Hariciye / Ocak 2014

Page 1

HARİCİYE

ODTÜ DIŞ POLİTİKA VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER TOPLULUĞU AYLIK DÜŞÜNCE DERGİSİ ᎐ OCAK 2014



HARİCİYE AYLIK DÜŞÜNCE DERGİSİ

D PU İ T YÖ N ETİ M KU RU LU BAŞ KAN I H A L İ L İ B RA H İ M Ç E L İ K D PU İ T AD I N A İ MTİ YAZ SAH İ Bİ ÖZG E BOZTAŞ S O RU M LU YAZI İ Ş LERİ M Ü D Ü RÜ VE ED İ TÖ R M ERVE G ÖZD E OTLU YARD I M CI ED İ TÖ R Ö ZG E Ö K TE M E S RA Ç E N G E L G Ö RS EL TASARI M A . C E M Ç A KI R KO N U K YAZAR G Ü LB İ Z S E M İ Z YAZARLAR TEYM U R N AG H İ BAYLİ M ERİ Ç YAŞAR İ D İ L ÖZ D EM İ R E M RE A RD I Ç EYÜ P Ş EN AG A BAYRAM OV ERD O Ğ AN ARABACI O Ğ LU Ö M ER FARU K AYKU T D İ D E M E L E RM A N FU LYA FELİ Cİ TY TÜ RKM EN AYÇA Ş EN AYŞ EN U R AKD EN İ Z O KA N İ D U Ğ S EN A ALPAS LAN B A D E S A RA N ES M A YÜ CEL SU LTAN ERBAŞ İ N C İ S E RP İ L K U T S A R VU S LAT N U R ŞAH İ N AYKU T AYD EN İ Z G AM ZE ZEH RA TO M AZ E S RA Ç E N G E L C A N S U Ç E Lİ K E R AN A LO MTATİ DZE O SM AN Cİ H AN S ERT İ L ET İ Ş İ M O RTA D O Ğ U TEKN İ K Ü N İ VERS İ TES İ İ KTİ SADİ VE İ DARİ Bİ Lİ M LER FAKÜ LTES İ U LU SLARARASI İ Lİ ŞKİ LER TOPLU LU K ODASI 0 6 5 3 1 A N K A RA / T Ü RK İ Y E T E L: ( 3 1 2 ) 2 1 0 3 0 5 6 www. h a ri ci yed ergi si . com www. h a ri ci yed ergi si . bl ogspot. com h a ri ci yed ergi si @ gm a i l . com BA S KI KALKAN M ATBAACI LI K SAN AYİ Tİ CARET LTD. ŞTİ . T E L: 3 4 1 9 2 3 4 ka l ka n offset@ gm a i l . com S Ü RE L İ , Y E RE L , Ü C RE T S İ Z YI L 3 , AY 5 , SAYI 8


2


Arap Baharı, Wall Street’i İşgal Et ve son olarak da Türkiye’d e yaşanan Gezi Parkı eylemleri, basın özgürlüğü tartışmalarını da beraberinde getirdi. Yeni toplumsal hareketler kuramı kavram setiyle yaklaşıldığında, bireylerin bir kitle hareketi (mass movement) olarak örgütlenmelerinin ve mobilize olmalarının, basında görünür (visible) olmayla olan bağlantısı göz önüne alınarak, olayların gidişatını ve olası sonuçlarını etkileme gücü, basının ve dolayısıyla basın özgürlüğünün önemini irdeleme gerekliliğini doğurur. Bunun yanı sıra, dünya üzerindeki rejimlerde giderek otoriter eğilimlerin artması, güçler ayrılığı ilkesinin aşınmaya başlayıp yürütme erkinin diğer iki erk olan yasama ve yargı karşısında güçlenmesi gibi olgular dikkate alındığında, dördüncü güç (4th estate) olarak görülen ve demokrasilerin oksijenine1 benzetilen basının üstlendiği rol giderek daha fazla ön plana çıkar. Tüm bu gelişmeler ışığında, bu yazıda amaçlanan temel nokta günümüz ‘neoliberal’ küreselleşen dünyasında basın özgürlüğünün düzeyini çözümlemek olacaktır. Bu amaçla, öncelikle basın kavramı ve demokrasi ilişkisi üzerinde durulacak, ardından Freedom House ve Sınır Tanımayan Gazeteciler’in (Reporters sans Frontières - Reporters without Borders) ölçümleri ile seçilen beş ülke üzerinden basın özgürlüğünün düzeyi tartışması yapılacaktır.

demokrasi ilişkisi sorunsalına yöneltir. Dünya üzerinde hüküm süren yönetim sistemleri değerlendirildiğinde, özgür basının yalnızca demokrasi ile yönetilen ülkelerde kökleşebileceği algısı yaygın olsa da, seçimli demokrasilerden (electoral democracies) tam-liberal demokrasilere uzanan bir hat boyunca yer alan poliarşilerde (polyarchies) demokrasi düzeyi de, basın özgürlüğünün derecesi de farklı farklıdır. Bu noktadan hareketle, yazının bu bölümü basın özgürlüğünün demokrasi ile ilişkini çözümlemek ereğiyle demokrasi kavramının irdelenmesine adanmıştır çünkü “Demokrasi hakkında yanlış fikirler demokrasiyi yanlış yola götürür.” 6

Dem okra si Ü zeri n e Demokrasi, kökleri Antik Yunan’a kadar uzanan bir yönetim biçimi olarak, teorideki siyasi eşitlik ve siyasi kontrol yapılarına pratikte temsil ve çoğulculuk mekanizmalarının eklemlenmesiyle, “iktidarı sırayla ve/veya aynı anda çoğunluklara ve azınlıklara dağıtarak bütün iktidarı çoğunluğa veya azınlığa vermekten sakınarak” 7, farklılıkların bir arada yaşamasına olanak tanıyan karmaşık ilişkiler ve kurumlar bütünüdür. 8 Bir başka ifadeyle, demokrasi, “azınlıkta olanların haklarına saygı gösterildiği ve onlara bir gün çoğunluğa dönüşebilme yollarının açık tutulduğu özgürlükçü bir yönetimdir”. 9 Benzer bir Basın özgürlüğü (freedom of press), tarihsel süreç yaklaşımla ele alındığında demokrasi, belirsizliğin içerisinde, toplumlarda, düşünülenin çeşitli yollarla ve kurumsallaşmış (institutionalization of uncertainity) bir engelle karşılaşmaksızın dış dünyaya aktarımı görünümü olarak, toplumda yaşayan tüm bireylerin temeline dayanan ifade özgürlüğünün (freedom of eşzamanlı olarak azınlık ve çoğunluk statüsüne sahip speech) bir alt unsuru ve somutlaşmış bir tezahürü 2 oldukları, azınlık ve çoğunluk gibi kavramların sabit, olarak; düşünce, bilgi, haber ve kanaatlerin kitle durağan değil; farklı durumlara göre değişkenlikiletişim araçları yoluyla elde edilebilmesi, ifade geçişkenlik arz eden kategoriler olarak sistemin içinde edilebilmesi ve yayılabilmesine3 karşılık gelir. Özgür yer aldığı, yani çoğunlukçuluğun (majoritarianism) basın algısı, her toplumda 4, zaman diliminde ve her değil çoğulculuğun (pluralism) hüküm sürdüğü, farklı ülkenin siyasi sisteminin karakteristiklerine5 göre siyasi projelerin iktidara gelmesine olanak sağlayan ve değişkenlik arz eder. Bu durum ise özgür basının muhalefet unsurunu sine qua non bir öğe olarak hangi toplumlarda, siyasi rejimlerde yaşam kaynağı bünyesinde barındıran bir siyasal sistemdir. Literatüre bulabileceği tartışmaları ile basın özgürlüğü- bakıldığında ise, Schumpeter’in Kapitalizm, Sosyalizm

3


ve Demokrasi (Capitalism, Socialism and Democracy1942) adlı eserinde halkın iradesi (kaynak) ve ortak iyilik (amaç) anlamında demokrasiyi tanımlayan klasik demokrasi teorisine alternatif olarak geliştirdiği ‘başka bir demokrasi teorisi’, bu alanda çığır açarak şöyle bir tanımı ileri sürer: “Demokratik yöntem, siyasi kararlara varılabilmesi için öyle bir kurumsal düzenlemedir ki, burada bireyler karar verme iktidarını, halkın oyları için yarışmacı bir mücadele yoluyla elde ederler.” 10 Buna ek olarak Robert Dahl da poliarşi kavramını literatüre kazandırarak, siyasi rekabet ve siyasi katılımın yanı sıra, bireylerin siyasi tercihlerini belirleme ve ifade etmelerine olanak sağlayan basın özgürlüğü gibi özgürlüklerin ve çoğulculuğun da altını çizer. 11

4

Demokratik rejimlerin temel değerleri siyasi özgürlükler ve vatandaşlar, gruplar, basın için haklardır. Pratikte bu değerlerin ne kadarının uygulamaya konulduğu bir demokrasiden diğerine değişir. 12 Bu da ülkenin yönetim birimleri tarafından sağlanan demokrasi arzı ile vatandaşların demokrasi talebinin sonucu demokrasinin pekişmesi kavramına karşılık gelir;13 ve bir ülkede demokrasinin pekişmesinin önkoşullarından biri de basın özgürlüğünün kurumsallaşmasıdır. ‘Ba sı n ’ ve ‘Ba sı n Ö zgü rl ü ğü ’ Ka vra m l a rı Ü zeri n e Teknolojideki gelişmeler basın kavramının anlamının genişlemesine yol açtı. Basın, XV. yüzyılda Avrupa’d a matbaanın bulunuşundan sonra kitap, gazete, dergi gibi yayınların kısa sürede çoğaltılarak kitlelere ulaşmasıyla birinci, XX. yüzyılda radyo-televizyon yayınlarının yaygınlaşmasıyla ikinci ve son olarak da günümüz dünyasında gündelik yaşama internetin girmesiyle birlikte üçüncü büyük sıçramayı gerçekleştirdi. Tüm bu sıçramalar basın özgürlüğü tanımının da genişlemesine ve “Basın özgürlüğü sınırlanabilir mi?” tartışmalarının alevlenmesine neden oldu. Ana hatlarıyla ele alındığında, ideal (olması gereken) durumda basın özgürlüğünün iki temel bileşeni, devletten ve/veya özel sektörden kaynaklanan sınırlandırmaların bulunması hali ile farklı fikirlerin geniş kitlelere ulaşmasını sağlayan koşulların varlığıdır. 14 Bu iki kurucu öğenin hayat bulabileceği yönetim biçimi ise demokrasidir ve bu ilişki çift yönlüdür; basın özgürlüğü de demokrasi için gerekli bir koşuldur çünkü özgür basın, vatandaşların bilgi

edinme özgürlüklerine cevap verir; vatandaşların sosyal, ekonomik, siyasi konular hakkında bilgisini, perspektiflerini şekillendirir, 15 yeni ve çeşitli görüşlere, seslere, kanılara kamuoyunun erişimini sağlar; devlet ile vatandaş arasında köprü kurar, 16 gözlemci (watchdog) rolü üstlenerek hükümeti ve bürokratik süreci izler, hükümeti etkin ve verimli çalışmaya teşvik eder, 17 bu sayede yozlaşma (corruption) düzeyi geriler. 18 Bunlara ek olarak, basın hükümete uyguladığı siyasalar hakkında geribildirimde (feedback) bulunur19 çünkü özgür basın, gündemdeki politik projelerin uygulanabilirliği ile muhtemel aksaklıklar-eksikliklerin tartışılabildiği modern dünyanın agoralarıdır; ayrıca bu siyasaların basında nasıl ve ne süreyle yer aldığı aslında kamuoyunun o siyasayla ilgili görüşlerinin izdüşümüdür. Dolayısıyla basın, özellikle günümüz küreselleşen dünyası göz önüne alındığında kamu algısını etkileme, şekillendirme ve kamuoyunu mobilize etme gücüne sahiptir. 20 Böylesi bir güç, iktidarı elinde tutanlar için göz kamaştırıcıdır ve iktidara gelindikten sonra bu gücü elde etmeye, ya da en azından kontrol altında tutmaya, sınırlamaya çalışma tutkusu oldukça yaygındır. Gramscici terimlerle yaklaşıldığında ise basın, hegemonya kurma girişimlerinde iktidarın ideoloji aygıtlarından biridir çünkü: Hegemonya, kolektif bir irade ya da genel bir çıkar yaratma yoluyla tüm diğer sınıf ve grupların çıkarlarını hegemonik sınıfın çıkarlarına eklemlemek suretiyle egemen olma anlamına gelir. Eklemleme süreci çeşitli kültürel kurumlar aracılığıyla gerçekleşir. Bu kurumlar arasında eğitim, mimari, medya ve değer sistemlerini sıralamak mümkündür. 21 Siyasal iktidar basını elinde tutar ve propaganda kanalı ya da sansür gibi çeşitli denetim mekanizmalarıyla sınırlandırmaya çalışırsa, yapılan haberler ile gerçekleşen uygulamalar örtüşmez, halkın haber alma özgürlüğü elinden alınmış ve halk yanlış yönlendirilmiş olur. Bu da Foucault’nun üzerinde durduğu temel noktalardan biri olan bilgi (knowledge) ile iktidar (power) arasındaki ilişkinin, her iktidarın kendi bilgisini yaratması ve yeniden üretmesi ekseninde varlığını normalleştirmesinin önünü açar. Steven Lukes’in sınıflandırmasına göre iktidarın ikinci yüzü (the second face of power) olan gündemi belirleme (mobilization of bias ya da agenda-setting) boyutu tam da bu noktada gün


yüzüne çıkar: “Gündem konularını belirli aktörler için güvenli olacak konularla sınırlandırarak da güç kullanılabilir. Bu yolla güce sahip olan aktörlerin tercihleri ve çıkarlarını olumsuz etkileyebilecek konular gündeme bile gelmemektedir.” 22 Ancak burada unutulmaması gereken bir nokta da hükümetler sansür yoluna başvursalar dahi, günümüz teknolojisi düşünüldüğünde, bilgi kaynaklarına erişimin engellenmesinin bir hayli zor ve zahmetli olmasıdır;23 çünkü bireyler –sınırlı dahi olsa- internet aracılığıyla ve sosyal medya gibi kanallarla yabancı basını takip ederek gelişmelerden haberdar olurlar. Bir diğer taraftan, serbest piyasa koşullarında hükümet-büyük sermaye-basın ittifakının sonucu haber ve fikir kaynaklarının teksesleşmesidir. 24 İnternet erişimi ve çevrimiçi (online) iletişim özgürlüğünün her derde deva olmaması, dünya üzerindeki pek çok insanın haberleri hala ana akım medyanın radyo-televizyon kanalları aracılığıyla takip ediyor olduğu bulgusu, 25 basının işlevi düşünüldüğünde, daha da önem kazanır. Basın araçlarının yalnızca belli grupların elinde toplanması, hükümetin havuç ve sopa yöntemi (carrot and stick method) ile çeşitli alanlarda yaptırımlar uygulama (vergilendirme politikası bu noktada belirleyicidir çünkü büyük sermayenin ticari kaygıları, basının gelir kaynaklarından en önemlisi olan reklam politikasına yansır) korkusunu canlandırmasını ya da teşvikler (incentives) yoluyla 26 siyasi gücün lehine haberler yapılması sonucunu doğurur. Dünya genelinde basın özgürlüğü ile siyasi katılım 27 ve ekonomik gelişmişlik arasında bir bağ olduğu kanısı galat-ı meşhurdur. Yapılan araştırmalara göre, basın, seçmenlerin seçime katılım oranı üzerinde herhangi bir etkiye sahip değildir. Benzer biçimde, ulusal ekonomi ve zenginlik (wealth) ile özgürlük (freedom) ilişkisi 28 de zayıftır; çünkü “zengin ama özgür değil” fenomeni, sayıları hızla artan zengin otoriter rejimlerin işaret ettiği gibi, zenginliğin daha çok özgürlük getirmeyeceği olgusunu gözler önüne serer. Ba sı n Ö zgü rl ü ğü n ü n Ö l çü l m esi 3 Mayıs, Birleşmiş Milletler tarafından 1993 yılından bu yana Dünya Basın Özgürlüğü Günü olarak kutlanıyor. Bu yıl 20. yıldönümü kutlanan Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde, basın özgürlüğünün kalbi olan bilgi edinme-bilgiye erişim özgürlüğü teması

işlendi. 29 Ancak basın özgürlüğü bakımından dünya genelinde çizilen tablo tatsız sonuçları gün yüzüne çıkarıyor: Dünya çapında basın özgürlüğü düzeyinde genel bir düşüş göze çarpıyor. Basın özgürlüğünü küresel çapta ölçümleyen Freedom House ve Sınır Tanımayan Gazeteciler’in bulgularını değerlendirmeye başlamadan önce BBC’nin 30 araştırmasına değinmek yararlı olacaktır. Araştırmanın sonuçlarına göre, dünya genelinde görüşülenler kişilerin %40’ı “Toplumsal uyumu ve barışı sağlamak adına, basın özgürlüğü kontrol altına alınabilir” argümanını benimsemektedir. Ancak ulusal çıkarlar uğruna basın özgürlüğünden vazgeçmek algısı, ulusal çıkar kavramının içini doldurmadan kullanıldığında toplum için telafisi güç zararlara yol açabilir. Myanmar temsilcisi U Soe Win’in vurguladığı gibi ulusal çıkar, hükümeti ofiste tutmak değil, gerçek demokrasi olmalıdır. 31 Freedom House’un ve Sınır Tanımayan Gazeteciler’in 2012 yılına ilişkin değerlendirmeleri aynı noktaya işaret ediyor: Dünya ölçeğinde basın özgürlüğü son yılların en düşük seviyesinde seyretmekte. Freedom House’un hukuki (basının fonksiyonunu etkileyecek düzenlemeler ve yasalar), siyasi (hükümetten ve diğer aktörlerden kaynaklanan editörel baskılar, sansür, otosansür ve şiddet kanallarının kullanılması) ve iktisadi (baskı ve dağıtım giderleri, reklamların, sübvansiyonların, rüşvetin etkisi ve basın araçlarının sahipliği) olmak üzere üç kategori üzerinden yaptığı saptamalara göre, ölçümlenen 197 ülke ve bölgenin 63’ü (%32) özgür, 70’i (%36) kısmi özgür ve 64’ü (%32) özgür olmayan ülke ve bölge olarak sınıflandırıldı. 2011 yılının sonuçları ile karşılaştırıldığında (66 ülke ve bölge özgür, 72 ülke ve bölge kısmi özgür, 59 ülke ve bölge özgür olmayan olarak saptanmıştı) ortaya böylesi bir dramatik tablo çiziliyor olması –Batı Afrika’d a genel olarak olumlu gelişmeler kaydedilmesine karşın– bağımsız gazeteciliğe yapılan baskılar, Avrupa ekonomik krizinden yayılan dalgalar, yazılı basının karşılaştığı uzun dönem finansal sürdürülebilirlik sorunları, radikal İslamcılar ve suç örgütleri gibi devlet dışı aktörlerden kaynaklanan süregelen tehditlerin varlığına bağlanabilir. Freedom House’a göre, 2012’nin eğilimler Vatandaş gazeteciliğini, sosyal medyayı ve akıllı telefonları içeren yeni basın araçlarının kullanımının

5


artarak özellikle Ortadoğu’d a yaşanan gelişmelerde katkıda bulunması ve bu nedenle Tayland, Rusya, Mısır, Vietnam gibi ülkelerde bu araçların kullanımında ve erişimde sınırlandırmaya gidilmesi; Kısıtlayıcı yasaların var olduğu Ekvador ve yanlı haberlerin devlet kontrolündeki basında sıklıkla yer aldığı Ukrayna gibi ülkelerdeki seçimlerin aksine, daha dengeli ve özgür basının var olduğu Gürcistan ve Ermenistan’d a daha barışçıl ve adil seçimlerin yapılması; Senegal, Fildişi Sahili (Cote d’Ivoire) gibi Batı Afrika ülkelerinde basın özgürlüğüne saygı artarken, Avrupa’d a ekonomik krizin etkilerinden dolayı İspanya ve Yunanistan’ın kısmi özgür kategorisine düşüşü olarak sıralanabilir. Freedom House’un değerlendirmesinin sonuçlarına göre ilk sırayı Norveç ve İsveç paylaşırken, listenin sonunda ise Kuzey Kore ve Türkmenistan yer aldı. 32

6

Sınır Tanımayan Gazeteciler (Reporters sans Frontières- RSF)’in sıralamasına göre ise 179 ülke arasında ilk sırayı Finlandiya alırken, Finlandiya’yı Hollanda ve Norveç izledi. Listenin sonunda ise Türkmenistan, Kuzey Kore ve Eritre yer aldı. RSF Genel Sekreteri Christophe Deloire, sıralamada kıstas olarak doğrudan ülkelerdeki rejimlerin niteliğinin dikkate alınmadığını, buna karşın çalışmayla, demokratik ülkelerin insan haklarını ihlal eden ülkelere göre haber üretme ve yayma özgürlüğünü daha etkin şekilde koruduklarının ortaya çıktığını açıkladı. Ayrıca; “Diktatörlüklerde, haberin aktörleri aileleriyle birlikte acımasız baskılara maruz bırakılıyor. Birçok demokratik ülkedeyse haberciler, basının ekonomik krizi ve çıkar çatışmalarıyla karşı karşıya. Tüm bu şartlar birbiriyle kıyaslanamayacak olsa da, ister şiddete isterse yayın kısıtlamalarına karşı olsun, baskılara karşı direnenleri anıyoruz" 33 diye ekledi. Sınır Tanımayan Gazeteciler’in metodolojisi, çoğulculuk (farklı düşüncelerin basında temsil edilmesinin derecesi), medya bağımsızlığı (basının otoriterlerden bağımsız olarak fonksiyonunu sürdürmesi), ortam ve oto-sansür (gazetecilerin çalışma koşulları ve ortamı), yasal çerçeve (yasalar ve

yasaların etkiliği), şeffaflık-saydamlık (haber yapımını etkileyen kurumların ve süreçlerin saydamlığı), ve altyapı (haber yapımını destekleyen altyapıların niteliği) olmak üzere altı kriterden meydana geliyor. Sınır Tanımayan Gazeteciler’in verilerine göre ise Arap Baharı ve diktatörlerin düşüşü, Afrika’d a basının bağımsızlığına katkı sağlayamadı. Myanmar dışında Asya’d a genel bir düşüş gözlemlenirken, Amerika kıtasında da şiddet ve kutuplaşmanın basın üzerindeki olumsuz etkileri saptandı. 16’sı listede ilk 30 içinde yer almasına karşın, 11 Avrupa Birliği üyesi ülkenin 80. sıradan daha aşağıda yer alması da Avrupa modelinde yaşanan tutarsızlıkların ve endişe verici gelişmelerin göstergesi olarak açıklanabilir. 34 D ü n ya d a n Ba sı n Ö zgü rl ü ğü Ta bl ol a rı Yazının bu bölümünde, seçilen beş ülke üzerine yoğunlaşılarak, basın ve basın özgürlüğünün ülkelerin siyasi, iktisadi ve toplumsal yapılarıyla olan ilişkisi üzerinde durulacaktır. Seçilen ülkeler sırasıyla Meksika, Almanya, Rusya, İtalya ve Kuzey Kore’d ir. Meksika, gazeteciler için dünyadaki en tehlikeli ülkelerden biri olarak, Sınır Tanımayan Gazeteciler’in saptamasına göre 153. sırada yer alıyor. Başkanlık sistemi ile yönetilen federal bir devlet olan Meksika’d a ifade özgürlüğü, anayasanın 6. ve 7. maddeleriyle garanti altına alınmış ve Haziran 2012’d e yapılan anayasa değişikliğiyle federal savcılara gazeteciler ile medya çalışanlarına yöneltilen saldırılara karşı soruşturma yetkisi verilmiş olmasına karşın 35, ülkede son 10 yılda 80’d en fazla gazeteci öldürüldü ve 17 gazeteci ‘kayboldu’. 36 Basın için bir korku ikliminin egemen olduğu ülkede, tarımı desteklemek için köylülere dağıtılacak olan sübvansiyonun bazı hükümet mensuplarının ve uyuşturucu trafiğini yönetenlerin cebine girmesi örneğinde37 olduğu gibi, uyuşturucu kartelleri ile hükümetin yakın ilişki içinde olması, bu tür ilişkileri ortaya çıkaran gazetecilere yönelik saldırılarda polis ve adli tahkikatın gazeteci cinayetleri dosyalarını hızla kapatması ya da hantal bürokratik işlemleri gerekçe gösterip aksatması, ülkede yaşayan gazetecilerin oto-sansür uygulamaya başlamasına ya da yurtdışına kaçma yoluna başvurmasına neden oluyor. Ayrıca, televizyon yayını alanında çoğulculuktan yoksun olan Meksika’d a (Ulusal yayınların yaklaşık %90’ını Televisia ve TV Azteca elinde tutuyor) yetersiz altyapı ve yüksek fiyat tarifeleri yüzünden nüfusun ancak %38’i internete erişim sağlayabiliyor. Sosyal medya, gazeteciler ve halk


için alternatif bir araç olsa da, sosyal medyayı kullananlar ve blog yazarları suç örgütlerinin tehditleri altında yaşıyor. Tüm bu gelişmeler, ülkenin Freedom of Press’in ölçümünde 61 puan almasını ve özgür olmayan ülke olarak sınıflandırılmasını açıklıyor. Parlamenter sistemle yönetilen ve federal bir devlet olan Almanya, Sınır Tanımayan Gazeteciler’in ölçümünde 17. sırada yer alarak diğer Avrupa devletlerine göre orta halli bir grafik çiziyor. Alman anayasası ile yasaları tarafından ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü koruma altına alınmış olmasına ve editoryal bağımsızlığın ülkede geçerli olmasına karşın, yaşanan ekonomik krizin etkileri Deister-LeineZeitung gibi köklü gazetelerin kapatılmasına ve gazetelerin kendi yazı işleri kadroları yerine haber havuzlarına yönelmelerine, sonuçta da birbirinin aynı haberlerin pek çok gazetede yer almasına neden oluyor. 38 Bunlara ek olarak, gazeteciler hükümetten bilgi talebinde bulunduklarında yüksek ücretlerle karşı karşıya kalıyorlar. Nazi propagandası yapmak yasal olarak engellenmiş olsa da, gazeteciler zaman zaman Neo-Nazi grupların ve radikal İslamcı çetelerin baskıları ve tehditleriyle karşılaşıyorlar. Ancak yine de yaklaşık 350 günlük ve 20’d en fazla haftalık gazetenin yayımlandığı, 39 televizyon yayınlarına çoğulculuğun hâkim olduğu Almanya, Freedom House’a göre de 17 puan alıyor ve Alman basını özgür basın olarak değerlendiriliyor. Süper başkanlık sistemiyle (başkancı parlamenter sistem) yönetilen ve federal bir devlet olan Rusya, Sınır Tanımayan Gazeteciler’in ölçümünde 148. sırada yer alıyor. Anayasasında ifade özgürlüğü ile basın özgürlüğüne yer veren ve 2009’d a çıkan yasayla bilgi edinme özgürlüğünü tanıyan Rusya’d a; devletle ya da yargı sistemiyle ilgili bilgilere erişimin gerçekte çok zor olduğu, çünkü Rus yasalarının hükümet aleyhindeki eleştirileri engellemeye dönük olduğu, bunun da gazetecileri oto-sansüre yönelttiği gerçeği ile gazetecilere karşı fiziksel şiddetin yaygın olması ve cezasız kalması, Rusya’yı gazeteciler için güvensiz bir ülke haline getiriyor. 40 Ayrıca, hükümetin basın araçlarına sahip olması ya da devlet kontrolünde olmayanlar üzerinde geniş bir etki yapması ve Rus halkının haber almada kullandığı ana kaynağın hükümet güdümündeki televizyon olması, basındaki çeşitliliği azaltıyor; etkileri süregelen ekonomik kriz ise reklam gelirlerindeki düşüş nedeniyle bağımsız medya kuruluşlarını hükümete yaklaşmak zorunda

bırakıyor. 41 Yerel düzeyde daha özgür bir havanın hâkim olduğu Rusya’d a, halkın %53’ünün internet erişimi olmasına karşın, hükümet tarafından filtreleme ve gözetim altında tutma amacıyla Haziran 2007’d e yasa değişikliği yapıldı. Bu gelişmeler de Rusya’nın Freedom House ölçümlerinde 81 puan almasına ve basın özgürlüğünün bulunmadığı bir ülke olarak sınıflandırılmasına yol açtı. Parlamenter sistemle yönetilen üniter bir devlet olan İtalya, Sınır Tanımayan Gazeteciler’in ölçümünde 57. sırada yer alıyor. İfade özgürlüğü ile basın özgürlüğü anayasal güvence altında bulunmasına karşın, bilgi edinme özgürlüğünün anayasada tanımlanmamış olması, gazetecilerin resmi makamlardan istedikleri belgelere erişimlerini yıllarca sekteye uğratabiliyor. 42 Öte yandan, gazeteci olarak çalışmak için yeterlilik belgesi aranmazken, büyük medya kuruluşlarından birinde çalışma şartının istenmesi ile sürecin uzun ve pahalı olması gazetecilik faaliyetlerini baltalayan etmenlerden biri olarak ortaya çıkıyor. Bunlara ek olarak, özellikle Berlusconi döneminde %90’lara ulaşan tek yanlı haber üretme durumu, İtalyan halkının %80’inin haber almada televizyonu kullanması 43 nedeniyle basındaki çeşitliliği engelleyen unsurlardan biri oluyor. Bir diğer yandan, İtalya’d a süregelen mafya ilişkilerini çözümlemeye çalışan gazeteciler, tehdit mektupları ve ölüm korkusuyla, polis korumasında yaşamaya maruz kalsa da, genel olarak İtalyan gazeteciler fiziksel şiddete uğramıyor. İtalya halkının yaklaşık %58’i internete erişim sağlayabiliyor ve bloglar ile sosyal medya siyasi tartışmaların odak merkezi oluyor. İtalya, Freedom House ölçümlerinde 33 puan alıyor ve kısmi özgür bir ülke olarak nitelendiriliyor. Tek kişi tarafından yönetilen ve komünist bir devlet olan Kuzey Kore, hem Sınır Tanımayan Gazeteciler’in hem de Freedom House ölçümlerinde son sırada yer alıyor. İfade özgürlüğü anayasal garanti kapsamına alınmış olmasına karşın, rejim tüm iletişim kanallarını düzenleme girişimde bulunuyor. Bu nedenle tüm gazetecilerin iktidar partisinin üyesi olma koşulunun yanı sıra 44 yabancı basına erişimin dünyada en zor olduğu ülkelerden biri olduğu gözlemlenen Kuzey Kore’ye uluslararası basının temsilcilerinin erişimi dahi kısıtlanıyor, ülkeye girmelerine izin verildiğinde bile yerel halkla röportaj yapmaları engelleniyor. 45 Ceza kanununa göre yabancı basın yayımlarını takip etmek ve bulundurmak devlete karşı işlenen suçlar

7


kapsamına giriyor ve hapis ile ölüm cezasına varan yaptırımlar uygulanıyor. Sınırlara yakın bölgelerde yaşayan halk Güney Kore’d en ya da Çin’d en yapılan yayınları gizlice takip etse de, pek çok Kuzey Koreli bu olanaklardan yoksun kalıyor. İnternete erişimi değerlendiren istatiksel bir veri bulunmaması, ülkede küresel internete sınırlı erişime olanak tanınmasına (yalnızca akademisyenler ve öğrencilere sınırlı erişim olanağı tanıyor; sıradan vatandaşlara ise yabancı sitelere erişimin engellendiği ulusal intranete izin veriliyor) dayanıyor. Böylece Kuzey Kore basın özgürlüğü konusunda dünyadaki en baskıcı ülkelerden biri olarak beliriyor.

8

S on u ç Yeri n e Günümüz ‘neoliberal’ küreselleşen dünyasında, basın özgürlüğü teriminin kavramsallaştırılması ve siyasi sistemler –özellikle de demokrasi- ekseninde bulunduğu konum, bu yazının işaret etmeye çalıştığı temel nokta olarak değerlendirilebilir. Bu bağlamda, basın özgürlüğünün gelişebilmesi ve pekişebilmesi için en uygun zemini demokratik sistemlerde bulduğu algısı genel-geçerlik kazanmış olsa da, “demokrasinin işleyebilmesi için, toplumda farklı çıkarlara ve

dolayısıyla farklı görüşlere sahip bulunanların… görüşlerini barışçı yollardan rahatlıkla 46 savunabilmeleri” gerektiği de unutulmamalıdır. Bu çift yönlü ilişki, incelenen beş ülkedeki aksaklıkların ve kazanımların da kaynağı olarak belirtilebilir. Öte yandan, yaşantımızın her alanına sızmış olan iktidar ilişkisini anlamlandırabilmenin ve hegemonya kurma projelerini kavrayabilmenin anahtarı olarak da basın özgürlüğünü ele almak kaçınılmaz olacaktır. Dolayısıyla, “…bireyler kişisel deneyimleri dışında kalan dünyayla ilgili olay ve olguları büyük ölçüde medyanın kendilerine yansıttığı biçimde kavradığından, bireylerin maddi varoluşlarının imgesel ilişkileri de medya tarafından…” 47 şekillendirildiğinden basın özgürlüğünün irdelenmesi gerekmektedir. Sonuç olarak, özgür basının kamuoyunu biçimlendirmedeki katkısı göz ardı edilemez olsa da, günümüzün giderek otoriterleşen, baskıcı eğilimleri bünyesinde daha çok barındıran siyasal sistemleri değerlendirildiğinde, basın özgürlüğü tartışmalarının önemini yitirmeyeceği açıktır.

Referanslar 1. Callamard, A. (2010, 3 Mayıs). World press freedom day reminds us that information is democracy's oxygen. http://www.theguardian.com/commentisfree/libertycentral/2010/may/03/world-press-freedom-day-democracy (Erişim tarihi: 21.10.2013) 2. Üstün, S. (2013, 13 Ağustos). İfade ve basın özgürlüğü. http://www.turkhukuksitesi.com/makale_1680.htm. (Erişim tarihi: 22 Ekim 2013) 3. Bengi, H. Tarihsel süreç içinde basın özgürlüğü. www.seemo.org/istanbul/files/Hilmi%20Bengi.ppt (Erişim tarihi: 22 Ekim 2013) 4. Gunaratne, S.A. (2002). Freedom of the press: A world system perspective. The International Journal For Communication Studies, 64(4), 343-369. 5. Nam, T. (2012). Freedom of information legislation and its impact on press freedom: A cross-national study. Government Information Quarterly, 29, 521-531. http://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S0740624X12000986? (Erişim tarihi: 15 Ekim 2013) 6. Sartori, G. (1993). Demokrasi teorisine geri dönüş. Tunçer Karamustafaoğlu-Mehmet Turhan (Çev.). Ankara: Türk Demokrasi Vakfı. (s.3). 7. a.g.e., s.145. 8. Nisbet, E.C. & Stoycheff, E. (2011, 24 Kasım). Let the people speak: A multilevel model of supply and demand for press freedom. Communication Research, 40(5), 720-741. http://crx.sagepub.com/content/40/5/720.refs.html. (Erişim tarihi: 26 Ekim 2013) 9. Kışlalı, A. T. (1998). Siyasal sistemler: Siyasal çatışma ve uzlaşma. Ankara: İmge.(s.198). 10 Huntington, S.P. (2011). Üçüncü dalga: Geç 20. yüzyılda Demokratikleşme. (3.baskı). Ergun Özbudun (Çev.). Ankara: Kilit. (s.18) 11 Diamond, L. (1996). Is the third wave over? Journal of Democracy, 7(3), s.20-37. 12 Nam, T., a.g.e., s.523. 13 Nisbet, E.C. & Stoycheff, E., a.g.e., s.721. 14 Nam, T., a.g.e., s.523. 15 Nisbet, E.C. & Stoycheff, E., a.g.e., s.722. 16 Alam, A & Syed Zulfiqar Ali Shah, S.Z. (2013). The role of press freedom in economic development: a global perspective. Journal of Media Economics, 26(1), s.4-20. http://www.tandfonline.com/loi/hmec20. (Erişim tarihi: 20 Ekim 2013) 17 Nisbet, E.C. & Stoycheff, E., a.g.e., s.722. 18 Chowdhury, S.K. (2004). The effect ofdemocracy and press freedom on corruption. Economics Letters, 85, 93-101. www.sciencedirect.com/S0165176504001417 (Erişim tarihi: 23 Ekim 2013) 19 Alam, A & Syed Zulfiqar Ali Shah, S.Z., ag.e., s.4. 20 Deutsch Karlekar, K. & Radsch, C.C. (2012). Adapting concepts of media freedom to a changing media environment: Incorporating New Media and Citizen Journalism into the Freedom of the Press Index. Journal for Communication Studies, 5, 13-22. http://ehis.ebscohost.com/eds/pdfviewer/pdfviewer?vid=33&sid=9238ba4d-ff4f-4c9a-b96b-8c72b164c8af%40sessionmgr111&hid=109 (Erişim tarihi: 20 Ekim 2013) 21 Tünay, M. (2002). Türk yeni sağının hegemonya girişimi. Praksis, 5, s.177-197. 22 Bachrach, P. & Baratz, M. (1962). Two Faces of Power. American Political ScienceReview, 56(4), 947-952. 23 Gunaratne, S.A., a.g.e., s.361. 24 a.g.e., s.348. 25 Deutsch Karlekar, K. & Radsch, C.C., a.g.e., s.16. 26 Alam, A & Syed Zulfiqar Ali Shah, S.Z., a.g.e., s.5. 27 Gunaratne, S.A., a.g.e., s.360. 28 Nam, T., ag.e., s.523. 29 Callamard, A., a.g.e. 30 Douglas, T. (2007, 10 Aralık). World 'divided' on press freedom. http://news.bbc.co.uk/2/hi/world/7134918.stm. (Erişim tarihi: 21 Ekim 2013) 31 World's media lament decline in freedom. (2013, 3 Mayıs). http://www.bbc.co.uk/news/world-22401258. (Erişim tarihi: 21 Ekim 2013) 32 Press Freedom in 2012: Middle East Volatility Amid Global Decline http://www.freedomhouse.org/Final%20Complete%20-%20Web.pdf. (Erişim tarihi: 22 Ekim 2013) 33 Türkiye Basın Özgürlüğü İndeksi’nde 154. Sıraya Geriledi. http://fr.rsf.org/IMG/pdf/tu_rkiye_basin_o_zgu_rlu_g_u_i_ndeksi.pdf. (Erişim tarihi: 25 Ekim 2013) 34 2013 Press Freedom Index. http://fr.rsf.org/IMG/pdf/classement_2013_gb-bd.pdf. (Erişim tarihi: 25 Ekim 2013) 35 Mexico. http://www.freedomhouse.org/report/freedom-press/2013/mexico. (Erişim tarihi: 25 Ekim 2013) 36 Mexico. http://en.rsf.org/report-mexico,184.html. (Erişim tarihi: 25 Ekim 2013) 37 Callamard, A., a.g.e. 38 Germany. http://en.rsf.org/report-germany,87.html. (Erişim tarihi: 25 Ekim 2013) 39 Germany. http://www.freedomhouse.org/report/freedom-press/2013/germany. (Erişim tarihi: 25 Ekim 2013) 40 Russia. http://en.rsf.org/report-russia,131.html. (Erişim tarihi: 28 Ekim 2013) 41 Russia. http://www.freedomhouse.org/report/freedom-press/2013/russia. (Erişim tarihi: 28 Ekim 2013) 42 Italy. http://www.freedomhouse.org/report/freedom-press/2013/italy. (Erişim tarihi: 28 Ekim 2013) 43 Italy. http://en.rsf.org/report-italy,111.html. (Erişim tarihi: 28 Ekim 2013) 44 North Korea. http://www.freedomhouse.org/report/freedom-press/2013/north-korea. (Erişim tarihi: 28 Ekim 2013) 45 North Korea. http://en.rsf.org/report-north-korea,58.html. (Erişim tarihi: 28 Ekim 2013) 46 Kışlalı, A.T., a.g.e., s.203. 47 Işık, M. (2005). Medya ve demokrasi paradoksu: medya yoluyla demokrasinin tehdit edilmesi. http://uvt.ulakbim.gov.tr/uvt/index.php?cwid=9&vtadi=TSOS&c=ebsco&ano=50446_6568bf766e4eb3e88c83fc4aa27b5c9d&? (Erişim tarihi: 18 Ekim 2013)


2013 yılının sonuna yaklaşırken siyasi dünyanın en önemli olaylarından biri, 22 Eylül’d e yapılan Almanya genel seçimleri oldu. Öyle ki, gerek nüfus gerek ekonomi olarak Avrupa’nın en büyüğü olan Almanya’d a yapılan seçimler ve sonuçları, Türkiye ve AB ülkeleri de dahil olmak üzere birçok ülke tarafından büyük bir dikkatle takip edilmekte. Bunda Almanya’nın Avrupa ve dünya meselelerinde kilit rol oynayarak AB’nin tartışmasız lokomotif ülkesi olmasının etkili olduğu aşikar. G el el i m seçi m son u çl a rı n a : Başbakan Angela Merkel önderliğinde seçimlere giren CDU/CSU Hristiyan Demokrat Birlik Partileri %41,5 oy oranıyla 3. kez seçilerek seçimlerden büyük bir zaferle çıktı, ancak aldığı bu oy oranı tek başına iktidar olmasına yetmedi. Zira 630 üyeden oluşan Bundestag’a (Federal Parlamento) Hristiyan birlik partileri 311 üye sokarak salt çoğunluğu yakalayamadılar. Merkel’in partisini Sosyal Demokrat Parti (SPD) % 25,7, Sol Parti (Die Linke) % 8,6, Yeşiller Partisi % 8,4, Hür Demokrat Partisi (FDP) % 4,8 oyla takip etti. Bu sonuçlara göre seçimlere ortak giren muhafazakâr Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) ve Hıristiyan Sosyal Birlik (CSU) oy oranını yüzde 7,7 artırırken muhalefet partisi SPD oy oranını yüzde 2,7 artırdı. Seçimde en kötü sonucu ise parti içi başarısızlıklardan ve çekişmelerden bir türlü kendini kurtaramayan Hür Demokrat Parti (FDP) aldı. Zira 2009 yılında yüzde 14,6 oy alan ve Merkel’in koalisyon ortağı olan liberal hür demokratlar, yüzde 5’lik barajı aşamayarak yarım asır sonra meclis dışı kaldı. 1 Haliyle bu sonuç, Merkel’i yeni koalisyon alternatifleri arayışına itti. S eçi m l erd e Tü rk Ad a yl a rı n Ba şa rı sı Almanya’d aki seçime 60’tan fazla Türk kökenli milletvekili adayı katılırken bunlardan 10’u Türkiye kökenli, 1’i de Batı Trakya Türk kökenli olmak üzere toplamda 11 Türk kökenli aday Bundestag'a girmeye hak kazandı. Bir önceki dönemde 5 Türk kökenli vekilin Bundestag’d a yer aldığı düşünülürse sayının 11'e çıkması rekor olarak tanımlanabilir. 2 Burada dikkat çeken birkaç husus var. Bunlardan ilki, Cemile Giousouf’un Hristiyan Demokrat Birlikten seçilen ilk Türk ve Müslüman vekil olması. Bu da bize Hristiyan

demokratların zamanın değiştiğini kabul ettiklerini ve geniş kesimlere hitap eden bir halk partisi olarak görülmek istediklerini gösteriyor. Bir diğer önemli husus ise Bundestag'da grubu bulunan tüm partilerde artık Türkiye kökenli göçmen temsilcilerin yer almasıdır. M erkel ’ i n Yen i d en S eçi l m e N ed en l eri Kuşkusuz Şansölye Merkel’in tekrardan seçilmesine dair en önemli sebep ekonomide uygulanan başarılı politikalar veyahut ekonominin iyi olması da denebilir. Bilindiği üzere Avrupa ülkelerinin büyük çoğunluğu ekonomik kriz içindeyken Alman ekonomisi bu krizden güçlenerek çıktı. Hatta Almanya, Avrupa ekonomisini dibe vurmaktan kurtararak Euro bölgesinin sahibi olduğunu gösterdi. Zira Almanya’nın ekonomik büyümesi istikrarlı ve aynı zamanda borç yükü de hafif. Her ne kadar ekim ayında işsizlik yükselse de, ağustos ayında kaydedilen verilere göre Almanya’d aki işsizlik oranı %5,2 iken AB ülkelerinde bu oran %10,9 dur. 3 İşsizlik Almanya’d a bir sorun olmaya devam etmekle beraber, AB ülkeleri arasında işsizlik oranı en düşüktür. Bu bağlamda ekonomik istikrar ve güven, Merkel’in başarısı olarak algılandı. Ekonomideki başarılı politikanın yanı sıra uygulanan dış politikanın da etkisi büyük oldu. Zira bu dönemde dünya siyasetine ağırlığını tekrar koyma şansı yakalayan Almanya ile birlikte siyasete P5+1 kavramı girdi. 4 Bu kavramla birlikte Almanya, BM Güvenlik Konseyi’nin veto yetkisine sahip 5 daimi üyesinden birisi olmasa da en kritik konularda karar süreçlerinin başından itibaren içinde yer alan çok özel bir konuma geldi. Bu demek değildir ki Almanya çok aktif bir politika izliyor; aksine Libya ve Suriye meselelerinde arka planda kalmayı tercih etti. 5 Yine aynı şekilde, İran’ın nükleer programı ve Filistin-İsrail diyaloğunda da Almanya, çok konuşan değil, aksine sessizce iş bitiren aktör oldu. Bir başka önemli sebep ise Şansölye Merkel’in sosyal meseleleri gözden kaçırmayarak uyguladığı başarılı politikadır. Bu bağlamda SPD ile CDU arasında bir farkın neredeyse kalmadığını söylersek abartmış olmayız. Mesela son 10 yılda Türk seçmenden AB-Türkiye ilişkileri ve çifte vatandaşlık gibi vaatlerle oy alan sol partilerin bu konuda hiçbir ilerleme kaydetmemesine karşın, Şansölye Merkel’in uyum politikası Türkiye’d eki

9


10

kanının aksine başarılı bulunuyor. Gerek Neo-Nazi cinayetlerin üzerine giderek yargıyı harekete geçirmesi, gerek bu konuda özür dilemesi Merkel’in entegrasyon sağlamaya yönelik çabasını samimi kılan detaylar olarak Merkel’in hanesine kaydedilebilir. Son olarak Şansölye Merkel’in yeniden seçilmesinin en bariz nedenlerinden biri Japonya’d aki Fukushima olayı sonrasında çevre politikasında yapılan değişiklikler. Zira Fukushima felaketinden üç ay önce nükleer santrallerin ömrü otuz yıl uzatılmışken yaşanan felaket sonrasında bir gecede 8 reaktörün kapatılarak bu programa son verildiğini açıklaması, Şansölye Merkel’in oylarını artırırken Yeşillerde ise oy kaybına neden oldu. Oy konusunu bir yana bırakırsak yapılan politika değişikliği, Şansölye Merkel’in ne kadar esnek olduğunu ve hatta ne kadar hızlı öğrenip uyguladığını gösteriyor. Fukushima felaketinden sonra gazeteciler tarafından bu U dönüşü sorulduğunda, Merkel’in “Bir şey olmamış gibi yola devam edemezdik” demesi ve hatadan dönmenin meziyet olduğunu savunması onun ne kadar zeki ve özgüvene sahip bir politikacı olduğunun en açık göstergesi. 6 Sonuç olarak Şansölye Merkel’in yeniden seçilme nedenlerini 4 başlık altında toplayabiliriz: ekonomideki olumlu gidişat, dış politikada uygulanan başarılı politikalar, göçmen meselesi gibi sosyal meselelerde uyuma önem veren politikalar ve çevre politikasındaki olumlu değişiklikler. Ama tabi Almanya Şansölyesinin sahip olduğu kişisel özelliklerin de etkisi göz ardı edilmemeli. Bü yü k Koa l i syon a Doğru Hristiyan Birlik Partilerinin tek başına iktidar olacak kadar oy oranına sahip olmadığı ve bir önceki hükümet ortağı liberal Hür Demokratların da seçim barajını geçemediği, bu yüzden Merkel’in yeni koalisyon ortağı arayışında olduğundan bahsetmiştik. Bu durum, yani koalisyon hükümetinin kurulması, Almanya için olağan bir durum. Zira Almanya için koalisyonlar ülkesi dersek abartmış olmayız. 2. Dünya Savaşı’ndan bugüne kadar siyasi partiler için sadece bir defalığına tek başına iktidar olma durumu söz konusu olmuş, o da 1957-1961 arasında CDU'nun 3. Konrad Adenauer hükümeti zamanında olmuş. 7 Bunun dışındaki tüm hükümetler hep koalisyon hükümetleri ve hatta en çok ortaya çıkan koalisyon da CDU/CSU ile FDP den oluşan Hıristiyan Birlik/Liberal koalisyonu. Ancak bu seçimlerde FDP %5 barajının altında kaldığı için yeni koalisyon arayışı için 3 hafta sondaj görüşmeleri yapıldı ve beklendiği üzere CDU/CSU, yeşiller ve sol parti yerine SPD ile anlaşmaya vararak koalisyon hükümeti kurulması kararı alındı. 24

Ekim’d e

başlayan

koalisyon

pazarlıklarında

hükümetin programını hazırlayacak 12 çalışma grubunun ve 4 alt grubun oluşturulması kararlaştırıldı. Aynı zamanda Hükümetin Noel’e kadar kurulması da öngörüldü. Ancak bu süreç her iki taraf için de kolay olmayacak. Zira SPD, koalisyon görüşmeleri öncesinde asgari ücret konusunda taviz vermeyeceğini açıklarken, Şansölye Merkel ise asgari ücret düzenlemesinin aşırı bir düzenleme olduğunu ve mevcut işleri yok edebileceğini belirtmişti. Aynı şekilde seçim süresi boyunca muhafazakârlar, aile şirketlerine vergi kolaylıkları getirecek düzenlemeler üzerinde durarak vergi artırımında bulunulmayacağına dair seçmene söz verirken, sosyalistler ise en az 30 milyar dolarlık bir maliyet getirecek olan bu politikayı ağır bir şekilde eleştirmekteydi. 8 Bu yüzden koalisyon pazarlığında en önemli tartışma maddesini asgari ücret ve vergi artırımı oluşturuyor. Bunlardan asgari ücretle ilgili hangi sektörlerde asgari ücret uygulaması gerektiği üzerine anlaşmaya varılmışken ülke çapında uygulanacak bir asgari ücret henüz kararlaştırılmamıştır. Süreç devam ederken büyük koalisyon hakkında da tartışmalar mevcut. Büyük koalisyona olumsuz bakanlar arasında olan Hâkim Di Fabio’ya göre, iki partinin parlamentoda %80’i aşan toplam sandalye sayısı dolayısıyla muhalefetin sesinin iyiden iyiye kısılma ihtimali var. Ancak koalisyon kurulması halinde, parlamentoda muhalefeti oluşturacak Yeşiller ve Sol Partiye daha geniş bir manevra alanı sağlamak için meclis iç tüzüğünde değişiklikler yapılması kararlaştırıldı. 9 Böylelikle Hâkim Di Fabio’nun endişesi bir ölçüde giderilebilecek gibi görünüyor. Yine büyük koalisyona olumsuz bakanlara göre, 20052009 yılları arasında Birlik Partileri ve SPD arasında kurulan koalisyon hükümetinde iki partinin birbirini bloke etmesinden ötürü birçok alanda yaşanan siyasi hareketsizlik yeniden yaşanabilir. 10 Bu konuda, büyük koalisyona olumlu bakanlar ise tam tersini yani koalisyonun daha aktif bir siyaset ortamı yaratacağını savunuyorlar. Bu bağlamda, bazı tartışmalı konuların parlamentodan çok daha kolay geçeceğini düşünüyorlar. Hangi tarafın haklı çıkacağını ise zaman gösterecek. Tü rki ye’ye Etki l eri Büyük Koalisyonun kurulacak olmasının Türkiye’ye başlıca etkilerinin; çifte vatandaşlık, vize kolaylığı ve Türkiye’nin AB’ye katılımı gibi konular üzerinde sınırlı politika değişimleri olarak görülmesi bekleniyor. Merkel’in iktidara gelmesinin Almanya’d a yaşayan Türkler arasında hayal kırıklığı yarattığı söylenebilir.


