Genç Öncüler - 121- Öncülerimiz: Genç Sahabeler

Page 1

EDİTÖR'DEN

Allahın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.

Sahibi PINAR YAYINLARI A.Ş. Adına Şemsittin ÖZDEMİR Genel Yayın Yönetmeni Uğur Demirel Yayın Sorumlusu M. Salih Demirtaş Yayın Kurulu Dücane Demirtaş Osman Zinnur Aksu Furkan Rıza Demirel Sümeyye Razi Gülsüm Cemile Damar Sena Dağ Tuğba Şahin Beyzanur Yaşaroğlu Merve Mahitapoğlu Mahinur Özdemir Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Osman Zinnur AKSU Büşra KALA Ayşenur EKİZ Ethem GÜNHAN Rıza DEMİREL Reyyannur ALPAT Mahinur ÖZDEMİR Muhammed Salih DEMİRTAŞ Merve MAHİTAPOĞLU Yusuf MAHİTAPOĞLU Adnan ERGÜN İlhan VATANSEVER Ayşenur ADIGÜZEL Zeyneb Rabia YAZICI Ömer GENÇOĞLU Meryem Sena ÖZTÜRK Toleuzhan GALİYEVA Dücane DEMİRTAŞ Yunus BAĞIRMAZ Tunahan ELMAS Beyzanur YAŞAROĞLU Senanur YAŞAROĞLU İhsan ÜNGÖR Adres İskenderpaşa Mah. Yeşiltekke Sok. No:4/1 Fatih / İSTANBUL genconculereyaziyorum@gmail.com Görsel Yönetmen Tekin Öztürk Grafik Tasarım Projesanat Tan. Org. Tel: 0212 640 20 90 www.projesanat.com.tr

Baskı Şenyıldız Yayıncılık ve Matbaacılık Gümüş Suyu Caddesi Işık San. Sit. No:19 C Blok 102 Topkapı / İstanbul Tel: (212) 483 47 91 - 483 48 23

I

ssız bir mağarada Allah’a teslim olmaya kendini hazırlamış tertemiz bir insan, başını önüne eğmiş, kendisini hakikate ulaştırması için yaratıcısına dua ediyor. Tertemiz yaradılışı olana Hz. Cebrail vahyi ulaştırıp da bu müjdelenmiş insan insanların en şereflisi olunca halkın arasına karışıyor. Çağrı yükseliyor Mekke’nin sokak aralarında… Allah’tan başkasına kulluk edenlerin kulaklarında mübarek Nebi’nin mübarek sözleri: “Allah’tan başka yaratıcı yoktur deyip kurtulunuz.” Çağrıyı duyanlar koşuyorlar Nebi’ye. Kadınlar, yoksullar, hakikati arayanlar, gençler; arkalarında kimleri bıraktıklarına bakmadan, karşılarına kimleri aldıklarına bakmadan koşuyorlar. Mübarek peygamberin ashabının arasında yıldız gibi parlıyor gençler. Bedir’de ve Uhud’da savaşmalarına yaşları engel değil; peygamberi öldürmeye geldiklerinde ölümü göze alarak peygamberin yatağına yatmalarına da. Mübarek peygamberin ashabının arasında yıldız gibi parlıyor gençler. Malı ve şöhreti ellerinin tersiyle itmelerine engel değil yaşları; Halid bin Velid’in olduğu orduya komutanlık etmelerine de. Mübarek peygamberin ashabının arasında yıldız gibi parlıyor gençler. Annesi ve babası işkence görürken bile Allah’ın en büyük olduğunu söylemelerine engel değil yaşları; bambaşka bir beldeye İslam’ı öğretmek için gönderilmelerine de. Genç Öncüler dergisi, bu ay, İslam’ın mübarek gençlerini, genç sahabeleri dosyasına taşıyor. Küçücük yaşlarına rağmen kocaman işler yapan gençlerin nasıl öncüler olduklarını, Allah’a nasıl teslim olduklarını hem araştırıyor hem örnek alıyor. Peygamberimiz ve genç sahabeleri Osman Zinnur Aksu yazdı. Büşra Kala, sahabe portrelerini çıkardı. Muhammed Salih Demirtaş, Medine’de Kurulan Okul: Ashab-ı Suffa’yı kaleme aldı. Muhammed Emin Yıldırım Hoca ile genç sahabeleri konuştuk. Merve Mahitapoğlu, Kudüs’te yaşanan son gelişmelerle ilgili bir yazı kaleme aldı. Yunus Bağırmaz, son yüzyılda Orta Asya’da sınırların çizilme sürecini inceledi. Bunun dışında gündem, analiz, siyasi tarih, röportaj, gezi yazısı ve şiir bölümleriyle Genç Öncüler dergisi ağustos ayında da yine dopdolu. Genç Öncüler’in genç yazarları olarak gayemiz; toplumsal yaşamımızda karşılaştığımız iyilikleri, kötülükleri, kolaylıkları ve sıkıntıları, siz değerli okurlarımıza en anlaşılır şekilde aktarmaktır. Kadromuz, adaletle şahitlik vazifesini unutmayarak yazılarını kaleme alma gayretindedir. Çünkü bu bize Rabbimizin vahiyle sabit kıldığı bir görevdir. Bütün sayılarımızı bu bilinçle çıkarıyoruz. Çalışmamızın hayırlara vesile olmasını diliyor, keyifle okumanızı temenni ediyoruz. Allah’a emanet olun. Ey inananlar! Kendinizin, ana babanızın ve en yakınlarınızın aleyhine dahi olsa adaleti titizlikle ayakta tutan ve sırf Allah için şahitlik eden kimselerden olun. (Şahitlik ettiğiniz) Zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın)! Çünkü Allah her ikisine de (sizden) daha yakındır. Öyleyse kendi boş arzu ve heveslerinize uymayın ki adaletten uzaklaşmayasınız. Eğer (gerçeği) çarpıtırsanız ya da (şahitlikten) kaçınırsanız biliniz ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Nisa/135

Ağustos’17 • 1


Agustos 2017 • Sayı 121 • Yıl 14

SAHABE PORTRELERİ

8

MEDİNE’DE KURULAN OKUL:

ASHABI SUFFA Muhammed Salih DEMİRTAŞ

Büşra KALA

18

Nasreddin Hoca Olmak Ömer GENÇOĞLU

33 2 •Ağustos’17

51

Orta Asya’da Sınırların İhdası veya Ulusların İnşası (1) Yunus BAĞIRMAZ


Dedemin Terekesi:

Makedonya İlhan VATANSEVER

24 Peygamberimiz ve Genç Sahabeler / Osman Zinnur AKSU..................................................4 Sahabe Portreleri / Büşra KALA......................................................................................8 Kutlu Davada Genç Adımlar / Ayşenur EKİZ....................................................................10

İslam’ın Yıldızları: Genç Sahabeler / Muhammed Emin Yıldırım ile Röportaj

Furkan Rıza DEMİREL - Ethem GÜNHAN................................................................................ 12

Genç- İslam / Reyyannur ALPAT..................................................................................15 Gökyüzündeki Kuşların Yeryüzündeki Gölgeleri / Mahinur ÖZDEMİR................................16 Medine’de Kurulan Okul: Ashabı Suffa / Muhammed Salih DEMİRTAŞ.............................18

İhtilafın Ahlakı / Merve MAHİTAPOĞLU.......................................................................20 Bibliyografya / Yusuf MAHİTAPOĞLU..........................................................................22 Rıhlet / Adnan ERGÜN................................................................................................23 Dedemin Terekesi: Makedonya / İlhan VATANSEVER......................................................24 Değişen Toplum Karşısında Dinamik Fıkıh / Ayşenur ADIGÜZEL.......................................28 Ümmetin Çocukları: Sudan / Zeyneb Rabia YAZICI.........................................................30 Nasreddin Hoca Olmak / Ömer GENÇOĞLU...................................................................33 İzzet ve Zillet Arasında Bir Mesele; Mescid-i Aksa / Merve MAHİTAPOĞLU......................37 Sorgulamak / Meryem Sena ÖZTÜRK...........................................................................38

İslam’a Kavuşma – 9 / Toleuzhan GALİYEVA.................................................................40 Türkiye’de Sistem Dışı İslamcılığın Eleştirisi / Dücane DEMİRTAŞ....................................45 Orta Asya’da Sınırların İhdası veya Ulusların İnşası (1) / Yunus BAĞIRMAZ......................51 Yakın Tarihten Bir Uzlaşı Hikayesi: Karpuz Hükümeti/ Tunahan ELMAS............................56 Objektifimden Yansıyanlar / Fotoğraf: Beyzanur YAŞAROĞLU.......................................60 Reyhanlı Şehit Aileleri Yaşam Merkezi Ziyareti / Senanur YAŞAROĞLU...........................61 Bir Yaz Okulumuz Daha Sona Erdi...................................................................................62 Liseli Kız Kardeşlerimiz ile Yaz Okulu Devam Ediyor.........................................................63 Yolculuk / İhsan ÜNGÖR.............................................................................................64 Ağustos’17 • 3


Karantina

Peygamberimiz ve Genç Sahabeler Osman Zinnur AKSU

G

ençlik, yaratanın yaratılana bahşettiği en müthiş nimetlerden biri... İrade, zaman, güç, dayanıklılık gibi beşere lazım gelen pek çok hâlin en coşkulu, en duygulu haliyle insanda zuhur ettiği yaşam parçası. Gençlik öyle müthiş bir hayat parçası ki insanın öğrenme ve öğretmeyi, tecrübe etme ve tecrübelerini paylaşmayı, iyiyi ve kötüyü, siyahı beyazı bir arada yaşayabildiği mucizevi bir zaman dilimi… Tüm bunların ötesinde Anadolu kültüründen gelen deyişe göre insanın “kanının deli aktığı”, dolayısıyla en güç imtihanlara tabi tutulduğu; büyük hatalar yapmaya, büyük yanlışlara düşmeye en yatkın olduğu çağı ifade eder. Hz. Ali’ye göre sağlıkla beraber elden gitmeden kıymeti bilinmeyecek iki şeyden biri, Shakespeare’e göre ömrü uzun olmayan kıymetli bir kumaş parçası… Bize göre gençlik, toprağı verimli bir tarlaya benzer; eğer ekilir-biçilirse pek kıymetli ekinler, kaliteli yemişlere gebedir fakat kendi haline bırakılır da doğal sürecin devamı izlenecek olursa yaban otlar tarafından sarılması fazla gecikmeyecektir. Dolayısıyla İslam dininde gençlik yıllarına ve gençlere ayrı bir titizlikle yaklaşılmış, onların dertleriyle, yaşadıklarıyla ve gelişimleriyle yakından ilgilenilmiştir. Yazının konusu Hz. Peygamber’in genç sahabeye yaklaşımı ve onlarla muhabbetinin de-

4 •Ağustos’17

tayları, onları eğitmede kullandığı yöntem olacaktır. Peygamberimizin genç sahabeyle olan iletişimi fazlasıyla önemlidir zira öncelikle Enes’ten (r.a.) rivayet edilen hadise göre “peygamberimizin ashâbı içinde Hz. Ebu Bekir’den başka saçı veya sakalı beyaz olan hiç kimse yoktu.”1 Dolayısıyla Efendimizin bu yola gençlerle çıktığını, öncelikle etrafına toplananların şuurlu gençler olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Hz. Peygamberin gençlere yaklaşımında en çok dikkat çeken hususlardan bir tanesi onlara görev vermekten çekinmemesi, onların da kendilerini ümmetin bir parçası hissedebilmeleri adına onlara güvendiğini göstermesidir. Hz. Muhammed (s.a.v.) gençlerin kendilerinde ümmet şuurunu hissedebilmeleri ve topluluğun bir parçası oldukları farkındalığını gösterebilmeleri adına pek çok önemli görevleri de barındıran geniş bir çerçeve içerisinde gençlere sorumluluk ve görevler vermiş, onların İslam’a ve Müslümanlara faydalı olmalarını sağlamıştır. Bu yolla gençlerin azmini ve huşusunu artıran İslam Peygamberi, aynı zamanda onların açık zihinlerinden de faydalanmıştır. Onların enerji ve coşkusunu hak yola kanalize ederken aynı zamanda onlara bir karakter, kişilik, bir özgüven kazandırarak gelecekte İslam’ın sancaktarlığını yapacak-


Karantina ları bilincini genç -hatta kimisi için çocuk- yaşta onlara sağlamıştır. Peygamberin verdiği görevlerden bahsedileceğinde öncelikle vahiy kâtipliği meselesinden konuşmak gerekir. İslam peygamberi süreç içerisinde hem Mekke’de hem de Medine’de kendisine vahyedilen ayetleri okuma yazma bilen sahabeye yazdırmış ve bu görevi üstlenen sahabeye de tarihte “vahiy katipleri” ismi verilmiştir. Vahiy katiplerinin sayısı kırka kadar ulaşmıştır. Kâtiplik görevini üstlenen sahabenin yarısından fazlası henüz otuz beş yaşına gelmemiş gençlerden oluşurken bu görevi yerine getiren sahabeler içinde Zeyd b. Harise, Ali b. Ebu Talip gibi yine bizim deyişimizle “bıyığı henüz terlemiş” denebilecek yaşta gençler, kimisine göre çocuklar da vardı. Vahiy katipliği kırk kişinin müşterek uyguladığı toplu bir görevdi. Bunun dışında İslam Peygamberinin gençlere yalnız üstlenecekleri sorumluluklar yüklediği de görülen bir şeydi. Bir sabah namazından sonra Peygamberimiz, ashabına dönerek “İçinizden kim Yemen’e vali olarak gitmek ister?” diye sordu. Hz. Ebu Bekir, “Ben giderim.” diye cevap verdi. Peygamber bir kez daha sordu; bunun üzerine Hz. Ömer de gidebileceğini belirtti. Peygamber efendimiz ashabına bir kez daha Yemen’e vali olarak kim gitmek ister diye sordu, üçüncü soruya henüz yirmi bir yaşında olan Muaz b. Cebel “Ben giderim ey Allah’ın resulü!” diye cevap verince Peygamber, bu görev senindir diye buyurdu. Henüz yirmi bir yaşında olan Muaz b. Cebel’e güvenerek onu Yemen’e zekât toplama, halka İslam’ı

tebliğ edip Kur’an-ı Kerim öğretme maksadıyla Yemen’e göndererek peygamberimiz gençlere duyduğu güveni bir kez daha gösteriyordu. Muaz b. Cebel, Yemen’de uzun müddet kalarak kendisine verilen vazifeyi layıkıyla yerine getirecek, öyle ki Peygamber’in vefatını dahi orada haber alacaktı. Vazifesi bitip Medine’ye döndüğündeyse Hz. Ebu Bekir tarafından danışma kuruluna atanacak ve muteber bir sahabi olarak hayata gözlerini yumacaktı.2 Peygamber efendimiz (s.a.v.) ve ashab-ı kiram, gençliğe çok kıymetli bir hazine; gençlere de korunup kollanması, gözetilmesi gereken birer elmas parçası gibi muamele etmişlerdi. Gençliğin yalnızca fiziki güçlülüğü ve enerjik-coşkulu hâlleri sebebiyle değil, onların pırıl pırıl zekaları ve öğrenmeye aç ruhî koşullarını doğru yolda ve efektif bir biçimde kanalize etmek için mesailerini harcamışlardı. Peygamberin ve ashabın gençlere yaklaşımını en iyi şekilde gösteren olaylardan biri de Bi’r-i Maune vakasıdır.3 Rivayete göre Peygamberin ashabından kurra olma özelliği gösteren çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu yetmiş kişi, namazlardan sonra geceleri mescitte durur ve birbirleriyle Kur’an dersi yapar, Kur’an’ı anlamak ve anlatmak üzerine hasbihallerde bulunurdu. Hicretin dördüncü yılında Amir b. Sa’saa kabilesi reisi Medine’ye gelip Müslüman olmuş, Peygamber efendimizden kendisiyle birlikte kabilesine bir heyet göndererek orada İslam’ın anlatılmasını sağlamak istemişti. Peygamberimiz dört yıl önce gerçekleşen elim Rec’i olayı nedeniyle bu teklife temkinli yaklaşmışsa da kabile reisi Ebu Bera’dan eman alınınca sayısı kırk ile

Ağustos’17 • 5


Karantina yetmiş arasında değiştiği söylenen bir heyeti o ka- olumsuz cevap alınca da diğer insanlar da buna razı bilelere tebliğ yapmak üzere görevlendirmişti. Fa- gelmezler dedi ve gencin başını okşayıp ona “Yâ kat müşrikler yine bir oyun yaparak Bi’r-i Maune Rabbi bu gencin günahlarını affet, kalbini pak et, denilen kuyu civarında gönderilen o heyeti bir kişi iffetini muhafaza et.” diye dua etti.4 hariç şehit etmişti. Peygamberimiz bu olaya öyle Peygamberin gençleri eğitirken onlara en çok üzüldü ki sabah namazından sonra oradaki kabile- vurguladığı konulardan biri de evlilikti. Gençleri lere beddua etti ve bir ay boyunca vakit namazla- bir an evvel evlenmeleri yönünde teşvik eden Nebi, rından sonra bu bedduaları tekrarladı. Peygamberin bu yolla belki de onların sorumluluk sahibi olmagençler özelinde barış içinde ve tüm ahlak kuralla- larını ve aile kurmalarını sağlarken aynı zamanda rına uyarak yalnızca davet maksadıyla giden tüm onları zinadan da uzak tutmak istiyordu. Bir gün sahabeye verdiği değer bu olayda açık bir şekilde bir yerde toplanmış muhabbet eden gençlere bizgörülmektedir. zat yaklaşan Resulallah onlaPeygamberin gençleri ra “Sizden kimin evlenmeye eğitmede kullandığı yöngücü yeterse evlensin. Çünkü tem de herkese olduğu gibi evlilik gözü haramdan alıkofazlasıyla şefkat, anlayış yar; iffet ve namusu muhafaza ve belki bugün İslam âlemi eder. Evlenmeye gücü yetmeözelinde bütün ideolojiler yen ise oruç tutsun. Çünkü ve görüşlerden insanların (oruç), cinsel arzuyu azaltır.”5 eksikliğini en çok gösterbuyurmuştu. diği “hoşgörü” olgusunu Peygamberin eğitimine bu içerir nitelikteydi. Gençler kadar titiz ve anlayışlı yakPeygamberimize istediklaştığı gençler eğer hak yolda lerini istedikleri gibi sorolur ve mücadeleyi sürdürürmaktan çekinmez, saygı lerse onlara en yüksek mertesınırını aşmadan her türlü beler vaat ediliyordu. Bir başsualle onu meşgul etmekka hadisi şerife göre Allah “Ashâbım yıldızlar gibidir. ten çekinmezlerdi. Bir riResulü “Allah’a ibadet içinHangisine tâbi olsanız hidayete erersiniz.” vayete göre bir gün genç de yetişen gençler”i kıya(Hadis-i Şerif) sahabeden biri gelip Peymet gününde Allah’ın kendi gamberimize “Ya Resuarşının gölgesinde dinlendilallah, benim zina etmeme receği yedi sınıf insandan biri izin ver!” diye bir talepte olarak gösteriyordu.6 dahi bulunmuştu. Orada bulunan ashaptan diğer Hz. Muhammed’in gençlere verdiği değer ve gençler o gencin üzerine yürüyüp onu susturmaya onlara yüklediği sorumluluğu en iyi gösteren vaçalışmışsa da Allah Resulü onları engellemiş ve kalardan biri de Bedir Savaşı’dır. Cihat için İslam genci yanına çağırarak ayıplamadan onu dinlemiş ordusu hazırlanırken bir grup ortaokul çağındaki ve “Bu zina fiilinin annene yapılmasını ister mi- çocuk yaştaki sahabe de orduyla birlikte savaşa sin?” diye sormuştu. Genç hayır cevabını verince katılmak istemişlerdi. Efendimiz çocuk ve hanım Peygamberimiz “Başka insanlar da bunu anneleri sahabeden gelen orduya katılma talebini reddetmiş, için istemezler.” diye buyurdu. Sonra aynı gence onlar da boynu bükük bir şekilde üzüntüyle evlebu fiilin sırasıyla kızı, kız kardeşi, halası, teyzesi rine dönmüşlerdir. Bunlar yaşanırken aynı Bedir için yapılmasını isteyip istemediğini sordu; tümüne Savaşı’nda İslam ordusunun sancaktarlığını ise Hz. 6 •Ağustos’17


Karantina Ali, Mus’ab b. Umeyr gibi savaşa katılmak isteyen dönemin en büyük toplumsal statüsü olan krallık çocuk yaştaki sahabeden birkaç yaş büyük abileri nişanını taşıyan Necaşi’ye karşı sesi titremeden, yapıyordu. 7 cesurca ve müthiş bir özgüvenle ortaya koymuştur. Peygamberin tüm bu tedrisatından geçen ve Tüm bu hikâyeler, kişiler ve olaylar bizlere O’nun kendilerine bahşettiği görevleri layıkıyla göstermelidir ki bugünlerde “Çocuktur anlamaz!”, yerine getiren gençlerde bu tedrisatın ve titiz yak- “O daha küçük, o mecliste konuşması uygun ollaşımın en iyi şekilde tezahür maz.” tarzı sıklıkla söylenen ettiği olay Peygamberimizin bu söylemler yanlıştır, yanlışa amcası Ebu Talib’in oğlu Cafer götürmektedir. Gençlerin ted““Ey Kral! Biz putb. Ebu Talib’in, Habeşistan kralara tapan, ölü eti yiyen, risatı ancak ve ancak onlara her türlü fuhşiyatı yapan, lı Necaşi’ye elçi olarak gitmesi sorumluluk vermekle, onlara akraba ilişkilerini kopave ona hitaben yaptığı konuşgüvenmek ve onların ortaya ran, komşuya kötü davramadır: bir şeyler koymasını sağlanan cahili bir toplum idik. “Ey Kral! Biz putlara tamakla mümkün olacaktır. Ne Bizden güçlü olan zayıf pan, ölü eti yiyen, her türlü yazık ki toplumumuzda ve 21. olanı ezerdi. İşte Allah fuhşiyatı yapan, akraba ilişkiyüzyıl Müslümanlığında sıkbize içimizden nesebini, lerini koparan, komşuya kötü doğruluğunu, güvenilirlilıkla düşülen yanılgı pek çok davranan cahili bir toplum idik. ğini ve iffetini bildiğimiz karar alma durumunda gençbir Resul gönderinceye Bizden güçlü olan zayıf olanı lerin ya hiç dinlenmemesi ya kadar bu hâldeydik. Oysa ezerdi. İşte Allah bize içimizden da laf olsun diye konuşturulup gönderilen bu Resul, bizi, nesebini, doğruluğunu, güvefikirleri önemsenmeden “ihtiAllah’ı birlemeye, O’na nilirliğini ve iffetini bildiğimiz yar heyeti”nin bildiğini okukulluk etmeye, O’ndan bir Resul gönderinceye kadar masıdır. Oysa ahlakını yediden gayrı babalarımızın taptığı bu hâldeydik. Oysa gönderilen taş ve putları terk etmeye yetmişe herkesin örnek alması bu Resul, bizi, Allah’ı birlemeçağırdı.” gereken Hz. Muhammed’in felye, O’na kulluk etmeye, O’ndan sefesi, genç yaşlı ayırmadan her gayrı babalarımızın taptığı taş işi ehline vermek, insanları bir ve putları terk etmeye çağırdı. Bize doğru sözlülüyola çağırırken onların da bu çağrı sürecinin parçağü, emaneti yerine getirmeyi, akrabalarla ilişkileri sı olduğunu onlara hissettirmektir. devam ettirmeyi, iyi komşuluğu, haramlardan ve kan dökmekten el çekmeyi emretti ve bizi fuhşiyat- Kaynakça tan, yalan sözle şahitlikten, yetim malı yemekten, *Dipnotlarda kullanılan tüm eserlerden gerek yazılı gerekse dijital ortamlarda faydalanılmıştır. iffetli hanımlara iftira etmekten men etti. Bize yal- http://www.burhandergisi.com/butun-yazarlar/9-ersannızca bir Allah’a kulluk etmemizi ve O’na hiçbir bilgin/1672-peygamberimizsavin-gencleri.html http://www.sonpeygamber.info/peygamber-egitiminde-yetisenşeyi şirk koşmamayı emretti, namazı, zekâtı ve oru- genc-sahabilerden-bazilarini-taniyalim cu emretti.” Daha başka İslam’ın emirlerini say- https://sorularlaislamiyet.com/genclerle-ilgili-hadisler-var-midir Sarı İbrahim, “Genç Adam”, noktaekitap, 2016 dıktan sonra devamla “Biz de onu derhal tasdik ettik, O’na inandık ve Allah’tan getirdiğine uyduk. Dipnotlar 1 Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45 Yalnızca Allah’a kulluk ettik ve O’na hiçbir şeyi or- 2 Eshâb-ı Kirâm, sh. 45 tak koşmadık. O’nun bize haram kıldığını haram, 3 Önkal, “Bi’ri Maune”, DİA, İstanbul 1992, VI, 195-196 4 Müsned, 5/256, 257 helal kıldığını da helal kıldık...” dedi.8 5 Müslim, Nikâh 1 Buhârî, Ezan, 36 Hz. Cafer, bu konuşmasıyla Hz. Muhammed’in 6 7 Sarı İbrahim, “Genç Adam”, noktaekitap, 2016, s.12 getirdiği temelleri özüyle ortaya koymuş ve onu o 8 İbn Hişam, I. 336 ; Ahmed, I. 203 Ağustos’17 • 7


Karantina

SAHABE PORTRELERİ Büşra KALA

A

Abdullah bin Mesud

bdullah bin Mesud gençliğinde koyun güderdi. Bir gün yine koyun güderken Rasulullah yanına gelip sütü olup olmadığını sordu. O da çoban olduğunu ve koyunların emanet olduğunu söyledi. Bunun üzerine Rasul-i Ekrem yavrulamamış ve süt vermeyen bir koyun istedi. Bu koyunu sağdı ve sağdığı sütten Ebu Bekir’e de verdi. Bu hadiseden sonra ilk Müslümanlardan olan Abdullah bin Mesud, Rasulullah’ın yanından hiç ayrılmamış, ilimle iştigal etmiş, fakih bir sahabi olmuştur. Kur’an-ı Kerim’i ezbere bilen, Rasulullah’a her daim yakın olan Abdullah bin Mesud, akli muhakeme yeteneğinin de bir neticesi olarak, fıkıh ilminin, özellikle de Hanefi fıkhının kurucusu sayılabilir.

Ali bin Ebi Talib Ali bin Ebu Talib, Rasulullah’ın sekiz yaşından itibaren yanında kaldığı amcası Ebu Talib’in ve “annemden sonra annem” dediği Fatıma binti Esed’in çocuğudur. Beş yaşından Allah Rasulü’nün vefatına kadar onunla olup onun davasına hayatını vakfetmiştir. Bir gün Hz. Hatice ve Efendimiz’i (sav) namaz kılarken görüp merak etmişti. İzahı dinleyip, Hz. Hatice’den sonra ilk Müslüman olma şerefine nail olduğunda henüz sekiz yaşlarındaydı. Şüphesiz ashabın en cesurlarındandı. Rasulullah’a hicret için müsaade edildiğinde her tehlikeyi göze alıp yatağına yatarak şecaat ve teslimiyetin Ashab-ı kiramda nasıl zirve noktada olduğunu da bizlere göstermiş oldu. Efendimiz’in (sav) kızı Hz. Fatıma ile evli olmasıyla beraber ilmi kişiliğiyle de ön planda olan bir sahabedir.

8 •Ağustos’17

Hz. Osman’ın şehadetinden sonra ashabın ileri gelenleri Hz. Ali’yi halife seçtiler. Hilafeti yaklaşık beş yıl sürdükten sonra hicretin kırkıncı senesinde şehit edildi.

Ammar bin Yasir Ammar bin Yasir, Yasir ve Sümeyye çiftinin hayırlı izdivaçları ile dünyaya gelmiştir. Öyle ki nur topu gibi doğduğu bu ailenin, İslam’ın nuruyla da aydınlanmalarına vesile olmuştur. Kendisi, Efendimiz (s.a.v.) Erkam bin Erkam’ın evindeyken yanına gidip İslam’la şereflenmiş, sonra ailesine gidip davet etmiş, nihayetinde ise ailece uğrunda şehit olacakları bu davayı beraberce adımlamışlardır. İnsana tahayyülüyle dahi ürperti veren işkencelerle dininden vazgeçirilmeye zorlanan Yasir ailesine Rasulullah (s.a.v.) cennetin onları beklediği müjdesini vermiştir. Bu müjdeyle moral bulan Yasir ve eşi Sümeyye, bedenlerini feda edip ruhlarını cennete yolladılar. (Allah onlardan razı olsun.) Bunun üzerine kafirler, zulümlerine devam ettiler. Ammar ise bu eziyetlere katlanırken de, Hz.Ömer döneminde Kufe valisi olduğunda da, görevinden azledildiğinde de, Sıffin’de şehit edildiğinde de hep aynı imanı ve teslimiyeti kalbinde taşıyordu.

Ebu Talha Asıl adı Zeyd bin Sehl olan Medineli sahabi Ebu Talha, Aynı zamanda Enes b. Malik’in de üvey babasıdır. Enes b. Malik’in annesi Ümmü Süleym (Rumeysa) eşinin vefatından sonra kendine talip olan Ebu Talha ile Müslüman olması şartı ile evleneceğini söylemiş, o da bunu kabul etmiştir. Ebu Talha Müslüman olduğu günden itibaren İslam’a hizmet etmiş, enerji ve gayretini, maddi ve manevi olarak bu davaya adamıştı.


Karantina Ebu Talha, Efendimiz’in (sav) vefatından sonra ilim ve ibadet ehli bir mücahit olarak hayatını sürdürdü. Hz. Osman döneminde hazırlanmış bir donanmaya, ilerlemiş olan yaşına rağmen katılmak istedi. Deniz yolculuğunda şiddetli hastalığa bedeni dayanamayıp oracıkta canını teslim edince o dönemde adı bilinmeyen bir adaya defnedildi.

Muaz bin Cebel Muaz b. Cebel, Musab b. Umeyr’in vesilesi ile Akabe’de biat ettiğinde henüz genç birisiydi. Arkadaşlarıyla beraber Medine’de gizlice putları kırarlardı. Bu gayretleri Efendimiz Medine’ye gelene kadar devam etti. Medine’ye gelince de sürekli onun yanında olup şer’i hükümleri Rasulullah’tan tüm incelikleriyle öğrendi. Genç yaştaki bu müthiş gayreti, iflas edene dek yaptığı cömertliği ve güzel ahlakı ile gönüller fethediyordu. Filistin’e gittiğinde orada vebaya yakalandı, ölümü sevinçle karşılayıp dualar ederek canını teslim ettiğinde henüz otuzlu yaşlarında bir gençti. Bu kısa ömrüne ilim, şecaat ve teslimiyetle dolu yıllar sığdırmıştı.

