Golge e-Dergi Subat 2012 Sayi 53

Page 1

Şubat 2012

Sayı 53

Mehmet Kaan SEVİNÇ

e-Dergi


İÇİNDEKİLER

04-35 Özel Dosya-Fantastik Kurguda ve Bilim Kurguda Dil

36-38 Öykü- Aç Grip

39-42 Haberler- Fantastik Dünyadan Haberler

43-48 Edebiyattan UyarlamalarEdebiyattan Sinemaya Uyarlamalar 5

53.

Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://GolgeDergi.Blogspot.com Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Melahat YILMAZ, Gülhan D SEVİNÇ. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Kapak: Mehmet Kaan SEVİNÇ Pinup: İlker YATI Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com

49-50 Çizgi Roman- RüyaAdam 51-52 Kitaplık- 90'lar Kitabı Üzerine 53 Kitaplık- Kuş Adası'ndan Sevgilerle 54-57 Kitaplık -Röportaj-Çağan DİKENELLİ 58-60 Oyun İnceleme- Fantastik Düzlemlerde Kaybolmayın: Plane Scape 61-62 Çizgi Roman- Deli Rüzgar 63-69 Tarihte Bu Ay-Lumiere KardeşlerJule Verne 70-71 Öykü- Blue Yak'da Akşam Yemeği 72-75 Sinema- Jharlie Chaplin 76-80 Öykü-Gamzedeyim Kime Yazıldı 81-94 Gezici Festival- Alaca Doğan 95-104 Sinema- 2012 Oscar Tahminleri

105 Pinup

“Hay bin kunduz!” …Diyerek başladık söze ve ardından yine keyif ve ilgi ile okuyacağınız bir dosya oluşturduk sizler için; “Fantastik Kurgu ve Bilim Kurguda Dil”. Bu dosyanın oluşmasın da emeği geçen bütün dostlara teşekkür ederiz. Kışın bu zor koşulların da sokaklardaki sevimli dostlarımız, kedi, köpek ve kuşları da gözetip onlar için mama, su desteğinizi esirgemeyeceğinizden eminim. Zemheri’nin ortasında, yurdun dört bir yanı bembeyaz örtü altında... Bu karda, kışta yapacak en iyi şeylerden biri de sıcak bir içecek eşliğinde Gölge e-Dergi okumak olacaktır eminim. İyi okumalar… Mehmet Kaan SEVİNÇ

3


Özel Dosya

Özel Dosya

Fantastik Kurgu ve Bilim Kurguda Dil İllüstrasyon: Onur BAKAR

Fantastik Kurgu ve Bilim Kurguda Dil

Var Olmayanı Hayal Etmek

“Ne olmuştu? Bu korkunç sarsıntı nasıl bir etki yapmıştı? Mermiyi yapanların becerisi iyi bir sonuç elde edilmesini sağlamış mıydı? Paris ya da New York’u bir saniyede aşmaya yetecek on bir bin metrelik başlangıç hızının korkunç itiş gücü kontrol altına alınabilmiş miydi? Bu heyecan verici sahnenin binlerce tanığının kendi kendine sorduğu sorular kuşkusuz bunlardır. İnsanlar yolculuğun amacını unutmuş, sadece yolcuları düşünür olmuşlardı. İçlerinden biri merminin içine bir göz atabilseydi acaba ne görecekti?”

4

5


Özel Dosya

Özel Dosya

Ay’ın Çevresinde Seyahat – Jules Verne İnsanlık var olduğu tarihten bugüne kadar gerçek olmayana ilgisini hep korudu. Masallar, mitolojik efsaneler ağızdan ağza günümüze kadar ulaştı. Bununla yetinmeyen insan, bilinmeyene olan ilgisini, hayalini kurduğu bilinmeyeni, olası geleceği yazıya dökmeye başladı. Neden? Yaşadığı dünyada üstesinden gelmesi gereken birçok gerçek varken neden insan bilinmeyeni, gerçek olmayanı ve henüz imkânsız görünen geleceği bu kadar merak etti? Gerçekte var olmamış topraklarda, var olmamış yaratıkların güzelliğine neden kapıldı? Neden onu dehşete düşüren bir canavarın hayalini kurdu? Ya da insan neden kafasını kaldırıp gözlerini gökyüzüne dikti? Hayal kurmak geleceğe bakmaktır, kendini mutlu etmektir, neden mutsuz olduğunu görmek, gerçeği farklı bir şekilde yorumlamaktır. Hayal kurmak gerçeklikte deneyemeyeceklerini denemek ve yaşadığımız dünyada kendine gerçek bir yol çizmektir. Jules Verne bugünlerin ve daha öte geleceğin hayalini kurup romanlarını yazarken H.P.Lovecraft korkunun dağlarında dolaşıp kendi özüne kendini tanıştırırken J.R.R. Tolkien bambaşka bir yerde iyiyle kötünün savaşını anlatırken hepsi aynı yerden, bu dünya ile sınırlandırılamayan hayal güçlerinden besleniyorlardı. Durmadılar ve bu hayalleri dünyayla paylaştılar. Hem de bu dünyanın objelerini, kelimelerini kullanarak. O olmayan yerleri, o henüz imkânsız gibi görünen geleceği insanların akıllarında şekillendirmeye başladılar. Var oluşumuzdan beri süre gelen gelenek bozulmadı ve insanlık hayalleriyle geleceğe yürüdü. Çünkü insan hayal eder, araştırır, sorgular, kurgular ve ortaya çıkarır; insan gelişir. 1900’lerin başlarında teknolojinin gelişmesiyle olası geleceği, henüz ortaya konmamış bilimsel gerçekleri hayal eden bilimkurgu, insanların ilgisini çekti. Artık bilimkurgu, kardeşi fantastik edebiyattan daha şöhretliydi. Bilimkurgu popülerliğini arttırırken bilim de gelişti. Ve sonunda II. Dünya Savaşı’nda arenaya çıkıp varlığını ve gücünü ispat etti. Silahlar, uçaklar, denizaltılar, atom bombaları bir zamanlar sadece bilimkurgu yazarlarının kelimelerindeyken birden gerçek olmuşlardı. İnsan, doğası sonucu, gelişen teknolojiyi yine kendine karşı kullanmıştı. Oysa bilimkurgu yazarları böyle bir durumda ortaya çıkabilecek vahim sonuçları da kaleme alıp insanlığı uyarmışlardı. Ve onlar bunu hala yapıyorlar… II. Dünya Savaşı’nın yarattığı karmaşada insanların içlerine dönüp huzurlarını korumaları gerekiyordu. Ve yardım çok geçmeden J.R.R Tolkien’den geldi. “.…yirminci yüzyılın öyküsünün karşıtı olan muazzam bir mit… doğru düzgün gözüken bir evrenin tanımı… ruhun bu çorak yüzyılda ihtiyaç duyduğu bir başka gerçeklik.”

Artık bambaşka alanlar da bu eserlerin büyüsünden etkilenmeye başladılar. Sinema ve oyun sektörü, fantastik edebiyatın sergilediği hayal gücünü görünür kılıyor. Fantastik ve bilimkurgu edebiyatı, insanların hayal güçlerine yüzlerce yepyeni dünya sunuyorken Türkiye’de durum neydi? Bilinmeyenin, korkutanın, kahramanlıkların dört bir yanda fısıldandığı bu toprakların hayalcileri neler yaptılar? Fantastik öğeler geçmişte Giritli Aziz Efendi’nin, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Peyami Safa’nın, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın ve nicelerinin eserlerinde görünür olmuşlardı. Ama fantastik edebiyatın bir tür olarak yaygınlaşması biraz gecikti. Eğitim, maddi sıkıntılar, diretilen sosyal kaygılar gibi konular bu gecikmenin sebeplerinden bir kaçı olarak sayılabilir. Buna rağmen uzak sayılamayacak bir tarihte, olası geleceğin, bilinen gerçekliğin içinde ve tarihin derinliklerinde fantastik öğelerin kullanımı yaygınlaşmaya ve okuyucuyu, belki de fark ettirmeden fantastik edebiyata hazırlamaya başladı. Tolkien’in yarattığı fantastik edebiyat tarzında ilk eserin Türkiye’de yayımlanma tarihi ise 2002'dir. Bu ülkenin hayalcilerinin önünde, dünyanın elli yıl önce verdiği mücadelenin aynısı, ön yargının, yıkılması zor olan barajı vardı. Ama var olmayanı ve geleceği hayal edenler çok geçmeden, barajda delikler açmaya başladılar bile. Barajın tamamen yıkılması, bilimkurgu ve fantastik edebiyata dair bu ülkeden çıkmış ve çıkacak eserlerin hak ettiği yere gelmesi için sadece zamana ihtiyaç var. “Büyük fanteziler, mitler ve masallar gerçekten de rüyalara benzer; bilinçdışından bilince seslenirler, bilinçdışının diliyle, simgeler ve arketiplerle. Kelimeleri kullansalar da, müzik gibi işlev görürler; sözel akıl yürütmeyi devre dışı bırakıp doğruca söylenemeyecek kadar derinde yatan düşüncelere giderler. Hiçbir zaman tam olarak aklın diline tercüme edilemezler; onların anlamsız olduğunu, ancak Beethoven’in Dokuzuncu Senfonisini de anlamsız bulan bir Mantıksal Pozitivist iddia edecektir. Oysa son derece anlamlıdırlar ve ahlak açısından, iç görü açısından ve büyüme açısından faydalı ve pratiktirler.”

Ursula K. Le Guin “… Her ne kadar dünyanın tüm çatlaklarını Elfler ve Goblinlerle doldurmuş olsak da, karanlıktan ve ışıktan Tanrıları ve onların evlerini inşa etmeye cesaret etmiş ve ejderlerin tohumlarını ekmiş olsak da bu bizim hakkımızdı. (yerinde ya da yanlış kullanılmış) Bu hak azalmadı: hâlâ içinde yaratıldığımız yasayla yaratıyoruz.”

J.R.R.Tolkien

John Clut 1954 yılında Tolkien’in Orta Dünya’sıyla insanlara umudun, dostluğun hikâyesi geldi. Yüzüklerin Efendisi, edebiyat dünyasını ikiye ayırdı. Bir taraf, “Bir edebiyat profesörü nasıl olur da böyle bir masal yazar,” diyordu. Diğer taraf ise çoktan Frodo ve Sam ile yola koyulmuş, elflerle tanışmış, Gandalf’ın Balrog ile savaşında gözyaşı dökmüş, Rohanlarla at sürmeye başlamıştı. Fantastik edebiyat, dünyanın en çok okunan yüz eserinden biri olan bu dev eserle yepyeni bir başlangıç yapmıştı. 68 kuşağı, “başkan adayımız Gandalf” yazan pankartlar açınca yayıncılar gözünü fantastik edebiyata dikmiş ve bu edebiyat türünde eserler verecek insanları aramaya başlamıştı. Artık birçok yazarın bambaşka dünyaları, bambaşka ırkları, bambaşka öyküleri anlatılmaya başlanmıştı. Kimileri tarafından çocuk masalı veya kaçış edebiyatı olarak da adlandırılan fantastik edebiyat, bu eleştirel yaklaşıma rağmen aslında, yaşadığımız hayatta fark edemediğimiz gerçekleri, başka dünyalarda alternatif gerçeklikler üstünden sorgulatarak algılatma gücünü kullanarak büyümeye devam ediyor.

İnsan hayal kurmaktan vazgeçmeyecek. Bu, doğasının gereği. O hayal kuruldu, kuruluyor, kurulacak. Çarpıklıklar, hatalar, acılar alternatif yollarla bu hayal sayesinde çözülecek. Daha başka yerlerde, henüz gerçekleşmemiş gelecekte olabilecek olanın hayali, insanların kendi iç dünyalarında gerçekliğe kavuşacak ve insanlık hiç yaşamadığı iyiyi hayal edecek, hiç yaşamadığı kötüye hazırlıklı olacak.

6

7

Erbuğ KAYA


Özel Dosya

Özel Dosya

Ülkemizde fantastik edebiyatın yükselişi çeviri edebiyatı ile başladı. 90'lı yılların sonları ve 2000'li yılların başlarında dilimize kazandırılan Yüzüklerin Efendisi, Yerdeniz Serisi, Ejderha Mızrağı gibi başarılı çeviriler fantastik terimlerin ve yaratıkların da dilimize girmesini sağladı. Daha önceleri mitoloji, FRP oyunları gibi ilgi alanı olmayan okuyucular ilk kez elf, buçukluk, cüce, ork gibi yaratıklarla karşılaştılar. Genel kültür sahibi bazı insanlar elf kelimesini duyduklarında belki akıllarına Noel Baba'nın cinleri geliyordu; buçukluk dendiğinde aklına bir buçuk porsiyon iskender gelenler yok değildir herhalde. Eskiden cücelik bir hastalıktı sadece ve ork dendiğinde de müzik aleti gelirdi akıllara. Fantastik edebiyatın en renkli taraflarından biridir yaratıklar. Hemen hemen her fantastik eserde karşımıza çıkarlar. Kimi zaman kahramanlarımıza yardım ederken çoğu zaman da kahramanlarımızın

karşısında yer alırlar. Genelde bu yaratıklar masallar, efsaneler ve mitolojilerden ortaya çıkarlar. Bu konuda da muhtemelen en geniş yaratık arşivine sahip firma, hem dünyanın en büyük fantastik kitap yayıncılarından olan hem de fantastik oyunlar üreten Wizards of the Coast'tur. 1970'lerin başlarından bu yana bu efsanevi yaratıkları hem oyunlarda kullanmışlar hem de oyunlara şekil veren kitaplarında yer vermişlerdir. (O zamanlar TSR Inc. vardı, sonradan Wizards of the Coast oldu). Bu nedenle mitolojik yaratıkları kullanırlarken bir yandan da kendi yaratıklarını ortaya koymuşlardır. Mesela masallardaki elfler ile Yüzüklerin Efendisi'ndeki elf motifini ele alıp J.R.R. Tolkien'in İskandinav Mitolojisi'nden esinlendiğini görüp elflere mitolojiyi de harmanlamışlardır. Böylelikle elfler karakter kazanmışlardır, kendi tarihlerini ve kültürlerini oluşturmuşlardır. Cüceler de elfler gibi Tolkien'den ve İskandinav kültüründen ortaya çıkmışlardır. Kısa boylu, tıknaz ve güçlü karakterler olarak karşımıza çıkan cüceler, usta işçiler ve yeraltı mağaralarının inatçı, huysuz ırkıdır. Elfler, cüceler gibi ırklar karşımıza sosyal kahramanlar olarak da çokça çıkmaktadır. Bununla birlikte Yunan Mitolojisi, İskandinav Mitolojisi, Kelt Kültürü ve Mısır Mitolojisi fantastik yaratık literatürüne en çok içerik sağlayanlardır. Yunan Mitolojisi unicorn, cerberus, pegasus, satyr, cyclops gibi yaratıkları; İskandinav Mitolojisi dryad, peri, troll gibi türleri fantastik edebiyata sokmuştur. Mesela cerberus (üç başlı cehennem köpeği) Harry Potter'ın ilk kitabı olan Harry Potter ve Felsefe Taşı isimli kitapta Felsefe Taşı'nın koruyucusu olarak karşımıza çıkmıştır. Örneğin İskandinav Mitolojisi'ndeki troll, mağaralarda yaşayan iri yaratıklardır. Bu yaratıklarla da Tolkien'in Yüzüklerin Efendisi kitabında sıkça karşılaştık. Kelt Kültürü, doğanın güçlerini, ormanın ruhlarını ve büyünün farklı yollarını fantastik evrenlere kazandırarak büyüye renk katmıştır. Bunun en güzel örneklerini de Marion Zimmer Bradley'in yazdığı Avalon'un Sisleri kitabında görmek mümkün. Mısır Mitolojisi ise Shedu, Sphinx, Lamassu, Mumya gibi yaratıkları sunmuştur. Rick Riordan'ın yazdığı Mısır kültürü ile bezeli Kane Günceleri serisinde bol bol mumyalar ve bu tür yaratıklarla karşılaşmak mümkün. Sadece mitolojiler değil tabii ki, folklor, halk hikayeleri ve efsaneler de edebiyata vampirler, ejderhalar, kurtadamlar, hayaletler ve hortlaklar gibi hemen hemen her kültürde olan yaratıkları kazandırmışlardır. Zaten bildiğiniz üzere hemen her fantastik kitapta ejderhalara rastlamak veya modern fantazya kitaplarında vampirlere rastlamak mümkün. (Twilight ile karıştırılmasın, vampir diyoruz. :) ) Bizlere daha yakın olan ve bizim topraklarımızı da sınırlarında barındıran Arap ve Türk folklorü de dünya edebiyatına önemli katkılarda bulunmuştur. İfritler, cinler, zümrüdüanka (phoenix) yaratıkları Anadolu ve Arap kültüründen dünya edebiyatına girmiştir. Türk – İslam sentezindeki fantastik oluşum da zaten bu dönemin mirasıdır. En güzel örneklerini de Şehrazad’ın anlattığı hikayeler olan “Binbir Gece Masalları”nda görmek mümkün. (Dizi değil aman karıştırmayalım.) Barak (köpek başlı insan), Vak Vak Ağacı (üzerinde pek çok insan başı olan bir ağaç), Huri, Karabasan gibi varlıklar da şekil değiştirerek benzer bir şekilde dünya fantastik edebiyatında yer almıştır. Ülkemizde yazılan fantastik eserlerde genel olarak dünya edebiyatında sıkça kullanılan yaratıklar görülmektedir. Çeviri edebiyatı ise maalesef bu konuda çok yeterli kalmamaktadır. Çok uzun yıllardır mitologya ile beslenen bir dünya edebiyatı yaklaşık olarak 2000 çeşit yaratık barındırırken ülkemizde bu kadar yaratığı net olarak karşılayacak kelime bulunmamaktadır. Yıllarca fantastik kurgu, bilimkurgu ve çizgi roman editörlüğü yapmış biri olarak zaten İngilizce'den Türkçe'ye çeviri yaparken ortalama 200.000 kelimelik bir hazneden 20.000 kelimelik bir hazneye geçişi çok net yaşadım. Buna bir de hiç aşina olunmayan yaratıklar eklendiğinde durum daha da zorlaşıyor. Mesela yaşayan ölü varlıklar veya nameft olarak dilimizde tanımlayabileceğimiz Wight, Shade, Phantom, Wraith, Ghost, Banshee, Lich, Shadow gibi varlıkları birebir çevirmekten başka çok az çare kalıyor. Çünkü bunların herbirini kendi kültürümüzden

8

9

Fantastik Kurgu ve Bilim Kurguda Dil

Edebiyatın Fantastik Güzellikleri:

Yaratıklar


Özel Dosya

Özel Dosya

bir yaratıkla eşleştirmek imkansız. Buna mukabil Matron (yönetici kadın), Dromcek (drider), Gûl (Ghoul), Ejderan (Draconian), Fûl (Oliphant) gibi kelimeleri de başarılı Türkçeleştirmeler ile dile kazandırmış olduk. “Matron” kelimesi Latince kökenli matrona kelimesinden geliyor ve ana, yönetici kadın anlamı taşıyor. Bu kelime dilimizde de kullanılan erkek yönetici karşılığı Patron kelimesinin femininum halidir. İlk defa Anayurt kitabının çevirisinde kullanılan bu kelime dilimize bu şekilde girmiştir. “Drider” kelimesi ise Drow ve Spider kelimelerinin birleşiminden ortaya çıkmış bir kelimedir ve çevirmen Gürkan Genç ile birlikte bir Unutulmuş Diyarlar kitabı üzerine çalışırken biz de bunu Drow ve Örümcek kelimelerini birleştirerek “Dromcek” haline getirdik. Gûl kelimesi ise okunuş açısından Ghoul’u çağrıştırmakla kalmayıp Gûlyabani yaratığına da göndermede bulunan Çiğdem Erkal İpek tarafından yapılmış harika bir çeviridir. Draconian kelimesinin Türkçemize kazandırılmasında da draconianların bir tabur olarak hareket etmelerinden yola çıkarak ve mehteranları çağrıştırmasından ötürü ejderha ve mehteran gibi bir birleşim ile ejderan haline gelmesi de fantastik literatürümüze harika bir kelime kazandırmıştır. Fûl ise Yüzüklerin Efendisi’ndeki dev mamut benzeri Oliphant isimli kelimenin çevirisidir. İngilizce Elephant kelimesinin fil olması ve Oliphant kelimesini de Elephant’ın bozunmuş hali olması sebebiyle Fûl kelimesi hem yaratığı çağrıştırıyor hem de güzel bir çeviri olarak karşımıza çıkıyor. Benzer başka kelimeler de başarılı çeviriler ile dilimizin fantastik literatürüne kazandırılmaktadır. Buna mukabil yetenekli Türk fantastik edebiyat yazarlarımız da kendi ırklarını ve yaratıklarını yaratarak dilimizi zenginleştirmeye devam etmektedir. Umarız fantastik yolculuk hiç bitmez ve fantastik kültürümüz gelişmeye devam eder. Kayra Keri Küpçü www.FRPNET.net

Fantastik Kurgu ve Bilim Kurguda Dil

Dil Kullanımının Hayatiyeti Bilim ve Fantastik kurguda dil kullanımının hayatiyetinin vurgulanması çok önemlidir. Buna polisiye türünü de dahil etmeliyiz. Çünkü bir çok genç (bazıları öyle değil) yazar bu türlerde yazmanın insanı edebiyat eseri vermenin yükümlüğünden kurtardığı vehmine sahiptir. Bu çok kolaycı bir yönelimdir. Bu yazımda ben bilimkurguda dil üzerine fikrimi bir cümle ile özetleyeceğim. Bir BK eserinde yeni terminoloji ve soluk alıp veren yeni kelimeler çok gereklidir. Soluk alıp vermeyi zorlama olmayan, kabullenmekte, içselleştirmekte zorluk çekmeyeceğimiz yerinde uydurtular için kullanmaktayım. Örneğin: Ünlü Polonyalı bilim kurgu yazarı Stanislaw Lem meslekdaşlarından birkaç on yıl önce 1964’te yayımlanan Summa Techonologiae adlı kitabında Phantomat (benim serbest çevirimle Düşomat ya da Hayalmatik) adlı sanal gerçeklik yaratan bir makineden söz etti. Phantomat’ın içinde yeni bir hayat seçmek mümkündü. Phantomat terimi ve fikri 35 yıl sonra çekilecek olan Matrix filmine yapı taşı olmuştur. Beni tanıyanlar, sözlüğümü bilenler http://www.sadikyemni.net/category/sadik-yemni-sozlugu/ İDEAOT kelimesine yabancı değiller. İdiot’a benzerliği müziksel bir talihsizliktir belki (ya da değil!) İdeaot’u otomatize edilmiş idealar, düşünceler, tasavvurlar ve hatta biraz da soyutun güzelliğinin doğurduğu aşk anlamına türettim. İdeaot’a giden yolun iki öncül basamağı vardı. Robot ve Biot. Robot: Robot kelimesi ilk kez Çek yazar Karel Čapek tarafından 1920’de yazdığı Rossum’s Universal Robots adlı tiyatro oyununda kullanıldı. Çekçe robota kelimesinden yararlanmıştı. 1933 yılında Karel Čapek bir arkadaşına yolladığı mektupta robot kelimesini kardeşi Josef’in uydurduğunu yazmıştır. Asimow’un yazdığı öyküden yapılan I Robot, Robocop ve A.I, Artificial Intelligence, Star Wars filmleri en tanınmış robot filmleri olarak tarihe geçti. Ben nedense en çok I Robot’u severim. Biot: A.C. Clarke, 1973’de yayımladığı Rama’yla Randevu adlı kitabında biyolojik robot olan biotlardan söz eder. Bunlar organik malzeme dolu bir denizden türüyorlar, tamirat, yedek parça temini, teknik bakım, temizlik vb. gibi görevleri yerine getirdikten sonra bu mini denizde çözülüp gidiyorlardı. Oysa bütün sonsuz değişkeleriyle yaşam Rama’ya gelmişti. Eğer bu biyolojik robotlar canlı değillerse, çok iyi birer taklit oldukları ortadaydı. ‘Biot’ kelimesini kimin bulduğunu kimse bilmiyordu. Sanki bir anda kendiliğinden ortaya çıkmış ve herkes tarafından kullanılmaya başlanmıştı. Bu duruma göre ana girişte Pieter, şef Biot gözcüsü oluyordu. Ve onları inceledikçe bazı davranışlarını anlamaya başladığına inanıyordu. Arthur C. Clarke, Rama’yla Buluşma, İthaki yayınları,1999

Tasavvurlardan yapılmış, düşüncelerden örülmüş robotvari sistemler, simülasyonlar için bir sözcük ararken parmaklarım 2003 şubatında ansızın İdeaot yazdı. Tasavvurhanem ve sezildemliğim, İdeaot’un bir kez kurulduğunda tüm evreni, evrenlerin tümünü birbirine bağlayan mana köprüleriyle eklemlendiğini fısıldıyor. Evren denen Matrix’in (Robot, Biot ve İdeaot) içinde olmak, bu tür bir tasavvurhanenin, düşomatın, hayalmatiğin azası, bileşeni, parça buçuğu kesilmek çok katmerli bir gerçekliğe açılan sayısız eşiklere de yakın durmaktır o halde. Nerde kalmıştık? Hah... Yazımda dil kullanımı, yani üslup ve kurgu her şeydir. Sadık YEMNİ

10

11


Özel Dosya

Özel Dosya

Fantastik Kurgu ve Bilim Kurguda Dil

Bilim ve Fantastik Kurguda

Türkçe

Bu yazıya başlamadan önce düşünürken, Türkçe’de fantastik kurgu dili oluşturmakla ilgili mi yoksa fantastik kurgu dilinin Türkçe’ye çevrilmesiyle ilgili mi bir yazı yazmam gerektiğine bir süre karar veremedim. Kafamdaki düşünceleri enine boyuna tarttıktan sonra da bir çevirmen gözüyle, bilim ve fantastik kurgu eserlerin Türkçe çevirileri üzerinden giderek kendime daha uygun bir yazı yazabileceğime karar verdim. Fakat bu yazının en başında sizin için kendime şu soruyu sorup cevaplamam gerektiğini düşünüyorum: Çizgi romanları ve kitapları, yazıldıkları dilde mi okursun yoksa Türkçe çevirilerini mi? Bu soruya cevabım kısa: Kitapların Türkçelerini, çizgi romanların ise orijinallerini okuyorum. Bunun sebebi kendimce aslında çok basit. Konu kitaplar olunca, güzel bir çeviri bana her zaman daha çekici geliyor. Çünkü bildiğim 2 yabancı dil olan İngilizce veya Almanca yazılmış bir kitabı okumak gerçekten bana Türkçe okuduğum kitaplar kadar zevk vermiyor. Ana dilimin dışında okuma yaptığımda, olan bitenı tam olarak kavrayabilmek için pür dikkat okuma yapmam gerekir (Çizgi romanlarda kareler ister istemez

insanın dikkatinin dağılmasını engelliyor). Ama kendi dilimde yaptığım okumalarda, kafam başka yerlere kaysa da okuduğumu net bir şekilde anlayabilirim. İşte bu yüzden de kitapları Türkçe okumayı tercih ediyorum (Çok kötü çevrilmiş kitapları bu kapsamın dışında tutuyorum. Ne yazık ki “çevirmen” sıfatı günümüzde gerçekten o kadar kolay alınabilen bir hale geldi ki İngilizce veya diğer herhangi bir dili bilmeyi bırakın, Türkçe’yi kullanamayan kişiler bile çevirmen sıfatı almaya başladılar). Konu çizgi roman olunca ise İtalyanca, Fransızca ve Japonca bilmediğim için, eğer çevrilmişlerse bu dilde yazılmış çizgi romanların Türkçelerini okuyorum. Ama Amerikan Comics’leri için her zaman İngilizce’yi tercih ediyorum. Forumlardaki amatör çevirilerle sanal ortamda, telifsiz bir şekilde yayımlanmış çizgi romanları ise okumamayı tercih ediyorum. Sanırım Türkçe okuduğum ilk fantastik edebiyat kitabı Yüzüklerin Efendisi’nin ilk cildiydi. Türkçe’ye çevrilen bütün kişi, ırk, mekan adları ve takma adlar bence çok güzel uyarlanmıştı. Kitabı okurken hiçbir şekilde acaba bunların İngilizceleri ne diye düşünmemiştim (Sanırım bunu merak etmememin nedenlerinden biri de o sıralar internetin günümüzdeki kadar yaygın olmaması olabilir. Türkçe fantastik dilin oturmasını

