Kardelen Dergisi, Sayı:66

Page 1

İÇİNDEKİLER

Kardelen etrafında sohbet

DERGİ EDİTÖRÜ

SİTE EDİTÖRÜ

FİKİR DAMLASI EDİTÖRÜ

4

5

6

i tin lle an mi ap rk k y ere sa Tü üyü ğerl naya b de a n gu uy

Bekliyoruz Necip Fazıl ................................... Rey sahibi Dergi Editörü ............................... Evet açılımı Site Editörü ................................ Kardelen yazarlarının cok sözü var Fikir Damlası Editörü Gelecek sayı konusu ...................................... Millî İrade’nin EMRİ Ali ERDAL .............. Terör ve mahiyeti Hidayet DİLER ...............

2 4 5 6 6 7 8

Berceste mısralar M. Nihat MALKOÇ 8, 9, 10, 28, 29

Esma’ül hüsna ilmi Ayşe Sena ÜNSAL......

28

Sünnet kullukta ısrarın adıdır Ziya Paşa AKYÜREK

32 32

Derviş ve namaz Ahmet Alp ALTAY ........ “Dasein” Voroluş, global kriz Sinan AYHAN Anadolum (şiir) Bilal YAVUZ ..................... Münacat (şiir) Ziya Paşa AKYÜREK Harmantepe Destanı (şiir) Mehmet BALCI

Acıyorum ......................................................... 8, 9 Tinerci (şiir) Ahmet Mahir PEKŞEN ......... Referandumun öncesi ve sonrası Turgay ERTEM

9 Olaylara bakış Av. Kadir BAYRAK 10 Şenlik notları Fatih ÖNCÜ ............................ 14 Cemil Meriç olmak Ali YILMAZ ............... 15 Ermeni sevk ve iskânı Vural GÜNDÜZ .... 16 Kurt izinde kart kurt yürümek Mücahit KOCA

18

Eğitime katkımız olamaz mı? Hikmet ÖZTÜRK

20

Parıltılı sözler Derleyen: Hızır İrfan ÖNDER

21 KÜRSÜ İman ve İslâm Atlası’ndan ............... 22 Sırât-ı müstakım İbrahim BUĞALI ............ 24 Ezan dua ve icabet Turgay ERTEM............. 27

Gülcü Dede (hikâye) Hızır İrfan ÖNDER Gece olunca (şiir) Ahmet ÇELEBİ ............ İştiyak-ı vuslat (şiir) Fatih ÖNCÜ .............. Aşk ve nefret (şiir) Bedran YOLDAŞ .......... Ağız tadı (şiir) Ayhan ASLAN ..................... Yetim (şiir) Hızır İrfan ÖNDER .................. İltica (şiir) Çobanî (UYGUR) ....................... Sanal kitaplar geldi Tolga KAYASU ........ Gerçek ile hayal (hikâye) Fatih ÖNCÜ ...... Çay (hikâye) Fatma PEKŞEN ...................... Zalimler için yaşasın cehennem (hikâye) Muhammet ÜLKER Kibritçi (hikâye) Mehmet FERAH ...............

33 34 34 35 36 36 37 37 38 38 38 39 39 40 41 42 45


Kardelen etrafında

-4__________________________________________________________________________________

“REY SAHİBİ” OLMAK…

Dergi Editörü

kardelen@kardelendergisi.com

Kâinatın Efendisi (sav) girilecek bir savaş öncesi nasıl hareket edilmesi gerektiği yönünde fikir beyan edince söz alan sahabesinin “Ey Allah'ın Resulü, söyledikleriniz vahiy midir, kendi kanaatleriniz mi?” sorusunu bilirsiniz. Vahiy olmadığı buyurulunca kendi düşüncelerini arz eden sahabenin görüşüne itibar edildiği de malûmunuzdur... Hangi yönden bakarsanız bakın, neresinden ele alırsanız alın müthiş bir hadise. Nezaket, zarafet, incelik dolu bir usulle söz alıp aklın varacağı ve durması gerektiği son noktayı gösteren, öğrenmek için değil öğrendikten sonra hayatımıza tatbik etmemiz gereken, rey sahibi sahabe tavrı… Giydiğimiz kıyafetten, yediğimiz yemeğe, edindiğimiz meslekten, bir ömür boyu birlikte yaşamaya karar verdiğimiz eşimize kadar hayat boyu doğruluğuna inandığımız ne tercihler yapıyoruz. Etrafımızdaki halinden memnun olan ve olmayanların sayısı tercihlerimizin doğruluğu hakkında fikir vermeye yeter. Rey sahibi olmak; neme lâzımcılık, hayatın akışına kendini bırakmak değil, yeri ve zamanı geldiğinde sorumluluk üstlenmek, fikir beyan etmek, doğru fikirle aksiyona geçmek. Topluluğu meydana getirenlerden biri değil, topluma renk veren fert olmak… Ukalâlılığımı mazur görün, anayasa değişikliği sebebiyle sandık bir kez daha önümüze gelince bunları düşünmeden edemedim. Yavaş yavaş yıkılmaya yüz tutsa da “dedem de bu partiye oy verirdi, genel başkanım böyle buyurdu, eşim ne derse o” anlayışı sandığa giden insanımız üzerinde hâlâ etkili. Bu anlayışın genel seçimlerde kullanılan oyu belirlemesini de kabul etmem ama anlarım. Uzun yıllar ve nesiller boyunca doğru olduğu kabul edilen bazı şeylerin değişmesi kolay olmuyor. Buna rağmen devletimize vatandaşlık bağı ile bağlı her bir ferdi y a k ı n d a n i l g i l e n d i r e n a n ay a s a d e ğ i ş i k l i ğ i referandumunda rengi ne olursa olsun gözü kapalı oy verenleri anlamam mümkün değil. Okumak, araştırmak, izlemek, dinlemek, bilgiye ulaşmak günümüzde o kadar kolay ki az bir gayret yeterli. Buna rağmen tercihlerimizi yukarıda birkaç örneğini verdiğim kanaatler belirliyorsa daha alacağımız çok yol var demektir… Kardelen 66. sayısını 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandum sonuçlarının değerlendirmesine ayırdı. Öncesi ve sonrasıyla üzerinde çok şey söylenen,

yazılan, konuşulan referandum ve sonuçlarına b a k ı ş ı m ı z ı sayfalarımızda bulacaksınız. Okuyucuları m ı z ı n dikkatinden kaçmayan bir hususu arz etmek faydalı olacak. Geçen sayımıza kadar gelecek sayı konusunu bir önceki sayıdan ilân ediyorduk. Üç ay öncesinden konuyu duyurunca bu süre içinde gelişen güncel ve kamuoyunu ilgilendiren meseleler görüş açımız dışında kalıyor. Oysa gündemdeki olayları ele alan dergilerin okuyucu üzerinde daha etkili olduğunu, sitemizin daha çok tıklandığını, yazıların daha fazla yorum aldığını müşahede ediyoruz. Bu sebeplerle gelecek sayı konusunu yazarlarımızın yazılarını yetiştirebileceği bir zaman dilimini de dikkate alarak sitemizden derginin basılmasına yakın bir tarihte duyurmayı uygun bulduk. Siteden ilân edilecek tarihi ise yine dergimizde bulacaksınız. Sohbetimize iki güzel haberle son verelim. İlki yazarlarımızdan Murat Yorulmaz’ın editörlüğünü yapacağı internet sitesi: FİKİR DAMLASI... Sitemizde yer alacak linkten ulaşabileceğiniz ve içimizden çıkan bir yayın organı olacak sitede dergimiz yazarları ile röportajlar, yazarlarımızın Kardelen dışında kaleme aldıkları eserleri yayınlanacak, Kardelen camiasından haberler yer alacak. İkinci haberimiz Konya'dan… Konya'nın Selçuklu ilçesinde görme engelliler okulunda görev yapan dergimiz yazarlarından Hikmet Öztürk'ün oğlu Abdullah Bey, okulunda eğitim alan kardeşlerimiz de dergiyi okuyabilsin diye 65. sayımızdan itibaren Kardelen'i Braille alfabesinde (körler alfabesi) basıyor. Eldeki bütün teknik imkânlara rağmen bizim ulaşmamızın mümkün olmadığı bir kesime dergimizi okutturan Öztürk ve 19 yıldan beri yayın hayatını sürdüren bir derginin (sosyolojik mânâda) sosyetesini önplâna çıkarma ihtiyacını hissedip aksiyona geçen Büyükgüner'i yukarıda vasıflarını saydığımız “rey sahibi” kişiler olarak takdim eder ve kendilerine teşekkürlerimizi sunarız. İyi okumalar dileğiyle Kardelen'den selâmlar…


sohbet...

-5__________________________________________________________________________________

Site Editörü kardelen@kardelendergisi.com

12

Eylül 1980'de henüz iki yaşımı tamamlamamıştım. Takdir edersiniz ki, o günlere dair hiç bir şey hatırlamıyorum. Sonraki yaşlarımda da, etrafımda o günler hakkında konuşulduğunu hatırlamıyorum. Aklımda kalan sadece babamın kısa süreliğine gözaltına alınması... Referandumun gündeme gelmesinin en büyük faydalarından biri, genç nesillere, memleketin ne günlerden, hangi zor şartlardan geçtiğini bilmeyenlere, o günleri, çekilen ızdırapları, yapılan işkenceleri, adaletli (!) olması için bir sağdan bir soldan asılan canları hatırlatmış olmasıdır belki de. Referandum bu kadar gündemde olmasaydı, 12 Eylül ihtilâli öncesinde ve sonrasında neler yaşandığını bu kadar açıklıkla öğrenemez, tartışamazdık sanıyorum. Millet olarak hafızamız çok iyi olmadığı için, üzerinden 5-10 yıl geçen olayları unutuveriyoruz. Resmî tarih kitaplarında da yaşananlar objektif olarak işlenmediği, okullarda sadece istenilen şekilde eğitim verildiği için yeni nesiller genç Cumhuriyet'in atlattığı bu önemli badirelerden bihaber oluyorlar. Öyleki ihtilâlin başındaki paşa sadece emekli bir cumhurbaşkanı ve sanatsever bir ressam olarak biliniyor. 12 Eylül 1980'de henüz iki yaşımı tamamlamamıştım. Ancak referandumda, sanki o günlerin üzerimde çok etkisi var gibi “Evet” dedim. Bu “evetin” hâlihazırda devam eden, memleketin “bağırsak temizleme” sürecinde çok önemli bir adım olduğunu düşünüyorum. Maddelerin ayrıntılarından öte, millet iradesinin ön plâna çıkacağı bir yolun açılmasına evet dendi 12 Eylül'de. 12 Eylül 1980, nasıl o yolu kapatma operasyonlarından biri ise, referandum sonucunda çıkan “evet”, o yolun biraz daha açılması anlamına geldi. Daha önce de söylediğimiz bir cümle vardı, “artık hiç birşey eskisi gibi değil”. Bugün rahmetli Özal'ın öldürülüp öldürülmediği tartışılıyor, savcılar tahkikat yapıyorlar, rahmetli orgeneral Eşref Bitlis'in uçağının kaza ile değil suikast ile düşürüldüğü konuşuluyor. Askerin içindeki çürük yumurtalar bir bir tespit ediliyor. Terörün içerde ve dışarda destekçileri açığa çıkmaya başlıyor. Terör ün üzerine her zamanki ezberlerle değil, gerçekten çözüm sağlayabilecek argümanlarla gidiliyor. Dış politikanın geldiği yeri içerde dışarda herkes takdir ediyor. Ve bu sürece “normalleşme” deniyor. Demek ki yıllardan beri ne kadar “anor mal” bir haldeydi memleketimiz. Kimlerin elinde oyuncak olmuşuz yıllardır, maddî manevî ne çok kayıplar vermişiz.

“EVET” açılımı Açık söylemek gerekirse bu gelinen durumun sadece 2003 seçimlerinden sonraki Ak Parti hükümetinin başarısı olarak görmüyorum. Elbette en büyük katkıyı hükümet yapmış olabilir. Bugün bakıldığında hükümeti ile medyası ile cemaati ile... Kimin bu “normalleşmede” payı varsa, inşallah çok hayırlı bir iş yapıyor. Normalleşen bir Türkiye demek, dünya üzerinde dengeleri değiştirebilecek bir güç demek. Bunu edebiyat olarak söylemiyoruz elbette, tarih bunun en açık kanıtıdır. Zaten “anormal” halde olmamızı isteyenler, bu gücün farkında oldukları için bizimle uğraşmıyorlar mı? Bu noktadan sonra geri dönüşün olabileceğini düşünmek dahi istemem. Milletin söz sahibi olmasını h a z m e d e m e y e n l e r, h e r z a m a n mücadelelerine devam edeceklerdir ama ok yaydan çıktı bir kere. Bu sürecin memleketimiz ve bizler için hayırlı bir sonla bitmesini ve bu sonun da çok daha hayırlı bir dönemin başlangıcı olmasını temenni ediyorum. *

kardelendergisi.com'dan haberler Arşive yeni sayılar eklendi Sitemizi takip eden okurlarımızın bildiği gibi, kardelendergisi.com internet sitemizde sadece yeni yayınlanan sayımızın yazıları yer almıyor. “Arşiv” bölümünden daha önce çıkmış sayılarımızın yazılarına ulaşabiliyor okurlarımız. Son olarak 40. ve 39. Sayıların yazılarının da “Kardelen Arşiv'e” konulması ile 39-65 arası tüm sayıların yazıları siteye yerleştirilmiş oldu. Arşiv bölümüne http://www.kardelendergisi.com/arsiv.php adresinden ulaşabilirsiniz. Kardelen Ekibinden Yeni Site Kardelen Dergisi ekibinin hazırladığı http://www.edebaliyurdu.com/ adresinden yayın yapan “edebaliyurdu.com” internet sitesi yayınına başladı. “Bilecik'in tarihî mânâsını seven ve Bilecik için düşünenlere...” sloganı ile yayına giren sitede, Kardelen yazarlarından Ali Erdal'ın, Hikmet Öztürk'ün, Fatih Öncü'nün, Murat Yorulmaz'ın ve Av. Kadir Bayrak'ın makaleleri ile birlikte Bilecik hakkında haberler, bilgiler ve resimlere yer veriliyor. edebaliyurdu.com sitesini hazırlayan ekibi tebrik ediyor ve başarılarının devamlı olmasını temenni ediyoruz.


-6__________________________________________________________________________________

Kardelen Yazarlarının Söyleyecek ÇOK SÖZÜ Var... Murat YORULMAZ (fikir damlası) editörü

Kardelen'in üç ayda bir çıkıyor oluşu, zaman zaman Kardelen yazarlarının ve genel anlamda derginin gündemden uzak kaldığı intibaını doğurmakta. Bu arızanın giderilmesi amacıyla Kardelen editörleri çareler düşünüyorlar ve çeşitli prensipler oluşturmaya çalışıyorlar. Yeni sayı konusunun artık neşredilen sayıda belirtilmeyip, siteden duyurulması bu yönde bir düşünce olup, bu husus dikkatli okurlarımızın gözünden de kaçmamış. Gerek ülkemizin gündeminin gerekse ülkemiz ekseninde uluslararası gündemin bu kadar hızlı değiştiği günümüzde; gerçekten de üç aylık periyotlar halinde neşredilen bir “Fikir Dergisi”nde, gündemi takip edebilmek çoğu zaman imkânsız olmakta. Yazar olarak hepimiz çoğu zaman yeni sayı neşredilene kadar pek çok kereler yazımızı değiştirmek zorunda kaldık, kalıyoruz. Gündemdeki pek çok konu hakkındaki görüşlerimizi sırf bu yüzden Kardelen'i takip eden gönüldaşlarımızla paylaşamıyoruz. Oysa bir fikir dergisi olarak neşir hayatına devam eden Kardelen'in, dolayısıyla Kardelen yazarlarının kamuoyunda tartışılan her konuda söyleyecekleri sözleri, paylaşacakları fikirleri var. Bu yüzden Kardelen'in basılı ve internetteki hali ile çelişmeden Kardelen yazarlarının her konuda fikirlerini beyan

ek c e l Ge yı sa u us n o k

etmeleri için yeni bir plâtform oluşturmak için bir süredir çalışmaktaydık. İnternetin artık her eve girmesi ile insanlara ulaşmanın en kolay yolunun internet üzerinden yayın yapmak olduğu itiraz edilemeyecek bir gerçek. Herkesin özgürce fikrini paylaşabildiği bu sanal arenada, “blog” formatında yayın yapmanın internet yayıncılığı bakımından yerinde olacağı kanaatine vardık. http://fikirdamlasi.blogspot.com adresinden yayın yapacak olan bu yeni plâtformda düşüncelerimizi kamuoyu ile paylaşmak amacıyla basit usuller geliştirdik. Gündemdeki konularla ilgili olarak Kardelen yazarlarının görüşlerini mini röportajlar yoluyla aktaracağız. Editörce belirlenecek konu ile bazen bire bir bazen bir kaç yazarla birlikte yapılacak bu röportajlar çeşitli periyotlar ile blog sayfamızda yayınlanacak. Gündemi yakından takip ederek, Kardelen'in şahsiyetinin her olay karşısında zuhur etmesi amacıyla yayın hayatına başlayacak olan bu blog sayfamızda, zaman içerisinde okuyucularımızın da fikirlerini paylaşabileceği, yazarlarımıza sorular sorabilecekleri bir usul geliştireceğiz. Dergimizin yazılı haline ve internet sitesine göstermiş olduğunuz ilgiyi, bundan böyle “Fikir Damlası” blog sayfamız için de göstereceğinizi ümid ediyoruz.

Gelecek sayı (67) konusu, 03.12.2010 tarihinde sitemizde yayınlanacak. Eserler, 13/19.12.2010 tarihleri arasında kardelen@kardeledergisi.com adresine gönderilmelidir. Bu tarihlere dikkat edilmeden gönderilen eserler dikkate alınmayacaktır. Eser göndereceklerin, sitemizdeki “Kalem Erbabına Mesajımızı” okumaları ve ona göre hareket etmeleri çalışmalarımızı kolaylaştıracaktır.

Selâm ve saygılarımızla...


-7__________________________________________________________________________________

Millî İrade’nin EMRİ

i tin lle an mi ap rk k y ere sa Tü yü erl aya bü değ an n gu uy

Oldum olası “şununla bununla mücadele” iddialarına gülerim. Böyle bir iddia, daha işin başında inisiyatifin elden kaçırıldığının ve durumun kabullenildiğinin işaretidir. Aksülamel seviyesi aşılamamış, hattâ bazı kere, refleksten ibaret kalınmıştır. Bir zamanlar “Sıtmayla Mücadele” kurumları vardı. Sıtma duruyor, ama mücadele iddiasındaki kur umdan iz yok… Yine bir zamanların “Komünizmle Mücadele Dernekleri”, daha Komünizm ölmeden tarihe karıştı. Veremle mücadele… Gürültüyle mücadele… Uyuşturucuyla mücadele… Ne mücadeleci milletiz Ya Rabbim!.. Ve bir asrın üçte biri, terörle mücadele… Haydi, bir mücadele de biz yapalım… Meselâ karanlıkla mücadele edelim… Silâhlarımızı alalım, basalım tetiklere, hain karanlığa veryansın edelim… Sokaklarda pankartlar açalım ve çığlıkları basalım: “Kahrolsun karanlık!” Karanlıkla mücadele mi olur? Işığı getirirsin, olur biter. Yani bir şeyler yapıyor görünmek yerine, asıl yapılması gerekeni icra edersin. Ahmakça savunma yerine; daha doğrusu savunuyor görünme yerine, akıllıca aksiyon… Meseleyi kökünden halledici hamle… “En iyi müdafaa taarruzdur” diyen asker, ne kadar haklı değil mi? Soğukla mücadele mi olur… Gereken ısıyı sağlarsın, mesele kalmaz. İlkel kabilelerin ay tutulması olunca, -akılları sırakötü ruhları kovmak için tamtamlarla çığlık çığlığa dans etmeleri gibi, cemiyetimizi bir “mücadele” sarası tutmuştur. Neden?.. Meselenin üzerine gidip çözecek fikir ve enerjiden mahrumuzdur; bir şey yapmadan da olmaz, gelsin mücadele gayretkeşliği… Dostlar mücadelede görsün. Bir asrın üçte birini aşkın zamandır, sadece teröre karşı böyle hamaratlık içinde değiliz; yarım asırdır, her meseleye karşı böyleyiz. Ben işin başındayken bir problem gözükmesin, süpür halının altına pislikleri; “benden sonra tufan”… Her şeyin bir sonu olduğu gibi, günü kurtarma politikalarının da sonu geldi. Çünkü ertelene ertelene yığılan ve müzminleşen meseleler, şifalı ameliyatlarla çözümlenmezse ölümcül hastalık haline gelecek… Bunu milletimiz hissediyor. Seçimlerde oyunu buna göre kullanıyor. Her seçim, o kahramanların ameliyatıdır ve böyle bir şeyi ancak büyük milletler yapabilir.

ali.erdal@kardelendergisi.com

Balonun her tarafına havanın dengeli yayılması gibi devlet, yaşamaya ve uğruna ölmeye değecek temel prensipleri, cemiyetin her kesimine hâkim kılar… Bu temel prensipleri her ferdinin ciğerine kadar işler ve can feda bu temel prensiplere her ferdini inandırır... En geri zekâlı ferdine kadar herkese onu sevdirir... Ancak böyle bir cemiyetin, “topal keçinin” bile sorumluğunu duyan devlet başkanı ve devlet idaresi olur. Tepeden tırnağa böyle bir iman manzumesi ile nizamlanmayan bir ülkede, işlenmeyen tarlayı yaban otlarının sarması gibi eksikleri birileri tamamlamaya kalkışır. Işığın gelince, karanlığın yok olması gibi, o devlet olursa, başta terör olmak üzere hiçbir şeyle mücadeleye lüzum kalmaz… Yeter ki o irade olsun. 12 Eylül'deki halkoylamasında millet, % 58'lik bir evetle bu iradesini ve bunu sağlayacak anayasa arzusunu beyan etti. Daha yüksek destek vermemekle iktidara, “bizi büyük yapan değerlere uygun anayasa yolunda azim ve kararlılıkla yürü, yarım yüzyıldır günü kurtaran 'mücadeleciler' gibi olma ki daha fazlasını hak edesin” dedi… Muhalefete de… Gölge etme yoksa bu kadarını da bulamazsın... Her ihtilâlden sonra, cuntacıları ve taraftarlarını sandıkta cezalandıran bir milletin derin şuurunda o irade ve şu kadar bin yıllık millî hafızasında böyle bir anayasayı doğuracak (kodlar) vardır. Bir tohuma sonsuz sayıda çoğalma kapasitesi sığdıran ve en ince kökten en uç dala nimet gönderen Allah, o (kodları) yaratmaya da muktedirdir.


-8__________________________________________________________________________________

TERÖR ve MAHİYETİ Hidayet DİLER Terör, Türkiye'nin son 30 yılına damgasını vuran ve toplum hayatını derinden etkileyen bir kanser. Son otuz yıla gelinceye kadar ise Türkiye Cumhuriyeti Devleti, çeşitli isyan hamleleri ile mücadele etti. 70'li yıllarda tırmanan ve anarşi olarak adlandırılan sağ sol mücadelesi, yerini devletin askerî güçleriyle giriştiği mücadeleye bıraktı. PKK adıyla anılan ve Kürt militanlardan oluşan silâhlı örgüt hem dışarıdan maddî ve askerî destek alıyor, hem de uyuşturucu kaçakçılığıyla maddî imkân sağlıyordu. Senelerce dışlanmış, yatırım yapılmamış, kendi anasından öğrendiği dili konuşması yasaklanmış ve cezalandırılmış, toprak ağalarının insafına bırakılmış bir toplum olan Kürt halkı, devlete olan küskünlüğü, kızgınlığı, kırgınlığı sebebi ile kolayca PKK'nın kucağına düşmüştür. Tehditle, rehin alarak, hak verilmez alınır denilerek zorla ikna edilen halk evlâdının önce birini sonra diğerlerini PKK'ya kurban etmek zorunda kalmıştır. Ölen oğlunun veya kızının yerine bir diğerini vermek, intikam duygusuyla çok daha kolay gelmiştir artık ana ve babalara. Şimdiye kadar toplumu rahatlatmak için bu PKK denilen kanserli uzvu kesip almak, tek çare olarak düşünülmüş hep. Ama yapılan operasyonlar, hastalığı tedavi etmekten çok uzak kalmış, devlete yüz milyarlara mal olduğu gibi, devlete olan güvensizliği arttırmaktan başka bir sonucu olmamıştır. Şimdiye kadar yapılanlar, kısa süreli ve durumu kurtarmaya yönelik gayretlerdi. Halbuki terörün sebepleri ortadan kaldırılarak mesele kökünden çözülmeye çalışılmalıydı. Tabiî ki bu çözüm uzun bir ön çalışma çok kapsamlı bir altyapıyı gerekli kılıyordu. Bu mücadeleye karışan dış ülkeler de, menfaatleri icabı ve Türk devletini köşeye sıkıştırıcı şekilde bu faaliyetlerle ilgilendikleri gibi, uyuşturucu ticaretinden silâh ticaretine kadar bir sürü menfaat şebekesi, bu kargaşa ortamından yarar sağlamaya çalıştı. Ergenekon davası gibi davalar, PKK'nın yaptığı baskınlardaki soru işaretleri, komutanların baskınlara seyirci kalması gibi

AHLÂK-SIZ Kanunlar ahlâksızı getiremez hizaya Kovarsın vilâyetten döner gelir kazaya M. Nihat MALKOÇ

ithamlar PKK ile mücadelenin sadece askerî güçle sona erdirilemeyeceğini herkese gösterdi. AÇILIM adı verilen terörü sona erdirme niyeti hem fikirle, hem fiille desteklenmelidir. Ülkede kardeşçe yaşamanın mümkün olduğu, asırlardır birlikte yaşadığımız, akrabalıklar kurduğumuz insanları birbirine düşman etmek isteyenlere fırsat verilmemelidir. İslâm kardeşliği, asırlardır beraberliğimizi sağladığı gibi bundan sonra da sağlayacak en etkili çaredir. Bunun yanı sıra farklılıklara göstereceğimiz anlayış, farklı olanların diğerlerine göstereceği saygıyla birleşmelidir. Özgürlüklerin, karşısındakinin özgürlüklerine göstereceği saygıyla yeşereceğini bilmeliyiz. Yaşama, inanma, inandığı gibi yaşama, karşısındakiyle anlaşabildiği dille konuşma, düşüncelerini rahatlıkla söyleyebilme özgürlük ve hakları gibi haklar vazgeçilemez haklardır. Her yemekte zeytin yiyen insanlara zeytin yemeyeceksin demek onlara zulümdür...

ACIYORUM Millet, Meclis’i seçiyor... Meclis, millet namına kanun yapıyor... Anayasa Mahkemesi de bu kanunları bozabiliyor... Şimdi söyleyin: Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletin mi? Hâkimiyet kayıt ve şartla mı milletin? Hâkimiyet kayıtsız şartsız Anayasa Mahkemesi’nin mi? Hâkimiyet kayıt ve şartla Anayasa Mahkemesi’nin mi?.. (Kardelen; 13; Mart 1997)


-9__________________________________________________________________________________

REFERANDUMUN ÖNCESİ ve SONRASI Turgay ERTEM Türkiye kadar hızlı yaşayan ve gündemi hızla değişen bir ülke az bulunur herhalde. Bazı insanlarımız her meseleyi hayat memat meselesi haline getiriyor ve referandumda olduğu gibi karşı tarafı hemen ihanetle suçluyor. Bir başkası da verilen oyun iman meselesi olduğunu, vebal yüklenildiğini söylüyor. Gerçekten de insanın her tercihinin, kullandığı her oyunun Allah katında sorgulanacağı muhakkaktır. Bir Müslüman bu şuurla yaşadığı zaman, hesabını veremeyeceği bir tercihe yönelmez. İnanıyorum ki referandumda verilen oyların da hesabı, Allah katında verilecektir. Anayasa değişikliğinin uygun bulunup bulunmadığı ile ilgili yapılan oylama, Milletimiz tarafından (Kabul) gördü ve yapılan değişiklikler Anayasa metnine girdi. Allah bu milletin ferasetini daha da açsın, şimdiye kadar yanlış karar vermedi. Ama milletimizin, yönetenlerden istedikleri ya tam anlaşılamadı ya da istismar edildi. Sonuçta hemen her iktidar yapacağını vaadettiği pek çok şeyi ya yapmadı, ya yapamadı, ya da yaptırmadılar…

ACIYORUM Bir takım kimselerin, yetkilerini aşarak, kanun dışı teşkilâtlar kurduğu ve kanun dışı faaliyetlerde bulunduğu artık kimsenin yok diyemeyeceği bir gerçek halinde ortaya çıktı. Bunlar, başlangıçta en azından, kanunların kötüler le ve kötülükle mücadelede yetersiz kaldığını düşünüyor. Böyle örgütlere karşı çıkanlar da, gizli ve kanun dışı teşkilât kurulacağına falan falan kanunlara ve filân filân mekanizmalara dayanarak şöyle şöyle mücadele mümkündür, demiyorlar... Öyleyse... Ya bu ülkede kanunlar ve işleyen mekanizma yetersizdir... Ya devleti idare edenler... Bu işin (ya)sı, (ma)sı yok... Hem kanunlar ve işleyen mekanizma, hem idareciler yetersiz...

(Kardelen; 13; Mart 1997)

Ya p t ı r m a y a n l a r ı n n i ç i n y a p t ı r m a d ı ğ ı , engelleyenlerin niye engellediği iyi anlaşılabilse belki ortak bir çözüm bulunacaktı. Ama asıl maksat çoğu kez gizlenmekte ve sonuçta öne sürülen karşı gerekçeler itibar kazanmamaktadır. Bu referandumda da CHP ve MHP, Anayasa değişikliği ile gerçekleşecek hususlardan çok, AKP hükümetinin icraatlarını ve geleceğe yönelik niyetlerini yargıladılar ve onun üzerinden kampanya yürüttüler. Bence bu referandum, ihtilâllerle gelen iktidarların ve yaptıkları anayasaların milletimiz tarafından reddedilmesi anlamına gelmektedir ve AKP ile ilgili yapılan tenkitler haklı olsa bile bu anayasa ile ilgili değildir, üstelik Anayasa değişikliğinin AKP’ye tek güç olma imkânı sağlayacağına da inanmıyorum dedi %58 çoğunluk… % 42'nin içinde de inanıyorum ki parti taassubu ile (AKP’ye hayır) anlamında oy kullananlar pek çoktur. Hele oy kullanmaları boykotla engellenen Kürt seçmenlerin çoğu, boykota rağmen oy kullananlar gibi beyaz oy vereceklerdi. Bu konuda meselâ Şanlıurfa, %70 katılımla tehditlere de kulak asmadığını göstermiştir. Türkiye yeniden doğuyor, kendisine dar gelen elbisesini, mekânını genişletiyor. İtibarını yükseltiyor. Geçmişteki misyonunu yeniden üslenme hazırlıkları yapıyor. Ülkemizde yaşayan herkese büyük görevler düşüyor. Bunun ilk şartı milletimizin fertlerinin birbirine muhabbetle, yumuşaklıkla, tevazuyla, merhametle muamele etmeleri; buna karşılık Milletimize düşmanlık edenlere de yüce dağlardaki yalçın kayalar gibi sağlam durmalarıdır. Türkiye’de birbirimize kenetlenmeli, yapacağımız her işi en iyi şekilde yapmaya çalışmalıyız. Bizi yönetenler de yaptıkları her işte Allah`a hesap vereceğinin şuuruyla hareket ederken, milletimize de en güzel şekilde hesap vermeli ve helâlleşmelidir. Böyle bir yönetim anlayışından, baskı zulüm ve suistimal değil, huzur rahatlık ve dürüstlük sağlanacaktır.