Mus’ab bin Umeyr Çok güzel bir gençti. Ailesi tarafından çok sevilen, soylu ve zengin bir delikanlıydı. Öyle ki Rasulullah (sav) onun hakkında “Mekke’de Mus’ab b. Umeyr’den daha güzel saçlı, daha güzel giyimli, daha çok nimetler içinde yaşayan birini görmemiştim.” buyururdu. O ise tüm bu gösterişli hayatı elinin tersiyle itip, Darul Erkam’da, Rasulullah’ın huzurunda İslam’la şereflenmiştir. Ailesinin bundan haberi olunca, akrabaları tarafından hapsedildi. Habeşistan’a hicret için izin verildiğini duyunca da hapisten kaçıp Habeşistan’a gitti. Geri döndüğünde ise artık o görkemli hayatı yoktu. Artık beğenileri gösterişiyle değil, davetindeki yumuşak üslubuyla, güzel ahlakıyla, ilmiyle topluyordu. Medine’de öğretmenlik görevini ifa ederken sadece sözleriyle değil, İslam ahlakıyla bezenmişliğiyle de insanlara örnek oluyordu. Uhud gazvesinde de Rasulullah’ın sancaktarlığını şehadet sancağına ulaşana kadar o yaptı. Şehadetinden sonra onun güzel bedenini örtecek bir şey bulamayınca, üzerindeki elbise ile baş tarafını kapatmışlardı. Çünkü o İslam’ın nurunu, dünyanın şöhretine tercih etmişti.

Saad bin Ebi Vakkas Saad b. Ebi Vakkas İslam’la şereflenip ilk iman edenlerden olduğunda henüz yirmi yaşına erişmemiş bir delikanlıydı. İslam’a girmesiyle, diğer Müslümanların maruz kaldığı saldırı ve işkencelere o da maruz kalmıştı. İslam’la alay eden müşriklerden bir grupla çatışmış ve onlardan birini yaralamıştı. Bu, Allah yollunda akıtılan ilk kan olup, bu yolda ilk oku da o atmıştır. Öyle ki Rasulullah ona Uhud gazvesinde “At Ey Saad! Anam babam sana feda olsun.” diyordu. Bu sözleri Rasulullah’tan duymak ondan başkasına nasip olmamıştı.

Zeyd bin Sabit Zeyd bin Sabit 11 yaşında, Medineli bir çocukken annesi onu Rasulullah’a teslim etti. Henüz aklının en berrak olduğu yaşlarda Rasulullah’ın yanında, ona hizmet etmekle görevlendirilmesi, şüphe yok ki ileride edineceği ilmi otoritenin zeminini oluşturur. Bir gün Rasulullah ona “Ey Zeyd! Benim için Yahudilerin yazısını öğren. Çünkü bu dilde mektup yazdırmam gerektiğinde onlara güvenmiyorum.” dedi. Zeyd b. Sabit ise kısa bir süre içinde bu dili güzelce öğrendi. Ashabın alimlerinden olan Zeyd b. Sabit, Kur’an-ı Kerim’i ezberlemişti ve mirasla ilgili feraiz ilmine de vakıftı. Öyle ki Rasulallah “Feraizi en iyi bilen Zeyd’dir.” diyordu. Hem Hz. Ebubekir hem de Hz. Osman zamanında surelerin mushafta toplanması, çoğaltılması ve merkezlere gönderilmesinde öncülük etti. Hayata gözlerini yumduğunda 56 yaşlarındaydı. Dehşet verici bir hafıza kabiliyeti, fevkalade bir ilim ve azim... Zekası ve imanı gibi, Bedir’de boyundan uzun taşımaya çalıştığı kılıcının parıltısı da her daim onun davasına şahitlik edecek.

Zübeyr bin Avvam Babası Huveylid’in oğlu Avvam’dı. Avvam ise Hz. Hatice annemizin kardeşidir. Annesi ise Abdulmuttalip’in kızı Safiyye’dir. 16 yaşlarında iken Hz. Ebubekir’in vesilesiyle, İslam’la şereflenmiştir. Zorlu dönemlerde İslam’a girmiş, ağır işkencelere maruz bırakılmış, buna rağmen iman ve İslam yolunda azimle, sebatla ilerlemiştir. Öyle ki onun bu tutumu zalimleri bile usandırmıştı. Aşere-i mübeşşereden olan Zübeyr b. Avvam namaza durduğu sırada arkadan hançerlenerek şehit edildi. Ağustos’17 • 9


Karantina

Kutlu Davada Genç Adımlar Ayşenur EKİZ

G

ençlik nimetlerin zirve noktasına ulaştığı bir devredir. Bütün duyguların tepelere vardığı, insanın kendisini dizginlemekte zorlandığı bir halin süregelmesidir gençlik. Bu zamanda genç olmak, çok rahat ve kolay olmakla birlikte bir o kadar da bu rahatlığın oluşturduğu ruhsal ve manevi ve hatta maddi boşluk silsileleriyle pek zor bir hal alabilmektedir. Fakat gençliğin, genç olma mefkuresinin hayatın en değerli, en kıymetli zaman dilimi olduğunu kimse es geçemez. İşte biz, birer Müslüman birey olarak şu genç kavramının iki uçlu bıçak olma halini de göz önünde bulundurarak bu dünya için dar gözükse de ebedi hayat için sonsuz bir çerçeve içine almak durumundayız. Öyle ki: “Hey genç! Sen! Sana bahşedilmiş bütün bu kudreti, gençliği, cemali, kuvveti ve nimetleri bir heva ve heves uğruna çerçöp edemezsin. Hem sana hem de tüm cihana yazıktır. Silkelen ve kendine gel. Şu koskoca beden, açık dimağ ve teklemeden atan kalp sadece bu dünya için midir ki onları sadece buraya ait bir deposu varmış gibi harcıyorsun? Sen istemez misin ki bütün bu diriliğin sonsuza dek sürsün? O halde eğil de kulak ver yaşanmışlıklara, kimler gençliğini saklayabilmiş yarınlara…” diyoruz. Bütün bu mükemmelliklerin kendisinde cem olduğu bir zat-ı muhterem varmış evvelce diye başlıyoruz. Sen onu iyi tanırsın. Hepimiz onu dünyadaki en güzele en çok benzeyen olarak biliriz. Sonra onu yaşadığı zamanda ve mekanda kendisine has harikulade ıtırların, nalinlerin, elbiselerin içerisinde sokaklarda rahatça dolaşır-

10 •Ağustos’17

ken, geceleri dostlarıyla muhabbet edip gündüzleri dünyanın bütün meşgalesinden, koşuşturmasından, zorluğundan uzak en iyi cins atların üzerinde seyrederken biliriz. Zenginliğin ve refah bir hayatın içerisinde bütün dert ve tasalardan uzakken kalbindeki susuzluğu hissedişini ve imanı kana kana kalbine ve ruhuna içirişini de biliriz. Evet o herkesin hayranlıkla seyrettiği bir hayata sahip olan, annesinin üzerine titrediği Mus’ab bin Umeyrdir. Allah ondan razı olsun. Mus’ab bin Umeyr, nübüvvetten 25 yıl önce doğmuş olup, ashabın gençlerinden olma şerefine nail olmuştur. Habbab bin Eret vesilesiyle İslam’a girmiştir. O, bütün bu rahatlığı, bolluğu elinin tersiyle iterek ebedi olana yönelmiş kutlu bir mücahittir. Rasulullah’ın (sav) arzusuyla Habeşistan’a ve Medine’ye ikişer kez hicret etmiş mübarek bir muhacirdir. O, henüz genç yaşında, Peygamber Efendimizin (sav) Mekke’ye hac ve ticaret için gelenlerin çadırlarını davet için dolaşırken iman eden altı gencin Mekke’ye bir sonraki sene on iki kişiyle gelip Efendimize (sav) biat ederek yanlarında kendilerine Kur’an’ı öğretmesi, namaz kıldırması ve İslam’ı anlatması için bir muallim istediklerinde gözünü kırpmadan ismini söylediği muhterem bir davetçidir. Allah ondan razı olsun. Şüphesiz ki Musa’b bin Umeyr’de (r.a) örnek alınacak özellikler epey çoktur. Biz bu kez onun davetçi kimliğine değinmek istiyoruz. O Rasulullah’ın hiç tereddütsüz bir öğretici olarak seçtiği ve Yesrib’i Medine eylemek için gönderdiği zat-ı muhteremdir.


Karantina O bir tebliğci, davetçi olarak seçilmişti. Yesrib’e Allah’ın son dinini, son rasulünü anlatmak ve son kitabını okumak ve öğretmek için gönderilmişti. Ondaki bütün sıfatlar bizim yaşantımız içerisindeki irili ufaklı tebliğ faaliyetlerine rol modeldir. Sahi tebliğ; ulaştırmak, belletmek, öğretmek, yaymak… İslam’ın bütün güzelliklerini en yakınımızdan başlayarak dünyanın tâ öteki ucuna ulaştırmak… Biz bu emrin neresindeyiz? En son bu görevimizi ne zaman eda edebildik? Ne kadar üzerinde düşünüyoruz bu mesuliyetimizin? Ve kimleri örnek alıyoruz kelamullahı en güzel şekilde yayabilmek için? Biz, biz gençler farkında mıyız bu ödevin, ne kadar peşindeyiz bu davanın? Ne acıdır ki, beraber gezdiğimiz, konuştuğumuz, beraber yiyip içtiğimiz arkadaşlarımıza, kardeşlerimize, ailemize, hocalarımıza, komşularımıza bir fayda dokunduramaz olmuşuz. Herkes diken üstünde. Herkes o biliyordur, bunu bilmeyen mi var düşüncesinde ama Rahman’ın isimlerinden bir elin parmakları sayısı kadar bile bilemeyen, orucun fasitleri ve sıhhatinin şartları hakkındaki hükümlerden bihaber olan hemşerilerimiz var. Bunu sen de biliyor, görüyor, izliyor ve ‘yazık’ diyorsun; lakin asıl yazık, bilip de öğretmeyene. Biz bu yetimizi kaybettik. Çekiniyoruz. Ne kadar üzüntü verici ki ‘Banane amaaan’ diyoruz, bazen de ‘söylesem de yapmaz ki’ deyip işin içinden sıyrılmaya çalışıyoruz. Müntebih ol kardeşim, bu görev senin, başka birisine ait değil, sen o an karşındakinden mesulsün ve o senin yanında, başkasının değil. Ve eğer sen bildirmezsen başkasının da bildireceği yok, bunu böyle bilmeli ve öyle hareket etmelisin, etmeliyiz. İşte bu noktada gerekli bütün teçhizatı hazırlayıp, davetçi üslubuyla donanıp İslam’ı yeryüzündeki her bir nefere ulaştırma gayretine bürünmeliyiz. Bu üslubu, tebliğ yaparkenki en önemli husus olan davetçi ahlakını, Hz. Mus’ab’ın hayatına bakarak anlamak mümkün. Evvela bize davetçinin fedakarlığını öğretir mübarek zat. O, bütün rahatından, zengin ve göste-

rişli hayatından vazgeçip, kendisini gözünden bile sakınan annesinin ve diğerlerinin eziyetlerine Rabbi uğruna razı gelmiştir. Sonra onda ihlası görürüz. Öyle ki Yesrib’te o vakitler iki önemli şahıstan bahsedilir. Mihmandarı olan Esad ibni Zürare, Mus’ab bin Umeyr’e eğer bu ikisi iman ederse bütün şehrin iman edeceğini söyler. Ve bir gün bunlardan birisi Sad ibni Muaz, Hz. Mus’ab’ın tebliğ faaliyetlerine son vermek ve onu şehirden çıkartmak üzere yanına gelir de Mus’ab’ın hoş çehresi ve billur sadasıyla ve savurduğu tehditlere rağmen sadece ‘Beni biraz olsun dinle, sözümü beğenirsen alırsın beğenmezsen de ben çekip giderim.’ cümleleriyle karşılaşır ve artık Hz. Mus’ab ne söylediyse yüreği onun ihlasıyla açılıp imana kavuşur. Hiç kuşkusuz onun sarf ettiği birkaç kelime, onun muhatabını iyi bilmesinden, sabırla ifade edişinden, ikna kabiliyetinden ve daha pek çok üsluptan müteşekkildi lakin bunlardan ehemi onun saf ve pak ihlasıydı. Bu muhlis sahabiyi öldürmeye gelen, diriliş muştularını yüklenmişti adeta… Mus’ab bin Umeyr (r.a) hicretin üçüncü senesinde iştirak ettiği Uhud harbinde şehit düşerken de tebliğe devam etmiştir. O mübarek sahabinin vefatında, defni esnasında, Rasulullah’a (sav) ayakları örtülse başının, başı örtülse ayaklarının açık kaldığı söylenmişti de Efendimiz gözyaşları içinde “Seni Mekke’de gördüğümde senden daha güzel giyinen kimse yoktu. Şimdi ise, kefen olarak sarılmış hırkadan başın dışarıda kalıyor.” diyerek elbisesinin başına doğru çekilmesini ve ayaklarının otlarla kapatılmasını buyurmuştu. Allah ondan razı olsun. İslam’a hizmetle geçirdiği on beş senenin sonunda şehadet şerbetini içmiş, imanı uğruna terk ettiği rahatlığın aksine bir parça kefenle defnedilmiştir. Bu dava, bütün peygamberlerin omuzladığı ve bu zamana kadar süre gelmiş eşsiz ve güçlü bir dava. İşte biz de Mus’ab bin Umeyr ve nice sahabi efendilerimiz gibi bu davaya sahip çıkmalı ve bütün zorlukların karşısında durarak din-i mübini cümle aleme eriştirme, anlatma gayreti içerisinde bulunmalıyız. Vesselam. Ağustos’17 • 11


Ropörtaj

İslam’ın Yıldızları: Genç Sahabeler Röportaj: Furkan Rıza DEMİREL - Ethem GÜNHAN

B

u ay dergimizin dosyasını “Genç Sahabeler” olarak belirledik. Ashabın gençlerini okumaya ve öğrenmeye gayret ediyoruz. Bu maksatla kıymetli hocamız Muhammed Emin Yıldırım ile bir söyleşi gerçekleştirdik ve genç sahabelerin özelliklerini konuştuk. Edebiyle, cesaretiyle, ilmiyle, yönetimiyle gençlere örnek olacak en güzel gençleri andık. Röportajı istifadenize sunuyoruz.

Peygambere ilk iman edenlerin çoğu gençler. Bunu sebebi nedir? Bunun sebebini Peygamber Efendimiz çok güzel açıklıyor: “Allah gençlerle beni destekledi ve bu nübüvvetin mesajını gençlerin eliyle başka gençlere ulaştırdı.” Çünkü netice itibariyle bir davanın kitlelere ulaşabilmesi için bir enerji gerekir. Bu enerjiyi de en güzel gençler ortaya koyabilir. Olayı daha iyi anlayabilmemiz için ben bir örnek vereyim. Akabe biatları sırasında Peygamber Efendimiz, amcası Hz. Abbas ile Yesrib’ten gelen grupla uzun uzun konuşuyorlar, henüz Hz. Abbas imanını açıklamamış. Gelen gruba bakıyor, Akabe’de yetmiş beş tane insan var ve bunların hepsi genç. Hepsi kırk yaşının altında. Dönüyor Peygamber Efendimize, diyor ki: “Yeğenim, sen emin misin bunlarla bu işi yapacağına?” Çünkü o güne kadar Hz. Abbas’ın zihin dünyasında büyük işler hep büyük insanlar tarafından yapılır düşüncesi var. Önemli işlerin yaşı başı geçmiş, olgunlaşmış insanların eliyle olacağına dair bir kanaati var. Mesela o günlerde Daru’l Nedve’de yer 12 •Ağustos’17

almak için kırk yaşının üstünde olmak gerekir, bir iki istisna vardır kırkın altında. Kırk yaşın altındakilere değer verilmiyor. Hz. Abbas’ın bu sözünün ardından Peygamberimiz şu sözü söylüyor. “Amca, ben gençlerin yardımıyla nasiplendim.” Ve gerçekten, bu gençler aldıkları mesajları dünyanın dört bir tarafında taşıyabilecek bir potansiyele sahip oluyorlar. Dolayısıyla Efendimizin, mesajlarının arasına gençleri sokmasında böyle bir değer var. Sahabeyi konuşurken özveri ve teslimiyetleriyle aklımıza hemen gençler geliyor. Bize genç sahabelerden örnekler verir misiniz? İlk günlerde peygamberimize iman edenlerin hemen hemen çoğu gençlerden oluşuyor. Mesela Daru’l Erkam dediğimiz o peygamber mektebinin ilk altı aydaki talebelerinin sayısı yaklaşık kırk beştir. Bu kırk beş kişinin yaş ortalaması yaklaşık yirmi beşle yirmi sekiz arasındadır. Ama bunların içerisinde biz yaşı daha küçük olanları da görüyoruz. Mesela on yaşında Hz. Ali’yi bir talebe olarak görüyoruz. Şimdi bizim çocuk diyebileceğimiz yaşta Hz. Ali kendinden otuz yaş büyüklükteki Ebu Zer’i imana taşıyabilecek güzelliği ortaya koymuştur. Zübeyr bin Avvam, Talha bin Ubeydullah, Ebu Ubeyde bin Cerrah, Abdurrahman bin Avf… Hepsinin yaşı yirminin altında. O kadar gencin oluşturduğu bir potanisyelle karşı karşıyayız biz. İçlerinde bazı gençler, bazı sembol özelliğine sahiptiler karakterleriyle. Mesela onların en başına koyulabilecek isimler-


Ropörtaj

den biridir Enes bin Malik. On yaşında peygamber mektebine giriyor ve biz bugün din binasını onun bize naklettiği rivayetler üzerinden anlayabiliyoruz. Onun abisi Bera bin Malik’in şehadete yönelik bir aşkı var. Onun hayat defterini araladığımızda, Rezzak olan Allah’tan rızık olarak şehadeti arzulayan birisi olduğunu öğreniyoruz. Genç ama öylesine bu davaya kendisini vermiş ki her an Allah’a şehadet, şehadet diye yalvaran bir genç. İslam tarihinin ikinci Halid’i diyebileceğimiz birisi var; atını bu topraklara sürmüş ve İslam’ın bu topraklara ulaştırmış: Kaka ibni Amr. Yirmili yaşlarında risalet davasına önderlik etmede ve o davada ileri gitmede güzel bir örnekliği var. Buradan yüzlerce örnek verebiliriz. Ancak biz bu örnekleri hep erkek sahabeler üzerinden seçersek sanki hanımlar bu işin içinde yokmuş gibi bir algı da oluşabilir. Bu da doğru değil. Mesela biz daha gencecik yaşında ilmi olarak ciddi adımlar atan Hz. Aişe’yi görüyoruz. Onun attığı adımlar da çok önemlidir. Yine hanım sahabelerden, Efendimizin, kadınların sözcüsü olarak seçtiği, henüz 18 yaşındaki Esma binti Yezid karşımıza çıkıyor. Peygamber evinin dışında bize en fazla rivayet nakleden hanım sahabedir, 81 rivayeti vardır ki her biri bize o peygamber ikliminin anlaşılmasında katkı sağlar. Allah Rasulü’nün genç sahabelerle ilişkisi nasıldı, gençleri eğitirken nasıl bir metot kullandı? Peygamberimiz gençlerin dünyasını çok iyi bilen birisiydi. Zeyd bin Sabit, peygamber iklimde henüz 17 yaşındayken yine peygamberin emriyle İbranice-

yi öğrenmiş birisi. Şöyle diyor Zeyd bin Sabit: “Biz Medine’nin delikanlıları, kendi aramızda dünyalık mevzuları konuşurken peygamberin yaklaştığını gördüğümüzde hemen onun hoşlanacağı konulara geçerdik, ama bu durumu peygamber anlardı ve kendisi de sohbete dahil olarak mevzuyu bir önceki konuya getirirdi.” İşte böyle olduğu için peygamberimize ölümüne sevda ile bağlıydılar sahabeler. Allah Resulü yüzde yüz insani bir hal ortaya seriyor. Böyle olduğu için onun bazen şakalaştığını görüyoruz o gençlerle. Yine okçuluk oynadığını, deve yarıştırdığını ve latife yaptığını görüyoruz. Bunları çok iyi anlayan İbni Abbas ki ilim sahasında ciddi birisidir, Allah Resulü’nden öğrendiğinin aynısını elinin altındaki talebelere uygulamıştır. Onlara tefsir ve fıkıh konusunda bir takım bilgiler sunduğunda talebelere ara ara da “Hadi ruhlarımızı dillendirelim.” diye bir şeyler söylüyor. Ne yapalım dendiğinde “Şiir okuyalım, meşru dairede eğlenelim, dinlenelim.” dediğine şahit oluyoruz. İbni Abbas’a bunu yaptıran peygamberimizin eğitimidir. Zira Peygamber Efendimiz, gençlerin dünyasına çok iyi hakim olduğunu için onlarla iletişimi rahat kurabiliyor ve buna zemin oluşturabiliyordu. Genç sahabeleri bu kadar iyi tanıdığından olacak ki sahabelere çok genç yaşta çok büyük görevler de vermiştir Hz. Peygamber. Burada Rasulullah’ın muradı ne idi? Gençlere bu manada birçok alan da açıyor Allah Resulü. Çünkü siz bu alanı açmazsanız bu manada bu güzellikleri de ortaya koyamazsınız. Yani nüAğustos’17 • 13


Ropörtaj

büvvetin tamamına bakınca iki önemli olayla karşılaşırız: İlki Darul Erkam’ın oluşturulması diğeri Usame ordusunun harekete geçirilmesidir. Bakın Daru’l Erkam oluşturulduğunda Erkam henüz 18 yaşında, Usame de ordu komuta ederken henüz 17 yaşındadır. Tabiri caizse risalet tarihi 18 yaşındaki bir gencin attığı adımla başlıyor, 17 yaşındaki bir delikanlının attığı adımla da devam ediyor. O kadar savaş konusunda uzman sahabe dururken; Halid bin Velid, Amr bin As dururken, her birini Usame’nin emri altına vermesi, aslında gençlere ne kadar büyük bir sorumluluk verdiğini gösteriyor. Ancak gençlere bir alan açarsanız bir şey elde edersiniz. Düşünün Mekke fethedilmiş. Birçok önemli kişi kendilerine yöneticilik tevdi edilmesini beklerken, Attab ibni Esibi henüz 18 yaşında vali olarak peygamberimiz tarafından tayin ediliyor. Sorumluluk veriyor ki içlerindeki heyecan ve coşku ortaya çıksın. Başkalarının yapamayacağı şeyleri ortaya koysunlar. İşte bundan da dolayıdır ki daha bu yaştan bu sorumluluğun altına giriyorlar. İşte biz de gençlerle iletişim kurarken Efendimizin usullerini benimsemeliyiz ki bu yaşlarda sorumluluğun nasıl bir gence tevdi edileceğini ve onlarla nasıl iletişim kurulacağını anlamış olalım. Genç yaşta bu kadar büyük sorumluluklar verildiğindendir ki genç sahabeler biz gençlere çok büyük örneklikler bıraktılar. Bize bu örnekliklerden bahseder misiniz? 14 •Ağustos’17

Malumunuz peygamberimizin Kuran’daki en net tasvirlerinden biri “en güzel örnek” olmasıdır. O bu en güzel örnek olma rolünü yetiştirdiği talebeler üzerinden ortaya koydu. Dolayısıyla biz sahabe dediğimiz zaman aslında şunu kast etmiş oluyoruz: En güzel örneğin en güzel örnekleri. Bu sayede efendimiz gençlere, bir sonraki nesillere, risalet davasının nasıl sürdürülebileceğine dair bir bilinç kazandırmış oluyor. Savaşlarda sancak taşınacaksa gençlerin eline veriliyor, ordu kumandanları gençlerden oluşuyor, bir yerlere elçiler gönderilecekse gençler tercih ediliyor, bütün bunlar onların eliyle yapılıyor. Dolaysıyla bütün bu örnekler, bize, gençlere açılması gereken alan ile ilgili bir bilinç verir. Aklımıza gençliğin prototipi olarak hemen Mus’ab gelmelidir. Onun bütün bu zorluklar karşısında mücadele etmesi, annesinin ona olan ilgisini, ailesini ve Mekke’deki kariyerini elinin tersiyle iterek risalet davasına kendisini adaması, aslında bize Peygamber Efendimizin nasıl gençler yetiştirdiğine dair çok güzel bir numune sunar. Bu bir nebevi şuurdur ve bugün de bu gayret ve mücadele ile benzer bir nebevi şuurun ortaya çıkacağına hepimiz şahit olabiliriz. Sahabeyi okurken hangi kaynakları tavsiye edersiniz? Ben genç kardeşlerime şunu söylerim. Onların sahabeyi çok iyi okuma ve anlama mükellefiyetleri var, çünkü bizler bir modele ihtiyaç duyuyoruz ve onların da üzerlerinde “Onlar Allah’tan Allah da onlardan razıdır.” diye bir İlahi mühür var. Bu yüzden buna ihtiyacımız var. Bu konuda da yazılmış birçok eser var. Yakışıksız olmazsa benim de bu konuda eserlerim var. Yine “Sahabe İklimi” serisi, Efendimizin iklimden yetişen insanların farklı farklı özeliklerini bizlere anlatır. “Efendimizi Sahabe Gibi Sevme” kitabımız ve diğerleri. Ama onunla beraber mesela Yusuf Kandehlevi’nin Hayatü’s Sahabe’si bu alanda yazılmış en güzel eserlerden birisidir, yine Sahabeler Ansiklopedisi diye bir eser orada da yaklaşık yüze yakın sahabenin hayatı var. Öncelikle onların bilinç dünyasını anlamamız gerekir ve Allah’ın izniyle böyle bir gayret onları bizlere bizi de onlara yakınlaştıracaktır.


Karantina

GENÇ- İSLAM

Reyyannur ALPAT

İ

slam, insanın vahiy yoluyla İlahını, kendisini, evreni tanıdığı bir dindir. İslam, hayatı yaşayış biçimi, olayları kavrama ve değerlendirme şeklidir. İslam’ı kabul etmek demek, onun hayata nakşettiği düşünce biçimini kabul etmek demektir. Cebrail (a.s) ile indirilen vahiy, Müslümanların zayıf olması ve güçlenmesine zaman tanımak için gizliden insanlara ulaştı. “Öz»ünü kabul eden insanlar, çevresindeki insanları uyararak onlara kendilerine iletilen vahyi ulaştırdı. Bunun sonucunda çocuğunu, ailesini reddeden aileler, işkence gören köleler, itibarı düşen Mekke’nin ileri gelenleri ortaya çıktı. Böyle bir manzarada dikkat çeken nokta ise, İslam’ı ilk kabul edenlerin çoğunun genç olması. Gençlik, hayatın “deli” aktığı zamanlar olarak adlandırılır. Bunun sebebi, yaptıkları fiillerin diğer insanlara göre daha cesur olmalarıdır. İslam’ın ilk gençleri, putperest bir toplumda yetişmiş olup kişiliklerinde o toplumun izlerini taşımaktaydılar. İslam atalarından gelen dine inanan gençleri adeta uyandırmıştı. İslam’ın ateşiyle, gençliğin deliliğini birleştiren gençler, tüm reddedilmelere, aşağılanmalara rağmen dinlerinden dönmemişlerdir. Aynı zamanda gençlik çağı; hayatı, kendisini, amacını sorgulama çağıdır. Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde “Size verilen şeyler, dünya hayatının geçim vasıtası ve süsüdür. Allah katında olanlar ise daha iyi ve devamlıdır. Akıl etmez misiniz? (Kasas-60)” gibi ifadeler geçmektedir. Bunun sebebi ise, İslam’ın düşünmeye ve sorgulamaya verdiği önemden gelmektedir. Allah, Kur’an’ın birçok ye-

rinde sorgulamaksızın atalarının dinine inanları yermiştir. Sorgulama çağında kendilerine gelen dini kabul eden gençler ise, şüphesiz Kur’an’ın ifadesiyle akleden ve düşünen insanlardı. Bir diğer nokta ise, birçok genç sahabenin dünyaya bağlılıklarının az olmasıdır. Malını, ailesini, itibarını İslam’a değişen gençler, mutlaka ahiret hayatında mutlu olacağını düşündükleri için uzun vadede kendilerine yatırım yapmışlardır. Musab b. Umeyr’in Mekke’nin zenginlerinden iken İslam’ı kabul ettikten sonra ailesinin onu reddetmesiyle yoksul biri olması bunu delillendirmektedir. İslam'ı kabul eden gençler, çevresindeki çok sevdiği kardeşinden, arkadaşından etkilenmiştir. Bu çağlarda insanlardan etkilenme daha kolaydır. Zaten bu sebeple iyi arkadaşlıkların tavsiye edilmesi ve kötü arkadaşlıklardan uzak durulmasının tavsiye edilme sebebi de budur. Rasulullah (sav) bir hadisinde: “İyi arkadaşla kötü arkadaş misk taşıyan kimse ile körük üfüren kimse gibidir. Misk taşıyan ya sana onu ikram eder yahut sen ondan misk satın alırsın ya da ondan güzel bir koku duyarsın. Körük üfüren ise ya elbiseni yakar ya da ondan kötü bir koku duyarsın.” demiştir. İslam, genç insanların omuzlarında yükselmiştir. Şimdi ise, İslam ile yükselip daha sonra İslam'ı tekrar omuzlarda yükseltmeliyiz. Bunun için, İslam'ın ilk gençleri gibi sorgulayan, vazgeçmeyen, ahireti dünya hayatında yaşayan insanlar olmalıyız. Bunun için ise Kur'an-ı Kerim'i ve sünneti öğrenmeli ve hayatımıza olabildiğince tatbik etmeliyiz. Ağustos’17 • 15


Karantina

Gökyüzündeki Kuşların Yeryüzündeki Gölgeleri Mahinur ÖZDEMİR

İ

nsanın ömrü hayatı doğruyu aramakla geçer. Doğruyu bulmak için yegâne önderimiz ebette ki tartışmasız, Allah’ın habibi, gönlümüzü tabibi Hz. Muhammed’dir (sav). Lakin Efendimiz de dahil tüm peygamberler seçilmiş ve günahlardan korunmuş, çeşitli mucizelere muhatap edilmiş oldukları için bizlerde ne yazık ki şu düşünce peyda oluyor: “Ama onlar peygamber.” Evet, onlar peygamber ve bundan sonra da başka bir peygamberin gelmeyeceğine iman ettiğimize göre hiçbirimiz onlar kadar temiz ve masum gidemeyeceğiz bu dünyadan. İşte tam da bu noktada işin içine, bizden yaratılış itibarıyla hiç de farklı olmayan sahabeler giriyor. Peygamberlerden sonra ilk müracaat merkezleri, Mekke ve Medine’ye gittiğimizde büyük aşk ve şevkle bizi karşılayan ve kucaklayan ev sahipleri: Sahabeler. Kimi ölümüne yakın, kimi çocuk yaşta kimi de gençlik çağında şereflendi İslam ile. Hepsinin hikayesi farklı, hepsinin imtihanı farklı... Onları birleştiren ise birleştirenlerin en güzeli Muhammed Mustafa (sav) idi. Çünkü onların eşsiz ve kıskanılmaya değer ortak yanları Efendimizi fani gözleriyle görmüş, kulaklarıyla duymuş ve belki de kendisiyle muhabbet edebilme şerefine nail olmalarıdır. Aralarında en şanslı olduğunu düşündüklerim ise İslam davasının filizlenip boy vermeye başladığı dönemlerde onunla beraber gelişimini tamamlayan gençlerdir.

