Genç Öncüler- 114- Birlikte Yaşamak Zorunda mıyız?

Page 1

ISSN 1307-007X

13

9 771307 007016

ISSN 1307-8283

9 771307 828017

14


EDİTÖR'DEN

Allahın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Sahibi PINAR YAYINLARI A.Ş. Adına Şemsittin ÖZDEMİR Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Furkan Gençoğlu Yayın Sorumlusu M. Salih Demirtaş Yayın Kurulu Furkan Gençoğlu Ahmet Semih Şenlikoğlu Furkan Rıza Demirel Dücane Demirtaş M.Salih Demirtaş Osman Zinnur Aksu Sümeyye Razi Gülsüm Cemile Damar Sena Dağ Tuğba Şahin Beyzanur Yaşaroğlu Merve Mahitapoğlu Mahinur Özdemir Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Kazım Sağlam Osman Zinnur Aksu Uğur Demirel Furkan Gençoğlu Zeynep Rabia Genç Sümeyye Razi Mahinur Özdemir M.Salih Demirtaş Tunahan Elmas Vahap Yaman Mahmut Resul Karaca Talha Ulukır Toleuzhan Galiyeva Beyzanur Yaşaroğlu Begüm Kıtay Betül Kayalı İsmail Yasin Avcı Meryem Akbaş Adres İskenderpaşa Mah. Yeşiltekke Sok. No:4/1 Fatih / İSTANBUL genconculereyaziyorum@gmail.com Görsel Yönetmen Tekin Öztürk Grafik Tasarım Projesanat Tan. Org. Tel: 0212 640 20 90 www.projesanat.com.tr

Baskı Şenyıldız Yayıncılık ve Matbaacılık Gümüş Suyu Caddesi Işık San. Sit. No:19 C Blok 102 Topkapı / İstanbul Tel: (212) 483 47 91 - 483 48 23

İ

Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun Sevgili arkadaşlar

nsanlar birbirlerini öldürmeye çalışmadan bir arada yaşayabilir mi? Biri bir diğerinin tehdidi olmadan insanların birlikte yaşaması mümkün mü? Zor ise neden hâlâ bir arada olmaya ya da dışlayıcı ortaklığa ihtiyaç duyarız? Günümüzde bu tip sorular artık sıklıkla soruluyor. Çünkü coğrafyamızda savaş, kan ve gözyaşı hiç durmadan artıyor. İç savaşların harabeye çevirdiği şehirlerde yaşam olanaksızlaşıyor. Her çıkan yeni savaşta kültür ve medeniyet hazineleri yok oluyor. Birlikte yaşama imkanı giderek bir imtihan vesilesine dönüşüyor. Hoşgörü kavramının içi boşaltıldığından beri artık insanlar “tahammül” kavramı etrafında tartışmalarını yürütüyorlar. Tahammül ama nereye kadar?

Genç Öncüler Dergisi ekibi olarak bu ay tüm bu soruların cevabını aramaya çalıştık. Kazım Sağlam hocamız birlikte yaşamanın imkanı üzerine değerlendirmelerini sundu. Zeynep Rabia Genç Medine Toplumundan tarihi bir vesika olarak günümüze gelen Medine Vesikasını inceledi. Osman Zinnur Aksu gelir adaletsizliğinin kutuplaşmaya etkini irdeledi. Mahinur Özdemir kutuplaşma aracı olarak sanatı gündemine aldı. M. Salih Demirtaş toplumsal kutuplaşmayı tetikleyen unsurları ele aldı. Tunahan Elmas tarihten kötü bir hatırayı 6-7 Eylül olaylarını ve arkaplanını yazdı. Ayrıca konu ile ilgili Ahmet Taşgetiren hocamız ile “birlikte yaşamın imkanı” konulu bir mülakat gerçekleştirdik. Dosya harici gezi yazıları, sinema eleştirileri, şiirler, portreler, denemeler ve daha bir çok içerik ile Genç Öncüler Ocak ayında da yine özgün içeriği ile ilginize sunuluyor. Genç Öncülerin genç yazarları olarak temel gayemiz, toplumsal yaşamımızda karşılaştığımız iyilikleri,kötülükleri,kolaylıkları, sıkıntıları siz değerli okurlarımıza en anlaşılabilir şekilde aktarmaktır. Kadromuz adaletle şahitlik vazifesini unutmayarak, bu bilinçle yazılarını kaleme almaktadır. Çünkü bu bize inandığımız rabbimizin vahiyle sabit kıldığı bir görevdir. Çıkarttığımız bütün sayıları bu görev bilinci ile çıkartıyoruz. Bu çalışmamızın hayırlara vesile olmasını diliyor, keyifle okumanızı temenni ediyoruz. Allah’a emanet olun.