ASİLER Alır mı ateşimi soğuk kabir taşları Asilerin berzahta öne eğik başları M. Nihat MALKOÇ


-10__________________________________________________________________________________

Referandumdan geriye kalanlar… Mevcut anayasamızın 26 maddesinde değişiklik yapılmasını öngören paket, 1980 ihtilâlinin yapıldığı günün 30. seneyi devriyesinde halkın oyuna sunuldu ve tartışmaya mahal bırakmayan bir oranla kabul edildi. Öncesi ve sonrasıyla tozu dumana katan referandum süreci, genel seçim atmosferini aratmadı. Az sonra ayrıntılarına girip her birini tek tek ele alacağımız siyasî partiler var güçleriyle tercihlerini savundular, halkı ikna etmeye çalıştılar. Çalışmaların en yoğun olduğu zaman diliminin Ramazan ayına denk gelmesi bile siyasîlerin hızını kesmedi, meydanlardan yükselen seslerin haddi aşmasına engel olamadı. Parti tabanları arasında vuku bulan ve hafızalarda yer etmeyecek ufak tefek atışmalar dışında büyük hadiselerin yaşanmaması ise işin sevindirici yanı.

AK PARTİ Artıları; 1980 darbesi sonrası % 93'ü aşan bir oy oranıyla kabul edilmesine rağmen, o günden bugüne kadar bütün iktidar ve muhalefet partilerinin rahatsızlık duyduğu, değiştirilmesi gerektiğini parti programlarına, seçim beyannamelerine yazdıkları 1982 Anayasası'nda kapsamlı bir değişikliği yapmayı başardı. Anayasanın tamamını değiştiremese de tamamının değişmesi gerektiğine dair yaptığı vurgu millet vicdanında yankı buldu. Meclisteki çoğunluğu tek başına değişiklik yapmaya elvermediği için ve anayasa gereği paket halkoyuna sunulmuş olsa da milletin hakemliği gücüne güç kattı. 2011 yılında yapılması plânlanan genel seçimlerden önce güven tazeledi, iktidar olması sebebiyle en çok yıpranması beklenen parti olmasına rağmen seçimlere en rahat giren parti olacağını tahmin etmek zor değil. Referandum sürecinde izlediği politika diğer partilerle kıyaslandığında millet üzerinde daha

e t k i l i o l d u . Değişikliklerin neler getireceği, kazanımları, işin özü başta başbakan olmak üzere bütün kabine üyeleri, m i l l e t ve k i l l e r i , t e ş k i l â t l a r tarafından her fırsatta anlatıldı. Bu amaçla hazırlanan kitap ve broşürler yurdun dört bir yanına dağıtıldı, bilbordlar kullanıldı. Uzun bir müddet gazetelerin arka sayfalarına ilânlar verildi. Muhalefet partilerinin aksine vatandaşın neye oy ve r e c e ğ i n i n ü z e r i n e ısrarla basıldı. Ak par ti çizgisinde olmadığı düşünülen pek çok sanatçı, sporcu, aydın, kanaat önderini kendi safına çekmeyi ve kamuoyu tarafından tanınan bu kişiler üzerinden süreci yönlendirmeyi iyi bildi. Bunların yanında; Referandum süreci tamamen başbakan merkezli yürütüldü. Onun kişiliği, karizması muhalefet partilerinin de gayretiyle (!) ön plana çıktı. Paketin içeriğinden çok onun söyledikleri, yaptıkları konuşuldu, tartışıldı. Dolayısıyla referandum, bizzat kendisinin “bu bir güven oylaması değildir”


-11__________________________________________________________________________________ Av. Kadir BAYRAK

açıklamasına rağmen Ak Parti'den çok başbakanın güven oylamasına dönüştü. Partisinde yapılacak ilk genel kurulda son kez aday olacağını açıklayan başbakandan sonra Ak Parti'yi nelerin beklediği merak konusu. Kampanya esnasında özellikle bütün gazetelere verilen tam sayfa ilânlar, şehir merkezlerindeki bilbordlara asılan afişler, basılı envantere harcanan paralar milletin dikkatinden kaçmadı.

CHP

kadar partisinin yöneticileri tarafından gidilmeyen doğu ve güneydoğu illerini de katması kendisi ve partisi adına olumlu bir gelişme olarak değerlendirildi. Buralarda beklenilen oy oranı sağlanamasa da en azından partisine hâkim olmaya başlayan yanlış bir anlayışı yıkmış oldu. Elinden düşürmediği klâsörlerle yolsuzlukların üzerine giden dürüst lider olarak kamuoyunda meydana getirdiği imajını meydanlara da taşımaya gayret etti. Son zamanlarda partisinin genel başkanlarının dilinden düşürmemeye özel gayret sarfettiği, kaynağını dinden alan tabirleri konuşmalarında sık sık kullandı… (yetim hakkı, kul hakkı, başörtüsüne özgürlük gibi) Bunların yanında;

Kamuoyunda yeterince tartışıldığına inanmadığımız genel başkan değişikliğinin hemen akabinde girilen seçim, başbakan gibi yeni genel başkan için de bir güven oylamasına dönüştü. Kampanyayı tek başına yeni genel başkanları yürüttü, bütün yükü kendisi çekti. Kampanya süresince 72 il gezmesi ve bu illerin arasına bugüne

12 Eylül 2010... 30 yıl sonra, ihtilâlin kudretli paşası, yaptığı anayasanın sonunu başlatan halkoylamasında...

Anayasa değişikliği paketinin Meclis'te yapılan oylamalarına CHP grubunun katılmamasını, katılıp aleyhte oy kullanmadıkları paketi Anayasa Mahkemesi'ne götürmeyi, katılıp aleyhte oy kullanmadıkları buna rağmen iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne g ötürdükleri paketin, küçük değişikliklerle Anayasa Mahkemesi'nden geçmesinden sonra bu kez değişikliklere topyekûn hayır demelerini ne genel başkan ne de ekibi kamuoyuna izah edemedi. Kabul edilip yürürlüğe girdiği günden beri kendi siyasî anlayışları da dâhil sürekli şikâyet edilen, her fırsatta üzerinde değişiklik yapma ihtiyacı hissedilen (yürürlüğe girdiği 1982 yılından bugüne kadar 17 kez değişiklik yapıldı) anayasa metninde yapılması düşünülen en kapsamlı değişikliğe niye hayır dendiği de

% 58

% 42

E V E T

H A Y I R


-12__________________________________________________________________________________ Referandum sonrası çıkması beklenen parti kamuoyuna yeterince anlatılamadı. Temel hak ve özgürlüklerin alanını genişleten, içindeki huzursuzluk eski genel başkan ve ekibinin demokrasimizin çıtasını yükselten, askerî vesayeti kampanya sürecinde ön plana çıkarılmaması yönünde azaltan, sendika ve grev hakkının sınırlarını genişleten teşkilatlara verilen talimatla ilk sinyalini verdi. Ege ve Akdeniz bölgesinin kıyı kesimlerine sıkışmış bir değişikliğe sadece iktidar partisi hazırladı diye karşı çıkmak siyasî yelpazenin solunda yer aldığını iddia eden bir parti izlenimini aşamadı. bir partiye yakışmadı. Yeni genel başkanın kendisine biçilen rol, imaj gereği değişiklik paketinde yer alan maddelerin halkın anlayacağı bir dille ne gibi tehlikeler arz ettiğini anlatması beklenirdi. Oysa o, 1980 ihtilâlinden en “recep bey” söylemiyle başlattığı fazla mağdur olan mitinglerini kendisinin de yara aldığı insanların kurduğu ve “havuzlu villa” polemiğiyle oy verdiği bir partinin, o sürdürmeyi tercih etti. Esastan uzak, ihtilâlin mahsulü olan tamamen başbakan merkezli ve onu anayasada yapılan en hedef alan, geçmişte kaldığına kapsamlı değişikliğe, inandığımız propaganda sırf iktidar partisine t a r z ı n ı n f a y d a getirmeyeceğinin anlaşılmış prim kazandırmamak adına muhalif kalmasını kamuoyuna izah edemediler. olması tek tesellimiz. Kolay olan yolu, eleştiriyi tercih ettiler, kendilerinin hazırladığı bir taslağı milletin önüne getirmediler. (Ali Erdal’ın, Sakarya gazetesi ve Siyasî yelpazenin solunda yer alan hemen bütün edebaliyurdu.com’da parti, örgüt, sivil toplum örgütüyle aynı safta yer aldı. yayınlanan iki Anamuhalefet partisi gibi paketin içeriğine, esasına değerlendirmesini, niye karşı olduklarına dair hafızalarda yer edecek halkoylaması sürecinin nabzını tutmuş olması gerekçeler gösteremediler. Söylenenler slogandan bakımından takdim öteye geçemedi. Böyle olunca partilerine mensup pek

MHP

ediyoruz)

Hayal edelim!.. Diyelim ki!.. Amblemi, güzelim ÜÇ HİLÂL olan “MİLLİYETÇİ HAREKET”in Genel Başkanı Devlet Bahçeli, anayasadaki bazı maddelerin değiştirilmesi teklifinin halkoyuna sunulması kesinleşince bir basın toplantısı yapar… Bağırmadan, sakin ve ciddî bir sesle der ki: “Anayasada değiştirilmesi teklif edilen ve halkoyuna sunulan maddelerin, iyi veya kötü olması hiç mühim değil… Çünkü anayasalar, birbiri ile rabıtalı maddeler vasıtasıyla millî ruhun tezahürü bir bütündür. Değişiklikler, o ruha aykırı ise bütünlük bozulur. Aslında değişiklik yapma mecburiyetinin doğması, o anayasanın iyi hazırlanmadığını gösterir. Millî ruha, millî vicdana, milletin ruh köküne uygun olmayan anayasalarla millet ve devlet idare edilemez. Dayatmayla kabul ettirilmiş olanları millet, bir şekilde hayatından atar. Mevcut anayasada 16 defa değişiklik yapılması, millî ruha uygun olmadığının 16 defa ispatıdır. Buna rağmen 17'inci defa böyle bir işe kalkışmak, en yumuşak ifadeyle abestir. Zaten millî ruha uygun olmayan mevcut anayasayı, bir de değişikliklerle daha beter hale getirme gülünçlüğüne son vermek lâzım.

İşte bunun için; milletimizin evlâtlarını birbirine kırdıran, fikirsizliklerini ve adaletsizliklerini 'bir sağdan, bir soldan astık' diye övünerek ifşa eden zihniyetin yaptığı anayasaya yeni bir yama yaparak yola devam etmeye HAYIR diyoruz!.. Acilen, milletimizin ruh köküne uygun bir anayasaya ekmek gibi, su gibi, hava gibi ihtiyaç var. Milletimiz, millî iradeyi temsil imkânı verirse, Milliyetçi Hareket'in ilk işi, TBMM'nin, Türk ruh köküne uygun bir anayasa hazırlamasını sağlamak ve onu halkoyuna sunmaktır.”

Hayal diye ifade ettim ama aslında milletin MHP'den beklediği bu... MHP'ye yakışan bu... Eğer Bahçeli, hırçın bir eda ve söylemle statükonun yanında olmak yerine, ÜÇ HİLÂLİN dalgalanışına uygun hareket etseydi, MHP rotasını ona göre çizseydi… 12 Eylül darbesinden önce ve darbe sırasında çile çekmiş (Bahçeli'nin bugünkü politikasına azimle karşı çıkan) ülkücüler başta olmak üzere millet, canla başla onun yanında yer almaz mıydı? Millet için, memleket için, MHP için ve Devlet Bahçeli'nin kendisi için; milletin anasını ağlatanların hazırladığı anayasayı, anlaşılamaz bir öfke ve hırçınlıkla müdafaa yerine, Türk Milleti'ne ÜÇ HİLÂLİ kazandıran ruha uygun yeni bir anayasa vaat etseydi, hayırlı olmaz mıydı? Bahçeli MHP'yi, tabanına rağmen yokuşa sürmeyi izah etmekte çok zorlanacaktır… Allah, millet, tarih ve parti tabanı önünde… (31.08.2010)


-13__________________________________________________________________________________ çok belediye başkanı istifa ederek saf değiştirdi ve geçmişte partinin üst kademelerinde görev almış yöneticilerinin tepkisiyle karşılaştılar. Seçmeni olarak nitelediği insanları, bölgenin malûm Başörtüsüyle ilgili anayasa değişikliğine verdikleri şartlarını istismar ederek, korkutarak sandığa destekle millet nezdinde kazandıkları krediyi göndermemeyi marifet bildi. Sandığa gitmeyenlerin kaybettiler. demokratik bir hakkını kullandığı lânse edilse de, devlet Güçlü oldukları Anadolu şehirlerinden gelen gücüne rağmen vatandaşa oy kullandırmayarak sonuçlar tabanın da tavan gibi düşünmediğini gösterdi. hedefledikleri amaca ulaştılar. Buna rağmen sandığa gidenler, ezici bir çoğunlukla değişiklikten yana tercihlerini yaptı. Dış etkenlerden arınmış, tamamen vicdanıyla hareket edilecek bir ortamın meydana gelmesi halinde oy oranlarının bugün için çok yüksek olduğu yerlerde bile vatandaşın tek tercihi olmayacağını tahmin etmek zor değil.

BDP

Bizim başkan, sizinkini döver CHP kur mayları, halkoylaması konusunda, partililerinin bile anlamakta, dolayısıyla da müdafaa etmekte güçlük çektiği bir politika izliyorlar. Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu'nun, önce bazı şeyler söyleyip sonra vazgeçtiğinden, bunları tevilde sıkıntı çektiğinden, parti açılımlarından ve saçılımlarından söz edecek değilim… Cuntanın hazırladığı baskı anayasasına nasıl taraftar olursunuz falan da diyecek değilim… Basit zannedilen ama aslında derinlerden ipucu veren birkaç hususa işaret edeceğim. Anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesi hususunda bir halkoylaması yapılacak… Evet veya hayır denecek… CHP hayır denmesini istiyor. Ama ne var ki, her şey söyleniyor; kayısıdan, Recep bey çık karşıma demeye kadar her şey söyleniyor, sadece niçin hayır denmesi gerektiği söylenmiyor… Fıkrayı bilirsiniz… Politikacı basın toplantısı yapmış. İki saat konuşmuş. Sıra sorulara gelmiş. Bir gazeteci sormuş… Siz Demirel'in akrabası mısınız? Adam şaşkınlıkla yo demiş… Niye sordunuz… Muhatabı cevabı yapıştırmış… İki saat konuştunuz, hiçbir şey söylemediniz de… Bizim politikacılar, Demirel'in akrabası… Hayır demenin ne kazandıracağını, evet demenin ne kaybettireceğini söylemek yerine Sayın Kılıçdaroğlu kalabalıklara haykırıyor… “Bir kahvenin kırk yıl hatırı var!” Ne olacakmış varsa… İşte bunun için hayır demeliymişiz… Ne alâka?... “Hayır” pusulası kahverengi ya… Öyleyse kahvenin hatırına hayır demeliymişiz… Bu kadar basit ve meseleyle uzaktan yakından alâkası olmayan bir mantık, daha doğrusu mantıksızlık bir genel başkana yakıştı mı? Kahvede dostlar arasında bile böyle bir mantık, şaka olsun diye bile söylenmez. Mavi olsaydı, haydi “ille mavili, mavili” derdiniz, ya oy pusulasının rengi külrengi olsaydı ne diyecektiniz? Oy pusulasının rengi ile bu iş izah edilecekse, yüzümüz ak olsun diye beyaz oy pusulasını tercih edin, yani evet deyin demek daha mantıklı olurdu… Kendi diliyle rakibi güçlendiriyor, haberi yok... Böyle

basitlik bir parti genel başkanına yakışmıyor. Böyle bir basitlik topluma karşı da ayıp... Nitekim birkaç yerde bunu söyledikten sonra, ikaz edilmiş olmalı ki, bir daha kahveden de renginden de söz etmedi. Siyasete atılırken bir söz verdim diyor, yeni genel başkan… Ne sözü vermiş? Dürüst olacağım diye söz vermiş… İyi güzel de kardeşim dürüst olmak için söz vermek mi gerekir? Dürüstlük her insanın uyması gereken bir ahlâk… Söz versen de vermesen de bu ahlâkta olacaksın… Dürüst olmak için diyelim ki söz vermek şart… Söz vermeyenler dürüst olmama hakkı (!) mı kazanacak? Dürüst olmak herkes için o kadar gerekli ki, bunu ayrıca dürüstüm diye belirtmek bile gerekmez. Nefes almak gibi tabiî… Nefes alıyoruz diye bangır bangır bağırılır mı? Zaten dürüstlüğü zedeleyecek bir hali ortaya çıkmayan herkes dürüsttür, bunu ayrıca belirtmek gerekmez. O kadar gerekmez ki, dürüst olmanın alternatifi yoktur. Yakalanan suçlu işte bunun için yüzünü kapatır. Ben dürüstüm diye meydanlarda bangır bangır bağırmak, dürüst olmamayı da bir alternatif olarak görmek demektir. Farkında olmadan diğer alternatifi de, yani dürüst olmamayı da meşru görmektir. İki alternatiften dürüst olma yolunu seçmeye söz verdim demenin hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü söz versen de vermesen de seçeceğin dürüst olmaktır. En azından dürüst görünmektir. Sayın Başkan'ın mahalle kabadayısı gibi çık karşıma diye bağırması da eşi bulunmaz bir komedi… Yahu zaten siz meydanlardasınız. Birbirinizden ayrı yerlerde, kilometrelerce uzakta da olsanız, yan yana gibisiniz. Birbirinizin zaten karşısındasınız… Zaten yaptığınız iş bu… Siz sadece bunu yapıyorsunuz hattâ… Memleket kocaman bir arena… Meydanlarda sizler de gladyatörlersiniz… Zaten karşındaki adama, karşıma çık demek gülünç değil mi? Bütün bunlar bir ruh halidir ve “yeni” genel başkan, farkında olarak veya olmayarak kendini ispat gayreti içindedir ve yaptığı tek şey de budur. Kayısıdan, kahveden, dürüstüm diye böbürlenmeden… Çık karşıma diye efelenmeden… Niçin hayır demek gerektiğini anlatmaya sıra mı geliyor… (07.09.2010)


ok. y i r e z n e b bir Dünyada

..

-14__________________________________________________________________________________

. 9 2 7 Fatih ÖNCÜ 2003 yılından sonra, ilk defa katılacağım Ertuğrul Gâzi'yi Anma ve Söğüt Şenlikleri'ne büyük bir heyecanla hazırlanıyordum. Osmanlı Cihan Devleti'nin temellerinin atıldığı Söğüt, bu yıl şenliklerin 729'uncusunu kutluyordu. Olağan dışı sebepler yüzünden sadece iki yıl sekteye uğramış bu köklü gelenek, 1980'lerden sonra devlet töreni olarak kutlanmaya başlamıştır. Türkler’in bu toprakları vatan edinmesinin ispatı olduğundan, benim için çok önemlidir. Cumartesi akşamı, Söğüt’te yaşayan bir ahbâbımın evinde misafir olacaktık. Bazı terslikler yüzünden Pazar sabahına kaldık. Pazar günü sabah namazı ile hazırlığa başladık. Kahvaltıyı yaptıktan sonra, yakın bir dostumu da alıp, çoluk çocuk çıktık yola. Belki süslü Yörük atına binip kâfile halinde gitmiyorduk ama o zamankiler kadar sevinçliydik. Söğüt-Bilecik yolunun yeni yapılması sayesinde, yarım saat gibi kısa bir sürede vardık Söğüt'e. Arabamızı şehrin dışına park edip, yürüyerek tören alanına vardık. En az üç yerde aramadan geçip, stadyum şeklinde yapılmış; protokol haricinde ne yazık ki üstü açık olan alana girdik. Taşa oturmamak için tanesini 50 kuruşa aldığımız strafor parçalarına oturduk. Bir miktar bekledikten sonra, protokol hazırlanamadığından, seyirciler sıkılmasın diye, açılış yapılmadan meydana çıkan, halk oyunu gösterilerini seyretmeye başladık. Program, protokoldeki kos koca çocukların (ki bir de milletvekili olacaklar) “öğretmenim saçımı çekti, ben onun yanına oturmam” anlaşmazlığı çözülünce başladı. Saygı duruşu ve İstiklal Marşı'ndan sonra protokoldeki konuşmacılar sahneye çıkmaya başladılar.

MİMSİZ MEDENİYET Tarihî mirasımız yedi ceddine yeter Mimsiz medeniyetler taundan daha beter M. Nihat MALKOÇ

Şenlik Notları Konuşmacılardan Sayın Yalçın Topçu'yu gösterdiği hassasiyetten dolayı takdir ederken, bu şenliğe dahi siyâset sokan, ilkokul çocuğu gibi davranan, Sayın Bahçeli'yi ve nihayet Sayın Bülent Arınç'ı da dinledik. Akabinde açılıştan önce başlayan, gösteriler ve halk oyunları devam etti. Bu oyunlar içinde, bana göre şenliğin en güzel kısmı olan Hayma Ana'nın Domaniç Yaylası'ndan gelişini temsil eden oyundu. Develer, koyun ve keçiler, kıl çadırın kuruluşu çok güzeldi. Nedense sonra geçit töreni yapıldı. Bursa kılıç kalkan ekibinin oyunu takdim edilmeyi unutulup mehterana geçildi. Ve böylece gösteriler son buldu. Gösterinin akabinde şifalı pilâv ve üzüm dağıtıldı. Tabi bir sorun da orda vardı. 50 kuruşluk strafor minder gibi, tanesi 1 TL'ye plastik kap ve tanesi 50 kuruşa plâstik kaşık alıp, şifalı pilâvdan yiyebildik. (eğer minder, kap ve kaşık satışı bir gurubun elinde değilse, seneye ben de satayım diyorum. Çünkü %1000 gibi bir kâr gözüküyor.) Hayma Ana'nın Domaniç yaylasından dönüşünün temsili oyunu dışında hiç zevk alamadığımız şenlikten, organize etmekten aciz organizatörlere (şayet varsa) dua ederek, yorgunluk ve baş ağrısıyla eve döndük. Akşam haberleri seyrederken, gün boyu yaşadığım üzüntü ve hüsrâna yenileri eklendi. Sağcısı, solcusu ve muhafazakârı bütün medya, 729’ncusunu kutladığımız şenlik haberini Akdamar Kilisesi'nden sonra verdiler. Gün boyu eleştirdiğim Sayın Bahçeli'ye, haberleri izlerken hayır dua ettim. Çünkü o çocukluğu yapmasaydı anlaşılan medyamız, ne Akdamar'dan önce, ne de sonra Söğüt'ten bahsedeceğe benzemiyordu.


-15__________________________________________________________________________________

Ali YILMAZ

Aydın olmak; CEMİL MERİÇ olmak... Türk düşün tarihinin belki de en manidar ismidir Cemil Meriç. Yetmiş küsûr yıllık hayatı boyunca kendisine en yakın olarak kitapları seçmiş ve ebediyete intikaline kadar ne onlar Meriç'i, ne de Meriç kitaplarını biran olsun kendisinden uzak tutmamıştır. Çocukken bile akranlarının tersine onun oyuncağı da kitap olmuştur. Fildişi Kulesinin sakinleriyle oldukça yakın bir bağı vardır. Kimi zaman aç kalmıştır ama parasının son kuruşunu dahi kitaba verecek kadar hasbîdir. Bir yazarın olgunluk devri diyebileceğimiz otuz sekiz yaşında gözlerini yitirmiştir. Ama O tam bir aksiyon adamıdır; okumalarını eskisinden daha fazla olarak sürdürmüş, çeviriler yapmış ve zihninde yoğurduğu birçok dalla ilgili bilgileri harmanlayıp birbirinden donanımlı kitaplarıyla anıtlaştırmıştır. Bu Ülke, Mağaradakiler, Umrandan Uygarlığa ve diğerleri yayınlandıktan sonra büyük yankı uyandırmış ve çok kısa zamanda artık klâsik olarak adlandırılmıştır. Kadim dostları hakkında şu ifadeleri oldukça tesir edicidir; Kalbi var kitapların onları bir kerhane sermayesi gibi hâşin parmaklarınla mıncıkladın mı senin oldular sanıyorsun. Gaflet. Senin olan sadece on dakikalık tenleri. Konuşmaz seninle kitap, o bir basamak değildir, sırtına alıp ikbale tırmanamazsın. Tırmanmaya tırmanırsın ama, Kapitol'den Tarpea'ya fırlatılmak için. Kahrını çekeceksin kitapların, hizmetinde bulunacaksın. Senelerce, senelerce hiçbir şey beklemeden diz çöküp emirlerini dinleyeceksin… Adam vardır, Aristo'yu Atina kerhanelerinin adresini sormak için, köşebaşında bekler. Adam vardır, kenef süpürtür Venüs'e. Ve kitabı, ağzına kadar ruhla dolu kutsal bir emanet olarak değil, maddî refahına hizmet edecek bir hüddam olarak görür. (1) Bu mütecessis fikir işçisi, (2) herhangi bir tarafgirlik hissi gütmeden, hemen hemen her konuya eğilmiştir. Kendi deyimiyle İzm'ler idrâklere giydirilmiş deli gömlekleridir. (3) Dolayısıyla gerçeklere ancak tarafsız ulaşılabilir. Bu şiarla Türk zihin tarihinde çığır açmıştır. Zira senelerce kısır kutuplaşmalarla yozlaşmış Türk neslinin artık ikaz edilmesi ve doğruyu görmesi elzemdir. Pekiyi sadece halk mı? Elbette Tanzimat'tan bu yana aldanan ve aldatan Türk aydını da kulak vermelidir Meriç'e. Bu itibarla, gözlerinin nurunu

aydınlanmak ve aydınlatmak uğruna feda etmiştir. Öyle gayretkeştir ki, Sosyal bilimlerin her alanında gezinmiş, bu alanlarda otorite sayılacak orijinal fikirler öne sürmüş ve sistemli sorgulamalar yapmıştır. Bütün bu azimli çalışmalar sonucu her biri şaheser niteliğinde eserler telif etmiştir. Eserlerinde şahsına münhasır tabirler geliştirmiş ve kullanmıştır. Üslûbu kaynayan bir yanardağ gibi sert ve dokunaklıdır. “Tecessüs” kelimesi âdeta yazma safahatını özetler. Bilhassa Batı dilleri (Fransızca ve İngilizce) ile Doğu dillerini (Arapça ve Farsça) biliyor olması “Doğu” ile “Batı” arasında rahatça gezinmesini sağlamıştır. Böylece şarkiyatçıların aktardıklarından çok farklı bir “Doğu” ve “Batı” tablosu çizer Meriç. Kalemi insaflıdır ve gerçekleri saptırmadan olabildiğince nesnel ifade etmiştir. Girift ve anlaşılması zor sosyolojik meseleleri de vazıh bir şekilde analiz etmesini bilmiştir. Mihnetle dolu yaşam serüvenini şu cümlelerle hülâsa eder; Hayatının sonuna yaklaşmış bir insan olarak, zaten çoktan beri kaybettiğim yaşama sevincini, bu sınıflar üstü hakikatlerin taharrisinde buluyorum. Bu itibarla mezarların ötesinden seslenir gibi seslenebilirim çağıma, daha doğrusu ülkeme. Ama okunur muyum, sesim duyulur mu? Meşhur bir adam da değilim, kalabalığın benimsediği edebî bir nevi de temsil etmiyorum. Ne romancıyım, ne şair, ne tarihçi. Sadece dürüstüm, çok okudum, çok düşündüm. Beşeri ihtiraslardan uzaklaşmışım: Bütün bu vasıflar bir düşünce adamının hamurunu yapar. (4) İlmin doruğuna vardığı dervişâne olarak yaşamını özetlediği cümlelerden rahatça anlaşılan Üstad Cemil Meriç, marjinal bir entelektüel olarak okur-yazar çevre tarafından ekol olarak kabul edilir ve geniş bir okuyucu kitlesine sahiptir… Dipnotlar 1)Cemil Meriç, Jurnal (19551965), İstanbul, İletişim, 2007. C. I, s. 67. 2)Meriç, Bu Ülke, İstanbul, İletişim, 2007, s. 7. 3)A.g.e., s.90. 4)Meriç, Jurnal (1966-1983), İstanbul, İletişim, 2207, C. II, s.209.


-16__________________________________________________________________________________

ERMENİ SEVK ve İSKÂNI Vural GÜNDÜZ Ermeni soykırımı iddiaları, ciddî mânâda bütün Türk milletini rahatsız etmektedir. Soykırım iddialarında bulunanlar, Ermenilerin toplu bir katliama maruz bırakıldığını açıkça belirten bir kaynağa dayanmadıkları gibi Osmanlı Devleti'nin de böyle bir emir verdiğini somut bir belgeyle or taya koyamamaktadırlar. Osmanlı Devletinin tebaasına sağladığı imkânlardan gayrımüslümler içinden en çok faydalanarak “Tebaa-ı Sadıka” konumunda rahat bir ortama kavuşan Ermeniler, batılı dostlarının vaatlerine kanıp isyan ederek Türk toplumundan koparılmaya başlandı. Kafkasya kökenli komitecilerin yönetiminde doğu Anadolu'da başlatılan ve başkent İstanbul'a kadar getirilen Ermeni isyan hareketleri geri dönüşü olmayan Türk soykırımını da beraberinde getirmiştir. Osmanlı Devleti'nin güvenlik sebebiyle 1915'te Ermenileri Suriye'ye sevk ve iskâna tabi tutması, bazı ülkelerce siyasî bir değerlendirmeyle “soykırım” olarak kabul edilmektedir. Özellikle Türkiye'nin AB'ye giriş sürecinde baskı unsuru haline getirilmiştir. Günümüzde sıkça kullanılan “tehcir” kelimesi, Osmanlı tarih terminolojisinde bugünkü tabirle tam olarak ülke içinde bir yerden başka bir yere nakil anlamını taşıyan “zorunlu göç” karşılığında kullanılmış olup, Osmanlı Devletince Ermenilerin zorunlu göçü, belgelerde “sevk ve iskân” olarak adlandırılmıştır. Ermeni diasporasının kullandığı, yurt dışına çıkarma anlamındaki “deportation”la eş değer değildir. Zira Ermeniler yine Osmanlı Devletine ait olan Suriye vilayetine nakledilmiştir. Türkiye'de 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşından önce bir Ermeni sorunundan söz edilmezdi. Bizansın dinsel baskısından bezen Ermeniler, Anadolu'da Oğuzların belirmesini hoşnutlukla karşılamıştır. Ermenilerin Türklere duyduğu bağlılık ve sevgi öylesine güçlü biçimde göze çarpmıştır ki Hıristiyan tarihçilerin bir kısmı Ermenileri Hıristiyanlığa ihanetle suçlamıştır. 1877-1878 Osmanlı Rus savaşı sırasında, Rus orduları Anadolu'nun kuzeydoğusundaki vilâyetlerden bazılarını işgal edince, burada yaşayan Ermenilerle irtibata geçti. Rus ordusundaki Ermeni erleri, subayları ve generalleri Osmanlı Ermenilerini kışkırtmaktan çekinmediler. Ermeni patriği Terses'i Ayastafanos'ta Grandük Nikola'nın karargâhına göndertip, Ermeniler lehine bir maddenin (Ermenilere ıslahat mad. 16) antlaşma metnine girmesini sağladılar. Ermenilerle ilgili maddenin antlaşma metnine girmesiyle ileride “Ermeni Sorunu” adı ile anılacak olaylara adım atılmış oluyordu.

