Hariciye / Haziran-Temmuz 2014

Page 1

HARİCİYE

ODTÜ DIŞ POLİTİKA VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER TOPLULUĞU AYLIK DÜŞÜNCE DERGİSİ ᎐ HAZİRAN - TEMMUZ 2014



HARİCİYE AYLIK DÜŞÜNCE DERGİSİ

D PU İ T YÖ N ETİ M KU RU LU BAŞ KAN I H A L İ L İ B RA H İ M Ç E L İ K D PU İ T AD I N A İ MTİ YAZ SAH İ Bİ ÖZG E BOZTAŞ S O RU M LU YAZI İ Ş LERİ M Ü D Ü RÜ VE ED İ TÖ R M ERVE G ÖZD E OTLU YARD I M CI ED İ TÖ R Ö ZG E Ö K TE M İ N C İ S E RP İ L K U T S A R G Ö RS EL TASARI M A . C E M Ç A KI R KO N U K YAZAR E Z G İ G E Y İ K Lİ U M U T ATAS EVER S ELİ M PO LAT YAZARLAR A D N A N C A N Ç A KI R AYKU T AYD EN İ Z B A D E S A RA N C A N S U Ç E Lİ K E R ÇAĞ LA G Ü LD EREN E S İ N Ö Z A RS L A N ES M A YÜ CEL FU LYA FELİ Cİ TY TÜ RKM EN G Ü LB İ Z S E M İ Z İ D İ L ÖZ D EM İ R M EH TAP TU Ğ BA KAYN AK M EN EKŞ E S EN A ALPAS LAN M ERİ Ç YAŞAR Y U N U S E M RE A RD I Ç İ L ET İ Ş İ M O RTA D O Ğ U TEKN İ K Ü N İ VERS İ TES İ İ KTİ SADİ VE İ DARİ Bİ Lİ M LER FAKÜ LTES İ U LU SLARARASI İ Lİ ŞKİ LER TOPLU LU K ODASI 0 6 5 3 1 A N K A RA / T Ü RK İ Y E T E L: ( 3 1 2 ) 2 1 0 3 0 5 6 www. h a ri ci yed ergi si . com www. h a ri ci yed ergi si . bl ogspot. com h a ri ci yed ergi si @ gm a i l . com BA S KI ALLAM E TAN I TI M VE M ATBAACI LI K AJ AN S : U Ğ U R M U MCU CAD. KI ZKU LES İ S O K. 32 /4 G AZİ O SM AN PAŞA/AN KARA T E L: ( 3 1 2 ) 4 1 7 5 8 5 9 bi l gi @ a l l a m e. org S Ü RE L İ , Y E RE L , Ü C RE T S İ Z YI L 3 , AY 7 , SAYI 1 0


2


Ka m pta ka l a n ka d ı n l a rı n psi kol oj i k d u ru m l a rı n a sı l d ı ? G el eceğe ü m i tl e ba ka bi l i yorl a r m ı yd ı yoksa u m u tsu zl u k ve ka ra m sa rl ı k m ı gözl em l ed i n i z? Kamplarda kadınlarla başta çok fazla iletişim kuramamıştık çünkü ailelerin yapısı gereği kadınlar geri planda durmayı tercih ediyorlardı. Röportaj yapılacaksa erkeklerle görüşülmesini tercih ediyorlardı. Kampları gezerken, eğitim seviyelerindeki farklılıkların da bu durum üzerinde etkili olduğunu gözlemledik. Üniversite eğitimi almış, topluma belli ölçüde katılım sağlamış kadınların konuşmaya biraz daha istekli olduklarını söyleyebilirim.

S u ri yel i m ü l teci l eri n ka l d ı ğı ka m pl a ra gi tti ği n i zd e, d i kka ti n i zi çeken şey n e ol d u ? Her gün haber bültenlerinden Suriyeli mültecilerin sayıları hakkında verilen rakamları takip ediyorduk. Ancak, USAK’ın bünyesindeki Sosyal Araştırmalar Merkezi olarak şu soruların cevaplarını aradık: “Bu insanlar sadece rakamlardan ibaret değiller. Ne düşünüyorlar? Savaşın gidişatıyla ilgili fikirleri neler? Geri dönmek istiyorlar mı?” Onlarla görüşmek ve fikirlerini almak istedik. Sahaya iki kez gittik. İlk gittiğimizde dört gün kaldık. Şanlıurfa ve Gaziantep’teki neredeyse bütün kampları ziyaret etme imkânı bulduk. İlk gidişimizde ortam şöyleydi: Mültecilerin genel olarak desteklediği muhalif kanat biraz daha güçlüydü ve kazanacaklarına dair ümitleri vardı. Kiminle konuşsak “Çok az kaldı, gideceğiz. Türkiye’ye teşekkür ederiz” diyordu. İlk araştırmanın ikinci ayağını gerçekleştirmek amacıyla iki hafta sonra kamplara tekrar gittiğimizde gördük ki manzara tamamen değişmiş. Esad’ın güç kazandığı ve morallerin bozuk olduğu bir dönemdi. Burada kurulan kamplar, bizim için Suriye’nin bir aynası gibi. Suriye’d e olan biten her şey kamplara da yansıyor. Suriye’d e moraller bozulduğunda, mülteci kamplarında da moraller bozuluyor.

Şöyle bir gerçek de var: Kadınlar ve çocuklar çok daha travmatik. Özellikle ikinci gidişimizde, bu durumu çok rahat gözlemleyebildik. Kamplara gittiğimiz iki dönem arasındaki siyasal gelişmeler, içerideki çatışmanın seyri her şeyi etkilemişti. Savaşa gidip gitmeme konusunda kararsızlık yaşayan bir sürü erkek vardı. Burada belki not etmek gerek; Türk halkının da şöyle bir tepkisi vardı: “Bu erkekler neden savaşmıyorlar? Genç, güçlü bir sürü erkek var, neden kamplardalar?” Elbette ben bunları “tırnak içinde” söylüyorum, fikren katıldığım görüşler ya da sorular değil. Şimdi süreç ilerledikçe kadınların çocuklarla birlikte çok daha zor bir durumda olduklarını görüyoruz. Eğitimleri, sağlıkları, hijyen ihtiyaçları… Her şeyleri erkeklere göre çok daha problem yaratabilecek bir durumda, doğaları gereği. Dolayısıyla şu an savaşın ikincil ve en fazla mağdur olanları, kadınlar ve çocuklar. Ra pord a psi kol oj i k d esteği n yetersi z ol d u ğu bel i rti l m i şti . S u ri yel i sı ğı n m a cı l a ra d a h a fa zl a psi kol oj i k d estek sa ğl a m a k i çi n n el er ya pı l a bi l i r? Psikolojik desteğin neden yetersiz olduğu tespitini biraz açmak gerek. Niye yetersiz? Kamplarda her türlü imkân var. Bunu, üzerine basa basa söyledik. Ama karşıdan gelen insanlar ilk dönemlerde çok travmatiklerdi. Bizim hayal bile edemeyeceğimiz şeyler yaşamışlardı. Kimisinin evi yıkılmış, kimisi yol boyunca tek başına gelmek zorunda kalmış, kimisi

3


gözlemlediğim şudur: “Hayır, rakamları o kadar da abartmayın. Bu konuyu magazinleştiriyorsunuz,” şeklinde açıklamalar yapılıyor. Ama elimizde rakam yok. Hem bunu söyleyen insanların elinde rakam yok dolayısıyla iddialar çok spekülatif kalıyor; hem de savunmayı yapan insanların elinde rakam yok. Örneğin “Hayır, abarttığınız gibi değil. Biz sadece 100 kadın tespit ettik” şeklinde verilere dayanan bir açıklama yapılsa, belki insanlar tatmin olacaklar. Ancak, işin bir başka boyutu daha var. Mağdur olmuş insanları birey olarak ele almak yerine, “100 ise durum çok da kötü değil; 200’ü aşarsa düşünürüz” gibi bir toplumsal algı da var. Sürekli, bu insanları kitlesel büyüklüklerine göre değerlendirme eğilimi, hatası var. O da yanlışlarımızın en büyüklerinden biri.

4

Suriye’d e tecavüze uğramış ve sınırı o halde geçmek zorunda kalmıştı. Durumları bu kadar travmatik iken, onlara psikolojik destek sağlamak o kadar kolay olmuyor. Orada görüştüğümüz bir psikologun bize anlattığı şuydu: “Benim bu insanlara terapi yapabilmem için onlarla aynı dili konuşmam gerekir, ama arada dil sorunu var. Tercümanla tedavi yapmak mümkün değil.” Dil sorunu birinci problemdi. İkincisi, bu kadar travmatik olsalar bile acılarını içlerine atmayı tercih ediyorlar. Belki de bu durum, Ortadoğu halklarının genel psikolojisi. Mesala bir kadın cinsel tacize maruz kalmışsa, psikoloğa anlatmak istemiyor ve içinde tutmayı yeğliyor. Hakikaten psikolojik destek anlamında Türkiye ne kadar imkân sağlasa da önümüzde dil gibi, kültür gibi kocaman bariyerler var ve bunu aşmak hiç kolay olmayacak. Dolayısıyla problemin hâlâ devam ettiğini söyleyebiliriz. Ka ç ta n e ka d ı n ı n ci n sel i sti m a ra u ğra d ı ğı n a d a i r el i m i zd e gü ven i l i r bi r veri yok, d eği l m i ? Evet, maalesef yok. “Bu konular çok dillendirilmemeli” gibi bir algı var ve bu algının resmî kanatta da olduğunu düşünüyorum. Ne zaman “Suriyeli kadınlar kamplarda tacize uğruyor” ya da “kadın ticareti var” gibi mevzular açılsa, bütün toplantılarda

2 0 1 1 ’d en 2 0 1 4’e ka d a r geçen sü red e Tü rki ye kri z i l e n e ka d a r ba ş ed ebi l d i ? 2 0 1 1 ’d en gü n ü m ü ze topl u m u n m ü l teci kri zi n e gösterd i ği i l gi n i n gi tgi d e a za l d ı ğı n ı d ü şü n ü yoru m , özel l i kl e böl ge d ı şı n d a ki i l l erd e. S i zi n görü şl eri n i zi a l a bi l i r m i yi z? Önce, devlet olarak mülteci krizinde ne kadar başarılı olabildik? Başlarda, özellikle 2012 ortalarına kadar gerçekten başarılı bir durum vardı. Kayıt dışı mülteciler, sınırdan kaçak geçerek, sınır illerine dağılmıştı; ama henüz bütün ülkede görünür değillerdi. Üstelik mültecilerin sayısı da bugünkü boyutlarda değildi. Ama bugün bütün ülkeye yayılmış durumdalar; BM 1 milyon rakamından bahsediyor. Bu insanlar kamp dışındalar ve korunma, beslenme, sağlık, eğitim gibi temel ihtiyaçlarının karşılanması gerek. Ankara’d a da görüyoruz artık, her köşe başında. Suriyeli mülteciler fark edilir gruplar hâlinde dileniyor, çocukları da onlarla birlikte dileniyor elbette. Peki , d i l en en S u ri yel i l eri n ka l a ca kl a rı bi r yerl eri va r m ı yoksa soka kl a rd a m ı ya şı yorl a r? Sokakta kalmıyorlar. Ankara’nın ya da İstanbul’un çöküntü semtleri olarak tabir ettiğimiz yaşam alanlarında kendilerine “ev” kiralıyorlar. Kaldıkları yerlere ev demek çok zor. 10-20 kişilik ailelerin yaşamasına uygun olmayan yerlerde yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Hallerinden ve tavırlarından hiç iyi durumda olmadıkları belli oluyor. Mülteci krizini çok iyi anlayamadık bence. Hani Almanya için sürekli kullanılan bir örnek vardır: “Biz işçi istemiştik, ama insanlar geldi” diye bir söz. Biz de benzer şekilde Suriyelileri sürekli “misafir” olarak tanımladık. Sonra misafirlik çok hafif kaldı tanımlamak için; geçici koruma altındalar dedik.


Aslında bu insanların sınırdan kaçak geçerek şehirlere yayılmaları ve bir şekilde hayata tutunmaları, bir taraftan olumlu bir şeydi çünkü travmatiklerdi ve kendi hayatlarını tekrardan inşa etmeye çalışıyorlardı. Ama bir taraftan da bu devlet için endişe edilebilecek bir duruma dönüştü. Suriyelilerin bir devlet politikası olmaksızın kendiliğinden Türk toplumuna entegre olduğu bir durum çıktı ortaya. Entegrasyon hem olumludur, hem de bir süre sonra entegre olanların talep ve ihtiyaçlarının karşılanmasını gerektirir. Çünkü belli maddi ihtiyaçlarını kendileri karşılayabildikleri, hayatlarını kendileri kurmaya devam ettiklerinde “Siz de bizi toplumun bir parçası olarak kabul edin” talebi muhakkak dillendirilecektir. Şahsen, bu insanlara bir cevap verme noktasına geldiğimizi düşünüyorum. Kamplarda kalan 200.000, şu zamana kadar kampa girip çıkmış 500.000 kadar insandan bahsediliyor. Bu insanlara çok iyi imkânlar sağlandı. Fakat üçüncü yılını geçmiş, dördüncü yılına girmekte olan bir kriz için; “Sağlık giderlerini karşılayalım, bu insanlara meslek kursları düzenleyelim” gibi tedbirler çok palyatif olmaya başladı. Bu insanların hayatlarını sonsuza kadar kamplarda devam ettirmesi mümkün değil. Bu kadar entegre olmuş 800.000 gibi bir rakam varken, mülteci krizini tam olarak anlayabildiğimizi düşünmüyorum. Maalesef bunu söyleyemeyeceğim. S i zce ya şa n a n l a ra topl u m ol a ra k d u ya rsı zl a şm a ya m ı ba şl a d ı k? Topl u m d a S u ri yel i m ü l teci l ere yön el i k fa rkı n d a l ı k h a ngi boyu tl a rd a ? Suriyeliler Ankara, İstanbul, İzmir gibi yerlere yayıldıkça farkındalığın artmaya başladığını düşünüyordum, en azından iki ay, üç ay öncesine kadar. Onu şöyle açıklayayım: Güneydoğu’nun sınır illerinin dışında kalan yerlerde, Suriyeli mülteciler krizi sadece haberlerde geçen rakamlardan ibaretti; elbette haberlerden takip ediliyorsa… Oraya gittiğimizde, gözlemlediğimiz şuydu: Krize cevap vermek anlamında yerelde çok ciddi bir çaba var. Kilis halkı gerçekten seferber olmuştu. Antep’e gidiyorsunuz, yine aynı şekilde. Kilis’te Ortak Akıl Platformu kurulmuş. İnsanlar yerelden sivil olarak imkânları neye yeterse ihtiyaca cevap vermeye çalışıyorlar. Sorun o boyuttayken yerelden hallediliyordu. Bu durum da merkezde, Ankara’d a, İstanbul’d a şöyle bir algı yaratıyordu:

Ama ne zaman Türkiye’nin her

tarafına yayılmaya başladılar, ne zaman görünür olmaya başladılar bu kez yabancıyı öteleyici bir önyargı oluşmaya başladı. “Mülteci” ya da “geçici koruma altındaki kişi” denilince, kamplara kapatılmış, oradan çıkmaması gereken kişilermiş gibi yanlış bir algı oluşuyor. Hep böyle bir şey bekliyorduk.” Onların toplumdan izole edilmesi etik değil. Asla bunu savunmuyorum. Kamplara geri alınmaları ise şu aşamada bence hem mümkün değil hem de etik değil. İstanbul’d a otogar civarında kamp Suriyelilerin haberi çok vahimdi. Roman kökenli vatandaşların da zaman zaman otogar kenarında çadır kurduklarına ve onlardan kimsenin de rahatsız olmadığına şahidim.

Suriyeli mültecilerin, istekleri doğrultusunda İstanbul dışındaki bölge illerine gönderildiği söyleniyor. Yani, bölge illeri Suriyelilere sahip çıkmalı algısı devam ediyor. Sorunun çok fazla yerelleştirildiğini düşünüyorum. Üstelik, açıklamasında dikkatimi çeken bir cümle de “olası salgın hastalıkların önüne geçildiği”. Yabancıyı, mülteciyi salgın hastalıkların kaynağı görmek maalesef çok enteresan bir zihniyetin tezahürü. Bu algı gerçekten çok tehlikeli. Türkiye artık bir göç ülkesine dönüşüyor; dünyanın her yanından göç alıyoruz. Üçüncü ülkeye yerleştirilmek üzere gelmiş, Türkiye’d e UNHCR’a kaydını yaptırarak bekleyen ve bir türlü sonuçlanmayan süreç yüzünden bütün umudunu Türkiye’ye bağlamış binlerce insan daha var. Bu kadar insanın varlığına rağmen nefret söylemiyle, dışlamacılıkla ne kadar yol alabileceğimiz sorusu çok temel bir sorudur. Suriyeli mülteciler olayı da bunun için bir turnusol kâğıdı oldu. Maalesef toplum olarak rengimiz giderek maviden kırmızıya dönüyor. Bu hiç iyi değil. Kriz yerelleştirilmeye çalışılıyor. İnsanlar zihinlerinde bu kalabalık gerçeklikten kurtulmaya çalışıyorlar. Sorunu Güneydoğu bölgesine doğru ötelemeye çalışıyorlar. “İzmir’e gelmesinler”, “Konya’ya gelmesinler”, “Denizli’d e görmek istemiyoruz”,

5


“Antalya’d a ne işleri var”, “İşlerimizi elimizden aldılar” gibi bir sürü tepki var. Bu kadar ani bir mülteci akını, toplumu psikolojik olarak temellerinden sarsıyor ve sarsmaya da devam edecek. Seçim öncesinde gördük. Vatandaş yapılacaklarına dair iddialar vardı. Suriyeli mültecileri obje yaparak siyasi tartışmalarımızı bile onlar üzerinden yürütmeye başladık. Bu çok tehlikeli bir nokta.

6

Ba şl a rd a S u ri yel i m ü l teci l eri n d i l en m esi d i kka ti m i zi çeki yord u , şu a n i se bu d u ru m a a l ı ştı k. Fa rkı n d a l ı ğı m ı z gi tgi d e a za l m a ya ba şl a d ı ve d i l en en l eri görm ü yoru z a rtı k. Yokm u şl a r gi bi d a vra n ı yoru z… Maalesef. Şunu paylaşmama izin verin: İki ay kadar önce Ürdün’d e bir toplantıya gittik. Orada gözlemlediğim şey şuydu: Daha önce Ürdün’e çok sayıda Filistinli sığınmış. Çok ciddi bir göçmen nüfus var ülkede. Ürdün’ün kendi saf nüfusu olan Haşimiler’d en çok daha fazla Filistinli var. Ürdün’d eki Suriyelilerin sayısının ise 1 milyona yaklaştığı söyleniyor. Toplumun kılcallarına kadar yayıldıkları, ev tuttukları, entegre olmaya başladıkları biliniyor. Ve özelde Ürdün’d e, genelde ise Arap dünyasında şöyle bir korku var: “Biz zaten Filistinli mülteciler sorununu halledememiştik. Çözümsüz bir kriz; çıkış yok. Bir de üstüne Suriye krizi eklendi. İçerdeki savaş bitecek gibi değil. İnsanlar yayılmaya devam edecekler. Bizim ekonomik sıkıntılarımızdan kaynak kısıtına kadar pek çok sorunumuz var. Nüfusumuz giderek artıyor.” Orada

Dolayısıyla Suriyeli mültecilerin tıpkı Filistinliler gibi -buna ‘Filistinlileşme’ de denebilir- ikinci sınıf toplum olmaya doğru gittiklerini söylemek mümkün. Bu süreci geriye döndürmek için köklü bir politik ve ekonomik çözüm gerekiyor. Ama ufukta çözüm maalesef görünmüyor. S u ri yel i l eri n topl u m a en tegra syon sü reci n a sı l sa ğl a n a bi l i r? Tü rkçe öğreti l m esi , eği ti m ve ça l ı şm a i zn i h a l l ed i l m esi gereken ön cel i kl i soru n l a r a ra sı n d a yer a l ı yor. S i zce Tü rki ye n a sı l bi r yol i zl em el i d i r? Eğitim sorunu, gerçekten çok zor ve başlı başına çözüm gerektiren çok temel bir soru. M EB’ i n bu kon u yl a i l gi l i özel bi r ça l ı şm a sı va r m ı ? Milli Eğitim Bakanlığı bu konuda çaba gösteriyor. Fakat MEB’in şu an resmî faaliyet kapsamı dışında kalıyor Suriyeliler, çünkü ‘milli eğitim’ adı üzerinde Türk vatandaşlarının eğitimiyle ilgilenmesi gereken bir kurum. Ulusal değil, küresel bir sorumluluk bu. Kayıtdışılık çok büyük bir problem. Kamp içinde çocukların kreşten liseye kadar bütün eğitimleri sağlanabiliyor. Ama kamp dışına çıktığınız zaman bu insanların kayıtları yok. “Kaç tane çocuk var? Özellikleri nelerdir? Bu çocukların ihtiyaçları nelerdir?” gibi soruların cevaplarını verebilmek gerçekten çok zor; elimizde kocaman bir veri boşluğu var. Bunu bir şekilde doldurmak gerekiyor. Bölgede Suriyelilerin kendi açtıkları-işlettikleri okullar var. Şu an sayıları sanırım 54. Bu okullarda Suriye müfredatı uygulanıyor. Sadece Esad ailesini ve onların otoriter rejimini öven kısımlar çıkarılmış. Ama BM’nin verdiği bilgilere göre Türkiye’d eki kayıt dışı mültecilerin sadece %10’u eğitime erişebiliyor. Eğitim hakkının, temel insan haklarından birisi olduğu unutulmamalı. Türkiye’nin sadece MEB vasıtasıyla bu yükün altına girmesindense uluslararası anlamda bir iş birliğiyle bu çocukların eğitimlerinin sağlanması gerekiyor. Dolayısıyla bu sorumluluğun uluslararası camia tarafından hissedilmesi önemli. Bu soru n l a rı n Tü rki ye’d e geri pl a n d a ka l d ı ğı n ı d ü şü n ü yoru m . Ö n ce 1 7 Ara l ı k opera syon u , son ra sı n d a yerel seçi m l er ve şi m d i gü n d em d e cu m h u rba şka n l ı ğı seçi m l eri va r. Bu soru n ötel en m i ş gi bi gözü kü yor. Am a bu kesi n l i kl e ötel en ecek bi r soru n d eği l ve bi r a n ön ce çözü m a ra yı şl a rı n a ba şl a n m a sı gereki yor.


Türkiye çok fazla içine döndü bu süreçte belki de. Suriyeli mülteciler meselesine artık alıştık, üç yılı geçti. Toplumun kendi kendine yardımlarla götürebildiği bir mesele var. Türkiye 2,5 milyar dolar harcadı deniyor. “BM, Avrupa Birliği sınıfta kaldı”, gibi birçok söylem var. Bir siyasi enstrüman olarak “Suriyeli mülteciler için yapılabilecek olan her şeyi yaptık” argümanı gayet geçerli bir argüman gibi görünüyor. Dolayısıyla artık bu sorunun üzerine o kadar da gitmemek ya da gündemden düşmesi normal görülebilir. AFAD’ın, Kızılay’ın, diğer kuruluşların destek ve yardımları devam ediyor. Bunları asla hasıraltı etmemek lazım. Gerçekten canla başla çalışıyorlar, çok mühim bir boşluğu olağanüstü çabalarla doldurdular, doldurmaya devam ediyorlar. Ama konunun toplumun gündeminden yavaş yavaş düşmesi, en çok da siyasetin gündeminden düşüyor olması üzücü. En son dikkatinizi çekti mi bilmiyorum. Son 16 gündür UNHCR’ın Ankara bürosunun önünde, Afgan mülteciler eylem yapıyorlar. Haber bültenlerine bile çıkmadılar. 16 gündür gece gündüz orada yatıyorlar. Dün akşamki yağmurda o insanlar ne yaptılar bilmiyorum. 300’ü aşkın insan orada ve Türkiye’nin 52 farklı ilinden gelmişler. Bu insani krizleri artık o kadar kanıksamışız ki örneğin görece daha yeni olduğu için Suriye krizi bize Afgan mültecilerin içinde bulunduğu sorunları unutturuyor. O yüzden biraz daha sivil inisiyatiflerin güç kazanması gereken bir dönemden geçiyoruz bence. Keşke Tü rki ye’d e si vi l topl u m u n gü cü d a h a fa zl a a rta bi l se. Keşke. Devlet gerçekten her şeye yetişemez; kılcallara ulaşması zordur. O zaman toplum olarak bir şey yapmalıyız. Bu krizler de belki yerli sivil toplum faaliyetlerinin gelişmesi için bir “fırsat” olabilir. Değerlendirmek lazım. Bu kadar insan gelmişken, Türkiye’nin profesyonellik adına da bir şeyler kazandığını ve kazanmaya devam etmesi gerektiğini düşünüyorum. G eri ye d ön m ek i sti yoru m . S i zi n d e ba h setti ği n i z gi bi 2 8 N i sa n ’d a Ba yra m pa şa’d a ya şa n a n l a r çok a cı veri ci . N e ya zı k ki Tü rki ye’n i n d i n a m i k gü n d em i i çi n d e bi r sü re son ra u n u tu l a ca k. Da h a kötü ol a n i se ya sa l a rı m ı zd a n efret su çu som u tl a ştı rı l m a d ı kça , bu n a ben zer ol a yl a r d eva m ed ecek. İ şte ta m bu n okta d a si vi l topl u m u n gü ç ka za n m a sı n a i h ti ya ç d u yu yoru z. O olayda benim en çok dikkatimi çeken “Salgın hastalıkların önüne geçtik” açıklamasıydı. Böyle bir açıklamanın resmi kanallardan yapılıyor olması çok

vahim ve bence gelecek adına ürkütücü. Evet, belki bir süre sonra hatırlamayacağız. Türkiye’nin ekonomik imkânları arttıkça, Avrupa’ya geçmekte başarısız olanlar Türkiye’d e kalmayı düşünüyorlar. Bu konuyla ilgili bir sürü çalışma yayınlandı. Bu kadar çeşitliliğin olduğu bir ülkede, göçmen karşıtlılığının ve mültecilere karşı kötü davranışın artık tepki çekmeye başladığı bir ülkede, artık insanların seslerini duyurmaya başladığı bir noktaya geldik. Gene Afgan mültecileri örneğini vereceğim. O gün inatla şunu diyorlardı: “Biz buraya barışçıl bir eylem yapmaya geldik. Sesimizi yükseltmeyeceğiz. Bir taşkınlık yapmayacağız. Etrafta yaşayan insanlar var, onları rahatsız etmek istemiyoruz.” Çocukları oynarken gürültü yaptığında, çocuklarını uyarıyorlardı. Zor şartlar altında hayatlarını sürdürmeye devam etmelerine ve haksızlığa uğramalarına rağmen, medeni tepki gösterme refleksini asla kaybetmemişlerdi. Bu çeşitlilik içinde medeni ve demokratik bir tepki gösterme güdüsü kazanmak çok önemli bir şey. Aslında Türkiye’nin şunu söylemesi gerekir: “Tamam, bir krizin içindeyiz. Bu krizin birçok boyutu var, ama bir taraftan da kazandıklarımız var. Belki de onlardan öğreneceklerimiz var.” U SAK’ı n M a yı s 2 0 1 3 ’te h a zı rl a d ı ğı ra pord a An ka ra’d a n ka yn a kl ı koord i n a syon su zl u k probl em l eri ol d u ğu bel i rti l m i ş. Bu kon u yu bi ra z d a h a a ça r m ı sı n ı z? Orada kastettiğimiz şuydu: “Meselenin yerelleştirilmesi”. “Problem yerelde hallediliyor, dolayısıyla Ankara’nın ve İstanbul’un çok endişelenmesine gerek yok” algısı var. Yerelde o sorunu birebir müşahede eden insanların gelip Ankara’d a anlattığı zaman, sahayı hiç görmemiş kişiler problemlerin birileri tarafından abartıldığını düşünebilirler. “100.000 mülteci psikolojik eşik” derken artık sayının 1,4 milyona ulaşması bekleniyor. Ve sanırım pek kimse umursamıyor bunu. Başka herhangi bir ülkede 1 milyon mülteci demek, ciddi bir kriz havası demektir. Uluslararası ve yerel sivil toplum kuruluşlarının sahada iş yapmaya çalıştıklarını görüyoruz. “Hep birlikte o taşın altına elimizi koyalım” şeklinde değil de ayrı ayrı çabalar var. Bu da zaman ve kaynak israfına neden oluyor. İşte koordinasyonsuzluk dediğimiz şey tam olarak bu. Ve bunu Ankara’d an başka bir yerden halletmenin çok mümkün olmadığını düşünüyorduk yakın zamana kadar. Ama son

7


gözlemlerimiz şu şekilde: Artık Türkiye’d e, yerel yönetimler eliyle, sivil toplum kuruluşları ve kent sakinlerinin kendi kurdukları ortak akıl platformları aracılığıyla sorunlar daha kolay ve temelden halledilebilir. Belki bir model çıkarılabilir: “Şimdiye kadar yerel yönetimler eliyle Suriyeli mülteciler meselesinde ne kadar mesafe kat edildi? Hangi yöntemler izlendi?” Yerelin çok daha belirleyici bir noktaya geldiğini düşünüyoruz. Ayrıca yerelde Suriyeli mültecilerle birebir iletişim var.

8

Çeşi tl i ku ru m l a rı n ya yı n l a d ı kl a rı ra porl a rd a , veri l er a ra sı n d a ki fa rkl ı l ı kl a r d i kka t çeki yor. H a ngi si d oğru ya d a h a ngi si ya n l ı ş bi l i n em i yor. Bi l gi ki rl i l i ği n i ön l em ek i çi n n a sı l bi r m eka n i zm a ol u ştu ru l a bi l i r? Bü tü n si vi l topl u m ku ru l u şl a rı n ı n bi r a ra ya gel d i ği , d a h a çok m ü l teci yl e görü şm e ya pı l a bi l d i ği bi r orta m ol u ştu ru l a m a z m ı ? AFAD’ın raporu ve düzenli yayınladığı veriler bence çok daha sağlıklı, çünkü daha büyük bir örneklem seçme şansları var. Krizin yöneteni konumundalar. Dolayısıyla rakamlarının çok daha sağlıklı olması beklenir. Ortada rakamsal bir kirlilik var. Biz geçen senenin Mayıs ayında, kamp dışında en az 600.000 Suriyeli olduğunu tahmin ediyorduk. Sınırlardaki günlük geçişleri hesaplayarak bu rakamları söyledik. Devlet kanadından yapılan açıklamalara göre kamplarda ve kamp dışında yaşayan 400.000 Suriyeli vardı. Yine yakın bir dönemde çıkan Mazlum-Der’in raporuna göre sadece İstanbul’d a 100.000 Suriyeli vardı. Başka bir çalışmada ise aynı şehirde 200.000 kişiden söz ediliyordu. Bir karmaşa vardı. Öte yandan rakamsal netlik açısından Kilis’te önemli bir örnek çalışma var. Genç çalışanların eline anket formları vermiş. Mahalle muhtarlarının ve emniyetin gözetiminde kayıt dışı mültecilerin kaldıkları evleri gezmişlerdi. O dönemde kayıt dışı mültecilerin sayısı bu kadar fazla değildi. 1800 küsür Suriyeli aile tespit etmişlerdi ve mahalleleri tek tek tarayarak hane başına kaçar kişinin yaşadığını hesaplamışlardı. Eğitim düzeyleri, acil ihtiyaçları, hanedeki bebek sayısı, bebeklerin ihtiyaçları konusunda araştırmalar yapmışlardı. O kadar derinlemesine bir araştırmaydı ki söylenen rakamlara itimat edebiliyordunuz. Kilis’te şu kadar Suriyeli aile yaşıyor diyebiliyordunuz. Peki, İstanbul’d a durum nasıl? Maalesef güvenilir bilgiye ulaşmak çok zor. Ortada çok ciddi bir veri kirliliği, kocaman bir bilgi boşluğu var. Bu boşluğu nasıl

dolduracağız inanın ben de bilmiyorum. Kurumlar arasındaki iletişimsizlikler ve uyumsuzluk maalesef mültecilerin durumlarını olumsuz etkiliyor. Ka m pı n i çi n d eki ve d ı şı n d a ki m ü l teci l er a ra sı n d a ki fa rkl a rı n a sı l a n l a m a l ı yı z? Ya d a ça d ı rken tkon teyn erken t a yrı m ı n ı . Ka m pl a rı zi ya ret etm i ş bi ri si ol a ra k kon u ya i l i şki n i zl en i m l eri n i z n el er? Çadır-konteyner ayrımı çok enteresandır. Bir yerde konteynerkent açıldığını duyan mülteciler, ceplerindeki üç beş kuruş para ile araç tutuyorlar ve oraya gidiyorlardı. Çünkü uzun süre çadırkentte kalmak istemiyorlardı. İlk dönemlerde kampların her birinin kendine özgü kayıt sistemi olmasına rağmen ortak bir havuzu yoktu. Diyelim ki Nizip-1 Çadırkentinde kayıtlıyım. Oradan Harran’d aki konteynerkente gittiğimde kimse, “Sen Nizip-1’d e kayıtlısın. Buraya giremezsin” diyemiyordu, çünkü bunu bilemiyordunuz. “Konteyner kentin önünde arbede çıktı!” başlıkları haberlere çok yansıdı. Suriyeli mültecilerin, kamp yönetimine isyan ettikleri zannedildi. Böyle bir durum yok. İnsanlar aylarca çadırlarda kalmışlar, canlarına tak etmiş. Artık konteynerkente geçmek istiyorlar. Bu tür haberler “Hem yardım ediyoruz hem de küstahlık yapıyorlar” şeklinde yanlış bir algıyı tetikliyor maalesef. Mültecilerin içinde bulundukları psikolojiyi de anlamak gerekir. 1,5 yıla yakın bir süre çadırda yaşamak çok zor. Tentenin ucunu açtığınızda en az 4-5 tane çocuk çıkıyor, çok küçük yaştalar. O kadar geniş bir ailenin çadırda yaşaması çok zor. Dolayısıyla konteynerkente geçmek istemeleri, bunun için kendilerince mücadele etmeleri çok normal. Konteynerkent ile çadırkent arasında, sağlık, eğitim ve beslenme imkânları gibi konularda çok ciddi farklılıklar olmayabilir. Ancak kış gününde çadırda kalmakla konteyner kentte kalmak arasında çok ciddi fark var.

Kayıt olursanız AFAD’ın yardımlarından yararlanabiliyorsunuz. Dünya Gıda Fonu’nun gıda yardımlarından ve tabii TC devletinin sağladığı sağlık hizmetlerinden yararlanabiliyorsunuz. Dolayısıyla kayıt olmuş ve olmamış mülteciler arasında ciddi boyutlarda imkân uçurumu var. Öte


yandan mültecilerin hızına artık yetişemiyorsunuz. Sınırdan kaçak geçişler çok yaygın. Oysaki en başta sınırlarda kayıt yapılmalıydı. Sınır kapılarından girenlerin ayrıntılı bir kaydı alınmadığı için kriz çok büyüdü. İçeri kayıtsız giren ya da eksik bilgilerle kaydedilmiş bir sürü mülteci var. Dolayısıyla ihtiyaçların tespit edilmesi zor. Bu saatten sonra hepsinin kayıt altına alınması mümkün mü? Bu çok ciddi bir soru işareti. Umarım başarılabilir. Ba zı S u ri yel i l eri n va ta n d a şl ı k, pa ra ve i ş gi bi va a tl erl e Tü rki ye gel d i kl eri yön ü n d e i d d i a l a r va r. S i zce gerçekl i k pa yı n e ka d a r? Eğer bu i d d i a l a r gerçekse, bu i n sa n l a rı ki m l er, h a ngi a m a ç u ğru n a geti rm i ş ol a bi l i r? Böyle dedikodular var. Kimse dedikoduların kaynağını bilmiyor, ama şehirde dedikodular dolaşmaya devam ediyor. Mesala “Suriyeli mülteciler bir lokantaya gitmişler, fakat hesabı ödememişler. Erdoğan ödesin!” demişler. Bahsedilen lokantaya gidiyorsunuz, olayın orada yaşanmadığı söyleniyor. Ya da başka birisi, “Suriyeli mülteciler gelmeden önce kamplar hazırdı. Esad’ı zorda bırakmak için parayla kandırarak Suriyelileri Türkiye’ye getirdiler” diyor. Bu görüşlere asla katılmıyorum. Bir insanın para karşılığında yurdunu terk edip çadırkentte yaşamayı kabul etmesi bana anlamsız ve de imkânsız geliyor. Vatanı terk etmek çok zor bir şey. Aynı ülke içinde başka bir şehre taşınmaya benzemez. Bu dedikoduların dayanağı olmadığı ve belgesi sunulmadığı sürece, bu iddialara inanmamalıyız. En basit bir hesap ödeme hikâyesinin bile kaynağını bulamıyorsak, bu vahim iddiaların kaynağını nasıl bulacağız? Bunlar hem devletin hem de bireyin akli kapasitesi ve onurunu da hiçe sayan dedikodular. “Para vermişler ve ülkelerini terk etmişler.” Ya bunun delilini getirirsiniz ya da böyle bir iddia hiç ortaya atmazsınız. O yüzden çok temkinli yaklaşılması gerektiğini düşünüyorum. G eçti ği m i z yı l CH P G en el Ba şka n Ya rd ı m cı sı , S u ri yel i ka d ı n ve çocu k m ü l teci l er h a kkı n d a bi r soru ön ergesi verd i . D ı şi şl eri Ba ka n ı Ah m et Da vu toğl u i se şöyl e bi r a çı kl a m a ya ptı :“Ba rı n m a m erkezl eri n d e ka d ı n ti ca reti , fu h u ş, çocu k sa tı l m a sı ya d a orga n ti ca reti ya pı l d ı ğı yön ü n d eki i d d i a l a r a sı l sı zd ı r. ” Ba zı STK’ l a rı n S u ri yel i ka d ı n l a rl a ya ptı kl a rı görü şm el er i se bu n u n ta m tersi n i söyl ü yor. Tü rki ye d ı şı n d a ki ü l kel er i çi n d e bu i d d i a l a r söz kon u su . S i z n e d ü şü n ü yorsu n u z? “Türkiye’d e böyle olaylar yoktur” diyerek sorunu kestirip atamayız. “Yoktur” derken bile elinizde rakam

olması gerekir. “Bizim bu alanda şu ekiplerimizle şöyle çalışmalarımız oldu. Bölgeleri gezdiler ve şu kadar sayıda aile ile görüşme yapıldı. Böyle bir vakaya rastlanmadı” demekle basının önüne çıkıp sadece “yoktur” demek arasında ciddi fark vardır. Sayın Davutoğlu’nun açıklamasını detaylı incelemek gerek; nasıl bir açıklama olduğunu bilmeden yorum yapmam doğru olmaz. Ama genel olarak bu iddiaları reddeden bir refleks var bizlerde. Bu refleksin oluşmasını şuna bağlıyorum: “Suriyeli mülteciler Türkiye’ye geldiler. Şerefleri, namusları, canları bize emanet. Dolayısıyla böyle dedikodularla bizim çabamız kirletilmeye çalışılıyor” gibi bir algı olabilir. Doğal bir algıdır. Ürdün’d e, Lübnan’d a ise bu, artık bilinen, yaygın bir gerçeklik. Suudi Arabistan’d an Suriyeli genç kızlarla evlenmek için 60-70 yaşlarında zengin adamlar geliyorlar; bunu net biçimde biliyoruz. Lübnan’d a, Ürdün’d e bu insanlar bu şekilde sömürülürken “Türkiye’d e hiç olmuyor demek” çok akla yatmıyor maalesef. Ekonomik anlamda sıkıntı çeken pek çok mülteci var. Hatta en son Mehveş Evin yazısında şunlardan bahsetti: “Kiralarını ödeyemiyorlar. O zaman ev sahibinden şöyle bir tepki geliyor: ‘Paran yoksa kızını ver’ ” Genele teşkil etmek çok yanlış, ama yaşanılan vakaları da göz ardı edemeyiz. Kadın ticareti dar anlamda düşünülmemeli. Birisi aracı olup bu evlilikten para alıyorsa bu da kadın ticareti sayılır. Evliliğe mecbur kalan kadının metalaştırılması bu. Dolayısıyla kavramı bu kadar daraltıp “fuhuş yoktur, çocuk yaşta ya da ekonomik mecburiyetten kaynaklanan evlilikler vardır” denilemez. Hele ki Ürdün’d e, Lübnan’d a mültecilerin başına bunlar geliyorsa Türkiye’d e neden bu vakalar yaşanmıyor olsun? Bu konuyla ilgili bir yazı yazıyorum. Artık forumlar açılmış internette. Mesela Google’d a “Suriyelilerle” kelimesini yazıyorsunuz, “Suriyelilerle evlenme”, “Suriyeli kızlar” gibi öneriler çıkıyor karşınıza. Forumlarda bununla ilgili yazışmalar var: “Suriyeli kadınlar çok güzel oluyorlar. Beyaz tenliler. Erkeklere karşı çok saygılılar” gibi… Suriyeli kadını çok “ideal” bir eş olarak görüyorlar. Ama ideal eşten kasıtları şu: Kendilerine hizmet edecek varlıklar. “Ben 10.000 dolar verdim evlendim” diyenler; bir dizi fiziksel özellik sıralayıp yüksek “süt parası”/başlık ödeyeceğini söyleyenler… O kadar çok çirkin haber ve veri var ki! Bütün bunlara rağmen “Kadın ticareti yoktur” demek mümkün değil.

9


U SAK’ı n ra poru n d a ekon om i yi ca n l a n d ı ra ca ğı gerekçesi yl e, tem si l etti kl eri i l l erd e ve bu n l a ra ba ğl ı i l çel erd e h em d e i h ti ya ç ol m a d ı ğı h a l d e ka m p a çı l m a sı i çi n u ğra şa n m i l l etveki l l eri ol d u ğu bel i rti l m i şti . Bu kon u yu bi ra z d a h a a ça r m ı sı n ı z? M i l l etveki l i n i n ri ca sı ü zeri n e a çı l a n ka m pl a r va r m ı ? Bununla ilgili sağlam bir kaynağımız vardı ve yanlış hatırlamıyorsam bahsettikleri kamp Urfa’d aydı. Ekonomiyi canlandıracağı meselesi şuydu: Mesela her kampın gıda ve temizlik maddeleri gibi ihtiyaçları var. Bu malzemeler AFAD tarafından karşılandığı için ihale usulü ile tedarik ediliyorlar. Dolayısıyla 10.000 kişilik bir kampın kurulması demek 10.000 tane insanın yiyecek, temizlik ihtiyacının bölgedeki toptancılardan karşılanması demektir. Bunun için ihale açılması demektir. Bu da büyük meblağlarla esnafın satış yapabilmesi, kâr elde etmesi demek.

