Kaybolan Defterler / zine 4.Sayı: Uzak

Page 39

Herkes mutlu olmak ister. Zaten birilerini, bir şeyleri öldürme çabası, hep bundandır. Hepimiz mutlu olmak isteriz ve biz ölülerin mezar başlarına şekerlemeler bırakan, hiç unutmayan bir milletiz. *** Bu karartı kentin, soluğu duyulmayan radyolarında doksanlar programı yapan ilk ve tek radyo programcısı benim. Güzeldir bu. Ne bileyim işte bir “Arnavut Kaldırımı” dinlesek hoş olmaz mıydı sizce de? Alayım mı listeye? Ekremoğulları tüp reklamından sonra çalarız. Burcu da dinlemesin, ne yapalım. İşe gelirken bisiklet kullanırım. Askerlikten kaçtım bir yıl. Uzun favorilerim var, odamın duvarında bir Leon posteri... Onu her gördüğümde sesimi kalınlaştırır, gırtlaktan konuşur -ki zaten burun şeklim Jean Reno’nunkiyle birebir aynıdır- filmdeki o son sahnenin taklidini yaparım: This is from Mathilda! Sonra yine geğirtiler çıkartarak patlama sahnesini canlandırır, ölü ayağına yatarım. Duvarlarla konuşurum üstelik ölürken: Buubbbffff! Esasen o kadar kolay olmuyor. Ölemiyorsun yani öyle çabucak. Bunu ben de o sonbahar öğrendim. Bak, boğulma olayı mesela. İnsan boğulurken önce panik yaşar. Nefesini tutar. Su ciğerlerine doldukça bir yanma ve yırtılma hissi duymaya başlar. En sonunda sakinleşir, dinginleşir biliyor musun? Oksijen tükenirken bilinci kapanır. Sonra pat! Öldün, gitti. Adli tıp okuyan bir kuzenim var İstanbul’da. Biraz delidir gerçi ama telefonunu vereyim, ona sorarsınız, idare edin. Aşk boğulmaya benzer aslında biliyor musunuz? Ama tam tersi gibi. Önce nefes alamazsın. Bilincin kapanır. Ciğerlerinde yanma ve yırtılma hissi oluşur. Nefesin kesilir. Paniklersin. Ölürsün. Nasıl teori? Bence harika. Gerçekten âşık olmuş adamların yüzlerine iyi bakın, bilinçleri kapalıdır. Alıp yoğun bakıma koysanız yeridir. Bir çeşit bitkisel hayat işte. Terkedilişler ise bir çeşit yüksekten düşmedir aslında. Yapılan araştırmalara göre ABD’de Golden Gate’den atlayan 100 kişinin, düşerken karaciğerlerinin iflas ettiğini, kalplerinin patladığını, kırık kaburgaların organları ezerek ölümlerine yol açtığını hesaba katarsak, nereden baksanız bir terk ediliş, bir intihara eş değerdir bu uçsuz bozkırda da. Açıp bunu Burcu’nun o yağmurlu gecede savrulan deri montunun sırt kısmına sorabilirsiniz. Bir tarihte bizim sokakta deli diye çağrılan bir çocuk vardı. Aslında çok sonradan deli değil de zihinsel engelli olduğunu anlamıştım. Fakat bütün mahalle esnafı öyle adlandırmıştı onu, ne bileyim. Çocuğun delisi mi olur? Her neyse, gelgelelim ben hayatımdaki en güzel ölüm anlatımını ondan duymuştum bir vakit. “Dayım, kaynak yaparken öldü” demişti ve akabinde eklemişti “gömdük...” Ölümde bile anlam aramayan, duygusala bağlamayan, pırıl pırıl bir zekâ. Ne güzel. *** Mikrofona eğildim, sesimi toklaştırdım, Pazartesileri kim sever ki: “Nasıl sevmişse bu divane gönül / Bu böyle gidecek unutmasını da” dedim “Üç Hürel’den dinliyoruz efendim, Sana Değmez...” Şarkının sesini yükselttim, kendiminkini kıstım. Sandalyemi geriye doğru çekip, yeni telefonumun ekranına baktım. WhatsApp’ı açıp Burcu’nun mavi tikini aradım. Yoktu. Tek bir arama, tek bir mesaj yoktu. Karşımdaki masada duran döküntü bir mix cihazının başına oturmuş Ercan’la göz göze geldik. “Yok” der gibi baktı o da. Gülümsedim. “Siktir et!” dedim kendi kendime.