1908 yılında Meşrutiyetin ilânıyla herkeste bir hürriyet sarhoşluğu başladı. Bu karışıklıktan faydalanan Ermeni siyasî suçluları, kaçakları İstanbul'a doldular. Komiteler artık ihtilâlci siyasetini bırakır gözüktüler. İttihat ve Terakkiciler, Ermenilerin yalanlarına aldanarak devletin önemli mevkilerine birçok Ermeni aydınını getirdiler. El altından Taşnak, Hınçak ve diğer komiteler yeniden örgütlenmeye, şubeler açmaya başladılar. Komiteciler, Ermeniler arasında nüfuzlarını artırmak için patrikhane ve Episkopuslukları ele geçirmeye çalıştılar. Osmanlı Devleti döneminde 29 paşa, 22 bakan, 33 milletvekili, 7 büyükelçi, 11 başkonsolos vs olmak üzere pek çok Ermeni yüksek devlet görevlerinde yer almıştır. I. Dünya Savaşı sırasında cephede Osmanlı askerine karşı savaşan, cephe gerisinde de savunmasız kalan Türk halkı üzerinde tarihin ender kaydedeceği katliamların uygulayıcısı yine Ermeniler olmuştur. Ermeniler’in I. Dünya Savaşı öncesi ve savaş devam ederken yaptıkları faaliyetler; Osmanlı Devletini de harekete geçmek zorunda bırakmıştır. Dünya savaşının başlamasıyla Rusya, Fransa ve İngiltere ile işbirliğine giden ve isyan ederek, Türk köylerine saldıran, halkı katleden Ermeni örgütleri böylece tehcire yol açmıştır. Ermeni örgütlerinin yaptığı zulüm ve katliamlar Osmanlı ve Rus arşivlerinde açıkça görülmektedir. Ne gariptir ki soykırım iddialarında bulunan Ermeni devleti sözde soykırımın Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından peşinen kabul edilmesi koşuluyla arşivlerini açacağını beyan etmektedir. Sanayi İnkılâbını gerçekleştiren İngilizler; egemenlik alanlarını genişletmeye yönelik olarak, Fransızları yalnız bırakmamış, Osmanlı tebaası Ermeniler bu devletlerin ilgi odağı haline gelmiştir. Rusya’nın sıcak denizlere inmek, İngiltere’de buna karşı doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan vaadiyle Ermeniler’i kullanmıştır. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın yanı sıra, merkezleri dışarıda olan fanatik ve ihtilâlci Ermeni dernek ve komitelerinin çabalarıyla ülke çapında çıkarılan isyanlarda, komiteciler kendi soydaşlarını ve Türkler’i katlederek batılı dostlarının müdahalesini beklemişlerdir. Osmanlı ordularının Çanakkale, Kafkasya ve Suriye cephelerinde savaştığı sırada, Ermeniler de Anadolu'da eş zamanlı olarak eylemlerini her geçen gün artırıyorlardı. Çanakkale, Kafkasya ve Suriye üçgeninde yaşayan Ermeniler birbiri ardına isyan etmeye ve silâhsız sivil halkı öldürmeye başladılar. Osmanlı yöneticileri yukarıda söz konusu olan üçgenin dışına,


-17__________________________________________________________________________________ yani Mezopotamya bölgesine nakletme kararı aldı. Savaşın devamı süresince o bölgede kalmaları plânlanan Ermeniler 8-9 ay içinde Anadolu'dan Bu bölgeye nakledildiler. Zorunlu göç uygulaması, yaklaşık 450-500 bin Ermeni’yi kapsadı. bu sırada Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermeniler’in miktarı, yine yaklaşık olarak 1,5 milyon civarındaydı. Yabancı kaynaklara göre sürgün dışı tutulan Ermeniler’in sayısı ise 400 bin idi. Bu arada bazı Ermeniler’in de yurt dışına göç ettikleri, o tarihte Osmanlı limanlarından hareket eden gemilerin yolcu listelerinden anlaşılmaktadır. Bağımsız bir devlet kurmak düşüncesinde olan Ermeni örgütler, bunun için silâhlı mücadeleyi tercih etmişlerdir. Tabiî olarak bu örgütlerin en büyük dezavantajı bir devlet kurabilmek için yeterli miktarda nüfusa sahip olmamalarıydı. Nitekim devlet kurmayı düşündükleri ve Ermeniler’in diğer Osmanlı topraklarına göre daha yoğun olduğu Vilâyet-ı Sitte (Van, Bitlis, Erzurum, Sivas, Elâzığ, Diyarbakır) de bile ermeni nüfusu ancak %19 civarında idi. Bu noktada onlar için gidilecek bir tek yol vardı; o da bu bölgedeki nüfusu kendi lehlerine çevirmek. Bunun için en kısa ve kesin yol bölgedeki Müslümanları kovmaktı. Ermeni örgütleri, Müslüman ahalinin göç etmeleri için komiteler aracılığıyla baskınlara başladılar, isyanlar, çeşitli sabotajlar ve katliamlara giriştiler. Osmanlı Devleti, Ermeni olaylarının artmasının ardından, başta patrik olmak üzere Ermeni ileri gelenlerini, çıkacak muhtemel isyanların önlenmesi konusunda uyararak, aksi takdirde sert tedbirlerin alınacağı uyarısında bulunmuştur. Ancak bu olayları başlatan ve Ermenileri silâhlandıran komite yuvalarını dağıtmak için 24 Nisan 1915'te vilâyetlere ve mutasarrıflıklara “acele ve gizli” kaydı ile bir talimat yollandığı görülür. Göç ettirme sırasında Osmanlı Devleti işi oluruna bırakmadı. Savaş içinde olmasına rağmen, her türlü önlemi almaya çalıştı. Bu amaçla iç işleri bakanlığı 30 Mayıs 1915 tarihinde, savaş durumu ve olağan üstü politik zorluklar nedeniyle başka bölgelere gönderilen Ermenilerin barınmaları, yedirilip içirilmeleri ile ilgili konuları kapsayan on beş maddelik bir yönetmelik yayınladı. Bu yönetmeliğin çıkarılmasından 11 gün sonra hükümet, 34 maddelik yeni bir yönetmelik daha yayınladı. Özellikle taşınır ve taşınmaz malları ve topraklarının yönetimi için yapılacak işlemler saptanıp bunlar güvence altına alındı. Savaş sırasında Ruslar doğudan İngilizler ve Fransızlar batıdan, Çanakkale’den ve güneyden Osmanlı’ya saldırırken, Ermeniler de Anadolu’nun dört yanında isyan başlatarak, asker ve sivil yüz binlerce Türk insanının kanını akıtmanın cezasını tehcir edilmek suretiyle görmüştür. Tehcir dediğimiz bu zorunlu yerleştirme, doğal olarak meşakkatli geçmiş, pek çok masum sivil Ermeni’nin mağduriyetine sebep olmuş ve yaklaşık 910 bin Ermeni, eşkıya saldırısı, 30 bine yakın kişi de hastalıktan ölmüştür. Buna rağmen büyük yer değiştirme olayının canlı şahitleri, naklin büyük bir düzen içinde gerçekleştirildiğini yazmışlardır. Bunların

başında Amerika’nın Mersin konsolosu gelmektedir. Edward Natan, 30 Ağustos 1915'te büyükelçi Morgenthau’a gönderdiği raporunda şunları söylüyor: Tarsus’tan Adana’ya kadar bütün hat güzergâhı Ermenilerle doludur. Adana’dan itibaren bilet alarak trenle seyahat etmektedirler. Kalabalık yüzünden sefalet ve çektikleri zahmete rağmen hükümet bu işi son derece intizamlı bir şekilde idare etmekte, şiddet ve intizamsızlığa yer vermemekte, göçmenlere yeteri kadar bilet sağlamakta ve muhtaç olanlara yardımda bulunmaktadır. Sevk ve iskân sırasında Ermenilerin yollarda can ve mal emniyetlerinin sağlanması için Osmanlı devleti; yol güzergâhında ki görevlileri uyarmış, kasıt ve ihmal olmaması için sıkı ve sert tedbirler almıştır. Osmanlı arşivindeki bu konu ile ilgili yapılan araştırmalar, görevlerini ihmal eden devlet görevlileri ile eşkıya olarak tanımlanan sivil saldırganların bizzat Talat Paşa'nın imzasını taşıyan talimatlarla “Tahkikat Komisyonları”na sevk edildiğini, devlet görevlilerinin işten el çektirilerek Divan-ı Harb'e gönderildiğini göstermektedir. Osmanlı arşivlerinde Ermeni konusunda araştırma yapan yerli ve yabancı bilim adamları, Ermeniler’in şu veya bu ad altında sistemli bir şekilde ortadan kaldırıldıklarını söyleyememektedir. Tehcir konusunda çok suçlanan İttihat ve Terakki yöneticileri Malta’da İngilizler’e tutsak olmalarına rağmen yapılan ve İngilizler’in elinde her türlü imkânın olmasına rağmen suçlanacak delillerin bulunamaması nedeniyle serbest bırakılmışlardır. Bu olay binlerce örnekten bir tanesidir. Her devlet kendi sınırları içinde yaşayan vatandaşlarının can, mal ve namusunun güvenliğini sağlamakla yükümlüdür. Osmanlı devletinin uyguladığı tehcir geç alınmış bir karar olmakla birlikte, Bizans, Sasani uygulamalarında olduğu gibi, mezhep değiştirmeye yönelik zorlama şeklinde değildir. Ermeniler, ilgili kanunun çıkarılmasını gerektirecek bütün fenalıkları yaptıktan sonra Osmanlı hükümeti uygulamayı başlatmak zorunda kalmıştır. Bugünkü Ermenistan'ın ekonomik durumu pek parlak değil, ülke nüfusu ülkedeki ekonomik sıkıntılardan dolayı sürekli başka ülkelere göç etmek zorunda kalıyorlar ve bu durumu herkes biliyor. Ermeniler’in dünyanın her yerine yayılması ve oralarda Ermeni kıvraklığıyla yükselmeleriyle hemen Türk milleti aleyhinde dünya insanlarının gözünde olumsuz bir düşünce meydana getirecek sözde soykırımını anlatıyorlar. Ermeniler ve Ermeni dostları tarihî belgeler göre değil de meclis kararıyla tarih yazmaya çalışarak tarihin en kara lekelerini de kendine yapıştırmaktadır. KAYNAKLAR -Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Cb, TTK Basımevi, Ank. 1983 s.129 -Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, Belge Yy 2. Ba., İst. 1987 -Yavuz Ercan, Osmanlı İmparatorluğu Bazı Sorunlar ve Günümüze Yansıması, Milli Eğitim Basım Evi Ank. 2002 s.65 -Yusuf Hallaçoğlu, Sürgünden Soykırıma Ermeni İddiaları, Babıâli Kültür Yayıncılığı, İst., 2006 s.17-93 -Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi MEB Nisan 2005


-18__________________________________________________________________________________

Kurt izinde kart kurt yürümek MİSTİK BİR DAĞCILIK HİKÂYESİ Mücahit KOCA ...Aralık/1980 Ben, yıl başında gazetedeki yazı işleri müdürlüğü g örevimden ayrılmış yalnızca Sur Kitabevi ile uğraşırken 12 Eylül'e çeyrek kala arkadaşların da ısrarıyla Bursa'da edebiyat öğretmenliğine başlamıştım. 12 Eylül'le suçlu suçsuz tutuklananlar, sürülenler ve asılanlar oldu. Sıkı yönetim bize dokunmamıştı. Nedeni basitti: Büyük Doğu'yu temsil eden kuruluş olarak Milli Türk Talebe Birliği, olaylara girmemişti. Birliğin gerekçeleri basitti. Bu 12 Mart'ta belirlenmiş bir ilkeydi: “Biz, bu kavgaya girersek; kavga sonunda Cumhurbaşkanlığında oturan Cevdet Sunay, Başbakanlıkta oturansa Süleyman Demirel, olmamalıydı.” Bugün günlerden pazar, yine dağcılık vardı. Kış yüzünü göstermiş; her yeri bembeyaz bir örtüyle örtmüştü. Yola çıktığımızda kar dinmiş olup; nisbeten yumuşak bir hava vardı. Dağda ayakların ve sırtın sağlam oldu mu korkmayacaksın.. Biz de ilk önce buna bakıyorduk. Bugünün Batı standartlarındaki dağcıları gibi dağ ayakkabısı, dağ çantası, dağcı kıyafeti o günlerde bizde ne gezerdi! Ben, Emirsultan Mahallesinde oturuyorum, İbrahim Ünal, dağın dibinde olan Değirmenlikızık Mahallesinde.. O, yalnız yaşadığından bazen akşamdan ona gidiyordum. Onda olduk mu istediğimiz saatte dağa çıkabiliyorduk. İkimiz birlikte evden çıktık. Hem sevdiğim, hem de sevildiğim Ertuğrulgazi'deki evden kayınbiraderi aldık. Yarım saat kayaların arasından zorlu bir yürüyüşle vadiye girmiştik. Kaplıkaya Vadisinin ortasından geçen Kaplıkaya Deresi, bu vadiyi ikiye bölerdi. Vadinin sağ tarafında tepede Reşat Nuri Gültekin'in Çalıkuşu romanındaki Feride'sinin öğretmenlik yaptığı Zeyniler Köyü vardı. 1980'li yıllarda köyde birkaç çobandan başka kimseler kalmazdı. Vadinin sol tarafında ise Lâz Eyüp diye bilinen bir Karadenizlinin bugün hemen hemen terk edilmiş bir çiftliği vardı. Onun kardeşi Lâz Halil'in çiftliği de aynı yakanın Erikli Yayla dediğimiz

bölgesindeydi. O çiftlik de bugün terk edilmiş haldeydi. Bu iki kardeş dedikodulara bakılacak olursa; Cumhuriyet Halk Partili olup, Topal Osman'ın Şükr ü Beyi katletmesi olayından sonra kaçıp saklanmak için gelip bu dağa yerleşmişlerdi. Bir zamanlar kızlarının boynuna çapraz astığı tüfeği ile at üzerinde erkek gibi dağda dolaştığı anlatılırdı. Bu gizemli aileyi Kayınvalidem Necmiye Hanım bir iki komşusu ile bizzat oralara tırmanarak ziyaret ettiğini, çok hoş karşılandığını anlatırdı. Bunları niye mi anlatıyorum? Biz, ilk defa bu tarlaların arasından Uludağ'da çıkacaktık. Kimsenin yaşamadığı metruk çiftlik evinin önünden yine de çekine çekine geçip karlarda ama kurt ama domuz izleri üzerine konuşa konuşa dağa tırmanacaktık. Yerde elli santim kar varsa da donmuş olduğundan karda batmadan yürüyebiliyorduk. Bazen yolu kaybetsek de tekrar bularak dağda kestanecilerden birinin yaptığı kulübe önünde kamp yapmaya karar verdik.. Karda orman da olsa kuru odun bulmak kolay değildi. Yine de bir şekilde güzel bir ateş yakmıştık. Karda ve kışta dağda ateş yakmamış olanlar bu ateşin ne demek olduğunu bilemezdi. Ateşte çay demlenmiş; sofra hazırlanmıştı. Genelde dağa çıkışlarda kahvaltı usulü bir şeyler olurdu. Hem yemek yaparak zaman kaybetmiyelim, hem kendimize yük etmeyelim diye düşünürdük. Namaz saatiydi. Beyaz halının üzerine parkamı yayıp namaz kıldım. Bulunduğum yerden ağaçlar tamamen yapraklarını döktüğünden gördüğüm bembeyaz güzellik beni büyülüyordu. Harika tabiat manzarasına dalmış gitmiştim. Neler neler geldi aklıma: kâinatta iki kitap var, denir kaynaklarda.. Kitabın birincisi Kur’ân, ikincisi tabiattı. Bunlar, bütün insanlığın yararınaydı. Allah'ın kullarına bir hediyesiydi. Kimse; “Bunlar, benim malımdır,” diyemezdi. Bir yandan çaylar tüketilirken, bir yandan da derin bir sohbet başlamıştı. Bazen sanat ve dağ üzerine konu


-19__________________________________________________________________________________ zamanın elverdiği ölçüde kızışır; dağdan dağa gelir giderdi. Böyle zamanlarda İbrahim Ünal'ın şairliği depreşir; o ezberinde olan şiirlerinden okumaya başlardı. Yine öyle olmuş; “kış o vefâlı hizmetkâr/kış o âmâde olan/ g ör meye işlerimizi/gömmeye pisliğimizi”diye bir kaç mısra ile kışı anmıştı. Buralar ilk geldiğimiz yerlerdi. Endişelenmemek elimde değildi. Şehirden de epey uzaklaşmıştık.. Aklıma Uludağ'da kaybolan turistler geldi. Jandarma donmak üzereyken bulmuştu. Geldiğimiz yerden dönme yerine yeni yerler keşfederiz diye hep başka yoldan dönerdik.. Yine öyle yapmış; yatsı ezanları okunurken şehrin ışıkları, uğuldayan sesi bizi karşılamıştı.

Keşiş Dağı'na Adını Veren Keşiş'in Yerinde ...Mayıs/1981 Bu yıl nedense dağa fazla gidemedik. İnşallah bugünden sonra önümüz açılır da bol bol dağa tırmanır, yeni yollar öğrenir, yeni yerler keşfederiz diye düşünüyorum. Yine güzel bir gün.. Etraf pırıl pırıl aydınlık, henüz yapraklanmış kestanelerin arasında yürüdükçe bu aydınlık cennet yeşili bir parlaklığa dönüşüyor gibiydi. Bugün, beş kişi olmuştuk. İbrahim Ünal, Gürbüz Işık, Cengiz Taşkın, Mustafa Armağan ve ben.. İbrahim Usta'nın peşine düşmüş; bu yılın dağcılık mevsimini başlatmıştık. “Bugün sıkı bir dağcılık yapalım,” dedi İbrahim Usta.. Bunun ne anlama geldiğini yavaş yavaş öğreniyorduk. Ayakkabılar parçalanacak, üstbaş yırtılacak, yüz göz ağaçta, taşta yırtılıp kanayacak demekti bu.. Seyir yolu üzerinde anlaşmıştık. Gideceğimiz yer, Kilise Tepeydi.

Bugün dağda sık başa gelen kazalara benzemeyen bir şey olmuş; bir sırtta arıların hücumuna uğramış; arılar tarafından sokulmuştum. Isırılan yerlere hemen çamur yapılıp sürüldü. Yürüyebileceğim anlaşılınca yeniden yola düzülündü. Bakacağa bakarak yükselen vadide akan dere çok kayalıktı. Sular yukarılara tırmandıkça şelâle şelâle akmaya başlıyordu. Zobran'da su havuzlarda hızını kesip durgunlaşıyor; sonra havuzlardan dev kayaları atlayıp atlayıp metrelerce yüksekten köpürerek düşüyordu. Aşağılarda geniş yapraklı ağaçlar, yukarılara çıkıldıkça yerini önce çamlara, sonra kayalıklara bırakıyordu. İbrahim Usta, kırk yaşında yorulmak nedir bilmeyen bir dağcıydı. Elinde olsa Uludağ'ın el değmedik köşesini bırakmayacak gibi davranırdı. Kilise Tepeyi onun isteği üzerine seçmiştik. O, aşağılardan bakanların başını döndürecek kadar yüksek ve uzak bir yerdi. İbrahim Usta, bize yol boyu dağa adını veren Keşiş'ten söz etmiş; onun Emir Sultan Hazretleri döneminde yaşadığını, müslümanlığını gizlediğini, tayyi mekân yaparak onların birbirleriyle görüştüğünü, dinî konularda hasbihal ettiklerini anlatmıştı. Bu konularda çok okuduğundan mı, evinin dağa yakınlığından mı nedir çok şey bilirdi. O, anlattıkça etrafımızı metafizik ürpertiler sarar, bazen saatlerce kimsenin ağzını bıçak açmazdı. Kilise Tepeye çıkışımız uzun zamandır dağa çıkmadığımızdan olacak çok zor olmuştu. Yaptığımız kısa araştırmada Keşiş'e ait olduğunu sandığımız kilisenin bahçe duvarları üstüste yığılmış taşlardan oluşmuştu. Uludağ'ın en kuytu ve her türlü fırtınaya, kara, yağmura açık yerinde yüzyıllardır harçsız ve direksiz duran bu duvarları görüp de hayran kalmamak ne mümkündü! O gün babamın inşaat ustası olmasından aldığım cesaretle fikrimi söylemiş; “Böyle çok düzgün milyonla taşı bulup böyle çok düzgün ve sağlam duvar yapmak olsa olsa bir keşiş sabrı ya da derviş aşkı ile olur” demiştim.

-


-20__________________________________________________________________________________

Eğitime katkımız olamaz mı?.. Hikmet ÖZTÜRK İlk defa okula başladığım günü hatırlamaya çalışıyorum. Orta halli bir ailenin 5. çocuğu olarak ağabeyimden kalan kitaplar, 1 yazı defteri, bir de resim defteri, kalem ve silgi, bütün malzememiz bunlardı. Kullandığım çanta da büyüklerimden kalmıştı, bazı kısımları sökülmüş, eskimiş ama içinden kalem, silgi düşmeyecek kadar sağlamdı. Arkadaşlarımızın bir kısmı sandık gibi tahta, bir kısmı annelerinin bezden diktiği çantalarla okula geliyorlardı. Yeni kitap görmek zaten mümkün değildi. Büyüklerinden kalan yoksa, komşu çocuklarının eski kitapları devreye girerdi. Günümüze baktığımızda, tahta çantaların yerini, çeşit çeşit sırt çantaları aldı. Kitapları her ne kadar devlet karşılıyor ise de, bir o kadar da yardımcı kitap aileler tarafından alınıyor. Ev ve okullarındaki ders çalışma ortamı her geçen gün daha iyiye gidiyor. Bütün bunlar çocuklarımız açısından çok memnuniyet verici gelişmeler… İlköğretime devam eden çocuklarımıza hiç dikkat ettiniz mi? Genellikle cılız, ezik ve sağlıksız bir nesil. Çocuklarımızın eğitim ortamlarının iyileştirilmeye çalışılması çok güzel ancak onların bedenen gelişmeleri için yapılmasında zaruret gördüğüm bir hususu ifade etmek istiyorum. Çocukların sırtındaki yükü hafifletelim. Hem maddî yükü, hem de manevî yükü... Çocuklara aşırı şekilde ev ödevi verilmesi, ayrıca aile tarafından özel dershanelere gönderilmeleri, çocukluklarını unutturacak kadar onlara manevî baskı yapılmasının yanlış olduğunu düşünüyorum. Geçtiğimiz günlerde, henüz 2. sınıfa giden torunumun çantasını ve kendisini kantara koydum. Çocuk 20 kg, çanta 4 kg. Aynı şekilde 5. sınıfa giden ablasının çantası 5 kg. Kendisi 25 kg. Ortalama olarak değerlendirecek olursak çocuklar her gün, ağırlıklarının en az % 20 si kadar yükü taşımak zorunda kalıyorlar. Evde ilgilenmelerine rağmen bu rakamlar en hafifi… Çantalarına o gün için gerekli

olan kitap defter gibi malzemelerinin yanı sıra, gereksiz pek çok malzemeyi de dolduruyorlar. Çocuğuna yeterli z a m a n ı ay ı r a b i l e n , onunla yakından ilgilenebilen aileler belki bu duruma meydan vermiyor, ancak pek çok aile yeterli ilgiyi g öster miyor veya gösteremiyor. Çocuklarımız da bu yükün altında kamburu çıkacak kadar zorlanarak okula gidiyorlar. Bu durumda eğitimin başında olanlar, yöneticiler ne yapabilir. Az da olsa bir kısım okullarımızda her öğrenciye bir dolap uygulaması yapılıyor ve gayet güzel. Çocuğun bütün kitap ve defterleri dolabında muhafaza ediliyor, sınıf öğretmeni, son derste, ertesi günün ders programına göre ihtiyacı olan kitap ve defterlerini çantalarına koymalarına yardımcı oluyor. Böylelikle çocuk, gereksiz bir yükü taşımak zorunda kalmıyor. Velîlerden ekonomik durumu müsait olmayanlara yüklenilmeden, Velî, öğretmen, okul idaresi, Milli Eğitim, Belediyeler ve İl Özel İdarelerinin işbirliği, hattâ bir kısım hayır sever vatandaşların katkıları ile bütün ilköğretim sınıflarımıza öğrenci dolapları yaptırılır ve günlük ders programı uygulaması da Milli eğitim tarafından takip edilirse problem çözülmüş olur… Sayın valilerimizin koordinatörlüğünde bu pekâlâ mümkün olabilir. Lütfen, çocuklarımızın sırtından bu yükü kaldıralım.


-21__________________________________________________________________________________

PARILTILI SÖZLER ©Yenileceğinden korkan, daima yenilir. (Yıldırım Beyazıt) ©Sakın ahlâk kurallarını çiğnemeyin! Çünkü öcünü çabuk alır. Ancak Allah'a inandığım zaman yaşadığımı anladım. (Tolstoy) ©İyi dostluklar, hesapsız kurulur. Bilginin efendisi olmak için çalışmanın uşağı olmak şarttır. (Balzac) ©Dedikodu, basit ruhlu insanların eğlencesidir. (Coneille) ©Bilirken susmak, bilmezken söylemek kadar kötüdür. (Platon) ©Yaşam geriye bakarak anlaşılır, ileriye bakarak yaşanır. (J. Keth Moorehat) ©Kusurumuz ne kadar çoksa o kadar kusur ararız. (Cenap Şahabettin) ©Ya bir yol bul, ya bir yol aç ya da yoldan çekil! (Konfüçyüs) ©Yaşamak için yemelisin, yemek için yaşamamalısın. (Çiçero) ©Yazana zahmet vermeyen yazı, okuyana da zevk vermez. (S. Johnson) ©İnandığınız gibi yaşayamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız. (Hz. Ömer) ©Akıl tam olunca söz azalır. Bilgiyle dirilenler ölmez. Kalbi öğütle yaşat, hikmetle aydınlat. Sen kendini küçük bir varlık sanırsın. Oysa en büyük âlem sende gizlidir. (Hz. Ali) ©Kâinatta tesadüfe tesadüf edilmez. (Sokrates) ©Geçmiş bir dert için yakınmak, yeni dertler edinmektir. Hiç kimse duymak istemeyen biri kadar sağır olamaz. (Shakspeare) ©Kusursuz dost arayan dostsuz kalır. Kargalar ötmeye başlayınca bülbüller susar. Cahil kimsenin yanında kitap gibi sessiz ol! (Mevlâna) ©İnsan ancak sevdiğinden bir şey öğrenir. (Goethe) ©İnsanlar rakamlara benzer, durumlarına göre değer kazanırlar. (Napolyon) ©Acınılmaktansa kıskanılmak daha iyidir. (Herodot) ©Gençlerini kitapla beslemeyen ulusların sonu acıdır. (Ovidius) ©Kitapsız yaşamak, kör, sağır, dilsiz yaşamaktır. (Seneca) ©Hiç kimse taklit yoluyla büyük adam olamaz. (Samuel Johnson)

Derleyen: Hızır İrfan ÖNDER ©Dünyada insanın en önemli işi yüz ağartıcı çocuklar yetiştirmektir. (Bertrand Russel) ©Başkasının izinde yürüyen iz bırakmaz. (Joan I. Brannon) ©Beklemeyi bilen insan her şeyi elde edebilir. (Benjamin Diaseli) ©Birçok şeyi yarım bileceğine bir tek şeyi iyi bil. (Nietzsche) ©Çalışmak hayat, düşünmek ışıktır. (Victor Hugo) ©Bir ön yargıyı yok etmek, bir atomu parçalamaktan da zordur. (Einstein) ©Düşüncelerini değiştirmeyenler, yalnız delilerle ölülerdir. (T. Lowell) ©Eğitilmiş bir milleti yönetmek kolay fakat esir etmek imkânsızdır. (Lord Brougham) ©Düşünmeden okumak körletir, okumadan düşünmek yanıltır. (Clairvany) ©Aklıyla övünen kişi, hücresinin genişliğiyle gururlanan mahkûma benzer. ( Simone Weil) ©İnsan ne kadar az düşünürse o kadar çok konuşur. (Montesquieu) ©İnsanlar bütün arzularına nail oldukları zaman mutlu olamazlar. (Aesop) ©Eğitim kafayı geliştirmektir. Belleği doldurmak değil. (Mark Twain) ©Kusursuz arkadaş aramak, hiç dost edinmeyi istememek demektir. ( De Sacy) ©Dünyada en büyük yoksulluk, arkadaşsız kalmaktır. (Alfred de Musset) ©Önemli olan sözler değil davranışlardır. (Racine) ©Gerçeği sev, hatayı bağışla! (Voltaire) ©En büyük hikmet susmaktır. (Brahman) ©Bilgi cesaret verir, cehalet küstahlık. (Tery) ©Tembellik bir insanı esir yapar. (Firdevsi) ©İnsan ancak sevmeye başlayınca yaşar. Büyük acı çekmeden büyük başarı sağlanamaz. Rûhunu yüceltmeyen hiçbir insan hayatın gayesini anlayamaz. Konuşmak ihtiyaçtır; dinlemek bir sanattır; susmaksa fazilettir. (Hızır İrfan Önder) ©Büyük şeyleri yalnız büyük milletler yapar. (M. K. Atatürk) ©Tomurcuk derdinde olmayan ağaç odundur. (N. F. Kısakürek)


-22__________________________________________________________________________________

TABUTUN ARKASINDAN YÜRÜMEK (Cenaze bahsine devam...) Cenazeyi arkasından kadınların takip etmesini “tahrimî/harama yakın” mekruh olarak kaydetmiştik. Ancak erkek bulunmadığı zaman kadınların kaldırabileceği ve kılabileceği cenaze namazına ait bu müsaade, cenaze takibinde hüccet yerine geçmez. Enes Hazretleri'nin nakli: “Bir gün Allah’ın Resulüyle beraber bir cenazeye gittik. Birtakım k a d ı n l a r a r a s t l a d ı l a r. C e n a z e y i g ö t ü r ü p götürmeyecekleri, defnedip defnetmeyecekleri sualine menfi cevap aldıkları halde onlara şöyle buyurdular: Ecr kazanmak yerine evinize günahkâr olarak dönünüz!”… Zikir ve Kur'ân ile ses çıkararak cenaze götürmek harama yakın mekruhtur… Cenaze arkasından feryat ve figan, birtakım sözler ve lâkırdılar mekruh… Tek doğru tavır sükût ve içten tefekkür… Cenazeyi görenlere, yürüyüşe katılmayacaklarsa ayağa kalkmak mekruh ve “bu hususta verilen emir de mensuh”… Kabirde, cenaze indirilmeden oturmak, sonra da ayakta kalmak mekruh… Gece gömmek mekruh…

KABİR Yerden bir karışı geçmez yükseklikte bir hudut çerçevesi… Çerçevenin başucunda çıplak bir taş ve yalnız isim… Kabrin toprak üstü manzarası bu kadar… Mezar taşı üstünde her türlü ayet ve ilâhî isim caiz değil… Taşın tepesinde, heykelvarî kadın veya erkek remzleri de sevimsiz… Çukur, ayakucuna göre sol yanı Kıbleye doğru, insan boyu derin, yarım boy genişliğinde kazılacak, temizlenecek ve tabut, sol yanı yine Kıble yönünde, yerleştirilecek… Tabutun kapağı açılacak ve mevta sağ yanına, yüzü kıbleye yönelmiş yatırılacak… Hadis meali: “Sağlığınızda ve ölümünüzde Kıbleniz Kâbe'dir.” Cenazeyi tabutsuz yere uzatmak daha yerinde olmakla beraber tabutiyle gömmekte de mahzur yoktur. Naşın altına hasır, kilim, pamuklu eşya gibi şeyler serilemez. Kabre bir veya birkaç kişi iner. Allah Resulünün Ravzelerine sahabelerden dört kişi inmiştir.