Ey inananlar! Kendinizin, ana babanızın ve en yakınlarınızın aleyhine dahi olsa, adaleti titizlikle ayakta tutan ve sırf Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın)! Çünkü Allah her ikisine de (sizden) daha yakındır. Öyleyse, kendi boş arzu ve heveslerinize uymayın ki adaletten uzaklaşmayasınız. Eğer (gerçeği) çarpıtırsanız ya da (şahitlikten) kaçınırsanız, biliniz ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Nisa/135

Ocak’17 • 1


Nereye Kadar Her Şey Yolunda?: La Haine Ocak 2017 • Sayı 114 • Yıl 14

4

TOPLUMSAL KİMLİKLER BİZ-ÖTEKİ ve KUTUPLAŞMA M.Salih DEMİRTAŞ

Talha ULUKIR

56 Birlikte Yaşamı Yeniden Düşünmek / Kazım Sağlam..................................................... 4 Gını Endeksine Müslümanca Yaklaşmak / Osman Zinnur Aksu..................................... 8

İslam Tarihinin İlk Yazılı Anayasası -Medine Vesikası / Zeyneb Rabia Genç . ............11 Ahmet Taşgetiren İle “Birlikte Yaşama Kültürü” Üzerine Konuştuk. Röportaj: Furkan Gençoğlu - Uğur Demirel..............................................................14 Kutuplarda Üşüyen Güneşimiz Sanat / Mahinur Özdemir.............................................18 Toplumsal Kimlikler Biz-Öteki ve Kutuplaşma / M.Salih Demirtaş................................20 Halep... Elbet Geri Döneceğiz! / Meryem Akbaş...........................................................23 Yakın Tarihin Karanlık İki Günü 6-7 Eylül 1955 / Tunahan Elmas.................................26

Birlikte Yaşamı Yeniden Düşünmek

Bireyselleşmesini İstemediğimiz Gençlerimizi Anlamaya Dair -2 / Vahap Yaman............30

20

Kazım SAĞLAM

Devletin Dağ Gibi İletişim Sorunu / Mahmut Resul Karaca..........................................35 Trenle Şark’a Yolculuk / İsmail Yasin Avcı..................................................................37 Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi / Sümeyye Razi.......................................................43

48

MAVİ MARMARA DAVASI AVUKAT GÖRÜŞLERİ

Mavi Marmara Davası Avukat Görüşleri......................................................................48

İslam’a Kavuşma / Toleuzhan Galiyeva.....................................................................52 Sinemanın İlkleri / Beyzanur Yaşaroğlu....................................................................54 Nereye Kadar Her Şey Yolunda?: La Haine / Talha Ulukır.................................56 2. Genç Öncüler Kısa Film Yarışması Basın Lansmanı Gerçekleşti! . ....................58 Genç Öncüler Anne Seminerleri Devam Ediyor!.................................................60 Genç Öncüler Hanımlar Lise Yaş Grubu Sohbetlerimiz Devam Ediyor!..............60

Trenle Şark’a Yolculuk İsmail Yasin AVCI

Suriye Yardım Kahvaltısı Devam Ediyor!.............................................61 Objektifimden Yansıyanlar / Beyzanur Yaşaroğlu..........................62 Bil-seniz / Begüm Kıtay...........................................................63 Zulme Dair / Betül Kayalı..........................................................64

37 2 • Ocak’17

Ocak’17 • 3


Karantina

Karantina

Birlikte Yaşamı Yeniden Düşünmek Kazım SAĞLAM

B

ir arada bulunmak, birlikte yaşamak, farklılıkları mümkün mertebe zenginlik saymak bir olgunluk ve tahammül edebilme meselesi ve işidir. Aynı zamanda Allah’ın kainatta ve toplumsal işleyişte koyduğu ilahî kanunları kavrama, anlama ve anlamlandırma izanını görebilme basiretidir. Basiretle, hikmetle, kainatın yaratılış ve işleyişine bakan her insan varlık aleminin nasıl bir dayanışma ve ahenk içinde olduğunu görür. Gece ve gündüz, ay ve güneş, su ve ateş, diğer gezegenlerin birbirleriyle olan münasebetleri… Bütün bunlar bir bütünün parçalarıdır ve yek diğerine muhtaçtır, biri ortadan kalkarsa düzen bozulur. Demek ki kainatın düzeni bu farklı varlıkların ve olguların birlikte hareketine bağlıdır. Biri ortadan kalkarsa düzen bozulur. Beniadem de kainattaki varlıkların birbirine muhtaç oluşu gibi hatta daha fazla birbirine muhtaçtır. İnsanlığın tarihi serüvenine, bugüne gelişine bakılırsa görülecektir ki; her bir in-