Zira Merkel partisiyle birlikte çifte vatandaşlık hakkına "prensip olarak" karşı çıkıyor. 11 SPD ise koalisyon müzakerelerinde çifte vatandaşlığı şart koşuyor. Yapılan görüşmelerde çifte vatandaşlık hakkında taraflar arasında yakınlaşma olduğu görülse de henüz bir uzlaşı sağlanamadı. Çifte vatandaşlık dışında, 23 yaşına kadar Alman veya geldiği ülke vatandaşlığı arasında seçim yapılmasını öngören opsiyon modelinin kaldırılması ise daha mümkün görünüyor. Merkel’in yeniden seçilmesi Türkiye’d e de çok iyi karşılanmadı. Bunun en önemli nedeni Merkel’in Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine karşı çıkıp imtiyazlı ortaklığı savunması ve müzakere sürecini yavaşlatacağının düşünülmesi. AB müzakere süreci kapsamında haziran sonunda açılması beklenen 22. faslın Gezi olayları sebebiyle engellenmesi ise Ankara ile Berlin arasında yaşanan son gerilim olmuştu. Ancak Yapısal Araçların Koordinasyonu konulu 22. faslın açılmasının önündeki Almanya engelinin kalkması ve bunda Merkel'in bizzat rol oynaması Türkiye’nin demokratik görünümünün düzelmesi halinde, Merkel’in tutumunun da değişeceğinin bir göstergesi oldu. Büyük Koalisyonun kurulması halinde ise Türkiye’nin AB’ye katılımını açık açık destekleyen SPD ile buna karşı çıkan CDU/CSU arasındaki görüş ayrılığından ötürü Almanya’nın Türkiye politikasında tutarsızlık görülme ihtimali yüksek olsa da, SPD sayesinde Şansölye Merkel’in politikasında bir yumuşama görülebilir. Avru pa’d a S a ğ Pa rti l er Almanya seçimleri Avrupa bazında değerlendirildiğinde, Avrupa’d a sağ partilerin yükselişi

göze çarpıyor. Zira son olarak Almanya seçimleri dışında 9 Eylül’d e Norveç’te yapılan seçimlerde de sağ parti seçimlerden galip çıktı. 10 yıl öncesinde Avrupa’nın 11 ülkesinde iktidar koltuğunda sosyal demokrat partiler otururken bugün ise sadece Danimarka ve Portekiz’d e sosyal demokratlar iktidarda. Nitekim Danimarka’d aki mevcut kamuoyu yoklamalarında da sağ partiler önde gözüküyor. 12 Bu sürecin dönüm noktası şüphesiz 2008 Avrupa ekonomik krizi. Bu krizin sebepleri arasında; işsizliğin artmasıyla ve ekonomik verilerde görülen küçülmeyle sonuçlanan ve solun iktidar garantisi olan sosyal devlet anlayışı gösterildi. Aynı şekilde sol partilerin göçmenlere dost görünmesine rağmen onların hiçbir sorununu çözemeyen politikası da sosyal demokratların eksi hanesine yazıldı. Bir başka neden ise kriz sonrası sosyal demokratların yıllardır savundukları ilkelerden yani sosyal devlet anlayışından vazgeçerek ideolojilerinin çökmesi de gösterilebilir. Bu da partilerin savunduğu değerlerin giderek birbirine benzemesine yol açarak ekonomi, sağlık, eğitim ve yabancılar konusunda sağ ile sol arasında küçük farklar kalmasına neden oldu. Sonuç olarak, kriz sonrası yaşanan bütün bu gelişmelerden sonra geleneksel sol seçmen blok değiştirirken, Almanya örneğinde de görüldüğü gibi, göçmenler de sağ partilere sıcak bakmaya başladı. Önümüzdeki yıllarda solun tekrar iktidara gelmesi için dönüşüm geçirip klasik sosyal demokrat görünümünden farklı bir portre sergilemesi gerekecek.

Refera n sl a r 1. David Crossland, Election Triumph: Merkel Victorious But Faces Tough Talks, 22.09.2013, http://www.spiegel.de/international/germany/merkel-wins-third-term-in-general-election-a-923755.html 2. Michael Fröhlingsdorf & Özlem Gezer, Political Diversity: German Parliament Sees Ethnic Mobilization, 25.09.2013, http://www.spiegel.de/international/germany/german-politics-sees-growing-ethnic-mobilization-a-924164.html 3. Unemployment Statistics, 01.09.2013, http://epp.eurostat.ec.europa.eu/statistics_explained/ index.php/Unemployment_statistics#Further_Eurostat_information 4. Murat Yetkin, Avrupa, liderini Merkel'de buldu, 24.09.2013, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/murat_yetkin/avrupa_liderini_merkelde_buldu-1152235 5. Ute Schaeffer, 'Merkel direksiyonda kaldı', 22.09.2013, http://www.dw.de/merkel-direksiyonda-kald%C4%B1/a-17106382 6. Ali Yurttagül, AB sürecinde Bayan Merkel’i kazanmak, 03.10.2013, http://www.abhaber.com/index.php?option=com_content&view=article&id=52558:ab-s%C3%BCrecinde-bayan-merkel%E2%80%99ikazanmak&catid=217&Itemid=835 7. Ayça Tolun, Almanya‘da büyük koalisyona doğru, 24.10.2013, http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/10/131023_ayca_tolun_almanya.shtml 8. Göktürk Tüysüzoğlu, Almanya Seçimleri: Değişim İhtimali Var mı?, 18.09.2013, http://www.tuicakademi.org/index.php/yazarlar1/95gokturk-tuysuzoglu-tum-yazilari/4300-almanya-secimleri-degisim-ihtimali-var-mi 9. Ayça Tolun, gös. yer 10. Cem Dalaman, Almanya'da Merkel'in Büyük Zaferi, 22.09.2013, http://www.amerikaninsesi.com/content/almanyada-merkelin-buyukzaferi/1754888.html 11. Muhterem Dilbirliği, Seçim sonrası Almanya’d a koalisyon arayışları, 07.q0.3013, http://www.yeniturkiye.org/secim-sonrasi-almanyadakoalisyon-arayislari/yeni-dunya/11963 12. Hasan Cücük, Merkel’d en bir sağ kroşe daha, 05.10.2013, http://iskandinavya.zaman.com.tr/iskandinavya/newsDetail_getNewsById.action?newsId=10116

11


12

Fergana Vadisi’nin coğrafi, sosyo-ekonomik ve siyasi açıdan Orta Asya’nın kilit bölgesi olması sebebiyle bu bölgede sağlanabilecek olası barış, istikrar ve entegrasyonun yolu buradan geçmektedir. Fakat Vadi’nin genelinde bölge ülkelerini karşı karşıya getirebilecek kadar büyük sorunlar yaşanmakta, hatta bu sorunlar bu ülkelerin gelecekten bekledikleri istikrar, güvenlik ve büyüme gibi hedeflerini tehlikeye atacak kadar büyük bir hale gelebilmektedir. Siyasal kültür ve örgütlenmenin yanında zayıf ekonomileri, geçirgen sınırları ve yetersiz güvenlik donanımlarıyla Orta Asya ülkeleri, Afganistan’d aki Taliban faaliyetlerinden ve yine buradan çıkan eroinin Avrupa’ya ulaştırılmasında bir koridor haline gelmiştir. 1 Diğer bir taraftan, demokratikleşmesi beklenen bölge ülkeleri kaynağı Fergana’ya uzanan “köktendinci” hareketlere karşı duyulan korku nedeniyle daha da otoriter yönetim anlayışlarını benimsemişlerdir. 2 Günümüzde 10 milyon kişinin yaşadığı Fergana vadisi, Orta Asya’d a nüfusun en yoğun olduğu bölgelerden biridir öyle ki coğrafi olarak Orta Asya’nın %5’ini teşkil etmesine rağmen toplam nüfusun %25’i bu bölgede yaşamaktadır. Tanrı ve Pamir dağları arasından bulunan Vadide Celalabad, Oş şehirleri Kırgızistan’a, Sogd bölgesi Tacikistan’a ve son olarak

Namazgah, Andican, Fergana şehirleri ise Özbekistan’a aittir. 3 Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan tarafından paylaşılan bölge bu üç ülkenin tam ortasında yer almaktadır ve üç ülkenin de bölgede anklav toprakları vardır. Fergana Vadisi boyunca Özbekistan Tacikistan ve Kırgızistan toprakları birbirine sarılmış üç parmağı andırırken, etnik yapı çok daha karışıktır. 4 İç içe geçmiş bu yapı elbette hayli hassas ve bölge istikrarı açısından kritik bir atmosfer yaratıp, kanlı olaylara kadar varan çatışmalara zemin hazırlamaktadır. 1990’d a Özbekler ve Kırgızlar arasında yaşanan Oş çatışması, Tacikistan’ın İsfahan ve Kırgızistan’ın Batken bölgelerinde devam eden KırgızTacik çatışması sadece akla gelen birkaç örnektir. 5 Bölge ülkeleri arasında Sovyetlerin dağılmasıyla başlayan sınır kavgaları ve karşılıklı toprak talepleri günümüze kadar ulaşmış ve masada hala çözülememiş bir sorun olarak durmaktadır. O kadar ki Özbekistan ve Kırgızistan arasındaki 1378 km’lik sınırın sadece 1007 km’si üzerinde tam bir anlaşma sağlanmıştır. Sınır üzerinde yaklaşık 58 tartışmalı nokta bulunmaktadır. 6 Bunun kökeni Rusların hâkim oldukları bölgelerde çok yaygın olarak uyguladığı “böl ve yönet” üzerine kurulmuş nüfus politikalarıdır. Vadi’nin tarihine bakıldığından Ruslardan önce


bölgede kurulmuş bir İslam devleti 7 görüyoruz. İşgal sonrasında ise burası Sovyetlere bağlı Fergana Oblast’ı, sonra da Fergana Eyaleti olarak teşkil edilmiştir. Fakat 1924-36 yılları arasında bölge bir bakıma suni olarak Kırgız, Özbek ve Tacik Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler arasında pay edilmiş ve bugüne kadar varan tartışmaların fitili ateşlenmiştir. Örneğin, 1929 yılında Özbekistan’ın Hocent bölgesi Tacikistan’a verilmiş ve adı Leninabad olarak değiştirilirken, Fergana Vadisindeki Büyük Kanal inşası sırasında Tacikistan’a verilen toprakların bir kısmı tekrar Özbekistan’a verilmiştir. Benzer olarak Karakalpakistan Özbekistan ve Kazakistan arasında el değiştirmiştir.8 İzlenen politikanın devamında ülkeler arasında el değiştiren topraklar olmakla birlikte bunlar sorunu çözmek bir yana işleri çok daha karışık bir hale getirmiştir. Yine benzeri olarak bugün Özbekistan ve Tacikistan arasında nüfusun %70ini Özbeklerin oluşturduğu Leninabad şehrinin, Kırgız ve Tacikler arasında da İsfahan Vadisi’nin aidiyeti hala tartışma konusu olmaktadır.9 Toprak aidiyeti konusundaki anlaşmazlıkların bölgede yarattığı güç boşluğunun yanı sıra buna bir de henüz zayıf ulus kimliği ve gelişmemiş ulus-devlet örgütlenmesi eklenince bölge radikal dini grupların müdahalesine açık hale gelmektedir. Bölgede hali hazırda faaliyet göstermekte olan köktendinci ve siyasi İslamcı birçok grup bulunmakta ve halkı etkileri altına almaktadırlar. Bölgenin en güçlü ülkesi konumundaki Özbekistan’ın meseleyi çok ciddiye alması ve uygulamış olduğu baskılar sebebiyle grupların radikalleşmesine ve nispeten Özbekistan’ın doğrudan müdahalesinin zor olduğu Fergana Vadisinde kümeleşmelerine yol açmıştır. Yani Fergana adeta bu köktendinci grupların sığınağı haline gelmiştir. Bölgenin ilk olarak “siyasal İslam” ile tanışması ise 198olerde Sovyet-Afgan savaşı sırasında olmuştur. Savaşa katılan Özbek ve Tacikler Afgan mücahitlere katılmış ve Pakistan’d a radikal İslam anlayışını temel alan medreselerde eğitim görüp ülkelerine dönmeleriyle bölge siyasi İslam’ın etkisi altına girmiştir.10 Bölgede en etkili siyasi İslamcı grup olan Özbekistan İslami Hareket’i (ÖİH) Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde Fergana Vadisi’nde ortaya çıkmış “Adalet İslami Grubu’nun” devamı niteliğindedir. Adalet grubu 1991’d e Özbekistan’d a yerel yönetimlerde söz sahibiyken Kerimov tarafından 1992’d e yasaklanması ile grup başka bölge ülkelerine dağılmıştır. Fakat Taliban kuvvetlerinin Kabil’i ele geçirmesiyle tekrar Fergana’ da etkinliğini artırtmış ve daha büyük bir tehdit kaynağı haline

gelmiştir. Çünkü Özbekistan’ın uzlaşmadan uzak tavrı bu grupları radikalleştirmiş ve amaçları uğrunda terörü kullanmaya teşvik etmiştir.11 ÖİH’nin etkisi ve bölgede uyuşturucu faaliyetlerinin artması ile birlikte Özbekistan’ın, Kırgızistan sınırına hiçbir görüşme yapılmadan mayın döşemesi hem bölge halkının ve ticaretinin güvenliğine karşı tehdit oluşturmuş hem de iki ülke arasında gerginliklerin yaşanasına neden olmuştur. Fakat Özbekistan yönetiminin bölgede uyguladığı fevri ve hırslı politikanın bu ne ilk ne de tek meyvesidir. Özbeklerin kendilerine olan güvenleri ve izledikleri politikaların hoyratlığı bölgenin en kalabalık nüfusu ve askeri gücüne sahip olması, komşu ülkelerde Özbek soydaşlarının bulunması, coğrafi olarak merkezde yer almasının yanı sıra ekonomik olarak kendine yeterli olmasını sağlayan yer altı ve üstü kaynaklarının bulunmasına dayandırılabilir.12 Ulus kimliğini güçlendirmeye çalışan Özbekistan, ülkesindeki resmi kayıtlarda farklı etnik gruptan insanlara kendi milliyetini kabul ettirmeye çalışması, yine asimilasyon politikasının bir parçası olarak Tacik dilinde yazılmış kitapları imha etmesi bölgede hırslı bir politika izleğinin göstergesidir.13 Fergana Vadisi üzerindeki güç boşluğu bölgede gerçekleşen illegal faaliyetlerin de önünü açmıştır. Afganistan’a komşu olan bölge terörün olumsuz etkilerinin yanında uyuşturucu trafiği için kullanılan bir koridor haline gelmiştir. Ekonomik, kültürel ve siyasi değişimler uluslararası uyuşturucu rotalarının başka bölgelere kaymasına neden olabilmektedir. Bunun bariz örneklerinden birini Fergana’ da görebiliriz, öyle ki OşHoreş hattı bölgedeki uyuşturucu sevkiyatının neredeyse 2/3’ünü karşılamaktadır. 1980’lerde İran’d a gerçekleşen İslam Devrimiyle Afganistan’d an Avrupa pazarına İran üzerinden giden eroin, kendine değişen şartlar altında yeni rotalar bulmuştur. Kırgızistan Uyuşturucu Kontrol Komitesi’nce yapılan açıklamada; uyuşturucu sevkiyatında 4 farklı rota kullanılmakla birlikte bunların merkezinin Fergana olduğu vurgulanmıştır.14 Fergana Vadisi’ni paylaşan ülkeler uyuşturucu kaçakçılığı meselesinin hallinde maalesef ortak bir operasyon yürütememektedirler. Örneğin, Özbekistan sınırlarında gerçekleşen uyuşturucu faaliyetlerini önlemek ve kendini koruma altına almak için diğer ülkelere danışmadan sınır hattına mayın döşemiştir. Mayınların işaretlenmemiş olmasından kaynaklı birçok Kırgız sınır hattında hayatını kaybetmiştir. Mayınlı arazi iki ülke arasında ciddi bir kriz yaratmakla birlikte 11 Mart 2003’te bir araya gelen komisyonlarınca bir uzlaşmaya varılamasa da Özbekistan görüşmeler nihayetinde yerleştirilen mayınların haritasını Kırgızistan’a vermeyi

13


kabul etmiştir. 15 Bariz ki ülkelerin bireysel çabaları bu çapta bölgeyi tehdit eden bir sorunu çözmeye yetmemekte ve ortak bir hareket gerektirmektedir.

14

Fergana için “Su” hayat demekken, suyun paylaşımı konusunda da mutabakata varılamamış ve kapanın elinde kalmıştır adeta. Fergana Vadisinin başlıca gelir kaynağı bölgeden çıkarılan doğal gaz ve kömürün yanı sıra bölgede çok yaygın yetiştirilen “pamuk” üretimidir. Bölgeden geçen başlıca Siri Derya gibi su kaynakları sayesinde Vadi ’d e sulu tarım yapılmaktadır fakat 19. Yüzyıldan bu yana ekilen pamuk ve Siri Derya nehri üzerine yapılan yaklaşık 20 adet baraj Fergana vadisine ulaşan suyu hayli azaltmakta ve bölgedeki tarım faaliyetlerini tehlikeye atmaktadır. Sadece Fergana Vadisi değil Aral Havzası’nın en temel sorunu su paylaşımı sorunudur ne var ki Sovyetlerden bu yana süregelen yanlış su politikaları Aral Gölü’nü kurumaya terk etmiştir. Bölgedeki ülkeler arasındaki su paylaşım sorunu, bu ülkelerin enerji ilişkileri ile çok yakından ilgilidir. Aral Havzasını besleyen su kaynaklarına sahip olan Tacikistan ve Kırgızistan gibi ülkelerde yer altı kaynakları çok fakirken, başta Özbekistan olmak üzere suyun ekonomiye hayat verdiği, Kazakistan gibi ülkeler enerji zengini ülkeler kategorisine konmaktadırlar. Buradaki su enerji paradoksunun çözümü bölgesel diyalog ve işbirliğinden geçerken yürütülen bencil politikalar en çok bölge doğasına ve yerleşimcilerine zarar vermektedir. Kırgızistan’ın ihtiyacı olan enerjiye ulaşamaması, elinde bulunan yukarı çığır ülkesi olma avantajını kullanıp hidroelektrik santrali kurmaya teşvik ederken, bunun Fergana ekonomisi açısından çok yıkıcı etkileri olabilmektedir. Fergana Vadisi’nin yeraltı, yerüstü ve etnik-kültürel zenginliği Vadi’nin kendisine huzur getirmemekle birlikte Orta Asya’yı da güvenlik ve istikrar açısından tehdit eder konuma gelmektedir. Özbekistan,

Kırgızistan ve Tacikistan arasında (Kazakistan ve Türkmenistan da su paylaşımı konusuna eklenebilir.) oluşturulacak işbirliğinin önemi gerek siyasi sorunların çözümünde gerekse halkın sosyal ve ekonomik durumun iyileştirilmesinde hat safhadadır. 16 Bölgesel işbirliği ve ortak hareketlerin ilk olarak ekonomi alanında gerçekleştiğini ve başarılı oldukları takdirde güvenlik ve savunma konularını da kapsayacak şekilde genişletildiği görülmektedir. 17 Bölge ülkeleri arasında işbirliğini artırmak için çeşitli adımlar atılmaya çalışıldıysa da yeterli olmamış ve mevcut durumda bir değişiklik yaratmamıştır. Fergana Vadisi, Orta Asya için kilit öneme sahipken bölgenin köktendinci terörist faaliyetlerin, etnik ve kimlik çatışmalarının, uyuşturucu trafiği ve su paylaşım sorunlarıyla karşı karşıya bulunması bölgenin hedeflediği ekonomik büyüme ve güvenliğine ciddi manada engel oluşturmaktadır. Sorunun kısa vadede halli mümkün görünmezken uzun vadede karşılıklı işbirliği, diyalog ve devamında “bölgesel entegrasyon” ile sorunlara çare bulunmalıdır. Özbekistan’ın bu aşamada rolü çok belirleyici olacaktır çünkü bölgede dominant bir politika yürüten Özbekistan, sorunların hallinde öncülük edebildiği ve bölge ülkelerini stratejik bir dayanışma içinde bir araya getirebildiği ölçüde çözüme ulaşabilecektir. Fergana’nın yaygın sorunlarının çözümünde bazılarının “ortak Fergana kimliği” oluşturma önerisi varsa da bölge ülkeleri, henüz ulus kimliği kavramının bile oturmadığı, çeşitli siyasal ve terörist dinci grupların etkisinin çokça hissedildiği bir ortamda bu öneriyi tehlikeli bulacaklar ve temkinli yaklaşacaklardır. Kanımca, siyasi veya etnik yaklaşımlardan ve önerilerden öte ekonomik işbirliği ile en azından ilk etapta güzel adımlar atılabilir ve bu gelişmeler gelecekte diğer alanlardaki olası işbirlikleri için uygun bir ortam hazırlayabilir.

Referanslar 1. Alaeddin Yalçınkaya. (2006). Özbekistan Kırgızistan ve Tacikistan Cumhuriyetleri arasında Fergana serbest ticaret bölgesi. İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, s.75. 2. Fatma Taşdemir (2002). Taliban bağlamında bölgesel ve küresel sorunlar Üzerine bir değerlendirme. (291 ed.). Ankara: Şeçkin. 3. Levent Demirci. (2012). Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın kesişimindeki sorunlu vadi: Fergana. Savunma Bilimleri Dergisi, 11(2), s.34. 4. T.C. Dışişleri Bakanlığı, (1996). Kırgızistan Ülke raporu. Ankara: TİKA. 5. S.Zokirov, K. U. (2011). Economic devolopment in the ferghana valley since 1991. İçinde, Levent Demirci. (2012). Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan'ın kesişimindeki sorunlu vadi: Fergana. Savunma Bilimleri Dergisi 6. Kırgızistan ve Özbekistan 371 kilometrelik sınır üzerinde anlaşamıyor. (2012). Zaman Gazetesi. http://www.zaman.com.tr/dunya_kirgizistan-ve-ozbekistan-371kilometrelik-sinir-uzerinde-anlasamiyor_2155287.html 7. Kokand (Hokand) Hanlığı, 1740-1876 8. Levent Demirci, a.g.e., s.41 9. Levent Demirci, a.g.e., s.45 10. Ahmet, Rashid. Jihad: the ris of the militant Islam in Central Asia. New Haven: Yale University Press, 2002. Web. 11. Shatlyk Amanov. Sovyetler Birliğinin Dağılmasından Sonra Amerika Birleşik Devletleri'nin Orta Asya Politikası. Yayınlanmamış Doktora Tezi. Gazi Üniversitesi, 2007. 12. Levent Demirci, a.g.e., s.48 13. Alaeddin Yalçınkaya, a.g.e., s.78 14. Levent Demirci, a.g.e., s.54-55 15. Levent Demirci, a.g.e., s.54-55 16. Alaeddin Yalçınkaya, a.g.e., s.88 17. Alaeddin Yalçınkaya, a.g.e., s.90 Görsel: http://www.stratfor.com/analysis/central-asia-complexities-fergana-valley


söylediği gibi, polis Altın Şafak Partisi üyelerinin şiddet eylemlerini görmezden gelmenin yanında onlara bilgi de sağlıyordu. 2 Polisin parti üyelerinin yasadışı silah taşımasına göz yumduğu ve sol gruplarla girilen çatışmalarda ekipman yardımı yaptığı da iddialar arasında. Ancak bardağı taşıran son damla olan bu cinayetle birlikte, Yunanistan’ın farklı bölgelerinde binlerce insanın katılımıyla geniş çapta protestolar gerçekleşti; dünyanın farklı bölgelerinden de pek çok tepki yağdı. Hükümet nihayet bir şeyler yapmaya karar verdi; Pavlos’un katili ve partinin birkaç milletvekilini suç örgütü kurmak suçuyla tutuklandı. 1

18 Eylül 2013, Atina’nın batısındaki Keratsini bölgesi, yol ortasında bir cinayet. Irkçılık karşıtı şarkılarıyla tanınan rap şarkıcısı Pavlos Fyssas, “Golden Dawn” yani Altın Şafak Partisi üyesi bir grup insanla tartıştıktan sonra Roupakias adlı kişi tarafından üç kez göğsünden bıçaklanarak öldürüldü. 34 yaşındaydı, kız arkadaşlarının kolları arasında öldü. Pavlos ve arkadaşları sokakta karşıt grupla tartışırken polis de oradaydı ama olaya hiçbir şekilde müdahale edemedi, etmedi. Daha sonra yapılan ‘komik’ açıklamada ise ‘sayıları çok fazlaydı yapılacak bir şey yoktu’ dendi. Hatta ‘kavga futbol yüzünden çıkmış’ da dendi. ‘İki sarhoş aralarında tartışmış ve birisi ölmüş. Olay basit, bunun arkasında neden ideolojik bir şeyler arıyoruz’a kadar gitti. Varoluş amacı teoride halkın güvenliğini sağlamak olan polis birliklerinin keyfi hareketlerine zaten alışmış olan bizler artık şaşırmamayı öğrendik öğrenmesine de şimdi bir de basit bahanelerin arkasına sığınarak aklanma çabalarına katlanmak zorunda kalıyoruz. Yunan polisinin Altın Şafak Partisi üyelerini destekleyici nitelikteki müdahaleleri bilinen bir gerçek. Partinin eski bir üyesinin verdiği röportajda

Temelleri 1980’lere kadar uzanan ama resmi bir parti olarak kuruluşu Kasım 1993 olan Altın Şafak, aşırı milliyetçi ve ırkçı bir parti olarak biliniyor. Parti lideri Nikolaos Michaloliakos ve destekçileri 1980 yılında Hrysi Avgi adlı dergiyi kurmuşlar ve siyaset alanında aktif olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Altın Şafak Partisi’nin kuruluşu Nikolaos’un hapiste iken 1967-1974 Yunanistan askeri darbe liderleriyle tanışmasıyla ciddiye biner. Hrysi Avgi dergisi 1984’te kapatılır ve 1985’te ‘Popüler Milliyetçi Hareket’ olarak da bilinen Altın Şafak Partisi kurulur. Kendilerini Neo-Nazi ve Anti Semitist olarak tanımlayan partinin sembolünün Nazi svastikasıyla olan benzerliğini fark etmemek ise imkansız. Partinin hedefinde ise özellikle göçmenler, etnik azınlıklar, ırkçılık ve milliyetçilik karşıtı sol gruplar var; Pavlos Fyssas örneğinde olduğu gibi. Sol gruplarla Altın Şafak çatışması artık alışılagelmiş bir durum Yunanistan için. Parti Mayıs 2009 seçimlerinde aldığı %0.46 oy oranını Mayıs 2012’de %7’ye çıkarmış, parlamentoda 21 sandalye kazanmıştır. 2013 seçimlerinde parlamentodaki temsili ise 18 sandalyeye gerilemiştir. Bunun sebebi olarak ekonomik krizin gittikçe dramatik bir hal almasıyla birlikte artan işsizlik oranı ve yabancı

* Pavlos Fyssas’ın İngilizce’ye ‘I Wont Cry, I Wont Fear’ olarak çevrilen şarkısı

15


karşıtlığı propagandaların bu bağlamda destek bulması gösteriliyor. Parti özellikle göçmenlerin sıklıkla bulunduğu bölgelerden yüksek oranda oy alıyor. Bir sinema öğrencisinin çektiği, milletvekili adayı Alexandros Plomeratis’in seçim propagandası yaparken kaydedilen görüntüleri ise partinin Neo-Nazi politikalarında ne kadar ileri gidebileceğini kanıtlar nitelikte. Pazarda karşılaştığı göçmenlere hiçbir çekinme belirtisi göstermeden hakaret eden Plomeratis, büyük bir rahatlıkla ‘fırınları açacaklarını’ ve göçmenlerden ‘sabun yapacaklarını’ anlatıyor. Broşür dağıtırken yabancı olduğunu anladığı bir kişiye ise broşür vermeyeceğini, bu insanların Yunanistan’ın kaynaklarını tükettiğini, bundan sonra buna izin vermeyeceklerini ifade ediyor. 3 Partinin antisemitizm politikaları bununla da sınırlı değil. Parti lideri Nikos Mihaloliakos, geçmişte Hitler lehine yazdığı yazılarla biliniyor. Verdiği bir röportajda ise kendine ‘Fühler’ olarak hitap edilmesinden rahatsız olmadığını belirtiyor. 4

16

Altın Şafak’ın hedefinde temel olarak göçmenler, komünistler, ırkçılık karşıtı olarak bilinen gruplar ve eşcinseller var. Kuruluşundan bu yana ismi sayısız şiddet olaylarına karışan Altın Şafak Partisi, beklenenin aksine gün geçtikçe destek toplamaya devam ediyor ve eylemlerini daha da kanlı seviyelere taşıyor. Altın Şafak kurbanlarının listesi araştırıldıkça uzayıp gidiyor. Fransız Basın Ajansı (FBA) ve bazı Yunan kaynaklar, Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük katliam olarak bilinen, 1991-1995 Yugoslavya İç Savaşı sırasında meydana gelen, 8372 Boşnak’ın sistematik bir şekilde katledildiği Srebrenitsa Soykırımı’nda Altın Şafak üyesi bazı grupların Sırp ordusuna destek verdiğini açıkladı. 1999 yılında Yunanistan ve Arnavutluk arasında oynanan futbol maçı sırasında Yunan bayrağının yakılması birçok parti üyesini harekete geçirdi. Tahmin edilemeyecek derecede ‘aşağılanmış’ hissetmiş olacaklar ki farklı mekanlarda farklı zamanlarda çoğu olayla ilgili olmayan, göçmen olması potansiyel suçlu olmasında yeterli bir bulunan onlarca insanın öldürülmesine ve darp edilmesine sebep olmuşlardır. Pantelis Kazakos Atina’da gösteriler sırasında iki yabancıyı öldürdüğünü yedi yabancıyı ise ağır şekilde yaraladığını itiraf etmiştir. Eleftherotypia gazetesi ve KLIK dergisine göre, Ocak 1988’de The Last Drive grubu vokalisti Alexis Kalofolias’ı hedef

alan saldırıların sorumlusu yine Altın Şafak Partisi üyeleridir. Altın Şafak’ın kurbanlarından bir diğeri Dimitris Kousouris. 1998’de Atina’da bir grup parti üyesi tarafından saldırıya uğramış ve beyin ameliyatı geçirmişti. Şu an Girit Üniversitesi Tarih bölümünde akademisyen olan Kousouris, aşırı sağ ile mücadele etmenin birlik ve beraberliğe dayalı bir ağ kurmaktan geçtiğini söylüyor. 5 Kousouris’in faili olarak yargılanan Antonis Androutsopoulos iki öğrenciyi daha öldürmeye çalışmakla suçlandı, ancak yedi yıl sonra yani 2005 yılında yakalanabildi. 21 yıl cezaya çarptırılan Androutsopoulos’un cezası 2009 yılında 12 yıla indirildikten birkaç ay sonra serbest bırakıldı. 2000 yılında Atina ve Selanik’te bulunan Yahudi mezarlarına, Soykırım anıtına ve bir sinagoga saldırılar düzenlenmiş ve duvarlara Altın Şafak Partisi amblemi çizildiği iddia edilmiştir. Nikaia’da bulunan, ülkenin en büyük Yahudi mezarlığında mezar taşlarına Nazi sloganları yazılmıştır. 6 Altın Şafak partisi sözcüsü İlias Kasidiaris'in canlı yayında Yunanistan Komünist Parti milletvekili Liana Kanelli’ye saldırması ise ülke genelinde büyük yankı buldu. 7 2013 yılının ilk aylarında Yunanistan Müslüman Birliği’ne ülkeyi terk etmedikleri takdirde ‘tavuk gibi kesilecekleri’ tehditleri içeren, üzerinde Altın Şafak amblemi bulunan bir mektup gönderildi. 8 LGBT aktivistlerinin ifadelerinden yola çıkılarak, Af Örgütü’nün Yunanistan 2013 raporunda Atina’daki homofobik saldırıların büyük bir kısmının Altın Şafak üyeleri tarafından yapıldığı belirtilmiştir. 9 Neden Altın Şafak gün geçtikçe destekçi toplamaya devam ediyor sorusunun belki de en önemli cevaplarından birisi, Yunanistan’ın içinde bulunduğu ekonomik kriz. Yabancı düşmanlığının faşizm yoluyla bir toplumda özellikle kriz ya da bunalım zamanlarında yükselişe geçtiğini söylemek çok da yanlış olmaz. Toplumun deneyimlediği her sorunu bir şekilde yabancılara bağlayan milliyetçi ve faşist partilerin ya da oluşumların kaçırmak istemeyeceği, tam da aradığı ortam ekonomik bunalımlar. Halkın çaresiz, sesini çıkaramayan rolden kendini suçu başkasına atarak rahatlatan ve çözüm yolunda elle tutulur bir şeyler yaptığını sanan konuma geçiş aşaması aşağı yukarı her toplumda aynı şekilde gelişiyor. En basit örnek olarak işsizlik oranının artması verilebilir. İşsizliğin en büyük


sebebi olarak görülen yabancı nüfusun, zaten kısıtlı olan iş imkanlarına sahip olduğu ve yerel halkın ‘hakkı’ olan işlerde çalıştığı ajitasyonundan başlayarak ‘aslında şu göçmenler ve yabancı nüfus bir gitse bizim bir problemimiz kalmaz’a varan propagandalar, halkın kanayan yarasına bastığı için genelde destek buluyor. Bu oluşumlara karşı duruş sergileyen gruplarsa yabancılarla ya da göçmenlerle aynı tarafta yani ‘düşman’ tarafına konulup aynı şekilde hedef haline getiriliyor. Irkçı oluşumların farklılıklara sabredemeyişi sonuçta karşısında farklı kategorilerde hedef haline getirilmiş insan toplulukları oluşturuyor. Yunanistan’daki Altın

Şafak hususunda ise benzer şekilde hedef grubu göçmenler, etnik azınlıklar, sol gruplar ve anarşistler var. Pavlos Fyssas’ın öldürülmesi ise bardağı taşıran son damla oldu. Pavlos Fyssas şarkında da söylediğin gibi yüce dağların zirvesinde seni bekleyen bir yer vardı ve sen oraya ulaştın. Seni zorladıkları yolu değil kendi inandığın yolu seçtin, imkansız hayaller kurmamanı söyleyenlere inat seçtiğin yolda, kurduğun hayallere doğru ilerledin. Ölümün yolun bitimi değil aksine sebep olacağın güzel bir uyanışın, bir direnişin başlangıcı olabilir. Neden olmasın?

17

Referanslar 1. ROAR, “Pavlos Fyssas ‘I Won’t Cry, I Won’t Fear’ ”, (18 Eylül 2013), http://roarmag.org/2013/09/pavlos-fyssas-killah-p-lyrics/, (Erişim Tarihi: Kasım 2013) 2. Ethnos, “Revealing interview with a former Golden Dawn member from the local branch ofNikaia”, (2013), http://icantrelaxingreece.wordpress.com/2013/09/23/revealing-interview-with-a-former-golden-dawn-member-from-the-local-branch-of-nikaia/, (Erişim Tarihi: Kasım 2013) 3. Thrasy Petropoulos, “ 'We'll turn migrants into soap' film handed to prosecutor”, (6 Mart 2013), http://www.enetenglish.gr/?i=news.en.article&id=193, (Erişim Tarihi: Kasım 2013) 4. CNN Türk, “Irkçı Altın Şafak İstanbul’u İstedi”, (7 Haziran 2012), http://www.cnnturk.com/2012/dunya/06/07/irkci.altin.safak.istanbulu.istedi/664182.0/index.html, (Erişim Tarihi: Kasım 2013) 5. Dimitris Kousouris, “Let’s get done with the system that breeds fascism – An interview with Dimitris Kousouris”, (2013), http://blog.occupiedlondon.org/2013/10/07/letsget-done-with-the-system-that-breeds-fascism-an-interview-with-dimitris-kousouris/, (Erişim Tarihi: Kasım 2013) 6. Maria Vidali, “News From Greece”, (3 Mayıs 2000), http://www.ce-review.org/00/22/greecenews22.html, (Erişim Tarihi: Kasım 2013) 7. CNN Türk, “Altın Şafak'a tepki çığ gibi”, (10 Haziran 2012), http://www.cnnturk.com/2012/dunya/06/10/altin.safaka.tepki.cig.gibi/664419.0/index.html, (Erişim Tarihi : Kasım 2013) 8. Helena Smith, “Greeks protest against Golden Dawn attack on Communists”, (13 Eylül 2013), http://www.theguardian.com/world/2013/sep/13/greeks-protest-goldendawn-attack-communists, (Erişim Tarihi: Kasım 2013) 9. Uluslararası AfÖrgütü, “Annual Report 2013”, (2013), http://www.amnesty.org/en/region/greece/report-2013#page, (Erişim Tarihi: Kasım 2013)


18

12 Ekim 1999 günü, Pakistan yıllardır süregelen döngüyü yeniden yaşıyor ve General Pervez Müşerref sivil siyasetçilerin yarattığı kargaşayı önlemek adına yönetime el koyuyordu. Müşerref o günlerde gerçek demokrasi sağlandığı zaman yönetimi sivillere devredeceğini söylemiş ve ülkede olağanüstü hal ilan etmiştir. Fakat Müşerref acaba dediği gibi yönetimi hemen bırakacak mıdır? Tabii ki hayır. Pakistan bir askeri darbeler ülkesi. Üstelik Türkiye'de olduğu gibi asker geldikten birkaç yıl sonra geri gitmiyor, deyim yerindeyse iktidara yapışıyor. Daha önce her biri “ülkeyi en kısa zamanda seçimlere taşımak üzere” darbe yapan generallerin koltuklarını terk etmeleri için Pakistan halkının büyük bedeller ödemesi gerekti. 65 yıllık ülke tarihinin 34 yılının askeri rejim, 11 yılının teknokrat hükümeti yönetiminde geçtiği, sivil iktidarların ise sadece 20 yıl yönetimde olduğu göz önüne alınırsa Pervez Müşerref’in de koltuğu o kadar kolayca bırakmaya niyeti olmadığını anlayabiliriz. 1 Peki Pakistan’a 10 yıl hükmedecek olan Pervez Müşerref kimdir şöyle bir özetleyelim. G en era l Pervez M ü şerrref 1943 yılında Yeni Delhi de doğan Müşerref, babasının diplomat olması sebebiyle 1949’d a henüz 6 yaşındayken Türkiye’ye gelir ve 7 yıl burada yaşar. Bu arada Türkçeyi anadili gibi öğrenen Müşerref ayrıca koyu bir Beşiktaş taraftarı olmuştur. İşte Müşerrefin Türkiye bağları böylece başlamış ve bu bağlar bir daha kopmamıştır. Hatta Müşerref Türkiye’yi o kadar yakından izler ki Cumhurbaşkanlığı döneminde Türkiye’d eki bazı kurumların kopyalarını da Pakistan’a uyarlar. Daha sonrasında ülkesinde askeri okula kayıt olan Müşerref, ordu kademesinde yukarılara çıktıktan sonra 1998’d e Pakistan siyasi tarihini değiştirecek iki terfi alır. Dönemin Başbakanı Navaz Şerif, Müşerref’i terfi sırasında üçüncü sırada olmasına rağmen ordu komutanlığına ve bir yıl sonra da terfi sırasında ikinci sırada olmasına rağmen Genelkurmay Başkanlığı’na atamıştır. 2 Daha sonrasında gerçekleştirilen birkaç askeri operasyonda yaşanan başarısızlıklar sonucu Pakistan askerlerinin çok zor durumda kalması ve

dolayısıyla Pakistan’ın uluslararası kamuoyunda büyük itibar kaybı yaşaması sonucunda Başbakan ve Müşerref birbirlerini suçlamış akabinde de Pervez Müşerref yönetime el koymuş ve olağanüstü hal ilan etmiştir. 2 1 . Yü zyı l ve Pa ki sta n Pervez Müşerref’in politikalarını anlayabilmek ve bunun uluslararası arenaya yansımalarını da tahlil edebilmek için, öncelikle Pakistan’ın geçmişten beri süregelen stratejik olarak değerli yönlerini incelememiz gerekir. Pakistan bulunduğu bölgede ve dünyada dört nedenden dolayı stratejik olarak değerlidir. Birincisi, 11 Eylül saldırılarından sonra ABD’nin El Kaide’ye açtığı savaş sonrası Afganistan’a yönelmesinin ardından, Pakistan o bölgede ABD’nin en önemli ortağı haline gelmiştir. İkincisi, coğrafi olarak Hint Okyanusuna kıyısı olmasından dolayı Orta Asya’d an yapılacak olan enerji transferlerinde Avrupa ve ABD’nin birinci tercihi durumunda olmasıdır. Çünkü Pakistan’a alternatif olabilecek ülkeler Rusya ve İran’d ır ve bu ülkelerin Batı ve ABD ile ilişkileri de aşikardır. Üçüncüsü, 180 milyona yaklaşan nüfusu ile dünyanın en kalabalık ikinci İslam ülkesi olması ve buna ek olarak da nükleer silaha sahip tek İslam ülkesi olmasıdır. Dördüncüsü, bölgesel konumuna bağlı olarak Rusya ve Hindistan yakınlaşmasına veyahut da Çin’in yükselişine karşı batının bir denge gücü olarak batılı olmaya çalışan ve bu yönde politikalar üreten bir devlet olmasıdır. 3 Bu kısa incelemeden sonra Pervez Müşerref politikalarının Pakistan’a ve dünya siyasetine olan etkilerini daha iyi anlayabiliriz. M ü şerref’ i n Pa ki sta n ’ı Yukarıda da söylediğimiz gibi, Müşerref 1999’d a darbeyle ülkenin başına geçer geçmez ülke çapında –Türkiye’d eki darbelerde de olduğu gibi- bir siyasi temizliğe başladı. Onlarca siyasetçi yurtdışına sürgüne yollandı ya da ev hapsine alındı; fakat dönemin Cumhurbaşkanı görevinde kaldı. Müşerref yönetimi


Ekim 2002’d e seçimlere gitmeyi kararlaştırırken, bunun öncesinde bazı düzenlemelerle askerlerin siyasi otorite üzerindeki denetimini sıkılaştırmıştır. Nisan 2002’d e yapılan referandumla Müşerref, Cumhurbaşkanlığındaki görev süresini beş yıl daha uzatmıştır. Aldığı yüzde 97,5’lik oran ise demokratik rejimlerde pek rastlanmayacak kadar yüksek bir rakamdır. Anayasal değişiklik yapılmıştır. Bunların en önemlilerinden biri, 1997’d e kaldırılan Cumhurbaşkanının Başbakanı görevden alma ve meclisi feshetme yetkisinin yeniden verilmesidir. Yine hükümet üzerinde denetim mekanizması oluşturacak ve Cumhurbaşkanı, dört kuvvet komutanı ve sivillerden oluşacak Milli Güvenlik Kurulu (MGK) oluşturulmuştur. Müşerref’in Türkiye’d eki uygulamayı örnek alarak kurduğu MGK, devletin güvenliği ve toprak bütünlüğünü ilgilendiren stratejik konularda bir danışma mekanizması haline gelmiştir. 4 Bu kadar güçlü görünmesine rağmen Müşerref’in kontrolünde olan parti yine de 2002 seçimlerinden iktidar olarak çıkamamıştır ve koalisyon hükümeti kurulmuştur. Pakistan Ekonomisi o dönemlerde kötü bir halde idi. Bunun sebebini ise şöyle açıklayalım: Pakistan 1998’d e bir nükleer deneme yapmış, bunun sonucunda da ABD’nin tepkisini çekmiştir. Bunun akabinde ABD Pakistan’a çeşitli ambargolar uygulamış ve batıya da bunun için baskı yapmıştır. İşte tüm bu nedenlerden ötürü zaten dar ve dışa bağımlı olan Pakistan ekonomisi iflasın eşiğine gelmiştir. İşte bu çıkmazdan Pakistan’ı kurtaran (!) ise yine ABD’nin kendisi olmuş ve ABD’nin onayıyla IMF (Uluslararası Para Fonu) programı orada da uygulanmaya başlanmıştır. Seçimlerin ardından Müşerref ABD’d en ithal edilen Şevket Aziz’i önce Finans Bakanlığı daha sonra da başbakanlık görevine getirmiştir. Aziz’in temel görevi, Türkiye’d e de bir dönem Kemal Derviş’in yaptığı gibi, bozulan Pakistan ekonomisini yeniden ayağa kaldırmak ve dönüştürmektir. Bundan dolayı ülke çapında uygulanan sert politikalar Müşerref iktidarını yıpratsa da, asıl sorunlar 11 Eylül’ün etkisiyle oluşan yeni ABD dış politikasıyla başlayacaktır. 1 1 Eyl ü l S on ra sı M ü şerref-ABD 11 Eylül 2001 sonrası ABD ve Pakistan ilişkileri Müşerref’in, ABD’nin Afganistan’d aki El Kaide’ye ve Radikal İslam’a karşı başlattığı savaşa sınırsız desteği sebebiyle hızla gelişme kaydetmiştir. Bu dönemde ABD Pakistan’ın bazı borçlarını silerken, birçok da

ekonomik destek vermiştir. Fakat gelişen siyasi ve iktisadi ilişkilere rağmen Pakistan’ın nükleer silah programı ve radikal gruplarla ilişkileri yüzünden İslamabat ve Washington arasında bazı sıkıntılar da mevcudiyetini korumaktadır. Pakistan’ın nükleer programlarının durdurulması, Washington’un Güney Asya siyasetinde önemli bir yer işgal etmektedir. 5 Teröre karşı savaş kapsamında ABD’nin önce Afganistan’d a başlattığı operasyonların, Pakistan’ın Peştun bölgesine kayması, Müşerref iktidarının çatırtılarının başlamasına sebep olmuştur. Bu dönemde Müşerref’in bu operasyonları desteklemesi ise halk nezdinde büyük tepki çekmiş ve Müşerref’in arkasındaki halk desteği yavaş yavaş azalmaya başlamıştır. Daha sonra Pakistan teröre karşı mücadelede verdiği desteği ABD’ye beğendirememeye başlayınca, ABD Müşerref rejimine olan desteğini çekmiştir. İşte kendini çıkmaza götüren bu süreci savunmak için Müşerref, ABD’nin kendisini tehdit ettiğini ve eğer onlara itaat etmezse ülkesini taş devrine çevireceklerini söylediklerini iddia etmiştir. ABD ve Müşerref belki Pakistan’ı taş devrine çevirmedi ama günde neredeyse yüz kişinin öldüğü (olağanüstü durumlarda) bir ülke haline gelmesine sebep oldular. Çökü ş S ü reci Müşerref’i diktatörlükle suçlayan muhaliflerin homurtusu, 2007 Mart’ta Başsavcının görevden alınmak istenmesiyle alanlara yayıldı. Bu sırada çıkan olaylarda 39 kişi hayatını kaybetti ve Yüksek Mahkeme, Müşerref'in kararının yasadışı olduğunu duyurdu. Çalkantılar bununla da bitmedi. 2007 yılı Temmuz ayında İslamabad'da Kırmızı (Lal Mescid) Camii’nde ordu ile köktenci gruplar ve öğrenciler arasında çıkan çatışmada 80'den fazla kişi hayatını kaybetti. Yüksek Mahkeme ile Müşerref arasındaki çatışma, Ağustos 2007’d e mahkemenin eski Başbakan Navaz Şerif'in sürgün edildiği Suudi Arabistan'dan geri dönebileceğini açıklamasıyla arttı. 6 Ayrıca, Müşerrefin icraatlarını beğenmeyen ABD onun karşısına yine Amerikan yanlısı olan Benazir Butto’yu geçirmek için çalışmalara başladı ve 8 yıldır sürgünde bulunan Butto’nun geri döneceği söylentileri çıkmaya başladı. Müşerref, 6 Ekim 2007'de yeniden devlet başkanı seçildi. Ancak Yüksek Mahkeme, Müşerref'in ordudan istifasını gerçekleştirene kadar devlet başkanlığının yasal olmayacağını duyurdu. Bu arada Benazir Butto, 18 Ekim'de ülkesine döndü, ancak aynı gün bombalı suikasttan güçlükle kurtuldu. Butto’ya suikast eyleminde yüz otuz beş kişi hayatını kaybetti.

