Golgedergi sayi75

Page 1


İÇİNDEKİLER

Wuthering Heights (1992)

75.

Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editör: Ahmet YÜKSEL golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Sadık YEMNİ, Hasan Nadir DERİN, Gülhan D SEVİNÇ, Melahat YILMAZ, Mehmet Berk YALTIRIK, Fatih YÜRÜR, Masis ÜŞENMEZ, Ali ÖZTÜRK Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak: Volkan AKMEŞE Pinup: Ahmet ŞAHİN Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com

04-05 Çizgi Roman-En İyi Yaşayan Bilir. 06 Haber- Tuzla Belediyesi Sanat Galerisi'nde Ressam Ersin BURAK Sergisi. 07 Haber- Seyfettin Efendi ve Esrardaşları-Açılış 25 Aralık 20:00 08-22 Röportaj- Ya Ameliyatlı Yerime Gelseydi. 23-25 Öykü- Defineciler Kazdıkça 26 Yeni Çıkanlar- Profesör'ün Maceraları - Gerekli Şeyler 27-29 Çizgi Roman-Ülser 30-32 Öykü- İllet 33-36 Öykü- Yok Oluş Efsaneleri - ZÂYİ 37-44 Çizgi Roman İnceleme - NYCC 2013 Macerası 45-46 Yazar'ın Kaleminden - Korku Kampı 47-52 Öykü-Gündoğumu (1) 53-57 Çizgi Roman-Seri Hikayeler "Avcı" 58-59 Öykü- Rüzgarsız Köy 60-63 Anime İnceleme - Black Lagoon 64-68 Öykü- Ahmet Bey 69-73 Çizgi Roman Sinema- 2013'te Çizgi Romanlar'dan Sinemaya Yansıyanlar 74-78 Öykü- 7665 79-85 Çizgi Roman - Rüya 86-88 Öykü- Ver Elini - Küçük Düşler 90-95 Öykü- Fauton Kaçakları 96-99 Çizgi Roman - Bir Osmanlı Hikayesi 100-105 Çizgi Roman Sinema- The Legend Of Korro 106-109 Çizgi Roman - Bulut 110-113 Öykü- Kötü Adam 114-123 Röportaj- Galip Dursun 124-126 Öykü- Sultan'ın Gölgesi 127-129 Sinema- Gezici Festival Yine Yollarda 130-149 Çizgi Roman - Berenice 150 Pinup

Merhaba! Gölge e-Dergi’nin mazisi olmuş mu size beş sene! Beş senenin söylemesi kolay, her bir ayında bin bir emek, hazırlık ve her ayın 1’inde gelen huzur hissi varken beş senenin bizlere, hem okuyucuya hem hazırlayanlara bir uzun ömür gibi gelmesi gayet normal. Öyle anılar, anlatılar biriktirdik ki çalışırken ara sıra hatırlarız bunları. Zaman kum gibi akıp giderken geçmiş sayılar birer birer kadim parşömenler gibi görünür gözümüze. Bu ayın kapak yazısını yazacağımı öğrenince hissettiklerim aşağı yukarı bunlardı. 2008 yazında İnternet'te dolaşırken, daha hikâyelerin camiasında tam debelenmezken denk gelip “Bir gün burada da yazarım belki…” diye düşünmemdi. Senelerce süren bir yazma maceram varsa yine seneleri bulan bir okurluk maceram da var. “Ben de yazabilirim!”, “Ben de çizebilirim!” diyerek sığındık bu “gölge” altına zaten. Bizler hem hazırlayanı, hem okuyanı yani hepimiz, hep birlikte bekledik ayın 1’ini, sevdiğimiz yazarlarla, çizerlerle söyleştik, çizgilerin ve harflerin dünyasında molalar verdik. İşte şimdi yine hep beraberiz. Yine bir araya geldik binde bir denk getirilen arkadaş toplanmaları havasında ama tek farkımız bunu sıklıkla yapabilmemize rağmen hissiyatının “senelerce görüşememenin özlemi” havasında olması. Hepimize iyi okumalar, iyi maceralar dilerim… Mehmet Berk YALTIRIK

3


4

5


7


Röportaj

Röportaj

Kemal Gökhan Gürses

“Ya Ameliyatlı Yerime Gelseydi” Türkiye’de hâlâ çizgi roman üreten ender çizerlerden Kemal Gökhan Gürses Gezi olaylarını anlattığı bir çizgi romanla çıktı bu defa karşımıza. Gezi Parkı‘ndaki sloganlardan birini kitabına isim olarak vermiş: “Ya Ameliyatlı Yerime Gelseydi” Biz de fırsat bulmuşken Kemal Gökhan’la kitabını, Gezi’yi, dış mihrakları konuştuk. Ayşegül’e selam söyledik, Hrant’ı andık. İsterseniz daha fazla uzatmadan röportaja geçelim… GÖLGE: Başbakan Gezi olayları için hep ‘dış mihrakların işi, faiz lobisinin işi’ dedi. Size de ilk olarak bu belgesel çizgi roman projesi sipariş olarak gelmiş. Tam olarak nasıl oldu da siz Gezi meydan savaşlarının “Ya ameliyatlı yerime gelseydi” deyip çizgi romanını yapma kararını aldınız? KEMAL GÖKHAN GÜRSES: Küçük bir düzeltme yapayım izninizle; bana herhangi bir sipariş gelmedi. Facebook’tan bir dostum bir öneride bulundu. Ben de bu öneriye soğuk bir cevap verdim. “Başka işlerim var” diyerek. Aklımın her köşesini Gezi Direnişi işgal etmeye çoktan başlamıştı bile... Kitabın sunuş kısmında yazdığım gibi bir gün birkaç hikâye birbiri ile iç içe geçmiş bir şekilde karşımda dikiliverdi. Genellikle bir buluş ya da bir fikir gerekir hikâyeyi kurarken... Belgesel ve didaktik olandan kaçınarak, zaten Gezi’nin içinde değil etrafında dolaşan bir hikâye kurdum. GÖLGE: Eski çizgi romanlarınızdan bildiğimiz kadarı ile sizin çizgi romanlarınızda belgeselci bir yan da var. Gezi olayları sırasında Gezi Parkı’na kaç defa gittiniz? Kaç gece Gezicilerle birlikte parkta yattınız? KGG: Siz belli ki benim “belgeselci” yanımı seviyorsunuz. Bu kez öyle olmadı. Yukarıda da dediğim gibi Gezi’yi anlatan bir çizgi roman çizmedim. Gezi’nin etrafında dolaşan,

onun ruhundan etkilenmiş bir hikâye benimkisi. Ben en civcivli günlerinde bu olayların yurtdışındaydım. Üç-dört kez gittim Gezi’ye. Çocuklara yiyecek-içecek taşıyan anne-babalar gibi ben de yiyecek-içecek taşıdım... Kızımla birlikte bir gece geçirdik bir de orada... GÖLGE: Gezi’de Hasan’ın gözü açıldı, sizin lafınızla “Bu Gezi Parkı mevzusu hepimizin hayatını hallaç pamuğu gibi attı” Bir sanatçı gözü ile değerlendirirsek ne oldu Gezi’de? KGG: Benim anlattığım hikâye temelde bu metafora dayanıyor. Kör bir fotoğrafçının toplumsal değişimin en büyük tortularından birini bıraktığı bu güncellikten etkilenişini, bir anlamda “görmeye başlaması”nı anlatıyor. Hepimizin yaşamı, temel değerleri ve vicdani ölçüleri yeniden ölçeklendi Gezi Parkı sürecinde... Ama ben size başka bir yerden bu süreci anlatmaya çalışayım. Taksim gerilimi, Gezi Parkı’ndan önce başladı. Hükümet bir karar aldı: “Taksim’de bundan böyle toplumsal hareketlere izin verilmeyecek. Bundan sonra Taksim’de değil, Kazlıçeşme’de ne yapacaklarsa yapsınlar.” 1 Mayıs son gösteri olarak tarihe geçti. Bunun nedenini düşünmek lazım. Ben şöyle bir kurgu oluşturdum kafam yettiğince: Taksim eskiden İstanbul’un suyunun taksim edildiği semttir. Ama asıl, modern Türkiye’nin kültürel yaşantısının, kültürel düzeyinin taksimatı buradan yapılmaktadır. İktidarın kültürel değerleri, yaşama alışkanlıkları bu odakta yaşananlarla herhangi bir uyum göstermediği gibi, aykırı birçok unsuru içermektedir. İki adım ötede barlarda olukla içki satılan, gençlerin özgürce yayılıp, dağılıp kendi kültürlerini görsel, işitsel ve fiziksel olarak sergiledikleri ama ülke çoğunluğunu oluşturan ve giderek bir köylü iktidarının yeni kentliyi inşa etme çabasıyla hiçbir şekilde ilişkilendirilemeyecek bir atmosfer. Bu atmosfer İstanbul’un sık sık yaşadığı el değiştirme duygusunu bariz bir şekilde zorlamaktaydı. Giderek güçlenen ve ekonomik özgürlüğünü ya da iktidarını da elde etmeye başlamış olan Anadolu burjuvazisi Taksim’i ele geçirmeden fethini tamamlayamamaktadır. “Taksim’de bundan sonra eylem yok” kararının burada yoğunlaşan ve topaklaşan bu kitlenin uzaklaştırılma çabası olarak görüyorum ben. Oysa o meydan Türkiye’nin toplumsal hareketler tarihinde hep bir mihenk taşı niteliğindedir. Acıyla andığımız 1 Mayıs 1977 olayları da orada yaşanmıştır, ilk kez toplumsal ve tarihsel utancımız “soykırım”

8

9


Röportaj

Röportaj

kelimesi de orada atmosfere karışmıştır. Sarnıcın altında Hrant vurulduğunda ne yapacağımızı bilmez bir şekilde otururken içimizden biri “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz” diyebilmiştir. Bunlar dönüşüm ya da değişim, ne demek isterseniz deyin, bu ilk ve yepyeni değerlerin hayata geçtiği yerdir Taksim. Burada direnme kararı alınmasıyla başlayan süreç Gezi Parkı’nı da yarattı bence. Unutmayın ilk gaz Gezi Parkı’nda değil, ondan önce yapılmak istenen birkaç ufak tefek eylemde kullanıldı. Neyse, haddimi aştım. Muhtemelen saçmalıyorumdur. Ben alt tarafı bir çizerim. Bunları anlamaya çalışmak ya da anlatmaya çalışmak benim işim değil sanırım. GÖLGE: Neden görmeyen fotoğrafçı bu kitabın kahramanı? KGG: Bundan... Görmeyen değil, Gezi’de gözü açılan... GÖLGE: Peki mizahçı olarak değerlendirin bir kere de. Ne oldu Gezi’de? KGG: Herhâlde “şaka” yapmam lazım. Ya da bir özlü söz... Ama beni aşacak düzeyde zengin bir anonim mizah üretildi orada zaten. Hayranlığıma mazhar olan şeylerin başında bu geliyor siz Gezi Parkı dediğinizde... Peki, ben de mizah yapıyım o zaman: Öğretmenin altına raptiye koydu çocuklar. Ama öğretmen tek ayak üstünde bekleme cezası vermek yerine sınıfı sıra dayağına çekti. Hatta öldüresiye dövdü. Hâlâ da sürdürüyor... Velilerini cezalandırmaya, komaya soktuklarını terör örgütünden yargılamaya çalışıyor. Ne raptiyeymiş be kardeşim! GÖLGE: Dış mihrak ya da faiz lobisinden kimseyi gördünüz mü Gezi’de? KGG: Gördüm. Ama işin tuhafı Arap’tılar. Çocukları vardı pusette. “Biz bizim memleketlerden alışığız nasılsa” deyip Demirören’de alışveriş yapmaya devam ettiler. Bir de Talcid’in pazar değerini artırmak isteyen yabancı sermaye oradaydı. GÖLGE: Başbakan Gezi olaylarının ilk günlerinde yurtdışındaydı, siz de yurtdışındaymışsınız, dönünce sanatçıları ve bağzı vatandaşları alıp Gezi’de ne oldu diye sordu. “Saatlerce dinledim” dedi. Ünlü Türk düşünürü Hülya Avşar’ı, dünyayı titreten Türk Polat Alemdar Necati Şaşmaz’ı bile dinleyen Başbakan o gün sizi çağırmış olsa ne derdiniz? KGG: Aslında belki de orada ne olduğunu öğrenme isteği vardı gerçekten başbakanın. Ama ilk çağırdığı ekibin arasında Taksim Dayanışması’nın olmayışı diğer çağırdıklarının da gitmesini engelledi. Hatırlayalım belki birçok akil insan oraya gidip başbakanla görüşebilirdi. Çünkü olayların sokakta iki tarafı karşı karşıya getirmesine ramak kalmıştı. “Evdeki yüzde

elliyi zor tutuyorum” beyanı çok tehlikeli ve katlanması çok zor bir sonuç yaratabilirdi. Palalar çıkmıştı ortalığa hatırladığım kadarıyla... Başbakanın “Çapulcu” diyerek isim babalığını yaptığı gençler gerçekten aklı selim sahibiymiş, öyle özel ve önemli bir anda frene bastılar ki başımıza gelebilecek başka türlü bir felaketi bence gencecik yürekleriyle önlemeyi becerdiler. Karpuz gibi ortadan ikiye ayrılmış bir toplumun yaşayacağı felaketin adını yüksek sesle bile söylemeye içim elvermiyor ama, kastettiğim gerçek bir iç savaştır. O gençler bunu önlemiştir. Sorunuza gelecek olursam, fantezi yapmayacaksak eğer, elbette ben de gitmezdim o görüşmeye... GÖLGE: Çizgi romanda çok tartışılacak bir konuyu da çizmişsiniz. Başörtülü Rümeysa gaz bombası kafasına çarpan ve yaralanan Hasan’ın yarasına başörtüsünü çıkartıp sarıyor. Olur mu böyle bir şey? KGG: Sanırım “Olmaz böyle şey” demeye getiriyorsunuz. Ben de “Umarım olmaz” diyeyim. Ama bir bakın bakalım; hikâyede orası sarkıyor mu, yoksa inandırıcı bir tarafı var mı? GÖLGE: Kitapta antikapitalist Müslüman diye kendilerinden bahseden Rümeysa’yı görünce kitabın sonundaki “Kimler vardı Gezi’de” kısmını görmeden edemiyorum. Kimler vardı Gezi’de? KGG: “Mustafa Keser’in Askerleri” de vardı, “Vintage Sosyalistler” de, “Cici Çocuklar” da vardı aralarında, bir eski ve sıkı ağbimizin bana öfkeyle cevap yazmasına neden olan “Romantik Eski Tüfekler” de... Romantizmin kötü bir şey olduğuna inansam bu yaftayı yapıştırır mıydım kendi geçmişime? Neyse, “Dört Büyükler” oradaydı elbette... Olmadıkları kadar aynı tarafta ve üstelik Çarşı’nın liderliğinde... Bir de “Siyahlar” vardı elbet; sayıları az da olsa... Yani “Gazi Mahellesi’nin ya da Güney Doğu’nun Çocukları”... Nişantaşı’nda atılan gazın miktarına bakınca net bir şekilde görülen resim “Beyaz ve Türk” markalı halkımızın da Gezi nüfusunda önemli bir yeri olduğunu gösteriyor. Çok heterojen bir kitle vardı orada. Rencide edilmişler, kırgınlar, kızgınlar, Cumhuriyetçiler, eylem var gidelimciler, ama alışmadığımız şekilde Antikapitalist Müslümanlar, MHP’liler, bütün yönetimlerin bir an önce istifa etmesini isteyen “taraftarlar”, ama galiba hepsinden çok Gezi’ye kalbini, ruhunu ve şeklini veren “öğrenciler”... Liseli, üniversiteli öğrenciler... “Öğrenciler” bildiğim kadarıyla ’68 kuşağının da bel kemiğini oluşturuyordu. Öğretmenle, eğitimle, vesayetle derdi olan, aidiyet sorunu olan, dikte ve sınırlamalara en içten, en insanca tepkiyi veren insanın hakiki insaniyet dönemi. Galiba birileri insanların ahlaki değerlerine ya da insani değerlerine dokunmaya başlayınca, dişin sinirine dokunmuş gibi çığlık atıyor insanlar da. Hele Gezi’de bu çığlık o kadar tatlı bir nağmeye dönüştü ki tadından yenmez... GÖLGE: Memet Ali Alabora’nın tweet’i de o sıralar çok konuşuldu, “Mesele sadece Gezi Parkı değil arkadaş, sen hâlâ anlamadın mı?” diyordu. Memet Ali’ye dava, Gezi’de görünenlere kamera deşifrelerinden tutuklama, dizi oyuncularının dizileri bitti yeni dizilere çağırılmadılar, neler oluyor? Bir öç alma mı var?

10

11


Röportaj

Röportaj KGG: Memet Ali, benim yazdığım Histanbul oyununu iki yıl boyunca oynamış çok başarılı bir aktör ve çok duyarlı bir sanatçıdır. Biz o günlerde de Türkiye’nin kültürel dönüşümünü bir deprem hikâyesi üzerinden bol bol konuşma fırsatı bulmuştuk. Kastettiği tam olarak budur aslında. Bir değişimin habercisi olduğuna vurgu yapan, tarihsel bir an yaşadığımızın altını çizen bir saptamadır onunkisi. Gelelim öbür cepheye... Bir öç alma mı? Hâliyle... Başbakanın kavgaya kendi girmeyi seven kişiliği de bu duyguyu güçlendiriyor. Ama asıl Gezi Parkı beklenmedik bir anda büyük bir itibar kaybı yaşamasına yol açtı iktidarın. İktidarın da nasırına basılmış oldu yani. Zaten bayılmadıkları bir kitleyi karşılarında bulunca “iyi bir ders” vermeyi sürekli ve yaygın bir cezalandırmaya dönüştürdüler. GÖLGE: Gezi’nin devamı olarak görülen ODTÜ olaylarını da çizgi romanlaştırmak gibi bir projeniz var mı? KGG: Yok. Yani şimdilik öyle bir projem yok. ODTÜ tarihi zaten bir direnişler tarihidir. Çok dikkat çekici, iç gıcıklayıcı bir muhalefet tarihi. Heyecan veriyor... Ama benim mutfakta yatan lüfer şimdilik bu denizin malı değil... GÖLGE: Benim aklım hâlâ Ayşegül’de hatta bu kitabınızda bile onu aradım. Savaş muhabiriniz Ayşegül hiç mi dönmez zorunlu tatilinden? Günlük gazete gibi bir kaynak olmadan Ayşegül Savaşta çizgi romanları yapılamaz mı? Malum Suriye kan gölü, Mısır öyle, Gezi’de her muhabir savaş muhabiri gibiydi. KGG: Baksanıza, tek işsiz kalan gazeteci Ayşegül değil ki. Neredeyse gazetecilerin biat etmemiş olanları toptan işsiz. Ben de halen bir gazetede, bir TV kanalında Ayşegül çalışsın isterdim ama, naçar. Savaşseverler işsiz kalmaz ama savaşın acılarını anlatanlar ya o meydanlarda ölürler ya da bizim Ayşegül gibi muhtemelen kendilerini sonunda bir PR şirketinde kapitalizmin başka savaşlarını verirken bulurlar... Ya da bir tatil kasabasında lokanta açarlar anıları suratlarının çizgilerine gömülü... GÖLGE: Kitabınızda Gümrü’de çizgi roman atölyesinden bahsetmişsiniz. Nedir 24 saatte 24 sayfalık çizgi roman atölyesi? KGG: Dış mihrak işi. Bir Amerikan projesi. Çizgi romanı genç sanatçılara sevdirmek için yaptıkları bir performans çalışması. Kars’ın komşusudur Gümrü. Çok sıcak dostluklar yaşadım Gümrü’de. Birbirine “jan” diye hitap eden, yani bizdeki “can”a tekabül eden bir dostluk kurduk. Türkiye’den de katılım bekliyorlardı. Türkiye’dekiler katılamadı; onun yerine Gezi’ye gittiler. Çok önceden planlanmış bir etkinlikti. Ben önce gidip birkaç gün Gümrü Güzel Sanatlar Akademisi master sınıfı öğrencileri ile atölye çalışması yaptım. Çizgi roman konuştuk, çalıştık biraz. Sonra da, Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan’dan katılan sanatçı gençler belirlenen saatin başında Amerika’daki jüri üyeleri tarafından verilen bir konu başlığına uygun hikâye düşünmeye başladılar. Hazırlıksız yani. 24 saatte de 24 sayfalık bu hikâyeyi tamamlamaları gerekiyordu. Değişik teknikler kullanarak katılımcıların 40’a yakını tamamladı hikâyesini. Bu çalışmanın bir ayağını da Türkiye’de Türkiyeli çizerlerle yaptık. Hepsinin ortak

bir değerlendirmesi yapıldı sonunda. Birkaç kategoride ödüller verildi. Bir de kitap yapılacak bu hikâyelerden jürinin seçtikleriyle. Türkiye’de yaptığımız etkinliğe katılan Yıldıray Özliyen özgün hikaye dalında birinci oldu. Fırat Düvencioğlu da En Güçlü Alegorik Hikâye dalında birincilik kazandı. Yıldıray’ın hikâyesi kitaba alındı. Bu arada eski mesai arkadaşım, erken yaşta kaybettiğimiz efsane Gırgır dergisinin yazar ve çizeri sevgili Orhan Alev’in aslında animatör olan oğlu Onur Alev’le de bu etkinlik sayesinde tanıştık. Onur’un da hikâyesi bence dört dörtlüktü. Biraz yetiştirme telaşına kapılınca çizgisi sarktı sonlara doğru. Ama toplam olarak her katılımcının çok etkileyici çalışmalar yaptığı güzel bir buluşmaydı bu. Önümüzdeki yıl da yapılacak. Sanırım Gürcistan’da olacak. GÖLGE: İsterseniz bu röportajı kitabınızı ithaf ettiğiniz Hrant Dink’i anarak bitirelim. KGG: İthafta da dediğim gibi, vicdan kilitlerini açan bir cinayettir Hrant Dink’in katledilişi. Onun yürekten ve dürüstçe uzattığı elin karşılığında sırtında kurşunlandığı bir ülkede yaşamanın vicdan azabına dayanamayan 200 bin insan ellerinin üzerinde sanırım asıl kendi vicdanlarını taşıyorlardı Hrant’ın cenaze töreninde. Bu cinayetle birlikte kilidi açılan vicdanlarımızın tortusu olarak görüyorum Gezi Parkı’nı da. Teşekkür ederim.

12

13

Röportaj : A. Hamdi YÜKSEL


14

15


16

17


18

19


20

21


Öykü

Defineciler Kazdıkça (H.P. Lovecraft’ın “Duvarlardaki Fareler” adlı öyküsünden ilham alınarak yazıldı. M.B.Y.) “Halit abi! Bizim Avni tövbekar olmuş gördün mü?” “Hangi Avni?” “Senetçi olan var ya? Hani sağdan soldan topladığı yazılı kağıtları tapu diye taşradan gelme garibanlara kakalayan?” “Hadi oradan be şaşkın Arap! Kırk yıllık Kâni olur mu Yanni? Anadan doğma dolandırıcının hem de en rezilinin tövbesi mi olurmuş?” “Vallahi ben gördüğümü söylerim. Sarıyar’dan Galata’ya Yemen’den gelme kenevirleri taşırken denk geldim. Rumelihisarı’nın orada türbedarlık ederken gördüm! Sırtında kerrakesi, başında takkesi, elde tespih gezer olmuş. Selam verdim, aldı ama tanımazlıktan geldi.” “Öp babanın elini! Ulan hangi aklı evvelin işidir bunu türbedar yapmak? Bunu kapıdan içeri koyacak türbe dünyada var mıdır? Pabuç çalar diye cami avlusuna bile sokmazlar onu! Altın şamdanlara falan göz dikmiştir kesin!” “Hisar tarafında bir göz türbe, köy yollarına yakın. Çatallı Baba mı ne öyle bir türbe. Bırak şamdanı kırık kandil görsen öp başına koy öyle gariban bir yer.” “Gör de inanma! Vardır bir hesabı Avni’nin, bir görünmeli çarıklı şeytana!” Ta Osmanlı’dan beridir İstanbul’un namlı dolandırıcısı Eyüplü Halit ile çırağı sayılan Arap lakaplı Abdullah, mütareke senelerinde türeyen azılı rakipleri Senetçi Avni’den pek hazzetmezlerdi. Aralarında esnaf ve zanaatkarlara has bir rekabet bulunurdu. Eyüplü Halit o dönemlerin en namlı dolandırıcısı olarak Galata Kulesi’nden Eminönü Saat Kulesi’ne dek bir nice yapıyı saf kimselere sattığını söyleyip kakalayarak şan almış, kadın avcılığına dahi bulaşmıştı. Yardımcısı Abdullah da silahtan tütüne dek bir nice şeyin kaçakçılığıyla uğraşan, daha ufak işlere bakan bir kimseydi. Senetçi Avni en başta gariban köylülere tapu kakaladıktan sonra işlerini büyütüp aleni bir şekilde evleri hanlara güya satmaya başlayıp, hatta kadın avcılığı işlerine girince aralarında haliyle bir rekabet zuhur etmişti. Senetçi en sonunda ufaktan kaçakçılık işlerine de bulaşınca iş rekabeti de geçip “bir çöplükte iki horoz” durumuna gelmişti. Halit ile Abdullah, hazırladıkları bir dümenle Senetçi’yi İngilizlere enselettirmeyi başarmışlar, ardından adam adeta sırra kadem basmıştı. İşte birkaç hafta sonra türbedar kılığında zuhur etmesi, iki eski kulağı kesiği Avni’nin peşinde olduğu dümene dair düşündürmekteydi. Halit ile Abdullah, bir yerden fayton uydurup Rumelihisarı’na yollandıklarında maksatları bu dümenin iç yüzünü anlamaktı. Abdullah’ın yerini tarif ettiği türbenin önüne geldiklerinde etrafında hiçbir yerleşimin bulunmadığını, taştan yapılma türbenin yıkık görüntüsüyle önlerinde arzı endam ettiklerini görmüşlerdi. Faytonun sesini işiten Avni’nin yüzü, dışarıya seğirttiğinde Halit ile Abdullah’ı karşısında görür görmez haliyle bir karış olmuştu. “Ulan Senetçi, senin için türbedar dediler. Gözüm görmeden inanmam dedim Arap tutup getirdi beni!” “Dalgama taş atma Halit abi! Biz de ekmeğimize bakıyoruz…” “Sen ekmek diye değirmen sökecek adamsın ulan Senetçi. Sen kim türbedarlık kim? Karşına ecinni çıksa günahlarından nedamet getirmezsin sen be!” “Halit abi. Ben sana meselenin iç yüzünü ayan ederim ama bir şartım vardır işime çomak sokmayacaksın. Ben payımı bölüşmeye razıyım ama gözünü seveyim işi berbat etme! Ben buraya beyhude yere türbedar olmadım bittabi. Büyük bir define işi var!” “Tabi. İngiliz gâvurundan paçayı kurtarmak için ona rüşvet buna rüşvet sıfırı tükettin, şimdi sermaye derdine define muhabbetlerinin peşine düştün… Ama sanmam. Sen desteksiz iş yapmazsın, Şeytan’a kül yer misin diye sormuşlar yağlısını istemiş, sendeki de o hesap!”

22

23


Öykü

“Hakiki define Halit abi! Buralarda böyle gavurdan kalma evleri kazıp çıkaran Frenk âlimlerine denk geldim aylar evvel. Adamlara rehberlik ediyordum. Bu türbenin temellerini gösterip eski Bizans yapısı falan dediler. Şimdi düşün bu Bizans eviyse gavur zamanında buraya kesin bir altın falan saklamıştır.” “Bu işin sağlamı yok gibi görünür. Sen ne gördün de define işine türbedar oldun buraya?” “Abi bizde evel allah oyun çok! Bir garip köylü kalıyordu burada “Çatallu Baba’nın türbedarıyım” deyince “Bizansla türbe ne alaka” diyerek hacılara hocalara sordum. Böyle bir evliya yaşamamış, varsa bile buraya gelmemiş. Demek ki aslı astarı yok? Köylüler burayı evliya mezarı sanmışlar demek ki. Ben hemen gelip köylüyü köyüne ayran falan almaya gönderip türbe yalnızken kurcaladım. Sandukanın altında toprak var ama altı boş, sesi geliyor. Anladım bir bokluk olduğunu. Köylü gelince dümenden namaza yattım, tövbeler dualar falan adamı kafaladım, türbedarlığa kondum. Köylü de beni saf bilip yemek falan getirmeye başladılar. Tek başıma kazıyorum iki-üç haftadır. Azar azar kazıyordum köylü fark etmesin diye şimdiye boşluğa varmışımdır.” “Ulan hep derim adamda talih olacak talih! Hep birlikte kazarız, ben gavurdan aracısını da ayarlarım hatta icap ederse sarrafları da ayarlarım!” “Anlaştık Halit abi!” Üçü türbenin içine girdiklerinde ilk etapta hiçbir şey fark etmemişlerdi, yemek getiren köylülere de ziyaretçi gözüyle görünmüşlerdi. Ancak gece olup Avni halıları kaldırınca sanduka altındaki geniş deliği apaçık görmüşlerdi. Böylece bir müddet daha kazdıktan sonra büyükçe bir mahzen kapağına denk gelmişlerdi. Kapağın etrafını açıp kandillerle aşağıya inince duvarları çarmıhlarla putlarla süslü bir gavur kilisesini bulduklarını görmüşlerdi. Yine büyükçe bir kapak tam köşede durmaktaydı. Halit: “Taşrada gavurdan kalma mezarların böyle bizden sanılması çok olurmuş. Kesin buranın mahzenidir şu kapak!” deyince orayı da açıp aşağıya inmişlerdi. Bu sefer sağda solda ta putperestler zamanından cahiliyeden kalma esatiri putlarla dolu bir odaya denk gelince şaşırmışlardı. Yine bu odanın da bir köşesinde büyükçe bir mahzen kapağı bulunmaktaydı. Oradan da aşağıya indiklerinde bu sefer büyükçe bir mağaraya denk geldiklerini ve etraflarında biçimsiz putların durduğunu görmüşlerdi. Yine burada bulunan büyükçe bir dehliz kapağını açıp indiklerinde ise daha acayip bir şey görmüşlerdi. Büyükçe bir mağaranın içine yeşil mermerden büyükçe bir heykel yapılmıştı ancak daha önce hiçbir yerde görmedikleri cinstendi: “Tövbe tövbe! Halit abi bu insan mıdır hayvan mıdır? Kafasında ahtapot, sırtında kanat, sol eli yukarı kalkmış, tövbe estafurullah ne olmuş?” “Ya defineyi işaret eder yahut definenin bekçisi olduğuna işaret eder… Her halükarda burada define vardır! Yoklamalı heykelin yanını yöresini!” Adamlar define görebilmek umuduyla etraflarına bakınıp hiç bir şey bulamamışlardı. Lakin yeşil mermerden bu putun para getirebileceğini düşünerek dehlizden çıkıp hemen şehirde bulunan Avni’nin evvelden rehberlik ettiği Frenk alimleriyle irtibata geçmişlerdi. Alimler heykeli büyük bir gizlilik içerisinde oradan çıkartıp bir gemiye yüklemişler, kazıya katılanlara da sus payı babından yüklü miktarda para vermişlerdi. Onlardan sadece bir tek John Gamwell adlı Amerikan asıllı bir paralı asker bu mevzuyu bir başkasına açmıştı. Mevzuyu yazdığı kişi ta Amerika’da “Cambride Tribune” adlı dergiyi çıkartan editörlerden olan, kuzeni Edward F. Gamwell’dı ve heykelin tek bir fotoğrafı da ona gönderilmişti. Sonradan Gamwell bu bilgiye pek itibar etmeyerek eşine dostuna anlatabileceği hoş ve komik bir anı gözüyle bakmıştı. Ancak Gamwell’ın karısı Annie Philips’in yeğeni Howard Lovecraft, her nedense bu fotoğraftan ve mektuptan ziyadesiyle etkilenmişe benzemekteydi. Mektupta geçen “Çatallu Baba” adı için: “Bu isim gerçekten ilham verici…” demişti… Yazan: Mehmet Berk YALTIRIK

24

25

İllustrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ


Yeni Çıkan Kitaplar

Profesör’ün Maceraları Gerekli Şeyler

HEYECANLI BİR MACERA TARİFİ

Son derece pratik ve heyecanlı bir tariftir. Önce malzemelerimizi hazırlayarak işe başlayalım. GEREKLİ ŞEYLER • 1-2 adet kahraman. (Hikâyenin büyüklüğüne göre 3-4 adede kadar çıkarılabilir.) • 5-6 adet azılı cani. (En azından bir tanesi biraz keçileri kaçırmış olmalı.) • Bolca garip ve ilgi çekici yer. • Yeteri miktarda korsan ve yerli. • Bolca vahşi hayvan. • 1 adet patlayacak kıvamda yanardağ.

26

HAZIRLANIŞI Tüm malzemeler iyice karıştırılır. Karışım kitap kıvamına gelinceye kadar yoğrulur ve bir süre dinlenmeye bırakılır. Bu sırada karışım kabarmaya başlar. Eğer çok kabarırsa kitabın dışına taşan kısmı bir kâğıda aktarılıp daha sonraki maceralar için saklanır. Fazlalığı alınan karışım istenildiği şekilde biçimlendirilerek servise hazır hale getirilir. İyi maceralar...

