KLOK no.6 // Journey

Page 1

NO.6 YAZ / YOLCULUK MUHTEVİYATI İTİBARİYLE PİKSELLERDEN OLUŞUR. ÜÇ AYDA BİR YAYIMLANIR

K LmagO K

N U R IA V A L E S CO BA R


FOTOĞRAF CAN KÖROĞLU



Yolculuğun nerede başlayıp nerede bittiğini tam olarak söylemek oldukça zordur. Benim için yolculuk, çoğu zaman etrafa bakıp aslında nerede olduğumu sorguladığımda başlar ve yaşadığım her an tanıdık hale geldiğinde sona erer. Bu yolculuk fiziksel bir seyahat olmak zorunda değildir, herhangi bir düşünce ya da basit bir kitap bile pekala bir yolculuğa dönüşebilir. Bir yolcunun en büyük sorumluluğu etraflarında olan bitenleri izlemektir. Zihni, yeni olan her anıya aç olduğu için düşünceleri bütün gezegene yayılır ve kafatasına daha fazla ihtiyaç duymaz. Yol boyunca içi ve dışı eskisinden çok daha büyüktür. Gözleri daha uzağı görür, kulakları daha sessizi duyar. Beş dakika sonra ne olacağını kestirmesi bir hayli zorlaşır ve zaman algısı anlam veremediği ölçüde değişir, bir gün onun için yirmidört saatten artık çok daha uzundur. Tanıdığı onlarca rengin arasında kaybettiği kendini, yabancısı olduğu tonlarca tadın ve kokunun arasında tekrar bulur. Bu sayı, şu an bu dergiyi bir kenara bırakıp yola koyulan bütün yolcular içindir.

Can Köroğlu




6 12 18 20 22 28 30 36 42 52 66 70 78 80

82 88

absent presence ece erel pina eve dönüş yiğit ilgürgen aslında yollar easy design ah! kosmos home nuria val escobar bora akıncıtürk the morning walk primavera romanos lekapenos’un görmediği özge topçu lalin akalan



A B S E N T P R E S E N CE " The arrest of att ention in t he m id st of d istraction- That f leeting mo m en t is t he truest journey one can e ver t ak e "

AYLA HİBRİ

7



9



11



Ece Erel

BARDAKTA BAŞLAYAN YOLCULUK Çay uzmanı Ece Erel, Boğaziçi Üniversitesi’nde Kimya Mühendisliğini bitirdikten sonra Bocconi Üniversitesi’nde Ekonomi ve İşletme üzerine yüksek lisans eğitimi almış. Çaya olan merakı bu süreç boyunca hep peşinden gelmiş. Uzun süre kendisini bir gölge gibi takip eden tutkusunu uzmanlığa çevirmeye karar veren Ece, bir yandan mekanlara özel karışımlar hazırlıyor bir yandan da danışmanlık hizmeti veriyor.

R Ö P O R T A J S İ N EM U YS A L FOTOĞRAF CAN KÖROĞLU

Çaya olan tutkun nasıl başladı? Nasıl başladı tam hatırlamıyorum ama anaokulundan kalma çay setlerim var. Daha sonra lise yıllarımda bitkilerin faydalarını araştırarak çay karışımları hazırlamaya başladım ve bunları çevremdekilerle paylaştım. Yüksek lisans yaptığım sırada İtalya’da çay konusunda eğitimli birçok kişi ile tanıştım ve onlarla ortak çalışmalara girdim. Uzmanlık eğitimimle beraber çay dünyasını daha da derinlemesine keşfedince çayın benim için vazgeçilmez bir tutku olduğunu anladım. Çay üzerine nasıl bir eğitim aldın? Eğitim almak gerekli mi? Benim eğitimim çaya dair her şeyi kapsıyordu. Çayın gerçekten ne olduğundan tutun kültürel tarihi, üretim aşamaları, servis elemanı yetiştirme teknikleri, finans ve pazarlamaya kadar her detayını öğrendim. Dünyada çay uzmanlığının tam olarak bir tanımı yok. Çay uzmanı olmak için eğitim almaya gerek olmadığı düşüncesini benimseyen kitleler de var. Neticede hiçbir kurs sizi Uzakdoğu’daki “Tea master”lar kadar donanımlı yapamaz ama eğitim genel vizyonu yakalamak için kesinlikle gerekli. Çayla ilgili neler yapmak istiyorsun? Gelecek planların nasıl şekilleniyor? Çok şey yapmak istiyorum! Danışmanlık yapıyor olmam da buna imkan sağlıyor. Karşıma sürekli sınırlarımı zorlamam gereken projeler çıkıyor. Kendimi, kafamda

daha önce çayla hiç özdeşleştirmediğim konseptlerde proje hazırlarken buluyorum. Şimdilik hem profesyonel kariyerime hem de çay uzmanlığına devam ediyorum, ikisi de birbirini dolaylı yoldan besliyor. Uzun vadede neler olur bilmiyorum ama düşünmeme gerek yok, çay benim için vazgeçemeyeceğim bir dünya. Doğru çay demleyebilmek için birkaç tüyo verebilir misin? Yaprağın kalitesi çok önemli, mümkün olduğunca poşet çaydan uzak durmakta fayda var. Bunun dışında kullanacağınız su, suyun sıcaklığı, demlenme süresi ve kullanılan ekipman çayın kalitesini çok değiştiriyor. Her çay tipi farklı sıcaklıklarda demlenmelidir. Mesela,  yeşil 70-80 °C, sarı 77-80 °C, beyaz 66-75 °C, oolong 85-90°C, siyah çay ve pu-erh 96-100°C. Demlenme süresi bazı istisnalar dışında ortalama 3-4 dakika olmalıdır. Su ve ekipmana gelince, musluk suyu yerine pH’ı 7 civarlarında olan kaynak suyuyla tercihen Yixing çaydanlıkta demlemek çok iyi sonuç almanızı garantiler.

Senden bize özel bir çay tarifi alabilir miyiz? 2 çay karışığı siyah çay, 1 çay kaşığı limon otu ve 1 çay kaşığı lavantayı harmanlayarak 5 dakika kaynama sıcaklığına gelmiş suda demleyeyip arzuya göre bal veya şeker de ekleyerek demleyebilirsiniz. Üstelik soğutularak harika bir buzlu çay haline getirmek de mümkün! Çay hakkında bildiğin ve bizim bilmediğimiz bir efsane var mı? Özellikle çoğu Uzakdoğu çayının arkasında bir efsane vardır. En çok konuşulan hikayeler ise kaliteli çay yapraklarını kapsayan ve ‘Monkey Picked’ olarak sınıflandırılan çaylarla ilgilidir. Efsaneye göre ağaçların en üstündeki, en kaliteli yaprakların toplanması için maymun yetiştirildiği söylense de işin aslı iyi çay yetiştiriciliğinin sırrını saklamak için yetiştiricilerin maymunlar topladı diye yalan söylediğidir. www.teapotea.com

Çayın gerçekten ne olduğundan tutun kültürel tarihi, üretim aşamaları, servis elemanı yetiştirme teknikleri, finans ve pazarlamaya kadar her detayını öğrendim.

13


4

3

2

1


Ece Erel

1

J aponya

Chado ‘The Way of Tea’ olarak adlandırılan Japon çay seremonilerini görmek üzere, sırf bu iş için özel olarak tasarlanan mimari harikası çay odalarına giderek başlayabilirsiniz yolculuğa. Sessizliğin ve merakın hakim olduğu havayı solurken çay ustasının büyük bir disiplinle işe koyuluşunu gözlemleyeceksiniz. Bambu çubuklarıyla kutusundan çıkarılan Matcha’nın çay kasesine yerleştirilmesi bir sahne, kasede gezen bambu çırpıcının etrafını donatan yeşil baloncuklar bambaşka bir sahne! Kendilerine hayran kalacaksınız.

3 T ü rk i ye

Hasat mevsiminde dağlara çıkıp tikinalarıyla (Karadeniz’de kullanılan özel çay toplama sepeti) çay toplayan kadınları izleyerek doğaya doyduktan sonra bir çay bahçesine giderek o meşhur ince belli bardakta servis edilen siyah çayımızı yudumlayabilirsiniz.

2 İng i ltere

Gümüş servisler ve porselen fincanlarla siyah çayın en güzel harmanları önünüze gelirken, çayla beraber sunulan muhteşem atıştırmalıkların tadını çıkartabilirsiniz. Bir öğün niteliğinde olan İngiliz çay saati hem karnınızı hem de ruhunuzu doyurmak için birebir.

4

G ü ney A fr i ka Afrika’da yetişen Rooibos çalılarından elde edilen ve bu adı taşıyan Rooibos çayı günlük hayatta tüketmeye alışık olduğumuz çaya sunulabilecek en güzel alternatiflerden bir tanesi.

15


5 6 ÇiN

Fas

Fujian adını alan bölge çay severlerin adeta mabedi diyebiliriz. Sadece o bölgede 300 çeşidin üzerinde çay üretiliyor ve bu çayların her biri birbirinden özel. Eve götürmek için hediyelik Lapsang Souchong (füme siyah çay) ve o bölgenin özel ürünü beyaz çaylardan birkaç çeşit almanızı öneririm. Çinlilerin o meşhur çay seremonileri Gongfu Cha’yı deneyimlemek için güzel bir çay evine gidebilirsiniz. Çay demlemenin mükemmel tekniği olarak bilinen bu seremonide, ufak demliklerden ufak bardaklara dökülen çayları izlerken tüm duyularınızın açıldığını fark edeceksiniz.

Fas yeşil çay bölgesi olarak bilinir ve bölgenin ritüeli naneli yeşil çay üzerine kuruludur. Keskin nane ile karışan çay o kadar canlandırıcıdır ki, kendime gelmek istesem demleyeceğim ilk çay diyebilirim. Yuvarlak gövdeli, konik tepeli çaydanlıklar ve işlemeli bardaklar kullanılır bölgede. Keskin aromasıyla bilinen Gunpowder çayı demlendikten sonra bardağın içine taptaze nane yaprakları eklenir ve tatların bütünleşmesi beklenir. Keskin tadı yumuşatmak isteyenler için masada mutlaka şeker küpleri mevcuttur. Hem tatlı hem de ferahlatıcı olan bu çay, yemek sonrasındaki en büyük keyiflerden bir tanesi.