4 • Ocak’17

sanın, her bir medeniyetin yaptığı ayrı ve farklı işler, ameller, icatlar, teknik ve sosyal gelişmeler birbirini desteklen, birbirini besleyen, birbirini tamamlayan ve yaşamamız için ortam hazırlayan unsurlardır. İnsanın insana muhtaç olduğu, kimsenin tek başına yaşamayacağı bir gerçektir. İnziva, mağaraya çekilme, belki kendini yenileme ve eksikliklerini gidermek için arizi ve geçici zaman olarak kabul edilebilir, yoksa hayatın merkezine konulacak bir durum değildir. Bu inzivayı kişisel olarak anlar ve görürüz lakin bunun bir de toplumsal ve ideolojik olanları da vardır. Şehrin orta yerinde gettolar oluşturmak, kendini toplumun diğer katmanlarına kapatmak da bir inziva değil midir? İdeolojilere saplanıp kalmak, dünyayı kendi ekseninde döndüğüne inanmak, kendi doğrularının dışında doğru olabileceğine inanmamak, manevi olgunluğa eriştiğine kani olmak, insan-ı kamil olduğunu kabul etmek… Bütün bunlar bir nevi inzivadır ve kendini dış dünya-

ya kapamadır. Zaten kendini kapatmak, kendi kendine yettiğine inanmak iletişimi ve ilgiyi keser. İletişimin kesildiği yerde bir arada yaşamaya ihtiyaç duyulmaz. Bu istiğna beraberinde tekebbürü getirir, tekebbür ve müstağnilik tuğyana kapı aralar. Kendine güven ile istiğnayı birbirine karıştıranlar nefislerini ilahlaştırırlar ve bunun adına da bazen vakar, bazen şahsiyet, bazen ideolojik dik duruş diye dillendirirler. Bu istiğna öylesine gizli bir afettir ki kimi zaman tevazuu, kimi zaman takva diye de tezahür edebilir. Şeytanın sağdan yaklaşması gibi. Bütün bu haller insanı kendine yettiğinin emareleri sayılır ve diğer insanlarla irtibata geçmeyi, onlarla birlikte hareket etmeyi gereksiz görür. Bu hal ve tarz biraz toplumsallaşır, kendini döndürebilir, kendi kendine yetebilirse artık etrafında duvarlar örmeye başlar, kalın duvarlar arasında yeni bir dünya oluşur ve o dünyanın insanları kendilerini bulunmaz hint kumaşı addetmeye başlarlar. Bu sefer herkese biraz yukarıdan bakar, kendilerini imtiyazlı bir zümre görürler. Bu hal gelişe gelişe toplumsal öncüler ve yüce sınıf doğurur. Bu bize batı medeniyetinin bir hediyesidir. Bu halet-i ruhiyede olanlar, topluma tepeden bakarlar ve toplum mühendisliğine soyunurlar, toplumu yukarıdan aşağıya doğru dizayn etmeye çalışırlar, onlara göre toplum güdülmesi gereken bir sürüdür. Bunu beceremeyince de bu sefer topluma hakaret ederler, kendi eksikliklerini görmek yerine toplumla bağlarını koparır kendi sırça saraylarına çekilerek yüce düşüncelerini kendi ilgi alanlarındakilere yayaylar ve böylece yeni bir zümre oluşturmuş olurlar. … Bu meyanda bir iki konuya değinme ihtiyacını duyuyorum; Müslümanlık ile insanlık birbirinden kopmaz bir bütündür, insanı korumak, geliştirmek, olgunlaştırmak Müslümanın vazifesidir. Bu düşünceyi yok sayarak, insaniliği İslam ile çelişiyor düşüncesini yaymak veya insan hakları gibi evrensel değerlerin İslam dışı gibi göstermek bir tuzaktır. Maalesef bazı İslamî anlayışlar da

bunu destekler mahiyettedir. Hâlbuki kâinatın yaratılışı, işleyişi, toplumların bağlı bulunduğu temel yasalar, insanın özellikleri bir bütünlük arzeder ve uyum içinde olursa gerçek manada bir düzenden söz edilebilir. İslam da böyle bir ortam oluşturma davasındadır. İslam son ve mükemmel dindir, son din oluşu bütün insanlığın problemleriyle hemhal olması ve insanlık adına hareket etmesini gerektirir, hem İslam’a mensup olduğunu söylemek hem de insanlığı hatta kainatı ilgilendiren meselelerden kaçmak bir dilemmadır. Son dine mensubiyet bütün insanların meselelerine sahip çıkmak ve insanın normal yaşamasını zorunlu kılan tüm alanlarda söz sahibi olmak ve her probleme çare bulmak vazifesini de beraberinde getirir. Yoksa son, mükemmel ve bütün insanların dini olma iddiası havada kalır. Kendisini insanlığın varisi gören Müslüman, insana nasıl davranacağını da bilir/ bilmelidir. Müslüman’ın vazifelerini ister aşağıdan yukarıya doğru sıralayalım, yani nefsimizden başlayıp kainatın muhafazasına kadar, ister yukarıdan aşağıya yani kainattan insanın her bir duygu ve düşüncesine kadar sıralayalım, karşımıza bir davranış biçimi, bir hareket tarzı çıkar. Fıtratı merkeze koyarak yola koyulursak, gerek kendi nefsimize karşı davranışımızı gerek diğer insanlara karşı davranışımızı sahih bir zemine oturtabiliriz. Bu sağlanabilirse yapıp ettiklerimiz de sahici ve sağlam olur. Fıtratı muhafaza etmek için fıtratı bilmekliğimiz icabeder. Her bir insan, insanın özelliklerini, yaratılış gayesini, zaaflarını ve meziyetleOcak’17 • 5