27


28

29


Yazarın

Kaleminden

illet Yazarının kaleminden bir romanın öyküsü Bazı yazarlar eserlerinin yazılma hikâyesini anlatırken kendilerini etkileyen bir görüntüden, kafalarında bir anda çakan şimşekten söz ederler. Özellikle hayal gücünden beslenen eserlerde, öykünün fikrinin çoğu zaman aniden, eser sahibini etkileyen bir olay, kişi veya nesneden kaynaklandığı ifade edilir. Rollo May, Yaratma Cesareti isimli kitabında bu durumu, “Yaratıcı edimde dikkatimizi çeken ilk şey bir karşılaşma olmasıdır,” şeklinde açıklar. Her şeyin başlangıcı -çoğu şeyde olduğu gibi- bir karşılaşma olsa da, o yaratıcı edim sırasında, bireylerde nelerin değiştiği konusu kişiden kişiye farklılık gösterir. Bu karşılaşma bir kavrayıştır ve bir kez geldi mi onu unutmanız artık mümkün değildir. İllet, bütün olarak gelen bir öykü değildi. O da bir görüntü üzerine inşa edildi. 2006’da Ölümsüz Öyküler’den arkadaşlarla toplanmıştık. Oturup muhabbet ettiğimiz yer, harika bir Boğaz manzarasına sahipti ve Boğaz’ın ortasında büyülü bir yapı, Kız Kulesi, tüm cazibesiyle kendini gösteriyordu. İşte, benim için karşılaşma ânı budur. O an aklımda sadece Kız Kulesi’yle ilgili bir kısa hikâye yazma fikri belirdi. Biz, özellikle Ölümsüz Öyküler olarak, edebiyatın gerçekçi kurmacasından çok fantastik, çoğu zaman da karanlık tarafını seven kişilerdik ve aklımızda beliren öykülerin de buna göre şekillenmesi kaçınılmazdı. Dolayısıyla Kız Kulesi’nin herkese hissettirdiğinden çok farklı şeyler söylemem gerekecekti. Peki, bu farklılık ne olabilirdi? Bu noktada işin içine heyecan ve merak öğesinin girdiğini söyleyebilirim. Hani o yaratıcı edimde beliren coşku durumu. Bir anda gelir, kısa sürede çoğu şeyi şekillendirir ve sizi devamını getirmeye muhtaç eder. Tabii ki Kız Kulesi’yle ilgili yeni şeyler öğrenmem gerekiyordu. Bildiğim, sadece efsanelerden ibaretti. Açıkçası bu efsanelerin çoğunun ölümle sonlanması beni kendine çekiyordu. Araştırma alanım genişledikçe Kız Kulesi’nin daha önce yazılmamış romanına el atmam gerektiğine inandım. Bu noktada ise yaratıcı edim coşkuyla birlikte korku ve kaygıyı da getirir. İşin içinden çıkabilir miyim, kaygısıdır bu. Araştırmalarım beni İstanbul’un salgınlarla bezeli on dokuzuncu yüzyılına taşıdı. Şaşırtıcı bir gelişmeydi. Salgınlar nedeniyle, şehri kaplayan karanlık tabakanın önemli bir yerinde Kız Kulesi’nin de yer aldığını öğrendim. İşte, bana lazım olanı bulmuştum. Tarihî bir gerçeklik içinde, Kız Kulesi, bilinenden bambaşka bir işlevde yer alıyordu. Devam eden incelemelerimde İstanbul’un geçmiş dönem salgınlarına yoğunlaştım; özellikle de koleraya. Kolera, yakın geçmişimize de damga vurmuş bir salgındı. Kafamda öykünün ana hatları oluşsa da korku-kaygı devam ediyordu. Ulaşabildiğim kaynaklar sınırlı ve yetersizdi. Bir şekilde elime geçen tarih dergilerinde ise, İstanbul’un salgınları konusunda çoğunlukla aynı ismin imzası bulunuyordu: Prof. Dr. Nuran Yıldırım. Kendisine bir e-posta atıp araştırma konumu özetledim. İllet’in yazılma cesaretini doğuran şey, o e-postaya gelen cevaptı. Nuran Hanım’ın konuyla ilgili yazdığı tüm makalelerin bir listesi elimdeydi. Vakit kaybetmeden harekete geçip makalelerin yer aldığı dergileri topladım. Tüm bu ön hazırlıklar 2006-2007’de gerçekleşti. 2007’nin sonunda okulum bitti ve 2008’in başında askere gittim. İllet (Romanın ismi en başından belliydi.), uzun bir müddet beklemek zorunda kaldı. Tam bir yıl, askerlik sürecinde, romanla ilgili tek bir kelime bile yazmadım. Dönüşte içimi kemiren, tarifsiz bir huzursuzluk hissediyordum. Odamda, yazmaya niyetlendiğim romanım için gerekli olan tüm o dergi ve kitapları her gördüğümde de bu sıkıntı artıyordu. Bir öğretmendim ve bir şekilde mesleğimi yapmalıydım; bu, hayatın maddi tarafıyla ilgiliydi ve ister istemez bir zorunluktu. Diğer tarafta ise artık başlayıp bitirmem gereken romanım duruyordu. Yaratıcı edim, her ne kadar heyecan verici

30

31


Yazarın

Öykü

Kaleminden gözükse de zorlu ve sancılı bir süreçti ve aylar hatta yıllar alabilirdi. Romanı yazmayı tercih ettim. Bu tercih, bir yıl boyunca başka hiçbir şeyle ilgilenmeyeceğim anlamına geliyordu. İllet bu şekilde Haziran 2009’da yazılmaya başlandı ve Mayıs 2010’da tamamlandı. Hayatımın en zevkli bir yılıydı. Çünkü sevdiğim işi yapıyordum. O tıkanmalar, kaygılar, korkular, moral bozuklukları bile anlamlıydı. Romanı yazarken, özellikle İstanbul’la ilgili öğrendiğim, şimdilerde karanlıkta kalmış o gerçekler daha çok heyecanlanmamı sağladı. Mekân olarak Kız Kulesi başroldeydi ancak geçmiş yıllarda, salgın sürecinde, önemli bir işleve sahip olmuş kimi yapıları da kurguya dâhil etmekte, onlara önemli bir rol biçmekte çekinmedim. Bunun yanında, Kız Kulesi’ne atfedilmiş kimi efsanelerin, gerçek topraklarına gerçekleştirdiğim yolculukta attığım her adımda, yeni şeyler öğrendim. Bir romana gerçeklik katan en önemli unsur tabii ki karakterlerdir. Ben de yarattığım her karaktere farklı bir kişilik özelliği -duruşu olsun, konuşması olsun, bir durum karşısında verdiği tepki olsun- verme konusunda yoğun bir mücadele içine girdim. Bu noktada çevremdeki insanların mizaçlarından tabii ki faydalandım. Zaten aslında hepimiz, bildiğimiz karakterleri anlatırız. Kız Kulesi’nin ölümlerle dolu efsaneleri roman için belirleyici bir konu olmadı. Bu efsaneler, kulenin bilindik yönünü, bazı trajedilerle ortaya koysa da kullanmam gereken şey hayal gücüydü. Ben de İstanbul’un tarihî gerçekleri üzerine kimi fantastik olaylar eklemeyi tercih ettim. Bu fantastik temaslar, geçmişten günümüze uzayacak gizemli, korkunç, kitleleri ilgilendiren bir etkiye neden olacaktı. Aynı zamanda, bu etkiyi artırmak için, Homeros’un eserlerini başucu kitabı yapmış biri olarak mitolojiye el atmamam mümkün değildi. İllet’in 2013’te yayımlandığını düşünecek olursak, romanın uzun bir süre beklediğini söyleyebilirim. Romanı bitirir bitirmez, genç yazar heyecanıyla birkaç yayınevinin kapısını çaldım ama elim boş döndüm. Kabul edilmemekten öte, romanım hakkında bir yorum alamamak can sıkıcıydı. Bu süreçte romanı yakınlarımla, özellikle de yazar dostlarımla paylaştım. Onlardan aldığım dönütler benim için önemliydi ve çok da faydalı oldu. 2011’de mesleğime adım attım ve hayatım birçok yönden değişti. Sonraki bir yıl boyunca romanın yayımlanması için bir girişimde bulunmadım. Ara ara açıp okumalar, bazı düzeltmeler yaptım. Açıkçası, her okuyuşumda kendimce bir kusur buluyordum. İşte o dönem, acele etmeden, İllet’i tekrar elden geçirdim. Hatırı sayılır sayıdaki sözcüğü atmaktan çekinmedim; böylelikle roman hafiflemiş, gereksiz cümlelerden kurtulmuş oldu. Son noktayı koyduktan yayımlanana kadar geçen bu üç yılın, roman için faydalı geçtiğini söyleyebilirim. Ve nihayet, Resse Kitap İllet’e kapılarını açtı. Sonrası ise çok çabuk gelişti. Resse Kitap sahibi Resul Bulak Bey’le tanıştıktan iki ay sonra İllet parmaklarımın arasındaydı. Yayımlanma sürecindeki her adımın da yazma aşamasındaki kadar yoğun ve bazen de yorucu geçtiğini söyleyebilirim. Sonuç olarak yaratıcı edim, yolculuğunu okurla buluşarak tamamladı. Bu noktadan sonra sıra yeni görüntülerle karşılaşmaya, yeni fikirler elde etmeye, kavrayışın-hayal gücünün sonsuz alanında yeni heyecanlara açılmaya gelir. İllet’in de okur için benzer yaratıcı görüntüler oluşturmasını ve farklı heyecanlar hissettirmesini dilerim. Yazan: Serdar YILDIZ

32

Yok Oluş Efsaneleri 1:

ZÂYİ Bağdat 922

Aylardır işkence altındaydı. Yine de tek yaptığı hâlâ kendisine bu zulmü reva görenler için dua etmekti. Biliyordu ki onlar günahların en büyüklerinden birini işlemekteydiler. Daha da büyüğü yoldaydı. Can dediğin şey Cenab-ı Allah’ın bir parçasıydı. Ne demekti ona acı vermek? Ne büyük şuursuzlukta ona bir son vermek... Hücresinin kapısı gürültüyle açıldı. İşte yine geliyorlardı. Bu kez kim bilir hangi acı veren yöntemi uygulayacaklardı istediklerini duymak için. Önce sıcaklığını hissetti, sonra ışığını. Hırpani bir adam içinde korların çatırdadığı üç ayaklı büyükçe bir mangalla içeri girdi. Mangalı hücrenin ortasına bıraktı. Ardından hâli vakti yerinde, nüfuzlu biri olduğunu açık eden pahalı kılık kıyafeti ve tepesinde dik bir tüy bulunan sarığıyla Sorguç geldi. Zincirlenmiş, bir deri bir kemik kalmış adama görmekten tiksindiği bir şeye bakarmış gibi baktı. Belden yukarsı çıplak, cildi terden parlayan iri kıyım işkenceci de girince içeri hücrenin havası iyice çekildi sanki. İşkenceci elindeki çubukları mangala sokup uçları korların içinde gömülü vaziyette orada bıraktı. “Keyfin yerinde mi bakalım?” diye sordu mahkûma Sorguç. Mahkûm hiç ses vermedi ama Sorguç’a sanki adam bu soru üstüne tebessüm etti gibi geldi. Bu, böyle bir yere gelmekten zaten hiç de hoşnut olmayan Sorguç’u iyice hiddetlendirdi. “Yeter, artık, Mansur efendi. Şu inadından vazgeç. Sen de kurtul, biz de. Tövbe de, af dile.” “Affetmek Allah’a mahsustur,” dedi fısıldar gibi Hallâc-ı Mansur. Sorguç kaftanından bir tomar kâğıt çıkardı. “Burada öyle demiyorsun ama. Bak ne yazıyor: En-el Hak.” Ağzından bu kelimeler çıktığı anda adamın yüzüne ağır bir pişmanlık ifadesi yerleşti. Başkasının sözlerini dile getirmiş olsa bile, bu sözlerin ifade ettiğini düşündüğü şey onun için ruhunu ürperten bir günahtı. Yüksek sesle söylemek acaba onun ruhunu ne kadar kirletmişti? İşkenceciye döndü. Sıranın ona geldiğini sanan adam hemen mangaldaki çubuklara uzandı. “Hayır,” dedi Sorguç. “Bu tür şeyler yararsızlığını ispatladı artık. Bir kasap getirin bana.” İşkenceci anlamaz gözlerle baktı. “Keskin bıçakları, satırı olan, işinin erbabı bir kasap. Ve bir de hekim. Kasap işini bitirmeden Mansur'un ölmesini istemiyorum.” Birkaç kese altın için hayvanlarına yaptığını bir insana yapabilecek bir kasap bulundu. Sorguç ona ve hekime: “Önce uzuvlarını kesmekle başlayın. Her uzvunu kestikten sonra sorun, tövbe ediyor musun, diye. Dikkat edin ölmesin. Derisi yüzülürken hayatta olsun istiyorum. Kendini Allah’la bir tutmak neymiş, iyice bir anlasın!”

33


Öykü Sorguç kendisinin insanlık dışı talepleri yerine getirilirken hücrede değildi. Onun sınıfına mensup biri için fazla kanlı ve dehşetli bir manzaraydı. Bu manzaraya şahit olmak yerine acıya dayanamayan Hallac-ı Mansur’un tövbe ettiği müjdesini beklemeyi tercih etti. Bunu fazlaca dilemiyordu ama belki de Mansur hiçbir uzvunu kaybetmeden atlatabilirdi bu vartayı. Tek yapması tövbe etmesi ve kendini bekleyen daha acısız bir ölümü kucaklamasıydı. Bu saatten sonra Hallac-ı Mansur’un yaşamasına izin verilemeyecek bir tehdit olduğunu gayet iyi biliyordu.. Sorguç’un bilmediği ise işkenceye girişilen hücrede işlerin sarpa sardığıydı. Kendisine reva görülen vahşeti yine sükûnetle karşılayan Mansur’un dudaklarının kıpırdadığını gören kasap satırını beşinci kez sallamadan önce ne dediğini anlayabilmek için kulağını Mansur’un dudaklarına yaklaştırmıştı. Bir tövbe duymayı ve hem bedenini hem ruhunu yoran bu işkenceyi bitirebilmeyi ümit etmekteydi. Ücretini nasıl olsa peşin almıştı. Buz gibi bir yüreği olmadan Hallac-ı Mansur’a yaptığı şeyleri yapabilmesi mümkün olmayan o kasap, duyduğu şeyler karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladı. Hekim şaşkınlık içindeydi, ona ne olduğunu, Mansur’un ne dediğini sordu ısrarla. Kasap zar zor toparlanıp konuştu. Mansur dua etmekteydi ama duası kendi için değildi. “Allah'ım, bana bu işkenceleri yapanları affet. Onlar ne yaptıklarının farkında değiller.” Kasap hekime devam edemeyeceğini söyledi. Hekim ona bu durumda kellesinin gideceğini hatırlattı. Kasap da bu akıbetin kesin olduğunun farkındaydı. Gözyaşları içinde işine devam etti. Hallac-ı Mansur artık uzuvsuz kalmıştı ama şu âna kadar hiçbir pişmanlık belirtisi göstermemiş, tövbe etmemişti. Bir sonraki safhaya geçmekten başka çare kalmamıştı artık. Yani derinin yüzülmesine... Sorguç, derinin kurban kesilirken yapıldığı gibi tek parça olarak bir tulum gibi sıyrılmasını emretmişti. Burnunu ara ara çekmesinden hâlâ ağladığı anlaşılan kasap, bir yandan bıçağını bileylemekte, diğer yandan da Mansur'un canını alması ve bu acılı işkenceyi ona yaşatmaması için Allah’a dua etmekteydi. Hekim de onun işini ağırdan aldığını fark etmişti ama ses etmemekteydi. Oysa Hallac-ı Mansur, işkencelerin tamamı bitmeden ölse başı en çok belaya girecek olan kendisiydi. Kasap daha fazla vakit geçiremeyeceğini anladığında elinde bıçak Hallac-ı Mansur'a döndü. Göz göze geldiler. Mansur’un gözlerinde âdeta onu cesaretlendirmeye, teskin etmeye çalışan bir tebessüm vardı. Kasap, bıçağı Mansur'un göğüs tahtasına vurduğu anda bıçağın açtığı kesikten kan yerine nur fışkırdığını hayal meyal görüp kendinden geçti. Kasap ve hekim kendine geldiklerinde hücrede artık tek başlarına olduklarını fark ettiler. Hallac-ı Mansur’un zincirli olması gereken yerin zemininde bir yığın vardı ama bir insan bedeni olamayacak kadar küçük bir şeydi. Kasap yığının yanına gittiğinde bunun Hallacı Mansur’un biraz önce yüzmek üzere olduğu derisinden başka bir şey olmadığını gördü. O derinin bir zamanlar sarıp sarmaladığı bedenden ise eser yoktu. Hallac-ı Mansur’un bedeninin sırra kadem basmasında hiçbir kabahatleri olmamasına rağmen kasap da, hekim de canlarından olacaklardı. Tabii başka bir mahkûmun uzuvlarını kesip derisini yüzdükten sonra. Yıllarca zindan köşesinde kalıp kimin neyidir, kimin fesidir artık kendi bile unutmuş bu zavallı adamın çıplak bedeni Hallac-ı Mansur’muş gibi sokaklarda gezdirilecek, halka teşhir edilecekti. Derisi sıyrılmış hâldeyken kimse aradaki farkı anlayamazdı nasıl olsa.

34

35


Öykü

ÇizgiRoman İnceleme

Bu korkunç sırrın iki küçük ortağı olan kasap ve hekim zindanlardan sağ salim çıktılar ama evlerine asla varamadılar. Katilleri için ikinci bir ödeme yapmasına da gerek kalmamıştı Sorguç’un. Kendilerini öldürenlere bunun karşılığı olan ödemeyi bir anlamda kasap ve hekim yapacaktı. Mansur'a eyledikleri şeyler için aldıkları altın dolu keseler hâlâ üstlerindeydi ve bunlar suikastçılar için fazlasıyla yeterliydi. Sorguç’un böyle bir olayın duyulmasını istememesi için bir sürü iyi nedeni vardı. Ama en iyisi, olağanüstü bir şekilde ortadan yok olmasının ardından kesinlikle bir ermiş, bir evliya olduğu kanısı uyanacak bir adama işkence ettiren kişi olarak görülecek olmasıydı. Muktedir üzerindeki baskıyı hafifletmek, halkın yüreğini soğutmak adına onu ya idam ettirir ya da linç etmesi için halka verirdi. Hallac-ı Mansur’un müritleri, sevenleri günlerce, aylarca gözyaşı döktüler mürşitlerinin ardından. Mansur’un acı sonu tarih kitaplarına geçti. Gerçeği bilenler yalnızca Sorguç’un soyundan gelenler oldu. Sorguç yaşadıklarını tüm ayrıntısıyla kaydetmişti. Bu kayıtlar nesilden nesile geçerek yüzlerce yıl sonrasına kalacaktı. Yazan: Ege GÖRGÜN

llüstrasyon: Devrim KUNTER

NYCC 2013 Macerası Öncelikle New York Comic Con nedir, oradan başlayalım. Comic Con : Comic Book Convention kelimesinin kısaltılmasından oluşmuş bir kelimedir ve anlamı çizgi roman üzerine etkinlik anlamına gelmektedir. İlk başta sadece çizgi roman odaklı olarak başlamış fakat zamanla “nerd culture ( inek kültürü)” öğeleri olan oyuncak, model, kostüm, bilgisayar oyunları ve çizgi roman temalı hediyelik eşya öğelerini de kendisine katmıştır. New York’ta ilk Comic Con 2006 yılında gerçekleşmiş ve toplam 33.000 kişi katılmıştır. Her sene gittikçe büyümesine rağmen ilk gerçekleştiği yer Javits Center’dan şaşmamış ve hep orada gerçekleşmeye devam etmiştir. 2013 senesi katılımcı kişi sayısı 133.000‘dir. Her ciddi çizgi romancının hayatında bir kez, herhangi bir comic-con’a gitmesi, nerd’lüğün vazgeçilmez kurallarından biridir. Bir kez o kutsal topraklara gitmesi, o havayı soluması ve Marvel ile DC standlarını tavaf etmesi ise farzdır.

www.tersninja.com

Fuarın Yapıldığı Yer Javits Center

New York Comic Con ( ya da kısaca NYCC) maceram yaklaşık 8-9 ay önce başladı. Eski NYCC forumlarında okuduğum kadarıyla biletler anında tükeniyor, gitmek isteyenler karaborsada 2-3 katı fiyat vermek zorunda kalıyorlardı. Ben de bunun üzerine biletler satışa çıktığı gün (Mart ayıydı) İnternet’e girdim, 4 gün süren fuara her gün uğramaya karar verdim ve 4 günlük giriş aldım. Ve girdiğim anda ilk parti VIP biletlerinin satıldığını da şaşkınlıkla gördüm. Hazır biletleri almışken her şeyi halledeyim diye düşündüm ve uçak biletlerini de o anda aldım. İki bileti de o gün almakla ne kadar akılcı karar verdiğimi daha sonra anladım. Fuar tarihleri 10-13 Ekim arasındaydı.

36

37


ÇizgiRoman

ÇizgiRoman

İnceleme

İnceleme

Gün gelip de havalimanına gidince, Amerika’ya giriş için bayağı sıkı güvenlik kontrollerinden geçildiğini gördüm. Kontuvarda beklerken güvenlik görevlisi nereye gideceğimi sordu. Adama otomatik “Comic-Con’a gidiyorum” dedim arkasından da “Şimdi ben bunu adama nasıl anlatırım? ” diye düşünmeye başladım. Fakat hayatımın en büyük dumurunu yaşayacağımı bilmiyordum. Güvenlik görevlisi bana döndü “Ha öyle mi? Az önce de Kutlukhan Perker’i gönderdik oraya.” dedi ve başka hiçbir şey sormadı. Rahat rahat geçtim. Yolcu salonunda beklerken aklıma “Acaba Perker üstadı görebilir miyim?” sorusu takıldı. Etrafa bakmaya başladım ama onu daha evvel görmüş değildim. İşin komiği fotografını dahi görmüşlüğüm yoktu. Tek bildiğim Hara-kiri dergisinde kendisini çizdiği gömlek kravatlı ve sakallı illüstrasyonuydu. Sağa sola bakınırken salonun en ücra köşesinde aynı çizdiği tiplemeye benzeyen bir kişi gördüm. Ona yanaşıp tam ‘merhaba’ diyecektim ki telefonu çaldı. Telefonunu eline aldı “Alo. Vay abicim nasılsın? Ben de şimdi dergiden çıktım, Comic Con’a gidiyorum,” deyince doğru adamı seçtiğimi anladım. Üstat telefonu bırakınca bir fırsatını bulup yanına gittim ve kendisiyle tanıştım. Çok kibar birisi çıktı ve benimle oldukça ilgilendi. Tesadüfen koltuklarımız da arka arkayaydı. Uçakta da biraz muhabbet ettik, kendimden bahsettim, o da biraz Amerikan çizgi roman piyasasından ve yeni yaptığı “Todd” adlı çizgi romandan bahsetti. Masasının olmadığını ara ara Image ara ara da Dark Horse’da duracağını bana bildirdi. Havalimanına inince vedalaştık, kendisini nasılsa Comic-Con’da göreceğimi tahmin ediyordum. Fakat ne talihsizliktir ki dört gün boyunca kendisini bir kez bile göremedim.

geldiğini, bazı akrabalarının Türkiye’de okuduklarını vs. öğrendim. Daha sonra New York’ta en fazla dikkatimi çeken bu olacaktı. İki ya da üç jenerasyon Amerika’da yaşayıp artık asimile olmuş kişiler tam televizyonlarda gördüğümüz Amerikan aksanıyla ve konuşma hızıyla konuşuyorlardı. Ama bir nesildir burada olanlar veya köklerine sıkı sıkı tutunanlarda ciddi tuhaf aksanlara rast geldim. Mesela posta ofisini sorduğum zenci bir polis memuru gayet gırtlaktan gelen bir Jamaica aksanıyla “Dat be da post offis man” cevabını vermişti. NYCC’un düzenlendiği yer olan Javits Center, Manhattan’da ve açıkçası çokta tekin olmayan bir yerindeinşa edilmişti. Zaman içersinde oradaki belalı tipleri ve bela çıkaranları azaltmayı büyük oranda başarmışlardı ama hala arka sokakların tehlikeli olduğu bana söylenmişti. Ama Javits Center çok büyük bir yer kapladığından ana yoldan direkt giriş yapılabiliyordu, o yüzden hiçbir tehlike arz etmiyordu. Ben de en ucuz ve mantıklı yolun Brooklyn’den metroya binmek ve Manhattan 7. Caddede inmek, oradan da 11. Caddede bulunan Javits Center’e yürümek olduğunu öğrenmiştim.

Solda : Girişte verilen ComicCon tanıtıcı dergisi ComicCon çıkartması ve Giriş Çıkış Kartı.

Yanında kalacağım arkadaşların tavsiyesi üzerine sarı bir taksiye bindim ve Türkiye ile New York taksileri arasındaki farkı anında gördüm. Taksiye arkadan biniliyordu ve şoför kısmı ile yolcu kısmının bir camla ayrılmıştı. Tam önümde bir ekran vardı ve tüketim çılgınlığının son noktasının göstergesi olarak bir reklam oynuyordu. Fakat ekran dokunmatikti ve istediğin radyo-elevizyon kanalları seçilebiliyordu, hatta New York haritasını açıp verdiğim adresi gösteren ve taksinin oraya gideceği yolu gösteren aktif bir GSM haritası bile vardı. 10-15 dakika ekranla oynadıktan sonra şoförün künyesine ve dolayısıyla ismine gözüm ilişti. Kazım Kazımof. Neredensin hemşerim muhabbetiyle adamın Tacikistanlı olduğu, 2-3 kez Türkiye’ye

Comic Con’a doğru yürüken önde ve arkada yürüyenleri çektiğim 2 foto. Önde Harley Quinn, bir Steampunkçı gözüküyor. Arkamdan ise turunculu birisi (?) ve başka bir Harley geliyor. Comic Con dört gün sürüyordu ve ilk gün öğleden sonra 3’te açılıp akşam 9’a kadar devam ediyordu. Bende kendimi buna göre ayarladım ve saat 1:00 civarı gibi metrodan indim ve Javits Center’a doğru yürümeye başladım. Comic Con’lar çizgi-roman severlerin Mekke’si olarak anılırlar, bizim gibi çizgi romancılar da resmen hacca gider gibi buraya giderler. Metrodan fuar alanına olan yaklaşık yirmi dakikalık yürüme mesafesinde benim gibi “hacı”lar kendilerini belli etmeye başlamışlardı. Sağımda Jedi kostümlü biri belirmişti, çok çok önümüzde ise zombi kostümlü biri yürüyordu. Kendimi bu güruhun bir parçası olarak görmek beni çok mutlu

38

39

Sağda : Sırf NYCC için özel üretilmiş figürler. Rocket Racoon, Poison Ivy, Hellboy ve Stan Lee


ÇizgiRoman

ÇizgiRoman

İnceleme

İnceleme

etmişti. Javits Center’a yaklaştığımızda sağda solda rehberler bizi gideceğimiz yerlere doğru yönlendirmeye başladılar. Biletini İnternet’ten almış biri olarak farklı bir kuyruğa girdim ve dört gün boyunca kullanacağım giriş-çıkış kartımı aldım. İlk günün girişleri farklı bir yerden yapılacağından bizi oraya yönlendirdiler, biz de orada sıraya girip beklemeye başladık. Saat tam 3:00’te kapılar açıldı ve devasa bir kuyruk olmasına rağmen herkes içeri girmeyi başardı. Ana şaşkınlığı üstümden attıktan sonra etrafa dikkatle baktım ve yerleşiminin ana mantığını çözdüm. Çok basitçe açıklayacak olursam, NYCC bizim Tüyap fuarı gibi bir mentaliteye sahip, sadece tamamen çizgi roman ve çizgi roman kültürüne ayrılmış. Öncelikle bir giriş katı bulunuyordu. Burası aslında diğer katlara ulaşımı sağlayan bir asma kat pozisyondaydı ve toplanma alanı vazifesi görüyordu. Alt kattaysa panellere ayrılan odalar bulunuyordu. Bir üst kat ise firmalara ayrılmış olan fuar alanıydı. Giriş alanından sağa doğru bir koridor uzanıyordu ve orası da “Artists Alley” adıyla ayrılmış ve sadece yazar-çizerlere ait bir alandı.

NYCC 2013, fuarın giriş katı

Firmalara ayrılmış olan ana alanda en büyük stand Marvel’e aitti ve alanın tam ortasında duruyordu. Ana aktiviteleri yeni vizyona giren “Agents of Shield” dizisinin tanıtımını yapmaktı. Dört gün boyunca bu dizide oynayan tüm aktörler ve aktrisler Comic Con’da gezinip durdular. Diğer çizgi roman firmaları da Marvel standının etrafına toplanmıştı. Toplamda 40-50 arası çizgi roman firması bulunuyordu. Onların dışındaysa çizgi roman alan-satan dükkanların stantları, figürcüler, cosplay malzemesi satanlar, oyun satanlar, oyunların figürlerini satanlar, çizgi romancılara hitap eden tişört ve onun gibi malzemeler satanlar bulunuyordu. DC’nin standı ise Javits Center’in en ücra köşesindeydi ve çok zavallı bir görünümü vardı. 3-4 tane Superman kostümü sergiliyorlardı, onun dışında iki tane devasa ekran TV koymuşlardı ve DC evreninden çizgi filmler döndürüyorlardı. Koskoca stantta ne bir yazar ne bir çizer ne de bir editör bulunuyordu. Duyduğum

40

dedikodulara göre Warner Bros firması DC firmasını satın aldıktan sonra üç tane en baştaki tecrübeli direktörü işten çıkarmıştı ve firma biraz bocalamaya girmişti. Daha sonra duyduğum başka bir dedikodu ise artık DC firmasının California’ya taşınacağı olmuştu. Bu yüzden DC’nin ciddi bir değişim geçirdiği ve bu fuara hazırlanamadığıydı. Dedikoduların ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum ama stant gerçekten de acınası bir hâldeydi. Marvel’in standının yanında Image, Dark Horse ve Valiant firmasının stantları bulunuyordu. Bunların hemen yanlarında ise son zamanlarda oldukça atağa geçen Zenoscope ve Boom Studios’un stantları vardı. Onları çevreleyen stantlar ise daha bağımsız/Indie işler yayınlayan Archaia, First Second , Top Shelf gibi firmaların stantlarıydı. Beni şaşırtan o stantlarla aynı çevrede stant açan ve en meşhur karakteri Judge Dredd olan eski İngiliz çizgi roman firması 2000AD’nin standını görmek oldu. Diğer kalan stantlar ise daha çok şahıs firması olan Aspen, Artemis, Convex, Devils Due gibi daha ufak firmalardı ve yaklaşık yirmi adet bulunuyorlardı. Her stantta yazar-çizerlerin imza günleri bildiriliyordu, piyasada şansını denemek isteyen genç yazar ve çizerler editörlerle görüşüp ellerindeki işleri gösteriyorlardı. Her yerde olduğu gibi superstar yazar-çizerlerin önünde uzun kuyruklar oluşurken bağımsızlarda 1-2 kişi bulunuyordu ve buradaki yazar-çizerler okuyucularla çok daha sıcak muhabbetler kuruyorlardı. Benim imza aldığım Gotik yazar-çizer Chandra Free, kitabıma “İlk Türk fanıma sevgilerle” diye yazarak hoş bir jest yaptı. Indie’ciler arasında iyi tanınan Matt Kindt ise “Aa sana söylemediler mi? Bu sayfayı yakmak gerekiyor,” diyerek kitabımın bir sayfasını çakmakla yaktı. Benim dehşet içinde baktığımı görünce “Merak etme deli değilim, hikâyeyle iyi gidiyor, bana güven,” dedi. Solda : Chandra Free bana “GodMachine” adlı kitabını imzalarken. Sağda : Şahıs firması olan Artemis Entertainment’in ana karakteri “Justice Angel” ile beraber.

Çizgi roman firmalarının stantları dışında en popüler stantlar çizgi roman satan firmaların stantlarıydı. Stantların çoğu koleksiyonerlere hitap eden ve fasikül satılan stantlardı. 70’li 80’li yıllardan kalan çizgi romanlar içinde bulundukları durumlara göre fiyatlandırılıyor ve ona göre alıcı buluyordu. Çizgi roman satan stantların ortasına duran ve koleksiyonerlerin başvurduğu bir stant ise çizgi roman fiyatlandırması işini yapan

41


ÇizgiRoman

ÇizgiRoman

İnceleme

İnceleme

bir organizasyondu. Tüyap’tan alışık olduğumuz indirimler fazla yoktu. Sadece fuarın son günü bazı stantlarda çok ciddi indirimler söz konusuydu ama cilt toplayan kişilere çok fazla hitap etmiyordu. Bir diğer göze çarpan konu tabii ki cosplay yaparak etrafta gezinen kişilerdi. Bazı cosplay’ciler oldukça çaba sarf ettikleri belli olduğu kostümlerini etrafa sergiliyorlardı. Bazıları ise tamamen işin eğlencesinde, basit bir kostümle etrafta gezinip çizgi romanlara bakınıyorlardı. Çizgi roman stantlarının hemen dışında yer alan stantlar genelde cosplay’cilere hitap ediyordu. Standlar arasında onlar için hazırlanmış malzeme, kostüm veya aksesuar satan standlar olduğu gibi meşhur cosplaycilerden Yaya Han, Stella Chuu ve Vampy Bit Me’nin stantları da bulunuyordu. Bunlar afişlerini, kitaplarını, printlerini imzalayarak hayranlarıyla fotoğraflar çektiriyorlardı. Bir başka en ilgi gören stant ise figürlerin bulunduğu stanttı. Anime karakterlerden, oyun karakterlerine, çizgi roman karakterlerinden oldukça az üretilmiş koleksiyon figürlerine kadar her şeye ulaşmak mümkündü. Figürcülerin biraz yanında takıldığımda ilgimi bir şey çekti. Comic-Con’a gelen kişilerin çoğu gerçekten ne istediklerini bilerek gelen tiplerdi. Bir ara iki tane genç Japon çocuğun konuşmalarına tanık oldum. İkisi de sadece ama sadece NYCC’a robotik panda figürü almaya gelmişlerdi. Tesadüfen iki saat sonra onları mutlu mutlu yemek yerken gördüm ikisi de farklı renklerde robotik panda figürlerini almışlar, hatta kutusunu açıp sağını solunu inceliyorlardı.

imzaya gelmiş olan Ivan Reis’in de standı oradaydı ve başı hayli kalabalıktı. Bir sürü koleksiyoner ellerinde özenle korunmuş çizgi romanlarıyla gelip stantlarda imza alıyorlardı. Benim özellikle çok beğendiğim meşhur yazarlardan Larry Hama ve Chris Claremont’un da standları vardı ve hayranlarıyla uzun uzun konuşuyorlar ve imza atıyorlardı. Fuarın genelinde fark ettiğim gerek katılımcıların gerekse stant sahiplerinin güler yüzlü, kibar ve neşeli olduklarıydı. Bunların dışında düzenlenen paneller, partiler ve aktiviteler de vardı tabii. Alt katta sürekli farklı konularda paneller işleniyordu. Bunların içinde geleceğin yazar ve çizerlerine yönelik sistemlerden yöntemlerden bahseden paneller de vardı, sırf hayranları memnun etmek için düzenlenen dizi oyuncularının yer aldığı paneller de vardı. Ben panelleri çok ilginç bulmadığım için katılımda bulunmadım. Akşam düzenlenen partiler ve aktivitelerse ya oyuncular için ya da cosplayer’lar içindi. Comic Con kesinlikle her çizgi roman severin ömründe bir kere de olsa gidip görmesi gereken inanılmaz bir etkinlik. Özellikle aşağıda verdiğim notlara uyulursa çok daha da keyifli hâle geleceğine inanıyorum.