10

Düşünün ki bir ilçeye aniden 10.000 kişi geliyor ve onların tüm ihtiyaçlarını peşin parayla karşılayan devlet gibi güçlü bir kurum var. Dolayısıyla siz oranın bir vatandaşı olarak, mülteci kampının orada olmasını istersiniz. Belki mültecilerin şehre yayılmasını istemezseniz ama giderleri karşılandığı sürece çok büyük bir nüfusun orada bulunmasının bölgedeki ekonomiyi canlandıracağının farkındasınızdır. Biz oraya gittiğimizde resmî bir ağızdan bize şu söylendi: “İnanabiliyor musunuz? Böyle şeyler talep eden milletvekillerimiz oldu. Hiç yerelde yaşanan problemleri ya da nelere yol açabilecekleri düşünmüyorlar.” Ra pord a , “S u ri yel i l eri n ka m p yön eti m i i çi n bi r m u h ta r ve i ki a za d a n ol u şa n bi r eki p seçerek ka m p yön eti m i n d e yer a l d ı kl a rı ” bel i rti l m i ş. Bu eki p ka ra r

verm e m eka n i zm a sı n d a n e ka d a r etki l i ? Ka m p yön eti m i a çı sı n d a n h a ngi ka m pı d a h a ba şa rı l ı bu l u yorsu n u z? Bütün kamplar kendi içinde çok iyi organize olmuştu. Bizim gittiğimiz dönemde AFAD personelleri ikişer aylık dönemlerle görev yapıyorlardı. Yönetimdeki görevli isimler sürekli değişmesine rağmen orada sistem oturmuştu. Bizim gördüğümüz kamplardan en başarılı olanlarından birisi de Kilis’tir. Kampta muhtar seçimleri yapılmıştı. Kadın adaylar da çıkarılmaya çalışılmıştı. Ama o zaman şöyle bir varsayım vardı: “Savaş hemen bitecek. Bu insanlar gidecekler. Demokratik bir Suriye oluşacak. Dolayısıyla bir seçim tecrübesine sahip olmalılar.” Kaç tane haneye bakıyorsa muhtar, birebir gidip kamp yönetimiyle görüşüyordu. O insanların sorunlarını en küçük birimden alıp kamp yönetimine kadar getiriyordu. Kamp içinde sorunların hemen çözülmesi sağlanıyordu. Muhtarların ikişer tane azası vardı. Her şekilde yönetimle irtibatlarını sağlayabilecek sağlıklı bir kanalları vardı. Yanlarında muhakkak Türkçe ya da Arapça bilen tercümanlar vardı. Birbirlerinin dertlerini anlamaya, sorunu büyümeden çözmeye çok isteklilerdi. Hakikaten kamp yöneticilerinin gösterdikleri çabanın çok takdir edilmesi gerektiğini düşünüyorum. O krizle yıllardır baş ediyorlar. 3 yıldır gecesini gündüzüne katıp, evine gitmeyip orada yatan, 7/24 hem kamu görevini icra edip hem de Suriyeli mültecilerle ilgilenen bir sürü memurumuz var. Çok zor bir iş yapıyorlar. Diğer şehirlerin sıkıntıya girmemesinin tek sebebi de onların özverili çalışmalarıydı. Kayıt dışı meselesi bu kadar büyümeseydi, hala daha onları takdir etmeye devam edecektik. İnsanüstü gayretle çalışıyorlar.


Ukrayna’d a hükümet karşıtı protestolar nedeniyle Rus yanlısı eski Cumhurbaşkanı Yanukoviç’in ülkeden kaçmasının ardından, Kırım’ın Rusya’ya ilhakı uluslararası gündemde ciddi bir şekilde yer kaplamaya başladı. Bu nedenle, “Kırım Rusya için neden bu kadar önemli?” sorusunun uluslararası ilişkilerde cevap bulmasının son derecede kayda değer olduğu anlaşılmıştır. Bu soru ışığında yazım, Kırım’ın Rusya için tarihsel önemini ölçecek ve sonra günümüzün dünyasında Kırım yarımadasını ve özellikle Sivastopol’u stratejik olarak Rusya’nın nasıl değerlendireceğini ele alacaktır. Kı rı m ' ı n Ta ri h sel Ö n em i Kırım ve en güneyinde Karadeniz’in tam kalbinde yer alan Sivastopol, Rus donanması için jeo-stratejik önemi olan bir deniz üssüdür. Rusya’nın Karadeniz filosu, 1783’te Prens Potemkin tarafından yerleştirildiğinden beri Karadeniz’d en hiç 1 ayrılmamıştır. Tarih sahnesinde Türk ve Tatar kabilelerinin ve daha sonra Osmanlı’nın yönettiği yarımada, Rusya’nın 1783’teki ilhakıyla Rusya’nın Akdeniz ve Ortadoğu üzerindeki etkisini arttırma, yani sıcak denizlere inme politikası, amacıyla Rus Karadeniz filosuna ev sahipliği yapmıştır. 19 yüzyıl ortasına doğru Osmanlı’yı geçip Ortadoğu ve Akdeniz’e ulaşma girişimleri, Fransız ve Britanya devletlerini rahatsız etti ve Kırım’a saldırdılar. Rusların Stalingrad’d an sonra en büyük direniş emsali olarak saydıkları on bir aylık Sivastopol direnişine rağmen Rusya, İngiliz ve Fransızlara karşı mağlup olmuştur.2 Ek olarak, Çarlık Rusya’nın son zamanlarında başlayan ve Stalin döneminde doruğa çıkan Ruslaştırma politikasına tabi tutulan Kırımlı Müslüman Tatarlar, Nazilerin işgalinden sonra Sovyet lideri Stalin tarafından Orta Asya’ya zorunlu göç ettirildiler. 3 II. Dünya Savaşı’nda Nazilere karşı gösterdiği dirençle Sivastopol, Sovyet hükümeti tarafından kahraman şehir olarak ödüllendirilmişti. Stalin sonrası dönemi takiben 1954 yılında kalem üzerinde Kırım, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Kruşçev tarafından Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyetine savaşta gösterdikleri kahramanlıkları nedeniyle hediye

edilmişti. 4 Fakat Sovyetler Birliği merkezi bir şekilde Moskova tarafından yönetildiği için, yarımadanın Ukrayna’ya bağlanması çok da bir şey ifade etmiyordu. Lakin Ukrayna bağımsızlığını ilan ettiğinde, Kruşçev Kırım’ı hediye politikasının Ruslar arasında büyük bir pişmanlık yarattığı kesindir. Çünkü okyanus ötesi harekât düzenleyebilecek uluslararası ilişkiler literatüründe mavi deniz kuvvetleri tanımına giren, Sovyet Rusya filosunun büyük bir kısmı Sivastopol’d e bulunuyordu. Böylece Sovyetler Birliği yıkıldığında, Rusya kendi ordusunun deniz kuvvetleri kısmının en büyük parçasını, yabancı bir bağımsız ülkede zorunlu olarak bulundurma durumuna düşmüştür. Bu sebeple, 1991’d e Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Ukrayna ve Rusya, Kırım üzerinde uzun soluklu tartışmışlardır; ama sonunda Rusya Kırım’ın özerk bir cumhuriyet olarak Ukrayna’d a kalmasını kabul etmiştir. Ayrıca, 1991’d en sonra Ukrayna SSCB tarafından ülkeye yerleştirilen nükleer silahları Rusya’ya teslim etmek istememiş, Rusya’yla çatışma durumuna gelmiştir. Lakin ABD ve NATO ülkeleri, kontrol mekanizmaları zayıf olduğu için eski Sovyet ülkelerinde nükleer silahları istemediğinden, 1994 yılında imzalanan Budapeşte bildirisiyle 1996 yılına kadar Ukrayna tüm nükleer silah kapasitesini Rusya’ya teslim etmiştir. 5 Fakat günümüze kadar Rus yetkilileri tarafından Ukrayna’nın 1991’d en 1994’d en nükleer silahları yapması için yeterli bilgi ve donanıma kavuştuğu tartışılmaktadır, bu konunun şu anki kriz çerçevesinde ayrıca ele alınması gerekir. Kırım’ın bağımsız Ukrayna’ya bırakılmasının ardından, Rusya asırlardır duran Sivastopol’d eki donanmasını doğal olarak korumak istedi, bu yüzden de Sivastopol’ü Rus deniz kuvvetlerinin kullanması için Ukrayna’d an kiraladı ve bu kiralamayla 2010 yılında Ukrayna’yla yapılan anlaşmayla Sivastopol’ün kullanım hakkı 2047’ye kadar Rusya’ya ait oldu. 6 Kı rı m ’ı n Ru sya i çi n S tra tej i k Değeri Rusya’nın buz limanlarından ziyade, Sivastopol Karadeniz’in tam kalbinde Rusya tarafından sıcak su limanı olarak kullanılmaktadır. Kırım’ın ucundaki doğal limanı ve gelişmiş altyapısıyla Sivastopol

11


12

Rusya’nın Karadeniz içerisinde en iyi deniz limanı olarak göze çarpmaktadır. 7 Bir diğer deyişle, Pasifik dışında buz denizleriyle çevrildiğinden adeta kara ülkesi olmuş Rusya’nın Akdeniz ve Ortadoğu üzerinde etkili bir politika sergilemesi için Sivastopol, güç yansıtma (power projection) politikasını uygulamak için bir deniz üssüdür. 8 Bir zamanlar, mavi filo kategorisine giren Sovyet Rusya deniz kuvvetleri, 1991’in ardından mali sıkıntılar içinde, deniz kuvvetleri gücünde sadece kıyı savunması yapabilen yeşil filo kategorisine yerleşmiştir. Son dönemdeki atılımlarla, tekrardan okyanus ve deniz ötesi operasyonlarda yer almak isteyen Rusya’nın, deniz kuvvetlerini mavi filo kategorisine yükseltme amacıyla Sivastopol liman şehrine ciddi bir şekilde ihtiyacı vardır. Sivastopol Rusya’nın en iyi limanlarından biri olmasına karşın, 1970’lerden kalma iki kruvazör, birkaç tane fırkateyn, bazı korvetler, mayın harbi gemileri, birkaç tane ulaştırma aracı ve bir denizaltıdan oluşun bir filoya sahiptir. 9 Lakin yukarıda anlattığım deniz kuvvetlerini geliştirme girişimleriyle, Putin önümüzdeki yıllarda Sivastopol filosuna katılması için altı yeni denizaltı, altı yeni fırkateyn ve bir Fransız Mistral helikopter taşıyıcı almayı planlamaktadır. 10 Ayrıca son yıllarda yaşanan krizlerde harekât kabiliyetiyle Karadeniz filosu, Rusya’nın birçok amacını başarıyla yerine getirmiştir. Örneğin, 2008’d e Gürcistan’a karşı yapılan savaşta Rusya, Karadeniz filosunu askerlerini taşımak ve Karadeniz’d e abluka kurmak için kullanmıştır. Böylece Rusya, eski Sovyet ülkelerindeki hayati çıkarlarını korumak için, nükleer silahların ilk kullanım stratejisini de kapsayan, 1990’ların başından beri uyguladığı yakın yurt dışı doktrinine (near abroad doctrine) 11 Karadeniz filosu sayesinde deniz kuvvetleri manevralarını da ekledi. Dahası kendini uluslararası arenada tekrardan süper güç olarak göstermeyi hedefleyen Rusya, Sivastopol’ü güç yansıtma merkezi olarak kullanmaktadır. Rus Karadeniz filosu, Montreux sözleşmesinin savaş zamanlarında Türk boğazları geçişlerinde savaş gemilerine dayattığı kısıtlamalara rağmen, Akdeniz’e ve onun ötesinde Güney Atlantik’le Hint Okyanusu’na erişim sağlamaktadır. Doğu Akdeniz’d e gücünü ve prestijini arttırma amacıyla Sovyet döneminden kalan operasyonlara devam etmek için Sivastopol, Rusya’nın yeni oluşturduğu Akdeniz Görev Gücü’nün merkezi karargâhı olarak kullanılmaktadır. 12 Bu görevler içerisinde, Suriye’ye askeri ekipman taşınması, Suriye’nin kimyasal silahlarının kaldırılması ve Somali çevresinde korsanlıkla mücadele etmek gibi operasyonlar vardır. Geliştirilmiş Karadeniz filosuyla,

Karadeniz’d e Sivastopol limanı ve Suriye’d eki Tartus limanıyla Rusya özlem duyduğu deniz ötesine güç yansıtma politikası için yeterli kapasiteye kavuşacaktır. Kırım’ın Rusya için ayrı bir özelliği de, stratejik savunma üssü olarak kullanılmasıdır. Modernleşmede hala sorunları olmasına rağmen, Karadeniz filosunun savaş gemilerini gelişmiş süpersonik gemi savar seyir füzeleri, hava savuma sistemleri ve torpidolarla donatarak Rusya bölgedeki diğer ülkelerden gelen tehditleri karşılama konusunda yeterli kapasiteye de sahiptir. Ek olarak Kırım, BSF 11. Kıyı Savuma Tugayına ev sahipliği yapmaktadır. 13 Bu tugay K-300P Bastion-P adlı kıyı savuma füze sistemini ve düşman olarak algıladığı her türlü deniz yüzeyi gemilerini imha etmek için 300 km menzili olan P-800 Yakhont gemisavar cruise füzelerini kullanmaktadır. 14 Deniz savuma sisteminin yanı sıra, hava savunma sistemini de geliştiren Rusya, 400 kilometreden 40 kilometreye değişen operasyon faaliyet alanıyla S-400 savuma platformunu baz alan uyumlu hava savunma sistemini Kırım içerisinde yerleştirmektedir. 15 Kırım’ın Kacha ve Gvardeisk hava üslerinde konuşlanmış gelişmiş savaş uçaklarıyla, füze savuma sisteminin yerleşmesi Rusya’nın güney kanadında hava savuma kapasitesini kesinlikle geliştirecektir. 16 Son u ç Rusya’nın Kırım sayesinde deniz aşırı güç yansıtma ve savunma politikaları dâhil bütün askeri avantajları düşünüldüğünde, ABD’yi ve AB’yi karşısına almasına rağmen Kırım’ın ilhakına başvurması mantıklı bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle, Kırım’ın Rus nüfus yoğunluğu ve Rusların bölgede egemen tarihi düşünüldüğünde, Rusların uluslararası kamuoyuna sunduğu ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’ ilkesi daha da bir meşrulaşmaktadır. Gürcistan’la savaşta olduğu gibi, ABD ve AB’ye net bir şekilde ulaştırılan Rusya’nın benim bölgemde olan benim bölgemde kalır mesajı, Kırım için de tekrarlanmaktadır. Yukarıda bahsettiğim yakın yurt dışı doktrini sayesinde Rusların sınırlarını belirlediği Kırım’ın da dâhil olduğu hayati çıkarlara zarar geldiğinde nükleer silahların ilkkullanım stratejisi ve Kırım üzerinde konuşlanmış hava ve deniz savunma sistemleri, NATO ülkeleriyle girilecek askeri bir çatışmayı katiyen önlemektedir. Rusya’nın ekonomik, askeri ve kültürel olarak bağlantısını öne sürdüğü sadece Kırım’ın Rusya’ya ilhakı yüzünden NATO bloğunun nükleer ya da konvansiyonel tehdit altına girmesi cesareti öngörülmemektedir. Rusya’nın ekonomik ve askeri olarak büyümesinin uluslararası dengeleri değiştirdiği


bir durumda, Kırım ve özellikle Sivastopol, Rusya’nın hala süper güç olduğunu kanıtlayacak deniz ötesi güç yansıtma ve deniz ve hava savunma sistemi kapasiteleriyle Atlantik’ten Akdeniz’e, Kızıldeniz’d en Hint Okyanusu’na ulaşma aracı olan Rus ordusunun güney kanadına ev sahipliği yapacaktır. Ve sonuç

olarak yazımı, Sergey Lavrov’un ABD Devlet Sekteri John Kerry’le Mart ayında yaptığı görüşmede güç yansıtmayı vurgulayarak söylediği sözüyle bitiriyorum. “Crimea is immeasurably more important to Russia than the Falklands are to the UK.” 17

13

Refera n sl a r 1. Mortimer, Caroline. (2014). ‘Ukraine crisis: Why is Crimea so important to Russia?’.Independent.15.05.2014. http://www.independent.co.uk/news/world/europe/ukraine-crisis-why-is-crimea-so-important-to-russia-9166447.html 2. Why Crimea is so important to Russia?.(2014). Gulf News. 15.05.2014. http://gulfnews.com/news/world/usa/why-crimea-is-soimportant-to-russia-1.1305604 3. What is Crimea, Whydoes it matter?. (2014). Huffington post. 15.05.2014 http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/europe/ukraine/10671066/What-is-the-Crimea-and-why-does-it-matter.html 4. Woolf, Christopher. (2014). Here is WhyRussiawon’tletgoCrimea. PRI. 15.05.2014 http://www.pri.org/stories/2014-03-03/here-s-why-russia-won-t-let-go-crimea 5. BudapestMemorandums on Security Assurances, (1994). 15.05.2014.http://www.cfr.org/arms-control-disarmament-andnonproliferation/budapest-memorandums-security-assurances-1994/p32484 6. 2.Gös.Yer 7. Schwartz, Paul. (2014). Crimea’s Strategic Value toRussia. Center forStrategic&InternationalStudies. 15.05.2015. http://csis.org/blog/crimeas-strategic-value-russia 8. 7.Gös.Yer. 9. Osborn, Andrew. (2014) ‘Russian Fleet at Heart of Ukraine’sCrisis is Vitalfor Putin’. The Sydney MorningHerald 10. 6. Gös.yer. 11 Kibaroğlu, Ayşegül, Kibaroğlu, Mustafa. 2009. Global Security Watch. GreenwoodPublisingGroup 12. 7.Gös.yer. 13. 5.Gös.yer. 14. Open JointStockCompanyMilitaryIndustrial Corporation ScientificandProduction Machine BuildingAssociation. http://www.npomash.ru/history/en/history.htm 15. RussiatoDeployAirDefenseSystems in Crimea. (2014). Info News 16. 12.Gös.yer. 17. Crimea ‘more important to Russia than Falklands are to UK’.(2014). 15.05.2014, http://www.theweek.co.uk/russia/ukraine/57729/crimea-more-important-russia-falklands-are-uk#ixzz31zFzJF6X


14

“Büyülü Gerçekçilik (Magical Realism) akımının en önemli yazarıdır.” cümlesi Gabriel Garcia Marquez hakkında duyabileceğimiz ilk ve en önemli cümledir muhtemelen. Büyülü Gerçekçilik denilen edebi akım; yazarın içinde bulunduğu ortamı, gözlemlerini, deneyimlerini, toplumsal ve bireysel gerçekleri, fantastik kurgular ve mecazlar eşliğinde hikâyeleştirmesidir. Bu akımdan etkilenen yazarlar vermek istedikleri mesajları ve göstermek istedikleri gerçekleri, gizemli karakterler ve büyülü anlatımlar ile fark ettirmeden sızdırırlar okuyucunun derinliklerine. Büyülü gerçekçiliği anlatmak kolay ama büyülü gerçekçiliğin gerçek büyücüsü 1 Gabriel Garcia Marquez’i, Latin Amerika’ya sığmamış Nobel Edebiyat ödüllü yazarı bu yazıya sığdırabileceğimizden emin değilim doğrusu. Garcia Marquez, 6 Mart 1927 tarihinde Araca kasabasında doğdu. Liberal ve saygın bir albayın kızı olan Luisa Santiaga Marquez ile muhafazakar bir telgraf memuru olan Gabriel Eligio Garcia’nın tüm karşı çıkmalara rağmen meydana gelen evliliklerinin meyvesiydi. Ancak yazar ilk sekiz yılını anne ve babasından uzak, ona gerçek dışı masallar anlatan ve belki de Marquez’e büyülü gerçekçiliğin tohumlarını atan anneannesi ile en iyi anlaştığı insan olarak ifade ettiği albay dedesinin yanında geçirdi. Gabriel Garcia Marquez’in edebiyattaki yeteneği ve anlatımındaki özgünlüğü çocukluğundan, yetiştirilme tarzından, büyüdüğü ve yaşadığı çeşitli coğrafyalardan izler taşımaktadır. Hatta öykü ve romanlarındaki olay kurgusuna, edebi karakterlerine zaman zaman kendi yaşam deneyimlerini yansıttığı görülür. Farklı coğrafya ve kültürleri tanımanın yazara olan katkısı çok büyüktür. Anneannesinin hikâyeleri ile büyüdüğü Araca, zaman zaman ailesinin yaşadığı şehir Sucre, yatılı olarak lise öğrenimini tamamladığı Zipaquirá, gazeteciliğe adım attığı Cartagena ve çalıştığı, gezdiği

daha birçok Latin Amerika ve Avrupa şehri… Her birinde ayrı lisan, her birinde ayrı insan, her birinde ayrı yaşayışlar, problemler, deneyimler, çıkarımlar… G a rci a M a rq u ez ve H a ya t Marquez, sosyal bilimler derslerinde gösterdiği başarıyı fen ve matematikte gösteremiyordu. Ancak akademik niteliği yüksek olan lise öğretmenleri Gabito’yu Marksist düşünce, toplum ve ekonomi tarihi ile tanıştırdılar. Bu dönemde okuduğu ile gerçekle kurmacayı birleştiren tarihi romanlardı –tıpkı Garcia Marquez’in en önemli romanlarında yapacağı gibi. Öğrenim macerasını 1947’d e ailesinin isteği üzerine gittiği Universidad Nacional izler. Hukuk öğrencisiyken birinci sınıfta yazdığı ilk öyküsünü yayımlattı ve ‘yeteneksiz’ bulunduğu gazetesi yazarın daha sonraki öyküsünü ‘Kolombiya edebiyatının yeni dâhisine selam’ sunuşu ile yayımladı. Gaitan’ın 1948’d eki idamı yazarı doğrudan etkiledi ve tanık olduğu hukuksuzlukları sorgulamaya itti. Karmaşık düşünceleri ve üniversitesinin iç karışıklıktan dolayı kapanması Gabo’nun hukuk öğrenimini mezun olamadan sona erdirdi. Hayatına Cartagena’d a devam eden yazar El Universal gazetesinde köşe yazarlığına başlayarak belki de kendini ifade etmenin, hayal gücünü yönlendirmenin en iyi yolunu bulmuştu. 1950 başlarında Gabriel Garcia Marquez Barranquilla’ya taşındı ve köşe yazarlığında devam etti. Akşam saatlerinde ise ofisinde romanları üzerinde çalışıyordu. 1948-1952 Marquez’in mutlu, parlak çıraklık yıllarıydı; 1953-1967 arası ise gezgin yazar ve muhabir olarak zorlu yılları. Çalıştığı gazetede gerçek bir olayı dizi olarak yayımladığı ‘Bir Kayıp Denizci’ olay yarattı. Rojas Pinilla diktatörlüğünün baskılarına maruz kalması ile gazete onu Avrupa’d a görevlendirdi ve Roma, Polonya, Macaristan gibi çeşitli coğrafyalarda iki yıldan fazla bir zaman geçirmesine sebep oldu. Son görev yeri Paris’teyken çalıştığı gazete


diktatörlük tarafından kapatıldı ve Marquez Paris’te kalıp tam zamanlı yazmaya karar verdi. Paris’te özenle çalışma ve birçok romanını yaratma fırsatı bulmuştu. Daha sonra başlayan Fransa-Cezayir savaşlarında Cezayir Ulusal Özgürlük Cephesi için de çalıştığı bilinmektedir. Caracas’a geri döndüğünde General Marcos Perez Jimenez’in diktatörlüğü sallantıdaydı ve kısa bir süre sonra yıkıldı. Barranquilla’ya dönen Garcia Marquez, ilk kez on üç yaşında evlenme teklifi ettiği büyük aşkı Mercedes Barcha ile evlendi. Ertesi sene Kolombiya ve Venezuela’d aki diktatörlüklerin yıkılması yazarın gazeteci kimliği sayesinde, ömrü boyunca hayranlık duyduğu ve çok değer verdiği Fidel Castro ile tanışmasını sağladı. Ayrıca Mercedes ile Rodrigo isminde bir oğulları olmuştu; bütün bu olayların yaşandığı 1950 senesi Marquez için devrim niteliğinde bir sene olmuştur. 1960’ta New York’taki kısa süreli görevinden sonra eşi ve oğlu ile Güney Amerika yolculuğuna çıktı ve son durakları Mexico City oldu. Yolculuk burada son bulmuş ve yeni hayatları Mexico City’d e başlamıştı. Marquez önce dergilerde çalışarak sonra da senaryo yazarlığı yaparak geçimini sağlıyordu ancak umduğunu bulamadı ve kendi öyküleriyle meşgul olmaya devam etti. 1962’d e ikinci oğlu Gonzalo hayata geldi ve doğum masraflarına yardımcı olan, yazarın henüz basılmadan Esso ödülünü kazanan adlı romanıydı. 1962’d en 1964’e kadar maddi sıkıntıların ve kendinde gördüğü edebi yetersizliğin etkisiyle bir tür iç bunalım geçirmiş ve hiçbir edebi eser üretmemiştir. Ancak bir gün arabasında iken yıllardır kafasında kurguladığı romanını yazmak için hazır olduğunu fark edince, on sekiz ay uzun süren bir çalışma ve on bin dolarlık bir borç sonucu, belki de en değerli eseri ’ı ortaya çıkardı ve beklemediği evrensel şöhret bir anda kapısını çalmış oldu. Öyle ki tanınmadan yaşamak ve rahatça çalışmak isteyen Marquez ailesini de alarak Barcelona’ya taşındı. Franco İspanya’sını gördü ve edindiği tecrübeleri adlı romanına usulca yerleştirdi. Daha sonra Marquez Mexico City’d e bir ev aldı ve yazdığı yılların çoğunu orada geçirmeye başladı. O arada Garcia Marquez dünya çapındaki ününü çeşitli sol amaçlar için ya da savaşan taraflar arasında sessiz diplomasi kurmak üzere kullanmaya başlamıştı. Kazandığı edebiyat ödüllerinden gelen gelirleri de bu amaçla çeşitli organizasyon ve kuruluşlara bağışlıyordu. Kalemini ve bağlantılarını kullanarak Somoza diktasına karşı verdiği mücadelede Sandinista gerillalarına ve siyasi hükümlülerin salınmasına yardım etti. 1981 yılı başlarında Kırmızı Pazartesi adlı

romanı yayımlandı ve tüm dünyada milyonlarca sattı. O sırada Marquez ülkesine geri dönme girişiminde bulunduysa da Kolombiya’d a kendisinin de içlerinde olduğu bin kadar sol aydının tutuklanma emri verilmişti. Gabo, ile maddi sıkıntılarından kurtulmuştu ancak bu, değişim içindeki gazetecilik arzusunun körelmesine neden olmadı. Reklam alınmayan bir dergide düzenli olarak dünyadaki politik gelişmeler hakkında yazmayı sürdürdü. adlı romanın başarısından sonraki on yıl boyunca yazara çeşitli ödüller verilmişti ama kuşkusuz 1982’d eki Nobel Edebiyat Ödülü en etkileyicisiydi. Nobel sonrası şöhret ve getirdiği sorumluluklar yazarın üretkenliğini bir süre olumsuz etkiledi ancak 1985’te yayımlanan adlı romanı ile Marquez bir kez daha kendini dünyaya kanıtladı. Bir süre yeniden merak saldığı sinema ve tiyatro için senaryo yazarlığı, 1985-1995 yılları arasında kültür insanı olarak benimsenmesini ve birçok ünlü yönetmen ve oyuncu tarafından saygı duyulmasını sağladı. Bu arada gazeteciler için kurulmuş derneklere maddi destekler vermeyi de devam ettirdi. 1990’ların başında kendisi ve ailesi için Cartagena’d a bir ev yaptırdı ve bu onun köklerine geri dönüşü oldu. 1999 yılında yaşlılığın beraberinde gelen lenf kanseri teşhisi Garcia Marquez’i çok yorsa da tedavilerle hastalığı atlattı. Uzun süre sağlığını korudu ancak yaşamının son yıllarında hafıza kaybı yaşamaya başlamıştı. 2 Ve 17 Nisan’d a Gabriel Garcia Marquez 87 yaşında vefat etti. Otuz yıldan uzun süredir Meksika’d aki evinde yaşıyordu ve yazmayı bırakmıştı. 3 G a rci a M a rq u ez ve Ed ebi ya t Gabriel Garcia Marquez kuşkusuz halkın içinden gelen ve içinden geldiği halkı yansıtan bir yazardır. Eserlerinde kullandığı büyülü gerçekçilik hiçbir zaman abartılı gerçekçiliğe ya da sahteciliğe kaçmamıştır çünkü aslında kendi yaşadığı hayat abartılı değildir. Açıklamalarında ve konuşmalarında hep büyükannesinin ona anlattığı masalların kaleminde ne kadar can bulduğundan bahsetmiştir. Örneğin büyükannesinin söz ettiği, evin etrafında ifadesiz bir şekilde dans eden ölü ataları ve hayaletler adlı romanına girebilmiştir. Dolayısıyla yazarın kendi hayatı bir büyülü-gerçekçilik örneği desek yanlış olmaz. Gözlemlerini, tecrübelerini, algısını, hayata bakış açısını roman ve öykülerinde harmanlamıştır. Örneğin yazarın çocukluğunun liberal bir albay olan dedesiyle geçmesi doğal olarak

15


Marquez’in kitaplarında hiç ilahi bir din adamı portresi görmeyişimizi etkilemiştir kuşkusuz. Ya da bir diğer örnek olarak; Garcia Marquez’in Barranquilla’d a kaldığı, Calle del Crimen’d e (Suç Sokağı) bulunan dört katlı binanın adı El Rascacielos idi. Alt katlarda hukuk büroları vardı; üstte ise bir genelev. Gabo, edebi eğlencelerinden dönünce üst katlarda, sabaha karşı nereyi boş bulursa yatmak için bir anlaşma yapmıştı. Fahişeler Gabo’ya aile dostu muamelesi yapar, yiyeceklerini onunla paylaşırlardı ve Garcia Marquez daha sonra romanlarında fahişe tiplemelerini şefkatle ve olumlu duygularla işlemiştir. 4

16

‘Halk yazarı’ dememdeki bir diğer dayanağım Marquez’in toplumdaki fakirlikleri, horoz dövüşlerini, kaçakçıları, fahişeleri ve toplumsal isyanları öykü ve romanlarına konu edinmiş olmasıdır. ‘Güzel’ ve ‘estetik’ kaygısı olmayan doğal bir anlatımla bir sokakta karşımıza çıkabilecek her şeyi resmeder usta kalemiyle. Biçimsel kalıplara boğmaz okurlarını, ancak bir yandan da kullandığı her bir kelimeyi özenle seçer. Edebi yaşamındaki durağanlık dönemleri de kendi anlatımını yetersiz buluşundan kaynaklanır ve bu durum aslında yazılarını ne kadar önemsediğinin bir işaretidir. Romanlarında tarif edilen bir sokağın hem büyülü bir atmosferi vardır hem de evinizin iki alt

sokağını canlandırır gözünüzde. Bu kabiliyetli resmedişin sebebi, yazarın o sokaktan on sene önce, iki gün önce, ya da üç hafta önce geçmiş olmasıdır. Bulunduğu her bir coğrafyadan çeşitli kasabalar, deniz kenarları ya da limanlar yıllar sonraki bir romanında yer bulabilir. Son Söz Garcia Marquez hayatı iyi deneyimlemiş, hayatın kendisinden aldıklarından da kendisine verdiklerinden de sadece yaşamını değil tüm dünyayı etkisi altına alan çıkarımlar yapmıştır. “Çok okuyan mı çok gezen mi daha iyi bilir?” diye sorarlar; Gabo, hem çok okumuş hem çok gezmiş bir yazar olarak okuyucularına önemli değerler bırakmıştır. romanıyla gelen şöhret ve maddi kazanımları karnını daha rahat doyurmasına yardımcı olmuştur sadece, bir de belki çocuklarının geleceği için endişelenmemesine… Tüm dünyayı dolaşmasına rağmen ülkesine ve köklerine bağlı kalmış, aile hayatını her zaman korumuştur. Kendisine maddi manevi destek veren dostlarını hiçbir zaman unutmamış, onların karakterlerinden bir parça roman karakterlerine iliştirerek teşekkür etmiştir kendince ve her zaman en yakın dostlarının ’tan öncekiler olduğunu söylemiştir.

Refera n sl a r 1. AB, Orta Afrika’d aki Olaylar için Türkiye’d en Asker İstedi; (15.02.2014), http://www.dunya.com/ab-orta-afrikadaki-olaylar-icinturkiyeden-asker-istiyor-219202h.html. (Erişim Tarihi: 08.05.2014) 2. Bell-Villada, G. H. (2010). Yazarın Yaşamı. Nişancı, S. (Eds.), Bir Söz Büyücüsü: Garcia Marquez (pp. 70-99). Istanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi. 3. BBC Türkçe, 17 Nisan 2014, Gabriel Garcia Marquez öldü, http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2014/04/140417_marquez_oldu.shtml. (Erişim Tarihi: 16.05.2014) 4. Bell-Villada, G. H. a.g.e. s.79


O ba m a ca re N ed i r? ABD’d e 60 yıldır tartışılan sağlık sigortası reformu konusunda atılan en büyük adımdır Obamacare. Bu büyük adım, Obama hükümetinden geldi ve cumhuriyetçiler reforma ‘Health Care’ yerine ‘Obamacare’ dedikleri için kamuoyu da reformu bu adla anmaya başladı. Asıl adı ise ‘The Patient Protection and Affordable Care Act’. Daha fazla Amerikalıyı kaliteli ve uygun fiyata sağlık sigortası sahibi yapmak ve Amerika’nın gittikçe büyüyen sağlık hizmeti harcamalarını dizginlemek reformun başlıca amaçları arasında yer alıyor. 1 Reformu kritik yapan ise Amerikan sağlık sisteminin durumu. Amerika nüfusunun yüzde 15’ini oluşturan yaklaşık 50 milyon vatandaşın sağlık sigortası yok. Buna asıl olarak iki neden gösteriliyor; parası olmayanların sigorta kapsamı dışında tutulması ve özel sigorta sisteminin sigorta almaya getirdiği zorluklar. Sigortası olanların çoğu için de sağlık harcamaları ağır bir yük olmakta. Bir kişi yılda ortalama 20 bin dolar ödüyor sigorta şirketlerine. Ancak sigorta şirketleri ortalama 20 bin dolar ödeyebiliyor olsanız dahi kronik bir hastalığınız varsa ya da önceden bir hastalık geçirmişseniz sizi reddediyor. Sigortalıyken bir hastalık geçirirseniz de hemen sigorta dışında bırakıyor. 2 Doktorlar sigorta şirketlerinin yaptığı ödemeleri yetersiz bulurken küçük şirket sahipleri de artan maliyet yüzünden elemanlarına sağlık sigortası yaptırmak konusunda çaresizler ve farklı çözüm yolları arıyorlar. Obama’nın getirmek istediği şey ise tam olarak sigorta dışında kalan 50 milyon Amerikan vatandaşından imkânı olanların bu tür sınırlamalar olmaksızın sigorta şirketlerince sigortalanması. İmkânı olmayanların ise aşamalı olarak devlet sigortası imkânından düşük primler ödeyerek yararlanabilmeleri. Geliri çok düşük olanların ise hiç prim ödememesi öngörülüyor. Böylece tüm vatandaşların sağlık sigortası kapsamına alınması amaçlanıyor. 3 Ayrıca reformun ülke ekonomisini rahatlatacağı da düşünülmekte. Yaklaşık iki yıl boyunca Amerikan iç politikasının ana gündemini oluşturan Obamacare, 23 Mart 2010 tarihinde yasalaştı ancak yasalaştıktan sonra da gündemdeki yerini korumaya devam etti. Reformun

sağlık sistemi ve finansmanı ile ilgili maddelerine özellikle Cumhuriyetçiler ile toplumun bazı kesimlerinden eleştiriler geldi ve sonunda 26 eyalet reformun iptali için ABD Yüksek Mahkemesi’ne başvurdu. Dörde karşı beş oyla yasanın mahkemece onaylanması, reformun önündeki hukuksal engelleri de ortadan kaldırmış oldu. Daha önce de Harry Truman, Richard Nixon ve Bill Clinton gibi ABD başkanları, vatandaşların tümünü kapsayacak bir sağlık sigortası sistemi getirmeye çalışmışlardı ancak hiçbiri Kongreden geçememişti. Tüm bu başarısız denemeler sonrasında mahkemeden de onay alan reform, Obama’nın zaferi olarak yorumlanmakta. 4 Am eri ka l ı l a ra N el er G eti recek? OECD’nin 2011 Sağlık veritabanına göre ABD’d e kişi başına düşen ortalama sağlık harcaması diğer OECD ülkelerine kıyasla çok daha fazla. Verilere göre, 2009 yılında kişi başına yapılan sağlık harcaması yaklaşık 8233 dolar ki bu tüm OECD ülkelerinin ortalamasının iki katı anlamına geliyor. Örneğin Avrupa’ya bakıldığında Almanya’d a bu rakam 4338 dolar, Türkiye’d e ise 913 dolar civarında. 5 Dolayısıyla ülkedeki artan sağlık harcamaları mali açıdan hükümeti de zor duruma sokuyor. Ancak Kongre Bütçe Ofisi tarafından 2012 yılında yapılan açıklamaya göre ise Obamacare federal bütçe açığını yaklaşık 50 milyar düşürdü. Yeni yasanın getirdiklerine kısaca bakacak olursak; çocuklar 26 yaşına kadar anne babalarının sağlık sigortasına dâhil olabilecekler. ‘Preexisting conditions’ olarak adlandırılan, yani sigorta yaptırmadan önce hastalıkları bulunan kişilerin mevcut hastalıklarının sigorta kapsamına alınmaması da artık söz konusu olmayacak. Yeni risk programı ile onlar da sigorta kapsamına alınacaklar. 2014 yılından itibaren sigortası olmayan kişilere (gelir vergisinden muaf tutulan aileler ve gelirinin yüzde 8’inden daha düşük prim ödemesi bulamayanlar hariç) federal cezalar verilecek. Amerika’d a devletin iki tür sigorta güvencesi var: İlki Medicaid ki 65 yaş üstü bakıma muhtaç kişilerin sigortaları oluyor (yaklaşık 60 milyon kişi) diğeri ise Medicare yani 65 yaşın altında olan ancak sigorta ücretlerini karşılayamayacak