16 •Ağustos’17

Ne mutlu İslam ile pişen ve en kutlu yolda can veren gençlere! Muaz bin Cebel.. 18 yaşında Müslüman olan Medineli Ensar gençlerindendi. Bedir, Uhud, Hendek, Beni Kureyza savaşlarına ve Hayber’in fethine katılan Muaz bin Cebel, üstün helal-haram bilgisinden dolayı Peygamber Efendimiz tarafından halka Kur’an-ı Kerim ve ilim öğretmesi için görevlendirilmiş, 21 yaşında ise Yemen’e vali olarak atanmıştı. Hz. Ali... Gençliğin, adanmışlığın, güvenin, sırdaşlığın timsali Hz.Ali, ilk Müslüman erkek sahabedir. Henüz 10 yaşında İslam şuuruna varıp Müslüman olan Hz.Ali o küçük yaşlarda Efendimize sırdaş ve yoldaş olabilmiştir. Tevekküllün ve adanmışlığın timsali, cesur yürek sahibi Hz.Ali’yi anlamak ömrümüz boyu bize nasip olur mu bilinmez. Her türlü maddenin boyasını gözümüzden ve zihnimizden silip akıl sınırlarını zorlayan bilinç üstünlüğünü üzerimizde hissedersek belki bir nebze bu tevekkül ve güvenin kaynağını anlayabiliriz veya kıyısından geçebiliriz. Tabi buna cesaret edebilirsek... Zeyd bin Harise ise iman ettiğinde henüz 15 yaşlarındaydı. O küçük bedenini Efendimize atılan taşlara siper ederek İslam mücadelesinin en küçük mücahitlerinden olan Zeyd bin Harise bir müddet Efendimizin yanında kalarak onun ahlakından en


Karantina güzel şekilde istifade etmiştir. Mute Savaşı’nda şehid düşerek geçirdiği dopdolu ömrünü en güzel şekilde noktalamış ve bize henüz 15 yaşındaki bir gencin verebileceği en güzel dersi vermiştir. 7 yaşında babasının teşvikiyle Peygamberimize biat eden, sahabelerin en miniklerinden Abdullah bin Zubeyr... 12 yaşlarında at üstünden babasını savaşta izlemiş, 18 yaşına geldiğinde ise Mısır’ın fethine katılmıştır. Geceleri çok ibadet etmesiyle tanınan Abdullah bin Zübeyr, cesur, kuvvetli bir genç olmuştur. Tunus harbinde düşmanın bozguna uğratılmasında üstün bir başarı gösteren Abdullah, katıldığı bir savaşta yüzüne gelen mancınık taşı ile 73 yaşında şehid olmuştur. Tüm bu yaşı küçük, mücadelesi arşa kadar uzanan çocukların ve gençlerin İslam için gösterdiği çabaya baktıkça sanırım aynaya bakmaya utanır hale gelmemiz gerekiyor. Bir yanda küçücük hesapların peşine düşen biz, öbür yanda Efendimizin peşinden ayrılmayan Hz.Ali, bir yandan çıkarlarımız uğruna kalp kırmaktan gocunmayan biz, öbür yanda Peygamberimizi özgürlüğüne tercih eden Zeyd bin Harise. Bir yanda en ufak sıkıntıda dağılıp giden biz, öbür yanda ömrünü İslam’a adayıp her türlü zorluğa direnen ve korkusuzca inancı uğruna savaşan Abdullah bin Zübeyr. Bir yanda faydasız bilgi ve dedikodu ile uğraşan biz, öbür yanda helal-haramın ondan sorulduğu Muaz bin Cebel ve niceleri... Bize masal gibi gelen ve kahramanlık destanları diye okuduğumuz bu gönlü göğüs kafesine sığmayı reddeden ve uçan kuşları kıskandıracak nitelikte yüksek dava ve İslam şuurunda olan bu gençlerin masal kahramanı değil gerçek birer İslam neferi

olmaları bize güç vermeli, inanç aşılamalı ve içimizde gömülü olan iman kudretini açığa çıkarmalı. Müslüman olarak dünyaya gelen bizler genç yaşlarımızda yaptığımız hataları sürekli birilerine yıkmakta yahut yaşımızın gereği gibi görmekteyiz. Ancak ben gençliği insan hayatının en işlevli ve farkındalıklı dönemi olarak görüyorum. En güzel fikirlerin, en açık görüşlerin, en işe yarar projelerin kaynağı; dolu ve aktif olarak geçirilmiş bir gençliktir. Ayın dolunay devri ne ise ömrün gençlik dönemi odur. Bu gençlik dönemini boş ve lüzumsuz işler peşinde koşarak değil hem dünyamızın hem ahiretimizin faydası için geçirmek için ismini zikrettiğimiz sahabe ve nicelerinin hayatlarını iyi öğrenmemiz gerektiğini

düşünüyorum.

“Neyi nasıl yapmışlar, Efendimize yaklaşımları ve bakış acıları nasıldı, gündelik hayatlarını nasıl geçirirlerdi?” Tüm bu soruların cevapları bizler için ciddi önem taşımaktadır. Zira geçen hiçbir anın geri gelmediği bilincine varırsak, bu uğurda gençliğimizi Allah’a, İslam’a ve insanlığa adarsak hem kendi akıbetimizi hem ardımızdan gelecek olan gençlerin akıbetini hayırlı bir şekilde biçimlendirmiş oluruz. Gençliğini dişine takarak insanlığın geleceği için ömrünü feda eden ve en ulvi beşer olan Efendimiz Muhammed Mustafa’ya (sav) ve geceleri dolunay ışığında şiddetli rüzgârla dağılan kumlara rağmen çöllerde O’nun izini kaybetmeden yürüyen sahabelere selam olsun!

Ağustos’17 • 17


Karantina

MEDİNE’DE KURULAN OKUL:

ASHABI SUFFA Muhammed Salih DEMİRTAŞ

N

übüvvet, ilahi terbiyenin en temel kurumudur. Her peygamber kendisine insanlık tarihinde sürekli hatırlatılmak üzere vahyedilen ilkeleri hayata geçirmek için bu ilkelere iman etmiş ve teslim olmuş olanların öncülerinden bir kadro oluşturur ve onları ilim ve hikmet ile eğitir. Kendisini bir “öğretmen” olarak tanımlayan peygamberimiz de ilk inen vahiy ayetlerinden “yüce dostlar katına (refikul alaya)” kavuşuncaya kadar en temelde misyonu kendisinin de belirttiği gibi öğretmenlikti.1 Bu süreç Mekke’de Erkam’ın evinde yapılan gizli toplantılarla başlamış daha sonra Medine’ye hicretin hemen ardından inşa edilen peygamber mescidinin bitişiğinde üstü örtülü, etrafı açık gölgelik bir alanda kurulan, ismini mekanından alan bir okulla devam etmiştir. Bu okulun öğrencilerine Ashab-ı Suffa denilirdi ki bu kişiler, peygamberin eğitimleriyle çok yakından ilgilendiği arkadaşlarıydı. Mescidi Nebevi’nin hemen bitişiğinde kendilerine yer ayrılan bu insanlar genellikle fakirler, evsiz barksız kimseler, ibadetle meşgul olanlar ve İran asıllı Selman, Rum asıllı Süheyb, Habeşli Bilal ve Yemenli Ebu Hureyre gibi kimsesiz muhacirlerden oluşmaktaydı. Hz. Peygamber, beyt’ul maldan aktarılan bir fonla ve diğer Müslümanlara yaptığı tavsiye üzerine onlardan gelen desteklerle Ashab-ı Suffa’nın geçimini üstlenmiş ve onlarla yakından ilgilenmiştir. Kendisi de sofrasını onlarla her zaman paylaşmış ve durumu iyi olan Müslümanlara da bu tarz tavsiyelerde bulunmuştur. Ashab-ı Suffa sadece yukarıda belirttiğimiz kişilerin değil aynı zamanda bazı bekarların, pey-

18 •Ağustos’17

gambere daha yakın olmak ve ondan daha fazla istifade edebilmek için Hz. Ömer’in oğlu Abdullah gibi kendi isteğiyle gelenlerin de olduğu hurmalığın gölgesini (Suffe) paylaşanların arkadaşlığıydı. Hicretin ardından peygamberin öncülüğünde muhacir ve ensarların kardeşliğiyle Yesrib olarak bilinen bölge Medine-i Münevvere yani «Aydınlanmış Şehir” olarak yeniden kurgulanmaya başlandı. İsim bu kurgunun sadece değişen yüzünü gösteren bir semboldü. Allah Resulü Medine’nin sınırlarını belirlemiş, nüfus sayımını yapmış, şehirdeki diğer etnik ve dini gruplarla ortak bir ahit imzalamış ve Müslümanlara ait alternatif bir pazar alanı kurmak istemiştir. Kurulan bu şehrin merkezi ise inşa edilen Mescidi Nebevi’ydi. Mescidi Nebevi üç ayrı kısımdan oluşmaktaydı: Biri namaz kılınan ve Müslümanların ortak sorunlarının görüşüldüğü boş bir alan, diğeri Suffe yani üstü örtülü yer; gölgelik denilen; eğitim için ve misafirhane olarak kullanılan alan ve üçüncüsü peygamber hanımlarına tahsis edilmiş bir kaç odadan oluşan bir alan. Peygamber de bu bölgede kalmaktadır. Mescidi Nebevi, Müslümanların medresesi, sorunlarının ve problemlerinin tartışıldığı ve ortak işlerinin görüldüğü içtimai ve siyasi bir toplanma alanı, ibadet merkezi, misafirhanesi ve dinleme yeri olarak kullanılan bir merkezdi. Mescidi Nebevi, kurgulanan bu “Aydınlanmış Şehrin” sembolik ve fiili bir merkezi olsa da asıl önemli olan bu şehri kurgulayanların misyonunun her daim yaşanması ve içselleştirilmesiydi. Allah Resulü’nün


Karantina ashabı üzerinde onların eğitimi için titremesi, bu misyonun geleceğe dair hep var olmasının bir duasıydı. Ashabı Suffa da bu duanın bir parçasıydı. Peygamberin tebliğ ve dini öğretmek için Medine dışına gönderdiği kişiler bu okuldan seçilerek gönderilirdi. Allah Resulü haftanın bir gününü de kadınların eğitimine ayırmış ve bizzat onların sorunlarıyla da ilgilenmiştir. Köle ve cariyeliğin kurumsal olarak kalkması için bir yol açmaya çalışan Allah Resulü, bölgesel ve tarihsel gerçekliğin içindeki bu durumu bile engel olarak görmemiş, cariye ve kölelere de iyi bir tahsil verilmesi ve onların azat edilmesi için halkı teşvik etmiştir. Hür erkek ve kadınların yanında köle ve cariyeler de bu eğitimden faydalanma hakkına sahipti. Allah Resulü’nün eğitim ve öğretmenlik misyonuyla ilgili aslında birçok kaynak ve kitaptan yola çıkarak zihninizde bir çerçeve oluşturabilirsiniz. Zaten her bir Müslüvmanın bu konuyla ilgili zihninde illa ki bir şeyler vardır. Mesele zihnimizde olanın bir idrake ve bilince dönüşmesidir. Ashabı Suffa örnekliği ise peygamberin eğitim metodu ve ilme verdiği önemle ilgili zihnimizde olan dağınık bilgilerin idrake dönüşmesi için güzel bir modeldir. Suffa ehli, vaktinin büyük bir kısmını peygamberin yanında geçirir, ondan Kur’an’ı öğrenir ve ilim tahsil ederdi. Medine'nin belki de en fakirleriydiler fakat durumlarından şikâyetçi değildiler. Allah Resulü sıkıntılarının karşısında onları motive eder ve çektiği sıkıntılara karşı direnmelerinden ve Kur’an’ı daha çok anlamaya ve ilimde derinleşmeye çalıştıklarından dolayı Allah katında değerli olduklarını söyleyerek onları müjdelerdi. Peygamber efendimizin misyonu İslam’ı öğretmek olduğu gibi bu misyonu canlı tutacak öğretmenler yetiştirmek de en az İslam’ı öğretmek kadar önemliydi. Çünkü civar bölgelerde İslam'ın yayılmasını ve insanların kalplerinde yeşermesini sağlayanlar Allah’ın izniyle Allah Resulü’nün bizzat yetiştirdiği kişilerdi. Mus’ab bin Umeyr, daha 17 yaşındayken Yesrib’e İslam’ı anlatan bir öğretmen olarak gönderilmişti ve Medine'nin tohumlarını daha o zamanlar atmaya başlamıştı. Müslümanlar Medine’deyken de Allah Resulü, civar kabilelerden gelen talepler üzerine dini öğretmek için öğretmenler gönderiyordu. Gönderdiği bu kişiler ise özel olarak yetiştirdiği Ashabı Suffa’dan olan arkadaşlarıydı. Peygambere en çok acı veren olaylardan biri de kendisine öğretmen talep eden bir bölgeye Ashabı Suffa’dan yetmiş sahabesini yollayıp onların bir kaçı hariç Maune kuyularının yakınında pusuya düşürülüp şehit edilmesi olmuştur. Bu olay

Resulullah’ı çok derinden üzmüş ve öfkelendirmişti. Bir insan yetiştirmek bir “Medine” kurmak kadar değerli olduğu için yetişen bir insanı kaybetmek bir “Medine”nin düşmesi kadar yıkıcı bir olaydır. Allah Resulü her zaman dostlarını bir şeyler öğrenmeye ve kendilerini geliştirmeye teşvik etmiştir ve her zaman öğrenmenin merkezine Kuran’ı yerleştirmiştir. Kuran’ın gösterdiği istikamet ve terbiyeyle ilim öğrenmek varlığın kendisini, olayları ve insanı bir ayet gibi okumamızı ve tefsir etmemizi sağlayan bir çabadır. Bu çabanın hedefi ise temelde insan için varlıktaki ilah-i muradiyeyi anlamak ve idrak etmektedir ve vahiyde de belirtildiği gibi Alemlerin Rabbi’ne karşı kulluk bilincinde olup o istikamette yaşamak ve mücadele etmektir. Ashabı Suffa, İslam toplumunun ilim geleneğinde peygamberimizin attığı bir tohumdu. İlk üniversitemiz, ilk kampüsümüzdü. Biz de buradan hissemize düşeni almalı ve onun bu modelini kendi şartlarımıza uygun bir şekilde güncelleyerek yolunu, yolumuzu devam ettirmeliyiz. Bu yürüyüş tarih içindeki en uzun yürüyüştür, bu kavga tarih içindeki en derin kavgadır. Bu yürüyüşün ve kavganın en büyük silahı ise vahye muhatap olup ahitleşenlerin sözün ve kelimelerin gücüne inanmasıdır. Bu yürüyüşün ve kavganın gerçek hedefi ise insanın özünün gürleşmesi ve hürleşmesidir. Hz. Ali insan için “alem-i sağir” der, yani küçük alem. İnsan bir alem kadar değerli, alemin özetidir. Bundan dolayı bu yürüyüş ve kavga merkeze insanı koyan, ona değer veren bir yürüyüş ve kavgadır. Vahiy ise bu yürüyüşte bize ilkelerimizi hatırlatan bir rehber ve ışıktır. Bu yüzden ilmimizin merkezinde her zaman o olmalı, onunla okumalıyız ki varlığa ve insana dair maksadımızın ne olduğunu hiç aklımızdan çıkarmayalım ve Allah ile olan ahdimizi her daim diri tutalım. Dipnotlar 1 “...Şüphesiz ben bir öğretmen olarak gönderildim.” İbni Mace

Ağustos’17 • 19


Karantina

İhtilafın Ahlakı Merve MAHİTAPOĞLU

İ

htilaf, mahiyetini, insanın var olmaya başladığı andan itibaren oluşturmaya başlayan bir kavramdır. Beşer olmanın bir vasfı olarak ihtilaf, hayatımızın birçok alanında etkisini göstermektedir. Bazen çok basit meseleler ihtilaf konusu olurken bazen çok ciddi ve önemli meseleler de bu kapsama girebilmektedir. Nitekim ihtilaf, engellenmesi mümkün olmayan bir meseledir. Zira insanın tabii, cinsi ve bunun gibi birtakım sebeplerden dolayı oluşan farklılıkları ihtilafın en temel etkenidir ve olağandır. İslam medeniyeti kapsamında ihtilaf ahlakından bahsedecek olursak sahabe dönemi ve sonrasını ele almadan konuşmamız pek de mümkün olmaz. İslam tarihi boyunca Müslümanlara her alanda örnek teşkil etmiş olan sahabe içinde bittabi ihtilaflar vuku bulmuştur. İttifak ettikleri ölçüde ihtilaf da etmişlerdir. Gerek siyasi, gerek dini, gerek içtimai, gerekse hukuki meselelerde çeşitli konularda fikir ayrılıklarına düşmüşlerdir. Lakin bu ayrılıkların büyük bir çoğunluğu tefrik sebebi olmamıştır. Rasulullah (s.a.v) hayatta iken vuku bulmuş birçok ihtilaf görmemiz de mümkündür. Hatta öyle ki bizzat Rasulullah Efendimizle görüş ayrılığına düşen sahabeler olmuşsa da yanlış yaptıklarını anladıklarında bu ayrılıkla-

20 •Ağustos’17

rında ısrarcı olmamışlardır. Nitekim ihtilaf ahlakında bilmemiz ve öğrenmemiz gereken en önemli hususlardan biri de sonucu ne olursa olsun yanlış bir şekilde yapılmış olan ihtilafta ısrarcı olmamaktır. Kendi aralarında da sıkça ihtilaf etmiş olan sahabeler Rasulullah Efendimizin hakemliğine başvurmuşlardır. Öyle ki bu meseleler bazen bir ağaçtan ibaret olmuştur. İslam tarihinde sahabeler arasında başgösteren en şiddetli ihtilaf ve tefrikalar Hz. Osman’ın (a.s) şehit edilmesi ile başlamıştır. Sahabelerin bir kesimi Hz. Osman’ın katillerinin bulunması yönünde ısrarcı olurken bir kesimi de Hz. Ali’nin yanında olmuş ve katillerin bulunmasının bir müddet ertelemesi taraftarı olmuşlardır. Her iki tarafın da olay üzerinde haklı olarak ortaya koydukları gerekçeler olsa da insan olmanın ve olayları farklı değerlendirmenin neticesi olarak ihtilafa düşmüşlerdir. İşte bu ayrılığın başlaması ile olayların seyri içerisinde oluşan fitneler ve yanlış anlaşılmalardan ötürü, netice itibari ile Sıffin ve Cemel vakaları gibi olaylar yaşanmaya başlamıştır. Burada şunu da zikretmek isabetli olacaktır; yaşanan bu gibi vakalarda sahabenin büyük bir çoğunluğu tarafgirlik yapmamış, olayların dışında duran üçüncü bir grup olarak bulunmuşlardır. Sahabe dönemi ile birlikte sonraki dönemlerde de fikir ayrılıklarının etkisi birçok alanda kendini göstermeye devam etmiştir. Burada özellikle itikadi ve fıkhi mezheplerin oluşma süreci de göz önüne alınabilir. Bazı mezhepler özellikle siyasi farklılıklardan ötürü ortaya çıkmışsa da birçoğu nasları farklı okuma ve yorumlamaya dayalı olarak teşekkül etmiştir. Özellikle ciddi anlamda yanlış açılara kayan fikirlere sahip fırkalar da meydana gelmiştir. Ancak burada sahabenin, her ne kadar kabul etmedikleri bir noktada dursalar bile bu fırkaların büyük bir çoğunluğunu tekfir etme raddesine gelmediklerini de müşahede ediyoruz. Genel anlamıyla olumsuz manada kullanılan ihtilaf kelimesi her zaman aynı neticeleri do-


Karantina

ğurmaz. Fıkhi mezheplerin oluşma sürecine bakıldığında ihtilaf çıkarma amacından ziyade ihtiyaçları gözetme ve giderme amacı gözönünde bulundurulmuştur. Her mezhep kendi içtihatlarını doğru saymışsa da her zaman diğerlerinin isabet etmiş olabilme ihtimaline karşılık birbirlerine yaptıkları tenkitleri yine ilmi edep çerçevesinde yapmışlardır. Zira buradaki asıl mesele, davasını güttükleri şeyin hakikat olduğuna inanmaları ve ona duydukları sadakatin bir neticesi olmasıdır. Ayrıca mezhepler arasında vuku bulan ihtilafa binaen mezhep imamlarının, talebelerine, karşı görüşü dinlemelerini ve bu neticeye varmalarındaki sebepleri iyi bellemelerini öğütlemeleri, ayrıca talebelerini birbirlerinin meclislerine göndermeleri bu hoşgörü ve anlayış çerçevesini doğrular niteliktedir. Nitekim fıkhi meselelerde ihtilaf etmenin temelleri Rasulullah (s.a.v) dönemine dayanmaktadır. Fıkhın konusu olan Kur’an ve Sünnet Rasulullah Efendimiz zamanında bile ihtilaf konusu olabilmiştir. Birçok meselede ihtilafa düşen sahabeye Rasulullah Efendimiz içtihat kapısını açmış, yapılan iki amelin de doğruluğunu vurgulamıştır. Bu sebeple yinelemek gerekirse fıkıhta aslolan ihtilaf değil ihtiyacı gözetmektir. Genel hatları ile değinmiş olduğumuz ihtilaf meselelerinde öne çıkan husus ihtilafın zafiyet konusu olmamasıdır. Bu sebeple Müslümanların özellikle üzerinde durup dikkat etmeleri gereken mesele, bu gibi ihtilafların düşmanlara fırsat verecek bir kapı açmaması olmalıdır. Günümüz Müslümanları olarak bizlerin bu birikimden nasibine düşenler nelerdir peki? Öncelikle şu hususa değinmemiz önem arz etmektedir: Tarih boyunca vuku bulmuş ihtilafların tarihi kaynaklarının objektif ve tarafsız bir şekilde asıl ve doğru olduğundan emin olmamız gerekmektedir. Zira eleştiriye ve analiz etmeye tabii tutacağımız kişilerin Allah’ın razı olduğu, Rasulullah’ın sıkça hadislerinde işaret ederek faziletlerini beyan ettiği sahabe olduğu unutmamalıyız. Ve en önemlisi burada yapacağımız her türlü eleştiri ve analizin hedefi sahabelerin şahsi özellikleri ve faziletleri

değil olayın kendisi ve bu olaydan çıkaracağımız sonuçlar ve dersler olmalıdır. Tüm bunlara binaen şunları da eklemek faydalı olacaktır: Gerek sahabe ve gerek sonraki dönemlerde ortaya çıkan ihtilaflarda gördüğümüz ve en temelde edindiğimiz kaide; aşırılığa kaçmadan yani ifrat ve tefritten uzak kalarak, yanlışta ısrarcı olmadan, sağlam temelleri olmayan bir şeyin savunuculuğunu körü körüne yapmadan, zamanı ve mekanı iyi tahlil ederek ve karşısında bulunanın Müslüman kardeşi olduğunu unutmadan güzel bir üslup tutunarak ihtilaf edilen mesele üzerinde fikir beyanında bulunmaktır. Çokça düştüğümüz yanlışların başında aramızda vuku bulan ihtilaflara aceleci, tarafgirlik yaparak ve derinlemesine araştırmadan tepki veriyor olmamız ve neticede farklılıklarımızı farkındalığa dönüştürmektense tefrike dönüştürüyor olmamız vardır. Son olarak ilahi bir uyarı mahiyetinde olması adına Hucurat suresinin onuncu ayet-i kerimesi ile yazımıza son veriyoruz…

َ‫إِنَّ َما ْال ُم ْؤ ِمنُون‬ ٌ‫إِ ْخ َوة‬ َ‫فَأَصْ لِحُوا بَ ْين‬ ‫أَ َخ َو ْي ُك ْم َواتَّقُوا‬ َّ َ‫للاَ لَ َعلَّ ُك ْم تُرْ َح ُمون‬

‘’Mü’minler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Ve Allah’a karşı takva sahibi olun. Umulur ki böylece siz rahmet olunursunuz. ‘’

Ağustos’17 • 21


Bibliyografya

BİBLİYOGRAFYA Yusuf MAHİTAPOĞLU

B

u ayki yazımızın konusunu Rasulullah’ın ashabını anlatan kitaplar olarak belirledik. Daha önceki derlemelerimizde kullandığımız yönteme benzer şekilde tanıtımını yapmayı elzem gördüğümüz eserleri sizlerle paylaşacağız. Eserleri seçerken, alanın okuyucularının gösterdiği ilgiyi ön planda tutmaya gayret gösterdiğimizi ifade etmek isteriz.

M.Yusuf Kandehlevî Hayatü’sSahabe Merve Yayınları, İstanbul, 2016

A. Ahmed Nedvi, Sahib Ensari Asr-ı Saadet, Hayatü’sSahabe,

Yusuf Suiçmez Sahabe ve Tabiin Sözlerinin Hz. Peygamber’e Nispeti Otto Yayınları

Mehmet Azimli Dört Halifeyi Farklı Okumak Serisi

Muhammed Emin Yıldırım

Ankara Okulu Yayınları

Siyer Yayınları

Efendimizi Sahabe Gibi Sevmek

Hasan Kaluç Hanım Sahabelerin Hayatı

Mehmet Azimli

Beka Yayınları

Ankara Okulu Yayınları

Muhammed B. Muhtar EşŞankıtî

Ahmet Akbulut

Hasan ve Muaviye

Şamil Yayınları

Ashab-ı Kiram Ashab’ın Üstünlük Dereceleri İbn Teymiyye Takva Yayınları

Sahabe Arasındaki Siyasi İhtilaflar Çıra Yayınları

22 •Ağustos’17

Sahabe Dönemi İktidar Kavgası Otto Yayınları


Şiir

Rıhlet Sönüyor kızıl gözlerimde Sükut buz gibi Yürüyor ciğerine zerrenin Soluk karanlık Ay titriyor Bitmeyen esrarlı nağmenin Hüznüne bir anlık Ömür siniyor Hayalin yeşermesine yakın Yapraklar sararıyor.

Adnan ERGÜN

Ağustos’17 • 23


Gezi Yazısı

Dedemin Terekesi:

Makedonya İlhan VATANSEVER

E

ski Yugoslavya Cumhuriyetlerinden biri olan Makedonya’nın diğer Balkan ülkelerine göre farklılığı eski tarihten bu yana kültürel ve etnik yapı zenginliğinden dolayı Türkiye’ye benzer olmasıdır. Osmanlı İmparatorluğu 1382’de Manastır’ı, 1385’te Pirlepe ve Ohri’yi fethetmiştir. Üsküp’ün fethi ise Sultan Yıldırım Bayazıt döneminde 1392 yılında Mehmet Yiğit Paşa tarafından gerçekleşmiştir ve Makedonya beş yüz yıldan fazla Osmanlı egemenliğinde kalmıştır. Bu dönemde Makedonya Osmanlı imparatorluğunun Avrupa devletlerine geçiş bölgesi merkezi olmuştur. 1912-1913 Balkan Savaşları neticesinde ülkedeki Osmanlı hakimiyeti son bulmuştur. Makedonya’da, Osmanlı imparatorluğu Balkanlar’dan çekildikten sonra 1939 yılına kadar Sırp Krallığı söz sahibi idi, sonrasında ise Yugoslavya devletinin bir parçası olmuştur. 8 Eylül 1991’de Makedonya’da yapılan referandum sonucunda 17 Eylül 1991’de Makedonya Yugoslavya’dan ayrılarak bağımsızlığını ilân etti ve 1993’de Birleşmiş Milletlere üye oldu. Osmanlı döneminde Türk nüfusu bakımından oldukça yoğun olan bölge, Osmanlı idaresi sonrasında yaşanan siyasi ve toplumsal krizler sebebiyle büyük göçlere maruz kalmıştır. Makedonya bütün bu göçlere rağmen günümüzde hala ciddi bir Türk

24 •Ağustos’17

nüfusu barındırmaktadır. Balkanlarda en çok Osmanlı eseri bu topraklarda bulunmaktadır. Günümüz Makedonya’sında İstanbullu olduğunuzu söylediğiniz zaman, size cevap olarak, “Bizlere öyle yabancı gözüyle bakmayın, bizler sizlerden önce Osmanlı olduk.” diye bir cevapla karşılaşabilirsiniz. Sınır komşuları olan Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, Kosova ve Arnavutluk’un ortasında kalan Makedonya iki buçuk milyon nüfusuyla farklı etnik unsurları bünyesinde barındırıyor. Makedonya’da nüfusun büyük çoğunluğu Makedonlar (yüzde atmış) olmak üzere Arnavutlar (yüzde otuz), Türkler (yüzde beş), Boşnaklar, Romanlar, Ulahlar, Bulgarlar ve Yunanlar yaşamaktadır. Ülkede Müslüman nüfus yüzde otuz beş, Ortodoks nüfus yüzde altmış üç, Katolik ve diğer nüfus yüzde iki civarındadır. Başkenti Üsküp olan Makedonya’nın önemli şehirleri: Tetova (Kalkandelen), Gostivar, Kumanova, Pirlepe, Bitola (Manastır), Veles (Köprülü), İştip, Strumica (Usturumca),Ohrid ve Struga’dır. Resmi dili Makedoncadır. 2001 yılında ülkedeki Makedon ve Arnavutların iç karışıklığı sebebiyle o yıl imzalanan Ohri çerçeve anlaşmasından sonra bazı resmi kurumlarda Arnavutça da kullanılmaya başlanmıştır.