12

13


Özel Dosya

Özel Dosya

engelleyen durumlardan biri de internet gibi engin bir bilgi kaynağının genel olarak İngilizce üzerinden dönüyor olmasıdır). Oradaki her şeyin orijinalini öğrenmem ilk filmin sinemaya gelmesiyle oldu. Benzer şekilde Harry Potter kitaplarını da Türkçe okudum ve sanırım hâlâ orijinal isimlere tam olarak hakim değilim. Çünkü orijinallerini araştırmaya gerek duymadım. Kafamda Türkçesi çok güzel bir şekilde yer etmiş durumda. Bunları sizinle paylaşarak ne anlatmaya çalışıyorum peki? Aslında anlatmak istediğim şey basit: Güzel bir çeviri, güzel uyarlamalar, güzel kelime seçimleri fantastik dili geçerli kılar. Yüzüklerin Efendisi ve Harry Potter serilerinden örnek vermemin en büyük sebebi de güzel çevrilmiş eserlerin, Türkçe’de yer etmekte hiçbir şekilde zorlanmadıklarını vurgulamaktı. Çok geniş bir açıdan bakacak olursanız, eserin orijinalinde bir şeyler “uydurulmuştur”. Yazar, daha önce olmayan bir şeyleri yaratmıştır ve bunlara da daha önce duyulmamış adlar vermiştir veya birkaç kelimeyi birleştirerek farklı anlamlar yaratmıştır. Eser Türkçe’ye çevrilirken de yapılan şey aynısıdır aslında. Yabancı dil bilen bazı okurlar “Türkçesi çok anlamsız” şeklinde şikayet ederek eserlerin orijinallerini okumayı tercih ediyorlar. Ben buna kesinlikle karşıyım çünkü eserin İngilizcesindeki terimler de zaten “anlamsız”. Kelimelerin, kavramların ve diğer her şeyin anlamı zamanla geliyor. Eserin üzerine yazılar yazıldıkça, tanıtımlar yapıldıkça, forumlarda tartışmalar çıktıkça, film uyarlamaları geldikçe yaratılan dil oturuyor. Peki bu kadar Türkçe meraklısısın da çizgi romanları neden İngilizce okuyorsun sorusunun cevabına geliyorum şimdi: Çünkü o kadar çok çizgi roman çıkıyor ve bunların o kadarı azı Türkçeye çevriliyor ki ister istemez İngilizce okumak zorunda kalıyorum. Tamam, çizgi romanları takip ettiğim şevkle yurtdışında çıkan bilim kurgu veya fantastik kurgu çizgi romanlarını takip etmediğim doğru. Ama yine de çevrilen romanlar ve çizgi romanlar karşılaştırıldığında romanların çok büyük bir üstünlük sağladığı da gün gibi ortada. Fakat bilmem fark ettiniz mi, özellikle Örümcek Adam çevirilerimi yaparken—yasal zorunluluk yüzünden kapakta kullanamasam da—çizgi romanın iç sayfalarında her zaman için Örümcek Adam yazıyorum. Spider-Man kullanmıyorum. Çünkü Örümcek Adam isminin Türkçe’de kabul gören bir çeviri

olduğunu düşünüyorum. Elimden geldiğince B yayınları çevirilerinde kullanılan terimleri kullanmaya çalışıyorum. Ama televizyonda verilen çizgi filmlerde bile Spider-Man kullanıldığını görünce gerçekten üzülüyorum. 2. Sınıfa giden kuzenim bile “Örümcek adam ne? Spaydıy Men’den mi bahsediyorsun?” diye sorunca garibime gidiyor. Bir dil yaratmanın gerçekten zor olduğunu Çorak Topraklar’ı çevirirken görmüştüm. Yazar Antony Johnston tamamen farklı bir evren yaratmıştı ve kullandığı kelimeler gerçekten başta çok anlamsız geliyordu. Daha İngilizcelerine ısınamadan bir de bu kelimeleri Türkçe’ye uyarlamam gerekiyordu. Düzeltilerimi yapan Aslı Üner ile sanırım bir hafta boyunca neye ne diyeceğimizi tartışmıştık. Çizgi romanın dizgisi yapıldıktan sonra tekrar okuduğumda (ki sanırım 6. Kez falan oluyordu) nihayet kendi yarattığım dile ısındığımı görmüştüm. Benzer bir yorum Gon çizgi roman mağazasının demirbaşı ve çok yakın arkadaşım Cenk Könül’den gelmişti. İlk başlarda çok garip gelen terimler ve konuşma tarzı, cildin yarısına geldiğinde kulağına o kadar da kötü gelmemeye başlamış. Sonlara doğru da dil iyice kafasına oturmuş. Onunla yaptığım sohbet de kafamdaki “fantastik dil” konusunu destekler bir konuşma olmuştu. O kadar çok şeyden bahsettim ki sanırım yazının sonuna gelirken biraz toparlamam iyi olacak. Demek istediğim şey aslına bakarsanız şu şekilde: yabancı bir dilden Tükçe’ye veya herhangi başka bir dile çevrilen fantastik dilin oturması için—çizgi roman olsun, roman olsun çok fark etmiyor—o eserle ilgili bilgi paylaşımının çevrilen dilde yüksek olması gerekmektedir. Yani, Türkçe’ye çevrilmiş bir kitapla ilgili çevrede ne kadar çok sohbet edilirse, Türkçe forumlarda konu ne kadar çok tartışılırsa, eser hakkında yazılı veya görsel basında ne kadar çok haber çıkarsa, eleştiri yazısı yazılırsa, çevirinin kabul görmesi de o kadar kolay ve hızlı olacaktır. Fakat göz ardı edilmemesi gereken bir durum daha var. Günümüzde basılan kitapların baskı adedinin azlığına (şu bilgiyi her yerde paylaşıyorum: 70 Milyonluk Türkiye için her Örümcek Adam sayısını sadece ve sadece 2000 adet basıyoruz) son birkaç yıldır bir de dijital kitaplar eklenmeye başladı. İstediğiniz her türlü çizgi romanın veya kitabın taranmış haline eser daha Türkçe’ye çevrilmeden internet üzerinden ücretli veya ÜCRETSİZ olarak ulaşabiliyorsunuz. Bu durumun Türkçe’nin fantastik ve bilim kurgu dili açısından gelişip genişlemesi üzerinde olumsuz bir etkisi olduğu da yadsınamaz bir gerçektir.

14

15

İlke KESKİN


Özel Dosya

Özel Dosya

Fantastik Kurgu ve Bilim Kurguda Dil

Ilgana'nın Dili:

"Kaşgarlı'nın Gözyaşları"

“Türkçe çok fakir bir dil…” “Türklerin mitolojisi yok...” “Türkçede bir sürü şeyin karşılığı yok...” “Çok mu lazım Türkçesi?” “Türkiye’de fantastik deneyenleri gördük...” “Türkçe fantastik edebiyat yaratmak ve yazmak imkansız…” Öyle mi gerçekten? Yoksa biz kendimizi mi sevmiyoruz? Kendimizi sevmemeyi ayrıcalık olarak mı görüyoruz? Türk kültürünün ve dilinin bizi tanımlamakta yetersiz kalacağını öne sürebilecek kadar bu konularda bilgimiz var mı? Kendimizle ilgili bir şeyi beğenmemiz için, önce yabancılara beğendirmemiz şart mı? Bu sorulara herkesin kendince bir yanıtı var. Bizce yanıtı şudur: Türkiye’de fantastik edebiyatın gelişememesinin asıl nedeni, bizim Türkçe bilmiyor olmamız. Ilgana, Türk fantastik edebiyatıyla ilgili bütün sorunların da çözümlerin de dilde yattığını idrak eden insanlar tarafından, bu tanıdık karanlığa ışık tutmak için yaratılan bir destan dünyası.

Eski Türklerin tarihine, kültürüne ve mitolojisine dayanan, derinlemesine araştırılıp düşünülmüş ve günümüzün alışkanlıklarına uygun biçimlerde sunulan fantastik bir destan dünyası yaratmak düşüncesi, Özgür bu fikri bundan yedi yıl önce ortaya attığından beri denk geldiği her insanı etkileyen, benimsenen ve destek gören bir fikir oldu. Biz zaten fantastik edebiyat dalında görmüş, geçirmiş insanlardık. Bir Batı dilleri uzmanının hayallerinden tetiklenmiş olan bu akımın inceliklerini bu kadar iyi bildiğimize göre, aynı şeyi Doğu için yapmak ne kadar zor olabilirdi ki? Herhalde Batılıların düşünsel temellerine, iyi-kötü tanımlarına ve meşruiyet algılarına dayanarak, Batı mitolojilerini ve Batı insanının düşünsel değişmezlerini temel alan öykülere ve oyunlara olan bu aşinalığımız, Türkleri ve Doğu'yu anlatırken de bir hayli işimize yarardı canım... Neden yaramasın ki? İşte o kadim cahiliye günlerinde, bu fikri ortaya atan adamın kendisi de, nasıl bir belaya bulaştığının farkında değildi. Çünkü "ne güzel fikir bu yahu" cümlesi ile "bu projeyi üretebilmek ve yürütebilmek için Türkoloji, tarih, eski Türk dili gibi konularda yüksek öğrenim gördük" cümlesi arasındaki büyük boşluğu doldurmaya yalnızca yedi yılın yeterli olmayacağını kimse bilmiyordu. Yıllar geçip de Ilgana ortaya çıktıkça, özellikle de ilk romanın 2010 sonlarında yayınlanmasından sonra, Ilgana'nın insanlarla çarpışma hızı doğal olarak arttı. Bizler de bu süreçte ilginç saptamalarda bulunduk. Bu yola çıkmadan önce bizim de fark etmemiş olduğumuz şeyleri hala daha fark etmemekte ısrar eden bir sürü insanla karşı karşıya kalıverdik. Temel sorun; insanların Türkçe bilmiyor olmasıydı... Hemen yanı başında da temel sorunun kötü kalpli ikizi içimizi ürperten bir boks maçı düzenlemekteydi. Mavi-Beyaz-Kırmızı köşede; kuşaklardır süren kavram tercümesinin insanlarda yaratmış olduğu yamuk özdeşleşmeler havaya gösterişli yumruklar savuruyordu. Karşısındaki antipas rengi köşedeyse; özgünlüğün ve derinliğin getirebileceği üvey evlatlık tehlikesi, başlığını yüzüne örtmüş, anlaşılmaz bir gizemle önüne bakıyordu. Her şeyin başı da sonu da dildir. Dil hem biçim alır, hem biçim verir. Bir kavramın algılanışı hemen dile yansır. Dil, o kavramı alır, raflara çekmecelere bakar, evirip çevirir ve sonra da kendi oturmuş değişkenlerine göre bir yere yerleştirir. İşte bu "oturmuş değişkenlerine göre" ayrıntısı, dilin belki de en önemli mucizesi olan ad koyma sürecinin de kalbidir. "Mucize" derken, bir şeyin bir ada sahip oluş anından söz ediyoruz. Bir şeyin adı olduğu andan itibaren, o adı kullanan insanların bilinçaltları, o ada göre biçim almaya başlar. Ancak, o adı vermiş olan da zaten o insanların bilinçaltları olduğu için, ortaya aklı birazcık zorlayan bir

16

17


Özel Dosya

Özel Dosya mucize çıkar; bir sözcük doğar. Bu karmakarışık laf salatasına bir örnek vermek gerekirse: "Bilgisayar" sözcüğü, bu sözcüğün ifade ettiği aygıtı tasarlayan adamın koyduğu addan farklı bir anlam içerir. "Bilgi" sözcüğünün "computing" ile doğrudan bir ilgisi yoktur. Ancak ve buna karşın, bilgisayar sözcüğü Türkçede yer bulmuş ve oturmuştur. Toplumsal bilinçaltı, kavramın içine “bilgiyi” tesadüfen eklemiş değildir. Şurada, daha birkaç yıl öncesine kadar (sözcük henüz orta yaşlarına gelmeden, facebook da açılmadan önceki dönem), Türkiye'de bilgisayar kullanan insanların çoğunluğu, aynı zamanda bilgili insanlardı. Bilgi kavramını aygıtın adına sokuveren, sonra da adın etkisiyle kavramı yeniden yorumlayan dil, kimse ne olduğunu düşünmeden (düşünürsek olmaz zaten), hem sözcüğü, hem bilinçaltlarını aynı frekansta buluşturmayı becermiştir. İşte bu nedenle de, sözcüğün ergenlik çağları boyunca kimse, anlamının "computing" karşılığını içermesini talep etmeyi aklından bile geçirmemiştir. İşte biz de bu mucize duygusunun bizdeki etkisi yüzünden, ne zamandır insanların istediği şeye, yani "yahu artık Ilgana hakkında bir şeyler yazmaya" dil konusundan başlıyoruz. Çünkü bu projeyi ortaya atan adam başta olmak üzere, pek çoğumuz bu fikre, dil konusundaki uyanışların etkisi yüzünden bulaştık. Türk tarihi, Şamanizm, mitoloji, bozkır kültür tarihi gibi konular, bunu izlediler. Çok da iyi ettiler; doğrusu buydu. Bu kıvılcımların bu sırayla çaktıklarına gönülden inandığımız için, Ilgana'yı anlatmaya dilinden söz eden bir yazıyla başlayalım dedik. Ilgana’nın, yani Ilgana’yı yaratan insanların daha yolun başında yaptığı bazı seçimler vardı. Destan dünyasının içeriğinden, kurgusundan veya görüntüsünden çok daha önemli bazı temelleri belirlemek gerekiyordu. Ilgana’yı diğer tüm öykülerden, tüm fantastik dünyalardan ayıracak olan şey neydi? Ilgana nasıl kanıksanacak, neyle hatırlanacaktı? Özgün bir şey yaratmak üzere boş bir beyaz sayfaya bakan her insanın ensesini yalayan bu zalim sorunun soğuk nefesi, bizim açımızdan da çok şeyi belirleyecekti. Sorunun yanıtı, Özgür bu fikri doğururken aslında büyük ölçüde belliydi: Kalite... Peki, kalite kavramı, Ilgana’da ne anlama geliyordu? Ilgana’nın, üzerinde sağlam durabileceği bir kavramsal denklemi olması gerekiyordu. Üstüne üstlük, bu denklem, Türk kültürünün unutmakta olduğumuz en temel öğelerini barındırmalıydı. Bu yeterince zor muydu? Elbette zordu... Ancak kahramanlarımız bununla kalmayacaktı. Peki, ne yapacaklardı? Bu denklemin bir de kaliteli olması gerekiyordu. Ilgana için emek veren tüm insanların ortak bir noktası varsa, bu da kusursuzluk kaygısı taşımalarıdır. Kusursuz iş çıkarmak isteyen bazı insanlar, önlerindeki kocaman kültür deryasını kendi uzmanlıklarına, daha önemlisi, kendi sezgilerine göre tanıyıp tanımladılar. Burada başka bir sorun başını uzattı: Biz kendi hayal dünyamızda debelenip mutlu kahkahalar atmak değil, insanlara bir şeyler anlatmak peşindeydik. Ve bunu, en basit ifadesiyle, “Türkçe” bir biçimde yapacaktık. Bunun doğrudan Türk diliyle ilgili bir şey olmadığını zaten biliyorduk. Göçer Türk kültürünün derinde içerdiği tavırla, yani bozkırda koşturan atlının doğal akış algısıyla, keskin dönüşleriyle, dağlarda çınlayan nal seslerini içimizde duyarak yapacaktık. Ayrıca, bunu anlaşılır kılmamız, bu konuları bizim kadar

18

19


Özel Dosya

Özel Dosya araştırmış olmayan insanların da hissedebileceği bir biçimde yapmamız gerekiyordu. Verdiğimiz asıl savaş da bu oldu. Her adımda kendimize “bunu insanlara nasıl anlatmalıyız?” diye sorduk. Anlatacağımız insanlar (herkes) bizim kırılması gerektiğinden emin olduğumuz bazı alışkanlıklara, özdeşleşmelere ve kabullenişlere körü körüne bağlı olacaktı. Bunun bir sorun olduğunun da farkında olmayacaktı. Bir yolunu bulup, onların akıllarını çelmemiz gerekiyordu.

Bir Dil Yaratmak Hepimiz işinde gücünde, bilgisayar, internet görmüş, yabancı dizi film izlemiş, toplum ortalamasına göre çok fazla kitap okumuş insanlarız. Kendine özgü bir kültürü ve değişmezleri olan, ayrıksı bir kuşağız. “Televizyon” izleyen, “internet” kullanan, “Facebook” hesabı olan, “sinemaya” giden, “piyango” bileti alan, “kupon” biriktiren bir kuşak… Hatta bu yazıyı okuduğunuza göre, siz de “anime” izleyen, “spell cast eden", “save atan", insanlarsınız. “Battlefield'a trooplarınızı deploy” filan da edebiliyorsunuz. Bunları biz de yaptığımız için, ne demek istediğinizi anlıyoruz. Ancak, bu yapabildiğimiz şeylerin “advantage”ları olduğu gibi, bazı “critical damage”ları da var. Bu ikisini birbirinden ayırmak ise çok "challenging" bir "quest". Türkilizce konuştuğumuzdan dolayı, iyi Türkçe bilmek bizim için çok da önemli değilken, iyi İngilizce bilmek doğal ortamımızda oldukça yararlı, hatta zorunlu bir beceri. Öyleyse, Türkilizce konuşabilmek toplumsal bir ayrıcalık demektir değil mi? Bu soruya "evet" yanıtı vermekten keyif alıyorsanız, “Feyste” birbirini “pokeleyen” insanların da aynı ayrıcalığa sahip olduğunu, onların da Türkilizce konuştuklarını acı da olsa kabul etmeye çalışın. Ayrıcalıklar da buraya kadarmış... Bütün bu patırtı, bizi elbette kavram tercümesi konusuna getiriyor. Tamam, bu konuştuğumuz dil, Türkçe değil. Doğru, bu kavramları Türkçeye çevirmek de pek mümkün değil. Evet, biz de Türkçe bilmiyoruz... Çevrilmesi gerekmeksizin kendi kendimize eğleniyorduk işte ne güzel, tuttun huzurumuzu da kaçırdın şimdi, bir ton laf soktun... İyi de, bizim fantastik edebiyat diye alıştığımız dil Türkilizce kardeşim... Türkçe bir düş dünyası yaratmak fikriyle, Türkilizce konuşmanın da birlikte yapılamayacağını hepimiz aslında seziyoruz. E, nasıl olacak bu iş? Fantezi severlerin büyük hastalıklarından biri, içinde Batılı bir unsur bulundurmayan her şeyi baştan reddetmektir. İçinde Batılı unsur yoksa o şey fantastik veya kaliteli olamaz. Asıl acı olan; neredeyse hepsi de, böyle bir koşullanması olduğunu reddeder. O açık fikirlidir, şerrrefsizim onun da aklına gelmiştir, Batılı unsur olmayan fanteziyi "kültürel yerel tattan ibaret" olarak algılamamaktadır. Bir durun da kendinize karşı dürüst olun; bu bombardımanda o dediğiniz şey öyle kolay değil, inanın... Kolay olan, "yılgın deha” kisvesine bürünüvermek... Biz hepimiz çok iyi Türkçe bildiğimiz gibi, çok iyi İngilizce de biliriz ve ikisini Türkilizce olarak birleştirmenin bizim seviyemizde aslında sıradan bir durum olduğunun havasını da atmaktayızdır. Hem zaten, biz istesek akıcı biçimde tamamıyla İngilizce de konuşabiliriz ama işte ne yazık ki Türkiye’de yaşıyoruzdur... Gelgelelim, içinde kıstırılmış olduğumuz kültürel açmazda, alışkanlıklarımıza yenilerek, iki tarafı da olduğundan farklı, birini olduğundan da iyi, birini olduğundan da kötü algılıyor olabileceğimizi düşünmeyiz. Çünkü bizler, bir toplumun en yüksek zevklerle yoğrulmuş, en iyi eğitimi almış ve ama değeri de en bilinmeyen insanları olarak, her şeyi biliriz. Peki, “kam” kimdir? “Alkış” aslında ne demektir? “Evren,” “tin” ve “töz” gibi şeyler Türk kültüründe ne anlama gelir, neleri simgeler? Bunları kullanarak düşünen insanlar dünyayı nasıl tanımlar, biliyor muyuz? Her gün kullandığımız "kut" sözcüğü ne anlama gelir? Bir insanı kutlamak ne demektir diye düşünüyor muyuz?

20

21


Özel Dosya

Özel Dosya

Arap Harfleri

Göktürk Harfleri

Kaşgarlı Harita

Türk Boyları

Sürek Boyları

Uygur Harfleri

"Kam", artık “şaman” demeye alıştığımız kavramın Türkçesidir. “Alkış,” Türk kamlık geleneğinde doğa ruhlarından bir şey isterken yapılan törende ruha edilen iltifatlardır. "Evren," gök çarkını çeviren, yani yaratılışı "eviren" dev yaratığın adıdır. "Tin," bizim artık “ruh” dediğimiz şeydir. Herhangi bir şeyin aslına, köküne “töz” denir. Bunlar gibi daha yüzlerce kavram, Türk kültürünün ve Türkçenin alt metnine o kadar işlemiştir ki, bugün bunları birer konu olarak algılayıp, üzerine düşünebilmek için akademik eğitim almak gereklidir. “Alkışlamak” eylemi, aslında hoşumuza giden bir şeyin hoşumuza gittiğini göstermek için ellerimizi birbirine çarpmak değildir. “Kutlamak,” tebrik etmek değil, bir kişiye veya olaya yaşam gücünün bir kısmını aktarmak demektir. Bu örnekleri düşününce, aslında ne kadar önemli şeyleri unutmuş olduğumuzu anlamak zor olmuyor. Bu kadar temel adları bilmeyince, simgeledikleri kavramları ifade edebilmek için, başka bir dünya görüşünün türettiği kavram adlarını, o adların alt metinlerini ve aralarındaki bağlantıları alıyor ve kullanıyoruz... Bunun ne kadar “healthy” bir şey olduğu da “obvious...” Ilgana’da bizim bu gerçeklere uyanışımız oldukça uzun ve acılı oldu. Kimsenin düşünmediği şeyleri düşünüp yorumlamamız gerekti. Kusursuz olmasını istediğimiz için de, Ilgana dil konusunda daha işin başından çok duyarlı bir tavır takındı ve iki kültür arasında kalan hiçbir şeyi kabul etmedi. Bu düstur, elbette görsel konulara da aynı biçimde uyarlanabilir: Gerçek dışı derecede iri gözlü, iri memeli veya beline kadar uzun açık sarı saçlı, gri gözlü, ince belli kadınların, kadın güzelliği kavramını tanımlaması da, dil konusuyla aynı derecede ve biçimde, kültürel bağlantılarla ve bu görüntülere maruz kaldığımız süreyle ilgili bir durumdur. Gözleri dışında her yerini kapatan zırhlar giymiş, kocaman adamlar da, puslu bir havada, çiseleyen bir yağmur altında, kim bilir hangi güç oyunlarına yataklık eden tekinsiz şehir görüntüleri de, aynı nedenle, yani alışkanlıklarımız yüzünden bizi etkiler.

22

Bu sözünü ettiğimiz alışkanlıkların ve kabullenişlerin benimsenmesinin yolunu yapan dil konusu, bütün bu sorunları ve seçimleri en açık bir biçimde yansıttığı için, Ilgana’nın hem en güçlü kozu, hem de en zor alanı oldu. Ilgana’daki esas oğlanlarımız olan Süreklerin dilini yaratmak için örnek alabileceğimiz hiçbir şey yoktu. Yolumuz alışkanlık ve çarpık kabulleniş tuzaklarıyla örülüydü. Hep uyanık olmak zorundaydık. Peki, örnek yokken, çok iyi Türkçe öğrenmemiz gerekirken, akademik kaynaklara ulaşmak zorken, bu işi nasıl yaptık? Madem işi nasıl yaptığımızı anlatıyoruz, burada alçakgönüllülük etmek yersiz olur... Biz zaten iyi Türkçe bilen insanlardık. İyi eğitimli olmamızın da ötesinde, Türkçeyi derinden kavramak için zorunlu olan sezgi, bizde doğuştan vardı. Yolu da bu sezgi gösterdi. Şimdi burada tutup da sizlere Ilgana'da kullanılan her bir sözcüğün, unvanın, yer adının, kişi adının, deyimin, kalıbın nasıl türetildiğini anlatmamız hem olanaksız, hem de saçma olduğuna göre; şöyle yapalım: Bizi en çok ateşleyen, tek başına “level atlamamızı” sağlayan sözlerin ve dil yapılarının örneklerini anlatalım. Sizler de bilin ki; bunlar buzdağının ucudur ve bu örneklerin simgelediği düşünsel dönüşümler, Ilgana'nın asıl kavgası ve amacıdır. O sözcüğün dönüşümü sürecinde biz sadece bir sözcükle değil, o sözcüğü türetebilmek için gerekli donanımı ve bakış açısını yakalayabilmiş olmakla övünüyor, bunun sağladığı bilinçle sonrasında belki yüzlerce sözcük ve yapı türetebilir hale geldiğimizi, Türkçe bir düş dünyasının ancak böyle geliştirilebileceğini anlatmaya çalışıyor, bunu da o örnekte veriyoruz. “Ilgana” adını duyan hemen herkes, önce çok güzel ve etkileyici olduğunu söyler. Ilgana, Özgür’ün “Ilg-” sesleriyle “ana” seslerini, sezgisel bir bağlantı kurarak, el yordamıyla birleştirmesiyle ortaya çıktı. “Ilg”, Ilgardere, Ilgaz, Ilgın gibi adlardan, “ana” da Anadolu’dan geliyor. Ilgana adı, bizim daha sonra yıllarca kafa patlatacağımız dil konusuna çok iyi bir giriş oldu. Sürek dilinin havasını belirledi. Sonradan yapılan her şey, bu ilk adımın izlerinin peşinden, aynı yönde atılan adımlardır. Önceleri her şeyi sezgiyle yapıyorduk. Çok güzel şeyler çıkıyordu ve biz de bu konuda çok heyecanlıydık. Sonra, Türkoloji alanında akademik eğitimimiz geliştikçe, bu ilk zamanlarda yaptığımız şeyleri hem beğenir, hem beğenmez olduk. Bu ilk ürünler, Eski Türkçe duygusu veriyordu ama bir taraftan da kendini tekrar ediyordu. O yöntemle çalışırken, kulağımıza güzel gelen şeylerle kısıtlı olduğumuzu gördük. Sonra sonra, sezdiğimiz şeyleri gerçekten öğrenmeye başladık.

Yer Adları Ilgana’nın yer adlarının bir bölümünü, çoğunlukla da en büyük yörelerin adlarını, Özgür daha ilk zamanlarda koymuş zaten. Anadolu’yu andıran (üç tarafı denizlerle, bir tarafı dağlarla çevrili, kocaman bir yarım ada) bir harita çizmiş ve Boreça Denizi, Dara Denizi ve Uludeniz’in, Maral Dağları’nın, Günsüz Orman'ın, Yaybelen ve Salanur kentlerinin, Çukurkır ve İzliyayla gibi büyük bölgelerin adlarını koymuş. Asıl ilginç olanı; bu süreç boyunca, yer adlarının anlamları olduğunu şaşkınlıkla kavradığını söylemesidir. Ancak acemiymiş, Türkçede adların tekrarlandıkça değişme eğilimlerini uygulayamamış. “The Darkwood” gibi tanıdık gelen bir fantastik yer adının Türkçe denginin Karanlık Orman değil, Günsüz Orman olduğunu sezmiş. Ama bu da yeterli değilmiş. Ilgana'nın bir dahaki devrinde, “Günsüz Orman,” Türkçenin her şeyi kısaltma eğiliminin etkisi altına girince, yavaş yavaş değişti. Zamanla “Güngörmez”e dönüştü. Yıllar sonra bu dönüşümün dinamiklerini kendimize şöyle açıklayacaktık: “Günsüz Orman,” bu ormanı ilk kez gören kişinin oraya vereceği türden (yani ortalama fantastik edebiyat düzeyinde) bir addı. “Güngörmez" ise oranın binlerce insan tarafından tekrarlandıktan sonra ada dönüşecek olan sıfatıydı. Birinci adı, yüksekten bakıp harita çizen biri koyardı, ikinci adı, o ormana girmekten çekinen bir insan topluluğu söylerdi.