Tunç Pekmen Soğuk bir Kasım gecesi... 2013

2 cosplayer’la beraber. Biri Zombi Marilyn Monroe, diğeri Catwoman

NYCC’e gidecek olanlara notlar: 1- Hem NYCC giriş hem de uçak biletlerinizi önceden alın. Comic-con’a gittiğim ilk gün biletler tükenmişti, tek benim gibi önceden alanlar içeri girebiliyordu. Uçak biletinizi ve hotel odanızı da ne kadar erkenden alırsanız o kadar iyi. Vize kuyruğunda tanıştığım bir kişi, benim gidiş dönüş vergi hariç 350 Euro’ya aldığım bileti, 1450 Euro’ya aldığını söylemişti. Meşhur Cosplayer’lar. Soldan sağa : Yaya Han, Vampy Bit me ve Stella Chuu

Artists Alley, ana hole göre dört gün boyunca daha sakindi. Çoğu yazar-çizer burada stant kiralamış, print ve kitaplarını satıyorlardı. Çoğu “comission” adlı olaya girişmiş belli bir meblağ karşılığı isteyenlere çizimler yapıyorlardı. Türk çizerlerinden Mahmut Asrar’ın da standı bulunuyordu ve oldukça yoğun bir şekilde çizim yapıyordu. Yıldıray Çınar bu sene gelmemiş, Paris Manga Con’a gitmeyi tercih etmişti. Bunun dışında Türkiye’ya

42

2- Charter uçaklarla maliyeti düşürebilirsiniz. Ama New York’a maliyeti ciddi düşürmek için 3-4 uçak değiştirmeniz gerekir, bu da riski bir hayli yükseltiyor. Birini kaçırdığınız anda tüm programınız alt üst olur. O yüzden bence en iyisi biletinizi önceden almak.

43


Yazar'ın

ÇizgiRoman İnceleme

Kaleminden

3- Amerika uçaklarında sıkı güvenlik kontrolleri uygulanmakta. O yüzden nereye gideceğinizi, nerede kalacağınızı, kimlerle görüşeceğinizi evvelden hazırlamanız kontrolde işinizi bir hayli kolaylaştıracaktır. 4- NYCC’a yiyecek ve içecek sokmak serbest. Saatlerce kuyrukta beklemek ve normalde alacağınız bir şeyi 3-4 katı fiyatına almak istemiyorsanız yanınızda bir şeyler götürmeyi ihmal etmeyin. 5- Bazı küçük stantlarda cep telefonuyla kredi kartı işlemi yaparlarken, bazı büyük stantlarda kredi kartı kabul edilmeyebiliyor. O yüzden yanınızda nakit taşımayı unutmayın. 6- Cosplay yapanlarla fotograf çektirebilirsiniz, çoğu gayet canayakın insanlar. Ama siz de kibar olmayı unutmayın. 7- Çizgi romanlarda çok ciddi indirimlere (özellikle cilt topluyorsanız) rastlamak çok mümkün değil. Fakat beğendiğiniz bir şey bulduğunuzda da hemen alın. Klasik fuar mantığında olduğu gibi firmalar sürekli yeni ürün getirmiyorlar. Özellikle bir figür görüp de beğenirseniz hemen o anda alın, çünkü bazı figürler sadece Comic Con’lara özel olarak limitli sayıda üretiliyorlar ve bir daha bulmanız mümkün olmuyor. Son gün tüm stantları dolaşmanız yararlı olacaktır, çünkü o zaman güzel indirimlerle karşılaşabiliyorsunuz.

Korku Kampı Korku Kampı’na Hoşgeldiniz! Bu kamptan çıkış, giriş kadar kolay değildir! Çıkış, giriş kadar kolay olmayacaktır!

Tunç PEKMEN

Bir “Kamp” daha... Evet, ikinci kitabımla yine karşınızdayım. En büyük temennilerimden biri buydu hatırlarsanız. Yeni başlamış olan yazarlık serüvenimin, mümkünse yaşamımın sonuna kadar sürmesi... Bunu gerçekleştirebilecek miyim, bilmiyorum; ama bunun için elimden geleni yapacağıma emin olabilirsiniz. Şimdi gelelim, ikinci kitabım “Korku Kampı”na... Oldukça iddialı bir isim olduğunun farkındayım. Çünkü bu kitabı alacak kişi, doğal olarak “korkmak” için alacaktır. Elbette bunun için size bir garanti veremem, alıp görmeniz gerekir. Ama bu kitap sizin tek bir uykusuz gecenize dahi mal olsun, bana yeter! Gaddar olduğumu biliyorum, ama bir korku yazarından da çok bir şey beklemeyin bence...

44

45


Yazar'ın

Öykü

Kaleminden Kitapta birbirinden bağımsız on farklı öykü var. Ve bu öykülerin her birisi birer oda görevini üstleniyorlar. Keza, bunlar da kitaba ismini verdiğim “Korku Kampı”nı oluşturuyor. Yani kitabı eline alan okur(elbette satın almak suretiyle), “Korku Kampı”nın içerisine girecek ve birbirinden bağımsız on farklı korku dolu(en azından ben öyle ümit ediyorum) öyküyle karşılaşacaklar. Yalnız uyarmalıyım ki; lütfen çocuklar, çocuk ruhlu olanlar, yaşlılar ve ruhu yaşlı olanlar bu kitabı almasınlar. Veya alsınlar ama kendileri okumadan hemen sevdikleri başka birine hediye etsinler. Sonradan insanları korkutuyorum diye eleştiri almak istemiyorum. Çünkü benim işim bu... Tamam, farkındayım yeterince iddialı konuştum. Sadece şunu söylüyorum ki; merak edenler alsınlar, kontrol etsinler. Eğer korkmazlarsa bir “Korku Kampı” daha hediye edilecek! Söylediğimin iğrenç bir şakadan ibaret olduğunun ben de farkındayım! Kitap içerisinde, emeği geçmiş birçok kişi var. Keza, kitabın başında onlardan söz ettim. Yani onlar kendilerini iyi biliyorlar! Ama bir şeyden bahsetmeden geçemeyeceğim: kitap içerisinde usta çizer Mehmet Kaan SEVİNÇ’e ait bir illüstrasyon da bulunmaktadır. Oldukça ustalıkla inşa edilmiş, ancak bir uzmanın elinden çıkabilecek muazzam bir çalışma... Bu çalışmasından ötürü sevgili ve saygıdeğer Mehmet Kaan SEVİNÇ’e buradan bir kez daha teşekkür etmek isterim. Elbette diğer emeği geçenlere de buradan teşekkürümü bir borç bilirim. Sağ olsun, var olsunlar! Bu illüstrasyon çalışmasını merak edenler de yapacağı şeyi biliyorlardır herhalde. Söylememe gerek yok! Şaka bir yana, umarım siz değerli okurlarıma yakışır, kaliteli bir eser üretebilmişimdir. Bu sebeple, her türlü eleştiriye açık biri olduğumu bilin lütfen. Bana kolaylıkla ulaşabileceğinizi tahmin ediyorum. Umarım önümüzdeki sene de yine bu köşede, sohbetimize kaldığımız yerden devam ederiz. Yazımı kitabın “Son Söz” başlıklı son yazısıyla bitirmek isterim. Belki kitabın sonu, başlangıcı hakkında size bir ipucu verebilir: “Son odada yaşanan korku dolu olaylara da şahit olduktan sonra, belki de “Korku Kampı”nın çıkış kapısına yaklaştığınızı düşünüyorsunuz. Ama dikkatli olmanızı tavsiye ederim. Siz çıkış kapısına doğru yaklaştıkça, her an karşınıza dostu için her şeyi yapabilecek bir ‘Katil Yarasa’ çıkabilir! Veya içindeki intikam hırsına yenik düşmüş, yaratık görünümlü kişiler... Yürüdüğünüz yarı karanlık yolda, sakın canını gölgesinde taşıyan bir kişinin gölgesine basmayın! Bu durum sizin için hiç iyi olmaz! Size kamptan çıkmanız için elinizden tutan kişilere de dikkat edin... Tuttuğunuz el, ‘Kefensiz Ölüler’den birisinin ölümle kaplanmış soğuk eli olabilir! Veya ‘Hak Sırası’nı bekleyen bir ‘Kimliksiz Morg’ üyesinin... Unutmayın; “Korku Kampı”ndan çıkış, tahmin ettiğiniz kadar kolay değildir! Çıkışınız, girişiniz kadar kolay olmayacaktır!” Kayhan DEMİR

46

Gündoğumu

(1)

“Ne yapacaksın bomboş sokak görüntülerini oğlum?” “Bilmem.” Bu konuşmayı her sabah yapmaktan biraz sıkılmıştı. On beş yaşında, yapacak hiçbir şeyi olmayan birinin, görüntü toplamasının ne sakıncası vardı ki? Ya da bunu nasıl anlatabilirdi ki annesine? “Her sabah, güneş doğmadan evden çıkıp saatlerce gelmemeni anlıyorum ama o görüntüler hiç bir işine yaramayacak ki.” “Biliyorum anne, ne sakıncası var?” “Kendini yorma diye söylüyorum.” On beş yaşında, hiç arkadaşı olmayan birinin, her sabah o güzel ışıkta görüntü çekmesi kadar doğal ne olabilirdi ki? “Biliyor musun anne, sen bunları dert etme, bir hafta daha buradayız ne de olsa, ben her sabah gidip görüntü toplamaya devam edeyim, sen de beni biraz rahat bırak. Başka yapacak bir şeyim yok.” Kırk beş yaşında, mahvolmuş bir dünyada, on beş yaşındaki oğluyla yalnız yaşamak zorunda kalan bir anne, nasıl doğal düşünebilirdi ki? “İyi, sen bilirsin.” Kadın, oğlunun kumral saçlarına baktı. Ne kadar yanında olsa da, onu özlediğini hissetti. Yeni, rutin bir konuşmaya geçmeden, “jeneratörün benzini bitmek üzere, bilgisayarını açmadan önce benzin doldur, olur mu?” dedi, yüzündeki umutsuz, beklentisiz, bıkkın ifadeyle. Son üç yıldır devamlı yer değiştirmek zorunda kalan bir kadın, tek derdi oğlunun karnını doyurmak ve hayatta kalmasını sağlamak olan bir anne, bundan daha fazla ne yapabilirdi ki? “Tamam anne, hâllederim. Jeneratörü çalıştırıp fotoğraf makinesindeki görüntüleri bilgisayara aktarmam gerek zaten.” Tek eğlencesi fotoğraf makinesi olan bir genç, annesinden başka paylaşacak kimsesi yoksa, ne yapabilirdi ki? Sarp, çelimsiz boynuna astığı iki adet Canon marka fotoğraf makinesiyle ve sırtındaki, içi objektiflerle dolu çantasıyla, odası diye adlandırdığı, kalın naylonlarla ayırdığı bölmeye doğru yürümeye başladı. Annesi onun ardından, çok uzun zaman önce kaybettiği umudunun kırıntılarıyla bakarken, acaba nasıl bir gerçek bu kadar acı olabilirdi, diye düşündü. Sonra aklına yeni gelmiş gibi “Sarp, malzeme toplamaya gidersen, bana muhakkak yün ip al, olur mu oğlum. Kış geliyor, eğer becerebilirsem, sana kazak öreceğim,” diye, soluk bir tonda konuştu. Sarp, annesine dönüp bu çabasını anlamaya çalışarak, “güzel annem, neden kendini yoracaksın ki? Ben sana istediğin kadar kazak ve giyecek getiririm. Mağazaların hepsi emrine amade,” diye gülümsemeye çalıştı, ağrıyan boynunun üzerinden. “Sen neden görüntü topluyorsan, ben de aynı sebepten sana kazak örmek istiyorum oğlum.” İzlediği hiçbir film, okuduğu hiçbir kitap ona bu açlığı öğretemezdi. Maalesef şu an yaşadıkları hayat, sadece nefes almalarına müsaade ediyordu. “Anladım anne.” Yüzüne, sanki on beş yaşındaki birinin değil de, altmış yaşındaki bir adamın ifadesini vererek, olgunca gülümsedi. “Bana şöyle güzel bir kazak örmeni çok isterim anne. Havalar soğuyor.” Başka nasıl bir hayat, on beş yaşındaki bir insanı bu kadar çabuk olgunlaştırabilirdi? Annesi, oğlunun aksine bir çocuk gibi mutlu olmuştu. “Görüntüleri montajladığında beni çağır olur m? Çok merak ediyorum.” Sarp, naylon kapısını açarak odasına girdi. Yüzündeki mutluluk yerini yavaşça meraka bırakıyordu.

47


Öykü Uyku tulumlarından yaptığı yatağının üzerine fotoğraf makinelerini bıraktı. Sırt çantasını dikkatli bir şekilde yere koyunca, şöyle bir etrafına bakındı. Hemen hemen her şey karton kutulardaydı. Devamlı taşınmak zorunda olan bir genç, bundan başka ne yapabilirdi ki? Karton kutulardan oluşan masasının üzerindeki dizüstü bilgisayarının yanına gitti. Sağ tarafındaki, karton kutulardan oluşan kitaplığında, en az on kere okuduğu kitapları duruyordu. İsaac Asimov, Ray Bradbury, Philip K. Dick gibi yazarların kitaplarıyla büyümüş bir gencin, geleceği hayal etmesinden daha doğal ne olabilirdi ki? Geleceği böyle hayal etmemişti. Okuduğu hiçbir öyküye benzemiyordu soluduğu dünya, kimse böyle olacağını tahmin bile edemezdi. Sarp, kitapları düşünmeyi bir kenara bırakmak zorundaydı, merakı onu durmadan uyarıyordu. Sol taraftaki karton kutuların üzerinde, hard diskleri vardı. Saatlerce çekilmiş gündoğumu görüntülerini depolamaktan başka eğlencesi olmayan genç birinin, en önemli eşyalarıydı bunlar. Bilgisayarını açmadan önce dışarı çıktı. İki katlı, inşaatı bitmemiş bir evin önüne park ettiği Toyota kamyonetinin yanına vardı. Kamyonetin üzerinde, değişik boylarda bidonlar vardı ve bidonlar ağzına kadar yakıt doluydu. Birini alarak evin arkasındaki 5 kw’lık Honda jeneratörünün yanına götürdü. Jeneratörün üst kabağını açıp, bidondaki benzini doldurdu ve çalıştırdı. Makine gürültüyle çalışmaya başladığında, çevrenin ne kadar sessiz olduğu anlaşıldı. Sarp, yüzünü buruşturarak odasına döndüğünde, içindeki merak had safhaya çıkmıştı. Bir an önce bilgisayarını açmak, fotoğraf makinesiyle çektiği videoları izlemek istiyordu. Yüzündeki endişenin anlamını, sadece kendisi anlayabilirdi. Dizüstü bilgisayarını açıp montaj programını çalıştırınca, Canon fotoğraf makinesinin hafıza kartını çıkartıp, bilgisayarın kart yuvasına taktı. Buraya kadar her şey rutin ilerliyordu. Karttaki full hd görüntüleri bilgisayarına aktardıktan sonra, montaj programına çağırdı. İlk görüntüyü işlemeye başlayabilirdi artık. Ekrandaki pencerede, yıkılmış bir binanın molozları arasından yükselen güneş görüntüsü belirdi. Sarp, daha ilk dakikadan itibaren keyiflenmişti. Güneş, moloz yığınlarının arasından yükselirken, inanılmaz bir ahenk sergiliyordu. Her yeri sarıya boyayan, bütün pislikleri rengiyle boğan, güneşten başka nasıl bir kudret olabilirdi? Moloz yığınlarının üzerindeki ısı dalgaları, görüntüyü çok daha güzel bir hâle getirmişti. İlk parçayı uygun yerlerinden kesti ve biraz hızlandırdı. Güneşin hareketini görmek istiyordu, bu yüzden biraz daha hızlandırmalıydı. İlk video parçasıyla işi bittiğinde memnun kalmıştı. Hemen yeni görüntüyü yükledi. Bu sefer görüntüde bir evin kırık penceresi vardı ve güneş o kırık pencerenin ardından yükseliyordu. Sarp, yine soluksuz bir heyecanla gerekli yerleri kesti ve hızlandırdı. İlk işlediği video parçasına yanaştırdı. Birbirleri arsında kısa bir geçiş efekti uyguladı ve ortam seslerini bir birine miksledi. Sırada üçüncü görüntüyü işlemek vardı. Montaj programına, bu sabah çektiği diğer video parçasını çağırdı ama izleyemeden annesi sesini duydu. Keyfi sanki yarıda kalmış gibi yüzünü buruşturdu. “Nasıl gidiyor oğlum? Karnın acıktı mı?” Kadın, mutfak olarak kullandıkları bölümden keyifle seslenmişti. “İyidir anne. Karnım acıkmadı. Senin acıktı mı?” Sanki bu konuşmayı yapmak bir kuralmış gibi, ciddiyetle birbirlerini cevaplıyorlardı. “Hayır oğlum, ben de acıkmadım.” İşte konuşma bitmişti. Daha başka nasıl bir sohbet edebilirlerdi ki? Sarp, sohbetin bittiğine sevinerek, montaj programına döndü. Üçüncü videoyu işlemeye başladı. Görüntüde bir arabanın direksiyonu vardı ve direksiyonun önündeki cam kırılmıştı. Güneş, arabanın ön camından yükselirken, camının kırık kıvrımlarında keskinleşiyordu. İşte en iyi görüntü diye düşündü, Sarp.

48

49


Öykü

Öykü

Keyifle video parçasını başa aldı ve tekrar seyretti. Güneş, kırılmış cam parçalarının ve çatlakların arasın da oldukça hoş bir görüntü oluşturuyordu. Annesine seslenip, videoyu izlemesini söyleyeceği sırada, görüntüde bir tuhaflık fark etti. Videoyu başa alıp tekrar seyretti. Tuhaflığın ne olduğunu anlamaya çalıştı ama bulamadı. Tekrar seyretti ve yine bir şey bulamadı. Gülümseyerek videoyu başından ve sonundan, titreyen yerlerinden kesip hızlandırdı. Diğer video parçalarına yapıştırdı ve geçiş efektlerini uyguladı. Şimdi üç dakika yirmi üç saniyelik bir video elde etmişti. Yüksek çözünürlükte render yaptı. Videonun adına 02.11.2018 yazdı. Video renderlanırken, kalktı ve annesinin yanına gitti. “Ben öğleden sonra kasabaya ineceğim anne, sen de gelmek ister misin?” “Yok, gelmek istemiyorum. Bana yün ip bulmayı unutma.” Gülümsedi Sarp. “Videonun sonuna bayılacaksın anne. On dakika sonra bitecek.” Bu sefer annesi gülümsedi. On dakika sonra anne oğul bilgisayarın başındaydılar. Sarp önce montaj programını kayıt ederek kapattı ve bu günün tarihinin yazdığı videoyu çalıştırdı. Her gün aynı görüntüleri izleyen bir anne, başka nasıl bir tepki verebilirdi ki? Mutlu göründü ve sanki bu işten çok anlıyor muş gibi, “gün geçtikçe görüntüler daha güzel oluyor oğlum. Tebrik ederim,” dedi. Sarp, annesinin nezaket gösterdiğini biliyordu. Kadının yapmacık ısrarıyla videoyu bir kez daha izlemeye başladılar. Sarp tam videonun son parçasını izlerken, o tuhaf şeyi yine gördü. Annesinin övgülerinin bitmesini bekledi. Yüzünde oluşan tedirgin ifadeyi silerek, videoyu kapattı. Bunun anlamı, annesinin gitmesi gerektiğiydi. Kadın zaten gitmek için hevesliydi. Annesi dışarı çıktığında, videoyu bu sefer kulaklıkla dinlemeye başladı. Tuhaflığı çözmeden kalkmayacaktı. Görüntüde, soyulmuş bir direksiyon simidinin üst tarafı vardı. Kadrajın sol alt köşesinde, arabanın ön camı, tam direksiyonun ardında, kırık bir şekilde duruyordu. Güneş tüm canlılığıyla o kırık cam parçalarının ardında görünüyordu. Cam parçalarının çatlakları, güneşin ışınlarıyla renk dansı yapıyordu. Sarp hiçbir şey anlamamıştı. Tekrar tekrar izledi. Cam kırıklarının hemen ardında, güneşin üstünde, insan siluetine benzer bir şeyi fark etti. Sanki güneşin üzerinde bir adam kabartması belirmiş gibiydi. Sarp çılgına dönmüş gibi diğer planları izledi. Onlarda bir şey yoktu. Ama son planda o insan silueti görünüyordu. Bu olamazdı ama. Son iki yıldır, hiç canlı bir insan görmemişlerdi ki. Kalkıp, annesine durumu anlatıp anlatmamayı düşündü. Vazgeçti. Önce kendisi gördüğü şeyin ne olduğunu tam anlamıyla idrak etmeliydi. Montaj programını açtı ve görüntüyü yavaşlatıp, büyüttü. Kontrasını açarak görüntüyü belirginleştirmeye çalıştı. Evet, gördüğü şey doğruydu. Güneşin tam önünde bir adam, sanki saydammış gibi yürüyor, saniyeler sonra kayboluyordu. Hem meraklandı, hem de korktu, Sarp. Kalkıp çekim yaptığı yere gitmeyi aklından geçirdi ama korkuyordu işte. Ne yapabilirdi? Annesine bir süre daha bir şey söylememeye karar vererek, bilgisayarı kapattı. Jeneratör çalışırken, fotoğraf makinesinin pillerini şarja taktı. Sonra annesinin yanına giderek, kasabaya ineceğini söyledi. Dünyada tek başlarına kalmalarının en iyi yanı, istediği arabayı kullanabiliyor olmasıydı. Üstelik ehliyet sahibi olmasına gerek yoktu. İstediği tüm elektronik eşyalarına sahip oluyor, istediği şeyi yapabiliyordu.

Kamyonetini çalıştırdı ve bomboş yollarda sürmeye başladı. Buraya geldiklerinin ertesi günü kasabayı keşfetmiş, burada yaşayabilecekleri tüm malzemeleri temin etmişti. Şimdi kasabaya inip eksik bir kaç eşyayı tamamlaması gerekiyordu. Kasabanın girişindeki benzin istasyonundan boş olan bidonlarını doldurdu. Hiç kimsenin yaşamadığı bir kasabada dolaşmayı çoktan kabullenmişti. Büyükşehirlerdeki sessizlik çok daha ürkütücüydü. Hayatta kalan çok ama çok az insan zaten dünyayı çekilmez hâle getirmişti. O yüzden annesiyle birlikte devamlı yer değiştiriyordu. Kasabası olan, çarşısı olan her yer uygundu yaşamak için. En önemli şey kokuydu. Üç yıl geçmesine karşın ölmüş insanların kokusu kaybolmuyordu. Kırsal kesimlerde daha az insan yaşadığı için, büyükşehrin kokusundan iyiydi. Kasabanın girişinde büyük bir market vardı ve kapısı açıktı. Arabayı marketin önünde durdurdu ve önce uzun uzun kornaya bastı. Gereksiz bir emniyet uygulamasıydı bu. İki yıl önce tedbirsizliği yüzünden az kalsın vuruluyordu. O günden sonra hep emniyet olsun diye gürültü çıkarırdı. Marketin kapısından içeriye girdiğinde o tanıdık koku burnuna hücum etti. Ölmüş ama çürümüş insan kokusu. Çürümüş yaprak kokusuna benziyordu. Yiyecek reyonundan geçerken, artık yok olmak üzere olana meyve ve sebzelerin kara kalıntılarına baktı. Artık hayat daha zorlaşıyordu. Eskiden konservelerle yaşayabiliyorlardı ama artık onları bulmak neredeyse imkânsız olmuştu. Bir süre markette dolaştıktan sonra alacak bir şey bulamayınca dışarı çıktı ve kasabayı gezmeye başladı. Annesine iplik almaktan başka ne aradığını bilmiyordu ama aklında bir şey vardı. Ne olduğunu değil de, ne için olduğunu biliyordu. Görüntüdeki adamla ilgiliydi bu. İşte o zaman aklı başına geldi. Bir silah bulmalıydı. Eğer buralarda hayatta kalan birisi varsa, tehlike yaratabilirdi. On beş yaşında olsa da, evin erkeğiydi. Annesini korumak, kendisine düşüyordu. Aradığını çok geçmeden buldu. Kasabanın al tarafında, trafik lambalarının yanındaki derme çatma hanın içinde, bir avcı lokali vardı. Oraya girecekti. Lokalin içindeki sigara kokusu hâlâ burnuna geliyor gibiydi sanki. Kahvehaneye benzeyen lokalin en dip köşesinde bir masa vardı. Masanın ardında, kilitli camekân bir dolabın içinde, av tüfekleri duruyordu. Sarp sandalyelerden birini aldı ve camekânı patlattı. İçinden bir çifteli çıkardı. Masanın çekmecelerinden birinde yarım kutu mermi buldu. Mermilerden birini silaha yerleştirdi. Dışarıya çıkıp bir el ateş etti. Ödü patlamıştı. Bu kadar yüksek ses çıkarabileceğinin tahmin etmediği için, korkmuştu. Diğer taraftan cesaretlenmişti de. Zaten cesaretlenmek için basmamış mıydı o tetiğe? Şimdi görüntünün çekildiği yere, güneşin üzerindeki adam siluetinin olduğu yere gidip, etrafı bir kolaçan edebilirdi. Kasabadan ayrılmadan önce annesine söz verdiği yün iplik geldi aklına. Bu yüzden ana caddeden çıktı ve kasabanın arka sokaklarından birine girdi. Burada daha küçük dükkânlar vardı. Kamyonetinden inmeden, dükkânları inceleyerek ilerlemeye başladı. Sol tarafta bir kuyumcu vardı. Kapısı açıktı. Güldü, Sarp. Üç yıl önce bir çuval altın depolamıştı ama bir yıl önce o çuvalı köyün birinde bırakmıştı. Kuyumcuyu geçip başka bir ara yola girdiğinde, yerde yatan ve çürümüş bir ceset gördü. Sanki yolunu kapatmak için bilerek oraya koymuşlardı. Korkmadı ama şüphelendi. Kamyoneti geri vitese takarak geldiği, yola doğru ilerlemeye başladı. Sağ kolunu yan koltuğun başlığına koymuş, arka camdan geriye doğru bakarak ilerlerken, korkunç bir gürültü duydu. Sürdüğü kamyonet sarsılmıştı. Korkuyla önüne doğru döndü ve neler olduğunu anlamaya çalıştı. Hiçbir şey görünmüyordu. Bir süre sonra algıları onu uyandırdı. Biraz önce yerde yatan ceset ortalıkta yoktu.

50

51


Öykü

Bağırmaya başladı Sarp. Çifteliyi sağ eline aldı. Sonra etrafını soluklar eşliğinde incelemeye başladı. Hiçbir şey göremiyordu. Tüfeği hızla yan koltuğa fırlattı ve tekrar kamyoneti geriye doğru sürmeye başladı ama frene basmak zorundaydı. Çünkü biraz önce ön tarafta olan çürümüş ceset bu sefer arkada, yolun ortasındaydı. Bağırmaya başladı Sarp. Avazı çıktığı kadar bağırıyordu. On beş yaşında bir insandan, daha fazla sakin olması beklenemezdi ki. Sarp önüne döndü ve aracı birinci vitese alarak, gazı kökledi. Korkunç bir gürültü duyuldu. Kamyonet yine sarsılmıştı. Durmadı. Hızlandı ve yolun üzerindeki cesedi ezdi. Korkunç bir çığlık sesi duydu. Ezdiği şey canlıymış gibi ses çıkarmıştı. Sarp çıldırmış gibi bağırmaya başladı. Gaza bastı ve bağırmaya devam etti. Az ilerde yol sağa dönüyordu. Az kalsın kamyoneti deviriyordu. Aracın üzerindeki bidonlardan bir kaçı yola fırladı. Sarp, dikiz aynalarına bile bakmadığı için ardında ne bıraktığını umursamadı. Kasabanın ana yoluna çıktığında, daha da hızlanmıştı. Hem araba hızlanmış, hem de çığlıkları yükselmişti. Benzin istasyonunu geçtiğinde aracını durdurdu. Büyümüş gözlerle geride kalan kasabaya baktı. Hiçbir şey yoktu. Soluklarını kontrol etmeye çalışarak, tüfeğiyle birlikte araçtan indi. Kamyonetin kapısını açık bırakmıştı. Tüfeğini kaldırdı ve kasabaya doğru nişan aldı. Bekledi. En ufak bir harekete ateş edecekti. Bekledi. Kasabaya inen yol, benzin istasyonundan sonra sola doğru kıvrılarak kayboluyordu. Sarp tüm dikkatiyle o noktaya bakıyor, en ufak bir kıpırtı bekliyordu. Elindeki tüfeğin namlusu bir aşağıya, bir yukarıya durmadan hareket ediyordu. Solukları, heyecanıyla iyice coşmuştu. Bekledi, daha ne kadar bekleyeceğini bilmiyordu. Bir an önce eve dönmek ve annesine eşyalarını toplamasını söylemek istiyordu. Kaçmalıydılar. Tam tüfeğini indiriyordu ki güneşin üzerinde beliren adam siluetini gördü. Aynı adamdı o. Korkunç bir gürültü duyuldu. Sarp sesin nerden geldiğini anlamak için etrafına bakınmaya başlayacaktı ki, namlunun ucundan çıkan dumanı gördü. Bilinçsizce ateş etmişti. Kulakları çınlıyordu. Gözlerini kısıp benzin istasyonunun ardına bakmaya çalıştı. Kimse yoktu. Aklı sarsılıyordu. Korku, bu yapayalnız dünyada her yeri kaplıyordu. Annesinin yanına gitmeliydi. Hızla kamyonetine bindi ve eve kadar gaz kesmedi. Gözleri durmadan etrafı tarıyor, nefesi artık boğazını acıtıyordu. Uzaktan evi gördüğünde biraz olsun içi rahatlamıştı ama eve yaklaştığında, bir anda dünya kararmıştı. On beş yaşındaki bir çocuk bunları kaldıramazdı ki. Evin girişinde, biraz önce kasabada gördüğü ceset yatıyordu. Çürümüş, kararmış ceset. Sarp yine bağırmaya başladı. Soluklarından tahriş olmuş boğazını yırtarcasına bağırmaya. Annesinden başka kimsesi olmayan bir çocuk bundan başka ne yapabilirdi ki?