17


18

durumdakilere verilen devlet sigortası (yaklaşık 50 milyon kişi). Reformla birlikte Medicaid’in kapsamı genişletilip dar gelirli 65 yaşından küçükler de Medicaid kapsamına alınacaklar. Yıllık gelirleri 30 bin dolardan düşük olan aileler de artık Medicaid’d en yararlanabilecekler. İşyeri sigortasına sahip çalışanlar herhangi bir nedenle iş yerlerinden ayrılırlarsa sigortalarını eyaletlerin yapacağı değişim sigortalarına transfer edebilecekler. Büyük işyerlerinde çalışan sigortalı işçilerin sigortalarında ise büyük değişimler söz konusu değil. Öte yandan Medicare sistemine bakıldığında en büyük değişim reçeteli ilaç programı olacak. Çünkü ilaçların fiyatını artıran ‘doughnut hole’ uygulaması 2020 yılı itibariyle kaldırılacak. 2014 yılından itibaren elliden fazla işçisi olan işyerleri ya çalışanlarına sağlık sigortası yaptıracak ya da sigorta için ücret ödeyecekler. Aksi halde federal cezalar ile karşılaşabilirler. Küçük işyerlerine de sigorta yaptırmaları karşılığında vergi indirimleri sunulacak. Yaşam boyu şartı koyan sigorta planları geçersiz sayılırken artık hastalığa yakalanan müşterilerin sigortaları sigorta şirketlerince iptal edilemeyecek. Sigorta şirketlerinin payına düşen kar ise sigorta kapsamına alınacak 32 milyon kişinin yarısının Medicaid yerine özel sigorta şirketlerine başvuracağı beklentisi. Hastane ve ilaç sektörü de reformdan en karlı çıkan gruplardan çünkü reformla 32 milyon yeni müşteri kazanılacak bu da doktorların daha fazla ziyaret edilmesi ve ilaç alınması demek. Öyle ki reformun ilk on yılındaki maliyetinin 85 milyar dolarlık kısmını üstlenecek ilaç firmalarının yeni gelen milyonlarca müşteriden milyarlarca dolarlık ek gelir sağlayacağı düşünülmekte. Amerikan Tabipler Birliğinin de reformu desteklediğini açıklamış olması bu nedenle çok garip olmasa gerek. Reform öte yandan yıllık geliri 250 bin doların üstünde olan zenginlere 2013’d en itibaren yüzde 3,8 oranında ek vergiler getiriyor. Gelir arttıkça vergi miktarı da artmaya devam edecek. Örneğin geliri 1 milyon dolardan fazla olanlar 7 bin 200 dolar vergi ödeyecek. 6 Cu m h u ri yetçi l er N ed en El eşti ri yor? Obama konuyu daha çok halk yönünden ele almakta. Bu Obama için aynı zamanda bir prestij meselesi ve bunu pazarlık konusu yapmak istemiyor. Öte yandan Cumhuriyetçiler ise duruma daha çok sermaye tarafından yaklaşıyorlar. Böylesi bir reformun bütçeye getireceği yükten endişeliler. Obama ise aksine bu

sistemin uzun vadede bütçeye yük olmayacağını çünkü ek vergiler ile bu maliyetin ortadan kaldırılabileceğini söylüyor. Bu vergiler de daha önce belirtildiği üzere yıllık geliri 250 bin doların üstünde olanlara geliyor. Üstelik kademeli olarak da vergi yükü artıyor. Obama, bu vergilerin bir kısmıyla reformun maliyetin karşılanabileceği diğer kısmıyla ise uzun vadede bütçe açığının kapatılabileceği kanısındadır. Ancak Cumhuriyetçiler zaten bu gelecek olan vergilere karşılar çünkü Cumhuriyetçiler sermaye grubunun yani yüksek gelirlilerin partisi. Ayrıca sigorta şirketlerinin kârının düşecek olması ve elliden fazla işçi çalıştıran işyerlerinin çalışanlarını sigortalamak zorunda olması da Cumhuriyetçilerin bir başka karşı çıktığı nokta. Tabi işin politik yanına bakarsak da 60 yıldır gerçekleştirilememiş olan reformun Obama tarafından başarılması Obama’ya bir prim de kazandıracaktır. Obamacare karşıtları mahkemelerde ve kongrede bu yasayı engellemeyi başaramadılar ve Obamacare 1 Ekim’d e yürürlüğe girdi. Ancak ABD hükümeti yeni mali yılı bütçesi üzerinde anlaşmaya varamayınca 17 yıl aradan sonra kısmen kapandı. Cumhuriyetçiler harcama yetkisini onaylamaları için onaylanacak harcama kalemlerinin içinden sağlık reformu için kullanılacak ödeneğin çıkarılmasını istediler. Gazeteci Güngör Uras’a göre bunun nedeni açık: Reformun gerçekleşebilmesinin tek yolu bütçe harcamalarında Obama’nın serbest kalabilmesi. Ancak o zaman borç limitindeki geciktirmenin ertelenmesi sorun olmaktan çıkacaktır. Ayrıca Uras Kongrenin ne kadar gecikirse geciksin borçlanma limitini arttıracağı vurgusunu yapıyor. Bu durumun ise en çok spekülatörlerin işine yarayacağını ekliyor çünkü fiyatların inip çıkacağı söylentilerini kullanarak kimileri daha fazla kazanç elde edecek. 7 Nihayetinde de 800 bin kadar kamu çalışanı zorunlu izne çıkarılırken ulusal parklar kapandı ve zorunlu olmayan kamu hizmetleri durdu. Ohio’d an Cumhuriyetçi Boehner ise bunun Amerikan halkının iyiliği için olduğunu ifade etti. Kredi derecelendirme kuruluşları ise ABD’yi uyardı. Moody’s ABD’nin temerrüde düşmesinin küresel finansal bir sorun yaratacağını söylerken Fitch borç tavanının yükseltilmemesi durumunda kredi notu üzerinde negatif sonuçları olabileceğini vurguladı. 8 Goldman Sachs ise yaşananların Amerikan ekonomisinde % 0,9’luk bir küçülme yaratabileceğini ifade etti. Aynı zamanda hükümetin kepenk kapatmasının halk tarafından nasıl karşılandığı konusunda da kamuoyu


yoklaması yapıldı. CNN ve ORC’ye göre halkın %68’i hükümet faaliyetlerinin kısa süreliğine de olsa durmasını yanlış bulurken halkın %69’u cumhuriyetçilerin bu tavrını desteklemiyordu. Kongreye güven ise %10 civarındaydı. Tüm bunların ardından kapanma 16 günün ardından Başkan Barack Obama’nın ABD hükümetinin kapanmasına son veren ve borç limitini 2014 başına dek yükselten kanunu imzalaması ile son buldu. Böylece ücretsiz izne gönderilen 800 bin çalışan da işlerine döndüler. 9 N ed en Syl vi a Bu rwel l ? İlk yıl için sigorta kayıt işlemleri sona erdikten bir hafta sonra Sağlık Bakanı Kathleen Sebelius ‘Obamacare’ kaynaklı sert eleştirilere daha fazla dayanamadı ve istifa etti. Yeni gelen sistemde sigorta seçimleri ‘Healthcare.gov’ adresinden yapılacaktı ancak sitede teknik aksaklıklar hiç bitmedi ve site defalarca çöktü. Tüm bu sorunlar yaşanırken vatandaşlar da kayıt yaptıramadılar ve yeni sistemden sigorta alanların sayısı beklenilenin çok altında kaldı. Dolayısıyla Sebelius ve Beyaz Saray arasındaki ilişkiler gerginleşti ve kongredeki Cumhuriyetçilerin birçoğundan da Sebelius’un istifa etmesi ya da işten çıkarılması yönünde çağrılar geldi. Baskılara daha fazla dayanamayan 65 yaşındaki Sağlık Bakanı istifa etti. Yerine Beyaz Saray bütçe direktörü Sylvia Mathews Burwell aday gösterildi. Burwell, Obama hükümetine geçen yıl katılmıştı ve daha önce de Bill Clinton döneminde Beyaz Saray ile Hazine Bakanlığı’nda çeşitli görevlerde bulunmuştu. 10 Aynı zamanda yeni bakan cumhuriyetçilerle iyi ilişkiler kurmuş olmasıyla da tanınıyordu. Dolayısıyla Beyaz Saray Burwell’ı tam da Obamacare’ın halk üzerindeki imajını değiştirmek istediği zamanda mükemmel bir çözüm olarak gördü. Burwell’ın yetenekli bir yönetici olduğu ve Obamacare’i yeniden doğrultabileceği inancı hakim ve Obamacare’in tanıtım aşamasında yanlış giden her şeyden sorumlu tutulan ve eleştirilen Sebelius’un ardından Burwell’ın kamuoyunda Obamacare’ın iyi yüzü ile eşleştirilebileceği düşünülmekte. Hatta Demokrat Parti’d en Gene Sperling: “Mükemmel bir seçim. Sağlık hizmetleri konusuna kendisini adamış ve tanıdığım en zeki, becerikli, itinalı idareci. Deneyimli bir siyasetçi ve yetenekli bir yönetici arasında seçim yapmanıza gerek yok çünkü Burwell ile ikisine de sahip olmuş olursunuz” şeklinde konuşmuştu. Beyaz Saray yetkililerinden bazılarına göre de Obama, yeni

bakanın yönetim ve bütçe dairesindeki organizasyon ve yönetim becerisinden çok etkilenmişti. Hükümetin kapatılması esnasındaki seyri ve iki partinin de uzlaşabildiği bir bütçe anlaşması yaratmadaki yardımlarından dolayı Obama, karmaşık sağlık ve sosyal hizmetler görevinin üstesinden de gelebileceğini düşünmekte. 11 Bu n d a n S on ra N el er O l a ca k? 2014 kayıt süreci tamamlandı ve Beyaz Saray’d an yapılan yazılı açıklamaya göre 8 milyon kişi Obamacare yasasından faydalanmak için başvurdu. Bunların 3 milyonu ise ailesinin sigortasından faydalanacak gençlerden oluşuyor. 12 Aynı zamanda 5,7 milyon insanın 2016’ya gelindiğinde sigortasız olacağı belirtildi. 13 Peki bundan sonra Obamacare neler getirecek? Aslında soruya verilebilecek cevaplar kime sorduğumuza bağlı olarak değişmekte. ABD Temsilciler Meclisinin 60. Meclis Başkanı olan Nancy Pelosi’ye göre Obamacare’in geleceği oldukça parlak. Cumhuriyetçi Ted Cruz’a göre ise milyonlarca Amerikalı şimdiki durumda var olan sağlık sigortalarını da kaybedecekler çünkü Obamacare dışında kalan doktor ve hastane sayısı gittikçe artacak. Hangi görüşün daha doğru olduğunu bilmemekle birlikte 2014 ile gelmesi muhtemel 3 şeyi biliyoruz: İlk olarak, daha fazla ertelemenin olacağı beklentisi var. Obamacare kayıt bitiş süresi olan 30 Mart’ın uzatılma beklentisi hakimdi ki bu gerçekleşti. Ayrıca sağlık sigortası yaptırmayanlara uygulanacak vergi cezalarında bir gecikme beklentisi vardı ki Obama zaten 2013 yılında sigortaları iptal edilen bireylere reformla gelen talimatları geçici olarak ertelediklerini duyurdu. Ancak daha fazla Amerikan için uygun olması bakımından 2014’d e baskının kurulmaya başlanacağı düşünülüyor. İkinci olarak sigortacılarla ilgili sorunlar konusunda çeşitli fikirler var. Obamacare’e kayıt olan kişilerin çok büyük kısmının hastalardan oluştuğu düşünülmekte. Bu kaygılar ABD’nin en büyük sağlık sigortası şirketi olan UnitedHealth Group’un çekilmesine neden oldu. UnitedHealth CEO’su Stephen Hemsley endişeli. Çünkü ona göre kayıtların ilk dalgası daha az sağlıklı ve dolayısıyla çok daha masraflı olacak. Tüm bunlar düşünüldüğünde Obama’nın sigorta şirketlerinin aşırı zarar etmelerini önleyici risk koridorları oluşturması şart olarak görülüyordu ki Obama hükümeti şimdiden programda sigorta şirketlerine finansal destek öngören ince ayarlar yapmaya başlamış durumda. Yine


de hala Obamacare sigorta şirketlerine bu anlamda çok da güvenli gelmemekte. Son olarak büyük mahkeme kararlarına değinmek gerekir. Çünkü 2014 yılında Obamacare’in işverenin doğum kontrol ve diğer üreme ile ilgili sağlık servislerini sigorta etmesini gerektiren şartları ile ilgili iki dava görülecek. Davacıya göre Obamacare doğum kontrol ilaçlarını da işverenin ödemesi gerekenler içinde tutuyor ama yasa işvereni buna zorlayarak işverenin dini inanç özgürlüğünü ihlal ediyor. Tüm bunlara ek olarak, şurası kesin ki gelişmelerden en çok etkilenen hastaneler oldu ve olmaya da devam edecek. Obamacare taslağı çizilirken hastane stoklarında ani

yükselme meydana geldi ve bununla birlikte şirketlerin hisseleri de oldukça arttı. Örneğin HCA Holdings ve Tenet Healthcare’in hisseleri Ocak 2012’d en Ekim 2013’e dek yarıdan fazla yükseldi. Ancak geçtiğimiz aylardaki Obamacare sorunları bu iki şirketin de dümdüz bir çizgide seyretmesine ve hatta zayıflamasına yol açtı. Şayet Obamacare iyi bir başlangıç yapmış olsaydı hastaneler çok iyi kar elde edeceklerdi ancak daha fazla problem onların daha fazla kar elde edebilmesine engel oldu. 14 Özetle Obamacare’in geleceği konusunda belirgin ortak bir fikir yok gibi görünüyor olsa da ABD’nin geleceği üzerinde etkili olacağı kesin.

20

Referanslar 1. ‘What is ObamaCare / What is Obama Care?’, http://obamacarefacts.com/whatis-obamacare.php (Erişim Tarihi: 23.04.2014) 2. ‘Obamacare'i neden istemiyorlar?’, (Ekim,2013), http://www.cnbce.com/video/obamacare-i-neden-istemiyorlar (Erişim Tarihi:23.04.2014) 3. ‘Affordable Care Act Summary’, http://obamacarefacts.com/affordablecareact-summary.php (Erişim Tarihi: 23.04.2014) 4. ‘Amerikan sağlık sisteminde “Obama-care” dönemi’, (Eylül,2012), http://www.hekimpostasi.org.tr/2012/09/07/amerikan-saglik-sisteminde-obama-care-donemi/ 5. ‘Health at a Glance 2011: OECD INDICATORS’, (2011), http://www.oecd.org/els/health-systems/49105858.pdf (Erişim Tarihi: 23.04.2014) 6. ‘Obamacare nedir? Tartışılan sağlık sigortası reformu Amerikalılara ne getiriyor?’, http://amerikabulteni.com/2012/03/28/obamacare-nedir-tartisilan-saglik-sigortasireformu-amerikalilara-ne-getiriyor/ (Erişim Tarihi: 23.04.2014) 7. ‘Obamacare'i neden istemiyorlar?’ gös. yer 8. ‘FITCH DE ABD'Yİ UYARDI WASHINGTON (A.A)’, (Haziran,2011), http://t24.com.tr/haber/fitch-de-abdyi-uyardi-washington-aa,150035 (Erişim Tarihi: 24.04.2014) 9. ‘Obamacare için hükümeti kapattılar’, (Ekim,2013), http://www.netgazetesi.net/obamacare-i%C3%A7in-h%C3%BCk%C3%BCmeti-kapatt%C4%B1lar.html (Erişim Tarihi: 25.04.2014) 10. ‘ABD Sağlık Bakanı Sebelius istifa etti’, (Nisan,2014), http://www.sabah.com.tr/Dunya/2014/04/11/abd-saglik-bakani-sebelius-istifa-etti (Erişim Tarihi:24.04.2014) 11. ‘Why Sylvia Burwell? What Obama was thinking’, (Nisan,2014), http://www.cnbc.com/id/101575936 (Erişim Tarihi:23.04.2014) 12. ‘President Obama: 8 Million People Have Signed Up for Private Health Coverage’, http://www.whitehouse.gov/blog/2014/04/17/president-obama-8-million-people-havesigned-private-health-coverage (Erişim Tarihi:23.04.2014) 13. ‘Yeni sağlık sigortasına 8 milyon insan kayıt yaptırdı’, (Nisan,2014), http://www.zamanamerika.com/index.php/tr/yazarlar2/itemlist/tag/obamacare, (Erişim Tarihi: 25.04.2014) 14. ‘Obamacare's Future? 3 Things to Expect in 2014’, (4 Ocak 2014), http://www.fool.com/investing/general/2014/01/04/obamacares-future-3-things-to-expect-in-2014.aspx


HARİCİYE 21


22

Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı’nın tanımına göre; Türkiye Cumhuriyeti, Kazakistan’ın bağımsızlığını tanıyan ilk ülkedir. Türkiye ile Kazakistan arasındaki ortak tarihi, kültürel ve manevi bağlar ilişkilerimizin süratle geliştirilmesine temel teşkil etmiştir. Bağımsızlığını kazanmasının ardından Kazakistan ile imzalanan çok sayıda anlaşma ve protokolle çeşitli alanlardaki ilişkilerimizin ve işbirliğimizin esasları düzenlenmiştir. Ülkemiz ile Kazakistan arasındaki siyasi ilişkilerin ulaştığı düzeye paralel olarak Kazakistan ülkemizin bölgedeki en önemli siyasi ve ekonomik ortaklarından biri haline gelmiştir. Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev’in 2009 Ekim ayında ülkemize gerçekleştirdiği ziyaret sırasında imzalanan Stratejik Ortaklık Anlaşması ile ilişkilerimiz yeni bir boyuta taşınmıştır. Öte yandan, Sayın Başbakanımızın Mayıs 2012’d e Kazakistan’a gerçekleştirdiği resmi ziyarette Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi (YDSK) kurulmuş ve Cumhurbaşkanı Nazarbayev’in 11-12 Ekim 2012 tarihlerinde ülkemize gerçekleştirdiği resmi ziyaret sırasında, YDSK’nın ilk toplantısı düzenlenmiştir. YDSK mekanizmasıyla birlikte, Kazakistan’la olan stratejik ilişkilerimiz kurumsal bir çerçeveye oturtulmuştur. Dışişleri Bakanının 26-27

Nisan 2013 tarihinde Kazakistan’a gerçekleştirdiği resmi ziyarette YDSK’nın ikinci toplantısına hazırlık mahiyetinde Ortak Stratejik Planlama Grubu’nun ikinci toplantısı gerçekleştirilmiştir. İkili ticaret hacmimiz 2013 yılında, ihracatımız 1,04 milyar Dolar ve ithalatımız 2,9 milyar Dolar olmak üzere toplam 3,9 milyar Dolara ulaşmıştır. Ortak hedefimiz, ikili ticaret hacmimizin 2015 yılına kadar 10 milyar Dolara yükseltilmesidir. Türk şirketlerinin 1993 yılından bu yana Kazakistan’d a yaptıkları yatırımların toplam değeri 2 milyar Dolar civarındadır. Kazakistan’d a 500’ün üzerinde Türk-Kazak ortak sermayeli işletme faaliyette olup, %100 Türk sermayeli şirketlerin sayısı 160 civarındadır. Kazakistan’d a Türk girişimcilerin özellikle gıda sektörü, ilaç-kimya sanayisi, inşaat, otelcilik ve imalat alanlarında öne çıktıkları görülmektedir. Kazakistan’d a müteahhitlik sektöründe Türk şirketlerinin faaliyetleri de gün geçtikçe artmaktadır. Türk inşaat firmalarının Kazakistan’d a üstlendiği projelerin toplam değeri 17,5 milyar Dolar civarındadır. Kazak firmalarının da son yıllarda Türkiye’d e başta petrol ve turizm sektörlerinde yaptıkları yatırımlar 350 milyon Dolar’a ulaşmıştır. Ülkemizde 150’nin üzerinde Kazak sermayeli şirket mevcuttur. Türkiye ve Kazakistan arasında gerçekleşen siyasi, kültürel ve ekonomik anlaşmalar gün geçtikçe daha da artmaktadır. Bu gibi Türkiye ekonomisine büyük etkisiyle beraber ortak tarih ve kültürel değerlere sahip, Orta Asya’nın adeta zenginliklerle dolu bir madeni olan Kazakistan bir iktisat öğrencisi olarak benim çok merak ettiğim ve benim gibi öğrenmekten haz duyan bir çok öğrencinin de ilgisini çekeceğini düşündüğüm bir ülke. Çünkü Kazakistan, geçmişten günümüze, birçok iç ve dış faktörler nedenleriyle göç alıp aynı zamanda göç veren ülkeler arasında verilebilecek en güzel örneklerden biridir. Bu nedenle bu ülkeyi sizlere tanıtmak istedim sevgili Hariciye okurları.


Hariciye dergimizin bu sayısında göçler ve savaşlar konulu temamız hakkında yazmam gerektiğini öğrendiğimde aklıma gelen ilk kişi, henüz üniversite 1.sınıftayken 27 şubat-07 Haziran 2011 tarihleri arasında Gazi Tömer Merkezi’nde İngilizce kursunda sınıf arkadaşım olan, aynı zamanda ders aralarında birlikte sıcacık bir kahve eşliğindeki sohbetlerimizde bana Kazakistan’d aki savaş döneminde yaşananları, Türkiye’ye ve mesleğine olan büyük sevgisini anlatan Türk-Kazak Üniversitesinin Mütevelli Heyet Başkanlığında çalışan ve tarih bölümü alanında zengin bilgilere sahip Sayın Doç. Dr. Nursulu Çetin Hanım’d ı. Bu nedenle kendisinin bana bir nevruz şenliğine davet olarak 3 yıl önce verdiği kartını özenle sakladığım yerden çıkarıp kendisine mail attım ve randevu aldım. Kendisi dergimizde Kazakistan ve Türkiye arasındaki ilişkileri daha güzel yansıtabilmem açısından size röportajın ilerleyen kısımlarında aktaracağım birçok kitap ve makaleyi tek tek ve hiç sıkılmadan bana anlattı ve hediye etti. Röportajımın başlangıç ve bitiş aşamasına kadar gerek e-maille gerekse yüzü yüze yaptığımız uzunca sohbetler sonucunda uzun bir zaman diliminde bana yardımcı oldu. Ayrıca, bu derginin bu sayısında yazmam için bana gereken tüm ilgi ve yardımı hiç eksiltmeyen değerli arkadaşım Gözde Otlu’ya çok teşekkür ederim. Sayın Nursulu Çetin’e bir öğretmen şefkatiyle Hariciye Dergisi okurlarına ve üniversite öğrencilerine göstermiş olduğu destek, önem ve değerden dolayı da çok teşekkür ederim. 1 . Ö n cel i kl e oku rl a rı m ı z i çi n bi ze ken d i n i zi ta n ı ta bi l i r m i si n i z ? Ben Türkmenistan doğumlu aslen Kazak türküyüm, Türkiye vatandaşıyım. Ahmet Yesevi Uluslararası TürkKazak Üniversitesinin ilk mezunlarından olup, üniversitenin tarih bölümünü üstün başarıyla bitirdim. Akademik kariyerime üniversitede devam ettim. Sovyetler sonrası dönemde Kazakistan’d a ilk olarak üniversitemizde Türk Memleketleri Tarihi bölümü açıldı ve ben bölüm başkanı Prof. Dr. Gülçin Çandarlıoğlu’nun danışmanlığında yüksek lisansımı bu bölümde tamamladım, 2003 yılında doktorayı da bitirdim. Doktora tezimin konusu “Kazakistan ve Türkiye arasındaki kültürel, eğitim ve bilim ilişkileri” olduğundan iki tez danışmanım vardı; Türkiye’d en Prof. Dr. Abdülkadir Yuvalı ve Kazakistan’d an Doç. Dr. Kaydar Aldajumanov. Ardından 2006 yılında doçentliğimi aldım. Kazakça yanı sıra Rusça çok iyi biliyorum. Benim 30’d an fazla eserim var, onun içinde 3 kitap. Makalelerim Kazakistan, Türkiye ve Hollanda’d a basıldı. Bilimsel çalışmalarımın alanı, Türk Dünyası Tarihi, özelliklede Türkiye ve Kazakistan

arasındaki ilişkilerdir. Bu konuda yazdığı önemli eserlerimden, Prof. Dr .Abdülkadir Yuvalı ile birlikte Kazakistan Cumhuriyetinde ilk olarak Ahmet Yesevi Üniversitesi’nin bütün fakültelerinde zorunlu ders olarak okutulan “Türk Halklarının Tarihi” dersinin ders programı ve Kazakça, Türkçe olarak “Genel Türk Tarihi” adlı ders kitabı; ”Kültür ve Bilim Alanında Kazak-Türk İlişkileri” adlı kitabımda ise iki halkın aynı kökten geldiği, iki ülke arasındaki ilişkilerin tarihi gelişimi, Kazakistan’ın bağımsızlığını tanıyan ilk devletin Türkiye Cumhuriyeti olduğu, özellikle eğitim, bilim, sosyal ilişkiler, sinema, medya, tiyatro, güzel sanatlar ve manevi ilişkiler detaylı olarak anlatılmaktadır. Bununla birlikte kitapta bu alanlardaki ilişkilerin gelişmesinde ne gibi problemler olduğu anlatılmakta ve problemlerin çıkış nedenlerinin araştırılması ile birlikte çözüm yolları da önerilmektedir. 2 . Tü rki ye’d e Ah m et Yesevi Ü n i versi tesi n i n An ka ra’d a ki M ü tevel l i H eyet Ba şka n l ı ğı n d a n ed en görev ya pm a k i sted i n i z? Tü rki ye’d e n el er i l gi n i zi çekti ? Bahsettiğim gibi, ben Orta Asya’nın kadim kültür ve bilim merkezi Türkistan’d a, Türk Dünyası’nın en büyük düşünürlerinden olan ve müritlerini Anadolu dâhil dünyanın dört bir yanına gönderen Ahmet Yesevi’nin adını taşıyan üniversitede eğitim aldım, sonra da orada çalıştım. Kazakistan’d a bir atasözü vardır: “Türkistan asa ile geleni ata bindirir”; ben Türkistan’a 16 yaşımda geldim, üniversitede Yesevi’nin ruhunu öğrendim, manevi bilgimi güçlendirdim, akademik kariyerimi yaptım, idari yönetim tecrübemi kazandım, Türk Dünyası’nı yakından tanıdım. Üniversitede değişik birimlerde ve görevlerde bulundum; Tarih Bölüm Başkanlığı, Dil Öğretim Merkezi Müdürlüğü ve Hazırlık Fakültesi Dekanlığı yaptım, Türk Dünyası’nın 29 farklı ülkesinden gelen öğrencilerin eğitimi ve sosyal etkinlikleriyle yakından ilgilendim. Türk Dünyası’ndan öğrenci kabulü programı çerçevesinde Özbekistan (Taşkent), Karakalpakistan (Nukus) ve Kırgızistan’a (Bişkek) ve Oş bölgesine giderek, öğrencilerin seçimlerini gerçekleştirdim. Evlendikten sonra eşimle Türkiye’ye geldik ve 2009’d an beri Ankara’d a çalışıyorum. Ben Ankara’yı, üniversitemi ve işimi çok seviyorum. Benim hayatım özel olarak Kazak-Türk ilişkilere armağan edilmiş gibi: Ahmet Yesevi Türk-Kazak Üniversitesinde okudum, Doktoramı Kazak-Türk kültürel ilişkiler konusunda yazdım, aslen Kazak Türkü olup, Türkiye Türkü ile evlendim. Biz Kazaklara Türkleri, Türklere Kazakları anlatıyoruz, tanıtıyoruz; ailemizde anavatan ile atayurt birleşti diyebiliriz. Türkiye’d e ilgimi çekenlerle ilgili ise, ben Türkiye’ye ilk defa 1995

23


yılında geldim ve çok sevdim. Bazen de, Türkiyeliler Türkiye’nin değerini bilemiyorlar diye düşünüyorum. Bu kadar zengin bir tarihi, manevi gücü, stratejik önemi, kültürel birikimi, muhteşem doğası ve iklimi, samimi ve açık insanı olan başka bir ülke yoktur. Zaten bunun için Türkiye’yi çekemiyorlar. Ama Türkler bunun farkına varmalı, bilincinde olmalı ve ülkenin istikrarlı gelişimi için taviz vermeden omuz omuza çalışmalıdır.

24

3 . Bi ze Ka za ki sta n ta ri h i n d e S ovyet Ru sya’n ı n etki si ve Ka za ki sta n ’ı n Tü rk topl u m l a rı yl a ol a n kü l tü rel , si ya si ve ta ri h i i l i şki l eri h a kkı n d a bi l gi verebi l i r m i si n i z? Türkler birdir, bir millettir. Hepsi aynı kökten geliyor. Mesela, Selçuklular 9. asırda Türkmenistan ve İran aracılığıyla Türkiye’ye geldiyse, o coğrafyada Kazaklar, Özbekler gibi bugünkü halklar kaldı ama Özbekler millet olarak 14.yy’d e, Kazaklarsa 15.yy’d e ortaya çıktılar, ondan önce Türk kabileler ve topluluklar vardı. Bildiğimiz Kıpçaklar, Oğuzlar bu halklar oluşmadan önceydi. Mesela Kıpçaklar Kazakların içinde de var, Özbekler ve Kırgızların içinde de. Oğuz tayfasını (kabilesini) Türklerın yanında Azerilerin ve Kazakların içinde de bulabilirsiniz. O bakımdan Türkler arasındaki bu kültürel ve etnik bağlar her zaman vardı, siyasi bağlar ise devletlere bağlı olarak gelişti. Ama Orta Asya’d aki hanlıklar arasında örneğin Kazak Hanlığı, Buhara Hanlığı, Hive Hanlığı gibi hanlıklar arasında her zaman siyasi ilişkiler mevcuttu, zaman zaman savaş olabiliyordu ama iyi ilişkiler de olabiliyordu çünkü komşuydu, Osmanlı ile de yoğun ilişkiler mevcuttu. Mesela, 20. asra kadar Orta Asya’d aki Türkler Mekke’ye Osmanlı aracılığıyla İstanbul’d an geçerek gidiyordu. Bu demek oluyor ki Orta Asya hanlıkları ve Osmanlı arasında her zaman manevi, kültürel ve ekonomik ilişkiler vardır. Çarlık (Sovyet) döneminde bu ilişkiler kırılmaya, koparılmaya çalışılıyordu. Türkiye bağımsızlık savaşına destek amacıyla Türkiye’nin kuruluş yılları olan 1920’lerde Rusya’nın Türkiye’ye verdiği altın Orta Asya Türkleri tarafından toplanmıştır. Yine mesela 1924’e kadar ülkeler arasında sınırlar yoktu, sonra Sovyet Birliği sınırları böldü, “sen Özbeksin, sen Kazaksın, sen Kırgızsın; siz ayrı birer halksınız, sizin kültürünüz farklı, diliniz farklı” diyerek hakları farklılaştırmaya çalıştı, yoksa o döneme kadar hepsi aynıydı. Kazakistan ve Türkiye çok köklü ve büyük bir ortak geçmişe sahip iki ülkedir. Kardeş ülkeleri birbirine yakınlaştıran ve birleştiren kültürel ve manevi ilişkilerdir, onun için ilişkilerin boyutları arasında en kapsamlı ve en gelişmiş olanı kültürel ilişkiler oldu. Altay ve Orta Asya’d an Anadolu ve Avrupa’ya kadar

uzanan Türk Dünyası’nın kültür birikimi, Türk halklarının ortak değerleridir. Çarlık Rusya’sı ve Sovyetler zamanında bir birinden uzaklaştırılmaya çalışılan halklar ne birbirlerini, ne ortak köklerini, ne ortak kültürlerini ve miraslarını unuttular, asla bağlarını koparmadılar. Mesela, 1926 yılında Bakü’d e gerçekleşen SSCB’nin bünyesindeki Ulusal Türkoloji Kongresinde, SSCB Türk halklarının alfabesinin Latinceye geçmesi kararı alınmıştı. Ama 1928 yılında, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin Latin alfabeye geçme kararı Sovyetleri endişelendirmiş ve tüm dünya Türk ülkeleri arasındaki işbirliği ve dayanışmayı önlemek amacıyla Kiril alfabesini geçirme kararı kabul edilmiştir. Hatta Sovyet döneminde, ana fikri “hürriyet” olduğu için siyasi sebeplerden dolayı kendi ülkelerinde bile yasaklanan kimi Kazak yazarların eserleri Türkiye’d e yayınlanıp tanındı, bu nedenle Kazak halkı Türkiye’ye minnettardır. Bunların içinde “Türkistan –iki dünya eşiğidir, Türkistan türkün er beşiğidir” diyen Mağcan Cumabayev’d en bahsetmeden geçemeyeceğim. Mağcan Cumabayev Türkiye edebiyatı antolojisinde ilk Kazak milli şairi olarak tanımlanır. Örneğin onun “Uzaktaki Kardeşime” adlı çok güzel bir şiiri vardır. Bu şiir Kazakistan’d a 1918-1919’d a kurtuluş savaşını yaşayan Türkiye’ye Orta Asya da yazılmıştır. Şiirden küçük bir parça; uzakta ağır azap çeken kardeşim, solmuş laleler gibi kuruyan kardeşim, göl gibi göz yaşı döken kardeşim. Ey pirim değimliydi altın Altay anımız? Bizlerse bir tay bağrında yürümedik mi, serazat yüzümüz değimliydi ışık saçan ay? Kardeşim sen orda ben burada kaygıdan kan yutuyoruz, bizim adımıza layık mı kul olup durmak? Gel gidelim Altay’a ata mirasına altın tahtına. Bu şiirde aynı köklerden geldiğimiz ve bir olduğumuz, birlikte üzüldüğümüz anlatılmıştır. Kazakistan’d a da o dönemde çok zor durumlar vardı. Ama Türk kardeşliğimizi unutmadığımız anlatılmıştır. Ülkeler arasında kültürel ilişkilerin kurulması hakkında resmi anlaşma Aralık 1990’d a imzalanmıştır, yani Kazakistan bağımsızlığına kavuşmadan önce. Bağımsızlık döneminden günümüze kadar Kazakistan ve Türkiye arasında 180’d en fazla anlaşma ve sözleşme imzalanmıştır. Örneğin; Abay Kazakların milli düşünürü filozofu ???????? 1995 ‘de Abay yılı olarak Türkiye’d e bütün okullarda bir ders olarak kutlandı. Özel dergiler, sempozyumlar yapıldı. Bu Türkiye ve Kazakistan arasında kültürel ilişkiler amaçlı yapılan bir projeydi. Türk-Kazak sinemasına dair ilk çalışma, son yıllarda “Benim Aşkım Astana” adındaki TürkKazak ortak yapımı filmdir. Sinema aracılığı ile Astana’nın tanıtımı yapılmıştır. Bugünü Kazakistan ve Türkiye arasındaki ilişkiler içinde genel kültür, sanat,


eğitim ve bilim, basın, yayın, dini manevi ilişkilerin ayıklanıp, iki ülke arasındaki resmi devletlerarası ilişkilerinde birbirleriyle bağlantılı olarak her biri kendi alanında ayrı bir akım oluşturduğunu söylemem gerekir. 4. Ka za ki sta n ’d a n geçm i şten gü n ü m ü ze ka d a r gel en yoğu n göçm en n ü fu su ve göç sebepl eri n el erd i r? Bu n l a rı etki l eyen si ya si ve pol i ti k u n su rl a r n el erd i r? Avrasya’nın kalbinde yer alan Kazakistan, yüz ölçümü bakımından dünyada en büyük dokuzuncu ülke, Müslüman ve Türk devletlerinin arasında ise yüzölçümü bakımından en büyük ülke olmasına rağmen, nüfus açısından dünyada 62. sıradadır. Kazakistan’ın 1 Aralık 2013 tarihi itibariyle nüfusu 17.146.000 kişidir. Kazakistan’ın bu denli geniş bir coğrafyaya rağmen az bir nüfusa sahip olmasının tarihsel nedenleri vardır. 15. yüzyılda Kazak Hanlığı’nı kuran ve 18. yüzyıldan itibaren Çarlık Rusya’nın himayesi altına girmeye başlayan Kazakların tarihinde 20. yüzyıl çok zor bir dönem olmuştur. Mesela, 18971926 yılları arasında Kazak nüfusunun doğal artışının yalnızca %7 olduğu ve Kazakların oranın da %30 kadar düştüğü görülmektedir. Sovyet Hükümetinin uyguladığı siyaset sonucu 1930 yılında 4,000 olan Kazak nüfusu 1932 yılında 2,000’ a düşmüştür. Bu baskıcı Sovyet politikalarına karşı Kazakların hayatta kalma çabasıdır. Bağımsızlık sonrası dönemde ülkedeki Slavik nüfusun hızlı göçü nedeniyle ülke nüfusu çarpıcı bir düşüş yaşamıştır. Kazakların doğum oranındaki artışa rağmen ülkenin toplam nüfusu ancak 2010 yılında 1989 nüfus sayımındaki toplam nüfusu aşabilmiştir. Kazakların hayatta kalma çabası ve kendi ayakları üzerinde durabilme çabası ile bu nüfus 2013’d e 17.146.000 kişiye ulaşmıştır. Şu bir gerçektir ki ideolojik ve stratejik nedenlerden dolayı Kazakistan’d a göçler her zaman vardır ve devam edecektir. Kazakistan, Sovyet Rusya’nın uyguladığı politikalar sonucunda içinde 131 farklı etnik grubun yaşadığı bir ülke haline gelmiştir. 2013 yılı verilerine göre toplam nüfus içinde başlıca etnik grupların dağılımı; Kazaklar %65.2, Ruslar %21.8, Özbekler %3, Ukraynalılar %1.8, Uygurlar %1.4, Tatarlar %1.2, Almanlar %1.1, Türkler ise %0.6 oranındadır. Kazakistan’d a Kazakların oranı 1989-2013 yılları arasında % 39.7’d en % 65.2’ye kadar artmıştır ve Tatarlar dışındaki diğer Türk halkları da hem sayısal olarak hem de nüfus içinde oran itibariyle artış göstermiştir. 5 . Ya ptı ğı m a ra ştı rm a l a ra göre 1 9 3 0 ’ l u yı l l a rd a Ka za kl a r ken d i va ta n l a rı n d a n a yrı l a ra k ba şka yerl ere göçe zorl a n m ı şl a r. Bu n u n n eti cesi n d e Çi n , H i n d i sta n

ve Pa ki sta n ’a göç ed en Ka za kl a r 1 9 5 0 ’ l i yı l l a rd a D ü n ya G ö çm en l er Cem i yeti ’n e ba şvu ra ra k Tü rki ye Cu m h u ri yeti ’n e sı ğı n m a k i sted i kl eri n i bi l d i rm i şl er ve bu n u n n eti cesi n d e 1 9 5 2 yı l ı n d a Tü rki ye’ye gel m i şl er. Bu n u n d oğru l u ğu n ed i r? Kazakistan ve Türkiye arasındaki tarihi bağlantıları ile ilgili, iki tarafı bir birine yakınlaştıran unsur olarak Türkiye’d eki Kazak diasporasını ve Kazakistan’d aki Türk diasporasını belirtmemiz gerekir. Tarihin zor yıllarında ülke dışına giden Kazak halkı temsilcilerinin Çin’d en bugünkü Pakistan ve Hindistan’a, oradan da Türkiye’ye gittikleri malum. Türkiye’d eki Kazak diasporası 1952-1954 yıllarında oluşmuştur. Örneğin, 1952 yılından itibaren 1958 yılına kadar Türkiye Devleti’nin onayı ile Bombeyi üzerinden 1892 kişi (564 aile) Türkiye’ye geldi. Türkiye’ye gelenler için özel bir kamp kurulmuş olup Kazaklara kalacak yer tahsis edildi. Bu kişilere Anadolu’d a 1-2 sene yaşadıktan sonra vatandaşlık verilmiştir. Zamanla Kazaklar Türk toplumlarına entegre olup meslek öğrenmiş, eğitim almışlardır. Türkiye’d eki Kazaklar Anadolu’d an İstanbul’a ve başka şehirlere yerleştiler. Bazı kazaklar Avrupa’ya (Paris, Kopengagen, Oslo, Münih, Londra, Stokgolm vb.) göç ettiler, ancak onlar bile vatanları olarak Türkiye’yi görüyorlar. Türkiyeli Kazaklardan olan aydınlar Sovyet zamanında Avrupa ülkelerine Kazak tarihi, milli hareketlerle siyasi ve toplum hayatı hakkında bilgi verdiler. Örneğin, “Hürriyet” Radyosu’nun Kazak kolu 1970’li yıllarda tamamen Türkiye’d en giden Kazaklardan ibaretti. Hasan Oraltay gibi önemli şahısların hizmetini de belirtmeliyiz. Kazakistan’d a Türk diasporası (Ahıska Türkleri) mevcuttur. 2. Dünya Savaşı öncesinde, 1937 yılında Kazakistan’a Uzak Doğudan binlerce Koreli, Kafkasya’d a sınıra yakın bölgelerden Farsiler, İranlılar, Assiryalılar, Kürtler ve Türkler Kazakistan’a getirilmişlerdir. Onların içindeki Türkler göç sırasında kendilerini Azeri olarak göstermek zorunda kalmışlardır. 1941-1945 yılları arasında ise, Gürcistan’a Almanlar girmese ve o topraklarda savaş olmasa bile, Türkiye ile sınırlı olan Akalcik, Ahalkalak, Aspidz, Adıgen ve Boğdan illerini mekan etmiş Türkler acil ve zorunlu olarak Orta Asya’ya taşındılar. Bu Türkler, buradaki devlet için bir tehlike oluşturmamasına rağmen 31 Temmuz 1944’te Kafkasya Türklerinin taşınması kararı alınmıştır. Bu karar ile bu bölgedeki Türkler Kazakistan’a yerleştirilmişler ve burada diğer halklarla birlikte zor zamanlar geçirmişlerdir. Savaş zamanı olmasına rağmen Kazak halkı onlara büyük destek verdi ve ilgi gösterdi. Kazak ve Türk halkları dostluğunun temelinde bu dayanışmanın da büyük bir rolü vardır. Kazakistan’d aki Türkler ülke ekonomisi ve kültürüne katkı sağlamaktadırlar. Onlar çoğunlukla

25


çiftçilik ve ziraat alanlarında çalışmakta olup, Kafkasya’d an getirdikleri zengin tecrübelerini Kazakistan’d a kullanmaktadırlar. Bununla birlikte, ticaret, ulaşım, eğitim alanlarında başarılara imza atan pek çok Türk kökenli vatandaş vardır.

26

6 . H oca Ah m et Yesevi U l u sl a ra ra sı Tü rk-Ka za k Ü n i versi tesi , Tü rki ye ve Ka za ki sta n Cu m h u ri yetl eri n i n u l u sl a ra ra sı özerk sta tü ye sa h i p d evl et ü n i versi tesi d i r. Ü n i versi te n e za m a n ve ki m ta ra fı n d a n ku ru l d u ve ü n i versi ten i n Tü rk-Ka za k i l i şki l eri a çı sı n d a n ön em i n ed i r? 16 Aralık 1991’d e Kazakistan bağımsızlığını tanıyan ilk devlet (yaklaşık 1 saat gibi kısa bir zaman dilimi içinde) Türkiye Cumhuriyeti oldu. Bu bizim için çok büyük bir manevi destekti ve çok önemliydi. Atatürk, 1930’larda yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini güçlendirmeye çalışırken, geleceği görürcesine, Türkiye dışındaki Türk halklarını kastederek, ”Bizim, Sovyetler Birliği idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır; manevi köprüleri sağlam tutarak. Dil bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gereklidir.” der. Onun kastettiği bütünleşme, ortak güçlü köklerimize sahip olmaktır, çünkü bu birikim ve bilinç, hem geçmişimizi, hem de geleceğimizi kuran bir bilinçtir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsızlığına yeniden kavuşan Türk Cumhuriyetleri’nde siyasi ve devlet yapısı problemleri, bundan sonraki ekonomik gelişmenin nasıl olacağı, milli kimliğin ve dilin nasıl korunacağı, uluslararası arenada temsilinin nasıl olacağı, sağlık ve eğitim sistemlerinin çöküşü gibi büyük sorunlar mevcuttu. Bu sorunların temelinde ise, Sovyet formasyonunda yetişmiş insan gücünün kaybı ve yeni devletlerin kalkınmasını gerçekleştirecek profesyonel uzmanların olmaması yatıyordu. Bu yüzden yeni kurulan devletlerin kalkınması için yeni nesil uzmanların yetiştirilmesi konusunda en önemli desteği Türkiye Cumhuriyeti sağladı. Türkiye Cumhuriyeti, genç Kazakistan için eğitim alanında çok önemli bir karar aldı: Türklerin kadim bilim ve kültür merkezi Türkistan’d a Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi’ni kurmak. Kurulan Ahmet Yesevi Uluslararası TürkKazak Üniversitesi, Kazakistan’d a sonraki yıllarda diğerlerine örnek olan ilk uluslararası ve devletlerarası bir yükseköğrenim kurumu olduğu gibi, Türkiye içinse bir sınır ötesi öğretim kurumu açmanın ilk tecrübesi olmuştur. Aslında Ahmet Yesevi

Üniversitesi’nin temeli Kazakistan Cumhurbaşkanı Sayın Nursultan Nazabayev’in 6 Haziran 1991 tarihli kararıyla, Sovyetler Birliği dağılmadan önce, Türkistan Devlet Üniversitesi olarak atılmıştır. Kazakistan Cumhuriyeti Cumhur Başkanı Nursultan Nazarbayev ile Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Süleyman Demirel arasında ,29 Nisan–1 Mayıs 1992 tarihinde gerçekleşen Almatı zirvesinde yayımlanan “Ortak Bildiri” ve 1 Mayıs 1992’d e iki ülke arasında imzalanan “Eğitim, Bilim, Kültür ve Spor Alanlarında İşbirliği Anlaşması” ile Türkistan Devlet Üniversitesi’nin iki ülkenin ortak üniversitesi haline getirilmesi kararı alınmış ve konuyla ilgili mutabakat zabtı, 28 Eylül 1992’d e Ankara’d a imzalanmıştır. Üniversitemizin kurulmasına önemli katkılar sağlayan üniversitemizin ilk Mütevelli Heyet Başkanlığına 18.13.1993’te atanan Başbakanın baş danışmanı Namık Kemal Zeybek ve üniversitenin ilk rektörü Prof. Dr .Murat Jurinov’d ur. Üniversitemizin misyonu, “Türk dilini konuşan devlet ve topluluklara mensup öğrencileri tek bir çatı altında eğitmek; hür ve bilimsel düşünce gücüne, çağdaş bilgi ve beceriye, toplumsal sorumluluk duygusuna sahip, insan haklarına saygılı, hoş görülü, milli ve ahlaki değerlere bağlı, sorgulayan, araştıran, girişimci, demokratik ve laik devlet esaslarına bağlı, tarih ve kimlik şuuruna sahip bireyler yetiştirmektir. Vizyonu ise; uluslararası standartlarda eğitim ortamı, bilimsel ve teknolojik araştırma alt yapısı ve hizmet anlayışı ile eğitim ve araştırma faaliyetlerini yürüten, Türk devlet ve toplulukları arasındaki dostluk ve dayanışma sembolü ile rekabet gücü yüksek bir üniversite olmaktır. Kurulduğu yıl 332 öğrenci ile öğrenimi başlayan üniversitemizde bugün yaklaşık 14 bin öğrenci eğitim görmektedir. Türkiye Cumhuriyeti ve akraba topluluklar vardır. Bunlar; Azerbaycan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Moğolistan, Çin, Başkurdistan, Çuvasşistan, Hakasya, Karaçay, Malkar, Karakalpakistan, Tataristan, Saha, Altay, Tuva, Dağistan, Gagavuz yeri vb. Ahmet Yesevi Üniversitesi sporda büyük başarılara imza atmıştır. 2004 Sidney Olimpiyatları şampiyonu Bekzat Sattarhanov ve gümüş madalya sahibi Muhtarhan Dildabekov, 2012 Londra Olimpiyatları bronz madalya sahibi Akjürek Tanatarov sadece üniversitenin değil, bütün Kazakistan’ın da gururudur. Sporcularımız 2012 yılından bu yana dünya şampiyonalarında 3 madalya, Asya şampiyonalarından 33 madalya elde etmiştir. Üniversitemizin ilmi çalışmalarından en önemlisi, 2002 yılından itibaren Türkistan’d a başlatılan ve bütün Türk Dünyası’nın araştırma faaliyetlerine büyük katkısı da bulunan “Türkoloji Kongreleri”dir. Bugüne kadar 5 kongre düzenlenmiş olup, kongre