23


Özel Dosya

Özel Dosya Bugün arkaya bakınca küçük ayrıntılar gibi görünen böylesi pek çok dönüşüm yaşandı. “Great” karşılığında “büyük” demek yerine “ulu” sözcüğünü kullanabilmek, “Uludeniz” gibi Türkçeye çok uygun adlar üretebilmemizi sağlamakla kalmadı; Sürekleri "ulu"yu cümle içinde kullanan insanlar olarak tasarlayabilmemize önayak oldu. Türkçenin dönüşebilme gücünün yanında, Türk tarihinin ana fikrini, yani hem kendini, hem yabancıları dönüştürme yeteneğini bu adlar koyma maceramızda kendimiz uygulayarak daha iyi kavradık. Anadolu efsanelerindeki Boreas’a benzeyen Boreça, belli ki adı Sürekler tarafından konmamış olan bir yer... Ama Sürekler onu da tekrarladıkça aradaki “e” sesini düşürdüler ve sonunda denizin adı “Borça” oldu. Çatra adasının adı, Türkçedeki Rumca kökenli “çapari” gibi denizcilik terimleriyle “çiroz” gibi balık adlarından geldi ve deniz kültürü çağrışımını sağladı. Türklerin yer adı verme geleneğindeki çok önemli bir alışkanlık; ana yönleri renklerle ifade etmektir. Merkez sarıdır, kuzey karadır, doğu gök rengidir, güney kızıldır ve batı aktır. Yani, Karadeniz aslında kuzeyde olduğu için kara, Kızıldeniz güneyde olduğu için kızıl, Akdeniz de batıda olduğu için aktır. Böyle bir mantığın neden yerleşmiş olduğunu algılama anı, önemli sıçrama anlarından biridir. Göçer adamın bulunduğu bölgedeki her nesneye ad koyması olanaksızdır, hem de saçmadır; çünkü bir süre sonra oradan gidecektir. O kadar basit ki, kavramak zaman alıyor… Gittiği her yerdeki sulara, ormanlara, dağlara filan ad koyup sonra yeni gittiği yerde buna baştan başlasa garip olurdu. Hem de kendisinden sonra oraya gelecek olan da onun koymuş olduğu adları atıp, yeniden koysa, ne kadar yamuk bir süreç olur, değil mi? Bu yüzden, göçer Türklerin geliştirmiş olduğu bu renklerle adlandırma yöntemi çok başarılıdır. Türklerin yaşadığı tüm coğrafyalarda, Aksu, Göksu, Karadağ, Kızıltaş vb. binlerce ad görürsünüz. Bu adlar, her zaman o dağın kara renk olduğu anlamına gelmez, kondukları bölgenin kuzeyindeki dağ olduğu anlamına da gelir. Zaten her bölgede göçer yaşama uygun alanlar üç aşağı beş yukarı belli olduğu için, aslında bir sonra gelen boy da o dağa aynı adı verecektir ve bugünkü haritalarımızdaki adlar da işte böyle oluşacaktır. Biz de bu geleneği yer adlarında kullandık. Ilgana’da Akkerek, Gökkerek, Karayelik, Kızılyelik gibi yerler var. Başlangıçta "Gökçeli" gibi bir adı sezgiyle koyuyor, "tatlı bir Anadolu esintisi" yaratıp seviniyorduk. Şimdi bu adın anlamının "gökçe-ili” (doğudaki topraklar) anlamına geldiğini biliyoruz ve bu bilinç bize birçok ad kazandırmakla kalmıyor, daha önemlisi, göçer gibi düşünerek Ilgana'yı tanımlayabilmemizi sağlıyor. Adlar, aslında ad değildir (hepten kudurduk)... Dilbilgisi anlamında, adlar başlangıçta sıfattır. Çünkü her şey önce sıfatla tanımlanır. O sıfat, bir tek o şeyi ifade etmez oldukça, tamlamaya dönüşür. Sonra o tamlama kısalır, zamanla ad halini alır. Obamızda bir deli varsa, onun adı “Deli”dir. Ancak başka bir deli gelince, ilkinin adı “Deli Kumuk” olur (hem de çomaklar saklanır). Öncekiler, sonrakiler ve komşu beyler olmasaydı, adamın adına "Boğaç Bey" dememize gerek olmazdı. "Bey" olurdu adı... Yaşadığımız yerde tek deniz varsa onun adı “Deniz”dir, ancak iki deniz varsa kuzeydeki “Karadeniz”, batıdaki “Akdeniz” olur. Bir insan tek başınaysa, ada ihtiyacı yoktur. "Ben"den ibarettir. "Öteki" ile karşılaşınca, hem kendine, hem karşısındakine ad verir. Hatta bu adlar kimi zaman aynı da olmazlar (Greklere "Yunan", Kıpti ülkesine "Mısır" diyoruz. Fransızlar, kendilerini Deutsch olarak adlandıran insanlara Allemagne diyorlar...) Zaten birbirlerinin adlarını genellikle doğru da telaffuz edemezler. Biz, Roma'ya "Rum" diyoruz mesela. Adam İranlılarla konuşurken "Ben, küçük kağan..." diye söze girdiği için, onların kayıtlarında adı "Mengücük Kagan" diye geçebiliyor. Bunların çoğu, yer adları için de elbette geçerli... Ilgana'daki büyük yörelerin adları, günümüz Türkçesine uyumlu tamlamalar olarak tasarlandı (Çukurkır, İzliyayla, Uludeniz gibi). Eski Türkçe, küçük adlarda daha yoğun kullanıldı. Bunun iki nedeni vardı: Pratik nedeni; ilk karşılaşılan şeyler okuyucuyu ürkütmesin kaygısıydı. İkinci ve asıl dilbilimsel nedeniyse; sürekli tekrarlanan adların aslında küçük yerlerin adları olmasıydı. Çukurkır'da konacak olan bir boy,

24

25


Özel Dosya

Özel Dosya Çukurkır adını yola çıkarken bir kere söyler, sonra da pek nadir kullanır. Balığın içinde yüzdüğü denizi görememesiyle aynı mantık aslında... Buna karşın, konduğu yöredeki küçük suların, koruların, sivrilerin adlarını gündelik yaşamı boyunca tekrarlar. Bu yüzden büyük yörelerin adları, "haritaya yüksekten bakan adam" tavrıyla kalır ve "tekrar aşınmasına" uğraması da gerekmez. Bizim koyduğumuz her adın da bir öyküsü olması gerekiyordu. Sonra da bu öykünün fantastik dünyalarda alışageldiğimiz çiğlikten kurtarılması, deyim yerindeyse "kot taşlamasına" tabi tutulması gerekiyordu. Öyle de yaptık... Büyük yörelerin adlarını ise kutudan çıktığı gibi bıraktık. Kutlu yerlerin adlarını da çok çekiştirmedik; çünkü onlara gösterilen saygı, adlarının yuvarlanıp gitmesine engel olurdu. Öte yandan, Dorman kentlerinin adları (Süreklerin verdiği adlar) böyle bir saygıya layık değildi, hem de sık tekrarlanacaklardı. Bu yüzden, zamanın zalim zımparası (zzz), onlara Soğuruk > Soğruk, Kara Çiseli > Karaçise, Pusa Duran > Pusadur gibi hoyrat davranmaktan çekinmedi. Bir taraftan da coğrafi terim sıkıntısı yaşıyorduk. “Delta, alüvyon, kanal, step” gibi sözlerin büyük bölümü Batı dillerinden geliyordu ve biz onları kullanamayacaktık. Bu yüzden, Türkçe coğrafi terimleri çok araştırdık. “Kanyon”un Türkçe adının “kısık” olduğunu, "jungle" yerine "yış" kullanabileceğimizi öğrenince heyecanlandık. “Balkan”ın ormanla kaplı dağlık bölge demek olduğunu öğrenmemizin aslında öyle çok da zor olmadığını fark edince birazcık utandık. Bütün bunlar olurken de, Türklerin farklı coğrafi terimler kullanmalarının nedeninin biz yirmi birinci yüzyıl “nerd”lerine sıkıntı vermek istemeleri olmadığını anladık. Bu farklılıkların, göçerlerin doğal ortamları yerleşikler gibi algılamamalarından kaynaklandığını, dolayısıyla doğal örtüyü de yerleşikler gibi değil, kendi algılarına göre sınıflandırdıklarını kavrayarak, bir “level” daha cebe atmış olduk. Yer adlarını koyarken yavaş yavaş öğrendiğimiz şeylerden biri, yerleşimin büyüklüğünün ve tarihinin, o yerin adını belirleyen asıl etken olduğuydu. Örneğin; adı Türkçe olan küçük yerleşimlerin, coğrafi özellikleriyle anılma eğilimi olduğunu fark ettik. Adı “Armutlu” olan bir yerin, kent olamayacağını öğrendik. Armutlu’da belli ki çok armut yetişiyor ve adını da ondan alıyor. Sadece armuduyla ünlüyse o yer, ya bir köy ya da ilçedir. Nüfus arttıkça ve yerleşimin tarihi uzadıkça, adı da karmaşıklaşıyor. İstanbul’un adının yüzyıllar boyunca kaç kere değiştiğini düşünün. Byzantium, Nova Roma, Constantinopolis, Konstantiniyye, İstanbul… Bir de Dersaâdet, Pâyitaht, Derâliye, Asitâne, Bâb-ı Âli gibi yüceltici adları var. Bu adların hepsinin koyuluşunun bir nedeni var. Bu yüzden, Ilgana’da da ormanlar, kentler, ovalar gibi büyük yerlerin adlarında hayal gücümüzü kullandık. Idıkal, Yalçı, Devşen gibi, tek ve belirgin bir şeyi çağrıştırmayan adlar koyduk. Sözün özü, yer adları birer ad değil, küçük birer tarih kitabıdır. Hakkında ciltlerce yazı yazılabilecek bir kavramı, bir sözcükte anlatmaya çalışmaktır. Böyle olunca, uyumsuz, duygusuz veya ters tek bir ses, bir adı duyan kişiyi çok yanlış çağrışımlara götürebilir. En ciddi kaygımız da bu oldu. İşin garip yanı, doğrudan Türkçenin kuralları ile ilgili bir şey de değildi bu. Bunları seziyorduk ve bir biçimde Türkçeye uygulamamız gerekiyordu. Bu uğurda, "çeviri Türkçesi" kullanarak ve oturmuş fantastik edebiyat alışkanlıklarıyla çalışmamız da mümkün değildi. Biz de çalışmaz (çalışamaz) olduk. Ilgana bu gibi temeller üzerinde tava biraz geldikten sonra, Ayşegül sazı (haritayı aslında) eline aldı ve çok sayıda ad ekledi. O arada elbette leveller gelmeye devam etti. Çizmiş olduğumuz haritayı Sürekler çizmiş olsa öyle bir tarzı olmayacağını idrak ettik. Türk tarihinde çizilmiş haritalarda kağıdın üst tarafının kuzey değil, doğu olarak kullanıldığını öğrendik. Yüksekten bakarak koyduğumuz adlar birer ikişer elendi. İki yüzden fazla yer dile geldi; yaylaklar, kışlaklar, kısıklar, ırmaklar, sivriler, koyaklar, yışlar, burunlar, beldirler, kurganlar, dereler bize gerçek adlarını söylemeye başladılar ve oralarda oba kuran Sürekler de bu adları aşındırmaya koyuldular.

26

27


Özel Dosya

Özel Dosya Bütün bunlar olup biterken, Sürek dili dışındaki dilleri de düşünmemiz gerekiyordu. Bunların başında da Dormanların ve Aratrilerin dili geliyordu. Özgür, zaten Aratri dilinin Hitit ve Urartu dillerinden türeyeceğinin kararını en başta vermişti. Yeni levellerimizle baktığımız zaman bile, bu karar hala doğru bir karardı. Dr. Umut Altunoğlu sağ olsun, 2006 yılında Ilgana'daki Aratrilerin dili konulu bir makale yazdı ve temelde Hititçeden esinlenen oldukça verimli bir çizelge yarattı. Bu çizelgeyi, Aratrilerle ve “eskilerle” ilgili her yerde kullanabildik ve hala da kullanıyoruz. SAGU oyunundaki Deli rolü, bu sayede adam pataklarken "Adu ratta, dirih şaru urtahur!" filan diye bağırabiliyor. Dormanca konusu, temelde Özgür'ün üstlendiği bir şey oldu. Projenin en başından beri, Dormanların "kalitesiz Türkçe" konuşmalarında hemfikirdik zaten. Batı fantastiğinde "barbarlar" kötü İngilizce konuşuyorlarsa, aynı şeyin bizdeki dengi olan "gavurların" da kötü Türkçe konuşmasında bir sakınca yoktu. Kötü Türkçenin ne olduğunu bulmakta pek zorlanmadık. Yalnızca yabancı dizi yayınlayan birkaç televizyon kanalının altyazılarını biraz okuyup, azıcık da TRT çevirisi dinleyince; Dormanların nasıl “Türkçe” konuştukları ortaya çıktı. Şövalyelerimiz; "korkarım sizinle aynı fikirde olmadığımı söylemek zorundayım, rica ederim defolunuz!" gibi cümleleri sıralamaya başladılar. Dorman dilinin ses yapısı için de ilk baştan beri uyguladığımız düzene sadık kaldık. Frea-na’eleth, Ma’ernwynn, Nn’yrydth, Elbetthe, Ilelebeth gibi deli saçması sözcükleri "karizmatik" sandığımız yıllardan gelen tortuya dayanarak, göze görünür biçimde komik hale getirdik. Nedir dedik, demek ki üst üste sesli ve sessiz tekrarı olunca, ortalığa da tireler ve kesme işaretleri doldurunca, Batı dilleri kendini karizmatik sanıyor. İyi o zaman dedik, Latince ve İngilizceden bozma, sesli tekrarına ve cümleleri tersten kurmaya dayalı bir dil yapısı kurduk. İşin en eğlenceli kısmı, Süreklerin bu sözcükleri aşındırmaya başlamasıyla oldu. Özellikle SAGU deneme oyunları sırasında Ga'arga’oy-Vo'oluuk (uçan heykel) sözcüğü "goygoy" haline, Mo'oni'is-Reefu'u (sığıntı duvarı) sözcüğü "refu"ya dönüştükçe bayağı neşelendik.

Kişi Adları Türkçe’de kişi adlarının anlamı olması durumu, biz Türklerin çok kanıksadığımız, artık farkına bile varmadığımız bir durum. Ancak, bir yabancı bize "sizin adlarınızın da, Kızılderili adları gibi, anlamları var yahu" filan diyince farkımızı idrak edebiliyoruz. Anlamı olmayan bir kişi adı bizim pek algılayabildiğimiz bir şey değil. Bu yüzden de insanların birbirine sık sık "adının anlamı ne?" diye sorduğunu duyuyoruz. Pek çok Batılı toplum için, bu sorunun kendisi anlamsızken, bizim için bir kişinin adının anlamını bilmemek o kadar garip ki, hemen "ne demek?" diye soruveriyoruz. Bugün bile kullandığımız adlar arasında, anlamı olmayan kişi adları ya Arapçadan ya da Farsçadan girmiştir ve büyük olasılıkla tarihi kahramanların adlarıdır. Yabancı bir dilden girmemişse, her Türk adının anlamı olması, varsayılan bir durum (Türkçe adının anlamını bilmeyen ya da yanlış bilen birçok insan tanıyoruz, o ayrı konu). Elbette, Sürekler için de bu durumu aynen koruduk. Fantastik edebiyat için pek alışılmadık bir durumdu bu tabi, çünkü bir adın "fantastik" olması için, anlaşılmaz olması gerektiği gibi tuhaf kabullenişlerle de karşı karşıyaydık. “Sürek” adı, Özgür’ün “Yörük” adını çekiştirmesiyle ortaya çıktı. “Yörük” adı, “yürüyen” anlamına geliyor; yani sürekli yer değiştirme davranışı topluluğun adına kadar sinmiş. “Sürek” de aynı şekilde “süren” demek oldu. Bu ad da Süreklerin yaşam biçimini tam anlamıyla karşılayan bir ad, çünkü Sürekler de sürekli yer değiştiriyorlar. Her yıl, tüten topraklara kut verip, yeryüzünü iyileştirmek için bir obadan diğerine göç ediyorlar ve yanlarında hayvan sürülerini de götürüyorlar (tarlaları, bahçeleri götürmeleri zor). Yani hayvanlara “sürü,” insanlara “Sürek” diyoruz.

28

29


Özel Dosya

Özel Dosya ve unvanlarımızı adın önüne, soyadlarımızı da adın arkasına koymaya çalışıyorlar. "Resmi" olarak böyle kullanmak zorunda bile kalıyoruz ama aslında her ne kadar “King Edward”a özenip “Sultan Murat” demeye çalışsak da, bu kullanım hala kulağımızı tırmalıyor. Onun "Murat Sultan," "Cengiz Kağan," "Özgür Bey" olduğunun hepimiz farkındayız. Sırf bu formata uyabilmek için uydurduğumuz "bay," "bayan" gibi acayip unvanları söylerken bile bıyık altından gülüyoruz. Smokin giyip, soyadlarımızı adımızdan sonra yazıyoruz ama dil o kadar kudretli bir şey ki, aslında doğal ve akıcı olanın "Nuriye Kazancı" değil, “Kazancıların Nuriye” olduğunu, “Boğaç Yalaz” demek yerine “Yalazoğlu Boğaç” demenin dilimizde ne kadar rahat kaydığını da hala seziyoruz. (Kulağa fazlaca "Türk" geldiği için bunu kullanmaktan çekinenlerimizin psikolojik durumunu tartışmak, bu yazının kapsamı dışında kalıyor). Biz, Sürek dilinde Türkçenin doğal akışını kullandık. Lakapları ve soyadlarını adın önüne, unvanları adın arkasına koyuyoruz; Sungur Kam, Yalazoğlu Boğaç Kağan, Konur Eren, Maralça Reis, Alakuylu Çakır Tavay Yerçi diyoruz. Hiçbir yere takılmıyor, sürtünmüyor ve olması gerektiği gibi akıp gidiyor adlar bu sayede.

Kavramlar

Süreklerde kişiler için kullandığımız adların bir kısmı, Türkçede zaten kullanılmış adlar oldu. Sürek Kağanı Boğaç’ın ve önceki kağan olan babası Bayındır’ın adları, Dede Korkut’un anlattığı Boğaç ve Bayındır’dan geliyor. Daha sonra türettiğimiz kişi adları da, Dede Korkut’ta kullanılan adlara benzedi. Zaten benzetmek için de büyük çaba gösterdik, çünkü doğru olduğuna emin olduğumuz bir kerterizimiz vardı. Önceleri, sadece adları Maralça, Boğaç, Kutay, Sungur, Yaman gibi olan kahramanlarımız vardı. Yaman hariç, hepsi hala ilk Ilgana romanında da var zaten. Sonraları, yeni kişiler kurgulamak gerektikçe, kişi adları için de bir mantık oturtmamız gerekti. Türkçenin muhteşem eklemeli yapısı, önümüzde yeni ufuklar açtı. O ufuklara at sürebilmek için nallarımızı biraz sağlam çakmamız, kendimizi eğitmemiz gerekti tabi ama Ayşegül bu konuyu kafasına çok taktı ve oturup bir sürü ad türetti. Aşutay, Ulabay, Külbiyçe gibi, eski bir Türkçe metinde karşımıza çıksa sırıtmayacak adlar çıkarmayı becerdi. Daha önemlisi; bu tür adların hangi dil kurallarıyla türeyeceğini bir düzene oturttu. Bugünlerde de bu adları kendi kendine, hatta rastlantısal olarak yaratabilecek bir sistem oturtmaya çalışıyor. Bu da, özellikle oyunlar için Ilgana severlere çok büyük desteği olacak, övündüğümüz bir proje... Kişilere ad koyarken, Türkçede lakaplar ve unvanlar konusu da ortaya çıktı ve kabullenişlerimizi allak bullak etti. Batı dillerinde unvanlar adın başına gelir. Yani, King Charles, Madam Bovary, Mr. Özol diye söylenir. Türkçede ise bu “Özgür Bey” olur. Bu konuda yüz elli yıldır bütün seçkinlerimiz çabalıyorlar

30

Kavramların adları, en az kendimizden türettiğimiz adlar oldu. Onları da daha çok, projenin fantastik yönü için türetmemiz gerekti. Zaten, herhalde kavramlar için de yeni adlar türetecek olsaydık, hiç bir şey anlaşılmaz hale gelirdi. Ilgana projesi, bu haliyle bile "ortalama" Türk insanının bilmediği, bilse de kullanmadığı, kullansa da anlamını irdelemediği yüzlerce kavram adını barındırıyor. Bizim çıkmazlarımızın en güzel örneği herhalde, "ruh" sözcüğüdür. Özellikle kavramlarda Türkçe dışına çıkmamaya, Arapça kökenli sözcük bile kullanmamaya çabaladığımız halde, "ruh" gibi özel durumlarda frene bastık. Bu kavrama "tin" deyip dememek üzerinde çok tartışmalar yaptık. Sonunda (en azından bu aşamada) alışkanlıklara bu derece saldırmanın astarının yüzünden pahalıya geleceğini görüp, "ormanın ruhu" demeyi seçtik. Benzer bir örnek, şehir-kent-balık üçlüsünde verilebilir. "Şehir" Arap dilinde, "kent" Soğd dilinde, "balık" da Türk dilinde aynı anlama gelen sözcükler. "Balık" demeyi çok istedik ama yine aynı nedenle elimizi korkak alıştırdık. Hiç değilse Orta Asya’dan bir dil olsun dedik, "kent" sözcüğünü seçtik. Belki ileriki aşamalarda, anlaşılmazlık artık anlaşılmaz olmadığında, dilin bu yönlerini de istediğimiz düzeye getiririz. Ilgana'daki en önemli kavram olan "kut" sözcüğü Türkçede bugün bile yoğun biçimde kullanılıyor ama kavrama Ilgana'da biraz farklı yaklaşıldı. Bu konuda pek çaremiz de yoktu. Anlamı hala "yaşam kaynağı" demek olsa da, kutun kazanılması konusunda daha çağdaş bir yaklaşım izledik. Geleneksel olan "seçilerek kut almak" tavrını "hak ederek kut almak" temasına dönüştürdük. Kaynağı ne olursa olsun, sözcüğü aynı biçimde kullandık. Böylece "kutlamak" kavramını derinleştirmiş olduk (öte yandan “kutsamak” sözcüğünün de çarpıklığına vurgu yapmış olduk). Bunun yanına "alkışlamak", "kamlamak" gibi zaten var olan kavramlar da geldi. Sonra da bunlar kullanıldıkça "kut ala," "dileğini kutlamak" gibi deyimlere dönüştü. Bunlar gibi tek tük örnek dışında, en temel kavramların tümünü (töz, alp, kam, yurt, oba vb.) Türkçedeki haliyle tuttuk. Kendi türettiğimiz fantastik kavramların karşılıkları konusunda çok yönlü bir yol izledik. Bazılarını biz uydurduk ama genel olarak Türkçenin az kullanılan köşe bucaklarından faydalandık. Süreklerin çocukluktan gelen canlı yaylarına ve fantastik atlarına "kertme" dedik. Anlaşılan ama birazcık unutulmuş bir sözcük kullanımı oldu. Bizim de önümüze "doğmamış çocuğa tay kertilmez" gibi, kolay anlaşılan, öte yandan alışılmadık duygu veren nice kapılar açtı. Bütünüyle kendi türettiğimiz nadir kavram adlarında da Türkçenin genel yaklaşımına başvurduk. Türkçede en önemli şeylerin adları tek hecedir ve

31


Özel Dosya

Özel Dosya çoğunlukla iki, üç sesten oluşur (kut, gök, yer, gün, el, kol, baş, yüz, yay, ok, at, er, kız, kan, aş, su, et, ot, bey, vb). Bu ana kuralı hiç göz önünden ayırmadan, ortalığı karıştırmasından çok da çekinmediğimiz yerlerde fantastik kavramlar türettik ve adlarını da bu temellere dayadık.

Ruh Adları Ilgana’da her şeyin bir ruhu var. Üzerinde yaşam olan her toprak parçasının bir “yersu”su var. Yersu, Türk mitolojisinde “yer” ve “su” ruhu demek. Bu ruhları sadece kamlar görebiliyor; ruhlarla konuşup, bazen ikna edip, gerekirse zorlayarak istediklerini yaptırabiliyorlar. Ruhları kendilerine bağlayabiliyorlar. Bu yüzden, ruhların adlarını da kamlar biliyor. Ilgana’da ruhların iki tür adı var: Birinci türü, “kırk kara kuş” gibi, tanımlayıcı adlar. Bu ruh kendini kırk kara kuş olarak gösterdiği için bu adı alıyor. İkinci tür adlar da, ruhun gerçek adları: Issı Yaba, İske Bandal, Külkepgen, Çopurday, Süden Alkı, Mandarşın, Kara Kuynaş… Ruhların adlarını koyarken, Türkçenin tüm olanaklarını kullandık çünkü açıklanması gerekmeyen tek ad çeşidi buydu. Elbette eski Türkçe ya da Sürekçe anlamları olması gerekiyordu ama okuyucunun bu adları anlaması, tanıdık hissetmesi gerekiyor değildi. Hepsini kaygısızca, canımızın istediği gibi, hakkını vererek hazırladık. Bu açıdan, ruh adları Ilgana dil çalışmasının sezgi ve etkileyicilik açısından tepe noktasıdır. Ruhların adları çok önemli, çünkü bu dünyanın var oluşunun belkemiği onlar. Adlandırılışları, evrenin yapılanma biçimini hissettirecek tarzda düşünüldü. Örneğin; gök ruhlarının adları tek hecedir. Çünkü Sürekler onlara isteyip de ulaşamadıkları için çok önemliler. Öte yandan, esas oğlanlarımız yersulara daha aşinalar. Belki her Sürek, istediği anda bir yersu ile konuşamıyor ama her zaman çevrelerinde olduklarını seziyorlar. Onları yadırgamıyor, kendilerinden biliyorlar. Yer altının kuta aç ruhları olan albızların adlarıysa uzundur, hatta genellikle iki sözcüktür. Çünkü bu ruhlar insanlara uzaktır, ötekidir, bilinmez ve korkutucudur. Bunların Süreklerin yaşamlarında çok yeri olmadığı için, adları da dillerinde çok sürtünmez ve sesler düşemezler.

Yaratıklar Fantastik dünya diyince, elbette çeşit çeşit tuhaf yaratık, bir arada bir ekosistemde barınması aslında mümkün olmayan mahlukat geliyor akla ilk olarak. “Kalite” diye başlamıştık projeye; dolayısıyla yaratıklarımıza Star Wars gibi çiğ bir bakışla yaklaşamazdık. Daha

32

oturmuş, kendine özgü tasarımlar gerekiyordu. “Başındaki çirkin yumrunun yerini ve rengini değiştirdik, hala iki kolu, iki bacağı ve kafası var ama nedense bu da başka yaratık oldu” diyemezdik. D&D’nin yaptığı gibi, dünyanın neresinde ne kadar ilgili ilgisiz mitolojik yaratık varsa, hepsini bir sepete doldurup, buna “yaratıcılık” diyecek halimiz de yoktu. Yaratıkları seçme ve tasarlama konusundaki bu tavır, yaratıkların adlandırılmasında da bizi yönlendirdi. Hayvanlara pek elleşmedik zaten. Kimi hayvanların alışıldık Batı kökenli adları yerine Türkçe adlarını kullandık (panter>pars gibi). Türk mitolojisinde ve efsanelerinde adı geçen, “tunga”, “tulpar” ve benzeri birkaç tane hayvan ekledik ama onların da adlarını kurcalamadık. Bunların üstüne de, hangisinin nerede neden ve nasıl bulunduğuna özgün ve mantıklı açıklamalar getirmek kaydıyla, fantastik (uydurma) yaratıklar ekledik. Elbette, bu çaptaki bir masal dünyasında yaratık tasarımı bitmez… Ancak bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da yaratık adlarında belli kuralları uygulamaya özen gösteriyoruz. Ilgana’ya özgü olan, kendi uydurduğumuz yaratıkları da, ya bozkır mitolojisinin bir yerlerinden esinlenip türetiyoruz (yelbegen, dunganga, itbarak, kuşbarak gibi), ya da uydurduğumuz yaratığın özelliklerine benzer özellikleri olan, gerçek bir yaratığın adını itip çekerek ilinti kuruyoruz (hıyıl, sülsül, boğrul, akal, kulan, çagan gibi).

Atasözleri ve Deyimler İlginçtir, Sürek atasözlerinin ve deyimlerinin yapısı, Türkçedekilere çok benziyor. Ama bunları yaratırken biz bir hayli zorlandık, çünkü Sürekleri çok iyi tanımamız, onlar gibi düşünebilmemiz gerekiyordu. Süreklerin sorunları, övdükleri ve kınadıkları şeyler bizimkilerden çok farklı. Toprak mülkiyetine inanmayan, hayvanları da kardeşi olarak gören bir halk bu… “Mal sahibi mülk sahibi,”“para parayı çeker” gibi atasözlerini söylemesi, “ayı gibi” deyimini bir hakaret olarak kullanması mümkün değil. Savaşçı sınıfı diye bir şey yok... Ruhban sınıfı diye bir şey yok... Bu kadar çeşit temel değişmezde farklılık olunca da, biz yerleşik yaşayanlarla aynı değer yargılarına sahip olmalarına imkan yok. Zamanla biz de bu düşünceyi içselleştirdikçe, Süreklerin hayata bakışını anladık ve uygun deyimler ve atasözleri türetebilir olduk. Sürek deyimleri arasında herhalde en çok övgüyü alan “kut ala”dır. Kut ala, bir işin iyi gittiğini belirtmek veya gelecekte iyi gitmesini dilemek için söylenir: “Bu kışı atlatırsak sırtımız yere gelmez kut ala.” Bu kısacık deyim, Süreklerin evren ve düzenle ilgili inançlarının harika bir özeti oldu ve Ilgana’nın da simgelerinden biri haline geliverdi. Sürekler “Atan dirilsin”, “soyun bürüsün”, “yıkımın allı yeşilli gelsin” gibi deyimlerle, birbirine iyilik veya kötülük diliyorlar. Bir ortama girdiklerinde “gök kayıra” diyorlar, onları karşılayanlar “yer kayıra” diye yanıt veriyor. Yeri gelirse, “Kınalı'dan berisi, yay geremez gerisi”, “Dorman'a dal uzatan, kökünü ayrık bile”, “göç gelende durmak olmaz”, “her ok kendi beyine”, “doğmamış çocuğa tay kertilmez” gibi atasözleri söylüyorlar. Bunları üretmek çok incelikli bir iş, çünkü üstüne basmamamız gereken çok taş var. Kent yaşamıyla, parayla, teknolojiyle ilgili hiçbir kavramı kullanamıyoruz. Kader ve din konuları önümüze engel koymaya çalışıp duruyor. Üstüne üstlük, bulduğumuz deyimlerin kolayca tekrar edilebilmesi, bundan da önemlisi bir toplumun yaşam biçimini özetlemesi gerekiyor. Biz de bu mayın tarlasından alnımızın akıyla çıktıkça, Ilgana’ya güvenimiz artıyor.