19


Müşerref, 3 Kasım'da yeniden olağanüstü hal ilan etti ve anayasayı bir süreliğine askıya aldı. Bunun ardından 5 Kasım'da beş bin avukat protesto için yollara döküldü ve beş yüz protestocu gözaltına alındı. Yurt içi ve yurt dışı baskılara dayanamayan Müşerref, 2008 Ocak ayında seçimlere gidileceğini açıkladı. 7 Bu gelişmeler sonucu Benazir Butto ülkeye geri döndü fakat 18 Ekim 2007'deki suikast girişiminden kıl payı kurtulan Butto'nun şansı uzun sürmedi. 27 Aralık 2007 tarihinde partisinin Ravalpindi kentinde düzenlediği mitinge katılan Butto, bombalı bir intihar saldırganının hedefi oldu ve hayatını kaybetti. Suikast olayından dolayı 1 ay ertelenen seçimlerden Butto’nun Partisi birinci çıkmış ve Müşerref Cumhurbaşkanlığı koltuğunu ve iktidarını kaybetmişti.

20

Yen i l gi n i n Ard ı n d a n Seçimlerde yaşadığı hezimetin ardından kendi isteğiyle yarı-gönüllü olarak İngiltere’ye sürgüne giden Müşerref, dört yıl boyunca sürgün hayatı yaşadı. Bu dönemde iki ayrı suçtan dolayı –ki biri Benazir Butto suikastıydı- suçlu bulundu ve mahkûm edildi. 2013 yılının mart ayında gerekli izinleri alarak seçime girmek üzere sürgünden dönen Müşerref hakkında yine bir yargılama kararı alınmış, suçlu bulunmuş, ömür boyu siyasetten men edilmiş ve ev hapsine alınmıştır. Fakat son gelişmelerle birlikte 20 bin dolar kefaletle serbest kalmıştır, ama Müşerref’in yurtdışına çıkış yasağı hakkındaki bir davadan dolayı hala devam etmektedir. 8 Son u ç Pakistan tıpkı Türkiye gibi soğuk savaş sonrası dinamik dönemde Batının, özellikle de ABD’nin, ilgi odağı olan ülkelerden biri haline gelmiştir. Nedeni ise

Türkiye’d en farklı olarak, hızla büyüyen Çin’e ve Hindistan’a sınırı olması ve ayrıca “Radikal İslam’ın konuşlandığı yer olarak kabul edilen” Afganistan’a sınırı ve bu ülkeyle çekişme halinde olmasıdır. Radikal İslam meselesine burada değinmeyeceğim çünkü bu başlı başına bir dergi konusu olabilecek nitelikte bir konu. Neredeyse tüm İslam ülkelerinde olduğu gibi Pakistan da sürekli demokrasinin, çoğulculuğun ve hukuk üstünlüğünün tam olarak sağlanamadığı ülkelerden birisi; fakat bu sorun bence İslam’ın özünden ziyade bu ülkelerdeki bürokrat, politikacı ve strateji uzmanlarının batı uygulamalarını ve sistemlerini ülkelerinin şartlarını göz önünde bulundurmadan uygulamaya çalışmalarındandır. Stratejik zihniyet, teknolojik gelişmeler ve askeri kapasite, uluslararası ilişkiler ve ülke içi dengeler için önemli olabilir ama hep göz ardı edilen diğer unsurlar da bir coğrafyanın ve bu coğrafya üzerinde yaşayan ulusun tarihten gelen bir kültürü, devlet algısı olduğudur ve bu algı dünyanın değişik yerlerinde değişik şekildedir. İşte Pervez Müşerref de bu yanlış uygulamaları kullanarak –gerek Türkiye gerek diğer batı ülkelerinin kopyalarını- ülkesini yıllar içinde bir açmaza sürüklemiştir. Askeri gelenekten gelmesi ve politika yapıcılık ile savaş stratejileri arasındaki bağlantıyı sağlayamaması, yıllar içinde Pakistan lehine yapıldığı söylenen şeylerin aslında toplumun ayrışmasına ve günde 100’e yakın insanın öldüğü bir ülke haline gelmesine sebep olduğu şu anda aşikârdır. Tüm bunlardan sonra umarız ki Pakistan da artık tam bir demokratikleşme sürecine girer ve en azından bu darbeci zihniyet artık elini eteğini siyasetten ve halkın egemenliğinden çeker.

Refera n sl a r 1. Salim Çevik, “Pakistan Seçimleri”,( 18 Mayıs 2013), http://setav.org/tr/pakistan-secimleri/yorum/6735 (Erişim Tarihi: 1 Kasım 2013) 2. Salim Çevik “Pakistan Siyasetini Anlama Kılavuzu”,(2013), http://file.setav.org/Files/Pdf/20130521114911_pakistan-web.pdf (Erişim Tarihi: 1 Kasım 2013), s.45 3. Mehmet Özkan, Perspektif (2008), Stratejik olarak Pakistan neden önemlidir? 14(2), http://www.igmg.org/fileadmin/pdf/perspektif/Perspektiv_2008-02.pdf, (Erişim Tarihi: 1 Kasım 2013) 4. Selçuk Çolakoğlu, I.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi (36), Dış Politika Yapım Sürecinde Din Faktörünün Etkisi: Pakistan Örneği. (Mart 2007) http://www.journals.istanbul.edu.tr/tr/index.php/siyasal/article/view/9400 (Erişim Tarihi: 1 Kasım 2013), s.70-71 5. a.g.e., s.74-75 6. Pervez Müşerref, http://pervez-muserref-kimdir.cix1.net/, (Erişim Tarihi: 1 Kasım 2013) 7. a.g.e. 8. Sabah Gazetesi, “Müşerref özgürlüğüne kavuştu”, (7 Kasım 2013), http://www.sabah.com.tr/Dunya/2013/11/07/muserref-ozgurlugunekavustu/, (Erişim Tarihi:8.11 2013)


Türkiye’nin Balkan ülkeleri ile ilişkilerinden söz ederken tarihsel geçmişi de göz önünde alındığında belki de en geri planda kalan ve ikili ilişkilerin en düşük düzeyde olduğu ülkelerden biridir Slovenya. Bunda tarihsel geçmiş olduğu kadar, coğrafi uzaklık faktörünü de göz önüne almak gerekir hiç şüphesiz. Tabii bunun nedenlerini yalnızca coğrafi uzaklık veya tarihsel geçmişte aramamak gerekir. Aslında tam da bu nedenlerle iki ülkenin birbirini gereken ölçüde tanıyamamış olması, ikili ilişkilerde istenilen düzeyin yakalanamamış olmasına temel gerekçedir. 1 Bilindiği üzere, Türkiye ve Balkan coğrafyası arasında sıkı ve pek çok alanda giderek artan bir ivme gösteren ilişki düzeyi olduğu açıktır. Türkiye ile bölge ülkeleri arasında bu derece iç içe geçmiş kültürel ve siyasi bağların olması sonucu bugün bir bölgesel bütünleşmeden söz etmek mümkündür. 2 Bu ilişkilerin, toplumsal çerçeveye oturtulması yolunda güçlü adımlar da atılmakta ve Güneydoğu Avrupa İşbirliği süreci ile her alanda gelişmesi sağlanmakta;3 ancak Slovenya bu tablonun dışında kalmaktaydı. Hiç şüphesiz 21. yüzyılda artık her ne kadar daha sıkı kültürel, ekonomik ve siyasi ilişkilerin öneminden bahsedilse de; Türkiye ve bölge ülkeleri arasındaki ilişkilerin seyrine zıt olarak Slovenya ve Türkiye arasındaki ilişkilerin diğer Balkan ülkeleri ile olan düzeyi yakalayabilmesi için 2011 yılını beklemek gerekiyordu. Stratejik işbirliği antlaşması, anatomisi ve öngördükleri ile karmaşık bir yapı arz ediyor. Yalnız bununla da kalmayan bu belge, aynı zamanda uluslararası ilişkiler ve aktörlerin değişen yapısına da ayna tutmaktadır. 4 Dolayısıyla bu antlaşma yalnız bir belge değil, diplomasi alanında kullanılan geleneksel yöntemlerin dışında sayılabilecek önemli bir araçtır. Slovenya ve Türkiye arasındaki ilişkilerin kısaca geçmişine bakarsak, 1992 yılı Şubat ayında başlayan ilişkilerin, 2005 yılında büyük gelişme gösterdiğini görüyoruz. Bu hususta, diplomatik ilişkilerin gelişmesi kadar, Slovenya’nın NATO üyeliği ve özellikle de

Türkiye’nin AB üyeliğine destek veren ülkelerden biri olması da şüphesiz etkili olmuştur. Bunların yanı sıra, Ocak 2011 yılında kış olimpiyatları sırasında iki ülkenin üst düzey yetkilileri arasında yapılan fikir alışverişleri, ilişkileri güçlendirirken, Stratejik İşbirliği Antlaşmasının temelini de bir bakıma inşa etmiştir. 5 3 Mart 2011 yılında Slovenya Başbakanı Borut Pahor’un Türkiye'yi ziyareti esnasında imzalanan belge, 6 1992’d e başlayan ikili ilişkilerin geldiği noktanın bir yansıması ve ileride yapılabileceklerin de önemli bir adımı olarak değerlendirilebilir. Peki, bu belge tam olarak neler öngörmekteydi? Elbette imzalanan bu işbirliği ile ikili ilişkilerde hemen her alanda, değişen ölçülerde bir takım gelişmeler gözlenmiştir. Daha yakından bakılacak olursa; siyasi diyalog, ikili ticari ilişkiler, Türkiye’nin AB’ye katılımı, bölgesel istikrar ve barış, çevresel konular, kültürlerarası diyalog, öncelikle yer alan konu başlıklarıdır. Bütün bunların içinde en öne çıkan alanlar ise; turizm, ticaret ve ulaşımdır. 7 Turizm sektörü özellikle önemli bir noktadır. İlişkilerin ilk yıllarında birbirine pek çok anlamda ‘’uzak’’ olan bu iki ülke arasında pek de kayda değer bir turizm potansiyeli olmasa da, ilerleyen yıllarda bu alanda gelişmeler olduğu açıktır. Örneğin, 2011 yılında 41.870 Sloven vatandaşı Türkiye’yi ziyaret ederken, Türk vatandaşları da Slovenya’ya giderek artan bir ilgi göstermektedir. Yine son yıllarda, eğitim alanında da üniversitelerin birlikte çeşitli projelerde yer aldığı ve Erasmus gibi yaygın öğrenci değişim programları ile karşılıklı bir ilginin olduğu görülmektedir. 8 Ortak bir ticaret konseyinin kurulması, iş adamları ve hükümet dışı örgütlerin faaliyetleri ve kamu diplomasisi de gelişen alanlara bir kaç örnektir. Daha özel olarak, Slovence yazılmış ve tarihi nitelik taşıyan bir masal kitabının Türkçe’ye çevrilmeye başlanması, Sloven yazarlar tarafından yazılmış kitapların Türkiye’d e basılması örnek verilebilir. Tam da Balkanlarda barışın en fazla ön plana çıktığı 2012 yılında, Türkiye ve

21


Slovenya arasındaki ilişkilerin pek çok alanda geliştiğini ve yeni işbirliği alanlarının oluşturulduğunu görüyoruz. Bunların yanı sıra özellikle ticaret alanında Fahri Konsolosların da faaliyetlerinin önemine değinmek gerekir. Bütün bunlar bir arada düşünüldüğünde stratejik işbirliğinin yadsınamaz rolü sayesinde ikili ilişkilerin gelişme yolunda olduğu açıktır. Ne var ki turizm, eğitim ve lojistik gibi alanlarda önemli işbirlikleri olsa da, ticari ilişkiler istenilen düzeyde değildir. 9 Bu yeni dönem bu alanda ne tür değişiklikler gösterir bilinmez ancak bir takım gelişmelerin, bu stratejik ortaklık ile gerçekleştirilme yolunda olduğundan bahsedilebilir.

Elbette bu antlaşma kusursuz değil. Bu noktada ilk olarak değinilmesi gereken unsur, öngörülenlerin gerçekleştirilme sürecinin ve bu sürecin değişen koşullara göre yeniden yapılandırılmasının 10 gerekliliğidir. Zamanla, bu antlaşmanın öngördüklerinin ihtiyaçlara yanıt verecek şekilde dönüştürülmesi ve sürenin makul sürede tutularak ilginin kaybolmasını önlemek de temel amaç olmalıdır. Ancak şu ana kadar kat edilen yol ve otomotiv, imalat, turizm, lojistik gibi Slovenya ile yapılabilecek işbirliği alanların çeşitliliği de göz önüne alındığında, önemli bir yol kat edildiğinden söz etmek mümkündür.

22

Refera n sl a r 1. “Slovenya ile ticareti artıracak mekanizmaları kurmamız lazım” (4 Mart 2011), http://www.tobb.org.tr/Sayfalar/Detay.php?rid=284&lst=MansetListesi (Erişim Tarihi: 30 Ekim 2013) 2. Büşra Çağıl, “İki dünya arasında Türkiye’nin Balkanlar politikası” (1 Haziran 2013), http://www.usak.org.tr/usak_det.php?id=5&cat=1469#.UnvLfHC-2So (Erişim Tarihi: 28 Ekim 2013) 3. Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, ”A Forward looking vision for the Balkans”, Center for Strategic Research vision papers, No.1, October 2011, (Erişim tarihi: 29 Ekim 2013) 4. Dr. Milan Jazbec, “Strategic Partnership as a Policy Planning outcome”, Foreign Policy, Sayı: 3-4, tarih: Ekim 2012, s. 50-51 5. M. Jazbec, a.g.e. s. 53 6. “Türkiye – Slovenya Siyasi ilişkileri”, http://www.mfa.gov.tr/turkiye-slovenya-siyasi-iliskileri-.tr.mfa, (Erişim Tarihi: 2 Kasım 2013) 7. Slovenya Ankara Büyükelçisi, Dr. Milan Jazbec ile söyleşi 8. “Türkiye – Slovenya Siyasi ilişkileri”, a.g.e 9. http://www.tobb.org.tr/Sayfalar/Detay.php?rid=284&lst=MansetListesi, a.g.e. 10. M. Jazbec. a.g.e. s. 56- 58


HARİCİYE 21 19 23 21


24

Ö n cel i kl e, oku rl a rı m ı z i çi n ken d i n i bi ze ta n ı ta bi l i r m i si n ? Ben Ahmed Jizawi, 30 yaşındayım. Müslüman Sünniyim ve Humus, Suriye’d e doğdum. Biyomedikal mühendisim. İsviçre’ye gelmeden önce Lübnan’d a Medical International’d a çalışıyordum ve şimdi on sekiz aydır sığınmacı olarak İsviçre’d eyim. İ svi çre’ye gel m ed en ön ce S u ri ye’d e ya şa d ı kl a rı n ı bi ze a n l a ta b i l i r m i s i n ? İç savaş başlamadan önce Suriye’d e gayet normal bir hayatım vardı. 2010’d a üniversiteden mezun oldum ve


2011 senesinde Lübnan Medical International’d a işe başlayana kadar Suriye’d e küçük işlerde çalıştım. Devrimin başlamasıyla birlikte Barışçıl Cuma eylemlerine katıldım. Evlerini terk etmek zorunda kalmış ya da ilk yardıma ihtiyaç duyan insanlara yardım ettim. 2011 Aralıkta, amcam polisin ateş açması sonucunda büyükbabamın evinde öldü. Diğer amcam ise ailenin tüm fertleri önünde tutuklanarak hapse atıldı. İ svi çre’ye gel m eye n a sı l ka ra r verd i n ? Da h a ön ced en kon u ştu ğu m u zd a , a bi l eri n d en bi ri si n i n İ ngi l tere’d e ya şa d ı ğı n ı ve fa rkl ı ü l kel erd e ya şa ya n bi rçok a kra ba l a rı n ı n ol d u ğu n u söyl em i şti n . Ya kı n l a rı n ı n ya şa d ı ğı ü l kel ere gi tm eyi d eği l d e n ed en özel l i kl e İ svi çre’yi terci h etti n ? Mart 2012’d e çalıştığım şirket beni eğitim için İsviçre’ye gönderdi. İsviçre’ye geldikten üç gün sonra, kuzenimin Şam’d a tutuklandığını ailemden öğrendim. Eğer Suriye’ye dönersem, ben de tutuklanacaktım. Abim, İngiltere’d en İsviçre’ye geldi ve bana yardım etmek için Zürih’te Suriyeli bir arkadaşının yanında kaldı. Önümde üç seçeneğim vardı: 1. Suriye’ye geri dönecektim ve tutuklanacaktım. 2. Suriye’ye geri dönecektim ve muhalif güçlere katılarak reddettiğim Esad rejimine karşı savaşacaktım. 3. İsviçre’d e kalarak sığınmacı olacaktım. Nihayetinde,üçüncü tercihimi seçtim. İsviçre’d e on sekiz aydan beri sığınmacıyım ve mülteci statüsü almak için bekliyorum. İ svi çre H ü kü m eti n e, m ü l teci sta tü sü a l m a k i çi n ba şvu ru sü reci n n a sı l ol d u ? Yanıma sadece küçük bir el çantamı ve dizüstü bilgisayarımı alarak, Almanya sınırına yakın bir sığınma merkezine gittim. Hangi dilde konuşmak istediğimi sordular. Benimle ilgili bütün bilgileri detaylı bir şekilde Arapça ve İngilizce yazmamı istediler. Sonrasında polis, pasaportumu, kimliğimi, paramı ve bilgisayarımı onlara teslim etmemi istedi. Kalıcı bir yere transfer edilene kadar, eşyalarımın benimle birlikte kalamayacağını söylediler. Sonra, görevliler yastık, battaniye, diş macunu ve diş fırçası verdiler. Transfer edilmeyi bekleyen 12 kişiyle birlikte aynı odayı paylaşmaya başladık. İ svi çrel i

pol i sl eri n

sı ğı n m a cı l a rı

İ ki n c i

D ü n ya

S a va şı ’d a n ka l a n Al pl er’d eki a skeri sı ğı n a kl a ra gön d ererek on l a rı topl u m d a n i zol e etti ği h a berl eri bü yü k ya n kı u ya n d ı rd ı . Ba zı İ svi çrel i l er, su çu ön l em ek i çi n bu n u n gerekl i ol d u ğu n u sa vu n u rken , i n sa n h a kl a rı d ern ekl eri ve m erkez sol pa rti l eri i se pol i si a yrı m cı l ı k ya pm a kl a su çl a d ı l a r. Da h a sı , Brem ga rten ka sa ba sı n d a , h a fta i çi n d e sı ğı n m a cı l a rı n oku l ba h çel eri n e ve yü zm e h a vu zl a rı n a gi tm esi n i sı n ı rl a n d ı ra n ya sa kl a r kon u l d u . Tü m bu ya şa n a n l a r h a kkı n d a n el er d ü şü n ü yorsu n ? İ svi çre H ü kü m eti ’n i n m ü l teci l ere ve sı ğı n m a cı l a ra ya kl a şı m ı n a sı l ? Mültecilerin ve sığınmacıların bazılarının suça karıştığı bir gerçek. Bu haberler İsviçrelilerin, mültecilere yönelik yaklaşımını tümüyle yansıtmıyor. Dahası, her milliyetten çok farklı karakterlere sahip insanlar var. Bu yüzden, suç işleyenleri, gerçek mültecilerden ve sığınmacılardan ayırt etmek için daha fazla ve daha derin araştırmalar yapılmak zorunda. Bu kişiler aynı yerde yaşamak zorunda bırakılmamalı. Bu yaşananlar, duruma yardımcı olmuyor. Ayrıca, İsviçre’d e yabancılara karşı ırkçılık olduğunu da düşünmüyorum. Bazı kişiler yanlış zamanda yanlış kişiler ile karşılaşmış olabilir. Fakat, ben Suriye’d e neler olduğunu yakından takip eden ve bana saygı gösteren harika İsviçreliler ile karşılaştım. Bizler çok yakın arkadaş olduk. Kimse, tüm mülteci ve sığınmacıların suçlu olduğu veya kimse bütün İsviçrelilerin ırkçı olduğu genellemesini yapamaz. Ka l d ı ğı n m erkezi n koşu l l a rı n a sı l ? Yaklaşık 20 kişinin yaşadığı bir eve transfer edildim. Odamızda 4 tane yatak var. Evde kalanlarla, iki banyoyu ve bir mutfağı paylaşıyoruz. Herkesin bir yatağı ve küçük demirden yapılmış bir dolabı var. Burada dünyanın dört bir yanından gelen insanlar ile tanıştım. İran, Türkiye, Sri Lanka, Gana, Nijerya ve Fas’tan gelen kişilerle aynı odada kalıyorum. Tanıştığım Suriyelilerden bazıları ise 4 yıldır İsviçre hükümetinin kararını bekliyor. M ü l teci l eri n ka rşı l a ştı ğı en bü yü k probl em l er n el erd i r? Bu soru n l a r n a sı l çözü l ebi l i r? En büyük problemin bekleme süreci olduğunu düşünüyorum. Sığınmacılara 3 ay içinde olumlu ya da olumsuz yanıtın verilebileceği düzenlemeler olmalı. Daha önceden de söylediğim gibi, 4 yıldır bekleyen insanlar var; ben de 18 aydır mülteci statüsü almak için bekliyorum. Bu bekleme süreci çok tehlikeli. İşte bu süreçte, bazı sığınmacılar, İsviçre toplumu için

25


sorun teşkil etmeye başlıyorlar. Ayrıca bekleme sürecinde, sığınmacıların çalışmasına izin verilmiyor ve dil kurslarından faydalanamıyorlar. İ svi çre’d e va kti n i n a sı l geçi ri yorsu n ? Bahsettiğim gibi bekleme sürecinde olduğumuz için çalışmamıza izin verilmiyor, ama Basel’d eki bir Arap okulunda çocuklara gönüllü olarak Arapça öğretiyorum. Dünya Barış Akademisi’nde, Uluslararası Af Örgütü’nde ve SCI’d a gönüllüyüm. Hatta, iki hafta önce SCI’ın düzenlediği bir kampa katıldım. Boş zamanlarımda ise kitap okuyorum ya da yürüyüş yapıyorum.

26

(Ahmed Jizawi, “Suriye halkına destek olmak ve yapılan katliamlara tepki göstermek” için yapılan eylemlere katılıyor. Fotoğrafta da gördüğünüz gibi, Ahmed elinde “Suriyeli İnsanların Öldürülmesini Durdurun” yazılı bir pankart taşıyor. En son konuşmamızda ise Bern’d e yaklaşık 200 Suriyeli sığınmacının Federal Göçmen ve Mülteci Dairesi önünde yaptıkları eylemlere katıldığını söyledi. Suriyeli sığınmacılar, mülteci başvuru sürecinin daha kısa tutulmasını ve çalışma izninin verilmesini talep ettiler.)

Bi ra z d a S u ri ye’d eki fa rkl ı m ezh ep gru pl a rı n d a n ve 2 0 1 0 ’d a n gü n ü m ü ze S u ri ye’d e m eyd a n a gel en gel i şm el erd en ba h sed el i m . Etn i k ve d i l sel fa rkl ı l ı kl a r , S u ri ye’d e ya şa n a n ka rm a şa n ı n ön em l i bi r pa rça sı . S u ri ye’n i n etn i k ve d i n i ba kı m d a n ka rm a şı k, kozm opol i t ya pı sı ve fa rkl ı gru pl a r a ra sı n d a ki geçi şken l i kl er, i ç pol i ti ka d a ki d engel eri d e etki l em ekted i r. Ö zel l i kl e i ç sa va şl a bi rl i kte, m ezh epl er a ra sı n d a ki gergi n l i k d a h a fa zl a a rttı . Peki , i ç sa va ş ön cesi n d e, fa rkl ı m ezh ep gru pl a rı a ra sı n d a ki i l i şki l er n a sı l d ı ? Henüz Suriye’d e mezhepsel farklılıklara dayalı bir iç savaşın yaşandığını düşünmüyorum. Farklı mezhep

gruplarının olduğu bir gerçek, fakat onların hepsi Esad rejimine karşı savaşıyor. Ü l kem i zl e i l gi l i h i sl eri m i zi ta ri f etm ek zord u r. Am a n ereye gi d ersek gi d el i m , ü l kem i ze d ön d ü ğü m ü zd e ka l bi m i z d a h a fa rkl ı a tm a ya ba şl a r. Eğer ü l kem i zi terk etm ek zoru n d a bı ra kı l m ı şsa k ve u zu n bi r sü re d a h a ü l kem i ze geri d ön em eyeceği m i zi bi l i yorsa k, ya n ı m ı za ora l a rı h a tı rl a ta ca k kü çü k d a h i ol sa bi r şeyl er a l ı rı z. Ve bi z ka m pta yken , ya n ı n d a n a yı rm a d ı ğı n bi r n a rgi l en va rd ı . Akşa m ol d u ğu n d a , bi zi m i çi n Ara pça şa rkı l a r a ça rd ı n , a m a h ü zn ü ve özl em i d i l e geti ren şa rkı l a r. H ala B a s el Ra j ou b’u n sa ksa fon u n u n s es i ku l a kl a rı m d a . Ve sen Ah m ed , tü m bu ya şa n a n ka ra n l ı k gü n l er bi r gü n son bu l u p, ü l ken e geri d ön d ü ğü n d e ya pm a k i sted i ği n i l k şey n ed i r? (Bu soruyu sorduğumda, Ahmed’in gözü uzaklara doğru dalıyor, ve sonra ilk kez gülümseyerek yanıt veriyor.) İlk önce, ailemin evine gitmek istiyorum. Sonra, babam ve annemle birlikte kahve içmek ve temiz ve rahat yatağımda uyumak istiyorum. Ailemle, her gün internet üzerinden konuşmaya çalışıyorum, fakat Humus’taki kötü internet erişimi nedeniyle, bağlantıda sorun olabiliyor.

Suriye’ye dışarıdan bakıldığında her şey yolundaymış gibi gözükebilir, fakat biz konuşmanın yasak olduğu


bir ülkede yaşıyorduk. Herkesin yarınlara korku ile baktığı bir ülkede yaşıyorduk. Hükümet ile aynı görüşte değilseniz, hayal kurmanızın bile yasak olduğu bir ülkede yaşıyorduk. Karanlık bir mağarada yaşıyorduk. Arap Baharıyla birlikte, ilk defa bir ışık gördük. Kalbimizin ve aklımızın içindeki ışığı çok ağır bedeller ile ödediğimiz bir gerçek. Suriyeli insanların ödediği ve hala ödemeye devam ettiği bedelin karşılığını alıp alamayacağını merak ediyorum. G el ecekten n el er bekl i yorsu n ? Durum çok karışık. Gelecekten hiçbir beklentim yok. Tekrardan ailemle bir araya gelene kadar, onların Suriye’d e güven içinde kalmasını arzuluyorum. Son ol a ra k, b i r s ı ğı n m a cı ol a ra k tü m i n sa n l ı ğa , özel l i kl e d e pol i ti ci ka l a ra , n a sı l bi r m esa j verm ek i stersi n ? İnsan haklarını ve özgürlüğü desteklesinler. Böylece, mültecilerin ve sığınmacıların problemleri daha kolay çözülebilecek.

27


28

Baştan ikinci Ahmed Jizawi, Suriye’deki iç savaşı ve mülteci krizini protesto etmek için İsviçre’de katıldığı eylem


Geçmişten bu yana Güney Kafkasya ülkeleri olan Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan birçok imparatorluğun ve devletin himayesine girdiler. Bu üç ülkenin bazı politik görüşlerin ve çeşitli devletlerin ilgisini çekmesinin en büyük nedeni, jeopolitik açıdan önemli bir yere sahip olmaları; çünkü Güney Kafkasya, Batı Asya ile Doğu Avrupa’yı birbirine bağlıyorlar. Günümüzde hala doğu ve batı ülkeleri Güney Kafkasya’da söz sahibi olmak istiyor. Ama bunun bedeli hem siyasi hem de ekonomik olarak çok ağır olmakla birlikte, artık mesele sadece bölgeyi kontrol etmekten öte, petrol ve doğalgaz kontrolünü de içeriyor. Şu an bölge için en büyük tehdit Rusya; fakat buna rağmen geçen 10 yılda Rusya, Gürcistan ve Azerbaycan üzerinde üzerindeki etkisini kaybetti. Fakat Ermenistan ekonomik açıdan hala Rusya’ya bağlı durumda. Buna karşın, Gürcistan ve Azerbaycan farklı yollarla Rusya’nın boyunduruğu altından olmaktan kurtuldular. Bu noktadan sonra, öyle görünüyor ki, “Rus Fırtınası” Güney Kafkasya’ya doğru yeniden gündeme gelecek. Ekonomik baskılar, enerji bağlılığı, çok taraflı anlaşmalar, diasporalar ve Rus kültür eğitiminin yeniden kabul ettirilmeye çalışılması gibi etkenler, eski fakat son zamanlarda yeniden canlanan “Avrasya Birliği” hayalini diri tutuyor. Hatta tüm Güney Kafkasya ülkelerinin günlük haberlerinde yaklaşan “Rus Kasırgası” haberleri bölgeyi bir panik havasına doğru sürüklüyor.

Erm en i stan Ermenistan Cumhuriyeti köklü kültürel geçmişiyle birlikte demokratik, çok partili ve üniter bir ulus devletidir. 1920 ve 1991 yılları arasında Sovyetler Birliği’nin bir parçası olan Ermenistan, 1991’de Batı Asya ve Doğu Avrupa arasındaki geçiş yolu üzerinde konumlanarak bağımsız bir devlet haline geldi. Ayrıca, demokratik bir varoluş olarak Ermenistan Cumhuriyeti

çeşitli işbirlikleri, komisyonlar, uluslararası organizasyonlar, BM kuruluşları, fon ve programlar içerisinde bulunmaktadır.1 Ermenistan neredeyse dünyadaki tüm ülkelerle (Türkiye ve Azerbaycan gibi komşu olduğu iki büyük istisna dışında) iyi ilişkilerini sürdürmektedir. Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki tansiyon Sovyetler Birliği’nin son yıllarından bu yana düşmedi. 1990’larda Karabağ Savaşı’yla koparılan ilişkiler, iki ülke arasındaki siyasi ilişkileri de bitirdi. Bugün, yapılan aracılıklara rağmen, hala iki ülke birbirlerine sınırlarını kapalı tutuyor ve bu duruma kalıcı bir çözüm getirilmesi de pek mümkün görünmüyor.2 Türkiye ile olan ilişkileri de, Azerbaycan’la olduğu gibi, sınırları karşılıklı kapalı tutma seviyesinde devam etmektedir. Ermenistan geçerli koşulların sağlanması durumunda AB’ye katılımı söz konusu olabilecek bir devlettir. Bu doğrultuda 3 Eylül’de Sarkisyan’ın Moskova’daki girişimiyle Ermenistan’ın AB’ye katılım sürecindeki çalışmaları da başlamıştır. Bu durum bazı siyasi liderler ve siyaset analistleri tarafından tartışma konusu haline gelmiştir. Yalnızca Ermenistan muhalefet milletvekili Aleksandr Arzumanian tarafından “kesinlikle kabul edilemez bir gelişme” olarak görülmekle kalmamış, ayrıca AB içerisindeki bazı kişiler tarafından da negatif yönde karşılanmıştır. Daha sonra kasım ayındaki Vilnüs zirvesinde, AB senatörleri Ermenistan’ın Rusya yönetimindeki ticaret bloğuna olası üyeliğine, dolayısıyla AB’nin ticaret anlaşmalarına, uygun olmadığını açıkça belirttiler. Buna ek olarak, Ermenistan’da gelişen Rus kaynaklı ve Rus merkezli eğitim sistemi ve eğitim kurumları ile Putin’in ziyaretleriyle Rusya ve Ermenistan arasında git gide gelişen “derin integrasyon” yapılanması da eleştirilen bir ikinci konu oldu. Ermenistan’ın ekonomik olarak Rusya’ya bağlı olmasına rağmen bu yeni ticari adımları, komşularıyla ilişkileri konusunda artık yalnızca bir Rus uzantısı olarak değil; ayrıca bir tehdit olarak algılanmasına neden oldu. Asıl mesele, Ermenistan’ın özne konumundan nesne konumuna geçişi oldu diyebiliriz. Siyasi analist Mahrebyan Rusya-Ermenistan ilişkilerinin bu yeni durumunu, Rusya’nın Ermeni toplumuna bir sahiplik havası taşıması ve Ermenistan’ın dış politikasını kontrol etmek için sürdürdüğü bir politika olarak açıklıyor.3 Sonuç olarak söyleyebiliriz ki; şu anda akıllardaki en büyük soru, Ermenistan’ın Rusya’ya olan ekonomik bağlılığı bir siyasi bağlılığa dönüşerek Ermenistan’ın

29


egemenliği için bir tehdit teşkil edebilir mi?

30

Azerbaycan Azerbaycan, Kafkasya bölgesindeki en büyük devlettir. Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti 1918 yılında kuruldu fakat 1920 yılında Sovyetler Birliği’ne dahil oldu. Bağımsızlığını 1921 yılında yeniden kazanan Azerbaycan, 158 ülke ile diplomatik ilişkiler içerisinde bulunurken aynı zamanda 38 uluslararası organizasyonda yer alıyor. Diplomatik ilişkilerde başarılı olmakla birlikte uluslarası terörizmle savaşma koalisyonlarında da aktif üyeliğini sürdüren Azerbaycan, buna ek olarak Kosova, Afganistan ve Irak’ta barışı sağlama çalışmalarında da aktif rol alıyor. Azerbaycan NATO’nun “Barış için Ortaklık” programının aktif üyesi konumunda ve AB ile iyi ilişkilere sahip; hatta gelecekte gerekli şartları sağlaması durumunda AB’ye kabulü bile söz konusu olabilir. Komşularıyla olan ilişkilerinde ise Azerbaycan barışçıl bir politika sürdürüyor. Bu politika çerçevesinde hali hazırda bulunan sorunların çözümünden yana olan Azerbaycan devleti, bu noktadan sonra atacağı adımlarla bu ilişkilerin de geleceğini belirleyecek. Karabağ, Güney Osetya ve Abhazya ile Hazar Denizi’nin yasal statüsü konusunda birçok anlaşmazlığa düşmelerine rağmen, Azerbaycan’ın Rusya ile ekonomik, askeri ve kültürel bağları oldukça güçlü durumda. Başka bir deyişle, Ermenistan’ın aksine Azerbaycan Rusya’ya bağımlı olmayan bir ekonomik sistem kurmuş fakat Rusya’yla da ilişkilerini sıkı tutmayı başarmıştır. Azerbaycan ekonomisine bakacak olursak, Azerbaycan’ın üçte ikisi petrol ve doğalgaz zenginidir. Buna ek olarak %54,9 gibi bir oranla Azerbaycan bölgedeki en geniş tarım havzasına sahip ülkedir. Ayrıca turizm de Azerbaycan’ın ekonomisinde önemli bir rol oynamaktadır. Yani Azerbaycan kendi seçimini kendi yapma lüksüne sahip bir ülke olduğunu ekonomik olarak kanıtlamaktadır. Rusya ve Ermenistan arasındaki sıkı bağlara karşın Azerbaycan batı odaklı enerji politikasıyla Rusya ile karmaşık bağlar kurmuştur. Putin de 13 Ağustos’taki Bakü ziyaretinde bu karmaşık ilişkilere dikkat çekmiştir, fakat karmaşık da olsa iki ülke arasındaki ilişkiler hala sağlıklı bir şekilde ilerleyebilmektedir. Yalnız Rusya’nın, etnik sebeplerden dolayı öldürülen bir Azeri vatandaşına karşı olan tutumundan dolayı Azeri halkı Rusya’ya karşı bir tepki gösteriyordu. Bu tepkiden dolayı Azerbaycan Rusya’nın “Avrasya Birliği” düşüncesinde yer almaktan uzak bir tutum sergiliyordu. Azerbaycan, Rusya güdümlü bir topluluğa girme düşüncesinde olmadığını belirttiği bu zamanlarda Ermenistan böyle bir topluluğun içerisinde bulunabileceğini duyurmuştu. Bu durum gösteriyor ki Ermenistan ekonomik bağlılıklarından dolayı Rus merkezli bir politika izlemek durumunda kalırken, Azerbaycan petrol ve doğalgaz alanındaki zenginliklerini de hesaba katarak Rus güdümlü bir topluluğun içerisine girmeme özgürlüğüne sahip olduğunu hissettiriyor. Avrasya’da kurulan bir birlik yerine AB’ye yönelmeyi tercih eden

Azerbaycan’ın henüz AB ile bir ortaklık anlaşması planı yok. 21 Ekim’de gazetecilere verdiği demeçlerde Azerbaycan Dışişleri Bakanı Araz Azimov da AB ile “bölgesel yaklaşımlar üzerine kurulu” bir ilişki yerine “kişisel” ilişkiler kurmak yönünde bir politika izlediklerini belirtmiştir.4 Sonuç olarak, Moskova Bakü ile olan ilişkilerini geliştirme yönündeki isteğini, provakasyonların iki ülke arasındaki güçlü ilişkileri bozamayacağının altını çizerek, göstermeye devam etmektedir. Rusya enerji zengini olan Azerbaycan’la iletişimini kibarca sürdürerek Azerbaycan’ı bölgesel ticaretin içinde bulunmaya ikna etme amacındadır. Akıllardaki asıl soru işe şu: Rusya’nın bu çabası yalnızca ekonomik nedenlerden dolayı mı yoksa arkasında farklı bir amaç mı var? Gürcistan Gürcistan sınırları Karadeniz ile çizilmiş, Güney Kafkasya’daki üçüncü bağımsız ülkedir. 1921 yılında Sovyet Rusya tarafından işgal edilen bölge Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adıyla Sovyetler Birliği’ne bağlandı. Daha sonra 1991’de bağımsızlığını kazanmasının ardından post-komünist bir devlet haline gelen Gürcistan, 1990’larda sivil itaatsizliklerle ve ekonomik krizlerle boğuştu. Bu sorunlar 2003 yılında hükümetin ekonomik ve demokratik reformlar yaptığı “Gül Devrimi” gerçekleşene kadar devam etti.5 2003 Gül Devrimi’nin ardından Gürcistan ekonomisi liberalleşme ve dışa açılım yoluna gitti. Ağustos 2008 Savaşı’nın ve küresel ekonomik krizin etkilerini hisseden Gürcistan ekonomisinde dış yardımlar, yabancı yatırımlar ve yurtdışında yaşayan Gürcülerin para transferleri önemli bir yere sahiptir. 2012 yılında yapılan seçimler, uluslararası gözlemcilerin tahminlerine göre ülke tarihinin en rekabetli ve güvenilir seçimleri olacaktı. Lakin seçim sonuçlarında gözlemcileri ve otoriteleri şaşırtan bir sonuç çıktı. İvanişvili’nin Gürcü Rüyası Partisi, Saakaşvili’nin yönetimdeki batı odaklı partisi karşısında şaşırtıcı bir zafer kazandı.6 Buna rağmen, Milyarder İvanişvili ve Amerikan eğitimli Saakaşvili’nin partileri 27 Ekim 2013’e kadar ülkeyi birlikte yönettiler. İvanişvili Rusya’yla ilişkilerini normalleştirmek amacında olduğunu, Rusya’nın ülke sınırına kurduğu barikatın olimpiyatlar nedeniyle haklı sebeplere sahip olduğunu savunarak gösteriyordu. Fakat muhalefet bu barikatları “Rusya’nın yeni bir gerginlik yaratma aracı” olarak değerlendiriyordu.7 Rusya hakkındaki bu anlaşmazlıklar Rusya’nın Gürcistan üzerinde kurduğu Avrasya Birliği’ne katılım baskısından dolayı oluşuyordu. Fakat Kasım ayındaki Vilnüs zirvesinde AB ile serbest ticaret anlaşması imzalayan Gürcistan seçimini yapmış gibi görünüyordu, AB ile ilişki içerisine girerek Avrasya Birliği projesinde yer almayacağını açıkça gösteriyordu.8 Yalnız İvanişvili’nin Rusya’yla iyi ilişkiler kurmak amacında olduğunu da herkes biliyordu. Vilnüs’teki anlaşmadan sonra İvanişvili


görevinden ayrılarak aktif bir vatandaş olarak ülkesine faydalı olmayı düşündüğünü söylüyordu. Bu gelişmeden sonra akıllarda oluşan soru ise şöyle oldu: “AB ile imzalanan bu anlaşma Gürcistan’ın artık tamamen batı yönlü bir yola girdiğini mi gösteriyordu ve eğer böyle ise Rusya’nın bu noktadan sonra Gürcistan’a yaklaşımı nasıl olacaktı?” G en el Bakı ş Sonuç olarak, Güney Kafkasya’yla ilgili son zamanlarda ekonomik ve politik olarak birçok gelişme yaşanmıştır ve bölgedeki ülkelerin siyasi konumları sürekli değişim içerisinde bulunmaktadır. Özellikle Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan gibi bölgede önemli bir etkisi olan ülkelerin bu siyasi ve ekonomik dalgalanmalar içerisinde kendilerini nerede gördükleri ve hangi yönde politika izleyecekleri şu an bölgedeki en önemli konuların başında geliyor. Bu ülkelerin yapacakları seçimler ve uygulayacakları politikalar bölgenin geleceğinde önemli bir rol oynayacaktır. Bu yüzden bu noktadan sonra yapacakları seçimler de bölgede var olan siyasi yapıyı değiştirecek ve şekillendirecektir.

31

Refera n sl a r 1. Ermenistan Cumhuriyeti Resmi Sitesi, “Intergovernmental Commissions”, (2013), http://www.gov.am/en/committees/, (Erişim tarihi: 1 Aralık 2013) 2. Lionel Beehner; “Nagorno-Karabakh: The Crisis in the Caucasus”, (03 Kasım 2005), http://www.cfr.org/armenia/nagorno-karabakhcrisis-caucasus/p9148, (Erişim tarihi: 25 Kasım 2013) 3. Analyst; “Russia occupies Armenia”, (05 Kasım 2013), http://news.am/eng/news/179338.html, (Erişim tarihi: 25 Kasım 2013) 4. Shahin Abbasov; “Azerbaijan: Moscow Murder Investigation Stokes Anti-Russian Sentiment”,(30 Ekim 2013), http://www.eurasianet.org/node/67706, (Erişim tarihi: 25 Kasım 2013) 5. Gürcistan Resmi Sitesi, “About Georgia”, (2010), http://government.gov.ge/index.php?lang_id=ENG&sec_id=193, (Erişim tarihi: 24 Kasım 2013) 6. James Kirchick, “A Russian Victory in Georgia's Parliamentary Election”, (2 Ekim 2012), http://online.wsj.com/news/articles/SB10000872396390444592404578032293439999654, (Erişim tarihi: 24 Kasım 2013) 7. Shaun Walker, “Russian 'borderisation': barricades erected in Georgia, say EU monitors”, (23 Ekim 2013), http://www.theguardian.com/world/2013/oct/23/russia-borderisation-barricades-erected-georgia-eu, (Erişim tarihi: 25 Kasım 2013) 8. Rustavi2, “Official ceremony of EU-Georgia agreement initialed in Vilnius”, (29 Kasım 2013), http://www.rustavi2.com/news/news_text.php?id_news=50274&ct=0&im=main&ddd=&ddd2=&month=13&year=2013&srch_w=&srch=0&wt h=0&rec_start=0&rec_start_nav=0&ddd2=17-12-13&month=13&year=2013, (Erişim tarihi: 30 Kasım 2013)


Cezayir… Akdeniz ve Afrika’nın en büyük ülkesi. Etnik açıdan bir İslam, Arap ve Berberi ülkesi olan Cezayir’in adı “Adalar” anlamına geliyor ve o yarı başkanlık sistemi ile yönetilen merkeziyetçi bir cumhuriyet. Büyük bir petrol ve doğal gaz rezervine sahip; bunların ihracatı ekonominin temelini oluşturuyor. Afrika’nın en büyük petrol şirketi olan Sonatrach, Cezayir hükümetine ait. Aynı zamanda bir OPEC, Afrika Birliği, Arap Birliği, Birleşmiş Milletler üyesi ve Arap Mağrip Birliği kurucu üyesi olan Cezayir, bugün iktisadi ve idari açıdan geçmişe göre en iyi konumunda. Ancak bugünlere gelmesi hiç de kolay olmadı.