7

A rjant i n

Yorgunluğunuzu atmak için enerji verici etkisiyle bilinen ve Arjantin’in yerel içeceklerinden biri olan Mate çayını şiddetle tavsiye ederim. Su kabağından oyulmuş özel bardağı ve Bombilla olarak adlandırılan harika gümüş kamışıyla servis edilen Mate, her çayın kendi stilinin olduğunun en büyük kanıtlarından biridir.


7

5

6



Pina

Akdenİz’den sevgİlerle: PİNA Serüvenimiz, denizden iyotları taşıyarak gelen poyrazların hakim olduğu Ayvalık yamaçlarında zeytinlikleri bulunan 4 rafine gençle tanışarak başladı. Yemek, yelken, festival derken keyifli bir hafta geçirdik. Hem hayatlarını hem de Pina’nın hikayesini öğrendik.

Y A Z I S İ N EM U YS A L İ L L Ü ST R A SY O N Y İ Ğ İ T K Ö R O Ğ L U

Pazarlama, hukuk, reklam gibi akademik geçmişleri olan Pina ekibi, uzman oldukları meslek dallarını bırakarak zeytinyağı üretimi yapmaya karar vermiş 4 dinamik gençten oluşuyor. Modern köleler olarak hayatlarına devam etmek yerine doğaya dokunmaya karar veren Alp, Derya, Muhlis ve Merve, sanatsal alanlarda da aktif olan ve hayattan keyif alan bireyler. Adını Akdeniz’in soyu tükenmekte olan deniz canlısından alan Pina, farklı tekniklerle zeytinyağı üreterek sektöre yenilik getirmeyi hedefleyen oldukça taze bir oluşum. ‘‘Pina’nın kimliğini oluştururken amacımız bir zeytinyağı markası yaratmaktan çok, insanlara Akdeniz kültürünün hakim olduğu keyifli bir yaşam şekli aşılamak, ruhlarına dokunmak, eğlenmek, seyahat etmek ve en önemlisi bunları küçük bir komün halinde sürdürmekti. Bizi heyecanlandıran, Türkiye’de şu an yapılan ne varsa tersini yapma isteği oldu.” diye anlatıyor kendini ekip. Derya ve Muhlis’in çiftlik kurma hayaliyle başlayan yolculuk, arazideki zeytin ağaçlarına sahip çıkan ikilinin ekime devam etmesiyle şekillenmiş. Derya’nın üniversite zamanlarındaki hasat girişimleriyle yeşeren Pina, Muhlis’in de zeytin ağaçları ve zeytinyağı üretimi konusunda bilgi edinme uğraşlarıyla olgunlaşmış. Ağaçlara nasıl bakılacağı, ağaçların nasıl budanacağı, gübresinin hangi gün atılacağı ve nasıl işleneceği gibi gelişim süreçlerini çok iyi bilen ailelerin içinde büyüdükleri için

kolayca ivme kazanan bu süreç, yaklaşık 7 senedir kendi ağaçlarından elde ettikleri zeytinlerden kendi yağlarını üreten arkadaşların hikayesine dönüşmüş. 500’den fazla ağaca sahip olan ekip, kendi icar sistemleriyle senede 8 ton erken, 12 ton normal hasat olmak üzere toplam 20 tona yakın zeytin elde ediyorlar. Hasat zamanı geldiğinde hep beraber Ayvalık’a giderek bağların içinde bulunan dağ evine yerleşen Pinacılar, ağaçların bakımından üretime kadar her detayla kendileri ilgileniyorlar. Ekim sonu ve kasım sonu arasında olgunlaşmamış yeşil zeytinlerden soğuk sıkım yöntemi ile elde edilen yağ için kolları sıvıyorlar. Bu erken hasat döneminde çıkan yağ karakteristik olarak meyvemsi, acı ve yakıcı tatlara sahip. Normal hasat dönemi ise ekim sonu başlayarak şubat ayına kadar devam eden bir süreç. Haziran ayında satışa sunacakları Delice adlı zeytinyağı ise budaması yapılmamış, aşılanmamış, doğada kendi kendine yetişmiş bir ağaç türünden elde ediliyor. Zor bulunan Delice ağaçları hem çok az sayıda zeytin veriyor hem de sıkımı yapıldığında az miktarda yağ getiriyor. Üretimi meşakkatli olan bu zeytinyağı, kırmızı orman meyveleri ve badem gibi aromalara sahip. Detaycılıklarına hayran kaldığımız ekip ‘‘Yapılan her işlem zeytinyağının kalitesini etkiliyor. Zeytinlerin toplanma şekli dikkat edilmesi gereken ilk husus. Daha sonra kasada taşınmaları, güneşte beklememeleri, en fazla 6 saat içinde fabrikaya sıkıma

gönderilmeleri, sıkılırken de sularının sürekli olarak değiştirilmesi gerekiyor. Bu detaylara önem göstermek zorundayız.’’ diyerek üretim sisteminin ne kadar hassas bir konu olduğunun altını çiziyor. Pinacıların kullandıkları kontünü sistemi, soğuk sıkım metodu zeytinyağı üretiminde kullanılan en modern yöntem. Sebebini sorduğumuzda ise “Polifonel denen ve vücudumuzu yenileyen antioksidan maddeler belli bir sıcaklığın üzerini gördüğünde parçalanıyor ve tüm işlevini kaybediyor. İnsan sağlığına yararlı olabilecek bu maddeleri yağın içinde tutmaya çalışıyoruz.’’ açıklamasında bulunuyorlar. İçinde oldukları sektörün tamamen tüccar mantığıyla ilerlediğinin bilincinde olan ekip, insanlara nasıl hitap edecekleri ve insanların dikkatlerini nasıl çekecekleri üzerine iş planlarını iyi geliştirmiş. Zeytinyağının önemini gerek sağlık, gerek tat olsun her noktaya parmak basarak anlatan Pina ekibi, ‘‘Doğaya dokunalım, çünkü o en büyük değerimiz’’ mottosu ile enerjisini yaymaya devam ediyor. Daha fazla bilgi için: www.pinaoliveoil.com

19



Hazal Yılmaz

EVE DÖNÜŞ ‘‘Anlam arama’’ felsefesiyle hayatlarımıza giriş yapan, Çok Gezenler Kulübü’yle kıtaları dolaşan Hazal Yılmaz’dan yollar ve düşündürdükleri üzerine bir yazı. Gidip de dönemeyen herkese.

Y A Z I H A Z A L YI L M A Z F O T O Ğ R A F C e m al C an D İ n ç & Han d e K an d ur

Bölüm 1: Yol Son 33 yıldır yoldayım. 5 yaşımda sırt çantamı toplayıp yan apartmanın bahçesine taşınarak başlayan serüvenim 10 yaşımda sünnetçiye patlamış dudağımı diktirerek devam etti. Yalnızdım. Yalnızlığa mecbur ya da terk edilmiş olduğumdan değil. Seçtiğimden. Her şeyi tek başına yapabilmenin dayanılmaz çekiciliğine kapılmıştım. Yolda olmak tek başına bir eylem. Arayış ve yolların sonunda varacağın yerlere duyulan merak, seni sabahın köründe, kimseyi uyandırmadan evden çıkaran. Bir de tabii ilk önce keşfedecek olma dürtüsü... 8 yaşında uçağa ilk bindiğimde de yalnızdım. 16 yaşında değişim programıyla Fransa’nın 2000 kişilik bir köyüne gittiğimde de… 18 yaşımda, yadigar bavulumu kapıp Amerika’ya uçtuğumda bir defterin sayfalarına şöyle yazmışım: “Meskenim yollar, evim valizim…” Böyle kabullenmişim. O bavulun alamayacağı her şeyi, herkesi, geride bıraktım. Bazen soruyorlar: “Hani o çok sevdiğin gitarın, palton, yüzüğün nerede?” Kim bilir, eşyalarla aidiyet duygusu geliştiremiyor insan yolda. Hepi topu bir bavul, içine ne sığarsa… Bölüm 2: Ev Anneannemin evinden ayrıldığımda 6 yaşındaydım. Bir günde oldu gibi geldi bana. Hikayenin burasında anneme sormak lazım. Acaba apartman görevlisinin kızıyla oynamama izin vermeyen anneannemle ideolojik savaşların sonuna geldiğim için mutlu muydum? Yoksa onun patatesli

omletlerini yiyemeyeceğim sabahlara uyandığım için hüzünlü mü? Babam, 1980 yılında düşünce suçundan girdiği cezaevinde 7. yılını doldurmuştu. Annem ve iki arkadaşı, Cihangir’deki şahane evimize taşındık. Hayır, çocukluğun romantizmiyle anımsamıyorum. Hala denizi gören o balkon ve yap-bozlarımı dağıttığım yeşil halı aklımda. İlk yıl muhteşemdi. Annem, ben, Ali, Fahire... Bizim başka kimselere benzemeyen, geceleri kahkahalar ve Çocuk Kalbi’nden okunan 10 sayfayla sonlanan günlerimiz eşsizdi. Ardından araya hayat denen saçma şey girdi. Onlar Avustralya’ya taşındı. Eve gelen kiracılar, yaşadığı bir buçuk yılda babadan çok her şeye izin veren adam Veli, çalışmaya aşık ve mecbur annem, ben kaldık. O evde… Ama yuvadan çok hepimizi içine alan bir kutu gibiydi. Bölüm 3: Dönmek Gittim. Sonra geldim. Sanki ikisi ying ile yang gibi iç içe geçmiş bir varoluş gibiydi gözümde. Kendimi bulmaya gidip, kendimden yorulduğumda geri geldim. Ev bu anlamda “Ben aslında şöyle biriyim” diye cümlelere başlamadığım, kapımı kapadığımda dünyama çekildiğim yerim oldu. Ev uzun yıllar saklanma kulesi konumunu korudu. Bölüm 4: Ev Uçak türbülansta. Madrid’den dönüyoruz. Eskiden yanındakini sakinleştiren beni, son zamanlarda bir yalnız ölme korkusu sardı. Vazgeçilmez iki yol arkadaşım, Boeing ve Airbus, eskisi kadar güven vermiyor ruhuma. Hadi diyorum, eve dönsem, sana gördüğüm