SAGU Oyununun Terimleri Fantastik oyunlarla ilgilenen insanların yığılarak yoğunlaşan ilgisinin, Ilgana dünyasını konu alan rol yapma oyunu SAGU’ya odaklanması elbette bizi şaşırtmıyor. Dünyaları içine girerek tanımayı yeğleyen nice

33


Özel Dosya

Özel Dosya

insan da bize sık sık SAGU konusunu soruyor. Bu yazının yazıldığı tarihte, SAGU kurallarının ve denemelerinin tamamlanmış olduğunu, dünyanın farklı yerlerindeki amatör insanların da harıl harıl SAGU’nun son kullanıcıya sunumu üzerinde çalışmakta olduklarını belirtmiş olalım (Türkçesi: “Az kaldı.”) SAGU, Türkçe bir oyun… Gerçekten Türkçe… Yani, İngilizce cümle yapıları içine Türkçe sözcükler tıkılmasından ibaret değil. “Casting sırasında damage yersen, spell interrupt olmasın diye concentration check etmen gerekir” cümlesini, ne yaparsanız yapın Türkçeye çeviremezsiniz. Sözcük farklılıklarıyla ya da eksikliklerle ilgili bir konu değil bu, çok daha derin kökleri olan bir sorun. Çözümü de tek: Hint-Avrupa dillerinin cümle yapısıyla değil, Türkçe cümle yapısıyla konuşmak… Bu değişikliğin ne kadar talepkar olduğunu kavrayınca, böylesi bir temel dönüşümün ne kadar büyük sıkıntılar yaratabileceği gerçeğiyle yüzleşince, biz de aynı dehşeti yaşamıştık. Sonra geçti… Charge etmek, cast etmek, stun olmak, save atmak alışkanlıkları, yerini gerçekten Türkçeye bıraktı. Bunu sağlayan da, cümleleri farklı kurmaktan geçen uzun yol oldu. Ta ilkokulda öğrendiğimiz Özne+Nesne+Yüklem denkleminin ne demek olduğunu gerçekten kavradık. “Haa, siz Yoda gibi konuşuyorsunuz, anladım” diyen Amerikalı arkadaşımız, bunu bizden çok daha önce fark etmişti. SAGU’daki ikinci bir konu da, Türkçe cümlelerde kullanılabilmek üzere seçilen sözcükler ve terimlerdi: Yoklamak, Can, Açık Hamle, Coşmak, Çuvallamak, Beceri, Güç, Akıl, El, Sıra Savmak, Tepki, Artırmak/Eksiltmek, Yığılmak, Üstünlük, Kısıtlama, Bilgi ve benzeri bir sürü oyun terimi, pek çok seçenek üzerinde dilbilimsel tartışmalar yapılarak, Türkçe cümleler içinde kolay kullanılabildikleri için seçildiler. Bir örnek verelim: “Kanamalı durumdaki bir karakter, iyileştirme uygulanmayan her el 1 fazla eksi alarak gücünü test eder, tutmazsa ölür.” Bu tür oyunları oynayan pek çok insan, bu cümlede ne demek istediğimizi anladı ve bu cümledeki sorunun da “test etmek” olduğunu söyleyeceğimizi düşünüyor… “Test etmek” elbette bir sorun ama asıl bozuk olan şey değil. Cümlenin “… durumdaki”, “… uygulanmayan”, “eksi alarak” terimlerini kullanmak üzere kurulmuş olması, gerçek ve korkunç sorunun gizli nedeni. İster “test etmek”le, ister herhangi başka bir sözcükle uğraşalım, bu cümle Türkçe olmaz. Çünkü cümledeki öğelerin ilişkileri Türkçeye göre tasarlanmamıştır. Bu çorba, adam edilemez. "Bir karakter can çekişiyorsa, yarası sağaltılmadığı sürece her el yığılarak 1 eksiltip gücünü yoklar, tutturamazsa ölür” benzeri cümleler, SAGU deneme oyunlarında herkesin çok tuhafına giderek başladı. Ancak zaman geçtikçe, deneme oyuncuları blog girişlerinde kendilerini de şaşırtacak biçimde; “keşke kalkan yerine koşa kılıç sıyırsaydım” gibi cümleleri kendi kendilerine kurdukça, doğru yolda yürüdüğümüzden emin olduk. Oklar atılmaz, “salınır” oldu, kılıçlar çekilmez, “sıyrılır” oldu. Gerçek ve kullanılabilir bir Türkçe oyun dili ortaya çıktı. Bütün bu söylediklerimiz, bu yazıyı okuyan kişiye tuhaf ve aykırı gelebilir (geliyordur). Öte yandan, içinden bir ses, doğru söylediğimizi de ona fısıldıyordur. Elbette bu zorlu yolu seçip seçmemek, kişisel bir karardır. Ama eğer siz de bir Manowar şarkısının sözleri misali, zar atıp hazır tablolardan seçilerek adı yazılabilecek kadar ayağa düşmüş büyülü eşyalardan, “bilmemne of bilmemnelerden” bizim kadar bıktıysanız, ne dediğimizi anladığınızdan da eminiz. SAGU, Ilgana fikrinin bütün bu yazı boyunca anlatmaya çabaladığımız kaygılar yüzünden yıllardır içinde saklandığı fanustan artık sıyrılıp, gündelik kullanımda sınandığı müthiş bir dönemeç olacak. Bu yazıyı bu noktaya kadar okuduysanız, zaten o zorlu dönemeçte bize el vereceğinizden de eminiz. İkisi için de teşekkür ediyoruz. Kaynaklar hakkında artık yıllardır alıştığımız sorulara burada da aynı yanıtı vermek isteriz: Ilgana Facebook sayfasında ve SAGU ile birlikte yakında yeni yüzüyle hizmete girecek olan ilgana.com sitesinde, Ilgana projesinde yararlanılan kaynakların tümü, uzun listeler halinde önünüze serilmiştir.

34

Bunca lakırdıdan sonra, sözlerimize şöyle son vermek istiyoruz: Yarın, günlük alışkanlıklarınızın tanıdık huzuru içinde "gönderdiğiniz brief üzerine kreatif ekibimiz brainstorming yaptı" diye yazarken, "şirketimizin ceosu turnoverları beğenmedi, free friday uygulamasına son verdi" derken, "long swordunuzu çekip charge ederken", aslında üretkenlik bakımından "feyste pokelemekten" pek de farklı bir şey yapmıyor olabileceğiniz ihtimalini biraz daha düşünmenizi umuyoruz ve yazının başlığına anlam katarak; Kaşgarlı Mahmut'un bin yıl önce Türk aydınlarının "seçkin görünmek" adına konuşmalarına Arapça sözcükler serpiştirmelerine tepki olarak yazdığı yüzlerce sayfalık sözlüğü öpüp öpüp başımıza koyuyoruz. Bütün Ilgana ekibi adına, Özgür Özol ve Ayşegül Övün

35


Öykü

Öykü

Aç Grip

Grip, yemek bulabilen hiç kimseyi öldürmedi. Böyle bilinsin. Ben, canlı kanlı bir örneğim. On bir yıldır sağım. O virüs vücudumuza girdiğinde doymak bilmeyen oburlar kesildik. Hepsi bu. Aşırılaşma ve topyekûn çığırından çıkma bu noktadan başladı. Kıyamet kitlesel açlık nedeniyle koptu. Virüs salgını yayılmaya başladığında on yedi yaşındaydım ve liseyi yeni bitirmiştim. Juan le Pins denen şehrin Raymond Poincarė bulvarındaki iki katlı beş yatak odalı evimizde ikamet etmekteydim. Rahat bir hayatım ve bol cep harçlığım vardı. Babam otuz iki yıllık bir veterinerdi. Televizyonda verilen kaçamak ve yetersiz enformasyonlu haberlerden bir sonuç çıkardı ve bir dizi önlem aldı. Şarap mahzeni olarak kullandığımız bodrumu yiyecekler, içecekler, ilaçlar, küçük makineler, yakıt ve jeneratörlerle doldurdu. Kapıları izole etti. Pencerelere şeffaf plastikler taktı. Havayı içeriye filtreden geçirerek veriyordu. Eskiden butik işleten annem, büyük bir heyecanla bu önlemler paketinin oluşturulmasına yardımcı oldu. Tek çocuktum. Üç kişilik bir ekiptik. Yiyecek ve içeceğimiz boldu. Dayanabilirdik. Böyle düşünüyorduk. Nereden geldiği tam olarak belli olmayan virüs aşırı bir hızla değişime uğradı. Havada solunumla yayıldığı için etkisi bir anda çok yaygın bir alanı kapsayıverdi. Virüs bir bedene girince bir günden kısa bir zamanda metabolizmayı ele geçiriyor ve ‘Ye, durmadan ye’ komutu veriyordu. Kimse öksürmüyor, ateşlenmiyor, güçten kesilmiyordu. Tam tersine bir adrenalin denizinde yüzen

36

bedenler haline gelmiştik. Enerji damarlarımızda kükrüyordu. Gripten ölümler açlık nedeniyle oluyordu. Aç kalan, yiyecek bulamayan biri en fazla dört gün dayanabiliyor ve sonra ölüp gidiyordu. Birçok anne ve baba küçük çocuklarını yememek için ya intihar etti ya da onlardan uzaklaştı. Biri komşumuz Adrina’ydı. İki yıl önce trafik kazasında ölen kocasının tabancasıyla intihar etti. Bize komşu bahçede. Geriye yedi yaşındaki oğlunu bıraktı. Bu arada babam kendini kapattığı bir odada açlıktan öldüğü, annem de bir gece evden fırlayıp bir yerlere gidip geri dönmediği için yalnızdım. Yedi yaşındaki Lucian’a sahip çıktım. Onu sürekli doyurdum. Şu anda on sekiz yaşında güçlü kuvvetli bir delikanlı. En güvenilir yardımcım. Birinci yılın sonunda yaşadığım şehirdeki nüfus ellide bire falan inmişti. Yemek stoklayan çetelerin çoğu silahla çatışıp birbirlerini emre amade porsiyonlar haline getirmekteydi. Öyle ki, artık Lucian’la birlikte kıyıda köşede kalmış evleri ve süper marketleri talan ederek karnımızı rahatlıkla doyurmaktaydık. Kimse yamyam değildi. Herkes başlangıçta bulabildiği her türlü yiyeceği ete tercih etti. Konserve yiyecekler, hububat, bakliyat güç bulunur hale gelince yamyamlık başladı. Nüfus iyice azalıp şiddetli rekabet hız kesene kadar sürdü. Yamyamlığı hızlandıran faktör yiyecek talan ve istifçileriydi. Kendileri yemek oldular sonunda. Eğer her şey bundan ibaret olsaydı kimsenin birbirini yemesine gerek olmadığı düzeni kurmak zor olmazdı. Dünyada insan sayısı çok azalmıştı. Herkese bol bol yetecek kadar yiyecek mevcuttu. Belki birkaç nesil sonra dirençleri artar, vücutlarındaki virüs normalleşirdi. Ama başka bir şey oldu. Anlattım size, olay patladığında on yedi yaşındaydım. Boş zamanlarımı odamda internete takılarak geçiren biriydim. Dışarıda ne oluyor bitiyordu fazla merak etmezdim. Babam veteriner olup bayrağı devralmamı istiyordu. Aklım buna yatkındı. Gönlüm, filmlerle ilgili bir şey yapmak istiyordu. Kameraman, yönetmen falan. İkisi için de artık çok geçti haliyle. Çünkü felaket ikinci bir burgaç yarattı. Atom bombaları patladı. En az otuz kırk adet. İlk kim başladı edebiyatı o sırada hâlâ yayın yapan propaganda amaçlı televizyon kanallarında farklı farklı lanse edildi. Herkes bir diğerini suçlamaktaydı. Bu kadar çok sayıda atom bombasının patlaması iki beklenmedik sonuç verdi. Birincisi atmosferdeki azot yandı. Tamamı değil, ama günlerce asit yağmurları yağarak bitki örtüsünü ve doğayı önemli ölçüde tahrip etti. Normalde sığınaklara kapağı atmışların dışında kalan herkesin ölmesi lazımdı, ama içimizdeki virüs yeniden değişime uğradı ve gamma ışınlarının tahribatına karşı bedenlerimizi uyarladı. Sadece insanları değil, hayvanları da etkilemişti. Normalde tüm canlıları ortadan kaldıracak şiddette radyasyona dayandık. Sekiz dokuz yıl önce belli bir kararlı ortam kurulmuştu. Asit yağmurları sona ermişti. Kimyadan anlayan Arthur adlı biri ölçüm yapmıştı. Atmosferdeki oksijen miktarı yüzde 21’den, yüzde 6’ya inmişti. Azot da azalmıştı. Bunlardan artan yeri karbon dioksit ve azot oksidül doldurmaktaydı. Azot oksidül ilginç bir etkiye sahipti. Durduk yerde gülme krizleri geçirmenize neden oluyordu. Arthur eskiden dişçilerin hastalarına bu gazı solutarak diş çektiklerini anlatmıştı. Soluduğumuz havada güldüren gaz olması tarihin ve talihin bir ironisi olmalı. Artan karbondioksit nedeniyle de atmosferdeki ısı yükselmekteydi. Son yıllarda zaten erimekte olan buzullar iyice hacim kaybetmişti. Evimiz deniz kıyısına iki yüz metre mesafedeydi. Altı yıl önce bu birkaç metreye indi. Şu anda, doğduğum ev suların beş metre kadar altındaydı. Sağ kalanların giderek daha yükseklere çıkmaları gerekmişti. Neyse ki, suların yükselmesi birkaç yıl önce tamamen durmuştu. Kalan nüfus eskisinin binde biriydi. Belki daha da az. Aradan on bir yıl geçti. Bütün televizyon yayınları durdu. İnternet yok. Cep telefonları çalışmıyor. Tek tük radyo yayını sürüyor. Buradan gelen haberler ne kadar doğruydu bilmiyordu, ama bazı sığınaklardan

37


Öykü

Haberler

çıkanların neredeyse tamamı telef olmuştu. Daha uzun süreli bir felaket için hazırlık yapmış elit kesim ise sabırla beklemekteydi. Virüs beni ve Lucian’ı çok değiştirdi. Yüzde altılık oksijenle yaşayabilmek için ciğerlerimiz büyüdü, deri solunumu yapan ekstra hassas deriler edindik. Gamma ışınlarına dayanabilmek için derimiz bir iki santim kalınlığında rengârenk kristal hücreler türetti. Güneş çıktığında bir kilometre öteden seçilebilmek mümkün. Her tarafımız ışığı rengârenk olarak yansıtmakta. Metabolizmamız da tümden yeni duruma uyarlandı. Artık protein ihtiyacı için hayvan yemiyoruz. Vücudumuz kendisi havadaki azottan protein yapabiliyor. Etoburluktan iyice sıyrıldık. En son ne zaman et yediğimi hatırlamıyorum desem abartma olmaz. Sadece bu kadar değil. Beyinlerimiz de etkilendi. Telepati gücümüz çok arttı. Telefon telsiz hatları varmış gibi haberleşebiliyoruz. Başka hassalarımız da etkinleşti. Kim, nerede, ne yapıyor, hissedebiliyoruz. Yüzlerce metre kayaların altındakileri de. Artık homosapiens falan değiliz yani. Onu belirtmek istiyorum. Babam ateist, annem inançlı bir Katolik’tir. Annemin tarafından bakınca, Tanrı’nın bizi bir nedenden terk ettiğini düşünüyorum. Bu da kader olmalı. Böyle var kalmak. Önümüzdeki yıllarda ne olur bilmiyorum, ama dünya hayatı artık bu çizgiden devam edecek. Eski dünya cenneti çok küçüldü. Artık dağların derinliklerine inşa edilmiş mağaralardaki sığınaklarda mevcut sadece. Zamanı gelince oralara sinmiş olanlar mecburen dışarıya çıkacaklar, ama en yeni duruma ayak uydurabileceklerinden şüpheliyim. Bu virüsleri türeten ve sığınakları inşa eden akıl kendi sonuna toslamak üzere. Saptadığımız on sekiz noktada bu kimseler için tertibat aldık. Kendilerine layık bir karşılama töreni yapacağız. Dışarı çıkmalarını sabırsızlıkla bekliyoruz. Öykü: Sadık YEMNİ

Fantastik Dünyadan Haberler

Can Hoca Aramızdan Ayrıldı

İllüstrasyon: Devrim KUNTER

Türkiye'de fantastik ve bilimkurgu anlamında pek çok kişiye önayak olmuş, bu konuda önemli bilgiler vermiş olan Can Abanazır hocamızı maalesef 2 Ocak sabahı kaybettik. Hacettepe Üniversitesi'nde FRP Kulübü kurulmasına öncülük eden ve öğrencilerini de fantastik kurgu, bilimkurgu konularında engin bilgileriyle yetiştirmiş bir eğitmendi Can hoca. Son dönemde Haliç Üniversitesi ve İstanbul Şehir Üniversitesi okullarında İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde öğretim görevlisi olan Can Abanazır, yayınevlerinde fantastik tür ile ilgili kitaplarda da danışmanlık yapmıştı. İskandinav Mitolojisi ve İrlanda Mitleri gibi konularda ülkemizin yetiştirdiği ender uzmanlardandı. 2 Ocak günü sabah saatlerinde geçirdiği ani kalp krizi sonucu hayata gözlerini yummuş ve aramızdan ayrılmıştır. Ailesine ve sevenlerine sabır, kendisine rahmet diliyoruz. Huzur içinde yat Can hocam; senin elinden aldığımız bayrağı senin öğrencilerin olarak hep yukarıda tutacağımıza söz veriyoruz. Can hocamızı saygıyla anıyoruz. Can hocamıza FRPNET olarak saygı duruşunda bulunduk: http://www.frpnet.net/haberler/1-sonhaberler/474-can-abanazira-saygiyla.html

38

39


Haberler

Haberler

Wizards Of Istanbul 29 Her ay olduğu gibi bu ay da FRP severler Kadıköy Kameriye Cafe'de toplanıyor. İşte Wizards of Istanbul 29'un açıklaması: Ve Lamba kral güldü; "Daha ne kadar bu gösteri devam edecek? Kalbiniz hiç mi ağırlaşmıyor bu gizli gösteriden? Gökyüzüne bakıyorum, kar yağdığını görüyorum, hava soğuk, hava kapalı ve karanlık, lakin siz insanlar sürekli olarak hikaye anlatmaya devam ediyorsunuz, bitmeyecek mi sizin hikayeleriniz? Sonu yok mu bu hikayenin? Ateşi taşımaktan sıkılmadınız mı artık?" Üşümüş ve bitap düşmüş adam, paltosuna sarındı, hava oldukça soğuktu, dünyanın sonu gelmişti ne de olsa, dünya da iblisler vardı artık, umut eski insana dair bir kavramdı şüphesiz fakat farklı yerlerde küçük insan grupları toplanıp, primitif bir anlayışla birbirlerine öyküler anlatmaya devam ediyorlardı. "Lamba kral" dedi adam karşısındaki 2 metrelik figüre. "Ne olursa olsun biz ateşi taşıyoruz, ne kadar soğuk olursa olsun, ne kadar umutsuz olursa olsun, insanlar ateşi taşımaya devam edecektir, bunu eskiden en iyi sen bilirdin, sen de bizden biriydin ne de olsa, bu konuşmayı yapmamız bile hikayenin parçası olduğunu gösteriyor, dünya üzerindeki son insan ölene kadar, biz hikayemizi anlatacağız, yaradılışı, varoluşu, ölümü, yaşamı, çocukluğu, olanı, olmayanı anlatacağız, çünkü biliyor musun? Anlattığın kadar varsındır, senin anlatacak hikayelerin bittiyse, ne kadar varsın, bunu bir kendine sor..." Böylece yaşlı adam çantasını sırtlandı ve Lamba Kralı arkasında bırakarak yoluna devam etti, yol oldukça sert, hayatta kalma ihtimali ise düşüktü, fakat arkadaşlarına bir söz vermişti, anlatması gereken bir hikaye vardı ve onları hayal kırıklığına uğratamazdı... Wizards of Istanbul 29. kere toplanıyor, anlatılacak hikayeler, paylaşılacak anılar, gülünecek anlar var, 11 Şubat 2012'de Göztepe Kameriye'de toplanıyoruz, masalarımız 1 Şubat'ta saat 20:00'da belli oluyor. Sorularınız, masa detaylarınız veya sadece "Merhaba" demek için iletişim adresimiz;

Hayal Perdesi Sinema Dergisi Ocak-Şubat 2012 / Sayı: 26

iletisim@wizardsofistanbul.com daha fazla bilgi için: www.wizardsofistanbul.com

Hayal Perdesi Ocak-Şubat 2012 tarihli 26. sayısıyla www.hayalperdesi.net adresinde yayında…

40

41


Edebiyattan Uyarlamalar

Haberler

Dosya: Lütfi Ö. Akad ve Sineması Hayal Perdesi’nin bu ayki dosya konusu, geçtiğimiz Kasım ayında vefat eden Türkiye sinemasının en önemli yönetmenlerinden Lütfi Ö. Akad ve Sineması. Akad’ın kariyerinde mihenk taşı olan filmleriyle ilgili inceleme yazılarının yer aldığı dosyada, ayrıca sinema tarihçileri Giovanni Scognamillo ve Prof. Sami Şekeroğlu’yla yapılan söyleşiler de yer alıyor. Bunların haricinde 24 Aralık 2011 tarihinde, Bilim ve Sanat Vakfı’nda düzenlenen Sadeliğin Derinliğinde Lütfi Ö. Akad Sineması panelinden satırbaşları da dergiye taşınıyor. Derginin vizyon sayfalarında bu sayıda, Martin Scorsese’nin sinema tarihine şık bir saygı duruşunda bulunduğu masalsı filmi Hugo, Roman Polanski’nin tiyatro oyunundan uyarladığı eleştirel eseri Acımasız Tanrı, Lars von Trier’in bizleri dünyanın sonuna götürdüğü yapımı Melankoli, Phyllida Lloyd’un Margaret Thatcher’in hayatını anlattığı Demir Leydi ve Fransız yönetmen Michel Hazanavicius’un Hollywood’un ilk dönemine bizleri geri götüren incelikli filmi Artist yer alıyor. Dergide ayrıca geçtiğimiz sene vizyona giren yerli yapımlar değerlendirilerek, 2011 yılındaki Türkiye sinemasının panoraması sunuluyor. Bunun yanında 2012’de vizyona girmesi beklenen önemli filmlerden bir seçki de dergide yer alıyor. Dondurmam Gaymak’la kendine has bir sinema dili yakalamaya çalışan, sonrasında da Entelköy Efeköy’e Karşı filmiyle üslubunu devam ettiren Yüksel Aksu’yla filmleri üzerine yapılan söyleşi de derginin dikkat çeken başlıkları arasında. Türk Sineması Araştırmaları bölümünde Ertem Eğilmez’in filmlerinin restorasyonunu üstlenen Nizam Eren’le gerçekleştirilen söyleşinin yanında, Ertem Eğilmez ve Sineması üzerine yazılmış bir makalede bulunuyor. Hayal Perdesi’nin yeni sayısında Açık Alan bölümünde Mücahid Eker’in Emek Sineması üzerine yazdığı Emek’e Saygı yazısı, Cihan Aktaş’ın İranlı yönetmen Rıza Mirkerimi ile yapmış olduğu söyleşiyle birlikte Keşif bölümde Drive filmiyle geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ödülünü kazanan Nicolas Winding Refn ve sineması ele alınıyor. Kamera Arkası’nın bu sayıdaki konuğu ise Semih Kaplanoğlu, Nuri Bilge Ceylan, Derviş Zaim ve Zeki Demirkubuz gibi yönetmenlerin filmlerinde de çalışan ses mühendisi İsmail Karadaş. Neden Film Seyrediyoruz? sorusunu da bu sayıda Merih Akoğul kendine has üslubuyla yanıtlıyor.

Edebiyattan Sinemaya Uyarlamalar-5 Edebiyattan sinemaya uyarlamalarda hem romanın, hem de romandan uyarlanan filmin çok iyi olduğu ve ikisinin de çok beğenildiği ikiz-eserler çok da fazla değildir. Bu ay böyle bir ikiliden bahsedeceğiz: Bülbülü Öldürmek (To Kill A Mockinbird) romanı ve filminden.

Pulitzer Ödüllü Bir Roman: Bülbülü Öldürmek Modern Amerika Edebiyatı’nda artık klasik bir eser olarak kabul edilen Bülbülü Öldürmek romanını Harper Lee yazmış ve bu eser 1960’da yayınlanmıştır. Roman, 9 yaşındaki bir kız çocuğu olan Jean Louise Finch’in (kısa adıyla Scout’un) ağzından anlatılır. Bu nedenle romanın dili sade ve oldukça samimidir. “O zaman bu roman, yetişkinlere göre değil, bir çocuk romanı olmalı” anlamı kesinlikle çıkarılmamalıdır.

HAYAL PERDESİ SİNEMA DERGİSİ İnternet Sitesi: www.hayalperdesi.net

Romanın ilk yarısında 1930’lu yılların başındaki büyük ekonomik bunalım sırasında avukat Finch ve ailesinin yaşamına, gizemli komşularına odaklanırız. İkinci yarısında ise siyah bir gencin beyaz bir kıza tecavüz ile yargılanmasına ve kasabanın önyargılarına, cehaletine, ayrımcılığına odaklanırız. Romanın ismini

42

43


Edebiyattan Uyarlamalar

Edebiyattan Uyarlamalar

aldığı “mockingbird” aslında bülbül değil alaycı kuş veya taklitçi kuş da denilen bir kuş türüdür. Atticus Finch’in çocuklarına bir “mockingbird”ü asla vurmamaları ile ilgili bir uyarısı romanda ve filmde yer alır. Çünkü bu kuşlar bizleri eğlendirmek için vardırlar, rahatsız edici sesleri yoktur. Bu kuş mecazı kullanılarak sesi çıkmayan masum siyahlara da gönderme yapılır. 2010 yılında romanın 50 nci Yıl Özel Baskısı yapılmış ve şu ana kadar dünyada 10 milyonu aşan bir baskı sayısına ulaşmıştır. Romanın İngilizce versiyonu, 1970'li yıllarda Türkiye'de yabancı dille eğitim yapan devlet okullarında (Maarif Bakanlığı Kolejleri) İngilizce derslerinde okutulmuştur.

Scout: Yanılıyor olmalısın Atticus. Atticus: Neden? Scout: Herkes senin yanıldığını düşünüyor. Atticus: Düşünebilirler. Saygı göstermek gerekir ama başkaları ile yaşayabilmeden önce kendimle yaşamayı bilmeliyim. Çoğunluğun sesi doğrudur kuralının dışında yalnızca vicdan kalır…” Oda Yayınları 2011

Tek Romanlı Yazar: Harper LEE Yazar Harper Lee, 28 Nisan 1926’da Alabama, A.B.D’de doğmuştur. Yazar, halen 85 yaşında olup bu

Romandan Bir Bölüm:

eserinden başka bir roman yazmamıştır. Fakat, yazarlığının ilk yıllarına ait birkaç öyküsü bulunmaktadır. Ayrıca “In Cold Blood” (Soğukkanlılıkla) romanının yazılmasında birlikte büyüdüğü arkadaşı olan yazar Truman Capote’a özellikle yaptığı röportajlarla yardım etmiştir. Romanı yazarken kendi çocukluğu dönemindeki gözlemlerinden faydalanan ve o dönemlerde kendi oturdukları yere yakın bir yerde meydana gelen bir olaydan faydalanan yazar, romanını 31 yaşında iken yazmış fakat, ancak 34 yaşında yayınlatabilmiştir. Bu konuda çeşitli tahminler üretilmiş olmasına rağmen yazar Lee, bu romanından sonra başka bir eser vermemiş veya vermek istememiştir. En son 1964 yılında röportaj vermiş ondan sonra medya ile ilişkileri çok sınırlı olmuştur. Romanda avukat Finch’in kızı olan Scout isimli 9 yaşındaki kız çocuğu ile kendi dönemindeki çocukluğunun bazı benzerlikler taşıdığı, hatta yazarın avukat olan babasını rol model alarak Atticus Finch karakterini yarattığı, diğer bazı karakterlerin de gerçekten yaşamış kişiler olduğu da bilinmektedir.

