YILDIZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ

CANSU TAŞTAN FOTOĞRAF BEGÜM YETİŞ MODA EDİTÖRÜ CEREN ÇETİNOĞLU


Aslı Atlet: Nike Gomlek: Maxmara Pantalon: Chloe / Beymen Cansu Gomlek: H&M Yelek: Nike

kover story

Vatka.co moda blogunun yaratıcısı Aslı Kazdağlı, Galatasaray Üniversitesi’nde Ekonomi okuyor, ve fotoğrafçı Cansu Taştan ise Yıldız Teknik Üniversitesi İletişim Tasarımı bölümünden mezun.

Aslı Kazdağlı, Cansu Taştan


Vatka.co

Herkesin kendini tekrar ettiği zamanımızda keyif için bir şeyler yaratan kaç kişi kaldı? Karşımda oturan iki heyecanlı kıza bakarken bunu düşünüyorum. Vatka.co iki heyecanlı ve yaratıcı genç tarafından hazırlanan bir moda blogu. Her çekimin kendine özgü bir hikayesi var. Çekimlerinde sadece Türk tasarımcıların markalarını kullanıyorlar ve modellerin hiçbirinin profesyonel bir modellik geçmişi yok. Her hafta keyif için bir araya gelip kafalarındaki konsepti gerçek kılıyorlar. Farklı bakış açıları ve deneysel uygulamalarıyla adlarından söz ettiren bu ikili ile keyifli bir sohbet yaptık.

RÖPORTAJ MERT GÜMREN

Vatka.co blogunu yanlış bilmiyorsam 2012 yılının nisan ayında yayınlamaya başladın. Peki, her şey nasıl başladı? Bu blogu yaratmandaki amaç neydi? Aslı: Vatkayı ilk olarak vatka.blogspot.com olarak açtım. Şimdiki vatka.co konsepti ekimden beri var. Yani 6 aydır falan. Zevk için açtığım bir şeydi. İlk zamanlarda fotoğrafları kendim çekiyordum, teknik açıdan zayıftım. Konsept üzerine fotoğraf çekmek vatka ilk açıldığından beri vardı. Cansu’yla tanışmamız çok ilginç oldu. Burçin diye bir ortak arkadaşımız var. Bir gün Burçin’le oturuyorduk, ona dert yanıyordum. “Çok güzel şeyler düşünüyorum, yapmak istiyorum ama teknik açıdan çok zayıfım.” Çünkü fikir üzerine kurulu olmasına rağmen bu işin yüzde ellisi sonuçta fotoğraf ile ilgili. “Bir arkadaşım var, Cansu diye, çok güzel fotoğraf çekiyor” dedi. Daha sonra iletişime geçip tanıştık ve gerçekten birbirimizi bu kadar iyi tamamlayabilirdik. Cansu olmasa bu kadar iyi işler çıkmazdı. Çünkü ben aşırı photoshop kullanılan fotoğrafları hiç sevmiyorum, doğal olmasını tercih ederim. Bizim çekimlerimiz çok doğal, poz bile vermez mankenler. Cansu da aynısını düşünüyormuş, “bu kadar olur” dedik. Aramızda çok iyi bir ilişki var. Şu anki vatka benim yapmak istediğim vatka oldu. Ben konsepti yaratıyorum ve Cansu’ya veriyorum. Bazen Cansu çekimin nerede olduğunu, modelin kim olduğunu o gün öğrenir. İşin o kısmından sonrasıyla tamamen Cansu ilgileniyor. Zaten Cansu müthiş bir iş çıkarıyor. Cansu: Aslında backstage’de çok fazla iş var. Modelleri Aslı ayarlıyor, mekanları o buluyor, kıyafetler de zaten onun işi.

Çekim yapacağınız zaman, ürünlerini kullanacağınız tasarımcıyı ve modelleri nasıl seçiyorsunuz? Zaten en büyük özelliklerimizden birisi o, profesyonel manken kullanmıyoruz. Hepsi arkadaşlarımız. Bu da hoşumuza gidiyor aslında, çünkü “moda blogu” olma kaygımız yok. Hatta blog bile demek istemiyorum. Daha önce Twitter’da da bahsettiğim gibi, Vatka mini bir dergi gibi. Ama dergide yazı var, bizde o yok. Bizde sadece konsept çekim var. O yüzden etrafımızdaki her şeyi, arkadaşlarımızı dahi Vatka’ya dahil etmek istiyoruz. Vatka’nın daha samimi bir oluşum olmasını istiyoruz. “Stilistlik yapıyorum ama giysi kombinasyonları yerine fikir üzerine gidiyorum” diyorsun. Aslı: Derginizin moda editörü Ceren gibi stilistlik yaptığımı iddia edemem. Benimkisi daha çok bir hikaye yaratmak, bir konsept oluşturmak üzerine. Her çekimin bir hikayesi var. Sadece iki tane moda çekimi var. Fakat onda bile farklı bir şeyler yapma çabası var. “Modeller çıplak kalmasın diye giydiriyorum” da diyemem tabii (gülüşmeler). Kıyafete de önem veriyorum. O konsepte uygun, görsel olarak güzel kıyafetler seçmek gerekiyor. Mesela son çekiminiz “Dorian”ı çekerken düşünce akışın nasıl oldu? Kıyafetleri, modeli ve mekanı nasıl belirledin? Cansu: O mesela normalde çalıştığımız tarzdan daha farklı. O çekim tasarımcının isteği üzerine yapıldı. Aslı:

Tamamen

Türk

tasarımcılar

kullanıyoruz. Normalde moda çekimlerinde ürünleri, bilinen markaların mağazalarından alıp geri veriyorsunuz. Fakat benim amacım yeni tasarımcılarla çalışmak. Bu son çekim de Tuncin Ege’ydi mesela. Tamamen genç, adını duyurmak isteyen ve farklı işler yapan tasarımcılarla çalışmak istiyorum. Türkiye’de böyle güzel işler yapan çok insan var. Bu tasarımcıların da çok ilgisini çeken bir şey. Şu ana kadar “hayır istemiyoruz” diyen bir tasarımcıyla karşılaşmadım, tam tersi herkes teklifimize olumlu bakıyor. Tabii yaptığımız işi yanlış anlayıp katalog çektirmek isteyenler de yok değil (gülüşmeler). Dorian bizim ilk erkek çekimimiz. Açıkçası ben bayağı zorlandım, çünkü erkeğe poz verdirmek gerçekten çok zormuş. Çünkü kadın modele istediğiniz pozu

etrafımızdakİ her şeyİ, arkadaşlarımızı dahİ Vatka’ya dahİl etmek İstİyoruz. VATKA’NIN Daha samİmİ bİr oluşum olmasını İstİyoruz.

63



Model: Betigül Tugaç Fotoğrafçı: Cansu Taştan Stilist: Aslı Kazdağlı Beyaz Büstiyer: Miray Gürsoy Beyaz Pantolon: Boz Sisters Etek: Boz Sisters Clutch: Boz Sisters Vatka.co‐“Lane5”, İstanbul 2013


Vatka.co‐“Dorian”, İstanbul 2013

Model: Murat Kaynun Fotoğrafçı: Cansu Taştan Stilist: Aslı Kazdağlı Bütün kıyafetler: Tuncin.Ege


Vatka.co

Her çekimin benim için ayrı bir yeri var. Her çekimin tarzı farklı, ve Vatka’nın da en sevdiğim yanı bu.

verdirebiliyorsunuz ve estetik duruyor. Fakat kafamızdaki pozları erkeğe verdirince yanlış görünebiliyor. O yüzden elimizden geldiği kadar farklı poz verdirmeye çalıştık. Normalde o çekimi dışarıda yapacaktık. Fakat hava inanılmaz soğuktu. Bir anda durduk, ve ben amcamı aradım, “sizin eve geliyoruz” dedim. Beş dakikada mekan değiştirip, çekimi amcamın evinde yaptık. Bizde böyle gerçekten ve çekimler de bir saatten fazla sürmüyor. Cansu: En uzun çekimimiz herhalde havuzda yaptığımız çekimdi. 3-4 saat sürdü. Genelde çekime başlarken Aslı’nın kafasında bir kare oluyor. Diğer fotoğrafları o karenin üzerinden geliştiriyoruz. İlk kare de genelde kapak fotoğrafı oluyor, ve konsepti veren isim ona ait oluyor. Fakat havuz çekiminde aklımızda bir kare yoktu. Bayağı spontane gelişti her şey. Aslı: Mesela Boz Sisters ile çalıştık ve ilk defa bir çekimde bu kadar fazla kıyafet oldu. Çekimimize bir nevi sponsor oldular. O çekim o yüzden rahat geçti. Ama bazen kıyafet ayarlamak sorun olabiliyor. Kıyafet seçmek de kolay olmuyor. Ben üniversitede okuyorum, Cansu da çalışıyor. O yüzden hangi kıyafetleri seçeceğimizi önceden ayarlıyoruz. Seçtiğiniz kıyafetin mankenin üzerinde nasıl duracağını bilmemek de büyük sıkıntı yaratıyor. Genelde kıyafetleri almadan kendi üstüme giyiyorum. Fakat bazen benim üzerimde güzel duran şey mankende güzel durmayabiliyor. Bugün çekimde çok ara verdik mesela. Ben çekimlerde ara vermeyi sevmiyorum. Çünkü çekime başladığınızda olayın içine giriyorsunuz ve ara verdiğinizde aklınıza gelen güzel şeyler kaybolabiliyor. Bu yüzden bir saatin içine bütün çekimi sığdırmaya çalışıyoruz ve biz genelde çektikçe açılıyoruz. İlk kareler genelde bize de güzel gelmeyebiliyor, fakat sonlara doğru iyi işler çıkardığımızı hissediyoruz. En iddialı, en beğendiğiniz çekim sizce hangisi? Cansu: İlk çekimimiz “Parasite” biraz unutulsa da bence en iyisi o.

şekilde iyi bir çekim oldu Aslı: Cosy de tamamen Cansu’nun işidir. Çünkü çok normal bir çekim yapmıştık ve Cansu inanılmaz bir teknik kullanarak fotoğrafları düzenledi. Fotoğrafları bana yollayınca ağzım açık kaldı. Cansu: Çekim çünkü normalde kötü geçti. “Hiçbir şey çıkmadı galiba” diye düşündük, moralimiz bozuldu. Aslı: Aslında hep öyle dediklerimiz çok iyi çıktı. Cansu: Daha sonra ben bir şeyler denemeye başladım. Daha sonra Aslı’ya “ya çok beğeneceksin, ya nefret edeceksin yaptığım şeyi” dedim. Aslı: Genelde nefret ettiğim olmuyor tabii, hep çok beğeniyor oluyorum. Ben Vatka için hep “bebeğim” derim. Çünkü gerçekten şu anda bebektir, büyüyünce iyi bir yere gelmesini istiyorum. Her çekimin benim için ayrı bir yeri var. Her çekimin tarzı farklı, ve Vatka’nın da en sevdiğim yanı bu. Çünkü bakıyorsunuz bir yerde kıllı göbekli adam var, bir yerde çiçekli böcekli, güzel kızlar var. Son çekim mesela, moda çekimi oldu. Nereden buldunuz göbekli adamları? Tabii ki bu soruyu sormak biraz saçma, sokağa çıksan göbekli adama çarparsın. Hatta karşınızda ben varım. (gülüşmeler) Cansu: Aslında fotoğrafta göründüğü kadar kötü değiller. Onun konseptini oluştururken kızın çok güzel, erkeklerin çirkin olması gerekiyordu. O zıtlığı yakalamak için bayağı photoshop’ladım fotoğrafı, bilerek olduğundan kötü göstermiş olabilirim. (gülüşmeler) Aslı: Aslında o çekimdeki amaç kıllı erkeklerle, o kızın zarifliği arasındaki zıtlığı yakalamaktı. Çok ilginç tepkiler geldi. Mesela takıların tasarımcısı olan Dilara Edipbalkır çekimimizi inanılmaz beğendi. Nefret edenler, “midem bulandı, sabah sabah bunu görmek zorunda mıyım” diyenler de oldu.

Aslı: Çünkü onun anlatmaya çalıştığı şey çok güzel.

Fikirleri nasıl buluyorsunuz? Mesela “Salad” çekimi aklına nasıl geldi? Salata mı yapıyordun?

Cansu: Ayrıca “Cosy” de beklenmedik bir

Aslı: Fikirler bir anda geliyor, üzerinde

67



Aslı Elbise: Alice + Olivia / Brandroom Bluz: Ralph Lauren / Brandroom Ceket: American Retro / www.shopigo.com Fular: Vakkorama Ayakkabı: Prada / Beymen Cansu Bluz: American Retro / www.shopigo.com Ceket: Sportmax Pantalon: Maxmara Ayakkabı: Stradivarius Gözlük: Editöre ait


kover story

Hala biraz deneyseliz ve bu deneyselliği çok seviyorum. Şu an, eğer birileriyle çalışıyor olsaydık bu kadar özgür olamazdık.