Gezi Yazısı Makedonya eğitim sistemini incelediğimizde ülkede Makedonca dışında, okul öncesi eğitimden üniversite eğitimi dahil olmak üzere Arnavutça ve Türkçe dilinde eğitim veren kurumlar bulunmaktadır ve bu kurumların bazıları devlet kurumlarıdır. Para birimi Makedonya dinarı olan ülkede euro da kullanılmaktadır, atmış dinar bir euroya tekabül etmektedir. Dinar sabit euroya karşı istikrarlıdır, kontrol altında tutulan kurun sebebi ülkedeki ihracatı arttırmak ve doğrudan yabancı sermaye akışını teşvik etmektir. Dünyada yaşanan küresel ve ekonomik kriz Makedonya’da etkili olmamıştır, bunun sebebi ekonomisinin ve özellikle finans piyasasının küresel ekonomiye henüz entegre olmamasıdır. Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) 2016 verilerine göre kişi başı yıllık milli geliri 9728 dolardır.

ÜSKÜP Yahya Kemal, doğduğu Üsküp’ü bu sözlerle anlatıyor: Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han diyârıdır Evlâd-ı fâtihâna onun yâdigârıdır Fîruze kubbelerle bizim şehrimizdi o Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyle bizdi o Üsküp ki Şar Dağı’nda devâmıydı Bursa’nın Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın… Üsküp, Osmanlı’nın Balkanlardaki değerli mirası, altın şehri. Altın şehir diyorum çünkü bu merkez vilayette Evliya Çelebi’ye göre, 120 cami ve mescit, 2150 dükkan, bir saat kulesi, dokuz imaret (Osmanlı Devleti döneminde yoksullara yardım amacıyla kurulan hayır kurumları), yetmiş mektep,

yirmi tekke, yedi misafirhane, bir bedesten ve çok sayıda medreseye sahipmiş. Göçlerle birlikte Osmanlı eserleri de yağmalanmaya başlanmış. Günümüzde TİKA’nın ve Türkiye Cumhuriyetinin bazı belediyelerinin çabalarıyla camiler, türbeler, hanlar ve okullarda restorasyon çalışmaları yapılmaktadır. Yedi yüz bin civarında insanın yaşadığı başkenti Vardar Nehri ikiye ayırmaktadır. Nehrin bir tarafında Müslümanlar (Arnavutlar, Türkler) otururken diğer tarafında Makedonlar ikamet etmektedir. Şehir meydanından diğer tarafa geçiş, Sultan I. Murat döneminde yapılan on üç gözlü, eşsiz bir mimari yapı olan Taş Köprü’den yapılıyor, şehrin bu tarafına girdiğinizde karşınıza iki katlı dükkanlardan oluşan Eski Çarşı (old bazaar ) çıkıyor. Bu çarşıya Türk çarşısı da denilmektedir. Çarşı içerisinde adım başı Osmanlı mimarisi camiler, hanlar, hamamlar karşılıyor sizi. Sultan Murat Cami, Mustafa Paşa Cami, İsabey Cami, Yahya Paşa Cami, Kurşunlu Han, Sulu Han ve Kapan Han, Davut Paşa Hamamı, Üsküp Kalesi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla ve hayırseverlerin bağışlarıyla kurulan ve onların desteğiyle eğitim hizmeti veren Uluslararası Balkan Üniversitesi (çarşıya iki kilometre uzaklıkta) şehrin çarşı bölgesinde gezilecek yerleri arasında bulunmaktadır. Çarşı dükkanları; el işçiliği ile yapılan hediyelik eşyalar, yerel çalgılar, kuyumcular, tekstil mağazaları, restorantlar, kafeteryalar ve sivil toplum kuruluşlarından oluşmaktadır. Esnaflarının büyük kısmı Türkçe bilmektedir. Her ne kadar aksan farklılığı olsa da kendinizi yabancı bir ülkede hissettirmiyor. Şehir merkezinden sonra Üsküp’e on beş kilometre uzaklıkta olan “dünyanın doğa harikası yüz yeri” listesinde bulunan Matka Kanyonu mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri. Burada su sporları yapılabiliyor, rafting ve kano kullanılabilecek alanlar bulunmakta. Altı kilometre uzunluğundaki patika yollardan kanyonun iç kısımlarına doğru yürüyüş yolları yapılmış. Kanyonda küçük teknelerle de gezintiye çıkılabiliyor. Tekneyle yolculukta yaklaşık iki kilometre sonra Vrelo mağarası karşınıza çıkıyor bu mağaranın içerisinde iki adet göl mevcut. Bunların biri on beş metre genişliğinde ve sığ su, diğer gölün derinliği ise bilinmiyor; dünyanın en derin yeraltı suyu ünvanının bu göle ait olduğu bilgisi yazılmış. Ağustos’17 • 25


Gezi Yazısı

TETOVA (KALKANDELEN);

GOSTİVAR;

Matka kanyonundan otuz beş kilometre sonra Makedonya’nın üçüncü büyük şehri Tetova’ya ulaşıyoruz. Şar dağları eteklerinde bulunan şehir Osmanlı döneminin Balkanlardaki merkez şehirlerinden biri. Nüfusunun büyük kısmı Arnavutlardan ve Türklerden oluşuyor. Müslüman oranı şehirde yüzde doksan civarında. Şehir merkezine yakın iki mimari eser hemen göze çarpıyor: Alaca Cami ve Harabati Baba Tekkesi. Alaca Camisi’nde, duvarlarında nakış gibi işlenmiş çiçek desenleri görülür. Camideki boyanın içine zırh görevi görsün diye otuz binden fazla yumurta kullanılmış. Avlusunda caminin yapımını sağlayan iki kız kardeş Hurşide ve Menşure Hanımların türbeleri bulunur. Rivayete göre bu iki kız kardeş hasta babalarını hacca göndermek için para biriktirir fakat babaları hacca gidemeden vefat eder, sonrasında kız kardeşler de babalarının hayratına cami yaptırmaya karar verir. Cami1438 yılında yapılmış, 1833 yılında Abdürrahman Paşa tarafından onarılmıştır. Harabati Baba Tekkesi ise 1538 yılında Sersem Ali Baba veya Server Ali Paşa adlarıyla anılan ve Kanuni Sultan Süleyman’ın hasekilerinden Mahidevran Sultan’ın ağabeyi tarafından kurulmuş… Kanuni’nin vezirlerinden olan Server Ali Paşa, Hacı Bektaş-ı Veli dergahında inzivaya çekilmek için izin ister, bu isteğinden ötürü Kanuni “Sen sersem misin? Vezirliği bırakıp derviş mi olacaksın?” deyince, “Kabulümdür sultanım, varsın bana sersem desinler.” der ve halk arasında adı Sersem Ali Baba diye kalır. Vefatından sonra yerine Malatya’dan Kalkandelen’e gelen Harabati Baba’nın geçmesiyle tekke isminin bu şekilde kaldığı rivayet edilir.

Üsküp- Kalkandelen- Gostivar-Ohri yolu üzerinden yolumuza devam ettiğimizde Tetova’ya yirmi beş kilometre uzaklıkta olan, üçüncü önemli merkez Gostivar’dır. Şehir merkezinde yaşayanların çoğu Türkçe konuşur. Kalkandelen gibi halkın büyük kısmı Müslümandır. Makedonya’nın en büyük nehri olan Vardar’ın doğduğu Vrutok su kaynağının olduğu şehirdir. Kırsal turizm için potansiyel sahibi Vrutok’ta alabalık tesisleri mevcut. Doğa güzellikleri bol olan Gostivar’da Gönovitsa Mağarası gezilecek yerler arasında.

26 •Ağustos’17

MAVROVO; Gostivar’a otuz kilometre mesafede yer alan Makedonya Cumhuriyeti’nin kuzeybatısında bir vadide kurulmuş Mavrovo, etkileyici doğası ile göz kamaştırıyor. Makedonya’nın en popüler kayak merkezinin burada olması nedeniyle, bölge yılın her mevsiminde turizm merkezi olarak aktif, sakin ve huzurlu bir atmosfer sunuyor. Makedonya’nın batı sınırları boyunca yetmiş üç hektarlık alana yayılan, ülkenin en büyük milli parkı Mavrovo National Park burada yer alıyor. Çam ormanlarıyla kaplı Şar Dağları ve Pind Dağları’nın göze çarptığı milli park alanında, iki bin metreden yüksekte elli iki adet zirve bulunuyor. 1953 yılında, yağmur sularının Mavrovo Vadisi’ne biriktirilmesiyle oluşturulan yapay göl Mavrovo Gölü, kayak merkezinin enfes manzaralarından sadece birisi. 1220 metre yükseklikte yer alan, on iki kilometre uzunluğu ve üç kilometre genişliği ile 13,3 kilometrekarelik bir alana yayılmış Mavrova Gölü’nde tekneyle dolaşmak mümkün.


Gezi Yazısı OHRİD; UNESCO Dünya Mirası listesindeki Makedonya’nın gözbebeği: Ohrid. Ohrid Gölü kenarına kurulmuş huzurlu şehir, Makedonya’nın tartışmasız en çok ilgi gören yeri. Güzel tarihi sokaklara sahip Ohrid’in hoş bir huzuru var. Çarşısı, pazar yerleri, dar sokakları, kale çevresi, antik tiyatrosu, Ali Paşa Camii ve Halveti Tekkesi ile keşfedilesi bir yer Ohrid. Çar Samuel Kalesi ile Saint Naum Manastırı Ohrid’de gezilecek yerler arasında. Burayı gezdikten sonra Kara Drim Nehri’nin kaynaklarında unutulmaz bir sandal turu yapılabilir. Kara Drim Nehri’nde sular o kadar berrak ki suyun dibindeki balıkların hepsini seçtiğimiz gibi, suyun dibinde kumun içinden kaynak suyunun çıkışını bile görebiliyoruz. Bu şehrin tarihi çok eskilere dayanmakta. Ciril ve Metodyl, Slav alfabesini bu şehirde yaşadıklarında bulmuşlar. Aynı şekilde ilk Slav üniversitesi de bu şehirde kurulmuş. 10.yüzyılda Slav Ortodoksluğunun dini merkezi haline gelmiş.

BİTOLA (MANASTIR); Manastır, Makedonya’nın güneyinde Yunanistan sınırına on beş kilometre mesafede yer alan ikinci büyük şehirdir. Manastır bizim tarihimizde de önemli bir yer tutar. 1382’de Gazi Kara Timurtaş Paşa tarafından fethedilmiş. 1912 Balkan Harbi sırasında Sırp işgaline kadar 530 yıl aralıksız Osmanlı yönetiminde yaşamıştır. Evliya Çelebi

Manastır’da yetmiş kadar cami, medrese ve hanların olduğunu yazıyor. Bunlardan birkaçı hariç ortada maalesef bir şey kalmamış. Şehirde gezilecek yerlerde akla ilk gelen Mustafa Kemal ve Enver Paşa’nın eğitim gördüğü Askeri İdadi’dir. Manastır Askeri İdadisinde TİKA tarafından restorasyon çalışmaları yapıldı. Askerî okuldan çıktıktan sonra şehrin merkezine doğru yürüdüğünüzde caddenin sonunda bir cami ve saat kulesi karşılar sizi. Bu cami ibadete kapalı; resim galerisi olarak kullanılıyor. Caminin bir kilise üzerine kurulduğu düşünülerek içinde kazı yapılmış fakat Türkiye’nin tepkisinden sonra kazılar durdurulmuş. Saat kulesinde ise durum içler acısı. 17. asırda Osmanlı’nın inşa ettiği saat kulesinin tepesine 1992’de Makedonlar haç dikmişler. Ayakta kalmayı başaran yapı meydana beş yüz metre mesafede. 1506-1507 yılları arasında Manastır kadısı İshak Çelebi tarafından inşa edilmiş cami. İshakiye Camii TİKA tarafından restore edilmiş ve ibadete açılmıştır.

Ağustos’17 • 27


İslami İlimler

Değişen Toplum Karşısında Dinamik Fıkıh Ayşenur ADIGÜZEL

D

in, toplumları etkileyen ve yönlendiren bir olgudur. Öyle ki gerek toplumsal değişimi, gerekse dini tam olarak anlayabilmenin yolu, din ile toplumsal değişim arasındaki karşılıklı ilişkileri anlamaktan geçmektedir. Yani din ile toplum arasındaki ilişkilerde dinamizm esastır. Dini toplum içerisinde yaşatan ise fıkıhtır. İbadet, muamelat ve ukubat ile sosyal hayatın her yönünü kapsayan fıkhın amacı şeriatı yaşatmaktır. İşte bu da bizi şöyle bir noktaya götürmektedir: Dini, toplumda yaşanılabilir kılan fıkıhsa; toplum değiştikçe fıkıh da değişmeli midir? Fıkhın değişmesi mümkün müdür? Fıkhın değişmesi için yeni bir usule gerek var mıdır yoksa mevcut usul üzerinden yeni bir fıkha ulaşılabilir mi? Sosyal bir fıkıh usulü hazırlamak tüm bunlara çözüm olabilir mi? Bu sorular üzerinden bir grup yeni bir fıkıh usulüne ihtiyaç duyulduğunu savunurken bir grup da buna gerek olmadığını, mevcut usul üzerinden ihtiyaçların karşılanabileceğini söylemektedir. Bu yazıda iki grubun görüşlerine, sebepleriyle beraber değineceğiz. Osmanlı Devletinin son dönemlerinde görev alanlar, devleti içerisine düştüğü aciz görüntüden

28 •Ağustos’17

kurtarabilmek adına, sadece hukuk sahasında değil pek çok alanda topluma yeni arayışlar ve çözüm önerileri sunmuşlardır. Bu bağlamda bazıları Osmanlı Devletinin kurtuluşunu sosyoloji ilminde ve sosyolojik çözüm önerilerinde aramışlardır. Ülkemizde bu akımın başını Ziya Gökalp çekmiştir. Gökalp, sosyoloji ilminden hareketle klasik usulden oldukça farklı, kendisine göre, yeni meseleleri çözmekte yetersiz kalan İslam hukuk usulü yerine, örfe dayalı yeni bir usul önermiştir. Öncülüğünü yapmış olduğu bu yeni usule ise “içtimai usul-i fıkıh” adını vermiş ve bunu da şu şekilde açıklamıştır: “İslam toplumu hukuki ihtiyaçlarını gidermek için öncelikle Kuran’ı Kerim’e başvuruyordu. Bir yandan da bu toplum günden güne gayet hızlı bir şekilde genişlediğinden sosyal hayatından ve dolayısıyla örf ve adetlerinde derin değişimler meydana geliyordu. Bu yüzden örfün sınırsız alanlarından bir kısmına uygulama alanı bulamadığı zaman sünnet ve hadise başvuruyordu. Hatta İmam Malik Hazretleri, Medine halkının sosyal geleneklerini de sünnetin halk arasındaki yaygın bir şekli diyerek uygulamada sayıyordu. Örfün sınırsız ihtiyaçları bu kaynaklarla da


İslami İlimler giderilemediği zaman icma ve kıyas esaslarına başvuruluyordu. Aynı zamanda İmam-ı Azam Hazretleri örfün bağımsız kaynak olarak dikkate alınması gereğini hissederek halkın ihtiyaçlarına en uygun olan yönü kıyasa tercih etmekten ibaret olan (istihsan) kuralını ortaya koydu. İmam Ebu Yusuf Hazretleri; “Nass ile örf çatışırsa bakılır: Eğer nass örfe dayanıyorsa örfe itibar edilir.” kuralını kabul etti. Yani İslam şeriatının kıyamete kadar her asrın şeriatı olarak kalacağına iman edildiğinden, şeriatın zamanlara, asırlara göre ihtiyaçlar ile temas irtiba- açısı, fıkıh usulündeki kaynakların sınıflandırılmatını gösteren sosyal bir usul-ı fıkhın kurulması artık sı açısından doğru olmaz çünkü fıkhi hükümlerde zorunludur. Böylece şeriatın kıyamete kadar her öncelik daima nassa aittir. Nas doğrudan doğruya asırda canlı olarak yaşayabilmesine imkân sağlan- bir hüccettir. Örf ise nassın kendisine hüccet dediği yerlerde geçerlidir. mış olduğu savunulmaktadır. Ayrıca İslam hukukunun Gökalp, bu projesi ile fıkıh Şurasını unutmagenel yapısı ve usul anlayışıusulünün sosyolojik bir bakış yalım ki yeni bir fıkıh nı kendi mecrasından ayırarak açısı ile yeniden inşasını önerfarklı bir şekilde yorumlamak miştir. Bu anlayışa göre “fıkıh usulüne ihtiyacımız ise onun mahiyetini ve fonksimerkezli bir toplum değil, topaçıktır. Fakat burada, yonlarını gözardı etmektir. Bu lum merkezli bir fıkıh” öngöşeriatın hüküm deise asırlardır fıkıh ilmini hem rülmüş; “toplum neye ihtiyaç lillerini ve usul kuiçerik hem de işlevleri açısınduyuyorsa fıkıh onu kanunlaşrallarını yok sayarak dan geliştirmeye çabalayan tırmalıdır” anlayışı verilmeye değil aksine mevcudu çalışılmıştır. fukahânın birikimini, bir anda koruyarak kitap ve Yeni bir fıkıh usulü önerenyok saymak anlamına geleceklerin temel çıkış noktaları, fıktir. sünnetten, fakihlerin hın donuklaştırıldığı, yeni olayYeni bir usul-i fıkıh önerennassından, icmadan lara yeni çözümler üretecek lerin ve bu işe öncülük etmek deliller getirilerek; olan içtihat kapısının kapatıldıisteyenlerin gayesi oldukça iyi örnekler ibadetler ğı şeklinde birtakım gerekçeleniyetli olabilir. Ama neticede kısmıyla sınırlandırılre dayanır. Aslında yeni olaylar derin kökleri olan bir ilmî birimayarak, daha fazla karşısında hiçbir zaman içtihat kimin, toplumda kendisini test muamelât kısmından, kapısı kapalı tutulmamış; yeni bile edememiş yeni bir teoriye durumlara uygun fetva ya da içmeydana gelen sosyal teslim edilmesinin eleştirilmesi tihatlar kesintisiz olarak devam kaçınılmazdır. hadiselerden örnekleretmiştir. Şurasını unutmayalım ki le oluşturulmalıdır. Günümüzde de bazı İslam yeni bir fıkıh usulüne ihtiyacıhukuku araştırmacıları tarafınmız açıktır. Fakat burada, şeridan daha kolay ve çağdaş bir atın hüküm delillerini ve usul fıkıh anlayışının önerildiği çalışmalar mevcuttur. kurallarını yok sayarak değil aksine mevcudu koAncak bu önerilerde delilden ve ana çizgiden sap- ruyarak kitap ve sünnetten, fakihlerin nassından, ma yoktur. Aksine İslam hukukunun kendi metodo- icmadan deliller getirilerek; örnekler ibadetler kıslojisinden kaynaklanan alternatiflere yönelme söz mıyla sınırlandırılmayarak, daha fazla muamelât konusudur. kısmından, meydana gelen sosyal hadiselerden örGökalp, içtimai usul-i fıkıh önerisinde örfe özel neklerle oluşturulmalıdır. İşte böyle yazılmış bir fıbir vurgu yapmış, örfü genellik ve bağlayıcılık kıh usulüne ihtiyacımız açıktır. Bunun için Rabbim açısından icmâ gibi görmüştür. Oysa ki bu bakış âlimlerimizin yardımcısı olsun. Ağustos’17 • 29


Hikaye

ÜMMETİN ÇOCUKLARI: SUDAN Zeyneb Rabia YAZICI

Şüphesiz müminler ancak kardeştir. (Hucurat,10)

B

izi kardeş kılan Rabbimize hamdolsun ki bazı yaralarımızın ilaçlarını birbirimizde gizlemiş. Öyle ki zamanı geldiğinde bir tabip gibi yolluyor dostlarımızı derdimize. Zorluğu, hastalığı ve musibeti veren Allah; kolaylığı, şifayı ve kardeşliği de veriyor bize. Bir el nasip etsin Rabbim ki omzumuza konup sahibi tarafından şu cümle söylensin bize: “Üzülme ey kardeşim, ben seninleyim ve Allah muhakkak bizimle!” Amin!

yalnızca bir küçük noktacık kabul edilebilecek

GÖLGE OYUNU

namadığı görme yetisini rüyalarında keşfediyordu.

Yaklaşık 1886 milyon kilometre karelik yüzölçümü ile dünyanın en büyük 16. ülkesi… Koskocaman yer kürede, kırk milyonluk nüfusuyla Afrika’nın en büyük üçüncü ülkesi ve onun kırsallarında yaşayan, küçük elli, hayat neşesini ve çocuk coşkusunu hiç kaybetmemiş bir yavrucuk. İşte küçük elli, büyük yürekli, İslam’ın mazlum ve bir o kadar da şerefli evlatlarından bir diğerinin hikayesi bu. O, İslam coğrafyasının kanayan bir diğer yarası olan Afrika’nın; açlık, susuzluk ve birçok hastalıkla savaşan çocuklarından yalnızca biriydi. Etrafındakiler için herkesten farksız sayılacak, koca kâinatta

kahramanımız, aslında bebekliğinde dahi yapıla-

30 •Ağustos’17

bu güzel gözlü sıradan oğlan çocuğu, kendi hayal dünyasının kahramanıydı. Tıpkı karlardan silahını kuşanmış Kudüs’ün bekçisi kardeşi gibi. Onun da çocuk dünyası ve o dünyada kuşandığı kendi silahları vardı. Savaşıyordu. Dur durak bilmeden ailesiyle birlikte açlık ve susuzlukla savaşıyordu. Onun savaşı, uyumadığı her andı. Rüyasında meleklerin ona ikram ettikleriyle doyuyor, hiç kullaDoğuştan katarakt rahatsızlığı bulunan küçük elli bilecek bir ameliyatla dünyanın tüm renkleriyle taşınabilecekken, içinde bulunduğu imkansızlıklar nedeniyle dünyayı saydam bir ışık kütlesinden ibaret görmekteydi. Toprağın kokusunu biliyordu, ona dokunuyordu, kuraklıkla savaşan ülkesinde bir gün yağmurun yağmasını ve onu yüzünde hissedebilmeyi hayal edebiliyor fakat asla bir gökkuşağını göremeyeceğini biliyordu. Minik bedeni çok güçsüzdü. Ama her çocuk gibi görevini yerine getiriyor ve etrafına gülücükler saçarak ailesine neşe olmayı ihmal etmiyordu.


Hikaye En yakın dostuydu annesi. Onunla hiç sıkılmadan oyunlar oynayan anneciğine masum kafasında oluşturduğu dünyayı uzun uzun anlatıyordu. Günler zor fakat bol tebessümle geçiyordu. Annesiyle bol bol dua ediyor ve ailesinin umutlarını canlı tutmayı kendisine bir görev biliyordu. Bu görev çocuk kalbinin ilk cihadıydı. İmtihanıyla doğmuş ama gözleri nedeniyle dünyaya sırtını hiç dönmemişti. Ona annesini veren Rabbini çok seviyordu. Bir yetimdi belki ama Rabbi onu asla bir başına bırakmamıştı. Şükrediyordu. Annesi ona, sabreden ve şükredenlerin cenneti kazanacağını anlattığı günden beri şükrediyordu. Yine sıradan bir gündü onun için. Sabah uyanmış, annesine koşmuş, açlıktan acıyan midesinin sesini duyup da annesi üzülmesin diye karnını sıkı sıkı içine çekiyordu. Hem tüm gece rüyasında cennet meyveleri yemişti, bedeni açtı ama ruhu gayet tok hissediyordu. Yine kollarıyla onu saran annesinin varlığına uzun uzun şükretti. Çok geçmeden dışarda bir ses duydu. Sık rastlanmadık araba sesleriydi, acaba küçük köylerine yine ziyaretçiler mi gelmişti? Eğer öyleyse mutlu olmuştu çünkü misafirleri çok seviyordu. Heyecanla dışarı attı kendisini. Göremiyordu elbette ama seslere bakılırsa bunlar misafirlerdi. Üzerinde yavaş yavaş ona doğru yaklaşan bir gölge hissetti. Odaklanmaya bu gölgenin amacını anlamaya çalışıyor ama başaramıyordu. Üzerine üzerine gelen bu gölgeden biraz korkmuştu. Hemen annesine seslendi fakat annesi henüz yanına varamadan saçlarında bir el hissetti. Bir hayli korkmuştu. “Selamun aleyküm” dedi, büyük elli gölge; ses tonunda neşe ve merhamet vardı. Sesinde duyduğu hisler küçük elli kahramanı rahatlatmıştı. Gülümsedi. “Ve aleyküm selammm!” dedi her za-

manki cıvıltısıyla. O sırada annesi de gelmişti. Gölge, annesiyle selamlaştıktan sonra biraz uzağa gidip uzun uzun, ciddi ciddi bir şeyler konuştular. Anlamıyordu. Kimdi bu gölge ve neden gelmişti? Annesiyle konuşmaları bittikten sonra gölgenin elini yine başında hissetti: -“Seninle biraz muhabbet edelim bakalım oğlancık.” dedi gölge. Sevinmişti… Muhabbet etmeyi çok seviyordu. Birlikte yere çömdüler ve başladılar güzel bir sohbete. Gölge çok nazik birisiydi. Ona hayatını sordu, alışkanlıklarını, yapmayı sevdiği şeyleri, zorlandığı durumları… Anlattıkça anlattı. Gölge ona zorlandığı şeyleri sorduğunda “Aslında pek bir şey yok, sadece annem ağladığında çok zorlanıyorum!” dedi. Gölge şaşkın ve merhamet dolu bir sesle “Nasıl yani?” dedi. “Bir tek bu mu?” Güldü. “Elbette bir tek bu, daha ne olmasını beklerdin ki?” diye cevapladı. Gölgenin sesinde tereddüt ve hüzün vardı. “Ama senin gözlerin…” dedi. Yeniden gülümsedi: “Ne olmuş benim gözlerime bakalım?” Gölge mahcup olmuş olacaktı ki “Şey, ben…” diye lafı ağzında geveledi. Bu halinden hoşlanmamıştı, ellerini omzuna koydu. “Anladım, sen, benim sizden farklı dünyamı diyorsun.” dedi. Gölge şaşkındı. “Farklı dünya mı?” diye sordu. Yüzünde en içten gülümsemesi vardı. “Farklı ya! Annem söyledi. Sizin ve benim dünyalarımız birbirinden çok farklı.” Bu fark gölgenin bir hayli dikkatini çekmişti. “Anlat bakalım, neymiş bu fark?” dedi. En sevdiği hikâyesini büyük bir gururla anlatmaya başladı: “Annem, benim dünyayı bembeyaz görme sebebimin hiçbir günahımın olmaması olduğunu söyledi. Allah gözlerime bembeyaz bir perde indirmiş. O perde sayesinde ben dünyadaki günahları göremiyormuşum. Bu yüzden yalnızca gölgeleri görebiliyormuşum. Bu bana Allah’ın bir hediyesiymiş. Sence de çok güzel değil mi? Tüm bu gölgelerin gerçek ve günah yüklü yüzüAğustos’17 • 31


Hikaye nü hiç görmemişim. Yani annem öyle söyledi. Dedi den koruyordu. Ama diğer yandan annesinin yüzüki: ‘Oğlum, bu dünyada öyle çok siyah gördüm nü görecekti. Bu nasıl bir his olabilirdi ki? İlk kez ki senin bembeyaz dünyana sığınmak istiyorum. tok uyuduğunda hissettiğiyle aynı mı olacaktı meBeni de al bu gölge oyununa lütfen!’ Ben de onu sela? Veya saatler üzerine içebildiği birkaç yudum da aldım dünyama. Şimdi ikimiz benim beyaz dün- su gibi değerli bir şey miydi? Bilmiyordu. Çünkü yamda yaşıyoruz annemle. Ve biliyor musunuz? O kendisini bildi bileli bu gölge oyununu oynuyordu. benim bu dünyada gördüğüm en güzel gölge.” Şimdiyse gölgelerle tanışma vakti gelmişti. Bir süre sessizlik oldu. Gölge eliyle saçlarını Bir müddet boyunca gözleri sarılı kaldıktan okşamaya başladı, yumuşacık bir sesle: “Sen bu sonra annesi ve diğer tüm gölgelerle buluşma vakti gölge oyununun fatihisin evlat.” dedi. Ne yazık, gelmişti. Bu yeni hediye için Allah’a sürekli teşekben de seni bu gölgelerle tanıştırmaya gelmiştim.” Anlayamamıştı: “Nasıl yani?” diye sordu. Göl- kür ediyordu. Gözleri kapalı kaldığı müddetçe süge aynı yumuşak ses tonuyla yanıtladı: “Ben gönül- rekli Allah’ın onu ne çok sevdiğini düşündü. Gölge lü bir doktorum. Buraya sana ve dostlarına yardım amcası sargıları açmaya başlamıştı, yavaş yavaş çeviriyordu. Çok heyecanlıydı. göndermek isteyen insanlar Adeta kalbi yerinden çıkacakaracılığı ve Allah’ın izniyle gelBir süre sessizdim. Gözlerindeki perdeyi kalmış gibi atıyordu. Son sargı da lik oldu. Gölge eliyle dırmak için seni ameliyat etgittikten sonra keskin bir ışık mek istiyorum. Bunun için saçlarını okşamaya gözlerini yaktı. Karşısında gölannenden izin aldım. Artık sen başladı, yumuşacık bir gesini bildiği annesi duruyordu. de her çocuk gibi dünyayı tüm sesle: “Sen bu gölge Önce her şey çok bulanıkken renkleriyle görebilecek, yıllaroyununun fatihisin yavaş yavaş netleşti. “Allahu ca oynadığın bu gölge oyununu evlat.” dedi. Ne yazık, ekber!” diye bağırmaya başladı. sonlandırabileceksin. Anneni ben de seni bu gölAnnesi gözyaşlarını tutamıyorbir gölge olarak değil tam magelerle tanıştırmaya du. Sadece bağırdı: “Allahu eknasıyla göreceksin. Bunu ister gelmiştim.” ber, Allahu ekber!” misin evlat?” Bu tarifi imkansız bir histi. Çok şaşırmıştı. Neydi bu Haklıydı; o, dünyanın en şanslı hissin adı, korkuyor muydu? Yoksa sevinçli miydi? Hemen annesinin yanına çocuğuydu! Çünkü artık görüyordu. Bu nimeti tatkoştu, sarıldı. “Bu gerçek mi anne?” diye sordu. mak ona da nasip olmuştu. Şu dünyada hiçbir şeyi Annesi ağlıyordu “Gerçek oğlum.” yoktu belki. Yiyecek bir dilim ekmek, bazen içeAnnesi mutlu muydu, üzgün müydü emin ola- cek bir yudum su bulamıyordu ama gözleri vardı mıyordu. ve anneciğini görebiliyordu. O, dünyanın en şanslı -“Ama bunun benim hediyem olduğunu söyle- çocuğuydu ve Allah’ın ona verdiği hediyelerin kıymiştin. Benden hediyemi almak istiyorlar anne!” metini yaşaya yaşaya biliyordu. Annesi onu sıkıca bağrına bastı. “Bu Allah’ın Hikâyemin son cümlelerini mümin kardeşlerisana yeni hediyesi oğlum.” dedi. Gülümsedi: “Ben min vicdanına ithaf ediyorum: Onun gibi küçük elli dünyanın en şanslı çocuğuyum, Allah beni ne çok koca yürekli çocukların ve Afrika’da bu durumla seviyor değil mi anne?” dedi. Uzun uzun sarıldıimtihan olan nice kardeşlerimizin hastalıklarına lar. Ve ertesi sabah henüz ne olduğunu anlamadan kendisini gölge amcanın önünde bir yatakta yatıyor Allah’ın izniyle şifa vesilesi olmak için İHH İnsani Yardım Vakfı aracılığıyla bağışta bulunabilir, buldu… Çok şaşkındı. Belki biraz korkması gerekiyordu bir başka müminin gölge oyununa son verebilirama korkmadı. Heyecanlıydı. Doğduğundan beri siniz. Ümmetin çocukları yazı serisinin bir diğer onunlaydı bu imtihanı ve belki de onu kötülükler- hikâyesinde buluşmak duası ile. 32 •Ağustos’17


Deneme

Nasreddin Hoca Olmak Ömer GENÇOĞLU

N

asreddin Hoca 1208 yılında Sivrihisar’da doğmuştur. Gençlik yıllarında Akşehir’e göçmüş, hayatını burada idame ettirmiş ve yine burada vefat etmiştir. Hoca lakabını yaşadığı dönemde imam, vaiz veya kadı olduğu için mi aldı kesin olarak bilmemekle beraber, bugün Anadolu insanının en önemli mizah kahramanlarından biri olduğu tartışılmaz bir gerçek. Çünkü Hoca Anadolu insanının bilgeliğini, hem sivri dili hem de kıvrak zekâsı ile temsil ediyor. Fıkraları da bu mizah ve bilgeliğin ürünleri. Bizim için Nasreddin Hoca, topluma ve toplum değerlerine bakışı ile bir sosyolog, insan ruhunun derinliklerine nüfuz edişi ile bir psikologdur. Banarlı onun için “Karısı, çocuğu, komşuları, şakacı Akşehir delikanlıları, evine giren hırsızlar, zahmet veren dilenciler, ona akıl danışmaya gelen Akşehirliler, onun halkı ellerinden kurtarmaya çalıştığı zalim Moğol emirleri ve başından geçen vakaların çoğunda rolü olan çilekeş boz eşeği ile asırların hayalinden ve neşesinden silinmeyen büyük bir zekâdır.” der. Nasreddin Hoca olaylara bakış açısı, problemleri çözme kabiliyeti ve hazırcevaplığıyla kendimize örnek alabileceğimiz bir halk adamıdır. Toplumsal ve ahlaki değerlerin birçoğunu Hoca’nın fıkralarında görmemiz mümkündür. Örneğin hoşgörü ile başlayalım. İnsanoğlu olarak birçoğumuz bazı durumlar ve insanlar karşısında hoşgörümüzü muhafaza edemeyiz. Umarsızca bir acımasızlık ve sinirlilik ruhlarımızı kaplamış durumda. Karşılaşılan olaylara aşırı tepki vermekle beraber hemen bir intikam duygusuna girmemiz de an meselesi. Oysa ki Hoca böyle değil. Fıkralarında hoşgörü mesajı ile birçok olay vardır. Öte yandan Hoca'nın fıkralarında hoşgörüsüzlük de yer alır. Fakat bu hoşgörüsüzlük; tembelliğe, sorumsuzluğa ve kimi zaman adaletsiz kadılaradır.