Karantina rini ne kadar iyi bilirse insanı değerlendirmesi de o denli doğru ve yerinde olur. Nefsini tanımayan onunla iç iletişime giremez ve onu ıslah da edemez, çağımızın insanı kendisiyle iletişim kurmakta zorlanıyor, zorlandığı için de kendinden kaçıyor veya kendine tapıyor. Müslümanlar arası ilişki de Müslim-gayr-i müslim ilişkisi de bundan bağımsız değildir, Müslüman insanı tanımayan onunla istenilen düzeyde irtibat kuramaz, insan melek de değildir şeytan da değildir. Günah işler yanlış yapar, ama günahında ve yanlışında ısrar etmez, döner tevbe eder, hatasını düzeltir yoluna devam eder. Eğer biz insanı hata etmeyen varlık olarak görürsek bir hata görür görmez hemen mesafe koyar veya ilişkiyi keser yollarımızı ayırsak ortak hareket etme ortamını baltalamış oluruz. Cemaatler ve toplumsal yapılar/ yapılanmalar da böyledir. Cemaatler de yanlış yapar, eksik yapar/ en azından yapabilir diye inanmamız lazım, bir cemaat, Müslüman topluluk, parti dernek vb. hep doğru yaptığına inanıyorsa onunla iş tutmak zordur. Yanlışı fark edince dönüp düzeltmesi gerekir, onun için yapılanmalar da sık sık nefis muhasebesi yapmalıdırlar, eğer muhasebe uzarsa aradaki olumsuz boşluklar çoğalır ve telafisi imkansız hale gelebilir. Müslüman ekoller, anlayışlar hatta mezheplere de böyle bakmamız lazım gelir, en üstte din vardır onun altında ekol, mezhep, meşrep vardır. Ekol ve mezhep sahibi olmak ile ekolünü veya mezhebini din saymak arasındaki ince farkı da görmemiz ve bilmemiz icab eder. Ortak hareket etmek için her bir insanın kendisi olması gerekir, olmayanla ne dostluk kurulur ne de düşmanlık yapılır. Onun için mezhep, meşreb, ekol sahibi olmak elzemdir, sınırını ve durması lazım gelen yeri bilmek kaydıyla. Kimsenin kendisi olmadığı bir dünya yaşıyoruz, ne Müslüman tam Müslüman’ım diyebiliyor, ne Hıristiyan tam Hıristiyan’ım diyebiliyor, ne Yahudi tam Yahudi’yim diyebiliyor. Böyle olunca ortada mutabakata varacak kimse yok demektir, onun için kendini iyi tarif eden ve bu böyledir, ben böyle düşünüyorum, buna inanıyorum 6 • Ocak’17

Karantina diyen diyebilen insanlara, böyle bir dünyaya ihtiyacımız var. Başkasının varoluşundan korkmak, kendine güvenememektir, kendine güvenemeyen içine kapanır ve etrafına duvar örer. Müslüman’ın Müslüman ile ilişkisi; önce fıtrata, hikmete, ahlaka dayanmalıdır. Hikmetsiz, ahlaksız, düşüncesiz ilişkiler uzun süreli de olmaz, hayırlı neticeler de doğurmaz. Kendine yakın olduğunu sandığı Müslüman ile sağlıklı ilişki kuramayan, Müslüman olmayan biriyle sağlıklı ilişki kurması mümkün değildir. Müslüman, insanlık ailesine mensup olduğunu bilerek Müslüman olmayan insanlık ailesinden bir fertle irtibata geçtiğinin bilincinde olmalıdır. Ortak taraflarımızdan yola çıkarak bir ilişki geliştirmeyi takip etmeliyiz. Kendimizi merkeze koyarak, kendimizi özne kabul ederek ilişki kurmalıyız, kendi öz değerlerimizden koparak, kaçarak, değerlerimizi onların hoşuna gitsin diye eğip bükerek kurulan ilişki sonunda bir yerde kopar, kesilir. Çünkü kendini başka türlü gösterme bir yere kadardır. Açık ve sarih olmak en doğru yoldur. Fakat dikkat etmemiz gerek husus; karşımızdaki muhatabımızı iyi tanımamız, onun ne dediğini iyi anlamamız, aramızdaki farklıkların, zıtlıkların neler olduğunu iyi bilmemiz gerekir. Yumuşak söz ile sulandırmayı tefrik edecek temyiz sahibi olmamız gerekir. Kendimizi olduğu gibi anlatalım diye kaba ve sertlik göstermek peygamberlerin anlatımı değildir. Firavun’a bile yumuşak söz söylemeyi bize emreden Rabbimiz, bir yol/yöntem bize öğretiyor demektir. Dünya durdukça yeryüzünde her tür insan olacaktır, bütün insanların Müslüman olacaklarına inanmak akıl işi değildir, öyle ise bu dünyada değişik dinlerden ve dine inanmayanlardan müteşekkil bir hayat süreceğiz demektir. Biz Müslüman’ız ve dinimizin hak ve son din olduğuna inanıyoruz, bu aynı zamanda mesuliyetimizi de artırıyor. Biz, diyaloga gireceğiz, biz tebliğ edeceğiz, biz insanlık adına hareket edeceğiz, merkez de biz varız veya olmalıyız. Maddî ve manevi gücümüz bizim varlığımızın işaretleridir, itikadi, iktisadi, askeri, kültürel, siyasi gücümüz bizi dış dünyaya gösteren göstergelerdir.