düşünürseniz bulamıyorsunuz. Sürekli bir şeyleri deneyimlemek lazım galiba. Sadece Cansu’yla bir konu hakkında konuşurken bile aklıma gelir. Ya da bir film izlerim, müzik dinlerim, tamamen bir dış etken gerekiyor. Çok dergi takip etmiyorum, ve çok fazla da hoşuma gitmiyor bu. Oradaki bir şeyden etkilenirim diye çok korkuyorum. Çok beğendiğim birinin çekimi oluyor, öyle alıyorum. Başkalarının yaptığı işlerden etkilenirim diye korkuyorum. Çünkü şu anda zihnim yeterince boş ve iyi, başka şeyler onu kirletsin istemiyorum. İşleri büyütüp, Vatka.co’yu ileride bir şirket haline getirmeyi düşünüyor musunuz? Aslı: Evet. Bazen ekonomi okumanın getirdiği hevesle, “Vatka’yı daha ticari bir iş haline nasıl getirebiliriz?” diye düşünüyorum. Sonuçta zevk için yaptığımız bir şey, fakat bunun para kazandırmasını tabii ki isteriz. Bunu sırf daha iyi işler yapabilmek için bir sermaye oluşturmak gibi düşünebiliriz. Bence farklı bir şey yapıyoruz ve bunun herkes tarafından bilinmesini istiyorum. Şu anda tanınabilirlik konusunda o kadar uğraştığımızı söyleyemem. Instagram, Twitter gibi sosyal platformlarda var olmamıza rağmen, yaptığımız işi insanların gözüne sokarcasına paylaşmıyoruz. Yaptığımız işleri beğenen belirli bir izleyici kitlemiz oluşsun istiyoruz. Bence iyi bir iş yapıyorsan, bir şekilde adını duyuyursun. Cansu: Hala biraz deneyseliz ve bu deneyselliği çok seviyorum. Şu an, eğer birileriyle çalışıyor olsaydık bu kadar özgür olamazdık. Vatka, bizim için bir oyun alanı gibi. Aslı: İnsanlar bana “Neden bir dergide stilistlik yapmıyorsun?” diye soruyorlar. Bunun tabii ki çok iyi bir deneyim olacağına inanıyorum, fakat ben acemi olmayı daha çok seviyorum. Bu sayımızın konusu iki. Vatka da

doğası itibari ile iki adet kullanılan bir aksesuar. Aynı zamanda şu anda iki kişi çalışıyorsunuz. Vatka ismini nasıl buldun? Aslı: Gerçekten isim konusu üzerine çok düşündüm. Kesinlikle Türkçe olması gerekiyordu. Çünkü tasarımcılar ve modeller Türk olacaktı. İngilizce isme de pek sıcak bakmıyorum açıkçası. Modayla ilgili kelimeleri aklımdan geçirirken, aklıma bir anda vatka geldi. Ve vatka ismine daha sonra bir anlam yüklendi. İki kişi çalışıyor olmamız ve aramızda bir dengenin olması. Ayrıca kadına güç ve güven veren bir simge vatka. İki kişi çalışmak nasıl bir duygu? Aslı: İki kişi çalışmak çok keyifli. Her şeyi tamamen bir iş bölümü ile yapıyoruz. Kimse kimsenin işine karışmıyor. Zaten Cansu ile zevklerimiz çok uyuşuyor ve ortaya çok uyumlu bir iş çıkıyor. Cansu’yla iyi bir arkadaş olduğumuz için de çok iyi bir ikili olduk. Çünkü birimiz sıkıntılı durumdayken, bir şeyler üretemediğimiz zamanlarda, hasta olduğumuz zamanlarda, birbirimize enerji veriyoruz. Cansu: Zaten tam tersi hastayken, modumuz düşükken çekime gelince kendimize geliyoruz Aslı: Biz bu arada çekim günü dünyanın en mutlu iki insanıyız. Hele Cansu’dan benim mailime çekimin bitmiş hali geldiğinde, keyifle yarım saat boyunca ona bakarım. Fotoğrafları siteye yükledikten sonra da sürekli açıp açıp bakarım. Ne kadar sürede bir çekim yapıyorsunuz? Belirlediğiniz bir periyot var mı, yoksa fikir geldikçe mi? Cansu: Her hafta bir şeyler koymaya çalışıyoruz aslında, hatta en başta haftada iki tane koyalım diye düşünmüştük. Bazen çok yoğun olduğumuz zamanlarda bile haftada bir çekim koyuyoruz. Aslı: Çünkü ilk başta kesin haftada iki tane koyalım diyordum. Fakat mekanı ve


Vatka.co

Model: Ece Görücü Photographer: Cansu Taştan Styling: Aslı Kazdağlı Cardigan/Hırka: W Collection Silk skirt/Ipek etek: Eleni Vintage Trenchcoat/Trençkot: Eleni Vintage Pants/Pantalon: Vatka Design

Vatka.co‐“Cosy”, İstanbul 2013



73

Model: Betigül Tugaç Fotoğrafçı: Cansu Taştan Stilist: Aslı Kazdağlı Beyaz Pantolon: Boz Sisters Etek: Boz Sisters Clutch: Boz Sisters Vatka.co‐“Lane5”, İstanbul 2013


kover story

modeli ayarlamak o kadar kolay olmuyor. Genelde insanların okulu ya da işi oluyor. Kalitesiz bir iş ortaya çıkacağına, haftada bir iyi iş çıkarmanın daha uygun olduğuna karar verdik. Çünkü Vatka ikimiz için de bir portfolyo niteliği taşıyor. Şimdi de daha bireysel sorulara geçelim. Vatka.co’daki fotoğrafçılığın yanında Cassette Butik’te çalıştığını biliyoruz. Bize yaptığın işten biraz bahseder misin? Cansu: Cassette Butik’te bir senedir ürün fotoğrafı çekiyordum. Şimdi daha çok modelli ayakkabı fotoğrafları çekiyorum. Gerektiğinde grafik tasarım açısından da yardımcı oluyorum. Yaptığın işler kısmında Cool Pretender at Perception Benders yazıyor. Perception Benders nasıl bir oluşum çok merak ettim? Perception Benders Halit Soysal’ın kurduğu bir oluşum. Sanat yönetmenliğini yaptığım Yiğit Hepsev’in “The Edge” filmi bu ekibin bir işi. Ekip çalışması bakımından tam bir Benders işi. Fakat şu anda yapım aşamasında. Hatta şu anda ses tasarımı yapılıyor. Özünde tasarım olan pek çok iş yapıyoruz. Müşteriye yapılan bir iş olmaktan çok, ekip olarak kendimiz işler çıkarıyoruz. Perception Benders bir nevi proje ekibi, proje evi diyebiliriz. Moda fotoğrafçılığına nasıl başladın? Üniversiteye girmeden önce başladım diyebilirim. Kafamda moda tasarımı yapma fikri de vardı. Fakat “profesyonel” olarak çekim yapmaya Vatka’yla başladım. Üniversiteden mezun olurken ilerde ne yapacağına dair bir fikrin var mıydı? Fotoğrafçı olacağımı düşünmemiştim aslında. Ama dediğim gibi fotoğraf, hayatımda her zaman vardı. Bir şekilde beni buldu ve ben de hayır demedim. Bir sürü arkadaşım aslında fotoğrafçı olmamı yadırgıyor çünkü aldığım eğitimden dolayı aslında tasarımcıyım. İnternette aynı zamanda yazı yazdığın iki tane de blogun olduğunu biliyoruz. Another New Order ve True Stories For Fake Lovers... Çok fazla yazı da yazmışsın aslında. Evet, doğru. Liseden beri yazı da benim hayatımda hep var olan bir şeydi. Aslında çok fazla blog açıp kapattım. Mesela True Stories For Fake Lovers adı da aslında çok eskiden yazdığım bir yazıdan geliyor. Genelde kişisel hikayeler yazdım, hiç profesyonel yazmadım. Günlük yazmak yerine yaptığım bir şey gibi. İleride sinema sektöründe çalışmak ister misin? İki tane kısa filme sanat yönetmenliği yaptığın için bu soruyu sormak doğru olur. Evet, ikisi de aslında arkadaşlarımın kısa filmleriydi: Edge ve Somewhere. Tabii çevremdekiler nelerle ilgilendiğimi bildikleri

için böyle teklifler geldi. İleride de sinema ile ilgili bir şeyler yapmak isterim tabii ki. Klip çekmeyi de özellikle isteyebilirim. Fotoğrafçı olmamın da bunda etkisi büyük. Geriye baktığım zaman görüyorum ki aslında 10 senedir ben aynı şeyleri yapıyorum, gerçekten yaptığım şeyler gelip beni buluyorlar.

Dikkat etmişsinizdir erkek olan çekimlerimiz daha az. Ancak bundan sonrası için daha fazla kişinin olduğu, erkek ve kızların da karışık bir şekilde bulunduğu çekimler yapacağız.

Mesela Pravda Magazine de seni bulmuş diyebiliriz değil mi?

Asıl projeler şimdi geliyor. Türkiye’nin değişik yerlerinde çekimler yapmak çok istiyorum. Kapadokya, Ayvalık, antik şehirler çok ilgimi çekiyor. Artık yazın da gelmesiyle beraber daha kalabalık insanlarla çalışmaya başlayacağız.

DeviantART’taki hesabımdan bulmuşlardı beni. Aslında ilk moda çekimim o olabilir. Hatta benim o zaman profesyonel makinem bile yoktu, arkadaşımın makinesiyle çekmiştim. O zamanki yakın arkadaşlarımla beraber “hadi bir çekim yapalım” diyerek yaptığımız bir çekimdi. DeviantART’a koymuştum, onlar da beğendiler ve yayınladılar. Şimdi Aslı’nın sorularına geçelim. Genelde nasıl giyinmeyi seversin? Bana çevremdekiler genelde hep farklı tarzlarda giyindiğimi söylüyorlar. İddialı hiç giyinmem, sevdiğim tarzda belirli bazı şeyler var ve onları özellikle hep kullanırım. Ama çok farklı olmak gibi bir amacım yoktur. Gömlek, ceket giymeyi seviyorum. Marie Claire’de vardın sanırım?

geçtiğimiz

aylarda

Evet şubatta çıktım, blogger olarak. Aslında kendimi blogger olarak tanıtmam pek. 5 tane fotoğrafım çıktı, Vatka ile ilgili de bilgi vardı. Bana dergide olmak ister misin diye mail attılar, ben de tamam dedim. Evde olan kıyafetlerden 5 tane kombin yapıp yolladık. Giyinirken hangi ikiliyi kullanmayı tercih edersin?

daha

çok

Güzel bir elbiseyle, sivri topuklu ayakkabı. Moda çekiminde en çok zorlandığın şey ne oluyor? Çok kısa zamanda işi yetiştirmeye çalışmak bence en zoru. Bir saat yerine iki saat olsa belki çok daha güzel şeyler çıkartabiliriz ama maalesef zaman yok. Hava şartları da çok etkiliyor. Soğuk havayı sevmiyorum mesela ve bu yüzden soğuk olunca modum da düşük oluyor. Modelin de üşümesi hoşuma gitmiyor. Onun dışında, eğer kafamda olanı tam olarak yapamıyorsam o zaman da kötü hissediyorum tabii ki. İyice zorlayıp yine de güzel bir şey ortaya çıkartmaya çalışıyorum ama. Profesyonel modelle çalışmıyor olmamız da bazen zorluk yaşatıyor. Mankenlerden poz vermelerini pek istemiyoruz zaten. Genelde mankeni harekete geçirmek için onunla konuşuyoruz. Ama sonuçta mesela o heyecanlandığında onu rahatlatmaya çalışmak gerekiyor. Erkek çekimi de biraz zor. Kızların estetik görünmesi erkeklerden biraz daha kolay bence. Kadını çektiğin gibi erkeği çekemiyorsun.

Yaz yaklaşıyor. Heyecanlı projeleriniz var mı?

Aranıza başka birini almayı düşünür müsünüz peki ? Pek düşünmüyoruz aslında. Biz ikimiz tarz olarak o kadar uyuştuk ki, bunu değiştirmek istemiyoruz. Ben başka biriyle bu kadar rahat çalışamam gibi hissediyorum. Bu güzel ortamı da bozmaya hiç gerek olduğunu düşünmüyorum. Çocuğu iki kişi büyütsün diyelim. Peki bunu basılı bir iş haline getirmeyi düşünüyor musunuz ? Baştan beri çok istedim dergi olsun diye ama Türkiye’de bu tarz konsept üzerine çalışan dergi çok az, neredeyse hiç yok. Yurtdışında mesela konsept dergiler çok fazla. Türkiye’de de bence mutlaka olmalı. Aslında çok iyi bir pazar var ve moda sektörü de çok gelişmekte. İnsanlar bilinçlendi, daha farklı bakabiliyorlar. Dergi de başlı başına bir sanat, bir şey üretiyorsun. Mesela farklı işlerin toplandığı bir dergi, çok fazla yazı olmasından ziyade daha hoş olabilir. O yüzden aslında tam dergi diyemiyorum. Ama elde tutup ona dokunmak farklı bir şey, olmasını çok isterim. Ancak şu an için hiç acelemiz yok, her şey çok güzel gidiyor. O zaman son bir soru, Türkiye’de yaşamıyor olsanız hangi ülkede yaşamayı tercih ederdiniz? Berlin mi Paris mi? Cansu: Kesinlikle Berlin. Aslı: Ben ederdim.

Londra’da

yaşamayı

tercih


Vatka.co

75

Model: Selin Özer Fotoğrafçı: Cansu Taştan Stilist: Aslı Kazdağlı Yün kazak: Yargıcı Jean: Mavi

Vatka.co‐“Bottling”, İstanbul 2012


İçimde, dünyadaki saklı cennetlerden bir tanesini keşfetmiş olmanın verdiği tarifsiz his ve cebimde lavantamla, yeşillikte bir nokta olana dek yürüyorum.

Monschau, Aachen, North Rhine-Westphalia. Almanya, 2013


LAVANTA Bilgi Üniversitesi

YAZI & FOTOĞRAF AŞİYAN NİLÜFER

Gözlerimi açtım. Saat on ikiden sonra bütün içkiler şarap mıdır bilmem ama gecenin bir yarısı gözlerini açtıktan sonra bütün tavanların en iyi arkadaş oldukları kesin. Minicik yatağımı okyanus zannederek, sanki gidecek çok yerim varmış gibi bir sağa bir sola dönüp durmam ve sonrasında pes edip yeniden tavanla buluşmam yaklaşık on beş dakikamı aldı. Mersin’e gidenlerin ülkesinde inadına tersine gitmeye çalışan o insan benim ya, biliyorum kitap da okusam, müzik de dinlesem, zaten kaçan uyku, geri gelmek şöyle dursun, bu defa kabak çiçeği gibi açılacaktı. Uykusuzluktan kıvranıyorken uyuyamıyor olmanın en büyük çaresizlik olduğunu bir kez daha hatırladım ve yataktan kalktım. Yıl 2009, aylardan Haziran. Brüksel’den, Avenue Albert Jonnard’da bulunan 52 no’lu apartmandan çıkıp arabaya bindikten sonra ne ara Almanya sınırını geçmişiz hiç kimse bilmiyor. Yok canım, sınırı geçmişiz dediysem de fazla ciddiye almayın. Belki de bugüne kadar yapmış olduğum en cüzi, en alçakgönüllü, en bir kilometreyi bile aşmayan sınır geçişiydi. Arabadan iniyoruz. Etrafın yeşilliğini anlatmaya hangi tasvirin gücü yeter ki diyorum o an. Ormanın ortasından yol geçirmemişler de, zaten var olan yolun etrafını ormana dönüştürmüşler sanki. Kenarı taşlarla döşenmiş yokuşlu bir patikadan aşağıya doğru iniyoruz. İnsanların sesini bastıracak denli coşkulu nehir şırıltısı lafımızı bölerken huzurun en yoğun halinin içime işlemeye başladığını hissediyorum. Ufacık bir yere çıkıyoruz sonunda. Öyle ufak ki, ancak yaşadığımız şehirlere bir semt olabilecek büyüklükte, belki o kadar bile değil. Ortalama boyda iki insanı ayakta durur vaziyette üst üste koyun, işte hiçbirinin uzunluğu o iki insanı geçmeyen evlerin arasından yürüyoruz. Her evin, her dükkanın, her restorantın içinden cıvıldayan insan sesleri geliyor. Sadece o gün değil, her gün cıvıldadıklarını anlamamız uzun