Fıkra şu: Nasreddin Hoca bir gün eşeğine binmiş. Eşeğin inadı tutmuş bir türlü başını gideceği yöne çevirememiş. Bunu gören komşusu, “Nereye gidiyorsun Hocam?” diye sormuş. Hoca da, “Eşeğin istediği yere.” demiş. Hoca bu fıkrada bazı konularda inatlaşmanın doğru olmadığına dikkat çekmiştir. Ve aynı zamanda eşeği bile olsa ona şiddet uygulamamış, hoşgörü ile davranmıştır. Günümüz insanoğlu insana bile hoşgörü ile yaklaşmazken hocamızın eşeğine hoşgörü ile davranmış olması bizim için ibretlik bir derstir. İçinde hoşgörünün kırıntısı olmayan insanlar, Hoca’nın eşeğini şiddetli kırbaç darbeleriyle

Ağustos’17 • 33


Deneme mahremiyeti zedeleyen davranışlardır. Komşuluk çok önemli bir olgudur fakat komşuluktaki sorumluluklarımızı ve sınırlarımızı aşmamak kaydıyla. Kültürümüzde ve dinimizde önemli bir yere sahiptir hasta ziyareti. Komşuluk haklarımızdan birisidir. Hasta ziyaretinin önemi kadar bu ziyaretin adabı da önemlidir.

yola getirmesini isterler. Tabiri caizse bu insanlar “Hayvana hoşgörü göstermeyen insana hiç göstermez.” sözünün vücut bulmuş halidirler. Hoşgörülü olalım; hayvana, doğaya ve özellikle de insanlara! Kültürümüzde ve dinimizde komşuluk çok önemli bir yere sahiptir. Komşusuzluk insanı yalnızlığa ve çaresizliğe sürükler. Komşuluk sadece maddi yönden değil manevi yönden de önemlidir. İnsanın en azından sevincini, hüznünü paylaşacağı bir komşuluk ilişkisine ihtiyacı vardır. Nasreddin Hoca’mız komşuluk ilişkisine önem vermiştir. Bunu fıkralarında görmekteyiz. Fakat komşularını yerdiği fıkraları da vardır. Komşu olarak belirli sorumluluklarımızın olduğunu ve bazı sınırları geçmememizi hatırlatır. Fıkra şu: Bir gün Hoca eve doğru yürüyormuş. Arkadaşı arkadan seslenmiş: “Aman Hocam gördün mü? Biraz önce geçen helva kazanı ağzına kadar doluydu.” Hoca istifini bozmadan “Banane!” demiş. Arkadaşı: “Ama hocam, helva kazanı sizin eve doğru gidiyordu. Buna ne dersin.” deyince, Hoca: “O zaman sanane!” demiş. Bu fıkrada Hoca, özel hayatın ve mahremiyetin önemini nükteli bir dil ile vurgulanmıştır. Bizler her şeyden haberdar olmak isteğiyle ve bitmek bilmeyen merakımız yüzünden çoğu zaman başka insanların mahremiyetine müdahale ederiz. Karşımızdaki insanın rahatsızlık duyup duymamasını önemsemeyiz ki bu yanlış bir davranıştır. Komşuluk ilişkilerimizin bir sınırı vardır. Eğer evinden çıkmış bir komşunuza bıktırma derecesine getiren “Nereye gidiyorsun, ne aldın, size kim geldi, ne yediniz?” gibi sorular sormak, hatta ve hatta açık bırakılan kapıdan pat diye içeriye dalmak sınırı aşan ve 34 •Ağustos’17

Fıkra şu: Hoca bir gün hastalanmış ve yatağa düşmüş. Bunu duyan komşuları hocayı ziyarete gelmişler. Fakat gelenler çok uzun kalıyorlar çok da konuşuyorlarmış. Üstelik bu konuşmalar moral bozucu sözlermiş. Yine bir gün komşusu gelmiş. “Hocam.” Demiş. “Hastasın belli… Ecelin nereden geleceği belli olmaz. Vasiyetini hazırladın mı?” Hoca, “Evet.” demiş, “Hazır.” Komşusu, “Peki ne yazdın Hocam?” diye sormuş. Hoca, “Vasiyetim şudur ki hasta ziyaretine gittiğiniz zaman, yanında fazla kalmayın.” demiş. Hoca bu fıkrada komşusunu kırmadan önemli bir mesaj vermiştir. Hasta kişiyi ziyaret etmek önemli ama uyulması gereken kurallar da önemlidir. Hasta ziyaretine gittiğimiz zaman süreyi kısa tutmalıyız. Hasta başında yüksek sesle konuşmamalıyız. Hasta mahremiyetine karşı saygılı olmalıyız, moral bozucu söz ve davranışlardan kaçınmalıyız. Şüphesiz ki Allah’a hakkı ile kulluk eden kimse doğru olmalıdır. Öyle ki her namazda okuduğumuz Fatiha suresinin altıncı ayetinde “Bizi doğru yola ilet.” deriz. Doğruluk; düşüncelerimize, sözümüze, niyet ve davranışlarımıza yansımalıdır. Her ne durumda olursak olalım hiçbir şekilde doğruluktan taviz vermemeliyiz. Fıkra şu: Nasreddin Hoca eve iki okka et getirir. Karısına, “Akşama misafir gelecek, yahni yaparsın.” der. Evdeki komşu kadınları Hoca’nın karısını kandırırlar ve iki okka eti pişirip yerler. Akşam yemeğinde misafire çorba, pilav ve hoşaf getirilir. Fakat Hoca’da şafak atar. Karısına, “Et ne oldu?” diye sorar. Karısı, “Kedi yedi.” Deyince Hoca kafasını kaşır ve sonra karısına kediyi ve kantarı getirmesini söyler. Kediyi tartar, bakar ki iki okka. Bunun üzerine karısına, “Hatun, bu et ise kedi nerede, kedi ise et nerede?” der. Bu fıkrada da görüldüğü gibi Hoca doğruluk ve dürüstlükten yanadır ve fıkralarının çoğunda yalan-


Deneme cı ve sahtekâr insanların bu hareketlerini yüzlerine min yarattığı insanları mükemmel bir şekilde özetvurur. Ama bunu yaparken yine kıvrak zekâsını ve lenmiştir. Onlar insana değil kürke itibar ederler. nüktedan dilini kullanır. Öyle ki karısı bile bun- Hoca bunun anlamsızlığını harikulade bir biçimde dan nasibini almıştır. Hocamızın verdiği bu mesajı açığa çıkarır. Nasreddin Hoca tabiri caizse 800 yıl doğru okumak lazımdır. Yalandan kaçınmalıyız, önce bu kişilere ince bir ayar vermiştir. Bizler de karşımızdaki insanların iyi niyetlerini suistimal et- Hoca’nın torunları olarak insanları dış görünüşmemeliyiz. Ve özellikle de doğru olmayan davranış lerine göre yargılamayı bırakalım. Mevlana’nın en yakınımızdan gelse dahi biz dediği gibi: “Nice insanlar gördoğru olan durumu söylemelidüm üzerinde elbise yok, nice yiz, yani hakikati. elbiseler gördüm içinde insan Şüphesiz ki Günümüzde çoğumuzun yok.” İnsanlara nasıl olurlarsa Allah’a hakkı ile kuldüştüğü dış görünüşe aldanma olsunlar kayıtsız şartsız değer luk eden kimse doğru hastalığını Nasrettin Hoca eleşverelim. Değer yargımız üzertirmiştir. lerindeki elbiseye, gelmiş ololmalıdır. Öyle ki her dukları makama yahut para ve namazda okuduğuFıkra şu: mallarına değil bizatihi insanın muz Fatiha suresinin Akşehir’in beyleri hocayı kendisine olsun. altıncı ayetinde “Bizi yemeğe davet etmişler. Hoca Son zamanlarda etrafımıdoğru yola ilet.” deriz. nereden bilsin, davete günlük za baktığımızda bolca görülen kıyafetiyle katılmış. Katılmış ilişki türüdür ve bana göre de Doğruluk; düşünceama ne hoş geldin ne de sefa en berbat olanıdır çıkar ilişkilelerimize, sözümüze, getirdin diyen var. Herkes allı ri. En yakın olduğumuz kişiler niyet ve davranışlapullu kıyafetlilere el pençe duve hatta akrabalarımızla bile bir rımıza yansımalıdır. ruyormuş. Hoca bir koşu eviçıkar ilişkisi söz konusu. AkraHer ne durumda ne giderek sandıktaki işlemeli balarından herhangi bir kazankürkünü giyip yemeğe geri cı olmadığında onların yüzüne olursak olalım hiçbir dönmüş. Az evvel hoş geldin dahi bakmayıp selamını dahi şekilde doğruluktan bile demeyenler önünde yeralmayanlar, herhangi bir çıkar taviz vermemeliyiz. lere kadar eğilmişler. Hocayı ilişkisi sonucu birden yanınızda yere göğe sığdıramayarak başbitebilirler. Karşınızdaki kişiyi köşeye oturtmuşlar. Kuzunun sevmeniz ve aynı şekilde ondan en hasını önüne koymuşlar. Herkes Hoca’nın ye- da bu sevgiyi tam ve eksiksiz olarak beklemeniz meye başlamasını bekliyormuş. Hoca bir taraftan bile bir çıkar ilişkisidir. Çıkar ilişkisinde kişi tüm kürkünün kolunu sofrada sallamaya bir taraftan da durumlarda önce kendisini düşünür. Olanaksız bir “Ye kürküm ye! Ye kürküm ye!” demeye başlamış. şekilde bir yerden, hak etmediği bir kazancı sağlasa “İlahi Hoca!” demişler, “Kürkün yemek yediğive bu onun çıkarına aykırı bir durumda değil ise ni kim görmüş?” Hoca taşı gediğine koyhiçbir suretle ahlaki değerleri düşünmeyecekmakta gecikmemiş. “Kürksüz adamdan tir. sayılmadık, itibarı o gördü, yemeği de o yesin!” Fıkra şu: Burada da görüldüğü gibi Hoca, Hoca komşusundan bir gün kazanı dış görünüşe verilen önemin insanın ödünç ister, iade ederken de teşekkür eder, kendisine verilen önemin önüne geçtihem de içine minik bir kazan koyar. Komğini vurgulamıştır. Aslında insanoğlunun şusu merakla bu minik kazanı sorunca da varoluşundan beri hep aynı dava süregel“Komşu bizdeyken kazanın doğurdu.” miştir. Tek fark oradaki kürk; para olmuş der. Komşusu bu işe pek sevinir. Aradan yahut makam ve mevki olmuştur. Ve bu epey zaman geçer. Hoca yine komşuolgulara göre değer yargısı oluşmuşsundan kazanını ödünç ister, komşusu tur. Ye kürküm ye fıkrası, kapitalizda sevinerek verir. Ama bu kez ara-

Ağustos’17 • 35


Deneme dan günler, haftalar hatta aylar geçer, kazandan ve Hoca’dan ses çıkmaz. Nihayet bir gün komşusu konuyu açmaya karar verir. “Hocam bizim kazana ne oldu?” diye sorar. Hoca da üzgün bir ifade ile “Komşu çok zaman geçti aradan, senin kazan öldü, sana nasıl söyleyeceğimi düşünüp duruyordum.” der. Sinirlenen komşusu “Hocam ne diyorsunuz, kazan hiç ölür mü? Kazan canlı mı ki ölsün!” der. Hoca “Doğurduğunu kabul etmiştin, sesin çıkmamıştı. Şimdi öldüğüne niye inanmıyorsun.” diye cevap verir. Bu fıkrada Hoca, kendi çıkarlarını düşünen insanlara ve karşısındakileri aldatmaya çalışanlara iyi bir ders vermiştir. Benzer durumlarla günümüzde de karşılaşırız. İnsanların bitmek bilmeyen bencillikleri ve çıkar ilişkileri etrafımızı sarmış durumda. Oradaki kazan günümüzde kazanç olarak karşımıza çıkar. Çıkarlarını düşünen insanlar kazancın her türlüsünü mubah görürler. Ama bu kazanç ellerinden bir kere gittiği mi koparırlar feryadı. Durum ne olursa olsun karşımızdaki insanların iyi niyetlerini suistimal edip sürekli çıkar arama işine girmemeliyiz. Unutmayalım ki ilişkilerin en beteri çıkar ilişkisidir. Günümüzde birçok insan, yüzüstü bıraktığında veya yalnızlığa terk edildiğinde hemen küser. Bunda haklı sebepleri de vardır belki. Ve fakat Nasrettin Hoca tüm Akşehirliler kendisini yüzüstü bırakmasına rağmen onlarla küsmek yerine onlara önemli bir ders vermiştir. Fıkra şu: Timurlenk, Nasrettin Hoca’ nın köyüne uğrar. Köylü Timur’u layıkıyla ağırlar. Timur da giderken bu konukseverliğine karşılık “Köyünüze bir erkek fil hediyem olsun.” der ve gider. Fil bu, zamanla bağ bahçe koymaz, her yanı talan eder. Köylü ne yapsın,

36 •Ağustos’17

çaresiz Timur’un hediyesi diye ses çıkarmaz. Hocaya “Aman Hocam, perişan olduk, bizi kurtar, biz bu file bir şey yapsak Timur kellemizi alır.” derler. Hoca “Tamam.” der, “Timur ile konuşacağım ama bir şartım var; siz de arkamda duracaksınız.” der. “Tamam.” der köylü. Hoca önde, arkasında köylü, yola düşerler. Timur’un çadırına yaklaştıkça korkan köylüler tek tek Hoca’nın arkasından ayrılır. Timur, “Hoca niye geldin, filim nasıl?” diye sorar. Hoca “Padişahım, bu filiniz…” derken arkasına bir bakar ki kimse kalmamış, herkes kaçmış. Timur, “Ee, ne olmuş filime?” deyince Hoca, “Hediyeniz olan erkek filden çok memnun kaldık lakin yalnız kalmasından dolayı üzüntülüyüz, yanına bir tane de dişi fil istiyoruz.” diye cevap verir. Timur sevinir ve bu isteği yerine getirir. Hoca köye döner. Etrafına köylüler toplanır. “Hocam ne yaptın, hallettin mi meseleyi?” derler. Hoca gülerek “Sizin belanın dişisi geliyor.” der. Köylüler üzüntü içinde “Aman hoca, yaktın bizi.” diye feryada başlarlar. Hoca “Sizi ben değil kendiniz yaktınız.” der. Fıkrada da görüldüğü gibi halk Hoca’yı yalnız bırakmış, Hoca bu duruma karşılık onlara kıvrak zekâsı ile iyi bir ders vermiştir. Yüzüstü bırakmak kötü bir davranıştır. Adeta beraber dikilmiş bir binanın çöktüğü anda altında tek başına kalmaktır. Güveni kökten yitirirsiniz ve bu güven bir daha asla yerine gelmez. Siz siz olun, kimseyi yarı yolda ve yüzüstü bırakmayın.. Tüm bu olay ve değer yargılarında Nasrettin Hoca ve fıkralarından dersler çıkardık. Zaten Nasrettin Hoca fert ve toplumu her yönüyle çok iyi tanımış, insanların; aile, komşuluk, dostluk hatta ticari münasebetlerinde dahi gördüğü aksaklıkları düzeltmek ve insanlara nasihat etmek maksadıyla onları düşünmeye ve doğruya sevk etmiştir. Biz de günlük hayatımızda karşılaştığımız olaylarda, her şeyi kırıp dökmeden, sorunlarımızı böyle mizahi ve akılcı yollarla halledersek hem itibarımızı korumuş hem de karşı taraftaki insanları incitmemiş oluruz. Hoca’nın fıkralarını okurken hem gülüyor hem de ince düşünüyorsak ve artık bu durumu hayatımıza tatbik ediyorsak tabiri caizse her birimiz temsili bir Nasreddin Hoca oluyoruz demektir.


Gündem

İzzet ve Zillet Arasında Bir Mesele;

Mescid-i Aksa Merve MAHİTAPOĞLU

H

aftalardır yaşanan Mescid-i Aksa gerginlikleri ve sonrasında yaşananlar üzerine birkaç mülahaza… İlk olarak üç Filistinli gencin iki Yahudi polisi öldürmesinin ardından kendilerinin de orada şehit düşmesi ile başlayan perdede ikinci aşama, mescidin kapılarının güvenlik gerekçesi ile Müslümanlara kapatılması olmuştu. Daha sonra ibadete açılan mabedimizin kapılarında gördüğümüz manzara bize hiç de yabancı değildi… Mescid-i Aksa’nın tüm kapılarını kapatıp sadece Babu’l Esbat kapısının yakınındaki mescide giriş kapısını açan siyonist İsrail yönetimi, kapıların önüne X-rey cihazları koyarak kendi mabedimize onların kontrolünde girmemizi istiyordu. Haftalardır süren bekleyiş ve direnişte çokça yaralı ve şehitlerimiz oldu. Peki Filistinli Müslümanları, bu kadar bedel ödedikleri halde, cihazları kabul etmemeye ve asla kapılardan içeri girmemeye, alimleri ise içeride namaz kılmayı caiz göremeyecek fetvaya iten şey ne idi? 25 Şubat 1994 yılı, ramazan ayı… Siyonizmin vahşetini gözler önüne seren bir olay yaşandı. ElHalil şehrinde bulunan İbrahim Camii’nde Filistinli Müslümanlar sabah namazı için kıyamda iken, doktor bir Yahudi’nin kurşunlarına hedef olmuşlar, katledilmişlerdi. Birçok şehit ve yaralının olmasının yanında, saldırgan da olay yerinde orada bulunan iki Filistinli mücahit tarafından öldürülmüştü. Olay yerinden hastaneye götürülen yaralılara da yolda saldırı olmuş bazı yaralılar da yolda şehit düşmüşlerdi. Yaşanan bu katliamın ardından Siyonist İsrail Hükümeti bu vahşi katliamı sözde asla kabul etmeyip kınadıklarını

belirttikten sonra güvenlik gerekçesi ile mescidi kapatmış, yaklaşık olarak dokuz ay boyunca ibadete açmamıştı. Mescit açıldığında ise yaklaşık üçte ikisi sinagog olmuş, kapısına da X-rey cihazları yerleştirilmişti… Ayrıca yaş sınırlaması getirilmiş, kırk yaş altı olanların girmesi yasaklanmıştı. Olay tanıklarının ifadeleri ve bu yaşanan hadiseler neticesinde aslında çok iyi planlanmış bir senaryo olduğu çok açıktı. Müslümanlar neticelerini bilemedikleri bu senaryoya direnmedi yahut direnemedi… Bugün bizler zillet içerisinde kendi mabedimize Siyonist Yahudilerin kontrolü altında giriyoruz. Peki, şuan Aksa’mızın kapılarında olan şey nedir? Sizce de senaryo çok benzer değil mi? Dün Peygamberimiz Hz. İbrahim’in, eşi Sare annemizin, oğulları Hz. İshak ve Hz. Yakub’un bulunduğu mescidimize el koymak isteyenler bugün de mabedimize sizce neden el koymak istemesin? 1968-69 yılında Mescid-i Aksa’ya yaptıkları saldırının ve de çıkardıkları yangının jübilesi kıvamında olan bu son hamleleri Siyonist İsrail’in hedefini ortaya koymaktadır. Yıllardır süren kazı çalışmaları da bu hedefin bir parçasıdır. Dönemin başbakanı Golda Meir yaptığı açıklamada bulunduğumuz durumun vahametini ortaya koymaktadır: “O gece sabaha kadar uyuyamadım. Zannediyordum ki tüm Müslümanlar dört bir taraftan İsrail’e girecekler. Lakin sabah oldu ve korkulan olmadı… İşte o zaman idrak ettim ki; biz dilediğimizi yapabiliriz. Zira bu millet uyuyan bir millettir.” Eğer dün El-Halil katliamında, Mescid-i Aksa’ya yapılan saldırıda olduğu gibi direnmez, mücadele etmez isek, mabedimizin kapılarındaki cihazları kabul eder de içeriye girer isek, son kalemiz Mescid-i Aksa’mızın kontrolünü ellerine vermiş oluruz. Ve eğer bugün Mescid-i Aksa’yı koruyamaz isek yarın Kâbe’miz için çok geç olmuş olacak… Bu dava İzzet ve zillet arasında bir davadır. Dün zillete düştüğümüz bu davada, bugün İzzet-i İslam’ı yaşatma günüdür. Bugün Müslümanların uyanış ve diriliş günüdür…

Ağustos’17 • 37


Deneme

SORGULAMAK Meryem Sena ÖZTÜRK

Y

eryüzünde halife olarak yaratılmış bizler, nimetlerin en yücesi akıl nimetiyle donatıldık. Düşünme, akıl yürütme, analiz yapabilme, çevresine anlam verebilme, iyiyi kötüden ayırt edebilme, etik ve ahlaki değerlere sahip olabilme gibi birçok meziyet Rabbimiz tarafından bizlere bahşedildi. Bize lutfedilen aklın en önemli işlevlerinden birisi de sorgulamaktır. Akıl olgunun; vicdana, ahlaka, evrensel değerlere ve inançlarına uygunluğu sorgular. Akıl karşılaştığı meseleleri, hayat tecrübesi, birikimleri ve ön kabullerinin oluşturduğu süzgeçten geçirir doğru olduğuna kani olduklarını benimser ve yanlışları eler.

38 •Ağustos’17

Şüphesiz insanın en öncelikli öncülü fıtrat ve vicdandır. Yaratılıştan gelen iyiyi kötüden ayırt etme yetisi fıtrattan kaynaklanır. Vicdan ise bunun muhasebe edildiği yerdir. Vicdanını yitirmemiş ve fıtratını bozmamış birey mutlaka doğruya ulaşacaktır. Bu öncüllere bir de inançlar eklendi mi insan çok daha donanımlı ve pekişmiş bilgiye erişir. Söz gelimi adalet ve merhamet sahibi bir gayrimüslim adam, öldürmenin yahut hırsızlık yapmanın kötü olduğu kanısındadır ve bu kişi iman ettikten sonra bu kanısının ilahi onayına muhatap olur ve dolayısıyla ilk başta ulaştığı neticeye inancı artar. Yine düşünen birey, çevresine anlam verir ve yeni bilgiler üretmeye başlar. Bir de inanç sahibi olup aklını kullanmayan, düşünmeyen, sorgulamayan bireyleri düşünelim. Bunlar ezberci olur, empati yapmaz, karşısına ezberlerini yıkan bir soru geldi mi ne yapacağını bilemez. İnançları, onda sağlam bir temele oturmaz; mesnetsiz ve dayanaksız olur. Hal böyle olunca inançları pamuk ipliğine bağlıdır ve en ufak bir şüphede yerle bir olma ihtimali taşır.


Deneme Burada ilave etmeliyim ki sorgulamak denilince reddetmek, inkâr etmek gibi kavramlar akla gelebilir. Bahsettiğimiz şey bunların çok ötesinde bilinçli bir anlam verme faaliyetidir. Bir şeyi inkâr etme psikolojisiyle sorgulamak tam bir safsatadır. Bilakis sorgulamak yahut düşünmek kişiyi sağlam bir inanca götürecek birer yol arkadaşı olabilir. İslam’ın akıl yürütmeye karşı tavrını Kur’an ve sünnetten örnekler ışığında ele alalım. Malumunuzdur ki Kur’an-ı Kerim’de defalarca “Akletmez misiniz?” yahut “Düşünmez misiniz?” ibareleri geçer. Bu ayet-i kerimelerden anlaşılacağı üzere Rabbimiz bizi düşünmeye, akletmeye teşvik eder. İslam’da tefekkür, ibadet sayılabilecek ve kişiye sevap kazandırabilecek bir eylemdir. Allah’ın kudretini yarattıkları üzerinden düşünmek de tefekkürün en anlamlı halidir. Allah Resulü’nün hayatı incelendiğinde, sorgulamaya ve akıl yürütmeye önem verdiği gözlenecektir. Allah Resulü, sahabe-i kiram efendilerimizin soru sormalarına, yahut vahye taalluk etmeyen konularda itirazlarına önem vermiştir. Keza ağaçların aşılanmasıyla ilgili kararından ve Uhud Savaşı’nda Medine’de kalma fikrinden itirazlar sonucunda vazgeçmiştir.