(Bu bölümdeki imzasız yazılar, İman ve İslâm Atlası’ndan alınmaktadır)

(Dünya bahsi devam ediyor)

Amcaoğulları Hazret-i Ali, amcaları Hazret-i Abbas, yine amca oğulları Hazret-i Fadl… Dördüncüsü üzerinde üç ayrı isim rivayet ediliyor. Kabre inenlerin cenazeye en yakın kimseler olması güzel… Kadın, cenazenin en yakını olsa bile kabre inemez. Cenaze kadınsa en yakınının inmesi tercihli… Bütün bunlar yerine getirildikten sonra kefenin düğümleri çözülür, tahtalar çaprazvarî dizilir ve üzerine toprak atıp doldurulur. Toprağın, çukurdan çıkan miktardan fazla olması mekruh… Kürekle toprak atanların yanında, elle, üç kere, baş tarafa doğru toprak atmak müstehap… Toprağı yerden bir karış yükseklikte ve hörgüç şeklinde kümbetleştirmek de mendup… Toprağın pekleşmesi için üzerine su serpilir. Bir kabre, kat'i zaruret olmadıkça iki ölü konulamaz; ve böyle vasiyetler kaale alınamaz. Kabirleri açmak esastan yasak… Kabirde sevdiğiyle kucak kucağa yatmak manevî yakınlığı göstermez ve madde alâkasını muhafaza etmek olur. Hele şatafatlı kabir ve taşın üstünde ölenin kabartma heykeli ve fotoğrafı gibi uydurmalar ve yakıştırmalar iğrenç mi iğrenç!.. Çırçıplak ve üstü açık kabir, kubbe ve türbe şeklinden daha faziletli… Keçi ve köpeklerin tasallutundan korunmak için parmaklık münasip... Kabirden ot ve bitki koparmak caiz değil… Üstüne çiçek dikmek ve buket bırakmaksa İslâm'ın her şeyi mücerrede götüren (estetik) telâkkisine yabancı âdetlerden kaçınma ölçüsüne aykırı… Kabir mutlak bir sadelik ve tevekkül ifadesi arzedecek ve her çizgisiyle yeryüzünden silinme teslimiyetini fısıldayacak… Ölüm karşısında bu ulvî teslimiyeti anlayamayan, o kadar derinlere inemeyen ve hayatı boyunca bekâr kalan meşhur Şair Maarri’nin mezar taşında, kendisine ait şu iki mısra yazılıdır: “Bu kabir babamın bana cinayetidir. Ben bu cinayeti kimseye işlemedim…” Ne


-23__________________________________________________________________________________ korkunç güvensizlik Allah'a … Doğ ki, ölesin; ve öl ki, bir daha ölmemek üzere doğasın!.. Âşık öldü diyü salâ virürler “Allah'adır tevekkülümüz, itimadımız” diyen Şair Baki bu sırrı sezenlerden… Ölen hayvan durur âşıklar ölmez Ölüm döşeğindeki Kâinatın Efendisi karşısında “bir daha ölmeyeceksin!” diyen büyük sahabî Hazret-i Yunus Emre Ebu Bekr ise sırrın tam sahibi…

NOKTALAR Ölü duyar, yaşayan onun duyduğunu anlamaz, onu bir madde parçası, bir posa farzeder. Onun içindir ki cenazeye, maddî müdahalelerde eziyet vermekten çekinmelidir. Kemiklerin kırılması ve başka yerlere nakli caiz olamaz. Mevtanın öldüğü yerde gömülmesi, eğer bu yer herhangi bir sebeple uygun değilse ancak o takdirde memleketine nakli doğru olur. Uhut şehitleri Medine'ye yakın iken vuruldukları yerde defnedilmişler, gurbet illerinde vefat eden sahabelerden hiçbiri de öz yurduna nakledilmemiştir… Defn işi bittikten sonra kabir başında Kur'ân okumak müstehaptır. “Yasin”, “Tebarekellezi” sureleriyle 11 adet “İhlâs”, “Felâk”, “Nas” ve “Fatiha” sureleri, “Bakara” suresinin baş ve son kısımları okunur ve sevabı mevtaya hediye edilir. Mevtanın başından, defn işi biter bitmez ayrılmamak ve onu kabre alıştırmak gerektiğini de gösteren bu edepler sünnet icabıdır. Allah'ın Resulü defn işinden sonra kabri hemen terk etmezler ve etraflarındakilere cenaze için dua etmelerini ve Allah'tan huzur ve temkin istemelerini emrederlerdi. Amr Bin As Hazretleri'nin vasiyeti: “beni

MEZAR Kapıya ne icra memuru gelir, Ne Birinci Şube sivil polisi.... İçerde kimine kuş tüyü sedir; Yüz üstü toprağa düşer kimisi.... Bir musiki orda zaman ve mekân.... Yıldız dolu feza küçük camekân.... İmkân atomunu çatlatan imkân.... Bir hiç ki, içinde heplerin hepsi Necip Fazıl (1978)

gömdükten sonra yanımda, bir deve kesip etini paylaşacak kadar bir zaman boyunca oturunuz!”… Mevtanın kabirle ünsiyet peyda etmesi için bu bekleyiş çok yararlıdır. En nihayet sıra “telkin”e gelir. “Telkin”, halkın “talkın” dediği, ölüye sual meleklerini cevaplandırma talimi… Telkin veren ölünün başına geçer, yüksek sesle ona üç kere ismi ve annesinin ismiyle (ya Fatıma oğlu Ahmet, şekliyle) nida eder; rabbinin Allah, dininin İslâm, resulünün M……. Ve imamının Kur'ân olduğunu, bu hayatın son ve o hayatın ilk anında bildirir. Batıl “Mutezile” mezhebince kabul edilmeyen “telkin” son imdat… Defin işi bitince en kısa zamanda cenazenin yakınlarına teselli ziyareti gerek… Buna “taziyet” derler; “başsağlığı” hodbince ve cenazeyi mevzu dışına atarcasına bir tekerleme… “Kral öldü, yaşasın kral” gibi bir şey… Hâlbuki taziyette sabır dileği ve mevtaya rahmet temennisi vardır. Cenaze sahiplerinin ölüye hayrı dokunur zannıyla ziyafetler vermesi, helvalar ve lokmalar dağıtması mekruh… Yapılacak şey sadaka vermek… 7 gün üst üste sadaka…

ZİYARET Kabir ziyareti, mevtanın göğsü hizası veya ayakucunda oturmak, onu selâmlamak, 1 Fatiha ve 11 İhlâs okuyup ruhuna hediye etmek suretiyle olur. Eğer kabirde üstün bir veli bulunduğu kanaati varsa, aynı icaplardan sonra gözler yumulur ve velinin ruhaniyetine teveccüh edilir ve bir tesir beklenir. Veli üstün derecedeyse tesir yavaş yavaş gelir ve devamlı olur; iptidaî seviyedeyse tesir çabuk gelip geçicidir. Ayrıca kabre hiçbir şey bırakılmaz, kabirden hiçbir şey alınmaz, duada daima Allah murad edilir; veli vasıta sayılır ve her türlü edep muhafaza olunur. Kabir çiğnenmez ve üzerine oturulmaz. “Ateşe basmak mezara basmaktan ve kor üstüne oturmak kabre oturmaktan hafiftir” ihtarı Peygamber tembihidir. Ziyaret ayakta da olabilir, fakat “Yasin” gibi uzunca bir sure okunacak ve kabirdekinin ruhaniyetine yönelinecekse oturulması veya çömelinmesi tercih edilir. Ziyarette kabir üstündeki kuru bitkiler temizlenebilirse de yeşillikler koparılamaz.

-


-24__________________________________________________________________________________

SIRÂT-I MÜSTAKIM (Cennet'e giden yol) İnsanlar, yanlış yoldan gitmekle bir şey elde edemezler. Çünkü sonu hüsran ve perişanlıktır. Doğru yolu gösteren de ancak Kur'ân-ı Kerîm'dir. Bunun haricinde kurtuluş yolu aramak elbette muhaldir. Bu inanca sahip olmayan kimselerden de bir hayır beklenemez. İnsan, İmanı sayesinde dünya ve âhiret saadetine nail olur. İmanı olmayan elbette Cennet'e giremez. Fakat bu büyük nimet nasıl elde edilir ve kimlerin sinesinde bulunur bunu öğrenip muhafaza etmek gerekir. Elbette İman'ı ve Sırât-ı Müstakim'i öğreten de yine yüce kitabımızdır. Bu mübarek kitap, dünyada bulunduğu için insanlar her türlü Allah'ın nimetlerinden bol bol istifade ediyorlar. Kıyametin alâmetlerinden birisi de son zamanda Kur'ân-ı Kerîm dünyayı terk edecektir. Bundan sonrada semadan bir damla rahmet inmeyecek ve yerden de bir tek ot dahi bitmeyecektir. Cenâb-ı Hakk, Yâ Kur'ân! Dünyayı neye terk ettin diye sorunca “Yâ Rabbi! Beni okuyorlar fakat benimle amel yapmıyorlar” cevabını verecektir. Sûre-i Bakara ayet 105: “Ne kitap sahibi olan kâfirler, (yani Yahudi ve Hıristiyanlar) ve ne de Allah'a ortak koşanlar (müşrikler), Rabbinizin size verdiği, indirdiğini (Kur'ân-ı Kerîm'i) çekemezler. Ondan hoşlanmazlar, oysa Allahü Teâlâ, rahmetini (Nübüvvet ve vahyini) dilediğine tahsis eder, Allah büyük ihsan sahibidir.” Bu ayet-i celile, Kur'ân-ı Kerîm'in ne büyük nimet olduğunu açık olarak beyan etmektedir. Müslümanları devamlı olarak zaferden zafere ulaştıran, yüce kitabımız Kur'ân-ı Kerîm, yani onun ahkâmıdır. İslâm düşmanları bunu çok iyi bildikleri için, bu mübarek Kitap'ı Müslümanların elinden almak için, topluca hareket ettiler ve etmektedirler. Fakat Müslümanlar bunun farkına bu gün hâlâ varmış değildirler. Osmanlı Devleti'nin sonunda İngilizler, Müslümanların elinden Kur'ân-ı Kerîm'i aldık artık onların muvaffak olmaları bitmiştir diye bayram yapmışlardır. Esseyyid Abdülhakim Arvasî Efendi Hazretleri buyurur ki, “İslâm'ın en büyük düşmanı İngilizlerdir. İslâmiyet'i bir ağaca benzetirsek, başka kâfirler fırsat bulunca, bu ağacı dibinden keser. Müslümanlar da bunlara düşman olur. Fakat bu ağaç bir gün filiz verebilir. İngilizler böyle değildir. Bu ağaca hizmet eder, besler. Müslümanlar da onu sever. Fakat gece kimse anlamadan köküne zehir sıkar. Ağaç öyle kurur ki, bir daha sürmez. Vah vah çok üzüldüm, diyerek Müslümanları aldatır. İngiliz'in böyle İslâm'a zehir salması demek, para, mevki ve kadın gibi nefsanî arzular karşılığında satın aldığı yerli münafıkların,

soysuzların elleri ile, İslâm âlimlerini, İslâm bilgilerini ortadan kaldırmasıdır. Fatiha Sûresinde, Cenâb-ı Hakk, ümmet-i Muhammed Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e şöyle duâ etmelerini emir buyuruyor: “Ya Rabbi! Bizi, Sırat-ı Müstakım'e hidayet eyle. O yol ki, bütün peygamberlerin ve Salih kimselerin gittiği yol. Senin gazabına uğrayan Yahudilerin ve yanlış yollara giden, sapıtmış Hıristiyanların yollarına gitmekten ve onlara benzemekten bizleri muhafaza eyle.” Gazaba uğrayanların Yahudiler olduğu, sapıtıp yanlış yollara gidenlerin Hıristiyanların olduğu hadis-i şerif ile sabittir. Namazlarımız'ın her rek'atında okuduğumuz, Fatiha-i Şerife'nin fazâili hakkında Nebiyyi Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretleri, bir hadis-i şeriflerin de şöyle buyuruyorlar: “Nefsim yedi kudretinde olan Allahü Teâlâ Hazretlerine yemin ederim ki, Tevrat'da, İncîl'de ve Fürkan'da, bu Sûre-i Celile'nin misli bir sûre nazil olmamıştır. Bu sûre, “Seb'a'-l Mesânî ve'l-Kur'âne'l- azîmdir.” Buyurmuştur. Mânâsı: “Sûre-i Fatiha-i Şerife, yedi ayettir ki, bu âyetlerin okunması, Kıraat-i Kur'ân'a muadildir. Fatiha-i Şerifey'i okuyan kimseye Cenâb-ı Hakk, hatm-i Kur'ân sevabı kadar ecr-i cezîl ihsan eder.” İşte “Mesânî” tesmiyesinin sebebi budur. Fatiha Sûresi'nin müştemil olduğu âyât-ı beyyinât yedidir. Ebvâb-ı Nirân (Cehennem'in kapıları-adedi) dahi yedidir. Binâen aleyh, Fatihayı Şerife ile feth-i zeban (fatiha okuyan) mü'minlere Cehennem'in yedi kapısı kapanır. Buna da şu Hadis-i Şerif dalâlet eder. Mervidir ki: Cebrâil Aleyhisselâm, Nebiy-i Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimiz'e hitaben: “Ümmetin duçâr-ı Azâb-ı Hüdâ olur diye korkardım. Fatihayı Şerife nazil olunca, korkum zâil, endişem emniyete tebdil oldu demiştir.” Risâlet Penah Efendimiz Hazretleri, niçin diye suâl buyurunca, Cebrâil Aleyhisselâm, zira Hudây-ı Azze ve Celle Hazretleri: “Onlar için (o müthiş azab yurduna mahsus) yedi kapı vardır. Her kapı için (o tabakalardan her birine mahsus) onlardan (o şeytan ile ona tabi' olanlardan) ayrılmış bir yer vardır. (O yedi tabakadan her birine bir taife sevk edilecektir.) Buyurmuştur. (Sûre-i Hicr ayet 44.) Âyât-ı Fatihayı Şerife dahi yedidir. Bu sebepten bir kimse, bu sûre-i celileyi çok çok okur, lisanını tezyin ederek ubudiyet ederse, Fatiha'nın her bir ayeti cehennemin kapısına perde olur da, ümmetin cehennem azabından emin ve sâlim olarak mesrur olurlar diye cevap vermiştir.


-25__________________________________________________________________________________

İbrahim BUĞALI

__________________________________________________________________________________ Hadis-i Şerif: “El-Mağdûb- El-Yahûd, Ed-Dâllîn- Biz, kâfirler için hor ve hakir edici bir azap En-Nasara.” Burada Allah'ın kitaplarını tahrif eden hazırlamışızdır.” Yahudi ve Hıristiyanları, Peygamber Sallallahü Aleyhi 124 veya 224 bin peygamberin müjdelediği ve ve Sellem açık olarak zikr ettiği halde, birçok kimseler, bütün kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı, Sevgili dünyalık elde etmek için yaptıkları Kur'ân-ı Kerîm Peygamberimiz Muhammed Mustafa Sallallahü Aleyhi tercümelerinde bu gerçeği açık olarak beyan etmiyorlar. ve Sellem'i inkâr ve O'na tabi' olmamanın küfürlerin en Kendi akıllarınca Yahudi ve Hıristiyanlara dini yönden şedidi olduğunu bilmeyen bir Müslüman tasavvur pay çıkaranlara şirin görünmek sevdasındadırlar. Her edilebilir mi? peygamber kendi devrinde Allahü Teâlâ'nın emirlerini İman'ın altı şartından birisi de bütün peygamberlere yerine getirmiş ve O'na itaat edenler de, O peygamber hiç ayrım yapmadan inanmaktır. Yahudilerin İsâ ile cennete girecektir. Fakat Peygamberimiz Aleyhisselâmı ve Hıristiyanların da Üzeyir Muhammed Sallallahü Aleyhi ve Sellem gönderildikten Aleyhisselâmı ve Musa Aleyhisselâmı ve Tevrat-ı Şerif'i sonra, bütün peygamberlerin şeriatları nesh olunup inkâr ettiklerini bilmeyen bir mü'min gösterilemez. hükümleri kaldırılmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, O'nu Yukarıda ki ayet meallerinde bunların hakka kâfir bütün dünyadaki insanlara ve cinlere peygamber olarak oldukları açık olarak bildirilmektedir. göndermiştir. (Yalnız şunu unutmamak gerekir. Sûre-i Mâide ayet 72: “Andolsun ki, “Allah, Meryem Kur'ân-ı Kerîm, bütün şeriatları cami'dir. Kur'ân-ı oğlu Mesih'tir” diyenler kâfir oldular. Hâlbuki Mesih Kerîm'de beyan edilen hükümlere aynen uyulur.) (bizzat) “Ey İsrâil oğulları! Benim de Rabbim sizin de Bu sene (H.1431) senesi Ramazan-ı Şerif'te, Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz. Zira kim Allah'a eş Hıristiyanlara şirin görünmek maksadıyla, iftar koşarsa, Allah ona cennetini haram kılar. Onun sofraları tertipleyip, semavî üç varacağı yer cehennemdir. dinin mensupları beraber Zalimlerin hiçbir iftar yaptılar, duâlar ettiler yardımcısı yoktur” dedi. diye, televizyonlardan Sûre-i Bakara ayet reklâm yapıyorlar. İftar (41): “Yanınızda bulunan sofralarında da bunu Tevrat-ı tasdik eder resimlerle te'yid ediyorlar! olarak g önderdiğim Allah katında ancak bir din Kur'ân-ı Kerîm'e iman vardır, onun ismi de ediniz. O'nu ilk önce İslâm'dır. Kur'ân-ı inkâr eden kâfirlerden Kerîm'de bu gerçek açık o l m ay ı n ı z . Ö n e m s i z olarak bildirilmiştir: “Allah dünya meta'ı için ayetlerimi az para ile satmayınız. katında İslâm'dan başka din yoktur. Kendilerine kitap Kitabımı tahrif etmek ve hükümlerini dünya menfaati verilen, Yahudi ve Hıristiyanlar, Kur'ân-ı Kerim nazil için değiştirmekte benden korkunuz.” oluncaya kadar böyle inanırlardı. Ne zaman Bu ayet-i celile de (41), Peygamber Sallallahü Aleyhi Muhammed Aleyhisselâm geldi, kıskançlık yüzünden ve Sellem'in Tevrat-ı Şerif'de bulunan sıfatlarının inkâr ihtilâfa düşüp yanlış yollara saptılar” buyuruyor. edildiğini ve bu yanlış yolda, kıyamete kadar gidenlerin Küfürle bir yere varılmaz. İslâm'dan bir nokta feda günahlarının misli kadarda tahrif edenlere olacağını edilemez. Muvaffakiyet İslâm'a sımsıkı bağlanmaya ve beyan buyurmaktadır. Kaa'b İbni Eşref ve bunun gibi onu tatbik etmeye bağlıdır. Eshab-ı Kiram (radıyallahü Yahudi ulemasından bir kısmı, Peygamber Sallallahü anhüm) hazaratı bütün dünya fetihlerini bu sayede Aleyhi ve Sellem'in şanını gizlemek için bazı hediyeler gerçekleştirmiştir. Ecdadımız, İstanbul'u kuşatınca, bir almışlardır. İşte bu gün, bazı insanlar da, Yahudi ve türlü surlar aşılıp içeri girmek mümkün olmuyor, Hıristiyanların küfrü hakkında şüpheye düşüp sebebi Akşemseddin Hazretlerine soruluyor, cevap: imandan çıkıyorlar ve bazı kimselerde mezhepsizlerin Askerlerin muhasara anında abdest alırken “Misvak” ortaya attıkları çirkin ve yanlış fikir ve düşüncelerle kullanmadıkları bildiriliyor. Bu sünnet işlenmeye irtidad (dinden çıkma) bataklığına düşüyorlar. başlanınca, surlar yıkılıp, İslâm ordusu İstanbul'a Çok garip bir hadise! Büyük bir televizyon giriyor. Şu ayet-i Celileler, ittifak-ı müfessirine göre kanalında bir hoca efendi, sorulan sorulara cevap Yahudi ve Hıristiyanlar hakkında nazil olmuştur. verirken, bu konuyu “Hamidüllah” şöyle açıklamış diye İbretle okuyalım: cevaplandırdı. Aslında Hamidüllah'ın mezhebi ve Sûre-i Nisa ayet 150-151: “Öyle kimseler var ki, meşrebi belli değildir. Bu hocafendi de, birçok mesâil-i Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edip kâfir olurlar. diniyeyi, şahsi gör üşleri ve zamanımızdaki Allah ile peygamberlerinin arasını açmak isterler ve mezhepsizlerin ortaya attıkları batıl görüşlerle peygamberlerin bir kısmına inanırız bir kısmını inkâr açıklamaya çalıştığı görülmektedir. Hâlbuki dinde söz ederiz, derler. Böylece iman ile küfür arasında bir yol sahibi olanlar mezhep imamlarıdır. Bu gün hangi tutmak isterler. konuşmacıyı dinlerseniz dinleyin, ayet ve hadis Ayet 151: “İşte onlar hakka (gerçekten) kâfirdirler. meallerini bir müctehid gibi izah etmeye çalışırlar. Bin

Muvaffakiyet İslâm'a sımsıkı bağlanmaya ve onu tatbik etmeye bağlıdır. Eshab-ı Kiram (ra) fetihlerini bu sayede gerçekleştirmiştir.


-26__________________________________________________________________________________ dört yüz küsur senedir Müslümanlar nasıl idare edilmiş ve son olarak da İsâ Aleyhisselâmı ve İmam-ı Mehdî nasıl İslâm Dinini tatbik edeceklerdir, bu hususta düşünmek bile istemezler. (Bakınız! Nereden nereye geldik:) “Büyük Hakan Yıldırım Bâyezîd Han, bir mahkemede şahit sıfatıyla bulunduğu vakit, bildiklerini söyleyeceği zaman, mahkeme reisi Kâdî Efendi “Molla Fenârî, şöyle bir süzdükten sonra, zamanın en dindar ve en güçlü hükümdarı olan Yıldırım Han'a “Senin şahitliğin makbûl değildir. Zirâ, sen namazlarını cemaatle kılmıyorsun. Elinde imkân bulunduğu halde namazlarını cemaatle kılmayan biri, yalancı şahitlik edebilir demektir, buyuruyor. Bunu üzerine Yıldırım Han, mahkemeyi terk edip, sarayın yanına bir mescid yaptırıp namazlarını cemaatla kılmaya başlıyor. (Şu hadise karşısında! Kimlerin dinde söz sahibi olacağını ehl-i imana bırakıyoruz.) Biz, Hamidüllah'ın tarihçesi hakkında kısa bir bilgi vermeye çalışacağız.

HAMÎDÜLLAH (Üstad'ın tarifi ile Baidüllah.) Hamîdüllah, 1326 (m.1908) senesinde Hindistan'ın güneyinde Haydarabat'da doğdu. 1971 senesinde İstanbul'a geldi. (Sıddık Sami getirdi.) Kendisini bir İslâm kahramanı gibi karşılayanlar, İslâm Dini hakkında bilgi almak istedikleri vakit, Selef-i Sâlihine güvenmediğini, Haydarabat'daki hocasının görüşlerine uymayan bilgilere inanmadığını söylerdi. Osmaniye Üniversitesinde okudu. Devletler hukuku üzerinde doktora yaptı. 1947'de Hindistan hükümeti bunu vatandaşlıktan çıkardı. İsmaili'ye mezhebinde olup koyu bir ehl-i sünet düşmanıdır. Paris'te CNRS ilm î araştırma a'zasıdır. (İslâm'a Giriş) ve (İslâm Peygamberi) isimli kitabında, Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselam'ın sadece Müslümanların peygamberi olduğunu yazmakta, Cenâb-ı Hakk'ın seni bütün insanlara peygamber olarak gönderdik, mealindeki ayetleri inkâr etmektedir. Kâfirlerin ve bozuk inançlı mürtedlerin inancı da böyledir. Hamidüllah, Mi'raç hakkında da çok çirkin bir inanç ortaya atmıştır. Önce Mescid-i Aksa'yı inkâr edip, Mescid-i Aksâ'nın Mekke-i Mükerrem'e yakınında bir yer olduğunu söylemiştir. Bu zaman Kudüs'de mescid olmadığını iddia ederek, Mi'raç ayetini ve bir müddet peygamber Sallallahü aleyhi ve Sellem'in Kudüs'e doğru namaz kıldığını ve bilahare mescid-i harama döndüğünü dahi inkârdan kaçınmamıştır. Sevgili peygamberimizin düztaban olduğunu, mübarek kaşlarının burnuna doğru uzandığını söyleyerek, Allah Resûlü'nün düşmanı olduğunu sinsi sinsi yaymıştır. Hamidüllah'ın kitabında, peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'i küçültücü sayısız görüşleri mevcuttur. Hamidüllah'ın, Abdüh, Cemaleddin-i Efgânî ve Reşîd Rıza gibi İslâm düşmanı kişilerin görüşlerini, Müslümanlara bir gerçek gibi göstermeye çalışan kimselerin yaptığı hıyaneti anlatmak mümkün değildir.