her yeri, tanıştığım sayısız insanı anlatsam. Sen de ordaymışsın gibi paylaşsak o anı, bir dahaki sefer beraber gitmeye sözleşsek. Eve dönsem, annemi öpsem, seni çok özledim söz bir süre buralardayım, sergilere gidelim, desem. Eve dönsem, henüz yapamadığım evimi kendime benzetsem, dünyanın her yerinden topladığım posterleri assam, bak oralardaydım, mutluydum, desem. Eve dönsem, her an kaçmaya hazır ruhumu, özgürlüğün insan ve büfe isminden öteye gitmediği bu ülkede güzel günlerin geleceğine inandırsam. Eve dönsem, müziği açsam sonuna kadar, kimse uyanır mı diye düşünmeden. Eve dönsem de bavulu boşaltsam, kıyafetleri askılara assam, gömlekleri ütülesem, temiz çamaşır kokusu dolsa burnuma. Eve dönsem, ne kadar yazacak diye endişe etmeden konuşsam seninle telefonda, gece ve gündüz değil, bir taksi kadar uzak olsak birbirimize. Eve dönsem kütüphanemden on kitap alsam başucuma, beşer sayfa okuyup bıraksam, bardakları kendim yıkasam, masama oturup defterleri açsam, çocukluk fotoğraflarımı çıkarsam kutulardan. Eve dönsem, bir kahvede on dakika yerine on saat geçirebilsem. Eve dönsem, yapılacak şeyler listeleri yerine hayallere odaklansam. Eve dönsem. Saklanmaya değil, bu kez karşılaşmaya, uzun yıllar önce yollarda terk ettiğim benle. Daha fazlası için: hazalyilmaz.com cokgezenlerkulubu.com İnstagram & twitter @anlamarama

21



SOKAKLA OYNAYAN ADAM F O T O Ğ R A F B ED İ A G Ü N A YDI N M O D A ED İ T Ö R Ü C E R E N ÇET İ N O Ğ L U S A Ç T A L A T K IV R A K / N O . 2 1


T İ Ş Ö R T T O P MAN Ş O R T T O P MAN


YİĞİT İLGÜRGEN Sokakta yürüyen yüzlerce insanın arasında kaybolmayı bir oyun haline getiren kaykaycılara hep özenmişimdir. Biz olabilecek en sıkıcı şekillerde işe, okula veya gitmemiz gereken yere gitmeye çalışırken yanımdan hızla geçtiklerinde sanki bütün şehir onların bir oyun alanıymiş gibi hisseddiyorum. Sonunda bir tanesini yakaladım ve ona bir kaç soru sordum. İstanbul’un en yeteneklilerinden Yiğit, Redbull Manny Mania birinciliğini anlatırken bir gözü de kaykayındaydı.

R Ö P O R T A J Ö Z GE A K P I N A R

y

olculuk nereye?

Cidden üç gündür öğrenme aşamasındayım, durup durup kayan insanları izliyorum. Sürekli bir hareket var ama, kaymak aslında “aynı sınırlar içerisinde hız ve adrenalin ihtiyacını karşılamak.” Bisiklet kadar kullanışlı değil, paten kadar güvenli değil. Niye kayarlar insanlar? Hız yapmak için, bir yerden bir yere gitmek için, hareket yapmak için kayarlar. Eğer durağanlıktan sıkıldıysan ve farklı bir şeyler tecrübe etmek istiyorsan kaykay kayabilirsin. Kaymak için doğru yerde misin? Çünkü bana öyle geliyor ki bir çok insan için kaymak Kaliforniyalaşmak, kendini başka bir yerde hissetmek, onu götüren dört tekerlekle bir anda başka bir kıtada olmak. Kesinlikle aitlik hissinin tam aksi bir his değil mi? Birlikte kaykay kaymaktan zevk aldığım arkadaşlarım ve istediğim hareketleri yapabileceğim bir yer bulduktan sonra gerisi çok önemli değil. Seni seyreden biri varsa ne hissetmesini istersin? Şaşkınlık, kendisinin yapamayacağı bir şeyi sende görmesi, ya da her an başına gelebilecek bir şeyin düşüncesiyle biraz korku? Kayarken beni izleyen arkadaşlarım varsa ve beni izlemekten keyif alıyorlarsa bu

hoşuma gider tabii ki; çünkü kaykay her ne kadar bireysel bir spor da olsa aslında tek başına ve kimsenin olmadığı bir yerde yapıldığında pek keyifli değil. Kaykaycılar arasında garip bir iletişim var. Örneğin, seninle birlikte kaymaya gittik ve sen bir hareket deniyorsun ve ben seni izliyorum. Sen o hareketi başardığında, alkışlıyorum, bağırıyorum, ıslık çalıyorum veya tahtamı yere vuruyorum yani bir tepki gösteriyorum. Bu da senin hoşuna gidiyor ve motivasyonunu arttırıyor. Seni izleyen arkadaşların, sana cesaret veren arkadaşların kayarken olmazsa olmazlardan bence. Spor olarak baktığında yaşam tarzına ve karakterine nasıl bir etkisi var? Seni değiştirdiğini düşünüyor musun? Kaykaya hiç başlamamış olsaydım nasıl biri olurdum? Nerede olurdum? Bu soruları kendime sorduğumda cevap bulamıyorum. On beş yaşındayken kaykaya başladım ve hayatımı tamamen değiştirdi. Şu anda okuduğum okul, yaptığım işler, çevremdeki arkadaşlarım ve bir çok şey kaykay kayıyor olmamla garip bir bağlantı içinde. Herkes düşüp düşüp duruyor, kirli bir dans mı bu? Evet, hatta bu sporu bu kadar çekici hale getiren ilgi duyulmasını sağlayan en büyük etkenlerden birisi belki de. Düşmek kaykay kayarken her an başına gelebilecek ama bunu fazla düşünüp korkmaman gereken bir şey. Örneğin bir hareketi yapmadan önce eğer kafamda ‘’ya düşersem, ya başaramazsam, ya başıma bir şey gelirse’’ gibi sorular döndüğü

sürece o hareketi yapmam zorlaşıyor belki de hiç yapamıyorum. Akışına bırakıp sadece yaptığın şeye odaklanıp ve zihnini boşalttığın zaman hedefine ulaşabiliyorsun. Hayatını film şeridi gibi gözünün önünden geçmesine sebep olacak bir kaza yaşadın mı? 9 yıldır kaykay kayıyorum ve tabii ki ufak tefek sayısız sakatlık geçirdim ama 2 ay önce çok talihsiz bir olay yaşadım. The Roof Skateboards adında yerli bir kaykay markası oluştu ve beni de takıma aldılar. Yeni çıkaracağımız video için çekim yaparken bir düşüş yaşadım ve sol dizimde ön çapraz bağlarım koptu. Ameliyat olmam gerekiyor, yani bir süre kaykay kayamayacağım.

Kaykay her ne kadar bireysel bir spor da olsa aslında tek başına ve kimsenin olmadığı bir yerde yapıldığında pek keyifli değil.

25


SAĞDA TİŞÖRT MAVİ K A Z A K P O P . SEE . C U L / V A K K O R A M A


Redbull’un düzenlediği bir yarışmada Türkiye birincisi oldum ve Amerika’da otuz iki ülkeden gelen birincilerle yarışıp ülkemi temsil etme şansım oldu. Şu anda sponsorum “The Roof Skateboards”

Bir şeylerin yolunda gitmediğini hissettiğinde ne yapıyorsun? Durup pes mi ediyorsun yoksa risk mi alıyorsun? Başladığım şeyi bitirmeye çalışıyorum. Çok aşırı bir durum olmazsa da pes etmiyorum. Mesela Tony Hawk’ı özel yapan ne vardı ki hiç alakası olmayan insanlar bile durumdan haberdardı? Tony Hawk rampa kayan ve dünyada ilk defa kaykay üstünde 900 derecelik dönüşü yapan kişi olduğu için kaykaycılar arasında önemli bir isim. Ayrıca kendi adına bir sürü video oyunu var haliyle kaykay kaymayan insanlar bile Tony Hawk’ı biliyor. Seni özel yapan bir şey var mı? Özel yapar mı bilmiyorum ama Redbull’un düzenlediği bir yarışmada Türkiye birincisi oldum ve Amerika’da otuz iki ülkeden gelen birincilerle yarışıp ülkemi temsil etme şansım oldu. Şu anda sponsorum “The Roof Skateboards” Bu senin için bir tutku mu, hobi mi, spor mu, kariyer mi? Her an hepsi birbirine dönüşebilir mi? Hepsi iç içe aslında. Sadece bir kelimeyle açıklanabilecek bir şey değil benim için. Ben kaykayı sadece sevdiğim için ve sevdiğim şekilde kayıyorum. Büyük hedeflerim amaçlarım veya bir hırsım yok. Şuna kadar; sağlıklı kalmamı, bir çok yeni insan tanımamı, üniversiteyi kazanmamı, belki o dönemlerde kendi imkanlarımla gezemeyeceğim yerleri gezmemi, iş yapmamı, güçlü olmamı yani özetle bana büyük bir hayat tecrübesini sağladı ve sağlamaya devam da ediyor. Sonuç olarak kaymak seni A noktasıyla B noktasının dışında nereye götürecek veya getirecek? Şu ana kadar hiç böyle bir kaygım olmadı kayarken. Hep bir yerlere götürdü beni bir şekilde. Ben kaymaya ve bu heyecanı yaşamaya devam edeceğim.