Küreselleşen dünyada ülke sınırları anlamsızlaşmaya başlamıştır, ulus-devletler, şirketlerin, kurum ve kuruluşların gerisinde kalmıştır. Global dünyanın şartlarını hesaba katarak yeni bir dil ve tüm insanları ilgilendiren yeni anlayış, yaşayış ve idare ediş şeklini insanlığa sunmanın tam zamanıdır. Cihan şümul İslam anlayışı için, tüm insanlara gönderilmiş dinimizin temel düşüncesini anlatmamız, tebliğ etmemiz için en uygun zamandır. Yeter ki bu asrın insanının idrakine hitap edebilelim. Uzlaşma, hoşgörü, müsamaha, Müslüman olmayanlarla birlikte yaşama konuların birkaç yönü vardır. Evvela, kişisel ilişki ile kurumsal ilişki farklıdır. Saniyen kurumsal ilişki ile devletlerarası ilişki de farklıdır. Salisen, medeniyetler arası ilişki ile devletlerarası ilişki de farklıdır. Bunları birbirine karıştırmamak lazımdır. Kişisel uzlaşı, kişisel hoşgörü, bir tevazuu sayılabilir, kurumsal uzlaşı zarar da doğurabilir fayda da sağlayabilir. Devletlerarası uzlaşı, daha çok güce dayanır, güç yetirebildiği halde müsamaha, eğer bir stratejiye dayanıyor ve ileride büyük fayda sağlayabilirse o uzlaşı, hoşgörü kabul edilir ve faydalıdır. Bu da devletin siyasi basiretine ve ileri görüşlülüğüne bağlıdır. Medeniyetler arası ittifak veya uzlaşı/hoşgörü, genel manada kültürel, düşünsel ve bir bakıma itikadi sayılabilir. Bu konuda ortak hareket

eden taraflar -yani biz ve batı, biz ve doğu- uzlaşmaya giderken şartların eşit olması lazımdır. Batı medeniyetini esas kabul ederek bir uzlaşmaya, işbirliğine gidersek bunun adı işbirliği, ortak hareket etme, gerçeği bulma değil düpedüz batı medeniyeti içinde erimedir. Buna kimsenin hakkı yoktur, bu konuda İslam’ın temel değerlerinden asla taviz verilemez. Teknik ve sosyal yapılandırmalarda işbirliği ve tecrübelerden yararlanma tabii ki olmalıdır, ama bizi biz kılan değer yargılarımızı zedeleyerek, onları batı değer yargılarına uydurarak yapılan uzlaşı ve hoşgörü sonunda bize zarar verir. Unutmayalım ki; batı çok hilekar ve sinsidir. Bize sundukların cemicümlesinin içine gizledikleri hile ve tuzakları fark edebilen basiret sahibi Müslümanlar ancak anlayabilirler. Onun çok ince eleyerek sık dokuyarak batıyla irtibata geçmeliyiz. Çünkü batının geçmişi çok temiz değildir. Önce kendimiz olalım. Kendimiz olduktan sonra kiminle nasıl ve ne kadar irtibat kuracağımıza, kime nasıl hoşgörü göstereceğimize, nasıl uzlaşacağımıza biz karar vermeliyiz. Çünkü İslam bütün insanlara gönderilmiş dindir, tüm insanların açmazını çözebilecek kabiliyette ve kapasitededir. Bizim İslam’a layık, onu maddî ve manevî olarak temsil edebilmemizdir asıl problem, bunu sağlamaya gayret edelim, suçu da çareyi dışarıda arama ucuzluğunu bırakalım.