Sadece duâ edip, bunların şerrinden Müslümanları, Cenâb-ı Hakk'ın korumasını dilemektir. Çok garip hadiseler! Buhârî, Müslim, Kütüp-i Sitte, (altı büyük hadis kitapları) daha nice yazılmış muteber hadis kitaplarını ve Siyer-i Nebî diye yazılmış peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in gerçek hayatını kılı kırk yararak tesbit eden eserleri ve Şemâil-i Şerifleri, yani cihanı dolduran sayısız eserleri görmemezlikten gelerek, ne olduğu belli olmayan ve İslam'ı tahrif etmek için hazırlanmış kişilerin fikirlerini Müslümanlara takdim etmeye çalışmaktan daha büyük hıyânet olabilir mi? Selef-i Sâlihin Hazaratı, yazdıkları eserlerinde kendilerinin hangi mezhebde olduklarını ve yazdıkları kitab'ın hangi mezhebe göre yazıldığını bildirip, füruatta mevcut olan mezheb farklılıklarını bildirmişlerdir. Mezheb farkı gözetilmeden yazılan bir eserin hiç değeri yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hakk, müctehidlerin ihtilafını, onların müstakil olarak çalışmalarından meydana gelen ilmi bereketi bu ümmet için büyük rahmet olarak ihsan etmiştir. Allâme Fahreddin-i Râzî, Osmanlı halifelerine itaat, İmam-ı A'zam'a itaattır, İmam-ı A'zam'a itaat peygamberimize itaattır, peygamberimize itaat eden de Allah'a itaat etmiştir, buyuruyor. Çünkü Osmanlılar, Hanef î mezhebi ile Müslümanları idare etmişlerdir. Tabiî ki tebaası arasında bulunan diğer mezheb mensuplarının inanç ve amel hususları da lâyıkı ile yerine getirilmiştir. Fatih Sultan Cennet Mekân zamanında yetişen ve üçüncü Osmanlı Şeyhülislâm'ı olan “Molla Hüsrev” Hazretleri'nin ilmî kariyerini takdir eden Sultan Fatih, hayranlığını şöyle ifade buyurmuştur: “Zamanın Ebû Hanifesidir,” diyerek ona karşı sevgi ve hürmetini açıklamadan geri durmamıştır. Yine Muhterem babası Cennet mekân ikinci Murâd Han zamanında, hacca giden büyük âlim “Molla Yegan” hac dönüşünde Mısır'a uğruyor ve orada “Molla Gürânî” hazretleri ile görüşüp onun faziletini anlayıp Edirne'ye getiriyor. İkinci Murâd, kendisine hac hediyesi olarak ne getirdin deyince, “Molla Gürânî'yi” getirdim diye takdim etmiştir. Bilahare Fatih'in terbiyesi ve tahsili ona verilmiş ve dördüncü Osmanlı Şeyhülislâm'ı olmuştur. Kendisi Şafii mezhebinde olduğu için, Sultan Murâd'ın ricası ile Hanefî mezhebine geçmiştir. İşte mezheblerin ne manaya geldiğini bilenler, onlara uymanın nimetlerinden istifade etmişler ve Müslümanlara da bu hayatı yaşatmışlardır. Sırât-ı Müstekım de budur. Bu gün hemen her ülkede bulunan din adamları, kendi anladığı veya başkaları tarafından anlatılan şekilde Müslüman olunacağını zannediyorlar. Hâlbuki İslâm Dini 1400 küsur sene önce temam olmuş, bu güne kadarda aynı şekilde uygulanmıştır. İsâ Aleyhisselâm kıyametin büyük alâmetlerinden olarak tekrar dünyaya geldiğinde ayni şekilde tatbik edecektir. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem bir Hadis-i Şeriflerinde de bu hususu şöyle beyan buyuruyorlar: “İleride ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehenneme gider, yalnız bir


-27__________________________________________________________________________________ fırkası kurtulur. Bunlar kimlerdir diye sorulunca, benim ve ashabımın yolundan gidenlerdir,” buyurmuştur. Bu yolu Ashab-ı Kiramdan alıp, ta bize kadar getirenler, dört mezheb imamlarımız ve onların yetiştirdikleri büyük İslâm âlimleri ve onların yolundan hiç ayrılmayan selef-i salihindir. Zaman-ı Saadetten sonra “Hulefâ-i Râşidin” (Dört Büyük Halife) bu üç vazifeyi yerine getirmek gücüne sahip idiler. Hazret-i Hasan'ın (Radıyallahü Anh) hilâfeti zamanında, fitne ve bid'atlar çoğaldı. İslâmiyet her tarafa yayılmaya başladı, Nur-ı Nübüvvet uzaklaştı, dolayısıyla Eshâb-ı Kiram Hazaratı da azaldı. Bu üç vazifeyi tam manasıyla yerine getirecek kimseler olmadığından, üç kısma ayrılmıştır. Birinci kısmı: Kur'ân-ı Kerîm'in hükümlerini, en ince teferruatına kadar çıkarmak ve bütün dini mes'eleleri herkesin anlayacağı bir şekilde açıklamak “Müctehidlere” yani, dinde söz sahibi olan büyük Âlimlere, “Mezheb İmamlarına” verilmiştir. İkinci Kısım: Kur'ân-ı Kerim'in ma'nevî hükümleridir ki, “Ehl-i Beyt İmamları” na ve “Sofiyyenin Büyükleri” ki, Cüneyd-i Bağdadi, Sırrı Sakatî ve bunların emsali olan Sofiyyenin büyüklerine. Üçüncü kısım: Kötülükleri men' edip Saltanat ve Devlet gücüyle dinin bütün hükümlerini yerine getirmek için “Hükümdarlara ve Sultanlara” yani “Halife-i Müslimine” tevdi edilmiştir (bırakılmıştır). Birinci Kısmın nevilerine “Mezhebler”, ikinci kısmın nevilerine “Tarikatlar”, üçüncü kısma da “Kanun” denilmiştir. (Abdülhakîm Arvasî Kuddise Sirruh) İşte Sırât-ı Müstakim-doğru yol. Allahü Teâlâ'nın emr ettiği, Resûlü'nün tebliğ ve tatbik ettiği, şuana kadar da tüm ehl-i sünnet mensuplarının gittiği ve kıyamete kadar da gideceği saadet yoludur.( Selâmet hidayet üzere olanlarındır.) Diyarbakır Vâlisi Sait Paşa, manzum olarak, İslâm ahlakını on kıt'alık bir şiirinde izah etmeye çalışmıştır. Biz buraya sadece o muhteşem eserden bir kıt'ayı, alıyoruz: Garralanmaz rûz-ı ikbalin görüp ehl-i hired, Her günü bir gad eder ta'kib her sebti Ahad, Seyl-i mevt ettikde berbat ömrü baht etmez meded, Böyle ateş meşreb olma hak olur bir gün cesed, Müstakim ol Hazreti Allah utandırmaz seni. Açıklaması: “Aklıselim sahibi olanlar, senin debdebeli ve çok konforlu hayatına hiç önem vermezler, (onların katında geçici dünya hayatının hiç önemi yoktur. Çünkü her günü bir yarın takip eder ve her Cumartesi gününü Pazar, (bu günün ardından yarın, Cumartesi'nin ardından Pazar geldiği gibi, zengin fakir, fakir zengin, huzur sıkıntı, iyi kötü olur…) Ölüm geldiğinde bahtın ne kadar açık olursa olsun hiçbir faydası yoktur. Böyle ateş gibi yakıcı-kırıcı olma, bir gün cesedin toprak olacaktır, yani öleceksin. Sen müstakim-doğru ol, Allahü Teâlâ seni utandırmaz.” (Ne güzel öğüt ve nasihat. İşte Osmanlı Vâlisi.)

-

EZAN, DUA ve İCABET YAŞANMIŞ HİKÂYELER Turgay ERTEM Hidayet, kalp ameliyatı olmuş ve henüz tam iyileşememişti. Eşi Huriye, Hidayet’in üzerine titriyor onun geçirdiği ameliyatın şifa vermiş olması için elinden geleni yapıyordu. O gece Hidayet, içtiği meyve suyundan mı veya başka bir sebepten midir nedir, aniden, nefes almakta güçlük çekmeye başladı. Sanki boğazını birileri sıkıyormuş gibi oluyordu. Ameliyat sonrası nekahet günlerini teyzesinin evinde geçiriyordu. Bir süre sıkıntısının geçmesini bekleyip, geçmezse duruma göre hareket etmeğe karar verdiler. Eşi Huriye daha çok telaşlânıyordu. Bir saat kadar beklediler ama hala soluk almakta zorlanıyordu Hidayet. Teyzesinin oğlundan kendisini hastaneye götürmesini rica etti. Biraz sonra yola çıkmışlar ve yakındaki hastaneye gelmişlerdi bile. Kendileri gibi acil olarak gelen birçok hasta vardı ve mecburen belki iki saat kadar şikâyetlerine bir çözüm bulunmasını beklediler. Ama hayır, kendileri ile ilgilenen yoktu ve Hidayet hâlâ zorlukla nefes alıyordu. Üstelik yüzünden de sıkıntı çektiği kolayca anlaşılıyordu. Bir ara nefesinin daha fazla sıkışması üzerine koşarak nöbetçi doktora haber verdiler. Bu telâş doktorları yeni bir yönlendirme yapmaya mecbur bıraktı. Kalp damar cerrahisi servisine gönderildiler, özel bir yere alındılar ve hemen serum takıldı. Ciğerlerinde bir problem olabileceği düşünülüyordu. İdrar söktürücü iğneler yapıldı. Tansiyonu ve nabzında bir anormallik görünmüyordu… Hidayet uzanmış yatıyordu. Başucunda eşi Huriye, Onun elini tutmuş iki dakikada bir Hidayet’e soruyordu: “Nasıl biraz rahatladın mı, daha kolay nefes alabiliyor musun?” Bir taraftan da dua ediyor, Hidayeti'nin sıkıntısını sona erdirmesini Cenabı Hak’tan niyaz ediyordu. Onu çok seviyor, onsuz bir hayatı düşünemiyordu. Ne yapardı ona bir şey olursa?.. Tam bu sırada yakın bir camiden sabah ezanı okunmaya başladı. Allah en büyüktür diyordu ezan okuyan. Ezanı duyan Hidayet yatağında doğruldu. “Abdest almam lâzım namazımı kılmalıyım” dedi. “Dur bitanem sen kıpırdama, kolunda serum var, ben sana su getiririm oturduğun yerde kılarsın” dedi Huriye. Bir taraftan da: “Allahım sen yüce adının anıldığı şu anda yapılan duaları geri çevirmezsin. Sen Şafi isminle şifa ver Hidayet'ime” diye Rabbine yalvarıyordu… Hidayeti’n gözleri kapalıydı. Huriye lâvaboya su getirmeye gitmişti. Döndüğünde elinde su vardı Hidayet’e baktı. Hidayet’in gözleri açılmış, daha rahat nefes almaya başlamıştı. “Hanım daha kolay nefes alıyorum.” dedi Hidayet. Birbirlerine sarıldılar. Gözyaşları içinde namazlarını kıldılar… Allah kullarının dualarına icabet etmişti…


-28__________________________________________________________________________________ İlâhî isimlerin niçin ayatımızın g ü z e l l i k l e nitelendirildiğini Ebu yegâne gayesi; Yüce Bekir İbn-i Arabî şöyle Allah’ın rızasına ALLAH’IN EN GÜZEL ifade etmiştir: kavuşmaktır. Bütün ve ÇOK YÜCE İSİMLERİ ibadetler, taatler, güzel 1-Esma’ül Hüsna huylar, dualar Allah hakkında yücelik Rabbimizin rızasına ve aşkınlık ifade eder. Ayşe Sena ÜNSAL kavuşmak için birer Ve kullarda saygınlık vasıtadır. hissi uyandırır. Tüm varlık âleminin 2-Zikir ve duada yüklenmekten çekindiği bir yükü tüm ağırlığına ve kullanıldığında kabule vesile olur ve sevap kazandırır. nefsine rağmen üstlenen; bütün masumiyetiyle bu yola 3-Kalplere huzur ve sükûn verir, lütuf ve rahmet baş koyan biz gerçekten Allah’ın rızasını kazanmaya ümidi telkin eder. lâyık mıyız? 4-Bilginin değeri bilinenin değerine bağlı Allah’ın rızasına ulaşmak adına çıktığımız bu yolda bulunduğu ve bilenlerin en şereflisi de Şanı Yüce Allah Rabbimizi gerçekten tanıyor muyuz? Vücudumuzun olduğu için Esma’ül Hüsna bilgisine sahip olanlara bu tüm zerreleri Allah’ın isimlerini zikrederken bir bilgi meziyet ve şeref kazandırır. ALLAH ismi celilinin anlam içeriğini dahi anlamaktan 5-Esma’ül Hüsna Allah için vacip (olması gereken) aciziz. caiz (olması uygun) ve mümteni (olması imkânsız) Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de birçok yerde bu olan sıfatları içermesi sebebi ile O’nun hakkında yeterli isimlerin yüceliğinden bahsetmiştir. ve doğru bilgi edinmemize imkân verir. “O öyle bir Allah’tır ki; O’ndan başka ibadet 6-Allah ve kâinat ilişkisine ışık tutması bakımından edilecek hiç bir ilâh yoktur.” Ayetinin geçtiği Haşr ve sonuçta Allah’ı tanıtması bakımından önemlidir. Suresi 59, 22 ve 24. ayetinde 16 isim birden Bütün bu güzelliklerin yanında Resulü Ekrem’den geçmektedir… rivayet edilen duaların içinde de Esma’ül Hüsna’nın “Allah (cc) O Allah’tır ki; kendisinden başka hiçbir bulunması da ilgi çekicidir. ilâh yoktur. En güzel isimler O’nundur.” (Taha/8) Dilimiz bu isimleri zikrederken, kulaklarımız da bu “En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na o güzel ismi algılar, beynimiz düşünür ve irdelerken bir zaman isimlerle dua edin.” (Araf /118) sonra bakarsınız ki kalbimiz söylemeye başlamış. Yani “De ki; ister Allah (cc) diye, ister Rahman diye dua zikir dilden kalbe inmiş… edin. Çünkü en güzel isimler O’na mahsustur.” Esma’ül Hüsna İlmi; bizlere Allah’ı hatırlatır. Bu (İsra/110) demektir ki; Esma’ül Hüsna’yı bilen Allah’ı hatırlar, “O (cc) yaratan, var eden, varlıklara şekil veren Rabbini hatırlayan, kalbini parlatır, kalbini parlatan, Allah(cc)’tır. En güzel isimler (Esma’ül Hüsna) O’na ruhunu güzelleştirir, ruhunu güzelleştiren, ahlâkına ve mahsustur.” (Haşr/ 24) davranışlarına dikkat eder. Nefsinin kötü emellerinden “Allah(cc) kendisinden başka ilâh olmayandır. En uzaklaşarak kul olmanın sırrına vakıf olur. Gerçek kul olabilmek ise; bize sonsuz saadetin kapılarını açar. güzel isimler O’nundur.” (Taha/8) Büyük bir saray düşünün. Bu sarayın bizim “Ey iman edenler Allah’ı çokça zikredin.” (Ahzab/ bildiğimiz 99 kapısı var. Bizlerse bu saraya girebilmek 41) Efendimiz Hz. Muhammed (sav) bu konuda şöyle için dışarıda bekleyen insanlar... Bu kapıların bir buyurmuştur: “Şüphesiz ki; Allah’u Teâlâ’ ya ait 99 isim tanesinden girebilmek ve sonsuz saadete ulaşmak vardır. Her kim bu isimleri ihsan eder (sayar, ezberler, bizim kendi elimizde. Bu kapıların her hangi birinden dilinin tespihi haline getirir ve anlamlarına dikkat geçme izni alabilmek için her şeyimizi veririz. Gayemiz Allah rızası, ümidimiz rızayı ilâhiye ederse) Cennete girer.” (Tirmizi/ İbn-i Hibban/ ulaşarak Cennet kapılarından geçmek ve Cemalullah’ı Hakim) “Muhakkak ki; Allah’u Tebareke ve Teâlâ ya mahsus görenlerden olabilmek. Diyorlar ki; biz Allah’ın tüm isimlerini biliyoruz ve olarak doksan dokuz ism-i şerifi ihsan ederse (sayarsa, ezberlerse veya şuurlu bir şekilde mânâlarını anlarsa) devamlı zikrediyoruz öyle ise kesin Cennete girer Cennete girer, sonsuz saadete ulaşmış olur. Allah’u Tebareke ve Teâlâ tekdir, tek olanı sever buyurmuş ve sonra da Esma’ül Hüsna’yı saymıştır...” Ebu Hureyre AYET (ra) Doksan dokuz ismine gök ayet, yaprak ayet “Allah’ın yüzden bir eksik, 99 ismi vardır. Onları Nasip eyle Allah'ım kalbimize hidayet!... kim ezberlerse Cennete girer.” (Hadis-i Şerif) “Allah tektir, teki sever.” hadisinden ise âlimler M. Nihat MALKOÇ Esma’ül Hüsna’nın tek sayı ile sınıflandırıldığını ifade ediyorlar.

H

ESMA’ÜL HÜSNA İLMİ


-29__________________________________________________________________________________ miyiz? İşte bu noktada namazlarından sonra duruyoruz. Çok ince bir Esma’ül Hüsna’yı çizgi bu... Ancak Allah’ın okumaktadırlar. bildiği bir sır. Allah’ın en yüce Namazını kılmayan, isimlerinin gerçek değerini ahlâkını güzelleştirmeyen elbette ki Rabbimiz ve bir kimsenin bu saraya O’nun sevgilisi; gönüllerin (Araf /118) girmesini ise İslâm âlimleri sultanı peygamberimiz şu misale benzetiyorlar. bizden çok daha iyi bilir. Etrafı ve kapıları nöbetçi askerlerle çevrili bir saraya Esma’ül Hüsna Peygamberimiz (sav) ile el-vesilen arka duvardan atlayarak kaçak girmeye çalışanın hali ile Cennetinde komşu olanların lisanıdır. eşdeğer tutuyorlar. Baktığımız her şeyde; yerde, gökte, denizde, İnce bir çizgi dedim ya¸burada öyle farklı bir gizem Rabbimizin tecellilerini bir lâhza olsun görebilmek; dikkati çekiyor ki şu anki aklımızla anlamamız ve manevî ummanda yüzebilmek, içimizdeki dalgalı sonuca kavuşturmamız imkânsız… Belki ulaşamayız denizleri dindirebilmek, Cennet sarayının bildiğimiz 99 ama yolunda ölürüz… Bazen de her huyumuz kötü kapısının önümüzde sonuna kadar açılması için Allah olsa dahi Allah zikri bize Allah sevgisini kazandırır. yolunda bir adım daha atmak istedik. Allah sevgisi de Allah’ın rızasına ulaştıracak fiilleri bize Kur’ân-ı Kerîm’in ışığında, Rasulullah’ın yolunda yaptırır. Sadece dil ile başlayan bu Allah sevgisi kalbe bir adım atabilmek, varamasak da yolunda ölebilmek… iner ve esfeli safilinde bulunan insanı alâyı illiyyine Çocuklarımıza her şeyin başında ilk besmele ulaştırır. çekmelerini öğretirken; her hayrın başı Bismillah; birdir “Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah tek Allah derken, bizler de Cenabı Hakkı daha iyi Allah (cc) yaptıklarınızı bilir.” (Ankebut) tanımak zorundayız. “Bunlar iman edenler ve gönülleri Allah(cc)’ın zikri Allah’ın isimleri doğrudan doğruya kul olması ile sükûnete erenlerdir. Biliniz ki; kalpler ancak Allah’ı hasebiyle insanlara kesinlikle verilmemelidir. anmakla huzur bulur. (Ra’d/13/28) Verilecekse de; önce ismin başına Allah’ın kulu Bu manevî ummandan hisse almak isteyen bir çok manasında “Abdül” eklenmelidir. Abdurrahman İslâm âlimi Esma’ül Hüsna üzerine kitaplar yazmışlar; /Rahman’ın kulu, Abdurrahim /Rahim’in Kulu, bir çok hattat bu manevî bereket umuduyla Esma’ül Abdülkerim /Kerîm’in kulu şeklindedir. Hüsna tabloları, koleksiyonları oluşturmuşlardır. Esma’ül Hüsna hadis-i şeriflerde bildirildiği Hattatlar ilk önce Besmele, Kelime-i Tevhîd, kadarıyla 99 tanedir. Bu sayının bazı yerlerde Esma’ül Hüsna ile ilgili bir ayet, sonra Esma’ül Hüsna çoğaltılmasının sebebi ise; Yüce Allah’ın sıfatlarının ile ilgili hadisler, daha sonra da Ebu Hureyre’nin çok oluşundan ve bunların eklenmesindendir. Biz hadisindeki 99 ism-i şerifi ve her ismin sonuna da cc kâinattaki her şeyde Rabbimizi görürüz. Her şeyde (celle celâlühü) ibaresini eklemektedir. Bunu manevî Allah’ın tecellisi olduğunu biliriz. Her şeyde ve her huzura ve ilâhî rızaya ulaşmanın bir vesilesi olayda bir isim tecelli eder. Her insanın üzerinde bazı saymaktadır. Celle celalühü Şanı Yüce Allah manasına isimlerin tecellileri görünür. En güzel isimler gelmektedir… Allah’ındır ve O’nun yüce isimleri ile dua ederiz. Anneler babalar ve öğretmenler; evlât ve Bizim de yapmamız gereken Allah’ın en yüce öğrencilerinin Allah’ın isimlerini ezberlemeleri için isimlerini her yönüyle öğrenip hangi isimlerin nelere çaba sarf ederler, çeşitli hediyeler ödüller vaat tecelli ettiğini bilmek ve bu isimlerin ışığında Cenabı ederlerken; Rabbimiz kendi isimlerini ezberleyerek, Hakkı daha iyi tanımaya çalışmaktır. tanımaya çalışanlara neler vaat eder? Derler ki; Esma’ül Hüsna’yı öğrenmekle Allah Cenabı-ı Hakkın yüce isimleri bazen manevî bilgisi kazanılır. Allah bilgisi de Allah sevgisinin yükselişin kapısının anahtarıdır, bazen de iç tohumudur. Hangi gönüle o tohumdan düşerse dünyamızdaki fırtına ve kasırgaları dinginleştiren bir filizlenir ve o gönülde şevk ve muhabbet ağacı biter. güneş… Zinnun-ı Mısrî der ki: “Dağlarda bir zenci gördüm. Birçok Müslüman manevî yükseliş için sabah Yanında Allah denildiği zaman yüzü bembeyaz olur sonra yine eski haline dönerdi.” Canı gönülden söylenince siyahı beyaz yapan isim... Allah (cc) ALLAH (cc) İSM-İ ŞERİFİ BİR GÜN Allah ism-i celili dünya var olduğundan beri; âşıkların gıdası, sadıkların nevası olmuştur. Cenabı Azrail'in elinden bade içersin bir gün Hakkın en has ismidir. Tüm ibadetlere Allah(cc) ismi ile Musallanın üstünden sen de geçersin bir gün başlar, Allah’u Ekber nidalarıyla Rabbimizin varlığının yüceliğini bildirir ve tasdik ederiz. M. Nihat MALKOÇ Ömer bin el Hattab (ra) der ki; “Kulun Allah’u Ekber demesi dünya ve içindekilerden hayırlıdır.”

En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle dua edin.”


-30__________________________________________________________________________________ Bütün İslâm Âlimleri Allah isminin diğer isimlerden farklı olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu yüzden uhakkak ki; Allah’u hiçbir ismi şerif Allah isminin yerini tutamaz. Diğer isimler yalnızca kendi manalarını ihtiva ederlerken, Tebareke ve Teâlâ ya mahsus Allah (cc) ism-i şerifi tüm ism-i celillerin manalarını olarak doksan dokuz ism-i ihtiva eder. Meselâ; Allah (cc) diye zikreden kişi Rabbini bütün isimleri ile Er-rahman diye zikreden ise şerifi ihsan ederse (sayarsa, sadece rahmet sıfatı ile anmış olur. Diğer isimlerde de durum aynen bu misalde olduğu gibidir. ezberlerse veya şuurlu bir Allah; Hayy’dır, Allah; Semi’dir, Allah; Malik’tir, şekilde mânâlarını anlarsa) Allah; Alim’dir, Allah; Kerîm’dir gibi. Diğer isimler türetildiği halde Allah ismi şerifi Cennete girer, sonsuz saadete türetilmemiştir. Diğer isimler bazı köklerden ulaşmış olur. Allah’u Tebareke türetilmiştir. Allah ismi celilinin başka dillere tercümesi ve ve Teâlâ tekdir, tek olanı sever çoğulu asla yapılamaz. Meselâ Allah özel isminin Tanrı buyur muş ve sonra da genel ismi ile tercümesi yapılamaz. Kurân-ı Kerîm ve Sevgili Peygamberimiz (sav) hepimizin özünde olan ve Esma’ül Hüsna’yı saymıştır... aslını oluşturan yüce bir varlıktan, bir olan Allah’tan (Hadis-i Şerif) bahsetmektedir! “Tanrı” kelimesi, sıfatları anlatan bir kelimedir. “Allah” ise kulluk edilmesi şart olan özündeki Allah ismi şerifi Yüce yaratıcımızın Celâl ve Cemal hakikattir! gibi bütün isimlerini kapsamaktadır. Bu mübarek ism-i Yüce Allah ismi bütün sıfatların muhtevasına şerif ancak Cenabı Hakkın zatı subhanisine mahsustur. delâlet eder. Bir tek O’nun zatına verilmiştir. O’ndan başka hiçbir Allah ismi bir işaret kelimesidir. Allah kelimesi varlık bu isimle anılmamıştır, anılamaz da… Yüce yerine Allah ilmi ile işaret edilen manayı kullanırsanız Allah’ın özel adıdır. Mecaz yoluyla da olsa Allah’tan önünüzde çok başka kapılar açılacaktır. başka hiçbir varlık asla kullanamaz. Firavun bile Müslüman olmanın alameti Kelime-i Şehadeti kullanamamış. getirirken de Allah lafzını dile getiririz. Bu ise Allah Bu yüce isim; kâinatın tamamını, varlık âleminin her isminin diğer isimlerden üstünlüğünün bir göstergesi noktasını yaratıp yöneten; övgülerin ve ibadetlerin her ve nişanıdır. Kelime-i Tevhit’de de durum böyledir. birine lâyık vacibül vücud olan yüce zatın en özel, en Allah isminin dışındaki diğer ismi şerifler Allah ismi has, en kapsamlı ismidir. ile anılır. Rezzak olan Allah, Fettah olan Allah, Rahman Kur’ân-ı Kerîm’in üçte birine eş olduğu bildirilen olan Allah, Rahim olan Allah, Malik olan Allah İhlâs Suresi; bir olan, tek olan, eşi benzeri ve ortağı şeklinde. bulunmayan, doğmamış ve doğurmamış Yüce Bu isim Kur’ân-ı Kerîm’de bir rivayete göre tam Yaratıcıya işaret eder. Hiçbir şey’in O’na denk 2698 defa geçmektedir. olmadığını belirtir. Yalnızca Rabbimize mahsus olup, Allah isminin lâfzında ve manasında topluluk başka hiçbir varlığa nispet edilemez. vardır. Lâfzındaki topluluk bu ismin kendi içinde bir Esma’ül Hüsna’nın başı Allah ismi celili ile başlar. mucize oluşundan kaynaklanmaktadır. Bu yüce isim Bu isim; sonsuz mükemmel ve güzel sıfatların, şöyledir ki; baştaki elif kaldırılırsa “lillâh” olur, bu da vasıfların hepsini akla getirir. Güneş tam 7 renktir; Allah demektir. “Lillâh”daki birinci lâm kaldırılsa bakıldığında tek renk görünür ve tabiatta renk “lehu” olur, bu da ona işaret eder. Bu “lâm” da cümbüşüne dönerse; Allah ismi şerifini kavramak da kaldırılsa “hu” olur ki yine Allah’ı ifade eder. Hattâ herkesin ufkuna göre değişir. “hu”daki gizli “vav” kaldırılıp “he” kalsa yine Allah’a 6 milyar insan Allah’ın varlığına inanır fakat her delâlet eder. Çünkü “hu” isminin de aslı “he”dir. “Vav” şahıs kendi kabiliyeti sayesinde, ufkunun ulaşabildiği asıl değil, ilâvedir. Bu sırdan dolayı her canlı teneffüs ölçüde Allah’ı tanır. Bizim tek isteğimiz; kâinat sarayına ederken “he, he, he” demek suretiyle Allah’ı baktığımızda ağacı, kurdu, kuşu, meyveyi, yaprağı değil zikretmektedir. de O’nu yaratanın sanatını görebilme yeteneğini Mânâsındaki topluluk ise; daha önce de kazanabilmektir. Allah için bakmak, Allah için görmek, bahsettiğimiz gibi; Allah diyen kişi Rabbini tüm isimleri Allah için düşünmek, Allah için yapmak kısacası Allah ile anmış ve zikretmiş olur. Bu isim; ulûhiyete mahsus rızası için yaşamak. Bu konuda Bediüzzaman Said tüm sıfatları da kendisinde toplamıştır. Nursi Hazretlerinin bakışı ve bunu tüm dünyaya Maddî manevî hastalıklardan, ruhi bunalımlardan yansıtışı güzel bir örnektir. Hazreti Ali(ra) der ki; kurtulmak, stresi bir kenara bırakıp huzur içinde “Nereye baksam Allah’ın sanatını, kudretini, ilmini yaşamak istersek, nefsimizin istek ve arzularından görüyorum…” Mevlâ’m bizleri de baktığımız her kurtulmak için Allah isminin uçsuz bucaksız yerde Allah’ı görenlerden eylesin.

M


-31__________________________________________________________________________________ ummanına dalmak zorundayız. Nefsimize musallat olan şeytanın şerrinden emin üphesiz ki; Allah’u Teâlâ’ olmak, düşmanlarımızın kötülüklerinden kurtulmak, rızkımızın genişlemesi, hastalıklardan şifa bulmak, ya ait 99 isim vardır. Her kim imanımızı kuvvetlendirmek, katılaşmış kalplerimizi yumuşatmak, maddî manevî tüm dertlerden bu isimleri ihsan eder (sayar, kurtularak, mutluluğa ulaşmak, küfür karanlığından ezberler, dilinin tespihi haline aydınlığa çıkmak; son nefeste iman ile giderek, huzuru ilâhîde dim dik durabilmek için; kısacası dünyevî ve getirir ve anlamlarına dikkat uhrevî ihtiyaç duyduğumuz her şey için Allah ismi tek başına kâfidir. ederse) Cennete girer.” Tüm varlık âleminin istifade kaynağı bu ismin sahibi zat-ı zül celâlidir. O’ndan başka tüm varlık âlemi yok (Hadis-i Şerif) olmaya mahkûmdur. O’ndan gayrisi bizim gibi ecelli, O’ndan gayrisi bizim gibi fanidir. Bizim görevimiz ise; şanı yüce Allah’tan başka ne varsa her birinden yüz Elhamdülillâh çok şükür demek yetmez. Kul olana çevirmek, can-ı gönülden Allah’a bağlanmaktır. gereken nimeti vereni bilmek, verilen nimetleri O’ndan başkasından korkmamaktır. İnanan ve Rabbinin rızası dâhilinde sarf etmektir. İnsanlarla inanmayan tüm insanlar Allah’a muhtaçtır. Her nefes paylaşmalı, sadaka ve zekâtını vermeli, fakirleri hu diyerek girer ve yine hu diyerek çıkar. Bir insan nasıl doyurmalı, hayır işleri ile meşgul olmalıdır. olur da her nefesinde Allah’ın adını anar da O’ndan Kâinattaki tüm varlıklar Allah’ın varlığından gafil olur bilinmez. Her nefesinde he he he diyerek haberdarken biz insanoğlu asla gafil kalmamalıyız. Allah’ı zikreden insan nasıl olur da asi olur akıl sır 2007 yılı Temmuz ayında yayınlanan bir habere almaz. göre; Hollandalı bir bilim adamı ve psikolog Vander Rablerinin adını anmadan hiçbir canlı nefes dahi Hoven ALLAH kelimesini oluşturan harflerin sırrını, alamazken, bütün canlıların yaşaması hu ismini anmaya Kur’ân-ı Kerîm okumanın ve Allah kelimesini tekrar bağlıyken; nasıl olur da rızayı ilâhîden uzak bir yol etmenin (biz buna zikir diyoruz) hastalar ve sağlıklı çizebilir gerçekten bilinmez. Tabiî bilinçsizce her insanlar üzerindeki psikolojik etkilerini bulduğunu nefesinde Allah diyerek yaşayan inançsız bir insan değil açıkladı. Prof. Hoven'in hastalar üzerindeki 100 yıl 1000 yılda nefes alsa söylediği hu isimlerinin araştırmasının sonucunda ulaştığı nokta şöyle; ecrini alamaz. Çünkü gafletleri ağır basmıştır. Amaç dil Hollandalı profesör üç yıldan beri birçok hasta ile söylemek değil, içerdiği manayı anlamak ve mananın üzerinde araştırma ve çalışmasını yaparak yeni gerektirdiği şeyleri yapmaktır. buluşuna ulaştığını söyledi. Kul bu haliyle kulluğa lâyık hale gelir. Allah’a itimat Hastalarından bazılarının Müslüman olmadığını, edenler ve işlerini Allah’a havale eden insanlar gerçek bazılarının da Arapça bilmediğini belirten Hoven kurtuluşa erenlerdir. hastalarına ALLAH kelimesini öğrettiğini söyledi. Ezan ve namaz arası kadar (doğduğunda kulağına Alınan sonucun çok mükemmel olduğunu, özellikle ezan okunur, öldüğünde ise ezansız namazın kılınır) depresyon ve tansiyon hastalarında çok daha iyi kısa bir ömrümüz var iken; ilk ve son nefeste Allah sonuçlar verdiğini belirtti. “ALLAH” kelimesinin ilk demek bunun sevabını kat kat almak varken inatla harfi olan –A- harfi solunum sisteminden direk çıkıyor gaflet uykusundan uyanmamanın nedeni nedir? ve nefes almayı düzenliyor, damaktan söylenen –LYapmamız gereken en mühim iş; Yüce yaratıcımız harfi ise, (Arapçada çıkarıldığı şekilde) dil hafifçe Allah’ı tanımaya bilmeye çalışmak, bu bilgileri kesin ve damağın üst kısmına dokunuyor ve çene kısa bir kati delillere dayandırmaktır. Gördüğümüz her şeyi duraklamayla birlikte aynı işlem tekrarlanıyor. (İki –Lyerleri, gökleri, denizleri, yağmur yüklü bulutları, harfi olduğu için) Bu işlem nefes alıp vermeyi değişen mevsimleri birbirini takip eden gece ve rahatlatıyor. gündüzleri, kayaları delerek çıkan filizleri, bizler için Her nefes alış verişimizde Allah diyen insanoğlu sağ yaratılmış çeşitli hayvanları en basiti kendi şahsımızı elini kaldırdığında mucizevî bir şey daha görür. düşünsek ve şahsımızda Allah’ın varlığını görmeye Ellindeki Allah yazısı ona bakmaktadır. Avuçlarını çalışsak. Denizde damla dahi olmayan bilgilerimizle açtığında sol elinin içinde 81, sağ elinin içinde ise 18 araştırsak… yazısını görür. İkisinin toplamı 99’dur. Bu da Allah’ın Gönülden ve kalpten inanmalıyız.. Kul olmanın çok yüce isimlerinin toplamına eşdeğerdir. Arapça mânâsı olan ibadetlerimizi itina ile zevkle yapmalı, iyi ve rakamlar herkesin elinde mevcuttur. Bunlar bizim kötü huylarımızı kontrole alarak Kur’ân ahlâkı ile gözümüze takılanlar. Sahilde kum misali... Gelin siz bir ahlâklanmış, iki cihan serveri, şefaat uzması yüce de bizim bilmediklerimizi bir düşünün… önderimizin izinden gitmeliyiz. Tüm benliğimizle Allah’ın verdiği nimetlere şükretmeliyiz. Şükür sadece dil ile olmaz,

