Genç Öncüler- 116- Ben Tek Siz Hepiniz

Page 1

ISSN 1307-8283

9 771307 828017

16


EDİTÖR'DEN

Allahın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Sahibi PINAR YAYINLARI A.Ş. Adına Şemsittin ÖZDEMİR Yayın Sorumlusu Uğur Demirel Yayın Kurulu Uğur Demirel Furkan Rıza Demirel Dücane Demirtaş M.Salih Demirtaş Osman Zinnur Aksu Sümeyye Razi Gülsüm Cemile Damar Sena Dağ Tuğba Şahin Beyzanur Yaşaroğlu Merve Mahitapoğlu Mahinur Özdemir Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Avni Çebi Serkan Akın Dücane Demirtaş Fatih Razi Abdullah Mustafa Mirik Büşra Akgül Mahinur Özdemir Furkan Kahraman Zeynep Nur Taşçı Fazıl Cem Mehmet Kılıç Muhammed Salih Demirtaş Adnan Ergün Toleuzhan Galiyeva Emrullah Güven Beyzanur Yaşaroğşu Adres İskenderpaşa Mah. Yeşiltekke Sok. No:4/1 Fatih / İSTANBUL genconculereyaziyorum@gmail.com Görsel Yönetmen Tekin Öztürk Grafik Tasarım Projesanat Tan. Org. Tel: 0212 640 20 90 www.projesanat.com.tr

Baskı Şenyıldız Yayıncılık ve Matbaacılık Gümüş Suyu Caddesi Işık San. Sit. No:19 C Blok 102 Topkapı / İstanbul Tel: (212) 483 47 91 - 483 48 23

İ

Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun “Sığınağımız, yığınağımız oldu.”

nsan yeryüzünde nefes almaya devam ettikçe yeni yaşam alanları keşfetti. Mağaralarda yaşadı, barakalarda yaşadı, yeni sığınaklar bulmak için ev yapımını öğrendi. Son yüzyılımızda ise son sığınağımız, son yığınağımız oldu: Gökdelenler! Kentsel dönüşüm politikalarıyla geleneksel mahalle tarzımız terk edildi ve her tarafa yüksekliği gözle görülemeyecek binalar inşa edildi. İnsan fıtratından uzak ve insana zulmeden gökdelenler (yığınaklar), insanı insanla buluşturan geleneksel mahalle tarzımıza hançer sapladı, komşuluk ilişkilerini yerle bir etti, iletişimi kopardı, muhabbeti öldürdü. Komşunun komşusunun külüne muhtaç olduğunu söylemişti atalarımız. Şimdi komşu komşunu hangi katta bulacak diye düşünüyoruz. Geçen hafta elli ikinci kattan otuz yedinci kattaki komşusuna gitmek isteyen Esma Hanım büyük bir sürprizle karşılaştı. Gökdelenin asansörü, Esma Hanım’ın sadece kendi katına çıkmasına izin veriyordu.

Genç Öncüler Dergisi yayın ekibi olarak biz de bu durumdan duyduğumuz rahatsızlığı dile getirdik ve bu ay kentsel dönüşümü ve kentsel dönüşümün komşuluk üzerindeki etkisini irdelemeye çalıştık. Avni Çebi, kitabının da ismi olan “Merhametli Şehirler”i yazdı. Serkan Akın, kentsel dönüşümle birlikte kaybolan değerlerimizi araştırdı. Fatih Razi, kenti dönüştürme tarzımızın bizi uçurumun kenarına getirdiğini söyledi. Mahinur Özdemir, “Keşke Böyle Olmasaydık” diye iç geçirdi. Dücane Demirtaş, Mehmet Öğün ile kentsel dönüşüm temalı bir röportaj gerçekleştirdi, Furkan Kahraman günlük ve haftalık kiralanan dairelerin ahlakı tahrip eden yönünü masaya yatırdı. Dosyanın dışında gündem, analiz, portre, sinema, fotoğraf ve gezi yazısı bölümleriyle Genç Öncüler Dergisi mart ayında da yine dopdolu. Genç Öncüler’in genç yazarları olarak gayemiz; toplumsal yaşamımızda karşılaştığımız iyilikleri, kötülükleri, kolaylıkları ve sıkıntıları, siz değerli okurlarımıza en anlaşılır şekilde aktarmaktır. Kadromuz, adaletle şahitlik vazifesini unutmayarak yazılarını kaleme alma gayretindedir. Çünkü bu bize Rabbimizin vahiyle sabit kıldığı bir görevdir. Bütün sayılarımızı bu bilinçle çıkarıyoruz. Çalışmamızın hayırlara vesile olmasını diliyor, keyifle okumanızı temenni ediyoruz. Allah’a emanet olun.

Ey inananlar! Kendinizin, ana babanızın ve en yakınlarınızın aleyhine dahi olsa adaleti titizlikle ayakta tutan ve sırf Allah için şahitlik eden kimselerden olun. (Şahitlik ettiğiniz) Zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın)! Çünkü Allah her ikisine de (sizden) daha yakındır. Öyleyse kendi boş arzu ve heveslerinize uymayın ki adaletten uzaklaşmayasınız. Eğer (gerçeği) çarpıtırsanız ya da (şahitlikten) kaçınırsanız biliniz ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Nisa/135

Mart’17 • 1


Mart 2017 • Sayı 116 • Yıl 14

4

Merhametli Şehir: Yaşanabilir ve Sürdürülebilir Şehirleşme

Eğitimde Öğretmen Faktörü 44

Adnan ERGÜN

Merhametli Şehir: Yaşanabilir ve Sürdürülebilir Şehirleşme / Avni ÇEBİ.......................... 4 Kentsel Dönüşüm ve Kaybolan Değerlerimiz / Serkan AKIN........................................... 7 Mehmet Öğün ile Kentsel Dönüşüm Üzerine Konuştuk / Dücane DEMİRTAŞ . .................11 Uçurumun Kenarında / Fatih RAZİ..............................................................................16 ‘’Şehirlerimizin Geleceği Tehditler ve Fırsatlar’’ / Mimar ve Mühendisler Grubu............18

Avni ÇEBİ

Kentsel Dönüşümün Komşuluk Üzerindeki Etkisi / Abdullah Mustafa MİRİK .................20 Modern İstanbul’un Doğuşu / Büşra AKGÜL................................................................22 Keşke Böyle Olmasaydık / Mahinur ÖZDEMİR............................................................25 Günlük ve Haftalık Daireler / Furkan KAHRAMAN......................................................26

16

Karaçi Seyahat Notu / Zeynep Nur TAŞÇI...................................................................28 Şair’in Evlenmesi Neden Gecikti? / Fazıl CEM...............................................................33 Son Devir İlim Muhafızlarından Arapkirli Hüseyin Avni Karamehmetoğlu / Mehmet KILIÇ.......36

Karaçi Seyahat Notu Zeynep Nur TAŞÇI

48

Gambiya Siyasal Krizi ve Bir Hikayenin Daha Sonu / Muhammed Salih DEMİRTAŞ.........38

MAVİ MARMARA Gambiya DAVASI AVUKAT Siyasal Krizi ve GÖRÜŞLERİ Bir Hikayenin Daha Sonu Muhammed Salih DEMİRTAŞ

Allah Ne Derse O Olacak! / Dücane DEMİRTAŞ............................................................42 Eğitimde Öğretmen Faktörü / Adnan ERGÜN..............................................................44 Çanakkale Mektupları...............................................................................................48

İslam’a Kavuşma - 4 / Toleuzhan GALİYEVA.............................................................52 Daha Ne Kadar Dolar / Emrullah GÜVEN....................................................................54 Av Mevsimi / Beyzanur YAŞAROĞLU........................................................................57 Küreselleşemeyen Dünyada Neler Oluyor / Yavuz Selim SANCAK.................................58 Liseli Erkekler Kampı................................................................................................59 Yabancı Alimleri Neden Dinliyorsunuz? .......................................................................60 Etkinlik (Amigurumi Atölyesi - Hanımlar Lise Yarıyıl Kampı) ........................................62

28 2 • Mart’17

Üç Frenk Havası / İsmet ÖZEL...................................................................................63 Objektifimden Yansıyanlar.........................................................................................64 Mart’17 • 3


Karantina

Karantina

Merhametli Şehir: Yaşanabilir ve Sürdürülebilir Şehirleşme Avni ÇEBİ

Ş

ehir, insan ve değerlerin, mekân ve doğanın, zaman ve ilişkilerin bir araya geldiği, insan kültür ve medeniyetinin, insan emeği ve aklının coğrafyaya işlenmiş eseridir. Şehirler, kural ve değerlerin, kanun ve hiyerarşinin iç ve dış disiplinler ile harmanlanarak güvenli ve huzurlu bir yaşam isteğiyle, insanın sürekli bir umut ve arayış, gayret ve cesaretle imar ettiği büyük yerleşim ve yaşam mekânlarıdır. Bizi, bir birimize karşı daha anlayışlı ve saygılı, daha adil ve insaflı, daha nazik ve hoşgörülü, daha sevecen ve vefalı yaparak hayatı daha anlamlı, kolay, katlanılabilir ve yaşanabilir kılan en saf temel duygumuz “merhamet”tir. Merhamet bize sorumluluk yükler, bizi insanileştirir ve bizi birimize yaklaştırır, etrafımızda olup bitenlere karşı bizi daha duyarlı yaparak bizi medenileştirir. Oluşturduğumuz şehir ve yapılar yoğunluğuna göre bize bir şeyler anlatır ya içimizdeki merhameti ve nezaketi ortaya çıkarır yâda duyarsızlığı ve kabalığı hayatımıza egemen kılar. Yatay şehirlerde hayat daha sakin, huzurlu, güvenlidir. İlişkiler komşularla ve mahalleliyle anlamaya, tanımaya, yardımlaşmaya ve dayanışmaya açık insani bir iklimde gelişir. Herkes ortak yaşamın getirdiği bir bilgelik ve sorumlulukla, kom-

4 • Mart’17

şusunun acısı ve sevincini yüreğinde hisseder. Binalar “insani ölçek”te ve “insan yüzlü”dür. Ev bir “yuva”dır ve ekonomik olarak erişimi kolaydır. Binalar topografya ve doğayla uyumlu ve barışıktır. Dikey yapılaşma yoğunluk oluşturarak ilişkilerde sakınma, korunma ve güvensizliğe neden olur. Davranışlarımızda nezaketsizlik, sorumsuzluk, merhametsizlik baskın olur. Toprak ve gökyüzü ile irtibatımız azalır. Binalar karşısında insan ötekileştirilir ve ezilir, daha çok gösteriş ve imajlar yaşama hâkim olur. İnsan fıtrattan uzaklaşarak Rabbani olan ile irtibatını kaybeder. Ev bir yuva olmaktan çıkarak bir yatırım aracına dönüşür. Çok katlı ve benzer binalarla dünyanın her yerinde yerel kültürler ve çeşitlilik baskı altına alınmakta; mimariden malzeme kullanımına, peyzajdan dekorasyona kadar yerel kültürlerin gelişimi önündeki bütün imkânlar sınırlanmakta ve ulus ötesi yapıların dünya halkları için biçtiği yaşam tarzları toplumlara dayatılmaktadır. Çok katlı binalarla, farklı toplumların kültür ve yaşam tarzlarına karşı adeta toplum mühendisliği yapılmaktadır. Günümüz mimarisi tüketim ve gösterişe dayalı, değerlerden arındırılmış dünyevi bir yaşamı bütün kültürlere ve toplumlara dayatmaktadır.

Şehir insana barış, huzur, güven içerisinde sağlıklı yaşanabilir bir ortamda kendisini gerçekleştirmesine imkân sunar. İnsan ölçekli olarak şehri tasarlarken, şehirdeki mazlumları, mağdurları, güçsüzleri, zayıfları merkeze alarak özümüzde olan merhameti ortaya çıkaracak şekilde mekânları oluşturmalıyız. Şehir her yaştan insanın kaynaştığı, birbirlerini anladığı, tanıdığı, yardımlaştığı, varlığından keyif duyduğu, varlığıyla eksikliğini tamamladığı, ortak hafızamızın ve ortak geleceğimizin mekânıdır. Şehir yapmak bina yapmak değildir. Şehir, bütün bu binalar ve mekânların bir araya gelmesiyle ortaya çıkan anlamlı ve uyumlu büyük resimdir. Büyük resmi insanlar, binalar, mekânlar, ilişkiler ve değerler olarak göremezsek sağlıklı, sürdürülebilir ve yaşanabilir bir şehir inşa edemeyiz. Şehirlerimizi inşa ederken bireyin akıl, ruh ve beden sağlığını koruyacak ve geliştirecek, anlam ve duygu bütünlüğünü sağlayacak şekilde olabildiğince az katlı ve yoğunluklu olarak yeterince sosyal donatı alanlarıyla inşa etmeliyiz. Şehir aynı zamanda geçimimizi sağladığımız iş, sanayi ve ticaret yeridir. İnsanın en değerli varlığı, zamanı ve emeğidir. İnsanı onurlu ve emeğini değerli kılan bir sosyal ve ekonomik düzeni şehirlerimizde inşa etmeliyiz. İnsan onuruna yakışan bir mesai, ücret ve çalışma ortamını çalışma hayatına yansıtmalıyız. Şehir bizim hem geçim kaynağımız hem meşgalemiz hem de kendimizi gerçekleştirdiğimiz bir mekândır. Şehri paylaşan bütün herkes “imece anlayışı” ile evlerimizi ve yaşadığımız bütün mekânları büyük bir bilgelikle, gelecek nesillerin de hakkını düşünerek “erdemlice” inşa etmeliyiz.

Şehri paylaşan herkes farkındalığı, sorumluluğu ve katkılarıyla yaşanabilir merhametli bir şehre dönüştürmeye çalışmalıdır. “Düne saygı, bugüne adalet ve geleceğe miras” olarak ne bıraktığımıza bakmalı ve duyarlılıklarımızı canlı tutmalıyız. Çocukların çocukluklarını yaşayamadığı, yaşlıların kendilerini dinlendiremediği, herkesin adeta yalnızlığı ve itilmişliği yaşadığı merhametsiz ve ruhsuz binalar inşa ediyoruz. Bu binaların oluşturduğu şehirler insanı insan yapan anlama, katılma, duygulanma, merhamet, acıma, yardımlaşma ve dayanışma kültürünü ortadan kaldırarak insanları kategorize ediyor, yalıtıyor. Yaşlar arası bilgi ve tecrübe, duygu ve sevgi paylaşımının olmadığı zaman ve mekânlar “Rahmani insan kültürü”nün gelişiminin önünde en büyük engeldir. Böyle bir kültürün inşa edilmediği zaman ve mekânda neslin devamını ve değer aktarımını sağlayan aile kurumunun varlığını sürdürebilmesi zor olacaktır. Konutlarımızı insani ölçekte olabildiğince yatay olarak inşa etmeliyiz. Bütün konut olarak inşa ettiğimiz binalar çocuğu, genci, orta yaşlısı, yaşlısı ve engellisi ile erişilebilir olmalıdır. Yaşayan ve nefes alan her canlı şehirde kendisini yalnız hissetmemeli ve her mekâna kolayca erişebilir olmalıdır. İnsan mekân karşısında ezilmemeli ve onunla sürdürülebilir bir bağ kurabilmelidir.

Mart’17 • 5


Karantina “Dinamik insan ömrü ve statik binalar” arasında sağlanacak “sürdürülebilir” ilişki şehirlerimizi daha huzurlu, güvenli ve “yaşanabilir” kılacaktır. Kentsel dönüşüm ve şehirleşme yalnız başına depreme dayanıklı sağlam binalar yapmak değildir. Şehirleşme anlayışımızı önümüzdeki yüz yılın konut politikalarını ve 3 neslin yaşayacağı yeni yaşam alanlarını inşa etmek olarak görmeli, kentsel dönüşümü mevcut sağlıksız yerleşim alanlarının daha sağlıklı, huzurlu ve güvenli şehirlere dönüştürmek eksenine oturtmalıyız. Kültürümüzün ve medeniyetimizin, varlığımızın ve aidiyetimizin mekânları olarak şehirlerimizi kimlikli ve bize has olarak inşa etmeliyiz. Şehirler inşa etmek ve kentsel dönüşüm yapmak, yeni bir anayasa yapmak kadar önemlidir. Şehir çalışmaları sonuçları itibariyle en az anayasa kadar hayatımızı etkiler ve yaşamsaldır. Şehirler geçmişimizin, bugünümüzün ve geleceğimizin ortak yaşam alanlarıdır. Şehirler hatıralarımız ve hayallerimizin, işimizin ve aşımızın, ailemiz ve dostlarımızın harmanlandığı aziz mekânlardır. Toplumun bütün kesimleri için yaşam olanı olan mekân, mimari ve şehir bütün faaliyetlerimizin; ekonomiden siyasete, kültürden sanata kadar her etkinliğin varlık alanıdır. Yaşadığımız şehirlerin altyapısından trafik sorununa, yeşil alanlarından tarihi mekânlarının korunmasına, geçim endişelerimizden gelir adaletine kadar bütün konular şehircilik politikalarının bir uzantısıdır. Şehre bir yaşam alanı olarak baktığımız zaman değerler üzerinden konuşuruz, ona yalnızca ekonomi üzerinden baktığımızda rant üzerinden konuşuruz. Bu ise yapıp ettiğimiz her işe sirayet eder.

6 • Mart’17

Karantina Şehirlerimizi “herkes için şehir anlayışı” ile yediden yetmişe bütün kuşakların buluştuğu, anlaştığı, kaynaştığı, sevgi ve bilgilerini paylaştığı mekânlar olarak tasarlamalıyız. Şehir herkes için bir barış ve emniyet yurdu olmalıdır. İnsanlar merhametli olduğu kadar mekânlarda merhametli olabilirler. Biyolojik varlığımızı sürdürebilmek için ekmek, hava ve suya ihtiyacımız vardır. Aynen bunun gibi yaşam alanımız olan mekânlarımızı merhamet ve sorumluluk, iyilik ve güzellik, yardımlaşma ve dayanışma duygularımızı besleyecek şekilde “insani ölçek”lerde, “insan yüzlü” olarak tasarlamalıyız. Şehir bizim ve bizden sonrakilerin ortak malıdır. Onu bilgece ve erdemlice kullanmalı ve geliştirmeli, yaşamalı ve yaşatmalıyız. “Önce insanlar şehirleri inşa eder, sonra şehirler de insanı inşa eder” gerçeğini aklımızdan çıkarmayarak hırsa ve tamaha şehirlerimizi teslim etmemeliyiz. Kentsel Dönüşüm sürecini; bilimsel, kültürel ve insani değerler üzerine, medeniyet taşıyıcısı şehirleri inşa etmede bir fırsata çevirmeliyiz. Fırsatçı ve faydacı anlayıştan uzak durarak birlikte bir var olma manifestosunu şehircilikte oluşturmalıyız. “Herkes için şehir” anlayışıyla insanımızın yaşam alanlarının kalitesini arttırmalıyız ve insani erdemlerin yaşam alanı olarak şehirlerimizi fiziksel ve kültürel mekânlarıyla geleceğe taşımalıyız. Mekânlarda insanlar gibi merhametli olabilir anlayışıyla şehirlerimizi bütün yaştan ve durumdan insanları ile daha yaşanabilir “Merhametli Şehirler” olarak inşa etmeliyiz.

Kentsel Dönüşüm ve Kaybolan Değerlerimiz Serkan AKIN

İ

stanbul bir kültür ve medeniyet şehri mi sizce yoksa bir finans şehri mi? Sultanahmet Camii’ni en çok Müslümanlar mı ziyaret ediyor yoksa turistler mi? Sultanahmet ya da Süleymaniye mahallesinin gece nüfusunun kaçta kaçını İstanbul doğumlular oluşturmakta? Hatta İstanbul şu an bir şehir mi yoksa kent mi? İstanbul şu an Medine’nin mi kardeşi, yoksa New York’un mu? İstanbul deyince aklımıza hangi semt geliyor şu an? Üsküdar, Beylikdüzü, Esenyurt ya da Ataşehir... Ya da şu an İstanbul’u hangi semt temsil ediyor sizce? Hafızamızda Süleymaniye Camii mi var yoksa Ataşehir ve diğer ilçelerdeki rezidans kuleleri mi? İstanbul uluslararası istatistiklerde hangi şehirlerin hangi özellikleriyle kıyaslanıyor? Emlak fiyatı, pahalılık, trafik, vs… Konuyu İstanbul üzerinden anlatmamızın sebebi, Mezopotamya’nın kalbi, Avrasya’nın ortası, dünyanın merkezi Anadolu’nun, Malazgirt Savaşı’yla başlayan, Konstantiniyye’nin fethiyle taçlanan ve Çanakkale Savaşı’yla perçinlenen İslamlaşma sürecinin payitahtı olmasıdır. Aynı zamanda Fatih, Eyüp ve Üsküdar adlı üç kardeşin annesi Dersaadet’tir. Medine, Kudüs, Şam, Bağdat, Kahire, Saraybosna ve nice beldelerin kız kardeşi İslambol’dur. Roma, Paris, Londra, Berlin, Viyana ve benzerlerinin kurtuluş umudu Konstantinopol’dür. İçinde Çengelköy’ü,

Kocamustafapaşa’yı, Mevlanakapı’yı, Bağlarbaşı’ nı, Çiçekçi’yi, Salacak’ı ve benzerlerini barındıran Asitane’dir. Tüm dünyanın büyük bir kaosa sürüklendiği, insanlığın şeytani küreselci üst aklın zulmü altında inim inim inlediği şu günlerde kısa, orta ve uzun vadedeki tüm çözümlerin merkezi, şehirlerin sultanı, sultanların şehri İstanbul’dur. Peki biz şu an ne yapıyoruz? Şu an hep birlikte ‘’canım İstanbul’un ve tüm Anadolu şehirlerimizin” tarihimizden, kültürümüzden, medeniyetimizden, inancımızdan gelen kadim geçmişini, varlığını, siluetini, örnekliğini kentsel dönüşümle ranta kurban ediyoruz, şehirlerimizi kente çeviriyoruz ve kontrol edilemez büyüklüklere ulaştırıyoruz. Kadim İstanbul’un merkezi Fatih ilçesinde Osmanlı döneminden kalan mahallelerin ismini değiştirdik. Her tarafını beton apartmanlarla doldurduk. Eski eserleri araç trafiğine kurban ettik. Yedi tepeye kondurulan selatin camiileri cemaatinden uzaklaştırıp yalnızlaştırdık ve daha bir sürü hata... Niçin? Hepsi sınırsız mal ve para tutkumuz için. Şöyle ki; kentsel dönüşüm gelecek, iki yüz bin liralık evimin değeri artacak ve altı yüz bin lira olacak. İlk başta kulağa ne kadar hoş geliyor değil mi? Zannediyorsunuz ki 1999’da gerçekleşen büyük Marmara depremine benzer büyük bir depremin her an İstanbul’da olma ihtimali çok yakın ve bunun korkusuyla in-

Mart’17 • 7


Karantina

sanlar bir an önce kentsel dönüşümle sağlam konutlarına ulaşmak istiyorlar. Kamu yöneticileri vatandaşlara bir an önce hak ettikleri hizmeti vermek adına çalışıp didinip altyapı hizmetleri tamamlanmış en güzel şehirleri yapmak istiyorlar. Çok sevgili müteahhitler ülkemizin her karış toprağına dünyanın en güzel binalarını dikip insanların içinde en iyi şekilde yaşamalarını istiyorlar. Bankalar insanlara yardım ederek evlerini almalarını kolaylaştırıp onlara en uygun şartlarda borç veriyor. İşin aslı hiç de öyle değil! Her şeyden önce kentsel dönüşüm adı itibarıyla yanlışlarla dolu. İkincisi dönüşüm kelimesi pozitif ya da negatif bir mana içermiyor ve öznesi belli değil. Söz konusu dönüşüm neye doğru ve kim tarafından gerçekleştirilecek belli değil. Tamamıyla popülist bir kavram. Tam bir kandırmaca. Kim, neyi, niçin, kimin adına dönüştürüyor? Amacı nedir? Nasıl bir sonuca ulaştıracak evlerimizi belli değil. Siz inanmayın o renkli paftalardaki temmuz güneşiyle aydınlatılmış bahçelere, parklara, uzaylılar yapmış gibi modern büyük kütleli yapılara. Her şeyin güllük gülistanlık olduğu tanıtım videolarına. Uçan kuşlar, gezdirilen köpekler, koşan çocuklar… İnanın hepsi ama hepsi sahte bir rüya. Kentsel dönüşüm, herhangi bir arsa ya da bina topluluğunun bir şekilde tek bir irade elinde toplanması sonucunda herkese verilmeyen imar artışı ile ortaya çıkan yeni yapılacak inşaat alanının satışından elde edilecek gelir ile binaların yenilenmesidir. Bu işlerin tamamında banka kredisi kullanılır. Çünkü mevcut para kapitalist sistemde hiçbir zaman yetmez ve alımda, satımda, 8 • Mart’17

Karantina inşaat esnasında hep banka vardır. Dolayısıyla sadece faizlerin yüksek olması esas olan sorun değildir. Her işlemde banka ve faizin olmasıyla işlerin normal olması gerekenden daha büyük hamleler ve teknikler kullanılarak yapılmasıyla zorlaştırılması esas zorluğu oluşturmaktadır. Dolayısıyla işin içinde haksız imar artışı, banka, faiz, çıkar çatışması, yüksek kar hırsı vb. bir sürü şey olup, tüm işlemleri ve reklamasyonu değer artışının iyiliği ve güzelliği üzerine kurup en son kertede daire fiyatlarının düşürülmesi için banka faizlerini düşürmeye çalışmak da tam bir çaresizliktir aslında. Allah rızası için bir kere düşünün. Müteahhit size niye yeni bir daire verir? Banka size niye faizli kredi verir? Belediye mevcut imarı niye artırır? Bu imar artışı herkese niye verilmez? Ev kadar temel ihtiyacımız olan ekmeğin fiyatı artsa bu kadar sevinir miyiz? 30 katlı bir rezidansın yerden yaklaşık 90 metre yukarısında bir çocuk nasıl yetiştirilir? Yan tarafınızda ya da üst katınızdaki 1+0 daire ne işe yarar? Kredi borcunuzu ödeyemediğinizde banka size nasıl davranır? Faiz haram değil mi? Bizim dedelerimizin ve ninelerimizin yaptığını biz niye yapamıyoruz acaba? İnsanlar eskiden evlerini yerel imkanları ve kendi emekleri ile yapabilirken ne oldu da şu an evlerimizi kolay ve uygun bir tarzda inşa edemiyoruz? Betonarme tek inşa yöntemi midir ve illa gerekli midir? Herhangi bir şirketin adını ve bilmem kaçıncı proje numarasını taşıyan bir sitede oturmak nasıl bir şeydir? Adı; city, garden, tower, central, princes, vb. olan bir rezidansta nasıl huzurlu olunur, komşuluk nasıl yapılır? O rezidanslarda hiç camii ya da mescit var mı acaba? Rant arzusuna daha hangi geleneğimizi, ya da değerimizi feda edeceğiz? Dünyanın gelişmiş ülkelerinde insanların % 85’i ahşap ve bahçeli evlerde otururken bizim neyimiz eksik? Bu şekilde insanlar, şehirlere değil, kentlere doğru sürülmektedir. Evlere değil, rezidans ve apartmanlara tıkılmaktadır. Evlerine kolayca değil, büyük faizli banka borçları ile zorla ve uzun vadede ulaşabilmektedir. Bahçeli ve müstakil ev istedikleri halde, yüksek katlı betonarme apartman dairelerine mahkûmlar. Sorun; arsa yetersizliği, para yetersizliği, imkân azlığı, teknolojik zorluklar değil elbette. Kentsel dönüşümle ekonomimiz finansal olarak, insanımız biyolojik ve ruhsal olarak, şehirlerimiz fiziksel olarak kanser edilmektedir.