çalışmalarına Almanya, Japonya, Polonya, Macaristan, Çin, Rusya, Mısır, ABD, İran, Moğolistan, Gürcistan ve bütün Türk Dünyası ülkelerinden toplamda 600 civarında bilim adamı katılmıştır. Böylece üniversitemiz Türk Dünyası’nın bilim ve araştırma merkezi haline gelmiştir. 7 . Bi l i g, Tü rk D ü n ya sı ’n ı n sosya l bi l i m l er a l a n ı n d a ki bi ri ki m l eri orta ya koym a k, ta ri h i ve gü n cel probl em l eri n bi l i m sel ya kl a şı m d a el e a l m a k a m a cı yl a ol u ştu ru l m u ştu r, h a kem l i bi r d ergi ol d u ğu n u öğren d i m . Bu şeki l d e Tü rki ye ve Ka za ki sta n a ra sı n d a ki sosyo-ekon om i k ve ta ri h i ol a yl a rı a n l a ta n bi z ü n i versi te öğren ci l eri n e ön erebi l eceği n i z ka yn a kl a r va r m ı ? Tü rki ye ve Ka za ki sta n a ra sı n d a bu gi bi bi l gi form a syon u n u sa ğl a ya ca k n e gi bi etki n l i kl er ya pı l a bi l i r? Üniversitenin Türkiye’d e basılan SSCI’d a taranan Hakemli Bilig Dergisi, Türk Dünyası sosyal bilimler dergisidir ve Türk Dünyası’ndaki bilimsel çalışmaları içeren makaleler burada yayınlanmaktadır. Bilig, Üniversitemiz Mütevelli Heyet Başkanlığı tarafından Şubat 1996 yılından itibaren bir bilim-kültür dergisi olarak yayımlanmaya başladı. Aynı zamanda AYHABER dergisi, Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı tarafından, özelde Ahmet Yesevi Üniversitesi, genelde Türk Cumhuriyetleri ve akraba topluluklarının tamamını kapsayan, aktüel olayları da içeren bir dergidir. Derginin amacı, Ahmet Yesevi Üniversitesi’nin eğitim, sanat, kültür, spor vb. faaliyetlerini Türkiye ve Türk Dünyası’na tanıtmak, Türk Dünyası ile ilgili gelişmeleri duyurmak, bu suretle Türkiye'de bir “Türk Dünyası Bilinci”ni oluşturmaktır. AYHABER, 1997 yılında HABER BÜLTENİ adıyla yayın hayatına başlamış, ilerleyen zamanda AYHABER adını almıştır. Üniversitemizin yayınları da Türk Dünyası’na yöneliktir. Son dönemde basılan eserler şunlardır; "Bitmeyen Öykü: Alfabe Tartışmaları" Raporu, "Küresel Ekonomik Krizin Türkiye ve Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nde Üzerinde Etkileri" Raporu, "Türkiye’d e Demokratik Konsolidasyon ve Liberal Siyasal Kültür: Teorik Bir İnceleme" Raporu, A.Y.Ü. V.Uluslararası Türkoloji kongresi, “Orta Asya’d a İslâm: Temsilden Fobiye”, “Bağımsızlıklarının 20. Yılında Türk Cumhuriyetleri: Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan”, "Yükseköğretimde SınırÖtesi Ortaklık Tecrübesi" Raporu, “Bölgesel ve Küresel Politikalarda Orta Asya”, “Yeni Çağın Eşiğinden "Avrasya'nın Kalbi"ne Bakmak” Raporu, Orta Asya ile Güney Asya Arasında Modern İpek Yolu Projesi Raporu, İran’ın Orta Asya Politikaları Raporu,

Japonya’nın Orta Asya Politikaları Raporu, Avrupa Birliği'nin Orta Asya Politikaları Raporu, Çin’in Orta Asya Politikaları Raporu, Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta Asya Politikaları Raporu, “Rusya’nın Orta Asya Politikaları” Raporu, Enerji İlişkileri Bağlamında Türkiye ve Orta Asya Ülkeleri. Aynı zamanda Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü adını taşıyan proje, başlangıçtan 20. yüzyıla gelinceye kadar Türk edebiyatına ait şair ve yazarların biyografilerini modern biyografi anlayışına göre ele alan bir çalışmadır. Türkiye ve Kazakistan arasındaki bilgi formasyonu açısından Ahmet Yesevi Üniversitesi’nin uluslararası platformda saygın öğretim kurumu olabilmesi ve eğitim-bilim ilişkilerini geliştirmek amacıyla birçok saygın üniversite ile sıkı irtibatlar sağlanmıştır. Türkiye, Mısır, Çin, Polonya ve yurt dışı bilim merkezleriyle sıkı irtibatlar kurulmaktadır. Türkiye’d e Hacettepe, Gazi, İstanbul Üniversitesi olmak üzere toplam 8 önde gelen üniversite ile işbirliği protokolleri imzalanmıştır. Mevlana programı ile birçok öğretim görevlisi ve öğrenci değişimi gerçekleştirilmektedir. Bu gibi değişim programlarının ve üniversiteler arası anlaşmaların artması ile birlikte iki ülke arasında bilgi enformasyonun daha da gelişeceğini düşünüyorum. Ankara’d a bulunan Mütevelli Heyet Başkanlığı bünyesinde çalışmalarını sürdüren Yesevi Sanat Topluluğu, Türk Dünyası’nın zengin kültürel değerlerini tanıtmayı, yaymayı, kardeş halklar arasında köprüler kurulmasını ve bunların daha da sağlamlaşması için faaliyetlerde bulunulmasını, Türk Topluluklarının zengin kültürlerinin, geleneksel-yöresel halk danslarının, halk ezgi ve şarkıları aracılığıyla Anadolu insanına ulaştırılmasını kendine amaç edinmiştir. 8 . Ka za ki sta n ’d a i n şa a t ve i n şa a t m a l zem el eri sektörü ,

27


28

ü l ke ekon om i si n d e gel en eksel ol a ra k ön em l i bi r yer tu tm a kta d ı r. Bi rçok Tü rk fi rm a sı d a bu sektöre bü yü k bi r ra ğbet gösterm ekted i r. S i zce bu n u n n ed en l eri n el erd i r? Ka za k h ü kü m eti n i n bu kon u d a u ygu l a d ı ğı bi r teşvi k pol i ti ka sı va r m ı d ı r? Türkiye 1991’d en yani kuruluşundan beri Kazakistan’a her zaman çok büyük destek vermiştir ve Kazakistan için bu destekler paha biçilemez. Bizim üniversitede o sırada kuruldu; Turgut Özal’ın, Süleyman Demirel’in Orta Asya’ya giderek birçok anlaşma imzalamaları bizim için çok önemliydi. Mesela, şimdiki Kazakistan’ın inşaat sektöründe %80 Türkler çalışıyor. Kazakistan’d a Türkiye’d en gelen birçok Türk işadamı vardır. Örneğin, Kazakistan’d a Türk işadamlarının kurduğu çok büyük Turkuaz Şirketler Grubu var. Turkuaz’ın kurucusu ve yöneticisi Zeki Pilge’d ir. Onlar makarana ve yağdan inşaat malzemelerine, traktörlerden borulara kadar neredeyse ekonominin bütün sektörlerinde faaliyet göstermektedirler. Zeki Pilge Kazakistan ekonomisine katkılarından dolayı Kazakistan Cumhurbaşkanı tarafından birçok takdir almıştır. Türkler hızlı ve kaliteli inşaat yaptığı için Türk inşaat sektörü Kazakistan’d a çok meşhurdur. Türkiye ve Kazakistan tarihlerinin bir benzerliği ise, bağımsızlığını kazandıktan sonra başkentlerini değiştirmeleridir. 1923 yılında Ankara’nın Türkiye’nin yeni başkenti ilan edilmesi gibi 1997 yılında Kazakistan’ın başkenti Almatı’d an Astana’ya taşındı. Bu taşınma ile Astana’nın yapılandırılması esnasında birçok Türk çalışmıştır ve hala da çalışmaktadır. Kazakistan’ın başkentinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu M. Kemal Atatürk’e armağan yapılan anıtın açılışını Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev bizzat gerçekleştirdi. Bu Kazakistan’ın Türk milletine verdiği önem ve değeri gösterir.

Bununla birlikte, Ankara’d a Nazarbayev’in anıtı yaptırılmıştır.

da

Nursultan

9 . 1 9 9 8 yı l ı n d a eşza m a n l ı ya şa n a n Asya ve Ru sya kri zl eri n i n kı rı l ga n Ka za k ekon om i si ü zeri n d e si zce n e gi bi etki l eri ol m u ştu r? Kazakistan bağımsızlığını 1991’d e kazandı ve o dönemde planlı ekonomiden piyasa ekonomisine geçiş sürecini yaşayan Kazakistan ekonomisi pek çok güçlükle karşı karşıyaydı. Tabi ki bu krizlerden Kazakistan ekonomisi de fazlaca etkilendi. Kazakistan’d a 1997 yılında “2030 gelişme stratejisi” kabul edilerek ilk kez piyasa ekonomisine geçilmesine karar verildi, yani ekonomi zaten zor bir durum içindeydi. Sovyet Birliği’nin dağılmasıyla birlikte bu ülke ile ekonomik ilişkilerde dağıldı. Çünkü Sovyet Birliği içinde şöyle bir şey vardı mesela, pamuğu Özbekistan’d a alıyorsun, bir fabrikası Kazakistan’d a bir fabrikası Baltık’ta, diğeri ise Ukrayna’d a. Yani siyasi ilişkilerle birlikte ekonomik ilişkiler de yok oldu. Mesela, benim üniversiteyi okuduğum 1991-1995 yılları arasında bazı kışlarda 2-3 ay hiç elektrik olmadığını hatırlıyorum ve bu yüzden benim sınavlara 1 mumla hazırlandığım oluyordu 1993-1994 yıllarında. Ülkenin durumu çok vahimdi ve çok kötüydü. Ama Allaha şükür çıkabildik bu krizin içinden. Zaten Batılı ülkeler Kazakistan’a hep dağılacak, gidecek bu böyle devam edemeyecek gözüyle bakıyordu. Sadece Kazakistan’a değil birçok ülkeye öyle bakıyorlardı. Bu zorlu dönemde bize Türkiye yardım etti. O nedenle Türkiye bizim gerek bağımsızlığımızı ilk tanıyan gerek bize manevi destek veren bir ülke olması bakımdan bizim için çok önemlidir. 1 0 . Yi n e ya ptı ğı m a ra ştı rm a l a ra göre Ka za k d i l i , An a d ol u Tü rkl eri n i n d i l i n d en ol d u kça fa rkl ı . Asl ı n d a , sözcü kl eri n köken l eri a yn ı ol m a sı n a ra ğm en , bi rka ç fa rkl ı l ı ğı n ol m a sı Tü rk d i l i n i n orta k bi r d i l ol a ra k ku l l a n ı l m a sı n ı zorl a ştı rm a kta d ı r. Ka za k d i l i n i n köken i ve bu d i l ü zeri n e ya pı l a n reform l a r n el erd i r? Buna katılmıyorum. Çünkü Kazakça ve Türkçe farklı değildir. Kazakça ve Türkçe’nin kökü % 40 oranında aynı, çünkü Kazak dili ve Türk dilinin mantığı, cümle yapısı ve kökü aynıdır. Ama farklı ne olabilir, mesela, Kazakçaya Rusçadan veya Latinceden giren kelimeler varsa Türkçeye de Arapçadan, Farsçadan, İngilizceden giren kelimeler var. Örneğin, yol Kazakça “jol”, Kazakça ve Türkçede de kol ifadesi aynıdır. Bu verdiğim örnekteki gibi kökler aynı farklı değildir. Mesela siz bir Kazakla konuştuğunuz zaman ilk gün belki %20sini anlarsınız ikinci gün %50’ni anlarsınız ama 1 hafta sonra birbirinizi %70-80 anlarsınız. Türkiye Türkçesi ve Kazak Türkçesi sonuçta kök


Türkçesi yani mantıkta mantalitede aynı dildir. Kazakçaya birçok kelime Rusçadan ve Batı dillerden geldi. 1991’d en sonra onlara alternatif olarak Kazak kelimeler kullanılmaya çalışılıyor. Rusça ve Kazakçadaki “kamputer” aslında İngilizcedeki “computer”dan geliyor. Bu gibi kaçınılmaz kelimeler var. Ama bu bağımsızlık döneminde birçok yabancı kelimeler yerine daha çok Kazakça terimler kullanılıp üretilmektedir. Aslında öz Türkçe ana Türkçe Kazakçadır. Çünkü Anadolu Türkleri Orta Asya’d an geldi. Tarihte 3 kıtada Türkler 70’d en fazla devlet kurdu. Avrupa, Asya, Afrika’d a Hindistan, Çin’d e, Mısır’d a. ama onların ana yeri ana memleketi Altay ve Orta Asya idi. Eğer Türkler her tarafa buradan dağıldıysa Kazaklar kendi topraklarında kaldı ve daha az değişiklere uğradı. Anadolu kültürü çok zengin, farklı ülkelerle, kültürlerle, medeniyetlerle etkileşime girerek daha da zenginleşti, ister o Arap kültürü, fars kültürü, ister batı kültürü, yunan kültürü ile yani etkileşim süreci ile, ama Türk kültürü bakımından baktığımız zaman Kazak kültürü o kadar zengin olmayabilir ama kökünü özünü korumuş, sağlamıştır. O bakımdan kazak dili de eski Türkçeye daha yakın. Başka dillere nazaran Kazakçaya saf arı Türkçe diyebiliriz. 1 1 . 1 9 5 0 ’ l i i l e 1 9 6 0 yı l l a rı n a ka d a r Ka za ki sta n ’a Ru s ve U kra yn a l ı göçm en a kı m ı d u rm u ş. 1 9 6 2 yı l ı n d a Çi n ’d en (Doğu Tü rki sta n ) 6 0 -6 5 . 0 0 0 ka d a r Ka za k ve U ygu r göçm en i sı ğı n m ı ş. Bu ve ben zeri etn i k göçl eri n sebepl eri n el erd i r? Daha öncede bahsettiğim gibi Sovyetler Birliği döneminde de Moskova’nın uyguladığı politikalar Kazak nüfusu artışını önemli ölçüde engellemiş. Sovyet Rusya’nın uyguladığı politikalar sonucu Kazakistan şuan 130 farklı etnik gruptan oluşmaktadır. Sadece Ukrayna değil, birçok millet temsilcisi yaşıyor. 1931-1933 yıllarında Moskova tarafından Kazaklara karşı uygulanan politikalar sonucunda ortaya çıkan “Goloşekin Açlığı” süresinde Kazakların nüfusu %48 oranında azalmıştır, bu rakam açlıktan ölenleri ve açlıktan ülke dışında kalanları da kapsamaktadır. Ayrıca “sanayileştirme” ve “kolohozlaştırma” politikasının bir sonucu olarak Rusya ve Ukranya’d an onbinlerce kişi Kazakistan’a yerleştirilmiştir. 1937 nüfus sayımı üzerinden yalnızca iki yıl geçtikten sonra Sovyet yönetimi 1937 nüfus sayımının sağlıksız olduğunu düşünerek yeni bir nüfus sayımı yapmış, bu nüfus sayımında Kazakların oranın düştüğü gizlenememektedir. Hatta 1939 nüfus sayımı verilerinde Kazakların son iki yılda nüfuslarının artışı göstermelerine rağmen toplam nüfus içindeki payı düşmüş olduğu görülmektedir ve buna karşın

Rus nüfusunun yerli nüfusu geçtiği görülmektedir. Kazakistan topraklarının Sovyet Devleti’ne daha hızlı entegre olması için yürütülen kolonizasyon politikasının bir sonucu olarak Rusya ve Ukranya’d an on binlerce aile Kazakistan’a yerleştirilmeye devam etmiş ve 1959 yılında yapılan nüfus sayımı sonuçlarına göre Kazakların nüfusu artmakla birlikte (2.794.966), nüfus içindeki oranları %30‘a gerilemiştir. 1970’li yıllarda Rus ve Ukraynalıların Kazakistan’a yerleştirme politikası kısmen hız kesmiş, Kazakların Slavik nüfusa oranla doğum oranlarının oldukça yüksek olması nedeniyle nüfus içindeki kazak oranı zamanla artış göstermiştir. Ancak bu artışa rağmen Kazakistan bağımsızlığa kavuşmadan önceki 1989 yılında yapılan nüfus sayımına göre ülkedeki 16.464 milyon kişilik nüfusun %39.7‘sini Kazaklar oluştururken, % 37.8’ini Rus,% 5.8’ini Alman,%5.4 ‘ini ise Ukraynalılar teşkil eder. 1 2 . O rta Asya Tü rkl eri n i n m i l l i ba yra m l a rı n el erd i r? Bu n l a r h a kkı n d a bi l gi verebi l i r m i si n i z? Orta Asya ülkelerinin bağımsızlık günleri, Cumhuriyet bayramlarının yanı sıra Orta Asya Türklerinin ortak olarak kutladığı bayram Nevruz’d ur. Ben diyorum ki, Nevruzu Orta Asya’d a yaşamak çok güzel, çünkü Orta Asya’d a Nevruz bir yenilik, bir yeni yıl başlangıcı, birlik ve beraberliktir. Mesela; insanlar hem komşularını, ister iş yerlerinde, ister evlerinde büyüklerini ziyaret ediyor, onların ellerini öpüyor. Hem böyle bir birliktelik içinde ve yeni yıl başlaması, örneğin bizim üniversitede çadırlar kuruluyor, yemekler yapılıyor, konserler veriliyor. Özellikle Nevruzda 30 ülkeden gelen öğrenciler kendi milli kıyafeti ile geliyor ve kendi milli yemeğini getiriyor ve o kadar güzel oluyor ki. O zaman Türk halklarının birliği budur diyebiliyorsunuz. Herkes birbirini tanıtıyor ve tanıtmaya çalışıyor. Aslında Nevruzun ana konusu bu olmalıdır. Umarım Türkiye’d e de bir gün Nevruzun ana teması yeni yıl, birliktelik, barış ve istikrar olacaktır. Nevruz Kazakistan, Özbekistan ve Kırgızistan’d a da milli bayram. Nevruz çok güzel bir şekilde kutlanıyor. Bütün Türk dünyasında bağımsızlık günleri ve cumhuriyet günleri önemle kutlanıyor. 1 Mayıs Kazakistan’d a Kazakistan halklarının birliği günü olarak kutlanır. Kazakistan’d a 130 millet temsilcisi yaşıyor ve bu milletlerin hepsi birlik ve beraberlik içinde çok tatlı bir şekilde bir ülkede yaşayabiliyor. Kazakistan’ın 17 milyon nüfusu ve çok farklı 130 etnik grup var. Hepsi farklı diller, dinler ve etnik köklere sahip, ama yine de ülkemizde çok iyi şekilde yaşayabiliyor. 1 3 . TO BB’u n ta n ı m ı n a göre Ka za ki sta n Cu m h u ri yeti

29


30

şi m d i gel i şm i ş ve gen i ş eği ti m ve kü l tü r orga n i za syon l a rı n a sa h i pti r. O ku m a ya zm a ora n ı (1 5 ya ş ü stü n d eki l er i çi n ) %9 8 ’d i r. Ka za ki sta n eği ti m si stem i n i n Tü rki ye Cu m h u ri yeti ’n d eki eği ti m si stem i n d en bi r fa rkı va r m ı d ı r? Va rsa bu fa rkl a r n el erd i r? Kazakistan’d a okuma yazma oranı neredeyse yüzde yüz. Çünkü Kazakistan’d a lise sona kadar mecburi ve bütün çocuklar okula gidiyor. Dağda, kırda herkes okula gidiyor. Eğitim farklı derken Sovyet zamanında Sovyet formasyonunda bir okuldu, yani böyle çok güçlü bir temel veriliyordu, genel veriliyordu. Mesela, Türkiye’d eki üniversitelerde çok dar bir alanda derin bilgi veriliyor. Ama Kazakistan’d a ise geniş temel veriliyor, bu sefer ince özel gerekli bilimler üzerinde pek durmuyor, onu tecrübe sonrasında öğrenir. Ama şimdi Kazakistan Bolonya sürecine katıldı ve Kazakistan’ın 30’d an fazla üniversitesi Bolonya sürecine çok aktif şekilde katılıyor. Kazakistan eğitim sistemi son 10 sene içinde çok aktif bir şekilde Avrupa sistemine entegre oluyor ve olmaya çalışıyor. Onun için şu anda yavaş yavaş Kazakistan ve Türk eğitim sistemleri birbirine yakınlaşıyor. Hatta üniversitemiz Dünya standartları olarak Türkiye’yi örnek alıyor. Üniversite olarak bu konuda çok başarılıyız diyebiliriz. Mesela; Mevlana programı kapsamında Türkiye’d en hocalar nasıl gidip üniversitede ders verebiliyorsa, bizim hocalarımız da gelip burada da ders veriyor. Geçen sene bizim öğrencilerimiz Hacettepe Üniversitesi’nde 1 dönem eğitim gördü. Eğitimini başarılı bir şekilde alabiliyor, demek ki bizim üniversitemizin eğitimi Türkiye standartlarındadır. Kazakistan’d a eğitim sisteminin dünya standartlarına uygun olmasında devletin çok desteği var. Devletin önce “Bolaşak” (gelecek) programı vardı, o ülke dışına öğrenci gönderiyordu. Öğrencilerin Amerika’d a, Avrupa’d a, İngiltere’d e, Türkiye’d e eğitim alarak yetişmesini, Kazakistan’d a çalışmasını sağlıyordu. Şimdi de 1 öğrenci yüksek lisans veya doktorada eğitim alıyorsa, devlet ona diyelim yüksek lisansta en azından 2 hafta veya 1 ay ülke dışına gidip tecrübe veya ders almasına, doktora eğitiminde ise en azından 3 kere ülke dışına çıkmak için imkan sağlıyor ve talep ediyor. Çünkü öğrencisinin ülke dışındaki tecrübeleri alarak yetişmesini istiyor. Üniversitemiz bunu daha kolay yapıyor, çünkü Türkiye ile daha yakınız. Size verdiğim 2050 stratejisi kitabında; Kazakistan Cumhurbaşkanı diyor ki, “Biz profesyonel bir devlet kurmalıyız. Biz Kazakları kaliteli bir uzman olarak yetiştirmeliyiz. Bizim büyük topraklarımız var, zenginliklerimiz var ama bizim halkımız bunları üretmeye yetmiyor. İster istemez ülke dışından iş gücü almak zorundayız. Kazakistan dual inovasyon,

yani sanayi ve eğitimin birleşimi, ile eğitimi de gelişmektedir. 1 4. Ru sya’n ı n Ka za ki sta n ’d a n ü kl eer d en em el eri n e ka rşı , Am eri ka ve Ka za ki sta n i şbi rl i ği i çi n d e N eva d a S em pl a ti n sk a d l ı bi r örgü t ku ru l m u ş. Bu n ü kl eer d en em el eri n Ka za k h a l kı n a n e gi bi n ega ti f etki l eri ol m u ştu r? Bu za ra rl ı fa a l i yete ka rşı ku ru l a n örgü tü n fa a l i yetl eri ol u m l u son u çl a r d oğu rm u ş m u d u r? Nevada ABD’d eki bir poligon, Semplatinsk Kazakistan’d aki bir nükleer poligondu. NevadaSemplazinsk Kazakistan’d a nükleer denemelere karşı kurulan bir örgüt ve o örgütün sayesinde Semplatinsk’d eki nükleer poligon kapatılmış. Bu uluslararası bir örgüt, çünkü nükleer denemeler her yerde çok büyük zararları meydana getiriyordu. Bu örgüt 1989’d a kuruldu. Nevada’d an bir heyet gelmiş ve Kazaklarla birlikte bu nükleer denemeleri durduralım diye eylem yapmış ve böylece bu uluslararası örgüt olmuş. 1989 dönemiydi. Semplatinsk poligonu Sovyet zamanında nükleer deneme poligonu olarak kullandı. Kazakçası Semey poligonu. Semplazinsk poligonu Sovyetler Birliği’nin en büyük nükleer deneme poligonuydu. İlk nükleer bomba denemesi 1949 yılında yapıldı. 1961’d e ilk defa Sovyetler birliğinde yer altı bomba patlaması gerçekleşti. 1949-89 dönemleri arasında 460’d an fazla nükleer denemesi yapıldı. Nükleer denemler zaten çok zararlı, oradaki toprağın insanlar ve canlılar için ne kadar zararlı olduğunu biliyoruz ve tabi ki insanlar üzerinde çok anormallikler, hastalıklar vardı ve o bölgeden herkes kaçıyordu. 1989’d an sonra deneme yapamıyor. Ama kapatılmasına rağmen o dönemki yapılan nükleer denemelerin zararlı etkileri hala 2014’te bile etkilerini gösteriyor. Çünkü toprak, hava ve bitkide hala o zarar var. Mesela; oradaki insanlar daha erken ölüyor. Oradaki hastalıklar yüzünden daha çok anormal çocuklar doğuyor. 1 5 . G eçm i şten gü n ü m ü ze ka d a r gerçekl eşen Ru s em perya l i zm i n e ka rşı Ka za ki sta n ’ı n m i l l i m ü ca d el esi n i a n l a tı r m ı s ı n ı z ? Kazak halkının köklü geçmişlere dayalı tarihi vardır. Bildiğiniz gibi, 9-10. asırlara kadar Türk halkının tarihi birdir. Ve aynı coğrafyada Orta Asya geçti. Halk olarak, Kazaklar 15. yüzyılda Kazak Hanedanlığı kurarak tarih sahnesine çıktılar ve komşu olan Rusya ile de ticari ilişkiler kuruldu, çünkü Çin’in Orta Asya ile ticari yolları Kazak bozkırlarından geçmiştir. Batı ve güneye genişleme fırsatı olmayan ve imparatorluk vasfında olan Rusya o döneme kadar Kazan Hanlığı, Astrahan Hanlığı, Nogay Ordası, Sibirya Hanlığını yok ederek, Sibirya ve Orta Asya’ya doğru ilerliyordu. 18.


yüzyılda ise (1731), Batı Kazakistan’ı mekân edinen Kazakların Küçük Cüz Hanı, doğudan gelen Congarlar tehlikesinden korunmakta, Rusya desteğini sağlamak amacıyla Rusya himayesini kabul etti. Böylece, Orta Asya’nın “anahtarı” olan Kazak toprakları Rusların eline geçmeye başladı. Ruslar, yeni kazanacakları geniş Avrasya coğrafyası ile ilgili olarak, uzun vadeli yani ebediyete kadar uzanan plan ve projeler hazırlamışlardı. Özellikle de Türk halklarına yönelik siyasi, askeri, ekonomik, kültürel, bilimsel, eğitim ve dini araçlarla birlikte devletin iç bölgelerinden gelen Rus köylüleri en iyi topraklara yerleştirildi. Çarlık Rusya’sı tarafından başlatılan bu siyaset Sovyet hükümeti döneminde de devam etmiştir, hatta tek bir “Sovyet” halkını oluşturmak amacıyla “Rus olamayan” halkların milli kimliği, kültürü, tarihi, dili yok edilmeye çalışılmıştır ve ilk dönemden başlayıp Rus hâkimiyetine karşı Kazakların milli mücadelesi başlamıştır ve bu mücadele Sovyet Birliği’nin dağılmasını hızlandıran Aralık 1986 olaylarına kadar sürmüştür. Rus sömürge siyasetine karşı milli mücadelesine Hanlardan başlayıp köylüsüne kadar Kazakların tüm tabakaları temsilcileri katılmıştır. 18. yüzyılda Sırım Datoğlu, 19. yüzyıldaki İsatay Taymanov ve Mahambet Utemisov’un, Kenesarı Han’ın liderliğinde yapılan milli isyanlar uzun yıllarca sürdü ve Kazak halkının milli mücadele tarihinde büyük rol oynayıp, derin izler bırakmıştı. 1 6 . Ka za ki sta n 1 9 41 -1 9 45 yı l l a rı a ra sı n d a gerçekl eşen sa va şı n i l k gü n l eri n d en i ti ba ren ön ceph a n el i kl eri n d en bi ri ol m u ş. Za ten m evcu t ol a n ka yn a kl a rı n ı ve bu n u n gi bi sen d i ka ekon om i si n e ka rşı a rta n ta l ep ve yen i d en ol u şu m u sa ğl a yı p ”a skeri ekon om i yi ” n a sı l ol u ştu rm u ştu r? 1941-1945 büyük vatanseverlik dönemi Kazakistan Sovyet’in bir parçasıydı ve tabi ki ön cephaneler ve asker gönderdi. Mesela, Moskova’nın korunmasında Kazakistan’d a kurulan birçok askeri birliğin çok büyük katkısı oldu ve aynı zamanda biraz önce bahsettiğimiz gibi Almanlar batıdan geldiği zaman batıdaki bütün fabrikalar da insanlar da Kazakistan’a taşındı. Mermilerin üçte biri Kazakistan’d a üretilmiş. Çünkü

Almanlar ta Moskova’ya kadar geldi ve bütün fabrikalar Kazakistan’a taşındı. Kazakistan’d aki erkeklerin çoğu savaşa gönderildiği için Kazakistan’d a çocuk, kadın gücüyle fabrikalar çalıştı. Savaşta savaşmak kadar ister mermi, yemek ve giyeceğini üretmek de önemli. Bunların çoğu da Kazakistan’d a sağlandı. Askeri donanım ve en temel ihtiyaç olan ekmek Kazakistan topraklarında üretidi. Rusya Kazakistan’ı hem donanım hem de askeri güç açısından cephanelik olarak kullanmıştır. Bu dönemki savaşta Kazakistan’ın çok önemli katkıları olmuştur. Hatta bu savaş ekonomisi için gerekli üretimi, askeri donanımı (silah üretimi gibi) Kazakistan’d aki fabrikalar sağlamıştı. 1 7 . Ka za ki sta n ’ı n j eopol i ti k ve j eo-ekon om i k proj el erd e Ru sya Fed era syon u ’n u n ki l i t ü l ke ol a m a sı n ı n n ed en i n ed i r? Çünkü Kazakistan’la Rusya’nın arasında siyasi birliktelik var ve bunun üzerine ekonomik, kültürel, sosyal ilişkileri kurmak zorunda. Şu an küreselleşen bir dünyada yaşıyoruz. Hiçbir ülke tek başına gelişemez. Kazakistan çok yönlü dış siyasetini yürüttüğü için o bütün ülkelerle iyi, dengeli ilişkiler kurmaktadır. Ama en önemlisi yakın komşular. Yakın komşular da Rusya ve Çin. Kazakistan Rusya ile eskiden gelen ilişkileri geliştirmek ve Rusya ile iyi geçinmek zorundadır. Aynen Rusya Kazakistansız etkili olamaz. Çünkü Rusya ve Kazakistan arasında ekonomik, kültürel, sosyal ve siyasi alanda çok sıkı ilişkiler var. Nursultan Nazarbayev’e göre en önemli 3 faktör vardır: Kazakistan’ın Rusya Federasyonu’nun sınır komşusu olması, Kazakistan’d aki Rus nüfusu ve dil. Kazakistan’d a en çok ithalat ihracat Rusya ile yapıldı. Rusya ve Kazakistan, Gümrük Birliği, Şangay Birliği gibi bölgesel örgütlerinin üyeleridir. Kazakistan ABD’ye dayanan bir dış siyaset yerine yakın komşu ülke olan Rusya, Çin gibi ülkeler ilişkilerini dengeli bir şekilde geliştirip Avrasya ekonomisinde söz sahibi olmaya çalışmaktadır. Kazakistan 2050 stratejisiyle ve bu alanda geliştirdiği çalışmaları ile Orta Asya’d a önemli bir güç olduğunu tüm dünyaya duyurmaktadır.

31


Göç, insanın var olmasıyla birlikte anlam kazanan ve genel olarak bakıldığında insan topluluklarının bulundukları bölgelerden, çevrelerine doğru yaptıkları harekettir. Göç hareketlerinin ortaya çıkmasında ise siyasal, ekonomik ve toplumsal sorunlar gibi birçok faktör etkilidir. Ana hatları ile ifade etmek gerekirse; sebebi, mesafesi, süresi, hacmi, yönü ve organizasyonu bakımından büyük farklılıklar gösteren göç türleri olmakla beraber, göçler genellikle “iç göçler” ve “dış (uluslararası) göçler” diye ikiye ayrılmaktadır. 1 Bu makalede toplulukların vatanlarını bırakıp, göç etmelerinden dolayı “uluslararası göçler”, Osmanlı’nın son dönemi temel alınarak incelenecektir.

32

1 . Kı rı m ve Ka fka s G öçl eri Osmanlı Devleti’nin güçlendiği zamanlarda izlediği “iskân politikası”, devletin genişlemesine bağlı olarak sürdürülmüş, fakat Karlofça Antlaşması’yla başlayan ilk toprak kayıpları neticesinde, küçük topluluklar da olsa, ilk göçler meydana gelmiştir. 1800’lerde Azerbaycan’d an başlayan göçler, bu çerçevede değerlendirilebilir. 1812-15 yılları arasında 7.000, 1829 yılında 9.000, 1860 yılında 18.000 kişi Osmanlı İmparatorluğu topraklarına göç etmiş ve bu göçler 1877’d e hızlanarak devam etmiştir. 2 1774’te imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması ile elden çıkan Kırım’d an yapılan göçler, Osmanlı’ya gelen büyük çaptaki ilk Müslüman göç dalgasıdır. 1785’ten 1800’e kadar süren bu ilk göç dalgası ve 1806-1812 yılları arasındaki ikinci göç dalgası ile birlikte yaklaşık 500.000 Kırım Türk’ü, Osmanlı Devleti’ne göç etmiştir. 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda imzalanan Edirne Antlaşması ile önemli toprak kayıpları yaşayan Osmanlı’ya yeni bir göç dalgası daha gelmiştir. Özellikle 1853-1856 Kırım Savaşı’ndan sonra artan miktarda nüfus, Anadolu’ya iltica etmiştir. Bilhassa 1856-1857, 1860-1862, 1864-1865 yılları arasında büyük ivme kazanan göç hareketi, diğer zamanlarda inişli-çıkışlı seyretti. Bunun sebebi de, siyasi ve askeri hadiselerin sonuçlarının insanların kararlarında etkili olmasıydı. 3 19. yüzyılda Osmanlı ile Rusya’nın dört kere savaştığını düşünürsek Kafkasya’d an ve Kırım’d an gelen göçleri, bu bağlamda değerlendirmek yerinde olacaktır. Kafkasya’d an 1856-

1876 yılları arasında göç edenlerin çoğu, deniz yolunu kullanmıştır. Bu tercih de haliyle, Çerkezistan sahillerinde bir yığılmaya neden olmuş ve özellikle 1859 yılında Çerkez ve Nogay muhâcirlerin Karadeniz’d e hayatlarını tehlikeye atarak yaptıkları göçlerde önemli sayıda göçmen de vefat etmiştir. Kış mevsiminde yaşanan bu durum üzerine Osmanlı Devleti’nde, ülkeye yapılan girişleri düzene koymak için “Meclis-i Mahsus” (Bakanlar Kurulu), bazı tedbirlerin alınmasını kararlaştırmış fakat uygulanması mümkün olmamıştır. Bu durumun nedenleri arasında hem Rusya’nın gereken çalışmayı yapmaması hem de savaşlardan yurtları perişan hale gelen muhâcirlerin göç etme isteği vardır. 1863-1864 kışından itibaren göç hareketi tam anlamıyla bir çığ gibi büyüdü. Başlangıçta Ruslar tarafından 40-50 bin olacağı söylenen göçmenlerin sayısı, kısa zamanda, yani 1864 baharında 400.000’e ulaşmıştır. 4 Bu göç süresince Çerkez ve Kafkas kavimleri, dönemin Rus Hükümeti tarafından kıyılara doğru sürülüp, kötü koşullara zorlanması ise dünyada birtakım tepkiler doğurdu. İngiltere, hadiseye “Çerkezya gitti, Çerkezleri koruyalım” düşüncesiyle yaklaşıyordu. 5 Rus Tarihçisi Feltsin ise konuyla ilgili olarak şöyle yazmaktadır: “Savaş acımasızca sürüyordu. Çerkez köyleri top ateşleriyle yakılıp yıkılıyor, ekin tarlaları imha edilip atların ayakları altında çiğneniyor, insanlar öldürülüyor aman dileyenler yüksek yörelerden kovuluyor, diğerleri ise Türkiye’ye gönderilmek üzere deniz kenarına sürülüyorlar.” 1865’ten sonra ise göçler, topluluklar halinden çok küçük gruplar şeklinde devam etmiştir. Böylece 700.000’e ulaşan bu muhâcirlere %25-30 civarındaki ölü sayısı ile 1865’ten sonra gelenler de eklenildiğinde, incelediğimiz dönemde, Osmanlı Devleti’ne göç etmek üzere memleketlerinden ayrılan Kırım ve Kafkasyalı sayısının 1.000.000 ilâ 1.200.000 civarında olduğu tahmin edilebilir. 6 Diğer taraftan, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın çıkması üzerine Kırım Türklerine yapılan baskılar artmış ve bölgedeki nüfus, Balkanlara yerleşmiştir; fakat bu savaşın patlak vermesinin sonucu olarak da Balkanlara gelen muhâcirler Anadolu’ya göç etmek zorunda kalmışlardır. Taraflar arasında meydana gelen 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı, 1853-1856 Kırım Savaşı, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı


göçün sürekliliğinde ve toplu bir harekete dönüşmesinde etkili olmuştur. 7 Bunun sonucu olarak, günümüz Türkiye'sinin duvarına konulan ilk harç, bu bölgeden gelen göçlerle oluşmuştur. 2 . U n u tu l m a ya n Acı : Ba l ka n H a rbi Balkanlar, nüfussal yapısı itibariyle farklı etnik grupların ve inançların birarada yaşadığı bir coğrafyadır ve Fransız İhtilâli’nin etkisiyle birlikte artan milliyetçi akımlar dolayısıyla Osmanlı Devleti için gerçekten sonun başlangıcını oluşturmuştur. Aynı zamanda yitirilen toprakların, devletin merkezi bölgesi olması, yaşanan acının büyüklüğünü göstermektedir. Fatih Sultan Mehmet döneminden itibaren haritalara bakıldığında; Selânik, Manastır ve Üsküp gibi şehirlerin; Adana, Gaziantep ve Kahramanmaraş gibi kentlerden çok daha önce Osmanlı olması, Balkan Göçleri’nin siyasal ve toplumsal etkilerinin anlaşılması için önemlidir. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda, Rus orduları Yeşilköy’e (Ayastefanos) kadar gelmiş ve “zafer” kazanmıştı. Ayastefanos Antlaşması’nı da imza ettirerek savaşın galibi olmuştu fakat hastalıktan kırılan ordunun arkadan destek sağlaması ise çok zordu. Ayrıca, bu antlaşma ile birlikte Balkanlar üzerinde önemli güç konumuna gelen Rusya’ya tepki, Batılı devletlerden gelmiş ve aynı yıl Berlin Antlaşması imzalanmıştır. Osmanlı Devleti, bu antlaşma ile Karlofça Antlaşması’ndan sonra ikinci büyük toprak kaybını yaşamıştır. Dolayısıyla, Balkanlar’d a iyice küçülen Osmanlı Devleti’ne karşı Bulgar, Sırp ve Yunan çeteleri, Osmanlı’nın elde kalan son topraklarını da almak istemişlerdir. Kaybedilen topraklarda kalan Türkler ise baskı altında kalmış ve yoğun mücadeleler vermiştir; fakat özellikle Sırpların yoğun saldırıları yüzünden güvenli sayılan Anadolu’ya göç etmek zorunda kalmışlardır. Balkanlar’d aki milletlerin hepsi Makedonya’yı istiyordu ve bu durum da Osmanlı’yı Avrupa’d an tamamen atmak için büyük bir fırsattı. Savaş öncesi taraflara bakıldığı zaman, bir yanda milliyetçilik akımlarıyla psikolojik üstünlüğü ele geçiren ve ulus devlet kurma yolunda ilerleyen Balkan orduları varken; diğer yanda uzun süren savaşlarda yorulan ve ordusu “ittihatçıitilafçı” diye ikiye bölünen bir devlet vardı. Taraflar arasında böyle bir fark oluşmasına rağmen, büyük devletler, Osmanlı’nın yine de savaşı kazanabileceğini tahmin ettiğinden, savaş başlarken statükonun değişmeyeceğini belirtmişlerdir. Buna karşın Balkan orduları, savaşmak için oldukça istekliydi. O derece motive olmuşlardı ki, 4,3 milyonluk Bulgaristan bile savaşın başında Rumeli’d eki Osmanlı 1. ve 2. Ordularının toplamından daha fazla asker çıkardı.