27



Deniz Yılmaz

ASLINDA YOLLAR “Seyahat etme tutkusu, büyüyünce geçer denilen türden değildir. O da sizinle birlikte büyür ama geçmez. Her bir yolculuk ayrı birer kişi gibidir. Ve onları kontrol etmeye çalışmak büyük bir hata olur.” John Steinbeck (Travels with Charlie)

Y A Z I DE N İ Z YI L M A Z F O T O Ğ R A F C e m al C an D İ n ç & Han d e K an d ur

Seyahate ve yollara olan düşkünlüğüm çocukluğuma dayanıyor. Yolculuklarıma ufukta birleşen yol çizgileri, adlarını aklımda tutamadığım mavi tabelalar ve bir de rengini hala daha dün gibi hatırladığım “su yeşili” yolculuk termosumuz eşlik ederdi. Plastik bir de bardağı vardı bu termosun, o zamanların hayal ülkesi gibi anılan Almanya’dan getirilmişti. Uzun beyaz yol çizgilerini göz ucumla takip eder, sarı buğday tarlalarının yanından geçerken hayaller kurardım. Adlandıramadığım bir tatmin duygusu kaplardı içimi. Tüm yolculuklarımın arka fon müziğini oluştururdu o zaman seyahatlerimizde çalan müzikler. Biri biter bir diğeri başlardı. Hepsi birbirine benzerdi, hep bir hüzünlü ses söylerdi o şarkıları. O zamanlar bile “özgürlük” ile yolculuk kavramını bir şekilde birleştirirdim içimde. Camı açınca yüzüme vuran rüzgar, verilen uzun yol molalarında yüzüme çarptığım çeşmenin demir kokan suyu, uçsuz bucaksız gözüken o tarlalar; hepsi özgürlüktü. Yıllar sonra özgürlüğü yeniden adlandırmak ve yeni kavramlarla tanışmak için yollara düştüm. Sabaha karşı, her yer masmaviydi. Güneş henüz doğmamış; uykulu gözlerini yavaşça aralıyordu bembeyaz taştan evlerin üzerine. Günlerdir yollarda olmanın yorgunluğuyla nerede olduğumu tam olarak çıkaramıyordum. O esnada bir tabela gördüm; Granada yazıyordu üzerinde. Endülüs’te geçireceğim ilk sabah olacaktı birazdan. Buz gibi bir sabaha uyanacak diğer yolcular da; hafif ürperecekler ve camdan dışarı bakacaklardı. Sabaha merhaba demeden önce masmavi ışıkla aydınlanmış koltuğumda bir iki kelime yazdım; unutmamak için. Her yolculuğun bir belleği olmalıydı ne de olsa. Bir gün ansızın yolum doğuya düştü. Daha önce hiç görmediğim bir kentte uyandım. Hatay’ın garında bir taksiye atladım ve kendimi birkaç saat sonra orada buldum; belki bir daha hiç gidemeyecek olduğum kayıp şehir Halep’te... Terk edilmiş bir benzin istasyonu gördüğümde, bindiğim taksinin şoförü içtiği acı kahveden içmek isteyip istemediğimi sordu. Tatmak isterdim ama içemedim. El ele tutuşan yaşlı amcalar, evrensel saate ayak uyduramamış ağır aksak ilerleyen saat kuleleri, tuzluğu tıkanmış restoranlar ve inanılmaz güzellikte olan binalar gördüm. Kulağımda Tony Gatlif’in Le Vent’ı çalıyordu. Yalnız bırakılmış benzin istasyonunu, terk edilmiş gibi gözüken ama içlerinde kalabalık aileleri barındıran taş evlerini, sokaklarında yerdeki bezlerin üzerinde satılan pideleri, kanlı etlerin asılı olduğu manav önlerini hiçbir

zaman aklımdan çıkaramadım. Ha bir de fotoğraf çekmek için peşine düştüğüm sevimli küçük kızın bana anlayamadığım bir şeyler anlatmasını… Saatlerce araba yolculuğu yaptıktan sonra kayıp başka bir şehrin terk edilmiş fabrikalarında mola verdim. Birinin içerisinde şeker üretiliyormuş bir zamanlar. Artık çok az sayıda yolcuyu ağırlayan tren istasyonunda vakit geçirdim, gökyüzüne baktığımda bana başka bir şehre ait olduğumu anımsatan sıra bulutlar gördüm. Biraz soluklandıktan sonra buradan da ayrıldım. Günlerin birinde İstanbul’dan başka bir şehirde yaşamaya gittim. Akdeniz kokuyordu. Aniden duran arabaları, sokak başlarına park edilmiş rengarenk ufak motorları, solmuş giysiler asılı olan dar balkonları vardı. Meydanların birinde her akşam toplanıp, gitar çalıp şarkı söyleyen insanlara büyük bir mutlulukla izledim. Bu meydanın yakınlarında yaşadığım bölgede kısa zamanda çok kez aşık oldum. Bir şeylerin yolunda gitmediğini sandım; belki havasındandır dedim. Ama çok sonradan anladım ki aslında her şey yolundaymış. Aşkı bu kadar kısa sürede yaşadığım; ya da yaşadığımı sandığım tek yazımdı. Yıllar geçse de vazgeçemediğim şeyin yolculuk olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Yolculuk yorgunlukların en güzelini yaşatır insana. Çünkü yolculuklarda taşınan en ağır yük o yerin anılarıdır. Unutmak, kaçmak için değil, kafayı boşaltmak için hiç değil, sadece yolculuğa çıkmak için gidilir. Gitmek için gidilir. Seyahat ederken mutsuzluklar bile kısa sürer, çünkü daha gezecek çok yer, tanışılacak çok insan, hafızana kazınılacak pek çok detay vardır. Yolculuk en büyük akıl tutulması, en büyük özgürlük halidir. İnsan özgür olmasa da özgür hisseder kendini gezerken. Her şarkıya, her yüze bir anlam yükler. Bir sürü kapıdan geçer, bir sürü pencere görür. O an içindeki bütün kapılarını, pencerelerini yıkmak ister. Seyahat ve yollar “an”lardır, anlar birbirine eklenerek bitmesini istemediğimiz zamanları oluşturur, sübjektif ve biraz seçici olan zamanları. “Aslında yollar bir şeyi değiştirmez, geride bir şeyi bırakmaz, yaraları sarmaz” ve en önemlisi bir şeyleri unutmanı sağlamaz. Bugün çok sıcak bir gün. Duyduğuma göre İstanbul da çok sıcakmış. Biraz önce son kalan jetonumu tren istasyonundaki telefon kulübesinde bu haberi duymak için harcadım.

En sevdiğim yolculuk şekli şüphesiz tren yolculuğu. Kafamda hayaller; tren camından bakarak gördüğüm evlerde nasıl insanların yaşadığına dair kurduğum tahmin oyunlarım, kulağımda çalan yolculuk playlistim... Hayatımın ilk uzun tren yolculuğu bu. Tek başıma insanlara bakarken buluyorum kendimi. Çok yakında Lecce’de olacağım. Ferzan Özpetek’in filmlerinde görmeye alıştığım küçük sevimli kenti bir de ben görmeliyim, kendi gözlerimle ve kendi hikayelerimle yeniden şekillendirmeliyim. Aklıma hemen “Serseri Mayınlar”daki bir sahne geliyor. O başroldeki renkli gözlü adamın, önünde abisiyle dertleştiği ve sonra da kavga ettiği o büyük taş binayı bulup, o binanın önünde saatler geçireceğim. Biriyle dertleşmek değil ama daha önce hiç görmediğim yüzler görüp, hiç konuşmadığım şeyler konuşmak istiyorum. Biriyle, ya da birkaç kişiyle... Birbirinden bağımsız bir sürü düşünce geçerken aklımdan, önümdeki adam perdeyi ısrarla kapatıyor. Biraz sonra ben de açacağım. Adama inat. Gözlerimi kapatıp, tren camından gördüklerimi değil ama birazdan göreceklerimi oynatıyorum bir süreliğine kafamda. Sonra bunlar yetmeyince yeniden perdeyi açıyorum. Adam bana dönüp bakıyor ve yeniden perdeyi kapatıyor. Sanırım birkaç kere daha bu sahne tekrarlanacak. Ardından bir şeyler atıştırmak için diğer vagona gideceğim ve bir zamanlar İstanbul’da bir kadına aşık olmuş beyaz saçlı amcanın birkaç hikayesini dinleyeceğim. Kırık İngilizcesi hoşuma gidecek. Aradan 5 saat geçti: Kulaklığımda bu esnada her yolculukta bana eşlik eden yolculuk şarkım “Le Vent” çalıyor; diğer birçok yolculukta olduğu gibi. Bu şarkıyı ne zaman dinlesem uçmayı, havalanmayı, ya da vücudumu ürperten bir rüzgar esintisi hayal ediyorum. Hayallerin sınırsız olması ne de güzel. “Lecce Stazione” yazıyor tabelada, inmem lazım hemen! Tam trenden inerken 18 yaşlarında görünen bir çiftin içten sarılışlarına bakıyorum. Öyle içten sarılıp öpüşüyorlar ki birazdan yeryüzünden havalanacaklarını hayal ediyorum. Sanırım az evvel onlar da bu şarkıyı dinleyip şevke gelmiş olmalılar. Birazdan ineceğim ve Lecce’nin sokaklarında kendimi kaybedeceğim. Yarın Porto Cesareo taraflarına gidip denizin kokusunu içime çekeceğim. Ara sokaklarda yine yürüyeceğim. Ve yürümekten yorulup, bundan hiç şikayet etmeyeceğim.

29


SIRADAN BİR TASARIMCININ ZİHNİNE YOLCULUK

E A SY DESIG N B Y B ESTE B İ R E R

Tanıdığımız insanların %90’ının görsel sanatlarla ilgilendiği bu günlerde belki de mesleklerin en kolayı (!) grafik tasarımcı olmak. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Grafik Tasarım Bölümü mezunu Beste Birer’in tasarladığı “Easy Design” adlı cep kitapçığı, sıradan bir tasarımcı olmak isteyen herkesin yanında sürekli taşıması gereken bir çalışma...Birer’in bu kolay anlatımı sayesinde belki siz de 1 saat içerisinde bir dergi, kitap veya poster tasarlayabilirsiniz! Hiç bir amaca hizmet etmeyen ve göze hoş görünmekten bir adım ileri gitmeyen bu kolay tasarım yöntemleriyle artık grafik tasarımcı olmak çok daha kolay.