sürmüyor. Etrafımda bakmadığım tek bir küçük ağaç bile kalmasın diye yürürken bir adama çarpıyorum. Panikle özür dilemeye çalışırken bana gülümsüyor. Cebinden çıkardığı minik bir lavanta çiçeğini uzatıp, günümün geri kalanında da şimdiki kadar hayranlıkla gezmemi, daha onlarca insana çarpmamı diliyor. Şaşkınlıktan teşekkür bile edemiyorum; ama biliyorum, yüzüme yerleştirdiği o kocaman gülümsemeden daha büyük teşekkür olamaz böyle güzel insanlara. Tam o sırada, karşımızda duran kilisenin arkasından sekiz dokuz tane çocuk bisikletlerini çınlatarak bize doğru geliyorlar. Sound of Music filmini izlerken Alpler’de Do Re Mi naralarıyla koşuşturan çocukları hatırlıyorum. Aynı onlar gibi, yalnızca başka güzel bir yerde, başka güzel şarkılar eşliğinde, okullarına doğru kayboluyorlar. O an, bulunduğum yerin gerçek olduğuna dair inancım sarsılmaya başlıyor. Bir film platosu olabilir burası ya da gerçekten devasa inşa edilmiş, harika dekorasyonlu bir sahne. Yürümeye devam ediyoruz. Kapısı beyaz, kendisi kırmızı bir köprü görüyorum. Köprünün ardında mavi panjurlardan gözleri, pembe çiçeklerden dudakları olan, kahverengi bacasından dalgalı saçları süzülen bir ev var. O güne kadar yalnızca masal kitaplarımda gördüğüm ev karşımda en canlı haliyle duruyor şimdi. İnanamıyorum. Heidi mi gelecek birazdan kolunda Peter’le? Yoksa yakışıklı prens mi çalacak kapıyı, ayakkabının öteki tekini bulmak umuduyla? Onun yerine köprünün kapısında, ev sahibinin mesleği ve isminin yazılı olduğu bir levha görüyorum. Bir doktor. Bildiğimiz, tıp fakültesi mezunu, insanları tedavi eden, milyonlarca doktordan ve doğal olarak milyonlarca insandan yalnızca bir tanesi. Tıpkı senin gibi, tıpkı benim gibi… İnanıyorum bu defa, kıskanarak da olsa. Ve işte tam olarak o doktorun ismini okuduğum an idrak ediyorum orada da gerçek bir hayat olduğunu. O kasabadaki çocuklar da, her

gün aynı rutinle uyanıp okullarına gidiyorlar. Fırıncı her sabah ekmeğini yapıyor, garson çalıştığı kafeye gidiyor, rahip kilisesinin yolunu tutuyor, kartpostalcı amca dükkânını açıyor, pastacı teyze en güzel keklerinden yapmaya koyuluyor, yine, yeniden, tıpkı her sabah olduğu gibi ama tek bir farkla: Oradaki çocuklar da, anneler babalar da, fırıncılar da, garsonlar da, rahipler de, kartpostalcı amcalar ve pastacı teyzeler de her sabah gözlerini, hayal etmenin sonuna kadar özgür olduğu bir dünyaya açıyorlar. Onların kasabasında kuşlar yüzerken balıklar uçuyor. Bulutlar renk renk, nehirler konuşuyor. Gökyüzü her daim, bir Beirut melodisi kadar mutlu kokuyor. İnsanlar ceplerinde lavantalarla dolaşıyorlar ve belki de bir hayalin en ulaşılmaz yanı olarak, mutsuzluğa yer olmayan bir kasabanın sakinleri olarak yaşadıklarını biliyorlar. Huzurla, mutlulukla, eh, biraz da buruklukla, az önce indiğim yokuşu çıkmaya koyuluyorum bu defa. İçimde, dünyadaki saklı cennetlerden bir tanesini keşfetmiş olmanın verdiği tarifsiz his ve cebimde lavantamla, yeşillikte bir nokta olana dek yürüyorum. Gözlerimi açtım. Her şey çok karıştı şimdi. Saat içkiden sonra bütün on ikiler şarap olmuş ya da tavanın bir yarısı bütün en iyi arkadaşlar geceye dönüşmüş. Kucağımda bilgisayarım, karşımda Monschau kasabasının resimleri. Bazen güzel anıları hatırlamak uykusuzluğa çok iyi gelirmiş, onu fark ettim. Gülümsedim.

77


Aynı annenin karnından çıkan iki insan birbirini ne kadar tamamlayabilir? Lal’in gösterdiklerini Dilara yorumluyor, ve bize uyumlu olmak için tıpatıp aynı olmak zorunda olmadığımızı hatırlatıyor.

fotoğrafçı

LÂL OMUR Parson’s


yazar

DİLÂRA OMUR Bilgi Üniversitesi (MA)

79


Lal - Dilara Omur

31 Herkes kaybettiklerini bulmaya gidiyor ormana, hayalindekine benzer biri olmaya, ıssızlığın ortasında yeni bir lisan konuşmaya, yeni bir adım atmaya bir yürüyüş, bir tempo, bir hız tutturmaya. Ormana, öğlenle akşam arası bir zamanda, bir arayış sonlandırmaya, bir çözüm uydurmaya, bir yenilikte kendini yıkayıp, belki bir umutla kurutmaya...

FOTOĞRAFLAR LAL OMUR

19 Yarısından biraz azı güneşte, öteki yarısı tamamıyla gölge, elektrik telleri ve sepya bir güneş tepesinde, öyle aheste, sakin, bir yerleri, bir beklentiyi izliyor herkes. Öyle sabır, sebat bir hikayeyi bekliyor. İyi hikayeler gölgede kalan kısımda başlıyor, en iyi hikayeleri ne kadar ürkütse de gölgeler doğuruyor.


Lal - Dilara Omur

33 Güz geldi mi aynı çekince dolaşıyor yüzünde, bir kemirgen gözlerinin altını dişliyor: altında irisin, yuvarlağın, ışığın başka biri beliriyor. Sonbahar kabuğunu yeniden kırıyor, her kırılan kabuğun altında iki kadın nöbet tutuyor birlikte. İki kadın birden bağırıyor her kabuk kırana, iki kadın birden dikiş tutturuyor lazım olduğunda. Her sonbahar bir hüzün, öyle edepli ve sakin, öyle iki kadın kadar büyük ve gösterişli... Öyle ıssız, yalnız, yağmur, öyle mahmur bir şey güz belki.

YAZI DİLARA OMUR

12 En deniz yerinden gülmeye başlıyor insan. En temiz yerinden. En güneşli, en velet, en kısmetli köşelerinden... İyi uyanacağı bir rüyaya düşer gibi, hep sahile açılan merdivenlerden iner gibi, içindeki en dalgalı en acıklı hikayenin acısı nihayet diner gibi. Sürükleyici bir mizahla, karnından kabaran lavlarla hatta hayata açılır gibi, ne varsa yaşam namına hepsine karışır gibi, her kimse aynen ona dönüşür gibi, bir hıçkırık kadar kısa ve gerçek veya bir kahkaha, öyle humar, öyle hümur halinde: işte tam orada başlıyor neşe.


RÖPORTAJ MÜGE TÜZER

LÂL OMUR

Tam olarak ne yaptığını anlatır mısın biraz? Lal: Şu an Parsons’da 3. sınıfta product design okuyorum ama uzağım biraz mevzudan. Okula ilk girdiğimde çok hevesliydim, kendi kendime “çok başarılı olacağım” diyordum. Derken tasarımların bu kadar büyük miktarlarda tasarlanıp bu kadar kalabalık kitleler için yaratılıyor olması beni soğuttu. Butik insanıyım sanırım. Ben de fotoğrafçılığa yöneldim diyebiliriz. Arşiv niyeti gören fotoğraflar benim için bir anda farklı bir anlam kazandılar ve fotoğraflarımı yayınladığım site, Paint It Blurry çıktı karşınıza. Fotoğraf çekmeye başlamıştın?

ilk

ne

zaman

Lal: Lise 1’den beri fotoğraf çekiyorum ama eski fotoğraflarımla yeni barıştım. Birbirinizin yeteneklerini çalmak istediğiniz oldu mu? “Lal’in kadrajını istiyorum, Dilara’nın kalemini istiyorum”? Lal: Olmadı. Aslında Dilara da iyi fotoğraf çeker ama kendini yazıyla ifade etmeyi seçti. Ben de pek oraya yanaşmadım. Yazıyı onun gibi gördüm diyebiliriz. Yazı onun olmasa yazar mıydın? Lal: Olabilir. Yazabileceğimi biliyorum ama yazı asla beni rahatlatan şey olmadı, belki de o yüzden uzak durdum. Aynı evde, aynı anneyle büyürken neler sizi farklı noktalara itti? Lal: Dilara çocukluğundan beri deli gibi kitap okurdu. Bense 5. sınıfa kadar televizyonun önünden kalkmadım sanırım. Ne zaman okul değiştirdim ve yalnız kaldım o zaman kitap okumaya başladım.

En sevdiğin program neydi? Lal: En sevdiğim program ne, onu bile bilmiyorum. Her şeyi izlerdim. Belki de bu yüzden kamera benim oldu. İzlediklerimi çekebileyim diye. Otorite savaşı mı? Herkes kendi yoluna mı? Lal: Çok kavga ederdik. Beni kelimeleriyle döverdi. Buna otorite savaşı denir mi bilmiyorum. Ona verecek cevap bulamazdım, ben de fiziksel olarak karşılık verirdim. Ne zaman o üniversiteye gitti ve ben kendi başıma kaldım, o zaman düzeldi işler. Dilara’yı kafamda çok idolleştiriyordum ve bu beni güçsüz ve mutsuz hissettiriyordu. Kendi başıma kalınca ben ben oldum ve artık üzerine kavga edecek bir şey kalmamıştı. Hiç aynı çocuğa tutulduğunuz oldu mu? Lal: Hiç aynı çocuğa aşık olmadık. Biz zaten birine aşık olduk mu çok uzun sürüyor yol, aynı kişiye aşık olduğumuzu düşünemiyorum. Tam bir felaket olurdu. Hayalinizde “Omur kardeşler” olarak gerçekleştirmek istediğiniz bir proje var mı? Lal: Aslında şu an Klok için yaptığımız şey hayallerimizden bir tanesi. Aynı şeye bakıp tamamıyla farklı şeyler görüyoruz. Bu da bizi tamamlayıcı kılıyor. Fotoğraf kitabı çıkarmak istiyordum. Çok hayalperestimdir, hemen heveslenirim. Ben çekeceğim, Dilara altına yazı yazacak diye düşünüyordum. Ama beğendiğim fotoğrafların sayısı az geldi. Peki neden Paint It Blurry? Lal: Rolling Stones’un Paint It Black şarkısını ve deyimin kendisini çok seviyorum ama telif hakkıyla savaşmak istemedim. Siyahın yerine geçebilecek kadar sevdiğim bir renk de

olmadı. Bir arkadaşımın da tavsiyesi üzerine Paint It Blurry de karar kıldım. Kafamda bir hikâye yarattım. Bulanıklık hoşuma gitti. Doğru yanlış, gerçek yalan yok. Her şey mümkün çünkü her şey bulanık. Hayatın her alanını her anını kapsayabilecek bir şey yaratmak amaç. Senin için fotoğrafçı kim? Bir insanı fotoğrafçı yapan ne? Lal: Kim kendine fotoğrafçı demek istiyorsa o fotoğrafçı olabilir sanırım. Bu ünvana karar verebilecek bir otorite gibi hissetmiyorum kendimi. Hatta kendimi fotoğraf konusunda oldukça cahil buluyorum, genelde basit ayarlara hakimim. Çektiğim fotoğraflar nasıl çıkacak hiçbir zaman emin olamıyorum. Ama sevdiğim ve yansıtmak istediğim tam da bu. Olduğu gibi çıkmasın kareler. Bulanık, çok koyu, çok açık veya efektsiz olsunlar, yeter ki insanlara benim o anda gördüğümden daha fazlasını gösterebilsinler.


DİLÂRA OMUR

Tam olarak ne yaptığını anlatır mısın biraz? Dilara: 2011’den beri kendi internet sitem Hamamda Deli Var’da yazılar yazıyorum. Güncel olaylar, kültür sanat konuları, anekdotlar, hikâyeler derken bana dokunan mevzuları paylaşmak, bu paylaşımla insanlara ulaşmak derdindeyim. TimeOut İstanbul’un İngilizce sayılarında film yazıları yazdım bir ara. Halen sıklıkla Milliyet Sanat’ta film yazıları yazıyorum. Bir yandan rastgele çektiğim fotoğraflara verybriefstories.tumlbr. com’da kısa hikâyeler yazmaya başladım. Dilara: Bilmem beni niye konu ettiniz? Lal ile tuhaf bir abla-kardeşiz diye belki veya aksine belki de çok tipik bir ikiliyiz. İnsanlar baksın kendilerinden bir şeyler bulsun dediniz belki de. Tetris gibisiniz diye galiba. Parçalar yerine çok güzel oturuyor. Peki, birbirinizin yeteneklerini çalmak istediğiniz oldu mu? “Lal’in kadrajını istiyorum, Dilara’nın kalemini istiyorum.”? Dilara: Kabiliyetin göz rengi gibi safi Allah vergisi bir şey olduğunu düşünmüyorum. Düşe kalka hayatta kendine yer açmaya çalışırken bir yerlere, bir şeylere illa tutunuyorsun. Ben yazıya tutunmuşum, yazı da beni geriye itmemiş neyse ki, “gel soluklan” demiş. Lal de fotoğrafa tutunmuş, hikâyesi onu oraya getirmiş. Dolayısıyla kabiliyetini çalmak arzum olmadı hiç. Kabiliyetleri, hikâyesinin bir parçası çünkü. Kabiliyetini çalmak istemek, bana göre, hikâyesini çalmak istemek gibi bir şey, bu yüzden hem manasız hem tuhaf bir arzu olurdu bu. Aynı evde, aynı anneyle büyürken neler sizi farklı noktalara itti? Dilara: Mizaç bir kere yadsınamayacak denli önemli bir şey bence insanın karakter gelişiminde. Aynı uyaranlara herkes aynı tepkiyi vermiyor. Aynı evde büyürken de zaten birebir aynı şartlarda, aynı beklentilerin ağırlığıyla büyümüyorsun. Yani farklı özgürlük alanlarıyla büyüyorsun, aynı evde aynı ebeveynlerle de büyüsen, farklı sınırları