Peki bu yanlışlar karşısında yapmamız gereken şeyler neler olmalıdır? Biz geçmişten gelen değerlerimizi, geleceğimizi inşa edeceğimiz örnekler olarak görmeye başladığımız gün çözüm önerilerini ortaya koymaya ve bu kapsamda konuşmaya başlayabiliriz. Çünkü tarih boyunca tüm erkeklerin sakallı ve erkekler ile kadınların başlarında örtü olması geleneğini terk ettiğimiz gibi tüm insanların yerel malzeme, teknik ve imkânlarıyla kolayca kendi meskenlerini inşa edebildiği geleneğini de bu sürecin sonunda terk etmiş olduğumuzu unuttuk. Her şeyden önce kent ve şehir kavramı arasındaki farkı anlamalıyız. Toplumumuzda ortalama olarak iki kelime birbirinin aynısıymış gibi kullanılır ancak kent kavramının bizim ait olduğumuz kültür havzasıyla ilgisi yoktur. Kent dediğiniz soğuk ve ruhsuzdur. Kapitalisttir. Cani ve gaddardır. Tüketir. Yok eder. Siler. Eskiyi, güzeli, insani olanı, komşuyu, akrabayı, selamı, yardımlaşmayı… Şehir ise ait olduğumuz kültür havzasına aittir. Ev, mahalle, semt, çarşı, cami ve benzeri kavramların bir arada olduğu yer şehirdir. Şehirlerin ruhu vardır. Şehirde ahlak vardır. Adalet, edep, komşuluk vardır. Kınalızade Ali Çelebi bu ayırımı Medine-i fazıla ve Medine-i gayrı fazıla olarak ortaya koyar. Faziletli şehirler ve faziletli olmayan kentler. Bununla birlikte ev, mahalle ve benzeri kavramları da tanımlamalıyız:“Allah sizin için evlerinizi sükûnet, mutluluk ve huzur yeri kıldı. Bunun için hayvanların derilerinden çadırlar yapmanızı temin etti.” (Nahl Suresi 80. Ayet) Herhangi bir insanın aklına ev dendiğinde; başını sokabileceği, kendisini kötülüklerden koruyan, ailesi ile birlikte, en özel anlarını yaşadığı, içinde huzurla bulunduğu, bahçeli, müstakil, tavuk, kedi ya da köpek besleyebildiği, domates, biber, elma, armut ya da bilumum sebze ve meyve yetiştirebildiği, misafir ağırlayabildiği, sevdiği diğer insanların yaşadıkları evlere, parka, okula, çarşıya, camiye, sağlık birimine yakın mesafede, güvenli mahallelerde, etrafı onun evinin güneşini, manzarasını, rüzgarını, yolunu kesmeyen binalardan oluşan, bulunduğu coğrafyanın doğal malzemesinden yapılmış, geleneksel teknikle kolayca inşa edilebilen, ona sahip olmak için en temel insani vazifelerini yapmanın yeterli olduğu (doğmak, büyümek, evlenmek, meslek edinmek, vatandaşlık görevlerini yerine getirmek,

çalışmak ve benzerleri gibi) şeyler gelir. Ayrıca ev ile evlenmek fiili aynı kavram bütünlüğü içindedir. Bekar olanların ev sahibi olamadığı, evlenmek için de evinin olması geleneği iç içe bir olgudur. Aynen Ashab-ı Suffa’da olduğu gibi. Genç ve bekar sahabeler Medine’de mescitte kalırlardı. Bununla birlikte evlerimiz; konut, rezidans, gayrimenkul değildir. Değeri artınca sevineceğimiz bir rant aracı hiç değildir. Değeri artınca sattığımız evimizde hatıralarımız ve duygularımız da satılmış olur. Bankaya ipotek ettiğimiz evimizin şartlarımız bozulduğunda kredisini ödeyemediğimizde o ev bize zindan olur. Ayrıca evlerimiz sadece betonarme olmak zorunda değil. Beton çok ağır bir kütledir. Deprem olduğunda o ağır kütlenin altında bedenlerimiz ezilir, aynı banka borcu altında ezildiğimiz gibi. Etrafı büyük duvarlarla çevrili korunaklı siteler ya da rezidansların dışında yaşayanlar çok mu tehlikeli ki, bizi yakalamasınlar diye mi rezidansların etrafını yüksek duvarlarla çeviriyoruz. Bu nasıl bir ayırımdır. Ayrıca, ev, mahalle, semt, şehir, toplum sıralaması ile oluşan geleneksel tavrımızı; konut, rezidans, süit, apart, home ofis, apartman, site ve

Mart’17 • 9


Karantina

benzerine çevirince aile, komşu, arkadaş, akraba, hemşehri, millet olan geleneksel demografik yapımız, yalnızlık, yan dairedeki yabancı, metrodaki vatandaş, rakip takımın taraftarı; benimle aynı düşünmeyen yaratığa döndü. Bununla birlikte “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” hadisinin yaşandığı mahallelerden ve bu mahallelerde herkesin birbirini tanıdığı ve birbirine kefalet sistemiyle bağlı olduğu yapıdan adrese dayalı nüfus sistemine geçince geldiğimiz durum tam bir yıkım ve yok oluş. Bunun sonucunda özgün, geleneksel ev yapma tekniğimizin ve örneklerimizin, ülkemizin her yerinde tüm olumsuz etkilere rağmen ayakta kalma ve örneklik olabilme ihtimalini korumak için yaşam mücadelesi verdiği şu günlerde açık ve net soru şudur: Müstakil ev mi, apartman dairesi mi?Ahşap mı, beton mu? Kolay mı, zor mu? Teknik mi, teknolojik mi? Faizsiz mi, faizli mi? Hangisi özgün ve özgür? Cevap çok net. Bu ülke toprakları herkesin en güzel şartlarda yaşayabileceği kadar geniştir. Bu ülkenin geleneği en güzel evleri yapma bilgisine sahiptir. Bu ülkenin insanı kendi evini yapacak yeteneğe ve tekniğe sahiptir. Evlerimizi yapmak için faizli banka sistemine ihtiyacımız yoktur. Eğer biz geleneğimize, kültürümüze, ahlakımıza, canım İstanbul ve Anadolu şehirlerine sahip çıkmazsak bin yıldır sahip olduğumuz Anadolu, 550 yıldır sahip olduğumuz payitaht İstanbul elimizin altından kayar gider. 10 • Mart’17

Karantina Çünkü bizim rant peşinde değerlerimizi heba ettiğimiz bir sırada birileri Konstantiniyye’nin Latin istilası öncesi güzel günlerine atıfla Minaresiz Ayasofya, agora ve atriumlardan oluşan Konstantiniyye kentinin restitüsyonunu ihya etmeye çalışmaktadır. (Söz konusu bu çalışmaları http://www. byzantium1200.com/tiles.html ve https://vimeo. com/24279450 adreslerinden görebilirsiniz.) Velhasıl Medine, Kudüs, Saraybosna, Kahire, Taşkent, Buhara gibi İslam beldelerinin kardeşi ve örnekliği olan İstanbul’un ve kadim şehirlerimizin, Peygamberimizin (s.a.v) ve tüm Müslümanların emaneti olduğu bilinciyle önce zihinlerimizde ve fikirlerimizde, daha sonra icraatlarımızda yeniden sahiplenilmesi ve fethedilmesi gerekiyor. Bu çok büyük bir sorumluluktur bizim için. Yoksa birileri bu şehri yeniden fethetmeye kalkar, maazallah! Eğer tüm bunlarda anlaşabiliyorsak, şehirlerimizi küçültmeliyiz. İstanbul’un nüfusunu azaltmalıyız. Marmara Bölgesi’nde toplanmayı bırakmalıyız. Anadolu’ya yayılmalıyız. Şehir yasası çıkarmalıyız. Büyükşehir olmaktan vazgeçmeliyiz. Betonarme ev yapmayı acilen terk etmeliyiz. Beton mezarımıza kadar girdi maalesef. Ranttan ve biriktirmekten vazgeçmeliyiz. Evimizi ticari bir meta ve ipotek malı olmaktan çıkarmalıyız. Ev üretimini finansal yöntemlerden uzak tutmalıyız. Evimizi alınıp satılan, değeri ile oynanan bir meta olmaktan çıkarmalıyız. Meskende kiracılık zulümdür. Bedeli ne olursa olsun bitirmeliyiz. Teknolojiyi azaltıp tekniği hayatımıza sokmalıyız. Doğal olana dönmeliyiz. Sünnetullaha uygun yaşamalıyız. Ahireti unutmamalıyız. Bizimle sadece hayırlarımız gelecek. Bu dünyadakiler burada kalacak. Eğer yazıyı buraya kadar okuduysanız umut var demektir. Nasıl diye sormayın. Birlikte yapacağız.

“YETERİNCE YAKIN YETERİNCE UZAK” Mehmet Öğün ile Kentsel Dönüşüm Üzerine Konuştuk. Dücane DEMİRTAŞ

Ş

ehrin karakterini mimar belirler diyoruz, peki mimar aynı zamanda eserleriyle toplum içindeki ilişkileri de belirler mi? Mimari de estetik, sanat ve doğallığın daha sağlıklı bir toplum için olmazsa olmaz olduğunu söyleyebilir miyiz? Tabi önemli bir soru bu. Mimarinin yadsınamaz bir gücü olduğunu söyleyebiliriz. O doğru. Çünkü mimari, bir insanın anne karnından itibaren ölümüne kadar aşağı yukarı bütün hayatında ilişki içinde olmak zorunda olduğu bir olgudur. Kim olursanız olun, ne olursanız olun, görmeyen bir insan veya duymayan bir insan bile olsanız mimari ile ilişkili biçimde hayatınızı sürdürüyorsunuz. Bir anlamda mimarinin içinde oluyorsunuz. O bakımdan mimari önemli. Yalnız şunu hemen söylemek lazım: Mimari ile toplumsal ilişkileri tamir etmek veya hedeflediğiniz tipte bir toplumsal, sosyal yaşantı

biçiminin ilişkiler düzenini tek başına vücuda getirmek mümkün değil. Mimariyi de olduğundan daha fazla güç atfederek zikretmek doğru bir şey değil. Aslında karşılıklı bir ilişki ve bir paradoks var. Toplumlar kendi yaşama biçimleri, alışkanlıkları, hayatı ve geleceği tahayyül ediş biçimlerine göre mimari üretirler. Aslında bu tüm sanat dallarını kapsıyor. Ama daha sonra vücuda getirdiği şeylerde onun içinde yetişecek olan nesilleri de biçimlendiriyor. Böyle sarmal bir durum bu aslında. Dolayısıyla bugün kafamızda, kendi dünya görüşü ve inanç görüşümüze uygun olarak bir şehir tahayyüllü ve tasavvurumuz olsa, ideal bir yapıyı bir an için kağıda döküp inşa etmek imkanını bulabilsek, ondan sonra onun içindeki insanlar bizim bu fiziki çevre paralelinde tahayyül ettiğimiz insanlar olarak vücut bulmayacaklardır. Yani o ikisi birbirleriyle çok klasik olacak ama yumurta tavuk ilişkisine sa-

Mart’17 • 11


Karantina hiptir. Siz tarihçisiniz bugün bir şey yapmak durumunda olduğunuzda eğer sorumlu davranıyorsanız önce geçmişe bakmak zorunluluğu hissediyorsunuz. Hangi alanda olursa olsun geçmişte buralarda ne vardı, neler olmuştu, bugün neler olmakta, ben bu olup biten sürece hangi katkıyı ve hangi müdahaleleri yapmak zorunluluğundayım sorumluluğunu taşıyorum gibi bir hesaplaşma içinde olursunuz. İşte Antik Mısır’a bakın, onun üç aşağı beş yukarı devamı olabilecek Antik Yunan’a bakın, oradan Roma’ya geçin, ondan sonra Roma’nın devamı olarak Batı uygarlıklarının izlediği yollara bakın, aslında üç aşağı beş yukarı hepsi kendi içinde tutarlı bir çizginin devamıdır. Mesela Mısır piramitlerinin yapılış amacı Firavun’un inandıkları tanrıya varabilmesi için en yüksek noktaya ulaşma çabası. Onun dışında o büyük blokların vücuda getirilmesinde insana sadece sen küçücük bir kum tanesisin, sakın bir iddia taşıma, Firavun’un dediklerini yap; tahıllar ekilecek, biçilecek ve yenecek sen de cebine düşen kadarıyla yetinerek bu hayatı sürdüreceksin döngüsünü hazırlayacak olan bütün mimari kurgular var. Roma mimarisinde de öyle, Yunan mimarisinde de öyle. Mesela temel faktörü şöyle bir gözden geçirelim: Roma’da tapınağa cephesinden yaklaşıyorsunuz. Bir meydan düzenleniyor. Meydanın iki yanındaki sınırlamalar sizi doğrudan tapınağın cephesine yönlendiriyor ve tapınağı o kadar cephesel düşünüyorlar ki yan cephelerdeki önüne kolon dizisi yapılıyor, yan ve arka taraftaki kolonatlar (kolon dizisi) duvara gömük yapılıyor. Aslında kolon yapmaktan kaçınmıyorlar ama o cephe fonksiyonunu ifa etmeyeceği için öylesine dursun orda deniyor. Yunan’a gittiğiniz-

12 • Mart’17

Karantina de Yunan mimarisi biraz daha farklı. Orada tepeye inşa edilip her taraftan görülebilecek bir şekilde, dört tarafında dolaşılabilecek, dört tarafından algılanabilecek bir tapınak kompozisyonu var. Dört bir yandan izlediğinizde üç aşağı beş yukarı aynı karakteri taşıyan sıra kolonlarla taşınan çatı altında oluşmuş bir tapınak var. Fakat Yunan tapınağında da şöyle bir hikaye var; dört tarafından algıladığınız bir şeyin içine girmiyorsunuz. İçi yok çünkü. İçine bir tek rahip giriyor. O kendince ibadetini yapıp dışarı çıkıyor. Halkla ilişki kuran bir yapı değil. Sadece halka, sen bunu uzaktan izle denmek üzere yapılmış bir şey. Bizim kültürümüze geldiğinizde bizim kültürümüz bu çizginin tamamen dışındadır. Mesela Yunan Dorik sütunu zeminden başlayıp sonra ortaya doğru şişiyor tekrar sönüyor. Sebebi erkek vücudu ve kas gücü çok önemsendiği için o kolona ve sütunu da gerilmiş bir adale izlenimini ve içinde her an açığa çıkacak bir güç intibaını vermek üzere ona bir görev atfedilerek yapılmış eserler olmasıdır. Bizim İslami esastan hareketle vücuda getirilmiş şehir oluşumlarında, onun içindeki ev-konut kültüründe, sivil ve dini mimaride hiç bu tür atıf yoktur. İslam mimarisinin ta birinci gününden itibaren kâğıda dökülmüş bir kurallar dizisi yoktur. Bir cami cephesi şöyle olacaktır veya konut şöyle olur diye reçeteler asla yoktur. Adeta insana tebliğ edilmiş olan ve insanın da herhangi bir dayatma olmaksızın özgür iradesiyle benimsemiş olduğu dünya görüşünün içinde huzurlu, asude ve ferahlık yaratan bir ortamı vücuda getirecek unsurları tutup gerisini ayıklayarak inşa etmeye başlıyorlar. İlk camiler (dönem dönem birçok yerde örneklikleri var) kiliselerden ayıklanarak belli bölümler atılıp içlerine İslami

ibadet fonksiyonunu yerleştirerek yapılıyor. Bence buna bütün İslami sanatları ve zanaatları dahil edebilirsiniz. Hiçbir zaman, hiçbir yerinde, hiçbir unsur herhangi bir şeyi temsil etmek üzere düşünülmüyor. Böyle bir temsiliyet yok. Gotik mimarideki bir kilisesin cephesine baktığınızda ise her şey hem biçimsel olarak hem ifade olarak bir şeyi temsilen oraya konmuştur. Dolayısıyla bu dünyanın içinde bugün için bizim yaşamak durumunda kaldığımız fiziki çevrelere baktığımızda şunu çok net bir şekilde görüyoruz: Bu yaşantı tarzı, bu şehir planlaması, bu bina yaklaşımı aslında geçmişimizden bugüne intikal etmiş olan şeyler değil. Bunlar Batı’ya bakılarak Batı’dan alınmış. Lale dönemine kadar götürüyorum ben bu süreci. O dönemde başlayan Batı taklitçiliğinin bir şekilde işin içine girmesiyle birçok üslup (Türkiye’deki) mimariyi biçimlendirdi. Şimdi Batı’dan kopya edilerek gündeme getirilen bazı meseleler var. Mesela “aile dostu şehir”, “engelli dostu şehir”, “çocuk dostu şehir”, “hayvan dostu şehir” vs. Bunlar niye böyle? Çünkü Batı’da sonradan el yordamıyla problemleri tek tek çözüme kavuşturarak ilerledikleri için o fark ettikleri eksikleri gündeme getirip ona çözüm bulmaya çalışıyorlar. Böyle bir gündemleri oluşuyor. Halbuki bizde zaten bunların hiçbiri konuşulmuyordu. Gelenek devam ediyor olsaydı, aile dostu kentler planlayalım diye bir şey söylendiğinde aile dostu olmayan kent nasıl olur diye bizim insanımız öyle bir şey mi var şaşkınlığına düşebilecekken, bugün Batı’dan aldığımız üçüncü derece taklitlerinin içinde yaşıyoruz. Fakat şu var: Bugün siz oturup ben aile dostu bir şehir planlıyorum deseniz ve vücuda getirseniz, o sizin esas aldığınız kriterler neticesinde inşa edilmiş kent asla ve kat’a siz öyle tasarladınız diye aile dostu bir kent olmaz. Çünkü insan alışkanlıkları, beklentileri ve ileriye yönelik planları doğrultusunda o fiziki mekanları kendi istediği gibi dönüştürecektir. Engelli dostu bir kent dediğinizde bunu yapabilirsiniz. Neden? Çünkü bunun çözümleri fiziki; rampalar yaparsanız, bir takım düzenlemelerle görmeyenlerin şehirde dolaşmasını kolaylaştırırsınız, tekerlekli iskemlelere daha iyi ve hızlı hareket edecek bir alan oluşturursunuz. Bunlar olur. Çünkü maddi alandır ve çözülebilecek bir şeydir. Fakat manevi alanın problemlerini asla ve kat’a tek başına mimariyle ve şehircilikle çözemezseniz. Çünkü siz ne derseniz

deyin dünün insanları başkaydı, bugünün insanları başkadır. Bu gerçekliği fark etmemiz lazım. Geleneksel mimari için bir evin inşasında komşuları da ailenin bir ferdi olarak gören tasarım göze çarpıyor. Avluya veya kilerden sokağa açılan kapılar, odalar arası geçişler, evin konumu vb. fakat içinde bulunduğumuz şartlara baktığımızda örneğin İstanbul özelinde 15 milyonluk bir kenti böyle planlamak imkansız gibi diyebilir miyiz? Elbette olur. Ama şunu vurgulamak istiyorum: Sizin tasarımınız eğer ki insanlar öyle davranmak istiyorlarsa onun önünde engel teşkil etmez. Ama aynı zamanda onu tasarlayamayabilir de. Yani benim tasarladığım kriterlere uygun bir yere gittiğinizde iki sene sonra orada komşuluk ilişkilerinin gelişeceğine dair bir garanti vermez. Ben orada da ikircikli bir durum olduğu görüşündeyim. Kapalı siteleri, rezidansları en çok eleştirenler onların içinde oturanlardır. Oturmak zorundalar da belki, çünkü güvenlik, hijyen, sosyal statüler gibi pratik birtakım konular bunları öne çıkarıyor. Ama dediğiniz çok doğru, buradan öyle bir mimariyi olumladığım çıkarımı yapılmasın. Bomonti tarafına bizim bir hanım kardeşimiz kiracı olarak gitti. Kendisi 39. katta, bir tanıdığı 42. katta oturuyormuş, telefonlaşıp çay kahve içmek üzere birinin evinde buluşmak için sözleşmişler. Gidememiş kızcağız, çünkü onun asansör kartı sadece 42. kata çıkmaya izin veriyor. Yani yetkisi yalnızca o katla ilişkili, komşusuna gitmek istediğinde ta aşağılara gidip arkadaşının onayını alması gerekiyor. Komşuluk ilişkisinden bizim Türk-Osmanlı-İslam geleneğinin anladığı iç içe olmak değil “yeterince yakın yeterince uzak” olmaya imkan veriyor. İnsanlar birbirlerinin mahremine girmeden, burnunun dibine girme rahatsızlığını yaşatmadan kibarca düzenlemiş bir kademelenmeyle oluşturuyor bunu. Kamusal mekanlardan mahallelere doğru dağılmaya başladığınızda yol karakterinin, genişliklerinin tıpkı insanın damar sistemi gibi kılcallaşması, çıkmazlara gelmesi, çıkmazlardan avluya gelmesi o harem-selamlık oluşum mahremiyetin korunmasını sağlıyor. Ama Batı kültürü Roma’daki İnsula dedikleri dört beş katlı binalardan geliyor. O binalar da içinde normalde yüz insan yaşayabilecekken bin insanın yaşayabileceği, inMart’17 • 13


Karantina

sanların kadın, erkek, çoluk, çocuk pislik ve sefalet içinde şehrin genel ulaşımını ve diğer unsurlarını zorladığı için daha sonra üst katlardan ikinci kat kotundan onları köprülerle bağlıyorlar ve sirkülasyonu oradan sağlıyorlar. Bu, insanların insanlıktan çıkarıldığı bir konsantrasyon. İşin diğer kısmına geçtiğimiz zaman Amerika’da arabanın yaygınlaştığı dönemlerde yapılan yerleşmelerde bu kez de her evin arasında 500 metre mesafe var. Kimse kimseyi görmüyor. Herkes evine arabasıyla geliyor garajdan giriyor, yolun karşı tarafında kim oturuyor, ne iş yapıyor, çoluğu çocuğu var mı bununla hiç ilgilenmeden bir hayat geçirmiş oluyor. Bununla beraber bize dönersek, siz bir yeri 15-20 milyon yapmaya göz yumarsanız, bunun sürdürülebilir bir tarafı olmadığını göreceksiniz. Bir kere planlamanın esasında planlama büyük ölçekten başlar. Önce ülkeyi, sonra bölgeyi, sonra şehri, sonra mahalleyi, sonra binayı planlarsınız. Onun enerji, ulaşım, mimari alanında planlaması bu şekilde olur. Dolayısıyla sizin ülkenizle ilgili projeksiyonunuzun ne olduğu önem taşıyor. Bir ülkenin metropolü olmalı mı? Önemli olan bu. Peki metropolünüz olmalı, kaç metropolünüz olmalı? Diyelim ki üç metropolü olmalı. Bu metropoller hangileri olmalı? Bunların hangi sınırlara ve hangi zaman dilimlerine ulaşması planlanıyor? Burası büyürken arsa arzı hangi planlara uygun olmalı? Ulaşım ağları, diğer altyapı yatırımları, bunların tümünün sizde dökümleri olması 14 • Mart’17

Karantina lazım. Bizdeki büyüme şehircilikteki çok kullanılan tabirle “yağ lekesi” şeklindedir. Siz orada gelişmenin ardından “Burası büyüdü, oraya metro götüreyim. Bu yol yetmedi bu yolu genişleteyim, iki köprü yetmedi üçüncüsünü yapayım.” şeklinde kervan yolda düzülür mantığıyla yapılıyor. Ama bütün bu planlar eğer elinizde varsa demek ki siz kendi ülkenizle ilgili bir fikir sahibisiniz. Onun içindeki yapılaşma unsurlarınızın ne olduğunu da biliyorsunuz. Şimdi İstanbul’un yirmi milyon olup bir taraftan İzmit’e diğer taraftan da neredeyse Tekirdağ’a doğru genişliyor olması herhangi bir plan dahilinde değil. Dolayısıyla bizim arsa yapı üretme modelimiz TOKİ oldu. Çünkü TOKİ, bütün o mevzi imar süreçlerinin içinde olduğu için kamulaşmayla, çevre bakanlığı kararlarıyla rahatlıkla aşabiliyor. Niyet kötü değil, problemi çözme niyetiyle yapılıyor ama problem çözülmektense daha da girift bir hal alıyor. İstanbul’un iki merkezli, bir ayağı Asya’da bir ayağı Avrupa’da, iki odaklı, bir tanesi biraz daha temiz endüstriyel, öbür tarafı biraz daha kültürel ağırlıklı olan bu yapısında iki merkez arasındaki bağın asfalt köprülerle değil Allah’ın bahşettiği ortadaki suyun efektif kullanımıyla yapıldığını düşünsenize. Bu kadar şirin bir şey var, Moda’dan İzmit’e kadar pırıl pırıl denize giriliyor, bu kadar temiz bir suyu kullanmaktansa Avrasya Tüneli gibi şeylerle çözüm bulunmaya çalışılıyor. Böyle bir tahlilden hareket ettiğinizde insanlara da ait oldukları yerlerde iş, aş imkanları verseniz zaten bu yığılmalar da yaşanmayacak. Bütün bunlar birbiriyle iç içe. Yani bugün ufki mimari diyoruz. Ufki mimari bir kere “yatay” yaptığınız her şey güzel olacak, ideal olacak demek değil ki. Çok yanlış yatay mimariler de var. Asker sıraları gibi binaları birbirine ekler dizersiniz, iğrenç birtakım Kartezyen girift şeylerin içine Mısır ve Roma mimarisini taklit ederek oturtursunuz. Bir yere bir şehir oluşumunun tutunması mucizevi bir şey. Bir yerde insanlar kümelenip bir arada yaşama ihtiyacı duyuyorlar. O coğrafya, o nokta, o koordinat bunu gerekli kılıyor. Bu müthiş bir şey. Bir yerde adeta sıfırdan hayatın ortaya çıkması, oluşması gibi bir şey. Demek ki oranın, o noktanın bir hikmeti var. Yani aksi örnekler de var Brezilya’da filan denendiği gibi oraya yeni bir şehir kuralım diyorsunuz ama olmuyor, orası tutmuyor. Dolayısıyla hazır bu müthiş isabetle vücut bulmuş o şehirsel

oluşum çekirdekleri varken her birini kendi imkanlarıyla değerlendirecek şekilde planlayıp kendi geleneklerini işin içine katarak geliştirmeyi becerebilseydik – ki bunun önünde bir engel yoktu – bugün zaten oturup da buradan nasıl döneceğiz şeklinde bir problemi konuşuyor olmayacaktık. “Bunu(yatay mimari) yaptık, bu hiç güzel olmadı. Bunu ufki mimari yapalım.” Bir kere ufki mimari yirmi milyonluk şehirlerin söz edildiği bir yerde bu yoğunluğu yerleştirmenin imkanını nereden bulacaksınız? Buldunuz diyelim, bunun palyatif bir şey olduğu o kadar aşikar ki. Yani “Bunu yaptık olmadı, bunu yapalım.” Örneklerine de bakıyorum, tatminkâr bir çözüm oradan çıkacak gibi görünmüyor. Peki alternatif bir üçüncü yol var mı? Elbette bir üçüncü yol var. Yollar tükenmez. Zaten eğer tükenirse ümidimizi yitirmişiz demektir, o da bize yakışacak bir durum değil. Bu yanlışı devam ettirmenin dışında başka bir seçeneğimiz var. Bu o kadar aşikardı ki deneyip de bu noktalara kadar getirmeye gerek yoktu. Kentsel dönüşüm Batı’da gündeme getirilen bir şey, şehri yeniden yaşanılır kılmak için şehre belli açılardan müdahale etme üzerine. Diyelim bir şehirde bir liman bölgesi bir anda taşınıyor, oradaki liman alanı kendi yan fonksiyonlarıyla birlikte bir çöküntü sürecine giriyor. Bu durumda kentsel dönüşüm, o şehir için gündeme getirildiğinde sosyal, ekonomik, fiziki, mimari, sanatsal zenginlik katıp şehrin kalitesini yukarıya taşıyacak müdahale ne olabilir noktasında çözümleri içerir. Bizim yaptığımız şey maalesef doğru bir başlığı yanlış bir fiille buluşturmak. Çok katlı binalara yönelik de değişim faaliyetleri var, çünkü o bölgelerde yetiştirilen çocuklar uyuşturucu kullanımı, intihar ve suç oranları bakımından artık başa çıkılamayacak seviyede. Halbuki bu tecrübe Batı’da yaşanmış ve ondan gerekli ders çıkartılmışken biz ne yaptık? Mesela depremsellik de bu mevzunun içinde, örneğin bu bölge büyük

bir depreme karşı koyabilecek mukavemette binalar içermiyor, o halde bunları adam etmemiz lazım. Rahmetli Turgut Cansever 99 depremi olduğunda dedi ki: “Aslında bu Allah’ın bir lütfu da olabilir eğer gereken dersi biz çıkarırsak.” Bu adamcağız iki senesini deprem bölgelerindeki yerleşim yerleri üzerine tasarlanan pilot şehir projesine vakfetti. O projeleri cumhurbaşkanlık, başbakanlık ve bakanlıkların hepsine de sundu ama maalesef bizzat Tayyip Bey’in, kendisini iki saat dinleyip “Hocanın dediği her şey yapılacak.” diye talimat verdiği hiçbir şey gerçekleşmedi. Dolayısıyla kentsel dönüşüm zaten var olan sorunlarımızı daha da derinleştirdi ve şehirlerimizi dikey olarak yükseltti, hektar başına düşen insan sayısını arttırmaktan başka hiçbir yararı olmadı. Dolaylı olarak istihdam, inşaat sektörü gibi faktörlerden belki ekonomimiz yarar sağlamıştır. Bir de şu var: Maalesef çok fazla bir mekan harcaması içerisindeyiz, yani insana yetecek optimum mekanları kullanmak yerine rahat ve lüks düşkünlüğü içerisinde herkes büyük ev, büyük salon, daha fazla balkon ve manzara gibi şeylerin peşinde. Ama seksen milyondan bahsediyoruz ve bu seksen milyonun büyük bir kısmı konut meselesi problemi yaşıyor. Uygun fiyatlarla kolay erişebilecekleri ama keyifli yaşayabilecekleri şehir tasarımları elde etmeliyiz. Yani siz bir adamı Kartal’da çalıştırıp Beylikdüzü’nde oturmaya zorlarsanız, o ulaşım problemlerinin katlanarak size dönmesi zaten ayan beyan ortada bir sonuç. O zaman aklın yolu birdir: İşyeri, okul, ibadethane ve sağlık kurumlarını ulaşabilir normlar üzerinde çözebilecek, yatay basit inşaat unsurlarıyla vücuda getirilebilecek, o bölgenin imkanlarını da bir potada eritebilecek çözümlemelerle hızlı inşa sürecini başlatmalıyız. Bir sorunumuzda şu açıkçası: Sürdürülebilirlik. Gerçekten tabiatla, toprakla bağlantılı, insanların arasındaki ilişkilerin doğal gelişebileceği, iki üç neslin bir arada yaşayabileceği planlamalar yapmalıyız.

Mart’17 • 15


Karantina

Karantina

K

ültür ve medeniyetini unutmuş toplumlar çökmeye hazır bir bina gibidirler. En ufak bir sallantıda yıkılacaklardır. Dünyevileşme1 uğruna ailesinden, akrabasından, komşusundan vazgeçen hatta kaçar hale gelen insanların sayısı git gide artmaktadır. Bu yıkımın altında kalan en önemli değerimiz ise, ailedir. Zira aile, toplumun kalbidir. Doğumdan ölüme kadar yaşanılacak şu fani diyarda fıtratımıza uygun davranışlar sergilemek ve bu davranışlar doğrultusunda yaşamak ve gelecek nesillere fıtrata2 uygun bir miras bırakmak en vecih görevimizdir. Ülkeler, şehirler, köyler, kasabalar, mahalleler, caddeler ve sokaklar bu bakış açısıyla inşa edilmelidir. Zira mekân, insanın davranışlarını değiştiren önemli bir faktördür. Bu faktör unutulduğunda şer3 odaklı mekânlar yerin altında ve göklerin üstünde imar edilmeye devam edecektir. Gökdelenlere, çarpık kentleşmeye, mahalle kültürünü ve komşuluk ilişkilerini zayıflatan hatta yıkan bu dönüşüme bu yüzden karşı olduğumu söyleyebilirim. “Beton yığınları toprağa galip ise, mağlup olan insandır.” Her şey olduğu yerde güzeldir. Zira her canlının her hücresinde sünnetullah4 söz konusudur. İnsanlar, dünyevi menfaatlere, mal tutkusuna, makam ve ganimet hırsına kapılarak bu düzeni tarumar eder. Bu tutum içeresinde projeler üreten ve bu projelere imza atanlar ise inşa yerine imha projesine destek vermiş olur. Yani maruf5 için değil, münker6 için tuğla koyulmuş demektir. “Sizi topraktan yaratması O’nun delillerindendir.”7 Kur’an, insan yaratılırken ham maddelerin “toprak” ve “su” olduğunu orta-

16 • Mart’17

ya koyar. İnsana adeta topraktan geldin, toprağa gideceksin demektedir. Bu hakikate sağır olanlar kendilerini ya yerin altındaki betona hapseder ya da gökdelenlere! Bu ziyan insana hüsran olarak yeter. Modern hayat insana eşyada kaybolmasını telkin8 eder. Eşyanın insan için değil de insanın eşya için olduğunu her fırsatta fısıldar. Mücadelesini, azmini yeni ve ihtişamlı olan son model ne tür eşya varsa onu elde etmek için olmayan parasını harcamaya başlar. Daha çok tüketim için daha çok çalışmak yerine dağlar kadar borcun altına girer. Tüketim ve borç bataklığına batanlar ise, çareyi ya çalmakta ya da cana kıymakta arar. “Eğri cetvel ile doğru çizgi çizmek mümkün değildir.” Kentsel dönüşüm, çürük ve çarpık yapıların yeniden imar edilmesi için, adeta “yeni bir düzen” için ortaya çıkmış bir projedir. Özel de insan, genelde toplumun güvenliğini tesis etmek amaçlanmıştır. Teoride herhangi bir sorun yoktur. Sorun pratiktedir. Zira niyetin halis olması tek başına bir şey ifade etmediği gibi o, niyetin amele dönüşen boyutunun da salih olması şarttır. Son on beş yılda hiç olmadığı kadar gökdelenler ve AVM’ler yapıldı. 3-5 katlı yapıların yerini, 30-40 katlı binalar aldı. Bahçeli (toprak kokulu) evlerin yerine, suni çimli sahte bahçelerle insanların gerçek özlemine sahte duygularla hitap edildi. Komşu al ev alma sözünün yerine, ev al komşu önemli değil anlayışı yaygınlaştı. Sokaklar ve parklar güvensiz, siteler ve konutlar güvenli denilerek sınıfsal ayrım meydana geldi. Mahalle kültürünün yerine modern tesisler imar edildi. Tüm bu boyutlar elbette çağımızın gerekli araçları ama eşya insan için yapılırsa göre-

vini icra eder. Maalesef yaşadığımız bu zaman diliminde insan eşya içindir anlayışı zihinlere yerleştirilmiş ve yerleştirilmeye devam etmektedir. Şimdi ne kolay yapıldı demek… “Tasavvuru dünya olanın medeniyeti gökdelen olur.” Yapmak için yıkmak gerekir. Bu yıkım tasavvuru dünya için olanların eliyle olursa yıkım değil kıyım gerçekleşir. Hal böyle iken yapmaya adapte olanlar neyi yıktıklarını göremezler. “Onların gözleri vardır ama gör(e)mezler. Kulakları vardır ama duy(a)mazlar.” Bir an önce yıkıp yapmak için imzaların atılmasını beklerler... “Rant kapısı uçuruma çıkar.” Ne geldiyse başımıza sabırsızlığımızdan gelmedi mi? Acelecilik insanın ne kötü bir yönüdür. İnsan, yaşadığı şu fani dünyada her şeyin hemen şimdi olmasını ister. İster istemesine ama bu aceleciliğin nelere neden olacağını zerre miktarı düşünmez. Düşündüğü sadece haz ve hırstır. İsteklerini gerçekleştirmek için elinden gelenin fazlasını yapar. Ayağını yorganına göre asla uzatmaz. Sahip olmadığı paralarla patronluk taslar. Oysa olmayanı göstermek ne zor iştir. Son yıllarda popüler hale gelen inşat sektörü bu haz ve hırs sahibi insanlarla doludur. Bir bina bitmeden bir diğerine, o bitmeden bir diğerine derken, olmayan paralarla vaat edilen hayatları yaşamakta ve yaşatmaktadırlar. Burada insanları düşünmekten ziyade araziye ne kadar kat imar edebilirim derdine düşülmektedir. Ve mutlu son ise, binalar yapılana kadar, hayatlar göçebeliği yaşamaya devam eder. “Dönüşüm dikey değil yatay olmalıdır.” Medeniyet yükselmekte değil alçalmaktadır. Tarih boyunca inşa üstten değil alttan yapılmaya çalışılmıştır. Böylelikle yaratılış gerçeğine yakın olan insan yaratıcıyı tanır ve yaratılanların onun için birer nimet olduğunun farkına varır. İnsan, toprağın kokusuyla merhameti kuşanır, aciz olduğunu hatırlar. Günün en fazla zaman dilimini geçirdiği yer olan

beyt bu yüzden önemli yer teşkil eder. Çünkü insan, hayata evinden başlar. Evi ne kadar mütevazı ise yaşantısı o denli mütevazı ve vakarlı olur. Gökdelende yaşayan insanın hayata başlaması ile gecekondu alçaklığında yaşayan insanların hayata başlaması elbette aynı değildir. En azından bu bana göre böyledir. Biri hayata yatay başlarken diğeri dikey başlar. Biri yüksekten hayata bakarken, diğeri alçaktan bakar. Biri inerken diğeri çıkar. Bu denli ironi yapılacak çok söz vardır. Sözün gücüne inanalar ne demek istediğimi anlamış yada yakında anlayacaklardır. Kentsel dönüşüm ihtiyaç mıdır? Evet ihtiyaçtır. Lakin bu ihtiyaç tek kelime ile rantçılara teslim edilmeyecek kadar önemli bir mirastır. Medeniyetin sembolü yapılardır. Bu yapılar; insan, bitki, hayvan ve tabiat için inşa edilmelidir. Tarihimiz bu denli iyi niyet taşıyan yapılarla ayakta durmuştur. Tarihi yapılar tahammülü tahayyül eden yapılarla doludur. Günümüzde ise, tahayyül etmek bir yana müstağnileşen yapılarla inşa değil imar edilmeye devam etmektedir. Eğer böyle devam edilirse acı bir söz olsa da söyleyeceğim; bir “ucube silueti” miras bırakılmış demek olacaktır. -Nereden bakılması gerekiyorsa oradan bakmayı unutmayın! Selam ve dua ile…

1 2 3 4 5 6 7 8

Dipnotlar Bkz. Milli Gazete/ Prof.Dr. Burhanettin CAN/ Sekülarizm nedir? Bkz. Rağıp El-İsfahani/Müfredat/Kur’an Kavramları Sözlüğü –“Fıtrat” kavra Kötü eylem, yapılmaması gereken iş, hayır olmayan iş. Allah’ın koyduğu nizam Bkz. Rağıp El-İsfahani/Müfredat/Kur’an Kavramları Sözlüğü –“Maruf” kavramı Bkz. Rağıp El-İsfahani/Müfredat/Kur’an Kavramları Sözlüğü –“Münker” kavramı Rum Suresi/20 Bir duyguyu, bir düşünceyi aşılama.