Osmanlı Devleti’nin seferber edebildiği 303.000 askere, iyi yetiştirilmiş 350.000 kişilik bir kuvvetle hücum etti. Buna 110.000’d en fazla Yunan askeri, 35.000 Karadağlı ve 230.000 Sırp askeri de eklenince, Balkan kuvvetleri 725.000’e ulaştı. 8 Dolayısıyla, 22 Ekim 1912’d e fiilen başlayan savaşın Osmanlı tarafından 30 Ekim’d e kaybedilmesi kaçınılmaz oldu. Yani, bir haftada 550 senelik Rumeli, Osmanlı’nın elinden çıkmış oldu. Balkan Devletleri’nin kazandıkları toprakları, kendi aralarında paylaşamamasından dolayı tekrar savaş çıkmış, bu durumu fırsat bilen Osmanlılar ise 1913 Temmuz’unda Edirne’yi geri almıştı. Sonuç olarak, 93 Harbi ile başlayan göçün sonucu olarak, yüzyılın sonuna dek 1 milyonun üzerinde Müslüman göç etmek zorunda kalmıştır. Yalnızca 1912 Kasım’ından 1913 ortasına kadar Anadolu’ya Trakya’d an 200 bin, Makedonya’d an da 240 bin olmak üzere toplam 440 bin göçmen geldi. Toplam rakamları 600 bin civarında olduğu sanılıyor. 9 Göç, öyle bir hal almıştı ki yalın ayak İstanbul’a girenler ve buldukları boşluğa sığınmaya çalışan göçmenler her yerdeydiler. Halit Ziya Uşaklıgil’in “Kırk Yıl” adlı eseri de bu olayın etkilerini içermektedir. Birleşik Devletler’d e yayınlanan 1914 tarihli Carnegie Raporu, göç edenlerin ayrıntılı incelemesini yaparak bunun toplumsal sorunlarına da yer vermiştir. 10 Balkan Savaşları’ndan sonra Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasında nüfus mübadelesi yapılmış fakat istenen seviyede olmamıştır. 1923 yılında da Türkiye ile Yunanistan arasında aynı değişim yapılmıştır. 1. Dünya Savaşı sonrasında Yunanistan ile Bulgaristan arasında da bu uygulanmıştır. Genel olarak bakıldığında ise Osmanlı Devleti, yüzyıllardır sahibi olduğu vatan toprağından ayrıldığında geride tebaasını bırakmış ve MüslümanTürklere yönelik saldırılar artmakla kalmamış, katliam denilecek boyutlara ulaşmıştır. 3 . 2 0 1 5 ’e G i d erken : Erm en i Teh ci ri Günümüzde büyük tartışmalara yol açan “Ermeni Tehciri”nin anlaşılabilmesi için konunun siyasetçilerden arındırılıp, tarihçilere bırakılması gerekirdi; fakat bu değişimin gerçekleşmesi için geç kalındığı, çoğu ülkede çıkan kanunların içeriğinden anlaşılmaktadır. Konunun uluslararası alanda da kavranabilmesi için öncelikle Ermeni Meselesi’nin ortaya çıkışı, tehcir kanunu ve uygulanışı, nüfus sayımlarına bağlı olarak elde edilen istatistikler ve diğer devletler tarafından hazırlanan raporların karşılaştırılarak incelenmesi gerekmektedir. Prof. Dr. Nejat Göyünç’ün “Osmanlı İdaresinde Ermeniler” adlı eserinde Ermenilerin Türk kültürüne yaptıkları katkılar şöyle sıralanmaktadır: “Edebiyat

33


34

dalında: Anadolu’d a Türklerin çoğunlukta olduğu bölgelerde yaşayan Ermenilerin kendi millî dillerini unuttukları, hâkim topluluk dili olan Türkçe’yi öğrendikleri Ermeni araştırmacılar tarafından da kabul edilmektedir. Türk kültürünü benimsemiş bu insanlara Türkophile, yani Türk dostu, Türkleri seven Ermeni denilmiştir. Mimari alanında: İstanbul’un en güzel saraylarından ve müzelerinden birisi olan Dolmabahçe Sarayı, Balyan Karabet adlı bir Ermeni sanatkârın eseridir. Tophanedeki Nusretiye Camii, Balyan Kirkor, Bayezit’te üniversite içindeki yangın kulesi Balyan Senekerim, Beşiktaş’ta Ihlamur Kasrı, Küçük su kasrı, Dolmabahçe Saat kulesi, Yıldız Sarayı bahçesinde Malta köşkü Balyan Nikoğus’un eseridir. Musiki dalında: Ünlü Türk bestekârı Hacı Arif Beyin talebesi olan Ermeni asıllı Bîmen Şen (1873-1943) Türk musikisinin en güçlü sanatkârlarından birisi olmuş ve yüzlerce şarkı bestelemiştir. Sahne sanatlarında ise; İstanbul’d a Ermeni sanatkârları 1810’d an sonra tiyatro çalışmalarına başlamışlar, bazen zengin Ermenilerin evinde, bazen bir Ermeni okulunda, 1861’d en sonra da Beyoğlu’ndaki Şark tiyatrosunda temsiller vermişlerdir. 1870 tarihinde Ermeni sanatkârlar, Türkçe tiyatro eserleri oynamak üzere, Gedikpaşa’d a, Üsküdar’d a Bağlarbaşı’nda, Beyoğlu’nda ve Tophane’d e açacakları tiyatrolar için devletten müsaade almışlardır.” 11 Anlaşıldığı üzere, Ermenilerin Osmanlı sosyal hayatı içinde önemli bir yere sahip olduğu ve Türk kültürüyle iç içe yaşadığı görülmektedir. Bu etkinin ise sadece sosyal yapı ile sınırlı kaldığını söylememiz ise yanlış olacaktır. Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyılın sonunda Ermeni azınlıktan 22 bakan, 33 milletvekili, 7 büyükelçi, 11 konsolos, 29 paşa ve 11 profesör bulunmaktaydı. 12 Bütün bunlardan dolayı, Ermenilere yaptıkları hizmetten ve dostluklarından dolayı da “Millet-i Sadıka” denilmiştir. Ermeni Meselesi’nin ortaya çıkışının birçok nedeni vardır, bunlar şöyle sıralanabilir: Osmanlı Devleti üzerinde emelleri olan Avrupa Devletleri’nin Ermenileri kışkırtması, 1820’lerde bağımsızlığını kazanan Yunanistan ile birlikte imparatorlukta artan milliyetçi akımlar ve Ermeni Patrikliği ile birlikte açılan misyoner okulların faaliyetleri, Ermenileri etkilemiştir. Osmanlı Devleti ise bu süre zarfında 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanları ile vatandaşları arasında ayrım yapmaksızın eşitlik sağlamış, özgürlükleri arttırmıştır. Bununla yetinmeyen Osmanlı Devleti, 29 Mart 1863’d e “Ermeni Milleti Nizamnamesini” neşrederek bu halkın eğitim, kültür, din ve cemaat işlerini kendilerinin halletmeleri hususunda tanıdığı haklar, bir nev’i muhtar idare tarzını andırıyordu. 13 Buna rağmen, Osmanlı Devleti üzerinde Ayastefanos ve Berlin

Antlaşmaları temel gösterilerek Ermenilerin yaşadıkları bölgelerde ıslahat yapılmasına dair baskılar artmıştır. Osmanlı Devleti’nin 28 Ekim 1914’te savaşa girmesi ile birlikte Ermeniler ile ilgili ıslahat antlaşması fesh edilmiş ve savaş başlamadan önce de İstanbul’d a Ermenilerin ileri gelenleriyle savaş sırasındaki durum hakkında toplantı yapılmıştır. Buna mukabil Ermeniler, Ruslardan aldıkları talimat üzerine hazırlıklarını tamamlayarak, Kayseri’d e 1914 Ocağında, Zeytun’d a 1914 Ağustosunda, Erzurum’d a 1914 Ekiminde sabotaj ve tedhiş hareketlerine başlamışlardı. 14 Bunlara bir de Sarıkamış faciasından sonra 1915 Ocakta Bitlis, Kayseri ve Nisan’d a Muş, Sivas, Diyarbakır ve Van’d a isyan etmeleri üzerine Osmanlı Devleti, hem cephe gerisini sağlama almak hem de Ermeni vatandaşların can güvenliğini korumak için “Tehcir Kanunu”nu çıkarmıştır. Kanun çıkmadan önce ise İçişleri Bakanı Talât Paşa ile Milli Savunma Bakanı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa, Ermeni ileri gelenlerini ve Ermeni Patriği’ni uyarmışlardır. Genelkurmay Başkanlığı İçişleri Bakanlığına bir yazı yazarak Türkiye’d eki ihtilâlci Ermeni komitelerinin faaliyetlerinin yasaklanmasını ve merkezlerinin kapatılmasını istedi. 15 24 Nisan 1915’te İçişleri Bakanlığı bu talimatın gereğini yerine getirmiş, İstanbul’d a yaşayan 77.735 Ermeni’yi isyana teşvik eden 2345 militan Ermeni komiteciyi tutuklatmıştır. 16 Bugün bahsi geçen ve her 24 Nisan’d a tartışılan konunun aslını bu olay oluşturmaktadır ve “Tehcir Kanunu” ile de bir bağlantısı bulunmamaktadır. Nitekim, Mısır’d aki İngiliz Askerî Ofisi’ne Dedeağaç üzerinden ulaşan bir bilgiye göre, “24 Nisan 1915 gecesi üç Ermeni din görevlisi, Ermeni gazetesi Puzantion’un sahibi de aralarında olmak üzere toplam 1800 Ermeni yakalanmıştır ve Ankara’ya gönderileceklerdir. Tutuklananların 500’ü Taşnak, 500’ü Hınçak ve kalanlar da Ramgavar partizanlarıdır” denilmektedir. 17 26 Mayıs 1915 tarihinde İçişleri Bakanlığı’na gönderilen talimatta ise Ermenilerin Doğu Anadolu illerinden Diyarbakır’ın güneyine Urfa ve Süleymaniye yakınlarına göç ettirilmesi kararlaştırılmış ve bunun uygulanması kısmında ise demografik, ekonomik ve sosyal yapıya dikkat edilmiştir. Belgeler ve raporlar incelendiğinde birçoğunun birbiriyle uyuşmadığı ve aralarında uçurum denecek kadar fark olduğu görülmektedir. Anadolu’d aki son grupların göç etmesiyle de ortaya bazı rakamlar çıkmaktadır. Adana’d aki kalan nüfusun da nakledilmesiyle sevkedilenlerin toplamı 438.758, Halep’tekilerle birlikte iskân sahasına varan nüfus ise 382.148’d ir. 18 Fakat göç sırasında gerek kafilelere saldırılar olsun gerekse de salgın hastalıklar olsun can


kayıpları meydana gelmiştir. Bu saldırıların da arka planına bakıldığı zaman, 93 Harbi’nden sonra II. Abdülhamit tarafından bölgede güvenliği sağlamak için Kürt aşiretlerinden kurulan Hamidiye Alayları görülmektedir ama bunun nedeni de Kürt aşiretlerine önceden yapılan Ermeni saldırıları olmuştur. Osmanlı Devleti ise bunun üzerine bir tedbir almış ve kararın 21. maddesinde de göç edenlere yolculuk sırasında saldırı yapanları Askerî Mahkeme’ye göndereceğini belirtmiştir. Nüfus konusundaki çalışmalarda aynı şekilde farklılıklar göze çarpmaktadır fakat birbirine yakın sayıda sonuç veren araştırmalar da vardır. 1910/11 sayımına göre ise Ermeni nüfusu 1.050.513 Gregoryen ve 90.050 Katolik olarak toplam 1.140.563’d ür. Protestan Ermeniler kaydedilmemekle beraber toplam Protestan sayısının 53.880 olduğu bilinmektedir. Bütün Protestanların da eklenmesiyle Ermeni nüfusu 1.194.443’e ulaşmaktadır. 19 1914 sayımında ise, toplam Ermeni nüfusu, Protestan ve Katolik Ermeniler dâhil 1.294.831 olarak tespit edilmektedir. 20 15 Kasım 1918 tarihinde Birleşik Devletler’d en David Magie tarafından hazırlanan raporda, Osmanlı Devleti’nde yaşayan Ermeni nüfus, 1.357.934 olarak belirtilmiştir. İngiliz elçisi James Watson Gerard ise Kasım 1922 tarihli raporunda 231.000’i Türkiye’d e olmak üzere dünyada 3.004.000 Ermeni olduğunu yazmıştır. Bu gü n ü n Perd esi n d e S a h n el en en D ü n Göç, tüm sosyal ve kültürel dinamikleriyle her zaman ve her yerde tarihi bir olgudur. Zira, farklı coğrafyaları farklı anlamlarla aynı potada eriten bir başka beşeri unsurun tahayyülü oldukça güçtür. Kategorilerle anlatılması veya anlaşılması kısmen mümkün olan “göç”ü periyodik olarak ve olay bazında

değerlendirmek gerekir. Başka bir deyişle, her bir göç, diğer bütün göç ve göç dalgalarının sahip olduğu tipik özelliklerin yanı sıra kendine özgü atipik yönleri de barındırmakta; ardında yer alan siyasi, dini, etnik her tür toplumsal saikle tarihte farklı bir iz bırakmaktadır. Özetle, göç sui generis bir olgudur. Nefes aldığı her coğrafyada farklı sonuçlar doğuran göç, Osmanlı Devleti’nin hüküm sürdüğü iklimde de şüphesiz çeşitli açılımlarda kendini göstermektedir. Nitekim günümüzde etkilerini çok yakından hissettiğimiz Ukrayna’d aki siyasi kriz ve Kırım meselesinde yaşanan etnik sorun; olimpiyatlarla bir kez daha gün yüzüne çıkan gerçekleriyle Soçi; daha kaç parçaya bölüneceği meçhul olan Balkanlar ve 100. yılını idrak ettiğimiz, kimilerine göre “soykırım”, kimilerine göre “Ermeni Tehciri” ve kimilerine göre de bir “sorun” olan Ermeni göçü. Sonuç olarak, geçmişte yaşanan birçok olay bugünü etkilemektedir. Beyin göçü gibi ögeler, ülkemize önemli katkılar sağlamıştır. Örneğin, ülkemizin önemli tarihçilerinden Halil İnalcık ve İlber Ortaylı, Kırım göçmeni ailelerin çocuklarıyken; bir diğer değerli tarihçimiz Kemal Karpat ise Dobruca doğumludur. Olumlu yanlarının yanı sıra siyasi krizlere de yol açmıştır. Yukarıdaki bahislerimiz ışığında, her göçün gömülü çeşitli anlamlar içerdiği siyasi, dini, etnik güdüler; olumlu ve olumsuz yansıları vardır. M. Kemal Atatürk’ün söylediği gibi: “Muhacir diye küçümsenenler, tarihin yazdığı savaşlarda en geriye kalanlar, yani ‘Düşmanla sonuna kadar dövüşenler’ çekilen ordunun ri'cat hatlarını sağlamak için kendilerini feda edenler ve düşman karşısında kaçmak, çekilmek nedir bilmeyenlerdir. Muhacirler kaybedilmiş ülkelerimizin milli hatıralarıdır.”

Refera n sl a r 1. Taylan Akkoyun, Göç ve Değişme, İstanbul, 1979, s. 23. 2. Türk Ansiklopedisi, Cilt XVII, ; 459. 3. Abdullah Saydam, Kırım ve Kafkas Göçleri (1856-1876), -İkinci Baskı-Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2010, s. 81. 4. Karpat, Ottoman Population, s. 67. 5. “Papers Respecting. Accounts and Papers, s. 4 (No:7) 6. Shaw, Stanford J. –Shaw, Ezel Kural, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, II.Cilt, İstanbul 1983, s. 153. 7. Kemal H.Karpat, Osmanlı Nüfusu (1830-1914) Demografik ve Sosyal Özellikleri, Çeviren: Bahar Tırnakçı, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2003, s. 15-16. 8. Mehmet Tanju Akad, “550 senelik Rumeli 1 haftada kaybedildi”, NTV Tarih, Sayı 45, Ekim 2012, s. 30. 9. Mehmet Tanju Akad, a.g.e., s. 34. 10. International Commission to Inquire into the Causes and Conduct of the Balkan Wars; Carnegie Endowment for International Peace. Division of Intercourse and Education, https://archive.org/details/reportofinternat00inteuoft [Alıntı Tarihi: 17.05.2014] 11. Nejat Göyünç, Osmanlı İdaresinde Ermeniler, Gültepe yay., İstanbul 1983, s.69-75. 12. Hasan Celal Güzel, “Ermeni soykırımı yoktur, Türk Milleti’ne yapılan katliam vardır”, (25.04.2014),http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/guzel/2014/04/25/ermeni-soykirimi-yoktur-turk-milletine-yapilan-katliam-vardir, [Alıntı Tarihi: 17.05.2014] 13. Benjamin Braude and Bernard Lewis (eds), Christians and Jews in the Ottoman Empire. The Junctioning of a Plural Society, vol.1, New York 1982, s. 25; Uras, a.g.e., s. 156-171. 14. Mehmet Saray, Ermenistan ve Türk Ermeni İlişkileri, s. 53. 15. Belgelerle Ermeni Sorunu, ATASE Yay., Ankara 1983., s. 223. 16. Süslü, Azmi., Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, Ankara 1990. S. 134; Belgelerle Ermeni Sorunu, s. 223; Uras, a.g.e., s. 612. 17. UK ARCHIEVES, WO157/691/9: İngiliz Karargâhı Askeri İstihbarat Bülteni, 5 Mayıs 1915, Kahire. 18. Ermeniler: Sürgün ve Göç/ Hikmet Özdemir… [ve başk.]. -4.bsk.- Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2010, s. 92. 19. Stanford J. Shaw, “The Ottoman Census System and Population, 1831-1914”, International Journal of Middle Eastern Studies, No. 3, (September, 1978), s. 13. 20. Karpat, Ottoman Population, s. 189.

35


G i ri ş Göç; insanın dünya serüveninin başlangıcıyla birlikte var olan ve bu özelliğiyle insanlık tarihi kadar eski olan bir kavram, bir olgudur. Tarih boyunca insanlar ekonomik, toplumsal, güvenlik ve siyasi nedenlerden dolayı iradi ya da zorunlu olarak bulundukları ya da doğdukları yerden bir başka coğrafyaya hareket etmişler, yani göç etmişlerdir. Özellikle medeniyetin doğduğu ve Asya, Kafkasya, Avrupa ve Orta Doğu’nun birleştiği nokta olarak Anadolu toprakları tarih boyunca birçok farklı göç hareketine sahne olmuştur. 1

36

Ulaşım ve iletişim araçlarındaki muazzam gelişmelerle birlikte küreselleşme özelinde yepyeni bir boyut kazanan göç olgusu, günümüzde toplumların ve uluslararası arenanın en önemli sorunlarından biri haline gelmiştir. Küreselleşmenin de etkisiyle ülkeler arasında artan dış göç hareketleri siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel boyutlarıyla önemli bir politika alanı haline gelmiştir. Göç kavramı bu bakımdan ülkelerin demografik yapısını, güvenliğini, sosyokültürel yapılarını yakından ilgilendiren insani bir olgudur. 2 Göç kavramı, yaşadığı ülkeden bir başka ülkeye (gelişmiş ülkelere) hareket eden, oraya yerleşen, iş kuran insanların yanı sıra; göçmen kaçakçılığı, kadın ticareti, çocuk ticareti, zorla çalıştırma gibi suçlarla doğrudan bağlantılı olan düzensiz göçü de kapsamaktadır. Devletler kendi iç güvenliğini, vatandaşlarını, siyasi ve ekonomik çıkarlarını korumak için göç olgusuna yön vermeye ve kontrol etmeye çalışmışlardır. 3 Göç hareketleri bu boyutuyla göçle bağlantılı olan bir başka konuyu gündeme getiriyor: İnsan hakları. Bu yazıda, göçle ilgili kısa bir kavramsal çerçeve verildikten sonra, insan hakları ve göç bağlamında, konuyla ilgili uluslararası hukuksal düzenlemeler, uluslararası antlaşmalarda göç kavramı ve göçün insan haklarına etkisi konuları üzerinde durulacaktır. G Ö Ç: Ka vra m sa l Boyu t

Genel anlamıyla göç; birey veya toplulukların mevcut ikametgâhlarını iradi ya da zorunlu bir şekilde terk ederek yaptıkları coğrafi mekân değişikliğini ifade eder. Göçler tanımdan da anlaşılacağı üzere gönüllü ya da zorunlu olarak ortaya çıkar. Gönüllü göç insanların kendi istekleri çerçevesinde bir bölgeden başka bir bölgeye hareket etmelerine denir. Zorunlu göç ise bireylerin isteği dışında çeşitli kuvvetlerin etkisiyle ortaya çıkar. Örneğin, devletin çeşitli sosyal, ekonomik, güvenlik gibi konularda aldığı kararların yerine getirilmesi aşamasında, nüfusta oluşturulan hareketlilik zorunlu göçü oluşturmaktadır. 4 G öçü n N ed en l eri Göç olgusunun nedenlerini başlıca üç kategoride toplayabiliriz. İlk olarak, özellikle 20. ve son yüzyılda yaşanan göçlerin en önemli nedeni olan ekonomik nedenlerden söz edilmelidir. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaşayan insanlar, daha çok Avrupa ve Amerika kıtaları olmak üzere birçok gelişmiş ülkeye iş aramak ve daha iyi bir yaşam standardına ulaşmak için göç ederler ya da etmek isterler. Bu isteğin temelinde, mevcut yaşanılan ülkede iş olanaklarının ve gelirin yeterli olmaması gibi ekonomik sorunlar vardır. 5 İkinci önemli göç nedeni, güvenlik gerekçesiyle yapılan göçlerdir. Ekonomik istikrarın, kamu düzeninin ve toplumsal güvenliğin sağlanamadığı ülkelerde, özellikle Afrika kıtası ülkelerinde, karşılaşılan en önemli sorun güvenlik sorunudur. Terör nedeniyle maruz kalınan baskılar ve can ve mal güvenliğine ilişkin kaygılar insanları göçe zorlayan temel etkenler olmaktadır. 6 Son olarak ise, insanları göçe başvurmaya iten neden bireysel nedenlerdir. Bireyler evlilik, eğitim, ebeveynin yanına gitmek gibi nedenlerle de göç edebilirler. İ n sa n H a kl a rı Ve G öç: İ h l a l l er Özellikle son yıllarda uluslararası göç gündeminde önemli bir yer işgal eden insan ticareti konusu, insan


hakları boyutunu da içerecek biçimde ele alınmaktadır. İnsan ticareti sorunu, göçün, insan hakları boyutunun en önemli problemidir. Göç sürecine dâhil olan çoğu eğitimsiz erkek, kadın ve çocuklar insan ticareti yapan çetelerin eline düşmekte ve bu durum göçmenlerin güvenliğini tehdit ederek önemli insan hakları ihlallerine yol açmaktadır. Uluslararası Göç Örgütü’ne göre her yıl 700.000 ile 2.000.000 arasında tahmin edilen sayıda kişi insan ticareti amacıyla uluslararası sınırlardan geçirilmektedir. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün tahminlerine göre ise bugün dünyada zorla çalıştırmaya maruz kalan 12,3 milyon kişinin yaklaşık 2,5 milyonunu insan ticareti mağdurları oluşturmakta ve bu kişilerin %43’ü cinsel sömürü amaçlı çalıştırılmaktadır. 7 Uluslararası göç kavramı çoğu kez ekonomik nedenler ve küreselleşmenin bir sonucu olarak ele alınmış ve göçmenlerin insan haklarının ihlali ve güvenliklerinin tehdit altında olması gibi sorunlar ihmal edilmiştir. Bununla birlikte göçmenlere karşı ırkçılık ve ayrımcılık insan hakları bağlamında bir başka sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Devletleri aşan bir konu olan uluslararası göçün ortaya çıkardığı insan hakları ihlallerine de önlem almak yine uluslararası yapılanmalara ve kurumlara düşmektedir. Göç ve göçün ortaya çıkardığı sorunlara yönelik uluslararası kuruluşlar tarafından geliştirilen farklı sözleşmeler ve düzenlemeler mevcuttur. Bu sözleşmeler ihlal edilen temel insan haklarının korunması üzerinde durmaktadır. U l u sl a ra ra sı H u ku ksa l D ü zen l em el er İnsan hakları, tüm insanların doğuştan sahip oldukları, devredilemez ve vazgeçilemez haklardır. Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası kuruluşlar tarafından geliştirilen farklı sözleşmeler mevcuttur. Bu uluslararası sözleşmeler göç olgusunun ihlal ettiği temel insan haklarının korunması ve insan ticaretinin çeşitli türlerinin yasaklanması üzerinde durmaktadır. 1 . İ n sa n H a kl a rı Evren sel Beya n n a m esi Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun 10 Aralık 1948 tarih ve 217 A(III) sayılı Kararıyla ilan edilmiştir. İnsan hakları evrensel beyannamesinin 4. Maddesine göre, “Hiç kimse kölelik ya da kulluk altında tutulamaz, her türlü kölelik veya köle ticareti yasaktır.”

Bildirgenin 5. Maddesinde “Hiç kimseye işkence veya zalimce, insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele ve ceza uygulanamaz.” 9. Madde de ise “Hiç kimse keyfi olarak yakalanamaz, tutuklanamaz ve sürgün edilemez.” denilerek özgür yaşama hakkına vurgu yapılmıştır. İnsan hakları evrensel beyannamesinin 13. Maddesinin 1. fıkrasına göre “Herkesin bir devletin toprakları üzerinde serbestçe dolaşma ve oturma hakkı vardır.” Yani bu maddeye göre her insanın ülkesinden çıkabilmesi veya geri dönebilmesi insan olmasından kaynaklı bir hakkıdır. Fakat uygulamada devletler göç konusunda katı ve engelleyici politikalar benimsemektedir. İnsanların başka ülkelere gidebilmesi ve o ülkelerde çalışabilmesi önemli sınırlamalarla düzenlenmiştir. Madde 14’te “Herkesin zulüm altında başka ülkelere sığınma ve sığınma olanaklarından yararlanma hakkı vardır.” hükümleri ile savaş ve güvenlik nedeniyle göç edenlerin bu hareketlerini insan hakları çerçevesinde tanımış ve korumuştur. 8 2 . Bi rl eşm i ş M i l l etl er S i ya si ve M ed en i H a kl a r S ö z l eş m es i Mart 2012 itibariyle 167 devletin taraf olduğu sözleşme 1976 yılında yürürlüğe girmiştir. Sözleşmenin 8. maddesi her türlü kölelik ve köle ticaretini yasaklamakta, hiç kimsenin zorla çalıştırılamayacağını hükme bağlamaktadır. Çocuk hakları bağlamında ise sözleşme, her çocuğun ırk, renk, cinsiyet, dil, din, ulusal veya toplumsal köken, mülkiyet, doğum gibi bir ayrımcılığa tabi tutulmaksızın ailesi, toplum ve devlet tarafından korunma hakkını içermektedir. 9 3 . Bi rl eşm i ş M i l l etl er “Ka d ı n l a ra Ka rşı H er Tü rl ü Ayrı m cı l ı ğı n Ö n l en m esi S özl eşm esi ” (CEDAW) 1979 yılında kabul edilen sözleşme, 2006 yılı itibarıyla 185 ülkenin imzasını taşımaktadır. Sözleşme daha çok kadın hakları üzerinde durmakta ve bu bağlamda cinsiyet ayrımcılığını, insan ticaretini ve fuhuş yoluyla kadınların sömürülmesini engellemek için taraf devletlere bir takım görev ve sorumluluklar yüklemektedir. 10 Son u ç Yukarıda sıralanan antlaşmaların hükümlerine rağmen yine de her yıl milyonlarca insan göçün

37


olumsuzluklarına ve insan hakları ihlallerine maruz kalmaktadırlar. İstatistikler ve tarihsel süreç gösteriyor ki, göç olgusu gelecekte artarak devam edecek ve güncel sorunlar benzer veya farklı boyutlarda varlığını sürdürecektir. Devletlerin politikalarına ve uluslararası antlaşmaların uygulanabilirliğine baktığımızda, mevcut düzenlemelerin, göçün insan hakları sorunlarına çare olmadığı aşikârdır. Avrupa gibi gelişmiş ekonomileri barındıran bölgelerin göç olgusunu kontrol politikaları, insan hakları ihlallerine yol açmaktadır. Bu nedenle bu tür politikaların uluslararası ve Avrupa insan haklarına uygun olarak gerçekleştirilmesi gerekir. Çünkü insan hakları kavramı, devletlerin kendi hâkimiyet alanlarında bulunan, sadece vatandaşlarına değil, tüm insanların haklarına saygı duymasını ve korumasını gerektirir. Devletler kaynaklarını insan hakları ihlali doğuracak eylemler için kullanamazlar. Sonuç olarak göçün yarattığı insan hakları sorunlarını daha doğrusu devletlerin göç politikalarının yarattığı

insan hakları sorunlarını gidermek yine devletlerin ve uluslararası kuruluşların bu alanda yapacağı iyileştirme ve atacağı adımlara bağlıdır. Göç karşısında kısıtlayıcı politikalar uygulanması insan kaçakçılığı gibi yasa dışı yolların çoğalmasında itici güç etkisi yapmakta ve insanların bu tür yasa dışı yollara başvurmaları için ortam hazırlamaktadır. Böylece insan ticareti mağdurlarının yaşam hakları ve güvenlikleri tehdit altında kalmakta ve bu durum da önemli insan hakları ihlallerini doğurmaktadır. Göç konusunda ortaya çıkan insan hakları ihlalleri ulusal sınırları aşmakta ve bu ihlallere karşı uluslararası işbirliğini gerekli kılmaktadır. Bu konuda özellikle uluslararası hukuk alanına birçok yükümlülük düşmektedir. İnsan hakları ihlalleri ve özellikle insan ticareti konusunda birçok uluslararası örgüt ve sivil toplum kuruluşları farklı çalışmalar yürütmektedir. Fakat bu mevcut yapıların işleyişi konusunda tartışmalar süreceğe benziyor.

38

Refera n sl a r 1. Erdoğan, M. Murat ve Aydınlı, Deniz. (2014). Türkiye’nin Göç Politikası. Yıldız ve Sobacı (Der.), Kamu Politikası (sf. 423). İstanbul: Adres Yay. 2. Dr. Argüden, Y. Göç ve İnsan Hakları (21 Aralık 2005) Erişim Tarihi: 09.05.2014 http://www.arge.com/tr/makaleler/goc-ve-insanhaklari/ 3. S.O.S Avrupa - İnsan Hakları ve Göç Kontrolü, Erişim Tarihi: 11.05.2014 http://www.amnesty.org.tr/ai/node/1938 4. Erdoğan, M. Murat ve Aydınlı, Deniz. (2014). Türkiye’nin Göç Politikası. Yıldız ve Sobacı (Der.), Kamu Politikası (sf. 423-425). İstanbul: Adres Yay. 5. Dr. Argüden, Y. Göç ve İnsan Hakları (21 Aralık 2005) Erişim Tarihi: 09.05.2014 http://www.arge.com/tr/makaleler/goc-ve-insanhaklari/ 6. S.O.S Avrupa - İnsan Hakları ve Göç Kontrolü, Erişim Tarihi: 11.05.2014 http://www.amnesty.org.tr/ai/node/1938 7. Migration: A World on the Move, Erişim Tarihi: 11.05.2014 http://www.unfpa.org/pds/migration.html 8. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi. Erişim Tarihi: 09.05.2014 http://www.ihd.org.tr/index.php/san-haklarylgeleri-mainmenu-96/156insan-haklari-evrensel-beyannames.html 9. International Covenant on Civil and Political Rights, Erişim Tarihi: 09.05.2014 http://www.ohchr.org/en/professionalinterest/pages/ccpr.aspx 10. Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi, Erişim Tarihi: 10.05.2014 http://www.unicef.org/turkey/cedaw/_gi18.html


G öç Geçmişten günümüze her dönemde yaşam şartlarının değişmesi toplumsal yaşamda da değişikliklere neden olmuştur. Bu değişikliklerden biri olan göç, toplumların fiziksel çevresini, yaşam koşullarını ve ruhsal yapısını şekillendirmekte önemli bir role sahiptir. Göçün birçok tanımı yapılmakla birlikte genel olarak göç; kişilerin hayatlarının geri kalan kısmını veya bir parçasını geçirmek üzere, bir iskân ünitesinden diğerine yerleşmek kaydıyla yaptıkları coğrafi yer değiştirme olayıdır. 1 İnsanların göç etmesine pek çok faktör neden olmaktadır ve bu nedenler politik, ekonomik ve çevresel kaynaklı olabileceği gibi; savaştan, ülkelerindeki gördükleri zulümlerden ve yaşanılan sosyal ve etnik çatışmalardan da kaynaklı olabilir. G öç Tü rl eri ve Zoru n l u G öç Göç genel olarak isteğe bağlı göç ve zorunlu göç olarak sınıflandırılabilir. İsteğe bağlı olan göç türlerinde, ekonomik, eğitimsel, sosyal ya da başka bir nedenle kendi toplumunu bırakıp, diğer bir yere daha iyi bir yaşam sürmek için gitmek söz konusudur. Bu kategoriye, uluslar arası göç, yasal olmayan göç, uluslararası iş göçü girmektedir. Zorunlu olanlar ise, savaş, sivil çatışmalar, devrimler, ayrımcılık, dinsel rekabet, doğal afetler ve gelişim programları yüzünden yerinden edilen insanları içermektedir. Bu kategoriye mülteciler girmektedir. 2 Zorunlu göç, insanların yaşamında köklü değişikliklere yol açtığından göç eden insanlar pek çok sıkıntıyla karşı karşıya kalmaktadırlar. Sürgün durumuna düşen bu insanlar için asıl sorun da bundan sonra başlamış olur. Parçalanmış yaşamlar, kötü yaşam koşulları, gittikleri yerde yaşanılan kültür çatışması, belirsizlik hissi ve belki de en önemlisi ülkelerine olan geri dönüş özlemi insanlarda dayanılmaz ve ağır bir yük oluşturmaktadır. Zorunlu göç, tarih boyunca süregelen bir durum olmasına rağmen buna maruz kalan kişilere uluslararası hukukta farklı statüler verilmesi ve bu bağlamda söz konusu kişilerin haklarının tanımlanması II. Dünya Savaşı’ndan sonra gelmiştir. 1951 Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Sözleşmesi bunun ilk örneği olarak kabul edilebilir.

M ü l teci l i k 1951 tarihli BMMYK kuruluş tüzüğünde; “ırkı, dini, milliyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti ya da siyasal düşüncesi nedeniyle, zulme uğrayacağına dair haklı bir korku duyduğu için uyruğunu taşıdığı ülkenin veya milliyeti yoksa eskiden ikamet ettiği ülkenin dışında bulunan ve geri dönemeyen ya da uyruğu taşıdığı ülkenin hükümetin korumasından yararlanamamak veya ikamet ettiği ülkeye dönmek isteyen her kişinin mülteci” olarak tanımlandığı görülmektedir. 3 Bu sözleşmeyle birlikte ilk defa mültecinin evrensel bir tanımı yapılmıştır. Mülteciliği ele aldığımızda şu an dünyada kaç milyon mülteci var, genel olarak hangi ülkelerden göç etmek zorunda kalıyorlar, göç ettikleri ülkelerdeki durumları nedir gibi aklımıza pek çok soru geliyor. Bunlara yanıt olarak, Birleşmiş Milletler Mülteci Ajansı (UNHCR) insanların zorunlu olarak yerlerinden edilmesiyle ilgili yıllık olarak küresel eğilimleri gösteren raporlar hazırlamaktadır. Yayınlanan Küresel Eğilimler 2012 raporuna göre, dünya ölçeğinde her gün ortalama 23 bin kişi savaş ya da yaşadıkları zulümden korunmak için evlerini terk etmek zorunda kalıyor. Rapor, ülkelerinden ayrılıp yer değiştirmek zorunda kalan kişi sayısının 2011’in sonunda 42.5 milyonken 2012 yılında 45.2 milyona ulaştığını belirtiyor. Sayının bu kadar yükselmesine gerekçe olarak Suriye’d e yaşanan durum gösteriliyor. Raporda Afganistan en fazla mülteci gönderen ülke olarak gösteriliyor ve onu sırasıyla Somali, Irak ve Suriye takip ediyor. “Savaşlar ve uygulanan zulüm insanların göç etmelerinin en büyük iki nedeni arasında bulunuyor” ifadesi raporda yer alıyor. 4

Rapordaki verilere göre dikkat çeken başka bir nokta ise mültecilerin yüzde 46’sını 18 yaşın altındaki çocuk

39


mülteciler oluşturuyor. Ayrıca raporda, “refakatsiz veya ailelerinden ayrı düşmüş çocuklar tarafından yapılan sığınma başvurusu” sayısı 21,300 ve bu sayının bugüne kadar hazırlanan raporlar içinde en büyük sayı olduğu belirtiliyor.5 En fazla mülteci gönderen ülkelerin tablosuna baktığımızda bu ülkelerde yıllardır süren etnik kültürel çatışmalar, iç savaşlar ve dış müdahaleler insanların zorunlu olarak göç etmelerinde önemli unsurlardır ve bunlar günümüzde de devam etmektedir. Dünyada sürekli artan bu göç sorununa ilişkin devletlerin uluslararası arenada bu konuyla ilgili daha detaylı ve kapsamlı çözümler getirmesi için bir araya gelmeleri gerekir. Bu bağlamda, ülkelerin sosyo-politik yapıları, coğrafi konumları, etnik çeşitlilik gibi unsurlarıyla beraber; küresel ekonomik süreçlerin ülkeler üzerindeki etkisi, dış müdahaleler ve uluslararası toplumun rolü gibi unsurların da araştırmalarda ele alınması faydalı olacaktır.

40

Zorunlu göç kapsamında Türkiye’yi incelediğimizde, Anadolu topraklarının hem jeopolitik konumu niteliğiyle hem de göç yolları üstünde olmuş olması tarih boyunca pek çok göç hareketlerine sahne olmasına neden olmuştur. Bu durum Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da devam etmiş, 1922 Yunanistan-Türkiye mübadele göçü ve Bulgaristan 1989 göçü Türkiye tarihindeki önemli zorunlu göç örneklerindendir. Bu göçlerde Türkiye ile tarihsel veya kültürel bağları bulunan çok sayıda grup Anadolu coğrafyasına göç etmişlerdir. Bugün de Türkiye’de insan hareketliliği ve sirkülasyonu açısından yoğun bir durum söz konusudur. Diğer bir taraftan yasadışı göç de ciddi boyutlara ulaşmıştır. Türkiye’nin göç fotoğrafında, mültecilerin önemli rolleri olmakla birlikte, onlara yönelik 1951 Cenevre Protokolü ve Türkiye Mülteci Hakları Koordinasyonundaki prosedürler uygulanmaktadır. Biz de Türkiye’ye gelen mültecilerin durumuna yakından tanık olan ve okulumuzda Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi birinci sınıfta okuyan Candaş Ayan arkadaşımızla röportaj yaptık. 1 . Okurl arı m ı z i çin ken din i tan ı tı r m ı sın ? İsmim Candaş Ayan, Yunanistan sınırında Edirne Meriç ilçesindeki karakol komutanlığında iki yıl subaylık görevi yaptım. Görevim insan kaçakçılığına engel olmaktı.

Avrupa’ya yasadışı yoldan yüzlerce mülteci götürülüyordu. Yaklaşık olarak 1000-1500 mültecinin yakalanma işinde yer aldım ve onlarla sohbet içinde bulundum. 2. İ n san l arı zorun l u göçe sürükl eyen süreç n ası l gerçekl eşi r, n eden göç etm ek zorun da kal ı yorl ar? Genel olarak işsizlik yüzünden insanlar göç ediyor. Bu yüzden, genelde aile içindeki sakat ve engelli insanlar dahi toplu olarak göç etmek zorunda kalıyorlar. Ayrıca savaş olan bölgelerden Afganistan, Filistin ve Suriye gibi savaştan kaçan insanlar da göç etmek zorunda kalıyorlar. Bu insanlar Avrupa’ya giderek kendilerini kabul ettirmek, orada yeni bir yaşam kurmak istiyorlar. Kendi ülkelerinde suçlu olup bu yüzden göç eden insanlar da var. Mesela, siyasi düşünce suçlusu olan İranlı bir mülteci nehirde kurtarılmıştı, Kolombiyalı bir kuyumcu soyguncusu da mültecilerden biriydi. 3. Türki ye’yi n eden terci h edi yorl ar? Türkiye’yi yerleşmek için değil Avrupa’ya geçiş noktası olarak kullanıyorlar. İnsanlar göç edeceği yerler olarak genelde Avrupa ülkelerini tercih ediyorlar. Avrupa ülkelerinden Yunanistan’ı değil; ancak Almanya, Fransa, İtalya gibi ülkelere gidiyorlar. 4. Mül teci l erin gi tti kl eri yerl erde karşı l aştı ğı en büyük sorun l ar n el erdi r? Sen ce bu sorun l ar n ası l çözül ebi l i r? Mültecilerin gittikleri yerlerde karşılaştıkları sorunlar hakkında bir bilgim yok; ancak, ikinci üçüncü kez kaçıp gelenler şiddet ve taciz olaylarıyla karşılaştıklarını söylediler ve en büyük sıkıntı gittikleri yerlerde toplum tarafından dışlanmış olmalarıdır. Bu sıkıntılara çözüm için en başta refah devleti gereğinden mültecilere karşı uygun durumlar sağlanmalıdır. Mülteciler için uygun yaşam alanı, iş imkânı sağlanmalıdır. Ülkeye gelen mültecileri geldiklerine pişman etmek değil de onları kabul etmek gerekir, bunun için kamu spotu ile insanlar bilinçlendirilebilir. Uyum sorununu gidermek için mülteciler ailelerin yanına da yerleştirilebilir. Ayrıca, mültecilere karşı yapılan ırkçı saldırıların yaptırımları ve mülteci tacirlerine olan yaptırımlar da artırılmalıdır. Bunlardan başka sistemde bazı açıklıklar var. Diplomatik ilişkilerin olmadığı ülkelerden gelen mülteciler serbest bırakılıyor. İki üç kere yakalanan insanlar olduğundan bu konuda Türkiye’nin daha duyarlı olması gerekiyor. Bu gibi açıkların kapatılması gerekir.