zorlayarak, farklı yerlerinden kırılarak. Küçük kardeşin yetişmeye çalıştığı bir hikâyesi var, büyük kardeşin hikâyesi mesela. Veya büyük kardeş küçük kardeşin hafifliğine özeniyor bazen. Farklılıkların olması kaçınılmaz bu anlamda. Ama en nihayetinde aynı habitusu paylaşmanın getirdiği muazzam bir yoldaşlık, sırdaşlık da söz konusu ki bu da bakış açısının, değer yargılarının ortaklığında kendini gösteriyor. Otorite savaşı mı? Herkes kendi yoluna mı? Dilara: Otorite olarak değil de tavır olarak böyle bir ast-üst ilişkisi mevcut oluyor, ilk başta. Büyük kardeş olmanın daha bilgili bir konum getirdiğini sanıyor insan, ona göre davranıyor. Tabii nispeten daha deneyimli de oluyor büyük kardeş ilk başta, bunun bilmişliğiyle yaşıyor. Ama ara kısa zamanda kapanıyor, ya da en azından ben bunu böyle deneyimledim. Bugün bu yaşımda benim kararsızlıkta kaldığım durumlarda ahlaki, vicdani pusulam Lal’dir, fikrini, görüşünü olağanüstü önemserim. Hiç aynı çocuğa tutulduğunuz oldu mu? Dilara: Hayır. Tüh! Güzel hikaye olurdu. Peki, hayalinizde “Omur kardeşler” olarak gerçekleştirmek istediğiniz bir proje var mi? Dilara: (Gülerek) Omur Kardeşler mesela çok güzel manav ismi olur. Beraber bir şeyler yapmak istiyoruz tabii ki, insan iyi anlaştığı, fikrine güvendiği kişilerle ortak projelerde yer almaktan keyif alıyor. Onun fotoğrafları ve benim yazılarımdan oluşan bir kitap fikri bir ara gündemimizdeydi. Fikrinizi çaldım desene. Dilara: Şimdilik fikirlerin olgunlaşmasını bekliyoruz biraz. Bunun dışında Hamamda Deli Var’daki yazılarıma eşlik etmesi için genelde Lal’in fotoğraflarını kullanıyorum, bu da bir nevi ortaklık sayılır herhalde. Peki, neden Hamamda Deli Var? Dilara: Delilik kavramıyla oynayan bir isim

istiyordum. Deli, kimlik ve sıfat olarak insanı nezaket sorumluluklarından soyutlayan, çıplaklığa, dürüstlüğe müsaade veren bir etiket. Sarhoşların, çocukların ve delilerin doğruyu toplumsal normlarla kısıtlanmadan söylediğine dair genel bir kabul var, onlar doğruyu söylediklerinde dokuz köyden kovulmuyorlar bu yüzden. “Hamamda Deli Var” deyim olarak da aramızda ne yapacağı, ne diyeceği belli olmayan biri var, aman dikkat mealinde bir şey demek. Bu durumu parola edinmek istedim. O dürüstlük vurgusunu önemsedim. Hem, akılda kalması da kolay. Senin için yazar kim? Bir insanı yazar yapan ne? Dilara: Üstüme büyük geleceğinden ürktüğüm kostümleri giymemeye çalışıyorum. Yazarlık durumunun kimyasını çözmüş değilim. İki kelam, beş hayal gücü, üç bin kabiliyet gibi bir formül vermeye kalkışsam üzerimde tuhaf duracak. Ciddi anlamda büyülenerek, daha sihirli bir dünyaya düşmüş gibi hissederek okuduğum çok fazla insan var. Liste yapmak tehlikeli bir şey, insan en önemsediklerini, etkilendiklerini unutuyor çoğu zaman ama ille de birilerini söyleyeceksem kurmaca alanında ilk aklıma gelenler, Marguerite Duras, Milan Kundera, Angela Carter, Oscar Wilde, Iris Murdoch, Gabriel Garcia Marquez mesela. Veya Türkiye’den Latife Tekin, Leyla Erbil, Oğuz Atay, Sevgi Soysal, Perihan Mağden. Yazar olmak öyle bir şey herhâlde, en basit şekliyle belki böyle söyleyebilirim: Kelimelerle birilerine değmekle alakalı bir şey.

83


“PIGEONS” FOTOĞRAF BEDİA GÜNAYDIN MODA EDİTÖRÜ CEREN ÇETİNOĞLU

Model Ela Gregor / Option Model Management Moda Editörü Asistanı Rana Özer Saç İbrahim Zengin Jr. Makyaj Barış Şahin


Tshirt: Nike


Tshirt: Nike


Tshirt: Nike Etek: Machka Ceket: Editore ait Ayakkabi: Topshop



Gรถmlek: Vakkorama Ceket: Tucker / V2K ล ort: Maxmara


Bluz: Vintage Dior Kaban: Vakkorama Tayt: A46 Ayakkab覺: Good Guys / www.shopigo.com


“I don’t know why, you don’t just fly away”


Atlet: Nike Gomlek: Topman Pantalon: Paul & Joe / Brandroom Ayakkab覺: Nike


T-shirt ve atlet: Nike Bluz: Pe de chumbo / Vakko Pantalon: H&M Terlik: Nike



Gömlek ve etek: Twist Atlet: Berskha Kolye: Stradivarius Ayakkabı: Marni / Beymen

“Watching the time unwind”


MAMA SHELTER İSTİKLAL CADDESİ NO:50-54 BEYOĞLU İSTANBUL

Hava soğuk mu soğuk, Paris karlar altında. Dışarıda olmak biraz delilik, biraz da romantik. Biniyoruz arabaya, çıkıyoruz Mama Shelter’a doğru yola. Namını çok duymuşum da o kadar uzak ki 3 ışıkta bir düşünüyorum “Ne gerek vardı buraya kadar gelmeye ya, akıl yok bizde valla!”. Şık mı şık bir otele geliyoruz. İçeri giriyoruz; loş ışıklar, mistik aksesuarlar ve insanlar, insanlar... Çöldeki vaha misali, Paris’in en ücra semtlerinden bir tanesinde insanlar ve kahkahalar… Kim burayı nasıl bu hale getirmiş? Öğreniyorum, Mama Shelter, Phillippe Starck’ın el emeği göz nuru çalışmalarından bir tanesi. Otel, restaurant, bar olmak üzere bütün gerekli hizmetleri kendi içinde sunan bir kompleks… Ortam gerçekten büyüleyici. Mekân, kapıdan giren herkesi bir filmin başrolündeymiş gibi hissettirmeye müsait. Kendi başına bir dünya… İşin enteresan yanı Mama tek de değil! Lyon, Marsilya ve Paris olmak üzere Fransa fethedilmiş durumda. Bir de ne duyayım, bir sonraki Mama İstanbul’a açılıyor! Hem de çok yakında. Haydaa... Şaşkınlığımın üzerinden çok geçmeden düşüyorum tekrar Mama Shelter yoluna. Bahara doğru yaklaşırken İstanbul, şansıma kar ve yolla cebelleşmiyorum. Paris’ten sonra mutlu ediyor İstanbul Mama Shelter’in lokasyonu tabi. Demirören’in tepesi, İstiklal Caddesi... Daha ne olsun? Aklımdan Beykoz, Sarıyer,

Kemerburgaz geçmemiş değil, yine uzak bir yer beklentileri içinde. İlk yurtdışı şubesinin neden İstanbul’a açıldığını kesinlikle bilmediğim Mama, içeri girdiğim anda aynı inanılmazlıkla karşılıyor beni. Dekorasyon burada da şahane. Starck’in Paris Mama Shelter’ıyla bir örnek, kesinlikle gormek gerek. Mutfak Fransız şef Jaromé Banctel ve Murat Artukmaç’ın ortak eseri. Fransız Mama’lardan farklı olarak İstanbul menüsü yalnız Fransız mutfağından oluşmuyor, Türk mutfağıyla harmanlanıyor. Bu harmanlanmış menünün ayarı ve yemeklerin lezzeti oldukça yerinde. Mekanın kokteylleri de oldukça başarılı. İş çıkışı farklı bir ortama girip kokteyl yudumlamak isteyenler arasında popüler olacağı kesin. Mekanın şıklığının da bu durumda parmağı var tabi. Fiyatlara gelirsek, abartı değil. Sunulanları ve ismi göz önünde bulundurursak oldukça normal. Yemekten kalkarken bir bir İstanbul’a şube açan restoranları düşünüyorum. Zuma, Cipriani, Armani Cafe, Dean & Deluca, Mama Shelter... Yeni açılan daha çok yer olacak gibi. Özellikle Zorlu Center’la İstanbul pazarına giriş yapacak olan zincir sayısı çok. İstanbul’da aktif bir müşteri profili görmeleri çok mutlu edici. Bu gidişle uçak bileti almadan daha çok yer görebileceğiz sanki.


İSTANBUL’DA BİR FRANSIZ Koç Üniversitesi

YAZI MÜGE TÜZER FOTOĞRAF ASLI KUZU



milli basketbolcu

BİRKAN BATUK Marmara Üniversitesi RÖPORTAJ ECE PEKBAŞARAN FOTOĞRAF ASLI KUZU



Birkan Batuk

Ülkerspor’da basketbol hayatına başlayan Birkan Batuk, Alpella’ya transferi ile 16 yaşında birinci lig tecrübesi yaşadı. Daha sonra Trabzonspor’a kiralık gitti, ardından Karşıyaka transferi geldi. 3 sene boyunca Karşıyaka’da bütün fırsatları değerlendiren Batuk, ikinci senesinde All Star’a seçildi ve 26 sayıyla MVP seçildi. Ümit ve milli takımın da genç ve dinamik oyuncusu Birkan için şimdi Anadolu Efes zamanı …

Merhaba Birkan, Basketbol hayatın nasıl başladı? Bu kelimenin senin için ciddileştiği ilk anı hatırlıyor musun ? Çocukken hiç böyle bir şey düşünmüyordum. Ben dokuz yaşındayken okuluma gelmişlerdi, o zamanlar uzun boylular hep en arkada otururdu. Uzun boyluları ayağa kaldırdılar, Burak Bora Anadolu Lisesi’nde bir spor okulumuz var gelmek ister misiniz dediler. Eve gidince aileme söyledim. Sosyal bir hayatım olsun, bir aktivite ile uğraşayım diye katıldım. Ve bir iki sene oynadım. Daha sonra Pamukspor’a geçtim. Orada minikler şenliğinde sayı kralı olmuştum. (Gülüyor) On, on bir falanım yani. On iki yaşımda da artık bu yola baş koymam gerektiğini anlayıp Ülker’e geçtim. Oradan sonra zaten yavaş yavaş kaderim çizilmeye başlamıştı. Gelen başarılar ve performanslarım derken şu an bulunduğum noktaya kadar geldim. Bu zamana kadar şöyle zevkle parçaladığın bir ayakkabı oldu mu ? Ayakkabılarımın hepsi ayrı ayrı önemliydi benim için. Aynısını olmasa da aynı modeli çok giydiğim oldu. Ama zamanı dolunca, yırtılmaya başlayınca bırakmak gerekiyor. Hayatının sonuna kadar basketboldan tek bir kuruş kazanmayacağını bilsen yine de oynamaya devam eder miydin ? İşimi çok seviyorum ve bunu bir tutku ile yapıyorum. Hep farklı bir gün, ama aslında aynı şey. Çok severek yaptığım için bu soruyu cevaplamam hem kolay hem zor çünkü hem çok seviyorum, hem de bundan para kazanıyorum. Profesyonel olarak bakarsak yapmamam gerekiyor. Basketbolda

temas

olması

rakiple

gerginleşmenize sebep oluyor. Sahanın içinde neler yaşıyorsunuz? Basketbol bence o temas ve rekabet ile güzel. Kimse tabi ki birbirini bilerek sakatlamak için bir hareket yapmaz, ben bu güne kadar rastlamadım yani. Ama tabi ufak tefek dirseklerin falan konuştuğu oluyor ama onlar da sahanın dışında unutuluyor. Bana dirsek atan da oldu tabi, benim attığım da oldu. (Gülüyor). Anadolu Efes rüyası nasıl başladı? Zaten benim Karşıyaka’dan sonraki hedefim büyük bir kulüpte oynamaktı. Bunu şu an için başarmış durumdayım. Türkiye’de basketbol denince akla yıllardan beri ilk Efes geliyor. Koraç kupasını kazanmasıyla, insanlara basketbolu sevdirmesiyle, Naumoski ile, yani kısacası burası ekol olmuş bir kulüp. Benim için tabi ki çok büyük bir şans. Buraya gelebilmek önemliydi. Ama daha da önemlisi buralarda kalabilmek. Onun için de daha fazla çalışmak gerekiyor. Verilen pasları iyi kullanmak gerekiyor. Burada çok büyük isimlerle beraberiz ve hepsinden öğrenecek çok fazla şey var. Tecrübesinden, oyunundan, aynı pozisyonda oynadığım abimden vs... O yüzden şans geldiği zaman iyi değerlendirmek gerekiyor. Oyunda kendini aktif hissediyor musun ? Hissediyorum tabi ki. Zaten genç oyuncu olarak benden beklenen bazı şeyler var ve ben de mücadeleci ve takımıma enerji getiren bir oyuncuyum. Görevimi yaptığım sürece takıma fayda sağlıyorum ve bu beni çok mutlu ediyor. Anadolu Efes’ten önce bu oyuncularla omuz omuza mücadele etmek istediğin oluyor muydu ?

Televizyondan izlediğim insanlarla şu an aynı takımdayım. Aynı odalarda kalıyorum, aynı masada yemek yiyorum. Onlardan biriyim. İnşallah hep böyle olur. Takımda benden on yaş, on üç yaş büyük abilerim var ve onlardan bir şeyler öğrenmek çok güzel. Kamplarda oda arkadaşının Kerem Gönlüm olduğunu duyduk. Ondan basketbol dışında neler öğreniyorsun? Birden sorunca aklıma gelmedi (Gülüyor). Kerem abi dışarıdan mesafeli gözüküyor insanlara karşı ama aslında tam tersi, gerçekten yakın olduğunuz zaman anlıyorsunuz ki sizin için her şeyi yapabilecek bir insan. Aramızda on üç yaş var, kendisi çok mütevazi. Tanıştığımız zaman bana söylediği ilk cümleyi

Televİzyondan İzledİğİm İnsanlarla şu an aynı takımdayım. Aynı odalarda kalıyorum, aynı masada yemek yİyorum. Onlardan bİrİYİM. Umarım hep böyle olur.