Birinci Bölümün Sonu

Yazan: Erol ÇELİK

52

İllüstrasyon: Naci YAVUZ

53


54

55


56

57


Öykü

Öykü

Rüzgarsız Köy

Rüzgârların bıçak gibi kesildiği köyde, Ömer Usta’nın evinde fırtınalar kopuyordu. Kapıya asılan zarfın içindeki mermi, borcun ödenmesine bir hafta kaldığının işaretiydi. Seyfi, babası daha fazla fenalaşmadan zarfı arka cebine koydu. Ömer Usta, Ağa’nın sözünün eri olmadığını biliyordu. Elli çuval un için beş gün vermiş, daha ikinci günde gelip “Nerede unlar Ömer Usta?” diye sormuştu Ağa. Usta, bu soruya cevap veremeyince, diyetine karşılık olarak ayağını vermek zorunda kaldı Ağa’ya. Köylülerin gözü önünde geçti bacağının üzerinden. At arabasının defalarca ezdiği ayak, kopuvermişti orta yerinden. Usta’nın kopan bacağının yerine tahtadan bir bacak; rahat hareket etmesi için de altına küçük tekerlekler yerleştirmişlerdi. Bacağı eskisi gibi olmasa da işini görmesine yetiyordu Ömer Usta’nın. O günden sonra da işlerinin başına oğlu Seyfi’yi geçirdi. Babasının tüm sorumluluklarını üstlendi genç yaşında. Seyfi, babasının işlerini devraldığından beri dur durak bilmeden çalışıyordu. Ne de olsa babasının oğluydu; tuttuğunu koparırdı. Her sabah babasının tekerlekli ayağını ona götürürken, Ağa’ya duyduğu nefret bir kat daha artıyordu. Sırf bu yüzden Ağa, her ay Seyfi’nin ödediği vergiye zam yapıyordu. Ömer Usta, oğlunun bu yükü tek başına sırtlamasına gönlü razı olmasa da buna engel olamamıştı. Tek yapabildiği, sabahları buğdayları öğüttükleri değirmenin yanında oturup etrafı seyretmekti. Her şeyi başardığı gibi, Ağa’nın ona koştuğu diğer zorlukların da üstesinden geldi Seyfi. Buğdayları ekiyor, topluyor, öğütüyor ve satıyordu. Ağa’nın koyduğu zamlı vergileri günü gününe ödüyordu. Ta ki köyde rüzgârlar kesilinceye kadar… Değirmenin enerji kaynağı durunca, Seyfi buğday öğütemez olmuştu. Rüzgârın aylarca süren durgunluğundan sonra köyün adı “Rüzgârsız Köy” olarak anılmaya başlandı. Ağa, vergilerini almakta ısrar edince, değirmenin tekrardan çalışabilmesi için tek çare; ondan bir at satın almak oldu. Ama işler eski gibi

58

gitmiyordu. Seyfi’nin Ağa’dan satın aldığı at ile tekrardan çalışmaya başlayan değirmen, önceki kadar kazandırmıyordu. Arada bir Ömer Usta’nın evine gelen ağa, devamlı olarak atın borcunu ne zaman ödeyeceklerini soruyordu. Eğer işler böyle kötüye gitmeye devam ederse, Seyfi borçlarını hiçbir şekilde ödeyemeyeceğini adı gibi biliyordu. Ağa, buna karşılık işlerin yoluna girmesi için Ömer Usta’ya borç para verebileceğini söylese de Seyfi buna karşı çıkmıştı. Rüzgârsızlığın ilk haftasında Ömer Usta, kahveden çıkmış evine giderken meydanda ağayı görünce niyetini anlamıştı. “Ee Ömer Usta, bir hafta oldu atın borcunu hâlâ ödemedin. Hem bu sefer tam dediğim vakitte geldim.” dedi Usta’nın ayağını işaret ederek. Uzun bir tartışmadan sonra parayı alamayacağını anlayan Ağa, “Biz uyarımızı daha önce de yapmıştık.” deyip Usta’yı kalbinden vurdu. Tüm köylüler şaşkınlıktan donmuşken, babasının feryadını duyan Seyfi, elinde silahıyla dışarıya fırladı. Atının üzerindeki Ağa’yı yere düşürdü. Yerden büyükçe bir taş alarak önce Ağa’nın yüzüne ardından defalarca diz kapağına vurdu. “Ayağa kalk ve yürü!” diye bağırdı Seyfi. Ağa, kanlar içinde olan bacağını tutarak zorla ayağa kalkmaya çalıştı, sırtına dayalı olan silahla. Seyfi, köylülerin tüm borçlarını silmesi için uyardı Ağa’yı. Uzunca bir süre devam eden sessizliğin ardından tetiği çekti. Silah boştu. Seyfi tekrar kendilerinin ve köylülerin borçlarını silip silmeyeceğini sordu Ağa’ya. Yine cevap gelmemişti. Seyfi, arka cebinden çıkardığı zarfın içindeki mermiyi silaha yerleştirdikten sonra “Seni uyarmıştım.” dedi. Ağa, kalbine yediği mermiyle birden yere yığıldı. O sırada hafif esmeye başlayan rüzgâr, Seyfi’nin gözyaşlarını, Ömer Usta’nın hareketsiz duran bedeninin üzerine taşıyordu. Yazan: Oğuzhan OĞUZ İllüstrasyon: Büşra AKBULUT

59


Anime

Anime

İnceleme

İnceleme

Black Lagoon Tekrar selamlar sevgili Gölge - e-Dergi takipçileri. Bu incelemeyi aslında önceki sayı için yazmıştım fakat gerekse bayramda yatılı gitmek zorunda kaldığım amca evindeki internetin azizliği, gerek benim internet cafe gibi bir nimetten yararlanmama sorumsuzluğum, önceki sayıyı animesiz-mangasız bıraktı.

Neyse çabucak bu sayı için seçtiğim serimize gelelim. İsmi Black Lagoon. 2002 yılında Hiroi Rei tarafından mangası çizilmeye başlanmış ve 2006 yılında da ünlü anime şirketi Madhouse Studios tarafından 29 bölümlük (2 sezon + 5 özel bölüm) bir animeye uyarlanmış aksiyon-macera-komedi-seinen türünde yer yer şiddet ve kan dolu yer yer esprili ve eğlenceli bir seridir. Serinin mangası halen devam ediyor olarak bilinse de uzun aralar vermekte ve bazen çıkması gerektiği dönem çıkmamaktadır. Manga-ka nın seriyi artık bırakmak istediği de söylentiler arasndadır. Bu yüzden anime odaklı bir inceleme yapmayı daha uygun gördüm. Konusundan da spolier vermeden bahsetmek gerekirse; Okajima Rokuro isimli baş karakterimiz, bir yazılım şirketinde çalışan işinde gücünde, zeki, zararsız, sessiz 30lu yaşlarda bir adamdır. Sıkıcı ve sıradan bir hayatın kitabını yazabilecek bir beyaz yakalıdır. Fakat bir gün kendisine şirketi tarafından bir teslimat görevi verilir. Çok gizli bir bilgi diskini söylenen adrese götürürken Güney Doğu Asya yakınlarında kendilerine Black Lagoon diyen bir deniz kaçakçılığı çetesi tarafından kaçırılır. Karakterimiz, şirketi tarafından fidyenin ödeneceğine ve kurtulacağına tamamen emindir. Fakat işler, öyle gitmeyecektir. Şirket Black Lagoon gemisine saldırı düzenleyip, diski almaları için bir grup paralı asker kiralamıştır. Askerler ve Black Lagoon arasındaki çatışmadan sonra Okajima, şirketin sadece diskin peşinde olduğunu ve kendisinin Japonya’daki ailesi de dahil kimsenin umurunda olmadığını bu acı deneyimle öğrenir.

60

Olayın ardından Black Lagoon, merhametli bir şekilde davranarak Okajima’yı öldürmekten vazgeçer ve gitmesine izin verir. Onlara göre o, zaten ölmüştür. Fakat Okajima, bütün hayatını değiştirecek bir karar alır ve Black Lagoon’a katılmak istediğini söyler. Bu kararda; hayatı boyunca hissettiği eziklik hissi, normal hayatının sıradanlığı, yalnızlığı ve en çok da ailesi de dahil kimsenin umurunda olmadığı gerçeğine karşı duyduğu kin etkili olmuştur. Black Lagoon, üyeleri onun kararıyla alay edip, dışlasalar da o, artık yeraltında dünyasında; uluslararası mafyaların, kaçakçıların ve ruh hastası gangsterlerin arasında yeni bir kimlikle yeni bir hayat kurmak konusunda kararlıdır. Black Lagoon üyelerinden biri olan Revy tarafından kendisine ‘’Rock’’ ismi verilir. Çok sert biri olduğundan mı? Tabii ki hayır. Tamamen ironi amaçlı. Black Lagoon üyelerinden bahsetmişken hepsini kısa kısa tanıtmakta da fayda var. REVY Gerçek bir gangsterdir. Hemen hemen tüm silahları, bir uzuvu gibi ustalıkla kullanabilir. En tehlikeli görevler, en sevdikleridir. Maceraperest olduğundan değil, tam bir ‘’öldürme bağımlısı’’ olduğu için. Yanından hiç ayırmadığı bir çift pistol tabancayla kanı yağmur gibi yağdırır. Kendisinin hayat hikayesine kısaca değinecek olursak; tam anlamıyla feleğin çemberinden geçmiştir diyebiliriz. Sokak hayatına çocukluğunun çok küçük yaşlarında başlamak zorunda kalmıştır. Tecavüz, şiddet, aşağılanma gibi birçok acıyı deneyimlemiştir. Gasp, hırsızlık gibi basit suçlarla hayatını kazanırken; kendini savunmaktaki ve hayatta kalabilmekteki ustalığı bazı ‘’patronların’’ dikkatlerini çekmesiyle kendine bu karanlık ve kanlı yaşam tarzında yeni kapılar açılmış ve yeteneklerini daha da geliştirerek bir ölüm makinesine dönüşmüştür. Aşırı sert ve acımasız kişiliğinin yanında gizlemeyi bazen başaramadığı bazı şeylerin özlemini çeken, duygusal bir yanı da yok değildir. Bazı sert çatışmalarda kişiliği tehlikeli derecede dengesizleşebilmekte ve önüne gelen silahlı,silahsız dinlemeden katliamlar yapabilmektedir. Bu tarz durumlarda onu kendine getiren genelde diğer bir Black Lagoon üyesi olan Dutch olur. DUTCH Vietnam’da uzun süre savaşmış eski bir Amerikan deniz piyadesidir. Savaş bittikten sonra çeşitli bölgelerde paralı askerlik ve korsanlık yaparak hayatını kazanırken Moscow isimli Rus mafya örgütünün lideri Balalaika tarafından onların güdümünde kurulacak kaçakçılık çetesi ve onların gemisi olan Black Lagoon’un kaptanı olmakla görevlendirilir. Oldukça soğuk kanlı ve cesurdur. Çatışmaların en şiddetli anlarında bile soğuk kanlılığında ödün vermeyerek müthiş stratejiler geliştirebilmektedir. Çete içinde Rock’a en merhametli davranan da odur. Ayrıca Revy için zaman zaman bir ‘’ağabey’’ modeli olmaktadır. Çete içinde tüm direktifleri

61


Anime

Anime

İnceleme

İnceleme sorgulanmadan yerine getirilir. Artık onun otoritesine olan saygıdan mı yoksa korkudan mı bilinmez. BENNY Florida üniversitesinde başarılı bir öğrenciyken bilgisayar ve teknik konusundaki müthiş yeteneklerini çıkar amaçlı kullanıp, belalı bir hacker olmasıyla başı FBI ile derde girdi ve tutuklandı. FBI onun hakkında korkunç planlar yaparken Revy ve Dutch tarafından kurtarıldı. O günden beri de çetenin teknik elemanı olarak devam etmektedir. Çatışmada ve benzer tehlikeli durumlarda gemiden pek ayrılmaz. Bu işler için yaratılmadığının gayet farkındadır. Nedense Yahudi olduğunu alakalı alakasız her cümlede söylemektedir. Esprili, tembel ve keyfine düşkündür. Rock’u çetede en çabuk kabullenen de o olmuştur. Bunların dışında gizemli sayılabilecek bir yanı da yok değildir. Rock ile yalnız kaldığı zamanlarda diğer çete üyelerinin geçmişleri hakkında çok ilginç bilgiler ağzından kaçırmakta ve onu da izleyiciyi de meraktan çatlatmaktadır. İlk bölümlerde pek de göz önünde olmayan bir karakter olsa da asıl büyük beyin olan baroniçe Balalaika’yı da atlamamak gerektiğini düşünüyorum. BALALAİKA Eski Sovyet ordusunda keskin nişancı ve komutan olarak hizmet vermiş yetenekli, bilgili ve acımasız bir askerdir. Şimdiyse Moscow Hote isimli Rus mafya örgütünün lideridir. Diğer bir kod adı da Vladilena’dır. Lenin’e olan bağlılığından dolayı bu ismi Vlademir Lenin isminden türetmiştir. Yüzündeki korkunç yarayı Sovyet ordusundayken Afganistan üzerine yaptıkları bir operasyon sırasında almıştır. Kadın olmasına rağmen savaş alanındaki becerisi, cesareti ve müthiş stratejik yetenekleri, diğer askerler tarafından ona büyük bir saygı duyulmasına ve sevilmesine sebep olmuştur. Sovyetler, yıkıldıktan sonra da emri altındaki askerleri ve diğer silah arkadaşları ona bağlılıklarına ve sadakatlerine devam etmektedirler. Tabii artık bir Kızıl Ordu taburu olarak değil Moscow Hotel’in acımasız üyeleri olarak. Black Lagoon’un kurucusu ve gerçek patronu da bu ablamızdır. Önemli karakterlerin bir kısmını az çok tanıdık. Bunlar dışında da seri boyunca birçok mafya, gangster, seri katil ve bunlar gibi çeşitli mahlukatlar hikayeye girip, çıkacaklardır. Kovboy özentisi kiralık katiller, katana

62

ile sokakları mezbahaya çeviren psikopatlar, ıslah evinde yaşadıkları tecavüzlerden sona kendilerini vampir sanan çocuk yaştaki ikiz seri katiller v.s Birçok sağlam oluşturulmuş geçmişlere ve hikayelere sahip sıra dış karakterler görülecektir. İşte bizim eski beyaz yakalı ineğimiz Rock, artık böyle bir dünyada hayatta kalmaya ve kendini kabul ettirmeye çabalayacaktır. Seri boyunca böylesine uç şiddetin yaşandığı bir dünyada bile arkadaşlık ve takım ruhunun devam edebileceği de çok kez görülecektir. ROCK & REVY Black Lagoon, gerçek dünyada da var olan uluslararası yeraltı örgütleri, modern korsanlık, mafyapolitika ilişkisi ve bunlar arasında yaşanan aşırı şiddete ve bu uçlardaki hayatlara hafifçe absürte edilmiş bir bakış açısı sunmaktadır. Tarantino sosu eklenmiş desek de yanlış yapmış olmayız. Serinin muhteşem açılış parçası, Red Fraction’dan bahsetmemek de gerçekten ayıp olur. Diğer birkaç anime serisinin de müziklerini yapan bayan j-pop sanatçısı Mell tarafından seslendiriliyor. Hani bazı soundtrackler vardır. Her duyduğunuzda hangi filme ait olduğunu direkt hatırlarsınız. her dinlediğinizde filmi tekrar tekrar izlemiş ve tekrardan hayran kalmış olursunuz. Müzik,vokal ve özellikle de sözler filmiyle gerçek bir bütünlük içermektedir. İşte Red Fraction ve Black Lagoon da aynen böyle bir bütünlük içinde. Fakat benden size bir uyarı. Sıkıntılı ve sinirli anlarınızda kesinlikle bu şarkıdan uzak durun. Zira kendinizi bir silah kaçakçısının zulasında bir MP-5 için pazarlığa oturmuş halde bulabilirsiniz. Burada bitirecek olursak; Black Lagoon, size bol bol eğlenceli, heyecanlı ve aksiyon dolu dakikalar vaad eden bir seridir. Daha önce incelediğim 2 seride olduğu gibi akıl oyunları, felsefik mesajlar, ilginç metaforlar v.s beklemeyin çünkü yok. Son olarak geçen ayki boşluk için Gölge takipçisi ve anime/manga sever arkadaşlardan tekrardan özür dilerim. Yazımda bir hata varsa okuyucular ve editör arkadaşlarımız bildirmekten çekinmezse de sevinirim. Hepinize şimdiden iyi seyirler. Aslan KIZILÇAY

63


Öykü

Ahmet Bey Olamaz! Yine geç kalmıştı toplantıya. Hâlbuki kahvaltı lüksünden biraz olsun vazgeçebilse, toplantıya çok rahat bir şekilde yetişebilirdi. Vestiyerden hızlıca çantasını, paltosunu ve anahtarlarını alıp evden çıktı. Ne kötü şeydi bu pazartesi sendromu! Tanrım! Ayakları geri geri gidiyor insanın. Merdivenlerden nasıl indiğini bile hatırlayamıyor, âdeta uçuyor basamaklarda. Yarı kapalı gözlerle her sabah ölümüne bir koşturmaca! Sabahları aniden düşüp kafalarını gözlerini yarmadıkları için şükretmeliler. Tek engel kahrolası merdivenler değildi. Karşısında yeni bir düşman daha vardı artık. Ev ile otobüs durağı arasındaki, insanların sabahları acı çekerek yürümesinden hoşnut bir şekilde gülümsercesine uzanan, sırıtık bir surat gibi eğim kazanan yol. Her sabah bütün bu yolu yürürken tek eğlencesi vanilyalı gökyüzünü seyretmekti. Bulutlar sanki pamuk şekerdi. İnsana çocukluğunu hatırlatıyorlardı. Herkes biraz çocuk değil midir aslında? Günlük hayatımızın kargaşasında, durakta beklerken ya da televizyonu kapattığımızda, uykuya dalmadan az önce şöyle bir iç geçirip, gözlerimizi sabit bir noktaya kilitleyip “Vay be!” dedikten sonra, tekrar iç çekip bu günlere nasıl geldiğimizi gözümüzün önünden geçirmez miyiz hiç? Hayat ne kadar değerli gelir bize o kısa anlarda sonra tekrar günlük rutinlere geri döneriz. Gerçekten insan olduğumuz tek anlardır onlar. Kısa, sade, tadını damağımızda bırakan… Ahmet Bey de her sabah kızarak gittiği bu yolda, insan olmayı hissetmenin ve acılarından uzaklaşmanın bir yağmur gibi tenine, saniyede, defalarca değişini tadıyordu. Herkesin bir hikâyesi vardır ve her hikâye göreceli olarak acıdır. Kimi askerde bacağını kaybetmiştir kimi sevgilisinden ayrılmıştır ve kim bilir dünyanın diğer bir noktasında ise bir çocuk, son parasıyla aldığı dondurmayı yere düşürmüştür. Bunların hepsi aynı acı değil midir? Kalbi aynı şekilde bıçaklanmaz mı insanın? Bizi ağlatmaz mı? Çocuğunu kaybetmişti Ahmet Bey. Okul çıkışı çarpıp kaçmışlardı. Hayvanlar! İnsanın çok sevdiği bir şeyin elinden alınması çok acayiptir. Pastel gökyüzü gibi içimizdeki duyguları tetikler. İçimizdeki çocuk uyanır ve “Nerdeyim ben?” diye haykırır. Hele konu sizin dokunmaya bile kıyamadığınız çocuğunuzsa… Kızabilirsiniz, vurabilirsiniz ama içinizde bir şey onun sizin parçanız olduğunu bilir. Sizden oluşmuş bir canlıdır o kendinizi gördüğünüz, kendinizi kokladığınız… Çiçek gibidir çocuk. Zor büyür. Toprağını sevdirmeniz gerekir. Yapraklarını silmezseniz hücrelerine yaşam malzemelerini çekemez. Her gün aynı saatte sulamazsanız solmaya başlayabilir. İçinizden bir parça düşer her yaprağı yere düştüğünde. Tüm kış özenle bakarsanız baharda rengarenk çiçekler açar ve yaz geldiği zamanda meyvelerini toplarsınız. Emeklerinizin karşılığını almışsınızdır artık. Meyvenin içinden tohumlar çıkar tohumları ekip büyütüp bakmakta artık sizin neşeniz, yaşam anlamınız haline gelir. Tohumlarda meyvenin bir parçasıdır. Sizin parçanız olan meyvenin… Çocukları öldükten sonra karısıyla da araları bozulmuştu. Hiçbir şey eskisi gibi olamıyordu. Ahmet Bey sürekli kendini suçlu buluyor; her yemeğe oturuşlarında, televizyon başında meyve yerken, sabahları işe giderken karısının suçlayıcı bakışlarından kaçamıyor, bütün dünya “Neden daha erken gidemedin okul çıkışına!” diye bağırarak üstüne üstüne geliyordu. Bundan kurtulmak için her şeyi yapabilirdi. Ama işin esprisi de buradaydı zaten; bundan kurtulamamak… Yine gözü seğiriyordu. Bu da yeni takıntısıydı. Dünyayı değiştirmek bir yana gözüne bile söz geçiremiyordu. Otobüs durakta durdu ve insanlar akın akın binmeye başladılar. Bunca kargaşa içinden Ahmet Bey arka kapının hemen dibinde ayakta beklemeye mahkûm edilerek ödüllendirildi. Sadece beş dakika kalmıştı toplantıya. Sunumu Ahmet Bey’in yapacak olması işleri iyice karıştırıyordu. O yoksa toplantının da bir anlamı yoktu…

64

65


Öykü

Öykü

Her sabah aynı kişilerle yolculuk yapıyordu. Onlar hiç yanlarına gidip tanışmadığı arkadaşlarıydı. Göz göze geldiği ama konuşmadığı… Tam önündeki koltukta oturan genç bayan ve onun yanındaki yaşlı, gözlüklü bayan -ki yaşlı bayanın öğretmen olduğunu düşünüyordu- hep buradan binerlerdi. Oturup gözün önünden akan görüntüleri izlemek. İnsanoğlunun en büyük zaaflarından birisi de buydu belki. O yüzden sinema diye bir şey var ve o yüzden icat ettik televizyonu belki de. Kontrolümüz dışında hareket eden şeylere hayranız. Herkes hipnotize olmuşçasına otobüsün camından akıp giden yolu izliyordu. Ahmet Bey’in durağı gittikçe yaklaşıyordu. O durağın ilerisine hiç gitmemişti otobüsle. Otobüs duracaktı belki ama sadece şimdilik. Yolcular indikten sonra ilerlemeye devam edecekti. Otobüs bir döngüydü. İner inmez hızla yürümeye başladı. Sadece yedi dakika geç kalmıştı. Herhâlde beklerlerdi beş on dakika. Zaman sayaçlı bir şey değildi sonuçta. Galiba yetişecekti. Otobüsten indiğinden beri sanki çıplakmış gibi üşüyordu. Evden çıktığında hava oldukça sıcaktı oysa. Yoksa yinemi hasta olacaktı! Yaz gününde hasta olup günlerce yatakta kalmayı başaran ender insanlardan biri olduğu kesindi Ahmet Bey’in. Karısı eşyaları alıp gittiğinde; Ahmet Bey, bunun basit bir olay olduğunu düşünmüştü. Ancak bir hafta sonra eline gelen mahkeme kâğıdı “Sen artık yalnız birisin!” diye haykırıyordu. Hatırlıyordu o zaman da hastalanmıştı ve yine bugünkü gibi kimsesi yoktu yanında. Kendi kendine de iyileşebiliyordu demek ki insan. En azından rahat uyuyabiliyordu. Uykusunda Ahmet Bey’i öldürebilecek kimse yoktu artık. Karısının gidişine üzülmediğini sanıyordu. Üzülmüyordu da. Peki neden bir gece aniden kayınvalidesinin evinin önünde bir elinde üstünde gecelik olan karısının boğazı, diğer elinde ise bıçakla gözünü açmıştı? Ama gerçekten üzülmüyordu. Farkında olmadan ve istemeden yaptığı bir olay yüzünden hayatının bir senesi boşa gitmişti. Hastanede tedavi gördüğü sırada birçok arkadaş edindi Ahmet Bey. Hepsinin genel adı “deli”ydi ama Ahmet Bey daha çok sağlıklı bir şekilde konuşabileceği kişilerle vakit geçiriyordu. Yani oradaki en akıllı delilerle. Öfke kontrolünü öğrendi. Yaşadığı olayların herkesin başına gelebileceği öğretildi orada. Üzülecek bir yanı yokmuş. O zaman neden herkesin çocuğu ölmüyordu? Neden herkes karısından boşanmıyordu? Bu zırvaları art arda sıralayan doktor bir saat içinde sıcak evine gidip çocukları ile bilgisayar oynayıp karısıyla akşam yemeği yemeyecek miydi yoksa? Şöyle bir bakınca gerçekten de üzülecek bir şey yoktu. Her telden insan vardı orada. Sokaklardan, sıkıcı ofislerden daha renkliydi. Kendini böcek sananından Tanrı sananına kadar her türlü kaçık oradaydı. Tanrı ve böcek… İlaçlar âdeta uyuşturucuydu. Eğer oradaysanız bu ilaçları yutmak yerine en ağır kalp ve beyin operasyonlarını geçirmek bile daha cazip gelir. Ama bu mümkün değildir. Çünkü hastalığınız fiziksel değildir. Hiçbir şey yapamadıkları için uyuşturmakla yetinirler sizi. Beyin uzun süre uyuşuk kaldığı zaman birçok şeyi unutur. Bu kesin tedavidir ancak tedavide sorun şurada başlar; acaba biz anılarımızı unutmak ister miyiz? Bizi biz yapan, yaşatan anılarımızdır. İşte orada unutanları “iyileşti” damgası ile yolcu ediyor unutmayanları da “deli” ya da daha kibarı “ruh hastası” adı altında tutuyorlardı. Acaba iyileşenler kimlerdi? Pek de iyi olmayan siciline rağmen bulduğu bu işi aptal bir toplantı için riske atamazdı. Elbette bir toplantı için kovmazlardı ama insanoğlunun bir şeyi bir kere yapması mutlaka tekrar yapacağı anlamını taşırdı. O yüzden bu geç kalma işten atılması demekti. Taviz verme lüksü yoktu. Zaten geç kalma işini yapan kişi, bütün bu ödün vermeme politikasını izleyen kendisiydi. Bu yüzden iki kat daha azar işitiyordu kendisinden. Tekrar gözü seğirmeye başladı. Yüzüne konan bir sineği kovalar gibi başını o yöne çeviriyor, boyun kasları istem dışı olarak kasılıyordu. Ama bu sefer bir nedeni vardı. Yanında koşturan kalabalığa önce anlam verememişti ama köşeyi dönünce bütün caddenin polis tarafından çevrildiğini görmüştü. Sanırım geç kalacaktı. Tanrı’ya isyan edercesine havaya baktı. Gökyüzü hâlâ vanilyalıydı. Barikattan kimsenin geçmesine izin verilmiyordu. Neler

olup bittiğini anlamak için kalabalığın içine karışıp, kalabalığı yararak en öne kadar gelmeyi başardı. Dünyayı kurtarmak üzere olan bir astronot edasıyla ciddi bir şekilde kalabalığı itip kakan ilerideki polis memuru çekti dikkatini. Yanındaki, hiç tanımadığı adama sordu: -N’olmuş? Ne kadar ilginç bir soruydu bu! O kadar alışılmış bir soru olmuştu ki artık insanlar hiç tanımadıkları birine selam bile vermeden direkt olarak bu soruyu sorabiliyorlardı. Soru açık ve netti. Ortada bir olay vardı ve geniş bir kitlenin bunu merak etmesi normaldi. O zaman “N’olmuş?” sorusu da pekâlâ olağanüstü bir şey olamazdı değil mi? Adam ağzını kıpırdatıyordu. Belli ki bir şeyler söylüyordu. Ahmet Bey dinliyor; sadece dinliyordu. Adamın ağız hareketlerine göre daha geriden gelen serseri cümlelerden sonuncusunu yakalayabilmişti. “Ben de yeni geldim.” Tamam! İşte bir bu eksikti! Daha ne olabilirdi ki? Her türlü mazeret olurdu ama bu geç kalma mazeretlerinin en uçuklarından biri olmalıydı mutlaka. Yani kim inanırdı ki böyle bir olaya? Artık bu oyunu oynamak istemiyordu. Bıkmıştı Ahmet Bey olmaktan. Üşümesi daha da artmıştı. Toplantının başlama saati geçeli neredeyse yirmi dakika olmuştu. Gitmek istiyordu ama gidemiyordu. Az önce gözüne takılan polis şimdi telsizini eline almış olayla ilgili bilgiler alıyordu. Artık o karmaşık sesler çıkaran aletten ne anlıyorsa! Ahmet Bey telsizden sadece şunları duyabildi: - ………rehin alınmışlar…………………üç kadın………………. ve bir de çocuk. Tamam! Çocuk mu? Neden çocuk? Günü yeterince rezil olmadı mı zaten? Yetmez mi bu kadar damla? İlla ki bardağın taşması mı lazım? Öyle hassastı ki çocuklara karşı. Ah! O olay! Üşümesi titremeye dönüşmeye başladı. Kalabalığın arasından çıktı. Yoksa nefes alamayacaktı. Kaldırıma çöktü ve kravatını gevşetti. Parmakları kasılıyor, zaten seğiren gözü daha bir belirgin daha bir hızlı seğiriyordu. Oğlu gözünün önüne geliyor, midesindeki kahvaltı bu hasta bedenden fırlayıp kaçacak kadar dışarıya yaklaşıyordu. Birisi Ahmet Bey’in yere doğru bakan başını kaldırdı ve sordu: -Beyefendi iyi misiniz? Konuşamıyordu. Göz kapaklarını açtı ve yukarı doğru kaçmış gözlerini sorunun sorulduğu yöne indirdi: -Kimsin sen? Sanki rüyadaydı. Ancak sorusunun cevabını kendi kafasında kendi verdi. Bu otobüste önündeki koltukta oturan bayandı. Gülümsüyordu. Sadece gülümsüyordu… Başını yavaşça kalabalığa doğru çevirdi Ahmet Bey. Herkes aynı anda ona döndü. Artık bunca duygunun üzerine bir de korku eklenmişti. Gizli bir tarikatın Karanlıkların Efendisi’ne adayacağı bir kurban gibi hissediyordu kendini. Telsizle konuşan polis kalabalığı yararak başucuna geldi. Genelde en hoş anılarımıza en kötü anlarımızda sarılırız. Oğlu aklına geldikçe kendini kötü hissediyordu ama olsun ok yaydan çıkmıştı artık. Şu anda ölse bile buna değerdi. Ona göre ölüm bir kaçıştı zaten. Kaçmak istese çok önce yapardı. Ama hâlâ buradaydı değil mi? Kaçmamıştı. Şimdi de kaçmak istemiyordu ama ölümü istemesinin tek sebebi artık oğlunu düşünmekten korkmamasından gelen huzurdu. Neredeyse oğlunun yüzünü bile unutacaktı. Bunu istemiyordu. O anılarını seçmişti. İyileşmişti. Ve işte başlıyoruz… Oğlu aklından geçiyordu. Dışarıdaki zaman durmuştu sanki. Bütün her şey saniyeler içinde oluyordu. İlk kelimesi, minik ayakkabıları, ilk bisikleti… Oğlu hep onunlaydı. Bunca zaman boşuna endişelenmiş, korkmuştu. Artık farkındaydı. İnsanın bir şeyin farkına varması dünyanın değişmeye başlaması demekti.

66

67


Öykü

ÇizgiRoman Sinema

Polis: - “İyi misiniz? İyi misiniz?” diyordu sarsarak. Gözünü tekrar açtı Ahmet Bey ve çevresinin değişmeye başladığını fark etti. Asfalt çime dönüşüyordu, binalar yok oluyordu. Çantası! Çantası gitmişti; - Çantam nerede? Polis: - Haydi! Kalkın içeri gidelim. Kalabalık değişiyordu. Bütün bunları salakça bir surat ifadesiyle takip ediyordu. Gözleri sık sık yukarı kaçıyor. Ensesinden soğuk terler boşalıyordu. Boynu ise sanki kemiklerden arınmıştı. Kaldırıldıkça düşüyordu. Şaşkındı. Olunabilecek kadar şaşkın… Polis: - “Arkadaşlar yardım edin de kaldıralım.”dedi yanındaki diğer polislere. Kalabalıktakilerin elbiseleri değişmişti. Pijamalar, beyaz kumaş pantolonlar… Kiminin üzerinde sadece atlet vardı. Bir an için öldüğünü düşündü. Başucundaki kadının kıyafeti de değişmişti. Yeşil bir hırka vardı sırtında. Kendi üzerine baktı. Altında bir eşofman, üzerinde ise bir kısa kollu. Üşüyordu. Polis: -Seni şimdi odana götürüyoruz tamam mı? Polislerin kıyafetleri de değişmişti tamamen. Mavi, kumaş gömlek ve pantolon… Hepsi aynıydı. İki polis kalkmasına yardımcı olurken bir diğeri de kalabalığa kızıyordu: -Bir daha böyle oyunlar oynadığınızı görmek istemiyorum anlaştık mı? Hepsi birden, yüzlerinde korkan bir çocuğun ifadesini taşırken, “Anlaştık” diyerek kafa salladılar.

2013’te Çizgi Romanlar’dan Sinemaya Yansıyanlar

…devam edecek… Yazan: Abdullah DERİN

68

İllüstrasyon : İlker YATI

2013 senesine ait tüm süper kahraman filmleri, Kasım ayında gösterime giren “Thor: The Dark Wolrd” filmi ile seyirci ile buluşmuş oldu. Sırasıyla “Iron Man 3”, “Man of Steel”, “The Wolverine” ve “Thor: The Dark Wolrd” filmlerini seyrettik. Bu dört filmden sadece “Man of Steel” filmi DC Comics’in sinemadaki kozu olurken diğer filmler Marvel’ın karakterleriydi. “Man of Steel” filmi ile Superman için sinemada yeniden başlangıç yapılırken, Marvel filmleri serilerin devam filmleri oldu. “Thor: The Dark Wolrd” filminin dünya genelinde gösterimi devam ettiği için henüz toplam hasılatı belli olmadı. Buna rağmen 2013 senesinin gişede kazanan süper kahraman filmi “Iron Man 3” oldu diyebiliriz; çünkü enflasyonun etkisini dikkate almazsak sinema tarihinin dünya genelinde en çok hasılat yapan beşinci filmi olmayı başardı. Bu konuda liderlik 2012 senesinde gösterime giren “The Avengers” filminde bulunuyor. “The Avengers” filmi enflasyonun etkisi dikkate alınmazsa sinema tarihinin dünya genelinde en çok hasılat yapan üçüncü filmi olmayı başarmıştı (İlk iki film Avatar-2009 ve Titanic-1997). Rakamları bir kenara bırakacak olursak süper kahraman filmlerinin gişede başarılı olmaya ve insanları sinemaya çekmeye devam ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

69


ÇizgiRoman

ÇizgiRoman

Sinema

Sinema

Bu sene gösterime giren süper kahraman filmlerinin en ilginç yanı seyirci tarafında çok farklı tepkiler almalarıydı. 2013 senesinden önceki senelerde olduğu gibi “The Dark Knight”, “Iron Man” veya “The Avengers” filmleri gibi yapılan eleştirilerin büyük çoğunluğu olumlu olan bir film karşımıza çıkmadı. 2013 yapımı süper kahraman filmlerinde karakter ve firma bazlı önümüzdeki seneler için önemli mesajların verildiğini düşünüyorum. Tespitlerimi aşağıdaki şekilde özetledim: • “The Avengers” filmi sonrasında Marvel süper kahraman filmlerine olan ilgi arttı. • Çizgi romanseverler filmlerin çizgi romanlara sadık kalmaması durumunda filmi genel olarak başarılı olsa bile beğenmiyorlar. • 16 yaş ve altı seyirci için bu filmlerin eğlendirici olması yeterli. Filme yüksek beklentiler ile gitmiyorlar. • Seyirci 3D filmlere kesinlikle alıştı. Artık seyirciler filme gitmeden önce filmin 3D kalitesi ile ilgili pek bir araştırma yapma ihtiyacı istemiyor. Bu noktada 3D filmlerin de belli bir standart yakaladığını eklemeliyim. • Görsel efektler konusunda çok ciddi yol kat edildi. Artık sadece “görsel efekt ne kadar iyiydi”nin tartışıldığı bir dönem başlamak üzere. • “Man of Steel” filmi ile DC Comics’in süper kahraman filmlerini anlatırken dramatik yapıya verdiği önemi bir kez daha gördük. Bundan sonra da DC Comics’in bu yolda devam etmesini bekliyorum. • Marvel firması ise sinematik değerler yerine eğlenceli bir anlatımı benimsediğini yine ispatladı. Açıkçası bu çok tercih ettiğim bir durum değil. Anlatılan karakterin yapısı buna uygun olmadığında karşımıza pop-corn filminden öteye geçemeyen filmler çıkıyor. • Bir üstteki durumun tercih edilmesindeki bir sebep de Marvel karakterlerinin Avengers için bir araya geldiklerinde aralarında uyum sorunu yaşamamaları içindir. Marvel firmasının filmleri arasında standart yakalamaya bu kadar çok önem verirken neden bu kadar çok farklı yönetmenle çalıştığını anlamak da çok kolay değil. Sanırım ilerisi için alternatif isimleri artırmaya çalışıyorlar. • “Man of Steel” filmi sinemada daha önce yapılmayanı denedi ve iki ayrı devreden oluşan bir film seyrettik. İlk yarısı dramatik, ikinci yarısı ise bitmek bilmeyen bir aksiyon.