Oscar Ödüllü Film: Bülbülü Öldürmek …“Atticus Fich: Senin için kaygılanıyorum. Scout, yaz gelince çok daha tatsız şeylere göğüs germek zorunda kalacaksınız. Bu, Jem ve sana haksızlık gibi gözüküyor biliyorum. Her şey bize karşı dahi olsa elimizden geleni yapacağız. Belki ikiniz de büyüdüğünüzde bu olaya anlayışla, bilinçle bakabilirsiniz. Yüzünüzü kara çıkartmadığımı anlayabilirsiniz. Bu dava, bir vicdan meselesi. O adama yardım etmezsem kiliseye gidip Tanrı’nın önüne çıkamam.

Romanın 1960’da yayınlanmasından sonra hem satış olarak başarılı bir grafik çizmesi, hem de 1961 yılında Pulitzer ödülü almasındaki başarısından sonra, 1962’de, aynı isimle filmi çekilmiş ve bu film de beklenen başarıyı elde etmiştir. Filmi de hem iyi bir gelir elde etmiş, hem de aday olduğu sekiz Oscar ödülünden üçünü elde etmiştir. Gregory Peck, avukat Atticus Finch’i canlandırdığı rol ile “En İyi Erkek Oyuncu” dalında Oscar almış, bunun yanı sıra “En İyi Sanat Yönetimi” ve “En İyi Uyarlama Senaryo” dallarında da film Oscar almıştır. Filmin müziğini yapan Elmer Bernstein da Altın Küre ile ödül kazandırmıştır. Filmin

44

45


Edebiyattan Uyarlamalar

Edebiyattan Uyarlamalar

yönetmeni Robert Mulligan da Cannes Film Festivalinde ödül almıştır. Bunlardan başka yarışmalarda da 11 ödül ve 12 ödül adaylığı almıştır. (Filmin IMDB Notu: 8.5) Film, ülkemizde ilk olarak 1965 yılında Uğursuz Kuş ismiyle gösterilmiştir. Film, tüm zamanların en iyi filmleri listesine (ilk 100 veya ilk 250 film) devamlı olarak girmeye hak kazanmaktadır. Bu nedenle A.B.D.’de taşıdığı kültürel, tarihi ve estetik değerler nedeniyle Kongre Kütüphanesi’ndeki Ulusal Film Arşivinde koruma altına alınmıştır. Film aynı zamanda en iyi mahkeme filmleri arasında yer alır. Bunlardan başka cesur ve ilkeli avukat Atticus Finch kurgu karakteri, Amerikan Film Enstitüsü tarafından belirlenen Amerikan filmlerindeki “En Büyük Kahraman” listesinde 1 numaradır. Indiana Jones ve James Bond karakterleri sonraki sıralardaki kurgu karakterlerdir. Benzer listelerde de Finch ismi üst sıralarda yer alır. Elbette bu sonuçta, sembolik anlamda da olsa pek çok önemli değerin, bu karakterde başarıyla temsil edilmesi gerçeği vardır. Örneğin dışarıdan ne kadar zorlayıcı faktörler olsa da haklının yanında olmak, zor şartlarda çocuklarına örnek bir baba modeli olmak, canı pahasına adaleti sağlama görevini layıkıyla yerine getirmek gibi hususlar ilk sıralarda yer alır. Film, romana büyük oranda sadık kalmıştır diyebiliriz. Romandaki bazı detaylar dışındaki birçok husus, yaklaşık iki saatlik filmde aynı şekilde yer almıştır. Yer almayan detaylardan en önemlisi, Atticus Finch’in kız kardeşi ve Scout ve Jem Finch’in halaları Alexandra Hala’nın filmde yer almaması olmuştur. Halbuki, Alexandra Hala karakteri, Finch ailesi ve siyah hizmetçi Calipurna ile olan gizli veya açık çatışması ile önyargılı, hatta o dönemlerdeki zencilere karşı olan yer yer bağnaz bazı Amerikan ailelerinin düşünce yapısını temsil eder. Gerek bu nedenle, gerekse romanda belirtilip de filmde bulunmayan “ırkçılık ve bağnazlık oluşturan” bazı bölümler nedeniyle; filmin romana göre daha az suya sabuna dokunan ve toplumun düşünce yapısını çok daha az eleştiren bir yapısı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Gerek roman gerekse film, çok ilginç bir zamanda boy göstermiştir. Roman ve film, 1950’lerin sonunda başlayıp 1960’lı yıllarda devam eden ve siyahlara karşı ayrımcılığın A.B.D. toplumunda had safhaya ulaştığı ve birçok toplumsal olaya yol açtığı döneme denk gelmiştir. Öyle ki, siyahların toplumdan tecrit edilmeye çalışıldığı, sadece kendilerine ayrılmış lokantaların, kiliselerin olduğu, otobüslerde onlara arka sıralarda yer ayrıldığı, hatta çeşmelerinin ve tuvalet bölümlerinin dahi ayrı olduğu; bu aşağılayıcı duruma tepki gösteren siyahlar ile beyazların zaman zaman sokaklarda çatıştığı bir dönemde roman ve film “bir kurtarıcı” gibi ortaya çıkmıştır. Elbette taşıdığı insani mesajlarla, siyahlara karşı olan bu olumsuz havanın dağılıp aydınlığa biraz daha erken çıkılmasında önemli katkıları olduğunu düşünüyorum. 2012 yılı, filmin de 50 nci yılıdır. 2010 yılında “Hey, Boo: Harper Lee and “To Kill A Mockingbird” isimli bir belgesel yayınlanmıştır.

46

Bazı Seçenekler ve Son Söz: Bülbülü Öldürmek romanını okumak ve/veya filmini seyretmekten başka bunların paralelinde güzel vakit geçirebileceğiniz bazı seçenekler şunlar olabilir:

Bülbülü Öldürmek filmi gibi henüz seyretmediğiniz diğer en güzel mahkeme filmlerinden birini seyredebilirsiniz: Bunlar, A Few Good Men- Birkaç İyi Adam (1992), 12 Angry Men – 12 Kızgın Adam (1957), In The Name Of The Father- Babam İçin (1993) ve komedi olarak da My Cousin Vinny – Kuzenim Vinny(1992).

Filmin erkek aktör olarak Oscar kazanan kahramanını canlandıran Gregory Peck’in bazı önemli filmlerini seyredebilirsiniz. Bu filmler, Cape Fear –Korku Burnu (1962), Moby Dick (1956), Roman Holiday –Roma Tatili (1953) ve Twelve O’Clock High (1949). Zencilere ayrımcılık konusunda önyargıların yıkılmasını kolaylaştıran çok sayıda filmin arasında bazı önemli olanlarını seyredebilirsiniz. Aynı zamanda bu alanda sembol bir isim olmuş olan Sidney Poitier’ın filmografisinin de en iyi filmleri olan bazıları şunlar: Bir beyaz ve bir siyah mahkûmun hapishaneden kaçışını

47


Edebiyattan Uyarlamalar

BAŞLANGIÇ

anlatan “Defiant Ones” (1958)(Kader Bağlayınca), siyah bir öğretmene saygı ve sevgi duymakla ilgili “To Sir With Love” (1967)(Sevgili Öğretmenim), siyah bir damat adayını aileye kabul etmekle ilgili “Guess Who is Coming For Dinner?(1967)(Beklenmeyen Misafir) ve In The Heat Of The Night (Gecenin Sıcağında)(1967). Caner Keler www.canerinevreni.blogspot.com

48

49


Kitaplık

90’lar

Kitabı Üzerine 90’lar Kitabı, 70’lerin sonunda ya da 80’lerin başında doğanlara hitap eden konsept bir kitap. Peki bu kitabı özel kılan, bir hayli ses getirmesine sebep olan ne? Bu sorunun yanıtını öğle arasında oturduğum bir kafede tesadüf eseri öğrendim. 90’lar Kitabı, 70’lerin sonunda ya da 80’lerin başında doğanlara hitap eden konsept bir kitap. Peki bu kitabı özel kılan, bir hayli ses getirmesine sebep olan ne? Bu sorunun yanıtını öğle arasında oturduğum bir kafede tesadüf eseri öğrendim. Soğuk bir Ankara gününde “Ne güzeldi çocukluk yıllarımız! Yeni nesil bu kadar şanslı değil” cümlesini duyduğumda hemen yan masada oturan iki kişinin konuşmalarına kulak misafiri oldum. 80’li ya da 90’lı yıllardan bahsediyor olmalıydılar. Ya 90’lar Kitabı’nı okumuş ya da kitap hakkındaki haberlerden birini izlemişler diye düşündüm. Bugünlerde pek çok kişinin yaptığı gibi onlar da geçmişlerini hatırlayarak mutlu olmaya çalışıyorlardı. Dinlemeye devam ettim ve hiç beklemediğim bir cümleyle karşılaştığımda aradığım yanıtı bulmuş oldum: “Nickelodeon ne kadar da güzeldi!” Yaş tahmininde yanılmıştım. Nickelodeon çizgi filmlerinden bahsettiklerine göre 2000’li yıllarda çocuk olmalıydılar. Hani sıklıkla dile getirilen ve “artık çocuklar çocukluklarını yaşayamıyorlar” denilen kuşağın mensubuydular. Çocukluk yıllarının üzerinden belki 3-5 sene geçmişti ancak geçmişi özlemle anmaları bir şeyi idrak etmeme neden oldu. Onlarla benim aramda, ya da benimle benden daha büyükler arasında bir fark yoktu. Geçmişte kalan anılar ister 3 yıl ister 30 yıl öncesine ait olsun benzer heyecanlarla anılıyordu. İşte geçmişin herkes için özel olduğunu, kitabı özel yapanın da bu olduğunu o zaman anladım. Her neslin bir sonraki nesli hakir görmek gibi bir gayreti vardır. Bunun için türlü gerekçeler de öne sürülür. Ancak çoğu zaman bunun nedeninin karşısındakileri yermek değil de insanların kendi geçmişlerini, haliyle kendilerini özel kılma çabasının olduğunu düşünürüm. Pek tabii ki de geçmişe bu denli takılı kalmak, onu her ortamda konuşma konusu yapmak arzu edilen bir davranış biçimi olmasa da ara sıra güzel olan anıları kim hatırlamak istemez ki? Bu hatıraları bazen küçüklük resimlerimizde, bazen

50

51


Kitaplık

Kitaplık

çocukken yazdığımız mektupların içinde, bazen anne ve babalarımızın anlattıklarında buluruz. Bazen de başkalarının hatırlarında… 90’lar Kitabı da tam böyle bir kitap. Başkalarının hatıralarından yola çıkarak kendi geçmişimize yolculuk yapmamızı sağlayan bir günlük. 111 farklı yazarın belleğinden çıkan ve 90’lı yıllar namına akılda kalan ne varsa ortaya koyan 90’lar Kitabı içeriğinde her şeyi barındırmıyor. Barındırması da beklenemez zaten. Aksi takdirde bir almanaktan ya da ansiklopediden farksız olurdu. Kitabın arka kapağında yazanlar da bunun altını çiziyor: “90’lar Kitabı”ndaki herkes yüzlerce konuya farklı bir gözle bakıyor. Herkes kendi 90’larını, mutluluğunu, hatıralarını ve acılarını yazdı. Kitap adeta “anı defterimiz” gibi bir şey oldu. Kitaptaki anılar, her bir yazarın kendi 90’larını anlatıyor. Ancak bir okuru ilgilendiren yazarın hatıraları değildir. Yazılanların ortak bir paydada buluşmasını sağlayarak okurun etkilenmesidir, ki bu da bir kitabı monolog olmaktan çıkarır. İşte 90’lar Kitabı diyalog kurabilme zorluğunun üstesinden gelirken Kadir Aydemir’in ve kitaba davet ettiği yazarlarının başarısını gösteriyor. Yazıların içinde sinema ve müzikten, 90’ların güncel konularına; o yıllardaki giyim tarzından, gündelik yaşamdaki alışkanlıklarımıza kadar pek çok konu yer alırken, 90’lı yılları genç ya da çocuk olarak yaşayanların yüzünde bir gülümseme bırakıyor. Zamanında kafaya taktığımız ve şimdi okurken güldüğümüz anılar kitap sayfalarında belirirken “evet, hatırlıyorum” dememizi sağlıyor. 80’lerde Çocuk Olmak, Kadir Aydemir’in bir önceki projesiydi. 90’lar Kitabı ise bunun devamı. Konsept kitap projeleri ülkemizde az sayıda üretilen çalışmalar arasında yer alır. Kadir Aydemir böyle bir projenin altından başarıyla kalkarken 100’den fazla yazarı tek bir kitapta toplayarak da bir ilki gerçekleştiriyor. Aynı başarıyı sonraki projelerinde de gerçekleştirmesini temenni ederken akıllara tek bir soru geliyor: “Acaba 2000’lerin Kitabı da yazılır mı?”

Künye Bilgileri: Kitap Adı Hazırlayan Yayınevi ISBN

: 90’lar Kitabı Çocuk mu, Genç mi? : Kadir Aydemir : Yitik Ülke Yayınları, İstanbul, 2012 : 9789944362283 Fatih DANACI

52

53


Kitaplık

Kitaplık

Röportaj

Çağan DİKENELLİ Çağan Bey merhaba, öncelikle Çağan Dikenelli kimdir? İzmir’de doğmuş, sinema okumuş, her gün muntazaman kütüphaneye giden, küçücük bir masada kurduğu edebi savaş alanında üretmek için fikirlerini birbirleriyle kapıştıran avare bir romancıdır. Sisteme karşı öfkeli, insanlara güvensiz, hayallerinin peşinden sürüklenmekten başka bir şeyden zevk almayan kafası karışmış bir yazardır. Edebiyatın can çekiştiği bir ortamda cesaretini kaybetmemek için eskinin büyük kalemlerine tutunan, onların vasiyetini devam ettirmeye çalışan bir yazar...

Son kitabınız Upirlerin Fısıltısı nasıl ortaya çıktı? Bir fikir olarak geldi, beynime sinsice yerleşti, şımartıldı, beslendi, semirdi ve doğana kadar da kımıldandı durdu orada. Bir fikrin nasıl, ne şekilde ortaya çıktığını söylemek çok zor. Gelir işte. Önemli olan onu yanında tutup, büyümesine izin vermek. Peki, fantastik, tarihi ve polisiye edebiyat, Upirlerin fısıltısını bir kategoriye sokmanızı istesek hangisi daha iyi tanımlar? Upirlerin Fısıltısı bir seri roman. Rahatlıkla tefrika olarak yayınlanabilecek arkası yarın maceralarından. Frankofon çizgi roman anlayışının izinden giden fantastik bir çalışma. Kahramanlarının detektif olması olaya polisiye bir hava verse de temel bağlamda naif, esprili, bol maceralı, yediden yetmişe herkesin ağzına bir parmak bal çalan bir avantür. Fantastik bir tarih kurgularken nerede zorlandınız? “hangi padişah”, “hangi İstanbul”, “hangi vezir” gibi canınızı sıkan ya da sizi heyecanlandıran durumlar oluyor muydu? Tarihi kurgularken spekülatif ve ajitatif bir tarzda gerçekliği esnetmeyi, çarpıtmayı, bir oyuncağa çevirmeyi tercih ettim. Okur gerçek mekânlarda tamamen alternatif bir tarihin içinde gezinirken başına gelecekleri tahmin edemesin, kendini her sayfada sadece sürprizlerden zevk almaya bıraksın istedim. Tarihi kişilikleri tamamen belirsiz bıraktım. Olayları alabildiğine karikatürize ettim. Bunun yanında Osmanlı İstanbul’unda 17. Yüzyılın bütün özelliklerini de detaylı bir araştırmayla olaya-mekânlara-giysilerediyaloglara yedirmeye çalıştım. Yaptığım şeyin tarihe bir saldırı olarak anlaşılmasını istemem, yalnızca çağların geçişiyle kendiliğinden birer karikatüre dönüşecek kişilik, alışkanlık, giyim gibi ögeleri tam da zamanında tiye alabilmenin keyfini yaşadım diyelim. Günümüze ait saçmalıkların şöyle hafifçe ön plana çıkmasına neden olacak dokundurmaları da istiare sanatından sayabiliriz. Tahtezzemin nasıl bir teşkilat? Bize biraz Tahtezzemin’in hikâyesinden bahseder misiniz? Tahtezzemin Hafiye Teşkilatı, 17. Yüzyılın başlarında Yaftalı İbrahim Paşa tarafından kurulmuş gizli bir örgüt. Casusluk ve haber alma gibi konularla da ilgilenmekle birlikte, gerçek kuruluş amacı Osmanlı İmparatorluğu’nu mistik tehlikelerden, doğaüstü güçlerden korumak. Teşkilata, bir çeşmenin arkasında, bir meyhane tuvaletinde, bir kuyuda, hiçbir gözün fark edemeyeceği gizli kapılardan tüplere binilerek, oradan da tünellerin, mağaraların içinde bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla yolculuk ederek ulaşılmakta. Devasa salonlarında, türlü ilim adamının; mekanik casusluk icatları üretmek için çalıştığı, cinci hocaların zikir sayesinde ürettiği manevi enerjiyle kaderle bir oyuncak gibi oynadığı, ulaklardan gelen haberlerin an be an istihbaratçılar tarafından kaydedildiği, büyüklüğü tasvir edilemeyecek haritalarda stratejilerin simülasyonlara döküldüğü bu garip teşkilata bağlı çalışan bir de yeniçeri ocağı bulunmakta... Şeker Efendi ve Sahab hafiyelerimiz, işte bu, herkesin birbirinin arkasından kuyusunu kazdığı çılgın yapının içinde, insan dimağının anlamakta zorlandığı ürpertici maceralara gözü kapalı atılmaktalar... Ben ilk kitap tanıtımı ile karşılaştığımda “Acaba Tahtezzemin ya da tahtın zemini gibi bir kelime mi?” diye düşündüm. Kurguda kullandığınız Tahtezzemin, Upir, Saaf-ûl Sahr kelimelerinden hangisini veya hangilerini siz icat ettiniz, hangileri vardı? Tahtezzemin, Osmanlıcada yeraltı demek. Saaf-ûl Sahr’lar benim uydurmam. Kih’in Doğuş Kitabı da öyle. Uydurmayı, kelimelerle oynamayı, yenilerini yaratmayı seviyorum. İsimler için de aynı şeyi söyleyebilirim. Bir hobi olarak tescil edilmiş midir bilemem ama benim zevklerimden biri bu.

54

55


Kitaplık

Kitaplık Upir kelimesi ile benim ilk karşılaşmam İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar kitabıydı. Upir ne diye Google’a sorduğumda ise de bunun Rusya, Belarus, Ukrayna ve eski Slav dillerinde vampir yerine kullanıldığını söyledi. Upir sizce ne? Bir vampir mi yoksa farklı bir hikâyesi mi var? İhsan Oktay Anar, fantastiğe gönül vermiş genç edebiyatçılar için yaratımın ve özgünlüğün gittikçe kararan denizlerini aydınlatan koca bir fener. Ben Upir’i kan içici olarak düşünüyorum. Karanlıkların içinde saklanan korkunç yaratıkların, canavarların tümü için kullanılagelmiş bir tanım gibi geliyor bana. Vampirler de buna dâhil. Size göre Türkçemiz fantastik kurgu dili için yeterli mi? Batı ya da doğu fantastiğinin kelimelerini dilimizde kullanan yazarlarımız yeni kavramlar yaratmak için mitlerini, kelimelerini Osmanlı yeraltı arşivlerinde ya da mistik korkuların kuma yazılan notlarında mı aramalı? Türkçemiz hali hazırda kullanılan ve tedavülden kalkmış gibi gösterilse de rahatlıkla kullanılabilecek Osmanlıca, Farsça, eski Türkçe kelimelerle birlikte dünyanın en zengin dili sayılabilir. İçinde bulunduğumuz coğrafyanın mitolojisi ve masalları da öyle. Böylesine bir zenginliğin içinde özgün bir şeyler ortaya çıkaramamanın mazereti yok. Sorun, üretimsiz bir apartma-uyarlama kültürüne boğulmamız, özgünlüğün peşinden koşanların da günü kurtaranlar tarafından alıklıkla suçlanması. Upirlerin Fısıltısını okurken bir animasyon seyreder gibiydim. En çok sevdiğim yerlerden birisi de kitapta anlatılan İstanbul’un yeraltı dehlizlerinde Tüp’le yapılan gezilerdi. Bu dehlizlerin, cam tüpün ve bu teşkilatta burasının kullanılmasının bir hikâyesi var mı, öğrenebilir miyiz? Görsel olarak, ateş böcekleri ve fenerlerle aydınlatılmış devasa mağaralarda, cam tüplerin içinde müthiş bir hızda yolculuk fikrinin beni heyecanlandırmasından başka bir hikâyesi yok. Şu anda gökdelenleri, araba denizi ve milyonlarca insanıyla, nasıl başarılıyorsa oldukça sıkıcı bir yer olan İstanbul’un altında böyle bir derinliğin yattığını düşünmek hoşuma gidiyor. Tahtezzemin hafiye Teşkilatının maceraları yazılmaya devam ediyor mu? Anıl Yurdakul ile birlikte ikinci macerayı, Deli Derviş Aybaba ve Dipsiz Kuyu’yu çizgi roman olarak hazırlıyoruz. Hedefimiz bu yaz sonuna doğru bitirmek. Çağan Dikenelli’ye geri dönersek, mesela Kara Efe ile spagetti western tarzı bir Ege öyküsü yazmak nasıl bir tecrübeydi? Oldukça güzel bir tecrübeydi. 1870’lerin o her şeye gebe, karmakarışık atmosferinde, zeybeklerin sert dünyasında gezinmek; onurun, haysiyetin, cesaretin, haksızlıklara boyun eğmemenin kokusunu şöyle bir içime çekmek gayet hoş oldu. Zor ama tadı damağımda kalan bir maceraydı. Peyi ya Ernest, Cervo ve Biz’de gerçekten Hemingway ve Cervantes sizin evde gerçekten bir dizi senaryosu yazmayı denedi mi? Tabii ki! Yüzde yüz gerçek olmayan hiçbir şeyi yazmam ben. Şu anda yazdığınız bir kitap var mı? Tahtezzemin Hafiye Teşkilatı Maceraları’nın ikincisinin senaryosundan başka, şu anda yoğunlaştığım bir başka eser oldukça sert bir polisiye. Bilmiyorum ne zaman hazır olur ama gelişiminin tamamlandığını, beynimden aşağı atlayıp sayfaların üstünde gezinmeye başladığını söyleyebilirim. Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Ben teşekkür ederim. Söyleşi: Ahmet YÜKSEL

56

57


Oyun

Oyun

İnceleme

İnceleme

Fantastik Düzlemlerde Kaybolmayın:

Havalar soğumaya devam ederken sıcacık kahvemden bir yudum alıp sizlere bu yazıyı 45 mumluk ampulün karanlığında yazıyorum. Aşk mektubu gibi başladık ama FRP aşkı değil mi zaten bu? Bu ay sizlere diğer diyarlardan çok daha farklı bir diyarı tanıtacağım. Daha önce sizlere tanıttığımız Ejderha Mızrağı ve Unutulmuş Diyarlar gibi değil. Zaten bir diyar demek de mümkün değil kendisine. Ve karşınızda Planescape! Evet, bu ay sizlere biraz Planescape'ten bahsetmeye karar verdim. Biraz diyorum çünkü Planescape anlatılmaz, yaşanır! Haha! Öyle değil tabii ki ama Planescape, bir düzlem olduğundan dolayı ve pek çok düzlemin bir araya gelmesinden oluştuğu için anlat anlat bitmez. O nedenle size "biraz" anlatarak temel bilmeniz gereken bazı şeyleri anlatacağım. Daha önce fantastik kitaplar okuduysanız veya FRP ile ilgilendiyseniz Astral Seyahat gibi kavramları duymuşsunuzdur. İşte bu kavramlar tam da bu yazımızla ilgili. Öncelikle sizlere düzlem (boyut da denebilir ama ben düzlemi tercih ediyorum), kavramından bahsedelim. Prime Material Plane (Maddesel Düzlem) : Bu düzlemler sizleri yakından tanıdığı Ejderha Mızrağı, Unutulmuş Diyarlar, Greyhawk gibi dünyaların olduğu düzlemdir. Yani daha doğrusu bu diyarlara biz maddesel düzlemler diyoruz. Yaşadığımız dünya da maddesel düzlemdedir. Genelde atmosferi olan, benzer fizik kanunları bulunan ve bilinen ırkların yaşadığı diyarlara bu ismi veriyoruz. Outer Planes (Dış Düzlemler) : Outer Planes, genellikle Planescape oyunlarının geçtiği düzlemler bütünüdür. Toplamda 16 tane düzlemin bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Bu düzlemlerin kısaca isimlerini verelim, belki tanıdık gelenler olabilir. Mechanus, Arcadia, Mount Celestia, Bytopia, Elysium, Beastlands, Arborea, Ysgard, Limbo, Pandemonium, Abyss, Carceri, Gray Waste, Gehenna, Baator, Acheron. Bu diyarların hepsinin tıpkı bir karakter gibi yönelimleri vardır. Bazı düzlemler iyi (good) düzlemler iken bazı düzlemler kötü (evil) düzlemlerdir. İyilik timsali bir Paladin karakteri kötü yönelimli bir düzlemde (Baator, Abyss gibi) acılar içerisinde ölebilir bile. Bunun dışında bu düzlemlerin hiçbiri birbiri ile uyumluluk göstermez. Mesela Mechanus düzlemi tamamen mekanik çarkların, makinelerin olduğu bir düzlemken Beastlands düzlemi kocaman ağaçların, envai çeşit hayvanın bulunduğu topraklardır. Bunun yanında bazı diyarlar farklı farklı katmanlardan oluşurken bazıları ise boşlukta süzülen kara parçalarından ibarettir. Dağlarla, lavlarla bezeli diyarlarla birlikte alt-üst olmuş topraklar da burada bulunur. Bazılarında yer çekimi çok fazla iken bazılarında çok düşük yer çekimi bulunur. Bu 16 düzlemin hepsi neredeyse bir kitap olacak kadar detaylı. Zaten bu nedenle

"biraz" anlatalım demiştik. Bütün düzlemleri anlatmamız mümkün değil fakat Frpnet sitesinde Planescape bölümünde yazarlarımız bu düzlemleri anlatmaya devam ediyor. İlginizi çektiyse Planescape bölümünü inceleyebilirsiniz. Bir de bu Dış Düzlemlerin ortasında koskoca bir düzlük bulunur. Bu düzlük Outlands'dir. Outlands, tüm Dış Düzlemlere açılan bir ortak nokta gibidir. Tam bu Outlands'in ortasından yukarı doğru bir çubuk gibi uzanan bir kayaç vardır. Bu kayacın ucunda da tüm Planescape'in en farklı yapısı vardır; Sigil! Havada