Text On Sides Underlined Strike Through Page Stack IK Blue


Beste Birer

Split Slant Red & Blue Duotone Multiply

33


Separated Letters Folded Rhombus Circle Text Goes Over The Folding Rotated Text Diagonal Pink and Black and White


Beste Birer

Four Corners Hyphens Pattern Color Gradient

35



İmgelerİn sese dönüşümünün yolcululuğu: Ah! Kosmos

R Ö P O R T A J ME R VE EV İ R GE N F O T O Ğ R A F A L EV T A K I L

Başarılı ve iyi kadın müzisyen dendiğinde genellikle akla singer-songwriter kategorisinden, vokal tekniğiyle ve ses rengiyle öne çıkan isimler gelir. Bunun daha kötüsü ise, güzelliği veya prodüksiyon kalitesiyle öne çıkanlardır. Ah! Kosmos gibi tamamen iyi müzik, iyi düşünülmüş bpm’ler, titizlikle işlenmiş synth’leriyle öne çıkan isimler ise bırakın Türkiye’yi, dünyada bile iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda. Özgünlüğüyle diğerlerinin arasından rahatça sıyrılan Başak Günak, nam-ı diğer Ah! Kosmos’la müziğe, sektöre ve biraz da evrene dair iki lafın belini kırdık.


Ah! Kosmos

Türkçede “Ah!” ünlemi çok katmanlı, vurgulanışına göre birçok duyguyu hatta birbirine kontrast oluşturan duyguları yansıtabiliyor. Kosmos ise benim kendimi içinde hissettiğim ama erişemeyeceğim kadar da kocaman bir ilişkisellikler bütününü tasvir ediyor.

Biz seni çok iyi biliyoruz ama sen yine de seni hala tanımayanlar için bir klişe soru olarak müzikle tanışma hikayeni anlatır mısın? Esasında çocukluğumdan beri müzikle iç içeyim, çeşitli enstrümanlarla deneyimim oldu. Üniversite yıllarında da profesyonel olarak bas gitar çalmaya başladım. Bu dönemde, bir yandan evde kayıt ve prodüksiyon yapmayı öğrenmeye çalışıyordum. Zor ilerleyen bir süreç oldu. Sonrasında İTÜ MIAM’da Ses Mühendisliği ve Tasarımı bölümünde Master okuyunca kilitlendiğim teknik kısımlar daha hızlı açılmaya başladı. Bu yakından tanıması gerekenler için bir klasik soru daha, “Ah! Kosmos” isminin hikayesi nedir? İsim olarak Ah! Kosmos’u kullanmaya başlamam 2010’a dayanıyor. “Ah!” Didem Madak’ın “Ah’lar Ağacı” şiirinden. Yaptığım müziğe henüz bir isim koymamışken, emprovize yaparken müzik üzerine şiir okumaları da yapıyorduk ve Ah’lar Ağacı şiiri o dönemki hissimi çok iyi yansıtıyordu. Türkçede “Ah!” ünlemi çok katmanlı, vurgulanışına göre birçok duyguyu hatta birbirine kontrast oluşturan duyguları yansıtabiliyor. Kosmos ise benim kendimi içinde hissettiğim ama erişemeyeceğim kadar da kocaman bir ilişkisellikler bütününü tasvir ediyor. Yan yana geldiklerinde de, malum vurguyla okuduğunuzda, kosmosa bir yakarış / hayıflanma gibi. Fark ettim ki tiyatro ve çağdaş dansla ilgiden öte bir ilişkin var, biraz anlatabilir misin? Evet, 4 senedir tiyatro, çağdaş dans ve video-art alanlarında çalışan insanlarla ortaklaşa çalışıyorum. Kompozisyon söz konusu olunca, farklı disiplinlerden insanlarla çalışmanın kafamda oluşan imgeleri değiştirdiğini ve derinleştirdiğini düşünüyorum. Bu, farklı bir perspektifle sese yaklaşmaya imkan tanıyor. Kompozisyon açısından beni en çok

etkileyen insanlardan biri Mimar Sinan Çağdaş Dans bölümünden Aydın Teker oldu. Onun bir kompozisyon dersine misafir öğrenci olarak katılıp hareketleri izliyordum, onun öğrencilerine verdiği hareketsel ödevleri ben kafamda sese uyarlayıp uygulamaya çalıştım. Bir disipline başka bir disiplinin bakış açısından yaklaşmanın yaratıcı süreci beslediğini düşünüyorum. Özellikle çağdaş dans alanının bedenle olan ilişkisinin uçsuz bucaksızlığı benim hayal gücüme çok fazla alan açtı. İnanmadığın ve hatta karşısında durduğun bir markanın reklamına müzik vermek, sence müziğin kutsallığına bir hakaret mi? Bu esasında spesifik örnekler üzerinden konuşulması gereken bir mevzu, neticede dinamikler değiştikçe bambaşka kararlar almak gerekiyor. Hiçbir kararımda genel geçer ve homojenize edici davranmamaya özen gösteriyorum. Bunun haricinde kapitalist bir niyet, sanatçı kimliğini “kullandığında” sanatçı da kapitalist mekanizmaları “kullanarak” sanatsal çabasına destek, katkı sağlayabilir. Burada kimin kimi ne için kullandığı ince bir soru. Ayrıca sanatın kutsallığının da kapitalist bir kurgu olduğunu düşünüyorum. Türkiye’den çıkan özgün bir sound’u yaratan birinin Türkiye’den kimleri beğenip takip ettiğini elbette merak edecektik. Stiver (Emre Malikler), Biblo ve Seha Can’ın çok güzel işler yaptıklarını düşünüyorum. Elektronik öğeler barındıran bir müziğe göre aynı anda hem fazlasıyla karanlık hem de fazlasıyla enerjik bir tının var, bunu nasıl yaratıyorsun? Aslına bakarsan bu hiç planladığım bir şey değil. Çünkü yarattıklarım da bir yandan beni yaratıyor. Genellikle içimden çıkanın seslere dönüşmesi şeklinde bir süreç gerçekleşiyor ve bu çıkan seslere dönüp baktığımda da, parçayı derinleştirmeye ya


39


Şimdiyi geleceğin, geleceği geçmişin yükünden kurtararak ama zamanlar arası hafızanın farkında olarak yaşamanın önemli olduğunu düşünüyorum.


Ah! Kosmos

Birçok alanda olduğu gibi müzik dünyası içinde de erkek egemen yapı hakim. “Brotherhood/biraderlik” adı altında tanımlayabileceğimiz , sadece erkekler arasında geçerli olan ve kadınları dışarda bırakan ilişki biçimi müzik sektöründe de mevcut.

da tersine, olan kalabalıktan nefes aldırmaya yönelik yeni denemeler yapıyorum. En son yine lokal isimler arasında çokça beğendiğimiz The Away Days’in yeni single’ı Your Colour’a yaptığın remix yayınlandı. Zaten güzel olan şarkıdan bambaşka bir güzellik yaratmışsın. Biraz süreçten bahsedebilir misin? Benim de çok içime sinen bir iş oldu o remix. Şarkıyı ilk dinlediğimde parçanın melodik olarak benim sevdiğim hislere sahip olduğunu hissettim. Remix, benim için şarkıyı, verdiği ilk histen alıp başka bir hisse dönüştürmekle ilintili. Your Colour remix’inde de parçanın bendeki hissini anlatmaya çalıştım. Neticede The Away Days’in de, benim de, dancefloor’a yönelik bir iş olsun diye bir kıstasımız yoktu, o yüzden de daha özgür bir alanda kalıp, parçayı kendimce yorumladım. Müzik dünyasında hedeflerle adım atmak genellikle yanlış bir tercihtir ama, kendine Türkiye’de veya yurtdışında çizdiğin hedefler var mıdır? Bence şimdiyi gelecek üzerinden yaşamak tamamen kapitalizmin bir illüzyonu, açıkçası ben de böyle yaşamayı tercih etmiyorum. Geçmiş, şimdi, gelecek gibi zaman sınırları çizmek anlar arası hiyerarşi yaratmaktan başka bir şeyle sonuçlanmıyor maalesef. Şimdiyi geleceğin, geleceği geçmişin yükünden kurtararak ama zamanlar arası hafızanın farkında olarak yaşamanın önemli olduğunu düşünüyorum bu aralar. Dolayısıyla hedeflerim değil de anlık hayallerim daha çok. Türk müzik piyasasında müziğe dair bir iş yapan ama müzisyen olmayan herkesin, esas müzisyenin kendisinden daha “rockstar” bir tavrı olduğunu düşünüyorum. Buna katılıyor musun? Evet katılıyorum. İşin kötü tarafı ise bunun artık kanıksanmış ve içselleştirilmiş bir şeye dönüşmesi. Sanat yöneticileri ve sanatçıların sınırları bulanıklaşıyor sanki. Burada bu tip titrlere sahip insanlar güçlerini veya konumlarını kullanıyorlar. Sanat yöneticilerinin sanatçılarla gerçekten ne

kadar ilgilendiği benim için sorunsal. Bu işin tanımını mı seviyorlar yoksa bir sanatçıyı bir yere taşımak gibi bir gayeleri var mı? Benim gördüğüm, genç sanatçılarla sanat yöneticileri arasında ciddi bir kopukluk olduğu. Hem politik hem de ekonomik olarak baskı altında olan bir alanda sanat yöneticilerinin yokluğu çok hissediliyor. Üretim sürecinle daha iyi bir yakınlık kurabilmek adına soruyorum, bu aralar en çok hangi isimleri dinliyorsun? Ben Frost, Sylvain Chaveau, Forest Swords. İki kadın karşılıklı sohbet ediyorken bu soru denk gelmek zorundaydı, müzik dünyasında kadınlara yapılan pozitif ayrımcılık hakkında ne düşünüyorsun? Bu üzerinde derinlemesine konuşulması gereken bir mevzu. Dünyada gerçekten böyle bir pozitif ayrımcılık var mı emin değilim. Birçok alanda olduğu gibi müzik dünyası içinde de erkek egemen yapı hakim. “Brotherhood/biraderlik” adı altında tanımlayabileceğimiz , sadece erkekler arasında geçerli olan ve kadınları dışarda bırakan ilişki biçimi müzik sektöründe de mevcut. Bu ilişki erkekler arasında kurulu, ve onların menfaatini koruyor. Bu döngü içerisinde kadının var olması ve görünür olması da oldukça zorlaşıyor ama bir yandan kadınların dayanışmak için kurduğu oluşumlar güç veriyor. Örneğin elektronik müzik alanında Berlin’de kurulan“Female Pressure”gibi oluşumlar müzik alanında kadınların görünürlülüğünü arttırma ve farkındalık yaratma yönünde çalışıyor. Peki o halde, sorularım bu kadardı. Seni sahnelerde olsun sohbetlerde olsun daha çok görmek dileğiyle!