Refera n sl a r 1. Buz, S. (2004), Zorunlu Çıkış Zorlu Kabul Mültecilik, sf 15. Ankara: Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği Yayınları 2. Gökçan, G., Açıkyıldız, Ç., & Ataman, S. (n. t.), Erişim tarihi 14.05.2014, http://multeci.net/index.php?option=com_content&view=article&id=58%3Agoc-ve-multecilik&catid=35%3Agoc-vemultecilik&Itemid=14&lang=tr 3. UNHCR (n. t.), Erişim tarihi 14.05.2014, http://www.unhcr.org.tr/?page=20 4. UNHCR (n. t.), Erişim tarihi 14.05.2014, http://www.unhcr.org.tr/?content=482


21 Mayıs 1864… Göç? Sürgün? Soykırım? Kim ne derse desin, nasıl isimlendirilirse isimlendirilsin Çerkezler için korkunç bir günü temsil etmektedir bu tarih. Sadece Çerkezler için değil bütün insanlık adına bir utanç günüdür aslında. 2 milyona yakın insan Kafkaslardan Osmanlı’ya göç ettirildi. Ancak bu insanların yarıdan fazlası katliamlar, salgın hastalıklar ve açlık yüzünden canından oldu. “Gemicilerin gözü doymuyordu. 50 60 kişilik gemiye 200 -300 kişi alıyorlardı. Biraz su ve ekmekle yola çıkmışlardı. 5 – 6 günü aşınca bunlar tükeniyor ve açlıktan salgın hastalıklara yakalanıyorlar, yolda ölüyorlar ve onlar da denize atılıyorlardı. 600 kişiyle yola çıkan gemiden ancak 370 kişi sağ çıkabilmişti.” diye yazıyor Fransız gazeteci A. Fonvill. 1 Rusya rejiminin Kafkas politikalarını destekleyen bir çarlık bürokratı ise şöyle yazıyor: “17 bin dağlının toplandığı Novorossiysk koyunda gördüklerimi unutamayacağım. Hıristiyan olsun, Müslüman olsun, ateist olsun, onların durumlarını görenler mutlaka çöker ve perişan olurdu. Ruslar, Çerkeslere hayvanlara bile yapılmayacak şeyler yaptılar. Şu gördüğüm olayları kâğıda gözyaşım damlamadan nasıl yazacağım? Kışın soğuğunda, kar, yağmur altında, evsiz, yiyeceksiz ve elbisesiz bu insanların durumunu tifo ve çiçek hastalığı da iyice kötüleştiriyordu. Anasız kalmış bebekler ağlaşıyor, aç bebekler ölmüş annelerinin göğüslerinden anne sütü arıyorlardı. Genç bir Çerkes kadını paçavralar içinde, açık havada, ıslak toprağın üzerinde iki yavrusu ile birlikte uzanmış, biri ölüm öncesi çırpınışlarla mücadele veriyor, diğeri ise soğuktan kaskatı kesilmiş annenin göğsünden açlığını gidermeye çalışıyor. Binlerce insan göz önünde ölüp tükeniyordu ve böyle manzaralara sık rastlanıyordu.” 2 Bunca acının, ölümün sebeplerini anlayabilmek için önce Kafkasya Bölgesi’nin önemine bir göz atmak gerekir. Kafkasya, Azak Denizi, Maniç çukurları, Hazar Denizi ve Karadeniz arasında kalan ve Apşeron Yarımadasından başlayarak kuzeybatı istikametinde toplam 1200 kilometre uzunluğundaki ünlü Kafkas

sıra dağlarının hem kuzeyini hem de güneyini içine alan, geniş coğrafi bölgeyi ifade etmektedir. Bölgenin kuzeyini Don ve Volga nehirlerinin birbirine yaklaştığı kısım, güneyini ise Aras Nehri’nin aşağı kısmı sınırlamaktadır. Bölgedeki Kafkas Dağı’nın kuzeyine Kuzey Kafkasya, güneyindeki topraklara ise Güney Kafkasya ya da Transkafkasya adı verilmektedir. Bu bölge tarihin ilk çağlarından beri etnik, ekonomik, siyasal hareketlerin önemli bir merkezi ve geçiş noktası olmuştur. Kuzeyle güneyi, doğuyla batıyı birleştirerek ticaret alanında önemli bir role sahip olmuştur. Önemli Karadeniz limanlarına sahiptir ve maden yönünden de oldukça zengindir. Asya ile Avrupa arasında tabii bir sınır görevi görmektedir. Ayrıca Hazar Denizi’ne ulaşan önemli kara geçitlerini de barındırmaktadır. Kafkasya Rusya için önemliydi, çünkü Vladikafkas’d an geçerek Tiflis’e ulaşan askeri yola ve Daryal, Derbent gibi stratejik geçitlere sahipti. Çerkesler, İran ve Osmanlı’ya yaptıkları yardım başvurusunda Kafkasya’nın önemini şu şekilde belirtmişlerdir: “Şimdi bizi kuşatmış ve bizimle savaşmakta olan yüz bin Moskof Askeri yarın da sizinle savaşıyor olacak. Bu yüz bin asker şimdi bizim yalçın dağlarımızda, kahraman Dağlılara karşı savaşmaktadırlar. Yarın bunlar sizin zengin ovalarınızı çiğneyecek ve sizi esir edeceklerdir. Şimdi bizim dağlarımız İran ve Osmanlı Devleti için bir set durumundadır. Desteklenmezse her ikisine de kapı durumuna düşecektir. Şimdi bu dağlar her iki ülkenin de korunağıdır. O dağlar bir evin kapılarıdır. O kapıları kapayarak kendinizi koruyabilirsiniz.” 3 Bu bölgeyi ele geçirebilmek ve elinde tutabilmek için Rusya’nın uyguladığı politikalar ve Osmanlı Devleti’nin bu Müslüman halk üzerinde uyguladığı politikalar sürgünleri anlayabilmek açısından önemlidir. Kafkasya Rus yönetimi açısından güneye doğru yol almak ve Orta Asya’d a hâkim olmak için bir dayanak noktasıydı. 4 Ayrıca Rusya, Osmanlıların Orta Asya ile birleşmesini de istemiyordu. Onlara göre, Osmanlıların 1500lü yıllarda Volga ve Don arasında

41


42

kanal açmak istemeleri Osmanlıların bu amacını yansıtmaktadır. Rusya’nın Kafkasya’ya sahip olması bu amacı önlemek açısından önemlidir. Kafkasya’yı kullanarak rahatça ticaret yapan İngiltere’nin menfaatlerine darbe vuracağı için Rusya Kafkasya’ya sahip olmak istiyordu. 5 Rus yönetimi, ele geçirdiği bölgeleri “düşman ve yabancı unsurlar” diye nitelendirdiği, genellikle Türk-İslam ya da Osmanlılara bağlı olan Müslüman kitleleri imha maksadıyla politikalar düzenlemekteydi. 6 Kafkas halkları Rusya ile uzun süredir savaşıyordu. Bölgenin kendisi için öneminin farkında olan Rusya önce bu bölgeyi ele geçirmek arkasından da Ruslaştırma ya da Hıristiyanlaştırma politikası uygulamak istiyordu. Bölgenin coğrafi yapısından dolayı Rusların bu bölgeyi ele geçirmeleri kolay olmadı. Kafkasya’nın dağlık yapısından dolayı Ruslar içerilere doğru çok fazla ilerleyemiyorlar ve bölgenin, bölgeyi iyi tanıyan, dağların avantajını kullanmayı bilen çevik, savaşçı halkının direnişiyle, baskın tarzındaki savaşlarıyla mücadele etmekte zorlanıyorlardı. Özgürlüğüne düşkün bir halk olan Çerkezler ise özgürlüklerini korumak için her şeyi yapmaya razıydılar. Kafkas sürgünü yükünü sadece Kafkasların Ruslarla olan ilişkilerine yükleyemeyiz. Osmanlı Devleti’nin Kafkas politikalarından söz edilmezse resmin bir tarafı eksik kalır. Ruslar, Osmanlı Devleti’nin Orta Asya Türkleriyle birleşmeye çalıştıklarını düşünürlerken haklıydılar. Yayılmacı bir politika izleyen Osmanlı Devleti Kırım-Kafkasya-AstrahanKazan hattına sahip olmaya çalışıyordu. 7 Ayrıca, Rusya’nın güneye inmesini sağlayan yollardan biri olduğu için Kafkasya’nın Rusya’ya bağlanması da engellenmeliydi. Osmanlı Devleti dini propagandalar yoluyla Kafkasya’yı kendine bağlamaya çalıştı. Osmanlı’nın Kafkasya’ya gönderdiği komutanlar Çerkezlerle Osmanlı arasında karşılıklı güveni sağlamak ve Osmanlı’ya olan sempatiyi arttırmak için İslam dininin yaygınlaştırmaya çalıştılar. Göçler sırasında, Osmanlı Devleti her ne kadar Müslüman kardeşlerine kucak açan yardımsever devlet rolünü sergiliyorsa da, neredeyse katıldığı hemen her savaşı kaybeden, büyük ekonomik sıkıntılar çeken, askeri gücü umutsuz durumda olan Osmanlı’nın bu yeni göçmenlere ihtiyacı vardı. Asker ihtiyacını fethettiği topraklardaki gayri-Müslimleri devşirerek sağlayan Osmanlı, yeni topraklar fethedemez olmuş, üstelik sahip olduğu toprakları da

elinden çıkmaya başlamıştı. Asker sağlayabilmek için gözlerini Anadolu’ya dikmiş, ancak bu sefer de ülkenin tarım gücünü sağlayan genç erkekleri askere aldığından oldukça zor duruma düşmüştü. Osmanlı Devleti’nin insana ihtiyacı vardı. 1864 yılı Rus – Kafkas savaşlarının bitiş tarihi olarak kabul edilir. Rusya’ya karşı büyük bir direniş gösteren Şeyh Şamil’in yakalanmasından sonra savaş yer yer halka bırakılmıştı. Ruslara karşı kahramanca bir direniş gösteren Çerkesler’e Rusya’nın gösterdiği zulüm vahşet derecesindedir. Bu acımasız davranışlardan bir örnek: “Savaş son derece acımasızca cereyan ediyordu. Biz geri dönülmesi imkânsız tarzda ve askerin bastığı her toprak parçasını son ferde kadar Dağlılardan temizleyerek, adım adım ilerliyorduk. Karlar erir erimez ve ağaçlar yeşermeden önce (şubatta ve martta) yüzlerce dağ köyü ateşe veriliyordu. Ekinler atlara yediriliyor veya çiğnetiliyordu. Köylüler gafil avlandığı takdirde, derhal asker muhafazasında en yakın Kazak köyüne götürülüyor, oradan Karadeniz sahillerine ve daha sonra da Osmanlı’ya gönderiliyordu. Bizim yaklaştığımız sırada boşalan kulübelerde çoğu zaman masanın üzerinde, içinde kaşığı ile beraber henüz soğumamış lapaya, üstünde iğne takılı tamiri yarıda kalmış elbiselere, döşemeye bırakılmış çocuk oyuncaklarına rastlanıyordu. Bazen askerlerimizin şerefiyle mütenasip çok nadir, canavarlığa kadar varan hunharca hareketler de yapılıyordu.” 8 Çar 1861’d e Kafkas halklarına iki seçenek sundu: ya silahlarını bırakıp Kuban Nehri’nin sol tarafındaki araziye yerleşeceklerdi ya da Osmanlı Devleti’ne göç edeceklerdi. Çarın bir seçenek gibi sunmasına rağmen, ortada seçme şansı filan oktu aslında; çünkü Kuban Nehri’nin sol tarafı bir yerleşim alanı olamayacak kadar bataklık bir bölgeydi. Böylece insanlar Osmanlı’ya göçe zorlandılar. Soçi, Adler, Poti, Batum gibi limanlarda aylarca bazen bir yıl bekledikten sonra balık istifi gibi dizildikleri gemilerle yola çıkıp yolda hastalık ve açlıktan ölmezlerse ya da ezilmez veya denize düşmezlerse Osmanlı’nın Karadeniz’d eki limanlarına varabiliyorlardı. Ancak burada da durum iç açıcı değildi. O dönemin Trabzon’d aki Rusya Konsolosu şöyle yazıyor: “Sürgün başladığından beri Trabzon ve çevresine getirilen göçmenlerin sayısı 247.000 kişiye ulaşmıştır. Bunlardan 19.000’i yaşamını yitirmişti. Şu anda kamplarda 63.290 kişi kalmıştır. Burada günlük ortalama ölüm sayısı 180 – 250 kişidir. Tifo vahim boyuttadır.” 9 Kafkasya’d an sürülen yaklaşık


2 milyon insan Anadolu’nun çeşitli yerlerine (Erzurum, Sivas, Çorum, Çankırı, Adapazarı, Bursa, Kahramanmaraş, Çanakkale, Bolu…), Balkanlara ve hatta Orta Doğu’ya (Ürdün, Suriye) yerleştirildiler. Çerkezlerin bu şekilde dağıtılarak yerleştirilmesi ise, onların kendi aralarında dayanışma sağlayarak bir dirence yol açmaları korkusundandı. Bu kanlı sürgün 150 yıl aradan sonra bile unutulmamıştır ve unutulmayacaktır. Bugün,

Kafkaslarda az miktarda olan ve diğer ülkelerde yaşayan Çerkezler bu insanlık dışı olayın hesabını sormak istiyor. 21 Mayıs’larda anma günü düzenleyerek bu sürgünün halen taze olan izlerini göstermek istiyorlar. Birçok çerkes boyunun tarih sahnesinden silindiği bu olaya sürgün değil soykırım demek daha doğru olur belki de. Bununla birlikte daha ‘sürgün’ü bile kabul etmeyen Rusya’ya ‘soykırım’ı kabul ettirmek oldukça uzun bir iş gibi gözüküyor.

43

Refera n sl a r 1. “21 Mayıs 1864 Çerkes sürgünü- Bir insanlık dramı”,(23 Mayıs 2009), http://blog.milliyet.com.tr/21-mayis-1864-cerkes-surgunu--birinsanlik-drami/Blog/?BlogNo=181700 (Erişim tarihi: 11 Mayıs 2014) 2. Ayşe Hür, “21 Mayıs 1864: Çerkeslerin Kara Günü”, (19 Mayıs 2013), http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/21_mayis_1864_cerkeslerin_kara_gunu-1134019 , (Erişim tarihi: 11 Mayıs 2014) 3. Nihat Berzeg, “Çerkesler Kafkas Sürgünü: Vatansız Bırakılan Bir Halk”, Chiviyazıları Yayınevi, İstanbul, 2006 s.54. 4. Julide Akyüz Orat, Nebahat Oran Arslan, Mustafa Tanrıverdi “Osmanlı’d an Cumhuriyete Kafkas Göçleri” Kars, 2011 5. Nihat Berzeg, a.g.e., s.103 6. Abdullah Saydam “Kırım ve Kafkas Göçleri” Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1997 7. Nihat Berzeg, a.g.e., s.87 8. Nihat Berzeg, a.g.e., s.173 9. Ayşe Hür, “21 Mayıs 1864: Çerkeslerin Kara Günü”, (19 Mayıs 2013), http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/21_mayis_1864_cerkeslerin_kara_gunu-1134019, (Erişim tarihi: 11 Mayıs 2014)


44

İnsanlık tarihi kadar eski olan göç olgusu, 20. yüzyılın başlarından itibaren biçim yönünden ve göç eyleminde bulunanların taşıdığı karakteristikler açısından büyük değişimler geçirdi. Göç olgusu, insanın dünya üzerindeki yerini yeniden düşünüp gelecekle ilgili karar(lar) vermesini ve ileri gitmeyi ya da arkada kalmayı seçmesi üzerine kurulu1 mantık silsilesi olarak, 20. yüzyılın başından günümüze kadar olan sürede küreyi şekillendiren Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, Soğuk Savaş dönemi, ekonomik krizler ve Keynesci ekonomi anlayışının çöküp neoliberal politikalarla şekillenen yeni sağ söylemlerin iktidara gelmesi; bunlara ek olarak, ülkelerin kendi içindeki demokrasiye geçiş ve demokratikleşme çabaları, Avrupa Birliği gibi kıtasal yoğunluklu siyasi güç odaklarının ortaya çıkışı gibi olgular ve olaylarla biçimlendi ve azınlık sorunları kavram kategorisini pek çok ülkenin siyasetini biçimlendirmede etkin bir konuma taşıdı.

ülkede kalmanın legal ya da illegal olduğunu ilan etme, toplumun öfke, korku ve hoşnutsuzluğunu göç edenlere ya da o ülkede doğup da yabancı ebeveynlerden olanlara yöneltme, demokratik araçlarla kazandıkları meşruiyeti ‘sınırlar içindeki yabancı’ 5 kategorisi üreterek kullanma ve bunları toplumun homojenliğini bozan, ‘ulusal standartlara’ uymayan 6 düzen bozucular olarak lanse etme göç alan toplumun geneline yayılma özelliğine sahip sosyal riskleri 7 de beraberinde getirir. Başka bir ifadeyle, göç eylemine katılanlar yeni girdikleri sosyal formasyonlarda genel görünüme ve düzene uymayan yabancılardır ve bu durum siyasiler tarafından toplumun onlara verdiği meşruiyetin sınırları çerçevesinde sömürülür. Sayıca azınlıkta olmaları ve beraberlerinde taşıdıkları kendi kültürel elementlerin göç alan toplumun normlar ve değerler sisteminden farklılığı, göç alan toplum ile göç edenler arasında uzlaşılması zor sorunları açığa çıkarır.

Göç olgusunu ve doğurduğu siyasal, sosyal ve ekonomik sorunları incelemek uzun bir araştırma ve analiz süzgecinden geçirmeyi gerektirdiğinden, bu yazının sınırları içinde yalnızca ana hatlarıyla göç ve azınlık kavramları irdelenecek, ardından “Kale Avrupası” ve teritoryel davranış bağlamında Avrupa Birliği ekseninde bu kavramlar incelenecektir.

Günümüzde, Avrupa Birliği’nin ulus ötesi bir örgüt olarak göç olgusuna yaklaşımı, İkinci Dünya Savaşı sonrası ve Soğuk Savaş dönemi Avrupası ile belirgin farklılıklar taşımaktadır. Daha açık bir ifadeyle, günümüzde Avrupa Birliği düzeyindeki göç algısı, yerli politikacıların ve karar vericilerin şehirlerdeki suç ve isyanlar gibi yerel güvenlik odaklı problemleri, ulus aşırı suç ve dolandırıcılık ile bağlamaları 8 sonucunu doğurur. Bu durumda ulusal çaptaki siyaset yapıcıların elini güçlendirerek, ‘hoşnutsuzluğun yönetilmesini’ sağlar. Öte yandan, 1950-60’lardaki göç algısına yaklaşım, Avrupa’nın o dönemde karşılaştığı sorunların temelinde emek gücü yoksunluğunun bulunduğunu gösterir. Bu noktadan hareketle, bir sonraki bölümde Avrupa Birliği ekseninde göç konusu incelenecektir.

G öç ve Azı n l ı k Ka vra m l a rı Ü zeri n e Göç kavramı, çok boyutluluğu nedeniyle farklı farklı alanlara yakınsamış olsa da, İçduygu ‘göç’ü şöyle tanımlıyor: “Göç alan ülkenin/bölgenin ekonomik işgücü gereksinimi ile göç veren ülkenin/bölgenin ekonomisindeki işsiz emek gücü baskısının dengesi.” 2 Siyasi açıdan yaklaşıldığında ise, göç, bir yönetişim meselesi 3 olarak, sosyal, kültürel, siyasi ve demografik boyutları ile birlikte incelenmeyi gerektiren bir analiz nesnesidir. Daha da açık olarak göstermek gerekirse, göç olgusu siyasidir çünkü bireylerin devlet sınırları etrafındaki akışlarını kontrol etme ve giriş-çıkışlarını yönetme yetkisi politika yapıcıların büyük siyasi yetkiler kazanmasını sağlar. 4 Bir ülkeye girişin veya o

G öç ve Azı n l ı kl a r: Avru pa Bi rl i ği Ba ğl a m ı n d a Huymans’ın da belirttiği gibi, 1950-60’lar Avrupa ekonomisi ve işgücü piyasası ucuz ve esnek emek gücünü gerektiriyordu. 9 İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımlarının ardından yeni bir Avrupa inşa etme


düşüncesi, Avrupa’d aki ulusları bir araya toplama ve Almanya’yı da kontrol altına alıp küresel siyasette başat bir aktör olma erekleriyle paralel bir şekilde ilerleyip Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu yani günümüzdeki Avrupa Birliği’nin temelini oluşturdu. Bu noktada, gereksinim duyulan işgücü Avrupa dışı ülkelerden sağlandı ve göç edenler başlangıçta ‘konuk işçiler’ 1 0 olarak algılandı. Ancak bu ‘konuk işçilerin’ kalıcı yerleşimciler olarak eve dönmeyi asla düşünmediklerinin anlaşılması aile birleşmelerini ve yeni göçmelerin Avrupa’ya girmesine izin verilmesini zorlaştırdı. Avrupa Birliği’nin kurulmasının ardından, üçüncü sütunda yer alan göç konusu, Avrupa Komisyonu’nca alınan sert önlemler eşliğinde Avrupa’nın göç siyasetini belirlemede önemli yer tuttu. Ancak, Amsterdam Anlaşması’nın kabul edilişinden sonra, göç, göçmenler ve vize işlerinin hükümetler arası olan üçüncü sütundan, ulus üstü konuların ele alındığı birinci sütuna taşınması Avrupa Birliği’nin göç politikası bağlamında radikal değişiklikleri beraberinde getirdi. 11 Bunlara ek olarak, 2002’d eki Avrupa Konseyi toplantısı ve 2004’teki Hague Programı’nda sınırların güçlendirilmesi, insan trafiğiyle savaşılması, geri dönüşlerle ilgili yasal çerçevelerin hazırlanması gibi konuların altı çizildi. Ancak Ertuğrul’a göre burada dikkat edilmesi gereken husus, Avrupa tikelciliğidir, 12 çünkü Avrupa Birliği’nin göç üzerinden uyguladığı yaptırımlar ve izlediği politikalar Roma Anlaşması’nda yer alan işçilerin serbest dolaşım haklarının ihlalidir ve insan haklarının evrenselliğinin Avrupa Birliği bağlamında çiğnenmesidir. Bir başka açıdan yaklaşıldığında ise mevcut durum, yani ‘Kale Avrupası’nın (fortress Europe) inşası, teritoryel stratejinin ürünüdür. Sack’e göre teritoryel strateji, bir coğrafi alan üzerindeki birey veya grupların diğer insanlar, nesneler veya ilişkileri etki etme, kontrol etme ve sınırlandırma girişimidir; sınıflandırmalar yaparak aitlik ve dışlama

kavramları üzerinden yürür. 13 Bu bağlamda, Avrupa’nın kale Avrupası yaratma çabalarının altında, Huysmans’a göre Avrupalı geçmişi yani özelikle iki dünya savaşı arasında yaşana çok parçalı güç sitemlerinin yeniden canlanması korkusu vardır. 14 Çok kültürlülük söylemlerinin gerisinde ve aşırı milliyetçilik, ırkçılık gibi söylemlerin yükselişinin arka planında da göçmenlere karşı izlenen politikaların gerisinde de aynı hoşnutsuzluk ve korku dalgası bulunmaktadır. Bir başka anlatımla, göçmenleri azınlık sayarak, ulusal geleneği ve sosyal homojenliği zayıflatan faktörlerden biri olarak görmek, onları sosyal dokunun yeniden üretilmesini bozan yabancılar15 olarak ele almak ve medya tarafından göçmenler, sığınmacılar ve mültecileri illegal olarak refah harcamalarından yararlananlar olarak göstermek ile emek piyasasında onları yurttaşlarla rekabet içinde olmakla suçlamak izlenen politikaların doğal sonucudur. S on u ç Yeri n e Dünya üzerinde en hızlı değişimlerin yaşandığı 20. yüzyıldan günümüze, dünya üzerindeki en eski kavramlardan biri olan göç de ivmeler kazanarak 21. yüzyılda farklı yüzlerle kendini göstermeye devam ediyor. Dünyanın değişen siyasi dengeleri, beraberinde getirdiği yeni ekonomik sistemler, yapısal krizler ve dalgalanmalar, göç olgusunu her ülkenin gündeminde tutmaya devam edecek gibi görünüyor. Bu yazının sınırları bağlamında ele alınan Avrupa Birliği açısından ise göç, taşıdığı azınlık sorunları çerçevesinde değerlendirilmeye ve korumacı, giriş veya çıkışın çok zor olduğu kale Avrupası projesinin yaşama geçirilmesine olanak tanıyan önlemlerin alınacağına ve doğrultuda politikalar yapılacağına dair ipuçları veriyor. Yine de geleceğin dünyasına, günümüzün neoliberal küreselleşen dünyasından göç olgusunun miras kalacağı kesin olarak gözüküyor.

Refera n sl a r 1. Lyberaki, A., Triandafyllidou, A., Petronoti, M., & Gropas, R. (2008), ‘Migrants' strategies and migration policies: Towards a comparative picture’, Journal of Immigrant & Refugee Studies, 6(3), pp.475-488, doi:10.1080/15362940802371952. 2. İçduygu, A. (2010), ‘The politics of demography and international migration: implications for the EU-Turkey relationship’, Journal of Balkan & Near Eastern Studies, 12(1), s.59-71, doi:10.1080/19448950903507404. 3. A.g.e 4. Bigo, D. (2002), ‘Security and immigration: Toward a critique of the governmeantality of unease’, Alternatives, 27, s.63-92. 5. A.g.e. 6. A.g.e. 7. Gümüş, K. (2010), ‘Free movement of workers in the EU within the context of demographic challenge of Europe: The case of labour migration from Turkey to Germany’. Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, 9(1), s.63-89. 8. Huysmans, J. (2000), ‘The European Union and the securitization of migration’. Journal of Common Market Studies, 38(5), s.751-777. 9. A.g.e. 10. A.g.e. 11. Ertuğrul, K. (2010), ‘A case in defense of the universality of human rights’. NEU Journal of Social Sciences, vol.II, no.2, s.105-125. 12. A.g.e. 13. Sack, D. (1983), ‘Human territoriality: A theory’, Annals of the Association of American Geographers, 73(1), s.55-74. 14. Huysmans, J. (2000), ‘The European Union and the securitization of migration’. Journal of Common Market Studies, 38(5), s.751-777. 15. A.g.e.

45


46

Avrupa güç dengesi odağında yer alan, çıkarların kesiştiği ve hemen her dönem “barut fıçısı” olarak nitelendirilebilecek Balkan coğrafyasında, muhtelif sebeplerin yol açtığı savaşlar silsilesinin doğal sonucu olarak temelde aynı etkenlerin yol açtığı nedenler ile Balkan coğrafyasından Anadolu topraklarına göç hareketleri de uzun bir dönem boyunca devam etmiştir. Yalnızca 19. yüzyıl üçüncü çeyreğinde 2 milyondan fazla göçmenin Osmanlı topraklarına göç ettiğini görmekteyiz.1

hükümlerine rağmen, göçmenlere yönelik tutumlar neticesinde Yugoslavya-Makedonya bölgesinden Türkler ve diğer Müslüman halkların, Balkanların çeşitli bölgelerine ve yoğunlukla Anadolu topraklarına yönelmesi sonucunu doğurmuştur. Kosova ve Makedonya’nın Sırplar tarafından 1912 yılında işgali ve Kosova Arnavutlarının silahsızlandırılması sonucu, Kosova–Makedonya’dan Arnavutluk ve Türkiye’ye göç dalgası meydana gelmiştir.3

Türkiye’de çoklu kimlik veya aidiyet kavramlarına baktığımızda, Balkan ve Kafkaslardan gelen göçmenlerin bu noktada, ilk elden incelenmesi gereken göçmen topluluklar oldukları açıktır. Balkanlar, Romanya’dan Hırvatistan’a geniş bir coğrafyayı kapsaması dolayısıyla, bu bölgeden Anadolu topraklarına gerçekleşen göçler de, göçmenlerin etnik kökenleri, dilleri, kültürleri, göç nedenleri açısından farklılıklar göstermektedir.

Genel olarak bir sınıflandırma yapmak gerekirse, göçlerin “itici nedenleri” arasında ekonomik sebepler, dini baskılar, asimilasyon ve zulümler gibi unsurlar karşımıza çıkarken, göçlerin “çekici nedenleri” olarak göç edilen yerdeki halkla dil, din, kültür birliğinin bulunması sayılabilir. Bu nedenlere 1912–1913 yıllarında Sırp–Hırvat-Sloven Krallığı’ndan Türklerin kaçışını izleyen birinci göçü takiben 1923-1930 arası devamlı baskılar veya dini fanatizm sonucu Müslüman halkın Anadolu’ya yerleşmesini, 1936-1937 arası ekonomik bunalım sonucu, yeni imkânlar bulma amacı ile gerçekleşen göç silsilesini örnek gösterebiliriz.4 Önemli bir husus da, göç konusunu incelediğimizde itici nedenler kadar çekici nedenlerin de ön planda olmasına karşın, bu noktada göç veren yerlerdeki itici nedenler özellikle ön plana çıkmaktadır.5

Bölgede 19.yüzyılda Balkan savaşlarının başlaması ve bu coğrafyada peşi sıra milli devletlerin kurulmasına kadar gidilen uzun göç sürecine baktığımızda, bölgeden ilk göç hareketinin 1877 ile 1878 yılları arasında gerçekleştiğini görmekteyiz. Bunu takip eden süreç, 1912–1913 Balkan Savaşı yılları olmaktadır. Üçüncü olarak 1923-1951 arasını ve son olarak 1950-1967 arasını yoğun göç hareketlerinin devam etiği yıllar olarak ayırabiliriz. Süreç uzun olsa ve göçmenlerin geldikleri bölgeler değişiklik gösterse de, göçlerin nedenleri temelde aynı olmaktadır: Savaşlar, Hristiyan halkın Müslüman halka yönelik tutumu, baskı ve ayrımlar, tecrit, sürgün.2 Osmanlı döneminde kaybedilen Balkan topraklarından Yugoslavya–Makedonya bölgesi ağırlıklı olmak üzere gerçekleşen göçler, dönemlere göre, kitlesel ve fert/aile düzeyinde olmak üzere değişiklik göstermiştir. Göçmenlerin etnik kimliklerine baktığımızda da, tabii olarak, Türklerin, Boşnakların ve Arnavutların ön planda olduğunu görmekteyiz. Dönemlere göre genel olarak göçleri etkileyen belli başlı olayları incelediğimizde, ilk olarak 1820-1830 arasında Mora’da gerçekleşen Yunan ayaklanması sonucu yarımadadan Türklerin çıkarılması, sonrasında 1878 Bulgar milli devleti kurulması ve Berlin Anlaşması

Öte yandan, 1950’li yılları dönemin konjonktürü bağlamında değerlendirecek olursak, yalnızca bir nedene dayalı olarak kitlesel göç hareketini açıklamak pek mümkün olmayacaktır. 1945’li yıllarda özellikle Batı Makedonya’da gördüğümüz, Arnavutlaştırma politikası ve bu tablonun Kosova’da daha ciddi bir boyutta olmasının da bir sonucu olarak göç dalgasının gerçekleştiğini görüyoruz.6 Göç hareketlerinin doğal bir sonucu da, göçmenlerin iskânı konusu ve yerleşilen bölgelerde yaşadıkları sorunlar olmuştur. Balkanlardan gelen halkın iskânında gözetilen en önemli unsurlar, verimli bölgelerin tahsis edilmesi ve iskân edilen yerin iklimi olmuştur.7 Göçlerin doğal sonuçları olarak yerleşilen bölgeler de siyasal, sosyal ve ekonomik olarak derinden etkilenmiştir.8 Ancak burada, farklı etnik gruplar arasında kimlik inşa süreçleri açısından ne gibi farklılıklar olduğu, aidiyet, değer


çatışmaları ön plana çıkmaktadır.9 Balkan göçmenleri denildiğinde tabii olarak akla önce o coğrafyadaki Türk vatandaşları gelir; ancak göç edilen bölge veya göçün nedenleri ve dolayısıyla göçmenlerin etnik kimlikleri bu bağlamda farklılık gösterir. Ancak göçmenlerin kendilerini nasıl tanımladıklarına baktığımızda, “öncelikle bir Türk olarak” ifadesi ve “kendilerini Türkiye’ye ait olarak hissettikleri” ön plana çıkmaktadır. Göçmenlerin kimlik/aidiyet bağlamında kendilerini öncelikli olarak Türkiye’ye ait hissettikleri ve milliyetçilik unsurunu ön plana çıkardıkları görülmektedir. Türk kökenliler geldikleri bölgelerdeki baskı ve tutumlar karşısında özellikle yoğun bir milliyetçilik duygusu ile ‘Türk kökenli’ olduklarını ön plana çıkarmışlardır. Öte yandan Türk olmayan Müslüman göçmenlerin de kimliklerini tanımlarken sıklıkla kendilerini ‘Türk’ olarak nitelendirdiklerini görürüz. Nedeni, etnik kökeni ne olursa olsun, Müslüman unsurların, kendilerini bölgedeki Hristiyan unsurlardan ayırmak için üst kimlik olarak geniş anlamda ‘Türk’ olarak kendilerini tanımlamasıdır. Dini kimlik ve geniş anlamda ‘Türk’ kimliği, bölgede Müslüman unsurların kendilerini tanımlarken kimlik inşa sürecinde kullandıkları en önemli unsurlardan biridir. Balkan Müslümanları için, din, aynı zamanda bir tür ulusal mensubiyeti ifade eder. Özdeşleşmiş halde algılanan Müslümanlık/Türklük kavramlarının (ki bu durumu yerleşmiş söylemlerde ve deyişlerde de görmek mümkündür) birleştiği ortak zemin ise Osmanlı kimliğidir.10 Çoklu aidiyet/kimlik kapsamında düşünüldüğünde, göçmenlerin söylemlerinde anavatan vurgusunun özellikle ön planda olduğunu görebiliriz. Bu durum yalnız Türkler için değil, tam da yukarıda belirtilen nedenlerden ötürü, Türk kökenli Bulgaristan, Yunanistan,

eski Yugoslavya–Makedonya, Boşnak ve Arnavut göçmenlerinde dahi dikkati çekmektedir.11 Dolayısıyla, tarihsel ve kültürel arka planı göz önüne aldığımızda, Arnavut ve Boşnakların çoklu aidiyet kavramı çerçevesinde değerlendirilebileceği açıktır. Burada heterojen bir kimlik yapısının meydana gelmiş olduğunu söyleyebiliriz. Aidiyetten bahsettiğimizde kimlikten en önemli bileşen olarak karşımıza çıkar. Kimlik dediğimizde de birey ve toplum için hangi kimliğin ön plana çıkacağı değişkenlik gösterir.12 Balkan göçmenlerinin kimlik algısına baktığımızda, çoğunluklu kesim tarafından üst kimlik olarak ‘Türk’ kavramının kullanıldığını ve bu durumun yerleşilen yere uyum sağlama sürecinde de etkili rol oynadığını görüyoruz. Göç eden nüfusa baktığımızda ise, göç hareketinin uzun bir süreç olduğunu düşündüğümüzde göç edenlerin sayısı hakkında net bir bilgiye ulaşmak çok mümkün olmasa da; bazı kaynaklara göre, Cumhuriyetin kuruluşundan 1995’li yıllara dek 1 milyon 600 civarı göçmenin geldiğini görüyoruz.13 1878 yılından itibaren baktığımızda ise, günümüze dek, Balkanlar coğrafyasından 2,5 milyonun üzerinde bir nüfus kitlesinin Türkiye’ye göç etmiş olduğunu görmekteyiz. Bu rakamın Türkiye’de dünyaya gelen ikinci ve üçüncü kuşak göçmenleri de kapsadığı düşünüldüğünde, net bir rakama ulaşamasak da, kendilerini anne ya da baba tarafından “Balkan kökenli” olarak tanımlayan kitle genel nüfusta oldukça önemli bir paya sahiptir.14 Kimlik oluşumu ve aidiyet kavramının yeniden şekillendirilmesi ekseninde baktığımızda ise, Balkan göçmenlerinin tarihsel ve kültürel arka planını da göz önünde tuttuğumuzda, değişen süreçler içinde gerçekleşmiş olsa dahi, çoklu kimlik/aidiyet kavramına uyumlu bir şekilde, Anadolu’nun heterojen kimlik yapısına önemli katkısı olduğu yadsınamaz hiç şüphesiz.

Refera n sl a r 1. Naci Şahin, ‘’ XIX.Yüzyıl Sonrasında Anadolu’ya Yapılan Göç Hareketleri ve Anadolu Cğrafyasındaki Sosyo-Kültürel Etkileri’’, http://www.aku.edu.tr/aku/dosyayonetimi/sosyalbilens/dergi/VIII1/nsahin.pdf, (Erişim tarihi: 01.05.2014) ,sf 64-66 2. Halim Çavuşoğlu, ‘’’Yugoslavya – Makedonya’ Topraklarından Türkiye’ye Göçler ve Nedenleri’, http://yayinlar.yesevi.edu.tr/files/article/87.pdf , (Erişim tarihi: 27.04.2014), sf 123 3. Çavuşoğlu, a.g.e. sf 124- 130 4. Çavuşoğlu, a.g.e. sf 137 5. Serdar Ünal, Gülşen Demir, ‘’ Göç, Kimlik ve Aidiyet Bağlamında Türkiye’d e Balkan Göçmenleri ’’, Sosyoloji Derneği, Adnan Menderes Üniversitesi, VI. Ulusal Sosyoloji Kongresi, Ekim 2009, sf. 400 6. Çavuşoğlu, a.g.e. sf. 138 7. Mehmet Kaya, ‘’ Balkan Savaşları Sırasında Anadolu’ya yapılan Göçler ve Karşılaşılan Sorunlar’’, Niğde Üniversitesi, Vol.5, Sayı 6, 1-16 Kasım 2013, sf.5 8. Kaya, a.g.e. sf 15 9. Serdar Ünal,’’Kimliğin Tarihsel ve Kültürel Ortak İnşası: Türkiye’d e Balkan Göçmenleri’’ http://www.millifolklor.com/tr/sayfalar/94/03.pdf, (Erişim tarihi: 28.04.2014), sf 31 10. Ünal, a.g.e. sf 27-37 11. Serdar Ünal, Gülşen Demir, ‘’ Göç, Kimlik ve Aidiyet Bağlamında Türkiye’d e Balkan Göçmenleri ’’, Sosyoloji Derneği, Adnan Menderes Üniversitesi, VI. Ulusal Sosyoloji Kongresi, Ekim 2009, sf. 396 12. Ünal, a.g.e. sf 33 13. Çavuşoğlu, a.g.e. 133 14. Ünal, a.g.e. sf 32

47


48

‘‘İşgücü istendi, ama İnsanlar geldi.’’ sözü Max Frisch’e aittir ve bu sözün Almanya’nın talep ettiği işgücü göçünün, insan göçüne dönüşmesini açıklamak için uygun olduğunu düşünüyorum. İkinci Dünya Savaşı’nın kaybeden tarafı olan Almanya işgücünün de önemli bir kısmını kaybetmişti ve bu yüzden dışarıdan gelecek olan işçi takviyesine kollarını açmış bekliyordu. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra hızla toparlanıp Avrupa’ya meydan okuyabilen Almanya’nın endüstri potansiyeli İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da baş göstermiş ve Türkiye’d eki Demokrat Parti hükümeti buna istinaden 1957 yılında Dışişleri Bakanı Fatih Rüştü Zorlu Alman tarafına işgücü desteğinde bulunulabileceğini iletmişti. Türkiye’nin Almanya’ya işçi gönderme isteği başlıca iki neden ile açıklanabilir. İlk olarak Türkiye bir süre Almanya’d a çalıştıktan sonra işçileri geri çağırarak onların Alman sanayisinde edindikleri tecrübeden yararlanmayı planlamaktaydı. İkincisi, Türkiye’nin döviz ihtiyacının bu işçilerin ülkeye getirdikleri ile biraz olsun giderilebileceği umulmaktaydı. 1

uyum sağlayıp sağlayamamağı değerlendiriliyor. Sicil yoklaması da elemeler konusunda bir kıstas. 3 Tophane bürosundan ‘Almanya kâğıdı’ geldiğinde ise prosedürün sadece ilk ayağı bitmiş oluyor. Hatta bürokratik işlemler Almanya’d a da işçilerin ayağına dolanıyor, çünkü anlaşmaya göre Almanya’ya ulaşıldığında da yapılması gereken işlemler var. 4 Bütün bu kuralları ve evrak işlerini bir kenara bırakırsak Almanya’ya göç eden vatandaşlarımızın orada yaşadıkları süre içerisinde neler ile karşılaştığı ve toplum üzerinde nasıl bir iz ve izlenim bıraktıkları daha merak edilen bir konu olacaktır.

31 Ekim 1961’d e imzalanan ‘‘Türk işgücü Anlaması’’ ile de bu işçi göçleri yasal ve resmi bir boyut kazandı. Bu anlaşma sonrasında ilk başlarda Almanya’ya gitmek isteyenlerin sayısı, talebi karşılamasa da 1966 yılının sonunda Almanya’d aki Türk işçi sayısı 161 bini bulmuştu. 2 Günümüzde ise Almanya’d a Türk ve Türk kökenli 3 milyon insan yaşamaktadır. Göç edenlerin maceraları İstanbul Sirkeci Garı’ndan bindikleri trenle başlıyordu ama pek tabii 50-55 saat süren Almanya yolculuğu için 1 kişilik tren bileti bunun için yeterli değildi. Taviz vermeyen kurallar sistemi ile ün yapmış olan Almanlar tabi ki bu konuda da kurallarını koymuşlardı.

Anlaşma kesinlikle Almanya’d a kalıcı bir Türk göçmen topluluğunu hedeflemiyordu. Tam aksine anlaşma metni bu durumu önleyecek bir şekilde düzenlenmişti. Örneğin işçilerin vize süreleri sınırlı tutuluyor ya da uluslararası aile birliği tanımına aykırı olsa da diğer ülkeler ile yapılan işgücü anlaşmalarında yer alan işçilerin yanında ailelerini getirmelerine izin veren hükümler Türk İşgücü Anlaşması’nda yer almıyordu. 1970’lerde yapılan düzenleme ile vize süreli uzatılmış ve aile birleşimi kolaylığı ile aileler de gelmeye başlamıştır. 5 Bu yüzden başlarda Türk işçiler Almanya’d a ‘‘Gastarbeiter’’- (Misafir işçi) olarak anıldılar. Fakat daha sonra ‘‘Ausländer’’ (Yabancı) diye adlandırıldılar günümüze ise “Mitbürger” (Hemşeri) diye çağrılmakta. Aynı zamanda bu sıfatlar Almanya’d aki Türklerin konumunun Almanlar gözündeki dönüşümünü de simgelemektedir. İlk başta geçici bir süre için çalışmaya gelen daha sonra kendi aralarında yaşayan ama kimlik ve kültürel olarak yabancı oldukları insanlar artık aynı yeri paylaştıkları memleketlileri olarak görüyorlar. 6

İstanbul Tophane semtinde bir irtibat bürosu kurulmuştur. Almanya’ya işçi olarak gitmek isteyenler ilk önce bu büroya başvurur. Türk işgücü Anlaşması’nın maddelerine göre adayların öncellikle tıbbi muayeneden geçmesi gerekli; daha sonra işçinin mesleki kabiliyetleri göz önünde bulunduruluyor ve daha sonra Almanya’d aki çalışma ve yaşama şartlarına

Başlarda geçici yurtlarda ya da yatakhanelerde kalan Türkler yavaş yavaş Alman kentlerine yerleşmeye başladıklarında, çoğunlukla şehrin dışındaki banliyölerde kendi yaşam alanlarını oluşturmuşlardır. Berlin’d e ise Türklerin çoğunluğu şehrin merkezindeki Kreuzberg semtinde hayatlarına devam etmekteler. Fakat durumun, zamanında “Almanların Türklere


‘buyurun şehrin en merkezi yerine yerleşin’ ” demiş olabileceği şeklinde yorumlanmaması gerek. Kreuzberg Almanya’yı Doğu ve Batı olarak ayıran Berlin ya da Utanç duvarının dibindedir. Yani Doğu’nun Batı’ya saldırdığında ya da tam tersi durumda 1. tehlike bölgesi, bir diğer deyişle olası saldırıda ilk zarar görecek olan yer. Almanya’nın birleşmesinden sonra kalkan duvarla birlikte Berlin’in merkezi haline gelen Kreuzberg mali değer olarak hayli yüksek ve yeni kentleşme planında ise orası Türklere bırakılmak istenmiyor gibi. Türkler ise ‘Küçük İstanbul’ dedikleri bu semtten ayrılmak istemiyor. 7 Yıllar içinde Türkler burayı bir Türk mahallesine çevirmiş ve kültürlerindeki her şeyi oraya taşıyarak Türkiye’yi orada yaşıyorlar. Kreuzberg’d e bir pastaneye girdiğinizde sanki Türkiye’d eki mahalle fırınına girmişsiniz gibi olur; aynı acıbadem kurabiyesinin kokusu orada da vardır ve o koku Alman pastanelerinde yoktur. Türkiye’d eki hayatlarını Almanya’d a sürdürmeye çalışan Türkler her ne kadar artık hemşeri olarak adlandırılsalar da, Federal Almanya’nın bir kısım vatandaşları tarafından her türlü olumsuzluğun kaynağı olarak görülüyorlar. Bu Almanların suçu yabancılara atma alışkanlıklarının ilk örneği değil ve 2008 Hessen Eyalet seçimlerinde Alman seçmenlerin sempatisini kazanmak için kullanılan ‘‘Ali, beni rahat bırak’’ sloganı konunun ciddiyetine işaret etmektedir. 8 Yani Almanya’d aki Türkler bir kısım tarafından kabullenilip kucak açılmışken bir kısım tarafından da ötekileştirilip, arınılmak istenilmekte. Bir Türk güzel bir davranış sergilediğinde ise “Türkler ile uzaktan yakından alakanız yok” ya da “Türklere hiç benzemiyorsunuz” gibi sözleri iltifat gibi kullanarak inceden inceye Türklerin aslında iyi insanlar olmadıkları kastediliyor. Bu durum Türkler arasında da dışlanmışlık hissine yol açmaktadır. Almanya’d aki Türklerin sorununun ise dil ve uyumla

ilgili olduğu söylenebilir. Almanya’ya gidenlere en çok zorlandıkları husus sorulduğunda en çok alınan cevap dil oluyor. 1960’larda gelen 1. nesil, Almanca bilmemeleri dolayısıyla uzak oldukları kültürü anlayamamış ve toplumsal sorunlarla yüzleşmek zorunda kalmıştır. Almanca bilmemek en çok da eğitim konusunda zorluyor. Topluma uyum sağlayabilmek için ana dil olarak Almanca öğrenen 2. ve 3. nesil ise Türkçelerinde sıkıntı yaşıyorlar. 9 Bu konuda aileler de arada kalmış durumdalar; bir yandan çocuklarının Almanya’d a yaşarken Almanca engeline takılmamasını istiyorlar, bir yandan da kendi özlerini, kökenlerini devam ettirmeye çalışıyorlar. Bunun için de 2 dilli bir neslin nasıl yetiştirildiği öğretilmeli, aksi takdirde Almanya Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) uluslararası öğrenci değerlendirme projesi kapsamında yaptırdığı PISA (Programme for International Student Assessment – Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) araştırmasının sonuçlarını kullanılarak eğitim sistemindeki açıklar yine Türklerin üstüne yıkılmaya çalışılıyor. Bunun için, zamanında alınması gereken önlemlerin alnın(a)mamasından ya da doğru çözümlerin bulun(a)mamasından bahsedilmiyor. 10 Almanya başından beri, gelenlerin kalıcı olmasını istemediğini her haliyle beli ediyordu. Türkler yerleştikten sonra ise ayrımcı tutum ve politikalarıyla onları Almanya’d a istemediğini beyan etmektedir. Mesela insan haklarına aykırı olmasına rağmen bedene zarar verme yasağı yabancı uyruklular için geçerli değildir. Ayrıca Alman Anayasası 23 yaşına geldiğinde çifte vatandaş olan birini tercih yapmak zorunda bırakıyor ve tercih yapmaması durumunda ise Alman vatandaşlığını düşürüyor. Bu yasaları kabul eden ve uygulayan bir ülkenin pek de yabancı sever olduğunu söyleyemeyiz. 11 Almanların caydırıcı tutumlarına karşı orada bir hayat kuran Türkler marketlerden radyo kanallarına, ayakkabıcılardan televizyon kanallarına kadar her yönde kendilerini göstermekteler. Hatta TürkçeAlmanca ‘‘Don Quichatte’’ adında bir mizah dergisi bile var. Türklerin yaşadığı çoğu şehirde en az bir tane Türk tiyatrosu var. Tablo bu iken Almanların da artık Türklerin kalıcı olduğunu kabullenmesi gerekiyor. 12 Bir kısmımız Almanya’ya giderken geride kalanlara ne oldu diye soracak olursak; işsizlerin gidişi ülkedeki işsizlik baskısını bir nebze hafifletmiştir. Ayrıca

49


nitelikli işlerde çalışanların da gitmesiyle boşalan konumlar ülkede kalanlarla doldurularak işsizlik sayısı daha da düşürülebilmiştir. Öte yandan, sınırlı sayı ve bölgede olmakla birlikte, belirli alanlardaki nitelikli işçilerin gitmesi o alanlardaki üretimi olumsuz etkilemiştir. Örneğin Zonguldak bölgesindeki maden işçilerinin büyük bölümünün Almanya’ya gitmesiyle kömür madeni üretimindeki düşüş, hükümetin madencilerin göçlerine kısıtlama getirmesi ile çözülmeye çalışılmıştır. 13

Almanya’nın toparlanmak ve endüstrisini tekrar ayağa kaldırmak için yaptığı işgücü çağırısı ona bugün Almanya’d a yaşayan 3 milyona yakın Türk ve Türk kökenli insan olarak dönmüştür. Almanya bu gerçekle yüzleşip artık bu insanları kabullenmeli. 28 Nisan 2014 günü Federal Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck’un ODTÜ’d e yaptığı konuşmasının başlığı olan ‘Birbirimiz hakkında değil, birbirimizle konuşmak’ ana fikri ile hareket edilmesi gerektiğini düşünüyorum.