32

Cezayir’in tarihi gelişimine baktığımızda, bulunduğu konum çok eskillerden beri bir yerleşim merkezidir. Buradaki en eski halk Berberilerdir. İlk ve orta çağlarda sırasıyla Fenikeliler, Romalılar ve Bizanslılar tarafından işgal edilmiştir. Yaklaşık 7. yüzyılda Müslümanlar tarafından işgal edildikten sonra halk İslamiyet’i kabul etmiş, İslam kültür ve medeniyetini benimsemiş ve Arapça dilini günümüze kadar korumuşlardır. 16. yüzyılda Barbaros Hayrettin Paşa tarafından fethedildikten sonra yaklaşık üç yüz yıl Osmanlı yönetiminde kalan Cezayir’in sancılı dönemleri, 1830’d a Fransızlar tarafından işgale uğramasıyla başladı. Cezayir, 1830-1962 yılları arasındaki dönemde bir Fransız kolonisiydi ve Sanayi Devrimi’nden sonra dünyada ortaya çıkan sömürge yarışının sonucu olarak işgal edilmişti. Bu işgale yerli halkın tepkisi uzun yıllar devam etti. Fransız yönetimi bu direnişi kırabilmek için acımasız bir yol izledi. Halkın bağımsızlık direnişlerine desteğini ve katılımını engellemek için gerek askeri, gerek dini her türlü baskı yöntemini denediler. 1870’lerde halk kendi ülkesinde ikinci sınıf insan muamelesi görüyordu. Ülke, sıkıyönetim halindeydi ve bu duruma katlanmak insanlar için çok zordu. 1881’d e büyük bir ayaklanma çıktı. Bu ayaklanma ancak 3 yıl süren direnişten sonra kanlı bir şekilde bastırılabildi. Bu olayın sonucu olarak 1884’te Fransız yönetimi “Yerli Kanunu” 1 adı verilen ve

yaptırımları çok ağır olan kanunları uygulamaya geçti. Bu kanunlar Fransızları ayrıcalıklı konuma getirirken, Cezayirlileri mağdur durumuna sürüklüyordu. İşgal masrafları Cezayir halkından alınan vergilerden sağlanıyordu. Uygulaması 1919’a kadar süren bu kanunlar, pek çok Cezayirliyi ülkelerini terk etmek zorunda bırakmıştır. Bütün bu despotik uygulamaların altında, Cezayir halkı tepkisini göstermek için zaman zaman sivil teşkilatlar kuruyordu. Ancak bu teşkilatlar kısa süreli ve başarısız oluyorlardı. İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan hava Cezayirlilerin bağımsızlık duygularını körüklemişti. Savaşın bitmesini kutlayan bir grup Cezayirlinin Cezayir bayrağı açması, Fransız işgalcileri kızdırdı ve orada bulunan Cezayirliler üzerine ateş açtılar. Ardından karşılarına çıkan yaklaşık 45 bin sivil Cezayirliyi katlettiler. “Sétif ve Guelma Katliamı” 2 olarak geçen bu olay, Cezayir’d e son bağımsızlık mücadelesinin de fitilini ateşlemiştir. Yapılan hazırlıklar sonucu 1954’te başlatılan ayaklanma 1962’ye kadar devam etti. 8 yıl süren Cezayir Bağımsızlık Savaşı, 1.5 milyon Cezayirlinin ölümüyle kayıtlara geçmiştir. Tüm bu zorlu 132 yıl, 5 Temmuz 1962’d e Cezayir Demokratik Halk Cumhuriyeti adıyla bağımsızlığını ilan etmesiyle sona erdi. Bu dönemde Fransa’nın Cezayir’d eki uygulamaları bugün hala tartışılıyor ve sık sık dünya gündeminde yer buluyor. Birçok tarihçi, Fransa’nın Cezayir’d e yaptıklarını ‘katliam’ olarak nitelendiriyor. Tarihçilerin bu konu hakkındaki yorumları ve açıklamaları şöyle dursun, o dönemlerde Cezayir’d e görev yapmış olan birçok asker de daha sonra çekilen belgesellerde yapılan işkenceleri anlattı ve bu katliamı itiraf etti. Bu noktada, benim en çok dikkatimi çeken isim Paul Aussaresses oldu. Fransa tarafından Légion d’Honneur madalyasıyla ödüllendirilen şu anda emekli bir general. 1955’te, Cezayir’in kurtuluş mücadelesinin başladığı dönemde, Fransız ordularının başında bulunuyormuş. 2001 yılında bu savaşla ilgili anılarını


yazdığı “Services spéciaux Algérie 1955-1957: Mon témoignage sur la torture (Gizli Servisler: İşkencenin Terminolojisi)” kitabıyla yaptığı işkenceleri ve milyonlarca insanı öldürdüklerini itiraf etmiş. Yaptıklarından ötürü hiçbir pişmanlığının olmadığını da hem kitabında hem de verdiği söyleşilerde her zaman belirtiyor. Ünlü Fransız gazetesi Le Monde’a 2000 yılında verdiği röportajda bizzat kendi sözleriyle “sans regrets ni remords” yani “pişmanlık veya vicdan azabı yok”. Öldürdüğü insanları birer ‘terörist’ olarak nitelendiriyor ve bilgiye ihtiyacı olduğunu, seçme şansının olmadığını; konuşmayanları ise işkence ile konuşturduğunu söylüyor. Ona göre bu bir insanlık suçu değil çünkü bu bir savaş… 3 Ayrıca 1500 kişiyi yargısız infaz ettiği de söyleşileri sırasında yaptığı itirafları arasındadır. Bu açıklamalarının ardından Fransız hükümeti tarafından sadece 6.500 dolar para cezasına çarptırılmıştır. Cezayir soykırımının ülkemizde gündeme gelmesi ise Fransa’d a 2011 yılında “Soykırımı İnkâr” yasasının Fransız Parlamentosu tarafından kabul edilmesinden sonra olmuştur. Bu yasaya göre Ermeni soykırımını inkâr eden, aşağılayan ya da önemsizleştirilmesi gibi davranışlarda bulunan kişi, 1 yıl hapse ya da 45 bin Avro para cezasına çarptırılacaktı. Yasanın Parlamento’d an geçmesi, Türkiye hükümeti tarafından sert tepkiler verilmesine neden olmuştur. 4 İki ülke arasında diplomatik krize neden olan olay sonucu, bazı milletvekilleri TBMM’d e Cezayir soykırımını inkâr edenlerin cezalandırılması ile ilgili yasa çıkarılmasını önermişlerdir. Başbakan Erdoğan ise tepkisini “Fransa gitsin Cezayir’d e yaptığı soykırıma baksın” sözleriyle ifade etmiştir. Türkiye’nin bu tepkisine karşı Cezayir Başbakanı Ahmed Uyahya “Türkler 3 günde Cezayir’i Fransızlara teslim etti, kanımız üzerinden çıkar sağlamayın” sözlerini sarf etmiştir. 5 Ermeni soykırımı geçmişten günümüze pek çok tarihsel ve akademik tartışmalara konu olmuştur ve günümüzde halen bir iddia niteliğindedir. Böylesi kanıtlanmamış, akademik bir konunun; demokrasinin öncüsü ve kurucusu kabul edilen Fransa’d a, Fransız Parlamentosu’nda ifade özgürlüğüne tamamen karşı nitelikte olan bir yasa şeklinde kabul edilmesi gerçekten çok düşündürücüydü. Keza Cezayir soykırımı da oldukça hassas bir konu... Binlerce insanın hayatını kaybettiği, bilimsel tartışma konuları olan bu iki olayın; siyasi çıkarlar uğruna meclis gündemine getirilmesi uzun süre tartışıldı. 28 Şubat 2012’d e Fransız Anayasa Konseyi, bu yasanın düşünce

ve ifade özgürlüğü, bilimsel araştırma özgürlüğü, iletişim özgürlüğü ile suç ve cezanın yasallığı ilkesini ihlal ettiği ve 1789 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ve 1958 tarihli Fransa Anayasasına aykırı olduğunu ilan ederek yasayı iptal etmiştir. 6 Yasanın iptali elbette birçok çevre tarafından sevinçle karşılandı, olması gereken olmuştu; ancak ardında insanların acılarıyla dolu bu iki olayın siyasi oyunlara alet edilmesinin çirkin yansımasını bıraktı. Böyle yasalar çıkarmanın ya da en azından gündeme getirmenin ne kadar doğru ne kadar yanlış olduğu ise hala tartışılabilir. Son dönemlerde Fransa-Cezayir ilişkilerinin dünya gündemine gelmesi ise François Hollande’nin yeni devlet başkanı seçilmesiyle oldu. Seçildikten sonra bağımsızlığının 50. Yılını kutlayan Cezayir’i ziyaret edeceğini açıklayan Hollande, Cezayir’i ziyaret eden üçüncü Fransız devlet başkanı oldu. Ziyaretinden kısa bir süre önce 17 Ekim 1961’d e Cezayirlilere yapılan kanlı baskını tanıdığını, “17 Ekim 1961'de özgürlükleri için gösteri yapan Cezayirliler kanlı bir baskınla öldürüldü. Fransa Cumhuriyeti, tüm açıklığıyla bu olayları tanır. Bu trajediden 51 yıl sonra, hayatını kaybeden kurbanları saygıyla anıyorum" 7 sözleriyle ifade etti. Kendisinden önceki devlet başkanı olan Sarkozy de Cezayir’i ziyaret etmiş ve orada yaptığı konuşmayla alkışlanmış, başarılı bir ziyaret geçirmişti. Ancak 2008’d e Cezayirli bir diplomatın tutuklanmasıyla ilişkiler en alt seviyeye indirilmişti. Hollande’nin diğer başkanlardan farkı bu olay için özür dilemesi oldu. Sonucunda ise Hollande, şu ana kadar bu saldırıları kabul edip, özür dileyen ilk devlet başkanı oldu. Fransa’d aki diğer bir önemli sorun ise ‘FransızCezayirliler’ olarak adlandırılan ve bir kısmı Müslüman olan insanların sık sık ırkçı saldırılara maruz kalması ve 2. sınıf vatandaş muamelesi görmesi. Sarkozy döneminde bu vatandaşlar için pek de kayda değer bir çalışma yapılmamıştı. Hollande’nin bu ziyareti ve özrü bazı çevreler tarafından FransızCezayirlilerin de durumunu iyileştirecek çalışmalar yapılacağının göstergesi olarak görüldü. Ancak bazı uzmanlar ise bu ziyaretin sadece ekonomik amaçlı olduğunu, ilişkilere sadece bu yüzden önem verildiğini savunuyorlar. 8 Cezayir, petrol ve doğal gaz kaynakları nedeniyle şu anda Fransa’nın en önemli ekonomik ortaklarından biri konumunda. Küreselleşen dünyada Fransa’nın ayakta kalabilmesi için Cezayir’e ihtiyacı var. Bu ziyaretin perde arkasının sadece bu ekonomik

33


bağımlılıktan dolayı olduğunu savunanlar çoğunlukta. Hangi tarafın haklı çıkacağını ise zaman gösterecek. Geçmişten günümüze Fransa-Cezayir ilişkileri, aradan zaman geçse de, açılan büyük yaraların kapanmadığının göstergesi; özellikle bu yaraları kapatmak için bir şey yapılmıyorsa. Ne yapılırsa yapılsın gerçekleri değiştirmek de mümkün değil. Fransız ordusunun Cezayir’d e bulunduğu dönemde yaklaşık 5 milyon Cezayirli öldürülmüş, 8 bin köy haritadan silinmiştir. “1830’d a Fransa Cezayir’e girdiğinde nüfus 8 milyondu, 1962’d e ülkeyi terk ettiğinde ise 6 milyon. 132 yıl Cezayir halkı sanki hiç do

ğum yapmamış gibiydi…” 9 diyor Cezayir Parlamentosu başkan yardımcısı Bounah Kamel verdiği bir röportajda. Fransa’nın bu olayları katliam olarak kabul etmemesi ve tam tersine meşrulaştırmaya yönelik bir politika uygulaması, iki ülke arasındaki ilişkileri çoğu zaman çıkmaza sürükledi. François Hollande’nin en azından gerçekleşen olaylardan birini kabul edip, özür dilemesi umut vadeden bir gelişme diye düşünüyorum. Geçmişi acılarla dolu, ülkesini terk etmeye zorlanmış bir halk Cezayir halkı… Umut ediyorum ki, gelecekleri geçmişin karanlığını aydınlatabilecek kadar parlak olur.

34

Refera n sl a r 1. Asimetrik Savaşlar, “Fransa’nın Cezayir İşgali”, (31 Mart 2011), http://asimetriksavaslar.wordpress.com/2011/03/31/107/, (Erişim Tarihi: Kasım 2013) 2. Liberté, “Témoins des massacres du 8 Mai 1945 en Algérie”, (8 Mayıs 2004), http://www.algerie-dz.com/article611.html, (Erişim Tarihi: Kasım 2013) 3. Florence Beaugé, “Comment "Le Monde” a relancé le débat sur la torture en Algérie”, (4 Aralık 2013), http://www.lemonde.fr/afrique/article/2012/03/17/le-monde-relance-le-debat-sur-la-torture-en-algerie_1669340_3212.html, (Erişim Tarihi: Kasım 2013) 4. Gregory Viscusi & Emre Peker, “French Assembly Approves Armenian Genocide Law as Turkey Lobbies”, (23 Aralık 2011), http://www.businessweek.com/news/2011-12-23/french-assembly-approves-armenian-genocide-law-as-turkey-lobbies.html, (Erişim Tarihi: Kasım 2013) 5. Milliyet Dünya, “Erdoğan’a çattı Cezayir karıştı!”, (9 Ocak 2012), http://dunya.milliyet.com.tr/erdogan-a-catti-cezayir-karisti /dunya/dunyadetay/09.01.2012/1486420/default.htm, (Erişim Tarihi: Kasım 2013) 6. CNN Wire Staff, “French court overturns Armenian genocide denial law”, (28 Şubat 2012), http://edition.cnn.com/2012/02/28/world/europe/france-armenia-genocide/index.html, (Erişim Tarihi: Kasım 2013) 7. Sinan Özdemir, “Hollande’d en 50. yıl ziyareti”, (17 Aralık 2012), http://www.dunyabulteni.net/haberler/239066/hollandeden-50-yilziyareti, (Erişim Tarihi: Kasım 2013) 8. Nabila Ramdani, “French-Algerians are still second-class citizens”, (19 Aralık 2012), http://www.theguardian.com/commentisfree/2012/dec/19/french-algerians-still-second-class, (Erişim Tarihi: Kasım 2013) 9. Scotsman, “Algerian Leader Calls Colonisation Genocide”, (18 Nisan 2006) http://www.scotsman.com/news/world/algerian-leadercalls-colonisation-genocide-1-1114391, (Erişim Tarihi: Kasım 2013)


Güney Kafkasya’nın sahip olduğu stratejik konumu, bölgenin yıllardır hem enerji hem de ulaşım bakımından anahtar rol oynamasını sağlamıştır. Bu rol son günlerde daha da artmaya başlamış, hem Avrupa hem de Rusya ve Amerika için önemli yerlerden biri olmuştur. Dikkatlice baktığımızda Güney Kafkasya’nın önemli ve aynı zamanda tehlikeli bir anahtar bölge olduğunu görebiliriz. Peki nedir bu bölgeyi bu kadar tehlikeli ve önemli kılan faktörler? Tehlikeli olmasının en büyük nedeni, sahip olduğu sınır komşularının uluslararası arenada tarih boyu birbirleri ile rekabet eden Rusya Federasyonu, Türkiye ve İran gibi üç büyük devletlerden oluşmasıdır. Bundan başka batıdan Karadeniz, doğudan ise Hazar Denizi tarafından kuşatılmış olması ve sahip olduğu zengin enerji kaynakları ile birleşerek bölgenin önemini daha da artırmıştır. Özellikle zengin enerji kaynakları Kafkasya’nın uluslararası arenadaki öneminin en mühim nedenidir. Bu yüzden de Avrupa Birliği ve NATO dahil olmakla bir çok yabancı kuruluşlar kişisel çıkarlarını sigortalamak için bölge güvenliğinin gelişmesi ve istikrarının sağlanması için önemli adımlar atmaktadır. Kafkasya ve Avrupa Birliği arasında olan ilişkiler güvenlik, ulaşım ve enerji alanında büyük öneme sahiptir. Bu nedenden dolayı AB bölge ülkeleri arasında işbirliğinin, istikrarın ve ekonomik ve politik ilişkilerin geliştirilmesi için destek veriyor. “2004 senesi Avrupa Parlamentosu Gahrton raporu, bölgenin artmakta olan önemini ve enerji kaynaklarının yanı sıra, stratejik bir transit role sahip olduğunu da açıkça vurguluyor.”1 Son yıllarda güvenilir ve sabit enerji kaynaklarına sahip olmak yalnız Avrupa ülkelerinin değil, diğer tüm büyük ve güçlü devletlerin başlıca maksatlarından biri haline gelmiştir. Enerjide dışa bağımlı birçok devlet alternatif enerji kaynaklarının bulunması ve anlaşmaların sağlanması için politik, ticari ve hatta askeri çabalar göstermektedirler. Güney Kafkasya AB enerji politikasında nasıl bir rol oynayabilir? Ve neden Avrupa enerji stratejisinde önemli bir parça? Diğer birçok devlet gibi AB de enerji konusunda dışa, özellikle Rusya devletine, daha çok bağlı. “Genel olarak istatiksel bilgilere baktığımızda, Avrupa’nın doğal gazda yüzde 65 ve petrolde ise yüzde 54’ünü ithal ettiğini görebiliriz ve Rusya bu ihtiyacın büyük bir hissesini karşılayarak en büyük ihracatçı rolünü oynuyor.”2 Avrupa’nın kendine bu kadar bağlı olması Rusya’nın çok işine geliyor, çünkü Rusya gibi diplomasi cambazı olan bir ülke bu durumdan uluslararası

politikada kendi isteklerini hayata geçirebilmek için çok iyi faydalanabilir. Diğer bir taraftan baktığımızda enerjide AB’nin Rusya’ya ne kadar ihtiyacı varsa Rusya’nın da Avrupa parasına o kadar ihtiyacı olduğunu görebiliriz. Bu durumdan pek de hoşnut olmayan AB, enerjide Rusya’ya bağımlılığı azaltmak için alternatif ve daha güvenli yollar aramakta. Şu anda Orta Doğu’daki durum göz önüne alınırsa, enerji bakımından güvenli bölgelerden biri Güney Kafkaslar ve Hazar denizi olabilir. Bu nedenle de son yıllara dikkat ettiğimizde açıkça görebiliriz ki Avrupa, direk veya Türkiye aracılığıyla, Güney Kafkasya’da özelikle Azerbaycan ve Gürcistan’da yeni enerji projelerini hayata geçiriyor. Bu projelerden en önemlileri “Bakü-TiflisCeyhan (BTC)”, “Bakü-Tiflis-Erzurum (BTE)” ve en yenisi olan “Trans-Adriyatik Boru (TAB)” hatlarıdır.3 Avrupa için daha da önemli olan NABUCO projesiyle ilgili tartışmalar ise hala devam etmektedir. Neden Ermenistan bu projelerde yer almıyor? Gürcistan’ı ve Azerbaycan’ı önemli kılan özellikler nelerdir? Bu soruların cevabı aslında çok açık. En önemli özelliklerden biri Azerbaycan’ın sahip olduğu zengin enerji servetleridir. Bundan başka, yukarıda da belirttiğim gibi, Güney Kafkasya sahip olduğu sınır komşuları nedeni ile aslında çok tehlikeli bir bölge ve bu tehlikeyi daha da artıran faktörlerden biri de bölgedeki ülkeler arasında olan “frozen conflict”lerdir.4 Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından patlak veren bu olaylardan biri Azerbaycan ve Ermenistan arasında olan Karabağ Savaşı, diğeri ise Gürcülerle ve Abkhazlar arasında olan savaştır. Bu nedenle de Ermenistan işgal ettiği Azerbaycan topraklarından çekilmediği için bölgede yapılan tüm enerji anlaşmalarından mahrum durumda kalmaktadır. Bu durum yalnız Ermenistan’ın değil, Rusya’nın da hoşuna gitmiyor. Bunun nedeni Azerbaycan’ın uyguladığı başarılı enerji projeleri sayesinde yalnız bölgede değil, enerji sektöründe de önemli bir role sahip olmasıdır. Avrupa ile Kafkaslarda yapılan enerji projelerinin hiçbirinde Rusya yer almamıştır ve bu durum özellikle Putin’in hiç hoşuna gitmemiştir. Bundan başka, Avrupa’nın Rusya’ya olan enerji bağımlılığını azaltabilmek için alternatif yollar bulması ve bu yolların özellikle Rusya’nın kontrolünde olan Kafkaslar ve Hazar Denizi olması, Putin’i hem kızdırmış hem de endişelendirmiştir. Başka bir soru ise, Putin’i kızdıran nedenlerin enerji projelerinde yer almaması mı yoksa Kafkasların Avrupa ile olan enerji yakınlığı mı? Soğuk Savaş döneminin bitmesi ile beraber Kapitalizm ve Sosyalizm arasında olan rekabet ve çatışmalar da son buldu, fakat bundan sonraki

35


36

dönemde daha güçlü ve yeni ekonomik güçler ortaya çıktı. Uluslararası politika artık kapitalizm ve sosyalizm arasında olan çatışmalara değil, ekonominin gelişmesinde ve kontrolünde büyük rol oynayan doğal enerji kaynaklarının kontrolüne yoğunlaştı. Aynı zamanda enerji kaynaklarının kontrolü Rusya, Amerika ve Çin gibi büyük devletler arasında çatışmalara ve rekabete yol açtı; bunun nedeni uluslararası politikada yeni güç dengesini yalnız askeri olanakların zenginliği değil, enerjide yeterli kaynaklara sahip olmak belirliyordu ve enerji dolaylı yollarla askeri gücü de etkileyebiliyordu. Bu nedenle de Avrupa devletlerinin enerjide Rusya gibi büyük ve kurnaz devletlere bağımlı olmak istememesi ve aynı zamanda Rusya’nın da Avrupa gibi güçlü ve önemli bir bölgenin enerjide kendine bağımlılığını azaltmasından hoşlanmaması açıkça hissedilebiliniyor. Özellikle Rusya Avrupa’nın Kafkaslarda etkisini artırmasını ve bu devletlerin kendinden uzaklaştırılıp Avrupa etkisi altına alınmasını desteklemiyor, çünkü Kafkaslar bir bakıma tampon bölge gibi düşünülebilir ve Rusya bu devletlerden ucuza enerji alıp Avrupa’ya daha pahalıya satabiliyor. Bundan başka, Azerbaycan ve Gürcistan Türkiye ile ilişkilerini her geçen gün ekonomik ve politik alanda daha da geliştiriyor; fakat bu ülkelerde Rusya yalnız politik ve askeri tehditler sayesinde etkisini sürdürebiliyor. Ermenistan’ın Rusya’yı desteklemesinin tek nedeni Karabağ savaşından dolayı Azerbaycan ve Türkiye ile olan ekonomik ve politik ilişkilerinin kesilmesi ve bu durum sonucunda bölgedeki enerji ve ekonomik projelerden uzak kalması sebebiyle ülkenin ekonomisinin gelişmemesidir. Kısaca özetlersek, Azerbaycan Karabağ’ı kaybetmekle kendi bağımsızlığını kazandı, fakat Ermenistan Karabağ’ı kazanmakla özgürlüğünü kaybetti diyebiliriz. “Bazı Rus uzmanlar, Kafkaslarda yapılan enerji projelerinin Avrupa’nın ve Amerika’nın buradaki egemenliğini ve etkisini daha da artırmak ve bu yolla eski Sovyet devletlerini Rusya’nın etkisinden çıkarmak için kullandıklarını iddia ediyorlar”.5 Güney Kafkasya ve Hazar Denizi yalnız güvenli enerji kaynakları elde etmek için değil, aynı zamanda bölgedeki jeopolitik baskıyı da sağlamlaştırmak için önemli bir yerdir. Bu gibi yorumlar, aslında, Kafkaslarda artmakta olan Avrupa etkisiyle Moskova’nın Gürcistan’ı kaybettiğini gösteriyor; Azerbaycan’ın da Türkiye ile her zaman var olan iyi ilişkilerinin daha da gelişmesi bölgede olan Rus etkisini

git gide yok ediyor. Bundan başka, Avrupa etkisini Kafkaslarda daha da güçlendirirse ve bu bölgedeki ilişkileri sigortalarsa, bir sonraki yer Orta Asya devletleri, özellikle Kazakistan –ki enerji zenginliğine göre önemli bir ülke– olacaktır. Fakat bölgedeki “frozen conflict” dediğimiz Karabağ ve Gürcü Abkhaz Savaşı, enerji projeleri için büyük bir tehlike içermektedir. Bu sorunları Rusya için de güçlü bir koz olarak görebiliriz; çünkü eğer bölgedeki devletler bir gün Avrupa’ya ve Türkiye’ye sırtlarını tamamen çevirirlerse, o zaman Rusya patlamaya hazır olan sorunları istediği yönde geliştirebilir. “Nitekim 2008 Rusya-Gürcistan savaşının en büyük nedeni, Saakaşvili devletinin yeni dış politikasında Avrupa ve NATO’ya daha yakın olmak ve Rusya’nın etkisini azaltmaktı.”6 Aslında bu savaşla Rusya hem bölge ülkelerine, özellikle Azerbaycan’a ve Amerika’ya, bir mesaj vermek istiyor, hem de kontrolün hala kimin elinde olduğunu unutmamaları gerektiğini hatırlatıyordu. Bu nedenle de gelecekte enerji alanında Kafkasya’nın sırtını Rusya’ya tamamen dönmesi yakın zamanda imkansız gözüküyor. “2013 senesi Kafkaslar için çok önemli bir dönem. Gürcistan ve Azerbaycan’da seçimler oldu ve yeni dönemde bölge ülkelerinin hem enerjide hem de uluslararası politikada AB ve komşu ülkelerle nasıl bir strateji izleyeceği kapalı bir kutu gibi gözükmekte. Avrupa doğal gazda ve petrolde Rusya’ya olan bağımlılığını azaltmaya çalışıyor ve 2007’de Bulgaristan ve Romanya’nın AB’ye katılması, Avrupa’yı Karadeniz’e ve buradaki enerji olanaklarına ve de savaşlara daha da yaklaştırdı.”7 Daha başarılı ve güvenli bir enerji ağı için AB, Kafkaslarda oluşan buzları eritmeli ve iki taraflı ilişkileri daha da iyi geliştirmelidir. Bu ülkelerin Rusya yerine Avrupa ile yakınlaşması, sorunların daha çabuk ve kolay bir biçimde anlaşma sağlanarak çözülmesine yardımcı olacaktır. Bu nedenle de AB ve NATO bölgedeki etkisini artırmalı, daha aktif bir rol oynamalı ve bu ülkelerde demokrasinin daha da gelişmesine yardım etmelidir. Böylece, istikrar ve bölge güvenliğinin korunması sayesinde, enerji güvenliği de sağlama alınmış olacak. Daha öncede belirttiğim gibi, Kafkaslar artık enerjide önemli bir rol oynamaya başlıyor; burada olabilecek bir savaş, doğrudan uluslararası enerji pazarını negatif yönden etkileyecektir.

Refera n sl a r 1. Dr. Tracey C. German. “The Caucasus and Energy Security”, (2008), http://www.cria-online.org/3_1.html (Erişim Tarihi 9 Kasım 2013) 2. Assist. Prof. Dr. Haydar EFE “Foreign Policy of the European Union Towards the South Caucasus”, (2012), http://www.ijbssnet.com/journals/Vol_3_No_17_September_2012/21.pdf, (Erişim Tarihi 11 Kasım 2013) 3. Kostis Geropoulos “Azerbaijan wants bigger EU role in South Caucasus”(2013) http://www.neurope.eu/article/azerbaijan-wants-bigger-eu-role-south-caucasus 4. Simon Schmidt “Unstable but Important – The EU’s objective in the South Caucasus”, (2012), http://www.europeandme.eu/16brain/881-the-eus-role-in-the-south-caucasus?start=1 (Erişim Tarihi 10 Kasım 2013) 5. Doc. Togrul Ismail. “Azerbaycan Türkiye ilişkilerinde Enerjinin rolü” (2013) http://www.enerjigunlugu.net/azerbaycan-turkiyeiliskilerinde-enerjinin-rolu_4544.html#.Upi_r9IW24l, (Erişim Tarihi 10 Kasım 2013) 6. European Commission “ Energy security in Europe” (2010) http://ec.europa.eu/energy/fpis_en.htm 7. Stefan Meister, Marcel Viëtor “”The Southern Gas Corridor and the South Caucasus” (2012) https://dgap.org/en/thinktank/publications/further-publications/southern-gas-corridor-and-south-caucasus (Erişim Tarihi 11 Kasım 2013)


Avrupa, İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde gün geçtikçe dünya siyasetindeki etkinliğini kaybediyor. Avrupa gerilerken Asya, özellikle Pasifik Asya hızla yükseliyor. Fakat bu yükseliş ülkelerin beraber çalışmasından ziyade, ülkeler arası çekişmelere ve anlaşmazlıklara sebep oluyor. Pasifik Asya’nın yükselişinde birçok ülke ön plana çıksa da, bu ülkelerin başını Çin’in çektiğini ve bölgenin geleceğindeki en önemli aktörün Çin olduğunu söylemek yanlış olmaz. Çin tarih boyunca güçlü ve önemli bir devlet iken soğuk savaş döneminden bir süper güç olarak çıktı. Gerek nüfusu, gerek doğal kaynakları, gerekse bölge üzerindeki kültürel hakimiyeti ile Çin zaten Asya politikasının önde gelen ülkelerindeyken, gerçekleştirdiği endüstriyel atak ile Afrika`ya yaptığı yatırımlarla dünya siyasetinde de ön plana çıkan ülkelerden biri konumuna geldi.

etti. Fakat Çin’in bölgede destekçileri olduğu kadar rakipleri de var. Güney Kore ve Kuzey Kore arasındaki sorunlar Çin’i de yakından ilgilendiriyor. İdeolojisi gereği Çin, Kore savaşları sırasında komünist kuzeyi destekledi ve hatta Rusya yerine askeri yardım Kuzey Kore’ye Çin’d en gönderildi. Çin, Güney Kore ile ise ilk diplomatik ilişkilerini 1992’d e kurdu. Bu tarihten önce iki ülke arasında ekonomik ilişkiler olsa da ikili ticaret hacmi sadece 6 milyar dolardı. 2011 yılına geldiğimizde ise iki ülkenin ikili ticaret hacminin 220 milyar dolarlık bir seviyeye geldiğini görüyoruz. Güney Kore’nin savunma sanayisindeki en büyük destekçisi Amerika ile ticaret hacminin sadece 200 milyar dolar olduğunu düşünürsek, Pekin ve Seul’un birbirleri için ne kadar önemli birer ekonomik ortak olduğunun görebiliriz. 3

Çin’in Pasifikteki politikalarına baktığımızda diğer yükselen ekonomilerle barışçıl bir rekabet içindeymiş gibi görünebilir –ki zaten Çin halen, Afyon Savaşları sonrasında yaşadığı en uzun barış dönemi içinde. Fakat bu duruma rağmen her yıl askeri bütçesini arttırıyor ve 2015’e kadar da bu bütçenin ikiye katlanması planlanıyor. 1 Bu durum da çevre ülkelerin Çin’i yükselen bir tehdit olarak görmesine neden oluyor. Özellikle Japonya başta olmak üzere Pasifik ülkeleri, Çin’in politikalarını sertleştireceğinden ve o yüzden önceden önlem alıyor olduğundan çekiniyorlar.

Geçmişte yaşanan krizlere rağmen iki ülke arasındaki ilişkiler gün geçtikçe iyiye gidiyor. 2012 yılında iki ülke diplomatik ilişkilerinin başlamasının 20. yılını kutladı. Bark Taheo Çin’i Kuzey Kore ile sorunları konusunda daha yapıcı davranmaya çağırdı. 4 Çin, Kuzey Kore’nin bölgedeki en önemli destekçisi konumunda. Güney Kore’nin aksine Çin bölgedeki asıl sorumluğu Amerika Birleşik Devletleri olarak görmüyor. Çin yetkilileri eğer bölgedeki Amerikan askeri hareketliliği artmaya devam ederse Kuzey ve Güney Kore arasında hiçbir zaman gerçek bir barış olamayacağını düşünüyor. Güney Kore ile Amerika’nın stratejik ortaklığının devam etmesinin ise Çin ile aralarındaki ekonomik işbirliğine zarar vereceği açık.

Pasifik’in Çin için ne kadar önemli olduğunu anlamak için son APEC toplantısında Çin devlet başkanı Xi Jingping’in 2 konuşmasını inceleyebiliriz. Amerika Birleşik Devletleri başkanı Barrack Obama’nın yokluğunda Xi Jingping konferansın en önemli ve güçlü ismiydi. Yaptığı konuşması da bu güce dayanarak cesurdu. Ne Çin’in Pasifik Asyasız, ne de Pasifik Asya’nın Çin olmadan gelişemeyeceğini ifade

Çin ile Güney Kore’nin ilişkilerini bir anda kesmesi pek mümkün görünmese de, ilişkilerin belli bir aşamaya ulaştığı ve iki ülkeden biri adım atmadan daha da gelişemeyeceğini söyleyebiliriz. İlk adımı Çin’in atması pek olası görülmüyor. Güney Kore de Amerika gibi güçlü bir devletle ters düşmek istemeyecektir. Bu sebeple iki ülke arasındaki ilişkilerin bir süre daha istikrarlı gideceğini fakat bir

37


yerden sonra düşünüyorum.

patlama

noktasına

ulaşacağını

Hindistan, Çin ile beraber, bölgedeki ve hatta dünyadaki en eski uygarlıklardan biri. İki ülkenin komşuluğu asırlardır sürüyor. İki ülke de batılı ülkeler tarafından sömürgeleştirildi. Bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da barışçıl bir politika izlediler –ta ki 1962 de yaşanan sınır sorununa kadar.

38

4057 kilometrelik Çin-Hindistan sınırı, dünyanın en uzun sınırlarından biridir. İki ülke bu sınırlarda yaşanan sorunlar nedeniyle karşı karşıya geldi ve asıl çatışma 20 Ekim 1962’d e Çin ordusunun saldırısı ile başladı. Çatışmanın en büyük nedenlerinden biri bölgede sömürge dönemi sona erer ve sınırlar çizilirken, İngiltere`nin araya bir tampon bölge koymaya çalışarak özellikle Çin’i mutsuz eden bir sonuç ortaya çıkarmasıdır. Savaşın sonunda iki ülke arasında ateşkes kararı alınsa da bu sorunları çözmedi. Hatta bu tartışmalar günümüze kadar sürmektedir; ancak Çin ile Hindistan 2013 Ekim ayında bu konu hakkında bir daha savaşmama kararı aldı. Çin ile Hindistan bu savaştan sonra iki düşman haline gelmediler. Fakat iki ülke arasında açık bir güven sorunu var. Savaş sonunda yüzeysel bir barış altında rekabete başladılar. Bu rekabetin bir anlamda iki ülkenin de gelişmesine katkısı olduğu söylenebilir. Aralarındaki rekabeti en açık gördüğümüz alanlardan biri Afrika. İki ülke de gelişmekte olan endüstri ülkeleri ve yer altı kaynaklarına ihtiyaçları var. Afrika ise yer altı kaynakları konusunda keşfedilmeyi bekleyen bir kıta. Çin’in özellikle Mao döneminde yapılan yardımları sayesinde bölgedeki etkin güç olduğunu söylemek yanlış olmaz, fakat Hindistan da bu durumda geri kalmamak için çalışmalar yapıyor. İki ülkenin de bölgeden petrol, kömür gibi maddelere ihtiyaçları var. Ekonomik iş birliği iki ülke için de önemli. Çin bilindiği üzere dünyanın imalat devi. Hindistan ise bilişim teknolojilerinde çok gelişmiş bir ülke. Bu bakımdan iki ülke birbirlerini tamamlayan ülkeler. Bu, aralarındaki ilişkinin bozulmasına büyük bir engel. Yani rekabet ne kadar yoğun olursa olsun iki ülke de birbirini kaybetmeyi göze alamıyor. Rekabeti inceleyebileceğimiz bir başka bölge ise Pakistan. Çin, Pakistan ile ilişkilerini 1960’lardan beri geliştiriyor. Hatta 1965 yılındaki Hindistan-Pakistan

savaşında Pakistan’ı desteklemişti; bu da Hintlilerle aralarında bir sorun daha yaratıyor. Çin ve Hindistan arasında ekonomik alanda bir rekabet olduğunu açıkladık ancak Hindistan kara yolu tarafından sadece Güney Asya’d a kaldığı sürece Çin için büyük bir rakip olamaz. Bunun bilincinde olan Çin, Pakistan ile iş birliği yapıyor. Fakat Hindistan ile ekonomik iş birlikleri bozulmasın diye de bu yardımlar sınırlı kalıyor. Hindistan aynı zamanda bir G4 ülkesi. G4 ülkelerinin (Hindistan, Japonya, Almanya, Brezilya) amacı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde kalıcı üye haline gelmek. Çin ise bir P5 üyesi ve bu nedenle Güvenlik Konseyi’nde veto hakkı var. Hindistan’ın da aynı ayrıcalığa sahip olmasını istemeyen Çin, G4 ülkelerine karşı en sert tavra sahip ülke. Hindistan, Çin’i ikna edip, kalıcı üye olma kararını veto etmesini engelleyene kadar bunun gerçekleşmesinin hiçbir yolu yok. Çin’in G4 ülkelerinin kalıcı üye oluşunu engellemesinden etkilenen tek Pasifik ülkesi Hindistan değil. Japonya bir başka G4 ülkesi ve Çin’in Pasifik Asya’sındaki en büyük rakibi. Çin ve Japonya şu anda sırasıyla dünyanın ikinci ve üçüncü en büyük ekonomileri durumundalar. Geçmişten gelen problemlerinin de olduğunu göz önüne alırsak, Çin ile Japonya arasındaki sürtüşmenin diğer iki ülkeye oranla daha şiddetli olması gayet normal. İki ülke daha önceleri de savaşsalar da Çin’d e Japonlara karşı oluşan ön yargı ve hatta nefretin sebebi olarak İkinci Çin-Japon Savaşı’nı gösterebiliriz. 19. yüzyıl itibari ile gelişmeye ve dünya politikalarında sözünü geçirmeye başlayan Japonya, bunu daha da ileri götürmek için öncelikle bölgesinin hâkimi olmaya çalıştı. Bu amaçla Japonya 1915’te Çin’d en politik ve ekonomik kapitülasyon istediğini belirten 21 maddelik taleplerini açıkladı. 1931’d e Japonya büyük bir hammadde yatağı da olan Mançurya’yı işgal etti ve o bölgede Japon İmparatorluğu’na bağlı bir devlet kurdu. 1937’d e ise Japonya Çin’i tamamen işgal etmek için girişimlere başladı ki bu durum İkinci Çin-Japon Savaşı’nın başlangıcı sayılır. Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı’nda Amerika ve ittifakta olduğu diğer ülkelere karşı savaş durumunda olması ise Çin`in işine yaradı, çünkü bu ülkeler Çin’in işgali ve Fransız Çinhindi’nin işgalinden sonra Japonya`ya ambargo koydu. Çin bağımsızlığını kazandıktan sonra da ilişkileri


düzelmiş gözükse de aslında iki ülke arasında hala büyük bir sürtüşme var. Bu sürtüşme sadece devletlerarası bir sorun da değil, ülke halkları arasında da bir önyargı var. Bu durum özellikle 90’lı yıllara geldiğimizde büyüdü. Pekin’d e özellikle Pekin Üniversitesi öğrencilerinin önderlik ettiği bir topluluk bu dönemde Japon büyükelçiliğine yürüdü. Bölgeye varan topluluk elçiliği taşlamaya başladı. Bölgedeki Çin polisi ise olayı sadece izledi ve durdurmaya çalışmadı. Gösteri sonrası ise kalabalık devletin sağladığı otobüslerle üniversite bölgesine geri götürüldü. Benzer bir durum 2005’te ve 2012’d e ada sorunları yüzünden tekrar yaşandı. 2012’d e Çin ve Japonya arasında Diayou adaları ile ilgili (ya da Japonlar`ın tercih ettiği adıyla Senkaku Adası) tartışmalar yaşandı. İki ülke de ada üzerinde hakkı olduğunu iddia etti. İki ülke de ada hakkında bazı askeri hareketlerde bulundu. Çin bölgeye insansız hava araçları gönderdi, Japonya onları düşürmekle tehdit etti. Sorun çözülmese de iki ülke arasında bir çatışma günümüze kadar yaşanmadı. 5 Hindistan ve Güney Kore durumlarında olduğu gibi, iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler yine Çin’i savaşa gitmekten alıkoyan bir sebep. Çin’e yapılan yabancı yatırımların en büyük bölümü Japon girişimcilerinden geliyor. Japonya açısından baktığımızda ise Çin onlar için büyük bir pazar ve onlar da Çin’e ekonomik olarak muhtaçlar.

Fakat bu Çin ve Japonya arasındaki tartışmaların bir yerden sonra kıvılcımlanıp patlamayacağı anlamına da gelmiyor. Yazımda bahsettiğim üç ilişki içinde en az güvenilir ve her an bozulabilecek ilişki Çin-Japon ilişkisi. İki ülke de patlamaya hazır bekliyor, iki ülkenin de birbiriyle tarihi sorunları var, iki ülke de dünyanın en büyük ekonomilerinden ve daha da büyümek için rekabet içindeler. Bu rekabetin patlama noktasına ulaşacağını düşünüyorum. Elbette ki Pasifik Asya sadece bu dört ülkeden oluşmuyor; ya da Çin’in bölge içinde etkileşim içinde bulunduğu ülkeler yalnızca Japonya, Hindistan ve Güney Kore değil. Rusya’nın varlığı bölgede önemli bir etken; Kuzey Kore ile Çin’in ilişkileri de göz ardı edilemez ve, en önemlisi, Pasifik Asya, Amerika’nın katkısı incelenmeden tam olarak anlaşılamaz. Fakat bu dört ülke bölgenin en büyük güçleri olarak gelişmeye devam ediyorlar ki bu gelişme de sürmeye devam edecek. Çin’in önderliğinde Pasifik Asya, dünyanın odağını Atlantik`ten alıp Doğu’ya, Pasifik’e taşıyor. Bu geçiş barışçıl olacak mı? Önemli bir soru. Bölgedeki bütün ülkeler birbirine ekonomik ve kültürel açılardan bağlı. Bu onların bir süre için daha yüzeysel bir barış sürecinden geçmelerine yardım edecektir, fakat bu durumun kalıcılığı son derece tartışmaya açık. Xi Jingping yönetimindeki Çin’in önümüzdeki on yıl içinde bölgenin geleceğini etkileyecek kararlar alacağından eminim.

Refera n sl a r 1. Mark Branchard, “Chinese Parliment Defense issue”, (5 Mart 2012), http://www.reuters.com, (Erişim Tarihi: 14 Kasım 2013) 2. Jane Perlez, “Obama’s Absence Leaves China as Dominant Force at Asia-Pacific Meeting”, (7 Ekim 2012), http://www.nytimes.com, (Erişim Tarihi: 14 Kasım 2013) 3. Güner Özkan, “Geçiş Sürecindeki Çin: Asya Pasifik Bölgesi için Fırsat mı, Engel mi?”, (21 Aralık 2012), http://www.usakgundem.com, (Erişim Tarihi: 14 Kasım 2013) 4. gös. yer. 5. Isabel Reynolds, “Japanese Prime Minister Shinzo Abe Warns China on use of force as jets scrambled”, (28 Ekim 2013), http://www.bloomberg.com, (Erişim Tarihi: 14 Kasım 2013)

39


40

Avrupa Birliği, Batı Avrupa ülkeleri tarafından kurulmuş olsa da izlediği politikalardan anlaşılıyor ki tüm Avrupa kıtasını kapsayan bir birlik haline gelmek istiyor. AB üyeliği kapısında bekleyen bir bölgede Türkiye’nin de içinde bulunduğu Güneydoğu Avrupa, diğer adıyla Balkanlardır. 2000’li yıllar itibari ile AB eksik kalan doğu kanadını tamamlamak için Balkan ülkeleri üzerinde önemli derecede mesai harcamaktadır. Buna örnek olarak 2000 yılında başlattığı CARDS (Yeniden Yapılanma, Kalkınma ve İstikrara Yönelik Topluluk – Community for Reconstruction, Development and Stabilization) programını verebiliriz. Bu program Balkanlarda Hırvatistan, Bosna Hersek, Sırbistan, Karadağ, Kosova, Makedonya ve Arnavutluk ülkelerini kapsamaktadır. Programın amacı ise bölgede tekrar yapılanma, istikrar, mülteciler, demokrasi, insan ve azınlık hakları, adalet, sivil toplum, medya özgürlüğü, ekonomi, cinsiyet eşitliği, çevre ve eğitim gibi konularda yasaları AB ile uyumlu hale getirebilmektir. Ayrıca program bölgesel işbirliğini ve komşu ülkelerin yakınlaşmasını da hedeflemektedir. 1 Yugoslavya’nın dağılmasıyla ayrı düşen devletler bugün Avrupa Birliği’nin altında tekrar buluşabilirler mi? Daha geniş düşünürsek, Osmanlı Devleti dağıldığından beri bir başlık altında toplanmayan Balkanlar, AB ile bir çatı altında buluşabilir. Günümüz itibari ile Balkan ülkelerinin AB’ye üyelik durumlarına baktığımızda Yunanistan, Slovenya, Romanya, Bulgaristan ve Hırvatistan AB’ye tam üye; Türkiye, Karadağ, Sırbistan ve Makedonya aday ve Bosna Hersek, Kosova ve Arnavutluk potansiyel adaylardır. AB yolunda ülkelerin son durumlarına bakıldığında tüm Balkan coğrafyasını kapsayan bir birliğin çok da uzaklarda olmadığı söylenebilir. AB m ü za keresi 3 0 ’d a n fa zl a fa sı l a sa h i p ol d u ğu i çi n bu m a ka l ed e a d a y ve pota n si yel a d a y ü l kel eri n sa d ece tem el h a kl a r, a d a l et, özgü rl ü k ve gü ven l i k i l e en erj i ba şl ı kl a rı a l tı n d a ki ka yd etm i ş ol d u ğu i l erl em el er su n u l a ca ktı r. Öncelikle bu ülkelerin AB yolundaki son güncellemelerine bakmakta fayda var. Bosna Hersek’in

Sejdic Finci kararını uygulamaması, onun yolunu tıkamış durumdadır. Bu karar Bosna Hersek’te Musevi ve Roman azınlıkların haklarını genişletmek için alınmıştır; fakat Bosna Hersek özellikle siyasi alanda bu azınlıkların haklarına riayet etmemektedir. Sırbistan tarafında ise olumlu gelişmeler söz konusudur. Kosova ile uzlaşma yoluna gitmesi Sırbistan’ın yolunu açmış durumdadır. Aynı şekilde Sırbistan ile masaya oturmasının, Kosova’nın AB sürecine de olumlu katkılar sağlaması bekleniyor. 2 Diğer bir olumlu haber de Mayıs ayında Karadağ için geldi. Karadağ’ın katılım müzakerelerine başlamak için gerekli koşulları sağladığı Avrupa Komisyonu tarafından açıklandı. 3 Arnavutluk ise hukuk üstünlüğü alanında gerekli reformları gerçekleştirirse adaylık statüsüne yükselebilecek. Makedonya aday durumunda olmasına rağmen müzakereler henüz açılamamıştı. Makedonya’nın isim sorunu ve komşuluk ilişkilerindeki gerginlikler müzakerelere başlamadan Makedonya için engel teşkil etmektedir. 4 Son olarak Türkiye de kasımın ilk günlerinde yeni bir faslı daha açarak üyelik yolunda basamakları hızla çıkıyor. Genel tabloya baktığımızda son zamanlarda AB aday ya da potansiyel aday Balkan ülkelerinin ilerlemeler kaydettiği aşikâr. Yani AB’nin gerekli gördüğü önkoşullar teker teker sağlanmaya çalışılmaktadır. Temel haklar, adalet, özgürlük ve güvenlik konularına baktığımızda bu ülkelerin henüz yeterli koşulları sağlayamadığını görüyoruz. Hırvatistan’a onu diğer tüm ülkelerin önüne geçirerek 1 Temmuz 2013’te AB’nin kapılarını açan esas olay belki de Hırvatistan’ın Avrupa Birliği yasalarını direk uygulanabilir hale getirmese bile, anayasasını uluslararası insan hakları standartlarına çıkarmasıdır. 5 AB, 2011-2012 itibari ile temel haklar, adalet, özgürlük ve güvenlik konularına öncelik veren yeni bir yaklaşım edinmiştir. Bu yeni yaklaşıma göre, bu konuları içeren 23 ve 24’üncü fasıllar öncelikli konular olacak, müzakere boyunca takip edilecek ve en son kapatılan fasıllar olacaklardır. Bu yaklaşım ilk olarak Karadağ müzakerelerinde uygulamaya konacaktır. Bu konularda diğer ülkelerin durumlarına baktığımızda ise AB’nin öngördüğü şartların çok altında seyrettiklerini görebiliriz. Bosna Hersek Dayton Anlaşması’nın sonucu oluşturulan


federal yapısından dolayı reformların sürdürülmesi konusunda sıkıntılar yaşamaktadır. Sırbistan hala bağımsız bir yargı organına sahip değildir. Makedonya’d a ise ifade ve medya özgürlükleri büyük tehdit altındadır. Kosova AB’nin beklediği seçim yasası değişikliğini hala yapmamıştır. Bu konuda AB süreçlerini olumlu etkileyen adımlar sadece Arnavutluk ve Türkiye tarafından atılmıştır. Arnavutluk siyasi partiler ve milletvekilliği konularında gerekli reformları yaparken, yolsuzluk ve örgütlü suçlar gibi konularla mücadele etmek için de gerekli düzenlemelerde bulunmuştur. AB’nin Türkiye değerlendirmesinde ise yargının bağımsızlaştırılması, demokratikleşme ve Kürt açılımı hususlarındaki adımları takdir görürken, haziran ayında yaşanan olaylarda hükümetin tutumu Türkiye’ye puan kaybettirdi; fakat sonuç olarak Türkiye’nin genel durumuna baktığımızda beklenen ilerlemeyi kaydettiği söylenebilir. 6 AB her ne kadar yönünü doğuya döndürmüş olsa da, kriterlerinden taviz vermemesine rağmen, bu yönelmedeki istekliliğini gerekli koşullar yerine getirildiğinde fasılları açmasıyla göstermektedir. Hırvatistan ile bazı şartların hafifletildiği görülse de hala ülkelerden belli standartlar beklenmektedir. Balkan ülkelerinin de bu standartları yerine getirmek için çaba sarf ettikleri görülüyor. AB’nin yüzünü doğuya dönmesinde enerji önemli bir yere sahiptir. Aday ve potansiyel aday ülkelerin enerji sektöründeki performansları AB için başlıca kıstaslardan biridir. Balkanların 90’larda yaşadığı dağılmadan sonra, bölünen enerji yollarını tekrar birleştirmek için 2006’d a Avrupa Birliği tarafından Enerji Topluluğu (Energy Community/EC) Antlaşması yürürlüğe konuldu. Anlaşmanın amacı, Baltık Denizi, Karadeniz ve Ege Denizi’nden geçen enerji yollarının güvenliğini sağlamak, yatırımı artırmak, sosyal barışı ve güveni temin etmekti. Aday ve potansiyel aday ülkelerden Türkiye, Enerji Topluluğu’nun gözlemci üyesidir ve diğerleri de akit taraflardır. 7 Bu ülkelerin enerji hususundaki gelişmelerine bakarsak karşımıza şöyle bir tablo çıkar: Arnavutluk AB mevzuatına uygun bir enerji stratejisi hazırlamakta ve yerel petrol

üretiminde de kapılarını yabancı yatırımlara açmış durumdadır. Fakat petrol ve gaz kaynaklarında komşuları ile hiçbir bağlantısı olmaması Arnavutluk’u enerji tedarik konusunda sıkıntıya sokmaktadır. Genele baktığımızda yine de Arnavutluk ilerleme kaydetmiştir. Bosna Hersek’e baktığımızda ise federal yapının getirdiği koşullar kendisinin ayağına dolanmaktadır. Ülke içinde elektrik ve gaz marketleri birbirinden bağımsız çalışmakta ve bu yüzden aralarında bir koordinasyon sağlanamamaktadır. Bosna Hersek, hala AB’nin kendisine sunduğu pakette başlangıç aşamasındadır. Kosova’nın yeni kurulan bir ülke olması nedeniyle henüz petrol ya da gaz üretimi ve piyasası hakkında kapsamlı bir yasası bulunmamaktadır. Ayrıca Kosova uluslararası enerji işbirliklerine entegre edilmeye çalışmaktadır. Bu aşamada AB, Kosova’nın sürdürülebilir enerji alanında etkili bir aktör olabileceğini düşünmektedir. Makedonya’nın verimli enerji politikaları AB tarafından takdir edilirken, yasamanın enerji konusunda hala yeterli donanıma sahip olmadığı rapor edilmektedir. Karadağ’ın ise, enerji piyasasında açılıma giderken yasalarını AB mevzuatı ile karşılaştırdığımızda kat edilmesi gereken çok yolu olduğu görülmektedir. AB’nin Sırbistan’d an beklediği ise enerji piyasasını dışarıya açması ve enerjinin ülke içinde dağılımı ve taşınmasında düzenlemeye gitmesidir. Türkiye’nin elektrik sektöründeki özelleştirmeler ve yenilenebilir enerji kaynakları alanında attığı adımlar olumlu gelişmeler hanesine işlenirken, Türkiye’nin hala nükleer enerji yasaları ve nükleer enerji güvenliği konularında eksik olduğu belirtilmektedir. 8 Sonuç olarak, AB’ye aday ya da potansiyel aday olan Balkan ülkeleri her ne kadar AB’nin kendisinden istediği şartları sağlayamamış olsalar bile, izledikleri politikalar doğrultusunda anlaşılıyor ki bu ülkeler AB’ye girmeyi bir kazanım olarak görmekte ve kültürlerini, yasalarını, stratejilerini bu doğrultuda şekillendirmektedirler. Eğer ilerlemeler aynı doğrultuda devam ederse, gelecekte Balkanları kapsayan bir Avrupa Birliği görmek mümkündür.