Mart’17 • 17


Karantina

Karantina

‘’Şehirlerimizin Geleceği Tehditler ve Fırsatlar’’ Sempozyumu Sonuç Bildirisi Mimar ve Mühendisler Grubu

Ş

ehirlerimizin içinde bulunduğu mevcut yapısal problemler ile karşı karşıya olduğu doğal afet riskleri, şehirleşme strateji ve politikalarımızı ciddi bir şekilde masaya yatırarak, akılcı, bilimsel, sosyal ve kültürel değerlerimizi dikkate alan bir şehircilik felsefesi üzerine tartışmamızı mecburi hale getirmiştir. Bu maksatla düzenlemiş olduğumuz “Şehirlerimizin Geleceği, Tehditler ve Fırsatlar” başlıklı sempozyumumuzda, Kamu idaresi, Üniversite ve Meslek mensuplarından uzmanlar bir araya gelerek “Afet, Deprem ve Risk Analizleri”, “Kentsel Dönüşüm Politikaları” ile “Şehir, İnsan ve Toplum” başlıklı oturumlarda konuyu etraflıca tartışma imkanı bulmuştur. Başta 17 Ağustos depremi olmak üzere, son Van depremleri de göstermiştir ki özellikle mevcut yapı stokumuzun iyileştirilmesi ve güvenlikli konut üretimi konusu çok büyük önem arz etmektedir. Bunun için; 1. Öncelikli olarak yapı müteahhitliği herkesin el attığı bir alan olmaktan çıkarılmalı, belli nitelik,

18 • Mart’17

2.

3. 4.

5.

6.

teknik eleman, donanım ve mali şartlar aranmalıdır. Şehirlerin planlanması ve bina projelerinin yapım aşamasında görev alan mühendis ve mimarların eğitimlerinde sosyal disiplin bakış acısı kazandıracak eğitimler arttırılarak, şehirlerimizi insanımızın gelişim ve huzurunu sağlayacak mekanlar şeklinde inşa edecek kültürel birikim sağlanmalıdır. İnşaatlarda çalışan usta, işçi ve kalfalar eğitimden geçirilerek sertifikalandırılmalıdır. Yapı kontrol sistemi değiştirilerek tüm bina ve müteahhitler Mecburi Yapı Sigortası kapsamında denetlenmelidir. Sektörü düzenleyen devlet, yerel yönetimler, üniversite ve mesleki sivil örgüt ayakları olan bir üst kurul oluşturulmalıdır. Şehirlerimiz kurulduğu bölgenin kültürel ve topografik dokusuna uygun, bölgenin kendine has mimari özeliklerinin yansıtıldığı, yerel malzemenin kullanıldığı, mimari ve estetiğin öne çıktığı, sosyal donatı alanlarının geniş ve erişi-

lebilir olduğu, birbirini tekrar etmeyen kimlikli şehirler olarak inşa edilmelidir. 7. Deprem ve afet yönetimiyle ilgili eğitimler, eğitimin her aşamasında verilmeli ve halkın gönüllü katılımı teşvik edilmeli ve desteklenmelidir. Afet sonrası halkın toplanacağı ve ihtiyaçlarının karşılanacağı geniş kullanım alanlı, çok fonksiyonlu açık ve kapalı mekânlar oluşturulmalı ve her an afete hazır tutulmalıdır. Van Depremi sonrası Sayın Başbakanımızın, “Bu tabloları defaatle yaşamaktansa iktidarı kaybetmek çok daha hayırlıdır.” cümlesiyle başlayan kentsel dönüşüm hamlesi, doğru uygulandığında ülkemiz ve şehirlerimiz açısından çok önemli bir fırsattır. Ancak bu süreçte, sadece deprem odaklı sağlam binalar inşa etmek noktasında yoğunlaşmak, çok dar bir perspektiften olaya bakarak güvenlikli ancak niteliksiz, kimliksiz ve gayri insani şehirler ortaya çıkması neticesini doğurabilir. Bu bağlamda şehirleşme konusu çok kapsamlı bir şekilde ele alınarak bütüncül bir şehircilik anlayışı ortaya konulmalıdır. Sağlıklı bir şehir yapılanması için sosyologlar, tarihçiler, çevre bilimciler, sivil toplum örgütleri ve halk mutlaka bu sürece dahil edilmelidir. Şehirlerimizin siyasi ve ekonomik rant odaklı olarak planlamaktan çıkarılıp, insan ve çevre odaklı planlanması, iktisadi ve maddi boyutlardan ziyade inanç, ahlak ve kültürel boyutları ön planda tutan yaklaşımların hayata geçirilmesi, kentsel dönüşümden oluşacak rantın kamuya aktarılması için gerekli düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Son dönemlerde yapılan kentsel dönüşüm uygulamalarında, mevcut arsalara verilen emsal artışlarıyla rant odaklı yüksek katlı yapılaşmaya olanak sağlanarak insan ruhuna ve fıtratına aykırı beton bloklardan oluşan şehir siluetleri ortaya çıkmış, kat sayısı ve bina yüksekliği arttıkça kalitenin ve modernliğin arttığı gibi yanlış bir algıya düşülmüştür. Modern şehir algısı, isimlerinde Türkçe’nin kaybolduğu AVM’ler, yüksek binalar, site ve rezidansların varlığına hapsolmuştur. Şehrin kültürüne, iklimine, doğal şartlarına bakılmaksızın, tüm şehirlerde aynı türden, aynı malzemelerden, aynı mimaride binalar inşa edilmiş, kentsel ve sosyal doku, hızlı bir şekilde dönüştürülmüş ve tahrip edilmiştir. Hatta olay öyle boyutlara ulaşmıştır ki İstanbul’un

yüzlerce yılda oluşan tarihi siluetine, gökdelenler hançer gibi saplanmış, Sultanahmet,

Ayasofya,

Topkapı Sarayı gibi değerlerimizi gölgesine hapsetmiştir. Yüksek bloklar inşa ederek nüfus yoğunluğunu artırmak, altyapı, ulaşım gibi teknik sorunların yanı sıra birçok sosyal problemi de beraberinde getirmektedir. Bunun yerine yapılması gereken, şehirlerimizi, yoğunluğunu azaltarak mümkün mertebe az katlı ve bahçeli konutlardan müteşekkil, eskiden olduğu gibi zengini fakiri, doğulusu batılısı her bireyinin birlikte yaşadığı, paylaşmaktan ve diğerinin varlığından güç aldığı, sosyal barışını sağlamış medeni ve mutlu birey ve ailelerin olduğu, çocuk, yaşlı, özürlü gibi tüm sakinlerinin çevre, estetik ve sosyal donatı imkanlarından istifade edebildiği mekanlara dönüştürmektir. Elbette ki yılların birikimi olan problemler bir sempozyum süresince tamamen tartışılıp çözümlenebilecek değildir. Gördüklerimize ve duyduklarımıza ilgisiz kalmadan, yaşadığı çağın tanıkları olan bizler, iyiliğin ve güzelliğin söylenmesi ve yayılması konusunda sesimizi yükseltmeli, şehre, insana ve geleceğimize sahip çıkmalıyız. Yanlış giden konularda ilgili ve sorumlu makam ve kişileri uyarmalıyız. Şehri insana, doğaya saygılı bir şekilde onu bir rant aracı olarak değil Allah’ın bize bir emaneti olarak korumalı ve güzelleştirmeliyiz. O bizim ve bizden sonrakilerin ortak malıdır. Bizden sonraki nesillere imar edilmiş, huzurlu ve yaşanabilir şehirler bırakmak herkesin görevidir. Toplumsal barışımıza ve insanımızın huzuruna katkı sağlayacak şehirleri yeni bir idrak ile inşa ve ihya ederken şehirlerimizi yeni bir medeniyetin taşıyıcıları olarak geleceğe taşımalı, bugün yaptığımız şehirlerle yarınlarımızı belirlediğimizi aklımızdan çıkarmamalıyız. Konu ile doğrudan ilgili olarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın kurulmuş olmasını oldukça önemsiyor, üstlenmiş olduğu büyük sorumluluk ve vebali bu vesile bir kez daha hatırlatmak istiyoruz. Kamuoyuna saygıyla duyurulur. Mart’17 • 19


Karantina

Karantina

KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN KOMŞULUK ÜZERİNDEKİ ETKİSİ Abdullah Mustafa MİRİK

H

er şey köylerdeki tarlalara giren makinelerle başladı. Bu makineler daha çok ürün alınmasını sağlıyor, her geçen gün altı insanın ekmeğini elinden alıyordu. Hâl böyle olunca köylerdeki işsizlik oranı giderek artıyordu. Büyük kentlerde sanayileşmeyle birlikte ihtiyaç duyulan işçi faktörü, ulaşımında gelişmesiyle köyde işsiz kalanların umut ışığı oldu. Evvela çalışacak bir iş, kalacak bir yer bulmak için ailenin reisleri önden gitti. Fabrikalarda düşük maaşlarla işe başlayan aile reisleri barınma ihtiyacını karşılayıp ailelerini de yanlarına almak istiyorlardı. Bunun için harekete geçtiler. Fakat kentlerdeki konutlara para mı yeterdi? Hal böyle olunca, sahiplerinin izinleri alınmaksızın boş arazilere, çatıları tenekeden derme çatma evler yapmaya başladılar. Böylece gecekonduların oluşum süreci başlamış oldu. Gecekondular zaman içinde büyüyen kentlerin ortalarında kalmaya başladı. 1980’li yıllarda devlet gecekondulaşmaya yönelik “ıslah edici ve çözüm arayıcı” tutum sergiledi. Fakat bu hareket gecekondulaşmayı durdurmayıp daha da çok teşvik edici bir duruma dönüştü. Devletin bu tavrıyla gecekondular politikleşmiş ve alınıp satılabilir bir meta haline dönüşmüştü. 1980’lerden 1990’lara kadar devletin gecekondulara yönelik tutumu değişti. Affedici bir politika izleyen devlet, bu dönemde çıkarılan imar aflarıyla

20 • Mart’17

bunu kanıtladı. 1990’larda, piyasayı özel teşebbüssün yönetmesini savunan neoliberalizm politikasının da etkisiyle gecekondular rasyonel olarak bir değişim sürecine girdi. 1999 Depremi’nden sonra kentsel dönüşüm süreci daha da hızlandı. Amaç yaşam standartlarını yükseltmek, çarpık kentleşmeyi önlemekti. Buraya kadar anlattığımız olayın görünen yüzü. Peki, bu değişimin insanlar üzerindeki etkisini, sosyopsikolojik ve kültürel boyutlarını hiç düşündük mü? Acaba, tek katlı evlerimizden hangi değerlerimizi aşağıda bırakarak gök kubbeye uzanan yüksek binalarımıza geçtik? Düşünüyorum da kentsel dönüşüm, kentlerimizi mi yoksa değerlerimizi dönüştürdü? Tabi ki bunda sadece kentsel dönüşümü suçlamak yanlış olur. Ekonomik yapının da düzelmesiyle daha modern bir hayata alıştığımız ve arkasından postmodernitenin cazibesine kapılıp gittiğimizi de belirtmek gerekir. Böylece üretime dayalı bir toplumdan tüketim merkezli bir yaşama geçilmiş oldu. Bu bağlamda kentsel dönüşümün negatif bir etkisinin de komşuluk üzerinde olduğunun kanısındayım. Komşuluk ilişkilerimiz nasıldı, nasıl bir duruma geldi? Hatırlar mıyız bahar gelince mahallelerde halı yıkamak için komşular bir araya gelir, bir gün birinin diğer gün öbür komşunun halısını yıkamaya giderlerdi. Çocuklar ise çeşmelerin

başında annelerinin aç-kapa komutlarıyla eğlenirdi. Şimdilerde apartman kültürünün de rahatlığıyla hangimiz toplanıp da halı yıkıyoruz? Ya da yıkamak istesek de nerede yıkayacağız! Kışa hazırlık için komşuların bir evde toplanıp turşu kurduğu o günler nerede? Gelişen sanayi ile birlikte kadının da iş hayatına girmesi ve bu tür şeylere pek zamanın olmaması bizi hazır gıdaları seçmeye yönlendirdi… Oğlum, ben dönüşte evde olmayacağım okuldan gelince komşu Ayşe Teyze’ne git! Bu cümledeki samimiyeti, yardımlaşmayı ve güveni görebildik mi? Şimdi kaçımız çocuklarımızı bir yere giderken komşuya bırakabiliyoruz? Önceden bizim kavgalarımız bile samimiydi. Elimizdeki misketimizi alan dostumuzun arkasından koşar, yakalayınca üzerine atlar toz toprak demeden boğuşurduk. Sonunda ellerimizde birer gazoz, kollarımız birbirimizin omuzlarında güle oynaya oyunumuza dönerdik. Tabii komşumuzun oğlu ile kavgacıktan sonra ki ceza uyarılarını kim unutabilir? Fakat şimdi betonlardan tozu toprağı göremez hale geldik. Ebeveynlerimizde ortamın değişmesiyle çekimser hale geldiler. “Aman çocuğum başına bir şey gelir.” “Yolda oynama tehlikeli.” “Yağmur yağar hasta olursun.” “Evden çıkma!” Şimdi sorarım, sosyalleşme çağındaki çocuklarımızı televizyona emanet etmek daha mı az tehlikeli? Çat kapı gittiğimiz komşularımız bizi görünce kapıda bir süre dona kalır, ardından “Canım ya! Ne kadar sevindirdin bir bilsen…” diye devam eden sevinç cümleleri uzayıp giderdi. Peki ya şuan ki durum nedir? Apartmanımızda en son çat kapı giderek hangi komşumuzu sevindirdik? En son yönetici aidatı toplamaya gelmişti der gibisiniz. Yazın pazar günleri, mahallece toplanıp Hüseyin Amca’nın kamyonetinin arkasına doluşup pikniğe gittiğimiz komşularımız nerede? Kentsel dönüşümle beraber her blokta 40-50

daire yaparak kalabalıklaştırma süreci bizi daha mı birlik beraberliğe götürdü, yoksa daha da mı yalnızlaştık? Mahalleye yeni taşınmış birini karşılamak için tüm çocuklar toplanır, evin çocuğu var mı diye heyecanla öğrenmeye giderdik. Şimdi ise oturduğumuz apartmanımızın yan dairesinde kimin kaldığını bile bilmez hale geldik. Kısaca özetlemek gerekirse sosyal iletişim ağlarının zirve yaptığı çağımızda sosyal bağlarımız dip seviyede geziyor… Ev alma komşu al atasözüne bakarak mı yoksa metrekare hesabı yapıp, çok odalı olmasına mı dikkat ederek mi alıyoruz evlerimizi? Basit şeyler gibi görünüyor ama resme geniş çerçeveden bakıldığında komşuluk ilişkileri, sosyal hayatın maddi ve manevi bütünleyicisi olup, dayanışmanın ve yardımlaşmanın özünü teşkil etmektedir. Sözüm ona kentsel dönüşüm evlerimizin şeklini değiştirirken davranışlarımızda da değişikliğe sebep olmuştur. Fakat her ne kadar değişime uğrasak da ‘özümüzü’ kaybetmediğimize ve kaybetmeyeceğimize inanıyorum. Son olarak Efendimizin komşuluk üzerine söylediği şu hadis ile bitirelim: İbn Ömer ve Aişe’den (Allah onlardan razı olsun) bildirdiğine göre Rasulallah (sav) söyle buyurdu: ‘Cebrail bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye edip durdu. Bu sıkı tavsiyeden neredeyse komşuyu komşuya varis kılacağını zannettim.’ (Buhari, Edeb28, Müslim, Birr 140) Komşuluk bağımızı her geçen gün daha da arttırmamız dileğiyle… KAYNAKÇA İmam Nevevi, Riyazu’s-Salihin Mehmet Demir, ‘Kentsel Dönüşümün Komşuluk İlişkileri Üzerine Etkisi:Kars İli Örneği’, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi),Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kars 2013

Mart’17 • 21


Karantina

Karantina

Modern İstanbul’un Doğuşu Bir Kentin Dönüşümü ve Modernizasyonu Murat Gül’ün Kitabından Özetle Büşra AKGÜL

İ

stanbul’a ilişkin birçok konferans düzenlenmesine, tezler yazılmasına, makaleler, kitaplar kaleme alınmasına rağmen bunların büyük çoğunluğu İstanbul’un geçirdiği dönüşümü sadece fiziksel boyutlarıyla ele alırken, yazar, yaptığı dönemsellemeyle ve reformların ardındaki diğer tarihsel gerçekliklerle, (mesela Kırım Savaşı’nın İstanbul’a etkisi gibi) siyasi ve toplumsal koşulların kentle birçok boyutta nasıl bir etkileşim içerisinde olduğunu bizlerle paylaşıyor.

Klasik İstanbul’un Sonu 17. yüzyılın sonlarında ve 18. yüzyılın başlarında imzalanan iki önemli barış antlaşması, Osmanlı İmparatorluğu’nun uzun sürecek olan ge-

rileme döneminin başlangıcını ifade eder. Bu antlaşmalar; Karlofça ve Pasarofça antlaşmalarıydı. On dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde ise Osmanlı İmparatorluğu uzun ve zahmetli bir grup reform hareketine girişti. Hedef yeni, modern bir ordu oluşturmak ve bu orduyu destekleyecek daha etkili bir sosyo-ekonomik yapı kurmaktı. Bu değişiklikler Osmanlı toplumunun yaşamını tüm yönleriyle; özellikle de İstanbul’un kentsel morfolojisini doğrudan ve dolaylı etkiledi. 1453’te şehrin fethedilmesiyle başlayan ve “Klasik Osmanlı İstanbulu” olarak adlandırılan dönem sona erdi. Osmanlı döneminde İstanbul değişik din ve etnik kökenden oluşan bir nüfusa sahipti. Bu durum her şeyden önce, Osmanlı’nın kapsayıcı politika-

ları sayesinde şekillenmişti. Fetihten hemen sonra İstanbul’un nüfusu ancak elli bin kadardı, fakat II. Mehmet’in imparatorluğun yeni başkentini eski ihtişamlı günlerine döndürmek amacı doğrultusunda hızlı bir şekilde arttı. Müslüman ve gayrimüslimlerin İstanbul’a sevki için fermanlar çıkarılıyor, imparatorluğun her köşesinden aileler İstanbul’a gönderiliyordu. Ayrıca dünyanın çeşitli yerlerinden insanlar İstanbul’a göçe teşvik edilmekte, sosyoekonomik hayatı canlandıracak olan zanaatkârlara ve tacirlere özel önem verilmekteydi. Osmanlı idaresinin baştan beri yürüttüğü en önemli politikalardan bir diğeri ise İstanbul’a islami bir karakter kazandırmak ve bu kimliği korumaktı. 1459’da, tüm Osmanlı ileri gelenlerinden kentin içinde, kendi isimleriyle anılacak bir bölge seçmeleri ve buralara cami, hamam ya da çarşı yaptırmaları istendi. Sultan ise yeni sarayı için Tarihi Yarımada’nın en batısını seçti. Yeni camii için daha önce Kutsal Havariler Kilisesi’nin olduğu topogrofik açıdan da önem arz eden bir yer belirledi. 1471’de tamamlanan Fatih Camii, etrafını çevreleyen binalarla birlikte İstanbul’un ilk büyük külliyesiydi. Külliye yalnızca bir ibadet yeri değil aynı zamanda tıp, hukuk ve İslami ilimlerin öğretildiği önemli bir öğrenim merkeziydi. Sonraki yüzyıllarda bütün sultanlar, hanedan mensupları şehri cami ve külliyelerle donattılar. Osmanlı mimarisinin şaheserleri, 16. yüzyılın büyük mimarı Sinan’ın elinden çıktı. Kanuni Sultan Süleyman için yaptığı Süleymaniye Külliyesi, meşhur İstanbul siluetini oluşturan temel unsurların başında gelir. İstanbul’un nüfusu fetihten sonra artmaya başladı ve on altıncı yüzyıla gelindiğinde tahminen üç yüz bine ulaşmıştı. Ancak şehrin nüfusundaki bu hızlı artış; yiyecek ve su kaynaklarında yetersizlik, güvenlik sorunu gibi pek çok zorluğu da beraberinde getirmiştir.

Kırım Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı Arasında

22 • Mart’17

İstanbul 1850’lerin ortaları, Avrupa etkisinin artması ve bir dizi modernleşme çabasıyla beraber Osmanlı İmparatorluğu tarihinde yeni bir dönemin başlangıcına işaret ediyordu. Bu dönem içerisinde siyasi, toplumsal ve kültürel alanlarda çok kısa sürede önemli değişimler yaşandı ve bu durum İstanbul’un kentsel morfolojisine önemli ölçüde etki etti. Bütün şehri kapsayan projeler yapılamamış olsa da bazı bölgeler yerli ve yabancı uzmanlar tarafından uygulanan kısmi yenilenme projelerine sahne oldu. Kırım Savaşı’nın İstanbul üzerindeki ilk etkisi kent nüfusu ile İngiliz ve Fransız birlikleri arasında doğrudan irtibat kurulması fırsatını doğurmasıydı. Her ne kadar Tanzimat Dönemi’nin başlangıcından beri Osmanlılar ve Avrupalılar arasındaki ilişki giderek artsa da bu sadece yüksek rütbeli bürokratlara ve memurlara özgü bir durumdu. Kırım Savaşı süresince Avrupalı askerler 1854’te İstanbul’a gelişlerinin ardından Rus ordusuyla savaşmak için Sivastopol’e ve diğer cephelere gönderilmeden önce kentin çeşitli yerlerinde kışlalar kurmuşlardı. Bu kışlalarla beraber Fatih ve Üsküdar ‘da İngiliz ve Fransızlara hizmet veren askeri hastanelerin tesisi, İstanbul halkına Avrupa kültürünü doğrudan tanımalarına imkan veren önemli bir fırsat sunmaktaydı.

İhmal Edilen Şehir 1923-1933 1. Dünya Savaşı’nı izleyen beş yılda yaşanan siyasi kargaşa İngiliz, Fransız ve Yunan ordularının ülkeyi işgaline karşı başarılı bir mücadele yürüten milli mücadele hareketinin kesin zaferiyle sonuçlandı. Türkiye’nin bağımsızlığı, 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması’yla tanındı ve aynı yılın 29 Ekim’inde Ankara’daki Büyük Millet Meclisi yeni ve modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruMart’17 • 23


Karantina

Karantina

Keşke Böyle Olmasaydık

Dünya Savaşı nedeniyle devlet bütçesindeki kısıtlamalar, Köy Enstitüleri’ni ve devlet politikası olan köycülüğü olumsuz etkiliyordu. Tarımın da makineleşmesi ile köylerde yaşanan ekonomik sıkıntılar, büyük göç hareketlerine sebep olduğundan ve İstanbul’da bu göçleri dikkate alan bir planlama yapılmadığından gecekondu sorununun ortaya çıkmasına neden olmuştu.

Demokrat Parti Yönetiminde (1950-1955) İstanbul, Cumhuriyet’in ilk yıllarında bütün idari işlevlerini kaybetmiş olsa da entelektüel, ekonomik ve toplumsal açıdan hala Türkiye’nin luşunu ilan etti. Bu yeni dönem modernleşmenin ilk evresiydi ve beraberinde ülkenin siyasi, toplumsal ve ekonomik yapısına kökten değişiklikler getiriyordu. Bu reformların asıl amacı Osmanlı İmparatorluğu’na dair siyasi figürleri, simgeleri ve kurumları ortadan kaldırmak ve yerlerine dinin katı bir biçimde devlet denetimi altında olduğu yeni ve laik bir düzen getirmekti. Fakat her şeyin ötesinde, bu reform programı çok “dilli” ve “dinli” Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden yeni bir Türk ulusdevleti ve Türk kimliği yaratma amacı taşıyordu.

İstanbul’u Kemalist İlkeler Işığında Şekillendirmek (1933-1950) İstanbul çok uzun süre ihmal edilebilecek bir şehir değildi. Ekonomik ve entelektüel kapasitesinden ötürü, ülkenin vitrini konumundaydı. Ayrıca Türkiye’nin dünyaya açılan kapısıydı. Hükümet, İstanbul’un yeniden şekillendirilmesi için Ankara’nın planlanmasında izlediği yola başvurdu ve 1933’te uluslararası bir imar planı yarışması düzenledi. 1933 sonrası dönemde İstanbul için düzenlenen imar yarışmasını Henry Prost kazanır ve yeni bir dönem başlar. Devletin seküler ve modernleşmeci reformlarına uyum göstermesi itibariyle İstanbul için yeni bir başlangıç ifade ediyordu. Kamusal mimaride bu gelişmeler devam ederken yerleşim alanlarında farklı dinamikler yaşanıyordu. Her ne kadar katılınmasa da İkinci 24 • Mart’17

merkeziydi. Ankara Türkiye’nin bürokratik, milli, planlı ve seküler yüzünü resmederken İstanbul ülkenin kozmopolit, doğal, dini ve dünyaya dönük yüzünü oluşturuyordu. İstanbul’un imarı, iktidara ilk geldiği günden beri DP yönetiminin başlıca hedeflerinden birisi haline gelmişti. DP önceki hükümeti yirmi yedi yıl boyunca İstanbul’u ihmal etmekle suçluyordu. Kenti geçmişteki görkemli günlerine döndürmenin zamanı gelmişti. Bu gibi düşünceler DP’li vekillerin konuşmalarında sıklıkla dillendiriliyordu. DP’nin aldığı en önemli karar İstanbul Baş Plancısı Prost’u görevden almaktı.

İstanbul Menderes’in Ellerinde (1955-1960) Başbakan Menderes, DP hükümetinin son dört yılında vaktinin çoğunu İstanbul’da geçirerek imar çalışmalarına bizzat nezaret etti. Bu dönemde pek çok bina yıkıldı, pek çok mülk istimlak edildi, Tarihi Yarımada’nın hem içinde hem dışında devasa bulvarlar yapıldı. Bugünkü modern İstanbul, büyük oranda bu çalışmalarla şekillendi denilebilir. Yukarıda altı başlık altında anlattığımız gibi: Yazar bu çalışmada, Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet dönemlerinden itibaren İstanbul’un yaşadığı ve yaşayamadığı kentsel dönüşümün arka planını sergiliyor.

Mahinur ÖZDEMİR

P

ara üstü yerine sakız vermeyi yeğleyen bakkal amcanın, balkonda halı döven Ayşe Teyze’nin, kapısının önündeki kedileri süpürgeyle kovan kasap amcanın, sokakta bağrış çağrış top oynayıp seksek oynayan çocukların ve bu seslerden rahatsız olup her defasında penceresinden bağıran ama bir türlü sözünü dinletemeyen hiç evlenmemiş elli yaş üstü Neriman Teyze’nin, sabah abdestini alıp ağır adımlarla camiye giden Halil Amca’nın, mahallenin neşesi, ufacık ellerinde biriktirmiş olduğu bozuk paraları tutup bakkala göstererek “Amca bunlayla ne alınıy?” diyen minik Ömer’in, aşklarıyla tüm mahalleye nâm salmış ama çeşitli sebeplerden dolayı bir türlü bir araya gelememiş Selim ve Zeynep’in dünyasıdır burası. Kimsenin arayıp sormadığı, unutulmuş, eskimiş yahut eskimeye yüz tutmuş, sokakların kılcallarına işlemiş samimiyetin yerlisi, komşuluk ilişkilerinin yerli yerindesi, büyüklerimizin nazende ve nadide sevgilisi; eski mahallesi. Ramazanın ramazan gibi bayramların bayram gibi geçtiği, neşesini de üzüntüsünü de insanlarının bir arada yaşadığı, kapısı ardına kadar açık olan komşunun evine yan gözle ve kötü niyetle bakmayı aklından bile geçirmediği, insanın bırakın malını mülkünü, çocuğunu bile rahatça emanet edebildiği o güzel insanların mahalleleri. Kısacası insanının insan gibi yaşadığı... “Ne değişti?” sorusu hiç yerinde ve mantıklı olmaz sanırım. Sorulması gereken soru: “Ne değişmedi?” Hakikaten, ne değişmedi? Evler, düzenler, samimiyet, sadakat, aile gibi komşular, her şeyini emanet edebildiğin esnaf... Hangi birine el atmadı bu kirli çağ. Beni en çok etkileyeni, samimiyet sanırım. İnsanın içi cız ediyor bu kelimeyi söylerken. Çünkü biliyorum ki sadece kırıntıları kaldı ortalıkta. Onu da martılar birer birer alıp uçuyorlar maviliğinde bile samimi olmayan gökyüzünde. Ne dersiniz, kapımızın önüne yığdılar, komşuları da komşuluğumuzu mu aldılar elimizden? Yükselen binalar ruhumuzu mu süründürüyor yerlerde, içsel huzurumuzu site girişinde mi bıraktık? Güvenlikler had safhada, çünkü güvenimiz kalmadı kimseye, kendimizden bile şüphelenir olduk, paranoyak olduk çıktık yapmacıklık denizinde yüze yüze. Boğulmadık da boğazımıza kadar dolduk. Kırdılar bizi en hassas yerimizden, vurdular yumuşak karnımızdan. Koruyamadık kendimizi ve içten gülümsemelerimizi. Bile bile atladık o kurşunun önüne, deli cesaretiyle...