Ş

-


-32__________________________________________________________________________________

Sünnet kulluktaki ısrarın adıdır

Derviş ve namaz Ahmet Alp ALTAY

Ziya Paşa AKYÜREK İnsanın öyle bir gönlü var ki, her dem bilinmek sevilmek ve bir sevgi ile çepeçevre sarılmak ister. Yalnızlığı başından atmak diler. Kovmak ister türlü belayı ve her an en uygun davranışı sergilemek ister. Alkış almak ister en yüce yerlerden. Derdini demek ister, demeden anlaşılmak bekler... Aşkı, o şiddetli muhabbeti, aramaya başlayınca gönlü; artık su arkını bulmuş demektir. Kimisi bilerek kimisi de bilmeden hep o aşkı arar durur. Kul, kulluğunu bildiği müddetçe mutluluğu yaşar. Durduğu yeri bilenler hedefe nerden nasıl varacağını da bilir. Madem kulluk tacı başa geçirilmiş ve bir kabul olmuş; o zaman atılan adımlar bir gözden geçirilmelidir. Hayatı en güzel yaşayan gibi yaşamak, O'nu taklit etmek ve Ona benzemeye çalışmakla mümkündür. Günün her anında başımıza gelen bir olayla alâkalı, O acaba bu durumda ne yapmıştı diyerek kul olduğumuzu en mutlu ve en sıkıntılı anımızda da unutmamış oluruz. Aşkın sokaklarında sevdamızı haykırırken gönlümüzde de en güçlü şelalelerin çağladığını duyarız. Aşığın gece Rabbiyle buluşması gibi “Rabbim diyorum daha ne deyim” sözleriyle buluşur ve her hadiseye âşıkların cezbesini dervişanın sadeliğini taşırız. Doktor gibi sağlıklı yaşamanın, psikologlar gibi ruha hâkim olmanın, sevgi adına en yüksek zirveleri tutmanın, insanî ilişkilerde parmakla gösterilen olmanın yolu sünnete ittibadan geçer. Rabia'yı gece namaza kaldıran Hanuşe der ki: “Kalk Rabia! Erenlerin düğünü başladı gelinlerin süsü geldi.” Biz de aynı coşkuyla “ bakın ey âlem ben Muhammedîyim. Dünyanın bana içirmek istediği zehre değil, alnımdaki âlemlerin gıpta ettiği mühre bakın. Dünyanın kabul ettirmeye çalıştığı uzak hale değil, adım adım izlediğim yola bakın. Bakın da aşkı görün. Ben her hadise karşısında yolların geçit verdiği Zat'a vurgunum. Onun gibi yaşamaya niyetimden beri zorların adı kolay, geçilmez kanlı badirelerin adı, sulardan serin yollara inkılâp eyledi.” deriz. Efendimiz (sav) gelince nasıl ki Mecusiler’in ateşi söndü bizim zamanımızda da nefsin bize vermek istediği ümitsizlik ateşi söndü. Nasıl ki Kisra’nın sarayları yıkıldı, aynen öyle de şeytanın yıllarca inşa ettiği benlik binaları temelinden çöktü. Nasıl ki Kâbe’deki putlar müşriklerin mahcubiyeti olarak yıkıldı, işte derdimize derman diye inandığımız yalancı hükümranlar hak ile yeksan oldu. Sünnet, Efendimiz’in hayatını büyük bir coşkuyla günümüze taşımak ve o bereketi hayata koymaktır. Hayatı iki dünya selameti kılmaktır. Bunalan ruhlara inşirah olan sünnet, yolunda gidenlere de ne vefalı mürşittir. Sünneti öğrenmeye çalışmaya niyet, o yolda atılan en anlamlı adımdır. Onun sahibini tanımak ne kadar da doğru bir karardır. Sünnet Efendimiz’le yaşamanın adıdır. Sünnet, kulluktaki ısrarımızdır. Sünnet, O'nun zamanını bugün aynı aşk ile yaşamaktır. Sünnet, sonsuzluk besteleriyle ölümü öldürmektir. Sünnet, şairin dediği gibi “Sevgi vefa istermiş vefasız olmaz derler / Aşkını Sevgili'ye varıp varıp sormaktır” kapısı beklenen Sultan'a her dem kabul arayışı içinde olmaktır. Derdinin boyasıyla tüm hadiseleri ve eşyayı boyamaktır. Sabır zamanında sabrı altın bilmek, koşturma zamanında durmayı ar saymaktır. Sünnet, hayatı okumaktır. Efendimiz'in Miraçtaki derdine ortak olmaktır.

Derviş, cübbesinin eteklerini tutarak, yavaşça kalktı yerinden. Huzuru soluklayan yüreği dinlenmişti bu dergâhta. Hayatının tüm demlerinde şek ve şüpheler kördüğümün tam ortasındaydı. Ne çözebiliyordu ne de kaçıp kurtulabiliyordu onlardan. Tüm yapabildiği her gün daha da bir düğümlenen fikriyle ince ince tükenmekti. Bir dostu sayesinde gitmiş olduğu camide tanışmış olduğu nur yüzlü müridi onun bu düğümlerini çözmemiş, nazar kılıcıyla ortadan ikiye bölüvermişti sanki. Camide önünde geçerken ne de dev gibi gelmişti gözüne, neredeyse dizlerinin titremesiyle fark ettiği baygınlığa esir olup serilecekti yere. Ama o kendini tutmuş ve doya doya bakmıştı yüzüne, yudumlamıştı gözleri o nuru. İşte şimdi kalmış olduğu yerden müezzinin ezanına doğru atıyordu adımlarını. Birazdan efendi hazretleri gelecek ve namazı kıldırtacaktı. Dergâhın tam ortasında açık alanda kılınıyordu namaz. Herkes orada cemaatin sırrına eriyor ve efendi hazretlerinin imamlığında buluyorlardı miraçlarını. Dergâhın dışından yükselen ve dergâha doğru eğilen yaşlı bir çınarın dalları kuşlarla doluydu. Öyle sakin ve öyle hareketsiz duruyorlardı ki görenler ağacın meyveleri sanırdı onları. Herkes sünnet namazını eda etmiş ve müezzinin kamet okuyuşunu dinliyorlardı. Her okuyuşta tebliğin gür sedası her kulak sahibine öyle tatlı ulaşıyordu ki, rüzgârın ağaçlara söylettiği musikiyle tamama eriyordu. Ağacın dallarındaki kuşlar kendilerinden geçmiş Mevlevîler gibi rüzgârın salladığı dallarda bir o yana bir bu yana gidip geliyorlardı. Müezzin kameti bitirmiş ve şeyh hazretleri cübbesinin de vermiş olduğu o muhteşem heybetiyle ayaklanmıştı. O zamana kadar sessizce bekleşen kuşlar birden cezbeye tutulmuş dervişler gibi hep bir ağızdan bağrışmaya ve oldukları yerde kanat çırpmaya başlamışlardı. Şeyh hazretlerinin kaşları çatmış ve yerden almış oldukları bir avuç toprağı üzerlerine savurmuştu. Aklıma nedense bir hadis takılıverdi o anda: sizi övenlerin yüzüne toprak saçın. Artık namaz başlamış ve hepimiz gökyüzünde “v” şeklinde uçan leylekler gibi salıvermiştik sonsuzluğun kollarına kendimizi. Her okunan Kur'ân kelâmı kulaklarımdan yüreğime usulca akıyor, akarken de geçtiği yolları kirlerinden, paslarından arındırıyordu. Ne lâhutî bir âlemdi bu. Rükûda saygıyı hissediyor, secdede kulluğa eriyordum. Uzatsam elimi yakalayacak gibi oluyordum. Artık zaman yoktu, mekân yerle bir. Duygular sükûna ermişti, fikir kendine gelmişti. Artık yerimde yeller esiyordu… Müezzinin soluğu beni kendime getirdiğinde şeyhimin karşısındaydım. Tam bana bakıyordu. Bakışları öyle babacandı ki. İçimi okuyordu nazarları. Tesbihat bitiminde sadece onun gözleri vardı hayalimde. Yakmıştı yüreğimi. Usulca, edeb içinde yaklaştım kendisine. Başım öndeydi, gözlerim yerlerin en dibindeydi. Şefkatli bir yumuşaklıkla dokundu omzuma. Başımı kaldırmamı istedi. O derinlerden derin gözleri parladı yüzümde. Sonra gül kokulu ağızdan kopan bir iki cümle. “Ben namazda RABBİM'e yönelirim; O'nun iltifatına alışmışımdır. Gayrısın iltifatını istemem.”


tefekkür

-33__________________________________________________________________________________ Bir anlık -----------------

üç nok ta

Sinan AYHAN

bin yıllık nafile ibadetten üstündür! (Hadis) -----------------------------------------------------------------nayhan@yahoo.com

“Dasein”: Varoluş, Global Kriz, Organizasyon Kültürü Para, fiyat, faiz, döviz kuru, parite, piyasa, uluslararası ticaret, ödemeler dengesi gibi kavramlar ampirik birikimli içerikleriyle ekonomik anlamı taradıkları gibi; hepsine topluca bakıldığında bunlar, küresel dünyada dönüşümlerin, yıkılıp yeniden yapılanmaların, istikrardan krizlere düşüşlerin, krizlerden istikrara geçişlerin güncel dili olagelmiştir. Bu dilin içerisine yapılar değiştikçe yeni kavramlar da eklenmektedir. Değişimle birlikte ilerleyen bir görünmez el varsa; mevcut ekonomik kavramlar, bu elin parmaklarıdır. Muhasebe disiplini, mikro yapılar içinde belli ekonomik unsurları yönlendirme kabiliyeti olan bir altsistem olarak tanımlanırsa, bu yönlendirmenin bir düzen içinde olmadığı, yer yer düzensizliklerin ise bu alt-sistemin her ülke uygulamasında farklılık g öster mesinden kaynaklandığı söylenebilir. Uluslararası ticaret ve sermaye hareketleri mevcut farklılıkları, tam olarak ortadan kaldıramayacak olsa da, genel hatlarıyla muhasebe uygulamalarını “birörnek” olmaya zorlamaktadır. Uygulama farklılıkları, muhasebe literatüründe kültür etkisiyle açıklanmaya başlanmış, başta felsefe ve sosyolojideki varoluşçuluktan beslenen akımların “kritik-edici” etkisi olmak üzere, iktisat literatürünün “tarihi perspektif ”i etkisiyle de “kritik edici anlayış” kanalına girmiş ve çevre unsurlarıyla harmanlanarak kültür etkisi, topyekûn “organizasyon kültürü” eşiğine getirilmiştir. Literatürde muhasebe uygulama farklılıkları, “organizasyon kültürü” çerçevesinden açıklanma eğilimine girmiştir. Bu durum, bir bakıma Heidegger'in “beraberinde var olan” kavramından “içinde var olan” kavramına doğru bina edilen bir “kendinde varlığa” bir “işaret-örnek”tir… Birer organizasyon kültürü olarak işletmeler, global değişimi kendi içlerinde kâr maksimizasyonundan çok; günümüzde firma değerini yükseltme amacına göre, ileriye doğruysa ekonomik faaliyetin devamlılığa bağlı katma değer, entelektüel sermaye ekseninde varlıklarını ve yükümlülüklerini şekillendirerek karşılamaktadır. Paradan ödemeler dengesine varan evrime paralel bir gelişme mikro yapılar içinde kârdan katma değere doğru da işlemektedir. Bu işleyiş

kimsenin kontrolünde değil, ortak bir aklın değişim karşısındaki pozisyon alışlarıyla örülmektedir. Dolayısıyla işletmeler, değişimlere ve krizlere karşı kendilerini “organizasyon kültürü” yapılarıyla konumlandırmaktadır. Organizasyon kültürü, bir işletmede, sistem ve altsistemlerin yapılanmasını gösterir; ekonomik faaliyet ne kadar giriftleşirse o faaliyeti karşılayacak dizaynlar da ona göre şekillenir. Bu önce bir organizasyon zekâsının, sonra bir toplumsal zekâ örgüsünün oluşumuna işaret eder. Muhasebe, bir organizasyon kültüründe sistemin işleyişini gösteren bir dildir… Bu dil, gerçek olaya uygun en yakın kaydı, iz bırakmayı yapar; bilgi kullanıcılarına zamanlı, güvenilir, şeffaf bilgiyi sağlamaya çalışır. Edinilen bilgiyle mikro yapılardan makro yapılara doğru çeşitli düzeylerde bir etkileşim görülür. Mevcut etkileşimde, bir dil olarak muhasebe etkin bir görev üstlenmiştir; ampirik birikimi gereği muhasebe, kurumların işleyişini düzenlediği gibi, büyük planda işleyişi makul hale gelen organizasyonlarla ekonomik çevrenin işleyişini de etkileyebilir. Dolayısıyla Hegel'in “iki varlığın ortak bilinçte ikâmeti” kavramını, “mikro yapıların makro çevre düzeni içindeki ikâmeti” olarak anlayabiliriz. Son olarak günümüzde yaşanan global ekonomik krizin, bir güven krizi olmayıp makro düzeyde bir finans krizi olduğunu söyleyebiliriz. Ama bütün ekonomi çevreleri, türev ürünlerin alınıp satılması durumunda bunların nasıl kayıt altına alınacağı, nasıl gözetim altında tutulacağı sorunsalıyla baş başadır. Birçok ülke tarafından ciddiye alınan ve kriz boyunca da gündemde olan Uluslararası Muhasebe Standartlarının, mikro yapıların kurduğu makro çevrelerin üzerindeki etkisi bağlamında bir ekonomik çevreyi disiplin altına alan ve yönlendirme ortamını oluşturan bir yanıyla gündeme getirildiği düşünülebilir. Amaç, büyük planda mikro yapılarla, toplumsal zekâyı griftleştirecek makro çevreler kurmak, olabilir; bu da bizce, Sartre'ın deyişiyle “insanın gerçekliği, bir yeri nesnelere ulaştıran varlık”sa, “insanın günümüz gerçekliğiyse global dünyayı değişim nesnelerine kavuşturan varlıktır” anlamına gelebilir.


ayışığı ay

-34__________________________________________________________________________________

Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış; Marifet bu, gerisi yalnız çelik - çomakmış...

ANADOLU'M Doğudan batıya dönüyor dünya, Hak yolundan dönme sen Anadolu'm! İnsan bir kez gelir bu sır rüyaya, Sakın zulme susma; ey Anadolu'm! Ana dolu için, bağrından sesin. Çıplaklık çağını kaldırmaz kalbin. Konuş mu? Unut mu? Ağlar gözlerin. Ağlayan gözlerle bak; Anadolu'm!

MÜNACAT YA RAB İsmail Yalçın'a

Bir bedende yürüyor iki yabancı Gözlerim ufukları seçmedi Ya Rab Gönlümden naçar kaldı çektiği sancı Gülistanda katmer gül açmadı Ya Rab

Yağmura şemsiye, yaşına mendil… İçinde merhamet, sevgindir delil. Evlât özleminle, fezaya seril! Çok üzüldün yeter; gül Anadolu'm!

Aşktan habersiz çöller değdi bu cana Yandıkça yemin etmiş sanki yakmaya Nice eman söyledim türlü turnaya

Sana Allah dost, kelâmı yoldaş. Müminler kardeş, ilim arkadaş. Ağlamakla dinmez, bitmez gözde yaş! Sil gözyaşlarını, kalk Anadolu'm!

Bir tanesi gönlümce uçmadı Ya Rab

Yılları adımladım ben yerli yersiz Kafdağı ezberinde dolaştım fersiz

İlim kılıcıyla mücahidin çok, Sana bakıldıkça sînelerde şok, Göğsünde imanla zalime yer yok, İslam'dan bahçesin, gül Anadolu'm!

Şeb-i yeldalar nasıl biter kamersiz Aydınlıklar semtime göçmedi Ya Rab

Şehrayinler gecede saklı tebessüm Batmasın ne güneş ne de bu hilâl! Türk, Kürt şehit kanı; üzerinde âl! Haydi, tevhidi yaz; bayrağa celâl! Yeterdir bekledin, doğ Anadolu'm!.. Bilal YAVUZ

Nazar eyle gülmeyen şu yüzüm gülsün Elleri hep boşlukta kalan öksüzüm Reh i sevdadan yolum geçmedi Ya Rab Ziya Paşa AKYÜREK


-35__________________________________________________________________________________

HARMANTEPE DESTANI Harmantepe Trabzon Köprübaşı'na bağlı bir yayladır. Rusların Trabzon'u işgali zamanında en şiddetli çarpışmalar Çaykara'ya bağlı Sultan Murat Yaylası ile Harmantepe çevresinde olmuştur.

Dokuzyüz ondokuz bir mart gününde Düşmanı çevrede gördük o gün biz Çelik zırh misali durduk önünde Kale idik, burçtuk, surduk o gün biz… Gelinler ağladı, kızlar ağladı Analar bacılar kara bağladı Zalim düşman ne yürekler dağladı Nice körpe canlar verdik o gün biz… Sinirler gerildi kaşlar çatıldı Aylar boyu dağda taşta yatıldı Silâhlar patladı, toplar atıldı Göğüs gerdik, siper durduk o gün biz… Tarlada ekinler kurur olmuştu Dalında meyvalar çürür olmuştu Dağları toz duman bürür olmuştu Düşmanı dört yandan sardık o gün biz… Günlerce, aylarca dağlarda gezdik Düşmanın zulmünden iyice bezdik Ele geçenlerin beynini ezdik Yaptığını bir bir sorduk o gün biz… Gökten sicim gibi yağmur yağarken Tan yeri ağarıp güneş doğarken Koyunu kuzuyu kurtlar boğarken Düşmanı alnından vurduk o gün biz… Yarab sen birsin bu neyin nesi Kurtlar mı uluyor bu kimin sesi Bu topraklar aslanların ülkesi Çakalları yere serdik o gün biz… Akpınarlı Mehmet yüreği ile Fidanlı'dan Ahmet küreği ile Güneşli'den Ali tüfeği ile Düşmanın odağına girdik o gün biz…

Haziran ayının yirmi dokuzu Geberttik o Moskof denen öküzü Kırıldı düşmanın onda dokuzu Dağlarda toy düğün kurduk o gün biz… Ahmet'e Mehmet'e silâh ne gerek Şehitlerin gömleğini giyerek Hep birlikte Allah Allah diyerek Düşman saflarını yardık o gün biz… Bir çığ gibi hücum ettik hep birden Ne bilsinler yüreğimiz demirden Düşmanın bileğini tam iki yerden Harman Tepesi'nde kırdık o gün biz… Şahlandı bu millet o haziranda Ana kız cephane taşır kucakta Şenlikler başladı dağda bucakta Düşmanı dağlardan sürdük o gün biz… Kestik biçtik Sultan Murat Tepe'de Yolu kestik Kangeller'de, Ebe’de Son darbeyi vurduk Harman Tepe'de Sonunda murada erdik o gün biz… Biz tarih boyunca boyun eğmedik Hiçbir zaman mazlumlara değmedik Esaretin gömleğini giymedik İstenen hedefe vardık o gün biz… Mehmet Balcı der ki; kat ettik arşı Şehitlerim için yazdım bu marşı Bütün Köprübaşı düşmana karşı Ateşten bir duvar ördük o gün biz… Mehmet BALCI


-36__________________________________________________________________________________

TİNERCİ

GÜLCÜ DEDE HİKÂYE

Kürsüde ses değişti, sizler artık susunuz, Açın pencereleri, konuşan kâbusunuz. Denizinde boğulun döktüğüm kanlı terin, Yılan dişlemiş gibi korkunç korkunç ürperin. Siz yazdınız derime bu romanı jiletle, Ben sizi nasıl anmam hem kin hem de nefretle. Adımı siz çaldınız, yeni bir ad koydunuz, Tinerci yaftasını yüreğime oydunuz. Sonra saydınız bana; “Şu, şu” diye hakların, Başrol oyuncusuydum ahlâksız sokakların.

Hızır İrfan ÖNDER

Bizim mahallede bir dede vardı. Büyüklerimiz ona gülcü dede derlerdi. Onun işi gül yetiştirmekti. Ömrünü güllere adamıştı. Yüzü de gül gibiydi. Niçin olmasındı. O her zaman güler yüzlüydü. Saçları kırlaşmış fakat dökülmemişti… Küçük çocuklar ise onun yanaklarının tombul, kendisinin de oldukça şişman olması nedeniyle tonton dede derlerdi. Bir gün onunla karşılaştım. Bana adımı sordu. “Yılmaz” dedim. Kaçıncı sınıfa gittiğimi sordu. “Sekizinci sınıf ” dedim. “Bir gül ister misin yavrum?” Madem uygun gördünüz, oynarım ben bu rolü, dedi. .“Bilmem” dedim. O da“gül bakmak zordur; ona sevgini vereceksin; hiçbir ihtiyacını aksatmayacaksın ki Ben korkunun gölgesi, ben vahşetin sembolü. gülün çok güzel açsın.” dedi ve ekledi: “Hem dokuz ay Nur topu çocuk gibi bağrımda kin saklarım, sonra en güzel gül yetiştirme yarışması var, güzel gül Geçtiğiniz yollarda huzur u yasaklarım. yetiştirirsen birincilik ödülünü alabilirsin.” dedi. Ben Yüreğiniz kopacak az geç kalsa kızınız, hemen “birincilik ödülü nedir?” diye sordum. “Çok Hiç eksik olmayacak bundan sonra sızınız. güzel bir bilgisayar” dedi. Beni bir heyecan sardı. Ekmediğiniz sevgi biçtiğiniz kin olur, İçimden bu yarışmaya ben de katılmalıyım ve birinci olmalıyım dedim. Çünkü asgarî ücretle çalışan babamın Tavrınız hoş değildi, öcüm de çirkin olur. bana bilgisayar alamayacağı apaçıktı… Bizim mahallede durumu çok iyi olan bir tek Loş sokaklar çınlarsa peşinizde ses benim. Sertaçlar vardı. Çok kötü kalpliydi. Herkese kötülük Katil, ayyaş, esrarkeş, kem olan herkes benim. ederdi. Baharın tam ortasındaydık. Sertaç her Sizi benden kor umaz canavar itleriniz. ilkbaharda olduğu gibi yaramazlığın zirvesindeydi: Tatlı uyku vaat etmez sağlam kilitleriniz. Çiçekleri eziyor, hayvanlara taş atıyor, küçükleri dövüyordu… Bu kötülükler onun için sanki bir oyundu. Ben gülümün açmasını merakla bekliyordum. Çok Kahkaham yükselecek bütün yön ve yanlardan, yakın zamanda ve güzel bir biçimde açması için de dua Korkunuz, kaybedecek şeyi olmayanlardan. Madem genç yaşta solmuş, mavim, alım ve sarım edip duruyordum... Sertaç benim gülümü gördü ve kıskandı. Onu kırmaya çalışınca dikenleri eline battı ve Kara olur her gece camınızı sarsarım. ağlayarak evinin yolunu tuttu. Oradakiler onun bu Naralar çınlıyorsa gecede uzun uzun, tutumuna gülüştüler... Ben gülümle ilgilenmeye devam Çığlığı ben olur um bölünen uykunuzun. ettim. Her türlü bakımını yaptım. Ve de yüreğimi Belâ olur çökerim sokak sokak bu şehre, verdim… Bunca çaba ve bekleyişin sonunda gülüm açtı. Heyecanla gülcü dedeye koşarak: “Açtı! Açtı! Gülüm Ben olur um şimşekler çakınca çıkan çehre. açtı!” dedim. “Aferin! Gülüne iyi bakmışsın demek ki.” Yüzünüzü süslerken şavkı kare asının, dedi. Ben de ona yarışmaya katılabilmem için yaptığı Tokadını yersiniz mazlum bedduasının. yardımlar için teşekkür ettim. Yarışmaya bir hafta vardı ve heyecanımı saklayamıyordum. Belki benim de bir Boğazınızı sıkar her köşede ellerim, bilgisayarım olacaktı. Ve sonunda zaman geldi çattı. Öç için yemin ettim sönerken hayallerim. Yarışma günü erkenden kalkıp üstümü giydim. Kahvaltımı ettim ve yarışmaya alanına gittim. Benim adım “Tinerci” dişim kırık, gözüm mor, Yarışmada Sertaç da vardı. Yarışmayı bir şekilde Kahkaha ve hıçkırık yan yana şık dur muyor. kazanıp bana kötü bir son yaşatmak peşindeydi. Çünkü Ya ben de güleceğim, ya siz susacaksınız. o birinci olursa benim bilgisayar hayalim suya Yediğiniz tinerci hakkı, kusacaksınız. düşecekti. Ben üzülecektim o sevinecekti… Uzun süren bir değerlendirme sonunda jüri sonucu Kapınız işgalimde, umun siz huzur umun, açıklamış birinci ben olmuştum. Ne kadar çok Benim cezası benim, merhametsiz toplumun. sevinmiştim… Artık benim de bir bilgisayarım olmuştu. Ben hasta toplumların bünyesindeki ur um, Sevincim de boşuna değildi. Çünkü benim kazandığım ve benim olan ilk şeydi bu bilgisayar. Son nefesime Her nefes alışında acı olur vur ur um. kadar da bunu anımsayacağım. Öyle ki gülcü dede Sevgisizlik anası büyüyen bu hıncımın, ölünce, tam bir yıl hayata küsmüştüm. Gülcü dede bir Sizi hep ürkütecek gölgesi kılıncımın. hayalimin gerçekleşmesine vesile olmuş; çalışmayı, sabırlı olmayı ve adam gibi sevmeyi öğretmişti. Gülcü Ahmet Mahir PEKŞEN dede şimdi kalbimin derinliklerinde yaşıyor…


-37__________________________________________________________________________________

İŞTİYAK-I VUSLAT

GECE OLUNCA Gece olunca Sessizlik ülkesi sancağını çeker semaya Ben de hayallerimi ölenlere götürürüm Ağlayanlar hep, doğanlardır gece olunca Bir savaşın ortasında kirlenmiş eller Temizlenmeye başlar dünya sessiz kalınca Korkular çekilir, nefes nefes ciğerlere Yarasalar ressam kesilir gece olunca Kavgasını duvarlara yazanlar Güneş doğunca yenilgiyi bulanlardır Umut gece olunca bestelenir Gündüz olunca ufukta yer tutar Hasret ne gece, ne gündüz uzaklaşır Umut şarkıları yalnızca bayramlarda söylenir Bu vesveselerle ölür gider adam Gece olunca Gece olunca ben; Özgürleşmek, kaçmak, kurtulmak istiyorum Aklımda dolaşan keskin sorulardan Aramak istiyorum yenilmiş adamın yüreğini Ve bestelenen tüm umut şarkılarını Aramak istiyorum, gecelerde yarasayı Ve kirlenmiş bir elin atan nabzını Korkusuz bir nefer olabilseydim Bir bebek yüreği gibi korkusuzluğu yaşayabilseydim Bütün cinlere, perilere, şeytanlara rest çekebilseydim Akan gözyaşlarını yıldızlara dökebilseydim Ve yıldızlar yandıkça akan yaşlar buhar olsaydı Bütün çocuklar sadece tebessüm etseydi Gece olunca Gece olunca; Gizlense her köşede çocuk sevinçleri Ve bütün yüreklere kan gibi aksa Olursa olsun sırtımda hüzzam kamburları Bir ihtiyar dinlese ney eşliğinde tamburları Oysa hasret tohumları ekilir yüreklere Filiz verir acılar, gözyaşları meyve olur dökülür Gece olunca; Var ben ağlasam da gülse bütün çocuklar Var ben ölsem de saniye saniye Daima yaşasa güzellikler seneler ve asırlar Ahmet ÇELEBİ

Zehr-i ayrılığın ile oldum harap Izdırab-ı hasretinle kıvranırım. Acı dolu sensizlikte kalbim bîtap Sukut-u sensizliğinde kıvranırım.

Bunca an eylemedin gönlüme nazar Bakışında cismimi yakan bir od var Onunla erittin beni azar azar Varlığında yokluğunla kıvranırım

Bulamadım kalbinin anahtarını Kuruttun temiz aşkımın gülzarını Esirgedin bakışlarının karını Buz sevginde yangınınla kıvranırım

Ey bana karşı taş kesilen sevgili Aklımı aşkına verdim oldum deli Kavuşmak arzusu ömrümün hayali İştiyak-ı vuslatınla kıvranırım

Bir acı yangındır bu yüreğimdeki Yandım, sana yandım da ne buldum sanki Kadehimdeki şarap zehirli içki Aşkının sarhoşluğunda kıvranırım

Senden bana kalan bir yarım hatıra Sığar mı sandın aşkın birkaç satıra Yüklesen taşımaz bunu kırk katıra Taşınmaz yükün altında kıvranırım

Ey kıtmir-i aşk kulak ver nedir çağrı Yalnızlık başımda uğultulu ağrı Ab-ı sevginle söndür yanık bağrı Gel artık yalnızlığında kıvranırım Gel gel acı içinde kıvranırım. Fatih ÖNCÜ


-38__________________________________________________________________________________

Aşk ve nefret

YETİM

Dipsiz bir yarın başındayım Adımlarım isteksiz, düşüncelerim bulanık Hayata uzayan yanımız kopuk Dipsiz bir yarın başındayım Kuş sesleri çekirge sürüsü ve çorak topraklar Acılar içinde kıvranan yaralı geyik Başında Kuş sesleri çekirge sürüsü ve çorak topraklar

Herkes güler oynar, dört dörtlük yaşar Hiçbir şeyden keyif alamaz yetim, Her çocuk bayramda eğlenip coşar Bir lâhza hüzünsüz kalamaz yetim. Hem ayağı çıplak, hem sırtı çıplak, Arından ezilir mübarek toprak, Beti benzi atar daldaki yaprak, Devlet kapısını çalamaz yetim. Yarından umutsuz, acılı dünü, Hayatı çileli, geçmiyor günü, Gelecek mi diye bu hâlin sonu, Tatlı bir uykuya dalamaz yetim.