58

59


Oyun

İnceleme süzülen bir halka şeklindedir. Sigil, Kapılar Şehri olarak da bilinir çünkü Sigil'den tüm diğer düzlemlere geçiş için kapılar bulunabilir. Bu şehir, Lady of Pain adıyla bilinen "biri" tarafından yönetilir. Biri diyoruz çünkü tanrı olup olmadığı belli değildir fakat tüm tanrıların Sigil'e girmesini yasaklamıştır. Gerisini siz düşünün! Zindanlar ve Ejderhalar evrenlerinde bildiğiniz tüm tanrılar da burada yaşar. Ejderha Mızrağı, Unutulmuş Diyarlar gibi diyarları yöneten tüm tanrıların yaşadıkları yer Dış Düzlemler'dir. Bir gün bir düzleme yolunuz düştüğünde karşınızda Mishakal'ı veya Mielikki'yi görürseniz şaşırmayın! Inner Planes (İç Düzlemler) : Buraya tam bir düzlem demek ne kadar doğrudur bilinmez. Yapı, bilinen yaşanabilir düzlemlerden çok farklıdır. İç düzlemler birbirlerine karşıt olacak şekilde bir küre halini oluşturmuş elementler düzlemi gibidir. Negatif Enerji düzleminin tam karşısında Pozitif Enerji düzlemi vardır. Kürenin çevresini dolanan ve birbirleri ile karşı karşıya duran diğer düzlemler ise Ateş, Hava, Su ve Topraktır. Ateş ve Su, Hava ile Toprak birbirleri ile karşı karşıya dururlar. Hepsi birbirine geçişlerle bağlıdır. Ateş, duman ile havaya bağlıdır; Hava, buz ile suya bağlıdır; Su, balçık ile toprağa; Toprak da magma ile ateşe bağlıdır. Negatif Enerji, kül ile ateşe, vakum ile havaya, tuz ile suya ve toz ile toprağa bağlıdır. Pozitif enerji ise aydınlık ile ateşe, şimşek ile havaya, buhar ile suya, mineral ile toprağa bağlıdır. Yani iç düzlem, kısaca söylemek gerekirse elementler düzlemidir. Tabii burada yaşam da mevcut. Mesela Negatif Enerji düzlemine canlılar giremez, çünkü oraya negatif enerji hâkimdir ve yaşam yoktur. Burada genelde nameft (undead) yaratıklar bulunur. Pozitif Enerji düzleminde ise canlılık hâkimdir. Element düzlemlerinde ise (ateş, su, hava, toprak) bu maddeden yapılmış yaratıklar vardır. Yani ateş düzleminde ateş yaratıkları (ateş semenderleri, ateş ifritleri gibi), su düzleminde su yaratıkları (su elementali gibi) yaşamaktadır. Ethereal Plane (Ether Düzlem) : Ether (esir dendiği de olmuştur), kâinatı doldurduğuna inanılan maddedir. Önce bunu açıklayarak başlayalım, kafalar karışmasın. Bu düzlem rengârenk sislerden ve ışık huzmelerinden oluşmuş bir boşluktur. Her ne kadar boşluk olsa da çok boş sayılmaz doğrusu. Demiplane olarak adlandırdığımız bazı küçük düzlemler de burada konuşlanmıştır ve bazı güçlü büyücülerin ve yaratıkların kaleleri bu yarı-düzlem (Demiplane) üzerindedir. Mesela Ravenloft da bir demiplanedir. Bu konu daha da karmaşıklaştırmasın kafanızı. Ether Düzlem, asıl olarak Maddesel Düzlemler ile İç Düzlemler arasındaki geçiş alanıdır. Mesela Krynn'den (Ejderha Mızrağı) Ateş Düzlemi'ne geçmek isteyen bir kişi Ether Düzlem üzerinde seyahat edecektir. Astral Plane (Astral Düzlem) : Astral Düzlem, genel olarak Dış Düzlemler ile Maddesel Düzlemler arasında yolculukların yapıldığı bir boşluktur. Yine boşluk dediğimize bakmayın, githzerai ırkının ana yaşam alanı bu boşluktur. Astral boşlukta seyahatler düzenleyerek veya ticaret yaparak hayatlarını geçirirler. Korsanlık yaptıkları da vardır. Astral Düzlem'in bir olayı da Ölü Tanrılardır. Herhangi bir yerde veya zamanda ölmüş tanrıların cesetleri yok olmaz. Bu cesetler Astral Düzlemin sonsuz boşluğunda sonsuza kadar sürüklenirler. Bir gün Buzyeli Vadisi'nin soğuk topraklarından Abyss'in sıcacık (!) ortamına girmek isterseniz kullanmanız gereken yol Astral seyahat olacaktır. Planescape'i anlatarak bitiremeyiz herhalde ama size şimdilik anlatacaklarımız maalesef bu kadar. Derinlere indikçe bu yazı bitmez. Abyss'in bilinen 666 katmanı var, gerisini siz düşünün artık daha derinlere ne kadar inebiliriz. Daha ayrıntılı bilgileri FRPNET sitesinde bulmanız mümkün. Soğuk günlerde sıcacık bir yürek diliyoruz. Farklı düzlemlerde boğulmadan fantastik günler geçirmeniz dileğiyle. Hayallerinizi kaybetmeyin. Kayra Keri KÜPÇÜ www.FRPNET.net

60

61


Tarihte

Çizgiroman

Bu Ay

Tarihte Bu Ay Tarih sayfalarını ay ay çevirmeye devam ediyoruz beraberce. Sıra Şubat ayında değerli okurlarımız… Bu ay sinema denen görselin seyircisiyle ilk kez buluşturan meraklı Lumiere Kardeşleri tanıyacağız öncelikle, sonrasında ise bilimkurgu dünyasının babası olan adamla Jules Verne ile devam edeceğiz yolumuza. Sevginin gölgesi üzerinize olsun…

Lumiere Kardeşler “Edison kineskopu, bizi kalabalık bir salondaki seyircilere, hareket eden insanları, nesneleri hareket eden bir perde üzerinde, gerçeğe uygun bir biçimde gösterebilme düşüncesine yöneltti. 1894 yılı sonuna doğru bir sabah, kardeşimin odasına gittiğimde, bana rahatsızlandığı için gece uyuyamadığını ve düşündüklerimizi gerçekleştirebilecek bir düzenek hazırladığını söyledi. Görüntü içeren film, kenarlara açılacak deliklere sırayla girecek tırnaklar aracılığıyla, dikiş makinesindeki yönteme benzer bir biçimde yukarıdan aşağıya doğru hareket ettirilecekti. Kardeşim bir gecede sinematografı bulmuştu.” Sinema, hayatın bir yansıması aslında… Hayatımızın izdüşümü çoğu kez… Bazen de hayallerimizi harekete geçiren ve aslında yaşamımızda göremeyeceğimiz ayrıntıları bize gösteren bir görüntüler geçidi… İlk kareler beyaz perdeye yansıdığında Lumiere Kardeşler nasıl bir mucizeye imza attıklarının farkında değillerdi aslında. Bugün çok büyük rantların döndüğü, yalnızca sanatı değil birçok sektörü de kendi fırtınasına alıp sürükleyen koca bir dünya var karşımızda. Öyle bir sektör ki her türlü düşünce, ideal ve hayal yansıyor o perdeden. Etkiliyor hayatlarımızı sonuna değin… İnsan araştırabilen ve bilgiyi kendi gelişimi, değişimi için kullanabilen tek yaratılmış. Doymak ilmeyen iştahı ile acaba demeye devam ettiği 19. Yüzyıl sonlarında ise farklı bir arayış içindeydi insanoğlu. Hayattan kareler çalıp onları izleyen gözlerin önünde su misali akıtmanın peşindeydi. Amerika’da ve diğer Avrupa ülkelerinde

62

63


Tarihte

Tarihte

Bu Ay

Bu Ay

sinema dediğimiz sanat için araştırmalar süredursun bu onur Fransız iki kardeşin ellerine düştü. Louise ve Auguste Lumiere kardeşler, 13 Şubat 1895’de sinematografı icat etti. Babaları Antoine Lumiere resim öğretmeniydi. Renkleri, ışığı, yansımaları nasıl kullanacağını öğrettiği öğrencileri vardı onun. En çalışkan öğrencileri ise oğullarıydı. Baba Lumiere öğretmenlik günleri sona erdiğinde, oğullarıyla beraber Lyon’da fotoğrafçılığa başladı. Kısa bir süre sonra işini büyüten Lumiere ailesi günde dört bin metre fotoğraf kâğıdı üretebilecek duruma gelmişlerdi. Fakat bu kardeşlere yetmiyordu. Onlar bu donuk kareleri nasıl canlandıracaklarının derdine düşmüşlerdi ki uzun araştırmalardan sonra bulmayı başaracaklardı. Baba Lumiere, Paris’e yaptığı bir gezi sırasında çocuklarının gözlerini parlatacak bir cihaz satın aldı. Amerikalı Edison adındaki bir mucidin icat ettiği kineskop… 6000 Frank’a satın aldığı bu cihaz tek kişilik sinemadır. Büyük bir kutunun içinde, bir lambanın ışığında oynayan 35 mm.’lik kısa filmleri seyirci kutunun üstündeki bir bakaçtan izliyordu. Louise Lumiere bu cihazı gördüğünde aklında beliren görüntün netti. Bu

görüntüyü yüzlerce kez büyütebilmeyi ve bir perdeye aktarmayı istemekteydi. Lumiere kardeşler 13 Şubat 1895 yılında kineskoptan ilham aldıkları sinematografın patentini almayı başardılar. Sinema tarihini başlatmış oldu böylece. “Cinematographe Lumiere” geliştirdikleri sinematografın patent adıydı. İlk sinematograf hem alıcı hem de gösterici işlev görüyordu. Alıcının çektiği görüntülerin basımı da sinematografın içinde gerçekleşiyordu. En önemlisi de görüntüleri perdeye yansıtmak için gereken hız da kardeşler tarafından bulunmuştu. Lumiere kardeşlerin ilk filmlerinde objektifin önünden saniyede 15 görüntü geçiyordu. Sessiz sinema 1920-1922 yılına kadar saniyede 16 görüntü, daha sonrasındaysa saniyede 18 görüntü kullanılacaktı. Sesli sinemaya geçildiğinde ise sesinde görüntüye uyum sağlaması için bu hız saniyede 24 görüntüye yükseltilecekti. Lumiere kardeşler ilk gösterimlerini 22 Mart 1895’de Paris’te ulusal sanayi destekleme derneğinde yaptılar. Film “Lumiere Fabrikasından İşçilerin Çıkışı” adını verdikleri bir dakikadan biraz daha uzun süren bir yapımdı. Daha sonrasında çeşitli derneklerde de gösterim yapıldı ve çok büyük bir ilgi gördü. 28 Aralık 1895’de ise ilk halka açık gösterimini gerçekleştirdi Lumiere kardeşler. İlk gösteride on film sunuldu ve yaklaşık yarım saat sürdü. Program şöyle tanıtılıyordu: “Auguste ve Louise Lumiere icat ettikleri bu aygıt, belirli bir süre boyunca objektifin önünde gelişen hareketleri birbirini izleyen bir dizi fotoğrafla saptar, sonra bunların görüntülerini bir salondaki perde üzerinde hareketli olarak gösterir.” İlk gösteride şu filmler gösterildi; Lyon’da ki Lumiere Fabrikası’ndan çıkan İşçilerin Çıkışı, Bebeğin

64

65


Tarihte

Tarihte

Bu Ay

Bu Ay

Kavgası, Tuileries Havuzu, Trenin La Ciotat Garına Gelişi, Alay, Nalbant, Kâğıt Oyunu, Ayrık Otlar, Duvar, Deniz… Ücretli olan bu gösteriyi tam 35 kişi seyretti. Aslında seyirciler nasıl bir devrimi seyrettiklerinin farkında bile değillerdi o sırada. Lakin gösteri çok beğenildi. Hatta Trenin La Ciotat Garına Gelişi adlı görüntü çok büyük ilgi gördü. Hatta seyircilerin üzerlerine gelen treni gördüklerinde heyecan içinde çığlık attıkları ve sandalyelerinin altına saklanmak istedikleri söylenir. Usta yazar Ercüment Ekrem Tolu ise bu durumu kendi üslubuyla şöyle anlatacaktır; “Avrupa’nın bir yerinde bir istasyon, bacasından fosur fosur kara dumanlar savrulan bir lokomotif, peşinde takılı vagonlar duruyor. Rıhtım üzerinde telaşlı insanlar gidip geliyor. Ama ne gidiş geliş! Hepsini sara nöbetine tutunmuş sanırsınız. Hareketler o kadar hızlı, ölçüsüz ve acayip ki… Tren kalktı elbette ki sessiz sedasız. Aman Yarabbi! Üstümüze doğru geliyor! Zindan gibi salonun içinde kımıldamalar oldu. Trenin perdeden fırlayıp seyircileri çiğnemesinden korkanlar, ihtiyaten yerlerini terk ettiler. Hani ya ben de korkmadım değil; lakin merak gelip beni iskemleye mıhladı. Bereket versin ki tren çabuk geçip gitti.” İzleyici kitlesi o gün bizim gibi perdeden akıp giden ve bir hikâyesi olan anlatımlar istemiyordu. Kitlenin tek bir beklentisi vardı, canlı ya da cansız perdede hareket eden gözleriyle görebildikleri görüntüler. Onlar geçip giden bir treni seyretmekten haz duyuyorlardı. Hızla ilerleyen insan güruhunu görmekten zevk alıyorlardı. Bu görüntüler onlar için mucizevîydi. Kardeşler geliştirdikleri bu sistemi kimseye satamasalar ve bunun geleceği olmadığını düşünseler de film çekmeye devam ettiler. Lakin bu tecrübe onlara da izleyicileri kadar büyük bir keyif veriyordu. Gerçekten de ilk gösterimlerini 35 kişiye yapmalarına karşın bir süre sonra gösterimleri kapalı gişe oynamaya başladı. Onların bu mucizelerini seyretmek seyircileri için büyük bir ayrıcalıktı günün sonunda. Gösterilerde çıkan tek ses oluyordu filmler boyunca o da izleyicilerin çıkardıkları hayret nidaları. Bir süre sonra onların seslerini bastırmak için kardeşler gösterilerini müzik eşliğinde yapmaya başladılar. Sabah 10’dan gece yarısına dek gösteri yapılır olmuştu artık. Kardeşler bu ilgiyi ceplerine koyup ülke ülke gezmeye başladılar. Yeni görüntüler ve yeni izleyiciler kazanmak adına. Gittikleri her yerde aynı yoğun ilgiyle karşılaştılar. Başlangıçta kardeşler bu işin geleceğinden ümitsiz oldukları için çekimlerinin yalnızca altı ay, bir yıl arasında devam ettireceklerini söylediler. 1896’da İstanbul’a geldiler. Haliç’in Panoraması, Boğaziçi Kıyılarının Panoraması, Türk Topçusu, Türk Piyadesinin Geçit Töreni adlı filmler çektiler. İki yıl sonra kardeşlerin elinde 1000’e yakın film vardı. İzleyenlerin ancak okuyarak ya da gezerek elde edebilecekleri bilgileri ve yöreleri, olayları beyazperdede görmelerini sağlayan yeni bir iletişim yöntemi çıkmıştı ortaya. Ayrıca bu dokümanlar belgesel niteliği taşıyor ve tarihe ışık tutuyordu. Ve tabii görüntülerin halka ulaşmaması gereken durumlar da ilk kez çıkmıştı ortaya. Lumiere kardeşler, tarih Mayıs 1896’yı gösterdiğinde Rus Çarı II. Nikola’nın halkı selamlamasını çekerlerken, tribün çöker. Görüntüler an be an kayıt altına alınır kardeşlerce. Kayıtlara sonrasında polis el koyar, halka gösterilmesi engellenir ve tarih ilk sansürle karşılaşır. Kardeşlerin ünleri ve filmleri hızla yayılırken tepkilerle de karşılaşırlar. Amerika’da halk bu filmleri seyretmek için yoğun bir istek duyarken, üreticiler “Amerika, Amerikalılarındır” diyerek kardeşlere engel olmaya çalışırlar. Lakin engellemeler işe yaramaz ve beyazperde akıp gider dünyanın dört bir yanına. Zaman ilerledikçe izleyici artık perdeden geçen görüntülerden ziyade bir hikâyenin resmedilmesine daha çok ilgi duymaya başladıklarında Lumiere sineması gördüğü ilgiyi kaybeder lakin onların açtıkları yol bizi bugünün dev sinema sektörüne taşır. Hayatımızı etkileyen oyuncular, yönetmenler, hikâyeler hızla akıp gider perdeden içimize. Louise Lumiere yaptıkları sanatı hayatı yansıtmak olarak tanımlayacaktır bir konuşmasında. Onlar

Jules Gabriel Verne, 8 Şubat 1928’de, Fransa’nın küçük bir kasabası olan Nantes’de, bir ailenin beşinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası avukat, annesi ise katı kuralları olan bir İskoç’tu. Çocukluğundan itibaren gerçek hayatından ziyade hayal dünyası ile yaşamaya başladı. Kardeşleriyle oyunlar oynar, kendini maceradan maceraya atardı. Dünya onun gözünde keşfedilecek, fethedilecek bir mecraydı. Lakin bu gezilerin alışılmadık makinelere ihtiyacı vardı. O da aklının dehlizlerinde sonradan dünyanın onu hatırlayacağı bu hikâyeleri ve makinelerini demlemeye başladı yıllarca. Okula başladığında yazmaya duyduğu ilgide başlamış oldu. Artık hayalleri aklının köşesinden kaleminin ucuna akmaya başlamıştı. Liseyi bitirdikten sonra Paris’e giden Verne burada aile mesleği olan avukatlık için eğitim almaya başladı. Fakat yazı öyle bir büyüydü ki onun adına o dünyada kaybolmak istiyordu. 1848 yılının ortalarında ortaların da Paris’te çıkan bir dergide ‘Dünyanın Merkezine Yolculuk’ adlı hikâyesini bölüm bölüm yayımlamaya başladı. Fakat aklının koridorları öyle hikâyelerle doluydu ki bu yazı yazma fırtınası onu avukatlık eğitiminden etmeye başlamıştı. Babası eğitimini ihmal edip kendini yazmaya kaptırdığını öğrendiğinde maddi desteğini geri çekti. Jules artık kendi parasını kendisi kazanmak zorunda kalacaktı. O da bildiği tek yolu kullanmaya karar verdi. Hikâyelerini kitap haline getirmeyi… Verne para kazanabilmek için öncesinde bir borsa tellalıyla iş yapmaya başladı. Onun sayesinde Alexandre Dumas ve Victor Hugo gibi ustalarla tanıştı ve onlardan yazı

66

67

için sinema yaşamın bir uzantısıdır. Tıpkı kalemin ya da kılıcın elin bir uzantısı olması gibi… Kardeşler kameralarını bu bağlamda önce kendi yaşamlarının uzantıları için daha sonra da tanımadıkları yaşamların uzantıları için kullandılar. Lakin bunun yeni bir çığır açacağını hiç düşünmediler. Onların açtıkları kapıdan kimlerin geçeceğini bilselerdi acaba nasıl bir tepki gösterirlerdi? İşte bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Sinema bir okul, yaşamın uzantısı ya da yaşayamayacaklarımızın… Hepimiz bir aşk hikâyesinin büyüsüyle ağlayıp, bir katilin yakalanmasına alkış tuttuk beyaz perdenin önünde. Katilin uşak olduğunu gördüğümüzde ben söylemiştim canım diye böbürlendik. Güldük, “Arkana bak!” diye bağırdık perdedeki iyi adama. Sevgili namzedimizi kapıp beyazın büyüsüyle omzuna elimizi attık. Çığlık attık, korktuk, heyecanlandık. ‘Lumiere’ Fransızca ışık anlamına gelir. Onların ışığı bugün bile bize yansımaya devam ediyor. Eğer Lumiere Kardeşlerin bu bilim merakları ve yaşamı yansıtma tutkuları olmasaydı biz bugün bunların hiç birini yapamayacaktık. Bu yüzdendir ki önlerinde saygıyla eğilmekten kendimi alamıyor ve onları canı gönülden alkışlıyorum.

Jules Verne “Boğaz geçme vergisine sinirlenen Keraban Ağa öfkeyle bağırır; Osmanlı’dan çıkıp Kırım’ı geçeceğim, Kafkasya’yı aşacağım, Anadolu’ya ayak basacağım ve Üsküdar’a ulaşacağım. Hem de sizin haksız verginiz için tek bir para vermeden!’’ Jules Verne “Keraban Ağa” romanından


Tarihte

Tarihte

Bu Ay

Bu Ay

ile ilgili tavsiyeler aldı. Verne, edebiyat aşkının yanına 1857’de bir aşk daha ekledi ve iki çocuğu olan Honorine De Viane Morel ile evlendi. Bu evlilikten Michel Jules Verne doğdu. Jules’in maddi durumunun düzelmesi Dumas, Hugo gibi ünlü ustaların yayımcılığını yapan Pierre-Jules Hetzel ile tanışması ile oldu. Verne öncesinde de hikâyelerini farklı yayım evlerine sunmuştu lakin pek ilgi görememişti. Yayım evleri yazdıklarının ‘fazla fantastik’ olduğunu söylüyorlardı genç yazara. Fakat Hetzel ondaki dehayı görebiliyordu. Balonla Beş Hafta adlı hikâyesini okumuş ve çok beğenmişti. Tarih 1863’ü gösterdiğinde Hetzel Jules Verne’in hayallerini okuyucuları ile buluşturmayı başarmıştı. Bundan sonra Verne kendisini üne ve paraya kavuşturacak olan Dünyanın Merkezine Yolculuk, Seksen Günde Devri Âlem, Denizler Altında 20.000 Fersah, Aya Yolculuk gibi romanları Hetzel tarafından basılıp finanse edildi. Jules sadece yazmıyor, yazdıklarını yaşıyor gibiydi. Başka bir dünyadan başkaca gezegenlerden gelmişçesine o güne kadar hiç duyulmamış makinelerden, balonlardan, denizin altında hareket eden gemilerden bahsediyordu. Ay’a gidebilecek bir araç olduğunu söylüyordu Verne. Hayalleri o kadar genişti ki ne içine ne de dünyaya sığmıyordu. O da en azından merakını bastırmak istedi yaşadığı evrene ve dünya turuna çıktı. Yıl 1967’ydi. 9 Mart 1886’da dünya turundan döndüğünde hayatında birçok şeyin değiştiğini fark etti. Paranoyak şizofren olan yeğeni tarafından sol bacağından vuruldu ve hayatının sonuna kadar bacağının acısını çekti. Yayımcısı ve arkadaşı Hetzel’in ölümüyle bir kez daha yıkıldı. Onun yerine geçen oğlu Verne pek sevmediğinden bu acının yanına bir de yayımlamak isteği yeni eserlerinde zorluklarla mücadele etti. 1888’de politikaya girmeye karar verdi. Amiens milletvekili olarak 15 sene boyunca hizmet verdi. Bu deha dünyaya gözlerini kapattığında tarih 24 Mart 1905’ti. Geriye yayımlanmamış altı roman bırakmıştı Verne. O bilimkurgu edebiyatının öncüsü olmakla kalmadı. Aynı zamanda Avrupa sanayi ve teknolojisine

68

de ilham kaynağı oldu. Denizin altını yazdı, uzayı yolculuktan bahsetti, dünyayı dolaştı okuyucularıyla. Jules Verne birçok ilke imza attı hem yazım tarzı hem de kitaplarında kullandığı araçlar ile. Bilimkurgunun babası, ilimin falcısı ilan edildi. Ölüm gelip de kapısını çalana dek hayal kurmaktan ve yazmaktan vazgeçmedi. Dünyada 148 dile çevrilen kitaplarıyla bugün hâlâ aramızda. Seksen Günde Devri Âlem, Denizler Altında 20.000 Fersah, Balonla Beş Hafta, İnatçı Keraban (Kitap Osmanlı İmparatorluğu’nu ve Türk insanını anlatmaktadır.), İki Yıl Okul Tatili, Esrarlı Ada, Dünyanın Ucundaki Fener, Yüzen Şehir, Aya Yolculuk başlıca eserleri arasında yer alır. “Gideni sevmek kalanların işi değilmiş meğer çünkü giden ne beklediğin gibi gelir, ne de beklediğine değer!” Üstat böyle demişti. Gidenlerle değildi onun işi. O öngörüyordu geleceği. İlmek ilmek işleyerek öyle bir yazdı ki hâlâ esintisi bizi alıp götürüyor tatlılıkla. Biz de yeri gelmişken analım istedik üstadı kısa, öz ve hayranlıkla… “Bana yağmuru anlatma, yağ!” demiş usta yazar Victor Hugo. Anlatmak yetmez, insanlar vardı bu ay yine kalemimizde. Yağmur olamasak da dilimiz, kalemimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık. Keyifli okumalar… Hazırlayan:Melahat YILMAZ

69


Öykü

Öykü

Blue Yak’ta Akşam Yemeği Şık Nepal restoranı Blue Yak’tayım. Burası Nepal’in geneline yayılmış köhne yerlerden biraz daha farklı. Buraya, Yak yününden köşeyi dönenler, tehlikeli ara sokak uyuşturucu satıcılarını çalıştıranlar, turistleri kerizleyen ve sıkı fahişelerle yatan tur acentesi sahipleri ve ne bok yaptığını bilmediğim şişko adamlar geliyor! Peki, burada benim ne işim var? Zengin olmadığım ayağımda çürümeye yüz tutmuş konverslerden belli. Sırt çantasını yüklenip yollara düşen ve iki haftada bir banyo yapabilen biri gibi görünüyorum ve görüntüm kesinlikle doğruyu söylüyor. Ne bir birikimim var, ne de altmışını geçmiş yaşlı bir kadınla yatıyorum. Uyuşturucu satmıyorum ama ara ara düşünüyorum bu işi yapmayı. O an Blue Yak adlı restorandayım ve orada olmam kesinlikle şansımın bana bir armağanı. Blue Yak’ın geniş kırmızı salonunda dans eden çiftler var. Uzun şampanya bardakları masalarında birbirleriyle sohbet ediyor onlar dans ederken ve o şampanyaları sadece birbirleriyle sohbet etmek için aldıkları belli; tek bir yudum bile alınmamış içkilerden! Ben ılık Nepal birası içiyorum. Sanırım beşinci biram. Tam emin değilim. Tavandan sarkan büyük avize yüzümü aydınlatıyor ve gerçekten mutlu hissediyorum kendimi. Yak restoranına geliş hikâyem Nepal’de yaşadığım diğer şeylere oranla pek de ilginç gelmiyor düşününe. Eco2000 adlı pansiyonun bana verilen odasında, yastığın rahmine sıkıştırılmış ve tarafımdan erken doğuma maruz bırakılan 5000 Rupi sağlıyor bunu. 100 lira falan bir şey yapıyor. O kadarcık mı demeyin, 5000 Rupiye haftalarca kalabileceğiniz yerler var burada. Çok az param olduğundan ve insanlar sürekli Yak restoranının harika yemeklerinden bahsettiğinden parayı bulduğum gibi soluğu burada alıyorum. Oturduğum yerin penceresinden dışarı baktığımda Everest’in zirvelerinde bana göz kırpan kar kümelerini görebiliyorum. Çonnolugma Sagramata deyip, ılık biramdan sağlam bir yudum alıyorum. İçmeyi iyi bilirsen manzara olduğundan daha iyi görünebiliyor. Ilık biramdan bir yudum alıyorum, düşündüğüm pek bir şey yok. Beni terk eden sevgilim çok uzakta ve ne halt ettiğini önemsemiyorum bile. Annem ve babam en son Tokyo’da çalışmaya başlamışlardı ve seslerini duyalı haftalar geçti. Küçük bir kardeşim olmadığı için şanslı hissediyorum kendimi. O sırada garson geliyor. Nepalli adam beyaz kıyafetinin içinde sıkıntıdan ölmek üzere olduğunu söylüyor gözleriyle. “Ona bir tabanca versem,” diyorum kendi kendime, “Şüphesiz ki ne kadar piç kurusu varsa hepsini öldürür. Tercih yapar mıydım?” diye düşünüyorum o an. Evet, kesinlikle koca kıçıyla masaları devirerek dans eden kırmızılı kadın ölmeli ilk! Göz ucuyla koca kalçalı kadına bakıyorum tekrar ve verdiğim kararla gururlanıyorum. Silah var gücüyle patlıyor. “İstediğiniz gülümseyen buda,” diyor ve gerçekten de önüme bir buda kafası koyuyor. Et, sebze ve bir sürü ıvır zıvırdan yapılmış pahalı yiyecek öylece sırıtıyor masamın üzerinde. Teşekkür ediyorum ve garson hemen çekip gidiyor. Sanki mutfağın kapısından başka bir diyara geçiyor ve buradaki sıkıcı yaşamını geride bırakıyor. Mutfağın kapısı koca kalçalı kadının üzerinden yükselen barut kokusuyla gizlenirken ben silahı belime sokuyorum. Buda gülümsüyor her zamanki gibi. Onu yiyeceğimi biliyor ama yine de gülebiliyor neşeyle. “İşte buda olmak böyle bir şey!” diyorum kendi kendime. Öylece bakıyor bana. Dolgun dudaklı kel bir Hotei kafası önümde duran ve belki de bu deli restoran yüzünden budayı afiyetle yemeye başlıyorum. Bir yemek insana ancak bu kadar zevk verebilir! İlk önce dudaklarının tadına bakıyorum, sonra alnı gidiyor budanın.