Refera n sl a r 1. Summaries of EU Legislation. Europa. [Çevrimiçi] European Union, 05 02 2007. [Alıntı Tarihi: 11 11 2013.] http://europa.eu/legislation_summaries/enlargement/western_balkans/r18002_en.htm. 2. Avrupa, Komisyonu. Genişleme Stratejisi ve Başlıca Zorluklar 2013-2014. Brüksel : s.n., 16.10.2013. 3. İKV Bülteni . İktisadi Kalkınma Vakfı . [Çevrimiçi] 05 2013. [Alıntı Tarihi: 14 11 2013.] http://ikv.org.tr/images/upload/data/files/37-ab_karadag.pdf. 4. Avrupa, Komisyonu. Basın Duyurusu. AB Gelişme. [Çevrimiçi] Avrupa Birliği, 16 10 2013. [Alıntı Tarihi: 13 11 2013.] http://www.avrupa.info.tr/tr/resource/news-archiv/news-single-view/article/ab-genislemesi-2014-oencelikleri.html. 5. Constitutional Challenges Ahead the EU Accession. Antonija PETRICUSIC, Ersin ERKAN. 22, Ankara : Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, 2010, Cilt 6. 6. İKV Bülteni. a.g.e. 7. Energy Community About Us. Energy Community . [Çevrimiçi] 12 11 2013. [Alıntı Tarihi: 14 11 2013.] http://www.energycommunity.org/portal/page/portal/ENC_HOME/ENERGY_COMMUNITY. 8. Popovici, Vlad. Energy in the EU 2010 Enlargement Progress Reports: How Balkan Countries Compare. Balkan Analysis. [Çevrimiçi] 16 11 2010. [Alıntı Tarihi: 31 10 2013.] www.balkanalysis.com/energy-sector/2010/11/16/energy-in-the-eu-2010-enlargement-progress-reports-how-balkan-countries-compare/

41


Son zamanlarda yapılan uluslararası siyasi toplantılar arasında Suriye konusunun konuşulmadığı bir toplantı yoktur herhalde. En son G-20 zirvesinde de Suriye konusu konuşuldu. Birçok anlaşma oldu, ancak bunların kâğıt parçasından başka bir değeri yoktur. Gelecek dönemlerde Suriye probleminin ortadan kalkması için pek çok anlaşma ve konuşmanın yapılacağı gözüküyor.

42

Geçmişe bakarsak, Hafız Esed’in ölümünden sonra, 2000 yılında yönetime reform vaadiyle gelen Beşşar Esed’in, söylemleriyle halka ve muhalefete ümit verdiğini görürüz. Zira insanlar yıllar sonra kendi düşüncelerini ifade etme, mevcut totaliter yönetime karşı seslerini yükseltme cesaretini kendilerinde bulmuşlardır. 27 Eylül 2000’d e 99 aydın, siyasi ve sosyal alanda reform yapılmasını talep eden bir bildiriye imza atmıştır. 1 Baas rejimi, başlangıçta bu bildiriye karşı sadece tehditkâr bir tavır takınmakla yetinmiştir. Ancak rejim 2001 yılında, bu kez 999 aydının baskıcı yönetimin sonlandırılması için yayınladıkları bildiriye karşı çok sert tepki vermiş, birçok entelektüel ve sivil toplumun önde gelen isimlerini tutuklatmış, bu sürece destek veren basın yayın organlarını ise kapatmıştır. O tarihlerde halka ümit veren ve Şam Baharı diye isimlendirilen bu süreç, bir başka bahara ötelenmiştir. Halk, oğul Esed’in gerçekte iktidar söz konusu olunca baba Esed’d en farklı olmadığını, onun bir görünen bir de görünmeyen yüzü olduğunu anlamıştır. Bu durumu şöyle açıklayabiliriz: Kuzey Afrika ülkelerinde başlayan Arap Baharı’nın etkisiyle Ürdün sınırında 15 Mart 2011’d e Dera kentinde başlayan barışçıl gösteriler kısa bir süre sonra Suriye’nin bütün kentlerine yayılınca, Baas rejimi göstericilere karşı orantısız güç kullanarak -eskiden olduğu gibi- halkı korkutacağını sanmıştır. 2 Ancak, bu kez göstericilere karşı uygulanan şiddet politikası sonuç vermemiştir. Suriye’d e iktidarla muhalefet arasında olan sorunlar artık öyle bir duruma geldi ki, Suriye’d e kimyasal silahlar kullanılmaya başlanıldı. Daha sonra, Amerika ve

Rusya’nın eşliğinde diğer devletlerle birlikte Suriye’ye müdahaleler oldu.

Suriye'nin "kendi kimyasal silahlarını üçüncü bir ülkeye devretmesi için" ABD ve Rusya'nın uzlaşması sonucunda, ülkeye askeri müdahalenin durdurulması sürecinden Türkiye'nin tamamen dışta bırakılması, sizce, şu basit soruyu da beraberinde getirmiyor mu: Bu kadar ciddi denemeden sonra Suriye meselesinin en kritik aşamasında, oyunun dışında kalmak uğruna, dünyayı her an kana boyama tehlikesi olan terör örgütlerinin sınırda yerleşmesine uzun süre sessiz kalmak neye, hangi amaca hizmet etmiş oluyor? Sadece Türkiye basınının değil, Batı'nın da ciddi şekilde rahatsızlıkla ifade ettiği, başta "El-Kaide" olmak üzere, terör örgütlerinin Türkiye-Suriye sınırına yerleşmesi ve Suriye'de rejimin değişmesi durumunda radikal İslamcı grupların önünün alınıp alınamayacağına dair gerçekçi tahminler, nihayet, Türkiye'yi sert adım atmaya mecbur kıldı ve Türk ordusu bölgedeki terörist grupların kamplarını vurdu. Yaklaşık 300 bin Suriyeli mültecinin Türkiye'nin çeşitli bölgelerindeki macerasının ise sonu görünmüyor. 3 Türkiye'nin Suriye ile ilgili politikasını 180 derece değiştirmesine baskıların sebep olduğunu düşünüyorum. Baskılar Batı'dan başka nereden gelebilirdi ki? Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun ise tüm seçenekler karşısında Suriye devlet başkanı Beşar Esad'a olan öfkesi bitmiyor. Düşünüyorum ki, eğer Esad Cenevre’ye giderse, halkının bir kısmının gözünde meşruiyet kazanabilir. Cenevre konferansına


Suriye iktidarından başka bir kişinin katılması ise, Esad'ın olmayan meşruiyetini hem halka, hem de dünyaya gösterecektir. Kuzey medyasına göre, Rusya'nın Esad'ı savunmasının nedeni sadece Akdeniz'deki tek askeri tabanından mahrum olma tehlikesi değil; zira bölgeye radikal İslamcı akımların hâkim olma tehlikesi de Rusya'yı çok rahatsız ediyor. Diktatörlük olsa da, Suriye'deki laik rejim Moskova'nın bu veya diğer şekilde işine geliyor. Türkiye'deki laik rejim ise Rusya için kaledir; eğer Suriye'ye radikal dini gruplar hâkim olup Türkiye'nin laik rejimi de bundan darbe alırsa Rusya çok büyük sıkıntılarla yüzleşecektir. Gezi Parkı olaylarının bir benzerinin çok daha büyüğü bugün olmasa da, yakın zamanda, yani önümüzdeki 1-2 yıl içerisinde Rusya'da da mutlaka gerçekleşeceğini düşünüyorum. Bu bağlamda, rüşvetin önünün alınmaması ve ayrıca son dönemde Kafkaslara karşı gösterilen sert tepkiler halkın sokaklara çıkmasına neden olacaktır. Kremlin Esad'ı kendi geleceğinden endişe duyarak savunuyor, çünkü Esad'ın gitmesinin Rusya üzerinde de psikolojik baskı yaratacağını biliyorlar. Belki Esed’i belli bir noktaya kadar savunacaklar, ancak bu işin sonu yok ki, nereye kadar savunabilirler? Diğer yandan, ABD artık iç tüketimi için dışarıdan gaz almayı askıya aldı. Yakın zamana kadar dünyanın en büyük şirketlerinden biri sayılan Gazprom’un pazardaki değeri hayli düştü. 4 Şimdi ABD, Katar’ın gazını Suriye'den geçirerek Avrupa'ya kendisi satmak istiyor, bunun için Esad'ın gitmesi ve Suriye'de ABD'nin çıkarlarına hizmet edecek bir iktidarın gelmesi gerekiyor. ABD’nin planı tutarsa, Rusya gazının büyük bir kısmını elden çıkarıp satamayacak, dolayısıyla Kremlin ABD’nin planının hayata geçmemesi için de savaşıyor.

Rusya'dan izinsiz hiçbir adım atmayan Beşar Esad'ın ülkedeki kimyasal silahları başında bir Türk diplomatın - Ahmet Üzümcü - olduğu Kimyasal Silahların Yasaklanması Kurumu’na (OPCW) vermeyi kabul etmesi, Batı tarafından alkışlanmakla kalmadı, Nobel komitesi bu yılki barış ödülünü bu kuruma verdi. Türkiye Dışişleri Bakanı’nın Suriye’ye olan ‘baskısı’ ve bir Türk diplomatının sulh ödülü alması sizce de garip değil mi? Dikkatler 23 Kasım'da yapılacak olan Cenevre Konferansı’nın ikinci turuna çevrilirken Beşşar Esed'in ülkenin kuzeyindeki Kürt örgütleriyle gizli temasta olduğuna ve "onların haklarını vermeye hazır olduğuna dair” haberler geliyor. 5 İnsanın aklına ister istemez “Yoksa Türkiye o kanatta yürüttüğü girişimlerden de hiçbir sonuç alamadığı için mi Esad'ın tarafına geçti?” veya “Hakikaten Türkiye Esad'ın tarafına geçti mi?” soruları geliyor. Türkiye için uygunsuz bir biçimde olan bu tablo AKP hükümetinin "Yurtta barış, cihanda barış" politikasına dönmesi için en ciddi nedeni organize etmeye gücü yetecek mi? Son olarak, Suriye’d e olan siyasi olayların sonucunda -ve hala daha sonuçlanamadı- sayısız, hesapsız insan ölümleri ve bu ölüm sayılarının her geçen gün artması hafızalarda tarih boyunca kalacaktır. Ve noktayı Azeri yazarı olan ve Sovyetler tarafından sürgüne maruz kalmış Huseyin Cavid’in sözleri ile koymak istiyorum: Yareb, azacıq zülfü inayet, Qehr olmakda artıq beşeriyyet! Başdan başa hep yer yüzü vehşet, Iblis ile hem rengi siyaset!

Refera n sl a r 1. Muhittin Ataman, Siyaset, Ekonomi Ve Toplum Ar Aştırmaları Vakfı, sah.27,http://file.setav.org/Files/Pdf/20121126132435_setasuriye_de_iktidar_mucadelesi.pdf 2. Taha Dağlı, İlk saniyesinden bugüne Suriye iç savaşının takvimi, (28 Mayıs 2013), http://www.aktuel.com.tr/Dunya/2012/11/21/ilk-saniyesinden-bugune-suriye-ic-savasinin-takvimi 3. Fuat Oktay, 4,03.2013. http://www.iha.com.tr/gundem/turkiyede-300-bin-suriyeli-var/266088 4. Suleyman Yaşar, Gaz fiyatı... Gazprom'un değeri niye düştü? 14.10.2013 http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/yasar/2012/10/05/gazfiyati-gazpromun-degeri-niye-dustu 5. Ceyhun Bozkurt, Suriye Kurtleri ve PKK, 29.07.2013, http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmlemucadele/2013/07/29/7123/suriye-kurtleri-ve-pkk

43


44

Sene 1971, yer Fransa… Bu manifesto, 5 Nisan 1971 tarihinde Le Nouvel Observateur'un 334. sayısında yayınlandı. Simone de Beavoir’nın ön saflarında bulunduğu hareket, kısa zamanda birçok ünlü yazarı, düşünürü, oyuncuyu ve sanatçıyı bünyesine katıyor ve 343 kadın bir adım öne çıkarak “ben de kürtaj yaptırdım” dedi. Basında büyük yankı uyandırarak yayılan bu açıklama kiliseden ve halkın muhafazakar kesimlerinden büyük tepki gördü ve 343 kadına da adeta suçlu muamelesi yapıldı. Kartopu etkisi yaratan bu eylemle on binlerce kadın kendini ihbar etmeye başladı ve Ocak 1975’te “343 Kadının Manifestosu” sayesinde ve Viel yasası aracılığıyla kürtaj illegal olmaktan çıktı. 1 Burada bir not düşmek gerekir ki parlamentoda bu yasayı savunan ve hayata geçmesini sağlayan da yine başka bir kadın, Simone Veil’d ir. Veil, ülkedeki sosyal eşitsizliğe dikkat çekerek maddi güce sahip kadınların yurtdışına giderek kürtaj olabildiğini, ancak toplumun daha dar gelirli kesimlerinden gelen kadınların hijyenik olmayan koşullarda gerçekleştirilen operasyonlar yüzünden sakat kalma, hayatını kaybetme gibi risklere maruz kaldığına dikkat çekmişti. Fransa’d aki hareket, başarısıyla Avrupa’d a bir emsal niteliği kazanır ve pek çok ülkede kadın hareketi benzer şekilde taleplerini dile getirmeye başlar. 2 Kürtaj ilk bakışta her ne kadar tıbbi ve bireysel bir konu olarak algılansa da onlarca yıldır sık aralıklarla siyaset gündemindeki 3 yerini koruyor. Siyasiler tarafından kimi zaman etik, kimi zaman da ideolojik kaygılarla sürekli olarak tartışılan kürtaj dünyada yine ve yeniden tartışılıyor. Avru pa’ d a O rta k Çözü m Ara yı şl a rı Avrupa kürtaj konusunda ortak bir siyaset yürütmüyor, ülkeler kürtaj için koşulları ve yasakları kendileri belirliyorlar: Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Fransa, Almanya, Yunanistan, Macaristan, İtalya, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Hollanda, Romanya, Slovakya, İspanya, İsveç, İngiltere ve

Türkiye’d e kürtaj için üst limit ortalama olarak gebeliğin 12. haftası; ancak ülkelerin yasalarının pek çoğunda anne ve bebek için sağlık riskinin bulunduğu durumlar veya tecavüz sonucu oluşan istenmeyen gebelikler için istisnalar var. Özellikle de İsveç, Finlandiya gibi kuzey ülkeleri ve İngiltere kürtaj gerekçelerine tıbbi zorunluluklar ve kadının isteğinin yanı sıra sosyal ve ekonomik gerekçeleri de ekleyerek kapsamı daha da genişletiyor. 4 Avrupa’nın bir kısmında tablo bu kadar iyimserken, geri kalan ülkeler için aynısını söyleyebilmek biraz zor. Örneğin Malta’d a kürtaj yasal olarak tamamen engellenmişken dinin günlük hayatta, siyasette ve buna bağlı olarak yasalarda hala baskın bir gücünün olduğu İrlanda, Portekiz, İspanya ve Polonya gibi ülkelerde de kürtaja izin verilen durumların kapsamı o kadar dar ki, mevcut durum yasaklardan farklı bir tabloyu yansıtmıyor. 5 Peki, aynı coğrafyada birbirinden bu denli farklı hatta zaman zaman taban tabana zıt uygulamalar görmemizin sebebi ne? Gümrükten ticarete, ulaşımdan sanayiye ve eğitime ‘standardizasyon’ ilkesini benimsemiş Avrupa neden kürtaj konusunda görüş birliğine varamıyor? Avrupa’d a kürtaj yasaları konusundaki hemen her tartışmada gözler önce Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ve Avrupa Konseyi’ne çevriliyor olsa da ülkeler özelinde görülen kutuplaşmaların genele de yayıldığı görülüyor: Bir yanda kadın hakları savunucuları ve onların talepleri, diğer taraftaysa yıllardır konu hakkındaki duruşunu ve tavrını değiştirmeyen Katolik lobisi var. Tabii bu taraflara yazının en başında belirtildiği gibi zaman zaman siyaset de ekleniyor ve ülkelerin mevcut hükümetlerinin sosyal politikaları, liderlerin tartışmalı ifadeleri de kürtaj konusundaki tartışmaları yeniden alevlendiriyor. Tabii biz Avrupa’nın belli ülkeleri ve ABD ekseninde hafta kısıtlamalarını, devlet desteğini, kliniklerin mevcut durumunu, kısacası kürtajın daha siyasi, ekonomik ve sosyal yönlerini tartışırken; dünyanın diğer taraflarında kadınlar bunların çok daha azı için daha çok savaş vermek durumunda kalıyorlar. El Salvador’d a yaşayan ve Beatriz takma adıyla tanınan 22 yaşındaki lupus hastası genç kadının kürtaj isteği doktorların hamileliğin devamının “yüksek ölüm riski” anlamına geldiğinin belirtilmesine rağmen reddedildi. Mevcut yasalar yüzünden gerekli kürtaj prosedürünü gerçekleştiremeyen doktorlar, hamileliğin 27. haftasında


Beatriz’in hayatını kurtarmak için sezaryenle bebeğin alınmasına karar verdiler. Operasyon Beatriz’in hayatını kurtarırken dünyaya gelen bebek ise annenin hastalığından kaynaklanan gelişimsel sorunlardan ötürü kurtarılamadı. Eğer hamilelik devam etseydi, Beatriz lupus ve böbrek fonksiyonlarıyla ilgili çok daha büyük sorunlarla karşılaşacak ve hayatta kalma ihtimali büyük ölçüde azalacaktı. 6 İrlanda’d a ise Hint asıllı Savita Halappanavar’ın ölümü tüm dünyanın dikkatini ülkedeki kürtaj yasağına çekti. Hamileliğinin 17.haftasında geçirdiği septik şok nedeniyle kürtaj talebinde bulunan genç kadının bu talebi “İrlanda katolik bir ülke,” cevabıyla reddedilmişti. Hastaneye geldiği ilk üç gün içerisindeki müdahaleyle kurtarılabilecek olan Savita, o dönemde hayati risk taşımadığı gerekçesiyle reddedildi. Büyük tepki uyandıran bu trajik ölümden sonra kürtajın çok sınırlı durumlarda da olsa yasallaştırılması için hukuki adımlar atıldı; ancak yeni düzenlemeler ülkedeki iki kutbu da memnun etmemiş gibi görünüyor. Kadın hakları savunucuları düzenlemeyi yetersiz bulduklarını, yeni yasanın örneğin tecavüz sebebiyle hamile kalan kadınların durumu hakkında bir çözüm önerisi getirmediğini belirtirken; ülkedeki Pro-Life kampanyasının savunucuları da kanun tasarısının yasallaştığı günü ‘ülke için çok acı bir gün’ olarak nitelendirdiler. 7 Ülkenin bu konuda uzun yıllardır takındığı tavra –Katolik kimliğiyle tanınan İrlanda halkı 1993 yılında düzenlenen bir referandumda kürtajın yasallaşmasını yüzde 67 oyla reddetmişti– ve ülkedeki güçlü Katolik etkiye baktığımızdaysa, bu durumu daha olumlu gelişmelere gebe olumlu bir adım olarak değerlendirebiliriz. Ancak hala unutmamamız gereken bir gerçek var ki, geçen her 2 saatte İrlanda vatandaşı bir kadın kürtaj olabilmek için ülke değiştirerek İngiltere’ye gidiyor ve ne yazık ki her kadının sosyal ve ekonomik açıdan bunu gerçekleştirecek güçte olmadığını tahmin etmek zor değil. Ka d ı n H a reketi n d e Yen i O l u şu m l a r FEMEN, 2008 yılında kurularak kadın hareketine ve aktivizm kavramına yeni bir soluk getirdi. “Geldik, soyunduk, fethettik,” sloganıyla hareket eden oluşum, kendini ‘sekstremism’ adını verdikleri akımla da özdeşleştiriyor. FEMEN, üyelerinden fiziksel kondisyonun –eylemler genellikle eylemcilerin polis tarafından kovalanmasıyla bitiyor– yanı sıra ideolojik bağlılık ve güçlü

liderlik özellikleri bekliyor. Söylenmeyeni ya da söylenemeyeni en yüksek sesle dile getiren FEMEN üyeleri, kürtaj konusundaki yasaklamalar ve kısıtlamalarla ilgili olarak da pek çok ülkede eylem yaptılar. Çıkış noktaları olan Ukrayna’d a kilisenin devlet ve devlet politikaları üzerindeki baskısını ve ağırlığını vurgulamak için eylem mekanı olarak şu an müze olarak kullanılan ve devlete ait eski bir katedrali seçen grup, halk ve basın tarafından büyük ilgi gördü. 8 Eylül 2013’te İspanya’d a da gündeme gelen ve kürtaj hakkını büyük ölçüde kısıtlayıcı nitelikte olan yeni yasa önerisi, FEMEN’in de tepkisini çekti. Eylem yeri olarak meclisi seçen eylemciler, bir oturum sırasında soyunarak mesajlarını haykırmaya başladılar ve kısa süre sonra zor kullanılarak dışarıya çıkartıldılar. Özellikle de klasik feminizm duruşundan sıkılanlar, radikal feministler, liberal feminizmin kadın hareketine kattıklarını yetersiz görenler ve insanların kafasındaki tipik sıkıcı ve renksiz feminist tiplemesinden sıkılanlar, FEMEN’in en büyük destekçilerini ve takipçilerinin de büyük kısmını oluşturuyorlar. Ancak bana göre bünyesinden “343 Kadın” gibi ideolojik altyapısı son derece sağlam aynı zamanda da cesaretli ve korkusuz bir eylem ve eylemci kadın grubu çıkarabilmiş kadın hareketi, FEMEN’in ötesine geçecek bir oluşumu yaratabilecek potansiyeli içerisinde barındırıyor. Fransa’d aki bu 343 kadının eylemini içinde bulunduğumuz günün mevcut şartlarıyla değil de, o günün değer yargılarını göz önünde bulundurarak ele alırsak görebiliriz ki, hem büyük bir cesaretle hareket etmiş hem de kendilerini eylemin odağı haline getirmeden fikirlerini en iyi şekilde ortaya koymuş ve insanlar tarafından dinlenmeyi başarmışlardır. Değerlerin ve algıların sürekli değiştiği, dünya gündemini belirleyen siyaset arenasının giderek büyük bir şova, siyasetçilerin de bu şovun baş aktörleri ve aktrisleri olarak şovmenlere dönüştüğü günümüzde, elbette ki aktivizmin niteliği ve aktivistin kimliğinin değişmesi de kaçınılmazdır. Ancak FEMEN örneğinde de gördüğümüz gibi, sağlam bir ideolojik zemin üzerinde yükselmeyen, toplum ve devlet nezdinde eylemin ve hareketin kendisinin fikir ve amaçların önüne geçtiği hareketlerle somut kazanımlar elde etmek oldukça zordur. Bu yüzden FEMEN’i aktivizmde yeni bir soluk, bir ara basamak olarak görüp hareketin olgunlaşmasını, gelişimini ve bu hareketten ilhamla kurulacak ve FEMEN’in bir adım ötesine geçecek yeni oluşumları beklemek gelinen noktada doğru bir tutum olacaktır.

Refera n sl a r 1. Renard, "Swans Commentary: The Unfinished Business Of Simone de Beauvoir", (11 Şubat 2008), http://www.swans.com/library/art14/marier15.html, (Erişim Tarihi: 12 Kasım 2013) 2. A.g.e. 3. “Europe's abortion rules”, (12 Şubat2007), http://news.bbc.co.uk/2/hi/6235557.stm, (Erişim Tarihi: 12 Kasım 2013) 4. A.g.e. 5. “El Salvador abortion row baby dies”, (4 Haziran 2013), http://www.aljazeera.com/news/americas/2013/06/20136494818222545.html, (Erişim Tarihi: 14 Kasım 2013) 6. A.g.e. 7. “Irish abortion bill becomes law”, (30 Temmuz 2013), http://www.bbc.co.uk/news/world-europe-23507923, (Erişim Tarihi: 15 Kasım 2013) 8. “Ukraine's Femen storms cathedral in abortion protest”, (11 Nisan 2012), http://www.hurriyetdailynews.com/ukraines-femen-stormscathedral-in-abortion-protest.aspx?pageID=238&nID=18166&NewsCatID=353, (Erişim Tarihi: 15 Kasım 2013)

45


46

2008 sonundan itibaren başta ABD olmak üzere tüm dünyayı etkisi altına alan ekonomik kriz, Avrupa’da Yunanistan, İspanya ve Portekiz gibi birçok ülkeyi etkilemiştir. Diğer ülkeler, ekonomik krizi bir şekilde atlattıkları halde, Yunanistan bu konuda başarılı olamamıştı. 2011 yılında, günümüzde de etkisini sürdüren büyük bir ekonomik kriz Yunanistan’da patlak vermişti. 1 Yunanistan’daki ekonomik kriz ülkenin sadece ekonomik yaşantısını değil; ülkenin siyasi ve sosyal hayatını da yoğun derecede etkilemişti. Ayrıca birçok ekonomiste göre, krizin ortaya çıkışının ve devam etmesinin nedenleri arasında Avrupa Birliği’nin aday ülkeleri belirleme ve değerlendirme konusundaki başarısızlığı da yer almaktaydı. 2 Yunanistan, 1981 yılında Avrupa Birliği’ne kabul edilmesine rağmen, Avrupa Para Birliği’ne katılımının sağlanması için gerekli olan Maastricht Kriterlerini ancak 2001 yılında yerine getirdiğinden, Avro Bölgesine gecikmeli olarak katılabilmişti. Ancak ilerleyen yıllarda Yunanistan’ın, Avrupa Para Birliği’ne katılabilmek için ekonomik verilerini olduğundan daha iyi değerlerde gösterdiği, gerçek verilerin Maastricht Kriterlerini karşılamaktan oldukça uzak olduğu ortaya çıktı. 3 Bu durum, Yunanistan ekonomisinin kriz döneminden önce de çok güçlü olmadığını kanıtlar nitelikteydi. Yunanistan’da yaşanan ekonomik krizde dış etmenlerin etkisi kadar, Yunanistan’ın kendi iç sorunlarının da etkisi büyüktü. İşgücünün az olması, kamu kurumlarındaki ve özel kurumlardaki çalışma saatlerinin azlığı, lüks tüketimin aşırıya kaçması, ekonomilerinin turizmdenizcilik ikilisine bağlı olması ekonominin iyiye gitmesini engelleyen nedenler arasındaydı. Avrupa Birliği’ne girdikten sonra sağlanan yardımlar ve hibeler neticesinde piyasadaki rekabet azalmış, insanlar üretimden ziyade tüketime odaklanmış, ihracat azımsanmayacak ölçüde düşmüş, insanlar ithal ürünleri tüketmek zorunda kalmıştı. Ayrıca, tarihsel geçmişinden dolayı Türkiye’den

gelebilecek herhangi bir askeri tehdit yüzünden bütçenin büyük bir bölümü savunmaya ayrılmış ve bu durum ekonomiye büyük zarar vermişti. 1970’li yıllardan itibaren Türkiye karşısında askeri gücünü artırmak için silahlanma hızını artıran Yunanistan, 1980’den itibaren ise PKK militanlarına kendi toprakları üzerindeki Lavrion mülteci kampını açmış, onların askeri ve ekonomik tüm ihtiyaçlarını karşılamıştı. Bu durum Yunan ekonomisinde büyük hasarlara yol açmıştı. 4 Yunanistan’daki krizi tetikleyen dış etmenlerin başlıca ve en önemlisi, Avro Bölgesindeki ülkelerin kullanmak zorunda olduğu ortak para birimidir. Tüm para politikaları tek elden, Avrupa Merkez Bankası tarafından yönetildiğinden, ülkelerdeki en ufak bir değişiklik tüm Avro Bölgesindeki ülkeleri domino misali etkilemektedir. Yunanistan yaşadığı ekonomik sıkıntılar nedeniyle AB ve IMF ‘den çeşitli borçlar almış ve bu borçları geri ödeyememişti. Borçlarını ödeyebilmek için akla en yatkın yol, Yunanistan hükümetinin devalüasyona gitmesidir. Ancak, hükümet parasal yetkisini tamamen Avrupa Merkez Bankası’na devretmiş olduğundan bu durum hem Yunanistan için hem de Avrupa Birliği’nin prestiji açısından imkânsızdır. Ama halkın küçük bir kısmı para birimlerinin yeniden Drahmi olması konusunda gayet istekliydi; hatta yakın zamanda bu görüşü savunan bir parti bile kuruldu. B- planı adı verilen partinin üyelerinin Drahmiye dönülmesi halinde ekonominin canlanacağına dair inançları tamdı. Avroyu, Yunanistan’ın büyümesine engel olan dar bir korseye benzeten parti üyeleri, Almanya gibi büyük bir ekonomik gücün kullandığı para biriminin diğer ülkeler tarafından kullanılmasının, Almanya’dan küçük ve güçsüz ülkeleri küçültmeye iteceğini ifade etti. 5 Kriz ekonomik hayatı yoğun bir şekilde etkilemekle beraber, ülkedeki siyasi yaşantıyı ve halkın yaşayış biçimini de değiştirdi. Çalışanların greve gitmesi, halkın sokaklara dökülüp eylemlere katılması neticesinde ülkede oluşan kargaşa, hükümet değişikliğine kadar gitti. George


Papandreou ülkedeki durumun düzelmesi için ilk olarak meclise koalisyon çağrısı yapsa da; çağrısının karşılıksız kalması üzerine, 9 Kasım 2011'de başbakanlık mevkiinden istifa ederek kendi grubunu feshetti. 6 2012 yılında yapılan seçimlerde halk, krize olan tepkisini ve siyasi yapıdaki değişiklik isteğini net bir şekilde ifade etti. Yıllardır yönetimi değişimli olarak elde tutan merkez sağ görüşünü temsil eden Yeni Demokrasi Partisi ve merkez sol partisi olarak bilinen PASOK, bu seçimlerde büyük oranda oy kaybetti. Seçimlerde bir başka sürpriz daha yaşandı. Sosyalist görüşe sahip SYRIZA ve Türklere karşı ırkçı tavrıyla tanınan, aşırı sağ görüşe sahip Altın Şafak oy oranlarını artırarak mecliste yer alıp, söz hakkı kazandı. 7 Krizin halka yansıması ise, siyasi yapıya kıyasla daha farklı bir şekilde oldu; Yunan hükümetinin almış olduğu borçlarının geri ödenmesi için getirilen kısıtlamalar ve vergiler, artırılan çalışma saatleri, işsiz kalan insanlar halk arasındaki isyan fitilini ateşleyen en önemli faktörlerdendi. Halkın kendi hakları konusunda bilinçli oluşu, protestoların ülke geneline hızla yayılmasına yol açmıştı. İşçiler greve gitmiş, insanlar protestolara yoğun bir şekilde katılım göstermiştir. Özellikle lise ve üniversite öğrencilerinin tepkisi büyük olmuştur. Öğrenciler, 68 kuşağından etkilenerek, ayaklanmışlar ve protesto etme haklarını kullanmışlardı. Maalesef ki 2008 yılının aralığında Atina’daki eylemlerde 15 yaşındaki Aleksis Grigoropulos’nun polis kurşunu neticesinde hayatını kaybetmesi, öğrenci ayaklanmasının hızını biraz kesmişti. Aleksis Grigoropulos’nun varlıklı bir aileye mensup olması, isyanların halkın zengin, fakir demeden her tabakasına yayıldığını gösterir niteliktedir. Ayrıca Grigoropulos’nun öldürülmesi ve polisin eylemleri bastırmadaki izlemiş olduğu sert tutum, halk ve çeşitli siyasiler tarafından son derece olumsuz karşılandı. Elbette ekonomik krizin etkileri halkın yaşayış biçimine yansımıştı. Ekonomik kriz nedeniyle maaşlarda kesintilere gidildiğinden pek çok ailenin geçimi zorlaştı. Kriz nedeniyle birçok ürünün fiyatı arttı, halkın yaşam kalitesi düştü. İnsanların çoğu yeme ihtiyaçlarını aşevlerinden karşılar duruma geldi. Ailelerin çocuklarına sağlıklı bir şekilde bakamayıp, büyütemeyeceklerine karar verdiklerinden; kiliselere veya çeşitli yardım

kuruluşlarına bırakılan bebek ve çocuk sayısında inanılmaz ölçüde artış yaşandı. Bir diğer üzücü durum ise Yunanistan’da artan yoksulluk sonucu sokakta yaşayan insan sayısındaki artış oldu. Sayıları gitgide artan yeni yoksullar toplumun her kesiminde oluşmaktaydı; işçiler, aileler ve yüksekokul mezunları gibi. Atina’da sayılarının yirmi bini bulduğu tahmin edilmekte –ki nüfuslarının azlığı göz önüne alınırsa gerçekten dudak uçuklatıcı bir sayı olarak nitelendirebiliriz. Caddeler, sokaklar kadar mağarada yaşayan evsizlerin sayısı da az değil. Hükümet, işçiler ve memurların sorunlarıyla ilgilenmekten evsizlerin sorunlarını çözüme kavuşturmaya yeterince vakit ayıramadı. Çözüme kavuşturdukları konular ise durumu düzeltmeye yetmedi, son derece düşük kapasiteli sığınma yurtları ve gezici sağlık hizmetleri bu duruma örnek olarak verilebilir. Ancak sokakta yaşamak zorunda kalan halk, bu yardımlara pek sıcak bakmadığı gibi, genelde geri çevirmektedir. 8 Krizin insanların temel ihtiyaçlarını gidermesini ve sağlamasını zorlaştırdığı gibi, bir diğer etkisi ise insanların psikolojisini etkileyen karamsarlık olmuştur. Artan işsizlik oranları ve geçim sıkıntısından dolayı insanlar kendilerini avutmak için çeşitli kötü alışkanlıklar edinmiştir. Halk arasındaki madde kullanımı artış göstermiş, kriz öncesinde düşük oranlarda seyreden HIV ve AIDS vakaları yüzde bin dört yüz elli artmıştır. Ancak daha üzücü olan durum ise intiharın tek çıkış yolu olarak benimsenip, özellikle gençler arasında, intihar oranlarının artması olmuştur. Son dört yılda intihar oranları yüzde kırk beş artmıştır. İntihar oranlarının artışının nedenleri arasında sırf işsizliği görmek doğru bir yaklaşım olmaz, ama ülkedeki intihar sayısının işsizlik oranıyla paralel bir şekilde gitmesi bu konuyla ilgili yeterli bir açıklama getirmektedir. 9 Yunanistan’ı bu ekonomik açmazdan kurtarmak için Avrupa Birliği çeşitli yardımları hâlihazırda sağlamıştı. Diğer Avrupa Birliği ülkelerinin vatandaşlarına koyulan küçük miktardaki vergiler, kriz döneminde Yunanistan için mali açıdan bir anlamda can simidi olmuş durumdaydı. 2011 yılında Avrupa Birliği, Avrupa Merkez Bankası ve Uluslararası Para Fonu troykası ile Yunan hükümeti ekonomik durumlarını çözüme kavuşturmak için bir paket antlaşma imzaladı. Bu paket anlaşmanın şartlarına göre hükümet orta

47


48

vadeli bütçe planını meclisin oylamasına sundu. Orta vadeli bütçe planı kemer sıkmayı gerektiren sert önlemler barındırıyordu, bu yüzden milletvekilleri bütçe planına pek sıcak bakmasa da kurtuluş için kabul ettiler. Orta vadeli bütçe planının bazı maddelerinden örnek vermek gerekirse: memur sayısında azaltmaya gidilmesi, bazı kamu kuruluşlarının kapatılması, vergilerin artırılması ve vergi muafiyetinin azaltılması gibi. Şayet hükümet paket anlaşmada belirlenen koşullara uyduğu takdirde piyasadaki istikrarın sürmesi, bütçe açığının azalması, kalkınma ve istihdam koşullarının artırılması öngörülüyordu. 1 0 Orta vadeli bütçe anlaşmasının maddelerinden birinin uygulanış şekli geçtiğimiz ay basında geniş yer buldu. Haziran ayında kapatılan Yunanistan Devlet Televizyonu’nun (ERT) hala yayına devam eden çalışanları polis tarafından düzenlenen baskın sonucunda zorla binadan çıkarıldı. Kısa sürede bu durumu protesto etmek üzere binanın önünde toplanan halk, çeşitli gösterilerde bulundu. 1 1 Avrupa Birliği sırf paket anlaşmayı imzalayıp Yunan hükümetine destek çıkmakla kalmadı; krizden önceki dönemde, ilki 2010 yılında olmak üzere, Yunan Hükümetine 110 milyon euroluk yardım paketi verilmiş olmasına rağmen, bu yardım paketi yeterli olmadığından daha sonraki yıllarda çeşitli yardım paketleri Yunan Hükümetine gönderildi. 1 2 En son gönderilmesi planlanan üçüncü yardım paketi, Avrupa Birliği’nde etkin söz sahibi olan ülkeler

arasında yer alan Almanya’nın tepkisine neden oldu. Almanya Başbakanı Angela Merkel bu konuyla ilgili; Yunanistan’ın Avro Bölgesine en başından beri alınmaması gerektiğini dile getirmişti. 1 3 Yunanistan’ın uzun süre bu ekonomik krizden çıkamayacağı ve ülkenin eski refahına kavuşmasının uzun süreceği aşikâr. Her ne kadar Avrupa Birliği parasal anlamda toparlanmaları için destek çıksa da, Birliğin ekonomik açıdan güçlü üyeleri bu durumdan son derece rahatsız. Bu durum Avrupa Birliği’ndeki ülkeler arasında fikir ayrılığı noktasına kadar gitmekte. Yunanistan’daki ekonomik krizden sonra, Avrupa Birliği’nin üye alırken Avrupalı kimliğinin yanında ekonomik açıdan yeterlilik gerektiren çeşitli kriterler aramasının gerekliliği gözler önüne seriliyor. Ortaya çıkan bir diğer sonuç ise krizin bir halkı her açıdan nasıl mahvettiği. İnsanların temel ihtiyaçlarını karşılamayacak hale düşmesini, artan psikolojik bunalımları, düşen yaşam standartlarını bu duruma örnek olarak verebiliriz. Ayrıca halkın protesto hakkını sonuna kadar kullanması, azımsanamayacak sayıda insanın işten çıkartılması, öldürülen gençler ve değişen siyasi fikirler ekonomik krizin bir diğer sonuçlarından sayılabilir. Eskiden Avrupa’nın şımarık çocukları olarak nitelendirdiğimiz Yunanistan’ı günümüzde Yeni Yoksullar olarak adlandırabiliriz.

Refera n sl a r 1. Aslı Fatma Burulday, ‘’ Yunanistan Ekonomik Krizi’’,(20 Ekim 2011),http://www.bilgesam.org/tr/index.php?view=article&catid=70:abanalizler&id=1201:yunanistan-ekonomik-krizi&format=pdf&option=com_content&Itemid=134, (Erişim tarihi: 18 Ekim 2013) 2. a.g.e 3. Aykut Kibritçioğlu, ‘’ Current Sovereign Debt Crisis in Eurozone Countries’’, (16 Ağustos 2011),http://mpra.ub.unimuenchen.de/33528/1/MPRA_paper_33528.pdf%2011111,(Erişim tarihi: 18 Ekim 2013) 4. Elif Akhan,‘'Yunanistan’d aki ekonomik krizin nedenleri ve genel gidişatı ‘’,( 1 Mart 2012),http://www.tasam.org/trTR/Icerik/4641/yunanistandaki_ekonomik_krizin_nedenleri_ve_genel_gidisati%2033, (Erişim tarihi : 18 Ekim 2013) 5. Euronews, ‘’Komşuda drahmiye dönmek isteyenler parti kurdu ‘’, (19 Mayıs 2013 ) http://tr.euronews.com/2013/05/19/komsudadrahmi-ye-donmek-isteyenler-parti-kurdu/, (Erişim tarihi :18 Ekim 2013) 6. Euronews, ‘’Papandreu istifa etti ‘’( 9 Kasım 2011), http://tr.euronews.com/2011/11/09/papandreu-istifa-etti/ , (Erişim tarihi :18 Ekim 2013) 7. Niko Stelya, ‘’Yunanistan’ın yükselen yıldızları’’,(13 Mayıs 2012),http://www.radikal.com.tr/dunya/yunanistanin_yukselen_yildizlari1087845,(Erişim tarihi :18 Ekim 2013) 8. Andy Dabilis,’’ Yunanistan yoksullara yardım etmenin yollarını arıyor.’’, ( 2 Eylül 2013 ), http://www.setimes.com/cocoon/setimes/xhtml/tr/features/setimes/articles/2013/09/02/reportage-01 ,( Erişim tarihi : 11 Kasım 2013) 9. Euronews, ‘’ Yunanistan’d a intihar vakaları yüzde kırkbeş arttı ‘’, (11 Eylül 2013) http://tr.euronews.com/2013/09/11/yunanistan-daintihar-vakalari-yuzde-45-artti/ ,( Erişim tarihi: 18 Ekim 2013) 10. Turkishny, ‘’Yunanistan ile paket anlaşma sağlandı.’’, ( 3 Haziran 2011), http://www.turkishny.com/economy-news/7-economynews/56653-yunanistan-ile-paket-anlama-saland#.UmgFEnCnrEs , (Erişim tarihi : 18 Ekim 2013) 11. Helena Smiths, ‘ Greek riot police evict last ERT staff ‘’,(7 Kasım 2013), http://www.theguardian.com/media/2013/nov/07/greek-riotpolice-evict-ert ,(Erişim tarihi: 11 Kasım 2013) 12. Diplomatik Gözlem, ‘’Yunanistan avro bölgesine katılmamalıydı.’’ ( 3 Eylül 2013) http://www.diplomatikgozlem.com/TR/belge/19462/yunanistan-avro-bolgesine-katilmamaliydi.html , (Erişim tarihi: 18 Ekim 2013) 13. a.g.e


mücadeleden canlı çıkabilenler içinse ödül o kadar da iç açıcı değil, çünkü gittikleri yabancı ülkelerde kurtuluş yerine yepyeni zorluklarla karşı karşıya kalıyorlar.

Bu sözler Somalili gazeteci Mordini’ye ait. Kendisi henüz yasal bir mülteci statüsü kazanmış değil; bu yüzden Frankfurt’ta kimliğini gizleyerek yaşıyor. Somali’d eki çetin savaştan kaçmaya karar vermiş. Öncelikle Türkiye’ye ulaştığında Macaristan’a gidebilmek için rüşvet vermiş. Ancak Macaristan onun için can güvenliği sağlayacak bir koruma alanı yerine yeni sorunların başlangıcı olmuş; tutuklanmış, suçlu muamelesi görmüş ve insan haklarına sığmayan muamelelere maruz kalmış. 1 Dünyada, özellikle de Avrupa’d a, büyük bir çıkmaza doğru sürüklenen mülteci sorunun ciddiyetini anlamak ve göstermek için mülteci hayatı yaşayan birinin birkaç cümlesi yetiyor. Örneğin cümlelerinden alıntı yaptığım Somalili mülteci, durumun ehemmiyetini göstermektedir. Üstüne üstlük bu mülteci yaşadığı onca kötü olaya rağmen şanslı bile sayılabilir, çünkü hala hayatta! Çoğunluğu Afganistan’d an olmak üzere her yıl yüz binlerce insan yaşam standartları kendi ülkesine göre yüksek olan bir başka ülkeye meşru ya da gayrimeşru yollarla göç etmekte. Suriye ve Somali gibi ülkelerdeki savaş ve savaşın yarattığı kıyım ortamı, ekonomik yetersizlikler her yıl çeşitli ülkelerden yüz binlerce insanı hayatları pahasına da olsa göçe zorluyor. Çünkü yaşam standartlarının yüksek olduğu güvenli bir ülkede yaşamak onlar için bir kurtuluş. Fakat bu kurtuluş umudu birçok mülteci için hayatlarının sonu oluyor. Onlara çok pahalıya patlayan bu yolculukta canlarını değilse bile bir kamyonun arkasında ya da küçücük teknelerde yüzlerce kişi balık istifi, havasız ve yemeksiz, günler süren yolculuk sırasında yüksek miktarda paralarını, mallarını hatta belki çocuklarını kaybediyorlar; yani bir nevi ‘açlık oyunları’. Bu zorlu

Genelde mültecilerin yeni hayatlarına başlamak için tercih ettiği ülkeler sosyal ve ekonomik açıdan gelişmiş ülkeler oluyor ve doğal olarak sıralamada Avrupa ülkeleri başta geliyor. Avrupa ülkeleri sığınmacılar için ideal yaşam alanları olarak görülse de, aynı heyecan Avrupa Birliği ve üye ülkeler tarafından mültecilere ev sahipliği yapma konusunda duyulmuyor. Örneğin, Almanya mülteci politikasını çok sıkı tutan ülkelerden biri; kontroller, denetimler çok fazla ve çok sınırlı sayıda mülteci kabul ediyor, kabul ettiği göçmenlerin denetimi ise yine üst düzey. Ancak kişisel deneyimlerime ve gözlemlerime dayanarak Almanya’d aki ve diğer ülkelerdeki uygulamaları karşılaştırdığımda, Almanya’ya kabul edilen mültecilerin gerçekten çok şanslı olduklarını söyleyebilirim. 2012 Ağustos ayında Almanya’nın Giessen şehrindeki mülteci kampında gönüllü olarak çalıştım ve gördüm ki Pakistan, Somali, Irak gibi çeşitli ülkelerden gelen sığınmacı aileler birçok imkana sahip. Kendi içinde birkaç binadan oluşan tesiste ailelere kalacak yer, her gün düzenli yemek, sosyal aktivite odaları, aylık cep harçlığı ve isteyenlere Almanca ve diğer derslerde öğretim sunuluyor. Birbirlerinin dilini bile bilmeyen çocuklar beraber oyun oynayabiliyorlar. Bu sistem hem ev sahibi hem de sığınmacılar açısından çok daha verimli. Çünkü diğer türlü psikolojileri bozulan, açlık, kötü muamele ve nefretle büyüyen tüm genç mülteciler birkaç yıl sonra sokağa salınıyorlar. Kamplarda yaşadıklarının içlerinde oluşturduğu kin eyleme dökülmeye olanaklı hale geldiğinde ise, bu halk için büyük bir tehdit oluşturuyor. Halk arasında yaygın olan ‘huzur kaçıran yabancı’ damgasını yemeleri oldukça mümkün hale geliyor. Sanıyorum ki diğer AB ülkeleriyle kıyaslanınca mültecilere karşı en medeni tutum sergileyen ülke Almanya; çünkü, Yunanistan ve Macaristan başta olmak üzere, diğer AB üyesi ülkelerde mülteciler aylarca ve genellikle insani olmayan koşullarda mahkûm edilebiliyorlar. ’Gaddarlık’, ‘insafsızlık’ olarak değerlendirilebilen birçok kötü muamele mültecilere

49


karşı ulusal politika olarak uygulanıyor. Göçmenler aşağılanma, hor görülme, fiziksel şiddete maruz bırakılma, çok kötü koşullarda barındırma gibi birçok sorunla karşı karşıya kalıyorlar.

50

Son yıllarda Avrupa ülkelerinin çoğu irtica başvurularıyla baş edemez hale geldiler. En fazla sığınma başvurusunu, başta Afganistan, Rusya ve Suriye’d en olmak üzere, Almanya, Fransa ve İsveç aldı. Toplamda, 2012 yılında AB 335 bin 365 sığınma başvurusu aldı. BM istatistiklerine göre Mart 2011’d e ihtilafın başlamasından bu yana dünya üzerindeki mülteci sayısı 2 milyonu geçti. 2 Göçmen sayısı bu kadar yüksekken –ki kaçak göçmenlerin meşru göçmenlere oranla çok daha fazla oldukları biliniyor– “Avrupa Birliği mülteci sorunu karşısında üstüne düşen sorumluluğu gereğince yerine getirmiyor mu?” sorusu kaçınılmaz olarak akıllara geliyor. Aslında bu soruya iki yönlü cevap verilebilir. Mültecilerin gözünden baktığımızda, suçsuz günahsız bir yığın insan huzurlu bir ortam arıyor ki bu en doğal hakları ve kesinlikle suç olarak değerlendirilebilecek bir olay değil; doğal olarak tüm dünya ülkelerinin kendilerine barınma hakkı tanıması gerekli. Sığınılan konumundaki ülkelerin gözünden baktığımızda ise, içlerine çoğu kaçak yollardan giren binlerce insana –ki çoğunun pasaport bir yana isimleri ve uyruklarını belirten bir belgeleri bile yokken– vatandaşlık ya da çalışma hakkı vermek söz konusu bile olmuyor. Üstelik bu insanların ihtiyaçları için kendi vatandaşları fazladan vergi ödemekte ve eski yerleşim yerlerinde artık huzur bulamadıklarından başka şehirlere göç etmekte; bu pek hoş bir durum değil çünkü kendi halkının huzursuz olması ülke içinde kargaşalara ve ayrımcılığa sebep olabiliyor. Dolayısıyla bu sorunları yaşayan ülkelerin ekonomik ve sosyal politikaları fazlasıyla zarar görüyor. Örneğin, İtalya’nın Sicilya bölgesi bu konudan fazlasıyla muzdarip. Yakın zamanda Lampedusa Adası açıklarında Somalili ve Eritreli kaçak mültecileri taşıyan bir geminin batması sonucu 300’d en fazla insan hayatını kaybetti. Bu olaydan ötürü mültecilerin yaşadığı dram AB gündeminin ilk sırasına yerleşmişti ve bunun sonucunda İtalya bir gün ulusal yas ilan etmişti. 3 Bunun üzerine İtalya İçişleri Bakanı Angelino Alfano,

''Bu bir İtalyan trajedisi değil, Avrupa'nın trajedisidir. Lampedusa Adası'nı İtalya'nın değil, Avrupa'nın sınırı olarak düşünmek gerekir.'' diye konuştu, ki bu sözler aslında varlığı sadece teoride olan Avrupa Birliği’ne bir eleştiri niteliğindeydi. Güney Avrupa’d a da mülteci sorunu gittikçe kötüleşmektedir. Geçen sene sadece Akdeniz’d e iki binden fazla insan öldü ve sorunun çözümüne yönelik çalışmalar yerine sahte ve geçici bir durum yaratıldı. Avrupa Birliği üye ülkeleri arasında bir fikir ortaklığı ve dayanışmanın olmaması burada anahtar rol oynuyor. Bu insani krizi çözmek için Avrupa Birliği, Malta ve İtalya’ya gerektiği kadar yardımcı olmuyor. 4 Her konuda birlik olmayı ve beraber hareket etmeyi öğütleyen Avrupa Birliği, söz konusu mülteci sorunu olunca ‘her koyun kendi bacağından asılır’ mantığı güdüyor. Haliyle AB üyesi ülkelerin kendi çıkarlarını düşünmesi sonucu bu sorunun çözümü sürekli erteleniyor ve bu sebeple ne çaresiz mülteciler memnun oluyor ne de mülteci sorunuyla karşı karşıya kalan ülkeler mültecilere çare olan ve kendi halkının da huzurunu sağlayan bir politika benimseyebiliyorlar. Ortada kaçınılmaz bir gerçek var ki güvenlik arayışı ya da sığınma hakkı talep etmek bir suç değildir. Ülkelerde uygulanan politikalar gereğince, irtica hakkı isteyenler gözaltına alınmamalıdır; özellikle başlarında ebeveynleri bulunmayan çocuklar ve gençler kesinlikle tutuklanmamalıdır, çünkü bu asla tutuklanmak için geçerli sebep olamaz. Kabul edilir ki bu kadar fazla belgesiz, mülksüz, ortak kültürü olmayan insanın başka ülkelerde yaşayışını bir sisteme oturtmak zordur ve başarıya ulaşması uzun bir süreç gerektirir. Ancak Avrupa Birliği ve diğer dünya ülkeleri bu sorunun üstüne tartışıp ortak bir politikayla hareket etmediği sürece, ne göçmenlere yapılan haksız uygulamalar son bulacak, ne de ölüm gerçeğini bilseler de göçmenlerin kaçak yollarla ‘barınak’ arama hikâyelerinin sonu gelecektir. Tüm mültecilerin korunmaya ihtiyacı var ve şuan büyük bir tehdit altındalar. Bu durum çözümlenmediği takdirde, ileride tüm dünya vatandaşlarının etkileneceği sonuçlar yaratması kaçınılmaz.