70

• Süper kahramanın kendi yüzünün gözükmesi yerine seyirci daha çok süper kahramanı aksiyon içerisinde görmek ister. Bu açıdan “Iron Man 3” filmi daha çok James Bond filmi havasındaydı ki bu farklılığı beğendim. Oysa ki film için en çok yapılan olumsuz eleştiri bu yaklaşım içindi. • Wolverine’in sinemada “hayvani” yanını görme olasılığımızın kalmadığına kanaat getirdim. • “Man of Steel”in yönetmeni Zack Snyder kesinlik son dönem yönetmenler içerisinde en yaratıcı olanı. Yapımcı Christopher Nolan ise süper kahraman kavramını fazlasıyla özümsemiş ve perdeye aktarmayı formülize etmiş. • “Henry Cavill’den Superman olur mu?” sorusunun cevabı kesinlikle “EVET!” • Filmlerde bazen kötü adamlar süper kahramanın önüne geçebiliyorlar. Benim için Loki de bu sınıftadır. Keşke DC Comics’in karakteri olsaydı. • Iron Man’in sinema filmleri üçleme olarak tamamlanacak olursa orijinal düşmanlarını neredeyse beyazperde de hiç görememiş olacağız. 2013 süper kahraman filmleri için benim beğeni sıralamam ise şu şekilde oldu: 1. “Man of Steel”: Kesinlikle bir kez seyretmek yetmiyor. Daha sonra her seyrettiğinizde daha çok zevk alacağınız bir film. 2. “Iron Man 3”: Robert Downey Jr. faktörü tek başına filmi seyretmeniz için yeterli bir sebep. Marvel firması seyirci karşısındaki kredisinden de yararlanmaya çalışıp kalıpların dışına çıkmayı denemiş. 3. “The Wolverine”: Japonya’da geçmesi zaten bir artı puan. Orijinal hikâyeyi senaryolaştırırken bazı yaratıcı tercihler yapmışlar. Ancak Silver Samurai adaptasyonu başarısız olmuş. Ya orijinale tamamen uy ya da hiç uyma! İki arada bir derede uyarlama rahatsız ediyor. 4. “Thor: The Dark Wolrd”: İlk filmin üzerine çok az ilave yapabilmiş. Oysa ki bu kadar iyi sahneyi dolduran bir kadronun video klip ve TV dizisi havasında değerlendirilmemesi gerekirdi.

71


ÇizgiRoman

ÇizgiRoman

Sinema

Sinema

Kısaca 2013’ün grafik roman uyarlamalarına da bakalım: “Bullet to The Head”, “RED 2”, “Kick-Ass 2”, “2 Guns” ve “R.I.P.D”. - Bullet to The Head: Çizgi romanın ana hatlarına sadık kalmış. Ancak kare bazlı göndermeler neredeyse filmde yok. Başrolde Sylvester Stallone’un olması filmi seyredilebilir kılıyor. - RED 2: Zaten kısa bir çizgi roman olan “RED”in ilk filmi de sadece esinlenme havasındaydı. Çizgi romanı çok sert olan RED’in sinema macerası gişe oyuncuları eşliğinde eğlenceli aksiyon filmi havasında olmuş. Vakit geçirmek için.

tercihi sinemada yükü Marvel karakterlerinin omuzlarına bırakıyor. Marvel ise kendi stüdyosu ile yaptığı filmlerde bir plan dahilinde ilerlediği için artık ortaya çıkabilecek işleri öngörebiliyoruz. “Punisher: War Zone” ve ”Dredd” gibi sürpriz bir film seyretmek için birkaç sene beklememiz gerekecek gibi gözüküyor. Grafik romanlar tarafında ise yapımcıların iştahı kesilmeyecek gibi gözüküyor. Süper kahraman filmlerinin bütçesinin dörtte birine çevrilen bu filmler gelişime/yeniliklere daha açık duruyor.

- Kick-Ass 2: İkinci filmde çizgi romana ilk filme göre daha az sadık kalmış. Yine de kare bazlı göndermeler film içerisinde zengin. İlk filmi seyredip karakterleri beğendiyseniz bu filmi de beğenmeniz olası. - 2 Guns: Bullet to The Head gibi filmin ana hatlarına sadık kalmış. Kare bazlı göndermeler var ama çok hafif. Karakterler üzerinde çok oynanmış ama ortaya karakterizasyon açısından başarılı bir sonuç çıkmış. Filmin tek olumsuz yanı ortalarından sonra ilk başlarda oluşturduğu akışı zenginleştirememesi olmuş. - R.I.P.D.: Çok zayıf bir film. Çizgi romana kare bazlı göndermeler bile neredeyse yok. Zaman kaybı. Grafik roman olmayan ama çizgi geçmişi 1930’lara dayanan “Lone Ranger”ı da listeye dahil etmek gerekir. Senenin belki de en büyük hayal kırıklığı yaratan filmi! Karayip Korsanları serisinin yönetmeni Gore Verbinski’nin Johnny Depp’i Tonto yerine daha çok Jack Sparrow’un vahşi batı versiyonu hâline getirmesi zaten durumu baştan özetlemeye yetiyor. Hele 2,5 saatlik süresi ile izleyiciye zor anlar yaşatıyor. Özetle; önümüzdeki senelerde unutulmaz süper kahraman filmi çıkma ihtimalinin karşısında en büyük engelin gişe baskısı olduğu gerçeği gittikçe artıyor. DC Comics’in süper kahraman filmi yapımında az ve öz olması

72

Herekese bol okumalı ve seyir dolu günler dilerim. Hakan Tunga KALKAN www.kahramanlarsinemada.com editörü

73


Öykü

7665 Tam 21 yıl, 7665 gündür dünya denen b.k çukurundayım. Tabii yaşadığım gün sayısı aslında daha fazla, ama ortalama bir sayı olarak aldım bunu. Bu şekilde alınca olması gerekenden biraz daha az bir sayı çıkıyor ama bu hiçbir şey değiştirmez. Sayının az çıkması hissedilen mutlak acıyla dolu boşluğun büyüklüğünü azaltmaz. Bir ortalama almak sadece bir ortalama almaktır. Her matematiksel hesaplamada olan sapmaları optimum düzeye indirmek için uygulanan en ilkel metotlardan biridir ortalama almak. Ancak bu işlem dünyadaki birinin nefes almaya devam ettiği gün sayısını hesaplarken uygulandığında sapmaları kabul edilebilir düzeye indirmez. Tam tersine, o her sapmanın içinde sayısız ânı, dolayısıyla sayısız acı barındırdığı için, yani tek bir ihmal edilen birim içinde sonsuz kadar kontrol edilemeyen değişken olduğu için tek bir gün sapması bütün hesapları alt üst eder. Peki öyleyse bu baştan hatalı hesaplamayı niye yaptım? Dünyada hissedilen tek bir günün, yaşanan tek bir anın veya hissedilen tek bir duygunun evrende sonsuz düzensizliğe sebep olduğunu ve bunun her şeyi ama her şeyi mümkün kıldığını kendime ispatlamak için yaptım. Aslında kendimden sonra da tüm dünyaya ispatlamak için. Ya da boş verin bu saçmalıkları, sadece yapacaklarıma meşru bir sebep koymaktı tüm bu anlamsız çabamın sebebi. Tıpkı 7665 gündür yaşanan her günün, hissedilen her şeyin, görülen her kişinin ve adım atılan her yerin sonunda mutlak bir hiçlikle dolu acıya dönüştüğünü insanlara göstermek için. Bu düzensizlik kaosunda yapacağım her şeyin aslında bir yerlerde başka bir sebebe bağlandığını göstermek için. Çok kalitesiz bir determinizm ispatı da diyebilirsiniz ya da hiçbir şey demezsiniz, ben hepiniz için her türlü pisliği dökebilirim ağzımdan. * * * Yıllardır odamda en sevdiğim şeyin ne olduğunu düşünür dururdum. Hiçbir zaman net bir cevap veremedim bu soruya. Hep değişti cevaplarım, yatağım, kütüphanem, kitaplarım, bilgisayarım… Ta ki bir eşyayı sevmenin anlamsızlığını fark edene kadar… Sonra bu aptalca soruyu sormayı bıraktım. Ancak işte tam da bugün en sevdiğim değil, ama en çok gözden kaçırdığım, işime yarayacak olan tek şeye bakıyorum. Kınının siyah boyası pırıl pırıl parlayan katanama. Tonla para döktürmüştüm annemlere bu gerçek samuray savaş kılıcı için. Hem doğum günüm gelmişti hem de lise 1. sınıfı takdirle geçmiştim. Yine de bu kadar para etmiyordu başarılarım veya doğmuş olmam, düşen suratlarından anlamıştım bunu. Aldıktan sonra bana zoraki gülümsemelerinin ardında yatan somurtkanlıklarını bugün gibi hatırlıyorum. Aslında sonradan hak vermiştim onlara, o parayı kazanmak için beyinlerini stresten aptallaştırıyor, bedenlerini yağlandırıyor ve kaybettiklerini ruhlarından yiyerek kendilerini yozlaştırıyorlardı. Sonuçta her şekilde kendileri kaybediyordu. Olsun, zaten hiçbirimizin kazanmak için bu dünyaya gelmediğimizi anladığım anda bütün vicdan azabım silinmişti. Vicdan azabı ha? Asıl azabın vicdan olduğunu gördükten sonra böylesi sahte bir kavrama gülüp geçmiştim. Şimdi, klasik Japon usullerince dövülmüş kını, kabzası ve jilet gibi keskin bıçağıyla kılıcımı çekip parlak metaline bakıyorum. Kendi yansımamı görüyorum orada. Zayıf bir surat, çıkık elmacık kemikleri ve köpek gibi kısılmış gölgeli gözlerimi görüyorum. Göz çukurlarım daha da derinleşmiş sanki bugün yapacaklarıma dair o muhteşem ve korkutucu kararlarımı aldığımdan beri. Renksiz gözlerime garip siyah bir ışıltı inmiş titreşen. Titredikçe ağlayan, ağladıkça insanlıktan çıkan… Ruhumu görüyorum bu kılıçta ben, mükemmel bir estetiğin altına gizlenmiş, desensiz, bomboş ama bir o kadar da can almaya hazır bir çelik. İşte bu benim. Geçmişte yaşadığım hiçbir duygu nöbetinin etkisi yok artık üzerimde, sadece eyleme hazırım. Belki bana eşlik edebilecek tek şey kendimi bildim bileli asla kurtulamadığım nefrettir, istisnasız her şeye duyduğum nefret. Hepsi bu.

74

75


Öykü

Öykü

Öngörülemez ruh hâlim yaşadığım onca ıstırapla birlikte acıya olan doyum noktasına ulaştı, yani artarak artan acı-değişkenlik grafiğim tepe noktasında türevi sıfır olacak şekilde sabitlendi. Artık dümdüz bir çizgi şeklinde gidiyor acı eksenine paralel bir şekilde. Yani acı artsa bile genel duygu-düşünce durumlarımda bir değişiklik yok makro boyutlarda. Belki mikro boyutlarda küçük varyasyonlar olabilir, ama bu da her zaman olduğu gibi ihmal edilebilir. İşte bu sabitlenme benim gelebileceğim en son nokta artık, daha ötesi hiçbir olasılık dahilinde değil. Olasılık bilimi ötesini hesaplayabilecek kadar gelişmiş değil. Acı sonsuza giderse belki bir değişiklik olabilir ama şimdi limit hesaplarına girecek değilim, sadece şu andaki noktasal anlık durumla ilgileniyorum. Zaten lisedeyken de limiti hiç sevmezdim, bu da küçük bahanem olsun. Yaşamaya bir bahane bulamazken böyle saçma bir üşengeçlik için daha saçma bir bahane bulmam ironik, tıpkı kalan her şey gibi. Bu kadar düşünce bulunduğum koşulların anlaşılması için yeter. Şimdi sadece kılıcıma bakıyorum, o saf gri yansıtıcı çeliğe. Kendimi görüyorum, kirli boşlukların içinde arınılmamış bir rahatlıkla yüzen, o basit grafikle tanımlanabilecek muhteşem sabitlenmenin içinde. O tamamlanmamış bütünlüğüm, yarım kalmış huzurun ve dolmayan boşluğun kusurlu sakinliğinde. Babam çıktı oturma odasından. Ayaklarımda terlik yok ve çorap var sadece. Ek olarak halının üzerinden yürüdüğüm için en ufak bir ses bile çıkarmadım. Onun her nefes alışında bana ettiği bir hakaret, aşağılama, eziyet ve tokat beynimin sinir hücrelerimden geçerek böbrek üstü bezlerinden salınan adrenalini arttırdı. Çocukluğumun en büyük travması, bu kadar dangalaklaşmamın ve insanlıktan çıkmanın başlangıcı, babam. Terör estirdiği geceler, annemin ağlamaları, evi yıkacak kadar sert kapı çarpmaları ve yediğim dayaklar... Sebeplerine gerek yok olayların, hiçbir sebebin meşru kılamayacağı şeylerdi bunlar, ta ki benim deliliğimi meşru kılana kadar. Evrenin ücra köşesinde çevresindeki tüm varlığı yutmakla meşgul olan kara deliklerin fısıldadığı kozmik bir rüzgâr gibi geldim zararlı esintilerimle. Maksadım tıpkı tanınmayan madde katili kara delikler gibi, yutup tüketmek belki de her şeyi. Tıpkı babamın açık, beyaz tenli mükemmel bir hedef olacak şekilde önümde parlayan ensesinin de beni onayladığı gibi. Samuray kılıç kullanma sanatının temel tekniklerini bilmenin burada bir işe yarayabileceğini hiç tahmin edemezdim açıkçası. Ancak önceden planlanamayan sayısız olasılık olmasaydı zaten sıkıcı olan bu anlamsız varoluş iyice dayanılmaz hâle gelirdi. Hem nasıl denir, tanrıların bile dayanamayacağı bir şey varsa o da can sıkıntısıdır! Babamın bir adımını attığı o bir saniyeyi zihnimle yavaşlatıp eşit iki parçaya böldüm. İlk parçada sağ ayağımı solun önüne getirip dengeli temel vuruş pozisyonunu aldım. İkinci parçada kabzayı iki elimle tutarak havaya kaldırdım. Tabi ki zamanı zihnimde yavaşlatırken hareketlerimi gerçek fiziksel hızında yapmıştım. Zihin ve vücut arasındaki bu zaman çarpıtma yeteneğini keşfettiğimden beri hep bir şekilde kullanmak istemişimdir zaten. Babam adımını bitirip sağ ayağını zemine koyduğu anda katanamla yukarıdan aşağı kesme yaptım. Oh, hayır! Ne kadar düzgün bir darbe olacağına emin olsam da ilk öldürme vuruşunu yapan her amatör gibi ben de yaşadığım gerginlikle kolumu titretmiştim. Kılıç deriye girmiş, yarmış ama içinde ilerlerken ben titretmiştim. Bunun sonucunda katana enseyi çaprazdan keserken yarı yolda gömülü kalmıştı. Babamdan en ufak bir haykırış çıkmasına engel olmak için o an yaşadığım şoku inanılmaz bir soğukkanlılıkla zoraki olarak atlatıp ileri atıldım ve babamın ağzını kapadım. Aslında belki de saçmaydı, sonuçta ilk defa birinin kellesini uçurma girişiminde bulunmuştum ve kurbanın biyolojik tepkilerinin ne olacağını kestiremiyordum. Babamın ağzından kustuğu kan parmaklarımdan sızarken onu yüzüstü yatırdım. Böylece ağzı yerle birleşmişti ve boğuk mırıltılar dışında hiçbir ses çıkaramıyordu. Doğrulup duruma baktım. Yerde yatan, benim gibi görkemli bir Hüzünlerin Tanrısı’nı dünyaya getirecek olan lanetli spermleri talihsiz annemin rahmine boşaltan bir adam.

Ensesi yarısına kadar yarılmış yerde yüzüstü yatan bir adam. Ağzındaki kanları annemin 100 lira verip hevesle aldığı ince işlemeli kışlık halısına kusan bir adam ve tepesinde onu öldürmeye nasıl devam edeceğini düşünen oğlu... Dünyadaki tüm acıları fazlasıyla çektiğini ve şimdi enerjinin dönüşümü yasası gereği o negatif enerjiyi dünyaya geri göndermeye başlayan oğlu... Tabii ya, ben aslında sadece en temel doğa kanunu uyguluyordum. Termodinamiğin birinci yasası: Enerji yoktan var edilemez, vardan yok edilemez. Bu kadar basitti işte! Ben de bana verilen tüm negatifliği doğal yasalar gereğince evrene geri veriyordum. Babamın yaşadığı feci spazmlardan yarım kalan kesiğin acısının ne kadar kötü olduğunu tahmin edebiliyordum. Aynı zamanda evrenin tüm iblislerinin babam olacak herifin acılarını sünger gibi emdiğini ve zevkten kudurduklarını duyabiliyorum. Bu durum benim de hoşuma gitti. Kocaman gülümsedim, dişlerimi göstere göstere sırıttım önümdeki insanlık dışı manzaraya. İnsanlık dışı olduğu için de bir o kadar insanca olan manzaraya… Katanamı kaldığım yerden bastırıp gayet başarısız şekilde kesmeye devam ettim. Kılıcı doğru düzgün kaydıramasam bile aşırı boyutlardaki Japon keskinliği bana işimi bitirmeme yardımcı oluyordu. Kılıç hedefinden az bir şey sağa sola saptığında bile temas ettiği bütün doku, kemik ve kıkırdakları kolayca kesip geçiyordu. Bu anlarda kulağıma gelen ezilme, çatlama ve kesilme seslerinin mide bulandırıcı karışımı işi ne kadar kirlettiğimi ve elime yüzüme bulaştırdığımı anlatıyordu bana. Sonunda babamın şiddetli spazmları son deri parçasını da koparıp bütün sinir bağlantılarını kestiğimde durdu. Kesin olarak ölmüştü. Bir an durup yüzüstü yatan ilk kurbanımı inceledim. Düzgün keseceğim diye debelenirkenki çabamı düşündükçe kıkırdamaya başladım. Tutamadım kendimi, kahkahalara dönüştü kıkırdamalarım. Duvarlardan yankılanarak bana geri döndü, yankılarıma bir daha güldüm. Mükemmel bir tatmin duygusu sarmıştı her yanımı. Sonunda çevresel, genetik ve psikolojik faktörlerin yıllardır ruhuma yüklediği mükemmel olmayan, saflıktan uzak ve bir o kadar da harika anlamsızlığın gerektirdiğini uygulamıştım işte. Sonunda kendi doğamla uyum içinde hareket etmiş ve geri kalan anti-varlıkçı hayatımın ilk eylemini yapmıştım. Ben sadece kendi doğamla ve enerji yasalarıyla uyum içinde hareket etmiştim. Her şey yasalara uygundu. En azından kendi doğamın kendi refahım için koyduğu yasalara uygundu. Şimdi kalkıp da iktidar kuklası polislerin veya rüşvetçi yozlaşmış yargıçların kararlarına göre hareket etmek ne tür bir uç ahmaklığın eseri olabilirdi ki? Sanırım şu anda Doğa ve Uyum Tanrısı’yım. Evrenin tüm vahşet dolu insan-reddeden mekanizmalarını ve o olmazsa olmaz canice enerji akışlarını görebiliyorum. Geleceğimin kozmik düzlemde açılan yaldızlarla dolu yolunu görüyor ve iblis tanrılarının kafirce kutsamalarını üzerimde hissediyorum. Uzun süre sonra hissettiğim bu his, yoksa… Yoksa neşe mi? Asla mutluluk olamaz. O sahte kavramın TV ya da İnternet gibi insanları bir sonraki güne kadar dayandırıp köle oldukları sistemin işleyişini devam ettirmeleri için uydurulmuş en büyük yapay kavram olduğunu biliyorum. Bugün mutsuzsun, yarın belki mutlu olursun, ama şimdi mesai bitene kadar dayanman gerekiyor. İşte bu üç cümleyle çökmüştür modern insanlık. Adına medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar midesini olabilecek bütün mutluluklarla doldurmuş ve insanlara kendi mutluluklarını villa, 4 çeker cip ve no-frost buzdolabı şeklinde satarak kölelikte çığır açmıştı. O kadar muhteşem bir yöntemdi ki köleler köle olduğunun farkında bile değildi. Eh, insanları uyutmanın dayanılmaz hafifliği diye buna derim ben. Yerde cansız yatan babamın pantolonundan cüzdanını, kolundan Casio saatini, ardından yatak odasından annemin mücevherlerini toplayıp ceplerime indirdim. Şık bir siyah tişörtle kot pantolonumu giydim ve evden çıktım. Bir ay öncesinden bugün için aldığım uçak biletimi bir kez daha kontrol edip cebime koydum. Parmak izlerini silmekle ya da cesedi ortadan kaldırmakla uğraşmadım bile. Artık kontrol etmenin vakti dolmuştu. Artık kontrolsüzlüğün muhteşem girdaplarında döne döne kaybolmanın zamanı gelmişti. Ortalaması alınamayan 7665 günün beynimde biriktirdiği, kafatasımı çatlarcasına zorlayan iç kuvvetlerini

76

77


Öykü dengelemeye çalışmanın zamanı dolmuştu. Salmıştım hepsini. Belki kafamı çevreleyen derilerde bir yırtılma yoktu. Belki görünürde hiçbir değişiklik yoktu. Ama ruhumdaki asla dikilmeyecek yırtılmanın çığlıkları kulağımda uğulduyordu. 7665 gün boyunca içime emdiğim anıları, duyguları, insanları, kahkahaları ve bütün dünyayı hazmetmeye çalışıp da başaramayacağımı anlayınca duyulmayacak kadar insanlık dışı, iğrenç bir öğürtüyle kusmuştum işte, bu a… koduğumun gününde. Kot pantolonuma astığım katanam ve üzerime giydiğim kapşonlu siyah montumla medeniyet karşıtlığını anlatan kötü bir karikatür gibiydim özel taşıma aracında, b.k sarısı bir takside. Adam önce beni bir süzmüş, bir şey sormaya yeltenmiş ama arabasına binen bu ucubeyi anlamak yerine taksimetrede yazan parayı cebine indirip yoluna devam etmeye karar vermişti. Doğru karardı. O anlayabileceğini düşünürdü, bazıları anlamak diye bir şeyin mümkün olamayacağını haykırırdı. Ben de şöyle derdim, anladın ya da anlamadın, ne fark ederdi? Sadece yarım saat önce feci bir cinayet işlemiş ve yakalanınca müebbet hapis cezasına çarptırılmam evrendeki hiçlik kadar kesin olan biri için düşündüğüm şeyler bunlardı işte. Sorsanız belki de çoktan aklımdan çıkmış olan, boynu beceriksizce kesilmiş babamın vücudunu zorla hatırlayabilirdim. Gözlerim kapalı, Amsterdam uçağındayım. Her nasılsa hava limanının tuvaletinde katanamı temizlemeyi akıl ettim ve dedektörlü görevlileri şimdiye kadar ki en iyi oyunculuk performansımı sergileyerek kılıcın sadece dekoratif amaçlı bir hediyelik eşya olduğuna inandırdım. Hissediyorum, uçak tam da tepe noktasında sabitlenip acı eksenine paralel giden çizginin üzerinde bir noktacık. Ben de aynı doğrultuda ve aynı koordinatlarda çok küçük mikroskobik değişiklikler haricinde mükemmel bir dinginlikle yol alan daha küçük, daha anlamsız bir noktacık. Belki de sonsuz küçüklükteyim ama varım işte. Hatta uzay zamanda bütün şekilleri ortaya çıkaran, ispatsız kabul edilen o noktalar kadar gerçeğim. Ancak şekillerin nereden nasıl oluştuğunu kimsenin düşünmediği gibi bilinmeyen ve umursanmayan ve bir o kadar da katilim. Amsterdam, hakkında sadece arkadaş ortamlarından duyup da her zaman bilincimin bir köşesinde tuttuğum o kaçış mekanım. Legal uyuşturucu, Red Street ve belki de daha fazlası. Uçakta bir isteğimin olup olmadığını soran hostese yapmayı düşündüğüm flört taktiklerine gerek kalmayacak, sadece parayla ana konuya girebileceğim tam bir “Skip Intro” şehri Amsterdam. Belki de orada mutluluk denen, çağlar boyu acıdan başka bir şey getirmeyen yapay beklenti de Skip Intro denerek geçilebiliyordur. Belki orada bütün umutlar, bütün hüzünler, bütün acılar ve geri kalan, geçici olan her şey-yani her şey!- tıpkı klavyedeki Esc tuşuna basıldığı gibi geçilebiliyordur. Tek ihtiyacım olan şey ölene dek beynimi sersemleştirip uyuşturacak kadar esrar ve kadındır. Bilmiyorum, belki de bildiğim tek şey bilinmeye değer bir şey olmadığıdır. Skip intro… Yazan: Can ÇELİKEL

78

İllüstrasyon: Ebru BAŞ

79


80

81


82

83


84

85


Öykü

Ver Elini

Küçük Düşler Çocukluğumun en tatlı anlarından biri uyumadan önce masal dinlemekti sevgili büyükannemin sesinden. Bu akşam sana onun masallarından birini anlatmamı ister misin küçüğüm? Bir varmış, bir yokmuş. Öykü bu ya aslında hep varmış ama hiç yokmuş. Dünyanın en küçük yerinde, tahta evinde yaşayan dört iyi insan varmış. Düşler diyarının en karanlık köşesinde nöbet tutan bu dört insanın yaşayacakları ise düşler kadar görünmez, gerçekler kadar da korkutucuymuş. Yosef, Mose, Elias ve Daniel… Henüz yirmili yaşlarındaymış. Yosef ’in en büyük tutkusu kalıcı bir şeyler yaratmakmış. Daniel ise sigarası ve ucuz şarabı ile sessizliğin temsilcisi gibiymiş. Mose ve Elias ise kavramlar üzerine yoğunlaşmış düşüncelerini söylemekte çekinmezlermiş. Hepsinin tek ortak yönü olan korkusuzluk onları birbirine bağlıyormuş. Günlerden bir gün, bu dört arkadaşın yaşayacaklarını tüm tarih yazacak ve nesilden nesile anlatılacakmış. Masalımız başlıyor. Hazır mısın dinlemeye? 1914 Kasım ayının en yağmurlu günlerini yaşamışlardı. Elindeki kutsal kitabı okuyordu. Bir yandan da arkadaşlarına olmadık zamanda muhabbetin ortasında bir şeyler söylemeyi âdet edinen Mose, bu sefer de sessizliği bozmuştu. Ve Tanrı yineledi; “Öldürmeyeceksin!”... Tanrı ille de öldürmek kelimesini cinayet olarak mı söyledi sanıyorsunuz sadece? İlle de kan akıtmak değildir ki öldürmek… Bir cana kıymak için o buz gibi bıçağı saplamaya gerek yok. Tek bir hareket ya da bir söz de öldürebilir bir insanı. Farkındaydık bunun ama yine de öldürmedik mi bilerek düşlerimizi? Daniel masanın üstünde duran sigarasına uzandı. Dağılmış saçları ile keyifsiz olduğunu anlamak zor değildi. Benim başardığım hiçbir şey yokmuş ki. Şimdi durup düşünüyorum da, bu yaşıma geldim ve hâlâ başardım diyebileceğim bir şey yok. Ne aşk, ne iş, ne de hayallerimle ilgili tek bir sonuç elde edebilmiş biriyim. Yetersiz ve bir o kadar da gereksiz hissediyorum kendimi. Tek mükemmel olduğum şey kurduğum hayaller. Biriniz deli gibi her anın fotoğrafını çeker, diğeriniz en iyi terzidir, ötekiniz en iyi yemekleri yaparak iyi para kazanır. Ben ise sizlerin yanında sadece içerim. Yemek masasını hazırlayan Yosef söze karıştı. İkinizin bu hâlleri iştahımı kaçırmadan yemek yemeliyim. Vaktimiz azalıyor, yolumuz da uzun. Hadi acele edin. Elias; - Düğünleri sevmesek de orada olmamız gerekiyor, biliyorsunuz. Selly’nin yanında olacağımıza söz verdik. Yemeklerini yedikten sonra hazırlanıp düğün yerine gitmek için yola koyuldular. Çamurlu dar patikadan çıkmak iyi fikir gibi gelmişti onlara. Mose bu yolu ne kullanır ne de severdi. Buna rağmen dostlarına ayak uydurmak zorunda kaldı. Yol kısa olduğundan düğün şenliğine gitmeleri fazla vakitlerini almayacaktı. Bilemezlerdi ki bu yolda başlarına gelecekleri. Böyledir küçüğüm hayat. Bir masal gibi, başlarsın ve gidişat belli olsa da küçük bir aksilik tüm öyküyü berbat edebilir, güzelleştirebilir. Daniel yolda ilerlediklerinde toprağın yüzeyine çıkmış bir el görmüştü. Sarhoş olduğu için hayal ürünü olduğunu sanıyordu ki, Yosef bunun hayal olmadığını doğrular şekilde tepkisini vermişti. Hepsi büyük bir şaşkınlıkla toprak üstündeki ele bakıyor bir yandan da fikir yürütüyorlardı. Elias, elindeki baston ile toprağı

86

87


Öykü

Öykü

biraz daha karıştırıp el parçasını inceliyordu. Yosef elindeki fotoğraf makinesini ayarladıktan sonra birkaç adım geriye giderek arkadaşlarına seslendi. Hey! Büyük bir flaş patlamış ve gözlerini alan bu ışıktan sonra Elias, Mose ve Daniel okkalı bir küfür sallamışlardı Yosef ’e. Daniel edilen küfürlerin ardından Yosef ’e döndü. - Nasıl oluyor da bu anın fotoğrafını çekmek gibi bir isteğe sahip oluyorsun anlamıyorum. Ağzındaki sigara ile pek hoş görünmeyeceksin belki ama bu fotoğrafı çekmeseydim pişman olabilirdim. Yarınki gazetede isimlerinizi görmek çok hoş olacak. Hepsi birden o elin kime ait olabileceğini düşünüyorlardı. Kadın eliydi, serçe parmağındaki yüzük ise değerli bir taştan yapıldığı belliydi. Kim neden bu eli kesmek isteyebilirdi ki? Ne oldu küçüğüm? Korktun mu yoksa bu masaldan? Korkma. Çünkü insanoğlu dünyada var olduğundan beri, öldürür ve ölür. Masalın devamını dinleyecek kadar büyüdüğünde devamını anlatırım küçüğüm. Şimdi uyu. Uyumayacak mısın? Pekâlâ, öyleyse iyi dinle. 1. Dünya Savaşı adını verdikleri en kanlı savaş dönemine ismini yazdıran senedir 1914. Gerçi bu tarihten önce de savaşlar ve yıkımlar olmuştur elbette. Hatta ilk insanlardan kardeş katlini gerçekleştiren ve ilk ölümü başlatan Kabil’dir. Belki de bu dünyaya ölümü getiren Kabil’in lanetini yaşıyoruzdur, hırslarımızın sonucunda ölüm en mükemmel bir sonuç gibi geliyordur, kim bilir… Efendim? O toprak içinde duran el kime mi ait? Ah küçüğüm, öykümüzün sonunu merak ediyorsun değil mi? Gel sana onların fotoğrafını göstereyim, ilk çekmeceyi çek. Çerçeve içindeki fotoğrafı gördün mü? En soldaki Daniel, ortada duran Elias ve en sağdaki Mose. Yosef ’i görebilseydik keşke değil mi küçüğüm? Fotoğrafı çeken kişi olmanın kötü durumu bu olsa gerek. Her ânı yakalarken kendi anlarımızı yakalayamıyoruz. Aaa! Sabret küçüğüm, ben yaşlı bir kadınım. Konudan konuya geçmem çok doğal değil mi? O el, düğününe gittikleri Selly’nin eli küçüğüm. Mose’nin ilk ve son aşk dediği Selly. Gördün mü küçüğüm, insanlar sadece sevmediklerine değil sevdiklerine de kıyabiliyor bu dünyada. Kabil’in kardeşini öldürdüğünü anlatmıştım değil mi? Mose, bir başkasına ait olmasını kabullenememişti Selly’nin. Yalnızca elini bir kez tuttuğu kadının eline başka birisinin dokunacağını hazmedememişti. Takım elbisenin kumaşını ustalıkla kestiği gibi sevgili büyükanneciğimin elini de kesmişti. Bu fotoğraftaki duruşu ve soğukluğu beni bu yaşımda bile hâlâ ürkütüyor küçüğüm… Evet küçüğüm, o benim büyükannemdi. Bilmiyor muydun? Mose arkadaşlarına dönmüştü. Buz gibi bakışıyla yerde olan et parçasına baktı önce, sonra Daniel’den sigara istedi ve bastonuna dayanarak konuşmaya başladı. - Öldürmeyeceksin, dedi Tanrı. Öldürmedim. Öldürmeyi zaten hiç istemedim. Öldüremezdim de. İstemedim dokunduğum tenin bir başkasına ait olmasını. Selly. İlk ve son Aşk! Bakmayın yüzüme böyle. Ben, bana ait olanı aldım… Şimdi dostlarım, istediğinizi yapmakta özgürsünüz. İzin verin yapmam gereken başka bir işim daha var. Bastonunu çevirdi ve içinden çıkarttığı bıçağı beklenmedik şekilde önce Elias’a sonra Daniel ve Yosef ’e sapladı. Sonra ceketinin cebinden çıkarttığı bembeyaz mendile Selly’nin elini sardı ve oradan sakince uzaklaştı. Ardında bıraktığı fotoğrafı unutarak. Yazan: Öznur BAYCAN İllustrasyon: Erdinç KALAFAT

88

Fauton Kaçakları Fauton Dizisi :1 Kadının adı Meliha’ydı. İkinci katın camından dışarıya bakıyordu. Gün içinde trafiği kanlı canlı olan caddede normal olmayan bir şeyler fark etmişti. Bu nedenle gözlerini kısmıştı. Saniyeler aktı gitti. Bir şey olmayınca dönüp hemen arkasındaki sandalyede arkası dönük oturan kısa beyaz saçlı adama baktı. Gazete bulmacasına dalmıştı yine. Meliha tam ona caddeyle ilgili bir şey diyeceği sırada hissikablelvukuyla başını caddeye çevirdi. O şey yine oluyordu. Kadın caddenin karşı tarafında sola doğru giden iki bölmeli kırmızı otobüsün hemen arkasından gelen beyaz BMW’yi görünce nefesini tuttu. İçinden ‘Araba şimdi otobüsü sollayacak ve karşıdan gelen şu turuncu minibüsle çarpışmasına ramak kalacak’ diye geçirdi. Soluk almadan akan giden saniyeler sonrasında tuhaf bir şey hariç her şey düşüncesi doğrultusunda gerçekleşti. Turuncu minibüs vaktinde fren yapınca çarpışma son anda engellendi. Karşılıklı ateş eden silahşörler gibi araçların klaksonları çaldı ve sustu. Meliha bu sahneyi defalarca görmüştü. Farklı olan camın tam karşısında karşı kaldırımda duran lacivert tişörtlü, uçuk mavi pantolon giymiş kumral bir kadındı. Çok genç durmuyordu. Elli başları falan diye tahmin etti Meliha. Kilosunu iyi korumuş ama. Sol elinde dondurma vardı. Bakışları karşılaşınca sağ elini havaya kaldırarak kendisine neşeli bir selam verdi. Vitrininde beyaz harflerle Libase yazılı bir butiğin önünde duruyordu. Aralarındaki mesafe taş çatlasa yirmi beş metreydi. Meliha gayri ihtiyari aynı hareketi yineleyince kadın ‘Gelsene aşağıya’ işareti yaptı. “Meliha, uskumrugiller ailesinden iri bir balık. Yedi harfli. Üçüncü harfi K.” Kadının ‘gel’ çağrısı ve kocası Fehmi’nin son bir saat içinde belki yirmi defa tıpatıp aynı şekilde söylediği sözler bir arada uyuşuk duran bilincinde bir sıçrama yaptı. “Fehmi gel şuraya bir bak.” “Balığın ismi ne olacak peki?” Meliha, ‘Orkinos’ demekten son anda vazgeçti ve “Çabuk dedim. Gel bak şuraya.” Adam ses tonundaki heyecan tınısından etkilenmişti. Elindeki kurşun kalemi gazetenin üstünde bırakıp ayağa kalktı ve aheste adımlarla yanına geldi. O gelene kadar turuncu minibüs, beyaz BMW ve otobüs iyice uzaklaşıp görünmez olmuşlardı. Ona el sallayan kadın el kol hareketi yapmayı bırakmış aynı yerde duruyordu. Meliha kadını çok merak etmişti, ama önce ondan daha yakıcı bir düşünceyi test etmek istiyordu. Kadın ve meçhul niyeti şimdi ikincil önemdeydi. “Ne var?” “Biraz bekle. ” “Neyi bekleyeyim?” “Biraz sabırlı ol ve dinle. Birazdan şu taraftan kırmızı renkli uzun bir otobüs gelecek. Arkasından hızla bir BMW yetişecek, yeni model beyaz bir BMW, onu sollayacak ve de karşıdan gelen turuncu bir minibüsle çarpışmalarına ramak kalacak. Karşılıklı korna çalıp gidecekler.” “Nerden biliyorsun?”