Burada çok önemli bir hususu zikredip sözlerime son vermek istiyorum. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi düşünmek ve sorgulamak insanı insan yapan eylemlerdendir, ancak elbette her şeyde olduğu gibi bunda da bir sınır olmalıdır. Bilinmelidir ki her sorunun cevabı biz aciz kulların erişebileceği yahut dünyada anlayabileceği gibi değildir. Allah Teala özellikle gaibi meseleleri biz kullarına tümüyle açmamış, müphem bırakmıştır. İnsan ne kadar düşünürse düşünsün bunun bilgisine ulaşamaz. Yine Allah Teala’nın kendi zatıyla ilgili bize verdiği bilgiler sınırlıdır. Akıl bunun ötesini bilemez, çabalasa da ulaşamaz. Her şeyi düşünmek ve sorgulamak da yersiz bir çabadır. Kişi cevabına ulaşamayacağını bile bile bir şeyleri sorguladığında, vakit kaybetmekten başka bir şey yapmamış olur. Düşünmek ve sorgulamak güzel fiillerdir, lakin vicdan ve aklıselim bir şekilde olursa kişiyi hayra götürür. Bir şeyleri inkâr etmek, yıkmak niyetiyle yapılan sorgulamalar kişiyi çıkmaza sürükler ve farkında olmadan çevresindeki birçok şeyi yıkmasına sebep olur. Rabbim bizleri sorgulayarak, düşünerek hayatına anlam veren bireylerden eylesin. Amin

Ağustos’17 • 39


Yazı Dizisi

İSLAM’A KAVUŞMA – 9 Toleuzhan GALİYEVA

ALLAH, dağa göre kar, Güle göre diken Güce göre yük İmana göre imtihan verirmiş…

G

İmanla imtihan

ece boyunca kime ne söyleyeceğimi iyice düşündüm ve ertesi günü, yani sabah her zamanki gibi iş yerime gittim. Patron gelince gün boyunca yapılması gereken programları eline almadan önce hemen ona haber vermek üzere odasına izin isteyerek girdim. Ve… “Ömer Bey, ben Türkiye’ye gidiyorum.” dedim. Şaşırdı. – Hayırdır. Gezmeye mi? – Gezmeye değil, Ömer bey, ben okumaya gidiyorum. – Üniversite mi kazandın? – Hayır. – Peki, o zaman niye oraya gidiyorsun? Türkiye’de İslam ilimleri ile ilgili eğitim almak istediğim konusunu açtım ve sonrası uzun uzun ko-

40 •Ağustos’17

nuştuk. Bana, “Kime? Nereye? Nasıl gideceksin?” gibi merak ve şaşırma duygusuyla sorduğu soruların hiçbirine cevap veremedim. Çünkü gerçekten ben de nereye gideceğimi, kimlerle tanışacağımı, hangi okulda eğitim alacağımı bilmiyordum. Bildiğim ve inandığım tek şey, Allah beni bırakmaz, kötü veya yanlış yere yönlendirmez güvencesiydi. Allah’a olan bu güvenimin yanında, Türkiye’de tanıdığım sadece Kular arkadaşım vardı. Tek kişi olsa bile ona güveniyordum. Öyle güveniyordum ki Türkiye’de bana kötü bir şey olacağı endişesini taşımıyordum. Öyle bir durum şimdi olursa eğer… Belki bin soru sormuş olurdum. Zaten hadis var biliyorsunuz: “Müslüman; elinden ve dilinden başkalarına zarar gelmeyen kimsedir.” Ama o zaman böyle bir hadisin olduğunu nereden bilebilirdim. Dolayısıyla patron, benim yarım yamalak İslam’ı bildiğimi ve İslam konusunda çok eksiklerimin olduğunu bildiği


Yazı Dizisi için yanlış ve batıl düşüncelere sahip insanlarla karşılaşabileceğimi düşünerek çok korkmuştu. Çünkü bizde gençlerin ruhu aç olduğundan dolayı kim ne derse ona uyar, onların anlattıklarını benimser ve onların yolunu takip ederek sonunda ya gerçek anlamda İslam’la tanışır, mutlu olur, yada İslam’ı kendi amaçları doğrultusunda istismar ederek, kendi uydurdukları dini anlatan insanlarla karşılaşarak, İslam diye başka şeyler öğrenir ve ilimden istifade edemez. Kafası İslam’la hiç uyuşmayan düşüncelerle dolar, istediği İslami bilgiyi elde edemez. Bu yüzden Ömer bey, benim Türkiye’ye gitmemden endişe etmişti. Ayrıca farkı tarikatlara kul olurum diye gitmemi istemedi. Tekrar düşünerek kararımı duymak istedi. Hatta kendisi, bana, her yaz bir haftalığına Türkiye’de tatil yapmam için beni Türkiye’ye göndereceğine söz verdi. Bu teklif aslında cazibeli gelir her insana. Türkiye’de tatil yapmak, Kazakistan’da pekçok insanın hayalidir. Türkiye’yi görmek, televizyonlarda seyrettiği Türkiye ile ilgili haberler, filmler herkesin merakını artırıyordu. Halk her gün televizyondan Muhteşem Yüzyıl’dan başlayıp Çilek Kokusu’na kadar izlediği dizi filmleri seyrederek Türkiye’ye hayran kalıyorlardı. Gerçeğini görmek isterlerdi. Özellikle Boğaz Köprüsü, Kız Kulesi, Galata Kulesi gibi dizilerde meşhur yerler Kazakistan’da ün yapmakta. İnsanın aklına “Deniz kenarında bir evim olsun da benden mutlu kimse olmaz.” tarzındaki cümleler geliyor. Zaten Türkiye cennet gibi bir yer. Allah bilir daha TV’den nereleri gösteriyorlardı. Ama ablamla kaldığımız evde ne televizyon ne bilgisayar ne de internet vardı. Cahil miydik? Köylü müydük? Ya da ihtiyaçları dışında kalan maaşları biriktirip anne babasına yardım etmek isteyen evlat mıydık? Ömer Bey, kararımda bir değişiklik olmadan aynı şekilde Türkiye’de ilim öğrenmekte ısrarcı ol-

duğumu görünce benden sadece bir şey talep etti. O talebi yerine getirirsem işten ayrılmama razı olacağını söyledi. Şimdi kendimi övüyormuşum gibi olmasın ama benden, bana benzer bir kız elaman bulmamı istedi. Açıkçası ben de şaşırdım. Ne açıdan, hangi yönden benzesin, isteğini bilmiyorum ki… Bu talep üzerine bütün arkadaşlarımı aklıma getirmeye başladım. Düşüne taşına kime söyleyecektim. Üniversitede beraber okuduğumuz, beraber takıldığımız arkadaşıma söyledim. Tam isabet, o sırada şansıma o da iş arıyordu. İsmi Nargiza. Onunla anlaştık. Nargiza halen (2017) KATIAD’ta çalışmakta. Şimdiki görevi ise derneğin muhasebe işlerini yönetmek. Patronum çok ince düşünceliydi, endişe ediyordu. “Bu saftirik kız Türkiye’de Müslümanım diyen herkesi iyi bir insan olarak görür ve sonra pişman olur.” kanaatindeydi. “Bunun gözleri İslam ile kör olduğundan hiçbir şey düşünmez ve görmez.” diyerek, bana Türkiye’deki kardeşinin numarasını verdi. (Tabi sonrasında şimdiye kadar hiç aramaya ihtiyaç duymadım.) Bir şey olursa gece gündüz demeden ona haber vermemi söyledi.

Allah işte. Biz bilmeyiz, Allah bilir. O her şeyi isteyenin gönlüne koyandır. Yolu açık edendir. İlim öğrenme ile ilgili haberi çoğu kimseye anlatmadım ama duyan herkes “Sakın gitme, belki aldatırlar, oralarda ne olacak, kime ve nereye gideceğini bilmiyorsun.” gibi çeşitli korkutucu ifadelerde bulunuyorlardı. Lakin aklımdaki tek şey Allah ve ümidim İslam’ı, Kuran’ı öğrenmek olduğu için bu yorumlar umurumda bile değildi. Normal bir insan bu sözlerden sonra nereye gideceğini kontrol eder. Ben ise anormal birisiyim galiba. Ama bazen kör olmak işe yarıyormuş demek. İşin iyi yanı, hiçbir Ağustos’17 • 41


Yazı Dizisi şey onların söylediği gibi çıkmadı. Kiminle tanışırsam, görüşürsem hepsi çok ama çok iyilerdi. Sözle anlatılmaz, anca yaşanır. Nargiza görevini hızlı öğreniyordu. Akıllı bir kızdı. İşin vazifelerini göstererek zaman geçiyordu. Hayret. KATİAD’ta çalıştığım süreçte hiç gelmeyen iş teklifleri bu olaydan sonra art arda gelmeye başladı. Yüksek maaşlı iş teklifleri sanki beni bu davadan vazgeçirmek için gelmiş gibi oldu. Aslında bu bir imtihandı. Gerçekten bu davada istekli miyim? Samimi miyim? Yoksa Türkiye’yi görmek, gezmek ve tozmak mıydı amacım? Bu arada Türkiye’yi gezmek derken patronumun teklifleri arasında gezmek, görmek vardı zaten. Hedefim gezmek ise niye zamanı boşuna harcayayım ki, Ömer Bey’in dediği gibi hem Almatı’da iş yapar hem yazın tatile gitme teklifini kabul ederdim ve böylece iş biterdi, halledilirdi. Kârlı bir öneriydi. Hayır. Asla. Gezmek değildi hedefim. Sadece küçük bir şeydi isteğim. İlim öğreneceğim o kadar. Ama nereden bileyim, sonrasında sadece ilim öğrenmek gibi bir hedefin büyük hedeflere dönüşeceğini. Allah işte. Biz bilmeyiz Allah bilir. O herşeyi isteyenin gönlüne koyandır. Yolu açık edendir. Şeytanın askerleri saldırıya geçmişlerdi. Ordular halinde üzerime geliyorlardı. Derslerine iyi çalışmışlardı. Amaçladıkları maksattan hiç pes etmek istemediler. Ama ben de boş durmuyordum, dayanmaya ve güçlü olmaya çalışıyordum. Allah’a söz vermiştim. İslam dinini öğrenecektim ve yaşayacaktım. Dayanmak zor. Yüksek maaş almak herkesin hayalidir. Kim istemez ve sevmez parayı. Hele hele bizim gibi ülkelerde. Bizim gibi ülkelerde derken Rus sömürgesinden çıkan ülkelerin çoğunda demek istiyorum. Hepsinde düşük maaş. Başkanlar, bakanlar gibi devlet memurları hariç tabi. 42 •Ağustos’17

Muhammed Hamidullah boşuna dememiş: “Ortaya bir prensip koymak kolaydır, ancak bunun hayata geçirilmesi oldukça zordur.” Yok ya. Teklif edilen bu paraların ne önemi var ki! Cennet bedava mı ki? Tabi burada manevi anlamı kastediyorum. Nefisle savaşmak kolay değilmiş. Bazen o kazanıyor bazen de ben. Nasıl dayanmışsam. Bocalamalar başlamadan, henüz aklım başımdayken, artık Kular’ın çabuk gelip beni götürmesini istiyordum. Yoksa bu vesveseler galip gelecek.

Eski hayata vedaya az kaldı. Çok az... Sonuç olarak verdiğim son ve net karar: Ailemi, akraba ve arkadaşlarımı, çok sevdiğim işimi bile terk edip daha önce gitmediğim, görmediğim ülkeye, bilmediğim insanlara gitmeyi tercih ettim. Orada ne olacak, ne ile karşılaşacağım, ne yapacağım, kimlerle tanışacağım, bana bu teklifi yapanlar kimlerdi, hiç birini bilmiyordum. Bir Allah’a tevekkül ettim ve O bana kâfidir. Mumtehine suresinin onuncu ayetinde belirtildiği gibi: “Ey iman edenler! Mümin kadınlar hicret ederek size geldiği zaman, onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir.” Hayat imtihandır. Sabreden kazanandır. Bu dünya sıkıntıları gelir geçer. İnşallah. Kular nihayet geldi. Evimde misafir ettim, oturduk, sohbet muhabbet ederken bana şöyle bir soru sordu: “Belki de gittiğimiz yerde aç kalabilirsin, parasız pulsuz bir durumda olabilirsin, kaldığımız yeri beğenmeyebilirsin, canın sıkılıp aileni özleyebilirsin, hatta döndüğünde bu alanda iş bulamayabilirsin, peki hala istekli misin ve bunların hepsine dayanmaya hazır mısın?” İçimden şöyle düşündüm: “Yine bu sorular, terbiyesiz şeytan resmen beni caydırmak istiyor.” Şeytana inat olarak her şeye razıyım, yeter ki ilim alayım. Hiçbir şeyin


Yazı Dizisi beni ilim öğrenmekten vazgeçiremeyeceğini, anne babam bile olsa hiç kimse beni bu yoldan alıkoymayacağını söyledim ve sarıldık. Ayrıca benim yolculuk öncesi bir adamla görüşmem gerektiğini söyledi. Görüşeceğim hoca Hayrettin Öztürk idi. Adını soyadını söyleyince Türk sandım. “Türk mü?” dedim “Hayır. Kazak, biz ona Kazakça Kairat Aga diyoruz.” dedi. Öyle, Kairat Aga ile görüşmeye gidince gerçekten Kazak olduğunun farkına vardım. Türkiye’de yaşamasına rağmen Kazakça gayet iyi konuşuyordu. Hayran kaldım. Niye diyorsunuz. Çünkü Kazakistan’da nice Kazaklar vardır ki kendi ana dili olan Kazak dilinde konuşamıyorlar, Rusçayı tercih ediyorlar. Bazıları da kasten Kazakça konuşmak istemezler. İnsanlar farklıdırlar. Hatta bazılarına göre Kazakça konuşursa sanki köylü gibi gelirdi. Tabi şehirde, Kuzey ve Doğu bölgelerde yaygın dil Rusça olunca durum böyleydi. Biz de Abay Kunanbayev’in -Çağdaş Kazak edebiyatının kurucusu- ünlü sözü vardır: “Diğer (yabancı) dillerin hepsini bil (öğren), öz (kendi) diline hürmet göster (onur duy).” Sorun yok Rusça bil, konuş, ama bir zahmet ana dilini de aynı şekilde bil. Bu yüzden Hayrettin Hoca’ya saygılarımı sunuyorum. Daha sonraları öğrendiğim kadarıyla Hayrettin Hoca’nın ataları yıllar önce Kazakistan’dan Türkiye’ye göç etmişler. Hoca Türkiye’de İlahiyat Fakültesini bitirmiş. Başbakanlık Arşiv Genel Müdürlüğünde uzman olarak çalışmaya başlamış. Rusya’da komünizmin çöküşünden sonra bağımsızlıklarına kavuşan Orta Asya’daki Kazak, Türkmen, Tacik, Kırgız ve Özbeklerin yıllar içerisinde kaybettikleri İslami kimliklerini yeniden elde etmek için çalışmalar yapılıyordu. Hayrettin Hoca’nın tam on beş sene kesintisiz Kazakistan’da İslami çalışmalarda bulunduğunu, pek çok insanın gönlüne İslam’ı yerleştirdiğini, Kazakça bir İslam ilmihali yazdığını, yetim, fakir, kimsesiz talebelerin elinden tuttuğunu daha sonraları öğrenecektim. Bir yandan da Türkiye’de tanışacağım Vahap Yaman Hoca ile temasa geçerek Kazakistan’dan Türkiye’ye öğrenciler göndererek onların İslamı öğrenmeleri için çalışan birisi olduğunu öğrenecektim. Hayrettin Hoca da beni Türkiye’ye geldiğimde karşılayan ve halen de benim eğitimimle ilgilenen

ve İslami kimliği elde etmem için destekleyen ve kendisinin de hocası olan Vahap Yaman Hoca’nın teşviki ile Türkiye’deki görevinden ayrılmış, atalarının memleketi Kazakistan’a dönmüş, İslami çalışmalara başlamış, Kazakistan’da pek çok talebe yetiştirmiş, çok değerli bir hocaydı. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun. 2016 yılının başlarında rahmet-i rahmana kavuştu. Ancak bakın biz hala kendisinden hayırla bahsediyoruz. Yaptığı şeyleri aktarıyoruz. İslam’ı tebliğ etmedeki kararlılığını ve mücadelesini anlatıyoruz. Hayrettin Hoca’yı ilk gördüğümde beni çok ciddi hatta sert karşıladı. Bize dışı irmik kaplı dondurma (dondurmalı irmik helvası) ısmarladı. Utancımdan hatta korkudan yavaş yiyordum. “Çabuk ye, dondurman eridi.” deyince hızlanmaya başlamıştım. Hayrettin Hoca biraz zaman geçince şakalaşmaya başladı ve baktım ki göründüğü gibi korkunç birisi değilmiş. Hocayı sevmiştim. Bana detaylı bir şekilde anlatmasa da biraz bilgiler verdi. Türk halkını anlattı. Bizim normal olarak gördüğümüz, basit saydığımız bazı şeylerin onlar için ayıp olabileceğini, kültür farkı olduğunu belirtti. Barınma, kurs, ders ve başka konularının, beni karşılayacak olan hocalar tarafından ayrıntılı olarak anlatılacağını söyledi ve ayrıldık.

Rüya ise kimse uyandırmasın. Lütfen! Yolda giderken düşünüyorum, rüya gibi her şey. Şu an karşılaştığım ve bana anlatılan şeylere inanamıyordum. Rüya ise kimse uyandırmasın. Lütfen. Huzurumu bozmasın. Pembe gözlük takmış gibi mutluyum ben böyle. Alhamdulillah. Bu arada ben aileme gerçeği söylemedim. Daha doğrusu söyleyemedim. Çünkü beni anlamazlardı. Medyadan sayısızca terör örgütleri gösterilmektedir. Bunlardan ün yapan “Al-Qaeda”, “Taliban” gibilerinin yoluna gideceğimi sanacaklar ve korkacaklardı. Ancak kendim de zaten gideceğim yer hakkında hiç bilgim olmadığı için anlatamazdım. Onların anlamaları için zaman gerektiğini düşünerek söylemeye cesaret edemedim. O yüzden sadece üniversite bursunu kazandım haberiyle yetindim. Fakülteyi de uydurdum. Kendi alanımın devamı diyerek kurtuldum. Ailemin iyi tarafı mı diyeyim, kötü tarafı mı, yoksa bana olan güvenlerinin sonuAğustos’17 • 43


Yazı Dizisi cu mu, benim söylediğimin gerçek olup olmadığına yım diyorum ama orada kapanacaksam bu kıyafetdair kontrol etme ihtiyacını asla duymadılar. Yani lere gerek kalmayacaktı. Orada kapanınca giyecek benim sözüme inanacaklar o kadar. Evde her han- kıyafetlerimi alayım diyorum o da mevcut değil. gi bir konuyu hiçbir zaman böyledir şöyledir de- Sadece namaz kıyafetim var. Bir de kalem defteryip konuyu uzatmayız. Bir yere gitmek gerekirse lerim var. Ve bir de ben varım o kadar. Eşyaları“Baba, ben falan yere gidiyorum.” derim ve iş biter. mı hazırlama faslını bitirdiğimde Hayrettin Hoca Soru sorulmaz. Şimdi ise ne kadar yanlış bir durum aradı. Türkiye’ye bir emanet göndermek istemiş. diye düşünüyorum. İslam’da böyle bir şey yok, Yükümün ağır olup olmadığını sordu. Yaklaşık kızlar babalarına karşı öyle yapmaz. Artık öğren- altı ya da yedi kilo tutar deyince tamam dedi ve bir dik. Bu konu derin bir konudur. kızın daha bizimle geleceğini Her ne ise. İş yerimi hallettim, söyledi. Toplam olarak üç kız aileme de söyledim, her şey tagidecektik. Kular, ben ve yeni Yolculuğa hamamdır. arkadaş, Meiramgül. zırlıklar başladı… Aslında size bir sırrımı açaSabah yola çıkacağız. UçaValizimde nerdeyse yım. Bu yolculuk benim için ğımız altıda. Hayrettin Hoca hiçbir şey yok. Kısadece İslam öğrenmek için geç kalmamamızı tembih etti. yafetlerimin hepsini değildi. Bu yolculuk kendi haGece üç gibi havaalanına gitalayım diyorum ama yatımı değiştirmekti. Kendi yomeliyiz. Ablam uğurlayacak lumu bulmaktı. Eski yaptığım beni. Uyumam lazım ama uyuorada kapanacaksam günahlar, hatalar, yanlışlardan yamıyorum. Geceleyin sanki bu kıyafetlere gerek dönüp yeni bir hayata başlayıp gündüz gibi geldi, hiç ama hiç kalmayacaktı. Orada düzelmekti. İsterdim ki geçmişuykum yok. Alarm çaldı ve vakapanınca giyecek teki olup bitenler silinsin. Kısakit geldi. Bu anda benim içimkıyafetlerimi alayım cası eskiden ne varsa, ne yaşaden neler geçtiğini, bu yolculuk diyorum o da mevcut mışsam onu yok etmekti. ne amaçlı olduğunu, işin gerçedeğil. Sadece namaz Nasıl mı? Her gün Allah’ı ğini ablam bilseydi kalp krizi kıyafetim var. Bir de anarak kalbime huzur vermek, geçirirdi. kalem defterlerim var. hip hop, R&B şarkılarını dinVe bir de ben varım o Eski ben ile yeni ben aynı lemeyi bırakıp kulaklarımı olmamalıydı! Kur’an’la doldurmak, gözlekadar. rimi çeşitli gereksiz, bakmaGece olduğu için yanımızda mamız gereken görüntülerden arkadaşımız da vardı. Havaakorumak için gözlerimi kitap okumakla meşgul etlanında ablamla vedalaştık. Sonra ikisi gitti. Bekmek, ağzımı gıybet ve dedikodu yapmaktan uzaklerken Hayrettin Hoca’yı aradım. Yeni arkadaşla laştırarak, namazlı niyazlı olanlardan olmaktı. Eski görüştük. Tanıştık. Uçağa bindik. İndiğimizde bizi alışkanlıklarımı terk etme isteğimdi. Ülkemden gitkarşılayan kimdi? Türkiye’ye ilk gelişimde neler me sebeplerden birisi de buydu. hissettim? Gelir gelmez ezan ile ilgili yaşadığımız komik hatıramızın ne olduğunu bir sonraki sayfaCanım başörtüm. Hayalim. Aşkım başörtüm. mızda yayınlayacağız, inşallah. Diğer sebep ise başörtü konusudur. Canım ba“İslam, hidayete ermeden önceki bütün günah şörtüm. Hayalim, aşkım başörtüm... Dediğim gibi ve suçları silip götürür. Ve böylece yeni bir hayat bu gidişle eski ben ile geri dönüşte gelen ben aynı başlar.” diyen Muhammed Hamidullah’ın sözüyle olmamalıydı. Hem iç, hem dış, hem manevi, hem bitiriyor ve sizi Allah’a emanet ediyorum. ruhi, hem fiziki... Ne varsa hepsi değişecekti. Devamı bir sonraki sayımızda … Yolculuğa hazırlıklar başladı… Valizimde nerdeyse hiçbir şey yok. Kıyafetlerimin hepsini ala44 •Ağustos’17


Yazı Dizisi

Türkiye’de Sistem Dışı İslamcılığın Eleştirisi Dücane DEMİRTAŞ

B

ir toplumsal hareketin eğilimleri kendi coğrafyası ve zamanı dışında incelendiğinde

mellendirmesini temin eden arka plana sahip bunca

bize biri olumlu diğeri olumsuz iki olanak sunar.

hiç bir fikir vermeyecektir. Çünkü her toplumsal

Olumlu olanak, bu toplumsal hareketin kendi kül-

hareketin arkasındaki itici düşünce, kendisini ak-

türel coğrafyasında yarattığı dönemsel atmosferin

siyona dönüştürebilmek için doğal olarak gelişmiş

körlüğünden, yani iki rakamlı bir tarihin arasında

varlığını meşru kılacak bir başlangıç ve son fikri-

insanların düşündükleri, inandıkları ve savunduk-

ne, toplumu yeniden dizayn edecek mutlak bir din

ları şeylerin bu zaman aralığının hakikati oldu-

veya hayat yorumuna muhtaçtır. İşte bize göre, bir

ğu düşüncesinden uzak olmamızdır. Bir dönemin

hareketi kendi zamanı ve mekanı dışında değerlen-

toplumsal hareketlerini incelemek o dönemin fikir

dirmenin bize sunduğu olumlu olanak, bu hareketin

akımlarının kendi aksiyoner meşruiyetlerini sağla-

doğasını yorumlamak için böylesi mutlak bir dü-

mak için yarattıkları tarih, toplum ve din algısıyla

şünceye muhtaç olmamamızdır.

toplumsal hareketin neden var olduğuna dair bize

bizi yüzleştirecektir. Ve eğer biz sırf bu kültürel

Olumsuz olanak ise yalnız kendi tarihselliğin-

coğrafyanın içerisinde onları değerlendireceksek,

de açığa çıkacak bir kültürel coğrafyanın ve sırf o

bizi bakmaya mahkum ettikleri tarih, toplum ve

döneme ait bir kez daha tecrübe edilmeyecek tarih

din algılarından kurtulamayacağız, sağlıklı bir şe-

aralığının anahtar kavramları üzerinedir. Sıradan

kilde onları tahlil edemeyeceğiz demektir. Zira bu

bir yabancı yazarın üzerine çalıştığı bir coğrafya

toplumsal hareketleri sırf onları doğal olarak var

hakkında yazdığı makale ve analizlerden de an-

olmaya ittiği düşünülen kendi yarattıkları bakış

laşılacağı üzere bir olguyu kendi tarih ve zamanı

açılarıyla yorumlamak, her biri kendi ontolojik te-

dışında incelemek bizi hiçbir zaman tam manasıyla Ağustos’17 • 45


Yazı Dizisi

altında yatan manaları bilemeyeceğimiz bir kavramlar, anlamlar, söylemler, düşünceler deryasına itecektir. Çünkü aslında her düşünce bizim şimdi içerisinde olma imkanına sahip olmadığımız kendi eşsiz bağlamının bir ürünüdür. Ve bu bağlam, kendisi dışında ortak kullanılan bir kelimeye dahi hiç de benzer anlamlar yükleyemememizin asıl müsebbibidir. O halde, şimdi geçmişteki bir toplumsal hareketi değerlendirmek için kullanacağımız bir anahtar kelime ve kavram dahi sırf o dönemde sahip olduğu anlamsal gerçeklikten çok uzak şekilde bizim kendi dönemimizin yaratığı dil bağlamının mahkûmu olacaktır. Bu da içerisinde bulunduğumuz bağlamın yarattığı kelimelerle hiç de aynı koşulları paylaşmamış toplumsal hareketleri değerlendirmenin sebep olacağı anakronizm problemini karşımıza çıkarıyor. Kısacası her ne kadar mutlak yorum imkânsız görünse de yalnız kendi bağlamının yarattığı gerçeklik üzerinden yorumlandığında bir toplumsal hareketin şeması hiç olmazsa açığa çıkabilir, kendi kültürel coğrafyasında kendisini ifşa edebilir. İslamcılık düşüncesi salt bir reaksiyon duygusunun, karşılık verme hissinin ve 19.yüzyılın sonlarından itibaren İslam coğrafyasında ya yıkılmaya yüz tutan devletlerin ya da işgal edilmiş bölgelerin bir tepki hareketi olarak karşımıza çıkmaktadır. Her biri kendi bağlamında dönemsel ve mekânsal bir dizi farklılığı içerisinde barındıran birden fazla İslamcılık fikrine sahibiz. 46 •Ağustos’17

19. yüzyılın son çeyreği ve 20. yüzyılın ilk yarısında Mısır, Libya, Sudan, Hindistan, İran, Orta Asya ve Osmanlı İslamcılığı tecrübeleri, bizi tek, değişmez ve evrensel bir İslamcılık fikrinin önündeki en büyük engelin her bir coğrafyanın kendi ihtiyaçları etrafında bazen birbirine zıt dahi denebilecek şekilde bu düşüncenin içeriğini doldurma zorunluluğu olduğu fikrine inandırabilir. Örneğin sırf bir devletin beka ve hâkimiyet düşüncesi etrafında Osmanlı’nın son döneminde Abdülhamid ile İttihat ve Terakki’nin İslamcılığı arasında dahi mahiyet farkı görebiliyorsak aynı şekilde bu bizi işgal edilmiş toprakların bir diğeriyle hiç de benzer olmayan, özellikle Mısır ve Hindistan gibi İslam beldelerinin, kendi bağlamlarında açığa çıkacak İslamcılık fikirleriyle yüzleştirecektir. Doğrudan işgal kuvvetleri tarafından yönetilen bölgelerde açığa çıkan İslamcılık hareketleri, içerisinde direnme, başkaldırma ve yeni bir nizam yaratmaya dair bir dizi metafor geliştirmiş, “İslami” diye tanımlanacak yeni dünya görüşlerini kendi varlıklarını sistem dışı olarak gören modern fikir akımlarına karşı üçüncü bir yol olarak kurgulamışlardır. Buna göre bu “İslami düşünce”, siyasi olarak mağlup olmuş Müslümanların hem modern dönemin ideolojilerine karşı fikri bağımsızlıklarını yaratacak henüz temellendirilmemiş “Üçüncü yol”larının projeksyonunu hem de aynı anda yenilgilerinin sebeplerini ve muhtemel zaferlerinin koşullarını içeren bir ontolojik temel olacaktır. Bu düşünce tam da bu sırada benzer bir tepkime hareketi olarak ortaya çıkacak “dinin özüne/ Kuran’a” dönme fikriyle yeni bir “İslami nizamın” hangi temellere sahip olması gerektiği karmaşası üzerine mecz olacaktı. Hem siyasi hem de fikirsel olarak bu “yeniden öze dönme” düşüncesinin kendisine en ateşli şekilde 20.yüzyılın ortasında itibaren Mısır, İran ve Hindistan’da karşılık bulduğu görülüyor. Müslümanların hem modern bir devlet nizamı yaratma hem de Batı’nın durdurulamayan fikirsel gelişimleri karşısında geri veya yarış dışı kalmaları


Yazı Dizisi Bu durum Müslümanların kendi coğrafyalarıntemelini aramaya itecekti. Bu dönem, aynı anda da sistem dışına itilmelerinin sonucu denilebilecek hem toplumu ve devleti yeniden şekillendirmek sırf alternatif olarak tasarlanan modern bir “İslami” için Kuran’ı kaynak metni olarak görecek İslam- düşünceyi karşımıza çıkarmıştır. Zira, örneğin en cı hareketlerin, hem de bunun aksine modernitey- açık şekilde İran’ı göz önünde bulundurduğumuzle uzlaşma yoluna gitmek için yine Kuran’ı dinin da, bir devrim yada toplumsal değişim vasıtasıyla yegâne kaynağı olarak görecek, preprotestan diye- bu İslami düşünce vücut bulduğunda her ne kadar bileceğimiz hareketlerin filiz verdiği periyoddur orijinal ve otantik bir özü içerisinde barındırıyor gibi görünse de aradan geçen vakit bize bütün bu denilebilir. Her iki hareket de işgal edilmiş toprakların bağ- düşüncelerin “ayırt edici unsurlarının” zorunlu olalamında kendisine radikal bir değişim talebiyle kar- rak modern devletin normları altında ezildiğini ve şılık bulmuştur. Bizim ilgilendiğimiz birinci grup alternatif olarak sunulan kabiliyetinin aslında hiçbir zaman hayat bulmadığını için, ilk önce işgal yönetiminin göstermektedir. veya onların miras bıraktıkları “Şer’i Düzen” Görülen o ki, çağdaş ideosömürge valilerinin gayrimeşlojilerin insan, toplum ve eşya ise Allah’ın kitabında ruluğunu tanımlayacak bir dizi hakkında sınırsız yeni yorumlave peygamberin yakavram ve kelime hem Hz. Peyrı ortaya koyduğu bir dönemde şantısında aktarıldığı gamberin yaşantısından hem bu modern “İslami” ideoloji de üzere İslami usul ve de doğrudan Kuran’dan temin bir mağlubiyet psikolojisiyle esaslara dayalı bütünedilerek yeni bir anlamla kenİslam’ı konuşturacağı yeni topcül bir hayat anlayıdi bağlamlarına sunulmuştur. lum ve insan tasavvurlarını yaşıdır. Bunun için ilk Yine Müslümanların içinde ratmıştır. Bu sayede işgale karşı önce İslam’ın ilk şartı bulunduğu bu zorlu koşullar dini meşruiyet, kendisine sırf gereği tüm otoritelere Hz. Peygamberin yaşantısı ve bir ihtiyaç olarak ortaya çıkan karşı “la” denilmeli, Kuran’dan örneklerle tasvir İslam’ın yeniden yorumlanması daha sonra tek hüküm edilmiştir. Bu sayede yönetime düşüncesinde karşılık bulacakkoyucu otorite olarak karşı direnişin meşruiyeti, doğtır. Denilebilir ki çok da sağlıklı Allah tanınmalıdır. rudan bugünün koşullarıyla özgörülemeyecek bu İslamcılık deşleştirilen İslam’ın kaynaklaanlayışının bu coğrafyalarda rıyla temellendirilmiştir. hayat bulması için haddinden Bu, özellikle modern devfazla sebep vardı. Her biri kendi bağlamının yalet algısının işgalci kuvvetler altında tanımlana- rattığı işgale karşı çaresizlik ve modernitenin 20. cağı Mısır, Hindistan ve İranlı Müslüman halkın yüzyılın yarısına değin süren fikri karmaşasına kar“sistem”e karşı tavizsiz ve yeni nizamı savunan şı cevap verme hissinin bir sonucu, bu koşullarda İslamcılığı benimsemesini kolaylaştıran bir unsur vücut bulması makul bir tepkisel hareket olarak olarak görülebilirdi. düşünülebilir. Fakat bize kalırsa Türkiye’deki sisÖzellikle İran ve Mısır’a baktığımızda bu yeni tem dışı İslamcılık hareketleri için aynı şeyi söyle“İslami öze dönüş” düşüncesinin hayat bulacağı yemeyiz. Zira Türkiye’de sistem dışı bir dini-siyasi yeni sisteme dair birçok entelektüelin eserlerini hareket 1920’lerden bugüne kadar geçen sürenin görebiliriz. Bunlar yalnızca “İslami” bir devlette bağlamı dikkate alındığında doğal bir sonuç değil, vücut bulacak “İslami siyaset”, “İslami ekonomi”, ancak var olmak için zoraki kendi suni koşullarını yaratan bir tüp bebek olarak değerlendirilebilir. “İslami diplomasi” gibi konu başlıklarını içerir. onları sırf inançlarına dayanan bir alternatif yolun