Anlatır büyüklerimiz kendi mahalle kültürlerini ve birbirlerine olan bağlılıklarını. Güven, özveri, sabır, hoşgörü... İnsan bunları mahallesinde öğrenirmiş. Evden çıkarken kapıyı açık bırakmak enayilik değil güvenmekmiş meğer, yeni öğrendim. Annen evde olmadığı zaman, karşı komşunun evinde yenen yemek ayrı bir lezzetliymiş. Özel günlerde mahallenin yaşlı amcasının evinde sobanın üstündeki kestaneleri yerken bir yandan da amcanın eğlenceli hikayelerini dinlemek benzemiyormuş hiçbir sahne gösterisine. Ne yazık ki yetişemedim bu sıcak mahallelere, en eski arkadaşım on üç yıllık arkadaşımdır, mahalleden. Sanırım en son kurban bayramında gördüm. Bahanemiz mi? Okul... Annem ise hâlâ iki haftada bir buluşur çocukluğunun geçtiği mahalle arkadaşlarıyla. Arada bir anlatırlar anılarını. Masal gibi gelir. Oturup düşündüğüm zaman “Neden böyle olduk?” diye herkeste bir suç ve her şeye bir bahane bulurum. Biraz daha düşündüğüm zaman ise herkesin haklı olduğu kanısına varırım. Güçlü binalar, korunaklı, havuzlu siteler epey aldı bizi bizden. Çekti, gelmem demedik. İstedi, vermem demedik. Samimiyetimizi, içten tebessümlerimizi verdik. Artık bizler birer birey olduk ve biz olmanın ne demek olduğunu unuttuk, daha kötüsü hatırlamak istemedik. Halimiz pek hoş, evlerimiz pek bir ısıtmalı, sıcacık(!) Evlerin içi modernleşirken komşular modemleşiyor. Yollar düzleşirken samimi duygular dizginleniyor. Uzun merdivenler yetmezken muhabbete doymaya, küçücük asansörler fazla sessiz. Sağlamlaşırken binalar, yabancılaşıyor simalar. Bakkal amca artık sakız vermiyor, Neriman Teyze camdan bağırmıyor, kasap artık kedileri bile umursamıyor, çocuklar kafasını tabletten kaldırıp sokağa inmiyor, Ayşe Teyze halısını dövmüyor artık balkonda, elektrik süpürgesi diye bir şey çıkmış. Halil amca da cemaat bulamıyor camide sabah namazını kılacak, keyfi kaçmış, evinde kılıyor. Ömer paralarını biriktirip bakkala değil kendine akıllı telefon almaya koşuyor artık, sosyal hesap açıp sosyalleşecekmiş(!) Selim ve Zeynep mi? Onlarsa kavuşmuş birbirine. Güzel bir sitede oturuyorlar. Dokuzuncu katta, ikisinin de elinde telefon şimdi. Dünyadan haber alıyorlarmış, alt katındaki komşularından bihaber... Keşke böyle olmasaydık. Mart’17 • 25


Karantina

Karantina

Günlük ve Haftalık Daireler Furkan KAHRAMAN

G

ünlük ve haftalık kiraya verilen daireler aslında halis niyetlerle kurulmuş, doğru kullanıldığında faydalı bir hizmettir. Şehir dışına çıkılan kısa süreli seyahatlerde konforlu bir şekilde kalınamayan küçücük otel odalarına mahkum kalınması zaten yeterince keyif kaçırırken bir de bu rahatsız otellere hatırı sayılır meblağlar ödenmesi, insanları başka yollar aramaya itmiş ve günlük daireler ülkemize hızlı bir giriş yapmıştır. Tatil beldelerinden başlayıp hızlıca metropolleri sarmıştır. Günlük ev kiralamak için internet üzerinden dakikalar yeterli. Lüks, bireysel ve kontrolsüz bir konfor vaad eden bu dairelerin tercih edilmesindeki en önemli unsur fiyatın uygun olmasıdır. İnternet üzerinden hizmet veren firmalara başvuran ev sahipleri ise tek bir ilan vererek binlerce kiracıya ulaşabilmekte, uzun dönem kiraya vermeye çalıştığı evlerini kazanç sağlayan bir yatırıma dönüştürebilmekte. Ayrıca bazı ev sahipleri sadece kısa dönem kiralamalarla ilgileniyor ve doğru pazarlama stratejiyle evinin uzun dönem kiralanması halinde kazanacağının iki katını bile kazanabiliyor. Son dönemde günlük kiralık evlerin amacından saptığını görmekteyiz. Günlük daire kiralama işi Türkiye’nin her yanına yayılmış. Özellikle İstanbul, Beylikdüzü, Avcılar, Esenyurt, Bakırköy, Şirinevler, Pendik, Kartal ilçelerinde; İzmir Ko-

26 • Mart’17

nak, Eskişehir-Tepebaşı, Bolu-Merkez, BursaOsmangazi, Denizli-Pamukkale, KonyaSelçuklu, Elazığ Merkez, Samsun - Atakum, Kayseri - Talas... Yeni konutların yapılıp satıldığı ülkenin her yanına günlük daire kiralama işi bir virüs gibi yayılmış durumda. Sadece bir web sitesinde İstanbul’da 8.479 günlük daire var. Yine sadece bir web sitesinde Türkiye genelinde 25.721 günlük kiralık daire var. Günlük kiraya verilen dairelerin internet ilanlarında genelde kaç metre kare oldukları açıklanıyor ve özellikle banyo ve yatak odaları hakkında bilgi veriliyor. Dairelerin hepsi “Stüdyo” (1+0) veya “1+1” diye tanımlanan 40-50 metrekarelik daireler. Hemen hemen tamamı yeni inşa edilen sitelerde ve çok katlı yüksek binalar… Günlük kiraları 80-150 TL arasında değişiyor. İnternette “Günlük Daire” kiralayanların değerlendirmeleri de yayınlanıyor, buna özel forum siteleri kurulmuş durumda. Genel eleştiri ”Yatak çarşaflarının, havluların günlerdir değiştirilmemiş olması, evin dağınıklığı, toz toprak içinde olması.” şeklinde. Günlük kiralık daireler; DAEŞ, PKK, DHKP-C, TİKKO’nun yanı sıra uyuşturucu ve fuhuş mafyası gibi suç çeteleri tarafından ‘hücre ev’ olarak kullanılıyor. Genellikle gizlenme ihtiyacı duyan sabıkalı kişiler ve suç örgütleri bu evleri tercih ediyor. Peki polis neden müdahale etmiyor diye sorarsanız

İstanbul’da bu tip evlere ilişkin günde ortalama 100 ila 150 arasında şikayet ya da ihbar geliyor. İhbarı değerlendiren polis, konut dokunulmazlığına takılıyor ve savcılık, mahkeme kararı alma sürecini beklemek zorunda kalıyor. Ayrıca nakit ve yüksek miktarda para döndüğü için ciddi bir ticaret kapısı haline gelen günlük evlerde konut sahibi ‘vergiden kaçmak’ için ‘günlük kullanım’ bildirimi yapmak istemiyor. Ayrıca, emlakçı ya da ev sahibine sunulan göstermelik bir kimlik üzerinden evler başkalarına da defalarca kiralanabiliyor. Aylık iki bin liraya kiralanan evden günlük kiralamayla altı bin liraya kadar gelir sağlanabiliyor. Günlük evlerin büyük bir bölümü, belge ve kimlik bilgileri sunmamak için internet üzerinden kiralanıyor. Bu yüzden evi kiralayan kişiler kendi kimliklerini kolayca gizleyebiliyor. Böylece örgüt mensupları kiraladıkları günlük evleri hücre evine dönüştürüyor. Ve kanlı eylem planlarını halkın içine gizlenerek rahat bir şekilde yapıyorlar. 2016 sonu kayıtlarına göre İstanbul’da 2 milyon 291 bin konut var. Bu konutlardan üç yüz bini boş olarak görülüyor. Sürekli kiralık evlerin, emlakçılardaki günlük sirkülasyonun ise doksan bin olduğu tahmin ediliyor. Bu rakamlar tehlikenin boyutunu anlatmaya yetiyor. Bu evlerin kimler tarafından kiralandığı hiçbir şekilde kontrol edilemiyor. Son dönemde medyada sıkça duyduğumuz fuhuş evleri büyük tepki topladı. Metro, metrobüs, otobüs durakları ve ilan panolarına yapıştırılan, “Günlük kiralık daire!” adıyla verilen ilanlarla fuhuşa aracılık edildiği ifade ediliyor. Sosyal medya hesaplarından da “Önerilen Gönderi” adıyla paylaşılan reklamlarda, bu fuhuş evlerinin görselleri saatlik-günlük daire etiketiyle paylaşılıyor. Yukarıda paylaştığım adli sorunları hükümet 24 Kasım 2016’da çıkan bir KHK ile sınırlandırmaya başladı. Anladığım kadarıyla devamı gelecek, cezalar artacak, başka önlemler alınacak. Gençler açısından olaya bakarsak günlük kiralık evler gençleri suça, ifsada teşvik ediyor, alan sağlıyor.

Liseli yaşlarda onlarca ölüm haberi duyduk ve duymaya devam ediyoruz. Peki çözüm önerilerimiz nelerdir? İlk etapta zinanın ve nikahsız birlikteliğin suç olarak yasalara geri gelmesi lazım. İkinci olarak 1+1 ve 1+0 dairelerin üretiminin özel projeler dahil yasaklanması lazım. Son olarak söylemeliyim ki gençlerle beraber olmalıyız. Birlikte vakit geçirmeliyiz. Arkadaşlarımızın yanlış yapmasına ortam hazırlayacak hallere engel olmalıyız. Şeytan çok güçlü ve argümanları çok fazla. “Bir” olmaz isek ayağımızın kayması an meselesi. Selam ve dua ile.

Mart’17 • 27


Karantina

Karantina

Karaçi Seyahat Notu Zeynep Nur TAŞÇI

P

akistan seyahatimiz için yola çıkmadan önce bu gezi yazısının Lahor üzerine olmasına niyetlenmiştim. Ne de olsa Pakistanlıların “Lahor’u görmediysen dünyaya gelmedin demektir kardeşim.” mealinde bir sözü var. Fakat Pakistan seyahatimi tamamladığım bugün geriye dönüp Pakistan’da edindiğim tecrübeyi düşününce yalnızca iki gün turist olarak bulunduğum Lahor’u anlatmaktansa yaklaşık iki hafta bulunduğum ve bir turistten ziyade şehir sakinlerinin hayatına karıştığım Karaçi’yi anlatmamın daha doğru olacağına karar verdim. Seyahatimizin çıkış noktasından başlamak gerekirse, Heidelberg’den Frankfurt’a tren yoluyla, Frankfurt havalimanından Bahreyn’e ve Bahreyn havalimanından Karaçi Jinnah havalimanına uzanan ve toplamda havada geçirdiğimiz sürenin dokuz saati bulduğu hayli yorucu bir seyahatti. Seyahatimizin Almanya’dan başladığına özellikle dikkat çekmek istedim çünkü Almanya’dan Pakistan’a gitmek kültürel bir şok yaşamanın yanı sıra, zamanda seyahat etmek gibi bir his oluşturuyor insanda. Almanya-Bahreyn arası uçuşumuzda nispeten Türk damak tadına yakın yemek servisi yapılırken, Bahreyn’den Karaçi’ye yol aldığımız uçakta artık tam anlamıyla Pakistan mutfağına geçiş yaptığımızı söyleyebilirim. Karaçi havalimanına vardığımızda birden hafızam beni geçmişe götürdü ve annemin köyü Haytef, Rize aklıma geldi. Kendime çok şaşırmıştım, olacak iş miydi bu Güney Asya ülkesinde aklıma Haytef’in gelmesi. Ben sebebini düşünürken birden eşim “Kokuyu alıyor musun? Nasıl da rutubet kokuyor.” dedi. O an merakımı da gidermiş bulundum, elbette Rize

28 • Mart’17

ve Karaçi’nin rutubet kokusundan ziyade bir ortak noktası nasıl olabilirdi? Bu esnada kokunun hafızayı çalıştırmada ne kadar güçlü bir aracı olduğunu bir kez daha fark ettim. Tabi asıl Pakistan kokusunu valizinizi alıp, yolcu yakınlarının da beklediği havalimanı çıkış kapısı açıldı mı alıyorsunuz. O kadar keskin bir koku ki bu hafif sıcak bir rüzgârla birleşti mi şöyle bir yüzünüzü sıvayıp adeta “Pakistan’a hoş geldiniz.” diyor. Bu kokunun neyi hatırlattığını merak ediyorsanız, bana tam olarak Kurban bayramını hatırlattı. Kesif bir mezbahane kokusu vardı sanki. Ülkedeki çok yoğun et ve tavuk tüketiminden dolayı mı böyle bir koku sinmiş bilemiyorum. Bu arada yolcu yakınlarının neden havalimanı dışında beklediğine şaşırmıştım; sonradan öğrendim ki havalimanının kapısından içeri yalnızca uçak biletini gösterenler girebiliyor. Zira Pakistanlılar ’da yolcu karşılamak ve uğurlamak Türkler ’de olduğundan daha da önemli. Maaile karşılama yapabiliyorlar. Bu nedenle havalimanında yaşanabilecek yoğunluğu önlemek adına konmuş bir uygulama olduğunu düşünüyorum. Bir de havalimanının çıkışında yerlerde hep çiçekler, özellikle de gül yaprakları göreceksiniz, şaşırmayın. Pakistan’da insanların yakınlarını havalimanında boyunlarına çiçekten halkalar asarak karşılamaları çok yaygın bir ritüel. Zira kayınvalidem de bizi çiçek buketiyle karşıladı. Ayrıca Pakistan’da size verilen gülleri kokladığınızda Türkiye’de yaptığınız şekilde kokuyormuş gibi davranmanıza gerek yok. Tabii olarak üretilen Güney Asya gülleri gerçekten harika kokuyorlar. Odanıza yerleştireceğiniz bir demet gül odanın bütün bir hafta mis gibi kokması için yeterli oluyor.

Şimdi yavaş yavaş şehirden bahsedelim. İlk önce demografik veriyle başlayıp İstanbul’la karşılaştırmalı olarak devam etmek istiyorum böylece zihnimizde daha net bir Karaçi oluşacaktır. Kalabalığından şikâyetçi olduğumuz İstanbul’un resmi nüfusu yaklaşık on beş milyon iken Karaçi’nin resmi nüfusu 20 milyonun üzerinde. Karaçi’nin yüzölçümü 3.527 km2 iken İstanbul’un yüzölçümü 5.461 km2. Bu durumda km2 başına düşen kişi yoğunluğu Karaçi’de 4.394 iken İstanbul’da 2.684. Ayrıca İstanbul’un trafiğinden şikâyet eden dostlara, buyurun Karaçi’ye gelin diyorum zira burada yaşadığınız şoktan sonra bırakın şikâyet etmeyi, hissizleşmeye başlayacaksınız. Öte yandan Almanya’dan sonra benim yaşadığım şaşkınlığı da takdir edersiniz. Zira burada trafik ışıkları neredeyse hiçbir şey ifade etmiyor. İki hafta boyunca sınırlı sayıda yaya geçidi gördüm fakat burada yaya geçidinin ne olduğunu bilen tek bir insan olduğundan şüpheliyim. Birkaç defa özellikle yaya geçitlerinde karşıdan karşıya geçmeye çalıştık fakat her seferinde bizi yaya geçidinde görmeleriyle birlikte daha da hızlı bir biçimde üzerimize gelen araçlarla karşılaştık. Araç demişken, Pakistan’daki araç profilinden biraz daha ayrıntılı bahsetmem faydalı olacaktır. Pakistan doğu pazarına yakın olması sebebiyle trafikte Honda, Hyundai, Toyota vs. gibi Japonya, Güney Kore, Çin gibi ülkelerin araçlarınızı görebileceğiniz bir yer. Mesela iki hafta süren seyahatim boyunca bir tane dahi Mercedes, Audi, Volkswagen, Renault gibi Türkiye ve Avrupa pazarlarında gayet yaygın olan markaları görmedim. Bir tane bile mi görmedin? Evet, bir tane dahi görmedim. Buraların lüks kabul edilen ve genelde şoförler tarafından kullanılan binek araçlarına gelince: Toyota Corolla, Honda Civic, Hyundai Accent gibi araçlar. Motorlu bisikletlerin ne kadar yaygın olduğunu söylememe gerek var mı? Zira daha önce okuduğum pek çok Asya gezi yazısında bundan bahsediliyordu, haliyle motorlu bisiklet görmeyi bekliyordum fakat Almanya’da her evde 3-5 bisikletin olması gibi Pakistan’da da her evde 2-3 motorlu bisikletin olacağını tahmin etmiyordum. Ve tabi ki de o gezi bloglarında gördüğünüz bir motorlu bisiklete 3-5 hatta 6 kişinin bindiği fotoğraflar gerçek. Motorlu bisiklet aile boyu ulaşım aracı gibi bir şey burada. Şimdi bir de yalnızca Güney Asya literatüründe bulunan ve daha önce hiç duymadığınız iki araçtan bahsetmek istiyorum. Biri Rickshaw diğeri ise Qingqi. Her ikisi de temelde bir motorlu bisikletin arkasındaki tekerin çıkarılıp yerine ikili teker takılıp toplamda üç teker üzerine metal bir kabinin yerleştirilmesiyle oluşuyor. Böylece bir motorlu bisikletten çok sayıda insanın

seyahat edebileceği bir taksi meydana getirmiş oluyorlar. Rickshaw’da sadece şoförle aynı yöne bakan tek sıra koltuk varken arkası açık Qingqi’lerde arkalı ve önlü iki sıra koltuk yer alıyor. Rickshaw’lar taksi mantığıyla çalışırken (elbette taksimetre yok haliyle binmeden önce gideceğiniz mesafe için pazarlık yapıyorsunuz), Qingqi’ler İstanbul’daki sarı dolmuş prensibiyle çalışıyor. Bu arada bu minicik taksilere on kişiye kadar bindikleri bizzat gözlerimizle gördük. Bildiğimiz taksileri ise trafikte hiç görmedim. Onun yerine boş vakitlerinde araçlarını taksi olarak kullanan şoförler var, taksiye ihtiyacınız olduğu zaman onlardan birine telefon ediyorsunuz ve telefonlarındaki taksimetre uygulamasıyla gideceğiniz mesafeye göre ücreti hesaplıyorlar. Karaçi’deki ikinci günümüzde babamın da eşim ve bana katılmasıyla birlikte Pakistan’ı farklı zaviyelerden ele alan bir seyahat üçlüsü meydana getirdik. Bilinen tarihi 17. yy kadar yakın bir zamana uzanan ve bir balıkçı kasabası olarak Hint Okyanusu’nun kıyısında kurulan fakat daha sonra İngilizler’in Güney Asya’daki tarım ürünlerinin nakli için büyük bir liman kurarak bir ticaret şehri haline getirdiği ve sınırlı sayıda tarihi ve turistik bölgesi bulunan Karaçi’yi gezmeye koyulduk. İlk olarak Cliffton Beach olarak bilinen Hint Okyanusu kıyısında yer alan ve siyah kumla örtülü kumsala gittik. Oldukça çirkin bulduğum bina yığınlarının ardından böyle ferah bir alanda kızıl bir gün batımı manzarası ve manzaraya eşlik eden develer ve yalınayak koşan çocuklar görmek biraz olsun sevindirdi bizi. Aynı zamanda Cliffton Beach’te ilk defa deveye binme tecrübesini yaşamış oldum. Devenin üzerinde yaylana yaylana yol aldığımız ve kızıl gün batımının Hint Okyanusu üzerinde yansıma yaptığı o birkaç dakikalık zaman diliminde Binbir Gece Masalları’nda hayal ettiğim ve gizemli Mart’17 • 29


Gezi bulduğum Güney Asya’yı gerçekten ilk defa hissettiğimi anladım. Daha sonra İngiltere’nin sömürge döneminden kalma birkaç binayı daha ziyaret ettik ve bakımsızlıktan nasıl harabeye döndüklerini üzülerek gördük. Karaçi’de görmeye değer ne kadar bina varsa hemen hepsi sömürge döneminde yapılmış ve ülkede restorasyonun r’sine dair hiçbir şey görmeyişimizden olsa gerek zamanla hepsi birer harabe halini almış. İngiltere ve Hindistan mimarisinin sentezi olarak ortaya çıkan ve çok nadide mimari örnekler barındıran binlerce binanın bugün bulundukları semtlerin birer getto halini almasıyla nasıl bir perişanlık örneği olduklarını görmek, İstanbul’da bakımsız bir çeşme dahi görünce yüreği sızlayan biz tarih severleri nasıl üzdü tahmin edersiniz. Pakistan şehir yapılanmasında dikkatimizi çeken bir unsur da “old city” dediğimiz, Türkiye’de ve Avrupa ülkelerinde şehrin en prestijli ve gözde mekânını meydana getiren tarihi bölgenin burada şehrin en fakir ve alt kast grubu olarak kabul edilen nüfus tarafından mesken tutulmuş bölge olmasıydı. Pakistan’a gitmişken yemeklerini tatmadık mı? Elbette ama hangi yemekten başlasam bilemedim. İki hafta boyunca o kadar çok baharatlı yemek yemek zorunda kaldım ki gına geldiğini inkâr edemem. Onun yerine meyvelerden bahsedelim. Özellikle Karaçi denilince akla ilk gelen mango, hatta Pakistanlılar mango için “meyvelerin kralı” diyorlar. Ben de daha Pakistan’a gitmeden mango için heyecanlanmaya başlamıştım. Zira hayatımda bir defa yaklaşık on sene önce mango yemiş ve bir daha tadını unutamamıştım. Alman marketlerinde ise hemen hemen her mevsimde mango bulmak mümkün fakat yiyeceğim meyveleri mevsimine ve bulunduğum coğrafyaya göre yemeyi tercih eden biri olarak hiçbir zaman gidip de mango almadım. Fakat nasip bu ya, mango yaz meyvesi haliyle kışın ortasında giden bizlere mango yerine papaya, guava, liçi, çiku, Hindistan cevizi, şeker kamışı gibi meyveler ikram ettiler. İçlerinde en çok hoşumuza giden guava oldu. Dışarıdan armuda benzeyen ve Pakistanlılar’ın “amrud” dediği guava sokaklarda seyyar satıcıların dahi üzerine baharat dökerek servis ettiği bir meyve. Liçi ise gül familyasından gelen ve pütürcüklü kabuğunu çıkardığınızda kocaman çekirdeğin etrafını sarmış yarım santim kalınlığında beyaz bir meyve. Pakistanlılar için liçi aromalı gazozlar sofraların vazgeçilmezinden. Çiku, papaya ve şeker kamışı ise benim pek sevemediklerim. Zira üçü de çok şekerli. Çiku dışarıdan kivi görüntüsü verip sizi yanıltsa da esasında içi helva gibi yumuşak ve şekerli. Papaya ise kavun gibi sulu ve biraz daha turuncu fakat Türk damak tadı için yine çok şekerli ve hoşumuza 30 • Mart’17

Gezi gitmeyen bir kokusu var. Fakat Pakistanlılar için papaya ilaç kadar kıymetli ve çok tüketilen bir meyve. Şeker kamışı ise hem suyu hem de kendisi neredeyse her köşe başında satılan bir meyve. Küçüklüğümden beri okuduğum romanlarda bahsi geçen fakat bir türlü kafamda canlandıramadığım şeker kamışı, dışarıdan bambu zannediliyor fakat kabukları soyulup parmak uzunluğunda kesildi mi tezgâhlarda asıl yerini alıyor. Diğer meyvelerin aksine yenmeyip çiğneniyor ve bir müddet ağızda bekletilip şekerli suyu yutulduktan sonra atılıyor. Küçüklüğünden beri şeker tüketmeyi hiç sevmeyen biri olarak bana lolipopu anımsattığı için çok şekerli bulup sevemedim. Karaçi’deki üçüncü günümüzde ise biraz sınırlarımızın dışına çıkmaya karar verdik ve eşimin arabayla bizi almasını beklemeden ve kimseye haber vermeden babamla birlikte Rickshaw’a binip Burns Road denilen ve yerel pazarın ve tabir-i caizse esnaf lokantalarının bulunduğu bölgeye gittik. Fakat hem Karaçi’de babam ve benden başka hiç turist bulunmaması (öyle tahmin ediyoruz zira kaldığımız süre boyunca yalnızca Lahor’da kendimizden başka iki Çinli turist gördük) hem de halkın batıdan gelenlere çok yabancı olması nedeniyle hayli güçlük çektik. Eşimin tabiriyle tam da kazıklanacak insan tipi vardı biz de. Haliyle her Rickshaw’a binişimizde sıkı pazarlık yaptık. Son bindiğimiz Rickshaw şoförü bize fiyatı söylerken dudaklarını aralayınca ağzının içinin kan dolu olduğunu gördüm ve içim ürperdi. Babama “Bu adamı dövmüşler, ağzı kan içinde, bizi götüremez.” deyince babam soğukkanlı bir şekilde “Hadi bin.” dedi. Ne kadar şaşırdığımı tahmin edersiniz zira yol boyunca şoför yere tükürmeye devam etti. Ben de bir yandan içimden “Ne kadar fakir, içinde ki zavallı adamcağız kan kustuğu halde rızkı için halen daha çalışıyor” diye geçiriyorum. Öte yandan da babama bakıyorum. Babamın bu adam için daha fazla üzülmeme içi elvermemiş olsa gerek ki beni gerçekle yüzleştirmeye karar verdi: “Kızım o bir çeşit esrar, keyif verdiği için çiğniyorlar.” demesin mi. Ne kadar naif olduğumu varın siz düşünün. Pakistan’a vardığım ilk saatten itibaren sokaklardaki ve duvarlardaki kırmızı lekelere anlam vermeye çalışan ben ilk başta “Bu şehirde ne kadar çok vahşet var, demek insanları sokak ortasında vuruyorlar.” diye düşünürken eşimin onlar kan değil demesi üzerine “Akılsız kafam çok abartmışım, motorlu bisikletten sıçrayan çamur olsa gerek.” deyince sözlerimin sessizlikle karşılanmasıyla birlikte Karaçi’deki ilk birkaç gün boyunca her yerde gördüğüm o kırmızı lekeleri çamur sanmam ve nihayetinde Rickshaw maceramızda babamın duruma açıklık ge-

tirmesiyle yaşadığım dehşeti tahmin edersiniz. Bu durumu benden saklamaya çalışan Pakistanlı dostlarımızın ise “Pan” adı verilen bu esrarı öğrenmem sonucu halkları adına yaşadıkları utanç ve üzüntünün ise tarifi yok. Pakistan uleması her ne kadar verdiği fetvalarla sigara kullanımından daha da yaygın hale gelmiş bu esrar kullanımını yasaklamaya kalkışsa da hem maliyetinin çok ucuz olması hem de yasal bir düzenleme getirilmemesi nedeniyle Pan lekelerini mescitlerden kabristanlara kadar şehirlerin her köşesinde görmek mümkün. Üstelik Pan kullanımının genel olarak ağız kanseriyle sonuçlandığı da hemen herkes tarafından biliniyor. Hiç mi güzel yanları yok bu Karaçi’nin? Esasında Karaçi’nin en kayda değer yanı potansiyeli. O kadar genç ve gayretli bir nüfusu var ki insan hayret ediyor. Benim Karaçi’yi tanıdıkça ilk düşündüğüm Almanya’da tanıdığımız Pakistanlı dostlarımız oldu. Hepsi master ya da doktora öğrencisi ve çok başarılılar. Böyle bir şehirden çıkıp Avrupa’da tutunabilmek gözümde öyle kıymet kazandı ki. Düşünün toplu taşıma diye bir şeyin olmadığı, (metro, tramvay, metrobüs vs. gibi araçları zaten unutun) çöp toplama araçlarının olmadığı, dahası çöplerin hiç toplanmadığı, trafik kurallarının ve sıkı durun, kanalizasyon sisteminin olmadığı bir şehirden çıkıp Avrupa’da bir hayata başlıyorsunuz. Yani tabir-i caizse başka bir dünyada. Babamla caddelerde yürürken gördüğüm her şeyden hayıflanmam üzerine babam “Kızım dünyaya dair bildiğin her şeyi unut, öyle bak etrafına.” demişti. Aynen öyle, eğer buraya bir seyahat planlıyorsanız ki muhakkak hayatınızda bir hafta dahi olsa burayı görün, bildiğimiz dünyaya dair her şeyi kafanızdan silip o şekilde buraya gelin. Zaten burada yaşayabilirseniz, bildiğiniz dünyada da rahatlıkla yaşayabilirsiniz. Bundan dolayı olsa gerek, babam önümüzdeki yaz kardeşlerimi kısıtlı bir bütçeyle bir haftalığına Pakistan’a yollamayı kafaya koydu. Pakistan’ın güneyinden başlayıp kuzeyine çıkabilirlerse bu artık onların dünyanın geri kalanına rahatlıkla seyahat edebilecekleri anlamına gelecek. Özellikle kısıtlı bütçeyle seyahat etme-

leri gerek zira bizim gibi Karaçi’den Lahor’a uçakla gitmek yerine o meşhur Pakistan trenlerini tecrübe etmeleri gerek. O yüzden diyorum, hayatınızda bir defa burayı görmeniz, hayat şartlarını tecrübe etmeniz lazım. İnsanın burada gayrete âşık olması gerek aksi halde hayatta kalmak çok zor. Kaldığım iki hafta boyunca sürekli olarak Pakistanlılarla birlikte olduğumdan dolayı olsa gerek yazacak o kadar çok şey var ki. Pakistan sosyal hayatını çözümlemiş gibi hissediyorum kendimi. Sosyal hayat demişken şu sosyal bilimler derslerinde sık sık duyduğumuz kast (sınıf) kavramını tam olarak Pakistan’da anladım. İnsanların üzerinde neredeyse bir etiket gibi asılı ait oldukları sosyal sınıf. Zira Burns Road’a gittiğimi duyan Pakistanlı yakınlarımız ağızları açık şaşkın bir biçimde “Biz hayatımız boyunca bir defa dahi oraya gitmedik.” ya da “Biz old city taraflarına hiç gitmeyiz.” dediklerinde anlam verememişken sosyal hayatın içine karıştıkça yüksek sınıfın arabalarından dahi inmeyip yalnızca sınırlı sayıdaki alışveriş merkezine ve ofislerine gidip geldiklerini ve onun haricinde “cantonment” adı verilen ve askeri kontrol altında olan özel bölgelerde yaşadıklarını fark ettim. Karaçi’de bulunan kantona girişim için akrabalarımızın iki ay öncesinden belgelerimizi teslim etmesine rağmen Pakistan istihbaratından geri bildirim olmaması nedeniyle Pakistan’a vardığım gün kantona giriş yapamayacağımı öğrendim ve ilk birkaç gün için kantona yakın bir otelde kaldık. Otel demişken, kaldığımız otel İstanbul’da da birkaç şubesi bulunan beş yıldızlı bir otel fakat Pakistan’ın beş yıldızlı oteli İstanbul’un üç yıldızlı oteline tekabül ediyor desek yeridir. Daha da tuhaf olanı Karaçi hiç turistik bir şehir olmamasına rağmen aynı otelin buradaki fiyatı İstanbul’dakinin neredeyse iki katı. Bunu yeterli rekabet olmamasına ve Pakistan’da orta sınıfın olmamasına bağlıyorum. Hâlbuki bildiğimiz dünyada ekonominin ana direğini orta sınıf oluşturur. Burada ise ya çok fakirsiniz ve refah standartları altında yaşıyorsunuz ya da oldukça zenginsiniz ve evinizde alt kasttan olan 3-5 kişi çalıştırıyorsunuz. Bu açıdan Pakistan biraz da uç noktaların ülkesi. Karaçi’de geçirdiğim ilk günlerde tam anlamıyla