89


Öykü Meliha içini çekerek lacivert tişörtlü kadına baktı. Ellerini göğsünde kavuşturmuş bekliyordu. Kadını hiçbir yerden tanımıyordu, ama zihninde bir aşinalık akısı parlamıştı. Nefesini tutup bekledi. Hımbıl saniyeler isteksizce akıp gitti ve ansızın sağ taraftan kırmızı renkli iki parçalı otobüs göründü. Sol taraftan da turuncu minibüs gelmekteydi. Meliha kocasına baktı. Adamın yüzü hayret yüklüydü. Beyaz BMW otobüsün arkasından gelip solladı. Klaksonlar çaldı ve araçlar yollarına devam etti. Kocası apışmış durumdaydı. Meliha da ondan aşağı kalır durumda değildi. Lacivertli kadına baktı. Aynı şekilde duruyordu. Meliha kadınla konuşmaya can atar olmuştu birden. “Nasıl bildin bunu?” “Durmadan aynı şey oluyor da ondan. Sen bana kimbilir kaç defa Orkinos’un K’sini sordun. Fehmi’nin yüksek tansiyon nedeniyle hep kırmızı olan yüzü bir ton daha kızarmıştı birden. “Vay canına!” dedi. “Ben de bu cama gelip kaç defa baktım. Kırmızı otobüs, beyaz araba ve turuncu minibüs. Bu ilki değildi.” Meliha kulakları uğuldayarak kocasına baktı. Belleğindeki belli belirsiz kıpırtılar kocasının haklı olduğunu söylüyordu. Başlangıç noktası sandığı yerde değildi. Karşı kaldırımdaki kadına baktı. Sırtı dönüktü bu defa. Butiğin vitrinine bakıyordu. İçinden bir ses ‘O biliyor. O biliyor. Git konuş.’ diyordu. “Ne yapıcaz?” Bu sözler üzerine kadın içini çekerek oturma odasına baktı. Sokak kapısına yakın duran iki mukavva kutu, bir masa, iki sandalye dışında oda boştu. Beyninde dayalı döşeli bir salon fotoğrafı belirdi ve kayboldu. Bordo koltuk takımları, divan, el örgüsü halılar, klasik tarzda sehpalar, büfeler, kristal kül tablaları ve duvardaki yağlı boya tablo. Fehmi’nin gençliğinde yaptığı Osman Hamdi’nin ‘Kaplumbağa Terbiyecisi’ tablosunun bire bir kopyası. Herkes hayran oluyordu becerisine. Beş bin liraya alıcısı bile hazırdı. Peki odanın böyle boş olması ne demekti? “Ben korkmaya başladım Meliha.” Meliha ‘ben de’ anlamına başını salladı ve masanın üzerindeki gazetenin tarihine baktı. 29 Kasım 2013 tarihli bir gazetenin bulmaca ekiydi. Kadının uyanan belleği bu odada meydana gelmiş çok tatsız bir şeyin ön bilgisini yollamıştı. “Bir şey yapmamız lazım.” Kadın kocasına baktı. Adam haklıydı. O kadın, o kadın biliyordu. Yardım edebilirdi. “Dışarı çıkalım.” Eskiden portmantonun olduğu yer boştu. İkisinin de ayaklarında ev terliği vardı. Dışarıda hava sıcaktı. İnsanlar ince giyimliydi, ama ayakkabı giymeden, üzerine ya da eline bir şey almadan dışarı çıkılır mıydı? Cüzdansız, kimliksiz, makyajsız. Birbirlerine baktılar ve ânında ‘başka çare yok’ fikrinde anlaştılar. Kocası mimikleriyle ‘sen yap’ mesajı yollayınca Meliha elini kapının tokmağına uzattı ve kapıyı kasaya bağlayan dili çözdü. * Kapının karşı kaldırıma ve lacivertli kadının hemen dibine açılmasına çok şaşamadılar. Yüklendikleri şok nedeniyle şaşırma kotaları dolmuş ve hissiyatları bir anlığına kilitlenmişti.

90

91


Öykü

Öykü

Lacivertli kadın sandığından daha uzun boylu ve daha yaşlıydı. Yetmişine merdiven dayamıştı; ama dinç görünümlüydü. İri ela rengi gözleri, boyalı gür saçlarıyla hoş bir havası vardı. “Geldiniz sonunda.” “Ne oluyor? Bir fikriniz var mı?” “Tanışalım önce. Adım Meral.” “Ben Meliha, kocam Fehmi.” Meral konuşkan ve sempatik biriydi. Ellerini sıktı. “Memnun oldum. Belediyenin bilgisayar kursunu başarıyla bitirdim. Beyin kanamasından ölmeden bir gün önce. Sonra kendimi burda buldum. Sabah akşam. Geceleri donuk akışlı bir bilinçle. Gündüzleri cadde trafiği hızıyla. Ama geriye doğru.” “Geriye doğru mu?” “Evet. Ben 2015yılının Şubat’ında öldüm ve neden bilmiyorum bu caddeye geldim.”. Kadın eliyle biraz ilerideki mini marketin önünde duran gazeteleri işaret etti. “Şu anda 2013 yılının 29 Kasım’ındayız. Şu elimdeki dondurmaya bak. Ne bir tek kez yaladım ne de bir damlası eridi aktı. Bunca zamandır böyle. Karnım acıkmadı. Uykum gelmedi. Canım sıkılmadı.” Meliha son dakikalarda bunu duymaya hazırlıklıydı, ama yine de sarsılmıştı. “Biz de mi?” Meral Hanım anlayışla tebessüm etti ve başıyla olumladı. Meliha yan gözle Fehmi’ye baktı. Adamın gözleri dolmuştu. “Şimdi ne olacak?” “Siz şu ana kadar gördüğüm ilk benzerimsiniz. Başkaları da olabilir belki. Sanırım birlikte geçmişe doğru kaymaya devam edeceğiz. Her sabah bir önceki sabah olacak.” “Böyle ne kadar devam eder ki?” “Orasını Allah bilir. Bekleyip göreceğiz. Geldiğinize sevindim. Yalnız hiç canım sıkılmadı, ama beraber olunca daha iyi.” Meliha kelimelerini tartarak dışarı saldı. “Öldük, ama bilinç taşımaya ve dış dünyayı deneyimlemeye devam ediyoruz. Bunun bir nedeni olması gerekmez mi?” “Gerekir tabii, ama aklımız ermez. Yıllardır buradayım. Tek bir mantıklı izah bulamadım bu varlık tezahürüme.” Meliha’nın belleğine geçmişe ait bilgiler üşüşmeye başlamıştı. Fehmi’yle üniversitede tanışmış ve evlenmişlerdi. İkisi de gıda mühendisiydi. Organik gıda malzemeleri satan bir dükkânları vardı. Çocukları olmamıştı. Penceresinden dışarı baktığı daire onların mülküydü. Yirmi iki yıldır orada oturuyorlardı. Sonra birden Meliha kendini bir arabada gördü. Beyaz bir arabaydı. Kocası kullanıyordu. Fotoğraflar gözünün önünden çok hızlı geçiyordu. Ne yaparsa yapsın kareleri sabitleyemiyordu. Yorgunluk verici bir işlemdi. Vazgeçip kocasına baktı. Onun yüzünde de ansızın hücum eden bilgilerle halleşen bir ifade vardı. Meral her şeyi kabullenmiş birine has tevekkülle tebessüm ediyordu. Meliha’nın beyninde birden çok gaddar bir soru patladı, ama bunu seslendiremeden araya bir olay girdi. Beyaz bir otobüs tam önlerinde durmuştu. Eski model bir Mersedes’ti. Meliha’ya lisedeyken geziye gittikleri otobüsleri hatırlatıyordu. İçinde çoluk çocuk, adam kadın on kadar yolcu vardı. Aracın kapısı açıldı. İriyarı, esmer, Ayhan Işık bıyıklı bir şoför onlara bakıp gülümsedi ve “Haydi binin bakalım Fauton Kaçakları. Çabuk olun da geç kalmayalım.” Dedi.

Meliha en önde duruyordu. “Siz de kimsiniz ya?” diye sordu hayretle. “Ben Fauton Kaçakları’nı toplayan üniteyim.” Meliha adamın konuşmasında ve ortamın üzerine yaptığı etkiyle organize bir şaka kokusu almıyordu. “Neymiş bu Fauton denen şey?” dedi. Şoför saygılı bir mesafesizlikle gülümsedi. “Kendileri foton üreten akıllı fotonlar. Bunlara Fauton deniyor. Fotonlar elektro manyetik alanların teşkili dahil evrendeki her şeyden sorumludur. Fautonların sayısı çok azdır. Bunlar bazen hayatlara öngörülmeyen, program dışı şekillerde müdahale ederler. Bunlara ancak belli bir dereceye kadar göz yumuluyor. Fautonların elektro manyetik dalga salınımlarında da bir sınır var. 10 21 Hertz en üst sınırdır. Zetta Hertz yani. Bu aşılınca geri toplanmaları gerekir. Yönetmelikte böyle yazıyor.” “Biz şimdi Fauton muyuz yani?” “Evet. Üstelik frekansınız 10 24 Hertz. Yotta Hertz deniyor. Buna izin yok. Çok sakıncalı bir seviye. Siz insan değilsiniz. Sandığınız gibi bir geçmişiniz yok. Kötü bir kopyadan ibaretsiniz. Bozunma katsayınız çok düşük. Tahribat çapınızsa büyük. Bu nedenle sizi alıp esas ait olduğunuz yere götüreceğim.” Meliha çok merak etmişti. “Neresiymiş orası?” Bunu ben izah edemem.” Dedi şoför. “Ben sadece gelir, alır ve götürürüm. Bilgim ve görgüm vardığım yeri, yani nihai kaynağı çözümlemekten acizdir. ” Meliha başını çevirip Meral’e baktı. Kadın bu işte bir hinoğlu hinlik sezmiyordu belli ki. Ayağını otobüsün basamağına koymaya hazırdı. Kocası da benzer bir ruh halindeydi. Dışarıda serseri gibi durmaktansa örgütlü bir girişime dahil olmak istiyordu. Meliha’nın da şaşırtıcı bir şekilde bunu yapmaya teşne olduğunu fark edince omuzlarını silkti ve sağ ayağıyla otobüsün alt basamağına bastı.

92

93

* Meliha bir rüyanın ardından uyandı. Etrafına baktı. Arabalarının içindeydi. Otobandaydılar. Fehmi direksiyondaydı. İstanbul’a Meliha’nın kız kardeşini ziyarete gitmişlerdi. Balıkesir’e, evlerine dönüyorlardı. Saatine baktı, sabahın dört buçuğuydu. Rüyasında gördüğü şeylerin algısı şiddetlenince içini bir korku bürüdü. Fehmi lens kullanıyordu, ama altmış sekiz yaşındaydı ve artık geceleri iyi görmüyordu. Kocasının ısrarı üzerine gece yolculuğuna razı gelmişti. Adam da onun ısrarı üzerine İstanbul’a gitmişti çünkü. “Bugün ayın kaçı?” Kocası sağırmışçasına sözlerine hiçbir tepki vermemişti. Kısık gözlerle ileriye bakıyordu. “Sana söylüyorum Fehmi.” Dedi Meliha daha yüksek sesle. Fehmi’nin omuzlarında bir dirilme oldu. Hırıltılı bir şekilde nefesini dışarı saldı. Oturduğu yerde dikleşti. “Ne dedin?” Bütün gayretine rağmen sesi uykulu çıkmıştı. Meliha’nın içi iyice buz kesmişti. Araba yüz on beş kilometre hızla gidiyordu ve kocası muhtemelen son saniyelerde uyuklamaktaydı. Konuşunca dirilmişti. “Bugün ayın kaçı dedim.” Fehmi içini çekti ve gaza basan ayağındaki baskı gücünü azaltırken, “Ayın 28’i.” dedi. Sinyal vererek sağ şeride geçti ve hızını belirgin bir şekilde azalttı. Arkalarından turuncu bir minibüs hışım gibi geçti. Geçerken iki kez klaksona bastı. Fehmi de ona aynı şekilde karşılık verdi.


Yazan - Çizen: Bora ORCAL

Öykü Meliha içinden ‘vay canına’ dedi ve kocasının minibüs hakkında bir şey söylemesini bekledi. Unutmuştu belli ki. “28 Kasım mı yani?” diye sordu. Fehmi, ‘hanım iyi misin?’ bakışıyla baktı, yüzünü süzdü ve başıyla olumladı. Meliha, 29 Kasım sabahındaki garabeti, yinelenen sahneleri, Meral Hanımı ve bir otobüsün onları almaya gelmeleri dahil her şeyi hatırlıyordu. Şoförün yüzünü unutmuştu. Alice Harikalar Diyarında’ki kedinin gülümsemesi gibi aklında sadece adamın bıyıkları vardı. Yottaları, zettaları, fautonları falan unutmuştu, ama aklında kalanlardan tek bir anlam çıkarmıştı. Eğer Fehmi vaktinde uyanmasaydı kaza geçirecekler ve 29 Kasım’ı göremeyeceklerdi. Meliha o garip rüyaları gördüğü uykudan tam zamanında uyanmıştı. “Eve daha ne kadar var?” “Elli, altmış kilometre falan.” Meliha, sol eliyle kocasının omuzuna dokundu. “Geldik sayılır. Az ileride nefis mercimek çorbası yapan bir yer var biliyorsun. Orada bir ihtiyaç molası verelim. Bir çorba içelim. Üstüne de bir kahve. Ne dersin?” Fehmi’nin yüzündeki itiraz çizgileri pek kısa ömürlü olmuştu. Az önce sol şeritte o kadar sürat yaparken bir anlığına uyuduğunu fark etmiş ve fena halde tırsmıştı. Yoksa direnir ‘Kahveyi evde ben yaparım.’ deyip gaza basardı. “Tamam.” Yolbaşı adlı çorbacının önünde durdular. Arabayı park ettiler. Meliha arabanın kapısını açıp sağ ayağını yere basınca camdan gördüğü şeyleri, Meral Hanımı ve kaçak peşindeki otobüs şoförünün bıyıklarını falan bir anda unutuverdi. Yazan: Sadık YEMNİ

94

İllüstrasyon: E. Gökhan ALTUN

95


96

97


ÇizgiRoman Sinema

The Legend Of Korra The Legend Of Korra Dünya elementlerden oluşur. Hava, su, toprak ve ateş… Bu elementlerin dengesi dünyayı döndürür. İnsan elementlerden oluşur. Rab tarafından topraktan oluşturulan bedeni, vücudunun çoğunluğunu oluşturan su rezervi, iletimi sağlayan ateşle eş değer elektriksel beyin yapısı ve yaşaması için içine çektiği ve yapısal devinimini devam ettirmek için kullandığı hava… Bu elementlerin dengesi insanın hayatta kalmasını sağlar. İşte bundan yola çıkarak oluşturulan Asya topraklarında ve kültüründe geçen bir devam dizisini sizlere aktarmaya çalışacağız sayfalarımızda: Bayrağı “Son Hava Bükücü Aang”ten devralan asabi, özgür, sabırsız Korra… Fakat Korra’yla yolculuğa çıkmadan önce biz isteriz ki onun öncesine Son Hava Bükücü Aang’a uzanalım ve onun hikâyesine kısaca bir göz atalım. Avatar: The Last Airbender Avatar: Son Hava Bükücü, Michael Danta DiMartino ve Brayn Konietzko’nun yapımcılık ve yönetmenliğinde Kalifornia’daki Nickelodeon Stüdyoları›ında oluşturulmuştur. Animasyon süreci Güney Kore’de gerçekleştirilmiştir. Asya etkileri taşıyan dövüş sanatları ve elementler etrafında dönen Avatar Aang ve arkadaşlarının dünyayı acımasızca ele geçirmeye çalışan merhametsiz ve hırslı Ateş Kralı’ndan kurtarmak için çıktıkları macerayı anlatmaktadır. Dizinin senaryosu kitap serisi olarak düzenlenmiş ve her sezon bir kitaba denk gelecek şekilde düşünülmüştür. Dizinin ilk bölümü orijinal konsepte uygun olarak altı yılda gerçekleştirilmiştir. Normal şartlar altında bu süre bir animasyon için çok uzundur. İlk olarak Kasım 2004’te başlaması planlanan dizi ancak 21 Şubat 2005’te gösterime girmiştir. Beyaz camda gösterilmeye başladığı anda özellikle 6-11 yaş grubunun ilgisini çekmiş sonrasında yaş sınırı tanımaksızın yüksek bir izleyici kitlesini ekrana bağlamıştır. Emmy Ödüllü çizgi dizi başarısını izleyici yelpazesinin genişliğine ve akıcı hikâyesine borçludur. Dizi üç sezon boyunca izlenme rekorları kırmayı başardı. 2010 yılında sinemaya da

98

99


ÇizgiRoman

ÇizgiRoman

Sinema

İnceleme

uyarlanan yapım böylece beyaz perdeyi de elementlerin gücüne boyadı. Yalnız animasyonu kadar etkili olamadı. Üçleme olarak düşünülen yapımın ilki çizgi dizide olduğu gibi ilk kitabı içeriyordu. Yapımın ikinci kitabının 2012’de üçüncü kitabının ise 2014’te çekilmesi planlanıyordu. Korra ile tanışmadan önce son olarak Avatar: The Last Airbender’ın karakterlerine ve maceranın geçtiği evrenin sakinlerine bir göz atalım; Uluslar Hava Gezginleri: Ateş ulusu tüm hava bükücüleri yok ettiği için mekânları öksüz kalmıştır. Batı, doğu, kuzey ve güney hava tapınağı olmak üzere dört ana karadan oluşur. Hava bükebilme yeteneği olan ulustur. Ne yazık ki bu ulusun son üyesidir Aang… Su Kabilesi: Kuzey ve Güney olmak üzere iki anakaradan oluşur. Ateş ulusu saldırılarına devam ettiği için küçülen kabilenin üyeleri su bükebilmektedirler. Bazı güçlü su bükücüleri kan da bükebilmektedir. Toprak Krallığı: Kuzey, Güney ve Doğu olmak üzere üç anakaradan oluşan krallığın insanları toprak elementini bükerler. Taş, kum, kristal ve metali de bükebilmektedirler. Başkentleri Ba Sing Se’dir. Ateş Ulusu: Ateş ulusu insanlarının yaşadığı yerdir. Bir adet anakaradan oluşur. Tek anakara ateş ulusu insanlarına yetmemiş olacak ki diğer uluslara saldırıp toprak büyütmenin ve dünyayı yönetmenin peşindedirler. Ateş ve yıldırımı bükebileler. Aang ve Silah Arkadaşları Avatar Aang: 12 yaşında (takriben 112) bir hava bükücüdür. Eğlenmeyi ve hava bükmeyi pek sever. Hayatı ciddiye alan bir yanı yoktur. Yol arkadaşları ile tanışmadan önceki dostları uçan dev bizonu Appa ve küçük lemuru Momo’dur. Aang bu hâline rağmen yaşadığı olaylarla birlikte büyüyecek ve dünyanın dengesini tekrar kazanması için ter dökecektir. Katara: 14 yaşındadır. Güney Kutbu›nda kalan son su bükücüdür ayrıca dünyada kan bükebilen iki kişiden biridir. Şifacıdır. Katara ve kardeşi Sokka Avatar’ı buz dağından çıkarırlar ve macera başlar. Katara, Aang’e sorumluluğu, cesareti, ciddiyeti ve aşkı öğretir. Katara

100

Korra

Katara

olgun, sevecen ve sakin bir karakterdir. İleride Aang’le evlenecek ve Korra’ya su bükme Toph Sokka konusunda dersler verecektir. Sokka: 15 yaşındadır. Su kabilesindendir fakat su bükemez. Buna rağmen zekâsı, olaylara bakış açısı ve rahatlığı ile yaşadığı maceranın üstesinden gelir ve Avatar’ın en büyük yardımcılarından biri olur. Toph: Toprak krallığındandır. İnanılmaz bir toprak bükücüdür. Bir kıza göre kaba, bencil ve kibirlidir. Gözleri görmez ama o gözlerinin yerine ayaklarını koyar. Zamanla kötü yanlarını törpüleyerek iyi bir savaşçı hâline gelir. Maceranın ilerleyen bölümlerinde metal bükebilmeyi de keşfedecektir. Zuko Azula Zuko: 16 yaşındadır. Ateş kralının oğlu ve tahtın varisidir. Önceleri kendini babasına kanıtlamayı takıntı hâline getirdiği için Avatar›ın en büyük düşmanı olacak ve onu yakalamak için amansız bir mücadelenin içine girecektir. Babasının onu krallıktan uzaklaştırması üzerine bu takıntı daha da derinleşecek ve onu sonunu hiç tahmin etmediği bir maceranın kucağına itecektir. Ayrıca doğadaki beş yıldırım bükücüden biridir. Azula: Zuko’nun ikiz kız kardeşidir. Hırslı, kibirli ve nefret dolu bir yapısı vardır. Tek amacı kardeşini alt edip babasının tahtına sahip olmaktır. Bunun içinde hikâye boyunca yapmadığı kötülük kalmaz. Çok güçlü bir ateş bükücüdür. Sağlam bir iradeye sahiptir. Aang ve yol arkadaşları üç sezon boyunca bizi dövüş tekniklerinin, elementlerin ve doğanın dansına davet etti, bittiğinde herkes sonraki avatarı ve hikâyesini merak etmeye başlamıştı. İşte tam da bu sırada havai, sabırsız, sinirli ve başına buyruk kızımız Korra kutuplardan çıkageldi. The Legend of Korra İlk gösterimini 14 Nisan 2012’de Nickelodeon ABD’de yapmış olan animasyon dizisidir. Türk izleyicileri ile ilk önce Nichelodeon’da 26 Ağustos 2012’de buluşan dizi Avatar: The Last Airbender’ın devamı niteliğindedir. Aynı evrenin modernleşmiş hâlini izleyiciyle buluşturur. Korra, Aang’ın 70 yıl sonra dünyaya gelen reenkarnasyonudur. İlk Avatar’ın yaratıcıları olan Michael Dante DiMartino ve Byran Konietzko tarafından ete kemiğe büründürülür kahramanımız. İlk olarak 12 bölümlük bir mini dizi olarak planlanan yapım sonrasında dört kitaptan oluşacak olan sezonlara ayrıldı. Asidir, başına buyruktur, asabidir, erkekfatmadır ve sinirlendiğinde saldırgan olabilmektedir. Başına buyrukluğunu daha sezonun ilk bölümünde huzurlu yuvasından kaçıp Cumhuriyet Şehri’ne Tenzin’i bulmak için gelmesiyle gösterir. Şehri âdeta birbirine katan asi fatmamız bu katış sırasında asli düşmanının

101


ÇizgiRoman

ÇizgiRoman

Sinema

İnceleme

propaganda çalışmalarıyla da karşılaşır fakat o an için durumun vahametinin farkında değildir. Onun tek istediği su bükmeyi ustasından öğrenmektir ve lügatinde sabır sözcüğü geçmediği için bunu bir an önce yapmak istemektedir. Cumhuriyet Şehri›nin ise onun için daha büyük planları vardır. Şehre dengeyi getirmek, Amon’a karşı durmak, âşık olmak ve içindeki Avatar’ı ortaya çıkarmak gibi… Dizinin çoğunluğu yaratıcıları tarafından “Manhattan Asya’da olsaydı…” şeklinde tanımlanan Uluslar Birleşik Cumhuriyeti’nin başkenti olan Cumhuriyet Şehri’nde geçmektedir. Korra bükücü karşıtı Amon’a karşı durmak zorundadır. Amon bükücülerin halkı böldüğünü ve gerçek özgürlüğün bükücülerin kökünü tamamen kazımaktan geçtiğini düşünmektedir. Halk onun hitabetine hayran kalır. Onun gerçekten özgürlüğe inandığını düşünür. Lakin Amon’un daha karanlık planları vardır. Kendisi de yetenekli bir kan ve su bükücüdür. Ayrıca zamanla bükme yeteneğini yok etmek gibi bir özellikte kazandırmıştır kendine. Amon, geçmişin intikamını almak üzere planını başarıyla gerçekleştirirken Avatar bu zeki ve karanlık adama ancak güçlerini ve iç görüsünü geliştirerek karşı koyabilecektir. Korra bu konuda yalnız değildir çok şükür ki! Onu koruyacak, destekleyecek ve kendini geliştirmesini sağlayacak arkadaşları vardır yanında. Karakterler Mako Bolin Mako: Gizemli ve düşünceli bir gençtir. Ateş bükücüdür. Babasının ona hatıra bıraktığı kırmızı atkıyı boynundan hiç çıkarmaz. Kardeşi Bolin ile birlikte Pro-Bending isimli bir spor yapmakta ve müsabakalara katılmaktadır. Korra ile kardeşi sayesinde tanışır. Tam bu sırada da zengin, yetenekli ve zeki olan Asami ile sevgili olurlar. İlk sezonun başlarında Korra’ya karmaşık ve inişli çıkışlı giden arkadaşlıkları sonunda aşka dönüşür. İkinci sezonda Korra’dan ayrılmış ve polis olmuştur. Bolin: Mako’nun kardeşidir. Neşeli, obur, beceriksiz ve hayatı ciddiye almayan bir tavrı vardır. Başlangıçta Korra’dan hoşlanmıştır fakat duygularını bastırmak zorunda kalır. Ateş bükücüdür. Pabu adında bir ateş gelinciği vardır. İkinci sezonda bir film yıldızı olmuş ve gerçek aşkı bulmuştur. Tenzin: Aang ve Katara’nın üç çocuğundan biri ve ailenin tek hava bükücüsüdür. Korra’nın hava bükme konusundaki ustasıdır. Normalde sert ve kaba gibi görünse de çocukları etrafını çevrelediğinde Tenzin Amon oldukça neşeli ve yumuşaktır. Amon: Eşitlikçiler adını verdiği bir anti-bükme grubunun lideridir. Yüzünü her daim gizlediği bir maske takar. Ailesini bükücülerin öldürdüğünü ve onu da feci şekilde yaraladıklarına dair bir hikâye anlatmaktadır takipçilerine. Ama işin aslı çok farklıdır. Amon, bir su ve kan bükücüdür. Ayrıca bükme yeteneğini elinden alabilecek bir yöntem geliştirmiştir. İlk sezonda bu yöntemle Korra’nın yeteneklerini de elinden almayı başarır. Geçmişin ve babasının intikamını almak için

102

Lin Bei Frong

gelmiştir Cumhuriyet Şehri’ne. Sezonun sonunda kardeşi ile birlikte ölür. Lin Bei Fong: Toph’un kızı ve Cumhuriyet Şehri polis teşkilatının şefidir. Sert, güçlü ve erkeksi bir kadındır. Toprak ve metal bükme yeteneği üst düzeydir. Aynı zamanda Tenzin’in eski sevgilisidir. Tenzin’e karşı içinde hâlâ gizli bir sevgi beslemektedir. Hiroshi Sato: Sato şirketinin başı ve Amon’un gizli destekçilerindendir. Karısının bükücüler tarafından öldürülmesinin intikamını Amon ve ekibine destek vererek almaya çalışır ama başarılı olamaz. Asami’nin babasıdır. Asami: Hiroshi Sato’nun kızıdır. Bükücü değildir. Akıllı, güzel ve yeteneklidir. Çok iyi bir dövüşçüdür. Babasının intikam planlarını öğrenince ona karşı Korra’ya katılır ve Amon’a karşı savaşır. Başlangıçta Mako’nun sevgilisidir fakat sonrasında Mako’nun Korra’ya olan sevgisini öğrenince ayrılırlar. İkinci sezonda şirketini batmaktan kurtarmaya çalışır ve hâlâ Mako’ya âşıktır. Naga: Korra’nın dişi kutup ayısı köpeğidir. Korra’ya iki kitapta da geçmişten gelecek birçok ruh ve Aang’in ailesi de yardım etmiştir.