41


HOME F O T O Ğ R A F B ED İ A G Ü N A YDI N M O D A E D İ T Ö R Ü C E R E N ÇET İ N O Ğ L U S A Ç T A L A T K IV R A K / N O 2 1 M A K Y A J ME R T N A Z L IM / K U M A GE N C Y M O D E L V A L E R IY A / O P TI O N M O DE L M A N A GEME N T



T İ Ş Ö R T NI K E



E T E K T O P SHO P






GÖMLEK H&M


TİŞÖRT ZARA


Ç İ L L E R İ O L M A Y A N B İ R K I Z YI L DI Z SI Z B İ R GE C EYE B E N Z E R

F O T O Ğ R A F DE N İ Z Ö Z G Ü N M O D A E D İ T Ö R Ü C E R E N ÇET İ N O Ğ L U R Ö P O R T A J Ö Z GE A K P I N A R


T İ Ş Ö R T L ES B E N J A MI N S


UNIVERSAL TRAVELER: NURIA VAL ESCOBAR Havalimanında Nuria’yı beklerken aslında bu kızın yolculuğunun sadece bir parçası olduğumuzu düşünüp durdum. 3 gün içerisinde 3 kıta değiştirecek birinin zaman algısı bizimkinden kesinlikle farklı olmalıydı! Biz ne kadar yoğun bir gün geçireceğimizi düşüneduralım Nuria, 48 saatte Bordeaux - Barcelona - İstanbul - İzmir - İstanbul - Barcelona Capetown rotasına çoktan kendini bırakmıştı bile... Herhangi bir insana kıyasla çok, belki de çok daha fazla insanla tanışan, çok daha farklı yemekler tadan, farklı yabancı şehirlere uyanan ve bir çok anısını yanından hiç ayırmadığı küçük fotoğraf makinesiyle paylaşan Nuria Val Escobar’dan yolculuğu sadece dinlemektense, birlikte küçük çaplı bir yolculuk yapmayı kafaya koyduk! İlk uçakla İzmir’e, oradan da Alaçatı’ya gittik. Biz onu çektik, o da gökyüzünü ve koyunları...

R Ö P O R T A J Ö Z GE A K P I N A R F O T O Ğ R A F DE N İ Z Ö Z G Ü N

Seni bu kadar ilgi çekici yapan ne? Bu soruya cevap veremeyeceğim. Kendim hakkında konuşurken çok utanıyorum! Üstünde kabuğu olan bir kaplumbağa mısın yoksa özgür bir kuş musun? Daha çok özgür kuşum diyebilirim. Bir çok farklı yeri ziyaret edebilirim, yeni insanlarla tanışabilir, yeni kültürler görebilirim. Çok kısa bir sürede çok farklı hisler yaşayabilirim, kendimi asla bir yerle sınırlayamıyorum. Yolunu nasıl çiziyorsun? Öncelikle çekim yapmak için mekanlar arıyorum; vintage kıyafet ve kamera almak için bit pazarları, vegan restoranları ve iyi şarap içebileceğim barlar... Bazen internetin yardımı dokunurken o bölgenin yerlisinden de küçük tavsiyeler alabiliyorum.

Haritandaki gizli hazine ne? Yolculuk ederken ne umuyorsun ne buluyorsun? Sırrım gittiğim yerlerdeki bütün yerel mekanlara gitmek ve yerli insanların yapabileceği şeyleri deneyimlemek. Gittiğim yerle ilgili okumayı çok seviyorum. Gittiğim yerlerdeki insanlarla tanışmak ve onlardan gittiğim yerle ilgili püf noktalarını almak da benim için çok önemli. Dünya’nın her yerinden tanıdığım ve beni evimde ziyaret ettiklerinde onlara ne sunduysam bana aynısını sunabilecek bir çok arkadaşım var. Her yolculuk beni ilk sefer yola koyuluyormuşum gibi heyecanlandırıyor. Kendini “running on cargo” olarak tanımlarken bir ilişkiyi sürdürmeyi nasıl başarıyorsun (arkadaşlık, aile, sevgili herhangi bir tipteki bir ilişki)?

Belki çok klişe ama gerçek arkadaşların hep yanımızda olduğuna inanıyorum. Siz nereye giderseniz gidin aslında onlar da sizinle birlikteler. Onlarla asla bağlarımı koparmıyorum ve uzun bir aradan sonra buluştuğumuzda aslında en başından beri hiç ayrılmamışız gibi geliyor. Konu aileme gelecek olursa onları çok özlüyorum. İki küçük yeğenim var ve araya bu kadar mesafe girmesi aslında çok zor. İlişkiler… Bu tarz bir yaşam tarzını anlayabilecek birini bulmak çok zor. Mesafeler yüzünden ilişkilerini yürütemeyen veya istemeyen bir çok modelle tanışıyorum. Beni bu anlamda anlayabilen ve destekleyen bir insan bulabildiğim için kendimi şanslı sayıyorum, ama yine de kolay olduğunu söyleyemem. Çok fazla cesarete ve özgüvene ihtiyaç var böyle bir şeyi yürütebilmek için.

55


GÖZLÜK GANT/L’APPART PR TİŞÖRT PULL&BEAR




B İ K İ N İ ERES TULUM ZARA


Koşuyor musun, yürüyor musun ya da farklı hareketler içerisinde misin? Sürekli değişik hareketler içerisindeyim. Bazen bir yere giderken yetişmeniz gerekse de gerekmese de koşarsınız, yorulup yürürsünüz ya da sadece durup derin bir nefes alma ihtiyacı duyarsınız. Bir yolculuk sırasında bunların hepsi yaşanabilir. Hayat senin için hep tatilde olmak gibi mi? Öyle gibi görünüyor! Ama hayır, aslında hep öyle değil. Bir model olmak gerçekten zor, ama ben seyahatlerimi hayatımın ilginç birer parçası haline getirerek modelliğin pozitif taraflarını daha çok yaşamaya çalışıyorum. Fotoğraf çekmeyi de bu kadar çok sevince insanın eline gerçekten kaçırmaması gereken öğretici ve yeni deneyimlerle kendini geliştirebileceği bir fırsat çıkmış oluyor bu durumda. Çalışmalarını nasıl oluşturuyorsun? Çalışmalarım hayatımın içinde olan her şeyin bir karışımı. Hem modelliği hem de fotoğrafçılığı seviyorum ve etrafımda filmle çalışan fotoğrafçılarla tanışma fırsatı yakaladığımda onlardan öğrenebilecek bir çok şeyim oluyor. Bir yaşam tarzını, doğayı ya da sadece güzel gelebilecek bir şeyi fotoğraflarıma yansıtmayı seviyorum. Çektiğim şey bir manzara, bir bitki ya da kendi portrem de olsa benim için en önemli şey içine duygularımı koyabilmek.

C E K E T C U ST O M R E B E L S GÖZLÜK RAY BAN




Kendini bir fotoğrafta düşünüyorsun?

gördüğün

zaman

ne

Kendi fotoğraflarımı gördüğümde hep garip hissediyorum. Bazen “Bu ben miyim?”, “Bu ben olamam” durumu yaşıyorum. Tabii ki sonuç olarak çıkan şeyi beğeniyorum, bu zor ama güzel bir iş. Fotoğraflarında kullandığın öznelerden bir insan da olsa, bir manzara da olsa ne bekliyorsun?

BİKİNİ H&M K O L Y E ST R A DIV A R I U S

Çekimlerimde hep bir hikaye yaratmaya çalışıyorum, böylece az önce de dediğim gibi hislerimi o fotoğrafı gören insanlara da yaşatabiliyorum. Çektiğim insnalarla birlikte önce biraz vakit geçirmek istiyorum. İşin özünde biraz da güvenmek ve karşındakine inanmak var. Ancak bu şekilde fotoğrafa duyguları yansıtabiliyorum. Ayrıca çekim yaparken bunu saf bir eylem olarak görmektense birlikte mutlu olduğun bir insanla vakit geçiriyormuşsun gibi görmek daha önemli. Uzun süredir bunu yapıyorum, etrafımda olup bitenleri gözlemliyorum, insanların kendi hayatlarının içinde nasıl davrandıklarına neler yaptıklarına bakıyorum, özel bir şey gördüğüm anda çekiyorum. Mesela geçen ay boyunca Küba’da çalışıyordum, sadece oteldeki temizlik görevlileriyle ilgili bir seri oluşturdum, hepsi çok tatlı kadınlardı.

63


G Ö M L E K B EYME N C L U B P A N T O L O N T O P SHO P B İ L E K L İ K L E R A C C ESS O R I Z E

Bir yolculuk ya da fotoğraf seni hayal kırıklığına uğratabilir mi? Tabii ki işlerin yolunda gitmediği zamanlar da oldu. Yine de böyle zamanlarda kendim için en iyi olanını bulup bunu bir deneyim olarak ele almayı başardım. Etrafımda gelişen beklenmedik olaylara karşı pozitif kalmaya çalışıyorum. Seyahat ettiğim zaman aklımdaki ilk şey hatırlanacak bir şeyler bulmak oluyor. Senin için bu ilk şey nedir? Bütün gördüklerimi çekmeme yetecek kadar filmimin olması. Aklımdaki ilk şey bu. Neyse ki bu sefer yanımda Diana vardı! Her yerden topladığım bir sürü ufak detay var, iyi vakit geçirdiğim ve sevdiğim insanlar ya da mekanlar, mesela Çeşme’de geçirdiğim o gün gibi.