101


hiç unutmayacağım sanırım. Ben demiştim ki “Abi aramızda on üç yaş var ama sen benimle abi kardeşten de ziyade arkadaş gibi ilgileniyorsun”. O da bana “Biz sporcuların en büyük düşmanı egodur” demişti. Sanırım bu cümlesi her zaman aklımın bir köşesinde olacak. Bugüne kadar hep büyük taraftarı olan takımlarda oynadın. Bu her sporcuya kısmet olan bir durum değil. Neler söylemek istersin? Karşıyaka taraftarının benim kalbimde her zaman farklı bir yeri olacak. Çünkü ben o takımda o kadar iyi oynadıysam arkamda duran taraftarın vermiş olduğu gücün de etkisi büyüktür. Her zaman destek oldular bana. Zaman zaman kötü oynadığım oldu. O zaman bile hep bana sevgi gösterilerinde bulundular. Benim için pankart hazırlamışlıkları bile var hani (Gülüyor). Bunlar hep beni mutlu eden ve pozitif etkileyen olaylardı. Anadolu Efes taraftarı da beni yıllardır burada oynuyormuşum gibi destekliyor. İnşallah bu desteğe ve sevgiye de layık olabilirim. Anadolu Efes geçtiğimiz aylarda herkesin tüylerini diken diken eden bir reklamla karşımıza çıktı. Takımın dev adamlarından biri olarak sen neler hissettin? Bu organizasyon nasıl gerçekleşti? Biraz anlatır mısın ? Yanlış hatırlamıyorsam bir deplasmandan dönmüştük. Bize Tuncay Özilhan (Başkanımız) ile bir yemek olacağı söylendi. Güzel giyinin falan dediler.

NBA değİl ama Eurolig’de oynamak İsterİm. Mücadelecİ bİr basketbol benİm karakterİme daha uygun ve ben de bunun Avrupa’da gerçekleştİğİnİ düşünüyorum. Biz de ceketlerimizi giydik. Hep beraber gittik. Orkestrayı dinledikten sonra yemek olacağını söylediler ve bizi içeri aldılar. İsimlerimizin yazılı olduğu koltuklara oturttular. Ciddi ciddi başladı yani orkestra çalmaya (gülüyor). Elimizde program vardı, bir buçuk saat sürecek diyordu. Aramızdan hiç kimse bile bile böyle bir senfoni orkestrası organizasyonuna gitmemiştir diye düşünüyorum (gülüyor). Çok şaşırdık. İlk dakikalardan itibaren sıkılmaya başladık. Zaten reklamı izlediğiniz zaman çok açıkça sıkıldığımızı görebilirsiniz. Sonra sağdan bir adam ayağa kalktı. Kerem Tunçeri’nin

söylediği şarkıyı söylemeye başladı. (Kimseyi tanımadım ben… ) Herkes Kerem Abi’ye baktı. Sonra soldan arkadan derken o sırada ışıklar kapandı formalı insanlar falan… Meğerse hepsinin içinde forma varmış, hazır bekliyorlarmış. Hepsi birden şarkıyı söylemeye başlayınca biz şok olduk. Hiç beklemediğimiz bir anda çok güzel bir organizasyonla karşılaştık. Benim için de hiç bir zaman unutamayacağım bir anı oldu. Oyunculardan bazıları telefonlarını çıkarıp olayı kaydediyordu… Bir an öyle bir olay görünce taraftarlar bir şey hazırladı ama tezahürat bitince, konser devam edecek sandık. O yüzden telefonlar çıktı bir anda. (Gülüyor) Meğer öyle değilmiş. Daha sonra o telefonun kamerasından çekilen görüntüleri de paylaştılar. Sağımızda solumuzda hep kameralar, koltuklarımızda mikrofonlar varmış. Yaptığımız her şey kaydedilmiş. Reklam yayınlandıktan sonra yorumlar nasıl oldu? Dışarı çıktığımızda bizi tanıyan insanlar hep “Gerçekten bilmiyor muydunuz?” “Kesin haberiniz vardı” gibi yorumlar yaptılar. Fakat reklam genel olarak çok güzel tepkiler aldı. Maçlara çıkarken günlük hayatta yaşadığın olaylardan etkileniyor musun ? Maçlara nasıl bir psikolojiyle hazırlanıyorsun? Ruh halin oyuna nasıl yansıyor? Aslında maç günü hep aynı psikolojiye sahip olmaya, kendimi iyi hissettirecek şeyler


Birkan Batuk

Anadolu Efes reklam filminden bir kare Birkan

“Hepsi birden şarkıyı söylemeye başlayınca biz şok olduk. Hiç beklemediğimiz bir anda çok güzel bir organizasyonla karşılaştık”

yapmaya çalışıyorum. Ben biraz duygusal bir insanım, zaman zaman etkilensem de aslında bunun sahaya yansımaması gerekiyor. Çünkü bu profesyonel bir iş ve dışarıdaki bir olayı içeriye yansıtamazsın. Evi işe taşıma derler ya, aynen öyle. Kıskandığın, keşke bunu ben yapsaydım dediğin sayılar oldu mu ? (Gülüyor). Her oyuncunun özelliği farklı. Hiç öyle düşünmedim. Hep arkadaşımı tebrik etmişimdir. Keşke ben atsaydım demem de darısı benim başıma derim. Mesela kıskanmak değil ama bir maçta son sayıda yensek, onu da ben atmış olmak isterim tabi. Bir basketbolcu vardı hatırlar mısın ? Kendi attığı pasa smaç mı basmıştı neydi… Lebron James’i falan diyor olabilir misin sen? (gülüyor). Bir gün yurtdışında hedefliyor musun?

oynamayı

NBA değil ama Eurolig’de oynamak isterim. Mücadeleci bir basketbol benim karakterime daha uygun ve ben de bunun Avrupa’da gerçekleştiğini düşünüyorum. Uğurlu hareketler, aksesuarlar, var mı öyle şeyler sende? Ya da sayı attıktan sonra bir sevinç hareketi falan ? Çok fazla uğurum yok. Eskiden vardı, mesela Karşıyaka’da oynarken. Ama bıraktım artık yapmıyorum. Çünkü bu konuda sanırım bazı şeyler benim için değişti. Aslında uğura

falan inanmamak lazım. Çünkü seni başarıya götüren giydiğin uğurlu ayakkabın değil, daha önceden yaptığın çalışmalardır. Ama genelde sekiz numarayı tercih ediyorum, özel bir numara olduğuna inanıyorum benim için. İnsanlar bu tip uğurlu şeyleri, kendi psikolojilerini rahatlatmak için yaratıyorlar. Batıl inançların var mı peki? Ne bileyim yok herhalde… 13 numaralı formayı giymem falan gibi mesela ? Yok ya, giymem. (Gülüyor.) Sokak basketbolu oynamayalı ne kadar oldu ? Ohoooo…. (Gülüyor). On yıl olmuştur. Şut falan atmışımdır da maça falan katılmadım sakatlık olmasın diye. Nasıl açıklarım ki, “Sokakta basket oynuyorduk ayağım kırıldı işte…” diye mi? (Gülüyor.) Dünyanın en iyi takımında hiç maça çıkmadan yedek olmak mı, yoksa her daim ilk beş olduğun bir takımda oynamak mı ? Zor bir soru bence. Pas geçmek istiyorum. (Gülüyor.) Ama sanırım en iyi takımda olup yedekte bekleyip gelecek şansı değerlendirmeyi tercih ederim. Sabretmek de bu işin bir parçası. Bir arkadaşım şöyle söylemişti, “Büyük sıçramayı yapmak isteyenler, iki üç adım geri gitmelidir”. Buradan ne anladığın çok önemli tabi ki, herkes farklı bir şey anlayabilir ama benim

buradan anladığım “sabır”ın önemi. Keşke sporsuz bir hayatım olsaydı dediğin oluyor mu hiç? Olmadı hiç. Çünkü öyle olsaydı ne olurdum şu an bilemiyorum. İstediğim şey buydu. İnşallah hep bu olur hayatımda. Sporcu olmanın eğitim açısından ne gibi avantaj ve dezavantajları var? Avantajı olduğu söylenemez pek. Marmara Üniversitesi’nde beş senedir kaydım var ama bir türlü gidemedim, vaktim yok çünkü. (Gülüyor.) Umarım bir gün bitirebilirim. Saatin senin hayatındaki yeri nedir? Saatin hayatımdaki yeri çok fazla. Antrenmana göre yemek saatlerimi, çıkış saatlerimi, extra çalışma saatlerimi, uyku saatlerimi her şeyimi ayarlamam lazım. Benim için her şey saatle işliyor. Yaptığım iş disiplin gerektiriyor. Herkesin işinde bu böyledir zaten. Bu güne kadar hiç öyle geç kalmışlığım yok bir yere. Şimdi böyle diyip umarım yarın bir yerlere geç kalmam. (Gülüyor.) Hep bir “umarım” cümlesi kurdun sorularımdan sonra. O kadar mı kötülerdi? Yok, benim huyum bu. Kendimi koruma altına alıyorum. (Gülüyor)

103



milli voleybolcu

CEREN KESTİRENGÖZ Bahçeşehir Üniversitesi RÖPORTAJ ECE PEKBAŞARAN FOTOĞRAFLAR CAN KÖROĞLU



Ceren Kestirengöz

Vakıfbank Güneş Sigorta altyapısının yetenekli smaçörü Ceren Kestirengöz geçen sezon Sarıyer Belediyesi’nde kiralık olarak forma giydi. Pek çok lig ve okul turnuvası şampiyonluğu da yaşayan Ceren genç yaşına rağmen genç ve A milli formaları giyme şansını da yakaladı.

Merhaba Ceren. Başlayalım mı? Heyecanlıyım, merak ediyorum sorularını. Ceren Kestirengöz kimdir? Saint Joseph Fransız Lisesi mezunuyum. Bahçeşehir Üniversitesi’nde işletme birinci sınıf öğrencisiyim aynı zamanda profesyonel olarak voleybol oynuyorum. Bu zamana kadar hayatımı voleybolun şekillendirdiğini söylemek yanlış olmaz. Eğitimimi, sosyal hayatımı, çevremi, yaşam disiplinimi ve daha bir sürü kişisel donanımımı voleybola borçluyum. Spor odaklı bir hayatın içinde büyümek bir kaç ufak zorluk çıkartsa da, benim voleybola olan tutkum bunların her zaman önündeydi. Bu nedenle bu gün voleybol mesleğim haline geldi ve ben bundan son derece mutluyum. Voleybol hayatın nasıl başladı? Bu kelimenin senin için ciddileştiği ilk anı hatırlıyor musun ? Klişe olacak ancak sporcu bir aileden gelmenin kaçınılmaz gerçeği diyebilirim. Yani voleybola başlamam cok şaşırtıcı ya da sıradışı bir şekilde olmadı. 11 yaşımda, ailemin yönlendirmesi ile Vakıfbank’ta ilk adımımı attım. Kelimenin ciddileştiği ilk an da sanırım benim hayallerimdi. Başladıktan kısa bir süre sonra bitmek bilmeyen hayal dünyamda voleybol büyük bir yer almaya başladı, yine kısa bir süre sonra gördüm ki bunlar sadece hayal olarak kalmamış ve benim hedeflerim haline gelmişti. İşte o zaman anladım voleybolun hayatımdaki ciddi yerini. Küçükken hayran hayran baktığın voleybolcular var mıydı Vakıfbank Güneş Sigorta’da oynayan? Onlarla omuz omuza mücadele etmek nasıl bir duygu?

Sanırım bizim jenerasyonun voleybol hayalleri benim gibi 2003 yılının A milli takımıyla başlamıştır. O sene Avrupa Şampiyonası Ankara’da düzenlenmişti ve tüm maçları televizyondan izliyorduk. Milli takımımız ikinci olmuştu. Şu an kendini ispatlamış birçok oyuncu orada benim yaşlarımdaydı ve ben o zaman için özellikle tek bir oyuncu ismi veremesem de hepsini hayranlıkla izliyordum. Sonra benim voleybol hayatım başladı ve geçen senelerde hem kulüp takımımda hem de milli takımda bu oyuncuların bir çoğu ile aynı takımda yer alma şansı buldum. Hayallerimin hedeflerim olması gibi hedeflerimin de gerçekleşmeye başlaması tarif edilemez bir duygu. Mutluluk, gurur, heyecan hepsi bir arada. Sonra tabi ki daha yukarı hedefler koydum kendime, tatmin olmanın bir sporcu için en tehlikeli şeylerden biri olduğunu düşünüyorum. Her koşulda da bu hedeflere ulaşmak için çalışmaya devam ettim, ediyorum. Hayranlık sorusu için günümüze gelirsek, Gözde Sonsırma ismini büyük harflerle söyleyebilirim. Hırsı, inancı, isteği, heyecanı, istikrarı ve oyunu ile her anlamda örnek alınması gereken bir sporcu. Son üç dört yıldır hayranlıkla izlediğim ve aynı takımda oynama şansı bulduğum için büyük gurur duyduğum bir isim. Voleybol senin tek hedefin miydi ? Voleybol benim için birinci öncelikti. Ama eğitim de bunun yanında çok önemliydi. Çünkü bir yere kadar sporcusun. Sonuçta sadece sporcu Ceren yok, dışarıdaki Ceren’in kendine kattığı şeyler çok önemliydi benim için. Zaten bunun için Saint Joseph Lisesi’nde okudum. Kesinlikle sadece voleybol yok hayatımda. İleride nasıl bir insan olacağım da önemli olduğu için eğitim hayatımı buna göre planladım. Niçin Bahçeşehir Üniversitesi?