Refera n sl a r 1. Euronews, “Avrupa’d a Mülteci Kördüğümü”, (27 Haziran 2013), http://tr.euronews.com/2012/06/27/avrupa-da-

multeci-kordugumu/, (Erişim Tarihi: 15 Kasım 2013) 2. Tokyay, M., “Artan mülteci sayısı Türkiye ve Avrupa’d a kaygı yaratıyor”, (18 Eylül 2013), http://www.setimes.com/cocoon/setimes/xhtml/tr/features/setimes/features/2013/09/18/feature-02, (Erişim Tarihi 13 Kasım 2013) 3. AB Haber, “AB’nin mülteci politikası tartışılıyor: Lampedusa’d a 300’d en fazla kişi hayatını kaybetti”, (4 Ekim 2013), http://www.abhaber.com/index.php?option=com_content&view=article&id=52591:ab%E2%80%99ninm%C3%BClteci-poltikas%C4%B1-tart%C4%B1%C5%9Fl%C4%B1yor-lampedusa%E2%80%99da-300-den-fazlaki%C5%9Fi-hayat%C4%B1n%C4%B1-kaybetti&catid=214&Itemid=915, (Erişim Tarihi 15 Kasım 2013) 4. Euronews, a.g.e.


Çin Halk Cumhuriyeti’nin (ÇHC) 1979’d a başlayan ekonomisini dünyaya açma politikaları, başarıyla hayata geçirilmiş ve Çin ekonomisi dünya başarı sıralamalarının birçoğunda ilk sıralara yükselmiştir. Yoğun bir endüstrileşme sürecinden geçerek ekonomisini hızla büyüten bu ülkenin serbest piyasa ekonomisi içerisinde hareket eden diğer aktörlerden biri gibi olup pastadan payına düşeninin mi peşinde olduğu, yoksa halihazırdaki bu ekonomik sisteme kendi ekleme çıkarmalarını yaparak yeni bir piyasa ekonomisi oluşturmanın mı peşinde olduğu ise en azından benim kafamı kurcalayan sorular arasında. ÇHC’nin ekonomik büyümesine istatistiki kanıtlamalar gösterecek olursak, birçok ekonomi araştırmasında hemen hemen aynı sayısal değerlerin yer aldığı şu verileri sunabiliriz:1 1 . 1978 yılından bu yana Çin ekonomisi her yıl yüzde 9’u aşan büyüme hızıyla sürekli ve sağlıklı doğrultuda gelişiyor. 2003 yılında Çin’in yurtiçi gayri safi milli hasılası 1 trilyon 400 milyar ABD dolarına ulaştı ve Çin ekonomisi ABD, Japonya, Almanya, İngiltere ve Fransa’d an sonra dünyada 6. sırada yer aldı. 2 . Dış ticaret hacmi İngiltere ve Fransa’yı aşarak ABD, Japonya ve Almanya’d an sonra dünyada 4. sırada yer alarak 850 milyar ABD dolarına ulaştı. 3 . 50 yılı aşkın süredir, Çin’in üç temel sektörü arasındaki oransal ilişkilerde büyük değişiklikler meydana geldi. 50’li yılların başlarından 2002 yılına kadar Çin’d e tarım oranı yüzde 45.4’ten 15.4’e indi; sanayi oranı 34.4’ten 51.8’e yükseldi; hizmet sektörü oranı da yüzde 20.2’d en 33.7’ye yükseldi. 4. 2010 yılı verilerine göre ise dünyanın en büyük ikinci ekonomisi oldu. 2 Bu veriler Çin ekonomisinin gücüyle ilgili objektif kanıtlar sunmaktadır. Diyebiliriz ki Çin Halk

Cumhuriyeti serbest piyasa ekonomisini benimsemekte ve bu ekonomik düzen içerisinde hızla yükselmeye devam etmektedir. Bu bakış açısıyla bakıldığında, Çin’in ekonomik gelişiminin diğer herhangi bir ülkenin gelişiminden çok da farkı yoktur. Ancak aksi yönde iddalar da mevcut olup Çin’in bu durumunun ABD hegomanyasına bir alternatif oluşturacağı öne sürülmektedir. Sanıyorum ki iddaların gerçekliğini anlamak için Çin’in izlediği ekonomi politikalarının ayrıntılarını incelemek bizlere daha doğru sonuçlar sunacaktır. Çin her ne kadar dünya ekonomik konjonktürünü kendine uyarlamaya çalışıp "Sosyalist Piyasa Ekonomisi"ni benimsemiş olsa da, devlet sektörü ekonominin temel direği olmayı sürdürmektedir. Ancak Çin ekonomisinin dinamizmi özel, kollektif ve yabancı sermayeli girişimlerden kaynaklanmaktadır. 3 Birçok ekonomistin yaptığı ve genel olarak da tartışılır durumda olan bu değerlendirme bizleri Çin’in uyguladığı ekonomi politikası üzerine tekrar düşünmeye yönlendiriyor. 1978-2010 döneminde birbiri ile bağlantılı 3 ayrı devlet destekli ekonomi programı uygulamaya konuldu. 4 Yine bu veriden yola çıkarak diyebiliriz ki uygulanan ekonomi politikası tamamen serbest piyasa ekonomisi olmayıp bunun yerine devletin izin verdiği ölçüde serbest olan bir politikadır. Bu devlet destekli politikalara bakacak olursak şöyle bir durumla karşılaşırız;5 1 . Çin'in 1978 yılında uygulamaya geçirdiği ilk ekonomik reform programı ile kırsal bölgelerin gelişimi, özel sektör yatırımlarının güçlendirilmesi, fiyatlar üzerindeki devlet kontrolünün zayıflatılması ve sanayi üretimi yatırımlarının arttırılması amaçlamaktaydı. 2 . 1985-1991 yılları arasında Çin Hükümeti'nin uyguladığı ekonomik reform programının odak noktası ise devletin modernizasyonuydu. Asıl amaç ise etkin bir yönetim anlayışının yerleştirilmesi ve özelleştirmeye dair adımların atılabilmesiydi.

51


3 . 1992-1996 dönemindeki 3. ekonomik reform programının asıl amacı ise doğrudan yabancı yatırımları çekebilmekti. Aynı şekilde ülke içerisindeki özelleştirmeler üzerinden gidecek olursak da, Çin küçük işletmelerin özelleşmesine izin verip daha büyük işletmeleri devlet kontrolünde tutarak devletin yükünü hafifletirken, diğer yandan da ülkeye büyük miktarlarda para akışı sağlamıştır. 6 Yapacağımız yorum şu olur ki Çin Mao Zedong’un 1976’d a ölümün ardından yeni yönetim anlayışıyla birlikte devlet kontrolünde gelişen bir “sosyalist piyasa ekonomisi” modeli uygulamaya başlamıştır. Piyasa sosyalizmi hür teşebbüs ve sosyalist planlamaya dayalı; teşebbüslerin halk tarafından sahiplenildiği fakat üretim ve tüketimin piyasa tarafından belirlenildiği bir ekonomi modelidir. 1960 ve 70’lerde Yugoslavya, Sovyetler Birliği ve Macaristan’d a uygulanma izleri görülür. 7

52

Bu noktaya geldiğimizde ilk başta sorduğumuz Çin’in pastadan pay kapmanın mı derdinde olduğu yoksa kendi sistemini mi oluşturmaya çalıştığı sorusunu biraz daha değiştirerek, bakış açımızı bu gelişme sürecinden en çok etkilenen işçilere çekmek istiyorum. Görülen o ki Çin’in ekonomisinin büyüklüğü, gücü ya da etkisi hakkında tartışmaya çok da açık olmayan veriler mevcut. Ancak cevabını aradığımız soru Çin’in kendi sistemini oluşturup oluşturamayacağı ya da bu yönde bir niyetinin olup olmadığı ise bu noktada daha derine inip ülkenin ekonomik büyümesinin ya da diğerlerinden farklı bir yöntem izleyerek ekonomik büyümesinin yanında bu değişimlere maruz kalan insanların yaşamlarının da ne yönde değiştiğini incelememiz gerekir. Nitekim serbest piyasa ekonomisiyle gelişen ülkelerden farklı politikalarla büyüdüğünü ve de onlardan farklı bir ekonomik anlayışa sahip olduğunu iddia ediyorsa bunun içte de görünür olması ve insanlarının batıdaki gelişim sürecinden farklı bir süreçte ilerliyor olmaları gerekir. Ne yazık ki bu alanda yapılan incelemelere ve ardından gelen yorumlara baktığımızda durumunun hiç de iddia edildiği gibi olmadığını, insanların aslında batıdakinden çok da farklı süreçlerden geçmediğini görmekteyiz. New York Times’a göre, Çin’d eki muazzam büyüme olgusu Çin’d eki ucuz emeğin sırtında yükselmektedir. Ülkedeki olağanüstü ve uzun süredir devam eden büyüme sürecine rağmen Çinli işçilerin çoğu yoksul bir hayat sürmektedir. Kırsalda

çalışan işçilerin %70’i, büyük kentlerde çalışanların ise %15’i sözleşmesiz çalışıyor. İşçilerin işe alınma ve işten çıkarılma şartları tek taraflı olarak belirleniyor. Çin’d e işçilere getirilecek korumalarla ilgili yasa tasarısına karşı uluslararası sermaye tarafından büyük bir kampanya yürütülmektedir. Uluslararası sermaye bunlara iki nedenle karşı çıkmaktadır: birincisi, kârına kâr katmaya devam etmesi; ikincisi, Çin’d e ucuz ve korunmasız koşullardaki emeği istihdam etmenin dünyanın her yerinde ücret ve kazanımları baskı altına almanın bir aracı olarak işlev görmesi. 8 Aynı trajik durum ülkedeki sağlık koşulları için de geçerli olmakla birlikte, ülkede hem sağlık sektöründe çalışanlar hem de hizmet alanlar oldukça zor durumdadır. Yapılan sağlık reformlarıyla giderek sağlık sektörünü özelleştirmeye ve üzerindeki yükü atmaya çalışan Çin hükümeti, bu politikalarıyla insanlarını çıkmaza sürüklemiştir. Reformların ilk etkisi köylüye olmuştur; zira köylerdeki klinikler özelleştirilmiş ve bu bölgelerde görev yapan doktorlar kendi özel kliniklerini açmışlardır. 9 Ancak bu klinikler rekabet ortamından kapanmayla yüz yüze kalarak çıkmışlardır. Bunun sonucunda birçok klinik kapanmış ve insanlar yüksek ücretli fakat tıbbi donanımı çok düşük olan sağlık hizmetleriyle baş başa kalmışlardır. Devletin kendini sağlık sektöründen çekmeye çalışmasının sonucu olarak, 1980den sonra devlet desteğinin azalması nedeniyle koruyucu hizmetler ücretli hale gelmiştir. Geliri arttırmak için daha fazla tıbbi hizmet verme eğilimi artmıştır. Sonuç olarak, halk sağlığı sistematik olarak ihmal edilmiştir. 10 Son olarak ülkenin sağlık harcamalarına baktığımızda durumun vahametini daha iyi görebiliriz. Uluslararası olarak bir ülkenin gelirinin artması ile ülkenin toplam sağlık harcaması içinde kamunun payı artış içindedir. Fakat Çin’d e toplam sağlık harcamaları içinde kamu harcamalarının payı %32’d en %15’e düşmüştür. Kamu harcamalarının payı uluslararası standarda göre oldukça düşüktür. 1990 ile 2002 yılı arasında DSÖ’ye göre kamu harcamalarının payı %59’d an %32’ye düşerken, özel harcamaların payı %40’tan %67’ye yükselmiştir. 11 Bugün Çin’d e yaklaşık çeyrek milyar insan 1 doların altında bir gelirle yaşamını sürdürüyor. Bir işçinin haftalık çalışma saati 100 saati buluyor. Haftada 6 gün çalışma standart bir uygulama haline geldi. Son derece kompleks bir sömürüye tabi tutulan işçi sınıfının, teknik ve beceri isteyen işler de dahil olmak üzere, saat ücreti ortalama 50 cent ile, 1,5 dolar


arasında değişiyor. 12 Sunulan bu vahşet tablosuna baktığımızda aslında gelişen, değişen ve büyüyenin Çin halkı olmadığı, aksine halkın sömürüsünün ve felaketinin hat safhada olduğunu ve durumdan kazancı olanların aslında insanların aciziyetini ne kadar az umursadıklarını daha açık ve net göremezdik. Daha trajik olan nokta ise hala sorulan soruların “Yeni bir hegomonya mı yükseliyor?”, “ABD’ye rakip bir ülke mi?” vb. seviyesinde kalıyor

olması. Çok az akla geliyor aslında büyüyen bir Çin’in nasıl da kendi insanının emek ve sömürüsü üzerinden ve onların hayatları pahasına büyüdüğünü sorgulamak. Aslında uluslarası sisteme daha “sosyalist” piyasa ekonomileriyle girmek ve daha adil sistemler oluşturmak gibi hayaller değil ülkelerin, daha doğrusu çıkar gruplarının, umurunda olan. Uğrunda emek harcanmaya değen tek bir amaç var; o da fazla, diğerlerinden çok daha fazla kazanç sağlamak.

53

Refera n sl a r 1. “Çin ekonomi politikası”, (n.d.). Retrieved from http://www.atonet.org.tr/yeni/index.php?p=1148&l=1 2. “Çin sanayisi”, (2010, 12 12). Retrieved from http://www.cinkultur.com/CIN_HAKKINDA/Cin_Sanayisi/ 3. “Çin ekonomisi ve Çin ekonomisinin genel görünümü”, (n.d.). Retrieved from http://www.ekodialog.com/Konular/cin_ekonomi_sektor.html 4. MALAZGİRT, D. A. (2012, 7 7). “Çin ekonomisinin 40 yıllık hünerli manevraları: Emlak balonu ve üretilen çözüm yolları”, Retrieved from http://www.dunya.com/cin-ekonomisinin-40-yillik-hunerli-manevralari-emlak-balonu-ve-uretilen-cozum-yo-159117h.htm 5. (n.d.). “Çin halk cumhuriyeti'nin siyasi görünümü”, Retrieved from Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı website: http://www.mfa.gov.tr/cin-halk-cumhuriyeti-siyasi-gorunumu.tr.mfa 6. Zenginoğlu, S. (2011). “Çin’in sosyalist piyasa ekonomisi ve sürdürülebilirliği”,Bilgesam, Retrieved from http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1049:cinin-sosyalist-piyasa-ekonomisi-vesuerdueruelebilirlii&catid=92:analizler-uzakdogu&Itemid=140 7. “Sosyalist piyasa ekonomisi sistemi”, (n.d.). Retrieved from http://turkish.cri.cn/chinaabc/chapter3/chapter30301.htm 8. “Market socialism”, (2013). In Encyclopaedia Britannica. Retrieved from file:///C:/Users/dell/Desktop/market%20socialism%20(economics)%20--%20Britannica%20Online%20Encyclopedia.htm 9. Dere, B. (n.d.). “Çin sağlik sistemi ve sağlik hizmetlerinde dönüşüm”, Informally published manuscript, İstanbul Üniversitesi, İstanbul, İstanbul, Türkiye. Retrieved from https://www.google.com.tr/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=2&cad=rja&ved=0CC8QFjAB&url=http://www.istanbul.edu.tr/itf/h alksagligi/ppt/bunyamin.dere-cin.saglik.sistemi.doc&ei=6PyNUvKJE4qQtQb6pICgCg&usg=AFQjCNFwd_manQVO4MaEZMze6V0hpVBng&bvm=bv.56987063,d.Yms 10. A.g.e 11. A.g.e 12. Yaraşır, V. (2013, 3 8). “Çin'in hegemonya atakları, ABD'nin kuşatma stratejisi”, Kıbrıs Postası. Retrieved from http://www.kibrispostasi.com/print.php?col=199&art=17780


54

Tarihi değiştiren insanlar vardır. Bazıları tüm dünyaca tanınır; kime sorsanız isimlerini, ne yaptıklarını kolayca öğrenebilirsiniz. Bazıları da vardır ki çoğu insan tanımaz onları; işte onlar büyük işler başarmışlardır. Bunlardan bir tanesi de Vo Nguyen Giap (Vu Niyan Ziap). Giap, 25 Ağustos 1911 yılında Vietnam'ın Quang Binh kentinin An Xa köyünde doğdu. Ailesi tarımla uğraşıyordu ve varlıklı oldukları söylenemezdi. Kendi topraklarını küçük parçalar halinde komşularına kiraya vererek göreceli olarak iyi ve mutlu bir hayat idame ettiriyorlardı. Giap 14 yaşına geldiğinde Tan Viet Cach Mang Dang isimli devrimci gençlik grubuna üye oldu. Ardından 2 yıl sonra başlayan lise hayatı öğrencileri örgütleyip eylem yaptırdığı iddiasıyla bitti. 1930 yılında yine aynı sebepten devrimci yanı nedeniyle 2 yıl hapis cezası aldı. Bu cezanın 13 ayını yattıktan sonra salıverildi. 1932 yılında komünist partiye katıldı ve Çinhindi'nde artmaya başlayan Fransız egemenliğine karşı birçok eylemde bulundu. Giap, askeri tarihe ve felsefeye çok meraklı olduğundan 1933 yılında Hanoi Üniversitesi'ne girdi. Siyasal ekonomi ve hukuk eğitimi alıp mezun olduktan sonra devam eden yıllarda gazetecilik ve bazı okullarda tarih öğretmenliği yaptı. 1939 yılına gelindiğinde etkisini arttıran Fransız yönetimi komünist faaliyeti yasakladı ve Giap Çin'e sürüldü. O sürgünde iken aynı yıl evlendiği eşi, kardeşi, anne ve babası Fransız koloni yönetimince tutuklandı ve işkence yapılarak öldürüldü. Va ta n d a n Kopu ş ve Bi ri n ci Çi n h i n d i S a va şı Giap, 1939'dan sonra, 1944'te vatanına tekrar dönene kadar Çin'de kaldı. Vietnam Savaşı'nın sembolik lideri haline gelecek olan Ho Chi Minh ile tanıştı ve Viet Minh'e, bir diğer adı Vietnam Bağımsızlık Ligi olan

gruba, dâhil oldu. Bu noktadan sonra Giap'ın hayatı değişmeye başlayacaktı. Çin'de kaldığı süre boyunca Sun Tzu ve Napolyon'un savaş sanatı üzerine düşüncelerini benimsemeye ve kendini geliştirmeye devam etti. 1944 yılında vatana döndükten sonra Japon işgal kuvvetlerine karşı Viet Minh ile direnmeye başladı. Japon kuvvetleri ağır darbe alıp geri çekildikten sonra Viet Minh grubu üyeleri yönetimi ele geçirdi ve geçici hükümetten sonra Ho Chi Minh Demokratik Vietnam Cumhuriyeti'ni kurdu. Giap'ın bu durumdaki konumu İçişleri Bakanı olmaktı. 2. Dünya Savaşı'nın patlak vermesi Vietnam’ı da etkilemişti. Emperyalist güçlerin Vietnam üzerindeki hükümleri çoktan karara bağlanmıştı. Japonlar tarafından boşaltılan yer geçici süreliğine müttefik kuvvetlerce doldurulacak, sonrasında ise kuzey Vietnam milliyetçi Çin'e, güney Vietnam ise İngiltere'ye bırakılacaktı. Fakat savaşın son zamanları savaşa dâhil olan ve Nazi Almanyası ile ittifak kuran Fransızlar eski sömürgelerine yeniden kavuşma hayaliyle Vietnam üzerinde hak iddia etti, İngiltere'nin de bu konuda bir şey dememesi Vietnamlıları tekrar başka bir devletin himayesi altında kalma tehlikesi ile karşı karşıya getirdi. Fransızların bölgeye asker getirmesi ile de birinci Çinhindi Savaşı patlak verdi. Başlarda yenilen ve çok adam kaybeden Viet Minh mensupları Çin'deki iç savaşı Mao'nun kazanması ile rahat bir nefes aldı. Çin'den gelen yardımlarla Fransızlarla mücadele etmeyi başaran Viet Minh gerillaları savaşı, Vietnam'ın savaşı zor kılan bölgelerine çekmeye başladılar. Laos bölgesinde Giap komutasında yapılan ve 56 gün süren muharebe sonrası Fransa Vietnam'dan çekileceğini açıkladı. Fransa'nın bu kararı vermesindeki nedenlerin biri de 2000 askerini kaybetmesi, 5600 yaralı ve 6500 esir vermesiydi. Diğer nedenler de Fransa'nın kendi kamuoyundan olumsuz tepki alması ve Vietnam'daki bu savaşın Fransa'ya ekonomik yönden çok pahalıya mal olmasıydı. Vi etn a m S a va şı (İ ki n ci Çi n h i n d i S a va şı ) Fransa'nın yenilmesi ve Vietnam topraklarından geri çekilmesinin ardından, Birinci Çinhindi Savaşı'nda önemli görevler üstlenen Ho Chi Minh'e ve Giap'a duyulan güven ve saygı daha da arttı. Tarihler 1964'ü gösterdiğinde ABD Vietnam Körfezi'nde botlarının vurulduğunu öne sürerek Kuzey Vietnam'ı bombalama kararı aldı. Bu karar öncesinde Fransızlara karşı kazanılan savaştan sonra Ngo Diem Güney Vietnam'ın başkanı seçilmişti. Fakat uyguladığı yanlış politika ve baskıcı yönetim Giap ve Ho Chi Minh'i tekrar harekete geçirdi. Kuzey Vietnam'ın başında olan Ho Chi Minh, Güney ile birleşmek istiyordu. Ngo Diem buna karşı çıkınca yine iç karışıklıklar baş gösterdi ve sonucunda


Ngo Diem ABD'den yardım istedi. Fakat ABD'nin yardımı yetersiz kalınca darbe sonucu öldürüldü. İç karışıklıklar devam ederken ABD işte bu kararı aldı ve fiilen Vietnam'a savaş açmış oldu: Giap ve Viet Minh mensupları ABD ve Güney Vietnam ile karşı karşıya geldi. Kuzey Vietnam ordusu ABD ordusu kadar modernize ve büyük değildi ama Fransızlarla yapılan savaşta Giap ve askerleri çok şey öğrenmişti. Farklı ülkelerden yapılan silah takviyeleri ile de Kuzey Vietnam ordusu savaş tekniklerini ve vuruş gücünü arttırmayı başarmıştı. S on ra l a rı Ton ki n Körfezi ' n d e ABD botl a rı n a ya pı l d ı ğı ön e sü rü l en sa l d ı rı n ı n a sı l sı z ol d u ğu orta ya çı ka ca ktı . Ü stü n e bi r d e N go D i em ' i n CI A ta ra fı n d a n öl d ü rü l d ü ğü n ü n ka n ı tl a n m a sı , 1 ABD'nin daha önceden Vietnam üzerinde planlarının olduğunun bir göstergesi niteliğindedir. ABD yıllarca çabalamasına rağmen Vietnam'da bir ilerleme kaydedememişti. Bunun üstüne insanlık dışı yapılan işkenceler ve bunların televizyon sayesinde Amerikan halkının evlerine kadar taşınması, 1970’lere gelindiğinde Amerikalıların %60'ının savaş karşıtı olmasına sebep olmuştur. Kamuoyu baskısı ve Giap ve Ho Chi Minh'in usta işi gerilla cephe savaşları ile ABD iyice yıpratılmıştı. Komünist cephenin Güney Kore'nin başkenti Saygon şehrini ele geçirmesi ise savaşa son noktayı veren gelişme olmuştu. Ta ri h 3 0 N i sa n 1 9 7 5 ' i gösterd i ği n d e sa va ş kı sm en bi tm i ş bu l u n u yord u . ABD a skerl eri n i n ü l keyi terk ed i şi ta m 5 yı l sü rd ü . Bu n u n ya n ı n d a 4 m i l yon si vi l i l e 1 m i l yon Vi etn a m a skeri , ka rşı ta ra fta n i se 3 2 0 bi n G ü n ey Vi etn a m a skeri ve 6 0 bi n ABD a skeri öl m ü ş veya ka ybol m u ştu . 2 21 yıl süren kanlı savaşın ardından Giap ve Ho Chi Minh adeta efsaneleşmişti. Giap gerilla savaşı bilgisini, kararlılığını, Vietnam'ın gücünü ve kolektif kitlelerin neler yapabileceğini iki kutuplu dünya düzeninin en güçlü devletlerinden birine göstermiş oldu. Vietnam'ın üstündeki ölü toprağını atarak savaştığı iki büyük emperyal devleti nasıl yendiğini anlamak için, Giap'ın bu savaşlar hakkındaki görüşlerini göz önünde bulundurmamız gerek. “Bu sa va ş, gerçekten çok ü stü n d on a tı m ve tekn i ğe sa h i p ol a n ve ABD ' n i n ön em l i m a l i ya rd ı m ı n d a n (1 9 5 3 -5 4' te sa va ş h a rca m a l a rı n ı n %8 0 ' i ) ya ra rl a n a n gü çl ü bi r em perya l i st d evl eti n , sa l d ı rga n l ı ğı m esl ek h a l i n e geti rm i ş ya rı m m i l yon l u k ord u su n a ka rşı ; em perya l i zm ta ra fı n d a n ba şı n d a n beri h er ta ra fı ku şa tı l m ı ş, za yı f bi r si l a h l ı ku vvetl ere sa h i p, gen el bi r

a ya kl a n m a yl a i kti d a rı el e geçi ren fa ka t on u peki şti rm eye bi l e za m a n ı ol m a ya n , geri bi r ta rı m ekon om i si n e sa h i p, a n ca k sa va şm a ya ve yen m eye a zi m l i kü çü k bi r u l u su n sa va şı d ı r. Bu n u n ya n ı n d a h a l kı m ı z ken d i si n i n d e bi r pa rça sı ol d u ğu d ü n ya sosya l i st si stem i n d e a şı rı bi r ön em i bu l u n a n u l u sl a ra ra sı d estek bu l d u . Fra n sı z söm ü rgeci l eri n e ka rşı za feri m i z, söm ü rgel erd eki u l u sa l ku rtu l u ş sa va şl a rı ta ri h i n d e i l k bü yü k za ferd i r. ” 3 Giap'ın da bahsettiği gibi o dönemin şartlarında hiçbir şeyi olmayan ve bir şeylerinin olması için çabalayan bir devlete karşı, gözü doymayan ve her fırsatta sömürü ağını genişletmeyi planlayan bir devlet vardı. Giap ve onun gibiler Vietnam'ı dizlerinin üstüne kaldırmayı başarmışlardı. Günümüzde hala dizlerinin üstünde olması ve bir türlü ayağa kalkamamasının nedenleri arasında bu iki büyük emperyal devlet ile yaptığı savaşların, günümüze kadar süregelen vahim sonuçlarını gösterebiliriz. Savaşların kazananları yoktur aslında. Bir devlet bir tek canını dahi kaybetmiş olsa o savaşı –insanlık savaşını- kaybetmiş demektir. Kendi varlığının devamı için enerji, toprak vesaire arayışı içinde olan devletler, başka ülkelerin sermayeleri üzerine kurdukları imparatorluklarını ilk kaybedenler olacaklardır. Giap şu sözü ile amaçlarının yalnız kendilerini düşünmek değil, kendileri gibi olan ülkeleri de düşünmek olduğunu göstermiştir: “Bi zi m sa va şı m ı z u l u sa l ku rtu l u ş ve u l u sa l sa vu n m a i çi n , em perya l i zm i n h a ksı z ve sa l d ı rga n sa va şı n a ka rşı Vi etn a m h a l kı n ı n ve u l u su n çı ka rı n a d evri m i n h ed efl eri n e va rm a k ve pa rti n i n si ya si çi zgi si n i yeri n e geti rm ek i çi n ve d ü n ya d evri m i u ğru n a veri l m i ş bi r h a kl ı sa va ştı r. ” 4 Onların savaşlarının fiziksel yanlarından ziyade, ussal ve psikolojik tarafları da vardı. Amaç kendini kurtarmak değil de dünyayı kurtarmaktı onlar için. İşte Giap ve onun gibiler böyle düşündükleri için denizaşırı yerlerdeki benim gibi insanlara kendilerini ve isimlerini duyurabiliyorlar. İsimlerini tarih kitabının sayfalarına yazdırabiliyorlar. Evet, tarih 4 Ekim 2013'ü gösterdiğinde Amerikalıların ''çağın asi lideri'' lakabı taktığı son yüzyılın en önemli isimlerinden biri olan Vo Nguyen Giap 102 yaşında hayata gözlerini yumdu. 5 Ne mutlu onlar gibi engin fikirlere sahip olabilene ve dünyayı değiştirebilecek inanç ve azmi içinde barındırabilene…

Refera n sl a r 1. Vo Nguyen Giap Hayatı, http://filozof.net/Turkce/tarihi-sahsiyetler-kisilikler/20837-vo-nguyen-giap-kimdir-hayati-donemi-eserlerihakkinda-bilgi.html ,(Erişim Tarihi 09 Kasım 2013) 2. Vo Nguyen Giap Hayatı http://filozof.net/Turkce/tarihi-sahsiyetler-kisilikler/20837-vo-nguyen-giap-kimdir-hayati-donemi-eserlerihakkinda-bilgi.html, (Erişim Tarihi 09 Kasım 2013) 3. VoNgyen Giap, Ulusal Kurtuluş Savaşı, Aşama Yayınları, Mayıs 1974, s.16 4. VoNgyen Giap, Ulusal Kurtuluş Savaşı, Aşama Yayınları, Mayıs 1974, s.27 5. Vo Nguyen Giap Hayatı, http://filozof.net/Turkce/tarihi-sahsiyetler-kisilikler/20837-vo-nguyen-giap-kimdir-hayati-donemi-eserlerihakkinda-bilgi.html, (Erişim Tarihi 09 Kasım 2013)

55


Romanya’nın 65 bin köpeğin itlafına onay verdiği, piyasalarda ABD Merkez Bankası’nın (Fed) sürpriz kararı ile bayram havasının estiği ya da Türkiye’nin Gaziler Günü’nü kutladığı 19 Eylül 2013 tarihinde, Kuzey Buz Denizi’nde de hareketlilik vardı; bölgede petrol araması gerçekleştiren Gazprom'un Rus yetkililerden müdahale talep etmesi üzerine Rus Sahil Güvenliği, Greenpeace’in Arctic Sunrise gemisine çıktı ve aralarında Türkiye’d en Gizem Akhan’ın da bulunduğu 28 barışçıl aktivisti ve 2 serbest gazeteciyi gözaltına aldı.

56

İlk eylemleri olan 1971'de gönüllüler ve gazetecilerle dolu küçük bir tekneyle, Amerika'nın yeraltından nükleer test yaptığı Alaska'nın kuzeyindeki Amchitka adasına doğru yelken açtığı günden beri çevre sorunlarına karşı kampanyalar yürüten Greenpeace (Yeşil Barış), çevreyi korumak ve barışı desteklemek için faaliyet gösteren, hükümetlerden, şirketlerden ve/veya siyasi partilerden finansal destek kabul etmeyen, bağımsız küresel bir örgüt. Greenpeace aynı zamanda şiddet içermeyen eylemleri, detaylı analizleri ve basın açıklamaları ile de bulduğu bölge ve dünya kamuoyunda farkındalık oluşturmakla beraber uluslararası anlaşmalara lobi etkinlikleriyle ağırlığını koyan, taslaklar öneren ve kabul ettirebilen az sayıdaki yetkin çevre örgütlerinden biri. 1 Greenpeace’in destekçilerine gönderdiği maillerde aktarılanlara göre, Moskova saatiyle sabah 4:30’d a beş Greenpeace botu, kendilerine ait Arctic Sunrise gemisinden Rusya'nın en büyük şirketleri arasında sayılan ve dünyanın en fazla doğalgaz çıkaran kuruluşu olarak 1992 yılından beri faaliyet gösteren Rusya merkezli Gazprom firmasının Kuzey Buz Denizi’ndeki Prirazlomnaya petrol platformuna doğru hareket etti. Platformunu korumak üzere emir almış gibi görünen Rus Sahil Güvenlik kuvvetleri eylemcilere müdahale etmekte gecikmedi. İki eylemci platforma varamadan durdurulsalar da diğer iki eylemci platforma tırmanmayı başardı. Tam bu sırada, sahil güvenlik gemisinden eylemcilere uyarı ateşi açıldı ve barışçıl protesto yapan iki Greenpeace eylemcisi 18 Eylül’d e gözaltına alındı. Olayın ertesi günü Rusya Federal Güvenlik Servisi FSB'nin bir helikopteri uluslararası sularda demirli Greenpeace gemisi Arctic Sunrise'a bir baskın düzenledi ve aralarında Türk gönüllü Gizem Akhan'ın da bulunduğu 30 kişilik mürettebat silah zoruyla gözaltına alındı. Güvenlik gemiye çıktığı sırada Arctic Sunrise uluslararası sularda Gazprom'un Prirazlomnaya platformunun 3 deniz mili açıklarındaydı. Alınan koordinatlar, geminin Rusya'nın ayrıcalıklı ekonomik bölgesinde olduğunu doğruluyor. Bu koordinatlarda sahil güvenliğin Greenpeace'in gemisine çıkması yasal değil. 2

Greenpeace Uluslararası Genel Direktörü Kumi Naidoo olayın hemen ardından yaptığı açıklamada, "Barışçıl bir protesto gerçekleştiren gemimize yapılan bu yasadışı müdahale, Rus Hükümeti'nin Kuzey Buz Denizi'nde tehlikeli petrol aramalarına devam etmek için ne kadar ileri gidebileceğinin bir göstergesi. Başkan Putin'den sahil güvenliğini durdurmasını talep ediyoruz. Greenpeace barışçıl bir organizasyon. Burada güvenliği tehdit ettiğimizi söylüyorlar. Oysa Rus sahil güvenliği gemimize çıkarak eylemcilerimizin üzerine silah doğrulttu, 11 uyarı atışı yaptı. Gerçekte güvenliği kimin tehdit ettiği ortada," ifadelerine yer verdi. 3 Kuzey Kutbu son 30 yılda buzullarının %75'ini kaybetti ve yakın gelecekte de tamamen buzulsuz kalma tehlikesiyle karşı karşıya. Sorunun başlıca nedenleri arasında petrol tüketimi var. Bu, sadece bölgede yaşayan insanlar, kutup ayıları, boynuzlu balinalar, denizaygırları ve diğer canlılar için değil, hepimiz için yıkıcı sonuçlar doğuracak, çünkü Kuzey Kutbu güneş ışınlarını yansıtan buzulları sayesinde gezegenin serin kalmasına yardımcı oluyor ve tarım için gerekli olan iklimsel şartların sabit kalmasını sağlıyor. Dünyanın sadece üç yıllık petrol ihtiyacını karşılamaya denk düşen doksan milyar varillik petrol elde etmek için Kuzey Kutbu'nda yeni bir petrol bölgesi oluşturmak isteyen, aralarında Gazprom’un da bulunduğu, dev petrol şirketleri, Kuzey Kutbu'nda petrol kuyusu kazmak için yollarına çıkan buzdağlarını yerinden oynatmak ve dev hortumlar kullanarak buzulları sıcak suyla eritmek zorunda. Dahası, bu bölgede ortaya çıkabilecek bir petrol sızıntısıyla baş etmenin “neredeyse imkânsız” olduğunu belirten gizli devlet belgelerine rağmen, firmaların bunu yapmasına izin vermenin felaketle sonuçlanacak bir petrol sızıntısına mahal vermek demek olduğunu belirten Greenpeace, konuyla ilgili “Exxon Valdez ve Deepwater Horizon felaketlerinin yol açtığı büyük hasarı hepimiz gördük. Aynı şeylerin Kuzey Kutbu'nda yaşanmasına seyirci kalamayız. Kuzey Kutbu'ndaki yeni petrol hücumunu durdurabilirsek, enerji kaynaklarımızda köklü bir değişim için gereken şartları yaratabilir, temiz enerji devrimini hızlandırabilir ve çocuklarımıza temiz bir gelecek bırakabiliriz. Yeşil, sağlıklı ve barış dolu bir dünya hayalimiz, Kuzey Kutbu'nun yok olmamasına bağlı. Kuzey Buz Denizi'nde petrol aramak tüm ekosistem için büyük bir risk ve bu faaliyetlerin büyük bir felaket ortaya çıkmadan durdurulması gerekiyor,” ifadelerine yer veriyor. 4 Gözaltına alınan ve iki aydan fazla süredir Rusya’d an tutuklu yargılanan 30 kişi, dünyanın 18 farklı ülkesinden 12 Greenpeace aktivisti, 16 gemi mürettebat üyesi, Birleşik


Krallık’tan bir bağımsız kameraman ve Rusya’d an bir bağımsız fotoğrafçıdan oluşuyor. 5 Tutuklananlar arasında bir de Türk mürettebat üyesi var: Gizem Akhan. Gizem 25 yaşına geçtiğimiz günlerde tutuklu bulunduğu Rusya Murmansk’taki ceza evinde girdi. Gastronomi okumak için Uluslararası Finans bölümünü bırakan Yeditepe Üniversitesi öğrencisi Gizem, 18 yaşından beri etkin bir Greenpeace Akdeniz gönüllüsü ve gemide aşçı yardımcılığı görevindeydi. Gizem’in bu zamana kadar ailesine gönderdiği mektuplarda her şeye rağmen neşesini ve umudunu kaybetmediğini görmek mümkün. Günlerdir talep etmesine rağmen sağlığı için elzem tiroid testini bir türlü yaptıramasa da sonsuz bir iyimserlikle iki sıra parmaklık arkasından gördüğü dağ manzarasını bile sevinçle karşılayan Gizem, 26. yaşını arkadaşlarıyla ve ailesiyle birlikte kutlamak istiyor. 6 Eylemciler ve gazeteciler, Gazprom’a ait Prirazlomnaya platformuna tırmandıkları için “korsanlık”tan “Kuzey Denizi’ne ve platforma zarar verme”ye kadar 15 yıl hapisle sonuçlanabilecek pek çok suçlamayla karşı karşıya kalmışlar, ancak Rusya Soruşturma Komitesi geçtiğimiz haftalarda korsanlık suçlamasının düşeceğini ve suçlamaların daha hafif bir ceza taşıyan “holiganlık”la (toplum açısından ciddi sonuçları olacak şekilde kamu düzenini bozmakla) değiştirileceğini açıklamıştı. Rusya Soruşturma Komisyonu Sözcüsü Vladimir Markin, bir kısım eylemcilerin devlet görevlilerine kötü davranmaktan da yargılanacaklarını hatırlatırken, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin daha önce yaptığı açıklamalarda eylemcilerin Rusya vatandaşlarının yaşamlarını tehlikeye attığını, ancak korsan olmadıklarını ifade etmişti. Ancak, tutuklu bulunan 30 kişi 5 Kasım haftasında holiganlık suçlaması için komitenin karşısına çıktığında, korsanlık suçlamasının hala düşürülmediği ortaya çıktı. Tutuklu 30 kişi şu anda hem korsanlık hem de holiganlıkla suçlanıyor. Bu da eylemci ve gazetecilerin, arka arkaya 15 ve 7 yılla suçlanabileceği anlamına geliyor. 7 Rusya’nın kararlarını değerlendiren Greenpeace "Onlar ne korsan ne de holigan. Ortada orantısız bir yargılama var. Bu yürekli kadın ve erkeklerin Arctic Sunrise gemisinde ışıktan başka bir silahları yok," diyerek eylem sırasında herhangi bir Rusya vatandaşının yaşamının tehlikeye atılmadığını da savundu. 8 Greenpeace Rusya ofisinden Vladimir Chuprov da, yaptığı açıklama ile suçlamalara “Kuzey Kutbu’ndaki tutuklu 30 kişi korsan olmadıkları gibi, holigan da değiller. Holiganlık suçlaması gerçeği yansıtmayan, 7 yıla kadar hapis getirebilen bir suçlama. Greenpeace’in 42 yıllık tarihindeki eylemlerin hepsi barışçıldır. Orada bulunan aktivistlerin barışçıl protesto dışında bir faaliyet gerçekleştirdiklerini iddia etmek iftiradan başka bir şey değildir. Kendi gemilerine, elinde bıçak ve silah bulunan adamların el koymasına karşı sadece ellerini havaya kaldırdılar. Gözaltında bulunan 28 eylemci ile 2 serbest gazeteci bir an önce serbest bırakılmalıdır,” ifadeleriyle yanıt verdi. 9

Eylemciler bir taraftan da Rus yetkililer tarafından gemide ağır uyuşturucular bulundurmakla suçlanıyor. Gemisinde yasa dışı uyuşturucu maddeler bulunduğu haberlerinin "karalama" ve "asılsız bir iddia" olduğunu kaydeden Greenpeace; "Sanıyoruz Rusya yetkilileri, gemimizde denizcilik kuralları çerçevesinde taşımamız gereken tıbbi malzemeleri kastediyorlar," diyerek gemilerinde uyuşturucu kullanımına karşı çok sıkı önlemler alındığını ve Kuzey Kutbu'na doğru yola çıkmadan önce Norveç yetkililerinin özel eğitilmiş köpeklerle gemide sıkı arama yaptıklarını ve yasal olmayan hiçbir şey bulunmadığını vurguladı. 10 Rusya St. Petersburg Bölge Mahkemesi’nde kasım ayının son 2 haftasında görülen davalarda, aralarında Gizem Akhan’ın da bulunduğu diğer 29 kişi hakkında kefaletle serbest bırakılarak tutuksuz yargılanma kararı çıkarken, Avusturalyalı Colin Russell’ın tutukluluk süresinin 3 ay daha uzatılmasına karar verilmişti. Greenpeace’in itirazı üzerine 28 Kasım’d a görülen davada, diğer 29 kişi gibi Russell’ın da 2 milyon ruble (yaklaşık 120 bin TL) tutarındaki kefalet ücretinin yatırılmasının ardından tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmasına karar verildi. 11 Rusya yasalarına göre kefaletle serbest bırakılan bir kişi savcılık ve mahkemenin çağrısı üzerine sorgu ve duruşmalara katılması şartıyla hareket serbestisine sahip olmasına rağmen, St. Petersburg Göçmen Bürosu 30 Greenpeace aktivisti hakkında bu kuralın geçerli olmayacağını duyuruldu. 12 Bu, eylemcilerin haklarında açılan holiganlık davası sonuçlanmadan Rusya dışına çıkış yapamayacakları anlamına geliyor. Eylemciler dava süresince Greenpeace tarafından sağlanacak güvenli bir yerde kalacaklar. Greenpeace Uluslararası Kutup Kampanyası Sorumlusu Ben Ayliffe serbest bırakılmalarla ilgili “28 Greenpeace aktivisti ve 2 serbest gazeteci sonunda tutukluluktan kurtuldu ama henüz dava bitmedi. Hala bu 30 barışçıl insan işlemedikleri bir suçtan yargılanıyor. Onların tek amacı hepimiz adına barışçıl bir protestoda yer almak, Kuzey Buz Denizi’nde petrol aramalarının tehlikelerine ve iklim değişikliği tehdidine dikkat çekmekti. Bu insanları holiganlıkla suçlamak hiçbir mantığa sığmıyor. Tüm suçlamalar düşene ve arkadaşlarımız evlerine dönene kadar bu kararlara gerçekten sevinmemiz zor!” yorumunda bulundu. Olayın bir de Hollanda tarafı var. Rus güvenlik yetkililerinin Hollanda bandıralı Greenpeace gemisine Kuzey Buz Denizi’nde izinsiz çıkması Hollanda’nın Rusya’yı Uluslararası Deniz Hukuku Mahkemesi’nde dava etmesine neden olmuştu. Rusya tarafından kimsenin katılmadığı 6 Kasım’d a görülmeye başlanan davanın ilk duruşmasına verilen arada konuşan Hollanda hükümet temsilcisi Liesbeth Lijnzaad, Rusya'nın, aktivistleri "dayanaksız yere" 7 haftadır gözaltında tutarak insan hakları ihlalinde bulunduğunu söyledi. Rusya tarafı ise, davayı reddettiğini belirterek, Kuzey Kutbu'ndaki Rus petrol platformuna çıkmaya çalışan aktivistlerin ve Arctic Sunrise gemisinin güvenlik tehdidi oluşturduğunu ve korsanlık suçuyla yargılanacaklarını tekrar etti. 13 Greenpeace Uluslararası Genel Direktörü Kumi Naidoo ise davayla ilgili "Bugün

57


görülen dava, emsali olmayan bir davadır. Hollanda hükümeti, Rus hükümetine dava açtı. Hollanda, gemiye el konulması ve Greenpeace eylemcilerinin gözaltına alınmasının hukuk dışı olduğunu söylüyor. Gemiye el konulduğundan beri biz de aynı şeyleri söylüyoruz. Hollanda, uluslararası mahkemenin 22 Kasım'a kadar gemiye el konulması ve eylemcilerin tutuklanmasının kanun dışı olduğu yönünde bir karar vermesini istiyor. Diğer pek çok davada olduğu gibi, mahkemenin bu karara varacağını ve Rusya'nın da bu karara uyacağını ümit ediyoruz," şeklinde konuştu. Naidoo, Rusya’nın dava tutumuyla ilgili ise "Rusya hükümetinden geçtiğimiz günlerde yapılan açıklamada, Rusya'nın uluslararası hukuka saygılı olduğu ve bu mahkemenin vereceği karar Rusya'nın hoşuna gitmese bile bu karara saygı duyulacağı belirtildi," ifadelerini kullandı. 14

58

Almanya’nın Hamburg kentinde bulunan Birleşmiş Milletler Uluslararası Deniz Hukuku Mahkemesi (ITLOS), Hollanda ve Rusya arasındaki Arctic Sunrise davasına ilişkin kararını 22 Kasım 2013 tarihinde açıkladı. Daha önce Hollanda'nın, 3 milyon 600 bin avroluk kefaleti banka teminatı şeklinde ödemesini öngören mahkeme, ilgili bedelin ödenmesi üzerine Rusya'nın el koyduğu Greenpeace'in Arctic Sunrise gemisini ve gemideki 28 eylemciyi ve iki serbest muhabiri serbest bırakmasına karar verdi. Greenpeace uluslararası hukukun Rus hukuk sisteminin bölünmez bir parçası olduğa dayanarak Rusya'nın tıpkı geçmişte olduğu gibi Uluslararası Deniz Hukuku Mahkemesi'nin kararına uygun davranmasını, suçlamaları düşürmesini ve eylemcileri tamamen serbest bırakmasını bekliyor. 15 “Kuzey Kutbu 30’lusu”na dünyanın her yerinden büyük destek var. Hollandalı yetkililer dışında Rusya Devlet Başkanı Putin’e çağrı yapan ilk dünya lideri Almanya Başbakanı Angela Merkel oldu. Ülkesindeki seçimleri kazanması üzerine Devlet Başkanı Vladimir Putin’d en gelen

tebrik telefonunda Merkel, Rusya’d a 23 Eylül’d en bu yana tutuklu olan 30 Greenpeace üyesinin durumundan duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. Nobel ödüllü 11 isim, Putin’e mektup göndererek 28 Greenpeace üyesi ve 2 serbest gazeteci hakkındaki suçlamaların düşürülmesi ve bu kişilerin serbest bırakılması çağrısında bulundu. Ancak mektubun Kremlin Sarayı’nın kapısından döndüğü belirtildi. Rusya Devlet Başkanı sözcüsü Dmitriy Peskov yaptığı açıklamada bu tür çağrılar için adresin Putin olmadığını, Rusya Başsavcılığı olduğunu söyledi. 16 7 Ekim’d e 47 ülke ve 140 üzeri kentte binlerce insan meydanlarda ya da şehirlerindeki Rus Konsoloslukları ya da Büyük Elçiliklerinin önünde, tutuklu 30 kişinin bir an önce serbest bırakılması için sesini yükseltti. Bu dayanışmaya katılanlar arasında Jude Law, Alejando Sanz, Ricardo Darin gibi ünlü isimlerin yanında yine bir diğer Nobel Barış Ödülü sahibi Adolfo Perez Esquivel de vardı. 9 Ekim’d e CHP İstanbul Milletvekili Melda Onur, Türk eylemci Gizem ve tutuklu 29 arkadaşına desteğini, TBMM Genel Kurulu çalışmalarında giydiği “Free Gizem” yazılı tişörtle gösterdi. Çevreci eylemcilerin serbest bırakılması için Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e mektup yollayan ünlülerden bir diğeri de Beatles grubunun efsane isimlerinden Paul McCartney. Greenpeace ise tutuklu eylemcilerine pek çok kampanya ile destek veriyor. “Rus Elçilikleri ile iletişime geç” kampanyası, sosyal medyada başlatılan #FreeTheArctic30 (Kuzey Kutbu 30'lusuna özgürlük) hashtag’ı ile bilgi paylaşımı bunlardan sadece bir kaçı. Detayları öğrenmek ve eylemcilere destek vermek için Greenpeace’in resmi internet sitesi ziyaret edilebilir. Greenpeace’in Kuzey Kutbu’na yönelik çalışmaları “http://savethearctic.org/tr/” sitesinden öğrenebilinir. Örgütün Kuzey Kutbu'nu kurtarılmış bölge ilan ettirebilmek için yürüttüğü kampanya ise “Sadece iyi insanlar kahraman olur, 1 Milyon Kahraman Aranıyor!” sloganıyla yola çıkan “http://www.1milyonkahraman.org/” kampanyasıdır.