Bir batında doğmuş aşk ve nefret Kökleri ta eski çağlardan kemikleşmiş Bir ahtapotun kolları gibi İnsanları esir almış Bir batında doğmuş aşk ve nefret

Her “baba” sedası gönlünü yakar, Gözünün çeşmesi durmadan akar, Garibin nefesi hep hasret kokar, Dünyada huzuru bulamaz yetim.

II.

Başını okşayan ne bir yel vardır, Saçını tarayan ne bir el vardır, Yanında ne bir dost ne de el vardır, Hayatı bir türlü bilemez yetim.

Küçük dağları ben yarattım diyorsan Büyük dağlar da senin olsun Her şeyi ben biliyorum diyorsun ya Al her şey senin olsun

Aman vermiyor ki acının dükü, Belini büküyor ızdırap yükü, Hiç kalır mı girdap içinde ülkü, Kahır deryasında gülemez yetim.

Bedran YOLDAŞ

Gecesi hep kâbus, gündüzü ayaz, Yılları kasvetli, mevsimi sonyaz, Yoldaşı çiledir, azığı pek az, Ağyardan bir yardım beklemez yetim. Kaygıları büyür, sığmaz içine, Elde avuçta yok, nasıl geçine! Erken yaşta aklar düşer saçına, Kadere hiç isyan eylemez yetim.

AĞIZ TADI

İtilir, kakılır yetimdir diye, Verilir bir sürü olumsuz paye Bulamaz yansa da kendine saye Yine de ölümü dilemez yetim.

İnsanlık; alsaydı nasibini, Hoşgörü ve saygıdan. Yaşar giderdi ağzının tadıyla

Ey Sükûtî, yetim gibi yaşadın, Saadeti yıllar önce boşadın, O masum gönlüne mayın döşedin, Ne var ki sevgiyi dışlamaz yetim.

Hizmet içi eğitimin gerekliliği İki de bir hatırlatılmadan. Ayhan ASLAN

Hızır İrfan ÖNDER


-39__________________________________________________________________________________

kac: inat, cahil

İ L T İ C A

Nigarimi Bulayim reb, ruhum gayesini kac et, İzimden sürderip reyhan, gidip gelmeyi mirac et. Hizir, Hücrem Asaplarim firakta kaplanip gitti, Firaği sürmeye kalbindaki gülleri ihrac et. Nigar, sahteleşir şeksiz muhabbet sevgiye kansa, Şuna sevgine mihrine beni bengili muhtaç et. Saki, kaseme çok mey koy azab külfetlerim ölsün, Parana baç gelip kalsa canimin rişteyi baç et. Ümitsiz olma çobani, visal'in hoş sesi geldi, Visal bulmuş günün yarin için kalbimi zer taç et.

Çobanî (UYGUR)

SANAL KİTAPLAR GELDİ!.. Son birkaç haftadır belirli kuruluşların Türkiye' ye getirdiği bir yenilik yeni bir tartışmaya yol açtı. Aslında daha önceden böyle bir olay vardı ama cebimizde taşıyabileceğimiz küçük âletlere uyum sağlaması yönünden ve arşiv bakımından yoksundu. Neyden mi bahsediyorum (e-book) yani sanal kitap. Kitabın sanalı mı olurmuş canım, demeyin. Oluyor. Bu uygulama ülkemizde yıllardır vardı ama dediğim gibi gerekli materyal yoktu o da geldi. Yurt dışında rağbet gören bu uygulama çeşitli kuruluşlar tarafından ülkemize de getirildi. Sanal kitapların, hem maliyeti daha düşük hem pazarı daha geniş hem de daha kârlı. Lâkin bu uygulamayla kitaptan soğur muyuz, orası muamma. Ben bir yazıyı yazarken kâğıda yazmadan edemem, aynı şekilde bir yazıyı da kâgıttan okumayı bilgisayardan okumaya tercih ederim. Kitabın da matbu okunması ayrı bir zevk. Kâğıttan aldığınız haz, koku bunları sanal kitaplar veremeyecek. Buz gibi bir makineden kitap okuyacağız. Her şeyde teknolojiyi öven ben sanırım bu uygulamada biraz geriden gelmeyi tercih edeceğim. Gazeteyi bile eline alıp okuması ayrı bir zevk iken gazetemi bilgisayardan okurken aynı zevki alamıyorum. Kitapta da aynı şey olacaktır. Çağı yakalamak gerekir ama… Ülkemiz insanları bilindiği üzere okuma konusunda fobileri olan bir millet. Kitap, dergi gibi şeyleri okumaz gazeteyi de belirli kesimler hariç geri kalanları görüşlerine destek olmak amacıyla alır. Böyle bir millete bir de sanal kitap gelir ise iyicene kitap okuma oranları düşer. Daha önce ülkemiz insanlarının okumalarıyla ilgili birçok araştırmaya yer verdim. Bu insanlar okumuyor arkadaş. Kitap satılır mı bu ülkede? Evet, hem de ne satılır.

Tolga KAYASU Reklâm sayesinde kitap ile alâkası olmayan insanlara kitap aldırırsınız ama amaç kitabı sattırmak mı yoksa okutmak mı? Şıklar arasındaki aşk'ı çıkardığımda birçok kişi bana: “Bu ne bu kadar küçük kitap mı olur?” dediler. Bende onlara araştırmalardan bahsedip ya da başka şeylerden bahsetseydim veya kaba bir dille “sanki çok okuyorsun da!'' diyeceğime “şartlar'' diye kısa cevap verdim. Uzun uzun anlatsaydım o insanlar beni dinlemeyi bir süre sonra bırakacaktı. Eğer o kitabı kendi gönlümdeki uzunluğundaki gibi yazsaydım yine satılırdı fakat okunmazdı. Ülkemiz de en çok satan kitap ''Şu Çılgın Türkler''dir. Halkımız için oldukça kalın bir kitaptır. Çoğu kişinin okuduğuna inanmıyorum. Eğer okusaydı devamından gelen “Diriliş'' ve “Cumhuriyet'' i de okurdu. Çılgın Türkler'in asıl salt okuru üçlemenin tüm kitaplarını okuyanlardır ve bu sayı kitabı alanların yayında devede kulak kalır. Aynı şekilde “Alacakaranlık'' ve “Harry Potter'' serilerini okuyanlarda da geçerli. Yeni piyasaya çıkan “Bozkırın Sırrı'' için de geçerli. Misal bu kitabı alanların çoğunun kitap ile alâkası olmayan insanlar olduğuna inanıyorum. Sırf Kurtlar Vadisi'nde Polat okudu diye alan ne kadar insan vardır? Bir de bu kitaplara para vermeyiz. Çoğu insan kitaba verilen parayı gereksiz görür. Aslında kitaba verilen para en değerlisidir. Çünkü bilgiye verilen bir paradır o. Bizde bilgiye saygı pek olmadığından orijinalini alacağımıza gider korsanını alırız, marifetmiş gibi. Bir bakıma onlar da haklı bir bakıma yazar da Nasrettin Hoca fıkrasına döner bu olay. Nitekim sanal kitabın ülkemizde pek tutacağını sanmıyorum.


-40__________________________________________________________________________________

Gerçek ile Hayal HİKÂYE Fatih ÖNCÜ Kafasını camdan çıkarıp, “dikkat etsene be kardeşim”, diye bir yandan bağırırken, bir yandan da havalı kornasına basıyordu. İçinden, “böyleleri yüzünden trafik canavarı var hayatımızda”, diyordu. “Bebeğimi toz etti lânet olası”, diye düşüncelerine ekledi. Babasından kalma eski emektar kamyonu satmak çok ağırına gitmişti amma bu 30 tonluk bebekle kazanacağı paraları hayal ettikçe, üzüntüsü dağılıyordu. Daha bebeğini alalı bir hafta olmamıştı ki, ilçelerinde bulunan büyük ihracat firmasının yükünü, limana taşımak için anlaşmıştı. Bu anlaşmadan sonra çok rahatlamıştı. Gün aşırı limana yük götürecek, bu sayede çocuklarını da sık sık görecekti. Bir de dönüş yükü ayarlayabilirse çok ballı olacaktı. “Kısa zamanda bankaya olan borcumu kapatırsam, belki ikinci tırı alırım.” diyordu. İçi içine sığmıyordu. Çok havalı, çok konforluydu bebeği. Beş yıldızlı otelin kral dairesi gibi geliyordu ona. Yola çıkalı beş altı saat olmuştu. Gün doğumuna bir iki saat daha vardı. “O zamana kadar Tepe Restoranda varırsam, orada dinlenirim. Hem kahvaltı yaparım, hem de oradan gün doğumunu seyrederim.” diyordu. Oradan gün doğumunu seyretmek çok güzeldi. Karşında deniz sonra su yanıyor gibi kıp kızıl kesilir. Sanki güneş suya düşmüş oradan yukarı doğru çekiliyormuş gibi suyu yaka yaka yükselir. Hiç deniz güneşi söndürecek endişesi taşımadan gün doğumunu seyretmek ne kadar güzel oluyordu. Sonra hayallere daldı… İlk seferini tamamlayan Hüseyin, az da olsa mazot parasına bir de dönüş yükü bulmuştu. Bir iki hafta böyle geçti. Aldığı yükü hep aynı heyecanla taşıdı limana... Hattâ bu firmanın da dikkatini çekmiş, limandan gelmesi gereken malzemeleri bundan sonra Hüseyin'e çektirmeye karar vermişlerdi. Keyfine diyecek yoktu. Bir gün firma sahibi Hüseyin'i çağırmış, yarın sabah yola çıkmadan yanıma uğrasın, diye yükleme sorumlusuna haber bırakmıştı. İlk önce bayağı telâşlandı. Acaba bir şey mi oldu, bir sıkıntı mı var diye, büyük bir endişe içinde firma sahibinin yanına çıktı. Sekreterin yanına vardığında, sekreter hanım “Abdullah Bey de sizi bekliyordu” dedi ve odanın kapısını gösterdi. Kapıyı tıkladı, gel sesiyle içeri girerken, kalbi duracak gibiydi. Abdullah Bey'in yüzü çok neşeli gözüküyordu. İçine bir bardak su dökülmüş, idamdan affedildiğini duyan suçlu kadar sevinmişti. Abdullah Bey kısa bir hal hatır sorduktan sonra, hemen konuya girdi. “Hüseyin işler hamdolsun iyi. Bu

sene işleri biraz daha büyüyoruz. İhracat kapasitemizi artıracağız. Seninle bir senedir çalışıyoruz. Senden çok memnunuz. Hem zamanında varıyorsun limana hem de malzemelerde herhangi bir sıkıntı yaşamadık şu ana kadar.” Hüseyin Abdullah Bey'i can kulağı ile dinliyordu. İçinden de ağzından bal damlıyor beyim, diyordu. Abdullah Bey konuşmayı tatlandırdıkça tatlandırdı. Bir ara durakladı. “Ya Hüseyin kusura bakma, hiç aklıma gelmedi. Ne içersin?” diye sordu. Az sonra çaylar geldi. Çayları içmeye başlamışlardı ki Abdullah Bey aniden durakladı ve Hüseyin'in gözlerine bakarak, “bir tır daha almayı düşünmez misin?” diye sordu. “Kendin gibi bir şoför bul, ben de yardım ederim” diye de ilâve etti. Hüseyin'in yüreği hop etti birden. Yudumladığı çay boğazını yakmıştı, heyecandan aldığı koca yudumla. Bir miktar sessizlik oldu. Hüseyin heyecanını biraz bastırmış, “daha bu tırın borcunu bitirmedim. Çok güzel olurdu ama peşinatım yok. Peşinatım olsa taksitleri yatırırım” dedi. Abdullah Bey: “onu düşünme, peşinatı ben borç veririm. Bir sözleşme yaparız, sonra bana, elin rahatlayınca ödersin” dedi. El sıkıştılar ve Hüseyin odadan çıkmak için müsaade istedi. Abdullah Bey: “alacağın tıra karar ver, bizim muhasebe müdürüyle görüş, beraber halledersiniz alış işlerini” dedi. Hüseyin olanlara hâlâ inanamıyordu. Hayalleri gerçek oluyordu sonunda, işleri büyütüyordu. “Şu Abdullah Bey ne kadar iyi bir insan, Allah böylelerine zeval vermesin” diyordu içindeki gizli dualarında. Aradan yıllar geçmişti ilk tırı aldığından bu yana. Beş tırlık bir filo kurmuştu geçen zaman içinde. Artık sadece Abdullah Bey'in değil piyasanın da yükünü çekiyordu. Geçen zaman içinde elde ettiği birikimlerini iyi bir şekilde değerlendirmek istiyordu Hüseyin. Yeni çıkan yasayla, kobi desteği programlarından da yararlanıp, imalât işlerine mi girsem, diye düşünüyordu. Bir yandan da Ahmet Bey ile hızla gelişen ilçelerinin ekonomisi üzerine sohbet ediyorlardı. Ahmet Bey, ilçelerine yeni gelmiş bir iş adamıydı. Şehrin çıkışına yeni bir fabrika kuruyordu. Neden sonra fark etti Ahmet Bey'in canının sıkkın olduğunu. “Hayırdır Ahmet Bey, canınız sıkkın galiba” dedi. “Bu ilçeyi çok sevdim. İlerde burası çok gelişecek. Onun için buraya yatırım yapmayı çok istiyordum. Ama İstanbul'daki şirkette işler kötü. Burada, yeni kurduğum fabrikayı acilen satmam gerekiyor” dedi. Hüseyin; kaça satacaksın diye sordu. “Normalde üç trilyondan aşağı vermem, ama bir buçuk - iki trilyona satacağım”. Hüseyin Ahmet Bey'i şaşırtan bir hareketle elini tuttu. “İyi o zaman, sat bana” dedi. Sıkı bir pazarlıktan sonra 1,7 trilyona aldı fabrikayı. Sonunda fabrikatör de olmuştu. Nerden nereye diye düşündü. Bir yandan fabrika işleri ile uğraşırken bir yandan nakliye filosunu büyüterek devam ettiriyordu. Artık çocukları iyice büyümüş, büyük oğlu, işletme mezunu olarak gelmiş, işlerin başına geçmişti çoktan. Hüseyin Bey; “artık torun sevme zamanı, yaşlanmışız,


-41__________________________________________________________________________________

ÇAY HİKÂYE

Fatma PEKŞEN –Çaayyy!… çayyy… çayyy… Lıngır lıngır lıngır, hantal bir arabanın tekerlek sesleri. –Çaayyy… Günün bilmem kaçıncı nidasıydı bu. Yorgun bakışlı asistanlar, doktorlar, hemşireler, beyaz giymişlerin cümlesi; aşina olmalıydılar bu sese. Tınan yok. Kadınlar tuvaletinden gelen telâşlı sesler, erkekler tuvaletinden odalara kadar ulaşan sigara kokusu kadar tabii olmalı. –Çaaayyy… Fasılasız, her odanın önünde tekrarlanan bir seda. Ne bir desibel eksik, ne bir desibel fazla. Aynı tını ve aynı hareketlerle bezenen iş. İtilerek ilerletilen araba bir odanın daha kapısında duruyor. Arabanın iticisi aynı tonda bir kez sesleniyor içeriye doğru: –Çaaayyy… Erkekler koğuşunun pencere önünde yatan kır saçlısı, bezgin bezgin bakıyor kapı önünde dinelene. “Vaktinde içtik de ne oldu? Tütüne katık etmekten başka neye yaradı ki?” diyor hırıltılı bir öksürüğü

hey gidi günler, ne kadar çabuk geçti” diyordu kendi kendine. O gün kendini daha bir yaşlanmış hissetti. Çünkü en küçük oğlunun çocuğu oluyordu. Büyük oğluna, “ben artık yoruldum eskisi kadar çalışamam. Birazda torunlarımı sevmek, onlarla vakit geçirmek istiyorum. Bundan sonra işlerin yükü sende” dedi. Şehrin en güzel yerine yaptırdığı büyük konağa taşındığından bu yana her gün fabrikaya gitmiyordu. Göl manzaralı ormanın kenarında yemyeşil bahçenin içindeki bu konaktaki torunlarıyla ilgilenmek daha çok hoşuna gidiyordu. “Allah razı olsun çocuklarımdan, birliği bozmadılar, işleri daha da ilerlettiler” diyordu. O gün torunları bahçede oynarken o da her zamanki kameriyedeki koltuğunda oturuyor, onların oyunlarını seyrediyordu. Birden acı bir ses oldu, kulakları yırtan ve bir ışık parlaması gözleri alan… *** Ertesi gün cenazeye gelenler, aralarında “çok genç yaşta gitti. Ne hayalleri vardı. Şimdi üç çocuğu ile karısı dul kaldı” diyorlardı. Tüh tüh, vah vah sesleri arasında “tırı da yeni almıştı, ilk seferiydi, yolda uyuya kalmış galiba. Tepe Restoran'a gelmeden kaza yapmış” diyorlardı... Yaşadığımız hayatın bu hayalden ne farkı var…

-

odanın tavanına doğru yollarken. “Katran karasına dönerdi bardakların rengi” Dizine çıkmış pijamasıyla, lavabo dibinde bulduğu bir boşlukta, mukavva üzerinde yatsı namazını kılan gençten birisi seğirtiyor bir sonraki kapıya varan arabanın ardı sıra. Bilirdi bunca zamanın çaycısı. Bilirdi kimin ne istediğini. Genççe, zibidi kılıklı oğlanlar, ağzı sakızlı kızlar, boyunlarına taktıkları “refakatçi” kartıyla kimliklerini döker lerdi or taya. Onlarınki, kabarcıkları burunlarına doğru çıkan asitlilerden olurdu ekseriye. Bazen, binde bir çay isterlerdi. Toyluklarını, delişmenliklerini o kabarcıklar gibi havaya savururlardı sanki. Gene de adet yerini bulsun diye sordu çaycı: –Çay mı? Karşıdaki ses çıkarmadan başını salladı. “Tek şekerli” dedi belli belirsiz bir tonda. Bardak dolana kadar, eğilip, kıl bürümüş bacaklarına kısa gelen pijamasını aşağıya doğru çekti paçalarından. Kızdı içinden karısına. Alıp da eve geldiği gün bir dolu gülmüştü Kadriye. “Vallah, aynı televizyonda bale yapan heriflere dönmüşsün Yakup. Bir boy büyüğünü alsaydın ya!” –Bir boy büyüğü, dedi mırıltıyla pijamalı olan. –Bardaklarımız standart, dedi somurtkan çehreli çaycı plastik karıştırıcıyı plastik bardağın içine koyarken. Beriki, “Yok; bardağa demedim” diyemedi. Koyun munisliğiyle yollandı iki adım ötedeki odasına doğru. Akşam öğününden kalan yoğurdu yemek için ayırdığı ekmeğin iki lokmalık kısmını, odanın tek tarafını kaplayan koca camı açıp karşı tarafa doğru savurdu bir kadın. Gece ışıklarının iplik iplik huzmelendiği sac çatıda iki ayrı yere düştü beyaz parçacıklar. Sabah erkenden kalkıp bakacaktı yerinde durup durmadığına. Hızlı davranıp kapan kuşlar olmazsa tabii. Pencereyi kapatırken kulağına ilişti koridordan gelen nida: –Çaaayyy… Aynı tınıda. Dünkü gibi. Evvelki günkü gibi. Ondan da önceki günkü gibi. Beşinci gecedir biteviye tekrarlanıyordu bu seremoni. Kütür kütür kütür… Temizlikçinin motorlu cihazı. Şıpır şıpır şıpır… Lastik terlikli, çiçeği burnunda internler. Tıkır tıkır tıkır… İnce bedenli hemşireler. Hışır hışır hışır… Elleri rengârenk poşetli ziyaretçiler. Şıkır şıkır şıkır… Gençlikleri etekleriyle havalanan genççe, süslü, refakatçi kızlar. Ih ıh ıh… Yaşlıca, lif, patik, yemeni satan bir teyze. Yetimleri varmış üç tane. Enjektör, nabız, tansiyon, derece… Öksürük, hıçkırık, inilti, horlama, gıcırtı… Ve geceye karışan günün bilmem kaçıncı sesi: –Çaaayyy…


-42__________________________________________________________________________________ başlamıştım ki annem korkma Amine, ben öğrenirim diyerek sesi çatallandı. Kim o diyerek kapının gerisinde bekledi. Leyla ben Süheyl'im, aç kapıyı çabuk sesi içimizi rahatlattı. ciddiye alacak durumdayız. Ağır bombardımanın yıktığı Babam üstü başı toprak içindeydi, elbiseleri yaralılara ait kan binaların sesi müthiş gürültüler, patlayan mermilerin cılız lekelerini taşımaktaydı. İsrail askerleri bariyerleri aştı, burası sesine karışıyor, vınlayan top sesleri uçak, helikopter sesleri tehlikeli artık. Hemen iç kesimlere çekilmemiz lâzım diyerek sonumuzun geldiğini haykırıyor bizlere. Zavallı annem anneme hiçbir şey almadan çıkmamızı emreder gibi sürekli olarak bana ve bir buçuk yaşına basmamış yavrusuna bağırarak konuştu. Kapıyı açıp çıkmamızla ortalığı temiz bakıp hayatımız adına endişeleniyordu. Sık sık bizleri bağrına hava, ağır bombardıman, silâh sesleri kapladı. Mermilerin basıyor sanki birazdan ayrılacakmışız gibi yaşlı ve kaygılı vızır vızır seslerine aldırmadan babam hadi beni takip edin gözleri bizim gözlerimizden ayrılmıyordu. Saatlerdir hiç diyerek bir eli beni bir eli ile kucağında bebeğini taşıyan susmayan ağlayan kardeşim kötü bir şeylerin olacağının annemi çuval gibi sürükleyerek peşinden çekti. Issız âdeta terk edilmiş ara sokaklardan geçtik. İleride İsrail tankını ve habercisi gibi. Zavallı kız kardeşim Kerime, İsrail'in ablukasında sütü birliğini fark eden babam aniden durdu. Onlar da bizi fark bırakın annemin beslenememesiyle anne sütünden de etmiş olmalıydı ki üzerinde Hamaslı olduğunu belirten yeşil aylardır mahrum kalmıştı. Sekiz yaşında olduğumdan renkli la ilâhe illâllah yazılı kaşkollü babam askerler anlamıyorum herhalde tüm bu olanları. Kardeşime sütü niye tarafından hepimizin öldürülmesi için yeterli sebepti. esirgiyor ki kötü adamlar. Annem ya da babam ya da Askerler namluyu düzeltene kadar hemen yan sokağa daldık. büyüklerim kızdırmış olmalılar. Kötü şeyler demek Ama babam askerlerin bize yetişeceğini tahmin etmiş olmalı, istemiyorum. Ama bizlere öfkeyle saldıran, yok etmeye siz gidin. Ben biraz onları oyalayıp sizlere yetişirim. Yoksa hırslanmış canavar gibiler. Canavarlar ancak çocukları, hepimize yetişirler ve öldürürler diyerek bize ateş açan kadınları savaşla hiç ilgisi olmayan bizleri öldürebilir. Bomba askerlere karşılık vermeye başladı. Annem gözleri yaşlı halde kusan, ölüm kusan füzeleri, roketleri ve mermileri insan olan hayır, öleceksek birlikte ölelim. Seni bırakmayız, deyince ben ve insan değeri taşıyan kim bırakabilir? Ya değilse ben, de baba bizi bırakma sende gel demiştik ki yan sokakta kardeşim ve annem ne yapmış olabiliriz ki İsrailli denen, askerlerin İbranice sözleri gelmekteydi. Herhalde kuşatılacaktık askerler insan oldukları söylenen tarafından. Kararsızca annem yaratıklara. Birazdan belki de bekliyor, babam bir yandan bizim binamızda yok olacak yaklaşmaya çalışan askerlere ateş uçakla, nereden geldiği ne açıyor bir yandan annemi ikna olduğu bilinmeyen ateşli metal etmeye çabalıyordu. Aniden az parçasıyla. ileride iki asker belirmesi üzerine Üçümüz de korkudan tir tir annemle birlikte kaçacaktık ki HİKÂYE titriyoruz gündüz ve sıcak mermiler yağmur gibi yağmaya olmasına rağmen. Keşke babam b aşladı. Babam duvarın olsaydı diye geçiyor aklımdan sık Muhammet ÜLKER arkasından ateş açmayı bırakarak sık. Hamas'a sırf vatanını ve bizleri korumak uğruna katıldığı yolcukta şu an göğsünü arka taraftan açanlara karşılık verirken hakkımı helâl etmem zırhlı araçlara siper etmiş belki de şehit düşmüştür bu haksız Amine, ne olur gidin, bunu çocuklarımız için yap, ne olur. ve eşit olmayan savaşta. Güçsüz olduğumuz, karşı Allahın adına bunu istiyorum deyince Annem elimden koyamadığımız, yok edildiğimiz aşikâr. Fakat bu katliamlara, tutarak kaçmaya yeltendi. İşte bu sırada ah diye inlemesi ve yok edilişe dur diyecek insanlar veya insanlık yok mu? İşte yere yığılması bir oldu zavallı annemin. Hayatımın en dehşetli onu bilmiyorum. Varsa bile herhalde güçsüz ve bizim gibi anlarını yaşamaktaydım. Kucağından minik bebeği iki üç zavallı da ondan bir şeyler yapamıyorlar olmalı herhalde. metre ileri düşmüş, sırtından yediği mermi göğsünden Yoksa yok oluşumuza dur diyecek insanlar mutlaka olmalı. çıkmış, ağzından burnundan kan gelmişti. Beş altı inlemenin İki yıl önce askerlerce şehit edilen dedemin anlattığı ardından can verdi. Minik Kerime yine tüm gücüyle sanki hikâyelerde geçmişte Osmanlı'nın dünya üzerinde zulme dur olanları hissetmişçesine canhıraş ağlayışına başlamıştı, dediğini, topraklarımızda Yahudiler'le barış içinde annemi bırakarak hemen Kerimeyi susturmaya çalıştım. Yan yaşadığımızı anlatmıştı. Kimsenin kimseye saldıramadığı, duvarda babam anneme çaresizce ağlıyor bir yandan ezemediği adaletin sağlandığı dünyanın temelleri atılmıştı askerlere ateş açıyordu. Ateş eden askerlerin sayısı oldukça asırlarca. Okyanuslar ötesinde Portekiz'in Müslümanları artmış olmalıydı. Atılan mermiler vızır vızır duvara ezmesine razı olmamış ve savaş yardım gemileri göndererek çarpmakta kâh havada belirsiz yerlere gitmekteydi. Babam yardım elini uzatmıştı. Osmanlı için Müslüman Hıristiyan, ağlama ve inleme karışımı sesiyle kızım, Kerimeyi al ve Yahudi dini, ırkı önemli olmazmış. Her kim yardım isterse içerilere doğru kaç, hiç durmadan koş ve kurtul, mermilerim ordusuyla ve tüm imkânları ile seferber olurmuş. İspanya bitmek üzere. Allah izin verirse size yetişirim diye seslendi. topraklarında Yahudiler katliama maruz kalınca gemilerini Hemen Kerimeyi sıkıca kucağıma aldığım gibi babama son göndermiş onları başkentinin en güzel yerlerine yerleştirmiş kez seslendim baba! Annem gibi sende bizi bırakma ne olur asırlarca rahat yaşamalarını sağlanmıştı. Polonyalılar Rus diyerek ağladım burnumu çekerek. Yavrum hakkınızı helâl ordusunun katliamına maruz kalınca dinine yine bakmadan edin, Allah'a emanet olun diyerek duvarın arkasından ateşine yardıma koşmuş hattâ onlar için binlerce askeri şehit devam etti. Olanca hızla arkama bakmadan Kerimeyle düşmüştü. Sayısız insanlık örneği… Neredesin ey Osmanlı, ağlayarak koştum, koştum… Osmanlı'dan kalma taş sokakları, taş evleri hiç neredesin Osmanlının torunları… Şimdi Osmanlı'nın insanlığı ile hayata bağladığı Yahudi durmadan koşarak geçtim. Kardeşimin ağırlığı, kan ter devleti bizlere ölüm kusuyordu. Şiddetli çalan kapının sesiyle içinde bırakmış lâğım kokuları ve açlık midemi fena yapmıştı. irkildik annemle birlikte. Kapı yumruklanıyor, annem ve ben On dakika boyunca uzaklaştıkça zayıf cılız mermi sesleri çok endişeleniyordum. Gelenler ya askerlerse diye ağlamaya kesildiğinde iyice fenalaşmış babamla ilgili kötü duygulara kapıldım. Toprak yolun kenarına çöküp kaldım. Acaba

Cehennemi yaşıyoruz Filistin'in ücra sokaklarında. Ne bodrum katının rutubetini ne de tıkırdayıp gezinen fareleri