Voleybol başarılarıyla adını duyurmuş bir üniversite olduğu için oraya gitmeyi düşünüyordum. Bahçeşehir Üniversitesi son iki seferdir Avrupa Şampiyonası şampiyonu oldu. Türkiye içindeki turnuvalarda da genelde şampiyon oluyor. Orada zaten hazır bir ekip var ve ben de katkıda bulunmak istiyorum. Neden spor akademisi değil? Genelde Marmara Üniversitesi’ni tercih eden oyuncular var Spor Akademisi için. Bahçeşehir Üniversitesi’nde bu bölüm yoktu. Ama ben zaten hayatımın çok büyük bir kısmını voleybol ile geçirdiğim için, eğitimimi de bununla geçirmek istemedim. Voleybolun dışında farklı bir hayatım olmasını hep istediğimden Spor Akademisi’ni hiç düşünmedim.

tatmİn olmanın bİr sporcu İçİn en tehlİkelİ şeylerden bİrİ olduğunu düşünüyorum. Okulda takım olarak bir birlik halinde misiniz? Hayır. Zaten voleybolcuların okula gidiş gelişlerinde antremanlar ve kamplardan ötürü ciddi bir sıkıntı oluyor. Her derse giremiyorlar. Ben elimden geldiğince derslere gitmeye çalışıyorum. Okulda voleybol dışında da bir hayata sahip olmak gerekli bence. Çünkü zaten voleybol, hayatımın çok

107


büyük bir kısmını kaplıyor. Okulda daha farklı bir çevre ile olmanın güzel olduğunu düşünüyorum. Hayatının sonuna kadar voleybolda tek bir kuruş kazanamayacağını bilsen yine de oynamaya devam eder miydin ? Ooo.... Kilitlendim bu soruda (Gülüyor). Voleybol artık benim mesleğim oldu. Bu soruyu belki iki üç sene önce sormuş olsanız evet derdim ama şu anda çok farklı benim için. Mesela milli takım benim için bu hayatta her insanın tadamayacağı bir duygu. Milli takım için söylemek gerekirse samimi söylüyorum tek kuruş almadan oynarım. Ama öteki türlü çok büyük fedakarlık gerektiriyor bu durum. Sonuçta nasıl her insan sabah kalkıp işine gidiyorsa, çalışma şartları varsa, bizim de bu tip şartlarımız var. Fiziksel ve mental olarak yoruluyoruz. Bunu bir karşılığı olmadan uzun süre götürebileceğimi sanmıyorum. Hobi olarak yapardım ama bu kadar profesyonel bir biçimde yürütemezdim diye düşünüyorum. Dünyanın en iyi takımında maça çıkmadan yedek olmak mı, yoksa her hangi bir takımda ilk altı oynamak mı ? (Gülüyor) Güzel soru... Şu aşamada oynamayı kesinlikle tercih ederim. Bizim gibi genç oyuncuların oynamaya çok ihtiyacı olduğunu düşünüyorum tecrübe açısından. Ama hedef tabi ki dünyanın en iyi takımında oynamak. Sokakta çember oluşturup voleybol oynamak... Oynadım tabi ki. (Gülüyor). Öyle başladım voleybola herkes gibi. Okulda arkadaşlarımla, daha hiç voleybol topuyla profesonel bir çalışmaya geçmemişken, oynadığım zamanları hatırlıyorum. Hayal ediyor muydun ? Annem de eski bir voleybolcu olduğu için, evde onun formalarını giyip dolaştığımı hatırlıyorum 4 yaşlarımda. Forma bana elbise gibi olurken... Küçüklükten beri içimden gelen bir şeyler var sanırım. Kendimi bildim bileli de hep sporla ilgili bir yol çizmek istedim. Annen de baban da sporcu sanırım. Annenle karşılıklı hiç oynadınız mı? Yok, ama annemin arkadaşları ile oynadım, Arzu Göllü ile oynadım. Bu sene de Berat Seda Küçük var. O da annemin eski takım arkadaşı. Eee daha kaç nesil sporcu olmayı düşünüyorsunuz? Spor güzel bir şey. Sadece voleybol adına söylemiyorum bunu genel olarak bence genç yaşta doğru yönlendirildiği zaman insana çok şey katıyor. Hem fiziksel hem mental olarak hem de kişilik olarak, takım sporları özellikle. İleride çocuğum olursa kesinlikle

yönlendiririm. Ama neye ilgisi varsa onu yapsın. Asla voleybol oyna diye zorlamam. Yeri gelmişken sorayım, ileride bir voleybolcu ile evlenirsen ve çocuğunuz bir futbolcu olursa bunu kocana nasıl açıklarsın? (Gülüyor). Çocuğun kendi tercihi bu. Ama öyle bir şey olsa ister istemez bir aile baskısı oluşur bence. Voleybolcu anne, voleybolcu baba, futbolcu çocuk biraz komik olur. Kardeşim şu an tam olarak aynı şeyi yaşıyor. Annesi ablası voleybolcu, babası basketbolcu ama o şuan futbolda ilerliyor. O yüzden yadırgamam ama diğer sporları da tantırım tabi. Saint Joseph Lisesi’nden mezun bir voleybolcu olarak Fransızca işine yarıyor mu?

Rekabet kesİnlİkle bİr temasla sağlanan bir şey değİldİr. İnsanın bİr hareketİ bİle sahadakİ ateşİ arttırmaya yeter. Kesinlikle bir ayrıcalık olduğunu hissediyorum. Bu sene A milli takım ile bir turnuva için Fransa’ya gittik. Orada takımın hem oyuncusu hem menajeri oldum resmen. O yüzden çok keyifliydi. Hem profesyonel voleybolcu olup hem de Saint Joseph’ten mezun olmuş olmaktan gurur duyuyorum. Keşke spor hiç hayatımda olmasaydı dediğin oldu mu? Oldu tabi ki, çünkü mezuniyetimi hem ortaokulda hem de lisede kaçırdım mesela. Bunlar hayatımda sadece o gün yaşayabileceğim şeylerdi. Ama spor uğruna bunu görmezden gelmek zorunda kaldım. Bazen arkadaşlarımdan çok uzak kaldığım zamanlar oldu bu oynadığım 7-8 senelik voleybol hayatımda, özellikle son 3-4 senesinde. Ve o zamanlar kısa olsa da keşke yapmasa mıydım dediğim dönemler oldu. Ama sonra bana kattığı diğer her şey bu keşkelerin üstüne geçti, o yüzden her zaman için mutlu oldum. İyi ki spor yapıyorum, iyi ki voleybol oynuyorum dedim. Voleybolda saha içinde temas olmaması rekabeti azaltıyor mu sence?
 Voleybolu bir yandan da o yüzden daha çok sevdim çünkü basketboldaki o temas olayı

benim hiç hoşuma gitmemişti. Voleybol filesi rekabeti azaltmıyor, rekabet bir bakışla da olabilir. Karşı takımdan gelen bir elektrikle olabilir. Rekabet kesinlikle bir temasla sağlanan bir şey değildir. İnsanın bir hareketi bile sahadaki ateşi arttırmaya yeter. Kızgın bir anında birinin suratını hayal ederek topa vurduğun oldu mu hiç?
 (Gülüyor) Sahada çok güçlü olduğum yönünde yorumlar alıyorum, bunun ben de farkındayım ama bunu kesinlikle kimseye karşı uygulamadım. Ama düşünmedim desem yalan olur topa vururken (Gülüyor) . Vurduğun bir smaçla karşı takımdan birini yaraladığın oldu mu? Evet oldu (gülüyor). Çok büyük sakatlıklara yol açmadım ama karşı takımdaki oyuncuların canını acıttığım yönünde söylentiler var. Arkadaşınız olunca çok daha zor oluyor. Bir keresinde yaralanan bir arkadaşım olmuştu, çok üzülmüştüm. Ama bir keresinde de Rusya takımına karşı yaşamıştım bu olayı. O zaman pek de üzüldüğüm söylenemez (gülüyor). Yaşanan olay kötü ama maç sırasında gözünüz hiçbir şeyi görmüyor. Bu kız takımın en iyi oyuncusuydu, burnu kanamıştı ve maçı bırakmak zorunda kalmıştı. Sonunda 3-2 kazanmıştık. Fair play çerçevesinde oynadığımız için özrümü diledim. Kıskandığın, keşke bunu ben yapsaydım dediğin sayılar oldu mu ? Sonuçta bu bir takım sporu. Şu an hatırlayamadım ama hepimiz aynı işi yapıyoruz ve sahada ister istemez bir rekabet oluşuyor olabilir aramızda. Ama çok net bir şey hatırlamıyorum. Ben oynarken takım başarısını en üstte tutarım. Kendi bireysel performansım saha içine girdiğim zaman takım başarısı olarak ortaya çıkar. Türkiye’de yaşayan bir sporcu olarak bu vakit darlığında sanat hiç karşına çıkıyor mu?
 Kesinlikle. Sinema, kitap, çeşitli sergiler... Ne kadar fırsat bulduğum tartışılır ama en azından haberim oluyor ve takip ediyorum. Türkiye’de üniversitelerin spor aktiviteleri sence yeterince ilgi görüyor mu?
 Üniversite hayatına yeni geçtiğim için sadece bir görüş olarak yeterli değil diyebilirim. Üniversitelerdeki başarıların yeterince duyulduğunu zannetmiyorum. Duyulursa spor aktivitelerine daha fazla ilgi ve katılım olacağını düşünüyorum. Bir kitap yazacak olsan ne hakkında olurdu ? Çeşitli voleybolcuların voleybol hayatında yaşadıkları tecrübeler ve turnuvalar ile ilgili kitaplar yayınlamak gibi düşünceleri var. Bu bir dönem bana da mantıklı gelmişti


“Üniversitelerdeki başarıların yeterince duyulduğunu zannetmiyorum. Duyulursa spor aktivitelerine daha fazla ilgi ve katılım olacağını düşünüyorum.”

çünkü özellikle bizim yaşlarımızda çoğu heyecanımız voleybol için oldu. Onbeş onaltı yaşında final maçı, kupa maçı heyecanları çok farklı duygulardı. Onları anlatabilmeyi isterdim. Yemek yapmayı biliyor musun ? Hayır, ne yazık ki yemek yapmayı bilmiyorum. Bir tek mozaik pasta yapmayı biliyorum. Zaten tatlıya aşırı bir ilgim olduğu için şaşmamak gerekir. (Gülüyor). Makarnayı bile tarifle yapıyorum. Saatin senin hayatındaki yeri nedir? Sürekli taşırım. Onun dışında bence zaman kavramı çok önemli. Zaman kavramıyla bağdaşlaşan en güzel şey saat. Onsuz bir hayat hiç birimiz düşünemezdik. Zamanı nasıl renklendirirsin? Sevdiklerimle vakit geçirmekten çok keyif alıyorum. Sanrım böyle renklendiriyorum.

Geçtiğimiz aylarda sakatlandığını duydum. Sakatlığın nasıl oldu? Şu anki durumun nedir? Sakatlanan her sporcu gibi talihsiz bir an olarak değerlendiriyorum bunu. Bu sezonda çok çekişmeli geçen bir maç sırasında meydana geldi ve ben oyunun sıcaklığında durumun ciddiyetini anlayamadım. 3 sayı daha devam ettikten sonra dizimdeki garipliğin geçmediğini farkettim ve dışarı çıktım. İnsan kendi başına hiç gelmeyecekmiş gibi düşünüyor bunları. O yüzden ben de bu denli ciddi bir şey olabileceğine ihtimal vermeden MR çektirmeye gittim. Kendimce sadece kontrol içindi bu. Ağrım elbet geçerdi. Ama ne yazık ki gerçek öyle çıkmadı ve diz arka çapraz bağlarımı kopardığımı öğrendim. Ondan sonrası koca bir kaos. Ameliyat psikolojisi, sakatlık psikolojisi, voleyboldan uzak kalacağım uzun bir süreç,tedavi günleri... Bunları baştan kabullenmek en zoru ama işin büyük kısmıydı. Ben de sevdiklerimin büyük desteği ile önce durumu

kabullendim ve sonra süreci genel hatlarıyla görmeye çalıştım. Bir kere başladıktan sonra da gerisi geldi. Kolay oldu diyemem ama ilk aşamaları atlattım. Ameliyatımın üzerinden 40 güne yakın bir süre geçti ve ben şimdiden voleybola dönüşüm için sabırsızlanıyorum. Ne yazık ki daha 5-6 ay arası bir süre var önümde ama bu zamanların da geçeceğine inanıyorum. Bir gün Türkiye dışında bir ligde oynamak istiyor musun ? Yurtdışında edineceğim tecrübe adına böyle bir planım var ancak kabul etmeliyim ki lig kalitesi olarak Avrupa’nın hatta belki de dünyanın en iyi ligine sahibiz. Bu nedenle kendi ülkemde voleybol oynamanın da kariyerime çok şey katacağına inanıyorum ve şimdilik bu macerayı erteliyorum.

109


YARATICI FIKIRLER ENSTITUSU


Yaratıcı Fikirler Enstitüsü, proje bazlı deneysel çalışmalar yapan ve gençler tarafından yaratılmış bir profesyoneller ağı. Yaptıkları proje ve organizasyonlarla pek çok medya mecrasında adından söz ettiren bu ekipten Engin Önder, Cem Aydoğdu ve Safa Soydan ile Galata Mavra’da buluştuk. Enstitü’nün yapısından, eski projelerinden ve beni en çok heyecanlandıran Augmented Reality’den konuştuk. Bol kahkahalı bir röportaj yaptık. Hepinize iyi okumalar.

RÖPORTAJ LAL PEKİN

Hemen başlayalım. Yaratıcı Fikirler Enstitüsü nedir, ne değildir? Ne zaman kuruldu ve kimlerle çalışıyor? Engin: Yaratıcı Fikirler Enstitüsü’nün isim babası ve aynı zamanda bu yapıyı oluşturan insan benim. 2010’dan beri farklı deneysel organizasyonlarla başlayan küçük çaplı bir yapıyken, ekibimizi büyüterek siyasi, sosyal, sanatsal proje ve işler gerçekleştiren ve çok ses getiren bir enstitüye dönüştük. Yaratıcı Fikirler Enstitüsü’nün çalışmalarının hepsinin bir kamusal alan boyutu oluyor. Kamunun sanata, tasarıma ve medyaya erişimini sağlamak bizim en çok önem verdiğimiz noktalardan biri. Önce bu fikri benimseyip, ardından içeriğimizi oluşturuyoruz. Enstitü kesinlikle bir reklam ajansı değil. Bir organizasyon şirketi de değil aslında, fakat her şeyin temelinde o en son gelinen organizasyon var. Cem: 14 Şubat’ta 14 kişiye 14 tane yastık. Bu nedir? Reklam ajanslarının böyle kampanyalarını gerçekten hiç hoş bulmuyorum. Bu noktada da kendimizi bir reklam ajansı gibi asla görmeyiz. Bir işe giriştiğimizde o işten heyecan duymamız gerekir tabii ki. Bu heyecanın kaynağı ne peki? Ciddi bir sinir ve eleştiri… Sanırım o heyecanın beslendiği nokta da bunlar işte. Aslında biraz gevezelik üzerine kurulu bir ekibiz diyelim.

Hangisi en popüler olacak ya da hangisi en çok para kazandıracak diye düşünülerek planlanan bir projenin çıktığını görmedim hiç. Bizim çalışmalarımız kesinlikle bir sinirle başlıyor. Bu nedenle ortada bir eleştiri yoksa bizde de fikir yok. Bu eleştiri nasıl geliyor o zaman? Engin: Bir kere çevremizi çok iyi gözlemliyoruz. Hayatımızda karşılaştığımız insanlara, tuttuğumuz objelere, yaşadığımız durum ve olaylara eleştirel bir gözle bakıyoruz.

Bİzİm çalışmalarımız kesİnlİkle bİr sİnİrle başlıyor. Bu nedenle ortada bİr eleştİrİ yoksa bİzde de fİkİr yok.