Bora Akıncıtürk

Punk kültürüyle büyümedİm Kendini tanıtmasını rica ettiğimde, ‘‘Adım Bora Akıncıtürk, 1982 yılında Ankara’da doğdum. Sanatçıyım. Ve müzik yapıyorum. Genel olarak bu kadar. Merhaba!’’ coşkusu ve netliğiyle konuya giren Akıncıtürk; tüm sempatikliğiyle, tüm sevenlerine…

R Ö P O R T A J DE B O R A İ P E K E L F O T O Ğ R A F ozan g ün e r

Yakın zamanda açılacak olan yeni serginden bahsedelim. Bu sergin de ‘’herkes için dev bir hayal kırıklığı’’ olacak mı? 5-6 ay içerisinde açılacak gibi duruyor. Tam olarak nerede olacağı sürpriz ama İstanbul diyelim. Photoshop ve kolaj üzerinden ilerleyen bilimsel ve metabolizmik ürünler var ama bu safer hayal kırıklığından çok bir umut ışığı olacak. Daha mutlu yani? Evet, daha mutlu ama bir yandan da daha sahte bir sergi olacak sanırım. Yapaylık ve gerçeklik algısıyla oynayan bilimsel ve teknolojik gelişmelerle ilgileniyorum. Mesela, bundan 6 sene önce Londra’da Damien Hirst’ün o kurukafa furyası dönüyordu. Sanatçının sanat eserine hiç dokunmadan yaptığı bir takım kavramsal konseptler üzerinden ilerleyen tartışmaya açık sanat konuları oldukça modaydı. Bana bu yapaylık ve mesafe hep itici bir şekilde enteresan gelmiştir. Damien Hirst’ü pek sevmiyorsun anladığım kadarıyla. O işlerin parodisini seviyorum ama öyle tanınan bir sanatçı olmak istemezdim, benim için boyayla tuvalle oynamak nihai amaç. Ama bir yandan da bu fikirle ilgili bir şey yapmak uzun zamandır aklımdaydı. Hala tamamen serginin konusunun ne olduğunu da kesinleştirmiş değilim. Genel olarak alaycı bir yaklaşımın var diyebilir miyiz hayata? Var. Alaycı duruşu ve teatral yaklaşımları çok seviyorum. Kendini ya da yaptığı işi çok ciddiye alan insanlardan hoşlanmıyorum. Daha egoist ve ideolojik bir boyuta taşınmış oluyor olaylar.

Ben sanatın içinde gerçekliğin ve ideolojilerin olmamasından yanayım. Bora, Londra’ya kaçtın mı? Yoksa daha çok planlı bir hareket miydi taşınmak? Yurtdışında yaşamak istiyordum hep, öyle bir hayalim vardı. Daha doğrusu üniversite için New York’a gitmek istiyordum ama liseyi bitirdikten sonra başvurduğum okulların hiçbirinden kabul gelmedi. Ben de İstanbul’da bitirdim üniversiteyi. “Şimdi artık zamanı” dedim, yine başvurdum, yine kabul gelmedi. Ya askere gidecektim ya da başka bir yere. Benimle aynı durumda olan bir arkadaşım daha vardı. Aradı beni bir gün, ‘‘Abi, okul buldum! Middlesex. Herkesi alıyorlarmış, oraya başvurmamız lazım. Gidiyoruz!’’ dedi. Hakikaten de öyle oldu. Üç gün içerisinde başvurdum ve kabul edildim. O yüzden net bir kaçış benimkisi. Ama bir yandan da, dediğim gibi, istiyordum yurtdışında yaşamayı. Yeni evin burası mı artık? 7 senedir buradayım, artık gün geçtikçe daha ev gibi geliyor. Londra’daki tek sorun, her şeyin Türk parasının dört katı olması.

O herkesin sorunu sanırım. Bir yandan da benim müşteri kitlemin çoğu İstanbul’da olduğu için, bir şey sattığım zaman genelde orada satıyor oluyorum. Burada şimdiye kadar 3-4 tane grup sergisine katıldım, hiç kişisel sergi yapmadım. Galerilerle konuşuyor musun? Konuşuyorum ama gariptir; birkaç kez tam burada bir şey yapacakken İstanbul’dan teklif geldi ve “haldır haldır” oraya taşındı tablolar. Şimdi elimde birikmekte olan bir takım resimler var, onları Londra’da göstermek istiyorum. Siteni açtığımızda karşımıza çıkan bir kedi var... Sitemi web tasarımı yapan bir arkadaşıma 4-5 sene önce bir resim karşılığı yaptırmıştım. Ben ne yazık ki pek anlamıyorum bilgisayardan. Yenilemeyi falan da hiç bilmiyorum. 2011’den beri yeni bir şey koymadık neredeyse! Nefret ettim sitenin varlığından ve o eski resimleri görmekten. Dedim, “Abi site olmasın, kart gibi bir şey olsun”. İnsanlar borakinciturk.com’a girerlerse o kartımsı şeyi görsünler, orada bir telefon numarası ya da e-mail

Alaycı duruşu ve teatral yaklaşımları çok seviyorum. Kendini ya da yaptığı işi çok ciddiye alan insanlardan hoşlanmıyorum.

67


Bic Çakmak ve Şarj Kablosu, 30x25,5cm tuval üzerine yağlı boya

Türk Robotu, 40x40cm, tuval üzerine yağlı boya

Üsküdar Amerikan mezunuyum ve şımarık zengin çocuğu rüzgarlarıyla büyüdüm. Ağır abi gibi takılıp arabesk müzik dinliyorduk. Paul & Shark gömlekler ve Versace ayakkabılar...

adresi olsun, yeter. Sonra o iş de yarım kaldı. Şu an hem kedi var hem de kediye basınca çıkan resimler. Korkunç gözüküyor!

senedir -kesinlikle profesyonel olmasa da- müzik yapıyorum ve o bahsettiğin punk şimdi ortaya çıkıyor sanırım.

Kediyi sen mi seçtin bari?

İşlerine paha biçerken nasıl hissediyorsun?

Evet, ben seçtim. Normal bir kedi fotoğrafı, Photoshop’la bozdum biraz.

İğrenç hissediyorum, midem bulanıyor. İşin satılma kısmı orada en çok olmak istemediğim nokta. Parayla ilgili konuşmak istemiyorum.

İçinde sıkışmış bir punk var diyebilir miyiz? Benim aslında punk kültürü ya da punk müzikle tanışmam çok geç oldu. Üsküdar Amerikan mezunuyum ve şımarık zengin çocuğu rüzgarlarıyla büyüdüm. Ağır abi gibi takılıp arabesk müzik dinliyorduk. Paul & Shark gömlekler ve Versace ayakkabılar...

Satın alan insanların öğreniyor musun?

kim

olduklarını

Merak ediyorum aslında ama bir yerden sonra ilgilenmemeye çalışıyorum.

Düşünmekte zorlanıyorum.

Müzikle de oynuyorsun anladığım kadarıyla. Mutlu Son, Bora Fino & Duygular nasıl projeler?

Öyleydim valla. Yani liseden kalan bir punk yok içimde. Punk kültürüyle büyümedim. Ama eğer Türk Punk’ı diye bir şey varsa onu yaşadım, ergen aşk acılarıyla arabesk dinleyip koluna faça atma dönemlerinden geçtim. Bunun dışında son 7-8

Mutlu Son Müzik, Göksu Arı ile başlattığımız bir müzik label’ı. Bora Fino & Duygular da şöyle gelişti. Avukatım geçen sene İngiltere’nin en büyük dolandırıcılık davalarından birine karışarak hapse girdi. Normalde 3 ayda çıkması gereken

pasaportum 6 ay daha gecikmiş oldu. Parasız ve evsiz kaldım. Arkadaşlarımın kanepelerinde yaşıyordum. Çok da resim yapmak istediğim bir dönemdi ama imkanım yoktu. Önümde laptop, yanımda da dandik bir gitar ve klavye vardı. Müzisyen de değilim, müzik yapmayı bilmiyorum ama katman katman bir şeyler kaydederek ‘‘Pasaportu Beklerken’’ adında bir albüm yaptım. Daha önce birlikte çalıştığım müzisyen arkadaşım Deniz Blendax’ın da kaydettiklerimi sevmesi üzerine Duygular grubunu kurduk ve 2 tane konser verdik İstanbul’da. Gerçi şimdi ismini değiştirdik, artık Fino Blendax oldu ama yeni albüm hazırlıklarına devam ediyoruz.


Bora Ak覺nc覺t羹rk

69



THE

MORNING WA L K F O T O Ğ R A F DE N İ Z Ö Z G Ü N M O D A E D İ T Ö R Ü C E R E N ÇET İ N O Ğ L U M O D E L B E N / O P TI O N M O DE L M A N A GEME N T


T İ Ş Ö R T L ES B E N J A MI N S K A Z A K L ES B E N J A MI N S Ş A P K A T O P SHO P




T İ Ş Ö R T L ES B E N J A MI N S K A Z A K L ES B E N J A MI N S P A N T O L O N L ES B E N J A MI N S Ş A P K A T O P SHO P A Y A K K A B I NI K E

T İ Ş Ö R T L ES B E N J A MI N S K A Z A K L ES B E N J A MI N S Ş A P K A T O P SHO P


T İ Ş Ö R T L ES B E N J A MI N S K A Z A K L ES B E N J A MI N S P A N T O L O N L ES B E N J A MI N S Ş A P K A T O P SHO P A Y A K K A B I NI K E




Özge Akpınar

PRIMAVERA SOUND Y A Z I & F O T O Ğ R A F Ö Z GE A K P I N A R

Unutmak – hatırlamak, kaçmak-yakalanmak, kendini kaybetmek ve sonra bulmak, biraz keşfetmek biraz da kamufle olmak. Tam olarak bunlar için oradaydım. Primavera Sound 2014 benim için daha aylar öncesinden yaz sezonunu nasıl açacağım sorusunun cevabıydı. Hava pek baharı göstermese de ultra minik ve heyecanlı yan etkinliklerinin dışında kendi dünyasında üç gün süren bu festival için Barselona’daydım.