kaybolandefterler

Bizim radyoyu çok kimse dinlemez. Zaten bu şehirde kaç kişi var ki? Bizi çok kimse dinlemez çünkü bizim patron, bütün mal varlığını geçen yıl belediye seçimlerinde metresine ve saçma sapan işlere yatırdı. Kaşkai aldı lan kadına. Bordo üstelik. Bir de bizim program saatlerini değiştirdi o ara. Hatta bizim bir arkadaşın “Karanlıklar Prensi” isimli programını öğleden sonra üçe aldılar o sıra. Bazı anlamlar bazı zamanlarındır sayın okuyucu. Bazı anılar, bazı adamların... Gündüzü gece diye yediremezsiniz. Geceyi güzel diye... Bilirsiniz, en büyük depremler karanlıklarda olur. Ya da karanlıklar depremlerle olur, bilemiyorum. Genellikle depremler soğukken ve göz gözü görmezken olur. Evet, sayın okuyucu, göz gözü görmezse depremler olur. Ya da trafik kazası. Dayım mesela, Kırıkkale’de rafineride çalışıyordu. Kırşehir yolunu sis kaplamış o gün. Kaza geliyorum demez. Gidiyorum da demez. Genel olarak kaza, hiç bir şey demez. Kaza hep olmadık zamanlarda olur. Bak mesela Keskin. Kırıkkale’nin kazası. Ha ne diyordum? Dayım evet. Sen Doğan SLX’le öyle son sürat, tankeri görme, sonra bamm! Doğan lan bu Kaşkai’mi? Dayımı bir nevi katolik inancına göre gömdük. Yandı çünkü. Kül oldu. Cenazesi için Türkiye Petrolleri araç tahsis etmişti, müdürleri geldi hatta buraya o gün. Öyledir sevgili okuyucu, bir şeyin içine girdiğinde, artık çıkamazsın. Bırakmaz, öldürür çünkü. Burcu en çabuk tutuşan petrol ürünü. Jet yakıtı gibi bir şey... Geçen yıl o zamanlar bizim programların yerine, birbirinden öküz başkan aday adaylarının ve asil öküz adaylarının, saatlerce nara atmak için kullandıkları, saçma sapan şeyler anlattıkları politiklikle andavallılığın sınırlarında gezen ikinci sınıf ve anlamsız programlar koydular. Hatta öyle ki, bizim bir arkadaş, konuk edilmiş herifin birinin anlamsız konuşmalarına dayanamayıp uyuyakalınca, mikrofona kafasını çarptığını anlatıyor Ercan son bir yıldır. Anlamsız çünkü, kıç kadar şehirdir burası. Evler, bahçeler, sokaklar, hepsi kıç kadar. Bir yürüyeyim de, sağlıklı yaşayayım deseniz, köşedeki BİM’in orada bitiyor her şey. Evet, sayın okuyucu, kıç kadar caddeleri olan şehirler var buralarda. Pencereler, bulutlar, arabalar, radyo istasyonları, umutlar... Hepsi kıç kadar. Dediğim gibi, köşedeki BİM’in orada bitiyor her şey... Çok sonradan bizim patronun neden bu dangalaklığı yaptığını anlamıştık. Adi pezevenk! Ankara yolunda bir tavuk çiftliği kuracakmış. Kurdu da zaten. Paraya para demiyor. “Organik çiftlik yumurtasında bir Dünya markasıyız” diyor. “Sağlıklı yaşam için” diyor “yiyin” diyor. Burayı neredeyse bir Londra, en azından bir Berlin zannediyor. Ne sağlığı lan? Burcu diyet yapıyor, ona sorun. Radyo da böyle işte. Ercan ve ben, Mehmet Hasip Ekremoğlu Endüstri Meslek Lisesi’nden mezunuz. Ercan benden iki dönem sonra. Okulun adını kısaltmaya çalışmayın, çok anlamsız bir şey çıkıyor. Ercan sürekli aynı masanın başında durup düğmelere basıyor, arada bir kopkoyu, eprimiş ve tozlu perdeleri aralıyor, dışarı bakıyor. Belki sadece saat başı. Aralıyor ve bakıyor. Güleryüz Apartmanı, dördüncü kat, yedi numaradan uzayın sonsuz boşluğuna bir astronot selamı değilse ne bu? Buralarda genellikle her şey döküntüdür, eskidir yani. Nasıl desem, hep bir koku vardır havada. Tuhaf, şöyle bayat simit gibi. Geçen gün bizim patronu bir belgeselde gördüm. Belediye başkanı ve Kaymakamla kol kolaydı. Zaten genellikle böyle adamları ancak belgesellerde görürsünüz. Acımasız, yırtıcı ve aç... Şehre kocaman bir morg yapılıyormuş. Çok lazımdı çünkü... Sanki şehirde bir iç savaş var, bütün cesetler yerlerde ve işte bakın, kesin çözüm: bilmem kaç ölü kapasiteli, yüksek güvenlikli, son model derin donduruculu, eşsiz bir morg... Belediyemizin o harikulade hizmeti... Nem kokusu var burada. Deniz yok ama, böyle ölü balıklar gibi kokuyor bu sıkışmış bozkır. Akşamın yedisinden sonra ışıkları kapanan o kentleri seviniz. Yöresel yemek programlarında ortaya çıkan, tatsız tuzsuz bir çöreğe benzerler çünkü...

33


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.