Safa: Klişe demeyin arkadaşlar fakat biz gerçekten tabuları yıkmaya çalışıyoruz. Elimizdeki imkânlar ve kapasitelerimizle bir şeyleri değiştirmeyi hedefliyoruz.

Bir sıkıntı yakalarsak, bunu içselleştirdiğimiz anda ortaya bir proje çıkartma isteği oluşuyor.

Dışarıdan net bir şekilde açıklanamaz bir sisteminiz var bence. Bunun sebebi belki de gerçekleştirdiğiniz projelerin farklı alanlarda olması ve isminizin size yüklediği ‘yaratıcı’ kimliği. Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?

Barbaros Şansal’la ofisinizde beraber buluşmuştuk. 4 saat süren bu buluşmada kendisinden pek çok eleştiri ve yorumlar almıştınız. Bunun gibi özeleştiri yapmanızı da sağlayan görüşmeleriniz sık sık olur mu?

Cem: Bize çoğunlukla şöyle bir muamele yapılır. “Haydi Yaratıcı Fikirler! Bulun bize bir fikir!” Biz asla oturup fikir aramayız.

Engin: Düzenli bir şekilde bu tarz buluşmalar gerçekleştirmiyoruz. Fakat sürekli siyaset,

sanat ve ekonomi dünyasından insanlarla küçük görüşmeler gerçekleştiriyoruz. Biz kapalı devre kalmaktan gerçekten korkuyoruz ve eleştirilmeye gerçekten ihtiyacımız var. Bir proje eğer bu eleştiriler ve baltalamalar arasında yok olmaz ve ekibimizin tam inancını kazanırsa o proje kısa zamanda gerçekleşiyor. Safa: Artılarıyla ve eksileriyle insanlara projenin sunumunu yaptığımızda aldığımız eleştiriler bizi tatmin ediyor ve projelere bakışımız gelişiyor. Sanki profesyonellerle konuşuyor gibiyim. Aslında siz birer öğrencisiniz. Yoksa değil misiniz? Engin: Sırf enstitü ile bölümüm birbirlerini baltalıyorlar diye bölüm değiştirdim ben. Görsel İletişim Tasarımı’ndan Reklamcılık bölümüne geçiş yaptım. Zaten akademik başarı benim için çok da önemli değil. Büyük kaygım yok. Fakat Safa’da bu biraz farklı. Safa: Benim bölümüm Hukuk. Engin’le benim enstitüye ayırdığımız vakit farklı. Neden bu böyle diye de sorguladığımız zaman ‘hukuk zor bir bölüm müdür, değil midir?’ tartışmasına geçiyoruz. Her vize ve final döneminde de bu tartışmayı yaşıyoruz Engin’le. Sonra tabii karara varamıyoruz ve ben okula gitmek zorunda kalıyorum. Ve şöyle bir dezavantajı var bu olayın, o bir haftalık final döneminde enstitüyle ilgili kaçırdıklarımı toparlamam benim aylarımı alıyor. Her projede farklı insanların yer aldığını görüyorum. Bunun sebebi bu olsa gerek. Safa: Engin ve Cem Enstitü’de tam zamanlı çalışıyorlar. Ben ise yarı zamanlıyım. Bölüm farklı olunca ayırabildiğimiz zamanlar farklı olmak zorunda. Final dönemim bitince bir bakmışım proje almış başını gitmiş. Enstitü bizi bekler mi? Biz konulara hâkim olana kadar bir bakmışız proje hayata geçmiş bile.

111


Asla buraya getiremeyeceğimiz sanat eserlerini yerlerinden kaldırıp buraya getirsek heyecanlanır mısın? Mesela Claes Oldenburg’un 33 metrelik ‘Spoonbridge and Cherry’ adlı eseri gelse ve en sevdiğin kafenin önünde belirse ne yaparsın?

Biraz gerçekleştirdiğiniz bir projeden bahsedelim. Hazır Galata’dayken Social/Ist’ten bahsedebiliriz. 30 Haziran 2012 Sosyal Medya Günü’nde gerçekleştirdiğiniz organizasyonun çıkış noktası, yani sizin deyiminizle siniri neydi? Cem: Sosyal medyanın Türkiye’deki algısına bir eleştiriydi bu etkinlik. Sosyal medya Ortadoğu’da bir devrim aracı olarak görüldü. Özgürlüğün bir parçası olarak kullanıldı. Baktığımız zaman da Marx’ın proletarya enternasyonelizmi görüşüne en yakın olanı. Bir devletin de 140 karakteri var, senin de benim de. Ama maalesef Türkiye’de ve dünyada kullanıcılar hep o ana akımdan besleniyorlar. Bugün Behzat Ç. varsa TT’de hep o vardır mesela. Hâlbuki böyle eşitlikçi bir ortamda bizler kendi gündemimizi yaratabilmeliyiz. İşte Social/Ist’te bunu vurgulamak istedik. Neden nükleer enerjiyi seçtiniz? Ana akım medya patronlarının nükleer enerji iştirakleri var. Bu konu TT’ye zaten giremezdi. Biz de bu yüzden bunun üzerine gidelim dedik. Bu bir eylem değildi bu arada. İnsanlara farkındalık kazandırmak ve çözüm önerilerini yüksek sesle belirtmelerini sağlayacak bir ortam hazırlamaktı amacımız. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’ndan nükleer enerjiye evet diyenleri, çevreci kuruluşlardan hayır diyenleri ve üniversite hocalarını bir araya getirdik. Eşitlikçi bir platform olan sosyal medyada, eşitlikçi bir organizasyonda bunu tartıştık ve konu TT’ye girdi. Programın iki saat olmasına rağmen ertesi günün akşam saatlerine kadar TT’de kaldı. %92’ye %8 gibi bir oranla da nükleer enerjiye hayır denildi. Şu an çok daha farklı bir lokasyonda harika bir proje için çalışıyorsunuz. Augmented Reality, yani Artırılmış Gerçeklik. Nedeni ve nasılını anlatır mısınız bize? Engin: Beyaz mimaride sergilenen sergilere gittiğimizde tek amacımızın beyaz şarap içip kanepelere yumulmak olduğunu fark ettik. Bu sergileme biçiminden de pek heyecan duymuyoruz artık. İki boyutlu, deneyimden tamamen uzak, bütün atraksiyonunu afilli açılışlarla sağlamaya çalışan bu modellerden

sıkıldık. Eleştirimiz buydu ve Augmented Reality’yi İstanbul’a getirme fikri buradan doğdu. Asla buraya getiremeyeceğimiz sanat eserlerini yerlerinden kaldırıp buraya getirsek heyecanlanır mısın? Mesela Claes Oldenburg’un 33 metrelik ‘Spoonbridge and Cherry’si gelse en sevdiğin kafenin önünde belirse ne yaparsın? Harika! Peki bu nasıl olacak? Engin: Getireceğimiz sanat eserlerinin gerçeğe uygun boyutlarında 3 boyutlu modellemeleri enstitüde çalışan yazılımcılarca yapılıyor. Eseri koyacağımız mekânın fiziksel referans noktaları alınıyor. Siz de akıllı telefonlarınız veya tablet bilgisayarlarınızı o referans noktalarına doğru çevirip kameralarınızı açtığınızda, ekranınızda o örneğini verdiğim 33 metrelik Spoonbridge and Cherry’i görebiliyorsunuz. Bu eserleri ekranınızda çevirebilir, yakınlaştırabilir ve sanki gerçekten oradaymış gibi seyredebilirsiniz. Çıplak gözle baktığınızda aslında orada hiçbir şey yok! Belki bir bank veya yemek masası olabilir tabi. Ve biz bunu nerede deneyimleyeceğiz? Cem: Üç hafta boyunca Kanyon’da. Bu deneyim için mobil cihaz şart. Bunlara en çok sahip olan demografik yapı da Kanyon’da var. Buradan rastgele geçen insanların %87’si lisans mezunu veya üstü. Aynı zamanda aldığımız bilgilere göre mobil cihaza sahip olma oranı da çok yüksek. Heyecan verici bir deneyim ve dört duvar arasında değil de insanların içerisinde olabilmesi için burayı seçtik Büyük bir sorumluluk ve iletişim gerektiren bir sergi bu. Proje hazırlığı boyunca size yardımcı olan ve size eserleri sağlayanlar kim? Engin: Ekibi Cem’le beraber organize ediyoruz. Sergide 8 – 9 tane eser var. Andy Warhol, Claes Oldenburg, Tom Wesselmann sanatçılardan bazıları. Cem: Amerikan Konsolosluğu’nun bu projeye ve bize yardımı çok büyük. Her sanatçının telif haklarına sahip olan vakıflar var. Konsolosluk, bu vakıflarla iletişime geçmemizi sağladı. Yaratıcı

Fikirler

Enstitüsü’nün

gelecekteki projelerinde bir farklılaşma olacak mı? Veya geçmiş projelerinizi gelenekselleştirecek misiniz? Engin: Biz çalışmalarımızı proje bazlı gerçekleştiriyoruz. O yüzden gelenekselleştirmeyi planlamıyoruz. Ülkede fikir sahibi milyonlarca genç var. Onların arasından sıyrılıp rüştümüzü ispatladığımıza inanıyoruz. Bundan sonra skala büyüyor. Şimdi iki müze işine girişeceğiz. Konsepten restorasyonuna ve işletmesine kadar müzelerin her boyutuyla ilgileneceğiz. Bir yandan haber platformumuz 140journos ciddi anlamda bir bilgi kaynağı olmaya başladı. Dolayısıyla enstitü iyice büyüyor. Hem aktivist hem de topluma doğrudan hizmet edecek kıvama geliyor. Enstitü büyüyorsa, içinde çalışacak insan sayısı da büyüyordur herhalde. Ekibinize dâhil olmak isteyenlere önerileriniz var mı? Engin: CV atarak başvuru yapılmasın. Bize katılmak isteyenler e-mail yazıp CV’lerini ekliyorlar. Biz de CV’lerini onlara aynen geri yolluyoruz. Bizim için hangi üniversitede ne bölümü okuduğun önemli değil. Eleştiren ve eleştiriye açık olmak önemli. Heyecanlı ve sorumluluk sahibi olmak ise şart. Cem: Bize samimi bir e-mail atanlarla zaten yüzyüze görüşmek istiyoruz. İstiyoruz ki sorumluluk almak istemeyen gelmesin. Elini taşın altına koymak istemeyen de gelmesin. ‘Ben ne yapacağım şimdi?’ diye bir soruyla karşımıza geçilmesin. Akıllarında fikir varsa biz o fikri projeye geçiririz. Hali hazırda bir proje varsa araştırmasını kendisi yapar ve bize sunar. Bizimle çalışanlara asla iş buyurmayız. Bir patron-çalışan hiyerarşimiz yok. http://www.yaraticifikirlerenstitusu.com/ info@yaraticifikirlerenstitusu.com


113



MUSIK



MINIPAX FESTIVAL 22 H A Z İ RA N • D A L I A B E A CH Kİ L Y O S

YAZI DORUK ONUR

İstanbul’da son dönemde sayısız Prodüktör ve Dj’i elektronik müzikseverlerle buluşturan ve eğlence hayatına yavaş yavaş yön vermeye başlayan Newspeak, İstanbul’u yepyeni bir festivalle buluşturmaya hazırlanıyor. 22 Haziran Cumartesi günü gerçekleşecek olan Minipax Festival Newspeak ekibinin ilk festivali olacak. İnsanları heyecanlandıran lineup’ı için Newspeak ekibini ayrıca tebrik etmek gerekiyor. Bunun yanı sıra Minipax Festival, gelenlere güçlü bir line-up ile birlikte İstanbul’un kargaşasından, trafiğinden ve gürültüsünden uzak güzel bir atmosfer de vaad ediyor. Minipax Festival’ı Türkiye’de gerçekleşmiş olan diğer festivallerden ayıran en önemli özellik ise, festivalin dj setlerden çok canlı performanslara dayalı olması. Zaten bu da insanları şimdiden meraklandırmaya yetiyor. Elektronik müzik türlerinin önde gelen temsilcilerinden olan Axwell, Tinie Tempah, Sebastien Tellier, Bakermat, Goldfish, Wolf + Lamb, ve Pillowtalk, festivalin ilk bakışta dikkat çeken isimlerinin arasında. Ayrıca patenti kendisine ait olan enstrümanlarıyla canlı performanslara imza atan Frivolous ve Elektronik Dans Müziği’nin mabetlerinden biri sayılan Berlin’deki Berghain’da sık sık hünerlerini sergileyen Monika Kruse de Minipax Festival’de takip edilmesi gereken isimlerden. Bu isimlerin yanında Türkiye’de tanıdığımız Murat Uncuoğlu, Alican, İlker Aksungar ve daha birçok isim de Minipax Festival’de sahne alacak. Festivalde karşımıza çıkacak isimler bunlarla da sınırlı değil. Newspeak ilk festivalinde kendi Artist Roster’ında yer alan O.BEE, Yaman S, Moguz, Erim Franci, Other MAN, Jack in the Box gibi genç isimlere de yer veriyor. Son derece hareketli ve keyifli geçecek olan Minipax Festival, elektronik müzikten keyif alan herkese bambaşka bir deneyim yaşatacağa benziyor. Bakalım gelecekte Newspeak Events’in Minilove ve Minipax gibi Orwell’ın 1984’ünden esinlenen başka hangi etkinlikleriyle karşılaşacağız? Ayrıca Minipax Festival’ı kendi internet sitesi ve sosyal medyadan takip edebilirsiniz:ww.

minipaxfestival.com facebook.com/MinipaxFestival twitter.com/MinipaxFestival


TWIN BED Koç Üniversitesi YAZI MERT KAHRAMAN

Elektronik müzik denince üç kişinin bir DJ standına fazla geldiği söylenir, herhalde bir sette altı ele gerek yok. Deep House ve Techno gibi tarzlar için konuşursak prodüksiyon tarafında ise yine üçün fazla olduğu ve bazen tarzları kirlettiği söylenir. Duo (ikili) DJ’ler ise back-to-back kavramından doğduğu söylenilen, Indie/Nu Disco, Deep House ve Tech House gibi tarzlarda birbirilerinin eksikliklerini fazlasıyla tamamlayabilen bir ekip türüdür. Karşıtlık kavramını müzikte kıvamında uygulayan, güncel ve ünlenen bazı ikilileri sizinle paylaşmak istiyorum.