Mart’17 • 31


Gezi

alt kastın sokaklarını tecrübe ettikten sonra Lahor seyahatimizin dönüşünde akrabalarımızın yardımıyla gizlice kanton bölgesine girişim sağlandı. Kantonda kaldığım sürece kantona dair hiçbir sosyal medya paylaşımı yapmamam için özellikle uyarıldım fakat şu an olabilecek en kötü şey Pakistan’a girişimin yasaklanması diye düşünerek bunları açık açık yazıyorum. Ülkenin yüzde 1-2’lik bir kısmının meydana getirdiği yüksek sınıf yani kantonlarda yaşayanlar Pakistan’ın geri kalanından o kadar farklı bir tablo çiziyor ki insanın bu tezat karşısında aklını muhafaza etmesi zor. Kantona girişimden itibaren hemen hemen evden dışarı hiç çıkmadım. Yalnızca akşamları biraz bahçeye çıkarak ve bir evden öbür eve şoförlerin getirip götürdüğü davetlere katılarak ilk birkaç günümü geçirdim. Pakistan’a gelmeden önce Pakistanlı dostlarımızın “Pakistan’da hayat bir partiden öbürüne koşmakla devam ediyor biz kadınlar için.” sözünü biraz abartı bulurken kanton hayatına karıştıktan sonra az bile söylediklerini, gerçekten her gün bir davetten öbürüne koşulan, rengârenk kıyafetler ve taş işlemelerle dolu, her seferinde açık büfe olarak 7-8 çeşit yemeğin birden ikram edildiği (Pakistan’da katıldığım hemen hemen tüm davet ve düğün yemeklerinde dana, kuzu, tavuk ve balığın birlikte ikram edildiğini görme şokunu yaşadım.) ve İngilizler’den miras kalma sütlü çayın eksik edilmediği davetlerin gerçek olduğunu gördüm. Bir de Türkiye’dekinin aksine aralık, ocak tam düğün mevsimi imiş. Katıldığımız davetlere bir de düğünler eklendi. Bu arada Türkiye’deki evlenme prosedürünü benim gibi zahmetli bulan dostlar, aman Pakistan’ı sormayın. Benim sayabildiğim kadarıyla mayoon, dholki, nikâh, mehendi, beraat, walima olmak üzere toplam altı aşamadan geçiyor Pakistanlı çiftler. Evlenmeden bir hafta önce toplanılan mayoon programında yakın akrabalar yer alıyor ve basit bir elbise 32 • Mart’17

Atölye giyen geline önce ubtan denen ve içinde zerdeçal de bulunan bir yüz maskesi uygulanıyor ve saçına zeytinyağı sürülerek düğün yemeği yani walimaya kadar olan süreç için gelin güzellik kampına girmiş sayılıyor. Bugünden itibaren geline hiçbir iş yaptırılmıyor ve yalnızca kendine bakması isteniyor. İkinci etkinlik olan dholki ise damatın ailesi tarafından düzenlenen bir nevi damat için yapılan kına gecesi. Üçüncü etkinlikte ise bildiğimiz İslami ritüellere uygun olarak nikâh kıyılıyor ve yakın akrabalar da bu etkinlikte yer alıyor. Dördüncü etkinlik ise mehendi, bu bayağı Türkiye’de gelinin ailesi tarafından düzenlenen kına gecesine tekabül ediyor. Beşinci etkinlik olan beratta ise akrabalar ve dostlar yer alıyor. Gelinin ailesi tarafından verilen düğün yemeği olma özelliğini taşıyor ve gelinin baba evinden ayrıldığı gece olarak biliniyor. Berattan iki ya da üç gün sonra damadın ailesi tarafından verilen düğün yemeği olan walima ise maratonun son aşaması. Haliyle Pakistan’da evlilik için hazırlıklar aylar öncesinden başlıyor. Peki Pakistan’da Türkiye vatandaşı olmak nasıl bir his? Yukarıda da belirttiğim gibi Pakistan’da hemen hemen hiç turist olmaması nedeniyle babamla şehri turlarken zaman zaman insanlar dükkânlarından çıkıp fotoğraflarımızı çekmeye, bizimle tanışmaya geliyorlar. Babam İstanbul’dan kalma alışkanlığıyla ne zaman gördüğü bir gruba selam verse ardından yanımıza gelip Müslüman olup olmadığımızı soruyorlar. Biz selam vermiş olmamızın yeterli bir işaret olduğunu düşünürken, buraya gelen gayr-i müslimlerin de ilk selam vermeyi öğrendiklerini söylüyorlar. Haliyle Türkiye’den geldiğimizi söylüyoruz ve sonrası malumunuz. Pek çok farklı tanışma faslında ne zaman Türkiye’den geldiğimizi söylesek aldığımız ilk cevap “Great men!” oluyor. Karaçi’de pek göremesek de Lahor’da Türkiye tarafından hediye edilen metrobüslerden tutun çöp konteynırlarına kadar pek çok şey görmek mümkün. Bizim gözlemleyebildiğimiz kadarıyla bu ülkenin kurtuluşu nüfusu batıya kaydırmakla mümkün. Tarihteki büyük olayların hemen hepsinin göçler sonucu meydana geldiğini düşünürsek önümüzdeki yüzyıla şekil verecek olan da doğuya sıkışmış Müslüman nüfusun batıya yönlendirilmesi olabilir. Zira bir göç Roma İmparatorluğunu yıkarken başka bir göç ise Osmanlı İmparatorluğunu kurdu. Temennimiz Pakistan gibi potansiyelini kabuğu içinde tutmak zorunda olan Müslüman ülkelerin filizlenip, kök salıp, meyve vermesi yönünde.

ŞAİR’İN EVLENMESİ NEDEN GECİKTİ? Fazıl CEM

E

Mecaz ve Gerçek

debiyat, mecaz ile mümkündür. Gerçek, yeniden yorumlanarak başka bir gerçek halini alır. Mümkün gerçeklikten mecaz gerçekliğe doğru bir evrilme söz konusudur. Mümkün gerçeklik, yaşadığımız, içinde bulunduğumuz, toplum olarak hemhal olduğumuz gerçekliktir. Edebiyatın kurduğu dünya ise imkânlar dairesinden farklı bir dairede ama imkân dairesinden de kopuk olmayacak şekilde tahayyül edilir. Mecazın temelinde ise hayal yatar. Bu sebepten edebî eserleri mutlak gerçeklik olarak ele alıp bu eserlerden mülhem toplumsal unsurlara dair kat’î fikirler beyan etmek hiç değilse şüpheyle karşılanmalıdır. Edebî eserin seyrini merkeze alıp toplumun ahvalini kanunlar halinde irdelemek en azından bizi topluma ve insana yabancılaştırır. Hakikat, eserle mücehhez olmaktan çok insanla mümkündür. Bu insan, metinlerde yaşayan insan değil; gerçekte yaşayan, bir toplumun kanlı canlı ferdi olan insandır. Edebî araştırmaların birçoğunda mezkûr hususlarla ilgili problemler vardır. Bir devrin herhangi bir karakteri devrinin hakikî bir insanı olarak düşünülmüş ve buradan yola çıkarak dönemin insanî özellikleri hakkında fikirler beyan edilmiştir. Misâlen, Tanzimat romanında gördüğümüz köle

tipi, gerçek bir köle tipi midir? Ya da başka bir tip ne kadar gerçektir? Bu tiplerin tamamıyla gerçek olmadığını bilmekle beraber; gerçekten kopuk olmadıklarını da idrak etmemiz lazım. Ki bu şekilde değerlendirmelerimiz ayağı yere basan değerlendirmeler olsun. Şair Evlenmesi, bilinen ilk tiyatromuz olması hasebiyle edebiyat tarihi açısından önem taşır. 1860 yılında Tercümân-ı Ahval gazetesinde yayımlanmış ve fakat sergilenmemiştir. Oyunun konusu, görücü usulü ile evlenmek bağlamında ele alınarak daha da ileri bir yorumla gelenek, değişim şeklinde de okunabilir. Şair Müştak Efendi, sevdiği ve talip olduğu hanımefendi yerine kocamış ablasını görünce nikâhına muhalefet ederek bütün mahalleyi başına toplar. Ebul’l Laklaka namlı mahalle kadısı bir ayak oyunuyla Müştak’ı kocakarıyla gerdeğe sokacakken şairin arkadaşı Hikmet Efendi rüşvet marifetiyle izdivacın istenen şekilde olmasını sağlar. Sahnelenme açısından basit bir oyun olmasına rağmen Şair Evlenmesi, tefrika halinde kalmıştır. Tanpınar, o dönem için böyle bir oyunun çok cesurca olduğunu fakat kadı tiplemesini oynayacak bir tiyatrocunun bulunmasının imkânsızlığını ele alarak oyunun sergilenmediğini ifade eder. O dönem için de bu oyunu ancak gayrimüslimlerin oynayabileceği gerçeği düşünülürse Mart’17 • 33


Atölye

Atölye

bir gayrimüslime “sahtekâr din adamı” rolü oynatmak infial oluşturacaktır. Neyse ki Osmanlı toplumu bu infiali “sahtekâr din adamı” rolü ile yaşamaz; vatan aşığı Zekiye Hanım ile yaşar. İnfial oluşturan ilk Türkçe tiyatro oyunumuz Vatan Yahut Silistre 1873’te Güllü Agop’un Gedikpaşa Tiyatrosu’nda oynanır. “Vatanın kemalini” isteyen bir grup, tebriklerini müellife iletir. Vatan adlı bir oyunun gayrimüslim oyuncular tarafından oynanması garip karşılanmamakla beraber, ciddi infiale yol açması, üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur.

İçtimâ Merkezleri Osmanlı toplumu 16. yüzyıla kadar iki mekânda bir araya geliyordu: cami ve cihat meydanı. Camilerin işlevi sadece namaz kılınan yerler olmamakla beraber daha çok külliye nev’indendi. Hayatın her yönü ile ilgili merkez, camiydi. İlim, caminin hemen yanında kurulan medresede talim ediliyordu. İmarethane, fakirin ve zenginin mekânıydı ve caminin yanındaydı. Hamam, içtimaî nezafeti tesis ediyordu ve cami inşaatından hemen önce bina ediliyordu. 16. Yüzyıl şairlerinden Zâtî, Beyazıt 34 • Mart’17

Camii’nin hemen yanında remilcilik ile meşguldü. Sultân’uş Şuarâ namıyla maruf Bâkî cami kenarındaki bu küçük remilci dükkânında gazellerini meşk ediyordu. Hayatın, her alanıyla etrafında döndüğü merkez camiydi. Cihat meydanı ise ümmeti gazâda toplayan meydandı. Müslümanlar, Dîn-i Mübîn’in âleme hâkim olması gayreti ile “neşve-yi pür-vega” içinde küffara kılıç sallıyordu. Memleketinden dört bir yanından gelen Müslüman tebaa, aralarında herhangi bir fark olmaksızın saf u saf cenge gidiyordu. İkinci önemli içtima merkezi cihat meydanıydı. 16. yüzyıldan sonra Osmanlı sahasında ve tabîki en başta Dersaadet’te ilk kahvehaneler açılmaya başlandı. Birtakım tartışmalar, açıp kapatmalar eşliğinde bu yeni toplanma merkezi cemiyet tarafından benimsendi ve cemiyet bünyesine yerleşti. Daha çok sözlü geleneğin kuşattığı kahvehane, kıraathaneler aşıkların, meddahların, zamanla da ulemanın gözde mekanı oldu. Bununla beraber kabadayılık müessesesinin kökleri de bazı miskinlerin, yeniçerilerin gayretleri ile buralarda atıldı. Cami ve cihat meydanın taşıdığı dînî karakteri kahvehanelerin taşımadığı aşikâr. Fakat bu haliyle

dahi yer yer ilim meclisi olma vasfı, sözlü geleneğe hâkim tasavvufî yapı, kahvehaneleri ve dahi köy odalarını, cami odalarını da dînî karakterden ayrı göremeyeceğimiz kanaatini hâsıl ediyor. Çok büyük ihtimalle ilk “toratorumuzun” kahramanı Müştak Efendi de bir kahvenin müdavimiydi. Ya da en başta söylediklerimizle şu an çelişiyor muyuz? Müştak Efendi bir tiyatro kahramanı olarak elbette kahvehanelerde yaşamıyordu. 19. yüzyılda artık topluma yerleşmiş olan birçok kahvehane üdebayı, ülemayı, esnafı, zanaatkârı, köylüyü içinde barındırıyordu. Hepsi gerçekti. Fakat tiyatroda bir rol edinmek işi Müştak Efendi nev’inden bir kişiye nasip oldu. Şairimizin ihyası sayfalardan sahnelere neredeyse on yılı aşkın bir zaman sonucunda gerçekleşti. Çünkü 19. Yüzyıl itibariyle cemiyetin âşinâ olmadığı bir toplanma mekânı ortaya çıktı: tiyatro. Kökeni itibariyle Antik Yunan’a dayanan; kuruluşunu ve tekâmülünü Pagan Hristiyanlık ile sağlayan tiyatro toplumun daha öncesinden benzerini görmediği bir toplanma mekânıydı. Daha önce ifade gayretinde bulunduğumuz toplanma mekânları ile karakteri açısından uyumsuzdu. Benimsenmesi ve yerleşmesi de sancılı oldu. Bu noktada şunu sormak gerekiyor: “İnsanları bir araya getiren şey nedir?”. Bu soruya vereceğimiz cevap söylediklerimizi daha belirgin kılacaktır.

Merkezin Dağılması Yüzyıllar boyu din ile bir araya gelen bir toplumuz. Din, bizi bir millet kıldı. Millete münasip mekânlarda toplanıldı. Değişim yüzyılı olan 19. asırda sarsılan insanî ve içtimâî yapı bugün de bizi etkilemekte. Tanzimat döneminden önce belirgin çizgilerle ayrılan mabed merkezli mahalle hayatı, Tanzimat’tan sonra çizgilerin silikleşmesiyle karşımıza çıktı. İlk örnekleri gayrimüslim tebaada görülen tiyatro zamanla Galata’ya, Beyoğlu’na “takılan” zevatın takdirini de kazanarak Müslümanlar arasında da meşhur oldu. Böylece mahalleler arası bir geçiş yaşandı. Batı’nın “üss-i inkilâb”ı olan Pera, tiyatronun da bir içtima merkezi olmasının önünü açtı.

Dînî karakterin toplanmada baskın olması, tiyatronun da bu karakterle izlenmesine sebep oldu. Çünkü yüzyılların müktesebatını birkaç on yıl içinde değiştirmek mümkün değildir. Bunun için toplumsal çizgilerin silikleşmesi, geleneğin, sünnetin deformasyonu lazımdı. Nitekim Namık Kemal’in meşhur oyunuyla bu çizgiler sergilenecek biçimde silikleşti ve farkında olmadan çok sonraları hissedilecek bir yaranın infiali oyunun bir süreliğine sahneden kaldırılması ve müellifin sürülmesi ile neticelendi. Bugün

toplanma

yeri

olarak

bambaşka

mekânları ele almamız gerekiyor. Birçoğunun karakteri ise Yahudi – Protestan karakterinin sunduğu merkezler. İnsanlar, alış veriş merkezlerinde, stadyumlarda, konferans salonlarında, kafelerde bir araya gelmeyi daha mümkün görüyor. Caminin merkez özelliğini kaybetmesi, cihat meydanının küresel spekülasyonu; Müslüman milleti de merkezsiz kılıyor. Birlikte yaşamaktan ziyade birlikte var olmanın gerektiğine inanıyoruz. Birlikte var olmak da yaratılışı bir saymakla mümkün. Fıtratı bozmamak ile varlığımızı kuvvetlendirebiliriz. Fıtrî merkezimizin secde yeri olduğunu görürsek toplanma merkezimizi de daha net mümkün kılarız. Secdeyi merkez olarak görmeyenler ile sağlıklı bir toplumsal hayat ise ancak hâkim olmamızla söz konusu olur. Tarih, bunun ispatı olmuştur. Kendi dindaşları ile birtakım fırka farkı yaşayan gayrimüslimler, Diyâr-ı İslam’da rahat yaşayabilmişlerdir. Hayatın, sağlıklı olması da toplumsal unsurlardaki farkların en aza indirilmesiyle değil; karakterlerin net bir şekilde ifade edilmesiyle mümkün olacaktır. Bilmiyoruz, kahramanımız Müştak Efendi Kumru Hanım’la izdivacının on yıl gecikmeli zifafından dolayı mutlu oldu mu? Sonuçta o bir tiyatro kahramanı. Fakat biz “Vatan” namıyla da olsa aradaki çizgilerin silikleşmesinden yeterince müessiriz. Ümmet coğrafyası da bu silikleşmenin kahrını günbegün daha fazla çekiyor. Mart’17 • 35


Portre

Portre

SON DEVİR İLİM MUHAFIZLARINDAN

ARAPKİRLİ HÜSEYİN AVNİ KARAMEHMETOĞLU Mehmet KILIÇ

A

rapkirli Hüseyin Avni Efendi günümüz Malatya vilayetinin Arapkir kazasının Hezenek mahallesinde Ocak 1864 yılında doğdu. Babası Arapkir ulemasından Molla Hasan olarak bilinen Kara Mehmed oğlu Hasan Fehmi Efendi’dir. Hüseyin Avni Efendi, ilk tahsiline küçük yaşta babasından Kuran-ı Kerim, ilm-i hal ve Arapça öğrenerek başlayan Hüseyin Avni Efendi, Arapkir’in merkezinde ibtidai ve rüştiyeyi bitirerek Arapkir’in merkezinde bulunan Ispanakçızade medresesine devam ederek Müderris Mustafa Feyzi Efendi’den icazet aldı. Temmuz 1886 yılında ilmi tedrisatını devam ettirmek için İstanbul’a geldi. İstanbul’da Beyazıt Medresesi’ne giderek Dersiam Bayburtlu Hüseyin Hüsnü Efendi ile Şeyhülislam Bodrumlu Ömer Lütfi Efendi’nin derslerine devam ederek her ikisinden icazet aldı. 4 Mart 1887 yılında ilk resmi görevi Üsküdar Toptaşı Askeri Rüştiyesi’ndeki Kavaid-i Osmaniye ve imla muallimliğidir. Hüseyin Avni Efendi bu sırada Şeyhülislam Üryanizade Ahmed Esad Efendi zamanında açılan rüûs imtihanında başarı göstermesi üzerine kendisine Dersiam ünvanı verildi ve Bayezit Camii’nde ders okutmaya başladı. Tatil günleri de dahil olmak üzere derslerini aralıksız on beş yıl boyunca sürdürdüğü bu ders halkasına katılanlar arasından seksen beş talebeye icazet verdi ve bu başarısından dolayı

36 • Mart’17

dönemin padişahı Sultan II. Abdülhamid tarafından kendisine altın liyakat madalyası taltif edildi. Bayezit Camii’nde umuma açık derslerini yürüttüğü sırada Beşiktaş Askeri Rüşdiyesi’nde Arapça muallimliği görevini üstlendi. Hüseyin Avni Efendi, tedrisat faaliyetlerini icazet vererek bitirdikten sonra ders verme işini yeni dersiamlara bırakıp telif işleriyle meşgul olmak istemişse de talebelerinin ısrarı üzerine bu kararından vazgeçmiş ve Laleli Camii’nde yeniden ders vermeye başlamıştır. Hüseyin Avni, bu ikinci ders döneminde ders halkasına devam eden büyük bir talebe grubuna icazet verdi. Bu ilmi faaliyet ve çabaları sebebiyle Nişan-ı Osmani ile ödüllendirildi. Rüûs imtihanına hazırlanan birçok müderris adayının kendisine başvurması üzerine Bayezit Camii’nde 1902 yılında başlattığı özel dersleri üç yıl sürdü. Hüseyin Avni Efendi, Ders Vekaleti, Meclis-i Mesalih-i Talebe azalığı, Fatih Sahn medresesinde Edebiyat-ı Arabiyye müderrisliği, Şura-yı İlmiye Encümeni azalığı, Istılahat-ı İlmiye Encümeni azalığı, Darü’l Hilafeti’l Aliyye medresesine bağlı Medresetü’l Mütehassisin’in umum müdürlüğü ve aynı medrese ile Dar’ül Fünun-ı Osmani Ulum–ı Aliyye şubesinin ilm-i kelam müderrisliği gibi önemli ilmi idare görevlerinde bulundu. 17 Ağutos 1918’de Da’rül Hikmet’ül İslamiyye azalığına, bir süre sonra reis vekilliğine ve iki ay sonra da bu müessesenin reisliğine tayin edilen Hüseyin Avni, bu teşkilatın 14 Kasım 1922’de lağv edilmesi üzerine Süleymaniye Medresesi’nde İlm-i Kelam müderrisi oldu. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile medreseler lağv edilince Darülfünun İlahiyat Fakültesi Hadis Tarihi müderrisliğine getirildi ve bu fakültenin 1933 Üniversite Reformu ile kapatılması sonucu diğer hocalar gibi mağdur olarak görevine son verildi. 1 Haziran’da emekli olan Hüseyin Avni, hayatının bundan sonraki dönemini Erenköy Sahra-yı Cedid Mahalesi’nde bulunan köşkünde kitapları ile ve evine gelenlere sohbet vererek geçirdi. İlerleyen

yaşına rağmen hayatını Bayezit ve çevresindeki ilim muhitlerine gidip gelmekle geçirdi. Gidip gelmeye gücü yetmeyince Hüseyin Avni Laleli’ye taşındı, burada talebelerine dersler veriyor ve ilmi muhite katılıyordu. 11 Mayıs 1954 tarihinde vefat etti ve Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi. Hüseyin Avni Efendi, hocası Beyazıt dersiamlarından Devellili Ali Rıza Efendi’nin kızı Mevhibe Hanımla evlenmiş, bu evlilikten Mehmet Sadettin, Hasan Fehmi, Ahmet Rıfkı ve Hüseyin Zeki adlarında dört çocuğu olmuştur. İlk eşinin vefat etmesi üzerine hocasının diğer kızı Hatice Fahrünnisa Hanım’la evlenmiş ve bu evlilikten Ömer Aydın adlı bir oğlu daha dünyaya gelmiştir. Soyadı Kanunu’ndan sonra Karamehmetoğlu soyadını alan Hüseyin Avni’nin kütüphanesi 833 kitaptan oluşur. Üzerlerindeki çalışma notları ve kendisinin dikkatle araştırıp mütalaa ettiği kitaplarıyla kütüphanesi, varisleri tarafından İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’ne, bugünkü adıyla Marmara İlahiyat Fakültesi Kütüphanesi’ne bağışlanmıştır. Sahra-yı Cedid’de bulunan arsası varislerince bağışlanmış, Türkiye Diyanet Vakfı tarafından arsa üzerine Hüseyin Avni Efendi adına Cami yaptırılmış olup 25 Mart 1990 tarihinde ibadete açılmıştır.

İLMİ YAŞAMI Yakın talebelerinden M. Hazmi Turan’ın hocası Hüseyin Avni’yi tasvir ederken “Metin bir hafıza ve süratli bir intikale sahip, tam bir zühd ve takva abidesi olan Arapkirli Hüseyin Avni Efendi, Arap ve Fars edebiyatlarına vakıf, bu dilleri en zor ibareleri dahi rahatlıkla çözebilecek derecede iyi bilen bir alimdi.” demektedir. Hüseyin Avni, her yıl ramazan ayında padişah ve erkanının huzurunda yapılan huzur derslerine başlangıçta muhatap, sonraları ise mukarrir sıfatıyla iştirak eden seçkin kişilerden biriydi. Kaynaklarda Hüseyin Avni’nin bu huzur derslerindeki takrirlerinin padişah ve diğer katılan ulema sınıfındaki hocalar tarafından da takdirle takip edildiğini belirtilmektedir. Arapkirli Hüseyin Avni Efendi Darülfünun İlahiyat Fakültesi Tedris Heyeti tarafından hazırlanan, dönemin bazı basın organlarında yayımlanan, geniş bir yankı uyandıran, hazırlayıcıları ve imza sahipleri konusu henüz tam anlamıyla açıklığa kavuşmamış olan ‘Dini Islahat Beyannamesi‘nde imzasının bu-

lunduğu gerekçesiyle eleştirilere maruz kalmıştır. Hüseyin Avni Efendi Osmanlı Devleti’nin son dönemdeki medrese eğitim sistemindeki bozulmalara karşı Dini Islahat Beyannamesi’ni kaleme almıştır. Hüseyin Avni’nin fikri ve ilmi şahsiyetini değerlendirirken içinde yetiştiği ve yaşadığı dönemi n kendi üzerindeki etkisi unutulmamalıdır. Hüseyin Avni Efendi Saltanat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini idrak ederek bizzat yaşamış olup ve her dönemin toplum üzerinde bıraktığı izlere ve kültürel değişmelere şahit olmuştur. Kendisi yeni düşünce, değişim ve cereyanlar karşısında sükut etmemiş, bağlı bulunduğu değerleri elinden geldiği kadarıyla muhafaza edip dönemin olaylarına tarafsız kalmamış olaylara müdahale ederek tavrını ve sabit duruşunu değiştirmeden muhafaza etmiştir. Ne yazık ki Cumhuriyet döneminde yeni bir toplum oluşturma ve eskiyi reddetme savunuculuğu yapan dönemin şahsiyetleri, Hüseyin Avni Efendi gibi Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet Türkiye’sine miras kalan ilim adamlarının kıymetini bilememiştir ve değeri bilinmeyen zatlar arasına Arapkirli Hüseyin Avni Efendi de dahil olmuştur. Arapkirli Hüseyin Avni yazdığı ders notlarında, Hadis Usulü ıstılahlarını detaya inmeden, tamamen ders takriri tarzında sunmaktadır. Eseri, ilm u usuli’l-hadisin tanımı, konusu ve amacının sıralanmasının ardından senet ve metinle ilgili kavramları sunmaktadır.