Ağustos’17 • 47


Yazı Dizisi Osmanlı ve Cumhuriyetin özelinde varlığını gösterecek ilk siyasi İslam düşünceleri kendilerine sistem içinde devletin bekası ve hâkimiyeti etrafında bir karşılık bulacaktı. Örneğin Abdülhamid’in İslamcılığı, halihazırda paramparça olmuş ve yıkılmasına ramak kalmış geniş coğrafyası içerisinde farklı etnik grupları barındıran bir devletin pragmatist tutucu politikasından ibaretti. Yine İttihat ve Terakki ile erken Cumhuriyet dönemi İslamcılık düşüncesinin, kendisine, daha kısıtlı bir coğrafyada milli bir İslam fikriyle devletin bekası ve kurulu nizamın korunması etrafında karşılık bulduğu görülüyor. Terakkiperver Fırkanın yanı sıra Türkiye’de bu dönemdeki etnik Kürt hareketleri dahi İslamcılık düşüncelerini “hilafet” yani Müslümanların iyi-kötü sahip oldukları bir nizam üzerine temellendiriyorlardı. Yine İslamcı grupların devlet tarafından bastırılıp sindirildiği bir periyot aralığından sonra,

48 •Ağustos’17

devletin bekasını kendi sınırları dışında İslam coğrafyası ve kadim tarihi bağlarında gören siyasi söylem merkez sağda kendisine yer bulacaktı. Adalet Partisi ve Milli Selamet Partisi özelinde halk tarafından ilgiyle karşılanan din ile mecz olmuş bir milli kültür, bu dönemde ciddi bir etki yapacaktı. İslamcı söylemleri fazlasıyla içinde barındıran bu dini-milli kültür, kendisini tarihte kökleri olan bir devlet geleneğinin unutulmuş bir parçası olarak tanımlayacaktı. Sistem içinde sistemin bekasını gözeten bu İslamcılık anlayışı bizzat devlet tarafından baskı altında tutulup ortadan kaldırılmaya çalışılsa da yeniden oluşan her varlığını yine devletin bekasının gerekliliği ve hakimiyetiyle temellendiriyordu. Hiçbir zaman varoluşunun bağlamı sisteme karşı radikal ve yıkıcı bir hareketi meydana getirmiyordu. Bunu iki örnekle daha iyi tespit edebiliriz. Birincisi değinildiği üzere DP’den sonra merkez sağ partilerin söylemlerinde görülecek din ile iç içe geçmiş bir dizi milli söylemin siyasileşmesiydi; Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi, Milliyetçi Cephe/Hareket Partileri ve ilk dönem sivil toplumcu AK Parti bunun örnekleri denilebilir. Hatta bazen 1980 darbesi örneğinde olduğu gibi darbe yönetimi dahi bu dini-milli söylemi ve motifleri devletin bekası ile toplumsal nizamın korunması için kullanılması elzem ya da elverişli bir araç olarak görmüşlerdir. İkinci örnek ise doğrudan siyasi kimliğini devlet geleneğinin devamlılığı ve İslam ile bir anılmak için yeniden kurgulanan milli tarih anlatımı etrafında şekillendirecek Milli Görüş hareketidir denilebilir. MSP, MNP, RP, FP ve SP örneklerinin her biri bizi açıkça bu milli tarih ve İslam düşüncesinin, sistemin devamlılığı için elzem olduğu fikrine inandırmaya çalışmakta. Fakat Erbakan’a göre bu düşünce “kadayıfın altı kızarmadan” yani devletin beka sorununun bir parçası olarak görülmeden gerçekleşmeyecekti. Belki de bu yüzden defalarca partisi kapatılmasına karşın sistem dışına çıkmayacak, 28 Şubat döneminde askerler tarafından bizzat devletin beka sorunu haline getirilen şahsını ve par-


Yazı Dizisi tisini dahi “rejim tehdidi” rolünden kurtarmak için restleşmek ve meydan okumak yerine geri plana çekecekti. Türkiye’de bazı sistem dışı İslamcı hareketlerin ise en belirli özelliği bu kültürel coğrafyada kendi bağlamlarının zorunlu kıldığı toplumsal değişim ihtimallerini göz ardı ederek sürekli yabancı sayılacak tecrübeleri benimsemeye çalışmalarıdır. Radikal değişim talebi, mevcut devlet ve toplum kurumlarına karşı tavizsiz bir İslam anlayışı ve uzun vadeli yumuşak tedrici geçiş süreci yerine daha cazip gözükecek bir devrim hareketi bu grupların gündemini oluşturmuştur. Bu grupların düşünceleri açıkça çevreden ithal, sistem karşıtı, yıkıcı ve tahripkâr niteliklidir. Devlet net şekilde kendi aygıtlarını kontrol edenlerle özdeşleştirilmiş, sosyal düzen ve nizamı sağlayan doğal/insani bir toplumsal kurum yerine tesis edilecek alternatifi olmadan öcüleştirilmiş, şeytanlaştırılmıştır. Sıklıkla karşımıza İslam’ın emrettiği “İlahi” ve Allah’ın hükümlerini reddeden kişilerin “beşeri” düzen ayrımı çıkmaktadır. Buna göre Kur’an, 56 küsur hüküm ayetiyle dahi modern bir devletin temelini oluşturabilecek indeks metni aynı zamanda anayasa kitapçığıdır. “Beşeri düzen”; “tağuti” ve muhtemel toplumsal adaletsizliklere kapı aralayacak, insanı köleleştiren, şeytani ve yıkılması için canla malla başkaldırıp “cihad” edilmesi gerekilen bir sistemdir. “Şer’i Düzen” ise Allah’ın kitabında ve peygamberin yaşantısında aktarıldığı üzere İslami usul ve esaslara dayalı bütüncül bir hayat anlayışıdır. Bunun için ilk önce İslam’ın ilk şartı gereği tüm otoritelere karşı “la” denilmeli, daha sonra tek hüküm koyucu otorite olarak Allah tanınmalıdır. Otoriteye başkaldırının bu bazı sistem dışı İslamcı grupların literatüründeki anlamı ise mevcut rejimi toplumsal destekli ya da desteksiz acilen bertaraf etmektir. Zira sistem içi siyasi değişim talebi, yalnızca bu “tağuti rejimin” bir oyuncağı olmak, “kafir/müşrik/ zalim/tağut/şeytan”ların satranç tablosunda piyon olmaktır. Sırf bu düşüncenin parçası olan “dar’ul harb” söylemi vasıtasıyla kaçak elektrik kullanımı,

camilerden halı çalma, araç gasp edip galeri açma ve devletten vergi kaçırma gibi vukuatları aşırı görecek olursak Türkiye’deki bazı grupların sistem dışı İslamcılık düşüncesi, takipçilerine, toplumsal düzene ve devlete karşı mihenk taşı olmayan bir infial durumunu benimsetmiştir. Daha da dramatik olan, genellikle İran ve Mısır’dan ithal edilecek bazı grupların bu merdiven altı modern “İslami” nizam söylemlerinin Türkiye’nin bağlamında sıradan insanlar/halk ile bu gruplar arasında hiç de ilmi bir karşılığı olmayacak elitist bir uyumsuzluk yaratmasıdır. Bu durum preprotestan Kurancılık anlayışının da hızla yaygınlaşmasıyla kendisini “sıradan Müslümanlar”la bir görmeyecek bazı jakoben İslamcıların üreteceği yeni bir kelime havzasını yaratacaktı. “Sorgulayan Müslüman”, “muvahhid”, “İbrahimi direniş”, “Muhammedi yol”, “indirilen din”, “Kur’ani hayat” gibi kavramların temeli sırf samimiyetle yaratılan “ yeniden öze dönüş” düşüncesinin yanı sıra aslında bazı grupların tepeden inmeci dini elitizm söylemleriyle de ilişkiliydi veya bu gruplar tarafından kullanıldı. Cuma namazlarına katılmamaktan devlet memurlarını küfürle itham etmeye, geleneği koşulsuz olarak reddetmekten kapalı bir grup içerisinde sürekli tekrar edilecek bir dizi program düzenlemeye kadar bu jakoben, protestan, sistem dışı İslamcılık anlayışı toplumla hep bir doku uyuşmazlığı problemi yaratacaktı. Fakat Türkiye’de olaylar hiç kimsenin öngördüğü şekilde gelişmedi ve Erbakan’ın kendisini bir rejim tehdidi olarak sistem dışına itilme olasılığından kurtardığı Milli Görüş hareketinin genç muhalif kesimi sivil toplumcu bir kimlikle iktidarı tek başına ele geçirdi. Tam da burada, Erbakan’ın “Kadayıfın altının kızarmasını bekleyeceğiz.” sözünden mülhem, yani sistem içi İslamcılığın devletin bekasının bir parçası haline gelmesini bekleyen, bu sırada ise ekonomik, siyasi ve sosyal istikrar sayesinde çok ciddi bir toplumsal destek bulacak AK Partinin ikinci dönemini görmekteyiz. Ağustos’17 • 49


Yazı Dizisi

Devlet mekanizmasını elinde tutan azınlık Kemalist/ulusalcı ekiplerin bu hareketi, tıpkı 28 Şubat’ta yaptıkları gibi, bir rejim tehdidi kategorisine sokmalarını engelleyecek yegane unsur ise aslında üstü kapalı sistem içi siyasi İslam söyleminin iktidarı süresince elde edeceği toplumsal destekten başka bir şey değildi. Bugün, yani Ak Partinin üçüncü döneminde ise, açıkça sistem içi İslamcılığın neredeyse tüm söylemlerinin, devletin bekasıyla doğrudan ilişkili hale gelip vazgeçilmez unsurlar olduklarını görmekteyiz. Yeniden kurgulanan milli İslam modeli, iç ve dış politikada sloganlaşan dini söylemler, dindar nesil, sırf bu amaca hizmet eden yurt içi ve dışındaki yeni devlet kurumsallaşmaları bize bunu göstermekte. Bunun yanında, şu gelinen süreçte hem Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Ortadoğu’da hem de Afrika ve Orta Asya’da Türk dış politikasının uzun vadeli konsepti, kurgulanan bu milli ve dini söylemin karşılık bulacağı hinterlant ile çizilmektedir. Sistem içi İslamcılık bugün hangi hükümet başa gelirse gelsin devletin dış politikadaki arka planını oluşturmaya devam edecektir. İçeride de ekonomik, sosyal ve siyasi istikrarın kendisiyle özdeşleşmek zorunda olduğu bir 50 •Ağustos’17

İslamcılık tecrübesi yaklaşık on yıldır yaşanmaktadır. Yani benzer şekilde bugün Türkiye’nin iç siyasetinde bu dini-milli söylemi gözardı ederek iktidar olabilecek herhangi bir parti gözükmemektedir. Bizim eleştirimizin nihai kısmı ise, hükümetin son dönemde özellikle dış politikada açıkça takındığı bölgesel İslamcı yanlısı politikaları ne zaman devletin pragmatizmiyle çakışırsa kendisini tekfir etmeyi bekleyen hali hazırdaki sistem dışı İslamcılığın varlığıdır. Bize göre dış ve iç politikada bir devletin pragmatizminin yöneticilerini almaya zorladıkları kararlar sebebiyle bu mahallenin dışından, el malı muamelesi yaparak tekfir etme kolaylığı yerine daha sorumlu davranılabilir. Sistem içi İslamcılığın işte en büyük gayesi devlet pragmatizmiyle, İslam coğrafyası ve mazlum beldelerinin kaderlerini birleştirmekten, toplumsal huzur ve istikrarı devletin yeniden beka problemiyle özdeşleştirmekten başka bir şey olmamalıdır. Örneğin son dönemdeki bölgesel gelişmeleri göz önünde bulunduralım. Açıkça görülmektedir ki Ortadoğu özelinde Türk dış politikası Nahda, Müslüman Kardeşler, Hamas ve bu kuruluşların destekçisi Katar etrafında konsept üretmektedir. Her ne kadar Tunus dışında Libya, Mısır ve Suriye’de bu konsept başarısız olsa da Türkiye bölgedeki siyasi İslamcılığın hamiliği politikasını sürdürmektedir. Çünkü her bir kuruluş uzun vadede Türkiye’nin bölge üzerindeki nüfuzunu hissettirecek toplumsal taban ve desteğe sahiptir. Yani bu bölgelerdeki İslamcılığın desteklenmesi Türk dış politikasının bir beka problemi olmuştur. Şimdi tam da böylesi bir durumda devlet pragmatizminin gerektirdiği her stratejik kararı ihanet ile nitelemek ancak sistem dışı İslamcılığın sorumsuz pişkinliğinden ibarettir denilebilir.


İnceleme

Orta Asya’da Sınırların İhdası veya Ulusların İnşası (1) Yunus BAĞIRMAZ

a) Devrim Sonrası Sovyetlerin Genel Durumu:

S

ovyet yönetimi ile Almanya arasında 3 Mart 1918’de imzalanan Brest-Litovsk Antlaşması Rusya için felaket anlamına gelen çok ağır hükümler içeriyordu. Bu antlaşmayla Ukrayna, Finlandiya, Litvanya, Estonya ve Letonya bağımsızlıklarını kazanırken, Transkafkasya’nın bir kısmı Türkiye’ye verildi. Özetle Rusya, yüklü miktarda savaş tazminatı ödemenin yanında, toplam nüfusunun % 26’sını, işlenebilir toprağının % 27’sini, ortalama tarımsal üretiminin % 32’sini, demir yolu ağının % 26’sını, üretim sanayilerinin % 33’ünü, demir sanayisinin % 73’ünü ve kömür yataklarının % 75’ini kaybetti. Başka bir tabirle Rusya; 60 milyon kişi, 5 binden fazla fabrika, imalathane ve rafineri kaybetti.1 Her ne kadar bu antlaşma tam olarak uygulanmasa ve Ukrayna geri alınabildiyse de Rusya tolumu çok ağır koşullarla yüz yüze kaldı ve devamında ülke iç savaşa sürüklendi. Bu süreçte tüm düşmanlarını kızıl teröre tâbi tutan Bolşevikler için en büyük tehlikeyi Beyaz Hareket oluşturuyordu. Sovyet yönetimi, Devrim karşıtı silahlı muhalefetin de ortaya çıktığı bu

yıllarda “savaş komünizmi” olarak da adlandırılan radikal bir program izlemiştir. Beyaz Karşı Devrimci Hareket desteğini ordu subaylarından, Kazaklardan, burjuvadan, büyükçe bir lise öğrencisi kesimden ve eğitimli gençlerden, aşırı sağcılardan sosyalist devrimcilere kadar birçok farklı gruptan alıyordu. Sovyetler merkezi yerlerde görece kontrolü elinde bulundursa da sınır noktalarında karşı devrimci hareket oldukça etkin çalışmaktaydı. Bu kapsamda karşı devrimcilerin daha geniş fırsatlara sahip olduğu, güneydeki Don, Kuban ve Terek bölgelerinde yerel anti-Bolşevik Kazak yönetimleri kuruldu. Benzer şekilde Orenburg ve Ural Kazakları da Kızıl Moskova’ya karşıydı. Beyaz Hareket irili ufaklı noktalarda mesafe kat etti ancak savaş komiseri Troçki’nin Kızıl Orduyu yeniden yapılandırmasıyla rüzgâr tersine esmeye başladı ve 1920 sonlarında Beyaz hareket tamamen yenilgiye uğratıldı.2 Böylelikle içerideki asayişi yavaş yavaş sağlayan Sovyet yöneticilerinin ele aldığı ilk konulardan biri Müslümanlar meselesiydi. Bolşevik Parti, kültürel geriliklerini gerekçe göstererek

Ağustos’17 • 51


İnceleme

Lenin ve Stalin

Müslümanları komünist olmaya yatkın görmüyorlardı. Bu yüzden Sovyetlerin bu milletlere bakışı şüpheci ve kontrolcüydü. Aslında Lenin Müslümanlara karşı bu ilgisizliğin yaratacağı potansiyel tehlikenin farkındaydı ve bu tehdidin bertaraf edilmesi amacıyla ilk önce Sultan Galiyev’in de katıldığı ‘Müslüman İşleri Merkez Komiserliği’ kuruldu(1918). Yine aynı yıl, çok kısa süre ayakta kalan ‘Müslüman Sosyalist-Komünist Partisi’ kuruldu. Bu esnada da Azerilere kendi ulusal komünist partilerini kurma izni verildi. Ancak 1918 yılının ilk aylarında ortaya çıkan Müslüman milliyetçi hareketler ve bununla beraber Müslümanlarla Beyaz Hareket arasında dayanışma görülmesi, Basmacılar’ın isyanı, Bolşevikler’in sömürgecilikle itham edilmesi tehlikesinin ortaya çıkması ve son olarak da Türkiye, İran, Hindistan gibi ülkelerin bu coğrafyaları karıştırmaya yönelik potansiyelleri, Lenin’in Bolşevikleştirme siyasetini bir kere daha düşünmesine ve bu amaçla tesis edilen birçok kurumun tedricen lağvedilmesine sebep oldu.3 Lenin’in Bolşevikleştirme politikası sekteye uğrayınca Komünistler, Çarlık dönemi alternatiflerine yüzünü çevirdi. Bu alternatiflere göre Bolşevikler ya Müslümanların dini bir cemaat olarak mevcudiyetlerini korumalarını sağlayacaklardı ya da bu milletler üzerinde etnikleştirme kozunu oynayacaklardı. Stalin’in de büyük etkisiyle komünistler ikinci seçeneğe yöneldiler.4

b) Sovyetlerin Milliyetler Siyaseti ve Orta Asya’ya Yansımaları Gerek Lenin gerekse de onun selefi Stalin, Orta Asya özelinde bakıldığında, Rusya’nın nüfuzunun 52 •Ağustos’17

genişletilmesi ve Komünist Partinin etkisinin güçlendirilmesi meselelerini bilhassa “Müslüman sorunu” üzerinden okumak için yeter sayıda gerekçeye sahiptiler. Bu bağlamda İslam’ın Orta Asya ve diğer Müslümanlar arasında güçlü bir siyasal kimlik olduğu konusunda ataları Çarlık Rusya yöneticileriyle hemfikirdiler. Nitekim Çarlık rejiminin resmi evraklarında “Müslüman” terimi birçok vesileyle yer alırken, Özbek, Kırgız, Tatar gibi adlandırmalar kabilevî oluşumlar olarak görülmüş, bununla beraber söz konusu bu terimleri kullanmak çoğunlukla uygun görülmemiş ve çok belli belirsiz kullanılmıştır.5 Orta Asya halklarına yönelik etnik siyaset kozunu devreye sokan Bolşevikler, 1920’li yıllarda Rus egemen bir Sovyet Birliği’nin kurulması adına sıra dışı bir ulus inşası sürecini hayata geçirdiler. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği düşüncesi ise RSFSC’nin (Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti) de diğer üye cumhuriyetlerden biri olarak müdahil olacağı şekliyle, 1922 yılı itibariyle şekillenmeye başladı. Ulus inşası süreci, etnografların, büyük çoğunluğu kendini ulus olarak görmeyen etnik grup ve azınlıkları sınıflandırmalarıyla başladı. Bu kapsamda azınlık grupların dil ve kültürleri ile beraber yerli siyasi seçkinlerin desteklenmesini öngören çeşitli programlar hazırlandı. Söz konusu bu programlar, Stalin’in tabiriyle; “biçim olarak ulusal, içerik olarak sosyalist” olan cumhuriyetler ve özerk bölgeler kurmak üzerine tasarlanmıştı. Takip edilen bu yöntem Sovyetler Birliği’nin “ulus devleti aşkın” bir örgütlenmeyi teşkil ettiğini iddia etmesi ve birçok kez “ulusların bir tek Sovyet halkında kaynaşması” söylemini kullanması bakımından oldukça çelişkiliydi.6 Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği(SSCB) 30 Aralık 1922’de resmen kurulduğunda, RSFSC’nin yanında; Beyaz Rusya, Ukrayna ve Transkafkasya federasyonlarına yer verilmişti. Orta Asya’da yaşayan Türk kökenli topluluklar da Rusya Federasyonu bünyesinde yer aldılar. SSCB’yi meydana getiren birlik cumhuriyetleri, bu cumhuriyetlerin bünyesinde yer alan özerk cumhuriyetler ve bölgeler ile ulusal alanlar ilk kez 1924 anayasası ile şekillendirildi. Sovyetler Birliği dağılmadan önceki son idari yapı da 1936 anayasasıyla tesis edilmişti.


İnceleme Sovyetler Birliği’nin kuruluş aşamasında Bolşeviklere en uzun süre direnen grup Basmacılar hareketiydi. Basmacılar hareketi dışında direnen Müslüman ve Türk kökenli muhalif şahsiyet ve oluşumlardan bazıları; Milli Müsavat Partisi lideri Mehmet Emin Resulzade başkanlığındaki Azerbaycan Milli Devleti, Zeki Velidi Togan önderliğindeki Başkırdistan Cumhuriyeti, Volga Tatarlarının toprak esasına dayanmayan(extra-territorial), buna rağmen bütün Tatarları kapsama iddiası taşıyan ‘yönetimde kültürel özerklik projesi’, Kırım’da Milli Fırka hükümeti ve Kazakistan’da 1916 yılında kurulan Alaş Orda Partisi’nin devrimden sonra gerçekleştirdiği ve halk arasında meşruiyet sahibi olan özerk yönetimidir.7 Yeni ulusların inşa edilmesi kapsamında sınırların titizlikle tasarlandığı bu süreçten nasibini alan en önemli coğrafya Orta Asya oldu. Çarlık dönemiyle başlayan ve Sovyetler döneminde nihaî halini alan etnik milliyetlerin inşası süreci, ‘tepeden inme’ modernleşme/modernleştirme modelinin bir örneğiydi. Bu bağlamda Orta Asya’da modernleşme sürecinde esas itici güç Sovyet Rusya olsa da bu coğrafyada etnilerin “icat edilişi” ve etnik kimlikler vasıtasıyla milliyetçiliklerin yükselmesi; bununla beraber, toplumsal ve siyasal sekülerleşme gibi olguların vuku bulması ile meydana gelen uluslaşma ve ulus-devletin ortaya çıkısı süreçleri, Orta Asya’nın modernleşme serüveniyle de çok sıkı bir biçimde ilişkilidir. Bu sürecin ilk tohumlarının Çarlık Rusya zamanında atılmış olmasının esas gerekçesi de Orta Asya’da Batı’yı tanımış, modern anlamda aydın tabakanın yetişmesinin bu döneme rastlamasıyla ilişkilidir.8 Bununla beraber ‘ulus inşası’ süreci, Çarlık Rusyası ile Sovyetler arasında süreklilik arz eden temel hususlardan birini teşkil etmiştir. Nitekim mevcut bütünlerin bölünmesi ve bunlardan yeni ulusal yapıların suni olarak devşirilmesi şeklindeki yapılandırma yöntemi Çarlık yönetimi tarafından başlatılmıştır.9 Bu bakımdan Stalin’in izlediği yolda Çarlık Rusyası’nın milliyetler siyasetinden ve bilhassa da Çarlık Rusya’nın etnik siyasetinde önemli bir rol oynayan, bir dönem Kazan Türkoloji Enstitüsü Müdürlüğü de yapmış, Ortodoks misyoneri Nikolai Ivanovich Ilmniskiy’nin dil ve eğitim

konularındaki fikirlerinden oldukça etkilendiğini söylemek mümkün. Ilmniskiy; “…Yabancı milletlerin eğitilmesi ve bunların Rusya’nın ruhuna yakınlaştırılması, istikbâl için büyük siyasî önemi olan bir vazifedir… İnanç ve dil bakımından Ruslarla kesin olarak kaynaştırılmaları, yabancı milletlerin eğitim sisteminin erişmek istediği son amaç olmalıdır.” sözleriyle Türkistan’ın Ruslaştırılması siyasetine fikir babalığı yapmanın yanında, sonraki süreçte Sovyetler tarafından yürürlüğe sokulacak olan, ‘ortak bir Türk dili yerine, her boy için boy şivesinin ana dil olarak kabul ettirilmesi’ politikasının da mimarı olmuştur.10 Çarlık Rusya’dan devralınan bu strateji, Stalin’in hegemonyası altında kendini iyiden iyiye hissettirmiştir. Lenin, Sovyetler tarafından tanınan her bir ulusun temsilcilerinden müteşekkil Narkomnatlar’ı (Milliyetler Halk Komiserliği) kurup bu kurumun başına yol arkadaşı Joseph Stalin’i getirdiğinde, Narkomnatlar’ın en temel görevi söz konusu bu uluslar üzerinde mümkün olan en üst merkezi otoritenin tesis edilmesi olarak belirlenmişti. Bu bağlamda Sovyet devletini hangi ulusların oluşturacağı, sınırlarının bitiş yerleri, resmi dillerinin ne olması gerektiği, hangi ulusun ne kadar politik güce sahip olması ve bu ulusların birbirileriyle ilişkilerinin nasıl olması gerektiğiyle alakalı birçok konuyu teferruatlarıyla ele alan Narkomnatlar, Sovyet devletinin hakimiyetinde bulunan bölgelerin ulusal kalkınma derecelerini ve etnik yapılarını en gerçekçi biçimde tespit edebilmek adına, nüfus sayımları, tarihsel çalışmalar ve dilbilimsel birtakım araştırmalar gerçekleştirmişlerdir.11

Ağustos’17 • 53


İnceleme Böylece, Stalin’in yavaş yavaş şekillenen Milliyetler Politikası üç temel sacayağı üzerine kurulmuştu: i) 19. yüzyıl antropolojsi ile Marksist ideolojiden miras kalan, daha sonraları Sovyet etnografya ekolü olarak adlandırabileceğimiz anlayış tarafından sistematik hale getirilen ve bir ‘halk’ kavramsallaştırmasından hareketle oluşturulan kuramsal bütün, ii) toprağa bağlı kılma esasına ve dilin statüsüne dayanan, idari ve siyasal bir sınıflandırma, iii) ilk iki ilke ile alakası olmayan, ama onların terminolojisi içinde şekillenen siyasal ve stratejik bir mantıktan hareketle, insan topluluklarının ve toprakların bölünüp birbirinden ayrılması.12 Stalin’in stratejisi ekseninde, Sovyetler yeni ulusları ihdas etme sürecinde kendisinden önce bölgede var olan, yerleşik kavimler ile göçebe kavimler arasında farklılık arz eden unsurlar ile beraber hanlar ve emirler arasındaki çatışmalar gibi potansiyel fay hatlarını birer malzeme olarak kullanmaya özen gösterdi. Bir taraftan söz konusu bu farklılıkları istismar eden Sovyetler, bir taraftan da bu farklılıkları somutlaştırıp daha kesif bir hale getirerek derinleştiren dinamikleri bölgeye taşımıştır.13 Katı ve hiyerarşik olmasını istedikleri bir terminolojiyle kimlik düzeylerini tanımlayan Sovyetler (plemya, narod, natsya, natsional-nost: “kabile, halk veya etni, ulus, milliyet”), böylece bir tür denklik sağlamaya çalışmışlardır. Buna karşılık Sovyet yazarlar yerel halk tarafından kullanılan terminolojiyi hesaba katma kaygısı taşımıyorlardı. Bunun yerine kendi etnografya görüşlerini yapay bir şekilde uygulamayı yeğlemekteydiler.14 Sovyetlerin milliyetler siyaseti genel olarak, ilk adımda parçalara ayırma, sonrasında da oluşan harabe içinden küçük sınırlı birlikler devşirmek şeklinde tasarlanmıştı. Ancak bu politika kendi içinde büyük zorluklar ihtiva ediyordu. Zira bir kısmı kapitalist dönemde, diğer bir kısmı klan-feodal dönemde yaşamakta olan bu halklar için ortak bir politika uygulamak imkan dahilinde değilken, bu 54 •Ağustos’17

halklar için hiçbir ön hazırlığa dayanmaksızın sözlü, yazılı yeni diller yaratma çabası bazen sonucu ve telafisi olmayan raddelere ulaşıyordu. Sovyetler bu güç durumu gelişmiş ve gelişmemiş milletler arasında belirli ayrımlar gözeterek aşma yoluna gitti. Böylelikle bölgelere göre farklılıklar arz eden bir ‘milliyetler siyaseti’ izlendi.15 Sıra Orta Asya bölgesine geldiğinde, Sovyet yönetimi ekserisi Türk olan ancak yekvücut halde bir millet olarak bir araya gelememiş yığınlarla karşılaşacaktı.

c) Orta Asya’da Sovyet Sınır Siyaseti Cumhuriyetlerin ve özerk bölgelerin belirlenip sınırların çizilmesi esnasında, Bolşevikler ve bilhassa da Lenin ile Stalin arasında önemli fikir ayrılıkları mevcuttu. Stalin imparatorluktan devralınan çok uluslu yapıdan çıkabilecek herhangi bir ulusçu hareketi muhtemel tehdit olarak görürken, Lenin ise merkezde “Büyük Rus” şovenizminin dengeyi bozarak diğer ulusları tahakküm altına almasından endişe ediyordu. Netice itibariyle Büyük bir Rusya yerine, federal cumhuriyetlerin kurulmasından yana tavır alan Lenin bu hususta muradına erdi ancak idari birimlere etnik milliyet isimleri verilmesi konusunda da Stalin’in istediği gerçekleşti.16 Sovyetler başlangıçta Orta Asya’daki toprakların eski yönetim şeklini korumakla yetindiler. Örneğin; 1860’da Çarlık rejimine bağlı birer koloni haline gelen Buhara ve Hive Hanlıkları dış ilişkilerinde sınırlı olsa da, iç işlerinde kısmi bir bağımsızlığa sahipti.17 Buhara ve Hive Hanlıkları’nın egemenlikleri tam anlamıyla alınıp Sovyetlerce topraklarına el konulur konulmaz bu ülkeler birer ‘halk cumhuriyeti’ şeklinde yeniden düzenlendi. 1920’de Hive alındı ve ismi Harezm Halk Cumhuriyeti şeklinde değiştirildi. Yerli komünistlerce yönetilmekte olan Harezm Halk Cumhuriyeti 1923’te kendi kararıyla Sovyet Cumhuriyeti oldu. Buhara ise yine 1920’de alınıp ismi Buhara Halk Cumhuriyeti olarak ilan edildi. Buhara görece direniş gösterdikten sonra 1924’te halk cumhuriyetinden,