Yayımlanmış Bölümleri Kitap 1: Hava 1. Welcome to Republic City (Cumhuriyet Şehri’ne Hoş Geldiniz.) 2. A Leaf in the Wind (Rüzgârdaki Yaprak) 3. The Revelation (Vahiy) 4. The Voice in the Night (Gecedeki Ses) 5. The Spirit of Competition (Rekabet Ruhu) 6. And the Winner Is... (Ve Kazanan...) 7. The Aftermaths (Kötü Sonuçlar) 8. When Extremes Meet (Aşırı Uçlar Birleşir) 9. Out of the Past (Geçmişten İzler) 10. Turning the Tides (Gidişatı Değiştirmek) 11. Skeletons in the Closet (Kirli Çamaşırlar) 12. End Game (Son Hamle)

103

Hiroshi Sato

Lin Bei Frong


ÇizgiRoman İnceleme

Kitap 2: Ruhlar 1. Rebel Spirit (Asi Ruh) 2. The Southern Lights (Güneyin Işıkları) 3. Civil Wars Part 1 (İç Savaşlar Bölüm 1) 4. Civil Wars Part 2 (İç Savaşlar Bölüm 2) 5. Peacekeepers (Arayıcılar) 6. The Sting (Acı) 7. Bengining Part 1 (Başlangıç) 8. Bengining Part 2 (Başlangıç) 9. The Guide (Rehber) 10. A New Spiritual Age (Yeni Ruhsal Çağ) Avatar dünyaya dengeyi getirmek için yüzyıllardır farklı bedenlerde mücadele hâlinde. Elementleri sevgi ve denge için kullanmakla meşgul. Biz onun hikâyesini iki farklı bedende kitaplarca izlemeye devam ediyoruz. İnsan düşünmeden edemiyor; yaşadığımız bu hayatta avatarlar yokken dünyanın dengesini korumak kime düşer? Kim sevgi ve dengeyi korumalı ve bozanlara engel olmalı diye. Avatarlar yok bu dünyada ama elementler bizi çevrelemeye devam ediyor. O vakit dünyanın sevgi ve dengesini korumak bizlere düşmüyor mu? Melahat YILMAZ

104

105


106

107


Öykü

Kötü Adam Ben kötü bir adamım. Önce annem bileğini kesti, sonra babam annemin bileğini kesmesine dayanamayarak boynundaki atar damarı kesti. Kayıtlara ikisi de bu tarifle, birer intihar olarak geçti, ama yalandı: Önce annemi uykuda yakalayıp bileğini kestim, sonra annemin başında afallamış duran babama arkadan yaklaşıp boğazını –tek hamlede! Çok kibardı. Tertemiz bir işti. Henüz on dokuz yaşındaki bir acemi için lüzumundan fazla temizdi. Kullandığım eldivenleri saklamayı çok isterdim, ne güzel bir hatıra olurdu! Ben kötü bir adamım, ama annem ve babam da birer kötüydüler. İstanbul’un en ücra köşelerinden birinde, ama gayet güzel bir bahçeli evde yaşıyorduk. Bahçemizde çiçekler, perdelerimizde karanfil kokuları olurdu -fakat duvarlarımızda hep bıçak izleri. Babam esaslı bir hırsızdı ve beni de eğitmeye o kadar hevesliydi ki her gün saatlerce idman yapardık: Annem duvara kurşun kalemle bir ev sahibi çizer (bir çember, altına paralel inen iki çizgi, kol niyetine de yine ikişer paralel –ama bu sefer göğe uzanan- düz çizgi), ben de bıçağı ev sahibini vücudunun muhtelif yerlerine isabet ettirmeye çalışırdım. Kafasına dikkat etmeliydim, çünkü lazım olmadıkça adam öldürmemem gerekiyordu –kim bilir kaç yıl cezası vardı? Bu hayat risk almayı kaldıramaz. İlk işimi hatırlıyorum: Akşam herhâlde dokuz buçuk falandı. Bir memurun evine girmiştim (Adamı üç günden beri takip ediyordum.). Nedense hiç gergin hissetmiyordum kendimi. Adam salonda, kanepesine uzanmış uyukluyordu. Göbeğinin üstündeki uzaktan kumandanın, her soluk alış verişinde inip kalktığını görünce gülesim gelmişti. Çok zavallı bir kareydi! Yani adamcağız kendi kontrolünü öyle yitirmişti ki uykunun nasıl geldiğini duyamamıştı, kumandayı kaldırıp bir sehpaya bile koyamamıştı. İnsanın uykusuna karşı bu kadar aciz kalması komik değil mi? Yine de kendimi tuttum ve gülmedim. Gürültü yapmamalıydım. Babam bunu bilhassa öğütlemişti. Salonu sessiz adımlarla geçip, diğer odalara bakmaya koyuldum. En dipteki oda herhâlde çalışma odasıydı. Nasıl hevesle girdiğimi anımsıyorum… Hemen çalışma masasına çömdüm. Tam çekmecelerden birini karıştırırken, salondan bir ses geldi: Adam esniyordu –uyanmış olmalı. Çabucak çekmeceyi kapadım ve kapının tam karşısındaki tekli koltuğun arkasına sipere yattım. Böylece bir yandan kapıyı gözlüyor, bir yandan da gizlenebiliyordum. Çok sürmedi, yarım dakika içinde adamın yalpalaya yalpalaya odaya geldiğini gördüm. İşte ilk kez o zaman gerildiğimi hissettim –elim birden üşüdü, bıçağım belimdeydi. Adam ışığı yaktı, masasına yöneldi. Masa çaprazımda kalıyordu. Beni görebilirdi. Koltuğun diğer bir yanına saklanmak istedim –PAT!. Ayaklarım birbirine dolanmıştı. Zaten insan ayaklarına güvenmemeliydi, babam hep böyle derdi. Ayaklar insanın en başına buyruk organıymış. PAT! O ses hâlâ kulaklarımda. Gerginlikten öte, korktuğumu anımsıyorum: Adam bana döndü, yüzünde hayalet görmüş gibi bir ifade vardı –filmlerde olur. Gözleri kocaman açılmış, rengi bir anda bembeyaz olmuştu. Tereddüt etmeden bıçağımı çektim ve adamın omzuna gönderdim –tam isabet! Babam orada olsa, “Aferin oğluma!” derdi. Adam daha ilk şaşkınlığı atlatamamıştı, üzerine omzuna bir bıçak saplanınca, hepten afalladı. O çığlığı basarken, ben çoktan kendimi odadan dışarıya atmıştım. Geldiğim yerden çıktım, ama geldiğimden

108

109


Öykü

Öykü fazlasıyla dönmek için girdiğim yerden geldiğimden azıyla dönüyordum: İlk bıçağımı yitirmiştim. Babam buna oldukça kızacaktı. İşte ilk işim buydu. Bir memura mağlup olmuştum –hayır, berabere, onun da omuzu kanadı. Hem yaşım on altıydı. Babam mağlup olduğumu söylemişti ama. “Hâlbuki bir memur ürkek olur oğlum, yazık sana,” demişti en tok sesiyle. Utandığımı hatırlıyorum. Kadehi boşalmıştı. Annem, şarabını dolduruyordu. Babam nasihat etmeyi çok severdi. Bana hiçbir zaman zenginlerden çalmaya çalışmamamı öğütler dururdu. Bunu ne zaman söylese annem de o ince ve tiz sesiyle araya girer, “Baban haklı oğlum, zengin herifler senden öyle bir çıkarır ki acısını, şaşarsın. Fakirler ne yapacaklarını bilmezler. Hele memurlar, onlar hiç bilmezler. On memur, beş esnaf, iki de işçi soy, ama bir zenginin alarmıyla, güvenliğiyle uğraşma,” derdi. Babam da başını sallardı bu esnada. “Öyle, öyle… baltayı taşa vurursun alimallah! İpini sağlam kazığa bağlayacaksın.” Doğumumdan on sekiz yaşıma kadar öğüt dinleyip durdum, ama üniversiteye başlamam her şeyi değiştirdi –evet, ben üniversite öğrenciliği de yaptım: İşletme. Babam ve annem biraz şarap, arada bir viski, gün aşırı balık ve mutlaka çorbayla geçinip gidebilirlerdi ama hayır, benim buna tahammülüm kalmamıştı. Zavallılar! Beşiktaş’ta bir eve çıktım. Bir de ev arkadaşım vardı: Muratcan –rahmetlinin ölüm raporunda intihar yazıyor. Onu polislerle beraber ipten bizzat ben indirmiştim. Biliyorsunuz şu suç mahalline dönme hikâyesini… Neyse, nerede kalmıştık? Beşiktaş’ta bir eve çıktım. Birinci katta oturuyorduk. Bir gece, laptopumu açmış (Sınıfta sahipsiz duruyordu, alıvermiştim.) ders çalışırken, yan odanın penceresinden sesler geldiğini fark ettim –TAK!. Muratcan evde değildi. Yan odaya fırladım. Pencere açıktı ve rüzgâr perdeyi dalgalandırıyordu. Kapamak için yaklaştığımda, pencerenin yanındaki gardıroptan bir tıkırdı geldiğini fark ettim. Kapısını açtığım an hâlâ aklımdan çıkmaz: Babamla yüz yüze kalmıştık. Birkaç saniye birbirimize baktık –o donuk, ben şaşkın. “Ne işin var burada?” diye sorduğumda verdiği cevap beni ziyadesiyle rahatsız etmişti: “Evimiz dışında her yer iş yerimizdir.” Belinde bıçağı parlıyordu. Bir adım geri çekildim, gardıroptan çıktı. Evden çıktı. Her şey kafamda o an kurulmuştu –evim dışında her yer iş yerimse. Ama ben, onlar (annem ve babam) kadar basit olmayı kabul edemezdim. Yaptıkları çok bayağı bir şeydi. Bunu o akşam fark ettim. Bıçağı iş yerlerimde bir güvenlik önlemi olarak değil, iş aletimin bizzat kendisi olarak kullanmalıydım. Hırsızlık kolay iş. Arsené Lupin gibi bir adam değilsen, ki öyle bir adam gerçekte yoktu, seni kimse umursamaz. Bunu kabul edemezdim. Tahsil almanın bir amacı olmalı, değil mi? Yücelmeliydim. Ben artık adıma şarkılar yazılmasını istiyordum –her akşam Henry Lee çalıyor. Bir ay sonraydı herhâlde. Annemin ve babamın evine gittim. Beni gördüklerine şaşırmışlardı ama sevindiklerini de zannediyorum. Herhâlde yine onlarla olacağımı düşündüler. “Evet, evet,” dedim, “Okulu bırakacağım. Hadi akşam yemeği yiyelim.” Şarap geldi, balık geldi. Ben hiç içmedim ama babamın da annemin de kafaları epey güzel oldu. Biraz sonra, bana bir yatak bile açmadan (Ben gidince odamı ardiye yapmışlar.) odalarına çekildiler. İki saat kadar öylece oturdum, boş boş -herhâlde bir saat yeterdi, ama hayat riskleri kaldırmayacak kadar dikkatlidir. Sonra ayağa kalktım ve odalarına yöneldim. Kulağımı ahşap ve ince kapıya dayadım –sessizlik. Cebimden çıkardığım eldivenleri giydikten sonra kapıyı rahatlıkla açtım, hiç gürültü çıkarmadı (Babam kapı gıcırdamasından nefret eder, her ay menteşeleri yağlardı.). Annem sol tarafına doğru yatmıştı ve sol elinin bileği bana servis edilmiş gibi yataktan dışarı uzanıyordu. Diz çöktüm, derin bir nefes dahi alma gereği duymadan en keskin bıçağım ile o ince damarlarını kestim. Uyanmaması

şaşırtıcı değildi. Şarabı ben getirmiştim –ah dikkatsiz annem, “Dur bir koklayayım,” diye açtığım sırada ellerime dikkat etmedin iyi ki!. Annemi öylece bırakıp içeriye, salona geçtim ve kanepeye uzandım. Babamın işini sabaha bırakmıştım. Benim kudretime tanık olmalıydı. Nitekim sabah, “Hayır!” diye bir bağırışla uyandım. Sesindeki acıyı duymak nasıl müthiş bir duyguydu. Çıkarmadığım eldivenlerimi ellerimi arkamda birleştirerek sakladım ve odaya girdim. Benim girdiğimi duymamıştı bile. Annemin üzerine eğilmiş, ağlıyordu. “Buna nasıl izin verdim? Kim?.. Nasıl izin verdi-“ Elim ağzını aniden kavradı –ısırmaya çalışıyor. Şah damarının yerini bulmam zor olmadı, kocaman şişmişti: Tek hamlede bitirdim. Yüzyıl uyumaya hazırlanan bir sarhoş gibi yastığına düşüverdi. Bıçağı kendisine teslim ettim, eldivenleri yaktım ve çöpe attım. Çöp poşetini aldım, dışarı çıktım. Etrafı kolaçan ettim, kimseler yok. Konteynırdan küt diye bir ses geldi, demek ki bu günün ilk çöpü bendendi. Artık üzerimden büyük bir yükün kalktığını hissediyordum. Ana caddeye on beş dakika falan yürüdükten sonra bir otobüse atlayıp evimin yolunu tuttum. Anlayacağınız, ben kötü bir adamım. Fakat herkes kötü. Ben hiç olmazsa kolaycı bir adam değilim. Mesela şimdi hapishanedeyim ama hep firar etmeyi deniyorum. Başkası olsa, buranın ağası kesilmeye çalışmakla vaktini harcardı. Bu kadar bayağı insanlar mısınız sahiden?

110

111

Yazan: Onur BAYRAKÇEKEN

İllüstrasyon: Zeynep ZEZE


Röportaj

Galip Dursun

“Korku konuşuyor, düşünüyor, anlatıyor ve yazıyoruz” İlki 2006’da yayınlanan Anadolu Korku Öyküleri’nin 2. Kitabı yayınlandı. Ayşegül Nergis, Demokan Atasoy, Galip Dursun, Işın Beril Tetik, Koray Günyaşar, Mehmet Berk Yaltırık ve Umut Dülger’in kaleme aldıkları öykülerden oluşan Korku öyküleri antolojisi hakkında Galip Dursun’la konuştuk.

İlki 2006’da yayınlanan Anadolu Korku Öyküleri’nin 2. Kitabı yayınlandı. Ayşegül Nergis, Demokan Atasoy, Galip Dursun, Işın Beril Tetik, Koray Günyaşar, Mehmet Berk Yaltırık ve Umut Dülger’in kaleme aldıkları öykülerden oluşan Korku öyküleri antolojisi hakkında Galip Dursun’la konuştuk. Gölge: Galip önce Anadolu Korku Öyküleri’nden başlamam lazım ama o kısma geleceğiz. Başlangıcımızı Kan Güncesi Gölge ile yapalım. Biz Gölge e-Dergiyi yayınlamaya başladığımızda ilk aşmamız gereken şey ‘Kan Güncesi Gölge ile aynı dergi değiliz’ konusuydu. Sizin kitabın çıkış noktası da yazar takımına baktığımızda Kan Güncesi. Nasıl ortaya çıktı Kan Güncesi Gölge? Galip Dursun: Sen de biliyorsun, 2000’lerin başında bir İnternet devrimi oldu Türkiye’de. Bu devrimi en güzel değerlendirenler fotokopi fanzin ekipleri, amatör yazarlar oldu, bana sorarsan. İçerik ve yayınlarını hızlıca elden geçirip İnternet’e taşıdılar diyebilirim. 2001 yılında daha önceden yazdığım hikâyeleri İnternet üzerinden yayınlamaya başladım. Korku, gotik-punk ve kara öykü türünde kısa ya da uzun öykülerdi bunlar. Kısa bir süre kendime ait bir sitede öykülerimi yayınladıktan sonra Xasiork ekibiyle tanıştık. Onların çıkardığı online dergide birkaç sayı yazdım. Xasiork geniş tabanlı bir yapıydı. Her çeşitten öyküye ve kişiye yer veriyordu. Yazmak herkesin ortak paydasıydı. Fantastik edebiyatın patlama yaptığı günler geldi sonra; öykü tarzı ve Xasiork anlatıları gittikçe tek tipleşmeye başladı. Ya çok başarılı olmayan kılıç-büyü fantastiği ya da kişilerin içlerini boşalttıkları ağlama duvarı öyküler her yanı ele geçirmişti resmen. Benim ise başka hedeflerim vardı. Gözüm korku ve özellikle de buralı korku öğeleriyle kurulu öykülerdeydi. Benim gibi

112

113


Röportaj

Röportaj

düşünen Şevval ve Koray’la Xasiork’tan ayrıldık; sadece korku, gerilim ve dehşet öyküleri yazıp yayınlamayı düşündüğümüz Kan Güncesi’ni ve Gölge’yi kurduk. Kan Güncesi türle ve Alt Kültür’le ilgili makale, sohbet ve tanıtımları barındırırken Gölge bir korku öyküsü dergisi şeklindeydi. Epey de aktif, bir araya gelen, sohbetler yapan bir gruptuk. 2004 yılında 25 hafta süren “Fantastik Cumartesiler” adında bir etkinlik serisi yaptık. Aynı yılın başında Işın Beril Tetik’le tanıştık. Hayallerimiz birbirini tutuyordu, hemen yazar ekibine dahil oldu. 2005-2006 arasında da Ayşegül Nergis ve Demokan Atasoy aramıza katıldılar. 10 yıla yakın zamandır kemik bir yazar grubu olarak korku konuşuyor, düşünüyor, anlatıyor ve yazıyoruz. İlk günden beri hedefimiz bu topraklara ait korku hikâyeleri yazmaktı. 2003-2011 yılları arasında, her sayısında ayrı bir kavramı temel alarak hazırladığımız korku öykülerinden oluşan 15 Gölge sayısı çıkardık. Anadolu Korku Öyküleri’nin çıktığı mutfak böyle bir yerdi. Gölge: Kan Güncesi Gölge’de bugün Anadolu Korku Öyküleri Antolojisindeki gibi korku öyküleri vardı. İnternet’te bir sitede öykü yazmakla kâğıttan kitap yazarı olmak arasında ne fark var sizin için? Galip Dursun: İnternet üzerinden yayına “Özgür Edebiyat”diyorum ben. Fanzinlerin, popüler kültürün dışında kaldığı ve satmayacağı düşünüldüğü için basılmayan çalışmaların olabildiğince özgür bir şekilde yayınlandığı ütopik bir yer İnternet. Kısa öyküler açısından da çok güzel bir kaynak. Basılı dünyada öykü kitapları çok sıcak bakılan şeyler değil. Nedense yazarlar roman yazmaya zorlanıyor, ben öyle görüyorum. Roman, öyküden daha değerli olarak algılanıyor. Bence yazma deneyiminde böyle bir ayrım, matbu <> İnternet gibi bir fark yok. Çoğu insanın kafasında başka tanımlar, ön kabuller olabilir. Ancak bana göre basılı ya da dijital olması eserin değerini değiştirmiyor. Ben önüme gelen metnin diline, yaratıcılığına ve hissine bakmayı seviyorum. Bir okuyucuyum, ona göre okuyorum. Basılı eserin tek farkı altında sadece sizin değil yayınevinin, bu işi profesyonel olarak yapan bir kurumun da imzası olması. Eserin bazı aşamalardan ve sınavlardan geçtiğini, sunulmaya değer bulunduğunu gösteriyor. Ancak bu sadece basılı eserler için söz konusu değil. Mesela sizin “Gölge”de de böyle bir editörlük mekanizması var. Sizde yayınlanan öyküler de benzer aşamalardan geçiyor. Biz de Gölge’yi hazırlarken öykülerimizi birbirimize gönderip okutuyor, düzeltisini yapıyor, dizgisini hazırlayıp öyle yayınlıyorduk. Sektördeki çoğu yayınevinden daha sıkı, daha profesyonel bir ön okuma, editöryal, dizgi ve sunum döneminden geçiyordu öykülerimiz. İlk kitabımız düzelti yapılmamış hâliyle basıldı mesela. Bir yandan da basılı eser alışılagelmiş bir kültürü işaret ediyor. İnternet hak ettiği ilgi ve saygıyı bu yüzden göremiyor biraz da. Ancak bunu da aşacağız, zira teknoloji bizim tarafımızı tutuyor. Artık tabletler, geniş ekranlı akıllı telefonlar sayesinde dijital ortamda bir şeyler okumak çok daha rahat. Gelecek çok daha keyifli olacağına inanıyorum. Bir diğer sıkıntı da İnternet’in ucuz/bedava olması. İnsanlar İnternet üzerinden birkaç tık ile ulaştıkları eserlerin satın aldıkları kitaplardan daha kalitesiz olduğunu düşünüyorlar, bilinç düzeyinin altında.. Ancak İnternet’e girebilmek için bilgisayara, akıllı telefona, tablete, İnternet bağlantısına ve işletim sistemine para ödediklerini unutuyorlar. Bir gün Türkiye’ye sorunsuz bir şekilde uyacak ekonomik model ile insanların yazılarını, öykülerini, eserlerini İnternet üzerinden, telifini ödeyerek yayınlamak ve kendini okutan, okunabilen, insanların İnternet üzerinde olduğu için ön yargı ile bakmayacakları bir İnternet yayını kurmak hayallerim arasında. Bu kadar anlattıktan sonra kendi adıma konuşmam gerekirse durum şu: Yazma deneyimi matbu

ya da dijital ortamda hep aynı benim için. Daha fazla “yazar” hissettirmiyor. Sadece tuhaf bir yanılsama var insanların gözünde. “Kitabın çıkmış” oluyor. Tebrik geliyor. Oysa benim, yazar grubunun henüz kitaplaştırmadığımız ancak Gölge’de okunabilecek bir sürü öykümüz var. Hatta itiraf edeyim, bazı öykülerimiz Anadolu Korku Öyküleri serisindekilerden daha iyi. Fakat şunu da atlamamak lazım ki bir önceki deneyimde, İnternet üzerinden yazarken öykülerimizi kendi grubumuz ön okumasını yapıyor, değerliyor ve teknik işlerini yapıyordu. Şu an büyük bir yayınevi tarafından kabul görmüş öykü dosyalarımız var. Her yayınevi için bunu söylemek ne derece mümkün bilmiyorum, yanılma hakkım saklı kalsın ama başka insanların, bu işi meslek olarak yapan insanların onayını alabilmiş olmak beni mutlu ediyor.

114

115

Gölge: Kan Güncesi’nden Anadolu Korku Öyküleri’ne geçiş nasıl oldu? Galip Dursun: Biz yazar grubu olarak hâlihazırda ama kırsal ama şehirde geçen, tamamen buralı korku hikâyeleri yazıyorduk. Her sayımız bir kavram, temadan hareketle yazılan korku öykülerinden oluşuyordu ve İnternet üzerinden yayınlıyorduk. Yazdıklarımızı kitaplaştırmak, daha çok insana ulaştırmak istiyorduk. Kayra ile 2005 yılından bu yana tanışıyoruz ki o zamanlar Laika Yayınları’nda editörlük yapmaya başlamıştı. Bizim öykülerimizi yayınlama fikri Kayra ve Laika üzerinden yayınlama şeklinde bir projeye dönüştü. Temayı, Kan Güncesi yazar grubu yarattı, buldu. Bu konuyu tartışmayalım bile. Bir bar masasının üzerine “Eti Cin” paketini koyup “bunu yazıyoruz” diye başladık hatta. Ekip o dönem kendini ispat etmiş, İthaki Öykü yarışmasında Fantastik ve Bilim Kurgu türlerinde birinci, ikinci olmuş yazarları barındırıyordu. Yeni öyküler yazdık var olanları kullanmak yerine. Kendimize güveniyorduk. Tek çekincem önsöz kısmında oldu. Kendimi bildim bileli Giovanni’ye hayranımdır; lisedeyken, üniversitedeyken yazdığım birkaç öykümü göndermişliğim bile vardır. Dosya tamamlanınca Kayra ile Gio’ya gittik; dosyayı masanın üzerine koydum ve utana sıkıla önsöz istedim. Desteğini esirgemedi, öykülerimizi ilk olarak o okudu ve hepimizi onurlandıran bir ön söz yazdı. Engin Deniz Erbaş ise kapağı çizerek ayrı bir öykü yarattı. Sonra da yola koyulduk. Gölge: Korku derken aklından bir sınır geçiyor mu? Mesela Cem Gariboğlu’nun Münevver Karabulut’un kafasını keserek işlediği cinayet akıllara durgunluk veren bir şey. Sınırınız gerçek hayatta buna yakın bir şey mi yoksa akşam mezarlık yanından geçerken “hişt hişt” sesi duyduğunuzda da içiniz ürperir mi? Galip Dursun: Bu soru aslında korkunun son dönemde kendine sorması gereken esas soru, içinden çıkılmaz bir muamma, bana göre. İlk önce belirtmem gerekir ki dehşet, vahşet ve gerilim korkunun olmazsa olmazıdır. Tuzu, biberidir; çok da tehlikeli bir baharattır. Vahşet, dehşet ve gerilim üçlüsünü bu kadar tehlikeli yapan şey ise okuyan, izleyen insanda hemen bir tepki oluşturması ve okuyucuyu hikâyenin anlattığı atmosfere, o elektrikli havaya sokan, anında yakalayan bileşenler olması. Özellikle 1970lerin ikinci yarısında macera, gerilim ve korku sinemasının anlatım yöntemi olarak hikâye ve kahramandan uzaklaşıp sahnelere odaklanması rahatsız edici, tepkiye yol açan bu üçlüye daha fazla yer verilmesine neden olmuş, diye düşünüyorum. Sinema çok güçlü bir araç olarak diğer türleri de kolaylıkla etkileyip kendine benzetmiş, bu işin kuralı bu gibi bir yanılsama yaratmış olmalı. Testere serisinin üçüncü filminde İnternet üzerinden “bir sonraki filmde hangi sahneleri” kullanalım gibi oylamalar yapılmıştı mesela. Şırınga dolu çukurlara atlamak zorunda kalan kahraman, o kahramanın


Röportaj

Röportaj

oraya nasıl geldiğinin ve karşısındaki canavarın önüne geçmişti. Enfes bir gerilim ve trajedi üzerine kurulmuş ilk Testere filminden sonra gelinen nokta vahşet pornosuydu, bana göre. Bu serinin 2000lerde korku, gerilim anlatılarını görünür kıldığını, türe bir ilgi yarattığını düşünürsek durumun vahameti ortaya çıkıyor. Ancak korku sadece bu üçlüden ya da sahnelerden ibaret değildir. Aksine korkunun esas malzemesi bilinmezlik, çaresizlik ve gizemin içine saklı trajedidir. Kolaya kaçıp sadece vahşete, hikâye zemini yerine dehşete sığınmak anlatıyı okunmaz, izlenmez yorucu bir şey hâline getirir; okuma zevkini kaçırır. Dozunda verilecek “rahatsızlık” korkuyu enfes söylenceye çevirir. Rahatsız edici öğelerin kendilerine daha rahat yer bulabildiği anlatılar daha çok gerilim türü adlandırmak mümkün. Fakat ucuza bulunmuş gibi her yana serpiştirilmiş şiddet öğeleri, sağdan soldan fırlayan caniler, öldürücü nesneler ya da başlangıçtan sona kadar okuyucuyu, izleyiciyi stres altında tutan işleri başarılı bulmuyorum. Gölge: İlk kitap çıkarken Kayra’da vardı ekibinizde, olayın magazinel kısmını geçelim ama Kayra ile geçen şubatta yaptığım röportajda şöyle bir sorum ve cevabı vardı; -Neden devamı gelmedi Anadolu Korku Öyküleri’nin? -Anadolu Korku Öyküleri, altı kişinin bir projesiydi ve hayata geçti ancak satış olarak çok da tatmin edici olmadı. Bizim de beklentilerimiz yüksekti ancak ufak çapta da olsa bir hayal kırıklığı yaşadık. Öyle olunca da hemen ikinci kitaba yoğunlaşamadık. Hâlen böyle bir düşünce var ancak net bir şey söylemek şu anda mümkün değil benim için. İkinci kitabın yayınlanması için epey emek sarf ettiğine göre bu konuda senin de söz hakkın var. 2006’dan bu yana ne değişti de 2013 Şubat ayında Kayra’nın röportajında hayal kırıklığı dediği kitabın bugün devamı olan Anadolu Korku Öyküleri 2’sini yayınlıyorsunuz? Galip Dursun: Kayra’nın ilk cilde ve projeye kattığı emek ve destek tartışılmaz. Ancak daha önceki soruda da dediğim gibi Anadolu Korku Öyküleri projesi Kan Güncesi yazar grubunun bir yaratımından yola çıkarak oluşturulmuş bir iş. İlk kitap çıktığı günden bu yana biz ekip olarak yazmayı sürdürdük. Hatta arada birkaç Gölge sayısı bile yayınladık. Yani ikinci cilt hep aklımızdaydı. Hayal kırıklığı ya da satış başarısızlığı konularında Kayra’ya katılıyorum. Üzgünüm ancak söylemek lazım, kitabın tanıtımı ve öykülere ilgi varken bu kitap dağıtılamadı; ilk üç ay boyunca televizyonda, gazete ve dergilerde röportajlarımız çıkıyor ancak insanlar kitabı bulamıyordu. Kitabı okuyan insanların neredeyse tamamından çok olumlu sözler duyduk. Aradan geçen zaman boyunca kitabı okumuş birileriyle her yerde karşılaştık. En son olarak kitapevlerinde ve kitap satış sitelerinde kitap bulunamazken bile olumlu yorumlar geldi bize. Projeyi başka türlü değerlendirmek isteyen sinemacı ya da belgesel yapımcılarıyla tanıştık, konuştuk. Ancak ilk cildin kaç sattığı bilgisini bile senelerce öğrenemedik. İkinci cildin basılmasının bu kadar beklemiş olmasının sebeplerinden birisi de ilk baskının ne bulunur ne de bitmiş olmasıydı. Dağıtımın dışında da sıkıntılar vardı. Kitap düzeltisi yapılmamış, ham hâliyle baskıya girdi; felaket bir durum aslında. Kayra’nın bildiğim kadarıyla korku türüyle ilgili ilk ve son çalışması Anadolu Korku Öyküleri’nde; kitaptan sonra kendi projelerine ve FRP’ye yoğunlaştı. İkinci cildin yazılması konusunda da bilgisi vardı. Ancak süreç netleşmediği için söylemek istememiş olabilir. Ya da aklından çıkmıştır, orasını kestiremiyorum.

116

Kayra’nın bu röportajı verdiği günlerde biz yazar grubu olarak ilk cildin yeniden basılması ve ikinci cildin ilk baskısı için aynı yayıneviyle görüşmelerimizi tamamlamıştık; dosyalar Laika’nın editör masasının üstünde okunmayı bekliyordu. Daha sonra uyuşamadığımız bazı noktalar oldu ve yayınevini değiştirmeye karar verdik. Kitabımızın ikinci cildi Bilgi Yayınevi’nden çıktı. Bilgi Yayınevi daha önce bu tarz eserler basmamış köklü bir yayınevi, bize böylesine bir şans (hatta ilk cildi de önümüzdeki aylarda yeniden basacaklarını düşünürsek iki şans) verdikleri için çok teşekkür ediyorum. Gölge: Antolojiyi yazarken planlamayı nasıl yaptınız? “Sen cin öyküsü yaz, ben yelbegen yazayım, öbürü lanet yazsın,” türü bir şey mi yoksa “herkes üç öykü yazacağız sonra iyilerini seçeriz” mi oldu? Galip Dursun: Genelde ikinci cilt için hepimizin kafasında bir ya da birkaç hikâyesi vardı. Biz hep yazan, birbirine anlatan bir grubuz. Kimin ne yazdığı ya da yazacağı az çok tahmin ediliyor ya da biliniyordu. Ancak öyküler taslak hâlleri ile masaya getirilip tek tek irdelendi; üzerine konuşuldu. Bir görev ya da konu paylaşımı şeklinde ilerlemedik. Bir şekilde birbirini tamamlayan ya da takip eden tarzda öyküler de ortaya çıktı. Gölge: Kitabınızı aldım, öykünü okudum, korku türünde öyküler yazan biri olarak bu konuda Türkçe, Anadolu topraklarından beslenen Türk geleneklerinden beslenen kaynak kitap sıkıntısı var mı? Galip Dursun: Bizim bu kitapta yararlandığımız baş kaynak insanlardı. Ulaşabildiğimiz kadarıyla insanlardan söylenceleri toplamaya çalıştık. Mesela Koray ulaşabildiği köy dernekleri ve İnternet üzerinden yayın yapan localarla temasa geçip yerel anlatıları toparladı. Büyük ve bulunmaz bir kaynak oluşturdu bize. Anadolu insanı sahip olduğu kültürü, aile yadigarı anıları, göreneklerini hep paylaştı bizimle. Kendi başından geçtiğini öne sürdükleri maceraları, dedelerinden, ninelerinden dinledikleri hikâyeleri çekinmeden anlattılar. Soruyu kaynak kitap olarak alırsak sıkıntı var. İnanılmaz ölçüde hem de.. Zira bu konu üzerine yazılmış birçok eski yeni tez ve eser olmasına rağmen doğrudan kaynak olarak ele alabileceğimiz bir çalışma yoktu. Antropoloji kitaplarını, kültür incelemelerini, tezleri, Evliya Çelebi’den İbni Batuta’ya kadar bir sürü seyyahın eserlerini, Ebu Suud Efendi’nin fetvalarından havas ilmi kitaplarına ve muska yazan insanların sözlü yazılı kayıtlarına kadar epey bir kitabı taradık, okuduk. Hurafeleri, batıl inançları genelde onlara inanan insanlar yazdığı için yer yer zor bir çalışma oldu. Hamasi ya da hikmet verici, insanları belli ideolojilere yönlendiren, kahramanları ve olayları salt iyi ya da kötü olarak tek tipleştiren yazılar arasında resmen definecilik yapmamız, kazıp çıkarıp ölçüp biçip ortaya koymamız ve de yorumlamamız gerekti. Ama tekrar belirteceğim kaynak konusu çok sıkıntılıydı; en önemli ve değerli bulduğumuz kaynak insanlar oldu. Gölge: Harry Potter’la büyüyen, Alacakaranlık serisi ile vampirler ve kurtadamlara, yürüyen ölülerle zombilere merak saldı milletimiz. Bunların karşılığı var mı Anadolu topraklarında, yani bizim yerel kaynaklarımızda zombinin, kurtadamın, vampirin bir karşılığı var mı? Yoksa biz popüler olanla popülist olanla mı yetineceğiz?