50

Refera n sl a r 1. Ellinci Yılında Göçtürklerin Türkiye ve Almanya Açısından Önemi. Çelik, Latif. 7, 2012, Uluslararası Tarih ve

Sosyal Araştırmalar Dergisi, s. 147-164. 2. Martin, Philip L. Türkiye'den Yurtdışına İşçi Göçü. Bitmeyen Öykü: Batı Avrupa'ya Türk İşçi Göçü. Ankara : Uluslararası Çalışma Örgütü, 1991, s. 25-49. 3. Türkiye Almanya İşgücü Anlaşması. Bad Godesberg : s.n., 30 Ekim 1961. 4. Türk-Alman İşçi Alımı Anlaşması’nın 50. yıldönümü. Almanya'nın Türkiye'deki Temsilciliklerinin Haber Bülteni EKİM-2011. [Çevrimiçi] Almanya Büyükelçiliği Ankara, 30 Eylül 2011. [Alıntı Tarihi: 5 mayıs 2014.] http://www.ankara.diplo.de/Vertretung/ankara/tr/newsletter/2011/2011__10__01__Okt/Newsletter__Ausgabe__2011__10__ 01__Okt.html?archive=3016018. 5. Danışman, Jülide. Misafir işçilikten göçmenliğe. [Çevrimiçi] Deutsche Welle Türkçe, 10 Ekim 2011. [Alıntı Tarihi: 16 Mayıs 2014.] http://www.dw.de/misafir-i%C5%9F%C3%A7ilikteng%C3%B6%C3%A7menli%C4%9Fe/a-15481860. 6. Türk-Alman İşçi Alımı Anlaşması’nın 50. yıldönümü. Almanya'nın Türkiye'deki Temsilciliklerinin Haber Bülteni EKİM-2011. [Çevrimiçi] Almanya Büyükelçiliği Ankara, 30 Eylül 2011. [Alıntı Tarihi: 5 Mayıs 2014.] http://www.ankara.diplo.de/Vertretung/ankara/tr/newsletter/2011/2011__10__01__Okt/Newsletter__Ausgabe__2011__10__ 01__Okt.html?archive=3016018. 7. Berlin'deki 'Küçük İstanbul'. [Çevrimiçi] Radikal, 28 Aralık 2009. [Alıntı Tarihi: 10 mayıs 2014.] http://www.radikal.com.tr/dunya/berlindeki_kucuk_istanbul-971595. 8. Çakır, Mustafa. Türklerin Alman Kültüründeki İmajı. Türk-Alman İşgücü Anlaşması'nın 50. Yılında Almanya Türkleri . Eskişehir : Anadolu Üniversitesi YUTAM, 2012, s. 27-52. 9. Almanya'ya Göçün Öyküsü. [Çevrimiçi] Türk Meclisi, 23 Eylül 2011. [Alıntı Tarihi: 5 mayıs 2014.] http://www.turkmeclisi.org/?Sayfa=Haberler-Yorumlar&Git=Haber-Goster&Baslik=almanya-ya-gocunoykusu&xHbr=1583. 10. Çakır a.g.e 11. Çakır a.g.e 12. Omurca, Muhsin. Bursa'dan Barselona'ya Uzanan Bir Sanat Öyküsü. 2009 Mart. 13. Martin, Philip L. Yurtdışına göçün Türkiye üzerindeki etkisi. Bitmeyen Öykü: Batı Avrupa'ya Türk İşçi Göçü . Ankara : Uluslararası Çalışma Örgütü, 1991, s. 51-74.


Çevremiz, evlerinden, memleketlerinden kısa süreliğine ayrıldığında bile zorluk çeken insanlarla doluyken dünya üzerinde öyle yerler var ki yüzlerce, binlerce insanın hayatlarını devam ettirebilmek için evlerini terk etmek zorunda kaldığı… İç savaş ve zorunlu göç, hükümetlerle siyasal örgütlerin ya da çeşitli etnik grupların arasındaki sorunların neden olduğu en büyük trajedilerden; Kolombiya da yıllardır bitmek bilmeyen iç savaşın kötü etkilerinden nasibini almış ülkelerden biri. 50 yıldır süregelen hükümet –FARC- sorununu açıklamadan önce genel bilgi vermek gerekirse Kolombiya Güney Amerika’nın yüzölçümü olarak dördüncü ve 45 milyon nüfusuyla en kalabalık üçüncü ülkesidir. Güney Amerika'nın kuzeybatı bölümünde bulunan ülke; kuzeybatısında Panama, kuzeyinde Karayip Denizi, doğusunda Venezuela ve Brezilya, güneyinde Ekvador ve Peru, batısında Büyük Okyanus ile çevrilidir. Petrol, kömür, değerli metaller başta olmak üzere zengin yeraltı kaynaklarına sahip, dünyanın önde gelen kahve üreticilerinden Kolombiya, köklü devlet geleneği ve kurumsallaşmış idari sisteme sahiptir. 1 Ancak köklü devlet sistemi sorunları çözmeye yeterli olmamış olacak ki önce 1948-1953 yılları arasında şiddet döneminde (La Violancia) yüz binlerce insan ölmüş, daha sonra da 1966 yılında FARC’ın (Fuerzas Armadas Revolucionarias de Colombia – Kolombiya Devrimci Silahlı Kuvvetleri) kurulmasının ardından 50 yıldır devam eden iç savaş başlamıştır. Kolombiya Komünist Partisi’nin askeri kanadı olarak oluşan FARC’ın ortaya çıkmasının sebebi La Violancia döneminin başlamasına ve yüz binlerce insanın ölümüne yol açan Liberal ve Muhafazakâr Parti arasındaki siyasi çatışmalardır. 2 En etkili ve kapsamlı olanı FARC olmakla birlikte, Kolombiya’d a başka yapılanmalar da mevcut. Sovyetler Birliği'nin çözülüşünün ardından kimilerinin yaptığının aksine Marksizm’i reddetmeyen FARC'ın ardından gelen bir diğer gerilla örgütü ise Kolombiya Ulusal Kurtuluş Ordusu’d ur (ELN – El Ejercito de Liberacion Nacional de Colombia). ELN özellikle ülkenin orta kesimlerinde etkin bir güç olarak faaliyet

yürütüyor. Pastrana döneminde yapılan barış görüşmelerine FARC'Ia beraber ELN de katılmıştı. Diğer yandan zaman içinde daha organize hale gelen faşist milislerin kurduğu Kolombiya Birleşik Öz savunma Güçleri de (AUC – Autodefensas Unidas de Colombia) özellikle ülkenin Venezuela sınırları boyunca faaliyet gösteriyor. Her ne kadar 1989 yılında Kolombiya Anayasa Mahkemesi paramiliter güçleri anayasa dışı ilan etmiş olsa da, bu yasağın sözde kaldığını düşünmemek için bir neden bulunmuyor. 1997 yılında kurulan AUC farklı paramiliter örgütleri çatısı altında toplayan bir şemsiye örgütüdür. 3 Kasım 2013’te Kolombiya hükümeti ve FARC arasında Oslo’d a başlayan ve Küba’nın başkenti Havana’d a devam eden barış görüşmeleri, yaklaşık 50 yıldır devam eden silahlı çatışmaların son bulması adına önemli bir adım oldu. Ancak FARC’la yapılan görüşmelere rağmen ülkede çatışmalar devam ediyor. Özellikle örgütün güçlü olduğu ülkenin güneybatısında düzenlenen silahlı ve bombalı saldırılar onlarca insanın ölümüne ve yaralanmasına sebep oluyor. Her iki tarafın da kabul edebileceği ortak çözümler bulunana kadar da ülkedeki gerilim bitmeyecek gibi görünüyor. Barış görüşmelerinde konuşulan belli başlı konular; toprak reformu, siyasi katılım, silahsızlanma, uyuşturucu kaçakçılığı, kurbanların hakları ve barış anlaşmalarının uygulanmasıdır. 4 Hükümetin sert tavrı veya gerilla örgütlerin eylemleri, yakın zamanda gösterilmeye başlanan uzlaşmacı tutumla çözülemeyecek şeyler değil. Ama 50 yıllık süreçte ülkenin, özellikle de masum vatandaşların gördüğü zararın telafisi mümkün olacak gibi görünmüyor. İç savaşın ve terör faaliyetlerinin yoğun olarak yaşandığı Kolombiya'da en büyük militan grubu Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri (FARC) ile hükümet arasında geçen yıl başlayan barış görüşmeleri devam ederken, çatışmaların yaşandığı 50 yılda yaklaşık 220 bin kişinin hayatını kaybettiği ve 5.7 milyon Kolombiyalının yerlerinden olduğu bildiriliyor. 5 2013 yılında yayımlayan bir haberde şöyle deniyor:

51


52

1990'lardan beri iç savaş yaşanan Kolombiya'da, binlerce insan huzur ve güvenlik nedeniyle başka kentlere göç ediyor. Kolombiya insan hakları örgütü, bu yılın ilk 100 gününde 15 bin Kolombiyalının evlerini bırakıp kaçmak zorunda kaldığını açıkladı. Sadece güney batıdaki El Charco isimli bir kasabadan kaçanların sayısı 9 bini buldu. 6 Haberde de görüldüğü gibi her yıl çatışmalar yüzünden binlerce insan zorunlu göçe maruz kalıyor. Kasabalarından, kentlerinden göç etmek zorunda kalan Kolombiyalılar genellikle büyük şehirlere gelerek gecekondularda yaşamlarını devam ettirmeye çalışıyor. Belki de bunlardan daha vahim olarak ülkede binlerce çocuk örgütler tarafından silahlandırılıp birer militana, askere dönüştürülüyor. Ellerinde silahlarla talim yapan, hatta birliklerin başında olan 15-16 yaşında çocukların fotoğrafları durumun vahametini açıkça gösteriyor. 45 milyon dinamik bir nüfusa, gelişme uygun jeopolitik konuma, verimli topraklara, yer altı kaynaklarına sahip olan Kolombiya ülke içindeki şiddet ve güvenlik sorunlarını çözemediğinden sosyoekonomik anlamda tam olarak gelişemiyor. Üstelik iç sorunlar Kolombiya’nın terörle mücadele bağlamında Ekvator ve Venezuela sınırlarında gerçekleştirdiği operasyonlar, bu ülkelerle ilişkilerin kesilmesine yol açan gerginlikleri doğurmuştur. Cumhurbaşkanı Santos Hükümeti, bu bunalımların giderilmesine de öncelik vererek, her iki ülke ile diplomatik ilişkileri yeniden kurmuştur. 7 Ülkenin çok önemli bir diğer sorunu da uyuşturucu. Kolombiya’yı bilmeyen insanlara sorulduğunda ülkeyle ilgili akla gelen ilk şey uyuşturucu oluyor ne yazık ki. Büyük ölçüde FARC’ın elinde bulundurduğu bu yasadışı ticaret ağı da hem örgütü güçlendiriyor, hem de ülkeye ekonomik ve sosyal açıdan büyük zararlar

veriyor. Son olarak Kolombiya denince akla gelen en önemli isimden de bahsederek onun gözünden ülkesine bakmak istiyorum. Gabriel Garcia Marquez, 17 Nisan 2014’te 87 yaşında hayata veda eden Latin Amerika’nın en önemli yazarlarından biri, belki de en önemlisi. Aralık 1982’d e Stockholm’d e yaptığı ‘Latin Amerika'nın Yalnızlığı’ başlıklı Nobel edebiyat ödülü töreni konuşmasında ülkesi Kolombiya’nın ve Şili, Arjantin, Uruguay gibi diğer Latin Amerika ülkelerinin sorunlarını anlatmıştır. “...Kuşkuya, yağmaya ve terk edilmişliğe karşı, yanıtımız yaşam'dır. Ne tufanlar, ne salgınlar, ne açlıklar, ne felaketler, ne de hatta yüzyıllar boyu birbirini izleyen sonu gelmez savaşlar, yaşamın ölüm karşısındaki dayanıklı üstünlüğünü kırmayı başarabildi... Bu yıl, şirazesinden çıkmış bu gerçekliğin de, en az edebi ifadesi kadar İsveç Edebiyat Akademisi'nin dikkatini çekmiş olduğuna inanmak istiyorum. Yalnız ak kâğıt üstündeki bir gerçek değil, ama içimizde yaşayan sayısız günlük ölüşlerimizin her bir anını belirleyen, sıkıntı ve güzellikle dolu bir yaratıcılık pınarını besleyen ve şu gezgin ve sıla özlemi içindeki Kolombiyalının niceleri arasından rastgele bir örnek seçildiği gerçek. Ozan ve dilenci, müzisyen ve yalvaç, savaşçı ve eşkıya, bu çığırından çıkmış gerçekliğin tüm yaratıcıların, düş gücünden istedikleri pek az şey vardır: zira bizim en yüce meydan okuyuşumuz, tam tersine varlığımıza saygınlık kazandıracak alışılmış olanakların yetersizliğindedir. İşte, dostlarım, bizim yalnızlığımızın düğümü budur…” 8

Bütün yalnızlıkların, iç savaşların, ölümlerin, zorunlu göçlerin bitmesi dileğiyle.

Refera n sl a r 1. Kolombiya’nın Siyasi Görünümü http://www.mfa.gov.tr/kolombiya-siyasi-gorunumu.tr.mfa (erişim tarihi: 7 Mayıs 2014) 2. Barış Tuğrul- Jeronimo Rios Sierra ‘FARC ve Kolombiya'da Barış Süreci’ (2 Şubat 2013) http://www.bianet.org/biamag/insanhaklari/144037-farc-ve-kolombiya-da-baris-sureci (erişim tarihi: 5 Mayıs 2014) 3. Halil Cemgil ‘ Kolombiya’d a Savaş Devam Ediyor’ (24 Mayıs 2003) http://eski.bianet.org/2003/05/23/19195.htm (erişim tarihi: 5 Mayıs 2014) 4. Kolombiya: FARC ile siyasi katılım uzlaşması (6 Kasım 2013) http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/11/131106_farc_kolombiya.shtml (erişim tarihi: 6 Mayıs 2014) 5. Kolombiya'nın 50 Yıldır Bitmeyen İç Savaşı (30 Ağustos 2013) http://www.haberler.com/kolombiya-nin-50-yildir-bitmeyen-ic-savasi4999886-haberi/ ( erişim tarihi: 8 Mayıs 2014) 6. Kolombiya'da iç savaş ve zorunlu iç göç (17 Eylül 2013) http://www.trthaber.com/haber/dunya/kolombiyada-ic-savas-ve-zorunlu-icgoc-101184.html (erişim tarihi: 8 Mayıs 2014) 7. Kolombiya’nın Siyasi Görünümü http://www.mfa.gov.tr/kolombiya-siyasi-gorunumu.tr.mfa 8. gös. yer


Halkımızın birbirleriyle kaynaşma amaçlı açtıkları muhabbette ilk sorulan sorulardan birisidir ‘Memleket neresi?’. Eğer karşınızdaki insan Ege Bölgesindense veya Trakyalıysa büyük ihtimalle alacağınız cevap; ailesinin ve büyüklerinin 1923 yılında Türk- Yunan halkları arasında gerçekleşen mübadele sonucu bu coğrafyaya göç ettiği olacaktır. Türk nüfusunun çok büyük ölçekte Anadolu’ya göç ettiğini söyleyemesek de, hatta göç sırasında yayılan salgın hastalıklar, yerleşilen yerin iklimine uyum sağlayamama gibi (Özellikle Akdeniz Bölgesine göçen mübadiller) sorunlar sonucu mübadillerin nüfusunun azalmasına rağmen yerel halkla evlilik gibi olaylar sonucu mübadillerle yerli halkın kaynaşması ve belki de bir şekilde Avrupa’ya aidiyet hissetmek adına birçok insan kendini mübadil olarak adlandırması şeklinde vuku bulmuştur. Başta Selanik olmak üzere Yunan coğrafyasının büyük bir bölümü 14. Yüzyılda, 2. Murat döneminde Osmanlı hâkimiyeti altına girmiştir. Bölgede yaşanan birçok Türkmen göçünün yanı sıra, 1492 yılında Avrupa’d an kovulan Yahudilere Osmanlı’nın kucak açması sonucu pek çok Yahudinin tercihi Selanik ve civarı olmuştur. Yüzyıllar boyunca değişik milletler ve dinlere mensup insanların barış içinde yaşadıkları bu coğrafya Birinci Balkan Savaşları sonucunda hiçbir kurşun atılmadan Osmanlı egemenliğinden çıkıp, Yunanlılara teslim edilmiştir. Bu olaydan itibaren bölgedeki birçok Müslüman yapılan baskılara dayanamayıp, göç etmişlerdir. Müslümanlara yapılan baskılar Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında artmış olup, büyük sorunlara yol açıtığından durumun devletler tarafından çözümlenmesi gerektiği anlaşılmıştır. Bu yüzden 1923 yılında imzalanan ve yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyet’ini tüm dünyaya resmi olarak ilan eden Lozan Anlaşmasındaki ek protokol Türk-Yunan mübadelesini içermektedir. 1922 yılında Yunan Ordusunun Anadolu’d an çekilmesi üzerine kendilerini güvensiz ve tehdite açık bir halde hisseden Rumların, Yunanistan’a göçmesi ve Müslümanları evlerinden çıkarmaları üzerinde ilk sorunlar baş göstermeye başladı, gitgide tırmanan bu azınlık gerilimi ve sorunları üzerine Lozan’d a 30 Ocak

1923 tarihinde “Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi ve Protokolu” imzalandı. Mübadeleye tabii tutulan vatandaşlar din esasına göre belirlenmiştir, ait oldukları milliyetler çeşitlilik göstermekle beraber; Arnavut, Romen gibi ait oldukları din neticesinde göçe tabii tutulan hatırı sayılır sayıda insan da bulunmaktaydı. Mübadele, İstanbul’d a oturan Rumları ve Batı Trakya’d a oturan Müslümanları kapsamıyordu. Tahmini olarak 1.200.000 Ortodoks, Hıristiyan ve Rum Anadolu'dan Yunanistan'a; 500.000 Müslüman Türk de Yunanistan'dan Türkiye'ye göç etmek zorunda kalmıştır. 1 Anlaşmanın maddelerine göre; hükümet mübadillere her türlü kolaylığı sağlayacak, onlara vatandaşlık hakkı tanıyacaktı, mülkiyet haklarına sahip olacak ve mubadillerin getirdiği taşınır mallardan devlet herhangi bir vergi talep etmeyecekti. Taşınamaz mallar ise Karma Komisyonu tarafından değerlendirilip, değeri biçilecekti. Karma Komisyonu eşit sayıda Türk ve Yunan üyelerden oluşmakla beraber, Milliyetler Cemiyetinden de tarafsız üyeleri de bünyesinde bulundurmaktaydı. Karma Komisyonu görevini tarafsız ve başarılı bir şekilde uygularken bir sene sonra tarafların antlaşmanın maddelerini kendi lehlerine göre yorumlamaları üzerine çeşitli problemler ortaya çıktı. 2 Bu problemlerin bazılarına değinmek gerekirse; özellikle Yunanistan’ın yerleşik kavramının tanımını genişleterek daha fazla Rum vatandaşının Türkiye toprakları üzerinde kalmasını sağlamaya çalışması, bu konuyla ilgili Türkiye üzerinde çeşitli baskılar oluştururak sorunu daha çok destek alabileceği Milletler Cemiyetine götürmeyi hedeflemiştir. Bir diğer sorun ise günümzde hala çözülemeyen patrikhane’ydi. Türk tarafı hiçbir şekilde Patrikhane veya alakalı kurumların Türkiye’d e kalmasını istememekle beraber, anlaşma sonucu sadece dini yetkiye sahip bir Patrikhane’nin Türkiye sınırları içerisinde kalması kabul edilmiştir. Anlaşma sonucu çeşitli pürüzler ortaya çıksa da, 1930 yılında TürkiyeYunanistan arasında yapılan Ankara Antlaşması sonucu tüm pürüzler giderilmiş, iki ülke arasında son derece dosthane ilişkilerin başlangıç noktası olmuştur. 3

53


Türk-Yunan Mübadelesi, siyasi tarihte bir ilk teşkil etmektedir. İki ülke ilk defa azınlık problemlerini çözmek amaçlı halkın bir bölümünü zorunlu göçe tabii tutmuştur. Mübadele kavramı ilk defa bu sürede oluşmuş, dünya dillerine girmiş, ilerleyen zamanlarda ise Kıbrıs meselesinde Türk-Yunan tarafları arasında yine bir mübadele süreci yaşanmıştır. Bazı politik kuruluşlar mübadelenin son derece barbarca bir politika olduğunu, azınlıklardan hukuk yoluyla kurtulmanın başka bir çeşidi olduğunu ileri sürse de, bazıları mübadelenin son derece gerçekçi ve başarılı olduğu görüşünü savunmaktadır. 4

54

Mübadelenin yarattığı sosyal sorunlara gelirsek eğer; halkın zorla göçe tabii tutulması başlı başına bir sorun teşkil etmekteydi. Zaten yaşadıkları bölgede azınlık durumunda olduklarından dolayı farklı bir kimliği taşımakta olan halk, göç ettirildikleri topraklarda da büyük bir kimlik bunalımı yaşamıştır. Alışkanlıklarının, yaşam tarzlarının farklı olmasının yanı sıra Türkiye’ye göçen Türklerin yerli halk tarafından ‘gavur’ olarak ötekileştirmiştir. Aynı şekilde Yunanistan’a göçen Rum halkı da uyum sürecinde bir sürü zorluklarla karşılaşmıştır, yerel halkın mübadilleri kabul edip, aralarına almaları bayağı uzun bir zaman dilimine tekabül etmişti. Göç sırasında yaşanan çeşitli aksaklılar ve karışıklar sonucu aileler farklı bölgelere dağıtılmış, bazı aile bireyleri mübadele sırasında kaybolmuştu. Bu kaybolan aile bireylerin kayıp ilanlarına hala çeşitli mübadil vakıflarında veya sitelerinde rastlamak mümkün. 5 Maalesef bu konuda Türklerin çok geç kaldığını söylemek mümkün; Rum Mübadillerinin kısa bir süre

sonra çeşitli vakıflar kurup, uyum sürecinde birbirini destekleme, iletişim halinde olmanın avantajlarını kullanmalarına rağmen Türklerin dernek ve vakıf kurma girişimlerinin temelinin 2000’lerin başına dayanması son derece üzücü bir gerçek. Fakat kurulan çeşitli mübadil gruplar kısa sürede geniş çapta insanlara ulaşıp, etkinliklerini artırdılar. Amaçları arasında; mübadeleyi belgelemek, kültürel ve folkorik değerleri korumak, Türk- Yunan barışının korunmasında çaba harcamak gibi maddeler olan derneklere örnek vermek gerekirse; Lozan Mübadilleri Vakfı ve Derneği, Büyük Mübadele Derneği, İzmir Lozan Mübadilleri Derneği sayabiliriz. Bu dernekler ayrıca Rum Mübadil dernekleri arasında da sıkı bir işbirliği içerisindedirler. Türk mübadil derneklerinin bugüne kadarki en büyük başarısı ise 2010 yılında İstanbul’un Çatalca ilçesinde açmış oldukları Mübadele Müzesi sayılabilir. 6 1923 yılında gerçekleştirilen Türk-Yunan nüfus mübadelesi, dünya tarihinde bir ilk olmakla kalmamış, iki ülkenin de sosyal ve demografik yapısını yeniden şekillendirerek daha homojen bir yapının oluşturulmasında etkin bir rol üstlenmiştir. Mübadele bölgeleri dışında kalan azınlıklar ise yaşamlarını onca zorluğa rağmen sürdürmeye çalışırken, ertesi senelerde yaşanan çeşitli elim olaylar sonucu kalan nüfusun da çoğunluğu kendi ülkelerine geri dönmek zorunda kalmıştır. Bu duruma İstanbullu Rumlar için 6-7 Eylül olaylarını, tarihimizdeki büyük kara lekelerden birisi, örnek verebiliriz. Umalım ki 21. yüzyılın bu ilerleyen günlerinde hiçbir millet herhangi bir büyük çaplı göç veya zorunlu yer değişikliği uygulamak zorunda bırakılmasın.

Refera n sl a r 1. Vikipedia, Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi, http://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrkiyeYunanistan_N%C3%BCfus_M%C3%BCbadelesi#Anla.C5.9Fma, (Erişim Tarihi: 1 Mayıs 2014) 2. Lozan Mübadileri Vakfı, Anlaşma, http://www.lozanmubadilleri.org.tr/anlasma, (Erişim Tarihi: 1 Mayıs 2014) 3. Yücel BOZDAĞLIOĞLU, Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi ve Sonuçları, TSA Dergisi, Özel Sayı: 3, Ocak 2014, s. 24 4. A.g.e. s. 24-25 5. Gökçe BAYINDIR GOULARAS, 1923 Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi ve Günümüzde Mübadil Kimlik ve Kültürlerinin Yaşatılması, Alternatif Politika, Cilt: 4 Sayı:2, Temmuz 2012, s. 141 6. A.g.e. s. 137- 140


Son yıllarda siyaset arenası yavaş yavaş değişmeye ve çeşitlilik kazanmaya başladı; daha önce hiç görmediğimiz renklerin hiç tanık olmadığımız şekillerde öne çıkıp söz almaya başladığını gördük. Kimlik politikalarının önemli ölçüde güç kazandığı, seçim kampanyalarında ve sosyal politikalarda yer edinmeye başladığı günümüzde LGBT hareketi de siyasette kendini göstermeye başladı. Tarihin büyük bir bölümünü kaplayan kabul görme ve toplumda hoşgörüyü yaygınlaştırma mücadelesi, siyasal ve yasal bir hak mücadelesine dönüştü. Avrupa ve Amerika’da başlayan hareketlerle dünyanın geniş bir kısmında büyük ölçüde görünürlüğe kavuşan, mesleklerini özgürce icra edebilecek, evlenebilecek, çocuk evlat edinebilecek konuma gelen LGBT bireyler en azından ‘hareketin meşruiyeti’ sorularını ve tartışmalarını bir önceki yüzyılda bıraktı ve 2000’ler her açıdan oldukça umut verici oldu. Dünyanın geri kalan kısmındansa her geçen gün yeni müjdeli haberler geliyor ve bu durum dünya vatandaşlarının bazılarını grup hakları ve kimliklerin siyasi sahnede özgürce temsil edilmesi konusunda umutlandırırken diğer bir grubun kafasındaysa soru işaretleri yaratıyor. H indistan’ın Toplumsal Cinsiyet Karnesi Hindistan’daki transseksüel bireylerin resmi olarak üçüncü cins olarak tanınmasıyla birlikte Hindistan’da LGBT bireylerin hak arayışları ve mevcut hakları yeniden gündeme geldi. Toplumsal cinsiyet eşitliği konusundaki ünü pek iyi olmayan ülkede taciz ve tecavüz vakalarının sayısı da oldukça yüksek rakamlarda seyrediyor. Mahkeme kararına gerekçe olarak Anayasanın ilgili maddelerindeki vatandaşlık haklarına atıfta bulunarak toplumdaki her bireye cinsiyet ve cinsel yönelimlerinden bağımsız olarak kendilerini geliştirmeleri için eşit yaşamsal şansın verilmesi gerektiğini belirtti. Kararın bir sonucu olarak transseksüel bireyler kimliklerinde ve diğer resmi dokümanlarda cinsiyetlerini kadın ve erkek seçeneklerine bağımlı kalmaksızın tanımlayabilecek.1 Parlak kıyafetleri, neşeli tavırları, düşkünlükleri ile Hindistan’da transseksüeller, ülke tarihinde ilk resmen tanınmanın ve yeni

müzik ve dansa olan hijra adıyla bilinen kez devlet tarafından haklara kavuşmanın

mutluluğunu yaşıyor. Yeni haklar transseksüel bireylerin sadece resmi olarak tanınmasını sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda onlara azınlık haklarının içeriğiyle benzerlik gösteren pek çok yeni hak tanıyor. Nepal, Pakistan ve Bangladeş’te yapılan yeni kanun ve düzenlemeleri takip eden yasa sayesinde kamu kuruluşları ve üniversitelerde transseksüel bireyler için kota düzenlemesi uygulanacak. Ülke LGBT tarihinin sürekli artan bir şiddetin, ayrımcılığın ve tacizin hikâyesi haline geldiği Hindistan’da yeni yasa çok büyük bir gelişme olarak karşılanıyor. Hindistan’da LGBT hakları için çalışmalar yapan bir sivil toplum kuruluşu olan Humsafar Trust adına konuşan Shwetambera Parashar, LGBT bireylerin toplumda ciddi bir dışlama ve ayrımcılıkla karşılaştığını, buna doktorların transseksüel hastaları muayene etmeyi reddetmesinin ve polisin kötü müdahalesinin de dâhil olduğunu belirtti. Tarihte geriye doğru gittiğimizde görüyoruz ki, Hindistan’da transseksüellere yönelik ayrımcılık ve nefretin kökeni uzun bir geçmişe dayanıyor. 1897’de İngilizler Hindistan’da hüküm sürmeye başladıklarında tüm hadımları suçlu ilan eden bir yasayı yürürlüğe soktu. O günden itibaren tüm hadımlar, karşı cinsin giydiği kıyafetleri giyenler ve interseksüeller duygusal ve finansal güvenlik kaygısıyla dayanışma grupları oluşturmaya başladılar. Bazıları bununla da yetinmeyerek güvenlik kaygısıyla Hijra Farsi denilen ve sadece kendi aralarındaki iletişimi sağlayan gizli bir dil geliştirdiler. Bu noktada, tarihten bugüne gelirken ne gibi değişimler yaşandığını anlayabilmek için özellikle kırsal bölgelerde görülen çok ilginç bir olayı aktarmak doğru olacaktır. Günümüzde, hijralar bazı bölgelerde talihli insanlar olarak kabul ediliyorlar ve doğum, evlilik gibi kutlama seremonilerine davet ediliyor, bu seremonilerde şükranlarını sunuyorlar. Özellikle büyük şehirlerdeyse toplumsal yaşamda kabul görmek, iş bulmak ve temel hizmetlerden yararlanmak bu kadar kolay değil. İşverenlerin hijralara karşı negatif ayrımcılık uygulamasından ötürü mesleği ne olursa olsun pek çok hijra hayatını sürdürebilecek parayı kazanmak için sokaklarda yaşayıp dilenmeye veya seks işçiliği yapmaya zorlanıyor. Mesleğin kendi olası tehlikeleri, limitli ve ulaşılması zor sağlık hizmetleriyle birleştiğindeyse sonucun

55


ne olacağını tahmin etmek güç olmuyor: Nüfusun genelinde HIV virüsü taşıyan bireyler %0,3 dolaylarında seyrederken bu oran Mumbai’deki hijralar arasında %18’e yükseliyor.2

56

İ lk Tepkiler Ülkedeki nüfusu 2 milyona yakın olarak tahmin edilen transseksüel popülasyon yeni özgürlüklerinin getirdiği coşkuyu yaşarken, geri kalan LGBT bireylerse yeni gelişmeleri daha karışık duygularla takip ediyor. Bir kısmı yeni yasayı gelecek için umut verici bularak bu gelişmenin daha çok hak talebinin önünü açtığını savunurken, diğerleriyse kendilerinin de büyük ayrımcılıklara ve haksızlıklara maruz kaldığını ve bunun da kendilerine yapılmış yeni bir haksız olduğunu savundular. Genel kanıysa, birlikte savaştıkları bu hakların tüm topluluğun bir ürünü olduğu ve yeni haklar için yine hep birlikte mücadele verileceği yönünde seyrediyor. Yeni yasa, dünya genelindeki LGBT hareketi üyeleri tarafından çok olumlu bir şekilde karşılansa da, Hindistan’da yeni yasadan memnun olmayan pek çok aktivist de çeşitli yorumlar yaptı ve tüm transseksüel bireylerin üçüncü cins olarak anılmaktan hoşnut olmadığını, bazılarının sadece seçtikleri cinsiyetle kadın veya erkek olarak anılmayı istediklerini belirtti.3 Çevre ülkelerden, özellikle de Pakistan’dan ‘üçüncü cins’ yasasısyla ilgili pek çok yorum geldi; ancak bunlardan en ilginç olan ve göze çarpanı Bindiya Rana’nın Pakistan’daki mevcut durum hakkında yaptığı açıklamaları oldu, çünkü 2012’de Pakistan’da benzer bir yasa yürürlüğe girmişti. Bu yüzden yasanın toplumsal hayata etkilerini öngörebilmek için Pakistan örneğine göz atmak gerekiyor. Pakistan siyasi tarihinde yerel seçimlere aday olan ilk transseksüel olarak bilinen Bindiya Rana ise kendi ülkesindeki hak arayışı ve yasa değişikliklerinin gerçek hayata olan yansımalarından bahsederken 2012’deki yasa değişikliklerinin Pakistan’daki LGBT bireylerin hayatlarını değiştirmek için yeterli olmadığını söyledi. Pakistan’da transseksüel bireyler ve hakları yasal olarak tanınıyor ve çalışmaları için çeşitli iş olanakları da mevcut; ancak bu işlerin sürekliliği yok, çünkü ayrımcılık yapmayan işverenler genellikle sivil toplum kuruluşlarında bulunuyor

ve işler de genellikle kontrat bazlı ve kısa dönemli oluyor. Rana ayrıca seçimlere katılmaya karar verdiğinde en olumsuz tepkilerin halktan değil siyasetçilerin kendilerinden geldiğini ve hükümetin LGBT bireyleri hiçbir zaman yeterince desteklemediğini de ekledi. Son yıllarda Pakistan halkının LGBT bireylere karşı daha anlayışlı, ılımlı ve destekleyici tavırlar içerisinde olması, bireylere mevcut yasaların sağladığından çok daha büyük bir rahatlık ve destek sağladı.4 LG BT H areketi’nin Siyasetteki Yansımaları Hindistan’da en son yaşanan ilginç bir gelişme, ülkedeki LGBT topluluğunun siyasette de büyük bir etkiye sahip olduğu ve gelecekte daha da büyük bir güce sahip olacağını gösteriyor. Topluluk, mensuplarını genel seçimlerde muhalefet partisi Bharatiya Janata Party (BJP) karşısında birlik ve beraberliğe davet ediyor. Aktivistler, milliyetçi partiyi LGBT hakları konusunda net bir tavır ortaya koymamakla suçluyor ve parti üyelerinin homoseksüel bireylere yönelik yaptığı negatif açıklamalara dikkat çekiyor. Pek çok insan bu tutum ve çağrı üzerine kararını vermiş gibi görünüyor. Humsafar Trust tarafından yürütülen anket çalışmasına göre LGBT bireylerin yalnızca %13.76’sı BJP’ye oy vermeyi düşünüyor ve tercihlerini diğer partilerden yana kullanacaklarını ifade ediyorlar.5 Tüm bu yaşananlar her ne kadar Hindistan’a özgü bir dava niteliğinde görünse de sonuçların bize anlatmaya çalıştığı ve kulak verilmesi gereken pek çok ders var. Yazının girişinde belirttiğim gibi, klasik siyaset anlayışının dogmaları ve dayatmaları 21. yüzyılın sosyal hareketlerle ve başkaldırılarla dolu dinamik yapısına pek uyum sağlayamadı. Kimlik politikalarına ve toplum içindeki farklı grupların taleplerine karşı kulaklarını tıkamayı seçen siyasi oluşumlar, kısa vadede köklerinin sarsılmasıyla gelen güç kayıplarına, uzun vadede ise çökmeye hazır olmak zorunda kalabilirler. Modern dünyada bireylerin, içinde yaşadıkları toplum tarafından kabul gördüklerini hissettikleri, devlet tarafından temel haklarının sağlandığı ve korunduğu bir güven ortamına ihtiyaçları var. Bu yüzden de ‘yeni siyaset,’ eşit temsiliyet ve eşit hakların önce kâğıt üzerinde kazanılmasıyla başlayacak ve halkın bu hakları sahiplenip benimsemesiyle yaratacağı hoşgörü ortamında devam edecek.

Refera n sl a r 1. “Hindistan' da üçüncü cinsiyet resmen tanındı ( 16 Nisan 2014) Hindistan'da üçüncü cinsiyet resmen tanındı”, ( 16 Nisan 2014) http://www.cnnturk.com/haber/dunya/hindistanda-ucuncu-cinsiyet-resmen-tanindi. Erişim Tarihi: (4 Mayıs 2014) 2. Homa Khaleeli, “Hijra: India's third gender claims its place in law”, ( 16 Nisan 2014) http://www.theguardian.com/society/2014/apr/16/india-third-gender-claims-place-in-law Erişim Tarihi: (7 Mayıs 2014) 3. Abantika Gosh, “Mixed response from LGBT community” (16 Nisan 2014) http://indianexpress.com/article/india/india-others/mixedresponse-from-lgbt-community/. Erişim Tarihi: (7 Mayıs 2014) 4. Khaleeli, a.g.e 5. Krista Mahr, “India’s LGBT Community: Don’t Vote BJP” ( 11 Nisan 2014) http://time.com/59158/indias-lgbt-community-dont-votebjp/ Erişim Tarihi: ( 13 Mayıs 2014)


Birkaç yıl öncesine kadar ‘medeniyetler beşiği’ olarak görülen, Hüsnü Mübarek’i alaşağı eden bir halk devriminden dolayı da saygı ve hayranlıkla anılan Mısır, bugünlerde demokrasi karşıtı birtakım eylemlerle, kitlesel kıyımlarla ve bağımsızlığını kaybeden yargı kurumu ile muazzam bir kaygı ve infial ile anılıyor. 3 Temmuz 2013’te, Genelkurmay Başkanı ve Savunma Bakanı Abdulfettah el-Sisi öncülüğünde Mısır tarihinde gerçekleşen ilk demokratik seçimler sonucunda Cumhurbaşkanı seçilen Muhammed Mursi’yi alaşağı eden askeri darbeye karşı ülke çapındaki protesto gösterileri kapsamında Minye’d e sivil sokak eylemleri sırasında tutuklanan Müslüman Kardeşler mensubu 529 kişi, 24 Mart 2014’te Minye Ceza Mahkemesi tarafından idam cezasına mahkûm edildi. Bununla birlikte, aynı mahkemece aralarında Müslüman Kardeşler örgütünün liderlerinden Muhammed Badie'nin de bulunduğu 683 kişiye daha idam cezası verildi. Ülkenin en yüksek dini mercii olan Mısır Müftüsünün bu kararı onaylama veyahut reddetme salahiyeti bulunuyor. 1 Eğer müftü bu kararı onaylarsa idam kararları uygulanabilecek. Aynı mahkeme mart ayında Müslüman Kardeşler davasında verilen 529 ölüm cezasından 37'sini onayladı ve kalan 492 sanığın çoğunun cezalarını müebbet hapse çevirdi. Her iki davanın da yalnızca birkaç saatte görülüp karara bağlanması uluslararası insan hakları örgütlerini ve Birleşmiş Milletler'i harekete geçirdi. Birleşmiş Milletler insan hakları temsilcisi Navi Pillay geçen ay iki davanın yürütülüşünü kınayarak, uluslararası insan hakları hukukunun ihlal edildiğini

ifade etti. Aynı zamanda Navi Pillay'ın sözcüsü "usul bakımından yanlışlıklarla dolu üstünkörü 2 yargılamalar" ifadesini kullandı. Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'nin ordu tarafından devrildiği temmuz ayından bu yana yasadışı ilan edilen Müslüman Kardeşler örgütü büyük bir baskıyla karşıya karşıya. Örgütün yüzlerce üyesi öldürüldü ve binlercesi halen tutuklu olarak cezaevlerinde. Mısır yargısının ülkenin son 60 yıllık tarihinde ülkenin her alanına sirayet eden askeri rejimlerle yakın bir ilişki içinde olduğu tartışılmaz bir gerçek. Bugün de Mısır yargısının, cuntanın muhalefeti susturmak için giriştiği devlet terörüne, keyfi tutuklamalara ve katliamlar silsilesine, dünya hukuk tarihinde örneğine pek rastlanmayan bir kararla katkı sunmuş olduğu açıkça görülüyor. Buna rağmen Müslüman Kardeşler üyeleri, cunta rejiminin provokasyonlarına ve kitlesel kıyım girişimlerine rağmen silaha sarılmama konusunda bugüne dek önemli bir hassasiyet sergilediler. İ d a m Ka ra rı S on ra sı M ı sı r Ö ngörü l eri Mısır'daki idam kararları tepki toplamayı sürdürürken Cumhurbaşkanı olmasına kesin gözüyle bakılan Sisi'nin, bu kararları siyasi pazarlık konusu yapması pek de şaşırtıcı olmayacak. Minya Ceza Mahkemesi'nin 528 darbe karşıtı gösterici hakkında yaklaşık bir ay önce verdiği idam kararının yarattığı infial hala taze iken, yine aynı mahkeme ve hâkim tarafından 683 kişiye verilen idam cezası Mısır'ı yeniden, derinden sarstı. Ülkede darbe karşıtı gösteriler ve siyasi ve iktisadi kaos devam ederken, darbe mahkemelerinin siyasi olarak verdiği kitlesel

57


idam kararları ne anlama geliyor sorusu bu bağlamda tezahür etmiş durumda.