Animal Trainer

Tale of Us Carmine Conte & Matteo Milleri – İtalya “All good music should tell a story. Tales of experience. Tales of joy. Tales of love lost and won. A Tale of Us.” 2010 yılının en iyilerinden biri olarak anılan “Disco Gnome” şarkısına remixleriyle kendilerinden söz ettirmeye başlamış ikili Cocoon Recordings, Life and Death ve No. 19 Music gibi Deep House camiyasının en önemli labellarıyla çalışıyorlar. Çok farklı bir tarza sahip olduklarını hemen fark ettiren ikilinin şu aralar en çok dinlenen çalışmaları “Morgana” ve çok ses getirmiş “Fresh Water” EP’leri. Birçok dinleyicinin ilgisini çeken noktalardan biri ise Tale of Us, duygusal ve orijinal pop-synthler, pasiflere geçerken kullandıkları efektler ve

değişken basslarına karşın ritmlerinde durağan ve basit high-hat’lerden vazgeçmemeleri. Ritmlerin sıkıcı durduğuna takılmayın, bu durumu Deep House’ta ritmin arka planda olması gerektiğine bağlıyorlar. “Flash of Light” ve “Equilibrio” şarkılarını tavsiye ederim. Balcazar & Sordo Marco Balcazar & Gabriel Sordo – Meksika No. 19 tarafından yayınlanan “Obsession” ve “Stalker” şarkılarıyla ciddi bir sıçrayış yapmış Meksikalı ikili, uzun süre solo kariyerleriyle kendilerini geliştirdikten sonra Balcazar & Sordo adıyla birleşmiş eski arkadaşlardır. Çoğunlukla kendi şarkılarıyla hatırlanan ikilinin bence remix çalışmalarındaki usta düzenlemeleri ve var olanı kendi tarzlarına benzetmeyi çok iyi beceriyor olmaları onları

farklı kılıyor. Özellikle vahşi bassları ve bunları güzel harmanladıkları bazen aktif bazense pasif kalan synthleri ile aklınızda kalacak şarkıları ve remixleri var. Her şarkılarıyla ciddi başarılara imza atmaya devam eden ikilinin Luciano, M.A.N.D.Y. ve Dj T gibi isimlerle birlikte çalıştıklarını söylemeliyim. Dinlemenizi önereceğim bazı çalışmaları: “Hey You”, “Baby Gurl”, “Steady Road” ve “Be An Example”. Climbers Jay Blakk & Kiko Deal – Meksika Nurvous, Get Physical ve Culprit gibi labellarda şarkılarını yayınlamış, geçtiğimiz yılın en çok ses getiren çalışmalarından “Go With The Flow”, “Equal Responsibility” ve “2 Come Back” gibi şarkılara imza atmış ikili. Şarkılarının


Musik

genel yapıları ve kullandıkları ritmler klasik house tarzını yansıtmasına rağmen kalıpların kesinlikle dışındalar. Gerek kendi şarkılarının gerek remixlerinin bass altyapıları ve muhteşem padleriyle çok başarılı, mutlaka takip edin. Animal Trainer Adrian Flavor & Samy Jackson - İsviçre İsviçre’de düzenledikleri Rakete partileriyle kendilerinden söz ettiren ikili Avrupa’nın bilinen kulüplerinden Watergate’te performansları da çok ses getirmişti. DJ’liklerinin prodüksiyon tarafları kadar kuvvetli olması ciddi bir isim oluşturmalarına yardımcı olduğu aşikar. Vokalleri ağırlıklı kulladıkları şarkıları “Pirate Games” tarzlarını açıkça yansıtıyor. Kendi labelları Hive Audio ile yayınladıkları “Our Music” ve Stil Vor Talent tarafından yayınlanan “After Monday” gibi şarkılarıyla kendilerinden söz ettiren ikilinin Soundcloud hesabını takip etmeyi unutmayın, DJ setleri ve turntable kullandıkları parti kayıtları kesinlikle mükemmel. Ayrıca “To Give” şarkısını dinlemenizi şiddetle öneriyorum. Clockwork (C/W) Francesco Leali, Federico Maccherone – İtalya İngiliz label Hot Creations tarafından yayınlanan “It’s You Again” adlı şarkılarıyla ciddi bir çıkış yapan ikili. 2011 yılında aktif bir şekilde duo çalışmalarıyla kendilerinden konuşturmaya başlayan ekibi takip ederseniz, şarkılarının gittikçe daha derin bir yapıya büründüğünü ve Deep House ile Techno’yu sentezlemeye çalıştıklarını görebilirseniz. “Leaving Me” şarkısına yaptıkları remixleri, sıkıcı bir tarzları olmadığının güzel bir örneği. Eğer Techno’ya ilgiliyseniz, yavaş, sakin ve uzun soluklu şarkılardan hoşlanıyorsanız, dinlemenizi tavsiye ederim. Fur Coat Delete aka Sergio Munoz & Israel Sunshine Venezuela Şarkılarındaki funk melodileri ve vokallerin başarılı uyumu ile Damian Lazarus’un ilgisini çeken bu ikili Crosstown Rebels’ın vazgeçilmez DJ’lerinden. Hatta bu ikili birbirileriyle Venezuela’daki bir ev partisinde tanışmadan evvel ayrı ayrı isim yapmaya başlamışlardı. Çok fazla ortak noktalarının olmasının birlikteliklerindeki en büyük etmenlerden biri olduğunu söyleyen House ve Techno ikilisini “You And I”, “Space Ballad” ve “Pettit Pillow” şarkılarıyla hatırlayacaksınız. Round Table Knights Mark Hofweber & Biru Bee - İsviçre “So Good” şarkıları ile tarzlarını açıkça belli eden Deep House camiyasının bilinen isimlerinden Round Table Knights hemen hemen tüm kritiklerden tam not almaya devam ediyor. Defected ve Off Recordings gibi klasik House müziklerini benimsemiş labellarla çalışmış olan “Roundies”, günümüzün en popüler labellarından Exploited’ın vazgeçilmezlerinden. Bu denli bir üne sahip olmaları ise, çok nadir bir durum olan sadece prodüksiyon tarafında değil DJ’lik tarafında da tarzlarının en iyilerinden olmalarından.

Adana Twins

Newbie Nerdz

Take it Easy & Friso - Almanya

Alex Vovel & Dario Frenda - İngiltere

Herhalde günümüz Deep House camiyasının en bilinen ikililerden Adana Twins, özellikle Deep House’u yeni dinlemeye başladıysanız kesinlikle kaçırmamanız gereken ekiplerden. “Reaction”, “Everyday” ve “Strange” gibi şarkıları ile ne kadar başarılı olabildiklerini gözler önüne sermiş ikilinin şarkılarına, kullandıkları Groove materyalleri, House ve Disco tınıları ve rahatsız etmeyen ritimleri sayesinde çok hızlı alışacaksınız. Kapsamlı bir müzik zevkleri olması bir yana kendilerine has sık ve sert cosmic bassları ve imzaları niteliğindeki piyano kullanımlarını kolayca ayırt edebilirsiniz. Hamburg’da Baalsaal kulübünün resident DJ’lerini dinlemediyseniz “This Man” ve “Bohemian Soul” şarkılarına yaptıkları remixlerini dinleyerek başlayabilirsiniz.

Londra’da pizza yerken tanıştıkları söylenen ikili “Don’t Want” ve “Hey You” gibi çalışmalarıyla kendilerinden söz ettiriyorlar. Farklı müziklere çok ilgili olduklarını belirten ekibin değişken bir tarzları olduğunu söyleyebilirim. Çoğu şarkıları partilerin açılışlarına yönelik ve eğlenceliyken, “Immagination” ve “Forgiveness” gibi depresif çalışmaları gerçek Deep House tarzını yansıtmaktalar. Hatta bence başarıları bu farklılıklarından gelmekte. Bahsetmiş olduğum üzere “Forgiveness” ve “Don’t Want” şarkılarını öneriyorum.

NTFO

Birleşmeden de önce on yıldan fazla tecrübeye sahip, East London kulüplerinin en bilinen isimlerinden olan Gepy ve Levan 2011 yazında Thames üzerindeki bir tekne partisinde güçlerini pekiştirdiler. Günümüzde “Tabula Rasa” isimli ilk çalışmaları elektronik müzik camiyasının klasiklerinden sayılmaktadır. Sakin bir Indie yapısından, tribal ritimlere (bkz “Alkapone” isimli çalışmaları) kadar yayılmış geniş bir tarza sahip olan bu ikiliyi sınırlandırmak çok zor. Nurvous tarafından yayınlanan “I Remember” ve “Alone In Silence” çalışmalarını dinlemenizi tavsiye ediyorum.

Robert & Dani - Romanya En büyük hayalleri olan plak albümü yayınlamayı 2010 yılında gerçekleştirmiş ikilnin, camiyanın en büyük isimlerinden Luciano ve Romanya’nın en iyi DJ’i olarak anılan Optick ile çalışmışlığı var. Şu sıralarda Diynamic tarafından yayınlanan şarkılarıyla kendilerinden söz ettiren NTFO, Get Phsical Music tarafından yayınlanan “The Blackness”a yaptıkları remixleri ile Damian Lazarus’un ilgisini bir hayli çektiklerinin göstergesi. Mart ayında Jargon tarafından yayınlanan Changin’ EP’lerini ve henüz dinlemediyseniz “Nobody Else” ve “Pendos” adlı şarkılarını dinlemenizi tavsiye ediyorum. Tube & Berger Jonathan Tube & Lou Berger – Almanya 90ların sonlarında henüz yirmilerine gelmemişken bir punk grubu ile sahne almaya başlamış ikili 2004 yılında yayınladıkları “Straight Ahead” şarkıları ile ciddi bir üne kavuştular. Punk alt yapılarının House müzik üzerindeki etkisini şu anki şarkılarında bile gözlemlemek mümkün olan ikili özgür olabilmek namına kurdukları Kittball Records ile tanınmış listelerde kendilerine yer buldular. Arka plana yayılmış basslar, hareketli ritmler ve kaliteli efektleriyle her şarkılarında sanki farklı bir olayı ön plana çıkartıyorlar. Mesela “Soulgood” isimli şarkılarındaki akılda kalan riffleri ve “Murdered Out” remixlerindeki karanlık synthleri gibi. Pek çok etkinlikte ve mekanda çalınan ve ismi hep merak edilen şarkılardan “Lovebreak”in bir Tube & Berger şarkısı olduğunu fark edince daha fazlasını dinlemek isteyeceksiniz. Homework Tom Waist & Zip Stolk – Hollanda Exploited ve 2020Vision ile çalışmış, Concerto isimli plak mağazasında yetişmiş ikili, DJ performanslarıyla ciddi birer House tutkunu olduklarını gösteriyorlar. Eski House şarkılarından ilham aldıklarını söyleyen ikilinin Deep’ten House’a geçiş için ideal şarkılarından “Ask Yourself”in Audiojack remixini mutlaka dinleyin.

LOVERDOSE Gepy & Levan - İngiltere “The idea was always to create quality music without stereotypes.”

No Artificial Colours Lewis Wright & Ryan Ellis – İngiltere Beatport listelerinde “Girl Get Down” ve “Toni’s Pain” çalışmalarıyla kendilerinden söz ettirmiş ikili East London tarafında birbirilerine benzer partilerde boy göstermekteyken, bir promoter tarafından back-to-back çalmaları teklifi üzerine birleşmişler. Deep House’a odaklandıkları söylenmesine rağmen şahsen House sularında yüzdüklerini söyleyebilirim. Remixlerinde beklenmedik geçişlere yer veren ikilinin “Since You’ve Been Gone”a yaptıkları remixi mutlaka dinlemelisiniz. 6th Borough Project Craig Smith & Graeme Clark - İngiltere Yaklaşık on yıldır birlikte çalışan funk ve disko tarzını benimsemiş İngiliz ikili en son 6th borough Project adlı albümlerini yayınladılar. Indie Dance tarzıyla ilgileniyorsanız tavsiye ederim. “Just A Memory” ve “McLovin” gibi beach partilerine çok uygun şarkıları yayınlamış tecrübeli İngiliz ikilinin şarkılarında blues, soul ve seksenler ezgilerine sıkça rastlayabilirsiniz. M.A.N.D.Y. Patrick Bodmer & Phillip Jung – Almanya Get Physical Music’in en bilinenlerinden M.A.N.D.Y.ile ilgili çok fazla söze gerek yok. DJ T, Kollektiv Turmstrasse, Booka Shade gibi isimlerle çalışmış duonun “Night Track”, “Maintain” ve “Superstitious” gibi parçalarını dinlemeden geçmeyin. Diğer önerilerim: Teenage Mutants, Booka Shade, Grass Is Greener, Walker & Royce, Jimmy & Fred, Mario & Vidis.

119


k l o k m a g mayıs & haziran 02

İmtiyaz Sahibi: Era ltd. Şti. adına Ali Köroğlu Genel Yayın Yönetmeni: Can Köroğlu Yazı İşleri Sorumlusu: Mert Gümren Kreatif Direktör: Ece Pekbaşaran Tasarım: Klok İletişim Koordinatörü: Lal Pekin (lalpekin@klokmag.com) Moda Direktörü: Ceren Çetinoğlu Redaktör: Naz Cuguoğlu Katkıda Bulunanlar: Aslı Kuzu, Aşiyan Nilüfer, Bedia Günaydın, Betigül Şengül, Begüm Yetiş, Bogatay Köprülü, Ceylan Göksel, Doruk Onur, Mert Merde, Mert Kahraman, Müge Tüzer, Naz Cuguoğlu, Özge Akpınar, Rana Özer, Roksan Sarıoğlu, Selin Zeynep Esen, Serdar Kurhan, Uğur Batu, Yiğit Köroğlu, Yüksel Makuloğlu Matbaa: Stil Matbaacılık Yayıncılık San. Tic. Aş. İbrahim Karaoğlanoğlu Cad. Yayıncılar Sok. Stil Binası No:5 Seyrantepe 4.Levent İstanbul (0 212 281 92 81) Yönetim Yeri ve Adresi: Asmadalı Sok. No: 15 Koşuyolu İstanbul (0 216 340 80 85) Yayın Türü: Yerel Süreli Reklam: reklam@klokmag.com İletişim: info@klokmag.com facebook.com/klokmag

soundcloud.com/klokmag

twitter.com/klokmag

Tüm hakları saklıdır. Dergİdekİ hİçbİr yazılı veya görsel materyalİn bütünü veya parçası yayıncının İznİ olmadan kullanılamaz. bu dergİ basın meslek İlkelerİne uymayı taahhüt eder.

Kapak Fotoğrafı: Begüm Yetiş

klokmag İkİ ayda bİr yayımlanır. ÖĞRENCİ İŞLERİNDEN OLUŞAN bİR PORTFOLYO DERGİSİDİR. ücretsizdir


Naz Cuguoğlu‐“İklimler Arasında”, Atlas Dağları, Merzouga, Fas, 2013


Muhteviyatı itibariyle piksellerden oluşur


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.