ESERLERİ 1.en-Nakdü’r-rayic li-dibaceti’n-Netai’c 2.Şerhu’l-Kasideti’n-nuniyyeti’l-Büstiyye 3.İlm-i Kelam Dersleri: HüseyinAvni Efendi’nin Darülfünun-ı Osmani’nin Ulu-yı Aliyye– i Diniyye şubesinde okuttuğu kelam dersleridir. Buna binaen Şeyhülislamlık makamının resmi yayın organı olan Ceride-i İlmiyye’de seri halinde yayımlanmış kelamla ilgili makaleleri de bulunmaktadır. Mart’17 • 37


Gündem

Gündem

Gambiya Siyasal Krizi ve Bir Hikayenin Daha Sonu Muhammed Salih DEMİRTAŞ

B

Yahya Cammi 38 • Mart’17

ir-bir buçuk aydır dünya basınında büyük bir yer edinen ve çalkantılı bir süreç geçiren Gambiya’da seçim sonrası yeni başkanın göreve başlamasıyla ortalık biraz durulmaya başladı. Özellikle Batı’nın yoğun ilgiyle takip ettiği Gambiya’daki gelişmelere dair haberlere ve haberlerin veriliş biçimlerine ihtiyatla yaklaşılması kanaatindeyim. Türkiye’deki Gambiya ile ilgili haberlerin birçoğu küresel medya ağının çevirisinden öteye geçememektedir. Bunun dışında bazı haber ajansları ve konuya hassas bir şekilde eğilen kesimlerin de tespitleri konuyu aydınlatmaya yönelik makul bir bakış açısı sunması açısından önem taşımaktadır. Genel olarak Gambiya’daki olayda çizilen çerçeve ise, yirmi iki yıl önce kansız bir darbeyle başa gelen Yahya Jammeh’in (Cammi) demokratik bir seçimle iktidarını kaybetmesi ve seçime hile karıştırıldığını iddia etmesi,akabinde seçimin sonucunu kabul etmeyip OHAL ilan ederek iktidarda kalmaya devam etmesi, ardından da Batı Afrika Ülkeleri Ekonomik Kalkınma Teşkilatı’nın yoğun diplomatik ilişkileri ve Senegal’in öncülüğünde askeri müdahaleye varan girişimlerin sonucunda Cammi’nin seçimi kabullenip ülkeyi terk etmesi ve seçilmiş başkanın ülkesine geri dönerek koltuğuna oturması şeklindedir. Afrika ülkelerindeki birçok gelişme, Batı’nın Afrika’daki sömürge tarihinden ve anlayışından bağımsız olarak okunamaz. Gambiya’daki gündemi ele almadan önce kısaca hatırlatma minvalinde Batı ile olan tarihsel temasını gözden geçirmekte fayda var. Gambiya’nın, kurumsal sömürünün

başlangıcı olarak Batı’yla olan ilk teması, Portekizli denizcilerin Gambiya körfezine varmasıyla başlar. Portekizli denizciler zaman içinde liman şehirlerini kolonileştirmeye çalışırlar. Daha sonra Hollandalılar bu bölgeyi köle üssü olarak kullanırlar. 17. yüzyılın sonlarına doğru ise Gambiya, Fransız sömürgesi olmaktadır. Britanya ile yapılan 7 yıl savaşlarının ardından Fransa, Gambiya’yı İngilizlere bırakmak durumunda kalır. Gambiya aynı zamanda bir zamanlar Amerika’ya yapılan köle ticaretlerinin önemli limanlarından biriydi. Üç milyona yakın kişi bu bölgedeki limanlardan gemilerle Amerika’ya köle olarak götürülmüştür. Bu bölge uzun bir dönem İngiltere’nin kolonisi olarak kaldıktan sonra 1965’te bağımsızlığını kazanarak İngiliz Milletler Topluluğu’nun (commonwealth) bir üyesi olmuştur. Çoğu Afrika ülkesinden farklı olarak madenleri veya yer altı enerji kaynakları azdır. Fakat su kaynakları yönünden büyük bir zenginliğe sahiptir. Batı Afrika’nın önemli liman kentlerinden belki de en önde gelen şehrine sahip olan bir ülke olması hasebiyle stratejik bir konumdadır. Ekonomisi ise daha çok tarıma ve turizme dayalıdır. Ülkenin 1 milyon 800 bine yakın nüfusu bulunmaktadır ve nüfusunun %90’ı Müslümandır. Gambiya’daki siyasal kriz, Yahya Cammi’nin seçimlerde anormal bir durumun olduğunu iddia edip seçimi reddetmesi ve yeniden şeffaf bir seçimin yapılması gerektiğini ifade etmesiyle başlar. Bu gerilim Cammi’nin 90 günlük OHAL ilan etmesiyle de zirveye çıkar. Bu siyasal krizi tetikleyen ana unsur ise Cammi’nin seçimde çeşitli usulsüzlüklerin olduğunu iddia etmesi olmuştur. Olaya ilk baktığımızda iktidar tutkusundan vazgeçmeyen ve bir şekilde spekülasyonlar üreterek iktidarda kalmaya çalışan bir ‘diktatör özentisi’ varmış gibi gözükse de durum sanıldığından farklı bir şekilde gelişmektedir. İlk seçim sonuçları açıklandığında Cammi, Gambiyalıların onun yönetimden çekilmesi yönünde karar verdiklerini ve ülkeyi yönetmesi için başkasına oy kullandıklarını ifade eder ve kazanan aday Adama Barrow’u arayarak tebrik eder.1Fakat ilk başta açıklanan seçim sonuçlarında %45.6’ya (Adama Barrow) karşı %36.7 (Yahya Cammi) ile atmış bin civarına tekabül eden bir oy farkı varken daha sonra seçim kurulunun son resmi açıklamasıyla

%43.3’e karşı %39.6 oy oranıyla yaklaşık yirmi bine tekabül eden bir oy farkıyla2 seçim sonuçlanmıştır. Bu durumun üzerine Cammi seçim sürecinde ciddi, kabul edilemez anormalliklerin olduğunu ve bunların aydınlatılması gerektiğini ifade eder. Yeniden şeffaf bir seçimle özgür, tarafsız, nötr ve yabancı etkisinden bağımsız bir seçim komisyonu gözetiminde halkın oy kullandığından emin olmak istediğini söyler.3 Daha sonraki süreçte ABD dış ilişkilerinden, Cammi’nin bu tavrının gayri meşru bir şekilde iktidarda kalma çabası olduğuna yönelik açıklamalar gelir. Cammi’nin doğru ya da yanlış gündeme getirdiği bu talebi çok fazla konuşulmaz ve bir an önce terk etmesine yönelik uluslararası baskı oluşur. Bu uluslararası baskıyla sözüm ona Gambiya halkının taleplerinin ve ülke istikrarının korunması gibi haklı seçim argümanlarını, sürekli öne sürerek Cammi’nin gündeme getirdiği seçimlerdeki görülmemiş düzeydeki yabancı katılımı gibi eleştirilerini ve kaygılarını dikkate almak istemeyen ve sürekli küresel basın ağının manipüle edici gücüne sahip olan Batı’nın, demokrasi ve insan haklarında bu kadar hassas olması da gerçekten çok etkileyiciydi! Aynı demokrasi hassasiyetini Mısır’ın seçilmiş lideri ve hakeza 15 Temmuz sürecinde Türkiye için net bir şekilde göstermemeleri ve ağırdan alarak hiçbir şey yokmuş gibi davranmaları, demokrasi ve halkın iradesine saygı gibi alanlardaki samimiyetlerini ortaya koyar niteliktedir. Oldu bittiye getirilen bu durum, Cammi’nin haklı veya haksız olup olmamasıyla alakalı bir mesele değildir. Anayasa mahkemesinin seçim itirazı değerlendirmesini beklemesi gerektiğini söylemesi üzerine Yahya Cammi, OHAL sürecini başlatır. Olağanüstü hal süresince temel özgürlüklerin korunacağını savunan Cammi, OHAL’in anayasal

Mart’17 • 39


Gündem

Gündem

Adama Barrow bir krizi ve iktidar boşluğunu önleyeceğini de savunur. OHAL ilan edilmesinden sonra meclisten de destek gelir. Fakat daha önceden askerî müdahale konusunda hazırlanan ve çeşitli diplomatik yollarla Cammi’nin, iktidarı seçilmiş lidere bırakması için çaba gösteren Batı Afrika Ekonomik Topluluğu ülkeleri, ortak bir kararla OHAL ilan edilmesi ahirinde eğer Cammi görevi bırakmazsa askeri müdahalede bulunacağını duyurur. Senegal’in öncülüğünde bir askerî koalisyon oluşturulur. Bunun için Gambiya ile ilgili oluşturulan tasarı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde kabul görür.4 Diplomatik görüşmelerin olumsuz neticelenmesi sonucunda Nijerya ve Senegal’in öncülüğünde denizden, karadan ve havadan bir kuşatma harekatı başlatılır ve Cammi’ye süre tanınır. 19 Ocak’ta Senegal’de bulunan Adama Barrow, Dakar (Senegal) elçiliğinde başkanlık yeminini yapar. Fakat Cammi hala o sırada ülkesinde bulunmaktadır. Gambiya sınırında bekletilen ordu, Cammi’yi ölü ya da diri ele geçirmek için sınırdan içeri girer. Bürokratlara ve askerlere uyarılar yapılır. Cammi’nin en yakın arkadaşlarından ve yardımcılarından biri istifa eder. Bürokrasi ve askeriyede istifalar olur. Cammi sonunda herhangi bir iç savaş ve kan dökülme durumunun oluşmaması ve bununla birlikte konjektürel durumun elini kolunu bağlaması hasebiyle başkanlığı bırakacağını taahhüt eder ve ülkesinden ayrılarak Ekvator Ginesi’ne gider.5Cammi’nin ayrılmasından sonra güvenlik önlemleriyle ülkesine geri dönen Adama Barrow başkanlık yeminini yeniden ülkesinde halkının önünde yaparak resmi görevinin başına geçer. Özet olarak, gelişen bu sürecin ana hedeflerinden biri; Gambiya’yı Gambiyalıların yapan, antiemperyalist söylemleri olan ve kimliğini İs40 • Mart’17

lam medeniyet havzasında tanımlayarak ifade etmeye çalışan, “Yeni sömürgeci hiçbir kuruluşa üye olmayacağız.” diyerek ülkesini İngiliz Milletler Topluluğu’ndan (Commonwealth) çıkaran ve uluslararası ceza hukukunda ve insan haklarında Batı’nın çifte standartlı olduğunu iddia ederek Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Roma Statüsünü reddetmek suretiyle tavır gösteren Yahya Cammi’nin devrilmesiydi. Küçük bir ülke olmasına rağmen Gambiya, Arakan’da yapılan zulme tepki göstermiştir.Cammi oradaki halka ülkesinin kapılarını açacağını söylemiş ve çadır, battaniye, ilaç vs. gibi ihtiyaçları karşılamak için yardım göndermeyi talep etmiştir.6Cammi bu durumu kutsal bir vazife olarak nitelemiş, fakir ve zayıf bir ülkesi olsa da kendisinden daha kötü şartlarda olan mazlum insanlara yardım etme talebini ortaya koyarak güzel bir örneklik sunmuştur. Uluslararası medyada sürekli darbeyle başa geldiğine ve diktatör gibi ülkeyi yönettiğine vurgu yapılan Cammi, 1994’te kansız bir darbeyle başa gelmiş olsa da 1996, 2001, 2006, 2011 yıllarındaki seçimlere katılmış ve kazanmıştır.7Ülkesinde bir çok reformda bulunmuştur. 1994 öncesi Gambiya, Avrupalı turistlerin ahlak dışı eğlencelerinin en gözde merkezlerinden biriydi. AIDS oranı oldukça yüksek olan Gambiya, Batı ülkelerinde dahi o yıllarda nadir görülen gey ve lezbiyen evliliklerinin yapıldığı bir ülke olmuştu. Yahya Cammi göreve geldikten sonra bu amaca hizmet eden bütün turizm faaliyetlerini durdurur. Gey ve lezbiyenliği kanuni olarak yasaklayarak hemcinsler arasında ilişki kuranları sert bir şekilde cezalandırır.8Devletinin bir İslam devleti olduğunu ilan eder ve azınlıkların haklarına saygı duyulacağına, hiç kimsenin dini inancına müdahale edilmeyeceğine, vatandaşların haklarına saygılı olacağına ve kadınların kıyafetlerine karışılmayacağına yönelik taahhütlerde bulunur. Buradaki İslam Devleti ibaresi aslında somut bir İslam devleti gerçekliğinden ziyade kendisini tanımladığı medeniyet havzasına aidiyetlik üzerinden yapılmaktadır. Çünkü Batı’nın sömürge zihniyetine direnebilmenin en güçlü yolu kendi kimliğini tanımlamak ve ait olduğun tarihsel, tecrübi aklı ve medeniyet kodlarını özümsemenin sonucu oluşan tasavvurla bu çağa ait fıtrî bir duruş sergilemekle olur. Bunun için yapılması gereken İslam devleti kurmak değil, İslam tasavvur ve aklının bireylerde

ve toplumlarda özümsenerek bir medeniyet tecrübesini oluşturmasıdır. Cammi,entelektüel arka plandan bağımsız bir İslam devleti kurmuş olsa da duruş itibariyle sergilemiş olduğu tavır Batı’yı rahatsız etmiştir. Cammi aynı zamanda 2014’te ABD destekli bir darbeyi de geri püskürtmüş ve ülkesindeki FETÖ ‘cüleri özellikle 15 Temmuz sonrasında daha da yoğun bir baskıyla kovarak Türkiye’den yana bir tavır sergilemiştir. 9 Yeni göreve gelen Başkan Adama Barrow’un ise seçim vaatlerinden biri 2013’te terk edilen İngiliz Milletler Topluluğu’na tekrar katılmaktı10ve ilk icraatlarından biri İngiliz Milletler Topluluğu’na üyelik başvurusu olmuştur.11 İnsan haklarının gözetilmesi ve ülkedeki altyapı gelişimleriyle ilgili olumlu adımlar atılmasına dair taahhütler üzerine AB, 75 milyonu acil olmak üzere 250 milyon avroluk bir yardım paketi sözünü şu anki hükümete verdi. Kendisi de bir Müslüman olan Adama Barrow’un Gambiya için neler yapacağını hep beraber takip edeceğiz. Yalnız şimdiden yapmış olduğu bazı girişimler, Cammi’nin Batı karşıtı çizgisinden daha Batı yanlısı bir çizgiye kaydığını göstermektedir. Buradaki ana mesele Batı yanlısı olmak veya olmamaktan ziyade bir millet olarak medeniyet tasavvuruna sahip olabilmek, kendine ait değerlere sahip çıkabilmek, her daim zayıftan ve ezilenden yana olmak, küresel iktidarın, sermayenin ve küresel medya ağının manipüle edici gücüne maruz kalmadan bu dünyada önce birey, sonra toplum olarak fıtrat üzere yaşamak ve bu fıtratı ayakta tutmaya çalışmaktır. Devlet ise sadece asgarî olarak bunu küresel düzlemde organizeli bir güç olarak gösterebilmenin bir aracı, uygulayıcısı ve kabiliyetidir.

Dipnotlar 1 https://www.theguardian.com/world/2016/dec/02/the-gambiapresident-jammeh-concede-defeat-in-election, ayrıca bknz: http://www.voanews.com/a/jammeh-concedes-defeat-gambiaelection-upset/3621484.html 2 http://iec.gm/the-total-of-final-election-results/ ayrıca bknz: http://www.aljazeera.com/news/2016/12/ gambia-jammeh-rejects-result-presidentialelection-161210034606068 3 Yahya Cammi’nin seçim sonuçlarını kabul etmemesine dair konuşmasının tamamı: https://www.youtube.com/ watch?v=6ZmOaejJVsg ayrıca bknz: http://www.aljazeera. com/news/2016/12/gambia-jammeh-rejects-resultpresidential-election-161210034606068 4 http://af.reuters.com/article/topNews/idAFKBN1531YE , http://www.aljazeera.com/news/2017/01/gambia-jammehmilitary-intervention-170119035928489.html vd. 5 https://www.youtube.com/watch?v=TYYVuKoCRxw, http:// www.aljazeera.com/news/2017/01/jammeh-arrives-banjulairport-stepping-170121210246506.html, http://www.bbc. com/news/world-africa-38706426 vd. 6 http://www.karar.com/dunya-haberleri/arakanlilara-kucukafrika-ulkesi-gambiya-sahip-cikti, http://www.ntv.com.tr/ dunya/gambiya-arakanli-muslumanlari-kabul-etmeye-haziroldugunu-acikladi,-qJhKQjj3EyQH9800sw02w , vs. 7 http://iec.gm/the-total-of-final-election-results/ 8 http://www.gercekhayat.com.tr/yazarlar/gambiya-artik-birislam-devleti/ 9 http://www.milligazete.com.tr/gambiya_lideri_yahya_ jammeh%E2%80%99in_bati%E2%80%99yi_kizdiran_6_ icraati/448829 10 http://aa.com.tr/en/africa/opposition-leader-promises-returnof-gambia-to-icc/694332 11 http://www.africanews.com/2017/02/15/we-welcome-gambias-efforts-to-rejoin-commonwealth/, http://www.telegraph. co.uk/news/2017/02/13/gambia-rejoin-commonwealthwithin-months-boris-johnson-announces/ vd.

Mart’17 • 41


Gündem

Gündem

ALLAH NE DERSE O OLACAK! Dücane DEMİRTAŞ

T

arih hiç olmadığı kadar hızlı akıyor, birçok olayı yakalayamıyor, kıyaslayıp üzerinden hisse çıkartamıyoruz bile. Dört yıl içerisinde dört seçimden, Gezi Parkı’ndan 6-7 Ekim Olayları’na, Soma faciasından 17-25 Aralık Operasyonları’na, MİT tırları mevzusundan FETÖ’ye karşı başlatılan ilk tasfiyelere; Suriye’de Rus uçağının düşürülmesinden Kuzey Suriye’de De facto Kürt devletinin kurulmasına; AB’nin dağılma sürecine girmesinden Trump’ın başkan olmasına; Türkiye’de darbe yapılmasından başkanlık sisteminin gündeme getirilmesine değin aslında önemli olup da hafızamızdan silinmiş nice kritik olaylarla karşılaştık. Tarih tekerrür etmez demişler ama hatalar tekrar eder. Kendimi Müslüman olarak tanımlıyorum, bu ise beni tarih denen döngüde akan bir damlacık olsun kanı, Allah’ın verdiği kavganın dışında görmemeye itiyor; seyirci yok, rolü olmayan figür, elinde sırası geldiğinde senaryosunu canlandırmayacak hiçbir karakter yok, hepimiz bu kavganın içerisindeyiz. Belki de bir tarih ansiklopedisini okumanın en sıkıcı yanı bu yüzden başında, ortasında ve sonunda aynı şeyden bahsetmesidir. Ama tuhaftır, gelinin kaynana olacağı 2. kuşakta bitmesi gereken gelinkaynana problemi gibi “Tüh, bak işte böyle yapmayacaktık.” pişmanlığından sebep 2. kuşakta bitmesi gereken mevzuları insanlık tarihinin başından bu yana hala konuşuyoruz. O zaman sorun kadim ve isimler yerine karakterlerin önündeki sıfatlar daha önemli demektir. Bizler karşı karşıya kaldığımız hiçbir meseleyi kavgasını verdiğimiz yoldan bağımsız değerlendiremeyiz. Bu bağlamda belki haddim olmasa da hakkım olduğuna inandığım güncel konular üzerine bazı eleştiri ve önerileri alt alta sıralamak isterim: Kusursuz diye tanımlayabileceğimiz hiçbir sistem, nizam veya yönetim biçimi yoktur, aslına bakılırsa kusurlu diyebileceğimiz de hiçbir sistem, nizam veya yönetim biçimi yoktur. Çünkü tarih bo-

42 • Mart’17

yunca var olagelmiş her nizam kendi içinde bulunduğu şartların zorunlu yasalarıyla şekillenmiştir. Bir coğrafya da sosyolojik, ekonomik, dini ve kültürel atmosfer, siyasi kurumları dizayn eden yegâne faktörlerdir. İşte tam da bu yüzden ne öncesinde ne de sonrasında ilkel, kusurlu veya nihai diyebileceğimiz hiçbir yönetim biçimi yoktur, bilakis her biri içerisinde bulundukları faktörlerin doğal sonuçlarıdır. Siyasi gücün tek elde toplanan yetkilerini sınırlandırmayı veya bu yetkileri başka kurumlar arasında paylaştırmayı bir “denetleme mekanizması” olarak görmek en hafif ifadeyle safa yatmak olur. Çünkü burası Norveç dışında dünyanın herhangi bir ülkesiyse (hele Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanların ortasında içte ve dışta bin denge üzerine kurulu bir ülkeyse - artık neresiyse) siyasi gücü sınırlandıran veya paylaşan her grup ya da kurum çok doğal olarak potansiyel tehdittir, burada dikkatinizi celb ederim bu siyasi güç kim olursa olsun yetkisini paylaşan veya sınırlandıran bir ortak istemeyecektir, bunun nihayetiyse hiçbir zaman sonlanmayacak kaos ve istikrarsızlık iklimidir. Türkiye tarihi bunun örnekleriyle dolu. Ha tabi birileri bize “muhalif” şemsiyesinin altına terör örgütleri, yabancı istihbaratlarla çalışan parlamenterler, terör örgütlerinin yargı ve yürütmedeki temsilcileri, dış kaynaklardan fonlanan sendika, STK veya derneklerden başka birilerini “denetleme mekanizması” olarak önerebilecekse eyvallah, fakat böyle bir ihtimal gözükmüyor. Bu ülkede Tayyip Erdoğan’ın oğullarının gemileri, parti içinde köşeyi dönen sermayedarlar veya yapılagelen yolsuzluklar, halihazırda zaten benzer nimetleri doksan yıldır tüketen fakat son on yıldır nasiplenemediğinden sebep kuduran tipler tarafından eleştiriliyor, kimin kimi denetlemesinden bahsediyoruz? Başkanlık sistemi, hakikaten içerisindeki değişikliklere bakınca, bizim için bir özgüven testi-

dir. “Ya Erdoğan’dan sonra?” korkusu artık yerini “Evet, ülkeyi tüm unsurlarıyla biz yönetiyoruz.” celadetine bırakmalı, Müslümanlar kendi kendilerini adaletle denetleyecek bir otokontrol refleksi oluşturabilmeli, “Haktan saparsam ne yaparsınız?” dendiğinde “Seni kılıcımızla doğrulturuz.” cümlesini kurabilmeli. Bu ülkenin kaderi farklı her toplumsal kesimin konsensüsüyle değil ortak çıkar ve hukuk ilkesi etrafında birbirlerine karşı düşman ile iş birliği yapmayan toplumsal kesimlerle çizilmeli. Bu yüzden başkanlık sistemi halk tarafından onaylanırsa bizim güç ve kudreti adalet ve liyakatten ayırmama sınavımız olacaktır. İkinci problem tercih yokluğudur. Kendi savcısının kendi istihbaratına operasyon yaptığı, kendi askerinin kendi meclisini bombaladığı, parlamenterlerinin açıkça yabancı ülkelerin istihbarat örgütleri tarafından fonlandığı bir ülkeden bahsediyoruz. 2002’yi hatırlayalım. Falanca bakanlığın falanca cemaat veya gruba ait olduğu falanca devlet kurumunun, yürütme veya yasama organın bambaşka ideolojideki başka bir gruba mensubiyetinin ülkeyi gıdım ilerletmekten alakoyduğunu ne çabuk unuttuk. Anayasa mahkemesindeki veya ordudaki Kemalist gruplar verdikleri muhtıralarla hükümetin gücünü sınırlandırmış, bu sayede hükümeti denetlemiş mi oluyordu? Veya 367 krizini ya da başörtüsü yasağını düşünelim, parlamento veya mahkemeler, kapatma davası açan Yargıtay bu şekilde bir denetleme mekanizması mıydı? Bu ülke, en çok satan gazetelerinin manşetlerinde fiyortlarda otlayan inekler olan bir Norveç, İsveç değil ki “muhalif” kelimesinin anlamı TDK sözlüğünden bulunsun. Türkiye’de muhalif “daha önce nemalandığı nimetleri iktidarı kaybederek yitiren artık yiyemediği için feryat eden kesim” demek genellikle maalesef. Bizim önümüzde daha büyük bir sıkıntı ve so-

rumluluk alanı var halbuki. Celadet ve cesaret yoksunluğumuz güç muadili haydut ve eşkıyalara fırsat veriyor. Türkiye’de en az FETÖ kadar tehlikeli addedilecek bir grup varsa bunlar Boğaz’ın karşı yalısından tıpkı diğer yalısındaki şarapçılar gibi darbe yapan, itibar avcılığı ve tetikçiliğe soyunan kesimdir. Ne Erdoğan yarın en ufak bir sallantıda kendisini yalnız bırakacak trol ve troliçelere emanet edilecek birisi ne de uğruna her ananın gözünü kırpmadan en değerlisini feda ettiği bu dava; ihanetlerini tescil için Hendek savaşını beklememize gerek duyulmayacak Kureyzaoğullarının TV kanallarında habire sallayadurdukları kılıçlarına kalmış değildir. Sahip olmadığımız şey hakkında yapageldiğimiz goygoy yerini gerçeğe bırakmıştır, ahan da sınırsız güç ve kudret; bakalım hakkında ciltler dolusu kitaplar yazılan değerler namına hayata geçirilmiş tarih defterine aktarılmış kaç cümlemiz olacak. Bunun içinse belki de en kritik nokta ne yönetimin içinde olmayıp da eleştirel takılmak ne de yönetimin içinde olup da eleştirilere kulak tıkamaktır, herkes hem içinde hem dışında… Pembe panjurlu bir evden, bir arabadan, emekli maaşından ve huzur içinde ömrümüzün son demlerini geçireceğimiz bir tatil beldesinden daha fazlasını hayal etme cesaretini göstermeliyiz. Sanırım cesaret öğrenilen bir davranış; korktuğumuz halde yürümeli, ürktüğümüz halde o karanlık odanın kapısını aramalıyız. O odada bizi annesinin gözleri önünde Myanmarlı askerlerin defalarca tecavüz ettiği Arakanlı kızlar, bir kopmuş bacaklarına bir de etrafında dönen insanlara bakıp “Baba beni buradan götür!” diye ağlayan Suriyeli yetimler, gözünün önünde çocuklarının açlıktan ölümünü seyreden çaresiz Afrikalı anneler bekliyor. Balkanlar yeni bir savaşın eşiğinde, Kafkasya’dan haberimiz var mı? Ya Orta Asya, Afrika? Ortadoğu’ya dair rüya görenimiz var mı? Akşam kafasını yastığa koyduğunda sevdiği kızla geçirmek istediği romantik fantezilerin hayalini değil de baba olmanın hayalini kuracak birileri lazım. Ümmetin babası bir rüyadaş lazım, “Tayyip giderse ne olacak?” dendiğinde “Allah ne derse o olacak!” diyen biri… Hz. İsa’nın dediği gibi, hadiselerden ibret almayanların kendileri hadiselere ibret olurlar. Mart’17 • 43


Gündem

Gündem

Eğitimde Öğretmen Faktörü Adnan ERGÜN

Ö

ğretmenlik insanlık tarihinin en eski, en mukaddes, en mühim mesleğidir. Peygamberlerin, insanlara dünyevi ve uhrevi hayat için yapılması ve yapılmaması gerekenleri, iyiyi ve kötüyü, doğruyu ve yanlışı, kısaca insana insanlığı öğretmek için yaratıcı tarafından görevlendirilmiş kişiler olduğunu göz önünde bulundurarak öğretmenlik bir nevi peygamber mesleğidir desek yeridir. İnsan, bir takım hazır bilgi ve yeteneklerle değil, keşfedilip geliştirilmesi gereken potansiyellerle dünyaya gelir. Eğitim-öğretim geniş manada insanın maddi ve manevi tüm ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli potansiyellerin keşfedilip geliştirilmesi için yapılan faaliyetlerdir. Eğitim-öğretim insan için, öğretmen eğitim-öğretim için en temel, en önemli ve vazgeçilmez unsurdur. Günümüzde eğitim-öğretim faaliyetleri büyük oranda sistematik bir şekilde belli kurumlarca yürütülmektedir. Toplum bu kurumlardan, asgari 6-7 yaşlarından 17-18 yaşlarına kadar emanet ettiği evlatlarının, topluma yararlı, istendik davranışları gerçekleştiren, nitelikleri üstün bireyler olarak yetiştirilmesini bekler. Eğitim sisteminin amacına uygun bireyler yetiştirebilmesi, alanında iyi yetişmiş ve mesleğinin gerektirdiği niteliklere sahip olan öğ-

44 • Mart’17

retmenlere bağlıdır.2 Eğitim sistemi içinde yetişen bireyin nitelikleriyle öğretmenin nitelikleri arasında yakın bir bağ vardır.2 Araştırmalar ilköğretimin, bireyin gelişiminde ve eğitiminde çok önemli ve kritik bir dönem olduğunu, bu dönemde kazanılan davranışların, bireyin gelecekteki yaşamını doğrudan etkilediğini3, öğrencilerin bu dönemde dahi öğretmenlerinin insani ilişkilerini ve yapısal-kişilik özelliklerini önemsediklerini göstermiştir.4 Bu demektir ki öğretmen en küçük öğrencisine yaklaşırken dahi azami hassasiyet göstermeli, mesleğinin gereklerine aykırı küçük davranışlarının bile yetiştirdiği birey üzerinde menfi sonuçlar doğurabileceğini bilmelidir. Öğretmen öğrencilere yalnızca bilgiler nakleden bir memur değildir, “kendisine verilen vazifeyi gözlerini kapayarak yapan, program müfredatını sene sonuna kadar bitirmeye muvaffak olan, hatta yalnız dersini hakkıyla kavrayan talebe yetiştiren muallim vazifesinin en mühim kısmını başarabilmiş sayılmaz”5, onun öncelikli görevi eğitimdir. Eğitim insanlığı kokuşmaktan koruyan aşıdır. Bir toplumda eğitim ihmal edilmişse, öğretim ne kadar mükemmel olursa olsun, o toplum zamanla içten içe çürüyüp yok olacaktır. Öğretim işinin eğitime

tekaddüm etmesindendir diplomalı zalimin, zorbanın, hırsızın, hainin kol gezmesi. Öğretmen evvela sırtında en ağır mesuliyeti taşıdığının şuurunda her anını, her hal ve fiilini buna göre tanzim etmelidir. Toplumun damarlarında dolaşan kan onundur, toplumun sıhhati ona bağlıdır: “Bir memlekette ticaret ve alışveriş tarzı bozuksa bundan muallim mesuldür. Siyaset, milli tarihin çizdiği yoldan ayrılmış, milletinin tarihi karakterini kaybetmişse, bundan mesul olan yine muallimdir. Gençlik avare ve davasız, aileler otoritesizse bundan da muallim mesul olacaktır.”6 Öğretmenin ferdin ve toplumun hayatındaki ehemmiyetine tutumlara tesiri bağlamında bir örnek verelim: “Tutumlar oldukça organize olmuş uzun süreli duygu, inanç ve davranış eğilimleridir. Bu eğilimler diğer insanları, grupları, fikirleri, ülkenin diğer yörelerini ya da nesneleri konu edinir.”7 Eğitimin tutumlar üzerindeki etkisi, ana-babanın politik ve dinsel inançlarının etkisi kadar kuvvetlidir.8 Bir öğrencimin dine karşı menfi tutumlarının sebebini araştırdığımda, daha önce bir yıl okuduğu okulda dini kuralları kaba ve zorbaca dayatan bir öğretmenin buna sebep olduğunu öğrendiğim zaman içim cız etti. Bugün o meslektaşımızın yıktığını yapmaya çalışmaktayız. Yerleşmiş tutumların değişmesi ise bazen çok güçtür, zamanla insanda genelleşmiş önyargılar hasıl eder, peşinen alınan menfi tavır meselenin hakikatini kavramanın önünde büyük bir engeldir. Öğretmen gerek öğrencisi gerekse toplum nezdinde rol modeldir; söz ve davranışlarıyla o her zaman marufu temsile gayret etmelidir. Öğretmenin mesleğini profesyonelce icra edebilmesi için

şuur, ahlak ve erdem niteliklerinin yanında sahip olması gereken başka donanımlar da vardır. Bir öğretmen evvela alanında yeterli donanıma sahip olmalıdır. Fen ve Teknoloji derslerindeki başarı, tutum ve motivasyona etki eden öğretmen niteliklerinin incelendiği bir araştırmada, ilgili ders için gerek öğrenci gerekse öğretmenlerce başarı, tutum ve motivasyonu en çok etkileyen nitelik alan bilgisi olarak görülmüştür.9 Bu da gösteriyor ki öğretmenin alanında yeterli donanıma sahip olmadığı bir ortamda anlamlı bir öğrenim oldukça güçleşecektir. Öğretmenin alanında yeterli donanıma sahip olması tek başına yeterli değildir. Eğitimin istenilen sonucu ulaşması için öğretmenin alan bilgisi yanında bazı donanımlara da sahip olması şarttır. Öğrenci gelişim ve ihtiyaçlarına vakıf olması bunlardan biridir. Öğrencinin gelişim evreleri, her evrenin ne gibi hususiyetler barındırdığı, hangi evrede nasıl bir yaklaşım benimsenmesi gerektiği bilinip, gerekleri gözetilmezse, eğitimin istenilen sonuca ulaşması güçtür. Öğretmen, stratejilerini öğrencinin ilgi ve ihtiyaçlarına göre düzenlemelidir. Örneğin, çocukluktan erişkinliğe geçiş dönemi olarak tanımlanabilecek adolesan dönemindeki öğrenci emirlere, zorunlu baş eğdirmelere direnir, isyan eder. Bu dönemde gençlerin bağımsızlaşma ve olgunlaşma süreci desteklenmeli, demokratik bir eğitim ortamı oluşturularak öğrencilerin özgür hareket etmelerine imkan tanınmalı, toplum hayatında rol almaları, hayatla

Mart’17 • 45


Gündem

temas etmelerini sağlayarak sosyalleşmeleri teşvik etmeleri sağlanarak sosyalleşmeleri teşvik edilmelidir. Bu dönemde gence çocuk muamelesi yapılmaya devam edilmesi, gençten çocuk hareketleri beklenmesi, gencin kendisine biçilen role uyması, çocukluk dönemini uzatacak, öğrencinin erişkinliğe geçişini olumsuz etkileyecektir. Öğretim ortamı, öğrencinin, zihni sürecinde ve öğretmen kişiliğinde kendi duygusal gereksinimlerini karşılayacak hususlar bulacağı şekilde düzenlenmelidir. Hatta öğretmen, genç ile ailesi arasında yaşanan çatışmaların çözümünde de aileye rehberlik etmelidir. Bu dönemdeki öğrencilerin birçoğunun otoriterlik, aşırı baskı, sorunlarına cevap vermeyen bilgiler öğretilmesi gibi sebeplerle okuldan soğuduğu, henüz doğru dürüst bir meslek seçimi yapmadan okuldan ayrıldığı, sonraki zamanlarda buna pişman olduğu görülmüştür.10 Bunda şüphesiz öğrencinin gelişim ve ihtiyaçlarının bilinip gözetilmemesinin payı vardır. Öğretmenin sahip olması gereken bir diğer donanım öğretim ilke ve yöntemleridir. Bilmek çoğu zaman tek başına anlam ifade etmez; etkili bir şekilde aktarılamayan bilginin hiçbir değeri yoktur. Öğretmenin öğretim sürecini etkili bir şekilde yönetebilmesi için öğretim ilke ve yöntemlerine 46 • Mart’17