70

Biraz ara verip bir sigara yakıyorum. Tamamen keyif sigarası... Garson tekrar geliyor. “Burada sarma sigara içmek yasak,” diyor gözlerimin içine bakarak. Gözleri hiç de öyle demiyor fark ediyorum. “İç,” diyor. “30 tane iç istersen, hiçbiriniz umurumda değilsiniz. Tek istediğim sizin gibi zengin ve kendini beğenmiş turistlerden kurtulmak. Elimde olsa boynunu ince bir dal parçasın gibi kırardım.” Eline 100 rupi sıkıştırıyorum. Önce şaşırıyor sonra gayet mutlu bir şekilde gülümseyip uzaklaşıyor. Biramdan esaslı bir yudum alıp derin bir nefes çekiyorum sigaradan. Buda, tabağımda kanlar içinde uzanıyor, midemdeki yarısı ise delicesine kahkaha atmaya başlıyor. O sırada sahnedeki kadınlar zengin adamlarıyla dans ediyorlar. Hiçbiri dans etmeyi bilmiyor. Gerçekten bildikleri bir şey yok. Şöyle bir etrafa bakıyorum. Arka masada kel kafalı şişko bir adam, on altısına henüz basmış olduğunu düşündüğüm bir kızı neredeyse midesine indirmek üzere! Mide bulandırıcı ama bir şey söylersem ertesi gün akşam yemeğinde “hindi” eti çıkacağını biliyorum. Turistlerin aptal olanları hâlâ turkey-hindi esprisi yapıyor inanın. Yan masada gayet salak görünen iki İsveçli çift var. Sırıtarak izliyorlar olanları. Kendilerini o kadar beğenmiş görünüyorlar ki dördünün de beynini uçurmak istiyorum. Batılı turistler 3. dünya ülkelerini başları havada dolanırlar, onlar büyük kumarbazlar ve büyük patronlardır. Her şeyi harika yaparlar ve kiminle tanışırlarsa tanışsınlar onlardan daha görgülü kimse yoktur! Gözlerimi onlara dikmişken sarı kafalı İsveçli piç kurusunun bana baktığını fark ediyorum. Sigaramdan derin bir nefes çekip dikiyorum bakışlarımı adamın gözlerine. Sonunda vazgeçiyor bakmaktan. “Ne olacaktı ki?” diyorum kendimi beğenmişçe. Bir İsveçliden insana ne gibi bir zarar gelebilir ki! Tabağımda bana bakan yarım buda kafasına yoğunlaşıyorum. O sıra yarısı yenmiş ağzıyla bir şeyler gevelemeye başlıyor ama çıkaramıyorum ne demek istediğini. “Konuş Hotei,” diyorum. “Anlat derdini.” Buda, tabağımda kızaran bir balık gibi sekiyor ve garip sesler çıkarıyor. Hemen garsonu çağırıyorum. Aynı garson geliyor yine, galiba adam sadece benim masama bakıyor, sadece benim masama anladınız mı? Tanrım kendimi sonradan görme bir kral gibi hissediyorum! “Hotei konuştu,” diyorum adama gayet salakça. Anlamıyor dediklerimi. Ben anlatmaya çalışıyorum, kafam o kadar iyi ki ağzımdan tükürükler saçarak bu mucizevî anı kişisel bir gösteriye dönüştürüyorum. Ellerim havada sarhoş bir şekilde dans ederken birden adamın kafasını tutuyorlar ve o kel kafayı yarısı yenmiş budaya sokmaya çalışıyorlar. “Hotei konuştu,” diyorum yeniden. Fakat adam beni anlamaktan gayet uzak… O sıra adamın gözlerine tekrar baktığımda o kara gözlerin bana hiç de sıcak bakmadığını fark ediyorum. O sırada garson belki de hayatında sevdiği tek şey olan 45 kalibrelik Smith & Wesson’ı çıkarıp namlusunu tam alnımın çatısına dayıyor. Bu kimsenin umurunda değil gibi. Binlerce Rupiyle aynı mezara gireceğim, diye düşünüyorum. Bir garson tarafından öldürüleceğim ve turistler bunu hiç umursamayacak. Tabanca gürültüyle patlıyor ve her şey karanlığa gömülüyor. Bilirsiniz eğer bir karede tabanca görünüyorsa belli bir süre sonra kesinlikle patlamak zorundadır. Kafatası parçaları havaya uçuşuyor ve az gelişmiş turist beynim insanların içkilerine meze olmak istercesine tabaklara dağılıyor. Beynimin bir garsona ihtiyacı olmadan masalara dağılması belki gurur verici ama etraf kararırken duyduğum yarısı yenmiş budanın aşağılama dolu kahkahası kendimi kötü hissettiriyor. Ertesi sabah Eco2000’in küf kokulu yatağında başım hayli ağrıyarak uyanıyorum. Hemen aynaya koşuyorum sol gözüm oluşan çapaklardan kapalı halde. Kafamın ortasında bir delik yok. Elimi cüzdanıma atıyorum, 5000 Rupi de yerinde yok. Tabaklara dağılan beynim yüzünden belki de hiçbir şey hatırlamamam. Ama en azından hayattayım diye düşünüyorum. Hemen sonra “Geri zekâlı,” diyorum kendi kendime. “Gülen Buda’yı mideye indirdin. Ne olmasını bekliyordun ki!” Öykü: Göktuğ CANBABA

71


Sinema

Sinema

Kısa Kısa

Dünya herkese yetecek büyüklükte. Onun için başkasının yerini kapmaktansa, çalışarak gerçek yerinizi bulun!

Charlie Chaplin Sinemanın gerçek adı olan bu minik, şirin adam kendi yerini buldu dünya üzerinde. Başkalarının yerini kapmaya çalışmadan. Biz de yeni yılın ilk ayında onun dünyada bıraktığı izi kısa filmleriyle analım istedik, hayatının kısadan hisse anlarına şöyle bir göz atarak… Charlie Chaplin (16 Nisan 1889 - 25 Aralık 1977), İngiliz sinema yönetmeni, oyuncu ve yazar. Asıl adı Charles Spencer Chaplin olmakla beraber, yarattığı "Şarlo" (Charlot) karakteri ile özdeşleşti ve öyle anıldı. Londra'nın fakir bölgelerinden birinde doğup büyüyen Chaplin, 1913’de gittiği ABD’de sinemaya başlamıştı. 1914’teki ilk filmi Making A Living’in ardından çekilen Kid Auto Races in Venice filminde bol pantolonlu, melon şapkalı, büyük ayakkabılı, sürekli bastonunu çeviren ve sakar hareketleri ile gülünç mizansenler oluşturan "Şarlo" tiplemesini yarattı. 1916’da Mutual Film Şirketiyle yaptığı antlaşma sonucunda on iki kısa komedi filmi çekti. Bu dönemi hayatının en mutlu yılları olarak tanımlamıştı üstat. Mutluluğu, 1918 senesine kadar devam etti bu şirketle. Burada sizlerle paylaşmak istediğimiz onun mutlu yılları ve her dakikasında sonuna kadar emeği olan o kısa filmlerden geçtiğimiz özetlerdir.

The Fireman (12 Haziran 1916): Üstadın Mutual şirketi adına çektiği ikinci kısa filmidir. Filmde ortalığı karıştırmaktan gayri yararı olmayan bir itfaiyeciyi oynayan Chaplin, yediği tüm köteklere rağmen, eninde sonunda ne yapar yapar günün kahramanı olur. The Vagabond (10 Temmuz 1916): Usta, bu filminde barlarda keman çalarak hayatını kazanmaya çalışan bir serseriyi canlandırır. Filmin ilk sahnesi kameraya doğru ilerleyen Charlie’nin o ünlü ayakkabılarının görülmesiyle başlar. One A.M. (7 Ağustos 1916): Chaplin’in Mutual Film Şirketiyle çektiği dördüncü sessiz kısasıdır. Filmde üstat, Albert Austin’in yer aldığı taksi sahnesi hariç ilk kez tek başına oynamıştır. Ayrıca Chaplin bu filmde alışılagelmiş Şarlo tiplemesinin aksine hali vakti yerinde, evine ve yatağına kavuşmaya çalışan bir sarhoşu canlandırır. Sergilediği performans ise onun su götürmez oyunculuk yeteneğini gözler önüne sermektedir. The Count (4 Eylül 1916): Film Şarlo’nun beşinci kısası olmasının yanı sıra daha sonra gelecek olan The Rink, The Idle Class ve City Lights gibi filmlerinin de öncüsü sayılır. Chaplin filmde sakar bir terzi çırağını canlandırır. The Pawn Shop (2 Ekim 1916): Minik dev adamın altıncı kısa filmi olan Türkçe çevirisiyle ‘Rehineci’ Şarlo’nun daha sonrasında sıklıkla kullanacağı bir öğeyi, merhamet eksikliğini ince ince işlediği, en başarılı filmlerinden biridir. Behind The Screen (13 Kasım 1916): Çektiği bu yedinci kısa filminde Chaplin bir sinemada, Goliath adlı dekorcunun yardımcısı olarak çalışmaktadır. The Rink (8 Aralık 1916): Charlie’nin sekizinci kısa filmidir. Şarlo burada kullandığı paten sahnelerini

72

73


Sinema

Sinema

20 yıl sonra Modern Times adlı uzun metraj filminde geliştirerek tekrarlayacaktır. Film başlı başına bir gösteri niteliği taşır. The Bond (29 Eylül 1918): İnsanı bağlayan ayak ve gönül bağlarına dair esprili ve bir o kadar da çarpıcı bir anlatım sergilediği bu filmde Chaplin aynı zamanda Mutual Film Şirketiyle olan mutlu birlikteliğinin de sonuna yaklaşmış olur. Hayatta çeşitli bağlar vardır. Farzı misal ayakkabı bağı, aşk bağı, evlilik bağı ve de hepsinden önemlisi özgürlük bağı… Sözleriniz yoksa nasıl anlatırsınız karşınızdakine meramınızı? Üstat anlatmayı bilmişti. Onun, sözlere ihtiyacı yoktu. Vurguları, imgeleri ve doğuştan gelen bir yeteneği vardı. Gülmeye, insan hallerine, toplumsal sıkıntılara kayıtsız kalmadı. Aşkı es geçmedi karelerinde. Her daim gülümsetti dokundurmayı ve nezaketi elden bırakmadan. O sinemaya, sinema ona âşık ve alışkındı her daim. Ona göre hayat dar alanda trajedi, geniş açıdansa komediydi. Ve biz onun sözlerini anlayabiliyorduk… Takip eden yıllar içinde aralarında, The Immigrant, The Adventurer (1917) gibi ünlü filmlerinin de bulunduğu altmıştan fazla kısa filmde oynayarak yeni gelişmekte olan sinemanın da etkisiyle dünya çapında görülmemiş bir üne kavuştu. 1918 yılında çektiği A Dog’s Life ile uzun metrajlı filmlere de başlayan Chaplin, Mary Pickford, Douglas Fairbanks ve D. W. Griffith ile birlikte kurdukları United Artists film şirketinin ortağı olduktan sonra Altına Hücum, Şehir Işıkları, Büyük Diktatör, Asri Zamanlar, Sirk ve Sahne Işıkları gibi başyapıtlara imza attı. Filmlerinde dönem koşulları için imkânsız görülebilen mizansenlere, koreografilere ve akrobatik hareketlere yer veren Chaplin, komedi sinemasının bütün örneklerini sonuna kadar korumakla birlikte,

74

heyecanın ve hareketin asgari düzeye çekildiği sahnelerinde ise dramatik yapısını sergileyebilmiştir. Popülist yaklaşımlara, hiçbir zaman benimsemediği bazı yönetim biçimlerine ve teknolojiye yönelik ağır eleştirilerini ise yine bu komedi tarzının içinde eritmiş ve sessizce seyirciye ulaştırmayı bilmiştir. Yarattığı ‘modern palyaço’ Şarlo ile dünya üzerinde filmlerinin gösterildiği her ülkede insanların hayranlığını topladı. Fakat Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlığını reddetmesi sebebiyle bu ülkede kendisine yönelik olarak bir karalama kampanyası başlatılmasına sebep oldu. Kendisinden bir hayli genç olan kadınlarla yaptığı dört ayrı evlilik, bir dönem kendisine açılan babalık davası, The Immigrant filminde bir ABD memurunu tekmelediği sahne ve son olarak Altına Hücum filmindeki bazı sahnelerin komünizm propagandası olarak yorumlanması gibi olayların etkisiyle sözde bir başarıya ulaştı. Böylece Chaplin’in ABD'ye girmesi yasaklandı. Bunun üzerine karısı ve çocuklarıyla birlikte hayatının sonuna kadar yaşayacağı İsviçre’ye yerleşen Chaplin, ancak 1972 yılında Oscar Özel Ödülü'nü almak için yıllar sonra ABD'ye geri döndü. Takip eden yılda City Lights adlı filme bir kez daha Oscar ödülünü kazanmıştır. 1975 yılında, 86 yaşında iken, İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth tarafından şövalye unvanına layık görülmüştür. Melahat YILMAZ www.otekisinema.com

75


Öykü

Öykü

Gamzedeyim Kime Yazıldı? Bu acayip hikâyeyi, ilk defa üstat Reşad Ekrem Koçu’nun Göztepe’deki evinde dinlediğimizde korkudan tüylerimizin diken diken olduğunu hala hatırlarım. Ben ve bir iki ahbap, akşamcılık âdetini bildiğimiz üstat ile önceleri Beyoğlu’nda birkaç yerde takıldıktan sonra sohbet ede ede Göztepe’ye kadar gelmiştik. Tarihi konulardan bahsediyorduk ve bu sohbeti kimsenin gönlü yarıda bırakmaya elvermediğinden, üstadında sohbetten zevk alması üzerine evinde demlenmeye devam etmiştik. Gecenin ilerleyen saatlerinde elektriğin kesilmesi üzerine gaz lambalarını yakarak sohbeti sürdürmüştük. Yine takribi aynı saatlerde şiddetli bir fırtına patlak vermiş, arada bir şavkıyan yıldırımların bıraktığı gölge oyunlarıyla birlikte sohbet konusu giderek tarihteki acayip olaylara ve esrarengiz mevzulara kaymıştı. Kimi Topkapı sarayında geceleri duyulan zincir seslerinden kimi de Yedikule zindanlarındaki korkulu seslerden bahsetmiş, katledilen şehzadelerin ve cariyelerinin ruhlarının görüldüğü dehlizlere ve zindan kalıntılarına, yeniçeri hayaletlerinin görüldüğü Galata tarafındaki Kanlı Hendek civarındaki söylentilere, Topkapı’nın Şimşirliğindeki periler divanına, tekinsiz evlere bir nice garip mevzu konuşulmuştu. Herkes kendi eski evinde, çevresinde yaşadığı, duyduğu olayları anlatmaya başlamıştı. O sırada bizi olanca vakarıyla dinleyen üstat bir anda sanki bir sırrını ifşa edermişçesine gözlerini bize dikip herhangi bir tuhaf olay yaşamadığını, ama elinde buna dair sağlam bir kanıt olduğunu söylediğinde gayri ihtiyari ona dönmüştük. Acaba bizimle alay mı ediyordu? Gözlerinde hiç olmadığı kadar derin bir ciddiyet, yüzünde ise kinayeden eser yok. Olayın ne olduğunu sorduğumuzda, tuhaf bir vaka olduğunu aslında bir şekilde meyhane şarkılarıyla haşır neşir olmuş herkesin bu olayı andığını, bildiğini ama asıl hikayeyi bilmedikleri için sıradan bir vakanın hikayesi sandıklarını söyledi. Böyle söyleyince iyice tuhafımıza gitmişti. Hem garip, tabiatüstü bir vaka olsun hem de türkülerde anlatılıp dilden dile yayılsın? Tarih dersleri sırasında ya da edebiyat sohbetlerinde, divan şairlerinin bazen bir şekilde bir peri kızını görüp ona şiirler yazdıklarını iddia ederdik, duyardık ama sadece bir batı itikat olarak görmüştük. Acaba böyle bir husus muydu? Öyle ya meyhane şarkılarında söylenecek hem de garip bir olaydan bahsedecek kesin peri kızı görmeyle alakalı bir mesele olmalıydı. Üstada bu fikrimi belirttiğimde bana kısmen haklı olduğumu, ama görünen şeyin maalesef bir peri kızı olmadığını söylemişti. Bize bu hikâyeyi kendi hocası merhum Ahmet Refik Altınay’ın aktardığını, hatta el yazısıyla not alarak kendisine bıraktığını söylemişti. O da bu olayı yaşadığını söyleyen merhum muharrir gazetecilerden Ahmet Rasim’den dinlemiş, hatta bir kısmına tanık olmuş. Ahmet Rasim’den hiç böyle acayip bir mevzu işitmediğimiz için bırakın işitmeyi okumadığımız için ister istemez ilk başta inanamamıştık. Ahmet Rasim’den böyle bir acayip olay anısı, hem de bunun şarkılara türkülere konu olması ne demekti? Bizim şaşkınlığımızı gören üstat, meddahtan meddah tam bir hikâye anlatıcısı idi ki, merakımızı pekiştirmek için birden bire: “Şimdi size muharrir Ahmet Rasim, merhum bestekârlardan Tatyos Efendi, eski Aksaray kabadayılarından Onikilerin reisliğini yapmış Arap Abdullah’ın birlikte İstanbul sokaklarında mezardan dönme bir hortlağı kovaladıklarını söylesem?” diye lafı koy vermesin mi? Üstat bizi alaya mı alıyordu? Yoksa yeni bir hikâyesini mi anlatacaktı? Biri muharrir, biri bestekâr diğeri kabadayı birbiriyle alakasız üç kişi hem de İstanbul’da hortlak kovalasınlar? Her bir isim mazimizin hatıralarında derin akislere neden olarak birer birer suretleri, anlatıları gözlerimizin önüne getirirken üstat ayağa kalkarak elinde gaz lambasıyla odayı terk ederek evinin

76

77


Öykü

Öykü

merdivenlerini tırmanarak solup giden bir hayal gibi karanlıklarda kayboldu. Yıldırım seslerinin gürültüsünün haricinde, arada bir gelen gıcırtıların ona mı yoksa asırlık eve mi ait olduğunu anlayamadık. Üstat karanlıklar içinden gelip tekrar yerine oturduğunda kucağında işlemeli ahşap bir mücevherat sandığı taşımaktaydı. Ahşap işlemeli sandığı önümüzdeki sehpaya bırakıp kapağını açtı. İçinde sararmış solmuş bir mektup ve bir kaç fotoğraf durmaktaydı. Üstat: “Bunlar bazı nedenlerden ötürü benim İstanbul Ansiklopedisi’ne eklemediğim resimlerdir. Kabadayı Arap Abdullah’ın bilinen tek fotoğrafı da bunların arasındadır. Bu mektupta vakayı anlatan notlar vardır. Resimlere bakın ama gördüklerinizi unutun!” Gazyağının ışığında baktığımız bu fotoğrafları gördüğümüzde tüylerimiz diken diken olmuştu. İlk resim yanmış bir harabeye aitti. Arkasında Arap harfleri eski Türkçe ile “Madam Bela’nın Oteli ve Meyhanesi, Leblebici Şaban Sokak, Karaköy” yazmaktaydı. İkinci resim ise daha eski bir dönemde çekilmiş, tepesindeki Frenkçe tabelada “Bela’nın Yeri” yazmakta olan bir işletmenin fotoğrafıydı. Önceki resimdeki harabenin eski hali olmalıydı. Üçüncü fotoğraf yine bir harabe fotoğrafıydı. Tulumbacıların gözüktüğü, kazma kürekle toprak kazmış gibi üstleri başları kararmış bu insanların ayaklarının altında insana ait çeşitli türlü iskeletler, kurukafalar bulunmaktaydı. Bu noktada hatırımıza bir dönemin İstanbul kabadayılık hatıralarına geçmiş bir vaka gelmişti aklımıza. Meşhur Madam Bela’nın oteli ve meyhanesi. Emrinde çalıştırdığı birbirinden güzel Leh dilberlerini kullanarak kandırdığı avanakları oteline alıp içirip eğlendirdikten sonra onları öldürüp soyan cesetlerini de binanın bodrumuna gömen meşhur Madam Bela! İstanbul’un kabadayılarına, kaldırım kurtlarına kök söktüren ama kırkına rağmen yirmisinde kız gibi gösteren Madam Bela! Gazinosunda kumar oynatan, otelinde haydutların, korsanların takıldığı, rıhtım balozlarının en görkemlisinin sahibesi Bela! Beyoğlu Canavarı lakaplı Bıçakçı Petri’yle bile düşüp kalkmış Madam Bela! İşte bu fotoğraflar o dehşetli batakhaneye aitti. Dördüncü fotoğrafı ise nasıl tarif edebileceğimi halen bilemiyorum. Korkunç ve tuhaf bir hale ait, acayip bir fotoğraftı. Kazılmış ve içindeki tabutun kapağı açılmış bir gayrimüslim mezarı, mezarın içinde tahnitlenmiş gibi kuruyup kanı çekilmiş, uzun kollu ve sivri tırnaklı, beyazlar içinde bir kadın cesedi kalbine kazık çakılmış. Başı yok. Baş tarafında duran çarmıhın tam önünde ise kesik baş duruyor. Gözleri korkunç bir şekilde bakarak açık kalmış, saçı başı dağılmış, canavar gibi dişleri gözükmekte olan bir kadın başı. Fotoğrafı tuhaf hale koyan elbette ki sadece bu vahşi görüntü değildi, etrafında toplanmış hatıra fotoğrafı gibi resim çektiren insanlardı. Resimdeki yüzlerin biri hariç hepsi yabancıydı. Haçın arka tarafında bir Ermeni papazıyla, bir mahalle hocası duruyordu. Onların hemen sağında yaşlı olmasına rağmen dinç görünen, kara kuru görünüşlü, sırım gibi, kafası traşlı, elmacık kemikleri çıkık, seyrek bıyıkları iki taraftan sarkan, ayağında çizme, sırtında sako, başında fes, belinde Trablus kuşak, elinde tespih eski mahalle kabadayılarını andıran bir adamdı. Resmin öteki yanında ise tek tanıdığımı kişi olan Ahmet Rasim’di. Hafif kilolu, bıyıklı, kıvırcık saçlı, gözlüklü haliyle birebir gençliydi. Mahzun bakışlı, pos bıyıklı, tıknaz, kısa boylu, elinde bir çekiç tutmakta olan solgun görünümlü bir adamın koluna girmişti. Üstat kabadayı kılıklı olanın meşhur Arap Abdullah, Ahmet Rasim’in koluna giren mahzun bakışlı adamın ise Tatyos Efendi olduğunu, 1913 Ocak ayında Uzunçayır Ermeni Mezarlığı’nda çekildiğini söyledikten sonra anlatmaya başladı: “Bu hikâyeye ve bu fotoğraflara nasıl ulaştığımı merak ediyorsunuz değil mi? Mekânı cennet olsun, merhum hocam Ahmet Refik bey anlatmıştı bu olayı. Fotoğrafları toplayan da o’dur. Bir tek Madam Bela’nın fotoğrafını bulamamış, hattı zatında bulamazdı zaten. Hortlak kısmının suretleri ölmeden aslına dönmez, ne resme ne sinema perdesine suretlerini ölmeden aksettirebilmek kabil değildir. Ama bu mezarda, kafası vücudundan koparılmış bulunan zavallı o’dur. Kendisi olaya katılmamış, ama olaydan sonra Tatyos Efendi’nin cenazesinin kaldırıldığı vakit Ahmet Rasim anlatmış olayı. Ondan sonra bu resimleri toplamış ama üstü kapalı tehdit edilmiş bunları açıklamasın diye. Rahmetli bana olayı mütareke senelerinde aktarıp resimleri de emanet etti. Sırasıyla anlatalım. Efendim esasen bu fotoğraftaki şahısların aslen ne cadıcılıkla ne hortlaklıkla

ilgisi yoktur. Evet, Dr. Resuhi Bey’in bir dönem “Batıl İtikadlar” isimli eserinde cadıcıların bahsi geçer ancak bu şahısların bu tip netameli, tekinsiz işlerle bir alakaları yoktur. Ahmet Rasim dediğiniz muharrir, siyasetçi hem de gazeteci. Arap Abdullah desen mütekait kabadayı, eskinin kulağı kesiklerinden, kocamış kaldırım kurdu. Tatyos Efendi dedikleri bir garip bestekar, insanın gönül telini titreten eşsiz bir sanatkâr. Bu üçü aslen birbirini doğru dürüst tanımaz etmez. Ahmet Rasim zaten Tatyos Efendi’nin yegâne ahbabıdır. Bir tek Abdullah’ı bunlar eskilerden olduğundan tanır, Abdullah’da sadece Tatyos Efendi’yi tanır bazı meclislerde görmüş kendisini. Ne ise günün birinde Tatyos Efendi ince hastalığa tutulmasına yakın İstanbul âlemlerinde meyhanelerde her daim çalınıp söylenen meşhur “Gamzedeyim Deva Bulmam” şarkısını yeni bestelemiş. Meyhanelere yıldırım gibi düşmüş, çalan, söyleyen, içen, demlenen herkes şarkının özünde gizli o hicranı, ayrılık duygusunu yaşamada. Şarkının asıl manasını insanlar “gamzede” sanır, yani derbeder, sıkıntılara gark olmuş manasında. Aslında “gamze”dir, kastedilen şarkıyı yaktığı güzeldir. Bunu Ahmet Rasim üstat bir şekilde anlamış, meclislerde çok sık görülmüyor genelde meyhanelerde zaman geçiriyormuş Tatyos Efendi. Elini ayağını sazdan sözden çekmiş, zaten çevresi de yokmuş. Arayıp soranı olmazmış pek. Ahmet Rasim sordurmuş öğrenmiş, o tarihlerde Kadıköyü’nde bir Yılanlı baloz vardı, Todoraki diye biri işletirdi oraya gidip geliyormuş. Ahmet Rasim bir gece gidiyor, bakıyor adamcağız orada bir köşeye çökmüş, mezesiz yemeksiz sade şarapla demlenmede. Sağlığı kötülemiş, kan öksürür. Çekmiş bunu köşeye derdini sormuş, kendisine şarkı yazdıran derdin nedenini. Tatyos Efendi iki mırın kırın ettikten sonra rakıyı alınca dili çözülmüş başlamış anlatmaya. Bir ahuya tutulmuş zavallı. Şair kısmı hayali yârin, kantocuların, tiyatro şarkıcılarının boyuna boşuna gözüne saçına şiirler yazmışlar, şarkı yazmışlar, yalandır onlar tek gerçek onun gamzeleridir, kan çanağı gibidir, gören gördüm diye ölür görmeyen pişmanlıktan ölür demiş. Kimdir bu dedikçe aşkından kadını tarif ediyor. Kara saçlı, kömür gözlü, ak gerdanlı, şöyle güzel böyle melek ama illa ki kan kırmızı gamzeleri. Adam körkütük âşık! Ahmet Rasim soruyor kimdir bu gidelim konuşalım, sanatkâr adamsın, bestelerin dillerde. Hele son şarkını bir duysa, kendisine yazıldığını bilse bu yaştan sonra dünya evine girersin be adam diye dostuna destek olmuş. Ama Tatyos Efendi, nasıl diyor ecnebiler platonik bir sevgi besliyor. Karşılık beklemeden yani. Çulsuz, yalnız, unutulmuş bir bestekârı kim sevsin, bugüne kadar kim sevdi diyor. O sırada meyhaneye kim girse beğenirsiniz? Arap Abdullah. Yıllardır ortalıkta yok, Merdivenköyü’nde oturur diye bir rivayet var. Meyhanede karşılaşıyorlar, o civardan geçiyorken uğramış. Çökmüş ama hala dinç. Ahmet Rasim tanıyor kendisini. O da Tatyos Efendi’yi tanıyor tabi. Bir şekilde konuşmuşlar, hal hatır sormuşlar. Gazete okumaz Arap Abdo tanımaz Ahmet Rasim’i. Ahmet Rasim sormuş hemen Onikiler’den Arap Abdullah mı diye. Eskisi gibi kurumlanmasından eser yokmuş. Vakti zamanında bu ihtiyarladığında, daha Aksaray’dayken Fatih’in efendi kabadayılarından Ahmet diye bir çocukla kapıştı, çocuk bunu alaşağı edince, tüm genç kurtlar kocamışın tepesine üşüşmesin, postu deldirmeyim zaten Sultan Hamid gitti paşalığımızda yalan oldu diye elini eteğini çekiyor kabadayılık âleminden. Zaten ne Onikiler kalmış ne Aksaray kabadayıları hepsi yeniyetme, gelmiş Merdivenköyü’ne. Zaten bir ayağı çukurda konağını satmış parasını yiyor. Arap Abdullah Tatyos’un orada bulunduğunu duyarak gelmiş. Gamzedeyim Deva Bulmam’ı dinleyecekmiş kendi sesinden. Eski kabadayı, bazı meclislerde bulunmuş. Tatyos’ta dertlenmiş, başlamış okumaya. Bir ses varmış, zaten kilise korosundan yetişme, birde Gamzedeyim’i okuyor yer de meyhane. İçen bir daha içiyor, dertlenen, efkâr basan sürüyle. Abdullah’ta Ahmet Rasim’de kadehleri ardınca yuvarlıyor. Abdo eski kabadayı ya, anlıyor durumu soruyor Ahmet Rasim’e, kız meselesini öğrenince Tatyos Efendi’yi teskin ediyor. Eski kurt felan ama kaçın kurası gerekirse saçından sürür anasının koynundan kaçırırım diyor. Tatyos kadının kimin nesi olduğunu bilmiyor ama nerede oturduğunu biliyormuş. O yakada imiş. Şimdi yıkıldı, o tarihte ayaktaymış Uzunçayır Ermeni Mezarlığının yan tarafında bir kagir ev varmış orada.