“Arcade Fire için en çok ne kadar veririm dedim aldım bileti” dedi Can. “Çok sağlam gruplar var kaçmaz” dedi Lara. “John Talabot o kadar popüler oldu ki artık dinlemek istemiyorum” dedi yanımdan hızlıca sahneye doğru koşan çocuk. Hepimizin aklında belli bir festival portresi zaten vardı. Sayısını şu anda hatırlamadığım ama bir elin parmağını geçtiğine emin olduğum kadar çok sahne, yalnızca biraz uçtuğumuz zamanlarda güzel gidecek bir yemek skalası, okyanusun yanında olduğumuzu hatırlatıp duran soğuk hava dalgası. Hepsi birlikte bu uçsuz bucaksız festival alanında olmadık şekilde bizi mutlu ediyordu. Saf yorgunluk hiç bu kadar güzel olmamıştı. Kafamı kalabalığın biraz dışına çıkarıyorum, sabaha karşı kaç bilmiyorum saatler son bir kaç gündür iki üç dört değil Foals’u, Darkside’ı, Milk Hotel’i gösteriyor. Saat nereyi gösteriyorsa biz oraya koşuyoruz. Bazıları yarım kalıyor. Metronomy sahnede ama biz öyle yorgunuz ki son şarkıda ayaktayken gözlerimiz kapanıyor, tekrar açıldığında alkış kıyamet. İşte bu da saf mutluluk. İnsanın aklından her şeyi çıkarıp sadece müziği koyması, belki onun için kilometreler kat etmesi. Nerede olduğunu unutmak, daha uzaklarda kalan bir şeyleri hatırlamak, kalabalığın içine kaçmak, orada aynı hislere yakalanmak, sahne aydınlandığı anda kendini kaybetmek, en sevdiğin şarkıyı çaldıklarında yeniden bulmak, bilmediğin bir grup keşfedip ilk defa dinlemek, zaten bildiklerinin arasına kaynayıp tekrar kamufle olmak. Uzun listeli bir yolculuk bu, görev tamam biliyorum ama son bir sorum var: Barselona’ya gitmeyi mi, festivalleri mi daha çok seviyordum? Yoksa sadece gitmeyi mi?

79



ROMANOS LEKAPENOS’UN GÖRMEDİĞİ YAZI NAZ CUGUOĞLU

Hera Büyüktaşçıyan’ın Körler Ülkesinin Karşısında sergisi 20 Mayıs ve 28 Haziran tarihleri arasında Galeri Mana’daydı. Vapur yolculukları üzerinden kara ve deniz arasında ilişki kuran ve aidiyet kavramını sorgulayan Hera aynı zamanda görme ve görünmenin anlamlarını araştırıyor.

Nefesini iyi tut çünkü çok derinlerdesin. Bulunduğun yerden ilerideki batığı görebiliyor musun? Yavaşça yaklaş. Bu batık eski devrilmiş bir balkon. Etrafında sessizce süzül. İstanbul’un karanlık dehlizlerindesin. Bu dehlizler senelerce çok sırlar sakladı. Bu balkon onlardan yalnızca biri. Korkma, demirin soğukluğunu hisset. Balkon seni bu selden korur sandın değil mi? Ama işte bak buradasın; denizin altında, sen ve bu eski balkon. Halbuki sen görünmemek için balkonlar inşa ettin. Balkon senin zırhındı. Güvenli ve tekinsiz. Balkonda görebilir ama görünmeyen olabilirdin. Onu bilerek tekerlekli yaptın. Böylece istediğin her yerde her zaman görünmeyen olabilecektin. Yanıldın. Bu dayanıksız balkonlar seni taşımadı. Şimdi suyun altında, görünmeyendesin. Görünmeyen sensin. Ve göremiyorsun. O kadar yakınsın ki göremiyorsun. Çünkü görmek için bazen uzaklaşmak gerekir. Biliyorum, gözlerin yerdeki halatı takip ediyor umutsuzca. Bu halatın ucunda bir vapur olmalı değil mi? Ve bu vapur bir yere bağlı olmalı. Çünkü halat aidiyet demektir. Biliyorsun, bu halat senin hafızan. Ama unutma bu sulardan çokları geçti, halatları ellerinde, ve onlara kimileri azınlık dedi. Burada bu karanlık dehlizde, bu suyun içinde, şimdi sen azınlıksın. Nefesinin azaldığını hissedecek, bu dehlizden çıkmak isteyeceksin. Etrafına bak. Bak her yer sular altında. O sevdiğin çeşme, o azizler... Sevdiğin sokağa dört koldan sular doluyor. Her sabah üzerinde yürüdüğün sokağı bu sabah göremiyorsun. Çünkü körsün. Kendi kendine soruyorsun “Sabah saatlerinde bir tekne dolusu kürekçi eşliğinde Kınalıada’ya doğru sürülen Romanos Lekapenos’un gözlerine mil çekilmeden önce son gördüğü görüntü neydi?1” Peki ya senin? Hiç sordun mu kendine? Biliyorum, başının üstünden gelen sese doğru son umut göğe bakacaksın. Ve tam orada özgürce salınan iskelenin eski tahtalarının üzerinde yürüyen çocukların hayalini kuracaksın. Görmediğinde işitmeye sığınacaksın. Uzaklardaki bir adanın seslerini duyacaksın. Eğer o adada olsan bu şehirde olanları belki görebilirdin. Belki o zaman bu şehir sular altında kalmazdı. Adaya sürülenlerinki zorunlu bir körlüktü, ama sen kör olmaya gönüllü oldun, biliyorsun. Şimdi sana diyorum ki “Körler ülkesinin karşısındaki yere git yerleş. İnsanlık seni yüzyıllar boyu anacaktır.” Ama sen zaten körler ülkesindesin değil mi? Bunu yapman imkansız. İşte tam da bu yüzden körsün. 1 Körler Ülkesinin Karşısında, Hera Büyüktaşçıyan, 2014

81


LA TURQUIE CONSTRUIT

Özge Topçu modernist idealleri, günlük kullanım objeleriyle yeniden yapılandırarak spesifik dönemlerin handikaplarına dair bir çeşit içgörü oluşturmaya çabalıyor. Oyun kuran bir çocuk gibi çevresindeki malzemeleri toplayıp biriktirip, onları bir kurgu dahilinde işlediğini söyleyen Özge, “modernizm”, “iktidar ve güç ilişkileri” kavramlarını sorgularken oyunvari bir dil kullanıyor. Onun için iktidarların ve star mimarların parçası olduğu inşa etme, yıkma, yeniden yapma işlemleri de bir çeşit oyun; çok daha ciddiyet sahibi ve organize. Tüm sermayenin bu oyunu meşrulaştırma gayretiyle döndüğü mükemmel bir kurgusallık olduğunu düşünüyor. Özge’nin zihninde bir yolculuk yaparken, aynı zamanda geçmişe gideceksiniz.


asr i yet pomadı Modern Türk şifacıların ellerinden İmal Yeri: Modern Kadın İmalat Sanayi / İnkılab Laboratuvarı

83


taassup z ehr i İki türlü yılan vardır: Biri alelade yılan, öbürü taassup ve cehalettir. İlki ferdi, ikinci de cemiyeti tehdit eder. Bu iki yılanı nerede görürseniz taassup zehri ile öldürünüz


metamorfo z Hafakan Ruhu Asri hayata geçerken nevriniz dönmesin, siz dönüşün.

85


ulusal aydınlanma k i br i tler i Uluslararası Asrıyet Sanayi Aş. Dünyanın en faideli adamı kimdir? Bu suale yalnızca bir cevap verilebilir: TOMAS EDISON Edisonun Gözleri, El yazısı ve imzası


i rt i ca helvası Hafakan Ruhu Asri hayata geçerken nevriniz dönmesin, siz dönüşün.

87


“Therapy Video Screen Shot”, Lalin Akalan, 2014


ENGRAM

THE

INJURIOUS

E X P E R IE N C E .

S U B MIT

TO

PAIN

.

DI A N ETI C S .

MET A P HYSI C A L

R E L A TI O N SHI P B ET W EE N MI N D A N D B O DY . THE O R Y O F MEM O R Y . P H O N O G R A P HS . TIME . S U C C ESSIVE M O ME N TS . N E U R O P SY C H O L O GY . P R O T O P L A SM .

IM P I N GED .

ST R U C T U R E

OF

THE

B I O P HYSI C A L . B I O C HEMI C A L .

B O DY .

DISE A SES ,

U N F O R T U N A TE

EVE N TS . S P I N O Z IST A P P R O A C H T O VI R U SES . I N TE R R E L A TI O N SHI P S O F O R G A N ISMS . D N A C O DES . T R A N SFE R O F C O N S C I O U S N ESS . DEST R U C TI O N . C R E A TI O N . DESTI N Y . DE L E U Z E O N TIME . P A I N . R E C O VE R Y . SE L F E X P L O R A TI O N . R E C O VE R Y . HE A L I N G .

89 LALİN AKALAN


“Mental Landscapes in Digital Realms”, Lalin Akalan, 2014


“Engram series II”, Lalin Akalan, 2014


K LmagO K no.6 Yaz 2014

İmtiyaz Sahibi Era ltd. Şti. adına Ali Köroğlu Genel Yayın Yönetmeni & Kreatif Direktör Can Köroğlu Yazı İşleri Sorumlusu Mert Gümren Konu Editörü Müge Tüzer Moda ve Art Direktörü Ceren Çetinoğlu Tasarım Klok Pazarlama Direktörü Doruk Onur (dorukonur@klokmag.com) Katkıda Bulunanlar Alev Takıl, Arda Asena, Bedia Günaydın, Cemal Can Dinç, Deniz Özgün, Debora İpekel, Deniz Yılmaz, Hande Kandur, Lalin Akalan, Merve Evirgen, Naz Cuguoğlu, Özge Akpınar, Sinem Ünsal, Yiğit Köroğlu Matbaa: Stil Matbaacılık Yayıncılık San. Tic. Aş. İbrahim Karaoğlanoğlu Cad. Yayıncılar Sok. Stil Binası No:5 Seyrantepe 4.Levent İstanbul (0 212 281 92 81) Yönetim Yeri ve Adresi: Asmadalı Sok. No: 15 Koşuyolu İstanbul (0 216 340 80 85) Yayın Türü: Yerel Süreli İletişim: info@klokmag.com

facebook.com/klokmag

soundcloud.com/klokmag

twitter.com/klokmag

Tüm hakları saklıdır. Dergİdekİ hİçbİr yazılı veya görsel materyalİn bütünü veya parçası yayıncının İznİ olmadan kullanılamaz. bu dergİ basın meslek İlkelerİne uymayı taahhüt eder.

Kapak Fotoğrafı: Deniz Özgün

klokmag yeteneklİ GENÇLERİ KONU ALAN BİR PORTFOLYO DERGİSİDİR. ÜÇ ayda bİr yayımlanır. ücretsizdir




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.