58

S i si N a sı l Bi r Yol İ zl eyecek Darbe ile birlikte bugün Mısır'ın içine düştüğü kaos ve şiddet sarmalının yol açtığı iflas etmiş iktisadi durumun sürdürülemez olduğunu eski bir istihbaratçı olan General Sisi muhakkak ki görüyor. General Sisi Mısır sokaklarında, özellikle alt tabakalar nezdinde oldukça popüler. Ancak darbenin üzerinden sadece 8 ay geçmiş olmasına rağmen beklentilerin karşılanamaması ve her şeyin daha da kötüye gidiyor olması Sisi’ye karşı eleştirilerin artmasına sebebiyet verdi. Yükselen fiyatlar, tekrarlanan elektrik kesintileri, birçok temel üründe oluşan stok sıkıntısı ve ülke geneline yayılan çatışmalar büyük bir infial yaratınca, darbe aktörleri Başbakan Biblavi'yi görevden alıp İbrahim Mihlib hükümetini kurarak tepkileri yumuşatmaya çalıştı. 3 Bununla birlikte 27 Mayıs sonrası bizzat Cumhurbaşkanı olduktan sonra General Sisi'nin tepkileri başka bir yere kanalize etme şansı artık kalmıyor. Mısır'da on yılların biriktirdiği ve darbe sonrası dönemde katlanan problemlerin çözülebilmesi için ülkenin şiddet ve kaos sarmalından çıkarak siyasi bir istikrar zeminine oturması gerektiği açık. Mübarek ve Mursi’nin alaşağı edilmesi ve ülkedeki siyasi istikrarsızlık, General Sisi’inin "30 yıldır hayalini kuruyorum" dediği Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturabilmesi için darbe karşıtı muhalefet ile görüşmesine ve mücadeleyi siyasi zemine çekmesine neden olabilir. 4 Bu anlamda Minye Ceza Mahkemesi tarafından verilen idam kararlarının ya temyizde bozulması veyahut General Sisi tarafından bir pazarlık konusu edilmesi hiç de şaşırtıcı olmayacak. Her şeye rağmen cunta sonrası Mısır'da her şeyin olabileceğini unutmamak gerek. Buna kitlesel cinayetler ve idamlar da dâhil. M a h kem eyi Ad a l etsi zl i ği n O d a k N okta sı H a l i n e G eti ren Fa ktörl er Yüzlerce göstericinin güvenlik güçlerince katledilmesi sonrasında çıkan kitlesel protesto gösteriler sırasında Minye’d eki sanıkların şu suçları işledikleri mahkemece iddia edildi: Bir polis memurunu öldürmek, yasadışı Müslüman Kardeşler örgütüne üye olmak, şiddete başvurmak, kamu düzenini bozmak, vandalizm, polis karakoluna saldırı, yasadışı gösteri yapmak. 5 Minye’d eki bu yargılamalar sırasında, dünya hukuk tarihine geçmesi kati olan ve bu mahkemeyi adaletsizliğin odak noktası haline getiren pek çok

hukuk garabeti yaşandı. Mısır’d aki darbe yönetiminin Müslüman Kardeşler’i 2013 yılının sonunda yasa dışı bir örgüt ilan etmesi, örgüte üyeliğin askıya alınmasına neden oldu. Fakat idam kararlarının gerekçesi olan darbe karşıtı gösteriler, Ağustos 2013’te gerçekleşmişti. Burada, ‘yasaların geriye yürümezliğine’ ilişkin evrensel hukuk ilkesi açıkça yok sayılmıştır. Öte yandan, böylesi kapsamlı bir davada idam kararlarının ikinci duruşmada açıklanması ve hâkimin, savcılığın dava dosyasındaki yüzlerce dokümanın savunma avukatları tarafından incelenebilmesi için davanın bir sonraki celseye ertelenmesine izin çıkmaması, hukuk prensiplerinin hiçe sayıldığının göstergesi olacaktır. Binaenaleyh, mahkemenin hiçbir şekilde savunma avukatlarına söz vermemesi, soruşturma dosyasında yer alan 3000 sayfadan oluşan belgeleri incelenmesi için savunma avukatlarına tevdi etmesi hukuk dışı sürecin hangi boyutlara ulaştığının bir göstergesi olacaktır. Sanıkların her biri kendilerine yönelik suçlamaların ne olduğunu tam olarak bilebilme imkânından yoksun bırakılmıştır. Daha da ötesi, sanıkların büyük çoğunluğu gıyaben yargılanmıştır. 6 Bu süreç hiç şüphesiz uluslararası insan hakları hukukunun açık bir ihlalidir. Minye Mahkemesi ‘‘adil yargılanma hakkını’’ ihlal etmiştir. Sanıkların savunma hakları yok sayılmış, ‘yasaların geriye yürümezliği ilkesi’ göz ardı edilmiş ve ‘suçun şahsiliği ilkesi’ ihlal edilerek sanıklar topluca mahkûm edilmiştir. Mamafih, avukatların sanıklar lehine sundukları deliller mahkeme tarafından dikkate alınmamıştır. 2011 yılında halk devrimi sonucu devrilen Hüsnü Mübarek döneminde de, siyasi suçlular zaman zaman idama mahkûm edilir, bunların bazıları kimi zaman tahliye edilirdi. Fakat 529 sanığa verilen ölüm cezası, yargıya ilişkin keyfiliğin her daim ayyuka çıktığı Mısır tarihinde bile görülmemiş bir olaydır. 7 Mısır’d aki yargı kurumunun evrensel hukuk ilkesi açısından gerçekleştirmiş olduğu ihlalleri, keyfiliği ve müesses nizama karşı çıkanlara uyguladığı tarafsız tutumu, Minye’d eki bu yargılamalarda yine ortaya çıkmıştır. Mahkemece verilen kararların hak, hukuk ve adalet ölçülerine göre belirlendiği bir yargısal yapı ve mekanizma ihdas edilemediği sürece, Mısır’d aki cezai yargılama sisteminin hakkaniyet ve adaletten uzak olacağı açıktır. Bugün Mısır mahkemeleri hak ve adaletin takipçisi olmak bir yana, cunta idaresi altındaki Mısır devletinin askeri darbe düzenine karşı


çıkan halka karşı yürüttüğü kirli savaşın adeta ‘intikam tugaylarına’ dönüşmüştür. 8 Mısır’d a mahkemelerin kimi zaman doğrudan cuntadan talimat aldıklarına dair yaygın duyumlar da vardır. Yüzlerce insanın tek bir davada idama mahkûmiyeti, uluslararası camiada pek görülmüş bir şey değildir. İ d a m Ka ra rl a rı ve U l u sl a ra ra sı H u ku k Uluslararası hukuka göre, en ağır suçlar söz konusu olduğunda bir mahkemenin idam kararı vermesi ancak ve ancak adil yargılama hakkının ve usul kurallarının titizlikle gözetilmesi şartı ile makul ve meşru sayılır. Hiç kuşkusuz bir siyasi gruba üye olmak ya da sokak gösterilerine katılmış olmak, ‘en ağır suçlar’ kategorisine girmez. Mamafih, savunmanın lehine olan delillerin mahkeme tarafından göz ardı edilmesi, bu mahkemenin tarafsızlık ve

bağımsızlığına açıkça gölge düşürmüştür. Minye’d eki mahkemenin cuntaya karşı çıkan muhaliflerin ezilmesi sürecinde cunta rejiminin ‘ideolojik bir ortağı’ gibi davrandığı açıktır. 9 İ d a m l a r ve Tü rki ye Bü yü k M i l l et M ecl i si ’n i n Tepki si Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Genel Kurulu'nun 74. Birleşiminde, birleşimi TBMM Başkanvekili Meral Akşener yönetti. Meclis'te grubu bulunan tüm siyasi partiler, Mısır'da alınan darbe kararlarına karşı bildiri yayınladı. Akşener, bildiriyi Genel Kurul'da okudu. AKP, CHP, MHP ve BDP'nin ortak imzasını taşıyan bildiride, alınan idam kararlarından vazgeçilmesi istendi. Mısır halkının, hiçbir dış etki olmadan kendi geleceklerini belirleme gücünde olduğu ifade edildi.

59

Refera n sl a r 1. Devlet Eliyle Toplu Cinayet Girişimi: Mısır’d a 529 Kişiye Yönelik İdam Kararı, (Nisan, 2014) http://setav.org/tr/devlet-eliyle-toplucinayet-girisimi-misirda-529-kisiye-yonelik-idam karari/perspektif/15700 Erişim tarihi: 06.05.2014 2. Mısır’d a Yüzlerce Mursi Taraftarına İdam Cezası, (Mart, 2014) http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2014/03/140324_misir_idam.shtml Erişim tarihi: 04.05.2014 3. 529 Muslim Brotherhood supporters sentenced to death in Egypt, (Mart, 2014) http://edition.cnn.com/2014/03/24/world/africa/egypt-muslim-brotherhood-sentences/ Erişim tarihi: 06.03.2014 4. Egypt court sentences 528 Morsi supporters to death, (Mart, 2014) http://www.bbc.com/news/world-middle-east-26712124 Erişim tarihi : 07.03.2014 5. Devrimden Darbeye Mısır, (Nisan, 2014) http://setav.org/tr/devrimden-darbeye-misir/haber/1327 Erişim tarihi: 07.05.2014 6. Mısır Dış Politikası: Dünü, Bugünü, Sorunları, (Mart, 2014) http://setav.org/tr/misir-dis-politikasi-dunu-bugunu-sorunlari/analiz/14577 Erişim tarihi: 08.05.2014 7. İdam Kararı Sonrası Mısır Senaryoları, (Mayıs, 2014) http://setav.org/tr/idam-karari-sonrasi-misir-senaryolari/yorum/15750 Erişim tarihi: 10.05.2014 8. Bölgesel Statüko ve Mısır, (Nisan, 2014) http://setav.org/tr/bolgesel-statuko-ve-misir/yorum/14710 Erişim tarihi: 01.05.2014 9. Mısır Darbelerinin Sürdürülemez Tedip Siyaseti, (Mart, 2014) http://setav.org/tr/misir-darbecilerinin-surdurulemez-tedip-siyaseti/yorum/14640 Erişim tarihi: 29.04.2014


Afrika dediğimiz zaman aklımıza ilk olarak maalesef olumlu kelimeler gelmiyor. Sömürgecilik, fakirlik, geri kalmışlık, yoksulluk gibi terimler bize bu kıtanın yaşam şartlarını anlatıyor. Bu terimlere ek olarak Orta Afrika Cumhuriyeti’nin genel yapısına göz atmamız ve bu bölge hakkında yazılmış kaynakları incelememiz geçen yıldan beri devam eden kaos ortamını yorumlamamıza yardımcı olacaktır.

60

1960 yılına kadar Fransız sömürgesi olan Orta Afrika Cumhuriyeti, bu yıldan itibaren bağımsızlığını kazanıp Cumhuriyet ile yönetilmeye başladı. Yaklaşık dört buçuk milyon nüfusu olan ülkedeki dini inanışlara baktığımızda; Yerel İnançlar %24, Protestanlar %25, Roma Katolikleri %25, Müslümanlar %15, Diğer %11 olduğunu görüyoruz.1 Ülkedeki karışıklığın özellikle Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında geçen dini çatışmalar olarak değerlendirildiğini düşündüğümüzde bu oranları bilmemiz faydalı olacaktır. Ülkenin geçerli anayasası 7 Ocak 1995’te kabul edilmiştir. Ekonominin ise en önemli kaynağı tarım ve ormancılıktır. Nüfusun %70’inden fazlası kırsal kesimde yaşamaktadır.2 Görsel ve yazılı medyadan olayları araştırdığımızda, Orta Afrika Cumhuriyeti’ndeki kaos ortamının temel nedeninin Müslümanlar ve Hristiyanlar arasındaki anlaşmazlıklardan kaynaklandığını görüyoruz. Dünya nüfusunda en fazla üyesi olan iki dinin çatışması tarih boyunca farklı örneklerle karşımıza çıkmaktadır. Teolojik, politik, kültürel ve sanatsal boyutlar taşıyan ilişkiler zaman zaman uyum, çoğu zaman da çatışma düzeyinde ilerlemiştir. Sömürülen kıta olan Afrika'daki karşılaşma ve karşılıklı ilişkiler coğrafyanın geri kalması ve paradoksal olarak içerdiği zenginlikler nedeniyle daima çatışma üretmiştir. Afrika'nın tarihi, İslam’la ve Hıristiyanlıkla tanışması, sömürge yılları kıtanın yalnızca siyasi ve ekonomik değil, toplumsal olarak da sorunlar yaşamasına sebep olmuştur. Söz konusu iki dinin arasındaki ilişkilere baktığımızda bu durumun önemini daha iyi anlayabiliriz. Tarihte tabi ki bu iki dinden birinin veya ikisinin mensuplarının büyük rol oynadığı savaşlar olmuştur, haçlı seferleri gibi. İnsan,

doğası gereği kaçınılmaz olarak anlaşmazlıklara düşmektedir. Ancak ontolojik olarak baktığımızda bu iki dinin rolü yıkıcı değil yapıcıdır. İslam’d a sulh esas, harp ise talidir. İsa’ya ait olduğu söylenen “sağ yanağına vurana sol yanağını uzat” sözü ise Hıristiyanlığın da savaş ve çatışmaya taraf olmadığını yansıtmaktadır. Tarihte Hıristiyanların ve Müslümanların yaşadıkları etkileşimleri görmek için Osmanlı Devleti dönemdeki İstanbul ile Hıristiyanlar ve Müslümanlar için büyük öneme sahip Kudüs şehrini incelemek yeterli olacaktır. Orta Afrika Cumhuriyeti’ndeki çatışmalara baktığımızda, resmi olarak 1960 yılında bağımsızlığını kazanmış olsa da ismine “sömürgeciliğin modernleşmiş veya günümüze uyarlanmış hali” diyebileceğimiz faaliyetlerin veya girişimlerin devam ettiğini görüyoruz. Şöyle ki, Sarkozy’nin Cumhurbaşkanı olduğu Fransa’ya kadar belirgin bir şekilde saldırgan Afrika politikalarının uygulandığı görülüyor. Bu dönemden sonra ise özellikle şu anki Cumhurbaşkanı François Hollande döneminde bölgesel ve uluslararası kuruluşların desteğiyle meşru bir zeminde Afrika Politikaları uygulanıyor. Fransa ile birlikte diğer batılı güçler, geleneksel olarak etkin oldukları Kenya, Somali, Sudan, Güney Afrika ülkelerindeki yıllık ticaret hacmiyle, karşılarına dikilen Çin’in etkisini kırmaya ve yayılmasını durdurmaya çalışıyorlar.3 Bu amaca dayanarak Orta Afrika Cumhuriyeti’nde kullanılacak altın, elmas, uranyum gibi yeraltı kaynakları ve tarım arazilerinin önemi artıyor. Bu nedenlerle ülkede kaos ortamını arttıracak farklı uygulamalar görülüyor. Si ya si Boyu t Olaylara siyasi olarak baktığımızda ise, Kahire Üniversitesi öğretim üyesi Afrika uzmanı Dr. Bekir Hasan Şafii’nin izlenimlerini aktarmak faydalı olacaktır. Şafii, ülkede birbiri ardına gelen rejimler, bir yandan iktidarı ele geçirerek yönetimde kalma konusunda ısrarcı davranırken, diğer yandan yabancı şirketler ve işadamlarıyla yaptıkları anlaşmalar ile ülkenin kaynaklarını yağmalayarak ekonomik çıkar elde etmeye


çalışıyor. İş başına gelen yönetimler ise, ülkenin kaynaklarını yağmalayarak ekonomik çıkarlarını korumaya çalışıyor, şeklinde yorum yaptı.4 Orta Afrika Cumhuriyeti’ndeki olumsuz tabloda yalnızca Batılı devletlerin etkisi olduğunu söylememiz haksızlık olacaktır. Bu nedenle batılı akademisyenlerin ve yazarların Afrika ile ilgili yorumlarına ve çalışmalarına göz atmamız faydalı olacaktır. Batılı yazar ve akademisyenler Orta Afrika Cumhuriyeti’ndeki ortamda uzak doğunun ve Afrika kıtasının kendi içindeki dinamiklerin etkisine dikkat çekmiştir. Joshua B. Forrest, Afrika için büyük tarihi farklılıkların günümüze etkisini belirtmek için Kültürel Mozaikler ifadesini kullanmıştır.5 Kitabındaki yorumlardan anladığımız kadarıyla Koloni öncesi dönemden gelen tarihi farklılıklar politik ve sosyal kültürün yerleşmesini zorlaştırmıştır. Fransız sosyolog Jean-Francais Bayart sosyal sermaye olarak adlandırdığı Afrika kültüründe ayrışmaları ve artan suç oranlarını ön plana çıkarmıştır.6 Orta Afrika Cumhuriyeti’ndeki olayları Batı’nın gözüyle yorumlayabilmemiz için diğer bir kaynak olarak Michael Amoah’ın “Nationalism, Globalization and Africa” (Ulusalcılık, Küreselleşme ve Afrika) kitabını söyleyebiliriz. Michael Amoah Afrika’d aki Milliyetçilik kavramının önemini belirtmiş ve Çin’in 2000 yılında Afrika ile Ticari ve Politik arenada iş birliği için Çin Afrika İşbirliği Forumu’nu (CACF) kurmasının bu kıta için önemli bir olay olduğunu vurgulamıştır.7 Afrika’d aki demokrasi olgusuyla ilgilenen David Bigman “Poverty, Hunger, and Democracy in Africa” (Afrika’d a Yoksulluk, Açlık ve Demokrasi) isimli kitabında; gelecek 10 yılda demokrasinin en hızlı yerleştiği kıta olarak nitelendirdiği Afrika, sosyal ve politik baskılarla, otokratik liderler tarafından kullanılabilir,8 ifadesinin günümüzde Orta Afrika Cumhuriyeti’nde yaşanan olayları desteklediğini görüyoruz. Afrika tarihine baktığımızda bu bölgeye “medeniyet” götürme amacıyla müdahalelerde bulunan batılı devletlerin günümüzdeki gerekçesinin “demokrasi” götürmek olduğunu görüyoruz. David Bigman’nın kitabında belirttiği Afrika’d aki kaos ortamının sebebi olan otokratik siyasi liderlere ek olarak, günümüzdeki olaylardan da çıkarabileceğimiz gibi etnik, sosyal ve dini farklılıklar bu bölgeler için karışıklıklara zemin hazırladı.

Yukarıdaki bilgilere göre Afrika kıtasındaki önemli olayların Orta Afrika Cumhuriyeti’ndeki çatışma ortamına doğrudan ve dolaylı olarak etkisinin olduğunu unutmamalıyız. Bu etkenleri genel olarak Afrika’yı çalışan akademisyen ve araştırmacıların artması millileşme ve küreselleşme ilişkisi olarak özetleyebiliriz. Bu etkenleri bir bütün olarak düşündüğümüzde olayları sadece Müslüman ve Hıristiyan çatışması olarak nitelendirmemiz yanlış yorumlamamıza sebep olacaktır. Din i Boyu t Orta Afrika Cumhuriyeti’ndeki yaşananlara farklı açılardan bakmamıza rağmen dünya kamuoyunda da yorumlandığı şekliyle olayların dini bir boyutunun olduğu inkâr edilemez. Bu nedenle bölgedeki dini kurumlara ve liderlere büyük sorumluluk düşmektedir. Günümüzde duymaya alışık olduğumuz “sekülerleşme” teriminin Orta Afrika Cumhuriyeti’nde de artması ve hayata geçirilmesi gerekir. Bu amaçla yalnızca laik değil seküler bir toplum oluşturmak çok önemli hale gelmiştir. Orta Afrika Cumhuriyeti’ndeki nüfusun dini dağılımına baktığımızda, dinin bir cemaat anlayışına kaymasının siyasi, ekonomik ve sosyal olarak ayrışmalara yol açtığını bize göstermiştir. Bu durumun önlenmesi için dinin birleştirici gücünün doğru yorumlanması gerekmekte, insanların bilinçlendirilmesi, ekonomik ve toplumsal kaygılardan arındırılması, ortak değerler ön plana çıkarılmalıdır. Tü rki ye’n in Tavrı Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun açıklamalarına göre Türkiye, Orta Afrika Cumhuriyeti’ndeki olayları yakından takip ediyor. Davutoğlu, özellikle Müslümanların maruz kaldığı baskı ve şiddete dikkat çekerek çözüm önerisi olarak; insani, güvenlik, siyasi geçiş ve çevre ülkelerdeki mülteciler hakkında kapsamlı bir rapor hazırlanması gerektirdiğini öne sürdü.9 Türkiye’nin son yıllarda uyguladığı dış politikaya baktığımızda, Orta Afrika Cumhuriyeti’ndeki olayların gidişatında da en azından yukarıdaki dört alandan insani ve çevre ülkelerdeki mültecilerle ilgili Suriye’d eki olaylarda olduğu gibi etkin rol oynaması yüksek ihtimal görünüyor. Türkiye’nin bu tavrının, uluslararası kuruluşların açıklamaları göz önünde bulundurulduğunda olumlu karşılandığını söyleyebiliriz. Atatürk’ten günümüze atılan adımlara baktığımızda Türk dış politikasının temelinde siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda Batılılaşmak ve Avrupalılaşmak olduğunu görüyoruz. Ancak uluslararası kamuoyunda Türkiye’nin dini ve kültürel farklılıklarından dolayı bu süreç Avrupalı devletler tarafından uzatılmaktadır.

61


Türkiye’nin özellikle coğrafi konumu ve ekonomik başarısı ise uluslararası alanda söz hakkına sahip olduğunu göstermektedir. Batının ekonomik açıdan hayranlıkla izlediği, Doğu’nun ise kültürel ve sosyal açıdan kendilerine en yakın bulduğu gelişmekte olan ülke konumundaki Türkiye’nin Batı ile Doğu arasında en kritik devlet konumunda olduğunu söyleyebiliriz. Bu açıdan Türkiye’nin Orta Afrika Cumhuriyeti’ndeki olaylara karşı tavrı kendi geleceği ile ilgili de büyük öneme sahiptir.

62

Avru pa Bi rl i ği ve Bi rl eşm i ş M i l l etl er’ in Tavrı Orta Afrika Cumhuriyeti'nde (OAC) geçen yıl başlayan şiddet olaylarının gün geçtikçe daha kötü bir hal aldığı görülüyor. Ülkedeki Hıristiyan milislerin, Müslümanlara yönelik şiddet eylemleri sürerken Avrupa Birliği harekete geçme kararı aldı. Avrupa Birliği, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 6 ülkeye mektup göndererek Orta Afrika Cumhuriyeti'ne askeri destek ve insani yardım göndermelerini istedi. Avrupa Birliği'nden konuyla ilgili mektup alan ülkeler arasında Türkiye'nin yanı sıra Kanada, Gürcistan, Norveç, Sırbistan ve Amerika Birleşik Devletleri var. Konuyla ilgili açıklama yapan Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Ban Kimoon "Müslümanların korunması ve katliamların engellenmesi için elimizden geleni yapmalıyız, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde toplumun sosyal dokusu parçalanıyor. Birleşmiş Milletler’in savunmak için kurulduğu değerler olan barış, güvenlik, insan hakları ve kalkınma saldırı altında. Bu kan gölü karşısında verdiğimiz sözleri yerine getirmek için süratli ve güçlü bir şekilde harekete geçmeliyiz. Kitlesel katliamları önemsediğimizi söyleyip bunu engelleme görevinden kaçamayız," ifadesini kullandı.10 Yukarıdaki açıklamalardan da anlayabileceğimiz gibi Avrupa Birliği ülkedeki güvenlik sorununa dikkat

çekiyor. Avrupa Birliği’nin kuruluş ilkelerinin en önemlileri olan siyaset ve ekonominin günümüzde ülkeler açısından hayati öneme sahip olduğu inkâr edilemez. Özellikle Ukrayna, Suriye ve son olarak da Orta Afrika Cumhuriyeti’nde yaşanan olaylar Avrupa Birliği’nin politikalarını ve misyonunu göstermesi açısından önemli fırsatlar olarak görülebilir. Ancak siyasi adımların atılmasını, kararların uygulamaya geçme sürelerini incelediğimizde, Avrupa Birliği’nin daha etkin bir rol oynaması gerektiğini anlayabiliriz. Bu açıdan Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler’in kararlarının uluslararası dengeler açısından büyük öneme sahip olduğunu, ancak daha etkili ve verimli çalışması gerektiğini söyleyebiliriz. Son u ç Afrika kıtasındaki ülkelerin gelişim sürecine baktığımızda, bu sürecin diğer ülkelere oranla daha sancılı olduğu görülüyor. Orta Afrika Cumhuriyeti’nde yaşanan olaylar da bunun bir örneğidir. Olayların sebepleri için çeşitli varsayımların olduğunu ve öne çıkan yorumun din temeli üzerinden gittiğini görüyoruz. Ancak bu durumu ülkenin diğer sorunlarından bağımsız düşünmemizin bizi yanlış yönlendireceğini unutmamalıyız. Orta Afrika Cumhuriyeti’nin ulusal ve uluslararası alanda yaptığı anlaşmalar ve reformlar büyük öneme sahiptir. Küreselleşen dünyada yalnızca bölgesel ülkeler değil, diğer ülkelerle de etkileşim halinde olmak kaçınılmazdır. Toplumsal olarak ülkelere baktığımızda tüm vatandaşların aynı dine mensup olduğu ülke yok denecek kadar azdır. Bu noktada önemli olan demokrasinin ve sekülerleşmenin ülkelerde uygulanabilirliğidir. Orta Afrika Cumhuriyeti’nde de demokratik ve seküler bir toplum oluşturmak için gereken adımların atılması gerekir.

Refera n sl a r 1. Ülkeler Rehberi; “Orta Afrika Cumhuriyeti”, (2000 yılı verileri), http://www.ulkeler.net/ortaafrika.htm#02 Erişim Tarihi: 07.05.2014 2. gös.yer. 3. Gülhan Dildar; “Orta Afrika Cumhuriyeti’nde neler oluyor”, (Ocak 2014), http://marksist.net/gulhan-dildar/orta-afrika-cumhuriyetinde-neleroluyor.htm - Erişim Tarihi: 07.05.2014 4. Serkan Üstüner; “Orta Afrika’d a Neler Oluyor”, (Güncelleme tarihi 12 Aralık 2013), http://www.haber7.com/dunya/haber/1104923-orta-afrikadaneler-oluyor - Erişim Tarihi: 07.05.2014 5. Joshua B. Forrest; Subnationalism in Africa (Etnicity, AlliancesandPolitics); publihedbyLynneRiennerPublishers in 2004 Colorado; sf. 77 - Erişim Tarihi: 02.05.2014 6. Jean-FrancaisBayart, StephenEllis&BeatriceHibou; TheCriminalization of theState in AfricabyJames CurreyPublishers; in 1999 Bloomington; sf. 32 Erişim Tarihi: 02.05.2014 7. Michael Amoah; Nationlism, GlobalizationandAfrica; publishedbyPalgraveMacmilla; in 2011 New York; sf. 41 - Erişim Tarihi: 04.05.2014 8. David Bigman; Poverty, HungerandDemocracy in Africa; in 2011 - Erişim Tarihi: 04.05.2014 9. Anadolu Ajansı; “Orta Afrika Cumhuriyeti’ne Çağrı; (Güncelleme Tarihi 20 şubat 2014) http://www.haber7.com/dis-politika/haber/1130055-ortaafrika-cumhuriyetine-cagri - Erişim Tarihi: 08.05.2014 10. AB, Orta Afrika’d aki Olaylar için Türkiye’d en Asker İstedi; (15.02.2014), http://www.dunya.com/ab-orta-afrikadaki-olaylar-icin-turkiyeden-askeristiyor-219202h.htm - Erişim Tarihi: 08.05.2014


ERASMUS’TAN MEKTUP VAR!

Merhaba sevgili Hariciye okurları, bu yazıyı Erasmus değişim öğrencisi olarak geldiğim Leeds’te kaleme alıyorum. İngiltere’nin üçüncü en büyük şehri olan Leeds 3.000.000 kişilik bir nüfusa ev sahipliği yapıyor ve şehirde üç büyük üniversite olması sebebiyle nüfusun 250.000 kişilik kısmını öğrenciler oluşturuyor. Leeds her ne kadar büyük bir yerleşim yeri kategorisine girse de şehir yürümek ve bisiklet kullanmak için oldukça elverişli. Şehrin en uzak noktalarına gitmek bile otobüsle 30-35 dakika sürüyor. Leeds, gece hayatıyla oldukça ünlü bir şehir ve Kuzey’in eğlence merkezi olarak anılıyor. Barlar öğle saatlerinde dolmaya başlıyor ve gecenin geç saatlerine kadar oldukça kalabalık oluyor, haftanın her günü değişik gece kulüplerinde birbirinden farklı temalarla partiler düzenleniyor. Yine bir şehir klasiği olan Otley Run, öğrencilerin yılda en az bir kere gerçekleştirmeden şehri terketmedikleri bir aktivite olarak biliniyor. Otley Run, şehrin bir ucundan diğer ucuna yürümeyi ve bu yürüyüş sırasında 20 farklı bara uğrayıp burada en az bir içki içmeyi gerektiriyor. İşin en eğlenceli yanıysa tüm bunları yaparken aynı zamanda oldukça komik ve garip kostümler giyiyor olmanız! Bu sayede şehirde her gün kılıktan kılığa girmiş insan gruplarıyla karşılaşmanız mümkün oluyor. Okulun öğrenci birliği ve kulüpleri oldukça aktif ve çok geniş yelpezade etkinlik seçeneği sunuyorlar, aklınıza gelebilecek her türlü konu ve etkinlik için bir kulüp kurulmuş. Örneğin şarap tadımı için kurulmuş bir topluluk ve Harry Potter kulübü benim dikkatimi en çok çeken toplulukların arasındaydı.


Erasmus yaşam tarzının en önemli getirilerinden biri olan ülke içi ve ülke dışı gezilerden de bahsetmek gerek tabii ki. Leeds Üniversitesi’nde, neredeyse tüm Avrupa üniversitelerinde faaliyet gösteren ESN bulunmuyor. Ayrıca değişim öğrencilerinin büyük bir kısmını Avrupa’dan gelen Erasmus öğrencilerinden çok Amerika, Kanada, Avustralya gibi ülkelerden gelen öğrenciler oluşturuyor. Bu iki faktör birleşince diğer ülkelerdeki kaynaşmış ve sürekli çeşitli etkinlikler düzenleyen bir Erasmus komünitesinin yokluğu zaman zaman hissediliyor. Bu durum tabi ki de kendi çekirdek arkadaş kadronuzun oluşmasının önünde bir engel değil ve bu sayede de çok eğlenip pek çok yeni yer keşfedebilirsiniz. Örneğin, Lake District ve Scarborough gibi yakın ve şirin yerleşim yerlerine günübirlik turlar düzenleyen uluslararası bir öğrenci topluluğu var. Leeds, Londra’ya birkaç saat uzaklıkta ve bu sayede başkentteki kültürel ve sanatsal aktiviteleri takip etmek oldukça kolay. İngiltere’nin ünlü turistik şehirleri Liverpool ve Manchester ise daha da yakında bulunuyor ve günübirlik geziler için oldukça elverişli. İngiltere’nin kuzey kesimi özellikle doğayla iç içe olmak isteyenler için harika rotaları bünyesinde barındırıyor. Uzun yürüyüşler ve doğa sporları için elverişli pek çok yer var ve işin güzel yanı bu rotalara ulaşmak için şehirlerden çok uzaklaşmanız gerekmiyor.


İskoçya ve Galler hem turistik geziler için hem de Birleşik Krallık’ın ilginç özellikler gösteren siyasi ve sosyal yapısını anlayabilmek için güzel fırsatlar sunuyor. Kendilerine ait ayrı dilleri, bayrakları, kültürleri ve gelenekleri olan bu bölgelerde katıldığım turlarda ülkenin tarihi ve yetki ilkesi temel alınarak inşa edilmiş siyasi yapısı hakkında pek çok bilgiyi yerinde öğrendim. İngiltere’de siyasi mekanizmalarda şeffaflığa ve halkın aktif siyasi katılımına büyük önem veriliyor. Örneğin Edinburgh ve Cardiff’te bulunan meclislerde günde en az üç kere ücretsiz rehberli turlar düzenleniyor. Bu turlarla hem meclis binasının her yerini gezme imkanı buldum hem de rehberlerin bağımsızlık mücadelesi, meclisin karar alma yetkisinin olduğu alanları, merkezi otoriteyle olan ilişkilerle ilgili anlattıklarını dinledim. Hatta sonrasında oturup meclisteki vekillerle yan yana masalarda yemek yedim. Her Erasmus öğrencisinin kanına giren seyahat virüsü beni de pas geçmedi ve Avrupa’da birkaç ülkeyi daha ‘gezilecek yerler’ listemden çıkarmayı başardım. Maliyetlerini düşük tutarak ucuz biletler sağlayan havayolları bu gezilerimizdeki en büyük destekçimiz oldu. Özellikle sadece bir dönemini farklı bir ülkede geçirecek olanlara tavsiyemse, öncelikle bulundukları şehri ve ülkeyi layıkıyla gezerek oraya özel aktivitilere katılmaları. Örneğin, İngiltere’de sahne sanatları çok geliştiği için dünyanın pek çok yerinde izleme fırsatı bulamayacağım müzikal


ve tiyatro temsillerini izleme imkânım oldu ve normalde turist olarak sadece birkaç günlüğüne gelsem gitmeye zaman ayıramayacağım pek çok şehri ziyaret ettim. İngiliz eğitim sistemi, bizim alışık olduğumuz sistemden tamamen farklı ve tamamen öğrenci odaklı özellikler gösteriyor. Bir dersin yükü haftada 50 dakikalık ders ve 50 dakikalık seminerden ibaret ancak okumak istediğiniz makaleleri seçmek, odaklanmak istediğiniz konuları belirlemek gibi hususlar tamamen öğrencilere bırakılmış durumda. Seminerler tamamen tartışma ve beyin fırtınası üzerine kurulu ve kesinlikle sorumlu olduğunuz okumaları yapmanız, kendi sorularınızı hazırlayıp gelmeniz bekleniyor. Yani bir hocanın gelip üç saat boyunca ders anlattığı, sizin not tuttuğunuz ve sonra bu notlardan çalıştığınız sistemin neredeyse tam tersi. Yalnız çoğu dersten alacağınız not, spesifik bir konuda yazacağınız iki makaleden (ya da bir sunum ve bir makale) aldığınız puanların toplanmasıyla belirleniyor. Bu durum en başta gözümü korkutsa da zamanla oldukça alıştım, hatta ODTÜ’de bir sene boyunca işlediğimiz her konuyu en ince ayrıntısına kadar bilmemizi gerektiren sınav sisteminin daha zorlu olduğuna karar verdim.


Ve yazımı Hariciye okurlarıyla paylaşmak istediğim önemli bir bilgiyle noktalamak istiyorum. Genel kanı, Birleşik Krallık vizesiyle İrlanda Cumhuriyeti’ne giriş yapılamayacağı ve ayrıca vize alınması gerektiği yönündeydi ve ben nedense bu konuyu durmadan araştırmaya, kesin bir bilgi edinmeye çalıştım. Hiç ummadığım bir anda aradığımı buldum ve herhangi yeni bir vize almadan biletimizi alıp Dublin’e gittik. Peki bunu nasıl yaptık? 2012 yılında başlatılan bir program ile 16 ülkenin vatandaşlarına bu konuda bir ayrıcalık tanındı.i Bu sayede eğer Birleşik Krallıktan aldığınız vize kısa süreli vize kategorisine giriyorsa ve vizenizin süresi bitmediyse gezi planlarınıza Dublin’i de ekleyebilirsiniz ancak acele edin çünkü program 2016’da sona eriyor. Fulya Felicity Türkmen


ERASMUS’TAN MEKTUP VAR Merhaba Sevgili Hariciye Okurları, Hepinize Polonya’dan sevgiler ve de selamlar gönderiyorum. Eğitim hayatımın bir dönemini geçirmek üzere bu bahar döneminde Polonya’nın Wroclaw kentine gelmeyi tercih ettim. Başlangıçta çok da bilinçli olarak burayı tercih ettiğimi söyleyemem ama şunu rahatça belirtebilirim ki; iyi ki gelmişim! Oldukça güzel, sevimli, düzenli ve hoş bir şehir. Erasmus yapma ihtimali olan herkese bu şehri tercih etmesini kolaylıkla söyleyebilirim. Tabi bu genel değerlendirmeden öteye gidip şehir hakkında biraz daha detaylı bilgi verecek olursam sanıyorum ki bu mektuptan beklentilerinizi az biraz karşılayabileceğim. Wroclaw 650-700 bin civarında nüfusa sahip olup, Polonya’nın dördüncü büyük şehridir. Coğrafya olarak Çek Cumhuriyeti ve de Almanya’ya sınırı vardır ki bu özelliği sayesinde diğer ülkelere ziyaretleriniz diğer şehirlere oranla daha ucuz ve de kısa olmakla sizlere avantaj sağlar. Şehir, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Postdam ve Yalta Konferansları sırasında alınan kararlar neticesinde Almanya’dan ayrılarak Polonya’ya bağlanmış olup, şehirdeki Alman nüfusun da göç etmesine ve onlardan boşalan kente Leh’lerin yerleşmesine tanıklık etmiştir. Şehrin güneydoğusundan başlayıp kuzeybatısına akan çok da güzel Odra isimli bir de nehri vardır.


Kısacık bir coğrafya ve tarih bilgisinin ardından şimdi de şehirdeki yaşamdan bahsetmek istiyorum. Öncelikle ulaşım olanaklarından başlayacak olursak; şehirdeki tramvayların sayısının fazlalığı gece otobüslerinin varlığıyla yirmidört saat ulaşım hizmetinden yararlanabilirsiniz. Bilet fiyatları da öğrenciler için oldukça ucuz 1 TL civarınnda bir paraya denk geliyor. Alternatifleri de mevcut; mesela her defasında bilet almakla uğraşmak istemiyorsanız dönem başında urban kard denen bir uygulamaya başvurarak tüm dönemde çok daha az para ödeyerek her türlü toplu taşıma aracını kullanabilirsiniz.

Şehirde çok fazla öğrenci olması şehri erasmus için daha çekici hala getirmiyor değil. Üniversitelerin çokluğundan dolayı genç nüfus oldukça fazla. Her gün bir yerlerde hiçbir şey sormadan katılabileceğiniz etkinlikler bulabilirsiniz. Ve de benim artık takip edemediğim çeşitte ve de fazlalıkta festivalleri. Sürekli bir yerlerden bir etkinlik çıkıyor karşınıza. Özellikle de üniversitenin size sağladığı yurtlarda oluşturduğunuz Erasmus grupları sayesinde her türlü etkinlikten anında haberdar olup arkadaşlarınızla çok eğlenceli vakit geçirebilirsiniz. Yerinizde duramayan sürekli yapacak yeni şeyler arayan biriyseniz şehri oldukça seveceğinizden eminim. Diğer taraftan benim gibi daha çok ODTÜ’nün yoğunluğundan, derslerin stresinden en azından bir süreliğine kaçmak için yer arıyorsanız da tam olarak doğru yer olduğunu söyleyebilirim :) İnsani yaşam koşullarına geri dönmenin keyfini fazlasıyla çıkabileceğinizden eminim. Kitap


okuyabilmek, kendinize zaman ayırabilmek, birkaç günlüğüne gezilere çıkabilmek ve de aynı zamanda derslerinize de zaman ayırabilmek duygusu çok uzun zamandır tatmadığım güzellikteydi.

Yerel halkla iletişim konusunda da birkaç noktaya değinmek istiyorum. Genellikle Erasmus öğrencisi olarak kendi gettonuzda yaşayacağınızdan belki de şehirde yaşayan insalarla çok fazla iletişime geçmek istemeyeceksiniz, en azından birçoğunuz diyebilirim sanırım, çünkü geldiğimden beri gördüklerim bu yöndeydi. Hatta uluslararası göç konusunda aldığım bir derste de ayrıntılarıyla sizi inceledim arkadaşlar :) Pek iletişim kurmak istemiyorsunuz. Aslında anladığım kadarıyla bu durum karşılıklı çünkü yerel halkın da bu yönde çok istekli olduğunu söyleyemeyeceğim. Kendi tecrübelerime dayanarak söylüyorum ki dillerini bilmiyorsanız size yardım etmek konusunda en küçük bir uğraş vereni görmedim. İlk başlarda ön yargılı olmamak adına bu rahatsızlığımı dillendirmek istemiyordum ama diğer Erasmus arkadaşlarımdan ve de biraz daha fazla çaba harcayarak edindiğim Leh arkadaşlarımdan öğrendiklerim neticesinde üzülerek söylüyorum ki insanlar çok yardımsever değiller. Ama diğer taraftan çok güzel, sevecen ve de sıcak kanlı insanların varlığı da bu yargınızın buradaki yaşamı can sıkıcı hale getirmesini önlüyor. Ama önce de söylediğim gibi zaten siz bunlarla hiç ilgilenmeyeceksiniz belki de, o yüzden sıkıntıya gerek yok :) Ben biraz merak ettiğimden bu yönde çok fazla girişimde bulundum. Ama çok ilginç bilgiler edindiğimi de söyleyebilirim. Onlardan bir tanesi gençlerin gelecek konusundaki karamsarlığı üzerineydi. Bu konuda konuştuğum


insanlar arasındaki ortak görüşü arkadaşım üzerinden anlatmak istiyorum. Kendisi hukuk ve ekonomi okuyor iki farklı üniversitede; biri hafta sonu diğeri hafta içi olmak üzere. Aynı zamanda eğitim masraflarını karşılayabilmek için de bir depoda çalışıyor. Anlattığına göre bir hayli zorlayıcı olan bu depo işini birilerinin yardımı sayesinde bulmuş. Ve de en büyük şikayeti bu ülkede eğer tanıdığın yüksek rütbeli birileri yoksa ne kadar zeki ya da çalışkan olursan ol asla tam olarak istediğin noktaya gelemezsin. Ülkesindeki yolsuzluk arkadaşımı bu derece umutsuzluğa sürüklemiş ama ilginç bir şekilde o tüm diğer arkadaşlarından daha umutlu olduğunu iddia ediyor. Bunların üzerine Polonya’nın Avrupa Birliği üyesi bir ülke olduğundan bahsettiğimde ve bu durumu tüm bu yolsuzluklarla nasıl bağdaştırdığını sorduğumda bana 1994’te Polonya’da komunist rejim yıkılmadan önceki durumun şimdikinden daha adil ve de iyi olduğunu anlattı. Dediğine göre evet belki yiyeceklerimizi elimizdeki kartlara göre alıyorduk ama en azından hepimizin işi vardı. Ve de şimdiki gibi öğrenciler sadece ders çalışmak zorunda değildi, farklı aktiviteleri de vardı, birçoğu çalışıyordu. Duyduklarıma şaşırdığımı söyleyebilirim çünkü benim algıma göre zaten birçok öğrenci okurken çalışıyor aynı zamanda ama arkadaşıma göre bu oran oldukça düşük. Bunların yanında arkadaşımın şikayetlerinden biri de insanlar arasındaki ilişkiler. Ona göre insanlar gitgide bireyselleşiyor ve de birbirine yardım etmekten kaçıyor. Çok ilginç gelebilir ama ben bu şikayetlerin neredeyse aynılarını sohbet etmeye çalıştığım bir çok insandan duydum. Temsili bir örneklem midir emin olamıyorum ama kendi çapımda yaptığım küçük araştırmamın sonucu bu yönde oldu :)

Araştırmamı da sunduktan sonra sizi bu güzel şehre tekrar davet ederek mektubumu bitirmek istiyorum. Seveceğinizden bir şüphem yok. Mesela yurdunuzun 19. katında bulunan ve de tüm şehri gören bir odanın balkonunda sıcak çayınızı içerken bir taraftan şehrin ışıklarını izleyip diğer taraftan kitabınızı okumak zannediyorum ki birçok insanın yaparken mutlu olacağı bir aktivitedir… Hepinize kucak dolusu sevgiler… ESRA ÇENGEL ODTÜ Uluslararası İlişkiler 3. Sınıf Öğrencisi


Sevgili Hariciye okurları, Bildiğiniz gibi Nuri Bilge Ceylan’ın “Kış Uykusu” filmi, Yılmaz Güney’in 1982 yapımı ‘Yol’unun ardından Altın Palmiye’yi kazanan ikinci Türkiye yapımı film oldu. Kış Uykusu’nun 67. Cannes Film Festivali’nde büyük ödüle ulaşması ülkece acılı olduğumuz bir dönemde gündemimizi biraz olsun güzelleştirip, sanatla buluşturdu. Nuri Bilge Ceylan da Altın Palmiye’yi, daha önce Üç Maymun filmiyle kazandığı en iyi yönetmen ödülünü adadığı “güzel ve yalnız ülkesinin” son 1 yılda hayatını kaybeden gençlerine ve Soma’d a hayatını kaybeden madencilerine adadı. Bütün bu olaylar içinde bizi biraz olsun güzelliklerle buluşturan yönetmene ve ekibine teşekkür etmek ve 13 Haziran’d a vizyona girecek bu güzel filmi izlemeyi unutmamak lazım.

Filmin başrolünde Haluk Bilginer var ve ona Demet Akbağ, Melisa Sözen, Ayberk Pekcan, Serhat Mustafa Kılıç, Tamer Levent, Nejat İşler ve Nadir Sarıbacak eşlik ediyor. Konusu ise şu şekilde: Aydın emekli bir oyuncudur; aktörlüğü bıraktıktan sonra Orta Anadolu'da kendi halinde küçük bir otelde çalışarak günlerini geçirir. Hayatında ise iki kadın vardır: Kendisine her anlamda uzak ve soğuk olan genç karısı Nihal ve boşanmış olan kız kardeşi Necla. Kışın bastırması ve kar yağışının artması bu küçük taşrada en çok Aydın'ın sinirlerine dokunur ve onu uzaklara gitmeye teşvik eder.




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.