Ocak’17 • 7


Karantina

Karantina

GINI ENDEKSİNE MÜSLÜMANCA YAKLAŞMAK Osman Zinnur AKSU “[167] Ne kadar küçük olurlarsa olsunlar, yoksulların ve zenginlerin devleti olmak üzere birbirine düşman en az iki devletten oluşur bu yapılar. [423a] Ve hatta bunlar da kendi aralarında daha küçük parçalara ayrılırlar.” Platon, en meşhur çalışması “Devlet”te Batı felsefesinin temellerini Sokrates’in görüşleri üzerine bina ederek zihnindeki ideal devleti bir ütopya olarak tasvirliyor. Tasvirinde konu gelir eşitliği ve zengin-fakir ayrımına gelince de yukarıdaki cümleleri kuruyor. Platon tarihte gelir adaletsizliğinin yol açabileceği sorunlar üzerine konuşan ilk insan değil belki, ve kesinlikle de son olmayacak. Batı felsefesinde Platon’dan Marx’a, Cicero’dan Rousseau’ya pek çok filozofun üzerine kafa patlatıp farklı çözüm önerileri ürettiği bu konuya modern çağda “bizim bakış açımızla” yaklaşma elzemi oldukça geç fark edilmiş görünüyor. Toplumsal kutuplaşma ve ayrışmanın en çok ayyuka çıktığı bu dönemde dergimize dosya konusu olarak kutuplaşmayı belirlememizin ardından ekonomik gelir adaletsizliği, yetim bırakılmış bu büyük sorun da bizim ön-

8 • Ocak’17

celiklerimiz arasında yer aldı. Toplumsal sorunlarından bahsetmeden önce gelir adaletsizliğinin boyutlarını ve ülkemizin bu konudaki sınıfta kalmışlığını birkaç somut veri ile açıklamayalım; “Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), üye ülkeler arasındaki gelir dağılımı adaletsizliğinin son 30 yılın en yüksek seviyesinde olduğunu açıkladı. Türkiye, Şili ve Meksika’nın ardından üçüncü sırada.”1 • Dünyanın en zengin insanlarından oluşan %1’lik nüfusu, dünya genelindeki toplam zenginliğin %80’ine sahipken dünyanın en fakir insanlarından oluşan %80’lik nüfus, toplam zenginliğin %6’sına sahip. • Dünyadaki en zengin 300 kişinin serveti, en fakir üç milyar kişinin toplam servetine eşit.2 • 2014 yılında Japonya’nın Gayri Safi Yurtiçi Hasılası 6,21 trilyon dolar, serveti bir milyar doların üstündeki milyarder sayısı 24’ken Türkiye’de GSYH 1,01 trilyon dolar, milyarder sayısı ise 60.3 • Eğer Dünya’da 100 kişi yaşıyor olsaydı;4 1 kişi tüm gelirin %50’sini yönetiyor olacaktı. 71 kişi günde 10 dolardan az kazanıyor olacaktı Dramatik sayısal verilerden açıkça görül-

düğü üzere yirmi birinci yüzyılda dünyada gelir adaletsizliği son birkaç yüzyılda hiç olmadığı kadar arttı. Gerek STK’larıyla, gerek sosyal devletiyle gelir adaletsizliğini aşma konusunda Batı ülkelerini kıskandıracak ya da bu iddiayı taşıyacak, Türkiye’de ise gelir eşitsizliği diğer ülkelere kıyasla da kötü. Toplumumuzda bazı duyarlılıkları iliklerine kadar hisseden en eli açık kesim belki yukarıda bahsi geçen %1 olmadığından olsa gerek, son birkaç yılda da en üstteki o %1’in serveti büyürken eksilen para hep alttaki fakir kesimin cebinden çıkıyordu. 2015 Ekim ayında yayın hayatına başlayan “CİNS” dergisi ilk sayısının kapağında “Kültürel İktidara Son!” başlığını kendisine belirliyor ve yayın yönetmeni İsmail Kılıçarslan bir söyleşisinde şunları söylüyordu; “Bizim en büyük kavga alanımız ve derginin başat fikirlerinden biri kültürel iktidarla, Türkiye’de Kemalist beyazların oluşturduğu bu kültürel iktidarla mücadele etmek. Diğer taraftan birinci sınıf kültür ürünlerini, edebiyatı, düşünceyi de insanlara aktarmayı düşünüyoruz”. Kılıçarslan ve ekibinin küresel alanda çıktığı zorlu yolculuğu değişen, büyüyen, başkaldıran Türkiye konjonktüründe ekonomi sahasına taşıma zorunluluğu ortadadır. Türkiye’nin sözümona millî servetine yön veren “Mali iktidar”a sahip zümrenin hegemonyasına son vermek ve bu adaletsizliği ortadan kaldırmak amacıyla yapılacak şeyler yok mudur? Elden hiçbir şey gelmez mi? Cumhurbaşkanı kitleleri uyandırmaya çalışıp yastık altındaki dolarları bozdurarak ekonominin düzelmesi için dahi halkın basiretine güvenedursun, halkın yastık altındaki dolarlarına göz dikmiş, cebindeki son kuruş için hınca hınç yarış içinde olan bu “paralı”lara bir yaptırımımız olamaz mı? Beton üzerine inşa edilen ekonominin estirdiği fânî refah rüzgarının yavaş yavaş terse dönmeye başladığı bu günlerde, hesap sorulacak merci-