Refera n sl a r 1. “Biz Kimiz”, http://www.greenpeace.org/turkey/tr/about/, (Erişim Tarihi: 14 Kasım 2013) 2. “Silahlı güvenlik güçleri Greenpeace gemisine çıktı, barışçıl eylemciler gözaltında”, (20 Eylül 2013), http://www.greenpeace.org/turkey/tr/news/silahli-guvenlik-gucleri-greenpeace-gemisine-cikti-bariscil-eylemciler-gozaltinda-200913/ (Erişim Tarihi: 15 Kasım 2013) 3. A.g.e 4. “Kuzey Kutbu’nu Kurtar”, http://savethearctic.org/tr/#melting (Erişim Tarihi: 15 Kasım 2013) 5. “Eylemcilerimizi serbest bırakın!”, http://www.greenpeace.org/turkey/tr/campaigns/kuzey-kutbunu-kurtar/kuzey-kutbu-eylemcileri/ (Erişim Tarihi: 16 Kasım 2013) 6. “Rusya'da tutuklu bulunan Gizem'den mektuplar”, http://fotogaleri.hurriyet.com.tr/galeridetay/75328/2/5/rusyada-tutuklu-bulunangizemden-mektuplar, (Erişim Tarihi: 16 Kasım 2013) 7. “Gizem Akhan’a ailesi ve arkadaşlarından doğum günü mesajı”, (5 Kasım 2013), http://www.greenpeace.org/turkey/tr/news/iyi-kidogdun-gizem-051113/, (Erişim Tarihi: 16 Kasım 2013) 8. “Rusya Greenpeace Eylemcilerini 'Korsanlıkla' Yargılamayacak”, (24 Ekim 2013), http://www.haberler.com/rusya-greenpeaceeylemcilerini-korsanlikla-5209868-haberi/, (Erişim Tarihi: 16 Kasım 2013) 9. “Greenpeace eylemcileri holiganlıkla suçlanıyor”, (25 Ekim 2013), http://birgun.net/haber/greenpeace-eylemcileri-holiganliklasuclaniyor-5749.html, (Erişim Tarihi: 17 Kasım 2013) 10. “Rusya: Greenpeace gemisinde uyuşturucu var”, (9 Ekim 2013), http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/10/131009_greenpeace_uyusturucu.shtml, (Erişim Tarihi: 17 Kasım 2013) 11. “Greenpeace eylemcisi Colin Russell da sonunda serbest”, (28 Kasım 2013), http://www.greenpeace.org/turkey/tr/news/colin-russellda-serbest-281113/, (Erişim Tarihi: 30 Kasım 2013) 12. Hacıoğlu, N., “Gizem’e Rusya Göçmen Bürosu’ndan kötü sürpriz”, (22 Kasım 2013), http://www.hurriyet.com.tr/dunya/25179418.asp, (Erişim Tarihi: 30 Kasım 2013) 13. “Hollanda- Rusya arasındaki Greenpeace davası başladı”, (6 Kasım 2013), http://www.turkiyegazetesi.com.tr/dunya/99166.aspx, (Erişim Tarihi: 17 Kasım 2013) 14. A.g.e 15. “Canlı: Barışçıl Eylemcilerimize dair güncellemeler”, (22 Kasım 2013), http://www.greenpeace.org/turkey/tr/news/rusyadanguncellemeler-111013/, (Erişim Tarihi: 30 Kasım 2013) 16. Hacıoğlu, N., “Merkel’d en Putin’e Greenpeace Mesajı”, (18 Ekim 2013), http://www.hurriyet.com.tr/planet/24935559.asp, (Erişim Tarihi: 17 Kasım 2013)


Bir organizasyon düşünün ki dünyanın her yerinden binlerce katılımcısı olsun, milyonlarca insan televizyondan, internetten bu organizasyonu takip etsin. İnsanlar dünyanın diğer ucundan tanımadığı yeni bir ülkeyi, kültürü öğrenebilsin. Öyle bir organizasyon olsun ki bütün yarışmacılar dil, din, ırk, fark etmeksizin eşit şartlara sahip olsun, kazanmak için tek silahları fiziksel ve zihinsel güçleri olsun ve bu organizasyon bittiğinde geriye kalan genç nesillere ilham verebilecek başarılar ve birlik duygusu olsun. Günümüz dünyasında böyle bir organizasyon var mı derseniz cevabım hiç düşünmeden ‘olimpiyatlar’ olur. Tarih boyunca insan eliyle düzenlenen her organizasyonda olduğu gibi dünyanın en kapsamlı spor organizasyonu olan olimpiyatlarda da zaman zaman politikanın çirkin yüzü görünse de, artan doping olayları spor ahlakını sorgulatsa da, bence hala dünya insanının bir araya gelerek düzenlediği en başarılı ve umut verici aktivite. Olimpiyat oyunları yaz ve kış olimpiyatları olarak ikiye ayrılmaktadır. Yaz olimpiyatları 1896’d an bu yana (1. ve 2. Dünya Savaşı dönemi hariç) 4 yılda bir düzenlenmektedir. Ev sahibi olacak şehir günümüzde Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) delegeleri tarafından oyunları düzenlemek için aday olan şehirler arasından seçilmektedir. Bu yıl 7 Eylül 2013’te Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te yapılan 125. IOC oturumunda 2020’d e düzenlenecek yaz olimpiyatları için Tokyo ev sahibi şehir olarak seçildi. 1 Diğer aday şehirler Madrid ve İstanbul’d u. İlk turda Tokyo 42 oy alırken İstanbul ve Madrid 26 oyda kaldı. Madrid ve İstanbul arasında yapılan ikinci turda Madrid’in 44 oyuna karşılık 49 oy alan İstanbul final turuna yükseldi. Son turda Tokyo 60 oy alırken İstanbul 36 oyda kalınca Japonlar 2020 Yaz Olimpiyat ve Paralimpik Oyunları’na ev sahibi olarak seçilmiş oldu. İlk olimpiyat tecrübesini 1964'de tadan ve yaz olimpiyatlarını düzenleyen ilk Asya kenti olan Tokyo, bir önceki adaylık dosyasını ise 2016 Olimpiyatları için teslim etmişti. Bu olimpiyatların ev sahipliğini almayı başaramayan Japonya'nın başkenti, oyunları Rio de Janerio’ya kaptırmıştı. Olimpiyatlara 5. kez aday olan Tokyo, 2020 Olimpiyatları ile 2 olimpiyat düzenleyen Paris, Los Angeles ve Atina'dan sonra dördüncü kent olacak. Japonya ise 4 kez olimpiyat düzenleyen ülke olarak tarihe geçecek. Japonya daha önce

Sapporo ve Nagano kentlerinde 1972 ve 1998 Kış Olimpiyatları'na ev sahipliği yapmıştı. 2 2020 olimpiyatları için bu 3 önemli şehir arasından neden Tokyo’nun seçildiğini anlamak için ülkelerin seçim sürecindeki avantaj ve dezavantajlarını karşılaştırmakta fayda var. D i scover Tom orrow, I l l u m i n a te th e Fu tu re, Bri d ge Togeth er ‘Yarını keşfet’ sloganıyla yola çıkan Japon heyetinin avantajlarından biri şüphesiz Tokyo’nun 1964 yılında da oyunlara ev sahipliği yapmış olmasından kaynaklanan tecrübeleriydi. Bunun yanında güçlü Japon ekonomisi, tesislerin birçoğunun hâlihazırda kullanıma uygun olması, spor kültürünü özümsemiş halk – tüm bu faktörlerin hepsi Tokyoyu en iddialı aday şehir yapan etkenlerdendi. Dezavantajları ise yapılan oylamalarda halkın Madrid ve İstanbul’a oranla düşük oranlarda kalan desteği ve en önemlisi Japon yetkililerin güven veren sözlerine rağmen durumu tam netleşmemiş ve Tokyo’ya 250 km mesafede bulunan Fukuşima santralindeki nükleer sızıntı tehdidiydi. ‘Geleceğe ışık tut’ diyen İspanya cephesine baktığımızda ise 4. defa aday olan ve 2016’yı Rio’ya kaybetmeleri nedeniyle temkinli davranan bir olimpiyat ekibi gördük. Tokyo’d a olduğu gibi Madrid heyeti de sunumlarında tesislerin birçoğunun hazır olduğunu belirtti ki oyunlarda kullanılacak 36 tesisin 27’sinin hazır olması büyük avantajdı. Bunun yanı sıra nüfusu aşırı kalabalık ve trafik sorunu üst seviyede olan Tokyo ve İstanbul’a kıyasla ulaşımın Madrid’d e çok daha kolay olacağı da bir gerçekti. İspanyanın spor kültürüne sahip bir ülke olması; Messi, Nadal gibi milyonlar tarafından takip edilen sporcuların Madrid 2020’yi desteklemeleri, hatta ünlü basketbolcu Pau Gasol’un İspanya olimpiyat komitesinde yer alması da avantaj olarak görünüyordu. Ancak ülkede 2011 yılından beri devam eden ekonomik kriz böyle büyük bir organizasyonu düzenlemek için ciddi bir dezavantajdı ve Madrid, Tokyo ve İstanbul’un bir adım gerisinde göründü. ‘Beraber köprüler kuralım’ diyen Türk heyeti; şehrin genç nüfusu, olimpiyatlar için ayrılan 19,2 milyar dolarlık önemli bütçe (Madrid 2,5 milyon euro, Tokyo 4,9 milyar dolar) 3 ve halkın büyük desteğiyle 5. adaylığında ilk defa bu kadar avantajlı ve kazanmaya yakın görünüyordu. İstanbul’un Asya ve Avrupa’yı birleştiren konumu, ilk defa Müslüman bir ülkede olimpiyat düzenlenecek olması fikri tam da IOC’nin vurgu yaptığı gibi olimpiyat ruhunu dünyaya

59


yaymak için şehri çok uygun bir aday gibi gösteriyordu. Ancak bu yıl patlak veren doping skandalları, haziranda meydana gelen gezi olayları ve Türkiye sınırında devam eden Suriye’d eki iç savaş İstanbul’un adaylık sürecini olumsuz etkiledi. Yabancı medya mensupları Buenos Aires’te Türk heyetine ısrarla doping ve güvenlik sorunları ile ilgili sorular sordu. Sonuç olarak, nükleer sızıntı tehdidi altındaki Japonya, ekonomik krizi atlatamamış İspanya ve ülke içindeki güvenlik problemleri ve diğer ülkelere kıyasla spor kültürünün henüz yaygınlaşmadığı Türkiye arasından IOC üyelerinin takdiriyle Japonya seçildi. Delegeler Japon yetkililerin aldıkları ve alacakları önlemleri yeterli bulmuş olacak ki nükleer sızıntı gibi büyük etkileri olabilecek bir felaketten çekinmediler. Peki Fukuşima gerçekten tamamen kontrol altına alınabildi mi? Ya da 7 sene sonra herhangi bir sorun teşkil etmeyeceğinden emin miyiz? Çernobil’d en de bildiğimiz üzere nükleer sızıntıların, patlamaların etkisi uzun yıllar boyunca devam ediyor ve geniş bir coğrafyayı etkileyebiliyor. Bu yüzden Fukuşima’yı dikkatle incelemekte fayda var.

60

2 0 1 1 d en Bu gü n e Fu ku şi m a Bildiğimiz gibi Japonya deprem kuşağında bulunan bir ada ülkesi ve burada çok sık irili ufaklı depremler meydana gelmekte. 11 Mart 2011’d e Japonya’nın Honku adasının Töhoku bölgesinde 9 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi; bu deprem büyük bir tsunamiye neden oldu ve Töhoku bölgesinin kuzeydoğusunda bulunan Fukuşima şehri bu depremle adı hala anılan şehir oldu. Tsunamiyle yükselen sular şehirdeki Fukuşima 1 Nükleer Santrali’nde büyük hasara neden oldu. Deprem sonrası santraldeki elektrik şebekesi zarar gördü ve tsunaminin etkisiyle jeneratörleri su bastı. Meydana gelen elektrik kesintisi, bunu takip eden soğutma sistemindeki sıkıntılar santralde kısmi erime ve patlamalara neden oldu ve santraldeki 6 reaktörün hepsi kullanılamaz hale geldi. 4 Meydana gelen nükleer sızıntı nedeniyle bölgede yaşayan yaklaşık 160 bin kişi tahliye edildi. 5 Fukuşima, Çernobil’d en 25 yıl sonra ne yazık ki dünyanın en büyük ikinci nükleer felaketi oldu. Kazadan sonra Japon hükümeti ve santrali işleten Tokyo Elektrik Enerji Şirketi (Tepco) santraldeki sızıntının durdurulması için yoğun çalışmalar başlattı. Reaktör binaları kalın duvarlarla kapatıldı, soğutma çalışmaları uzun süre devam etti. Ayrıca çevreyi, havayı, besinleri radyoaktif maddelerle kirletmemek için yoğun çalışmalar

yapıldı ve bir dizi önlemler alındı. 6 Ancak çalışmalar yetersiz kalmış olacak ki faaliyeti durdurulan santralde bu yıl temmuz ve ağustosta depolama tankından yüksek derecede radyoaktif su sızdığı Tepco tarafından duyuruldu. Fukuşimayla ilgili gelişmeleri önümüzdeki günlerde de dikkatle takip etmek gerektiğini düşünüyorum ve umarım Japon yetkililerin söyledikleri gibi hiçbir sorun yaşanmaz. S on u ç: O l i m pi ya t Ru h u n u Bu Ş eki l d e D ü n ya d a N a sı l Ya ygı n l a ştı ra bi l i ri z? Son olarak kısaca olimpiyat ruhunun bana ne ifade ettiğine değinmek istiyorum. 2011’d e üç şehrin adaylığının kesinleşmesinden beri bu süreci takip eden biri olarak şunu söyleyebilirim ki, Tokyo’d a mükemmel bir olimpiyat düzenleneceğinden hiç şüphem yok. Hatta kısa bir süre öncesine kadar bir Türk vatandaşı olarak Türkiye’d e spor kültürünün yaygın olmamasından ötürü, ‘Türkiye’d e olimpiyat düzenlense bir kürek, bisiklet yarışında seyirci olmaz ki, bizim spor kültürümüz yok, Tokyo’ya verilsin bence olimpiyatlar’ gibi bir düşünceye sahiptim. Ama olimpiyat ruhunun bize vermek istediği mesajı dikkatlice incelersek, amaç zaten spor kültürünün yaygın olmadığı bölgelere ulaşarak bu kültürü yaymak olmalıdır. Japonya 1964’te olimpiyatları düzenleyen ilk Asya kenti olduğunda tesislerinin zaten var olduğunu, spor kültürünü tamamıyla benimsemiş bir millet olduklarını söyleyebilir miyiz? Ya da IOC delegelerinin kriterlerinin gerçekten sadece şehrin ekonomisi, tesislerle ilgili olduğunu? Ev sahibi şehrin seçilmesi konusunda oy veren ülke delegelerinin çok farklı planları olduğunu, gelecek olimpiyatları düşünerek seçim yaptıklarını seçim süreci boyunca gözlemlemek mümkün oldu. Sistem her ne olursa olsun Tokyo 2020 olimpiyatları için seçildiğine göre, umarım Japon hükümeti Fukuşima’d aki sızıntıyı tamamen durdurur ve birçok insana zarar verebilecek bir felaket önlenmiş olur. Olimpiyatları düzenleme aşamasında oyunların kendisi kadar barışçıl, birleştirici bir sistem göremesek de, olimpiyat oyunları bence hala hepimiz için iyi bir örnek. 2020’d e başarılı bir organizasyon, Japon halkının renkli görüntüleri ve dünya rekorlarını alt üst edecek genç atletler bizleri bekliyor olacak. Japonların da slogan olarak seçtiği üzere, barışın, sporun, adil rekabetin olduğu bir dünyada ‘yarını keşfedelim’.

Refera n sl a r 1. Tokyo to Host 2020 Olympics (7 Eylül 2013) http://www.bangalorean.co.in/2013/09/tokyo-to-host-2020-olympics.html (erişim tarihi: 9 Kasım 2013) 2. ’2020 Olimpiyat Oyunları Tokyo’d a(7 Eylül 2013) http://skorer.milliyet.com.tr/2020-olimpiyat-oyunlari-tokyo-da/-/detay/1760306/default.htm (erişim tarihi: 13 Kasım 2013) 3. ‘İstanbul,Tokyo,Madrid: Olimpiyat Karşılaştırması’(7 Eylül 2013) http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/09/130907_olimpiyat_kentler.shtml (erişim tarihi : 12 Kasım 2013) 4. ’Fukuşima ’http://nukleersiz.org/category/neden-n%C3%BCkleersiz/tehlikeler-ve-riskler/kazalar(erişim tarihi : 1 Kasım 2013) 5. ’Fukuşima Nükleer Santralindeki Sorunlar’(1 Kasım 2013) http://www.sondakika.com/haber/haber-fukusima-nukleer-santralindeki-sorunlar-5248914/ (erişim tarihi: 12 Kasım 2013) 6. Yüksel Atakan ‘Fukuşima Nükleer Kazasının 2. Yılında Durum’(14 Mart 2013) http://www.bilimania.com/yazarlar/3890-fukusima-nukleer-kazasinin2-yilinda-durum (erişim tarihi: 13 Kasım 2013)


Tarih boyunca önemini korumuş olan Akdeniz’in üçüncü büyük adası, aynı zamanda birçok sorunu da beraberinde getirmiştir ve özellikle son altmış yılını anlayabilmek için öncesini yeterince kavramak gerekir. U Z A K D Ö N E M D E K İ H Â K İ M G Ü Ç L E R ( M . Ö. 1 4 5 0 – M . S . 1 571 ) Asya, Avrupa ve Afrika’nın birbirlerine çok yaklaştığı yer olan Kıbrıs, uygarlıklar tarafından sahip olunması gereken yer ve bir sonraki hedefler için bir basamak olmuştur. M.Ö. 1450 yılında Eski Mısırlıların hâkimiyetine girmesine rağmen genel olarak siyasal egemenlik M.Ö. 1324-1294 arasında Hititler ile başlamıştır. Ardından sırasıyla Asur’un, Mısır’ın ve Büyük İskender’in eline geçmiştir. M.Ö.58 ile M.S. 395 yılları arasında Roma İmparatorluğu’nda kalan ada, bu tarihten sonra Doğu Roma İmparatorluğu’nun egemenliği altına girmiştir. 1191 yılına kadar çeşitli saldırılar almasına rağmen Bizans’ta kalmıştır ve 3.Haçlı Seferi ile birlikte İngiliz Kralı 1.Richard’ın hâkimiyetine geçmiştir fakat bu durum sonraları İstanbul’un da başına gelecek olan Latin Hâkimiyeti gibi uzun sürmemiş; ilk olarak Templer Şövalyeleri’ne ertesi yıl da Guy de Lusignan’a satılmıştır. 14 Mart 1489’a kadar da Lusinyanlar’ın elinde durmuştur. Adanın idaresinin Venedik tarafından ele geçirildiği zamana kadar Kıbrıs, feodal monarşi biçiminde idare edilmiştir. 1 Bu süre zarfında adadaki Rum Ortodokslar, baskı altında yaşamış ve hatta kiliseleri bile Roma Katolik Kilisesi’ne bağlanmıştır. O S M A N L I H Â K İ M İ Y ET İ D Ö N E M İ ( 1 5 7 1 – 1 8 7 8 ) Sultan Selim ile birlikte Suriye’nin ve Mısır’ın fethedilmesi, ardından Sultan Süleyman dönemi ile de Kuzey Afrika’d a egemenliğini kuran Osmanlılar için Akdeniz’in bir “Türk Gölü” haline gelmesi ve aynı zamanda Girit-İstanbul-Mısır üçgeninde ticaretin korunması çok önemliydi. Ayrıca Kıbrıs'ın Ortodoks olan yerli halkı Venedik yönetimince Katolik olmaya zorlanıyor, ağır vergiler altında eziliyor ve Venedikliler'in topraklarında angarya usulüyle çalısmak zorunda bırakılıyordu. Osmanlı Devleti'nin adâletli yönetimini bilen halk, fırsat buldukça İstanbul'a heyetler göndererek kendilerinin bu zulümden kurtarılmasını istiyordu. 2 Bunun içindir ki, 2.Selim döneminde, Sokullu Mehmet Paşa’nın muhalefetine rağmen, 1 Temmuz 1570’d e Kıbrıs’a çıkarma Limasol’d an başladı ve onüç ay sonra fethi gerçekleşti. Yeni eyalet, Anadolu’d an 4 sancak da alınarak (Alâiye=Alanya, İçel=Silifke, Tarsus, Sis= Kozan) oluşturuldu. 3 Ayrıca kendi içinde de Baf, Girne ve Mağusa Sancaklarına ayrılmıştır. Bununla birlikte Osmanlılar, kendilerinden beklenen hoşgörüyü ve adaleti

gerçekleştirmiş; Rum cemaatine haklarını vermiş ve Ortodoks başpiskoposu da tanımıştır. Düzeni sağlamaya yönelik bu hareketler Kıbrıs’ta uzun zaman huzuru ve güvenliği sağlamıştır fakat 19. yüzyıla gelindiğinde hem Fransız İhtilali’nin etkisiyle hem de bozulan ekonomik durumdan dolayı 1821’d e Mora’d a isyan çıkmış ve bunu Ortodoks Kilisesi adada kazandığı gücü sayesinde destekleyebilmiştir. Bu tarihten İngiliz idaresine geçinceye kadar da gücü biraz daha azalarak varlığını korumuştur. İ N G İ L İ Z İ D A RE S İ D Ö N E M İ ( 1 8 7 8 – 1 9 6 0 ) Osmanlı Devleti, 19.yy’d a Rusya ile üç kere daha savaşmıştır fakat 93 Harbi, diğerlerinden farklı olmuştur, çünkü Avusturya ve Almanya ile birlikte hareket etmiştir ve bu da gelecekteki paylaşım savaşlarının da hazırlık aşamalarından biri olmuştur. Savaş sonunda yapılan fakat yürürlüğe girmeyen Ayastefanos Antlaşması ile Osmanlı toprakları üzerinde büyük bir Bulgar Prensliği; bağımsızlıklarını kazanmış Karadağ, Romanya ve Sırbistan ortaya çıkıyor ve de Ruslar da Doğu Anadolu’d a önemli kazanımlar elde ediyordu. Böyle bir durumun oluşması da pek tabii İngiltere’yi rahatsız ederdi çünkü hem Balkanlar üzerinden hem de Anadolu’nun doğusundan güneye inmiş bir Rusya, kendisi için de tehdit olmaya devam edecekti. Osmanlı tarafından bakarsak da Rusya’ya karşı denge olması için İngiltere’ye yanaşmış fakat bunun karşılığında da Kıbrıs’ın yönetimi el değiştirmiş yani uzun yıllar Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü koruyan İngiltere, kendi deyimiyle “hasta adam”ın artık ölme vaktinin geldiğini düşünmüş ve ölürken de mirasına el koymaya başlamıştır. Böylece adadaki Osmanlı hâkimiyeti fiilen sona ermiştir. Aynı zamanda 4 Haziran 1878’d e İngiltere ile yapılan gizli antlaşmanın ek maddelerine göre de Kıbrıs, Rusya Kars, Ardahan ve Batum’d an çekilmesi durumunda Osmanlılar’a geri verilecekti. Kıbrıs’ın bu özel statüsü 1914 yılına kadar sürmüştür. 4 Osmanlı Devleti’nin de 1914’te 1.Dünya Savaşı’na girmesiyle İngiltere, Kıbrıs’ı işgal etmiştir. Türkiye ise 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması’nın 20.maddesi ile Kıbrıs’ın İngiltere’ye ait olduğunu kabul etmiştir. Böylece Ada’d aki Türk hâkimiyeti de hukuken sonlanmıştır. 1925’d en 1959’a kadar Rumlar, Ada’nın siyasi olarak Yunanistan’a katılması için yoğun çaba vermişlerdir. Bunlardan birkaçı şöyledir: 21 Ekim 1931’d e Ada’d aki Rumlar, İngilizlere karşı isyan etmiş ve Vali Konağı’nı yakmışlardır; ayrıca İngilizler de Kıbrıs Türklerinin İngiltere vatandaşlığına geçmesi için iki yıllık bir süre tanımıştır ve Rumların da çeşitli yollardan toprak satın alma ve benzeri politikaları, Ada’d aki Türk nüfusunu önemli ölçüde etkilemiştir. 27 Nisan 1931 tarihinde adada yapılan genel

61


62

nüfus sayımında, Türk nüfusu 10 yıl önce yapılan sayıma göre %0,5 artış göstererek, 2.906 kişilik artışla 64.245 olur ve 1931 yılı itibarıyla adanın nüfusu, 64.238 Türk ve 276.572 Rum olmak toplam 347.959 olur. Adada yaşayan Kıbrıslı Türklerin daha sonraki dönemlerde de Anadolu ile irtibatları hiç kesilmez. 5 1941’d e ise Rumlar, AKEL’i (Emekçi İlerici Halk Partisi) kendi amaçları için kurmuştur ve ileride kurulacak olan EOKA’nın da temelini atmışlardır. 2.Dünya Savaşı’ndan sonra da uluslararası alanda Yunanistan, Kıbrıs sorununu dile getirmeye başlamıştır ve ilk olarak da 21 Kasım 1949’d a Birleşmiş Milletler’e Yunanistan ile birleşmek için self-determinasyon (kendi geleceğini kendi belirleme) başvurusunda bulunmuştur fakat bu tezi Rumlar, Kıbrıs’taki Türkleri azınlık durumda gördüğünden Birleşmiş Milletler tarafından reddedilmiştir. Ada’d aki sorunu gören İngiltere, Kıbrıs Cumhuriyeti kurulana kadar birçok kez plan yapmıştır. Bu amaçla arka arkaya, 1947 Lord Winster planı; 1948 Jackson planı; 1955 I.Mac Millan planı; 1955 I. ve II. Harding planları; 1956 Radcliff planı; 1958 II. Mac Millan planı ve 1958 Spaak (NATO genel sekreteri) planı hazırlanmıştır. Bu planların ortak yanı, Kıbrıs’taki İngiliz egemenliğinin devamettirilmesi amacıyla hazırlanmış olmalarıydı. Bu planların hepsi, “Enosis” idealini yansıtmadığı gerekçesiyle, Rumlar tarafından reddedildi. 6 Doğu Akdeniz’d e yaşanan bu durum, Birleşik Devletler için de sorun teşkil etmiştir çünkü NATO’ya üye iki devletin çatışması kendisinin de zararınadır. Bundan dolayı, Birleşik Devletleri’n de etkisiyle 11 Şubat 1959’d a Zürih Antlaşması’nın 27 maddesiyle Kıbrıs Cumhuriyeti’ne giden yolda ilk temel atıldı. 19 Şubat 1959’d a da Londra Antlaşması’yla Türkiye, Yunanistan, İngiltere, Kıbrıs Türk ve Rum toplumlarının temsilcileri tarafından imzalanmıştır. 7 Bu antlaşmalarla birlikte 16 Ağustos 1960’d a Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmuştur. K I B RI S C U M H U Rİ Y E T İ D Ö N E M İ ( 1 9 6 0 – 1 9 7 4 ) Kıbrıs’ta iki toplumlu kabul edilen ve üç devlet tarafından güvenliği sağlanan siyasi durumun oluşması için ittifak, garanti ve kuruluş antlaşmaları imzalanmış ve Ada’d aki kamu güvenliğini tesis etmek için de Yunanistan 950 kişilik; Türkiye de 650 kişilik asker oluşturmuştur. Kı brı s’ı n M eşru Cu m h u ri yet Dön em i (1 9 6 0 – 1 9 6 4) 16 Ağustos 1960’d a kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makarios; Cumhurbaşkanı Yardımcısı da Dr. Fazıl Küçük olmuştur. Bakanlar Kurulu, 7 Rum ve 3 Türk bakandan meydana gelmiştir ayrıca belediyelerde de bu oran aynı şekilde korunmuştur. Fakat bu durum bile Rum Yönetimi’ni tatmin etmemiştir. Özellikle de Kıbrıs Başpiskoposluğu’na geldiğinde şu ifadeyi kullanan Makarios: “Yabancı idareye boyun eğmeyeceğiz, haklarımızdan mahrum kalmayacağımıza emin olarak yılmadan, usanmadan bütün engelleri aşarak arzu ettiğimiz sonuca ulaşacağız.” Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduktan sonra da “Bu mücadelenin gayesi cumhuriyet kurmak değil, bu antlaşmalar sadece temelleri koymuştur.” diyerek asıl amaçlarını göstermiştir. Ardından 22-26 Kasım 1962 tarihlerinde Kıbrıs Anayasası’ndaki 13 maddede değişiklik yapmak için Ankara’ya Dışişleri Bakanı Spyros

Kyprianu ile gelmiş ve red cevabı almıştır çünkü bu maddelerin kabulü adadaki Türkleri azınlık durumuna düşürmekle kalmıyor; adadaki Türklere yaşam hakkı da tanımıyordu. Bunun örneklerini, 25 Mart 1962’d e Kıbrıs Türkleri, EOKA’cıların Lefkoşa’nın Rum kesimindeki tarihi Bayraktar ve Ömeriye Camileri’ni bombalamasında yaşamışlardır. Türkiye’nin kararlı tutumu, Makarios ve Kıbrıs Rumlarını kuvvet ve zorbalık yoluna sevk etti ve Rumlar Lefkoşe’d e 24 Aralık 1963 günü Türklere saldırarak 24 Türkü şehit ettiler ve 40 Türkü de yaraladılar. Bu hadise, Türkleri yok etme plânını başlatan bir unsur idi. 8 Bu sürecin devamı olarak 1 Ocak 1964’te Makarios, Kıbrıs’ın yaptığı antlaşmaları tek taraflı olarak feshettiğini açıkladı. G a yrı M eşru Ru m Yön eti m i (1 9 6 4 – 1 9 7 4) Makarios’un antlaşmaları tek taraflı feshettiğini açıklamasından sonra Türklere karşı saldırılar devam etmiştir. Türkiye de öncelikle 1963’ten itibaren Kıbrıs’a Büyükelçi yerine Maslahatgüzar (Büyükelçinin yerine bakan kimse) seviyesine düşürmüştür. Ardından İngiltere, Türkiye ve Yunanistan ile Kıbrıs Türk ve Rum temsilcilerini 15 Ocak 1964’te konferansa davet etti fakat 21 Ocak’ta görüşmeler kesildi ve 3 gün sonra Kıbrıs’ta yapılan katliam artık Ada’ya müdahale fikrini doğurmaya başladı. Bunun üzerine de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 4 Mart 1964’te Ada’d aki barışı sağlamaya yönelik bir barış gücü gönderdi fakat başarı sağlayamadı. Dönemin siyasilerinden Nihat Erim’in ifadelerine göre de Kıbrıs’a Türk askerinin çıkması 7 Haziran için planlanmıştı fakat 5 Haziran’d a Birleşik Devletler Başkanı Lyndon Johnson tarafından ağır ithamlar dolu ünlü “Johnson Mektubu” Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı İsmet İnönü’ye gönderildi. Bu mektubun 13 Ocak 1966’d a Cüneyt Arcayürek’in Hürriyet gazetesinde yayımlanmasıyla Türk kamuoyunda daha önce hiç olmadığı kadar Amerikan karşıtlığı oluşmasına sebebiyet vermiştir. Bundan dolayıdır ki Başkan Johnson, Başbakan İnönü’nün Birleşik Devletler’e yapacağı ziyaret için kendi uçağını göndererek olumsuz havayı silmek istemiştir. Kıbrıs’ta bu olaylar yaşanırken 21 Nisan 1967’d e Yunanistan’d a darbe oldu. Yunanistan’d aki 1967 askerî darbesi ve özellikle Yunanistan’ın Kıbrıslı Rumlara elverişli bir koruma sağlamadaki başarısızlığı ile 1967’d eki Türk ültimatomuna bir yanıt olarak birliklerini çekmesi, Başpiskopos Makarios’un askerî darbecilere duyduğu güveni sarstı. 9 Bu güvensizlik ortamından dolayı da Makarios, Yunanistan’d an bağımsız bir dış politika yapmak istemiş fakat tam anlamıyla başaramamıştır. BARI Ş H AREKATI S O N RAS I D Ö N EM İ (1 9 7 4 – 1 9 8 3 ) Kıbrıs’ta var olma mücadelesi veren Türklere karşı uzun yıllar yoğun bir şekilde Enosis uygulanmış fakat tam anlamıyla gerçekleşmemişti ve zamanında Başbakan İnönü’nün dediği gibi “Unutmayın, vatan savunmasında Türk’ün sabrı, tükendiği yerde yeniden başlar.” sözüyle de belirtilmişti. Türkiye Cumhuriyeti ise 1964’te ve 1967’d e yapamadığını yapmak istemiştir çünkü her seferinde Meclis’ten karar çıkıp, askerlerin yarı yoldan dönmesi birer hayal kırıklığı yaratmıştır. 20 Temmuz 1974’e geldiğinde ise


Türkiye, Garantörlük Antlaşması’nın 412. maddesinin kendisine vermiş olduğu yetkiye dayanarak Türk Toplumu’nu korumak için Ada’ya asker çıkarmıştır. 22 Temmuz akşamı da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin ateşkes kararına uymuştur. Ertesi gün ise Yunanistan’d a hükümet istifa etmiştir. Ayrıca, 25 Temmuz 1974 tarihinde Cenevre’d eki görüşmelere Türkiye, İngiltere ve Yunanistan dışişleri bakanları katılarak Cenevre Bildirimi’ne imza attılar. Bu beyannameye göre Türkiye kazançlı çıkmıştır; hem ateşkes çizgisi olarak 22 Temmuz değil, 30 Temmuz temel alınmıştır çünkü bu süre zarfında Rumların saldırıları olmuştur hem de harekâtın antlaşmalardan kaynaklandığı belirtilmiştir. 2.Cenevre Konferansı da çok geçmeden 8 Ağustos’ta başlamış lakin bir sonuç alınamadan 14 Ağustos’ta sona ermiştir ve aynı günün sabahında da 2. Kıbrıs Harekâtı yapılmış; 2 gün gibi kısa bir sürede Ada’nın %38’i Türk Ordusu tarafından hâkimiyet altına alınmıştır. Türkiye, bu harekâtları yaparken gitmesi gereken sınırı bilmiş ve Ada’d aki Rum varlığını da göz ardı etmemiştir. Bununla birlikte yapılan harekât sonucunda 13 Şubat 1975 tarihinde “Kıbrıs Türk Federe Devleti” kurulmuştur. Bu ilan aynı zamanda Birleşik Devletler’in 5 Şubat 1975’ten itibaren Türkiye’ye uygulamış olduğu ambargoya verilmiş bir cevaptı. 31 Temmuz-2 Ağustos 1975 tarihleri arasında Viyana’d a görüşen Rauf Denktaş ile Glafkos Klerides, Ada’d aki Rumların güneye, Türklerin ise kuzeye göçü için bir serbesti getiren antlaşmaya imza atmışlardır. Böylece Kıbrıs’ta varlığını sürdüren iki toplumun da fiziki ve fiili olarak ayrılışı sağlanmıştır. 1977-1979 yılları arasında da çeşitli görüşmeler yapılmış; 12 Şubat 1977’d e, 4 maddelik bir anlaşma yapılmış fakat Makarios’un 3 Ağustos 1977’d e ölümüyle kesintiye uğramıştır. Makarios’un ölümü de bir dönemi kapatmıştır çünkü onun sahip olduğu yetkilerin temeli vardır. Osmanlı hükümeti, Kıbrıs’taki cemaatin dünyevî yöneticisi olarak da oradaki episkoposu tanımıştır; o hem ruhanî liderdi, hem vergileri toplardı, hem idarî işlere bakardı ve Demosgerentos denilen halk şûrasının başkanıydı. Bu, Osmanlılar ile gelen bir özerkliktir ve o yüzden de Kıbrıs adasında, biz çekildikten sonra, Ada İngiliz yönetimindeyken ve daha sonrasında da bu usul devam etmiştir. 10 Bu sürecin ardından Makarios’un yerine gelen Spyros Kyprianu ile Rauf Denktaş arasında 19 Mayıs 1979’d a bir antlaşma daha yapılmıştır. Bu antlaşmalar da genel olarak iki toplumlu federal bir cumhuriyet gereğinde birleşilmiştir fakat ilerleyen süreçte bir sonuç alınamamasından dolayı 15 Kasım 1983 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kurulmuştur. AVRU PA Bİ RLİ Ğ İ SÜ RECİ N D E KI BRI S (1 9 8 3 – 2 0 0 5 ) Yunanistan’ın Avrupa Topluluğu’na 1981’d e üye olmasıyla birlikte Kıbrıs, bir anlamda günümüzdeki adıyla Avrupa Birliği’nin sorunu olmuştur. 1990’d a Kıbrıs Rum Kesimi, tüm ada adına üyelik başvurusunda bulunmuş; üç sene sonra da Avrupa Topluluğu Bakanlar Konseyi, 19 Ekim 1993 tarihli raporunda bu üyelik talebine olumlu bakmış ve 1995’te de tam üyelik müzakereleri için karar almıştır. Bu durum Kıbrıs Rumları için kaçırılmayacak bir fırsattı çünkü Avrupa Birliği’ne girerek Türkiye’yi adadaki

haklarından bertaraf etme şansına sahip olacaktı. Bundan dolayı da Glafkos Klerides, 1995 yılında şu ifadeyi kullanmıştır: Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne girmesi Türkiye’nin Garanti Antlaşması’ndan kaynaklanan tek yanlı müdahale hakkını ortadan kaldıracaktır. 11 Fakat hukuki bir yanlış yapılmış ve Avrupa Birliği de buna göz yummuştur. Çünkü Zürih ve Londra Antlaşmalarına göre Türkiye’nin ve Yunanistan’ın birlikte içinde olmadığı herhangi bir “Birliğe” Kıbrıs Cumhuriyeti giremezdi. AB Kıbrıs Rum kesimini tüm Kıbrıs’ı temsilen içine alarak bu antlaşmaları ihlal etmiştir. 12 12-13 Aralık 1997 tarihinde Avrupa Birliği’nin Lüksemburg Zirvesi’ndeki Bakanlar Konseyi, “Gündem 2000” kapsamında Çek Cumhuriyeti, Estonya, Macaristan, Polonya ve Slovakya ile birlikte Güney Kıbrıs’ın da müzakerelere başlamasına karar vermiştir. 30 Mart 1998’d e de Kıbrıs Rum Kesimi ile üyelik görüşmeleri başlamıştır. Tarihler 10-11 Aralık 1999’u gösterdiğinde Helsinki Zirvesi toplanmış ve Avrupa Birliği ülkeleri, biraz da Yunanistan’ın birliğin Doğu Avrupa’ya doğru genişlemesini veto etmesinden çekindikleri için “Kıbrıs’ın kendi içindeki soruna çözüm bulmadan da birliğe üye olabileceği” yönünde açıklama yapmıştır. 2000’li yıllara gelindiğinde ise çözümsüzlük devam etmiştir. Önce Rauf Denktaş’ın Klerides’e yazdığı mektupla sonra da Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan’ın girişimiyle 11 Kasım 2002 tarihinde “Annan Planı” hazırlanmıştır. Plan, Ada’d aki Türklerden toprak talepleri, ciddi sorunlar doğurabilecek bir nüfus değişimi gibi maddeler içermekteydi ve Türkiye’nin bu kadar yakınında, Yunan-Rum hâkimiyetinin artmasına neden olacaktı. Buna rağmen, 24 Nisan 2004’te yapılan referandum sonucunda plana, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti %64,91 ile “evet”; Rum Kesimi ise %75,83 ile “hayır” demiştir. Görüldüğü üzere yıllardır her seferinde dile getirilen “Türk tarafı uzlaşmıyor.” bahanesinin doğru olmadığı tüm dünyanın gözü önünde bir kez daha ispatlanmıştır. 1 Mayıs 2004’te de Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, tüm Kıbrıs’ı temsilen Avrupa Birliği’ne üye olmuştur. KI BRI S S O RU N U N DA S O N G ELİ ŞM ELER (2 0 0 5 – 2 0 1 3 ) KKTC’d e 17 Nisan 2005 tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçimini oyların yaklaşık %56’sını alan Mehmet Ali Talat kazanmıştır. Bu seçim, yeni bir döneme girildiğinin de işaretidir çünkü Kıbrıs Türkleri’ne direnmeyi öğreten lider Rauf Denktaş artık eskisi kadar etkin olmayacaktır. Diğer taraftan, 3 Ekim 2005 tarihinde Türkiye, Avrupa Birliği’ne katılım müzakerelerine başlamıştır ve Avrupa Birliği de Kıbrıs sorununu daha ilk günden itibaren sürekli Türkiye’nin önüne getirmiştir. 1995’te Gümrük Birliği Antlaşmasını imzalayan Türkiye’d en Avrupa Birliği, kendisine yeni katılan üye devletler için de “Ek Protokol” istemiştir ve Türkiye de 28 Mart 2005’d e bu protokole uyacağını belirtmiştir. 29 Temmuz 2005 tarihinde Türkiye, gümrük birliğini Kıbrıs dâhil olmak üzere on yeni üyeyi de kapsayacak şekilde genişleten protokolü imzaladı. Aynı zamanda Türkiye, Kıbrıs’ı tanımadığını bildiren deklarasyon da yayımlamıştır. 13 Avrupa Birliği de Türkiye’nin bu davranışını tek taraflı olduğunu belirterek 21 Eylül 2005’te karşı deklarasyon yayımlamış ve Türkiye’nin AB’ye üye

63


devletlerle ilişkileri normalleştirmesi gerektiğini vurgulamıştır. Türkiye’nin ise hem limanlarını açmaması hem de Avrupa Birliği’nin isteklerini kabul etmemesinden dolayı da Aralık 2006’d a Avrupa Birliği, Türkiye’nin ek protokolden kaynaklanan maddeleri yerine getirmediği için ilgili sekiz fasıldan hiçbirisinin müzakereye açılmamasına ve hiçbir faslın geçici olarak kapatılmamasına karar vermiştir.

64

Kıbrıs’ta ise 21 Mart 2008’d e Talat ve Hristofyas ilk kez görüşmüş ve bunun sonucunda Lokmacı Sınır Kapısı açılmıştır. İkinci görüşme ise 23 Mayıs 2008’d e olmuş ve bir “Ortak Bildiri” yayımlanmıştır. Bu bildiriye göre de siyasi eşitliğe dayalı iki bölgeli, iki toplumlu federasyona bağlılıklarını belirtmişlerdir. Fakat devam eden süreçte Rum tarafının gerek 5 Haziran 2008 tarihinde Londra’d a İngiltere ile imzalanan bildiri olsun gerekse de 17 Aralık 2010 tarihinde Lefkoşe’d e İsrail ile Münhasır Ekonomik Bölge Sınırlandırma Antlaşması’nın imzalanması olsun samimi olmadığı görülmüştür. Türkiye ise Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin politikalarına ve Doğu Akdeniz’d eki sondaj çalışmalarına karşılık olarak 15 Eylül 2011 tarihinde yapılan görüşmeler neticesinde GKRY’nin Adanın güneyinde sondaj faaliyetlerine başlaması halinde Türkiye ile KKTC arasında bir Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması yapılmasına birlikte karar vermiştir. 19 Eylül 2011 tarihinde de Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu sözkonusu Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması’nı imza etmişlerdir. Sözkonusu anlaşma, Türkiye ile KKTC’nin Akdeniz’d eki kıta sahanlıklarının bir bölümünü, uluslararası hukuka uygun olarak ve hakça ilkeler dikkate alınarak belirlenen 27 coğrafi koordinatın birleştirilmesiyle elde edilen bir çizgi ile sınırlandırmaktadır. 14 Antlaşmaların ertesinde de KKTC tarafından 24 Eylül 2011 ve 29 Eylül 2012 tarihlerinde yapılan Ada’nın etrafındaki doğal kaynaklardan adaletli bir biçimde paylaşıma dair çağrıya Rum Yönetimi olumlu bir cevap vermemiştir. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı ise hem 23 Mart 2013 hem de 14 Haziran 2013 tarihlerinde yaptığı açıklamalarla KKTC’yi ve Ada’d aki Türklerin

haklarını savunacağını kesin bir biçimde belirtmiş ve iki devletli bir çözümün müzakeresinin de mümkün olacağını eklemiştir. 19 Ekim 2013’te Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri’nden AB Türkiye İlerleme Raporu ve Genişleme Stratejisi’nin Kıbrıs ile ilgili bölümü tek taraflı olarak değerlendirilmiş ve Türkiye’nin kararlı tutumunun sürdürüleceği belirtilmiştir. SON U Ç Bütün bu tarihsel süreç bizlere gösteriyor ki Türk tarafı Ada’d a uzlaşmaya ve barışa en yakın olan taraftır çünkü her seferinde zeytin dalını uzatan Türkler olmuştur. Dünya kamuoyunda Türklere karşı oluşan önyargı ise özellikle Annan Planı’ndan sonra tersine dönmüştür. Özellikle de Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu’nun da vurguladığı üzere sorunlarımızı, onlara dokunmayarak değil, üstüne giderek ve psikolojik üstünlüğü sağlayarak çözebiliriz. Kıbrıs hakkındaki şu ifadesi ise önemlidir: “Kıbrıs’ta yaşanacak bir kaos Türkiye’nin güneyindeki üç önemli merkezde de sıkıntılara sebep olacaktır: Ceyhan (BaküTiflis-Ceyhan Boru Hattı), Mersin (serbest ticaret), Antalya (turizm). Dolayısıyla Kıbrıs, Türkiye’nin doğrudan ilgi alanı içinde olmalıdır.” 15 Ayrıca, günümüzde birçok farklı görüş çıkmasına rağmen Kıbrıs Türkleri’nin de büyük çoğunluğu görüşmelerde Türkiye’yi yanında görmek; garantiler ve müdahale hakkının da devamını istemektedir. 16 Türk Dış Politikası’nın Kıbrıs konusundaki genel seyri Türk Toplumu’nun ortak tutumu içinde süregelmiştir fakat son yıllarda bu kanı değişmeye başlamıştır. Önümüzdeki dönem için iki durum orta ve uzun vadede çözümlenmelidir. Öncelikle, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları ve siyasileri geçmişte olduğu gibi Kıbrıs’ın Milli bir dava olduğunu unutmamalıdır. İkinci olarak ise; her ne kadar KKTC ile ilişkiye geçen temsilcilikler ve kuruluşlarda bir artma olsa da KKTC’nin dünya devletleri tarafından resmen tanınması için çaba sarf edilmesi yerinde olacaktır. Bunun için de Kıbrıs Türkleri’ne direnmeyi öğreten büyük devlet adamı Rauf Denktaş’ın şu sözü kulağımıza küpe olmalı: “Biz, millî ve mânevî değerlerimizi korursak, o değerler de bizi koruyacaktır.”