Zalimler için Yaşasın Cehennem


-43__________________________________________________________________________________ babama, bizleri kollayacak tek insana ne olmuştu. Önümde boş arazi ile temiz havayı ciğerlerime çekerken Kerimenin ve kendi açlığımı nasıl bastıracağımı, nereye gideceğimi bilmiyordum. Ne yapacaktım şimdi buralarda. Arkamda yakılmış, yıkılmış binalar önümde yine bombardımanla tarumar tek tük ev hariç kimseciklerin olmadığı düzlükler vardı. Yaşadığım mahallede dumanların oluşturduğu korkunç manzara vardı. İnsanların çok azı evlerinde bekliyor olmalıydı, çoğu daha önceden çekip gitmişlerdi. Birkaç ay öncesi deniz manzaralı, pazar yerleri tıklım tıklım dolu, bağ ve bahçelerle çevrili cennet asude şehrimiz iki günde hayalet şehre dönüşmüş, yer yer ateşlerin yükseldiği cehenneme çevrilmişti. Allah'ım bunları hak edecek ne yapmıştık. Büyüklerimizin verdiği kararların niye biz masum çocuklar cezasını çekiyorduk, niye bizler… Allah'ım, bana ve kardeşime yardım et. Kardeşimle açız ve nereye gideceğimi, ne yapacağımı bilmiyorum diye duaya dalmıştım gözyaşlarımla. Arapça sesler duymaya başlayınca sevinerek şükrettim. Hamas direnişçilerine ait kıyafetiyle sakallı iki amca bizlere yaklaşarak siz burada ne yapıyorsunuz diye sorunca kısaca olanları anlattım. İki adam üzgün halde bize yardımcı olmak istediklerini fakat askerlerin geçişini ve sivilleri korumak için burada kalmaları gerektiğini ifade ettiler. Ama bu toprak yolu takip edersek uzun düzlükleri ve ardından tepeyi aştığımızda Filistin kasabası olduğunu söylediler. Biri cebinden yazılı kâğıt çıkartıp bana uzattı ve yolda seni durduran Hamaslı amcalara bunu göster, sana yardımcı olurlar, Allahı’n izniyle diyerek etrafı kolaçan etmeye koyuldular ve yanımızdan ayrıldılar. Birazdan taş yollara girerek gözden kayboldular. Kardeşim sızmış, mışıl mışıl uyumuştu bu sırada. Upuzun düzlükleri aşmam ve tepeleri geçmem gerekti. Tabiî ki askerlerle ya da herhangi bir serseri kurşun ya da bombaya kurban gitmezsem. Benim yaşamım önemli değildi artık. Minik kardeşimin yaşaması uğruna canımı fedaya hazırdım yeter ki o yaşasın. Gerisi umurumda olamazdı. İçimde müthiş merhamet duygusu kabardıkça kabarmış sanki müteveffa annemin evlâdına duyduğu yüce duygular da benimle bütünleşmişti. Minik Kerimem kucağımda açlıktan inim inim inlemekte herhalde ağlayacak takati bulamamaktaydı. Ben ise çaresizce kardeşime birazcık mama, bir yudum su bulamamanın hicranıyla ağlamakta ve sonsuz güce sığınarak ağlayıp inledim. Kardeşimi kucağıma alarak yarım saatten fazla yürüdüğümde zayıf bedenim yine tükenmiş yol kenarında ağacın gölgeliğine sığınmıştım. Bomba sesleri cılız geliyor mermi sesleri ise duyulmamasına rağmen küçüklüğümden olmalı çok korkuyordum. Yine çevremde tarumar edilmiş bostanlar yer alıyordu. Keşke bahçeler bozuk olmasa keşke sahipleri olsa da izin isteyerek helâlinden meyve sebzeleri yesem ve kardeşime yedirsem diye aklımdan geçirmiştim ki birden aklımda umut ışığı belirdi. Uyuyan kardeşimi yere bırakarak kuruyan dudaklarımı elimle sildim. Zavallı kardeşim de benim gibi iyice susuz ve aç kalmasın ve ölmesin korkusuyla bozuk bahçeden bir şeyler bulmaya çalışacaktım. Aman Yarabbi ezilmiş domates, biberler yahut çürümüş bakımsız ürünler işimize yaramayacak vaziyetteydi. Sık sık kardeşimi kolaçan ederken fazla uzaklaşmadan bahçeden iki tane kartlaşmaya başlamış kabak ve 4-5 tane ezilmiş salatalığı eteğime alarak sevinçle hazine bulmuş gibi kardeşimin yanına döndüm. Hava çok sıcaktı ve etrafımızda gölgelenecek bir şey yoktu. Kardeşim hâlâ uyuyordu. Belki de açlıktan ve susuzluktan fenalaşmıştı. Annemin hediye ettiği eşarbımı başımdan çekip salatalıkların sağlam ve temiz olan kısımlarını içine sardım ve güzelce içine koydum. Kartlaşmış kabakların üst kısmını

taşla vurarak kabuklarını ayırarak yumuşak tatlı kısımlarını ayırdım bir miktarını iştahla yedim. Hayret hayatta kabağı sevmememe rağmen o yediğim kabağı açlıktan olmalı hala tadını unutamıyorum. Kardeşim gözlerini bitkin halde açar açmaz hemen eşarbımda sarılı tuttuğum salatalıkları sıkarak ağzına dayadım. Kerime damla damla ağzına gelen suları emerek gözleri gittikçe canlanmaya keyifli mırıltılarını duymaya başladığımda yine hayatımın en mutlu dakikalarını yaşadığımı söyleyebilirim. Kardeşimin salatalık suyuna kanaat etmesiyle kabağın yumuşak kısımlarından bir miktarını ona yedirdim. Yanımızdan hızla geçen iki araç bizi önemsemeden geçip gitmişti bu sırada. Maşallah iştahla kabakları yedikten sonra ve neşeyle mırıldanmaya devam etti. Birazdan eyvah minik yaramaz altını doldurmuş olmalı rahatsız olduğundan ağlamaya başlayınca eşarbımı güneşte kurutmaya bırakıp üzerimdeki fanilayı altına bez yaptım. Kirlenen eşarbımı alarak kucağıma Kerime’yi aldığım gibi yola koyuldum. Vakit ikindiyi geçmiş bu sırada bir araç yanımızdan geçip gitmişti. Halbuki bizleri alsalar ne büyük iyilik etmiş olurlardı. Günahlarını almak istemem, belki de evimin yakınlarda olduğunu düşünmüşlerdir diyerek yoluma devam ettim. Her yürüyüşe yarım saat dayanabildim ve her yürüyüşün sonunda kardeşime salatalık suyu sıktım, azar azar kabak yedirdim. Ta ki akşam oluncaya dek yolculuğa dayanabildim ve olduğum yere kardeşimin yanında uzanıp derin uykuya daldım. Gecenin yarısı kardeşimin ağlaması ve soğuğun içime işlemesiyle uyandım ve altını eşarbımı bağlayarak değiştirdim. Sonra vücudumun ısısını kardeşime vermek için sımsıkı sarıldım ve öylece yorgunluğun ve bitkinliğin tesiriyle uyumayı sürdürdüm. Güneşin yakıcı ışıklarını ve Kerime’nin ağlayışını tekrar hissettiğimde uyanıp onu hemen gölgeye çektim. Canım benim güneşten rahatsız olmuş beni uyandırmıştı. Ne ilginç yabanî erik ağacının altındaydık. Geceleyin hiç dikkat etmemiştim. Kerime’yle salatalıktan sıkılmıştık. Ağaca tırmanarak kopardığım erikleri yere attım ve sonra inerek onları topladım bu defa sıkacak eşarbım yoktu üstümde kalan iç çamaşırımı erik suyunu çıkarma için kullandım fakat kardeşim ağzını ilk damlanın ardından çekerek hoşlanmadığını gösterdi. Ne yapalım cebimde kalan iki salatalığı sıkarak verdim ve ezilen parçaları iyice küçülterek yedirdim. Çünkü kardeşim kabaktan biraz rahatsızlanmıştı sanki. Sık sık gaz vermeye başlamış rahatsız olmuştu. Kahvaltı bitince toprak ve asfalt karışımı yıllardır bakımsız yola koyuldum. Nihayet tepelere gelmiş burada Hizbullah'a ait kamplara ulaşmıştım. Onların yardım tekliflerini babamın Hamaslı olması ve onlardan hiç hazzetmemesi nedeniyle reddederek yolculuğumu sürdürdüm. Aynı zamanda onlardan çok korkuyordum. Babamın Hamaslı komutan olduğunu söyleyerek ve istemediğimi belirterek yanlarından ayrıldım. Bana araçla istediği yerlere götüreceklerini yiyecek ve içecek vereceklerini vaat etmeleri umurumda değildi. Yine her yarım saatte bir öğlene kadar kâh dinlenerek kâh çöplerden bulduğum yarı çürük domateslerin sağlam kısımlarını ezerek suyunu içerek hayatta kalmaya çalıştık. Öğleden sonra gücüm gitgide azalmaya başladı. Artık beş-on dakika yürüyebiliyor sık sık dinlenmek zorunda kalıyordum. Kardeşimin de altı çok kötü olmuş ağlamaya başlamıştı. Ne y a p a ğ ı m ı b i l e m i yo r y a ş a m u mu d u mu g i t g i d e kaybediyordum. Üzerimde atlet altımda sadece eteklik vardı. Kerime’ye feda edecek çamaşırım da kalmamıştı. Üstelik tepeler orman olduğundan gölgelerin serin havası ikimizi de olumsuz etkilemekteydi. Hem üst tarafımda atletle yolculuğa çıkmam mümkün değildi. Etrafımdan bir şeyler aradım çaresiz gözlerle. Yolun çıldırtıcı yorgunluğu, susuzluk ve gıdasızlık serin


-44__________________________________________________________________________________ havanın insafsızlığına dayanabilecek takatim kalmamıştı. Yıkılmış, terk edilmiş enkazların ürkütücülüğü ve korkunç haline aldırmadan en yakın harabeden içeri girmeyi ve kardeşime bez olabilecek bir şey bulmaya karar verdim. Kırık kapısı ve bombalanmış haliyle hiç bir canlının yaşamayacağı yere korka korka girdim. Nasılsa kapı açıktı, hiç ses gelmiyor diyerek kendimi teselli ettim ve içeriye tüm bildiğim duaları okuyarak daldım. Kerime ağlamaktan yorulmuş ağlamayı kesmişti ama çişinin verdiği rahatsızlıktan inlemekteydi. Kapının ardında salon bomboştu ve içersi toz toprakla dolmuştu ve içerisi leş gibi kokmaktaydı. İlginç, boş yerin leş kokması gerçekten ilginçti. Uzun salonun ilerisinde bir oda çevresinde iki tane oda vardı ve salonun ortası büyük delikten sızan ışıkla aydınlanmaktaydı. Salonun başındaki ilk kapıyı açtığımda burun deliğimi yakan leş kokusunu hissedince kapıyı hemen kapattım. Aman yarabbi ne kokuyordu böylesine kötü diyerek kardeşimi biraz geriye bıraktım. Burnumu fistanımla kapatarak içeriye işe yarar bir şeyler bulmak umuduyla hızla daldım. Biraz ilerde yatakta bir şey vardı ve evet yaşlı adam cesedi dişleri ve açık gözüyle acı çekiyor gibi haliyle karşımda duruyordu. Hemen dışarı çıktım ve diğer odaları kolaçan ettim. Eski ahşap dolapların birinde erkek gömlekleri unutulmuş ya da bırakılması beni gerçekten sevindirmişti. Duvarın en sonundaki odada ise eski battaniyenin geceleyin işimize yarayacağını düşünerek alıp dışarıya çıktım. Kuş cıvıltılarının hâkim olduğu ağaçlık yer serindi ve kardeşim üşütebilirdi. Kerime’yi battaniyeye sarıp altına eski göleği beleyip annemin işlemeli bezine doladım. Kerime rahatlamış olmalı hemen uyumaya başladı mışıl mışıl. Karanlık bastırınca yorgunluğun ve Kerime’nin ihtiyacını karşılamanın hazzıyla uykuya daldım serin ve temiz havanın bedenimi rahatlattığını hissettim. Annemin kanlı vaziyeti, babamın askerlerce delik edilişi, ihtiyar adamın cesedi, bombardıman ve kurşun sesleri arasında geçen kâbuslar gördüm. Neyse ki yine minik yaramaz uyanarak beni kâbuslarımdan kurtarmıştı. Her gözümü yumduğumda dehşet sahneleri canlanmıştı zaten. Savaş halinin psikolojiyi bozması bu olmalıydı demek ki. Midem çok kötü, başım dönüyor, bayılmaktan ve Kerime’nin sahipsiz kalmasından bu ıssız tepelerde kurda kuşa yem olmasından yada açlıktan veya başka bir şeyden onu kaybetmekten çok korkuyordum. Kerime’nin soluk yüzü keyifsiz mırıltıları, sızlanmaları sağlığının iyi olmadığını açıkça göstermekteydi. Hayatta kalan tek varlığımı kaybetmek korkusu kafamda oluşan tek vesveseydi. Ne yapacağımı bilemiyordum. Eğer babam sağ kalsa yetişir her şey kolay olurdu. İkisine de sahip çıkar, içinde en küçük şüphe ve korku kalmazdı. Yolculuğun başından beri kımıldayan otlardan, hışırdayan yapraklardan, sallanan dallardan yılan, domuz gibi hayvanların yada katil ruhlu kötü insanların ikimize zarar verebileceği korkusuyla sürekli minik kalbim küt küt atıyor her an tetikte bekliyordum. Annesizliğin babasızlığın ne demek olduğunu, yalnızlığın dehşetini, o günlerde iyi anladım. Sadece Kerime’yle ikimiz yaşamıyorduk yalnızlığı. Binlerce Filistinli anne ve babasız, bazılarının evlâtsız kaldığını biliyordum ve bu kaderi şimdi biz yaşamaktaydık. İkinci gün ikindi sıraları tek tük ihtiyaç için çıkan insanları umursamadan yolculuğumu sürdürmem artık gerçekten zordu. Sık ağaçlarla kaplı ormanda gölgelerin içimi dondurduğunu, gözlerimin karıncalandığını hissettim. Patika yol bitmek bilmiyordu ve benim dayanacak halim kalmamıştı. Dizlerim vücudumu taşıyamadı, diz üstü çöke kaldım. Kerime’yi yavaşça yere bıraktım zarar görmemesi için. Gözlerim kararıverdi birden. Şuurum kapanmaya başlarken herhalde halüsinasyonlar görmekteydim.

Annemin inleyişi, babamın vuruluşu, beynimi tırmalayan kurşun sesleri… Burnumu yakan ilâç karışımları genzimi yaktığında öksürerek gözlerimi açtım. Başucumda şişe ile kolumda serum yatakta uzanmaktaydım. Burası hastane olmalıydı. Kardeşim nerde diyerek inledim. Acaba ona ne olmuştu, merak ve korku karışımı duygularla kimse yok mu diyerek inledim. Kapının açılmasıyla ne oldu der gibi bakışlarıyla mavi önlüklü hemşire “canım, demek kendine geldin, ohh ne güzel” demişti ki sözünü kestim. Kardeşin Kerime nerde, ne oldu ona diyerek gözlerimde yaşlar akınca kadın anne şefkatiyle yanıma oturdu ve bir tanem korkma kardeşin yan odaların birinde ve oldukça sağlıklı. Kaç gündür vitaminsiz kalmışsınız o nedenle fenalaşmış olmalısınız. Sizleri orman köylüleri yolun kenarında baygın bulunca araçlarına alarak ilçe hastanesine getirdiler. Kimliğinizi tespit ettirdik. Başınıza gelenleri en azından yakınlarınızı kaybettiğinizi öğrendik. Ama korkmanıza gerek yok. Amcalarınıza telefonla ulaştık. Velâyetinizi alacaklarını ve size sahip çıkacaklarını söylediler derken başımı okşadı. Dışarıdan yaralıların feryatları, yakınlarının ağlamaları duyulmakta sık sık doktor ve hemşire isimleri anons yapılarak oda numaralarına gelmeleri istenmekteydi. Önlüğü kanlı hemşire isimliğinde Leyla yazmaktaydı, anlaşılan saldırılar buralara da sıçramıştı. Yaralıların ve ölenlerin ardı arkası kesilmiyor, senden ve kardeşinden daha kötü durumda olanlar var, o nedenle ikinizi birazdan taburcu edeceğiz canım diyerek diğer yaralıların yanına döndü. Birazdan başka bir hemşire kolumdan serumu çıkarttı ve odadan çıkmama yardım etti. Kapı açıldığında dehşete kapıldım, onlarca yaralı sedirde kuyruğa girmiş tedavi için sıra beklemekteydi. Dışarı çıkmamla hemen içeri iki yaralı alındı. Başlarında hemşire birinin kolu kopmuş diğerinin karnına şarapnel girmiş acısından bağırıp çağırıyorlar bir an önce narkoz verilerek acılarına son vermeleri için hemşirelere yalvarıyorlardı. Hastanenin çıkışında beklerken onlarca yaralı kan kaybederken narkoz isteklerine doktorlar ve hemşireler narkoz olmadığına dair yeminler etmekte bazıları elden bir şey gelmemenin çaresizliğiyle ağlamaktaydı. Minik hastanenin çıkışında kucağımda Kerime’yle amcalarımı beklerken yaşadığım anları hala unutamadım. Küçük hastane yaralılarla dolmuştu, hatta dışarıda yardım bekleyen hasta ve yaralıların hele benim yaşımda çocukların haline ağlamaktan ve dua etmekten başka ne yapabilirdim ki. Hele anne ve babaların çocukların başında çaresiz feryatları, İsrail'e lânetleri kulaklarımda çınlamakta hâlâ. Yıllar geçti ben ve benim gibi Filistinliler’in hayatımızı karartan saldırılara dur diyecek kimse ve kimsecikler çıkmadı. BM, NATO, İnsan hakları, sözde insan hakları savunucusu batılılar nerede? Ya Efendimiz’in “komşusu aç iken, tok yatan bizden değildir” dediği, “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytan” buyurmamış mıydı? Aynı dini, dili paylaştığımız Arap dünyası nerede? Nerdesin, insanlık nerdesin… İki yıldır sadece içimize umut ışığı saçan tek teselli veren şey Osmanlı'nın torunlarının, Türkiye'nin İsrail zulmüne başkaldırışı oldu. Artık umutlarımız yeşermeye başladı. Zulme dur diyecek bir ses yakılacak meşalenin ışığının yeni meşaleleri yakacağına, zulmün karanlığını bu ışıkların boğacağını inanıyoruz. Zalimlerin hem bu dünyada hem de ahrette hak ettiği cezayı çekeceğine inanıyoruz. Milyonlarca Filistinli ve milyonlarca bizimle kalbi atan Müslüman, Hıristiyan… Dualarının takdiri ilâhîde karşılığını bulacağına inanıyor ve haykırıyoruz zalimler için yaşasın cehennem…

-


-45__________________________________________________________________________________ HİKÂYE

KİBRİTÇİ

Kıştı. Kar yoktu sokaklarda ama ilikleri donduran bir soğukla kaplıydı şehir. Rüzgâr uğulduyordu insandan azat edilmiş caddelerde. Geç saatlerde zaten pek kimse de olmazdı yollarda. Bugünse soğuk kilitlemişti evlerin kapılarını. İşten geç çıkmış bir garson günün yorgunluğu sırtında yavaş adımlarla evine yürüyor, az ilerideyse bardan çıkmış bir çift cadde üzerinde sarılmış taksi bekliyordu. Onlar da gidince kimsesi kalmadı şehrin. Gece yine bütün yalnızlığıyla çalmıştı kapıyı ama soğuktu ve kapıyı açan olmadı. Bu kentte geceyi kimse sevmezdi. Akşam olduktan sonra herkes evine kapanır ve yalnızlığı dışarıda bırakırdı. Yalnızdı çünkü sokaklar. Yalnızdı bütün o uzun gecelerde şehir. Rüzgâra göz kırpardı sarı trafik lâmbaları. Çöpçüler ezandan önce evlerine dönmenin telâşıyla dolaşırlardı sokaklarda. Kimse yaşamazdı bu yalnızlığı. Kimse şehirle bir olmaz; onun bu yalnızlığına, bu üşümüşlüğüne ortak çıkmazdı. Ayyaşlar küpeştelerde çöp tenekelerinde sızar, evsizler kartonlarını kapatırlardı kendi yalnızlıklarına. Evet gece üşür, üşütür, yalnızlığa boğardı bu koca kenti. Bir tek o dinlerdi sokaklarda uğuldayan yalnızlığın türküsünü. Rüzgâr titreyen teninde nağmelerini çalarken o bu şehri yaşamaktan vazgeçmezdi. Geceler onundu, o ise kimsenin. Bu kentin kızıydı o. Hakkıydı bu kenti yaşamak. Geceleri ondan başkası dolaşmazdı bu sokaklarda. Gündüz işine giden, akşam evine dönen esir yaşantılardan muaftı. Sonuçta ne bir işi vardı, ne de bir evi. Bir yıl mı olmuştu bu yalnızlığa düşeli iki yıl mı? Kendisi de bilmiyordu ne kadar zaman geçtiğini; takvimlerden de azattı. Genelde aklına getirmiyordu bu şehirle ilk tanışmasını. Yaşamaya çabalıyordu sadece. Bu şehirle tanışması eski yaşamıyla vedalaşmasının kıyısında duruyordu ve geçmişe dönüp bakmak o kadar zordu ki. Aklına getirmemeye çalışıyordu eski hatıraları. Gündüzlerini uyuyarak geçiriyordu eski un fabrikasında. Soğukta uyumayı sevmediğindendi gündüz uykuları. Hem gündüzleri arkadaşları çalışmaya çıktığından tek başına daha rahat uyuyabiliyordu. Sahi yeni bir aile de bulmuştu sokaklarda. İlk Ali abisiyle tanışmıştı. Çıkmaz bir sokakta ağlamaktan ve açlıktan bitkin düştüğünde bulmuştu Ali onu. Hiç bir şey sormamıştı ona. Caddedeki dönerciden yalvar yakar aldığı tavuk dürümü uzatmıştı ve “Al” demişti sadece. Günlerden sonra ilk defa gülümseyebilmişti o gece. Yorgundu, bitkindi. Ali onu alıp şimdilerde yuvası olan eski un fabrikasına getirmişti. Ateşin başında toplanmış olan Bayram ve İbrahim ile de o gece tanışmıştı. Başlarda çekingen davransa da bu yeni ailesi onu çok sıcak karşılamış varını yoğunu onunla paylaşmıştı. Bu ufak ailenin en küçüğü oydu. Bayram İbrahim'in abisiydi ve İbrahim bile ondan 3 yaş büyüktü Ali ise en büyükleriydi. Genelde akşamları beraber olsalar da İbrahim'le Bayram şehre daha yakın terk edilmiş bir binada kalıyorlardı. Ali bir gece ona “Selpak satabilir misin?” demişti. Aslında sakız da satabilirdi selpak da ama o kibrit satmayı istedi. Ali abisi bunu garip karşılamışsa da; “Kibritçi kız ol o zaman sen.” demişti. Gülüşmüşlerdi. O zor ilk

Mehmet FERAH

günlerinde bile Ali abisi onu ne yapar eder güldürürdü. Gece Ali uyuyana kadar yaptıkları sohbetlerde Ali'nin onun yaşlarında bir kız kardeşi olduğunu öğrendi. “Şimdi sen de kardeşim oldun.” diyordu Ali. Hayat ondan her şeyini almışsa da bir abi vermişti. “Niye kaçtın abi evden?” diye sormuştu Aliye.“O şerefsizden kaçtım” demişti. “Kardeşimi de kurtaracağım onun elinden”. “Kim abi o?” diye sormuştu Kibritçi kız da. “Üvey babam.” deyip susmuştu Ali. Gözleri kızıl alevlere büyük bir kinle bakarken. Bu küçük dünya onlarındı. Satabildikleriyle, dilendikleriyle ne alırlarsa ortaya koyup paylaşırlardı. Ne patron vardı ne ebeveyn. Kardeşti hepsi. Kibritçi kız zorda olsa çabuk alışmıştı bu hayata. Ne bildiği bir yakını ne gidebilecek kimsesi vardı. Ona kucak açan bu insanların yanında huzurluydu. Dişlerinden arttırdıklarını onun önüne koyuyor “Ye de çabuk büyü ufaklık.” deyip maytap geçiyorlardı. Hüzünlerini içlerine gömen bu yeni yetme gençler küçük kardeşleriyle bütün neşelerini paylaşıyorlardı. Hepsi sokak çocuklarıydı ama sokak kelimesi bile üstlerine pek uymuyordu. Kentin hiçbir hanesinde olmayan sıcaklık onların yuvasında vardı. Hiçbir abi kardeş dayanışması kan bağı olmayan bu kardeşlerin dayanışmasıyla boy ölçüşemezdi. Hayata ortaktı onlar. Ali doyuramazsa Bayram, onda da yoksa İbrahim doyururdu karınlarını. Ne bir lokma az ne bir lokma fazla yerdi biri diğerinden. Açlığı da paylaşırlardı tokluğu da; Soğuğu paylaşırlardı sıcağı da; Varı da paylaşırlardı yoku da. İnsanların hor bakışlarına alışıklarsa da Kibritçi Kız'a zor gelmişti bu. Sonradan o da umarsızlaştı. Hayatın ondan çaldıklarına duyarsız, tanımadan hor gören insanlara karşı duyarsızlaştı. Tanımıyorlardı ki onu. Karnını doyurmaya çalışmak ayıpsa o da onları hakir gör meliydi. Bir dükkândan her kovuluşunda yabancılaşıyordu esir yaşantılara. Kendi yaşantısının kalıbına sıkışmış, kör insanları anlayamıyordu. Ona öcüymüş gibi bakan insanlara nefretle bakar oldu. O çakmak çakmak bakan gözleri anlayışsızlıklarla soldu. Edindiği bir köşede kibrit satmaya koyuldu bir süre sonra. Sabahları erkenden işine giden insanlara ateş pazarlıyordu. Acıyan birkaç kişinin bıraktığı parayla kahvaltı ediyor arttırdıklarıyla da akşam için bir şeyler alıyordu. Sabah 9 10 dedikten sonrada gidip fabrikada yatıyordu. Gece işten çıkanlarla sabah işe gidenlerdi müşterileri. Gecenin kalan saatlerindeyse Şehri geziyordu. Sabah namazına yakın camilere uğruyordu bir de: Ezanda bir camiye namaz çıkışı başka camiye. Birkaç kere camiye girmeyi denediyse de imamdan köteği yiyince bu fikrinden vazgeçti. Annesi geldi aklına. Uyurken saçlarını okşayan o kadın. Sesi çınladı hatıralarında. “Kızım niye yemiyorsun?” demişti ona. O sabah hiç tadı yoktu zaten. “Aç değilim anne” diyebilmişti sadece. Keşke dedi içinden daha çok şey söyleyebilseymişim, keşke. Evden ayrılıp okula gitmişti her gün olduğu gibi. Daha ortaokula geçmesine 1 yıl vardı. Ama o otobüse binerken ne o


-46__________________________________________________________________________________ günün okul hayatının son günü olduğunu, ne de annesiyle son konuşmasını yaptığını biliyordu. Bir taksi hızla yanından geçerken sıyrıldı düşüncelerinden. Okkalı bir küfür savurdu üstüne su sıçratan şoföre. Eskiden tek kelime küfür dahi bilmezdi. Bu sokaklar öğretmişti ona her şeyi. Annesi gibi şefkatli değildi belki ama bütün çıplaklığıyla gerçekleri öğrenmişti bu dünyada. “Anne” diyebildi usulca. Kaç zamandır söylememişti bu kelimeyi. Şaşırdı kendine. Diline yabancı gönlüne çok boş gelmişti ilk başta. Peşi sıra taşıdığı bir yığın hatıra olmasa dediğinin anlamını bile hatırlamayacaktı. Gözleri dolmasa kalbinin attığına inanamayacaktı. Ayakları onu bir harabenin önüne getirdi. Her tarafı kararmış müstakil bir binaydı bu. Çatının sağ tarafı çökmüştü. Bahçe demeye bin şahit otlarla dolu bir boşluk vardı önün de. Aylardır tıraş olmamış yüzü, gözleri karanlık, saçı başı dağınık bir derbedere benziyordu bina. Evet o yangın çıkana kadar evimdi burası dedi içinden. Şimdi ev kelimesi de benliğinde anne kadar boştu. Kirli ceketinin koluna sildi gözlerini. İçinde kabaran boşluk onu boğar hale gelmişti artık. Kimliğini, hayatını bıraktığı bu viraneyi tekrar görene kadar burada bırakmıştı. Şimdi bütün hatıralarıyla birlikte cebindeydi. Bu yükü omzuna almayalı çok zaman olmuştu. Geçmişini, ailesini düşünmeyeli aylar hatta yıllar geçmişti. Canını yakmaya kasteden bu düşünceler ne zaman aklına gelse bugün kaç kişiye nerde nasıl kibrit satsam diye düşünmeye başlayıp hatıraları beyninden uzaklaştırırdı. Eğer bu yükün altına girip saatlerce günlerce ağlayacak olsa bütün gün hiçbir şey yapamaz ve gece aç kalırdı. Ama şimdi

Kardelen kardelendergisi.com

fikrin değerini bilenlere... ÜÇ AYDA BİR ÇIKAR

Ekim / Aralık 2010 YIL:

19 SAYI: 66

Fiyatı: 3,00 TL Yıllık abone bedeli:(Posta bedeli dahil) 14,00-TL Yurt dışı 15 EURO Posta çeki: Ali ERDAL 1215004 Banka hesap numarası: ZB. Bilecik Şb: 0118 38793261 5001

kurtulamıyordu bundan. Koşar adım uzaklaştı binadan. Bütün geçmişinden uzaklaşmaya çalışır gibi. Gözyaşları yanaklarından süzülürken koşmaya başladı. Koşarak kaçtı kendinden. Bu yük küçük kalbine ağır geliyordu. Her adımı kalbini daha da sızlatıyordu. Yaş dolu gözleri eski sokağını ve yıkık dökük binaları seçemiyordu artık. Hıçkırıklar boğazında düğümlenirken o hala koşuyordu. Yolun sonuna geldiğinde yavaşlamadı. Arkasına bakmadan köşeyi hızla döndü... Evini ve annesini alan alevler 3 yıl sonra çıkagelmişti gene. Bu sefer Ali abisini almış ikinci ve son yuvasını da harap etmişti. “Neden!” diye haykırdı “Neden!”. Bu bağırışları duyan insanlar şaşkın gözlerle ona bakıyordu. Ama Onun gözleri mutlu günleri görüyordu sadece. Annesiyle geçirdiği günleri… Hayatını alevler saran Kibritçi Kızdı o. Kimse bilmedi onun hikâyesini. Ne o gün balkonda oturan eski komşuları tanıyabildi onu Ne de eskiden Annesiyle gelip çikolata aldığı caddedeki o bakkal. Zaten onu tanımayanlardan başka da kimsesi kalmamıştı. Ve hikâyesini de kimseye anlatmadı küçük kız. Ne hayal meyal tanıdığı bakkala anlatabildi ona iri ve şaşırmış gözlerle bakarken nede başına toplanan insanlara anlatabildi ben o yangından kurtulan küçük kızım diye. Kimse bilmedi onun hikâyesini; ambulansta saçlarını okşayıp gözleri dolan doktor da bilmedi, o köşeden çıktığında ona çarpıp kaçan şoför de bilmedi.

Temsilcilik sorumluları: Bursa: Feyza BAKAN Köprübaşı ve Sürmene (Trabzon): Mehmet BALCI Gemlik: Turgay ERTEM Kütahya: Ekrem YILMAZ

KAPAKLAR Fikir: Kardelen (istişare) Grafik: Emre KAYMAZ DİZGİ: Kalemli Ltd. Şti. BİLECİK BASKI:Sakarya Gazetecilik Matbaacılık BİLECİK

* İRTİBAT: Gazipaşa Mh Gülistan Sk Çakıcı Ap No:2/2 - BİLECİK Büro: 02282125588 Faks: 02282128710 0 505 212 75 88 0 505 212 75 83

*

*

Sahibi ve Yazı İşleri Md. Kalemli Ltd Şti. Adına: Ali ERDAL Editör: Av. Kadir BAYRAK Site Editörü: Yavuz SERT

Başta gelecek sayı konusu ve yazı gönderme tarihi olmak üzere dergimizle ilgili bilgiler, sitemizden de takip edilebilir: Neşri istenen eserler, Word dosyası olarak gönderilmeli: kardelen@kardelendergisi.com Eserlerin iadesi beklenmemeli. Yazıların sorumluluğu, yazarlarına aittir. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.

*


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.