ilerden bu meselede bir açıklama beklemek gerek 15 Temmuz’da tankların üstünde, gerek Aralık 2016’da döviz bürolarında gövde gösterisi yapan Türkiye halkının en tabii hakkı olarak görülmelidir. İnsan ancak inandığı bir dava varsa dik durur, karşı çıkar. Yirmi birinci yüzyıl dünyası cetvellerle çizilmiş yapay sınırlarla birbirinden ayrılmış, ulus devlet garabeti içerisine hapsedilerek birbirine yabancılaştırılmış insanlarla doluyken ve tüm dünyada bu düzen oturtulmuş ve iyi olduğuna inandırılmış şekilde sistemin çarkları dönüyorken bu çarklara çomak sokmak ancak sağlam bir iman ve duruş sahibi Müslümanların işidir. Baba Bush’un, ikiz kulelere yapılan uçaklı saldırıdan tam 10 yıl önce, Gorbaçov’la görüşmesinin ardından yaptığı 11 Eylül 1991’deki meşhur konuşmasında “new world order” (yeni dünya düzeni) ifadesiyle kastettiği soğuk savaş sonrası dünyaya dikte ettirilecek bu düzen bu konuşmadan 25 yıl sonra her alanda varlığını hissettiriyor. Bu düzenin ekonomide vadettiği birçok nimetten, teknolojik gelişimden faydalandığımız elbette yadsınamaz. Peki bir yandan bunlara erişirken bir yandan neleri feda ettiğimizin farkında mıyız? Toplumların anakartlarıyla oynayarak her türlü değişimi yapmaya çalışan ve bu değişime hızla ayak uydurmalarını zaruriyet haline getiren bu düzende, bizler de aslımızdan gittikçe uzaklaşmaktayız. Türküde de dediği gibi “her gelen gün, geçen günü arattı.” Yalnızca İstanbul’da sokakta yaşayan, evsiz insanların sayısı İBB raporlarına göre on binlerle ifade ediliyor ve gün geçtikçe artıyor. Osmanlı döneminde sadaka taşı, askıda ekmek gibi birçok uygulamayla adeta nefes alıp veren dev bir hayrata dönüşen şehrin dört bir yanında dilenciler, evsizler hatta mülteci kardeşlerimiz yer almakta. “Karıncanın elinden tanesini kapan kuş alçaktır.”

Ocak’17 • 9


Karantina Şeyh Sadi Şirazî, Bostan isimli başyapıt eserinde bu cümleyi kurarken aslında çağları aşarak 2016 dünyasına yönelik bir tespitte bulunduğunun farkında mıydı bilinmez, lakin günümüz toplumu karıncanın elindeki en küçük taneye göz dikmiş sırtlanlarla dolup taşmakta ve gezegenin dört bir tarafında bunu normalleştirici yayınlar insanoğluna empoze edilmekte. “Kalabalıklar daima tehlikelidir.” diyor Victor Hugo. Fakat onun gözden kaçırdığı şuydu; asıl tehlikeli olan kalabalıklar değil bu kalabalıklardaki bireyselleşen, günden güne bireyleşen insanlardır. Günden güne birbirinden uzaklaşan, birbirine bağlanma yolu gün geçtikçe fazlalaşırken gücü gittikçe azalan bu insanlar birbirleri için en tehlikeli varlıklar aslında. İnsan insanın kurdudur diyen batılı filozoflara inat, birey olmayı tembihleyen ve propagandasını her kanaldan zorla zihnimize yerleştirmeye çalışan modern dünyaya inat, müslümanca duruş sergileyip toplumsal birlik ve beraberliği pek çok konuda gösterdiğimiz gibi bu konuda da müslümanca duruş sergileyip dere ne yöne akarsa aksın haktan yöne tavır sergileme gerekliliği aşikardır. Peki küçük ölçekte Türkiye’de, genelde de Dünya’da gayet açık bir şekilde var olan ve günden güne artan bu gelir adaletsizliğinin oluşturduğu toplumsal sınıf kültürü ve kutuplaşma neden bu kadar tehlikelidir? Öncelikle dünyadaki bu adil olmayan düzenin çarklarının dönmesini sağlayan en önemli etken ve en büyük silahları ekonomi. Ekonomi çarkları ne kadar iyi dönerse ve ekonomiler ne kadar “güçlü” olursa -ya da öyle görünürsebu sistemin yerleşmesi ve derinleşmesi de bu ölçüde artacaktır. Sözümona