Gündem vakıf olması şarttır. Öğretim ilkeleri anlamlı bir öğrenme gerçekleşmesi için gözetilmesi gereken hususlardır. Öğretim yöntemleri ise öğrencinin ve konunun özellikleri, yer ve zaman koşulları göz önünde bulundurularak öğretimi en etkili şekilde gerçekleştirmek için seçilecek yollardır. Bunların gözetilmediği bir öğretim ortamında ders yeknesak ve sıkıcı, öğrencinin ilgi ve motivasyonu düşük olacak, anlamlı öğrenim güçleşecektir. Eğitim-öğretimden istenilen sonucun alınması için etkili bir sınıf yönetimi de şarttır. Sınıf yönetimi, “kaynakları örgütleme, çevreyi etkili bir biçimde düzenleme, öğrenci gelişimini gözleme, ortaya çıkabilecek öğrenci sorunlarını önceden tahmin edebilme gibi unsurları içeren sınıftaki hayatın bir orkestra gibi yönetilmesidir.”11 Öğretmenin sınıfı etkili bir şekilde yönetemediği durumlarda öğretime ayrılan zaman ve emek artacak, öğretimin istenilen şekilde yürütülmesi güçleşecektir. Etkili bir sınıf yönetimi için yöntem bilgisi ve kabiliyet şarttır. Yetkinlik düzeyi yüksek olan öğretmenlerin sınıf içinde karşılaştıkları istenmeyen davranışlarla baş etmede olumlu, etkili ve uzun vadeli yöntemler tercih ettikleri, düşük yetkinlik düzeyindeki öğretmenlerin ise olumlu yöntemler yanında emretme, bağırma, fiziksel ceza uygulama gibi olumsuz ve kısa vadeli çözümlere yöneldikleri saptanmıştır.12 Bu gösteriyor ki etkili sınıf yönetimi için öğretmenin mesleki yeterliliğinin yüksek olması gereklidir. Birbirine bağlı birçok unsuru barındıran eğitim sistemi içinde şüphesiz kilit rolü üstlenen öğretmenlerin vazifelerini daha da zorlaştıran hususlar vardır. Eğitim sisteminden, okulların fiziki imkânlarından, aileden kaynaklanan bu zorlukların hepsinin önünde öğretmenliği kendi içinden çürüten bir sorun vardır. Bu öğretmenlerin umutsuzluğa, tabiri caizse öğrenilmiş çaresizlik psikolojisine düşmeleri, kötü gidişat ve sonuçları kendileri dışında sebeplere bağlama kolaylığına gitmeleridir.13 Yapılan bir araştırmada öğretmenler başarısız öğrencilerinin, “ailenin ilgisizliği (% 91), aile ortamının huzursuz olması (%63), aile bireylerinin eğitim seviyesinin düşük olması (%60), ailesinin ekonomik sorunları (%57), öğrencinin zihinsel gelişiminin sınıf düzeyinin gerisinde olması (%51)”14 gibi sebeplerden başarısız olduklarını ileri sürmüşlerdir. Şüphesiz eğitimde aile faktörü çok önemlidir. Fakat öğretmen ailenin yetersiz kaldığı durumlarda

da öğrencinin eğitiminden mesuldür. Anne baba çocuğa iyi bir eğitim vermekte yetersiz olabilir, anne baba cahil olabilir, aile huzursuz olabilir hatta dağılmış olabilir. Eğitim kurumları tam da bunun için vardır, neticede öğretmenlik mesleği her hal ve şartta eğitim-öğretim işini profesyonelce yapmayı gerektirir. Maalesef benim de meslek hayatımda çokça duyduğum cümlelerden biri şudur: “Anasının babasının terbiye edemediğini biz nasıl terbiye edeceğiz!” Tertemiz ve masum bir dimağa sahipken 6-7 yaşlarından erişkinlik yaşlarına kadar öğretmenlerin elinden geçen bir ferdin terbiyesinden öğretmen nasıl mesul olamaz? Şüphesiz bazı koşullar dolayısıyla istenilen sonuca tam olarak ulaşamamak muhtemeldir. Lakin öğretmenin katiyen “Bana ne canım ben ne yapayım anası babası adam gibi terbiye etseymiş!” deme lüksü yoktur. Kaybedilmiş bir fert için içinde bir sızı hissetmeyen, ıstırap çekmeyen, nefsine pay çıkarmayan öğretmen, öğretmen değildir! Öğretmenlik ancak aşkla sevgi ile yapılacak bir meslektir, bu meslekte mihnet ve sıkıntılar çokçadır, bu meslek tahammül mesleğidir, bu melekte boş sözle kendini avutmaya, söylenip şikâyet etmeye mahal yoktur. Hal ve şartlar bellidir, eksik bellidir, kusurlar bellidir, bu yola girecek kişi tüm bunları göz önüne alarak her hal ve şartta elinden gelenin fazlasını yapmaya çalışacağına, söylenip şikâyet etmek yerine imkân ve çözümler yaratmaya çalışacağına ikna olmalıdır. Aksi halde böyle gelmiş böyle gider, yeri gelir baş sallanır maaş alınır! Dipnotlar 1 Zeliha Tuğba Elmas, İlköğretim Öğrencilerinin ve Öğretmenlerinin Fen ve Teknoloji Dersindeki Öğrenci Başarısını, Tutumunu ve Motivasyonunu Etkileyen Öğretmen Nitelikleriyle İlgili Algıları, Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Burdur 2013, s.1 2 Zeliha Tuğba Elmas, age, s.3 3 Erten Gökçe, İlköğretim Öğrencilerinin Görüşlerine Göre Öğretmenlerin Etkililiği, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, yıl:2002, cilt:35, sayı:1-2, s.112 4 Zeliha Tuğba Elmas, İlköğretim Öğrencilerinin ve Öğretmenlerinin Fen ve Teknoloji Dersindeki Öğrenci Başarısını, Tutumunu ve Motivasyonunu Etkileyen Öğretmen Nitelikleriyle İlgili Algıları, Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Burdur 2013, s.9 5 Nurettin Topçu, Türkiye’nin Maarif Dâvası, İstanbul: Dergah, 2016, s.68 6 Nurettin Topçu, age, s.74 7 Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı: Psikolojinin Temel Kavramları, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2006, s.521 8 Zeliha Tuğba Elmas, İlköğretim Öğrencilerinin ve Öğretmenlerinin Fen ve Teknoloji Dersindeki Öğrenci Başarısını, Tutumu-

Lakin öğretmenin katiyen “Bana ne canım ben ne yapayım anası babası adam gibi terbiye etseymiş!” deme lüksü yoktur. Kaybedilmiş bir fert için içinde bir sızı hissetmeyen, ıstırap çekmeyen, nefsine pay çıkarmayan öğretmen, öğretmen değildir!

9 10 11

12

13

14

nu ve Motivasyonunu Etkileyen Öğretmen Nitelikleriyle İlgili Algıları, Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Burdur 2013, s.11 Zeliha Tuğba Elmas, age, s.66-67 Refia Uğurel-Şemin, Gençlik Psikolojisi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1984, s.189-196 R Waterhause. Classroom Management, Educational Press, Stafford, 1990, s.5; aktaran Ali Rıza Terzi, Sınıf Yönetimi Açısından Etkili Öğretmen Davranışları, Milli Eğitim Dergisi, yıl: 2002 Yaz-Güz, sayı: 155-156( http://dhgm.meb.gov.tr/yayimlar/dergiler/Milli_Egitim_Dergisi/155-156/terzi.htm) Özlem Bulucu, İlköğretim I. Kademe Öğretmenlerinin Sınıf Davranış Yönetiminde Yetkinlik Algılarının Bazı Değişkenler Açısından İncelenmesi, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Adana, 2003; aktaran Erdoğan Şama, Kürşat Tarım, Öğretmenlerin Başarısız Olarak Algıladıkları Öğrencilere Yönelik Tutum ve Davranışları, Türk Eğitim Bilimleri Dergisi, yıl 2007 Kış, cilt: 5, sayı: 1, s 141 Doğan Cüceloğlu’nun Anlamlı ve Etkili Bir Yaşam İçin Savaşçı isimli kitabında meslektaşlarınca mesleğinden soğutulan bir öğretmenin sorunları işlenir. Yukarıda bahsettiğimiz durum için güzel bir örnektir. Erdoğan Şama, Kürşat Tarım, Öğretmenlerin Başarısız Olarak Algıladıkları Öğrencilere Yönelik Tutum ve Davranışları, Türk Eğitim Bilimleri Dergisi, yıl 2007 Kış, cilt: 5, sayı: 1, s144

Mart’17 • 47


Gündem

Gündem

ÇANAKKALE MEKTUPLARI Ç

anakkale Savaşı’nda Barbaros Hayrettin Zırhlısı’nda şehit olan Yüzbaşı Hamit Efendi’nin, eşi Zeliha Hanım’a yazdığı mektup, 97 yıl sonra kamuoyuyla paylaşılmak üzere Çanakkale Gezici Tır Müzesi’ne armağan edildi. “Ruhum, Göndermiş olduğunuz mektubu aldım. Teşekkür ederim. Yazısında ve söyleyişinde, her yerinde ayrı ayrı letafet var. Böyle mektuba ben cevap vermekten acizim. Ne kadar yazsam anın yerini tutmaz. İnşallah İstanbul’a geldiğimde yazı tahsili göreceğim. Olmaz mı? Ağabeyime, hürmeti mahsusade bulunduğunuzdan dolayı cümlenize ayrı ayrı teşekkür ederim. Saniyen Nuri Efendi’ye evvelsi gün mektup gönderdim. Şimdiye kadar ne için geciktirmiş, bakalım ne cevap gelecektir. İkinci mektubumu mufassal yazarım. Çok uykum geldi. Pederin, validenin ellerini öperim. Karındaşlarının da gözlerinden öperim.” Hamit

48 • Mart’17

Ç

anakkale Savaşı’nda 14 Nisan 1915 tarihinde Seddülbahir’de şehit olan Yüzbaşı Kâzım Efendi’nin eşine Harbiye Nazırı Enver Paşa tarafından gönderilmiş taziye mektubu... Osmanlı Ordu-yu Hümâyunu Kabataş’ta mukime Zehra Hanım’a “Alay 21, tabur 1, bölük 1 zevciniz Yüzbaşı Kâzım Efendi bin Hüseyin, 14 Nisan 1331 tarihinde Seddülbahir muharebesinde bir Osmanlı askerine yakışan kahramanlık ve fedakârlıkla şehit oldu. Din-i celil-i İslam’ın ve mukaddes vatanın müdafaası uğrunda hayatını feda edenlerin arkalarında bıraktıklarına düşen vazife, yeis ve fütur değil, fahir ve sürurdur. Bütün arkadaşları gibi merhumun da kıymetli hatırası yalnız sizin değil, daha büyük ailesi olan ordunun kalbinde ebediyen saklı kalacağına ve intikamının düşmanlarımızdan alınacağına emin ve bununla müteselli olunuz. Muhterem şehidin bütün yakınları ve sevenleri için Allah’tan ecir ve sabır tazarru ederek beyan-ı hürmet eylerim.” Başkumandan Vekili Enver

Mart’17 • 49


Gündem

Gündem

“Ben de seni evlatlarım arasından vatana kurban adadım.” Yıllardır duydukça hüzünlendiğimiz, Kınalı Hasan’a anasından gelen bu mektubun aslına ulaşamadık. Bu yüzden yeni harflerle yayınlıyoruz.

14 Nisan 1915 tarihinde Seddülbahir’de şehit olan Yüzbaşı Kâzım Efendi’nin son mektubu... “Sevgili gardaşım! Ben vatan ve millet uğrunda bana düşen vazifeyi ifa ettim. Artık gerisini size terk ediyorum. Cümlenize hakkımı helal ettim, tabiidir ki siz de helal edersiniz. Hemşiremin, Ziya’nın, Kemal’in hasretle gözlerinden öperim. Muhterem amcamın ellerinden öperek dualarını her zaman beklerim. Çoluk çocuğumu evvel Cenab-ı Hakka sonra vatan ve millete ve sizlere emanet ederim. Sevgili valideme, aileme, çocuklara güzel bakınız. Tahsillerine himmet ediniz. Maaşlarının tahsisi, icap eden muamelenin ifası için arkadaşlardan alayımızın tabur kâtibi ve aynı zamanda alay nâibi bulunan Hasan Efendi’ye yazdım. Bulunduğum fırkanın kumandanı Miralay Remzi Bey, alay kumandanı Binbaşı Halil Bey’dir. Bu isimler size lazım olursa kendileriyle muhabere edersiniz. Binbaşımız Şevki Bey de benim gibi tehlikede bulunduğu için sağ kalırsa ona da müracaat edersiniz. Kolordu kumandanımız malum olduğu üzere Esat Paşa Hazretleri’dir. Hayvanım hakkında lazım gelen muamele için de kâtip efendiye yazdım. Oradaki hakkımı da çocuklarım için ararsınız. Sana çok rica ederim, efrâd-ı âilemi, vâlidemi hiçbir vakit üzme. Daima rıfk ile muamele et. Bana acımasınlar. Ben mukaddes vatan vazifem uğrunda terk-i can ettim, bahtiyârım. Cenab-ı Hak sizleri de bahtiyar buyursun. Bâki cümlenizi Cenab-ı Hakka emanet ederim sevgili kardeşim.” Kâzım 50 • Mart’17

ANNESİNİN HASAN’A YAZDIĞI MEKTUP “Ey gözümün nuru Hasan’ım! Köyümüzde rahat rahat oturalım mı? Vatan sevgisi içimizde alev alev yanıyor. Sen ecdadından, babandan aşağı kalamazsın… Ben, senin anan isem; beni ve seni Allah yarattı vatan büyüttü. Allah, bu vatan için seni besledi. Bu vatanın ekmeği iliklerinde duruyor. Sen bu ailenin seçilmiş bir kurbanısın… Hasan’ım söyle zâbit efendiye: Bizim köyde kurbanlık ayrılan koyunlar kınalanır. Ben de seni evlatlarımın arasından vatana kurban adadım. Onun için saçını kınalamıştım… El-hükmü billah. Allah, seni İsmail Peygamber’in yolundan ayırmasın. Seni melekler şimdiden rahmetle anacaktır. Gözlerinden öperim…“ Anan – Hatice (Bu Hasan’ın son mektubudur. Annesinden aldığı mektup ve tamamlayamadığı şiir öldüğünde üzerinde bulunacaktır.) Hasan’ın tamamlayamadığı mektubu: “Anam yakmış kınayı adak diye, Ben de vatan için kurban doğmuşum. .. Anamdan Allah’a son bir hediye, Kumandanım ben İsmail doğmuşum.”

Mart’17 • 51


Gündem

Gündem

İSLAM’A KAVUŞMA - 4 Toleuzhan GALİYEVA

D

ünyanın en tatlı kelimesi “kelime-i şehadettir”. Bu kelimeyi söylemek herkese nasip olmuyor. Nasip olup da söylediyseniz kıymetini bilin ve söylediğiniz kelime üzerine yaşayın. Çünkü şehadet getirerek ölmek vardır. “Eşhedu enla ilahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve Resuluhu “ “Şahitlik ederim ki Allah birdir ve yine şahitlik ederim ki Muhammed onun kulu ve peygamberidir” Allah’a teslimiyet vakti geldi Almaty. Sonbahar mevsimi. Üniversite, dersler ve ben; hayat bana güzel. Arkadaş ortamım çok iyi. Her şeyden memnunum. Fakat bir şey eksik. Bilmiyorum ne. Ne kadar mutlu olsam da bir şey eksik… Günlerden bir gün üniversitede kaldığım yurda giderken, yolda kapalı bir kız gördüm. Gözlerime çok değişik geldi. Hayatımda ilk defa kapalı birisini görüyorum. Ya da ilk defa fark ediyorum. Baktım ki bizim yurtta kalıyormuş. Çok merak ettim neydi onun giydiği. Sormak istedim, ama bir taraftan da ne tepki verecek diye korkuyorum. Sonunda cesaret ederek yanına koşarak yetiştim: “Afedersin, size bir şey sorabilir miyim?” dedim. Bana gülümseyerek tabi ki sorabilirsin diyerek olumlu cevap vermesi beni rahatlattı. Korkularım gitti. Öncelikle ismini öğrendim. Adı Aigerim idi. (Ay Kerim manasında) Sonra onun Kazak olup olmadığını sordum. Kazak kızı olduğunu öğrenince neden bize benzemeyen kıyafet giydiğini öğrenmek istedim. Baktı ki sorularım çok ve yolda cevaplamak yetersiz olur derken yurdumuza yaklaştık. (Üniversite ve yurt arası mesafesi çok yakın. Yaya olarak 5-10 dakika) Daha net, açık ve geniş olarak bilgi almam için sohbet edelim, birbirimizi daha da yakın tanıyalım diye odasına çay içmeye çağırdı. Yurtta tek kapalı kız olarak sadece Aigerim vardı. Odasına girdik. Kapıda, dolapta, aynada bir şeyler yazılıydı. Arapça dilinde sanırım. Anlamış değildim. Her neyse, çay koydu oturduk biraz sohbet ettik, tanıştık. Ben Doğu

52 • Mart’17

Kazakistan’dan olduğumu söyledim. Aigerim, Güney Kazakistan’dan. Güney Kazakistan, Özbekistan – Türkmenistan – Kırgızistan sınırlarına yakın olduğu için Doğu Kazakistan kültürüne ters idi. Onlarda ayıp denilen bir şey bizde normal olarak görülüyordu. Doğu Kazakistan’da Rus kültürünün etkisi daha fazladır. Bizim bölgedeki gelinler çok rahattılar. Güneyde bir gelin herkesten önce kalkar ve en son yatar. Çok kibarlar, her sabah eğilerek kaynana ve babaya selam verir, onlar kalkıncaya kadar sofra hazırlar, çay verir, yemek pişirir, bulaşıkları ve çamaşırları elde yıkar, evi temizler, avluyu süpürür, bahçede meyve sebzeleri sular, akşam inek sağar, çoluk çocuk diyerek gün biter, ertesi gün de aynı şekilde tamamlanır. Öyle vakit geçer. Bize gelince, doğuda gelin olmak öğlene kadar uyumak, hazır sofra ve naz yapmak demek. Çok kıymetlidir gelinler, hele bir çocuk doğarsa evin kraliçesidir. Benim için ilginç olan şey, güneyde gelin eşinin kardeşlerine isim takarlarmış mutlaka. Karagözlüm ya da nazlım gibi çeşitli sevimli lakaplar takarlarmış. Bununla birlikte ilginç olan, yerde oturarak yemek yenmesi, büyükler yastığa yaslanarak çay içiyorlarmış. İki bölge arasında böyle değişiklikleri sayarsak çoktur. Öyle sohbet arası konumuz ana konuya geldi. İlk olarak yolda sorduğum soruya cevap vereyim dedi ve bana önündeki Kur’an’ı açarak Nur ve Ahzab sürelerinden birer ayet okudu. Ahzab Suresi 59. ayet mealinde: “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) dış örtülerini üstlerine almalarını söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” Nur Suresi 31. ayetinin mealinde belirtildiği gibi: ‘’Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mümin kadınlar), ellerinin altında bulunanlar (köleleri), erkeklerden, kadına ihtiyacı kalmamış (cinsi güçten düşmüş)

hizmetçiler yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına zinetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.) Kur’an’ın ne olduğunu bilmesem de hakkında bir bilgim olmasa da okuduğu ayetler bana çok mantıklı geldi. Sözleri hoşuma gitti. Sonra Allah’ı anlattı, Kur’an hakkında bilgiler verdi. Peygamber Efendimizi tanıttı. İnsanın yaratılış ve dünyaya geliş amacını anlattı. Lisede okurken aklıma gelen, kafamda olan tüm soruların cevaplarını şimdi aldım. Aigerim, sorduğum soruların hepsini önünde açık olan kitaptan, yani Kur’an’dan tek tek ayetler okuyarak cevapladı. Sorularıma oradan açık açık yanıtlar alınca şaşırıyordum. Bunların hepsi varmış. Ahiret ve hesap varmış. Öldükten sonra nelerin olacağını ve nasıl olacağını Allah belirtmiş. Benim haberim yok. Subhanallah. Ayrıca başörtü takmadan önce yapılması gereken farzları söyledi. Az çok bilgi verdikten sonra önemli olan konulara değindi. Hayatımda ilk defa “şehadet” kelimesini duydum, manasını öğretti, gayesini anlattı. Müslümanların şehadet kelimesini farkında olmadan söylemesi ya da ne söylediğini bilmeden söylemesi yeterli değilmiş. Bu kelimeyi söylemek için iman etmek lazım. Çünkü sen Yüce Allah ile sözleşme yapıyorsun. Diyorsun ki: “Evet Ya Rabbim. Senin tüm emirlerine ve yasaklarına uyar ve gönderdiğin Peygambere itaat ederim.” Otorite olarak tek Allah’ı kabul ederim demek. Dünyanın en güzel kelimesi şehadeti getirirken ne söylediğini idrak etmek gerekir. Mübarek ve yüce olan kelimeyi söyledim. “Eşhedu enla ilahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve resuluh “. “Şahitlik ederim ki İlah birdir ve yine şahitlik ederim ki Muhammed onun kulu ve peygamberidir”. Hiç tereddüt etmeden Allah’a teslim oldum. Nasıl ağlıyorum hüngür hüngür. Arkadaşım Aigerim de ağlıyor. Çok güzel bir his. Kalbimde rahatlık, ruhumda ise ferahlık var. Nefessiz bir ortamda yeniden nefes

almak gibi. Anlatılmaz yaşanır denir ya öyle. Hani demiştim başta: “Çok mutluyum, hayat bana güzel ama bir şey eksik.” diye. İşte şimdi anladım neyin eksik olduğunu. Şehadet eksikmiş. Kalbin ihtiyacı, ruhun ihtiyacını gidermek varmış. Çok ama çok mutluyum çünkü o gün arkadaşımın odasından çıkarken şehadet getirerek çıktım. Alhamdulillah. Aigerim o gün bana direk kapan demedi. Çünkü benim önce Allah’ı yakından tanımamı istedi. O arkadaşımdan Allah razı olsun. Bana İslam’ı sevdirdi. Aslında benim çok çok şükretmem lazım. Çünkü Allah benim karşıma hep iyi insanlar çıkarıyor. Güzel müminlerle karşılaştırıyor. Ne kadar şükretsem de yetersiz. Bugüne kadar tanıdığım tüm hocalarım, abla – abi ve arkadaşlarım altındır. Hepsini çok seviyorum. Kiminle tanışsam iyi birisi çıkıyor. Alhamdulillah. Aigerim iyi bir Müslüman kız. Onu seviyorum. Aigerim’in yanından ayrılırken bir şey söyledi. Daha doğrusu bir şey yapmamı tavsiye etti. Yapılması gereken şeylerden birisi olan gusül almamı önerdi. Sizin şaşıracağınız şey olabilir. Lakin Kazakistan’da gusül almayı bilmezler. Yanlış anlamayın, yıkanıyorlar ve banyo yaparak vücut temizliği yapıyorlar. Fakat gusül alma amacını bilmezler. Şehadet getirdiğim günden beri uçuyordum. Artık ben Müslümanım derken başka anlamda diyordum. Yani önceki ezberlenmiş Müslümanım manasında değil. Manasını, anlamını, kıymetini ve değerini bilen birisi olarak Müslümanım diyordum. Zamanla Aigerim’in odasına uğrar ve yeni bilgiler edinirdim. Her gittiğimde ruhani şarj oluyordum. Bu arada farz konularına geçtik. Bana namaz, oruç, zekat ve hacc hakkında bilgiler aktardı. Namaz kılmamı ve gerekli olan sure, duaları ezberlememi önerdi. Ben aileme haber vermem gerektiğini söyledim. Odama gittim ve annemi aradım. Hal hatır sorduktan sonra namaz konusuna girdim ve namaza başlamak istediğimi söyledim ve cevap olarak olumlu mu olumsuz mu, ne yanıt aldım? Onu derginin bir sonraki sayısında göreceğiz inşallah… Allah’a emanet olun! Mart’17 • 53


Gündem

Z

aman çok hızlı akıp gidiyor gündemi de ardına takmış peşinden sürüklüyor. Evet, öyle hızlı değişen bir gündemimiz var ki kısa bir süreliğine gözlerimizi kapatıyor olsak bambaşka gündemlere gözlerimizi açıyor olabiliyoruz. Peki neden? Şu sıralar büyük Türkiye, yeni Türkiye söylemini çok duyuyoruz. Evet, inanç ve tarihsel köklerimizden aldığımız mirasla büyük bir iddiamız var. Kimlerin güdümünde olduğunu gayet iyi bildiğimiz terör örgütleri, spekülatif gündemler, ekonomik saldırılar kıskacında milletçe verdiğimiz mücadele, bu iddiamızın gereği olsa gerek. Şu sıralar gündemden neredeyse hiç düşmeyen bir konu var. Dolar! Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte güne şu haberle başlıyor olduk: ”Dolar güne yine yükselişle başladı.” Dolar kurundaki bu hareketlilik bizim için neden bu kadar önemli? Doların TL karşısında değer kazanması bizim için ne anlam ifade ediyor? TL’nin değer kaybetmesinin nedenleri neler? Bu yazıda naçizane bunlara değinmeye çalışacağım. Akabinde ise varlık fonuna kısaca değineceğim. Uluslararası ticaretin yaklaşık yüzde atmışı dolarla, yüzde yirmisi euro ile kalanı ise diğer para birimleri ile yapılıyor. Tüm dünyada yedi trilyon dolar değerinde döviz bulunmaktadır. Bu kadar güçlü konumda olan doların kurundaki değişiklikler tüm

54 • Mart’17

Gündem

dünya ülkeleri için önem arz etmektedir. 2016 yılı doların diğer paralara karşı değer kazandığı bir yıl oldu. ABD’nin en fazla ticarette bulunduğu yirmi altı ülkenin para birimlerine karşı oluşturulmuş Ticaret Ağırlıklı Dolar Endeksi’ne göre 2016 yılında doların değer kazanımı yüzde 3.5 civarında. Yani dolar kurundaki bu yükseliş sadece TL karşısında değil. Peki, dolar-lira kurundaki değişiklik ne oranda? 2015 yılı sonunda 2,91 olan dolar kuru 2016 yılı sonunda 3,52 seviyelerine ulaştı. Yani TL dolara karşı bir yıl içerisinde yüzde 20,8 oranında değer kaybetti. Sadece yılbaşından bugüne (12 Şubat) kadar yüzde 5 civarında değer kaybetti. TL’deki bu hızlı değer kaybının sebepleri neler? Para birimleri yabancı paralara karşı ekonomik ve siyasi sebeplerden ötürü değer kaybederler. Bunları kendi içlerinde iç ve dış olmak üzere ikiye ayırabiliriz. Türkiye gündemine bakacak olursak kurun sert yükselişi başkanlık ve anayasa değişikliğinin Meclis’te görüşülmeye başlanmasına denk düşüyor. Yeni bir siyasi belirsizlik oluşmasıyla birlikte kurun yükseldiğini görüyoruz. Bunun yanında ülke içerisindeki terör saldırılarını ve OHAL’i de TL’nin değerinin kaybını tetikleyen iç siyasi olaylar olarak görebiliriz. TL’nin değer kaybını tetikleyen en önemli faktörlerden birisi de Türkiye’nin dış siyasetindeki

hareketlilik. Sınırımızda, ekonomimize de olumsuz olarak yansıyan beş yılını aşmış bir savaş var. Bunlara Türkiye’nin Avrupa Birliği ve ABD ile yaşadığımız siyasi gerginliği de ekleyebiliriz. Kuru etkileyen dış ekonomik etmenlere bakacak olursak ilk olarak Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) aldığı kararları veya spekülatif davranışlarını söyleyebiliriz. 2016 yılı içerisinde üç defa faiz artırımına gidilebileceği açıklaması yapıldı ama sadece bir defa faiz artırımına gidildi. Burada Amerika demişken bir parantez açmayı faydalı görüyorum. Çin’in ihracat hacmi dünya ticareti sıralamasında ilk sıralarda yer almaktadır. Kendi para birimini düşük tutmaya çalışan Çin, böylece kendisiyle rekabet edilmesini de zorlaştırıyor. ABD’nin yeni başkanı Donald Trump verdiği bir demeçte bundan duyduğu rahatsızlığı ifade etti ve daha göreve gelmeden farklı bir ekonomi politikası güdeceğinin sinyallerini verdi. Bunun yanında kredi değerlendirme kuruluşlarının aldıkları kararlar da kuru etkileyen en önemli dış ekonomik unsurlar arasındadır. Dünya çapında en büyük ticari kredi değerlendirme kuruluşları Moody’s, Standard & Poor’s ve Fitch Ratings’dir. 20 Temmuz 2016’da yani darbe girişiminden beş gün sonra S&P Türkiye’nin notunu BB’ye(Yatırım yapılamaz) indirdi. Moody’s ise 23 Eylül 2016’da Türkiye’nin notunu BA1(Yatırım yapılamaz) seviyesine indirdi. Burada şu önemli noktayı dipnot olarak düşmek gerekiyor. 21 Eylül 2016’da yani Moody’s Türkiye’nin kredi notunu kırmadan iki gün önce “darbe girişiminin etkileri kayboldu” açıklamasını yapmıştı. Bu iki gün içinde ne oldu diye bakacak olursak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD’nin iş dünyası ile bir dizi görüşme yaptığını görüyoruz. Yani buradaki ikiyüzlülüğü ve kirli hamleyi kaçırmamak gerekir. Ekonominin dışarıdaki bu görüntüsüne karşı Merkez Bankası, kurdaki bu dalgalanmayla son derece kaygan bir zeminde mücadele etmeye çalışıyor. Merkez bankasının asli görevi TL’nin değerini korumaktır. Buradaki en önemli enstrümanı faizdir. Faiz ise her açıdan sıkıntılı bir konudur. Yüksek faiz oranlarının olduğu yerde yatırımlar olumsuz

olarak etkilenir. Bu sebeple Beştepe ve Hükümet tarafından faizlerin düşürülmesi yönünde görüşler sık sık ifade ediliyor. Diğer taraftan faiz oranlarının düşürülmesi de piyasadan dövizlerin çekilmesine ve böylece kurun artmasına sebep olmaktadır. İşte böylesi bir zeminde Merkez Bankası’nın manevra alanının daraldığını görüyoruz. Merkez Bankası 10 Ocak’tan itibaren TL likiditesini sıkıştırmaya ve döviz likiditesini gevşetmeye yönelik çeşitli adımlar attı. Böylece TL’nin dolar karşısında değerini korumaya çalıştı. Sonuç olarak Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da ifade ettiği gibi ‘İstiklal Mücadelesi’ diyebileceğimiz bir süreçten geçmektedir. Özellikle ekonomik açıdan son derece önemli bir mücadele vermektedir. Kerem Alkin hocanın ifade ettiği gibi: “Ekonominin yarısı psikolojidir.” Bu süreci, yabancı finans kurumlarının “vahşi” temsilcileri ile bizim aramızda bir “suyun altında nefesini tutma” mücadelesi olarak görmemiz gerekiyor. Bizi paniğe sokup suyun üzerine çıkmamız için zorluyorlar. Tersine, suyun altında “nefesimizi tutup” onların pes etmesine dayanmamız gerekiyor.

Varlık Fonu Ulusal Varlık Fonları, sürdürülebilir büyüme ve finansal kalkınmayı sağlamak amacıyla, belirli yönetim ilkelerine bağlı olarak yönetilen özel amaçlı yatırım fonlarıdır. Ulusal Varlık Fonlarının geliri genellikle petrol, doğalgaz gibi varlıklara sahip olan ülkelerin bu kaynaklardan elde ettiği ihracat gelirlerinden veya dış ticaret fazlası ya da bazı kamusal sistemlerden elde ettikleri gelirlerden oluşur. ABD, Rusya, Çin, Körfez ülkeleri, Norveç, Singapur gibi gelişmiş birçok ülkede Ulusal Varlık Fonları bulunmaktadır. Dünya genelinde ise kırktan fazla ülkede seksene yakın varlık fonu bulunuyor. Ülkemiz, G-20 ülkeleri içerisinde Ulusal Varlık Fonu olmayan tek ülke konumundaydı. Konuya Türkiye’de kurulan Türkiye Varlık Fonu açısından bakacak olursak, ülkemiz petrol, doğalgaz gibi varlıklara sahip değildir ve doğal olarak bu kaynaklardan elde ettiği ihracat geliri de yoktur. Diğer taraftan Türkiye, çeşitli ve büMart’17 • 55


Gündem yük bir varlık portföyüne sahiptir. Bunun yanında ülkemizin verilen teşvikler ve emeklilik sistemi üzerinden büyüyen bir fon pazarı da bulunmaktadır. Fakat son dönemlerde azaltmış olsa da henüz kamu elinde oluşmuş bir gelir fazlalığı da yoktur. Ülkemizin bir bütçe fazlasının olmaması bu bakımdan Türkiye Varlık Fonu’na kısa vadede sunulan eleştiriler arasındadır. Türkiye, büyük bir varlık portföyüne ve büyüyen bir fon pazarına sahip demiştik. Bu fonlar, reel sektöre uzun vadeli yatırım sağlaması amacıyla bir üst fonda, Türkiye Varlık Fonu’nda birleştirildi. Bu fonla ülkemizde planlanan Kanal İstanbul, Üçüncü Havalimanı, Nükleer Santral gibi mega projelere finansman sağlanması hedeflenmektedir.