78

79


Öykü

Abdo duyunca şaşırmış, o evde oturan yok demiş, önünden çok geçtim ışık yanmıyordu. Demiş Tatyos, olur mu efendim pencereye çıkar her gece, ben bir kere tesadüf ettim, aylardır evinin önünden geçerim utangaçtır geceleri çıkar hep demiş. Kadın kimdir necidir kimse bilmiyor. Gece meçe demeden gidiyorlar Uzunçayır’a. Ev hem boş hem harap. Akşam pazarından kalma çürük çarığı toplamış kocakarılardan biri üç adamdan şüpheleniyor, ne yaptıklarını soruyor. Konak boş diyor, mezarlıkta gezen hayaletten bahsediyor. Abdo şüpheleniyor. Geceyi bekleyelim ben pirelendim diyor. Gece olunca Tatyos buz kesiyor, bir pencereyi gösteriyor. Hakikaten güzel mi güzel bir kadın var. Hayal meyal duruyor. Abdo’da buz kesiyor. Madam Bela bu diyor. Bu yaşta kalması imkânsız diyor. İlkin hatırlamıyorlar ama Bela’nın oteli dediğinde hatırlıyorlar. Sultan Hamid devrinin başlarında kırkındaydı, şimdiye yetmişi görmüştür bu böyle genç olamaz der. Ahmet rasim’de ekler, bu Bela otel işlettiği zamanda bile genç gösterir, yirmi yaşında göstermez miydi? O an anlamışlar vakayı. O cesetlerin ölümlerin nedeni de çıkmış ortaya. Balkanın urumelinin kan içer hortlağı olmasın? Abdo hem kabadayı hem alkol almış, çekiyor keskiyi narayla basıyor konağı bunlar da peşlerinden. Konakta kimse yok. Mezarlıkta görüyorlar kadını oraya gidiyorlar. Mezarlığı o saatte korkular içerisinde, dua ede ede geziyorlar. Abdo diyor, Bulgar külhanlarının töresidir cadı varsa, hortlak varsa tepelemek elden gelir. İsimsiz bir mezar buluyorlar, üstü kanlı. Onun olduğunu anlıyorlar. Sabaha karşı tekrar geliyorlar. Tatyos yanlarında, inanmıyor olanlara. Öldü ölecek. Şeriata aykırı diye mahalle imamıyla, bir Ermeni papazı çağırıyorlar. Tanık etsin diye birde fotoğrafçı çağırıyorlar. Kadına aşık diye, töre gereği Tatyos çıkardıkları hortlak cesedini kalbinden kazıklıyor. Resim çekiliyor. Sonradan Tatyos o sene öldü, Abdullah cihan harbini göremeden göçtü. Mütareke yıllarında konuyu ve topladığı resimleri hocama veriyor Ahmet Rasim. Kendisi yazmak istemiş ama bazı kara cübbeli adamlar gelmiş, mevzu bilinmesin istemiş, tehdit etmişler bunu, o da saklamış. Hocamda sakladı. Siz de unutun. Velhasılı kelam. Tatyos Efendi’nin son şarkısı “Gamzedeyim”dir. Mart’ta vefat etti kendisi dertten. Cenazesine kimse bulunamadı da on-onbeş kişi topladı öyle kaldırdı cenazeyi Ahmet Rasim. Demişti ki: “Gamzedeyim şarkısı Tatyos’un ömrünün hasılasıdır, yani neticesidir.” İşte o şarkı aslında hortladığı bilinen, kan emici bir hortlağa yazılmıştır ki ben bundan acayip, bundan garip vaka ne duydum ne de işittim…” Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK

80

İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ

81


82

83


84

85


86

87


88

89


90

91


92

93


Sinema

2012 Oscar Tahminleri

Bir Şubat ayı daha ve geleneksel bir Oscar tahminleri yazısıyla daha siz Gölge e-Dergi okuyucularının karşısındayız. Bu yılki ödül sezonu Oscar öncesi farklı ödüllerde farklı filmlerin öne çıkması ile adayların ve kazananların rahat tahmin edilemeyeceği bir yöne doğru gidiyor gibi gözüküyordu. Ancak zaman geçtikçe belli birkaç filmin şansı artmaya başladı. Bu yazının adayların her birini izlemeden yazıldığını hatırlatayım ama bazen kazanacak adayı doğru tahmin etmek için mutlaka filmi seyretmek de gerekmediği unutulmamalı. Ne de olsa bazen ödülün sahibinin kim olacağı konusunda filmin tanıtımı, oyuncularının ya da yönetmeninin akademi tarafından sevilip sevilmemesi, yaşı, daha önce Oscar alıp almadığı hatta günün sosyal ve politik atmosferi filmin iyiliğinden daha çok etkili olabiliyor. Yine de elbette filmleri görüp yorum yapmak en iyisi. Bu yıl şu anda kadar dokuz en iyi film adayından dört tanesi sinemalarımızda gösterime girmiş durumda (festivaller sağolsun, ben beşini izledim şimdiye kadar). Ödül törenine kadar dört tanesi daha gösterime girecek ve adayların neredeyse hepsini sinema perdesinde izleme şansına erişmiş olacağız. En iyi film dışındaki kategorilerde de benzer durumlar söz konusu. İşte kategorilere göre adaylar, tahminlerim ve kendi tercihlerim:

94

95


Sinema

Sinema

En İyi Kısa Film: Adaylar: Pentecost, Raju, The Shore, Time Freak, Tuba Atlantic Bu yıl da kısa film ve belgesel dalında çok fazla bir yorum yapamıyorum. Adayları izleme şansım olmadı ne yazık ki. Filmlerin konularına, yönetmen ve oyuncu kadrolarına baktığımda The Shore filminin Kuzey İrlanda sorunu ile ilgilenmesi, yönetmeninin Terry George olması ve oyuncuları arasında da Amerika’da tanınmış isimlerin yer alması şansını arttırıyor. Bu filmin ödülü alacağını tahmin ediyorum ama benim asıl görmek istediğim film, hatalarını düzeltmek için bir zaman makinesi icat eden mucitle ilgili uçuk bir yapıma benzeyen Time Freak. Bekleyip göreceğiz. En İyi Animasyon (Kısa): Adaylar: Dimanche / Sunday, The Fantastic Flying Books of Mr. Morris Lessmore, La Luna, A Morning Stroll, Wild Life Bu kategoride de benzer bir durum söz konusu. Ne yazık ki adayları izleme fırsatım olmadı. Konularına ve filmlerden gördüğüm bazı görüntülere bakılacak olursa farklı animasyon tekniklerini bir arada kullanan A Morning Stroll’un Oscar’ı kazanması beklenebilir. En İyi Belgesel (Kısa): Adaylar: The Barber of Birmingham: Foot Soldier of the Civil Rights Movement, God is the Bigger Elvis, Incident in New Baghdad, Saving Face, The Tsunami and the Cherry Blossom Belgesel kategorisinde filmin iyiliği yanında ele aldığı konu da hangi filmin ödül alacağı konusunda önemli oluyor. Bu şekilde düşündüğümüzde kısa belgesel dalında Irak’ta geçtiğimiz yıllarda yaşanan bir olayı ele alan Incident in New Baghdad şanslı görünüyor. Benzer bir düşünce ile Japonya’daki tsunami felaketini konu eden The Tsunami and the Cherry Blossom filminin de şansı olduğunu düşünebiliriz.

96

En iyi Belgesel (Uzun): Adaylar: Hell and Back Again, If a Tree Falls: A Story of the Earth Liberation Front, Paradise Lost 3: Purgatory, Pina, Undefeated Bu kategoride yer alan Win Wenders filmi Pina, akademi tarafından yabancı dilde en iyi film dalında aday gösterilmedi. Zaten o dalda aday olsaydı şansı çok değildi. Her ne kadar adaylar arasında Amerikan seyircisine daha yakın gelecek filmler olsa da Pina’nın Oscar’ı kazanacağını tahmin ediyorum. Böylece kariyerinde birbirinden güzel filmler olan Wim Wenders de ilk Oscar’ını kazanmış olur. Bu arada Wenders’in daha önceki tek adaylığının da başka bir belgesel filmle, Buena Vista Social Club ile olduğunu da ilginç bir not olarak ekleyelim. En İyi Makyaj: Adaylar: Albert Nobbs, Harry Potter and the Deathly Hallows: Part II, The Iron Lady En iyi makyaj dalındaki adayları incelediğimizde her birinin gayet iyi işler çıkardığını görüyoruz. Üçü de Oscar’ın sahibi olabilir ama Meryl Streep’den kusursuz bir Margaret Thatcher çıkaran The Iron Lady’nin makyaj ekibi ödüle daha yakın görünüyor. Filmi izlerken seyircilerden bir kısmının Thatcher’ın yaşlı halini gördüklerinde “Meryl Streep ne kadar yaşlanmış” şeklinde yorum yapmaları ekibin başarısını gösteren bir unsurdu. En İyi Görsel Efekt: Adaylar: Harry Potter and the Deathly Hallows: Part II, Hugo, Real Steel, Rise of the Planet of the Apes, Transformers: Dark of the Moon En iyi görsel efekt dalında yine bilim-kurgu filmleri ve fantastik filmlerin aday olduğunu görüyoruz. Hugo’nun da adaylar arasında yer almaları sevindirici. Ancak The Tree of Life’ın adaylık bile alamaması da aynı derecede üzücü ve şaşırtıcı. Ödüle yakın olan filminse Rise of the Planet of the Apes olduğunu düşünüyorum. Maymunlara apayrı birer karakter kazandıran görsel efekt ve motion capture çalışması ile öne çıkan yapım aynı zamanda yılın popüler filmleri arasında en iyilerinden biriyken sadece bu dalda aday olabildi. Bu nedenle ödül gecesinden Oscar’sız ayrılmasını istemeyen akademi üyelerinin oyu bu filme kayabilir.

97


Sinema

Sinema

En İyi Ses Kurgusu: Adaylar: Drive, The Girl with the Dragon Tattoo, Hugo, Transformers: Dark of the Moon, War Horse Ses kurgusu kategorisi son derece teknik bir kategori. Ancak genellikle aksiyon filmleri bu dalda ipi göğüsleyen filmler oluyor. Bu nedenle her ne kadar kötü bir film olsa da üçüncü Transformers filminin ödülü kazanacağını tahmin ediyorum. En İyi Ses Miksajı: Adaylar: The Girl with the Dragon Tattoo, Hugo, Moneyball, Transformers: Dark of the Moon, War Horse Benzer nedenlerden dolayı bu kategoride de Transformers’ı şanslı görüyorum. Ayrıca bu kategoride on beşinci kez aday olan ama henüz hiç Oscar kazanamayan tecrübeli isim Greg P. Russell’ın da bu filmle artık ödülü alması iyi olur. En İyi Kostüm: Adaylar: Lisy Christl (Anonymous), Mark Bridges (The Artist), Sandy Powell (Hugo), Michael O’Connor (Jane Eyre), Arianne Phillips (W.E.) Sandy Powell son yıllarda kostüm kategorisinde sürekli aday oluyor. Üst üste üçüncü adaylığı ile toplam adaylık sayısını ona çıkaran Powell bu yıl Hugo ile aday. Doğrusu ödülü almasını çok isterim ama akademi genellikle daha gösterişli kostümlere sahip dönem filmlerini tercih ediyor. Bu nedenle Anonymous ile Lisy Christl ya da Jane Eyre ile Michael O’Connor’ın ödülü alacağını düşünüyorum. O’Connor’ın şansı daha fazla. En İyi Sanat Yönetmeni: Adaylar: Laurence Bennett ve Robert Gould (The Artist), Stuart Craig ve Stephenie McMillan (Harry Potter and the Deathly Hallows: Part II), Dante Ferretti ve Francesca Lo Schiavo (Hugo), Anne Seibel ve Hélène Dubreuil (Midnight in Paris), Rick Carter ve Lee Sandales (War Horse) Hugo’nun incelikli sanat yönetimi çalışması ile tecrübeli isim Dante Ferretti, üçüncü Oscar heykelini kazanmalı. Farklı bir sonuç sürpriz olur. Ancak yine de sanat yönetmenleri meslek birliğinin ödüllerini de bir görmek lazım.

98

En İyi Kurgu: Adaylar: Anne-Sophie Bion ve Michel Hazanavicius (The Artist), Kevin Tent (The Descendants), Kirk Baxter ve Angus Wall (The Girl with the Dragon Tattoo), Thelma Schoonmaker (Hugo), Christopher Tellefsen (Moneyball) Her yıl en iyi kurgu dalındaki ödüllerden söz ederken bu dalda ödül alan filmlerin çoğunlukla en iyi film ödülünü de aldığını söylüyoruz. Bu yüzden bu daldaki ödülün Hugo ya da The Artist’e gitmesi beklenebilir. The Artist’in şansını biraz daha yüksek görüyorum. Ama bu kategorideki en iyi film bence The Girl with the Dragon Tattoo. Ancak bu film, en iyi film dalında aday bile olamadığı için çok fazla şansı yok gibi gözüküyor. En İyi Görüntü Yönetmeni: Adaylar: Guillaume Schiffman (The Artist), Jeff Cronenweth (The Girl with the Dragon Tattoo), Robert Richardson (Hugo), Emmanuel Lubezki (The Tree of Life), Janusz Kaminski (War Horse) Filmi sevsin ya da sevmesin The Tree of Life’ı izleyen herhangi bir kişi görüntü yönetmenliğinin kusursuz olduğunu söyleyecektir. Filmin tek dezavantajı çok fazla akademi üyesinin bu filmi izlememiş olması olabilirdi. Ancak en iyi film ve yönetmen adaylıkları, akademi üyelerinin bu filmi izlediklerini ve sevdiklerini gösteriyor. Bu durumda Emmanuel Lubezki’yi rakipsiz görüyorum. Böylece bu başarılı görüntü yönetmeninin ilk Oscar’ını kazanacağını umuyorum. En İyi Müzik: Adaylar: John Williams (The Adventures of Tintin), Ludovic Bource (The Artist), Howard Shore (Hugo), Alberto Iglesias (Tinker Tailor Soldier Spy), John Williams (War Horse) Öncelikle bu kategoride Trent Reznor ve Atticus Ross’un isimlerini görmediğime şaşırdığımı belirtmeliyim. Belki de daha geçen yıl The Social Network ile Oscar aldıkları düşünerek bu ikiliye fazla oy çıkmadı ama The Girl with the Dragon Tattoo’nun ruhuna çok uygun müzikler yapmışlardı. John Williams ise bu yıl aldığı iki adaylık ile toplam adaylık sayısını kırk yediye yükselterek yaşayan en çok Oscar adaylığı olan isim olmayı sürdürdü. Ancak beş Oscar’ına bir yenisini eklemesi çok zor görünüyor. Çünkü ortada The Artist var ki aday olduğu on daldan en fazla hakettiği ödül en iyi müzik ödülü bana göre. Bir sessiz film olarak tüm film, müzik eşliğinde

99


Sinema

Sinema

ilerliyor ve bu nedenle müzik-film ilişkisi herhangi bir filmden çok daha önemli bu filmde. The Artist’in bu kadar sevilmesinin en önemli nedenlerinden biri de müziği. Bu nedenle Ludovic Bource’nin kolaylıkla Oscar’ı alacağını tahmin ediyorum. En İyi Şarkı: Adaylar: “Man or Muppet” Söz-Müzik: Bret McKenzie (The Muppets), “Real in Rio” Söz: Siedah Garrett müzik: Sergio Mendes ve Carlinhos Brown (Rio) Bu yıl en iyi şarkı adayları ikiyle kısıtlı. Bu açıdan kısır bir yıl olmuş. Kazananın Flight of the Conchords ile tanıdığımız Bret McKenzie olacağını tahmin ediyorum. Yabancı Dilde En İyi Film: Adaylar: Bullhead (Belçika), Footnote (İsrail), In Darkness (Polonya), Monsieur Lazhar (Kanada), A Separation (İran) Yabancı dilde en iyi film kategorisinde Bir Ayrılık (A Separation) dışındaki bir film Oscar’ı alırsa çok büyük sürpriz hatta mucize olur. Hem çok iyi bir film, hem de her türlü gösterge bu filmi işaret ediyor. Eğer bu mucize gerçekleşirse de Polonya yapımı In Darkness’dan gelir o mucize. Ne de olsa hem 2. Dünya Savaşı ile ilgili bir konusu var hem de yönetmeni Agnieszka Holland, Amerika’da da çalışan ve tanınan bir isim. En İyi Animasyon (Uzun Metraj): Adaylar: A Cat in Paris, Chico & Rita, Kung Fu Panda 2, Puss in Boots, Rango Adaylar açıklanmadan önce sorulsa en iyi animasyon Oscar’ı için Tenten ve Rango’nun çekişeceğini söylerdim. Oysaki Tenten herkesi şaşırtarak bu dalda aday bile olamadı. Bu durumda Rango’nun bu daldaki ödülü kazanması beklenebilir. Kazanması düşük bir ihtimal de olsa Chico & Rita’nın da yılın iyi eleştiriler alan filmlerinden olduğunu vurgulayalım. En İyi Özgün Senaryo: Adaylar: Michel Hazanavicius (The Artist), Annie Mumolo & Kristen Wiig (Bridesmaids), J.C. Chandor (Margin Call), Woody Allen (Midnight in Paris), Asghar Farhadi (A Separation)

100

En iyi özgün senaryo ödülünde Oscar’ın güçlü adaylarından The Artist de yer alıyor. Film çok sevildi ama doğrusunu söylemek gerekirse birkaç filmin senaryosunu birleştirerek ortaya çıkarılmış gibi gözüken hikayesi bir senaryo Oscar’ını hak etmiyor bana kalırsa. J.C. Chandor’un başarılı senaryosunun Oscar’a aday olması güzel bir sürprizdi ama bununla yetinecek gibi duruyor. Bridesmaids için de benzer şeyler söylenebilir. Bu durumda yarış Woody Allen ve Asghar Farhadi arasında geçecekmiş gibi duruyor. Her ikisi de hak ediyor ve hangisi kazanırsa kazansın sürpriz olmaz ama ibre biraz daha Woody Allen’a yakın gibi duruyor. En İyi Uyarlama Senaryo: Adaylar: Alexander Payne ve Nat Faxon & Jim Rash (The Descendants), John Logan (Hugo), George Clooney & Grant Heslov ve Beau Willimon (The Ides of March), Steven Zaillian ve Aaron Sorkin & Stan Chervin (Moneyball), Bridget O’Connor & Peter Straughan (Tinker Tailor Soldier Spy) Hugo çok başarılı bir filmdi, ancak senaryosunun o derece üst düzeyde olduğunu iddia edemem. Tinker Tailor Soldier Spy da sadece adaylık ile yetinecek gibi gözüküyor. Steven Zaillian ve Aaron Sorkin, Moneyball ile her zamanki kalitelerini bir kez daha gösteriyorlar ama Oscar’ı tekrar almalarına yeterli olmayacak bana göre (yine de bu iki önemli isimin adaylığını yabana atmamalı). Sonuçta elimizde George Clooney’nin oynadığı iki film kalıyor. Biri aynı zamanda senaryosunu yazanlar arasında da yer aldığı The Ides of March, diğeri ise The Descendants. Gönlümden ilki geçse de ödülü muhtemelen ikincisi alacak. En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Adaylar: Bérénice Bejo (The Artist), Jessica Chastain (The Help), Melissa McCarthy (Bridesmaids), Janet McTeer (Albert Nobbs), Octavia Spencer (The Help) En iyi yardımcı kadın oyuncu dalında Melissa McCarthy, Bridesmaids’deki çok eğlenceli kompozisyonu ile ödül kazanırsa çok sevinirim aslında ama akademi genelde bu tip komedi ağırlıklı rolleri ödüllendirmediği için adaylıkla yetinecektir. Bérénice Bejo’nun da The Artist’in rüzgarını arkasına aldığı için aday olduğu söylenebilir. Janet McTeer’in de adaylıktan öteye gidemeyeceğini düşünürsek bu dalda da The Help’in iki oyuncusu kalıyor geride. İkisi arasında benim tercihim Jessica Chastain olur ama akademinin tercihi muhtemelen Octavia Spencer olacak.

101


Sinema

Sinema

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Adaylar: Kenneth Branagh (My Week with Marilyn), Jonah Hill (Moneyball), Nick Nolte (Warrior), Christopher Plummer (Beginners), Max von Sydow (Extremely Loud and Incredibly Close) Albert Brooks’un bu kategoride aday olmaması sonucunda Christopher Plummer rakipsiz kaldı. Diğer adaylardan herhangi birinin ödülü alması büyük sürpriz olur. En İyi Kadın Oyuncu: Adaylar: Glenn Close (Albert Nobbs), Viola Davis (The Help), Rooney Mara (The Girl with the Dragon Tattoo), Meryl Streep (The Iron Lady), Michelle Williams (My Week with Marilyn) Aslında bu kategoride gözü kapalı Meryl Streep demek isterdim. Kadın ne rol olsa altından mükemmel bir şekilde kalkıyor. Bu yıl da şahane bir Margaret Thatcher portresi çizerek on yedinci Oscar adaylığını kazandı. Ancak sıkıntı şu ki akademi galiba, “nasılsa Meryl’i bir sonraki başarılı performansında bir daha aday gösteririz ona da o zaman Oscar veririz” gibi bir düşünceye sahip ki bu on yedi adaylığından sadece ikisinde Oscar kazanabildi, onlar da 1979 ve 1982 yıllarında. Bu yüzden her ne kadar halen en öne çıkan aday olsa da diğer adayları da yabana atmamak lazım. Doğrusu Streep’in kazanmasını gönülden istesem ve öyle olacağına inansam da diğer adaylardan herhangi biri Oscar’ı kazansa da şaşırmam ve üzülmem. Çünkü diğer adayların her biri henüz Oscar’ı olmayan ama hak eden isimler. Adayların en zayıfı olarak görünen Rooney Mara hem daha çok genç, hem de önünde Lisbeth Salander karakterini tekrar canlandıracağı iki film daha var. Akademi o filmlerde ödül vermeyi tercih edebilir. Glenn Close’un başarılı kariyeri boyunca altı adaylık alması ama Oscar’ı kazanamaması zaten bir ayıp. Viola Davis tartışmasız iyi bir oyuncu. The Help’i sevenler onu ön plana çıkarabilir. Streep kazanamazsa en şanslı aday gibi gözüken Michelle Williams ise günün birinde Oscar kazanacağına herkesin emin olduğu bir isim. Onu Dawson's Creek ile tanıdığımız günler artık çok gerilerde kaldı, o artık bağımsız filmlerin başarılı oyuncusu. Görüldüğü üzere bu kategori hiçbir adayı bir anda silemediğim, benim için en belirsiz kategori. Yine de şu an itibariyle Meryl Streep’i favori olarak gördüğümü tekrarlıyayım.

102

En İyi Erkek Oyuncu: Adaylar: Demián Bichir (A Better Life), George Clooney (The Descendants), Jean Dujardin (The Artist), Gary Oldman (Tinker Tailor Soldier Spy), Brad Pitt (Moneyball) Öncelikle bu kategoride Michael Fassbender’in de olması gerektiğini belirtelim. Ne yazık ki Shame filmi muhtemelen akademiye ağır geldi. Ama Fassbender şu anki çalışma temposuna devam ederse akademi birkaç yıla kadar bunu telafi edecek ve onu başka bir filmle ödüllendirecektir. Hoş zaten bu yıl aday olsaydı Oscar’ı kazanması pek mümkün değildi. Onun yerine listeye girdiğini düşünebileceğimiz Demián Bichir’in şansı da pek fazla değil. Gary Oldman’ın bunca yıldır bir kez bile aday gösterilmemesine inanmak güç ama işte ilk kez 53 yaşında Oscar adayı oluyor bu başarılı isim. Ama ilk adaylığı ile Oscar alması pek mümkün gözükmüyor. Brad Pitt’e gelince akademi ona bir Oscar verecektir mutlaka ama o yılın bu yıl olduğunu zannetmiyorum. Yine de şansı var. Geriye yine iki aday kaldı. George Clooney ve Jean Dujardin. Clooney’nin 2005 yılında kazandığı bir Oscar olmasa hiç düşünmez o alacak derdim ama bu yıl The Artist çok sevildi. Jean Dujardin, sessiz film aktörlerini çok iyi etüd edip hayata geçirdiği George Valentin karakteri ile çok başarılıydı gerçekten. Her ne kadar Amerikalıların çok tanımadığı bir isim olsa da The Artist’i çok seven akademi üyeleri buna kayıtsız kalmayacaklardır ve Dujardin’e Oscar’ı vereceklerdir. En İyi Yönetmen: Adaylar: Michel Hazanavicius (The Artist), Alexander Payne (The Descendants), Martin Scorsese (Hugo), Woody Allen (Midnight in Paris), Terrence Malick (The Tree of Life) Akademinin Terrence Malick’i aday göstermesini beklemiyordum doğrusu. Ne de olsa The Tree of Life zor bir filmdi. Bu nedenle Malick’in sadece adaylıkta kalacağını düşünüyorum. Oscar’ı alırsa da hiç itirazım olmaz o başka. Bir başka usta Woody Allen’ın da yeni bir yönetmenlik Oscar’ı alması mümkün değil. Bu yıl bir Oscar alacaksa o senaryo dalında olacak. Aynı cümleyi Alexander Payne için de kurabilirim. Bu durumda evet, yine iki aday arasında kaldık. Michel Hazanavicius ve Martin Scorsese. Doğrusunu söylemek gerekirse Hazanavicius’un sessiz filmleri ince ince çalışıp tüm özelliklerini filmine yansıtması takdire değer ama işin ucunda yaptığı şey bir dönem çok iyi örnekleri verilmiş bir türü tekrar beyazperdeye getirmekten fazlası değil. Başarılı, başarısı takdir de edilmeli ama Martin Scorsese’nin her anına sinema sevgisi sinmiş, her sahnesiyle kendisine hayran bırakan ve yarı yaşındakilere adeta 3D nasıl kullanılır dersi veren yönetmenlik anlayışı yanında ödül kazanırsa hiç içime sinmeyecek. Bu dalda tüm kalbimle Scorsese’den yanayım, ufak bir farkla olsa da kazananın da o olacağını tahmin ediyorum.

103


Sinema

Pin-up

En İyi Film: Adaylar: The Artist, The Descendants, Extremely Loud and Incredibly Close, The Help, Hugo, Midnight in Paris, Moneyball, The Tree of Life, War Horse Son iki yıldır akademi Oscar adaylarını ona çıkarmıştı. Ancak bu on filmin bir kısmının hiçbir şansı yokken listede olması Oscar ödülünün değerini düşürüyordu doğrusu. Akademi de bu şekilde düşündü ve bu yıl en iyi film adayı olabilmek için farklı kurallar getirdi. Bu kurallara göre bir filmin listeye girebilmesi için akademi üyelerinin en az %5’inin bu filmi listelerinde birinci sırada göstermeleri gerekiyordu. Bu sayede listeye gerçekten hak etmiş filmlerin gireceği düşünülüyordu. Oscar adayları açıklanmadan önce tahminler bu yıl adaylık listesinde 6-7 film göreceğimiz yönünde idi ancak sonuçta dokuz aday karşımıza çıktı ve bunların bir kısmı yine tümüyle liste dolsun anlayışıyla seçilmiş gibi duruyor. Extremely Loud and Incredibly Close’un adaylığı bile büyük bir sürpriz oldu. Sadece iki adaylığı varken Oscar’ı alması mümkün değil. Midnight in Paris, Moneyball ve War Horse da eskisi gibi beş en iyi film adayı olsaydı muhtemelen listeye giremeyecek olan filmlerdi. Geri kalan filmlerden eğer The Help, yönetmen dalında adaylık çıkarabilseydi ufak bir şansı vardı ama şu durumda onu da eleyebiliriz. The Tree of Life yukarıda da belirttiğim gibi zor bir film, Oscar’ı kazanacak kadar oy alması çok zor. Her ne kadar drama dalında Altın Küre alsa da The Descendants’ın da Oscar alması bana zor görünüyor. Bağımsız Ruh Ödülleri’nde (Independent Spirit Awards) çok daha fazla şansı var. Kala kala yine Hugo ve The Artist’e kaldık. Yönetmen kategorisinde yazdıklarımı tekrarlamayayım. Bence 2011 en iyisi Hugo idi. Oscar’ı da o almalı ama bu kez en iyi yönetmen ödülünün tersine en iyi film dalında The Artist’in arkasına aldığı büyük rüzgar ile ödüle ulaşacağını tahmin ediyorum. Bakalım 26 Şubat’ta neler olacak, tahminlerimizin ne kadarı tutacak? Bu yazının hazırlandığı tarih itibariyle önümüzde bir ay civarında bir süre var. Bu zaman içinde favoriler değişebilir elbette. Ancak daha önceki yıllardan deneyimlerim birkaç kategori dışında favorilerin son bir ayda çok da fazla değişmeyeceği yönünde. Yine de merak eden okuyucularımız son tahminlerimi ödüller açıklanmadan birkaç gün önce bu yazının altındaki adresten öğrenebilirler. Her ne kadar sinema sanatı açısından Oscar’ları ne kadar önemsememiz gerektiği tartışmalı olsa da dünyanın gözü önündeki bu ödüllerde keşke bizim sinemamız da yer alsaydı. Bu yıl bir Fransız filminin başa güreştiği düşünülürse doğru hamleler yapıldığı takdirde bu o kadar da zor değil aslında. Önümüzdeki yıllarda en azından yabancı dilde en iyi film kategorisine aday olabilmek bizi pek mutlu edecek.

İlker YATI

Hasan Nadir Derin http://sinemamanyaklari.com/

104

105


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.