İnceleme Sovyet cumhuriyetine geçişi kabul etti. Bu kabul, cumhuriyet topraklarının ulus prensibi ekseninde bölünmesi arifesinde son adımı teşkil etti.18 Etno-linguistik temelde federal birimlere ayrılan çok uluslu Sovyetler Birliği’nde Lenin döneminde başlayıp Stalin ile nihai şeklini alan Sovyet Milliyetler Siyaseti, esasen self determinasyon ilkesine atıfla 1924 Anayasası’nda isteyen her milletin birlikten ayrılma hakkını saklı tutuyordu. Ancak bununla beraber uluslar birlikte kalmaları yönünde telkinlere maruz kalıyor ve Sovyetler politikasının bir ayağını da bu yeni ulusların birliğe bağımlı kılınmaları hususu oluşturuyordu. 1924 yılı itibariyle Rusların uluslara dair idari reformları devreye girdiğinde, Buhara ve Harezm cumhuriyetleri ile beraber, 1918’de bir Bolşevik kararnamesiyle kurulan, Türkistan Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti de lağvedilip yerlerine, Türkmenistan ve Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri tesis edildi. Kara-Kırgız Özerk Bölgesi (Bugünkü Kırgızistan) ise Mayıs 1925’te Kırgızistan Özerk Bölgesi (bugünkü Kazakistan), Şubat 1926’da Kırgızistan Özerk Cumhuriyeti ve son tahlilde 1935’te Kırgızistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti şeklini aldı. 1929’da ise Tacikistan Özbekistan’dan ayrılarak tam anlamıyla bir Sovyet sosyalist cumhuriyet oldu. Reform süreci genel hatları ile 1925 yılında Karakalpak Özerk Bölgesinin kuruluşuyla tamamlandı. Bu bölge de 1932’de özerk cumhuriyet haline gelecekti; hal-i hazırda Özbekistan içinde bir özerk cumhuriyettir.19 Söz konusu bu siyasal oluşumlar tesis edilirken azınlıkta ya da “ortalıkta” kalan halklar da herhangi bir ulusal sınırın içine rastgele hapsediliyordu. Ekim 1924 itibariyle Türkistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti lağvedilirken, onun yerine tasarlanan dört ulus devlet ve altı özerk oluşum kuruldu. Bu bölümlemeden ortaya çıkan siyasal oluşumları kapsadıkları alan ve halklar itibariyle (ilk halleriyle) inceleyecek olursak; i) Türkmen Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti: Aşkabat merkezli bu cumhuriyet Özerk Türkmen Oblastı’ndan devşirildi, ii) Kara-Kırgız(daha sonra Kırgızistan oldu) Özerk Oblastı iii)Tacik Özerk Sosvyet Sosyalist Cumhuriyeti: 1924 yılında Özbek Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti bünyesinde kuruldu. Duşanbe merkezli bu cumhuriyet,

daha önceki ismiyle Buhara Emirliği, bu dönemde de Buhara Halk Cumhuriyeti topraklarının doğu ve güney doğu kısımlarını içeriyordu. iv) Kırgız (daha sonra Kazakistan) Özerk Sosyalist Cumhuriyeti: Bu özerk bölge zaten Rusya Federasyonu içinde mevcuttu, ancak başkenti Rusya için çok stratejik bir konuma sahip olan Orenburg şehriydi, 1924’te başkentleri Kızıl Orda’ya taşındı. v) Özbek Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti: Semerkant merkezli bu cumhuriyet, Buhara Emirliği ile Türkistan vilayeti toprakları üzerinde kuruldu, Tacik bölgesi de özerk bir biçimde bu bölgede yer aldı. vi) Karakalpak Özerk Oblastı: Kazakistan toprakları üzerinde 1925’te kuruldu.20 (devamı gelecek…) 1 2 3 4 5 6 7

8

9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20

Dipnotlar RIASANOVSKY V. NICHOLAS, STEINBERG MARK D., Rusya Tarihi: Başlangıçtan Günümüze, İnkılap Kitapevi Yayınları, Çev: Figen Dereli, İstanbul 2011, s. 513. RIASANOVSKY V. NICHOLAS, STEINBERG MARK D., A.g.e. , 516-517. ROY Olivier, Yeni Orta Asya Ya da Ulusların İmal Edilişi, çev: Mehmet Moralı, Metis Yayınları, İstanbul 2009, s. 88. ROY, A.g.e., s. 89. WIMBUSH S. Enders, The Politics of Identity Changce in Soviet Central Asia, Central Asian Survey, vol:3 nu:3, , London 1984, s. 69-70. SMİTH S. A. , The Russian Revolution: A Very Short Introduction, Oxford University Press 2002, S. 122-123. ÖZDOĞAN Günay Göksu , “Sovyetler Birliği’nden Bağımsız Cumhuriyetlere: Uluslaşmanın Dinamikleri”, “Bağımsızlığın İlk Yılları: Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan”, Yayına Haz/Der.: Büşra Ersanlı Behar, T.C Kültür Bakanlığı: Başvuru Kitapları Serisi, Ankara 1994, s.32. KHAIRMUKHANMEDOV Nurbek, Ulus-Devlet Bağlamında Orta Asya Cumhuriyetleri’nde Siyasal ve Hukuksal Değişim, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2008, s. 108-109. ROY, A.g.e., s. 95. AÇIK Fatma, “Yaş Türkistan Dergisi’nde Dil Meseleleri”, Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi Sayı: 22, İstanbul Güz-2006, s. 25-26. HOSKING Geoffrey, Rusya ve Ruslar; Erken Dönemden 21. Yüzyıla, İletişim Yayınları, Çev: Kezban Acar, İstanbul 2015, s. 572-573. ROY, A.g.e. , s.101. SÜRÜCÜ Cengiz, Avrasya Dosyası, BM Özel, ilkbahar 2002, Cilt: 8, Sayı: 1, s. 285. ROY, A.g.e., s.45. BENNIGSEN A. , QUELQUEJAY Lemercier C., Step’de Ezan Sesleri, çev: Nezih Uzel, Selçuk Yayınları, İstanbul 1981, s. 151. ÖZDOĞAN, A.g.e. , s. 35-36. FRASER Glenda, “Alim Khan and the Fall of the Bokharan Emirate”, Central Asian Survey, vol: 1 numb: 4, London 1988, s. 47. ROY , A.g.e. , s. 99. BENNİGSEN, A.g.e. , s. 158. ABAZOV Rafiz, The Palgrave Concise Historical Atlas of Central Asia, Palgrave Macmillan, New York 2008, map: 37.

Ağustos’17 • 55


Siyasi Tarih

Yakın Tarihten Bir Uzlaşı Hikayesi:

Karpuz Hükümeti Tunahan ELMAS

12

Mart dönemi geçmiş, 1961 Anayasası büyük ölçüde değiştirilmiş, Türkiye üst üste gelen partilerüstü reform hükümetlerinin ardından tekrar sandığa gitmişti. 14 Ekim akşamında sandıklar açıldığında sonuçlar ülke çapında şaşkınlık yarattı. 12 Mart’ın en büyük muhaliflerinden olan, CHP’nin çiçeği burnunda lideri Karaoğlan lakaplı Bülent Ecevit %33.3’le sandıktan birinci parti olarak çıkıyordu. 1969 seçimlerinde %46’yla tek başına iktidar olan Adalet Partisi’nin seçimler öncesi yaşadığı bölünme sandığa yansıyacak, Adalet Partisinin içinden çıkan Demokratik Parti merkez sağın oylarını bölerek 45 vekille meclise girecekti. Ancak seçimlerin asıl sürprizini Necmettin Erbakan liderliğinde Milli Selamet Partisi yaptı. 12 Mart sonrası ”laiklik karşıtı” olduğu iddiasıyla kapatılan Milli Nizam Partisinin devamı niteliğinde olan MSP %12’ye yakın oy alarak, 48 milletvekiliyle Meclis’e girdi.

56 •Ağustos’17

Seçimler sonrası ülkede koalisyon arayışları başladı. Cumhurbaşkanı Korutürk’ten hükümet kurma yetkisini alan Ecevit’in gidecek çok yeri yoktu. Ecevit, AP ve MHP fikrini kafasında ilk günlerden sildi. Geriye Ferruh Bozbeyli’nin Demokratik Partisi ve Necmettin Erbakan’ın Milli Selamet Partisi kalıyordu. Ferruh Bozbeyli ve arkadaşlarının CHP’ye karşı sert tutumu olası bir CHP-DP koalisyonun da önüne geçiyordu. Tüm bunlar yaşanırken Ecevit’in önünde MSP seçeneği iyice görünür hale geldi. Bu koalisyon büyük riskler taşıyordu. MSP İslami çizgiye oldukça yakındı ve Atatürkçü değerleri yıkmakla suçlanıyordu. Ayrıca bu parti laiklik karşıtı olduğu iddiasıyla 12 Mart sonrası kapatılan Milli Nizam Partisinin devamıydı. Bir sene önce partinin başına geçmiş Ecevit’in partisini böyle bir koalisyona ikna edecek gücü var mıydı? Ecevit, partideki liderliğini daha önce İnönü’ye karşı yürüttüğü liderlik savaşında ve Cumhurbaşkanlığı Seçimindeki duruşuyla ispat etmişti. Ancak asıl liderlik sınavını şimdi verecekti… Bülent Ecevit, bu zoraki koalisyonu tarihi bir fırsata çevirme niyetindeydi. Ona göre, MSP’yle yapılacak bir koalisyon Türkiye’deki İslamcılarla, Atatürkçülerin yıllardır süren kavgasına son verebilir, sistemin dışına itilen İslami kesim iktidar ortağı olarak, uç noktalardan merkeze yaklaşabilirdi. Hem MSP ve Erbakan onun da karşı olduğu 12 Mart mağduruydu. Yeni hükümetin 12 Mart’la mücadele etmiş iki liderin anlaşmasıyla kurulması darbecilere karşı da bir mesaj olacaktı. Ecevit bu düşünceler arasında Erbakan’la koalisyon pazarlığına oturdu.


Siyasi Tarih Koalisyon pazarlıklarını CHP adına Deniz Baykal ve Ali Topuz, MSP adınaysa Oğuzhan Asiltürk ve Korkut Özal yürütüyordu. Ara ara bu isimlere yeni isimler katılıyordu. Ancak koalisyon görüşmelerini iki taraf adına yürüten ana kurmaylar bu isimlerdi. Görüşmeler belli bir noktaya kadar ilerledi. Ancak belli bakanlıkların dağıtılmasında kriz çıktı. Bu bakanlıkların başında Milli Eğitim Bakanlığı geliyordu. MSP, Milli Eğitim Bakanlığının alınması için özellikle çabalıyor, CHP’lileri ikna etmeye uğraşıyordu. Ancak CHP’lilerin Milli Eğitim Bakanlığı konusundaki direnci kırılmadı. Koalisyon görüşmeleri bir yerde tıkandı. 25 Ocak 1974 günü Deniz Baykal ve Oğuzhan Asiltürk’ün dört saatlik uzun görüşmesinden sonra bu problem de aşılmıştı. Anlaşma sağlandı. Pazarlıklar bittiğinde Karaoğlan kurulacak koalisyonu ”tarihi uzlaşı” olarak açıklayacaktı… CHP-MSP koalisyonu 26 Ocak 1974 günü kuruldu. Ecevit ve Erbakan’ın birlikte hazırladıkları koalisyon protokolünün iki maddesi tarihi uzlaşıyı özetliyordu: “Partiler arasında kurulan koalisyonlar, bu koalisyona katılan partilerden her birinin kendi görüşlerinde belli ölçülerde fedakârlık yapmasını gerektirir. Bu bakımdan, Cumhuriyet Halk Partisi ve Milli Selamet Partisi koalisyonundan da bu partilerin kendi programlarını tam olarak tatbik etmeleri, eksiksiz olarak gerçekleştirmeleri beklenemez. Bununla birlikte CHP-MSP koalisyon hükümeti kırgınlık ve acıları gidererek, bütün geçmişin bir yana bırakılmasını; karşılıklı bağışlama ve hoşgörüye dayanan bir kardeşlik ortamının kurulmasını ilk görev sayar.” Koalisyon protokolü CHP’nin Atatürk ilkeleri ve laiklik vurgusuyla, MSP’nin sosyal adalet ve kardeşlik vurgusunu aynı madde içinde ele alıyordu: “Milli, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ilkesine yürekten inanan; hukukun üstünlüğüne, demokratik hak ve hürriyetlere saygılı Cumhuriyet Halk Partisi ve Milli Selamet Partisinin ortak gayesi, kanunları herkese eşit olarak uygulayan, Atatürk ilkelerine bağlı bir devlet idaresiyle anlayış, kardeşlik ve sosyal adalete dayanan bir toplum düzeninin kurulmasıdır.”

Ecevit ve Erbakan’ın birlikte hazırladığı protokolde uzlaşı vurgusunun en öne çıktığı bölüm siyasi konular bölümüydü. Bu bölümde düşünce ve inanç suçlarından hapse girmiş insanlar için çıkarılacak genel aftan, basın özgürlüğüne dair birçok konu ele alınıyor, koalisyon hükümetinin vakit kaybetmeden bu konularla ilgili adım atacağından bahsediliyordu. “14. Toplumda iç barışı yeniden kurmak gayesiyle, düşünce ve inanç suçlarını içine alan bir genel af ile orman suçlarına ilişkin af kanunu derhal çıkarılacaktır. 15. Anayasamızın 68. maddesindeki mevcut affa uğramış olsalar bile ibaresinin kaldırılması çabuklaştırılarak, siyasi hakların iadesi sağlanacaktır. 16. Hak ve hürriyetlerde, demokratik anlayışa uymayan kısıntılar kaldırılacak, düşünce, inanç ve ifade hürriyetini sınırlayan bütün kısıntılar kanunlarımızdan çıkarılacak, basın hürriyeti bütün yönleriyle teminat altında tutulacaktır.” CHP-MSP hükümeti Ocak 1974’te göreve başladı. Hükümet kısa sürede büyük işler yapacak ve Türkiye’nin kronikleşen bazı meselelerine çözüm üretecekti. Bunlardan birincisi koalisyon protokolünde de be-

Ağustos’17 • 57


Siyasi Tarih

lirtilen genel af meselesiydi. Ülkede 68 olayları sonrası birçok kişi tutuklanmış, tutuklamalar 12 Mart muhtırasıyla katlanarak devam etmişti. Hapishaneler sağ-sol görüşlü siyasi suçlularla doluydu. Çıkarılacak afla sağ-sol, laik-İslamcı ayrımı yapılmadan tüm düşünce suçlularına af tasarlanıyordu. Affın kapsamı genişletildi ve kısa bir süre sonra çıkarıldı. Bu uç noktalardaki iki partinin inanç ve düşünce hürriyeti noktasında ülkede daha önce görülmemiş bir uzlaşısı demekti. Ecevit ve Erbakan bahsettikleri ”tarihi uzlaşı”yı pratiğe dökmeye başlamıştı. Koalisyon hükümeti aftan kısa bir süre sonra 12 Mart sonrası kurulan Nihat Erim hükümetinin yasakladığı ülkedeki haşhaş üretimine yönelik yasağı kaldırdı. Bu karar Amerikan Hükümeti tarafından beğenilmeyecekti. Amerikalılar, Türk hükümetine ateş püskürmeye ve haşhaş üretiminin tekrar durdurulmasına yönelik baskıya başladı. Ancak Ecevit ve Erbakan geri adım atmadı. Bu durum hükümetin Batı’yla olan ilişkilerini derinden sarsacaktı. Koalisyon hükümeti göreve devam ediyor ve kritik konularda uzlaşabiliyordu. Ara ara Ecevit ve Erbakan arasında sürtüşmeler yaşanıyor ancak bu durum hükümetin genel işleyişinde pek problem yaratmıyordu. Alınması 58 •Ağustos’17

gereken önemli kararlar önlerine geldiğinde iki lider de belli konularda kendilerinden taviz vererek orta yolu buluyor, hükümet görevine başarıyla devam ediyordu. Derken iki liderin karşısına ülkenin kaderine etki edecek önemde bir mesele çıktı. 15 Temmuz 1974 günü Kıbrıs’ta darbe olmuş, ülkenin ilk cumhurbaşkanı Makarios devrilmişti. Darbeyi gerçekleştiren cuntacılar Yunanistan’la birleşerek ENOSİS hayalini gerçekleştirmek istiyordu. Makarios önce Malta’ya, oradan Londra’ya kaçmıştı. Buradaki BM toplantısında konuşan Makarios; darbenin Yunanistan destekli olduğuna, İngiltere ve Türkiye’nin Londra Antlaşması’ndaki garantörlüklerine dayanarak adaya müdahale etmesi gerektiğini söylüyordu. Kıbrıs’taki darbecilerin Türklere karşı başlattığı katliam girişimi, ülke çapında büyük yankı uyandırdı. Herkes hükümetin Kıbrıs’la ilgili bir şeyler yapmasını bekliyor, bunun için gösteriler düzenliyordu. Amerikan hükümeti haşhaş üretimi yüzünden arasının kötü olduğu Türk hükümetine; Kıbrıs’a yönelik askeri bir müdahaleye açıkça karşı olduğunu bildirecekti. Onlara göre Kıbrıs’a müdahale Türkiye ve Yunanistan gibi iki NATO ülkesinin savaşmasına sebep olacaktı. Sorun barışçıl yollarla çözülmeliydi. Tüm bunlar yaşanırken Erbakan’dan Kıbrıs’a müdahale noktasında tam destek alan Ecevit, İngiltere’ye gitti ve İngilizlerle durumu görüştü. Ecevit Londra dönüşü kararını vermişti. Türkiye, 1959 yılında DP hükümetinin imzaladığı Londra Antlaşması’ndaki garantörlük hakkına dayanarak Kıbrıs’a müdahale edecekti. Şimdi Ecevit ve Erbakan için siyasi hayatlarındaki en büyük sınavlardan birinin vaktiydi. İki lider Kıbrıs’a müdahale konusunda anlaşmıştı. 15 Temmuz 1974 günü saat 06’da Türk askeri adaya çıkartma yaptı. Harekatın parolasını Başbakan Ecevit duyuracaktı: ”Ayşe Tatile Çıksın!”…


Siyasi Tarih Türk ordusunun Kıbrıs çıkartması, BM tarafından şiddetle karşılandı. Öyle ki Birleşmiş Milletler, Kıbrıs’a giren Türk ordusunu işgal kuvvetleri olarak tanımlayacaktı. Yoğun baskıların sonunda Türkiye hükümeti 22 Temmuz günü ateşkes açıklamasını yapacak, barış görüşmelerinden sonuç alınmaması üzerine ikinci harekata başlayacaktı. İkinci harekatın sonunda Türkiye adanın yarısında tam hakimiyet elde etmiş ve kuzeyi Rum askerlerinden temizlemişti. Türkiye, daha fazla ileriye gitmeyecek ve tekrar masaya oturacaktı. Kıbrıs’ta yaşanan başarı uyum içinde giden hükümetin ortak başarısıydı. Ecevit ve Erbakan kriz anında mükemmele yakın bir uyum sergilemişti. Ancak bu uyum çok fazla sürmeyecek, Kıbrıs’ta elde edilen başarının paylaşımı noktasında bozulacaktı. Hükümetin Kıbrıs’taki başarısı sonrası Ecevit’e halk arasında Kıbrıs Fatihi denmeye başlandı. CHP liderinin popülaritesi artık çok yüksekti. Ancak MSP taraftarları Kıbrıs’ın gerçek fatihinin Erbakan olduğunu ileri sürüyordu. Hatta onlara göre Ecevit engel olmasa Erbakan Kıbrıs’ın tümünü alacaktı. Bu tartışmalar uyum içinde yürüyen koalisyonu bozdu. Ecevit Kıbrıs’la elde ettiği popülariteyle erken seçime giderse tek başına iktidar olarak sandıktan çıkacağını düşünüyordu. Ona göre artık ülkeyi yönetmek için Erbakan’a ihtiyacı yoktu. Ecevit belki de siyasi kariyerinin en hatalı işlerinden birini burada yapacaktı. Kararını verdi. Koalisyonu bozup erken seçime gidecek ve tek başına iktidar olarak yoluna devam edecekti. Ama hesaba katmadığı bir durum vardı ve bu durum Ecevit’in bütün planlarını alt üst edecekti. Ecevit’in ülkeyi erken seçime götürecek kadar milletvekili yoktu. Bunun için bir partinin desteğine ihtiyacı vardı ancak AP lideri Süleyman Demirel’in örgütlediği Meclis’te hiç kimse Ecevit’e erken seçim desteğini vermedi. Ecevit uyum içinde, kısa sürede büyük işler yaptığı koalisyonu bozmuş, Süleyman Demirel’e yeni hükümeti adeta altın tepsi-

de sunmuştu. Ecevit’in koalisyonu bozmasına kızan Erbakan, Demirel’le yeni bir hükümet kurmak için anlaştı. İki lider, Türkeş’i de yanlarına alarak hükümeti kurdular. Kurulan hükümeti, yeni Başbakan Demirel, ”milliyetçi cephe” olarak tanımlayacaktı. Türkiye Kıbrıs’ta gelen zaferin paylaşılamaması üzerine ”tarihi uzlaşı” hükümetinden, ”cephe hükümetine” geçiş yapıyordu… CHP lideri Ecevit zoraki bir durumdan doğan koalisyonu tarihi bir fırsata çevirmiş ancak Kıbrıs’ta elde ettiği başarının şehvetine kapılarak tarihi bir hata yapmıştı. Sonraları hata yaptığını kendisi de kabul edecekti. Milliyetçi cephe hükümeti ülkeyi 1977 seçimlerine kadar yönetti ve bu dönemde ülkede sağ-sol ayrımı keskinleşti. CHP ve MSP’nin iç huzur ve barışı tesis etmek gayesiyle yola çıktığını belirttiği koalisyonun bozulması, ülkeyi artık tamamen iki kutuplu bir noktaya götürecek ve 1975’le birlikte ülke koşar adım 12 Eylül’e doğru gidecekti. CHP-MSP koalisyonu, tarihi başarısız koalisyon hükümetleriyle dolu Türkiye’de iki farklı kutuptan partinin yeri geldiğinde uyum içinde çalışabileceğine ve önemli işlere imza atabileceğine dair iyi bir örnekti. Bu uyumda iki lider Ecevit ve Erbakan’ın kişisel olarak payları büyüktü. Hükümeti kurarken büyük bir cesaret örneği sergilemişler ve on bir ay gibi kısa bir sürede başarılı işlere imza atmışlardı. Peki Ecevit zafer sarhoşluğuna kapılıp, hükümeti bozmasaydı neler olurdu? Türkiye nereye giderdi? Koalisyon protokolünde hükümetin en büyük amaç olarak gördüğü ”barış ve iç huzur” tesis edilebilir miydi? Bu soruların kesin bir cevabı yok. Ancak on bir aylık hükümet icraatlarının ve daha sonrası kurulan cephe hükümetlerinin memlekete verdiği zarar göz önüne alındığında kaçan fırsatın büyüklüğünü görebiliyoruz… Ağustos’17 • 59


Fotoğraf n

Batı Trakya Şahin Köyü

60 •Ağustos’17

Fotoğraf: Beyzanur YAŞAROĞLU

Objektifimden Y a ns ıya nla r

“Dünyanın bütü

lere verilmiştir.”

e görmeyi bilen güzellikleri sadec

Cemil MERİÇ


Etkinlik

Reyhanlı Şehit Aileleri Yaşam Merkezi Ziyareti Semanur YAŞAROĞLU

Y

ıllardır süren iç savaş nedeniyle evlerini terk etmek mecburiyetinde kalan Suriyeli misafirlerimize karşı şimdiye kadar kurumsal ve kişisel olarak kardeşlik görevimizi yerine getirmeye çalıştık. Ancak neler yaşadıklarını anlamadan, sadece uzaktan maddi destekte bulunarak kardeşlerimize karşı sorumluluğumuzun bitmediğinin farkındaydık. Bu yüzden Genç Öncüler hanımlar yönetimini temsilen Sümeyye Razi, Senanur Yaşaroğlu ve May Akraa ile Hatay-Reyhanlı’daki Şehit Aileleri Yaşam ve Eğitim Sitesini ziyaret için yola çıktık. Birkaç dostun hayalini kurarak başlayan, FİKSAD ve Darul Eytam Vakfının da katkılarıyla oluşturulan alanda şehit hanımları ve çocuklarının yaraları sarılıyor, yaşamlarına devam edebilmeleri için eğitim veriliyor. Avlu sisteminde düzenlenen proje,

hanımlara kendilerini rahat hissettiren bir ortam sunuyor. Yazın ve kışın açık olan okul sayesinde çocuklar eğitimlerine kaldıkları yerden devam ediyor ve Türkçe öğreniyorlar. Reyhanlı’daki bu alanı görene kadar sadece Suriyeli kardeşlerimizin bize ihtiyacı olduğu zannını taşıyorduk ama gördük ki bizim de onlara ihtiyacımız var. Anladık ki şehit yavrularına sıkıca sarılıp başlarını okşamaya, hikayesi yüzünden okunan kadınların dertlerine ortak olmaya, mazlum sofrasında bir lokma yemeye ve en önemlisi onların içten dualarına ihtiyacımız var. Proje sorumlusu amcalarımızın dediği gibi «Herkesin bankamatikten yüklediği parayla baktığı sanal yetimleri var ama

gerçek yetimler burada, onlara sarılmak, başlarını okşamak lazım. Bu bizim ihtiyacımız.» Bundan dolayı projenin ismini şu şekilde düzeltiyor sorumlu amcalarımız: «Şehit Aileleri Yaşam ve Eğitim Sitesi- Şehit Aileleri Rehabilitasyon Merkezi”. Ziyaretimizin sonunda tekrar fark ettik ki bu kardeşlerimiz, imtihanımızı bize hatırlatan, dünyanın aldatıcı yüzünü gösteren ve bizi özümüze döndürecek belki de son fırsatımız. Ey Rabbimiz, bizleri emanetine sahip çıkanlardan, karşılığını sadece senden umarak mazlumların, yetimlerin ellerinden tutanlardan eyle. (Amin) Ağustos’17 • 61


Etkinlik

S

BİR YAZ OKULUMUZ DAHA SONA ERDİ

alıncak Çocuk Kulubü, Genç Öncüler Gençlik Hareketi, Başakşehir Kültürevi Derneği ve Araştırma ve Kültür Vakfı olarak her yıl okulların kapanmasıyla birlikte ilkokul ve ortaokul yaş grubu kardeşlerimize yönelik yaz okulu etkinliğimizi yapıyoruz. Bu sene de bu heyecanımızı yenileyerek yaz okulumuzu üç bölgemizde (Fatih, Kağıthane, Başakşehir) başlatmış olduk. Yoğun bir okul döneminden geçen öğrencilerimize, dönem içerisinde haftalık sohbetlerimizle ve aylık şenliklerimizle, maneviyat iklimini tattırmaya ve yaşatmaya çalışıyoruz. Yaz okulunda neler mi yaptık? Toplam beş hafta, haftanın beş günü kardeşlerimizle biraraya geldik. Öğlen namazlarımızı ce-

62 •Ağustos’17

maatle uygulamalı olarak kıldık. Kur’an ve cüz eğitimlerimizi yaptıktan sonra sure ezberlemeye devam ettik. İlmihal ve sohbetlerimizle ders müfredatımızı bitirmiş olduk. Langırt, futsal, akıl ve zeka oyunları ve film izleme saatlerimizle bu dersleri daha eğlenceli hale getirdik. Yaz okulumuzda öğrencilerimizin gayretleri ve velilerin ilgisi bizleri bir hayli memnun etti. Bizler öğrencilerimizden ve ailelerinden memnunduk, inşallah onlar da bizlerden memnun kalmışlardır. Her türlü fedakarlığı gösteren; ilgisini, sevgisini ve gülen yüzünü eksik etmeyen hocalarımıza teşekkür ediyoruz.


Etkinlik

Liseli Kız Kardeşlerimiz ile Yaz Okulu Devam Ediyor

3

Temmuz itibari ile lise yaş grubundaki kız kardeşlerimiz ile Yaz Okulu eğitimlerine başladık. Sene içerisinde her hafta sohbet gruplarında bir araya geldiğimiz kardeşlerimiz ile daha fazla zaman geçirme ve yeni simalarla tanışma imkanı bulduk. Yaz dönemini verimli geçirmek adına hazırladığımız programda birçok konuya yer verdik. -Peki yaz programında neler mi var? -Öncelikle Allah’ın kelamını daha doğru okuyabilmek, ezberleyebilmek için Kuran-ı Kerim ve tecvid eğitimi -Rabbimizin çizdiği çizgileri öğrenip, hayatımıza yön verebilmek için ilmihal dersleri -Ezberlediğimiz sureleri anlayıp tefekkür edebilmek için tefsir dersleri -Yaşayan Kur’an olan Efendimiz Hz. Muhammed’in örnek yaşamını okuyup örnek almak için siyer okumaları -Osmanlı Türkçesi’ni basit metinler ile okumaya başlayıp ardından Üstad Mehmet Akif Ersoy’un Safahat’ından okumalar yapmak için Osmanlıca çalışmaları -Keyifli vakit geçirip el becerilerimizi geliştirmek için de elişi faaliyetleri.

Ağustos’17 • 63


Şiir

Yolculuk

İhsan ÜNGÖR

Yarınlar uyurken beşiğinde geçmişin Anı fısıldıyor zaman. Tik tak tik tak. Bu cenderenin girdabında yitiyorken insan En dokunulmamış en taze halinle Erteledikçe çaldığın saatlerdeyim.

BOŞ SAYFA

Soyundum ödünç aldığım ruhlardan Kalabalıklara karışıp narsist yalnızlıklar aradım Ellerini uzattı gebe bir yalan Boyalı dudakları floş saçlı kızları Martı çığlıklarını rıhtımlarında boğdum. Yüreğimin mürekkebi belli belirsiz Çiselerken kâğıtlara Nihayetsiz şehirleri buruşturmaktan çok Sonu baştan belli bir romanı okumaktan fazla Soyundum, sen kaldın. Hayattan bir mısra daha çaldım.

64 •Ağustos’17


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.