Refera n sl a r 1. Müge Vatansever, “Kıbrıs Sorununun Tarihi Gelişimi”, s.3 2. Osmanlı İdaresinde Kıbrıs (Nüfusu-Arazi Dağılımı ve Türk Vakıfları) , [29 Ekim 2000]http://www.devletarsivleri.gov.tr/Handlers/hhFile.ashx?Id=5913e4c0-51d6-457f-b2d7-32fc7c08dfea, s.48 [Alıntı Tarihi: 20.11.2013] 3. Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi Siyasi Tarih 1, Üçüncü Baskı: Şubat 2011, İstanbul, s.218 4. Ahmet C.Gazioğlu, Kıbrıs Tarihi İngiliz Dönemi (1878-1960), Kıbrıs Araştırma ve Yayın Merkezi, Lefkoşa, 1997, s.2-8 5. http://akaum.atilim.edu.tr/pdfs/KibrisTarihiveKibrisSorunu_I.pdf, s.4 [Alıntı Tarihi: 20.11.2013] 6. Müge Vatansever, a.g.e., s.12 7. Conference on Cyprus (Documents signed and initialled at Lancaster House, on February 19, 1959), Cmnd. 679, pp. 5-11 8. Fahir Armaoğlu, 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi, On Yedinci Baskı: Ocak 2010, İstanbul, s.938 9. Kemal Karpat, Türk Dış Politikası Tarihi, s.231 10. İlber Ortaylı, Osmanlı’d a Milletler ve Diplomasi, Dördüncü Baskı: Ekim 2012, İstanbul, s.16 11. Rumlar, Neden Avrupa Birliği’ne Girmek İstiyor, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Dışişleri ve Savunma Bakanlığı Tanıtma Dairesi, Ekim 1996, s. 7. 12. Suna Kili, Atatürk Devrimi Bir Çağdaşlaşma Modeli, On İkinci Baskı: Eylül 2011, s.303 13. http://www.mfa.gov.tr/ek-protokol-ve-deklarasyon-metni.tr.mfa, [Alıntı Tarihi: 20.11.2013] 14. http://www.mfa.gov.tr/no_-216_-21-eylul-2011-turkiye-_-kktc-kita-sahanligi-sinirlandirma-anlasmasi-imzalanmasina-iliskin-disisleri-bakanligi-basinac_.tr.mfa, [Alıntı Tarihi: 20.11.2013] 15. Ahmet Davutoğlu, Teoriden Pratiğe Türk Dış Politikası Üzerine Konuşmalar, s.289 16. http://www.interpeace.org/publications/doc_download/17-next-steps-in-the-peace-talks-turkish [Alıntı tarihi 21.11.2013]


Büyük bir yarış, dünya her alanda ülkelerin birbirine kıyasıya rekabet ettiği bir parkura dönüştü ve bu yarışta insanoğlu her geçen gün biraz daha sertleşiyor, acımasızlaşıyor. Yarışı kazanmak, güç elde etmek için insanlık her türlü yolu kendisi için mübah görür hale geldi. Birtakım çıkarlar uğruna diğer insanları ya da farklı olanları yok etmekten çekinmiyor artık insanoğlu. Kendinden olmayana ya da çıkarına ters düşene yaşam şansı vermeyen en acımasız yollardan biri de kuşkusuz kimyasal silahlar. Kimyasal silahlar son günlerde hepimize acı, gözyaşı ve en kötüsü de ölümü hatırlatıyor. Suriye’d e son yaşanan olaylar kimyasal silah dehşetini bir kez daha dünya gündeminin üst sıralarına taşıdı. Birçok insanın hayatını, sağlığını ya da ailesini kaybetmesine sebep olan bu dehşeti tanımlamak için birkaç cümleden fazlası gerekir kuşkusuz. Ama bilim insanları kimyasal silahları Kimyasal silahlar basitçe “canlıları kitleler halinde öldürme ve yaralama ile saf dışı bırakmak, fonksiyonlarını bozarak etkisiz hale getirmek, toplumda terör ve paniğe yol açmak amacıyla kullanılan yüksek toksisite potansiyeline sahip kimyasal maddeler olarak tanımlanabilir,” diye açıklıyor. 1 Kimyasal silahları tanımlamak ve anlatmak bizim için çok zor olsa da Suriye de yaşanan olaylar aslında kimyasal silahlarla ilk tanışmamız değil, daha önce de insanoğlu kimyasal silah kullanımı sonucu doğan acılarla birçok kez yüzleşmek zorunda kaldı. Ki m ya sa l S i l a h l a rı n Kı sa Ta ri h i İnsanoğlu kimyasal silahlarla tahmin ettiğimizden çok eski zamanlarda tanıştı. Homeros'un Odysseia destanında Truva savaşlarında uçları zehirlenmiş okların kullanıldığından bahsedilir. Bu, savaşlarda kimyasal madde kullanımına dair ilk tarihi bilgidir. Daha sonra kimyasal silah izlerine 1764’d e ABD’d e Kızılderili katliamında rastlıyoruz; o dönemde yerlilere çiçek virüsü taşıyan battaniyeler dağıtıldı. Kimyasal silahların profesyonel olarak gelişmesi, yapılanması ve kullanılması ise 1. Dünya Savaşı sırasında gerçekleşti. Bu dönem AR-GE çalışmalarının zirveye ulaştığı bir zaman dilimi ve kimyasal silahlar da bu gelişmelerden payını almış ve tarih sahnesine bir daha hiç

silinmemek üzere girmişlerdir. Dünya Savaşından sonra kimyasal silah kullanımı yaygınlaştı, kimyasal silahlar; 2. Dünya Savaşı’nda, Yahudi katliamlarında, 1950’li yıllarda Kore'de ve Vietnam savaşında kullanıldı. 2 Bunlar kimyasal silahların tarih sahnesinde görebileceğimiz kanlı olaylardan yalnızca birkaçı. Kimyasal silah gerçeğini tekrar gündeme getiren Suriye ve Orta Doğu da bu acıya aslında hiç yabancı değil. Bölgede, tarihin en karanlık kimyasal silah katliamlarından biri, yani Halepçe’nin acısı hafızalarda taze. Kimyasal silahlar tarihin birçok döneminde acılara ve ölümlere sebep oldu; yalnız insanoğlu hiçbir zaman ders almadı ve acılara, ölümlere sebep olmaya devam ediyor. Halepçe katliamının acısını yaşayan Ortadoğu coğrafyası Suriye’d e 2013’te bir kez daha bu acıya boyun eğmek durumunda kaldı. Peki, bu silahların kullanımı durdurmak ya da kısıtlamak için neler yapılıyor ya da yapılanlar yeterli mi, asıl incelenmesi gereken önemli nokta bu. Ki m ya sa l S i l a h l a rı n Ya sa kl a n m a sı İ çi n İ n sa n l ı ğı n Verd i ği D i pl om a ti k M ü ca d el e Kimyasal silahların kullanımı 1. Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası ilişkilerin önemli bir konusu oldu ve bu silahların kullanımının önlenmesinin önemi maalesef yaşanan acılardan sonra hatırlanıyor. Kimyasal silahların kullanımının yasaklanması ve kısıtlanması için çalışmalar ilk olarak 1675 Strasburg Antlaşması ile başladı. Bu antlaşmada zehirli kurşun kullanımı taraf olan iki devlet arasında olası bir savaşta yasaklandı. Bu antlaşmayı 1899 Lahey Konvansiyonu takip etti. Bu konvansiyon 31 ülke tarafından benimsendi, daha sonra 1907 Lahey konvansiyonu 35 devlet tarafından kabul edildi. Ancak bu konvansiyonlar 1. Dünya Savaşı’nda yoğun kimyasal silah kullanımını önlemekte başarısız oldu. 1925 Cenevre Protokolü kimyasal silah kullanımını kısıtlayan ve başarılı olan ilk önemli antlaşma olarak kabul edilebilir. Bu protokol 1925 yılında 134 devlet tarafından imzalandı ve 2. Dünya Savaşı’nda kimyasal silah kullanımını azaltmada başarılı oldu. Cenevre Protokolü’nü, 1972 Biyolojik Silahlar Konvansiyonu takip etti. Kimyasal silah kullanımının yasaklanması

65


amacına hizmet eden en önemli sıçrama tahtası olarak bu konvansiyon kabul edilebilir. 1993 Kimyasal Silahlar Konvansiyonu ise zaten biyolojik silahlar konvansiyonunun tamamlayıcısı oldu ve kimyasal silah kullanımını ve geliştirilmesini yasakladı. 3 Kâğıt üzerinde, imzalanan antlaşmalar devletleri kimyasal silah kullanmamaya ve geliştirmemeye mecbur ediyor; yalnız devletlerin gelişme ve bu amaç için yok etme hırsları bugüne kadar antlaşmaları görmezden gelmelerine sebep oldu ve kimyasal silahlar bugün bile can almaya devam ediyor. Daha geçtiğimiz günlerde ABD ve Rusya’nın başını çektiği birkaç devlet Suriye’d eki olayları temel alan ve kimyasal silah sorununa çözüm bulmayı ümit eden 2. Cenevre Konferansı’nı toplamaya çalıştı. Kimyasal silahların önlenmesi ya da bu sorunun tamamen çözülmesi için günümüzde diplomatik mücadele devam ediyor.

66

O PCW ve U l u sl a r Ara sı Ki m ya sa l S i l a h l a rl a M ü ca d el e Ed en Ku ru l u şl a r Kimyasal silahlar 1. Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası toplumun önemli bir meselesi oldu ve bu sorunla mücadele etmek için bazı kurumlar gelişti. Kimyasal silahlarla mücadele eden kurumların başında kuşkusuz OPCW (Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü) var. Hatta OPCW 2013 Nobel barış ödülünü aldı. 1997’d e kurulan örgüt şimdiye dek sessizce dünyadaki kimyasal silahların yüzde 80’inin yok edilişinde rol oynadı. 4 Bu ödül bile kimyasal silah meselesinin dünya barışı için ne kadar önemli bir köşe taşı olduğunu gösteriyor. Kurum adını ve önemini Suriye’d e yaşanan kimyasal silah denetimi sırasında bir kez daha tüm dünyaya hatırlattı. OPCW’nun başında 2009 yılından beri Türk bir diplomat var: Ahmet Üzümcü. Ahmet Üzümcü silah kullanımının kısıtlamasıyla ilgili birçok çalışmanın

altında imzası bulunan bir diplomat ve bu konuyla ilgili birçok ödülün sahibidir. 5 Bir diplomatımızın insanlık açısından bu kadar önemli bir konuda harcadığı mesai ve emek kuşkusuz Türk diplomasisi için bir altın sayfa olarak kabul edilmeli ve örnek alınmalıdır. Türk dış politikası Mustafa Kemal’in ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ ilkesini temel alarak hareket eden bir politik temele sahiptir. Dünya barışı ve insan yaşamı için bu kadar önemli bir konuda ve konumda diplomatlarımızı görmek kuşkusuz büyük mutluluk kaynağı ve dış politikamızın temel taşlarına yakışır bir durum. Birtakım uluslararası antlaşmalar, kişiler ve kuruluşlar kimyasal silah kullanımını önlemeye ve üretimini durdurmaya çalışsalar da, sadece ABD ve Rusya’nın sahip olduğu kimyasal silah stokları dünya nüfusunun tamamının hayatını riske etmeye yetiyor. Bu büyük riskte bize bir kez daha insanoğlunun en büyük düşmanının yine kendisi olduğu gerçeğini hatırlatıyor. Bu silahlarla mücadele dünyamızın en hassas meselelerinden biri olmalıdır; çünkü Suriye’d e yaşananlar bize gösterdi ki bu silahlara ulaşmak zannedildiği kadar zor değil. OPCW başta olmak üzere uluslararası kuruluşlar daha fazla desteklenmeli ve insanlık yanı başındaki bu büyük düşmanla daha ciddi mücadele etmelidir. Kimyasal silahların daha fazla can yakmamasının en kolay ve pratik çözümüyse, insan temelli düşünmek ve yaşama hakkına saygı duymaktır. Dünya vatandaşlarının, yani insanoğlunun kendinden daha büyük hiçbir düşmanı yok. Ne zaman biz insanlar tüm dünyadaki bireylerin yaşama hakkına saygı duyarız, o zaman insan yaşamının kıymeti anlaşılır ve siz deyin kimyasal silah ben diyeyim nükleer silah dehşetini bir daha yaşamayız.

Refera n sl a r 1. Kimyasal Silahlar, Military Technology - 8/2001 sayısı 2. Noyan Umruk, Kimyasal silah kullanımının trajik tarihi, http://www.guncelmeydan.com/pano/kimyasal-silah-kullaniminin-trajik-tarihit35653.html 3. Sarıbeyoğlu, Meltem (Nisan 2004). "Kitle İmha Silahlarının Kullanımının Yasaklanmasına İlişkin Uluslararası Düzenlemeler" (PDF). İstanbul Ticaret Üniversitesi Dergisi 5: s. 22. http://www.iticu.edu.tr/kutuphane/dergi/d5/M00064.pdf. Erişim tarihi: 23 Nisan 2009. 4. Nilgün Cerrahoğlu, Yeni kahramanımız Ahmet Üzümcü,(13 Ekim 2013),http://www.sendika.org/2013/10/yeni-kahramanimiz-ahmetuzumcu-nilgun-cerrahoglu-cumhuriyet/ 5. Barış Nobellini bir Türk alacak (12 Ekim 2013), http://www.hurriyet.com.tr/planet/24905223.asp


Öfkeliler Hareketi'ne, İspanya'da artan işsizlik sorununa tepki olarak vatandaşların Yunanistan'daki ve Arap Baharındaki olaylardan ilham alarak örgütlenmesi diyebiliriz. İspanya'daki bazı yazarlara göre Öfkeliler Hareketi'nde Fransız yazar Stephane Hessel'in "indignez-vous" (öfkelenin) kitabının da etkisi var. 1 İspanya'daki öfkeliler hareketi ilk olarak 15 Mayıs 2011 de ortaya çıktı. 2 Son aylardaki gösterileriyle tekrar gündeme gelen hareketin eylemlerine bakıldığında meşru bir hareket olduğu söylenebilir. Bunun bir kanıtı olarak da siyasi parti kurmalarını gösterebiliriz. Çok partili sistemlerde duymaya alışık olduğumuz "Beni temsil eden bir parti yok" cümlesinin yanında iktidarlarca yapılan demokrasi çağrıları paralelinde öfkelilerin parti kurmaları bir örnek teşkil edebilir. Bu uygulama öfkelileri amaçlarına ulaştırabilecek mi sorusunun cevabını zaman gösterecek, ancak bu uygulamayla öfkeliler hareketinin dünyadaki demokrasi çevrelerince sempati kazandığını söyleyebiliriz.

Öfkeliler Hareketi’ne dahil olmayan ve ismini vermek istemeyen İspanyol bir arkadaşımın bu konuyla ilgili görüşlerini de belirmek istedim: Siyasi yolsuzluklardan sonra İspanya’d aki Öfkeliler

terimi daha fazla kullanılmaya başladı. Hükümet sosyal bütçe ve benzeri konularda önlemler almaya başladı ve kesintilere gitti, insanların mal varlıklarına bankalar tarafından haciz geldi ve diğer üzücü olaylar krizden sonra devam etti. Fakat en üzücü olanı ise bu durumdan alt ve orta sınıfa ait vatandaşların etkilenmesiydi. Ekonomik kriz İspanya'yı 2008 yılında derin bir şekilde etkiledi. Emlak sektöründeki provokasyonlar ve konut fiyatlarındaki artışlar ipoteklere neden oldu. Ekonomik krizin artmasıyla birlikte ülkedeki küçük çaplı şirketler iflas etti. Bunun sonucu olarak da birçok çalışan işini kaybetti. İşsiz kalan alt ve orta sınıf ipoteklerini ödeyemedi. Bankalar açısından ise; ülkedeki çoğu banka ödeyemeyecekleri kadar kredi verdi ve iflas etmekten kurtulmak için hükümetten büyük miktarda para aldı. Bankalar aynı zamanda kredisini ödeyemeyen vatandaşlara haciz yolladı. Durum o kadar kötüleşti ki birden fazla vatandaş haciz, ekonomik kriz gibi nedenlerle intihar etti. Bu kayıplardan sonra ülkedeki medya ve siyasal otoriteler özellikle alt ve orta sınıfı etkileyen "Ekonomik Kriz" konusuna yoğunlaşmaya başladılar. Siyasi açıdan, ülkede seçimleri kazanabilecek iki büyük parti bulunuyordu. Bu partilerden birincisi İspanya siyasetinin sağ kanadını oluştururken, diğerinin ülke siyasetinin sol kanadını oluşturması "beklenen" partiydi. Ancak iki parti de kendilerinden beklendiği gibi birbirinden çok farklı görüşte partiler değildi. Bu nedenle İspanya'da parti liderlerinin verdikleri sözler vatandaşlar tarafından inandırıcı bulunmuyordu. Ekonomik kriz esnasında vatandaşları en çok üzen şey, her iki parti tarafından da yapılan yolsuzluklardı. Verdikleri boş vaatler dışında hükümet yetkilileri sosyal hizmetlerden de ciddi kesintiler yaptılar. Öfkeliler Hareketi’yle birlikte insanlar boşa harcanan paraları, atılan yanlış atılan adımları fark ettiler. Bu konularla ilişkili olarak Öfkeliler Hareketi'nin amacı; vatandaşların tepkilerini dile getirmesi ve vatandaşları bu iki büyük partiye oy vermekten

* http://sozcu.com.tr/2013/dunya/ofkeliler-meydanlara-geri-dondu-290120/ (Erişim Tarihi: 10 Kasım 2013)

67


68

kaçınmaya teşvik etmek, diyebiliriz. Bunlarla birlikte, bu iki partiyi hacizleri, sosyal hizmet kesintilerini azaltarak veya kaldırarak alt ve orta sınıfı korumaya teşvik etmek Öfkeliler Hareketi'nin amaçlarıydı.

tarafından belirtiliyor. Sara; Türkiye'de ve İspanya'da şehirlerde kentsel dönüşüm adı altında yürütülen soylulaştırma ve yoksulları kentin dışına çıkarma projeleri uygulanmakta olduğunu belirtiyor. 4

İ sta n bu l ’d a Bu l u şm a Öfkeliler hareketinin ilk gününden beri içinde olan Sara Lopez ve Javi Raboso, yaklaşık 1 ay önce İstanbul'a geldiler. Javi 31 yaşında Madrid'de Complutense Üniversitesi'nde Kent sosyolojisi okuyor, Sara ise 34 yaşında bir avukat. Sadece İstanbul değil, öfkeliler İngiltere'de de seslerini duyurmak için Londra Borsası önünde bir eylem düzenlediler. 3 Öfkeliler'in İstanbul ziyareti veya buluşması tabi ki Türkiye’d e gerçekleşen Haziran olayları ile bağlantılıdır. Öfkeliler Hareketi'nin dışında Yunanistan, İsrail, Fransa gibi ülkelerde de ekonomik problemler nedeniyle yönetimlere tepkiler gösterildi. Aklımıza gelen, Türkiye ekonomik açıdan bu ülkelerden daha iyi durumdayken öfkelilerin neden Türkiye'yi seçtikleri sorusunu şöyle açıklayabiliriz: İspanya ve Yunanistan'da ekonomik kriz son yıllarda artmıştı ve bu tepkiler normaldi. Türkiye ise bu kadar somut nedenler olmadan, en az öfkeliler kadar dikkat çekilmişti. Bu duruma Türkiye'deki genç nüfusun fazlalığı, hükümetin uygulamaları ve sosyal medyanın da katkıları zemin hazırladı.

Öfkeliler hareketi, yürüyüşlerinin ve gösterilerinin ardından siyasi partiye dönüştü. Açıklamalarında, “ne sağcıyız ne solcuyuz sizin gibi sıradan vatandaşız” diyen parti üyeleri maliye müfettişi, esnaf, emekli, öğretmen ve işsizleri barındırıyor. 5 Öfkelilerin siyasi partiye dönüşmesi ne kadar ciddi olduklarını gösteriyor.

S i ya si Açı d a n Öfkeliler Hareketi'nin daha çok ekonomik kriz etrafında toplanmasının yanında, amaçlarının hükümete, siyasi iktidara tepki göstermek olması ve bu hareketin siyasi parti kurma aşamasına gelmesi olaya siyasi açıdan bakmamızı gerektirir. Öfkeliler Hareketi'nin temsilcilerinin İstanbul ziyaretlerini ve hareketlerin siyasi amacını daha iyi anlamamız için İspanya'da 15 Mayıs 2011’d e, Türkiye'de ise Haziran ayında gerçekleşen olaylara bağlantılı bakmamız gerekir. Bu açıdan ilk söylenmesi gereken nokta İspanya'da ki ve Türkiye'de ki siyasi benzerliklerdir. Her iki ülkede de yaklaşık otuz yıldır iki lider parti bulunmakta ve özellikle İspanya'da bu partilerin ülkedeki vatandaşları tam anlamıyla temsil etmediği düşünülüyor. Her iki ülkede de vatandaşlar sistemi kabullenmiş şekilde sadece vatandaşlık görevlerini yerine getirmek için oy kullanıyor. Öfkeliler ise bu durumun aksine sosyal medya ve kentleri kullanarak halkın siyasette etkilerinin oy kullanmaktan fazla olması gerektiğini göstermeye çalıştı. Diğer bir benzerlik ise Kent Sosyolojisi okuyan Sara

Öfkelilerin siyasi etkilerine bakarken seçimler konusunda da konuşmamız gerekir. 2011’d e, yani Öfkeliler Hareketi’nin başladığı yılın Ekim ayında, Metroscopia’nın İspanyol gazetesi El Pais’in yaptığı kamu yoklamalarında İspanyolların yüzde 73’ü Öfkeliler Hareketi'ni destekliyor; bu destek yüzde 80 oranında sosyalist parti sempatizanlarından oluşuyor; ama daha da şaşırtıcı olanı, sağ seçmenin yüzde 50’si Öfkeliler Hareketi'ne kendisini yakın hissediyor ve hareketi destekliyor. 6 Bu bilgiler ışığında Öfkelilerin taleplerinin ne kadar meşru olduğu anlaşılabilir. Öfkeliler Hareketi'nin 2011’d e birkaç ay içinde ülkenin büyük bölümünün desteğini alması ve hatta diğer ülkelerde gündeme gelmesi, tahminlerin aksine bu hareketin 2 yıl sonra tekrar ülkenin gündemine oturmasının bir işareti olabilirdi. İ ta l ya ' d a ki ol a yl a r İtalya ve İspanya, 2011 yılında ekonomik krizle savaşmaya başlamıştı. 2011 yılının son aylarında IMF’nin Avrupa Masası Direktörü Antonio Borges Brüksel'de düzenlediği basın toplantısında “EFSF İtalya ve İspanya'dan tahvil aldığı zaman, IMF de yatırım yapabilir,” dedi. IMF’nin bu iki ülkeye kredi borcu açabileceğini ifade eden Borges, “bu iki ülkeye güveni yeniden oluşturmak için masaya koyabileceğimiz seçeneklere sahibiz,” diye konuştu. 7 İtalya ve İspanya'daki ekonomik krizlerin benzerliği ilk olarak bu konuşmalarla dile getirildi. Ardından hükümetlerin attığı ortak adımlar da sonuç vermeyince, halkın bu krizlere tepkisi de kaçınılmaz oldu. Bu tepkilerin en önemlisi ve etkilisi de "Öfkeliler Hareketi"nin eylemleriydi. İspanya'daki gösterilerle adını diğer ülkelere duyuran Öfkeliler Hareketi, Roma'da barışçıl bir şekilde başlayıp provokatör grupların etkisiyle şiddet eylemlerine dönüştü. Çok sayıda araba ateşe verildi ve banka vitrinleri zarar gördü. 8 İtalya'daki eylemlerin İspanya'da görüldüğü kadar meşru


olmadığını söyleyebiliriz. Bunun nedeni provokatörlerin halkın malına zarar vermesi. Bunun sonucunu ise İspanya'daki eylemlerde gördüğümüz farklı meslek gruplarının ve sosyal sınıfların İtalya'daki eylemlerde görülmemesi olarak değerlendirebiliriz. Ö fkel i l er ve M ed ya Öfkeliler hareketinin önemli temsilcilerinden Sara, İspanya'daki ve Avrupa'daki medyanın Türkiye'yi bir Arap ülkesi, Türkiye'deki Haziran ayındaki olayları da Arap Baharının bir parçasıymış gibi gösterdiğini belirtmiştik. Avrupa medyasının bu tavrı hem Türkiye hem de Türkiye'de bizzat bulunmuş olan "Avrupalılar" tarafından eleştiriliyor. Öfkeliler Hareketi'nin temsilcileri Sara ve Javi'nin İstanbul ziyareti, İspanya'daki halka, olayların yazılı ve görsel medyada göründüğü gibi olmadığını göstermek için bir girişim olarak görülebilir. Bu girişimlere sosyal medya da eklenince farklı ülkelerdeki benzer amaçları olan toplumların iletişimi kolaylaştı. Bu gözlem, Jan Van Dijk'in 1999 yılında yazdığı "Ağ Toplumu (The Network Society)" kitabında da belirttiği “modern toplum sosyal ağlar üzerinden şekillenecektir” 9 düşüncesini de desteklemektedir. Öfkeliler hareketinin gelişme aşamaları incelendiğinde medyanın rolü açık bir şekilde anlaşılıyor. Hareketin ilk aşamalarında sosyal medya olayların insanlar tarafından gerçek zamanlı olarak tartışılmasına imkan veriyor. Bu tartışmalar yine sosyal medya aracılığıyla farklı kesimlere reklam oluyor ve farkındalık sağlıyor. Hareketin eylemlerinde ve uygulamalarında da sosyal medyanın rolü görülüyor. Yalnızca İspanya değil, Türkiye'deki ve Arap Baharındaki olaylarda da medyanın sunduğu örgütlenme, eylem organize etme gibi özellikleri gözlemledik. Sosyal medya ve internetin bilginin küreselleşmesine katkısı her geçen gün daha net anlaşılıyor. Ancak iktidarlar açısından durum bilgi kirliliği ve kitlelerin kışkırtılması yoluyla olumsuz sonuçlara yol açabilir. Vatandaşlar açısından

ise sosyal medyadaki bilgilerin doğru analiz edilip yorumlanması şartıyla, kendi iktidarlarını kıyaslama imkanı doğar. Öfkeliler hareketinde tepkilerin hükümetin ekonomi politikalarına ve bankalara yönelik olduğu düşünülürse, İspanya dışında ve içindeki uygulamalar gözlemlenerek göstericilerin ekonomik başarısızlık etrafında toplandığı görülüyor. Öfkeliler Hareketi gibi örgütlenmelerin görüldüğü ve bu nedenle demokrasi ve demokratik özgürlüklerin ölçülmesinin hayati önem taşıdığı ülkelerde sosyal medyanın nasıl kullanıldığı ve denetlendiği, hareketlerin seyrini belirlemektedir. Bu nedenle iktidarlar bu konu üzerine yoğunlaşmalıdırlar. Arap Baharı, Öfkeliler Hareketi ve diğer ülkelerdeki olaylar iktidarların bu konu üzerindeki "tecrübesizliklerinden" dolayı yanlış anlaşılabilmiştir. Halk açısından özellikle İspanya'da görülen kriz nedeniyle, işsiz kesim ve öğrenciler sosyal medyada giderek yayılan bu harekete karşı bir tavır alma zorunluluğu hissetmiştir. Sosyal medyada arkadaşlık siteleri ile kolayca yayılan hareketler bu sayede ülke gündemine dahil olmuştur. Son u ç Öfkeliler hareketinin sonuçlarını öğrenmek için, hareketin İspanya ve diğer ülkelerdeki etkisine bakmamız gerekir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu etkileri doğru yorumlamamız "Öfkeliler Hareketi"nin görülen ve görülmeyen sonuçlarını anlamamıza yardımcı olacaktır. Öfkelilerin ilk olarak harekete geçtiği 15 Mayıs 2011 tarihinde yalnızca İspanya'da değil, ekonomik ve sosyal sorunları olan diğer ülkelerde de bu tip eylemler görülmüştü. İspanya kötü gidişata kısa vadede kalıcı çözümler üretemedi. Öfkelilerin 2011’d en sonra bu yıl içinde de yaptığı eylemler ve siyasi parti kurma girişimi, onların bir anlamda ülkeyi yönetenlere "Biz buradayız" mesajı vermesiydi.

Refera n sl a r 1. Stephane Hessel – Öfkelenin, Çeviri: İsmail Yerguz Cumhuriyet Kitapları İstanbul Mayıs 2011 basım. (Erişim Tarihi: 3 Kasım 2013) 2. http://everywheretaksim.net/tr/birgun-ofkeliler-kendimizi-gezide-hissettik/ (Erişim Tarihi: 3 Kasım 2013) 3. http://everywheretaksim.net/tr/birgun-ofkeliler-kendimizi-gezide-hissettik/ (Erişim Tarihi: 3 Kasım 2013) 4. A.g.e. 5. http://www.haberler.com/ispanya-da-ofkeliler-hareketi-siyasi-partiye-5161389-haberi/ (Erişim Tarihi: 9 Kasım 2013) 6. http://www.ikincigrup.com/index.asp?haberID=29028 (Erişim Tarihi: 9 Kasım 2013) 7. http://www.bbc.co.uk/turkce/ekonomi/2011/10/111005_imf_warning.shtml (Erişim Tarihi: 10 Kasım 2013) 8. http://www.yesilgazete.org/blog/2011/10/18/italya%E2%80%99da-%E2%80%9Cofkeliler%E2%80%9D-roma%E2%80%99yi-savasalanina-cevirdi/ (Erişim Tarihi: 10 Kasım 2013) 9. Jan Van Dijk - The Network Society (Ag Toplumu) published 1999 printed in Great Britain by TJ International, Padstow, Cornwall (Erişim Tarihi: 10 Kasım 2013)

69


70

10 Ekim’d e Başbakan Ali Zeydan’ın kaçırılması damgasını vurdu Libya gündemine; kaldığı otelden kimliği belirsiz kişiler tarafından zorla alınarak, bilinmeyen bir yerde tutulan başbakan daha sonra serbest bırakıldı. Eylemin neden yapıldığına ilişkin kesin bir açıklama yapılmadı; başbakan ise bunun bir darbe girişimi olduğu görüşünde. Bu olay; 2011 İç Savaşı’nın yankıları sürerken ve bölgede sular hala durulmamışken; silahlı eylemler, çeşitli gruplar arasında yer yer patlak veren çatışmalar normal karşılanırken, en azından ortamın gerginliğinin birer yansıması olarak görülebilirken; eylemin bu kadar büyük çapta gerçekleşmiş olması Libya’nın içinde bulunduğu mevcut karanlık durumu gözler önüne seriyor aslında. Akıllara şu soru geliyor: Arap Baharı sürecini oldukça sancılı yaşayan ve bu süreçte de olumlu herhangi bir geri dönüş alamamış olan, aksine devlet hâkimiyetinin olmamasından doğan anarşi ile karşı karşıya kalan Libya’nın içten içe bölünmesi mi planlanıyor? Bu sorunun yanıtlanabilmesi için Libya’nın tarihine, bu kronoloji içerisinde yer alan önemli unsurlara, Arap Baharının Libya’d aki kurgusuna ve bu kurguda Kaddafi’nin yerine ve bu ‘devrim sürecinin’ ülkede neden olduğu iç karışıklıklara göz atılması gerekir. Oldukça uzun bir kronolojiye sahip olan Libya’nın asıl yerlileri Berberi kabileleri olmasına rağmen uzun yıllar boyunca Fenikelilerden Büyük İskender’e, Romalılardan Osmanlılara kadar pek çok devlet bu topraklar üzerinde hâkimiyet kurdu, bölgeyi yönetti. Libya Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetindeyken, devletin zayıfladığı dönemde İtalya bölgeyi işgal etti; Mustafa Kemal, Enver Paşa ve diğer Osmanlı subaylarının örgütlediği kuvvetler uzun süre İtalyanlara karşı dirense de 1919 Mondros Antlaşması maddeleri gereğince Osmanlı bu topraklardan çekilmek durumunda kaldı. Senusi Şeyhleri ve İtalyanlar arasındaki mücadele sürecinde öne çıkan isimlerden birisi olan Ömer Muhtar’ın yakalanmasıyla direniş başarısız oldu ve bölgedeki İtalyan hâkimiyeti kesinleşti. Uzun süre İtalyan baskısı altında olan Libya daha sonra Fransa ve İngiltere’nin himayesi altına girse de yine Senusi Şeyhlerinin başlattığı bağımsızlık mücadelesini olumlu sonuç verince Birleşmiş

Milletlerin de aracılığıyla özgürlüğüne kavuştu. 1 Bu sıfatı taşıyan ilk ülke olan Libya’nın petrol çıkarılana kadar ciddi bir geliri olmadı ancak petrolün çıkarılması da halkın kalkınmasına olanak sağlamadı. Sadece krallığın zenginleştiği, halkın sefalet içerisinde bir yaşam sürmeye devam ettiği bölgedeki Kraliyet hâkimiyeti askeri güçlerin darbesiyle sona erdi. 1969 yılında başa gelen Kaddafi 40 yılı aşkın bir süre boyunca Libya’nın mutlak lideri oldu. 2 Peki, Kaddafi’nin bu kadar uzun süre iktidarda kalmasının, Libya’d aki mutlak hakimiyetini koruyabilmesinin altında ne gibi nedenler yatıyor? Açıkçası “Cemahiriye” sistemi bu sorunun büyük bir kısmını yanıtlıyor. Aslında çıkan çatışmaların ya da su yüzüne çıkamamış ayrılıkların veya karşı çıkılan yönlerin de kilit noktası bu sistem. Diktatör yakıştırmalarının aksine kendini Libya halkının “devrim lideri” ya da “kılavuzu” olarak adlandıran Kaddafi’nin uyguladığı Cemahiriye sistemi kabaca halkın herhangi bir siyasi oluşuma girmeden, bir parti tarafından temsil edilmeden; kendi hakimiyetini kurduğu bir yönetim sistemiydi. Bu sistem kabile geleneklerinin izlerini taşıması sayesinde Kaddafi’ye kadrolaşma imkanı sundu ve mutlak bir otorite haline gelmesini kolaylaştırdı. Bir diğer deyişle Kaddafi’nin bölgedeki gücünü pekiştirmiş ve bu sayede olası “çatlak seslere” karşı önlem alınmıştır; yani Cemahiriye sistemi ülke yönetiminin en önemli iç dinamiklerinden birisi haline geldi. Kaddafi’nin 42 yıllık diktatörlük döneminde ülke gelirinin %95 gibi oldukça önemli bir kısmını oluşturan petrol de Libya’nın elinde bulundurduğu en önemli kozuydu. Kaddafi bu gücünü sadece kendisi için kullanmadı; petrol gelirinin büyük bir kısmını halkın ihtiyaçlarına da ayırsa ve çeşitli sosyal reformlar gerçekleştirse de halkın gözünde siyasi liderliğine diktatör damgası yemekten kurtulamadı. Günümüzde petrolün önemi de oldukça büyük ve devletlerarası arenada oldukça geçerli olan bir koz. Doğal olarak bu kozu elinde bulunduran zengin petrol yataklarına sahip ülkeler de gelişmiş devletler tarafından potansiyel sömürge olarak görülüyorlar. Avrupa devletleri ile yapılan ticari anlaşmalar da göz önüne alındığında, Libya üzerinde oynanan oyunlara


ve buradan pay alma mücadelesine şaşılmaması gerekir. Bu paylaşım sürecinde Arap Baharı olarak adlandırılan “demokrasi, insan hakları ve özgürlük” kavramlarının altında yatan Libya üzerinde söz sahibi olma ve bölgenin yeniden yapılanması faaliyetlerinin başını oluşturup Libya’yı istediği gibi şekillendirme yarışı yatar. Diğer örneklerinin aksine direnişin silahlı olması, kanlı başlamasıyla NATO’nun bu savaşa dâhil olması önceden planlanmış eylemlerdir. Bu çatışmalarda toplum yapısının ve Kaddafi’nin yönetim sisteminin de büyük payı vardır. Kabile ve aşiretlerin hâkimiyetinde bulunan bölgelerdeki düzeni aşiret ve kabile reisleri sağlarken; bu kişiler aynı zamanda Kaddafi’nin bölgedeki gözü ve kulağı olmuştur. Kaddafi’nin 42 yıl boyunca mutlak gücü elinde bulundurmasında da bu sisteminin önemi büyüktür. Nitekim Kaddafi’nin ardından ülkedeki yönetim boşluğunun ve devlet otoritesinin olamayışının bir nedeni de kentlerde bu kadar yaygın hale getirilen aşiret kavramı ve uygulamalarıdır. Peki, bu olayların Libya Başbakanı Ali Zeydan’ın kaçırılması olayı ile ne gibi bir bağlantısı olabilir? Açıkçası, Libya’nın içinde bulunduğu politik karmaşa göz önüne alındığında ülkenin geneline hâkim olan kaotik durum ve bu durumların oluşmasını engelleyebilecek güçte bir devlet otoritesinin bulunmamasının sonucu olarak doğan anarşinin;

ülkenin sosyal hayatına çok da farklı bir şekilde yansımayacağını tahmin edersiniz. Nitekim sonuç pek de şaşırtıcı değil, yani başbakanın kaçırılmasının altında oldukça uzun bir kronoloji ve bu kronoloji içerisinde yer alan, tarihte de oldukça geniş yer bulabilmiş çok sayıda unsur, lider ve yaşanmışlık yatıyor. Bir diğer değişle, bir zamanlar bölgede Kaddafi’nin gözü kulağı olan, ona hizmet ederek ona güç katan ve hâkimiyetinin neredeyse en önemli parçaları olan aşiretler, kabileler, çeşitli gruplar şimdi bu karmaşanın tam ortasında baş aktörler olarak kaşımıza çıkıyor. Tabi bu aşiretlerin bölgesel olarak güçlenmesinde ve silahlı güçler olarak hükümetin, halkın karşısına çıkmasında Arap Baharı sürecinde bölgeye yapılan ciddi silah ve para yardımlarının da payı oldukça büyük. Ayrıca oldukça sancılı bir dönemden geçen ve bu süreci oldukça şiddetli bir şekilde tecrübe eden Libya için gözle görülür bir plan yapılmamış gibi duruyor. Yani Arap Baharı silahlı yaşayan ve diğerlerinden farklı olarak devrilen hükümetin yerine herhangi bir ismin belirlenmemiş olması da Libya için durumun daha ciddi olduğunun somut bir ifadesi aslında. Bu aşamada ise benim aklıma gelen plan bu kaotik durumun desteklenmesi, devlet otoritesinin kesinlikle engellenmesi ve bölgesel aşiretlerin çevresinde Libya’nın iç savaş sonucu bölünmesi.

Refera n sl a r 1. Duncan Robinson, “Libya: A Blood stained History,” New Statesman, 28 Mar 2011 2. Dirk Vandewalle (2006), A History of Modern Libya, Cambridge University Press, Cambridge

71


72

İki yüzyıldan biraz uzun geçmişi olan RusAmerikan ilişkileri bu süreç içerisinde iki temel döneme ayrılmaktadır. Birinci dönemdeki ilişkiler iki uzak ülkenin, birbiriyle çok az temaslarının bulunduğu ve genel anlamda, kısmen de bu uzaklığın getirdiği iyi ilişkilerin oluşu ile karakterize edilebilir. İkinci dönem ise birincinin tam tersi; her iki ülkenin birbirini doğrudan hedef aldığı ve katı cepheleşmenin yaşandığı bir dönemdir. İkinci Dünya Savaşı döneminde kurulan ittifakın getirdiği dostluğa kadar varan yakınlaşmanın kısa perdeli bir oyun olduğu çabuk anlaşılmıştır. Savaşın ardındansa, dostluk, yerini düşmanlığa bırakmıştır. 1990’lı yıllarda ikinci bir kısa perdeli oyun yaşanmış ve eski rakiplerin başarısızlıkla sonuçlanan asimetrik ortaklığı, yerini tarafların birbirini asimetrik dışlama sürecine terk etti. Daha sonra ikinci dönem/boyuttan sonraki aşamaya geçildi ve ülkeler arasındaki ilişkiler tarihte benzeri olmayan üçüncü boyutun eşiğine geldi. 1 Oysaki, bugün Rusya da, Amerika da giderek daha yoğun biçimde, her biri farklı biçimlerde de olsa, globalleşen dünyaya entegre olmaktadırlar; ABD ise yalnızca bu gelişmelere uyum göstermekle kalmamakta ve hatta sık sık bu sürecin lideri veya teşvik edicisi olarak uluslararası arenadaki konumunu güçlendirmektedir. Rusya ise, küresel değişikliklerden genel olarak az etkilenmiştir. Buna rağmen Rusya ve ABD arasında giderek artan bir dengesizlik mevcut olmuştur. 2

sınırlandığı Soğuk Savaş dönemine oranla daha kötü biçimde değerlendirmektedirler. Rusya açısından bu çelişkinin yaşanmasına jeopolitik düşüncenin ağırlık kazanması neden olurken, Amerika için ise küreselleşme ve yerelleşmenin şaşırtıcı biçimde birleşik hale gelerek ülke iç gündeminin bir parçasına dönüşmesi neden olmuştur. Bu bağlamda Rusya’nın temel görevi süper güç statüsünü sürdürme mücadelesi vermek değil, "ev ödevini yapmak", yani iç dönüşümünü sağlamaktır. Bu hedefe kilitlenmek Rusya’nın içe kapanmasını değil, uluslararası arenaya entegrasyonunu, en azından uyum göstermesini gerektirmektedir. 3 Bu siyasal çatışmalar mahkeme salonlarına ve kanunlarına Magnitsy ve Yakolev yasalarıyla girmiştir. ABD ' n i n M a gn i tsky Ya sa sı Hermitage Capital Management Fonu avukatlarından Sergey Magnitsky'ın, 2009'da Rusya'da gözaltındayken hayatını kaybetmesinin ardından, ABD ve Avrupa ülkeleri, Rusya'nın gözaltı süresince gerekli önlemleri almadığını savunarak, sorumlu bürokratların cezalandırılmasını istemişti. Bu kapsamda ABD'de kabul edilen Magnitsky Yasası, insan hakları ihlallerinde bulunduğu belirtilen Rus bürokratların ABD'ye girişinin engellenmesi de dâhil bir dizi yaptırımların hayata geçirilmesini öngörüyor. 4

Ru sya ' n ı n D i m a Ya kovl ev Ya sa sı Doğal olarak, bu ayrışım tarafların birbirini Rusya'nın kabul ettiği söz konusu yasa, ABD'de bir anlamasını daha da zorlaştırmıştır. Her hâlükârda, aileye evlatlık verildikten sonra, babasının ihmalkârlığı küresel mali-ekonomik yapının diğer bir köşesinde sonucu 18 aylıkken hayatını kaybeden Rus Dima çalışan Ruslar bugünkü Amerika’yı ve onun Yakovlev'in adıyla anılıyor ve Rus çocuklarının ABD sorunlarını Amerikalıların kendisi kadar vatandaşlarına evlat verilmesini yasaklıyor. ABD'de anlamaktadırlar. Rusya, dış dünya ve her şeyden önce 2008'de meydana gelen olayda, kendisini evlat edinen ABD için eski Sovyetler Birliği’nden daha şeffaf babası tarafından araç içinde bırakılan Yakovlev, duruma gelmiştir. Fakat, bütünlükte her iki ülkenin saatlerce yakıcı güneş altında kalması sonucu hayatını seçkinleri diğer ülkedeki politikanın unsurlarını ve kaybetmiş, yargılanan babası ise kasıtsız adam sürükleyici gücünü, karşılıklı ilişkilerin ideolojik öldürmekten suçlu bulunmuştu. 5 rekabet ve askeri-siyasi alanlardaki karşı durma ile


Rus milletvekilleri, Rus çocuklarının Amerikalı ailelere evlatlık verilmesinin yasaklanmasının çocukları koruyacağını ve kimsesiz çocukların Rusya içinde evlat edinilmesini teşvik edeceğini savunuyordu. 6 Rusya parlamentosunun üst kanadı olan Federasyon Konseyi’nin Başkan Yardımcısı Svetlana Orlova, Dima Yakovlev Kanunu’nun konseyde onaylanması durumunda konsey üyelerinin Magnitskiye Listesi’ne eklenmesi tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklarının onları korkutmadığını bildirdi. Federasyon Konseyi, parlamento alt kanadı Devlet Duması’nda kabul edilen kanun taslağını 26 Aralık’ta görüşüldü ve kabul edildi. 7 Bu yüzyıl için savaşın ekonomik galibi belliyken sosyal arenada çatışmaların bu yüzyıl içindeki şeklini öngörmek ise zor.

73

Refera n sl a r 1. Dmitri Trenin, üçüncü kuşak: 21. yüzyıla girerken rus-amerikan ilişkileri, Avrasya Dosyas›, Rusya Özel, K›fl 2001, Cilt: 6, Say›: 4, s. 283-296. 2. Asem N. HEKİMOĞLU, Rusya’nın Dış Politikası 1, Ankara, Vadi Yayınları, 2007, s.59.-60. 3. Yrd. Doç. Dr. G.Saynur BOZKURT,’’ ABD ve AB Ekseninde Vladimir Putin Dönemi Rus Dış Politikasına Bakış’’, 21. Yüzyılda Rusya, AB ve Türkiye’d en Yansımalar, Ed: Oğuz KAYMAKÇI, İstanbul,2007, s.66 4. Merve Suna Özel, Rusya ABD Yetim Savaşları, (12 Aralık 2012) http://www.21yyte.org/tr/arastirma/rusya-slav-arastirmalarimerkezi/2012/12/26/6849/rusya-abd-yetim-savaslari (Erişim tarihi 14 Aralık 2013) 5. Carrie Craft, What Is the Dima Yakovlev Bill?(0 Ocak 2013) http://adoption.about.com/od/adoptionrights/f/What-Is-The-DimaYakovlev-Bill.htm (Erişim tarihi 12 Aralık 2013) 6. RT, “Dima Yakolev Law”, http://rt.com/politics/official-word/dima-yakovlev-law-full-995/ (28 Aralık 2012) (Erişim tarihi 14 Aralık 2013) 7. Sabah USA, “ABD’ye Magnitsky Yanıtı”, (13 Nisan 2013), http://www.usasabah.com/Guncel/2013/04/13/abdye-magnitski-yaniti


ERASMUSTAN MEKTUP VAR Merhaba çok sevgili Hariciye okurları! Size bir önceki sayıda Humboldt Universitat zu Berlin’den yazacağımı söylemiştim. Berlin; Avrupa’nın en yeşil, en kozmopolit şehirlerinden birisi. Diğer Almanya şehirlerine göre görece ucuz olması, çok kültürlülüğü, başarılı üniversiteleri ve diğer Avrupa başkentlerine yakın oluşu Berlin’i Erasmus yapmak için ideal şehirlerden birisi haline getiriyor. Burada ufak bir uyarı ile yazıma giriş yapmak istiyorum. Sanıyorum öğrenciler için taşıdığı bu cazibe ister istemez Berlin’e olan öğrenci rağbetini arttırıyor olacak ki Berlin’de bir öğrenci olarak özel bir daire bulmak hemen hemen imkânsız. Kiraları ve mevcut dairelerin azlığı henüz kendisine kalacak bir yer ayarlamamış bir öğrenci için ev aramayı kâbus haline getirebiliyor. O yüzden size buradan ilk uyarım Berlin’e gelecekseniz eğer; bir şekilde barınma meselenizi çözüp öyle gelmeniz. Benim değil ama yakın bir arkadaşımın yaşadıkları bu konuda buraya birkaç cümle ile not düşmeme vesile oldu. Berlin hüzün kokan bir yer. İki tane dünya savaşının mağlubiyetini, soğuk savaşın ve kutuplaşmanın getirdiği bölünmüşlüğü iliklerine, sokaklarına kadar hissetmiş, yaşamış bir şehir. Nazi terörüne maruz kalmış herhangi bir azınlığa ithaf edilmiş anıtlar, heykeller ya da öylesine geçtiğiniz bir sokakta işaretlenmiş “Berliner Mauer” yani Berlin Duvarı bir zamanlar buradan geçiyordu ibaresinin karşınıza çıkması hiç de imkansız değil ya da duvarı geçmeye çalışırken tam bu noktada şu isimler şu tarihte öldürüldü diye özetlenebilecek bir tabela içinize biraz burukluk bırakıyor.


Peki Berlin’de kış mevsimi nasıl? Bir defa günler çok kısa, inanılmaz kısa. Güneş sekiz gibi doğuyor ve üç gibi batmaya başlıyor. Dörtte de batıyor. Benim gibi çok uykucu biriyseniz ve güne öğleden sonra başlıyorsanız gün ışığından faydalanma gibi bir şeyi çok düşünmeyin derim. Günlerin kısalığına bir de soğuğu eklemeyelim. Ancak Ankara’nın kuru ayazının Berlin’de olmadığını belirtmem gerek. Gayet nemli zaman zaman da ılık bir hava var Berlin’de. Hatta Aralık ayı bitmesine rağmen kar bile çok az yağdı Berlin’e. Türkiye’den aldığımız kar haberlerinden sonra bu kar azlığına biz de bir anlam veremedik. Ancak Berlin’de kışı geçirmenin çok eğlenceli bir tarafı da var: Noel. Türkiye’de yılbaşı kutlamaları bilindik olsa da Noel kültürü, atmosferi ve heyecanı çok başka bir şey. Şehirde kasım ayı gibi kurulmaya başlanan panayırlar, çarşılar ve marketler size hem Avrupa mutfaklarını deneme fırsatı, hem Noel için önem taşıyan eşya ve kostümleri tanıma fırsatı sunuyor. İnsanların yüzündeki Noel kaynaklı “sevindirik” ifade ve güler yüzlülük Almanlar mesafeli insanlardır tabusunu bir anda yıkıyor. Bunun yanında şehrin önemli bir caddesinden geçerken ansızın sizi yakalayan çocuk korolarıyla da sarılabiliyorsunuz. Üniversite, dersler ve dil konularına değinmek istiyorum bundan sonra. İngilizce verilen ders sayısı dönemden döneme hatta yıldan yıla değişkenlik göstermekte. İngilizce lisans derslerinin sayısının azlığı master derslerini almanıza sebep olabiliyor genellikle. (ODTÜ’nün Erasmus öğrencilerine minimum 30 kredilik ders alma ve en az 20 kredisinden geçmeyi şart koşmasından dolayı.) Fakat benim hoşuma giden şey başka üniversitelerden de ders alabilmeniz ve saydırabilmeniz.


Sanki bütün şehir tek bir kampüs, bütün okullar tek bir üniversite. İlgi alanınıza göre istediğiniz gibi bir ders programı çıkarmanız mümkün. Ve size tavsiyem gelmişken muhakkak Almancanızı geliştirmeniz. Humboldt’un çok çok uygun miktarlarda verdiği her seviyeden dil kurslarını hem saydırarak kolay yoldan kredi yükünüzü hafifletebilir hem de Berlin’de bulunmanızı daha iyi değerlendirebilirsiniz. Elbette bir sebep de Almanların İngilizce sorularınızı anlamaları ama anlaşılmaz şekilde Almanca cevapta bulunmaları. (Almanca biliyorsam İngilizce niye soruyorum çıkarımında bulunmamaları diyor ve susuyorum.) Erasmus öğrencilerine genel olarak sunulan derslerde sınav ya da final yok. Haftalık okumalardan çıkaracağın birkaç tartışma sorusu, sunum ve dönem sonu ödevinden ibaret. Türkiye’deki derslere göre daha hafif diyebilirim. Bunun sunduğu serbestlik ise daha çok gezme, daha çok eğlenme demek tabii ki! Erasmus, hayatınızda önemli bir kesit, güzel bir anı olarak yer alacak. Üniversite mezuniyeti sonrası bu kadar serbestlik ve vakit bolluğu içerisinde bir daha ne zaman Avrupa deneyimi elde edebiliriz ki diye sizlere sorarak sizlerin de bu deneyimi yaşaması gerektiğini düşünüyorum… Frohe Weihnachten! Mutlu Noeller! Osman Cihan SERT




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.