56 • Mart’17

Sinema Bir anonim şirket olan Türkiye Varlık Fonu, kendine devredilen şirketlerin üzerinde bir holding gibi olacak. Ayrıca kendisi de yeni şirketler kurabilecek. Bu şekilde on binlerce yeni istihdam alanı sağlayabilecek. Bunun yanında Türkiye Varlık Fonu, ülkemiz için büyük öneme sahip petrol ve doğalgaz gibi yurtdışındaki sektörlere yasal ve bürokratik kısıtlamalara bağlı olmadan doğrudan yatırım da yapılabilecek. Peki, bu fon nasıl yönetilecek ve denetilecek? Türkiye Varlık Fonu doğrudan Başbakana bağlı olacak. En az beş kişilik bir yönetim kurulu tarafından yönetilecek. Yönetim Kurulu Başkanı ve üyelerinin tamamını ile genel müdürü Başbakan atayacak. Özelleştirme İdaresi Başkanı Mehmet Bostan Türkiye Varlık Fonu Yönetim Kurulu Başkanı ve Genel Müdürü olarak atandı. Yönetim Kurulu üyeliklerine ise Cumhurbaşkanlığı Ekonomiden Sorumlu Başdanışmanı Yiğit Bulut, Borsa İstanbul Yönetim Kurulu Başkanı Himmet Karadağ, İstanbul Medipol Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Sabah gazetesi yazarı Prof. Dr. Kerem Alkin ile Piri Reis Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Oral Erdoğan atandılar. Türkiye Varlık Fonu, tüm varlıkları devlete ait şirket, banka, gayrimenkul ve paradan oluşmasına ve Başbakana bağlı olmasına rağmen “kamu kuruluşu” statüsünde değil. Tamamen devlete ait olmasına rağmen bu şirket “özel hukuk” hükümlerine tabi olacak, Sayıştay denetimine tabi olmayacak. Türkiye Varlık Fonu yasasına göre üçlü bir denetim sistemi olacak. Birinci olarak Türkiye Varlık Fonu ana şirketi ile bağlı şirketler ve tüm fonların mali tabloları bağımsız denetime tabi olacak. Ayrıca bağımsız denetimden geçen mali tablolar ile şirket ve fonların faaliyetleri, Başbakanın görevlendirdiği üç merkezi denetim elemanı tarafından da denetlenecek. Bu heyet, her yıl haziran ayı sonuna kadar raporunu Bakanlar Kurulu’na sunacak. Daha sonra Başbakanlık bu iki denetim raporu kapsamında hazırladığı raporu ekim ayında Türkiye Büyük Millet Meclisi Plan ve Bütçe Komisyonu’na gönderecek. Başbakanlığın göndermiş olduğu rapor çerçevesinde Plan Bütçe Komisyonu da bir denetim yapmış olacak.

AV MEvSİMİ Beyzanur YAŞAROĞLU

B

azı filmler vardır ki filmin yönetmenin ismini duyar duymaz bu filmi kesinlikle izlemem gerekli dersiniz. Av mevsimi de benim için öyle bir filmdi. Yavuz Turgul’un ismini duyar duymaz izlemem gerekli dedim. Türk sinemasının önemli yönetmenlerinden biri olan Yavuz Turgul’u sinemada yayınlandığı dönemde gişe rekoru kıran “Eşkıya” adlı filmiyle tanıdım. Eşkıya filmi o yıl Türkiye’den Oscar’a aday gösterildi. Eşkıya, Kabadayı, Muhsin Bey, Gönül Yarası gibi Yavuz Turgul’un filmlerini izledikçe Şener Şen ile aralarındaki yönetmen – oyuncu iş birliği dikkatimi çekti. İkilinin iş birliğini yönetmenin son filmi olan Av Mevsimi’nde de görebiliyoruz. Yönetmenliğini ve senaristliğini Yavuz Turgul’un üstenlendiği 2010 yapımı Av Mevsimi; Şener Şen, Cem Yılmaz, Çetin Tekindor, Okan Yalabık ve Melisa Sözen’in de içinde bulunduğu oyuncu kadrosuyla dikkatleri üstüne çekiyor. Polisiye bir film olan Av Mevsimi usta yönetmen Yavuz Turgul’un filmografisinde tür olarak bir ilktir. Filmin başında da belirtildiği üzere, Yavuz Tanyeli’nin bir resim çalışmasından ve o çalışmaya aldığı bir nottan esinlenerek yazılmıştır: “Yeni bir şeylerin görüleceği aralıklar mutlaka vardır.” Film gerçekten de bu cümlenin etrafında dönerek bize bir cinayeti betimliyor ve diyor ki: “Hiçbir şey göründüğü gibi değildir ve görünmeyeni anlamak için perspektifinizi değiştirmek gerekir. Hep aynı yere bakıldığında gerçek kaçabilir oysa açı değiştirildiğinde yepyeni gerçeklerle karşılaşılabilir.” Filmin konusunda ise cinayet masasındaki tecrübesi nedeniyle Avcı lakabının hakkını veren Komiser Ferman ile adı deliye çıkmış İdris, baba-oğul kadar birbirine yakın iki polistir. Aralarına antropoloji mezunu bir çömez olan Hasan katılmıştır. Üçü, öldürülen genç bir kızın katilini bulmakla görevlendirilir. Soruşturma sırasında uyuşturucu ticaretinden zengin

bir işadamına kadar farklı insanlarla karşılaşacak bu üç polisin hayatı artık eskisi gibi olmayacaktır. Peki Türkiye’den bir polisiye çıkar mı? Son yıllarda Türk yönetmenlerin kafasını oldukça meşgul eden bu soru, birçok Türk polisiye filmi denemesiyle karşı karşıya kalmamıza sebep oldu. Tür olarak dünya çapında da epey ilgi gören polisiye, gerçekten de coğrafyanın yapısıyla doğru orantılı olarak çeşitleniyor. Polisiye filmleri aslında kendi ülkelerinin sosyolojik durumlarından etkilenmekteler. Polisiye filmleri aynı zamanda toplumun genel fotoğrafını gösteren filmlerdir. Türk sinemasına geldiğimizde, son yıllarda Sis ve Gece, 9, Polis, Pars: Kiraz Operasyonu, Beyza’nın Kadınları, Ejder Kapanı gibi bazı polisiye film örnekleri kendilerinden epeyce bahsettirdiler. Bu filmlerin arasında Beyza’nın Kadınları ve Ejder Kapanı, seri katil konusunu Türkiye’de ilk kez film konusu yapmış olmalarıyla bir adım öne geçti diyebiliriz. Av Mevsimi ise klasik bir polisiye film örneği. Eğer Av Mevsimi’ni polisiye bir gözle seyredersek oldukça fazla mantık hatası da bulabiliriz. Kesik kolun bulunduğu yerdeki o büyük kulübenin görülmemiş ve araştırılmamış olması, lastik ve ayak izlerinin daha ortada yokken polisiye bir hikayenin bu kadar hızlı akması, bir polis bu neticeleri aldıktan sonra şüpheliler üzerine yoğunlaşması… Başka bir soru sormak gerekirse de kaç tane polisiye filminde aranan katil filmin ilk yarısında belli olur? Ama Yavuz Turgul, diğer filmlerinde olduğu gibi bu filmde de bizim insan hikâyelerine odaklanmamızı istiyor. Bunu yaparken, bazen didaktik bir dil kullandığını kabul etmek gerekir; ama bu da karakterlerin deneyimleriyle doğru orantılı olduğu için çok da sırıtmıyor. Filmin görsel kalitesinin yüksekliği de izlerken keyif almanızı sağlayacaktır. İyi seyirler.

Mart’17 • 57


Gündem

Etkinlik

Küreselleşmeyen Dünyada Neler Oluyor?

LİSELİ ERKEKLER KAMPI

Yavuz Selim SANCAK

S

ekiz bin kilometre ötede, okyanusa komşu bir eyaletin başkentinde yaşama tutunmaya çalışan tek Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı benim şu anda. Diğerleri gece başkente gittiler. Hani dersiniz ya bazen çekip gitmek istiyorum buralardan. Biraz yalnız kalıp kafamı dinlemek istiyorum. Bir kez daha düşünün. Şaka şaka Allah hayrınızı versin. Ama şu bir gerçek ki bugün resmen ıssız bir adada tek başınayım. Robinson Crouse’nin ruhunda vücut buldum sanırım. Fakat henüz Cuma’yı bulamadım etrafta. Beş serilik bir film senaryosuna ilham olacak bir akşam vaktinde yalnızım. Papağan sesleri, okunan ezanın evrensel çağrısına karışıyor. Devasa bir yağmur bulutu üzerimde seyrediyor. Ekmek yok, peynir yok, çay yok, yemek yok. Sadece muz ve internet var. Midemden gelen gürültü, insanı felakete sürükleyecek kadar ağır olan nemi bastırıyor. Bugün tekrar anladım. Küreselleşen dünyada Mc Donalds amca bile günü kurtarmaya yetmiyor. Burada hayata tutunmak için sokağa çıkman ve tek tük İngilizce konuşabilen insanları bulman gerekiyor. Daha sonra ise İngilizce’nin sınırlarını zorlaman gerekiyor. Sınırların bittiği an ise sadece “I’m supporting Ardogan” diyebiliyorsun. Allahu Ekber diyerek karşılık veriyor muhatabın. Tek bir cümle ile işi bağlıyorsun. Dünyanın diğer ucunda,

58 • Mart’17

yaşamlarının kul katında bir değer ifade etmediği bu çekik gözlü insanlar ile tek bir cümle ile İngiliz dilinden gönül diline iltica edebiliyorsun. İngilizce bilmeyen bir liderin ismini duyunca tekbir getiren insanların gözlerindeki umut ışığını farkettiğinde artık çoktan gözlerin dolmuş oluyor. Vay canına diyorsun. Gerçekmiş! Oysa bir çokları halen dalga geçiyor. Fakat o her tarafı yamalı taksi tek bir cümleyle birden dünyanın en güvenli limanına dönüşüyor. Buna şahit olmaktan onur duyuyorsun. Sadece Türkiye’de yaşadığın için insanların sekiz bin kilometre ötede seni bağrına basması Allah’ın büyük bir ikramı olsa gerek. Coğrafya kaderdir diyor ya İbni Haldun. Kaderimiz arada sırada yüzümüzü güldürüyor. Bize bir nebze olsun nefes aldırıyor. Para, pul, statü, makam, kıyafet her şey tarihe karışıyor bazı anlarda. Ortak nefretlerimize ve ortak düşmanlarımıza kenetleniyoruz. Hayatlarında hiç savaşmamış olanlar, durmaksızın savaş halinde olanların gözlerinin içine bakıyor. Bu savaşı ne zaman kazanacağız? Bu sömürü ne zaman bitecek? Yük biraz daha ağırlaşıyor. Dert, ızdırap farklılaşıyor. Bir kez daha hatırlıyorum: Harekete geçmeyi bekleyenler değil, yolda olanlar kazanıyor. An itibariyle...

L

iseli erkek kardeşlerimizle birlikte yarıyıl tatili kampımızda dolu dolu dört gün geçirdik… Araştırma ve Kültür Vakfı’mızın Kağıthane şubesinde gerçekleştirdiğimiz kampımız İzmit-Kartepe’de son buldu. Kamp boyunca liseli kardeşlerimiz kardeşliklerini pekiştirdiler, sohbetler eşliğinde tefekkür ettiler, okul dönemindeki yoğunluklarından bir nebze sıyrıldılar. Kamp boyunca liseli kardeşlerimizle namazdan Kur’ân-ı Kerim’in nasıl bir kitap olduğuna, sosyal medyanın nasıl kullanılması gerektiğinden Türkiye’de darbelerin tarihine kadar geniş bir alanda sohbetler yaptık. Kampımızın son gününde İzmit Kartepe’de kardeşlerimizle birlikte buzda kayıp mangal yaptık. Kardeşlerimiz buzda kaymanın verdiği yorgunluk ile mangal başında hem toplanıp ısındılar hem de karınlarını doyurdular. Ve bu bize tatlı bir hatıra olarak kaldı.

Kardeşlerimiz kamp boyunca çeşitli etkinlik ve oyunlarda bir arada bulundular. Ve kampımızın her gününün akşamına film izleme, halı saha maçı ve sıra gecesi olmak üzere bir program koyduk. Kardeşlerimizin bu programlara iltifatı oldukça yüksekti. Lise kampları, genel lise programları arasında birlikte vakit geçirmeye en elverişli ortamları sağlar. Bu ortamın aracılığı ile kardeşliğin pekişmesi sağlanabilir ve hatta vakti aynı anda hem keyifli hem de verimli geçirme tecrübesi elde edilebilir. Genç Öncüler Lise Komisyonu olarak kamp faaliyetlerimizde güttüğümüz fikir işte bu şekilde kardeşlerimizin zamanı verimli geçirirken doğal bir şekilde gelişen birlikteliklerini de kazanmalarını da hayırlı işler yolunda bir artı olarak görmektir.

Mart’17 • 59


Etkinlik

Etkinlik

Yabancı alimleri neden dinliyorsunuz? Dergimizin geçen ayki sayısında ‘’Yeni Dönem Genç Tebliğciler’’ konusunu ele almıştık. Röportaj yaptığımız arkadaşlarımıza ‘’Neden yabancı alimleri dinlemeyi tercih ediyorsunuz?’’ sorusunu yöneltmiştik, teknik hatalardan dolayı isimler karıştığı için özür diliyoruz ve cevapları yeniden yayınlıyoruz.

G

Merve Mahitapoğlu

ünümüz de zamanın ve imkânların değişmesi ile beraber çok farklı tebliğ usulleri ortaya çıktı. Aynı zamanda sosyal yapının da ciddi değişkenlik göstermesi de usullerin yenilenmesine sebep oldu. Asrımızın gençleri olarak biz de belli ölçüde takipçileri oluyoruz. Burada benim özellikle dikkat çekmek ve eleştirimi yöneltmek istediğim biri olumlu biri olumsuz iki husus var. İlk olarak diyebilirim ki; günümüzdeki hitabet ve ona olan mukabele ile geçmişimizde olan çok farklı. İnsanların kullandıkları dil başlı başına değişmiş durumda. Tebliğ sadece medreselerde verilen eğitimle sınırlı olan bir farz değil, bilakis topluma inmesi ve onların içinde hayat bulması gereken bir vazife. Ancak yüz yıl öncesi ile ciddi bir şekilde bağları kopmuş olan bir topluluk olarak günümüzde mevcut olan durumu gözetmeksizin tebliğimizi kendi içimize hapseder olmuşuz. Bu açıdan değerlendirdiğim zaman hassaten müslümanın müslümana tebliğsi hususun da diyebilirim ki günümüz de birçok farklı güncel araçlar kullanılarak yapılan tebliğler ve her yaşa hitap edecek şekilde geliştirilmeye çalışılan bu metodlar, dinimizle ve onun takipçisi olan müslümanlar arasında yeniden kurulacak olan bağlar için ciddi önem arz ediyor. İkinci olarak; üzerinde durmak istediğim ve bahsetmek istediğim hususta yeni tebliğ sürecin de birçok gruplar yahut şahıslar müslümanlara yahut gayri müslimlere yönelik bazı çalışmalar yapıyorlar. Ancak bazı zamanlar tebliğ usullerini temellendirdikleri bir şeyleri olmadıkları için neticesinde hayr bekledikleri şeylerden şer de çıkabiliyor. İlmi yeterlilikleri olmayan hususlarda İslama kalplerini ısındırmakla yükümlü oldukları bazı kimseleri soğutabiliyorlar. Yahut bazen gereksiz yere kamuoyu oluşturup dini değerlere zarar verebiliyorlar. Burada nacizane demek istediğim şey şudur ki gelenekle bağlarımızı koparmayıp mevcut birikimlerimizi geliştirip onları asrımıza asrımızın imkânlarıyla taşıyalım. Rabbim, O’nun tüm halifelerinin yollarını rızası üzerine sabit kılsın, amellerini bereketli kılsın, yar ve yardımcıları olsun...

60 • Mart’17

G

Toleuzhan Galiyeva

ünümüzde Nouman Ali Khan’ı tanımayan, tebliğlerini duymayan ve bilmeyen genç yoktur. Çağdaş tebliğcilerin arasında Omar Suleiman da çok meşhurdur. Bu modern tebliğcileri tanımam yaklaşık bir sene önceydi. Ondan önce bilmiyordum. Nouman Ali Khan’ı Filipinli arkadaşımın facebooktan paylaştığı linkten izlemeye başladım. Şimdi de dinlemeye devam etmekteyim. İlk başta sırf İngilizce konuştuğu için dinliyordum. Sonra anlatım taktiği ve ders yöntemi hoşuma gitmeye başladı. Dinledikçe dinleyesim geliyordu. Nouman Hocanın anlattığı dersler ve zaman ayarlaması beni etkiledi. Tuhaf gelebilir ama konu ne kadar ilginç ve dikkat çekici olsa da saatlerce süren hutbe insanı yoruyor. Nouman Ali Khan dersleri 35-45 dakika sürüyor. Ayrıca verdiği konferanslar sırasında muhatapları ile bağlantısı gayet iyi. İnteraktif ve dinleyici ile sürekli diyalog halinde. Anlattığı konuyu bölümlere ayırması ve dinleyicilerle kurduğu karşılıklı diyalog sayesinde muhatap kitlenin zihninde konunun yer edinmesini sağlamış oluyor. Gençleri etkileyen inanılmaz şekilde çok güzel bir metodu var. Çağdaş yöntemiyle gençleri ilgilendiren konulara değiniyor. Yaşadığımız modern zamanda genç bir müslümana yönelik karşılaştığı sorunları ortaya koyabilmekte ve onun çözümlerini söylemektedir.

N

Nilüfer Aycan

ouman Ali Khan ve diğer tebliğ hareketlerinin en önemli özelliği sosyal medya üzerinden bize ulaşması. Ve tabiiki İngilizce olması. Bu en azından Türkiyedeki insanlar için başka bir anlam ifade ediyor. Amerika da birisi İslam’dan bahsediyor ve son derece bilgili. Özellikle de güncel meselelere dair yorum yapıyor. Diğer gruplar çay house vb. Tebliğ hareketleri sosyal medya üzerinden görüntülü ve tebliği eğlenceli bir hale getiriyorlar…

A

Sena Çataloğlu

rtık dünya tabiri yerindeyse küçük bir köy oldu. Bununla beraber herkesin hızlıca ulaşabileceği türden mecralar daha da önem kazandı. Bunun hem olumlu hem olumsuz tarafları var. Öncelikle olumlu tarafı, ben Nouman Ali dinleyen biri olarak söylüyorum küreselleşmenin diline yine onun kılıcıyla cevap vermedir. Modernizmin yansımalarının beynimizde ne şekilde yer tuttuğunu görerek, yerine göre onun kaynaklarından da atıfta bulunmaktan söz ediyorum. Markalardan, sosyal medyadan, hızla değişen gençlik jargonundan... Maalesef geleneksel yöntemler bu konuda biraz sınıfta kaldılar. Çağın getirdiği gençlik baskısına ve hıza yetişemediler. Nouman Hoca ise günümüzün bu yönüne övgüyle değil ama bu yönünü göz ardı etmeyerek bakıyor gençlere. İçinde sıkıştığımız bunca şeyi ‘başına buyruk genç’ diyerek geçiştirmiyor. Bizi sıkıştıran dinamikleri ele alıp sahabe efendilerimizi karşımıza oturtarak onların da farklı formda aynı imtihanlarla karşılaştıklarını ve aslında bize ne kadar yakın olduklarını aksettiriyor. Dolayısıyla bizi korkutan yalnızlık aleminden çıkıyoruz. Kendi hakkımızda verdiğimiz olumsuz yargılamalardan kurtulup umut ediyoruz. Olumsuz tarafı ise geleneksel kaynaklara eğilerek üstünde düşünmeye ve kavramaya tahammülümüzün olmayışıdır. Bu tahmin ettiğimizden de acı bir gerçek. Sanki Kütüb-i Sitte sadece ‘hocalar için’ gibi bir algımızın olduğunu gösterir. Bu da yine bizim sorunumuz tabii ki tebliğcilerin değil. Kültürel farklılıkların yer etmesi ise başka bir problem: bizim ülkemizdeki müslüman düşünüş çeşitliliği çok daha zengin. Siyasi bağlamda daha fazla yer tutuyor bir de. Nouman hocanın yaşadığı coğrafyadan daha farklı. Bu problemler üzerine de Nouman Ali ve onun gibi düşünürlerin bize kattıkları nezaket çerçevesinde çözümler sunabiliriz diye düşünüyorum.

E

D

Sümeyye Güven

in eğitimde dil faktörünün çok önemli olduğunu düşünüyorum öncelikle. Kuran’ın ve hadislerin, temel İslami kaynakların dili nasıl Arapça ise dünyada ortak dil olarak çoğunlukta İngilizce kullanılmaktadır. Bizim ülkemizde ise son dönemler hariç Arapça bilmek/öğrenmek yaygın olmamakla birlikte suç gibi görülüyorken, İngilizce ise sadece elit bir tabakaya aitti. Hal böyle olunca Türkiyeli Müslümanlar ümmetin zenginliklerinden mahrum kalmaya mecbur kaldı. Ancak 1970 sonrası tercüme eserlerin artmasıyla yabancı Müslümanların, alimlerin görüşlerine yavaş yavaş ulaşılmaya başlandı. Son dönemlerde ise müslüman gençlerde artan dil öğrenme imkânı/hevesi ve internetin, youtube’un, sosyal medyanın hayatımıza girmesiyle yeni dönem tebliğciler rağbet görmeye başladı. Bir hatibi ya da âlimi dinlemek artık internet bağlantısı kadar uzak bizlere. Günün istediğimiz saatinde, istediğimiz yerde dinleme olasılığına sahibiz artık. Benim dinlediğim tebliğciler genellikle yabancı ve onları orijinal dilde dinlemeyi tercih ediyorum, onları dinlerken beni en çok etkileyen şey bir ayeti okurken tilavetini çok güzel bir şekilde ezberden yapmaları ve onu açıklarken çok geniş bir perspektiften açıklamaları, kısaca bakış açılarını ve verdikleri örnekleri çok gerçekçi ve uygulanabilir buluyorum.

Merve Kesenci

n önemli sebeplerinden biri sanırım sosyal medyayı aktif kullanmaları ve gençlerin dilinden anlamaları. Örnek verecek olursak; şimdilerde en fenomen isim olan Nouman Ali Khan’dır. Nouman Ali Amerika’da yaşamakta ve gününün neredeyse tamamını gençler ile geçirmektedir. Bir yerde sabit kalmak yerine çoğunlukla okulları gezerek seminer vermeyi tercih eder. Geleneksel tebliğ anlayışında sabit bir mekân ve sohbet havası vardır. Gidersin ve dinlersin. Oysa Nouman Ali gibi kişilerin sohbetleri daha çok seminer havasındadır. Değindiği konular; kız erkek ilişkileri, fastfood, sosyal medya, oyunlar, aile ilişkileri ve güncel olan onlarca konu. Dolayısıyla genç neslin ilgisini çekmeyi baştan sağlamış oluyor. Konuyu ele alış tarzı ise oldukça sempatik, asla dışlamada bulunmayan, her zaman güler yüzlü, mutlaka espriler ile karşısındakini güldürüyor aktif hareketleri ile de sıkıcılıktan uzaklaşıyor. En önemli yönlerinden biri ise gençlerin dilinden anlaması. Bir konuşmasında bir grup genç ile buluştuklarını onlarla futbol oynayıp sonra namaz kıldıklarını, fastfood yemeye gidip çıkışında da diğer vakit namazını kıldıklarını anlatıyor. “Bu onlarla vakit geçirmenin ve onlara yakın olmanın aslında en kestirme yoludur” diye de ekliyor. Yeni dönem tebliğcileri bu anlamda birbirine benzerler. Mekân olarak sürekli gençlerin gözü önüne gidiyor, onlarla konuşuyor, onlarla eğleniyor, güldükleri şeyleri kendilerine has bir dile çevirip “bir de böyle gülün hem de biraz düşünün” diyor. Mart’17 • 61


Etkinlik

Şiir

G

AMİGURUMİ ATÖLYESİ

enç Öncüler Üniversiteli hanımlar olarak bahar dönemine 18 Şubat Cumartesi günü Amigurumi Atölyesi ile başladık. Amigurumi, ilk duyulduğunda tanıdık gelmese de aslında çok da uzağımızda olmayan bir uğraş. Tığ ile yapılan, içi doldurulmuş oyuncak anlamına gelen amigurumiyi öğrenmek için vakfımızda toplandık. Çay ve simit eşliğinde ellerimizde tığlarımız, önümüzde örnek model kâğıtları ile etkinliğimize başladık. Amigurumi yapmayı öğreten ablalarımızı çok uğraştırsak da bir süre sonra her birimiz bir köşede örneklerimizi büyütmeye başlamıştık. Oyuncak ayıcıklarını yaparken hızlı ilerleyen kardeşlerimiz diğerlerine umut olurken, söküp söküp baştan yapan kardeşlerimizin azmi hepimizi hayran bıraktı. Kafası büyük, bacağı kısa olan bazı oyuncaklar sayesinde ise yüzümüzden gülücükler eksik olmadı. Atölye sonunda elimizde tatlı ayıcıklarımız, hatırlarımızda kardeşliğimiz ve samimiyetimiz kaldı.

HANIMLAR LİSE YARIYIL KAMPI

İ

ki gece üç gün süren kampımız vakfımızın Kağıthane şubesinde cuma günü ikindi vakitlerinde başlamış oldu. Farklı okullardan, mahallelerden, memleketlerden olan kardeşlerimizle aynı derdi paylaşmış ve uhuvvetimizi güçlendirmek için toplanmıştık. Çocuk olsun yetişkin olsun en iyi oyunlarla kaynaşılır diye düşünerek farklı farklı oyunlar kurduk. Başlardaki çekingen tebessümlerimiz yerini havada uçuşan esprilere ve şakalara bıraktı.. Ertesi sabah güne sabah namazıyla ve sporla başladık. Kahvaltının ardından Elif Yılmaz ablamızla ilk dersimizi yaptık. Günün ikinci dersini Şehadet Günhan ablamızla yarım saatlik bir dinlenmeden sonra gerçekleştirdik. Öğle namazı ve öğle yemeğinden sonra el işi etkinlik saatimizde bez çanta üzerine çizdiğimiz desenleri nakış ile işledik. Video saatimizde No-

62 • Mart’17

ÜÇ FRENK HAVASI 2. Ölüm Cantabile Ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata yabani güvercin kanatları renginde görmedim orda çinko damlar ve plastik sürahilerin biz artık bunlar olarak gidiyoruz tanrısını eylesin neyleyecekse şehrin insanı yerime yadırgadım yerim olmadı zaten kendi mezarımdan başka şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin çılgının biri sanılmaktan sakınmaya vaktim olmadı bozuk paraların insanı, sivilcelerin durmadan beyaz bir aygırla taşardım derin göllerden bir gebe kısrakla kaçardım derin ormanlara işte öldüm, işte son kadife çiçekleri güneşin zekasıyla doymak isterdim son defneler, baldıranlarla kefenlediler beni kaba solgun kağıtlar sunardı bütün kaçaklar için ince bir merhem oldu benim ölümüm şehrin insanı bana bütün hoşnutsuzlar yanlarında saklayacak benim ölümümden yayınlan kırpıntıları şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin boğaz tokluğuna çalışanlar kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin özenle kilitleyecek göğüslerine benim ölmüş olmamı Ogün bugün, şehri dünyanın üstüne kapatıp bıraktım hiçbir yaprak damarından kapattım gümüş maşrapayla yaralanmış ağzımı hiçbir su özünden atamayacak beni ham elmalar yemekten göveren dudaklarım ortaya benim ölümüm sürülecek mırıldanmasın şehrin mutantan ve kibirli ağrısını. pey akçesi olarak Azıcık gece alayım yanıma yalnız tanrıların ölümünü bir üstlenen çıkınca serçelerin uykusuna yetecek kadar gece ama neler olup bittiğini hiç bir ayetten böcekler için rutubet hiçbir vakit anlamayacak şehrin insanı örümcekler için kuytu biraz da sabah sisi şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin İSMET ÖZEL

uman Ali Khan, Omar Suleiman ve Abdul Nasir Jangda’nın güncel meselelerden olan “İslami Cemaatler, Gruplaşma” ve “Gençlerin Haram İlişkileri” konularını konuşup tartıştıkları bir program izledik. Film saatimizde patlattığımız mısırlarla birlikte fantastik bir konusu olan E.T. filmini izledik. Kampımızın son gününde Firdevs Kaluç ve May Aqraa ablalarımızla birlikte son derslerimizi de işledik. Kısa ama bereketli geçen bir üç günün ardından birbirimizle vedalaştık ve liseli kardeşlerimize hazırladığımız hediyeleri takdim ettik. Sömestr tatillerinin son günlerini bize ayıran, sınava bir ay kalmış olmasına rağmen gelerek bizi kendilerinden mahrum etmeyen tüm kardeşlerimizi tekrardan selamlıyoruz. İyi ki varlar. Mart’17 • 63


Fotoğraf

Objektifimden Yansıyanlar “Dünyanın tüm güzellikleri sadece görenlere verilmiştir.” (Cemil Meriç) “Kıyamet alametlerinden biri de yalın ayak, çıplak, yoksul koyun-keçi çobanlarının; binaları yükseltmekte birbirleriyle yarış ettiklerini ve böbürlendiklerini görmendir.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/313)

iz Yıl 1994. Gök kafes olarak bildiğim dost ında alan r ima Süzer Plaza’nın yapılışı l güze inin eceğ labil yapı r hatırı için nele çe abah Dolm biri. ce sade nden örnekleri yapılmak Sarayı’nın arkasındaki yeşil alana ş. Beyoğlu nmı istenen gökdelen için kollar sıva alana l yeşi eki Belediyesi sınırları içind Refahlı anın zam elen yapılmak istenen gökd line enge ar’ın rakt Bay ret Nus Belediye başkanı nu yolu n ra’nı Anka rler Süze P’lı ANA takılınca az Yılm ut tutmuş. Dönemin Başbakanı Mes ğlu’nun Bakanlar Kurulu kararı aldırarak Beyo ine ilçes Şişli Alan iş. ilçe sınırını değiştirm ış. alınm izini r ima katılarak

‘’Teşekkür ediyorlar, çok yaşıyorlar, işe geç kalmı yorlar Çeyrek altını önemsiyo rlar, küresel ısınmayı ve beş çaylarını Ortadoğu’yu ihtiyaç hal inde seviyorlar, gökdelenleri her haliyle Eve geç gelmeyi borsay a bağlıyorlar, geriye kalanl arı astrolojiye ‘Konuşan tartılardan korkmuyorlar bir de, -Ben bazen korkuyorum‘’ Güven ADIGÜZEL

64 • Mart’17



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.