117


Röportaj

Röportaj

Galip Dursun: Bu saydıklarımızın hepsi çağdaş örnekler gibi görünse de aslında ilk örneklerinin üzerine kurulmuş, şekillendirilmiş hikâyeler, karakterler. Nedir onların ilk örnekleri? Çok ciddi bir 19. yüzyıl gotik ve korku edebiyatı var batıda. Sanayi devrimi esnasında büyük şehirlerde özellikle de Paris ve Londra’da toplanan insanların getirdikleri kültürden, anlatılardan beslenilmiş yer yer. Sömürgeciliğin getirisi olarak dünyaya yayılmış birçok folklorik figür kendi kültürleri tanıma fırsatını iyi değerlendirmişler. En önemlisi de bir öğeyi, figürü alırken yorumlayarak hikâyesini anlatırken “bu bizimdir, değildir” diye bir çekince, kaygı duymamışlar. Kültür ortak bir mirastır zira. Romantik zamanların korku, hayalet anlatıları ile böylesi bir birikim birleşince Doğu Avrupa ile Uzak Doğu’nun vampiri birleşip Kont Dracula’ya, Haiti’li gibi görünse de bütün dünyada yaygın olan Nekromansi inançları bir araya gelip Zombie’ye dönüşmüş. Bugün karşımıza çıkan işlerde, filmler ve öykülerde hep bu bütünlenmiş kültürün izlerini görmek mümkün. Kısacası 19. yüzyıl Gotik öyküleri olmasaydı bugün Twilight olmazdı, demek istiyorum. Bizlere düşen ise köken anlatıları bulmak, ön plana çıkarmak, incelemek ya da ilk örnek sayılabilecek eserler yaratmak. Bu örnek eserlerin ortaya konulmasının ardından gelişecek süreçte çağdaş, dünyaya mal olmuş eserler, karakterler, anlatılar kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Zira böylesi temeller ortaya çıkmadan, sadece hisse ve canavara karşılık gelecek örnekler bularak, biraz uydurma bir edebiyatımız olacaktır. Vampir, kurt adam, zombie dünya kültürünün ortak bir ürünüdür. Onlara karşılık bulmak yerine onların yanına bizim kültürümüzden bir cin hikâyesini, dervişleri, dedeleri, peri kızlarını, gulyabaniyi katabilmeliyiz. Gölge: Son zamanlarda Türk edebiyatında gerek çizgi romanıyla gerek Murat Başekim’in DG öykü kitabıyla gerçek manasında bir korku kitabı (Deli Gücük) gördük. Yine de gerçek anlamıyla yerli kaynaklı bir korku edebiyatımız var diyebilmemiz için neler yapmamız lazım? Galip Dursun: DG Öyküleri ve çizgi romanları çok başarılı işlerdi, gerçekten. Zaman ve mekân açısından belirsiz görülse de ağırlıklı olarak 19.yy’da günümüzün Ege, Akdeniz ve Marmara Bölgelerinde geçen anlatıları çok iyi bir dil ve estetikle aktarıyordu. Belki ilerleyen sayılarda biraz daha coğrafyanın geneline yayabilirler; zira çok güzel hikâyeler İç ve Doğu Anadolu’da onları bekliyor. Arada benzer işler, tek tük eserler karşımıza çıkıyor ancak DG kadar başarılı ya da özgün değiller. Çoğu hikâyede kullanılan unsurlar yerli bile olsa öykülerin dili, aklı ve kültürü çeviri gibi oluyor. Yerellik namına yüzeysel olarak hikâyeye katılan öğeler öyküyü özgünleştirmiyor ya da taklit olmaktan çıkarmıyor. Tabii ki korkuda coğrafyadan ve kültürden bağımsız öğeler var. Dehşet, öç, gizem gibi. Ancak çoğu defa işlenmiş, artık klişeleşmiş tip, karakter, hikâyeleri isim ya da şekil olarak değiştirmek yerine buraya ait gizemleri, dehşet ve trajedi hikâyelerini anlatmak, yorumlayıp aktarmak eseri yükseltecektir. Bence bu tarz eserler yazan insanların aklında tutması gereken birkaç şey var: Kendimizden bir şeyler katmaya çalışarak, buralı dille, akılla, insanların doğaya ve dünyaya bakışıyla ele alarak yazmalıyız. Buranın yaşanmış hikâyelerinden, masal ve söylencelerinden, hayali ya da gerçek yaratıklarından beslenirsek yazacağımız her eser güzel ve özgün olacaktır.

Galip Dursun: Biraz tehlikeli bir soru bu ancak dürüstçe cevap vereyim: Bu türde Anadolu Korku dışında şu an için aklıma Murat Başekim’in Deli Gücük’ü ve Onat Bahadır’ın Gotik Korku romanı “Deliliği Beklerken” geliyor. Bunun dışında içime sinmiş bir şekilde önerebileceğim, karşıma çıkan bir korku eseri pek yok. Gölge: Edebiyat sanatın bir dalı, peki ya Türk sinemasındaki korku türü filimler için söyleyeceğin neler var? Sinemamızda son 10 yılda yapılan korku filmleri sence tatmin edici mi? Galip Dursun: Benim edebiyat kadar yakından takip ettiğim bir diğer sanat dalı sinema; sıkı bir izleyiciyimdir. Türk sinemasının korku türü ile olan imtihanını ise mutsuz bir şekilde takip ediyorum senelerdir. İlk olarak Türk sineması korku manasında gerçekten güçlü bir metine ve kahramana sahip eserle henüz buluşmadı, tanışmadı. Güçlü metinlerle yola çıkılmışsa da yapım aşamasında bazı kazalar geçirip yamalı bohça hâline geldi, diye tahmin ediyorum. Yazım konusunda çalışmalar sürerken ve güçlü bir ilerleme varken sinema olduğu yerde sayıyor. Özellikle son birkaç yıldır hamasi, insanların dini duygularını, hassasiyetlerini kullanarak sinema salonlarına çeken filmler yapıp bu konudaki esersizliği ve insanları istismar ediyorlar. Bana göre güzel korku işleri çıkmamasının sebebi yönetmen ve yapımcılar. Korku filmi çeken çoğu yönetmen korku türünün başlı başına bir iş, bir birikim meselesi olduğunun ve kendilerinin hem senaryoyu hem hikâyeyi yazıp hem de filmi çekecek kapasitede olmadıklarının farkında değiller. Üzgünüm ama “her şeyi ben yapabilirim” diye düşünüyorlar ve yanılıyorlar. Hâl böyle olunca da görüntüsü güçlü olsa da karakterleri boş, kartondan, hikâyeleri delik deşik ve bir sürü açığa sahip işler ortaya çıkıyor. Bu projelerin bir takım çalışması olduğunu keşfedip ona göre bir ekip kurdukları, türle yüzeysel değil gerçekten ilgilenen insanların fikirlerini işin içine dahil edebildikleri gün o beklenen korku filmi çekilmiş olacak.

Gölge: Yerli korku edebiyatımızdan “ne okuyalım” derdi olanlar için okuma listesi ve kesinlikle okunmaması gerekenler listesi yapar mısın?

Gölge: Yine edebiyata dönelim, benim ilkokulda Kaşağı’yı okuyarak tanıştığım bir Ömer Seyfettin var. Sonrasında okuyunca ders alacağımız düşünülen Diyet öyküsü var, hiç unutulmayacak bir Ferman öyküsü var. Nedense Ömer Seyfettin bir çocuk kitabı yazarı olarak görülüyor günümüzde. Oysa ki Türk edebiyatında Dedem Korkut’tan sonra ikinci sıraya koyarım ben kendisini. Ömer Seyfettin’i okuyan çocuktan korkmam ama bir Dabbe’yi izleyenden, Sevgililer Günü Katliamı’nı izleyenden korkarım. Korku kitap ve filmlerini bir yaş sınırına koymalı mıyız? Mesela ben 12 yaşında Hitchcock’un Kuşlar filmini seyrederken korkmuştum, şimdiki çocuklar 12 yaşında Sevgililer Günü Katliamı ya da Halka seyrediyor. Galip Dursun: Korkutucu bir eser yazarken eserin içeriği çok önemli. Günümüzdeki işler, edebiyatta daha düzgün bir yol izlense de özellikle sinemada çok fazla vahşet ve dehşete odaklanmış durumda. Gerilim, gizem, trajedi ve hikâye çok önemsenmiyor. Kan revan, korku pornosu sayılabilecek çoğu iş korkunun en salt hâli sanılıyor. Korku çoğu eseriyle çocuk gelişimi ve psikolojisi için uygun bir tür değil ve belli bir yaştan sonra okutulmalı. Ben böyle düşünüyorum. Ancak bizlerin vaktinde kaçamak olarak izlediği filmler, okuduğumuz kitaplar ile şu ankiler arasında ciddi bir fark var. Dozajı kaçık, bazen de zorlama filmler ve etkileyiciliği çok yüksek vahşet filmleri kolayca edinilip izlenebiliyor. Tüm korku külliyatını ve birikimini dehşet ve vahşetten ibaret sanmak doğru değil.

118

119


Röportaj

Röportaj Korku romanlarının kurgu olduğunu bilerek yola çıkıyor, yazıyor ve okuyoruz. Günümüzde ise bu eserlerin vuruculuğunu artırmak için gerçek olaylardan yola çıkılmış ibaresine özellikle vurgu yapılan, Ham / Bulunmuş Çekim / Kayıt tarzı bir sürü korku anlatısı ve gerçek gibi aktarılan, öne sürülen birçok yapım var. Gerçek sanılması için böyle bir algı pompalanıyor. İnsanlar, okurlar da eskisi kadar bu işin bilincinde değiller. Çoğu zaman korku anlatılarından etkilenen insanlar bunları gerçek olarak ele alıyorlar. Bir yandan da önceden bahsettiğimiz vahşet, dehşet sahnelerinin yüksekliği var. Bir yandan da medyada, basında toplumun gözüne sokulan bir vahşi gerçeklik var. Reality Show’da yaşıyor gibi hissettiriliyoruz. En yaralayıcı trajediler, en karmaşık ve rahatsız edici ilişkiler, en korkunç çatışma ve olaylar gazetelerin 3. Sayfalarında, televizyonların gündüz kuşağında canlı olarak yayınlanıyor. Korku eserlerindeki yaş sınırlaması gazetelerin üçüncü sayfalarına da rahatlıkla uygulanabilir hâle geldi. İnsanların okudukları, izledikleri eserlerde (özellikle de etrafları bu derece dehşetle sarılmış ve eserler bu denli gerçek olduklarını iddia ederken) gerçeklik ile kurgu arasındaki farkı seçemez hâle gelmeleri normal.

Galip Dursun: Asıl, bana eserimizi ve görüşlerimi anlatma şansı verdiğin için ben teşekkür ederim. Gölge dergi olarak inatla ve ilk günden bu yana eksilmeyen bir hevesle çok kaliteli bir iş yapıyorsunuz. Hep böyle devam edin; gözümüz üzerinizde olacak. : ) Röportaj : A. Hamdi YÜKSEL

Gölge: Anadolu Korku Öyküleri 2 kitabında Arka kapakta Giovanni Scognamillo’nun bir sunuş yazısı vardı. Giovanni demişken FABİSAD’da Gio ödüllerinden sonra Giovanni Scognamillo ile adını epeyce bütünleştirdi. Giovanni ile FABİSAD arasında nasıl bir ilişki var? Galip Dursun: Giovanni Scognamillo, Fabisad’ın kurulmasına vesile olan kişilerden birisi; bizi cesaretlendiren, bu türlerde yazmak, üretmek namına yol gösteren büyük bir usta. Sadece, saygı açısından adı zikredilen, göstermelik bir onur üyesi değil (ki bizdeki onur üyelerinin hiçbiri göstermelik değil) aynı zamanda bir ilham kaynağı olarak görüyoruz onu. Yine de Gio Ödülleri, ise fantastik türlere gönül veren insanları cesaretlendirmek, türün önemli eserlerini keşfedip ortaya koymak adına düzenleniyor. Giovanni’nin en güçlü olduğu yanı olan korku edebiyatı değil tüm fantastik türleri kapsayacak şekilde genişletilmiş bir anlamla veriliyor. Gölge: Kan Güncesi sitesinde “Şu sıralar “’940” adını verdiği başka bir konsept üzerinde çalışıyor” demişsiniz ve Kan Güncesi Gölge 14. Sayıda da bir 940 öyküsü var. Nedir 940 ya da bundan sonrası için planında neler var? Galip Dursun: 940 uzun bir süredir kurguladığım ve yazdığım, salt bir korku atmosferinde değil ancak korku ve gerilim öğeleriyle kurulmuş, biraz daha hareketli, Gotik-Punk bir seriydi aslında. Şu sıralar tek tük 940 öyküleri üzerinde çalışsam da yakın zamanda yayınlamayı düşünmüyorum. Bu seri öncesinde yazmayı planladığım birkaç başka kitap var aklımda, onlara odaklanmış durumdayım. İlerde tekrar gündeme gelirse ilk olarak sizlerin haberi olacaktır. Gölge: Anadolu Korku Öyküleri Antolojisi’nin 3. kitabını bekleyelim mi? Galip Dursun: Kesinlikle beklemelisiniz. Anadolu ve korku var oldukça bu seri yayınlanacak. Hatta biz yazmasak ya da adı Anadolu Korku Öyküleri olmasa da eminiz ki bir yerlerde bu yazım macerası devam edecek; bu temayı koruyan eserler karşımıza çıkacak Gölge: Bize zaman ayırdığın için teşekkür ederiz.

120

121


Öykü

Sultan'ın Gölgesi Profesör, Memur Muharrem’le sıkı sıkıya kucaklaştı. “Her şey için teşekkürler, siz olmasaydınız ne yapardım bilemiyorum.” Mütevazı adam içtenlikle gülümsedi, “Estağfurullah efendim, faydamız dokunduysa ne mutlu. Bir daha bekleriz demek isterdim ama…” Profesör yorgun bir kahkaha koyuverdi. “Pekâlâ, haydi selametle!” Altmış üçlük ihtiyarın içi kıpır kıpırdı. Sanki on üçüne yeni adım atmış bir çocuk gibi hissediyordu. Kitaplarla dolu kahverengi bavulunu bir ilkokul çocuğu edasıyla ileri geri sallıyor, hafızasının büyük bölümünün kayıp olduğu günlerde volta altığı avluya bağlanan soluk renkli koridoru koşar adımlarla kat ediyordu. Artık duvarlarla bile vedalaşıyor, tek tek üç yıl boyunca bakınıp durduğu her duvara, levhalara ve resimlere tekrar bakıyordu. Sonra aniden bir uçurumun kıyısına gelmişçesine duruverdi. Kahverengi bavulu, kendi derisinden bile daha kırışık görünen siyah deri ayakkabısının yanına, ağzına kadar dolu bir un çuvalı gibi düşüverdi. Soluk renkli koridorun içi bu sesle yankılanırken Profesörün ağrılı gözleri bir levhaya odaklanıyordu. İşte hafızasından kaybolan bir parça daha ona geri dönüyordu; tüm benliğini söküp atan, tüm yaşama sevincini elinden alan bir parça… Gözlerinden ilk süzülenler, önce içindeki henüz uyanmış çocuğun mahmur asabiyetinin bir ifadesi gibiydi. Ama sonrakiler hicaptan, hüzünden ve pişmanlıktan akmış, ihtiyarın yüzündeki derin kırışıklıklarda yolunu aramaya koyulmuştu. Üç Yıl Önce, Beyazıt “Son olarak sözlerimi bu istibdat döneminin farklı bir boyutuna dikkat çekerek sonlandırmak istiyorum. Sultan’ın cenaze töreninde ‘Bizi bırakıp nereye gidiyorsun?’ diye ağlaşan Osmanlı kadınlarının var olduğunu unutmamak gerekir. Ne kadar müstebdit diye tanımlasak da Sultan II. Abdülhamid’in bir sosyal devlet anlayışı içerisinde bulunduğunu, eğitim, sağlık ve askerî alanlarda büyük reformları başlatarak halk nezdinde önemli gelişmelere kapı araladığını vurgulamak gerekir.” Genç akademisyen sözlerini sonlandırdıktan sonra, yükselen alkışlar arasında notlarını kontrol eden panel başkanı, masanın en uç köşesinde arenaya atılmak isteyen bir boğa gibi, yerinde duramayan ihtiyar profesöre baktı. “Evet,” dedi, “Şimdi de sözü ‘Abdülhamid İstibdâdının Rengi’ konulu konuşmasını yapmak üzere, Profesör Doktor Erzan Kirakosyan’a bırakıyorum. Buyrun efendim.” Profesör mikrofonu hışırtıyla kıpırdatarak önüne çekti. “Öncelikle,” diye başladı, kendisine kadarki tüm söylenenlerin aksine konuşacağı için sözlerini iyi seçmesi gerektiğini biliyordu, “Bir istibdat rejiminde sosyal devletten bahsetmek ancak bu genç arkadaşımızın yaptığı gibi ya acemilikten ya da kuru hayranlıktan ileri gelebilir. Sosyal devlet, tüm unsurlarını aynı değerde koruyup kollaması gereken bir mefhumken, II. Abdülhamid’in yani açıkça ve daha doğru bir adla ifade etmek gerekirse; Kızıl Sultan’ın Ermenilere yaptıkları ortadadır. Büyük kırımın asıl müsebbibinin de II. Abdülhamid olduğunu izaha artık lüzum bile görmüyorum…” Uzun konuşmasını sonlandıran Profesör, kendisine katılmadığı belli olan salona ve meslektaşlarına olan tepkisini oturumu terk ederek gösterdi. Dışarı çıktığında koltuğunun altına sıkıştırdığı dosyalarını eline alıp rulo hâline getirdi ve iyice sıktı. Bu sırada şoförü de kapısını açıyordu.

122

123


Öykü

Araca girdiğinde bir yandan rakiplerini yerle bir ettiğini düşünüyor bir yandan da marjinal göründüğünün farkında olarak kabullenilememişliğinin hıncını yaşıyordu. Hareket etmeye başlayan aracın içerisinde bunun sıkıntısıyla kıpraşıp duruyor, arada bir aynadan şoförüne bakıyordu. “Sen söyle Ahmet” dedi kendisini tutamayarak, “tanır mısın II.Abdülhamid’i” Şoför şaşırmıştı. Profesör normalde yüzüne dahi bakmazdı. “Evet efendim,” dedi, aynadan hürmet dolu bir bakış attıktan sonra, “benim oğlan Marmara Üniversitesi’nde tarih okuyor. Hocalarının verdiği kitapları sıkıldıkça okurum.” İhtiyar akademisyen şoförünün duyamayacağı bir şekilde “Peh!” dedi. Sonra sesini yükseltti, “Hiçbirisi benim tezlerime elle tutulur bir yanıt verebilmiş değil!” Elini çantasına attı ve bir kitap çıkardı: “Onun Adı Kızıl Sultan/ Erzan Kirakosyan”. “Al” dedi imzaladıktan sonra, “al oku da bir şeyler öğrenirsin belki.” Şoför daha fazla konuşup bu aksi ihtiyarla çok da yüz göz olmamak gerektiğini anlamıştı. Hafifçe dönüp kendisine uzatılan kitabı aldı, “Teşekkür ederim efend…” Sözlerini tamamlayamadı. Önüne döndüğünde karşı şeritten gelen bir araçla çarpışmamak için hemen direksiyonu sağa kırmış, ancak saniyeler içerisinde kontrolünü kaybederek yol kenarındaki bariyerlere çarpmıştı. Dengesini kaybeden lüks araç yol ortasında takla atmaya başlamış, durduğunda ise arkadan gelenler yardım çağırmak için telefonlarına sarılmıştı. Üç Yıl Sonra, Soluk Renkli Koridor İhtiyar öylece bakıyordu. Az önceki mutluluğu, Erzan Kirakosyan olmanın verdiği tüm kıvanç göğsünden sökülüp alınmıştı. Üç yıl boyunca, kaybolan hafızasının da etkisiyle nasıl geldiğini dahi bilemediği bu meçhul yeri yeni tanıyordu. Kendisini ve tarihi de öyle. Bir an buradaki günlerini düşündü. Hafızası gibi muğlaklaşıp kaybolan görme yeteneğini doktorunun sayesinde yeniden kazanmış, panel kayıtlarını dinleyerek tazelediği hafızasını artık kendi kitaplarının okuyucusu olarak da tahkim etmeye başlamıştı. En çok canını acıtan şey ise yalnızlığıydı. Şu mekânın içerisindeki garip insanlardan başka kimsesi yoktu ve önceki hayatından kalanlar da ya hafızasının ya da hayatın acımasız karanlığının gölgesinde birer birer yitip gitmişti. Kendi kitaplarının adlarına bile, İnternet’ten biyografisini okuyan doktorunun yardımıyla ulaşmıştı. Hatta en büyük doğum günü hediyelerinden biri yine doktorunun verdiği “Onun Adı Kızıl Sultan” adlı kendi kitabıydı. Günler önce sargılarının açılmasıyla kendi kitaplarının okuyucusu olma bahtiyarlığına erişen Kirakosyan, şimdi doktoruna duyduğu minneti de artık hissetmiyor, hâlâ bir heykel gibi donuk donuk baktığı levhadaki yazılara gömülüyordu. İhtiyar Profesör Erzan Kirakosyan kadife ceketinin yeniyle gözyaşlarını sildi. Sonra tekrar o levhaya baktı. Yeniden Erzan Kirakosyan olmasını sağlayan o eski, soluk, ama sıcak ortamın hakkındaki basit tarihî bilgileri ihtiva eden eski levhaya... “Dârü’l-Aceze: 1895 Yılında Sultan II.Abdülhamid Han Tarafından kurulmuştur…” Yazan: Emre TAŞ

124

125


Sinema

Sinema

Ankara Sinema Derneği tarafından düzenlenen Gezici Festival, 27 Kasım’dan itibaren 19. kez yollara düşecek. Festival bu yıl bir değişiklik yaparak açılışını 27 Kasım tarihinde Edremit’te yapacak. Festivalin açılışını Edremit’te yapması festivalin başından beri yanında yer alan Tuncel Kurtiz’in anısına bir saygı niteliğinde. Kurtiz’in memleketi olan Edremit’te Gezici Festival’in Yol Arkadaşı: Tuncel Kurtiz belgeseli ile Kurtiz’in yönettiği Gül Hasan filmi gösterilecek. Bu iki film dışında Kurtiz’e 1986 yılında Berlin’de en iyi erkek oyuncu ödülü kazandıran Kuzunun Gülümseyişi (Hiuch HaGdi / The Smile of the Lamb) de festival programı içinde yer alıyor. Festival’in Edremit’ten sonraki durağı ise Ankara olacak. Geçtiğimiz 18 yılın 17’sinde olduğu gibi bu yıl da Gezici Festival bir hafta boyunca Ankara’da film gösterimleri, etkinlikler ve atölyelerle seyircisi ile buluşacak. 28 Kasım’da Ankara açılışı yapılacak olan festivalin Ankara ayağının diğer etkinlikleri 29 Kasım-5 Aralık tarihleri arasında gerçekleştirilecek. Hemen arkasından Sinop’a geçecek olan festival, 6-9 Aralık arasında da buradaki gösterim ve etkinliklerini tamamlayarak bu seneki yolculuğunu bitirmiş olacak. Gölge’de yayınlanan festival güncelerimi takip edenler bilirler, genellikle festivallerin açılış ve kapanış törenlerine yüz vermem. Açılışta genelde uzun ve sıkıcı konuşmalar olur, kapanışlar da genelde başka bir salondaki film gösterimleri ile çakıştığı için film izlemeyi tercih ediyor olurum. Hoş hakkını teslim etmeliyim, Gezici Festival’in birkaç kez katıldığım açılışları Ahmet Boyacıoğlu’nun sayesinde uzun ve sıkıcı konuşmalar bütünü olmaktan uzaklaşır genellikle. Ama bu yıl Ankara açılışına katılmak için çok daha önemli bir neden var. Açılışta Hitchcock ustanın Şantaj (Blackmail) isimli sessiz filmi canlı müzik eşliğinde (Hasan Ali Toker piyanosu ile eşlik edecek) gösterilecek. Bir Hitchcock delisi olarak, 28 Kasım akşamı Ankara Resim ve Heykel Müzesi’nde British Council işbirliği ile yapılacak bu gösterime koşa koşa gideceğim sanırım. Gezici Festival’in değişmez bölümlerinden biri o yılın öne çıkan yerli filmlerini seyirci ile buluşturduğu Türkiye Sineması bölümü. Bu bölümde henüz gösterime girmemiş ama festivallerde övgüler ve ödüller toplayan filmler olduğu gibi vizyona girmiş ama seyircilerin bir kısmının

kaçırdığı filmler de yer alıyor. Sinemamızın en iyi yönetmenlerinden biri saydığım Reha Erdem’in başarılı filmi Jîn, bu filmlerden biri. Filmlerinde politik konulara çok eğilmeyen Erdem’in Kürt meselesine kendi meşrebince bir masal havasında baktığı filmi mutlaka izlemek, üzerine konuşmak gerektiğini düşünüyorum. Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu’nun Adana’da Altın Koza aldıktan sonra sadece bir hafta vizyonda kalabilen filmleri Gözümün Nuru da festivalin kaçırılmaması gereken filmlerinden biri. Özellikle yerli sinemada farklı denemeler göremiyoruz, her film birbirine benziyor diyenler için. Elbette böyle diyenlerin izlemesi gereken bir diğer film de Onur Ünlü’nün absürtlüklerin içindeki normali çekip çıkardığı Sen Aydınlatırsın Geceyi. Ünlü’nün sadece özel gösterimlerde seyirci karşısına çıkardığı, arkasından Başka Sinema kapsamında gösterime soktuğu Sen Aydınlatırsın Geceyi, bu gösterimlerin her birinde salonları doldurdu ama Gezici Festival’de de biletleri ilk tükenen filmlerden olacağını tahmin etmek zor değil. Adana’da öne çıkan filmlerden bir diğeri olan Köksüz de gösterime girmeden önce Gezici Festival’de seyircisi ile buluşacak. Yılın en iyi yerli filmlerinden olan Köksüz de festivalin merakla beklenen filmlerinden biri. İlk filmleri ile dikkat çeken iki yönetmenin yeni filmleri de festival programında yer alıyor. Uzak İhtimal filminin yönetmeni Mahmut Fazıl Coşkun’un yeni filmi Yozgat Blues ve Canavarlar Sofrası filminin yönetmeni Ramin Matin’in yeni filmi Kusursuzlar farklı festivallerde aldıkları övgüler ile izlemeye değer filmler olduklarını gösterdiler zaten. Ayrıca Benim Dünyam filmi ile gişede başarılı olan Uğur Yücel’in daha önce çektiği ama henüz gösterime sokmadığı bambaşka bir kulvardaki filmi Soğuk da seyircisi ile buluşmayı bekliyor. Festivalin Dünya Sineması bölümünde, festivallerde sık sık adını duyduğumuz ve merak ettiğimiz filmler olduğu kadar çoğu izleyici için sürpriz olacak filmler de var. İlk kategorideki filmler için zaten salonlar dolacaktır, diğerleri için de Gezici Festival ekibinin zevkine güveniyoruz ki bu zevkin bizi 19 yıldır pek yanıltmadığını söyleyebiliriz. Bu bölümün öne çıkan filmi Bir Ayrılık (A Separation) ile kendisine geniş bir hayran kitlesi yaratan Asgar Farhadi’nin Fransa’da çektiği yeni filmi Geçmiş (Le Passé / The Past). Altın Portakal’da bu filmi izlemiş biri olarak Farhadi’nin özellikle senaryo anlamında yine dört dörtlük bir iş çıkardığını söyleyebilirim. Cannes’da en iyi kadın oyuncu ödülü alan Bérénice Bejo da gayet iyi. Farklı festivallerde bol bol övgü alan bir diğer film de Gloria. Festivalin bu yıl ayrı bir bölüm ayırdığı Şili sinemasından gelen Gloria, orta yaşlı bir kadının yalnızlık ile mücadelesini anlatıyor. Avrupa Film Ödülleri’nde pek çok önemli dalda adaylığı bulunan Paolo Sorrentino filmi Muhteşem Güzellik (La Grande Bellezza / The Great Beauty) de festivalin merakla beklediğimiz filmlerinden bir diğeri. Önceki yıllarda da Gezici Festival’de filmlerini izlediğimiz Hong Sang-soo’nun yeni filmi Kimsenin Kızı (Nobody’s Daughter Haewon) da yönetmenin tarzını sevenleri bekliyor. Festivalin güzel keşiflerinden biri olacağına inandığım İşçiler (Workers) ise yıllar boyunca yanlarında çalıştıkları patronlarından kazık yiyince bir intikam planı kuran iki işçinin hikâyesi.

126

127

Gezici Festival Yine Yollarda


Sinema

Sinema Amerikan bağımsızlarından iki film de bu bölümde meraklılarını bekliyor. Sundance Film Festivali’nde izleyici ödülü kazanan Karşınızda Martin Bonner (This Is Martin Bonner), ellili yaşlarında yepyeni bir hayata başlamaya karar veren bir adamı anlatıyor. Yine Sundance’de iki ödül kazanmış olan Ölümsüz Aşk (Ain›t Them Bodies Saints) da Rooney Mara ve Casey Affleck’li kadrosuyla merak uyandırıyor. Genç Kız ve Boksör (Cutie and the Boxer) ve Dünya Bizim Değil (A World Not Ours) filmleri ise belgesel severleri bekliyor. İlk film boks ressamı gibi ilginç bir kavramı önümüze getirirken ikincisi ise Güney Lübnan’da bir mülteci kampında kalan bir ailenin üç kuşağının hayatını anlatıyor. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Gezici Festival bu yıl Şili sinemasına ayrı bir bölüm ayırdı. Dünya Sineması bölümünde yer alan Gloria’yı da dâhil edersek festivalde Şili’den gelen altı adet uzun metrajlı film izleyeceğiz. 2000’li yıllarda çekilmiş bu filmler Şili sinemasının önde gelen örnekleri ve bol ödüllü yapımları. Geçen yıl No filmi ile sinemalarımıza konuk ettiğimiz Pablo Larraín’in önceki filmi Tony Manero ve Sebastián Silva’nın 2009 yapımı başarılı filmi Hizmetçi (La Nana / The Maid) bu bölümün öne çıkan filmlerinden. Kutsal Aile (La Sagrada Familia / The Sacred Family) ve Oyun (Play) da kazandıkları çok sayıda ödülle beklenti yaratan filmlerden. 2011 yapımı Ateşin Başında (Sentados Frente al Fuego / By the Fire) ise güzel bir keşif olabilir diye umuyoruz. Ayrıca festival programında Şili yapımı beş kısa film de yer alıyor. Son birkaç senedir Gezici Festival sanat dünyasının önemli isimlerinin seçtiği filmlere de yer veriyor. Bu yıl pek sevdiğimiz yazar Barış Bıçakçı’nın seçtiği iki film var programda. 1993 yapımı Gilbert’ın Hayalleri (What’s Eating Gilbert Grape?) bugünün popüler isimleri Johnny Depp ve Leonardo DiCaprio’nun gençlik hallerini görebileceğiniz (hatta DiCaprio’nun çocukluk halleri bile diyebiliriz) başarılı bir film. Filmde Juliette Lewis’in de oynadığını atlamayalım elbette. 1984 yapımı Birdy ise Alan Parker’ın tam da en verimli olduğu dönemlerde çektiği (The Wall ve Angel Heart arasında bu filmi çektiğini söylersek ne kadar verimli bir dönem olduğu anlaşılabilir) bir Vietnam Savaşı sonrası filmi. Birdy en az savaş karşıtı bir Vietnam filmi olduğu kadar iki sorunlu adamın arkadaşlığı üzerine de bir film. Yaşı tutanlar hatırlar, zamanında bu film TRT’de yayınlandığında bu arkadaşlığın seviyesi ile epey bir tartışma kopmuş ve bazı sahneleri makaslanarak oynamıştı. Gezici Festival’in artık kalıplaşmış bölümleri olduğu kadar her yıl değişen kimi bölümleri de var. Bu yılki özel bölümlerden biri Ne Yapmalı adını taşıyor. Bu bölüm özgürlük ve demokrasi mücadelesinin yöntemlerini sorgulayan filmlerden oluşuyor. Gezici Festival’in sevdiği yönetmenlerden Jean-Luc Godard’ın 1967 yapımı filmi Ona Dair Bildiğim İki Üç Şey (2 ou 3 Choses Que je Sais d’elle / Two or Three Things I Know About Her) hemen her Godard filmi gibi zor ama izlendiği zaman karşılığını veren filmlerden. Bu bölümde yer alan diğer üç yapım ise farklı konulara el atan belgeseller. Stuart Hall Projesi (The Stuart Hall Project), Stuart Hall üzerine Miles Davis müzikleri eşliğinde bir belgeselken, Işığa Özlem (Nostalgia for the Light) ilginç bir şekilde Pinochet rejimi ile Atacama Çölü’nde gözlem yapan astronomların hikayeleri arasında paralellikler kuruyor. %10 - Kahraman Kimdir? (10% – What Makes A Hero?) ise kahramanlık kavramını sorgulayan bir belgesel. Ne Yapmalı bölümünde aynı zamanda bir panel de yer alacak. Festival kapsamında filmleri gösterilecek isimlerden biri de Köken Ergun. Yaptığı işler yurtdışında çeşitli festivallerde gösterilmiş olan Ergun’un video için yaptığı çalışmalar ülkemizde ilk kez Gezici Festival kapsamında gösterilecek.

Festivalin gelenekselleşen Kısa İyidir bölümünde bu yıl da farklı ülkelerden kısa filmler gösterilecek. Gezici Festival’in az ama öz kısa film seçkisini sevdiğimi her zaman belirtirim. Bu yılki seçkinin de iyi olduğundan eminim. Bu yıl ülkemizde deneysel sinemanın 50. yılı olarak kabul ediliyor. Bu kapsamda festivalde ülkemizden ve Avusturya’dan deneysel kısa filmlerin yer aldığı bir bölüm de olacak. Bu bölümdeki filmler de izlenmeli ama yine de deneysel filmlerin herkese göre olmadığını söyleyelim. Bu bölüm için daha çok meraklısına demeli. Çocuk filmleri de festivalin gelenekselleşen bir diğer bölümü. Bu yıl da küçük sinemaseverler Letonya, Estonya ve İspanya gibi ülkelerden gelen kısa animasyon filmleri izleyecekler (sadece küçük sinemaseverler değil elbette, özellikle bu bölümdeki animasyonları izlemek isteyen yetişkinler de tanıyorum). Festivalin ilk yıllarında bu bölümdeki filmleri izleyen ufaklıklardan bazıları belki de bugün festivalin diğer bölümlerinin sadık birer takipçisi oldular. Hatta belki de kendileri film yapmaya başladılar. Ayrıca geleceğin sinemacıları için bu yıl festival kapsamında bir de Canlandırma Atölyesi olacak. Festivalin Ankara ayağında baştan beri festival ekibi ile ilişkileri çok iyi olan iki isim, Taner Birsel ve Zeki Demirkubuz’la söyleşiler de düzenlenecek. Filmlerden vakit ayırıp bu söyleşilere de katılmak gerek. Son birkaç yılda olduğu gibi bu yıl da Gölge e-Dergi olarak festivalin destekçilerinden biriyiz. Festival süresince en yeni haberleri ve günlük programları Twitter ve Facebook takipçilerimiz ile paylaşacağız. Aynı kanallardan festival izlenimlerine de ulaşabileceksiniz. Gelecek ay Gezici Festival güncesinde görüşmek üzere.

128

129

Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.com/


130

131


132

133


134

135


136

137


138

139


140

141


142

143


144

145


146

147


148

149


Pin-up

150


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.