10 • Ocak’17

Karantina ekonomik gelişimin en önemli göstergelerinden biri de “GINI Endeksi” denilen ülkenin en fakir kısmı ve en zengin kısmı arasındaki farkı ölçen bir ekonomik parametredir. “Gelişmekte olan ülkeler”de GINI endeksi diğer ülkelerden çok daha yüksek olup zengin-fakir ayrımının en yüksek olduğu ülkelerin bunlar olduğunu gösterir. Böylelikle bu ülkelerdeki ekonomik bağımlılık asla tam olarak aşılamaz ve ülkelerin ekonomileri en zengin bir zümrenin iki dudağının arasında vereceği kararlara bağımlıdır. Nasıl ki medya patronları başbakanı pijamayla karşılayabilecek kadar arsızlaşabiliyor, büyük sermaye sahibi patronlar da ellerinde bulundurdukları bu koz sayesinde kapalı kapılar ardında elbette siyasetçilerle, bürokratlarla bu pazarlıkları yaparken üstten bakabilmektedirler. Öyleyse müslümanca tavır; bu gelir adaletsizliğinin bir an evvel giderilmesini sağlamak adına uğraşmak ve İbrahim’in ateşine su taşıyan karınca dahi olsa bu davadan vazgeçmemekle olmalıdır. Herkesin elini taşın altına sokup bu büyük eşitsizliğin çözümü için elinden geleni yapması ve uğraş sergilemesiyle ancak mümkün olacaktır. Dipnotlar 1 http://www.aljazeera.com.tr/haber/gelir-esitsizligizirvede 2 http://therules.org/inequality-video-fact-sheet/ 3 http://www.gep.gov.tr/web/RUluslarTR. aspx?prmts=112 4 http://www.pewglobal.org/interactives/globalpopulation-by-income/

İSLAM TARİHİNİN İLK YAZILI ANAYASASI

-MEDİNE VESİKASI‫بسم اهلل الرحمن الرحيم‬ Zeyneb Rabia GENÇ

K

elime manasına baktığımız zaman anayasa: ‘’Devletin kuruluşunu, yasama, yürütme ve yargılama kuvvetleri ile yurttaşların hak ve görevlerini düzenleyen temel kanun.’’ olarak geçer kaynaklarda. Genel bağlamda anayasa dediğimizde ise zihinlerde, modern dünyanın, modern devletlerin oluşturduğu üst düzeyde bir toplum ve insan hakkını koruyucu bir devlet yürütme sistemi canlanır ve sanılır ki anayasa denilen şey beşeri kanunların düzenleyicisi niteliğindir. Oysa şuan modern geçinen üst düzey devletlerin henüz doğma ihtimalleri bile ortada yokken hak hukuk nedir insan ne ölçüde kıymetlidir bilinmezken Allah Resulü ( ) ‘nün ortaya koyduğu, Allah’ın kanunlarıyla hazırlayıp toplumu sıfırdan şekillendiren emsali görülmemiş ve görülmesi mümkün olmayan bir anayasa mevcuttur; Medine Vesikası… Bu anayasayı incelemeye başlamadan önce yazılmasının nedenini çok iyi anlamamız gerekmektedir. Allah Resulü ( ) ‘nün Medine’ye varır varmaz ilk yaptığı işlerden biri, Medine ve çevresinde yaşayan ve birbirine düşman olan kabilelerden, sulh üzere yaşayan, nizamlı bir toplum sistemi oluşturmak oldu. Neden Allah Resulü ( ) bunu tercih etmişti. Neden bu duruma bu kadar önem vermişti de birlikte yaşama hukukunu ortaya koyan Medine Vesikası’nı ya-

yınlamış ve müminlere sulh ve düzen üzere yaşamayı emretmişti? Allah Resulü ( ) pek tabii Medine’ye varır varmaz Yahudilere ve bütün gayrimüslim kabilelere savaş açabilir, Allah Teala’nın inayetiyle bu savaşları zaferle sonuçlandırabilirdi. Fakat her kavli ve her hareketi Kuran-ı Azim-u Şan’ın ayetlerinden sonra en büyük hüccet oluşturan Efendimiz ( ) , bize Medine Vesikası ile sentez bir toplumun evvela sulh üzerine inşa edilebileceğini göstermeyi, hiç şüphesiz Allah’ın inayetiyle tercih etmişti. Bunu çok iyi anlayabilmeli, Efendimiz ( ) ‘in neden bu yolu tercih ettiğini idrak edebilmeli ve Medine Vesikası’nın bugünümüze ışık tutmasına izin vermeliyiz. Efendimiz ( ) Medine’ye vardıktan sonra tabiri caizse, kendisinin başında olduğu bir devlet kurmak istemişti. Efendimiz ( ) bu niyet üzere yaptıklarıyla biz Müslümanlara devletin ne kadar önemli ve gerekli bir kurum olduğunu bizzat kendi ( ) eliyle kanıtlamış oldu. Lakin bu kurumda bir hususa çok dikkat etmeliyiz ki bize Allah’ın kanunlarıyla kurulacak sağlam bir devlet için çok önemli bir bilgi vermektedir. Bu bilgi ise; İnsan hakları ve birlikte yaşama hukukuydu. Efendimiz ( ) bu devleti kurmaya Medine Vesikası’nı Enes b. Malik’in evinde yayınlayarak başlamıştı. Öyle bir beyannameydi ki bu, Müslümanların Ocak’17 • 11


Karantina hak ve sorumluluklarını açıkça ortaya koymuş fakat bununla da sınırlı kalmayarak başta Yahudiler olmak üzere Medine’de yaşayan herkesin hak ve sorumluluklarını koruyan bir anayasa, bir sözleşme olmuştu. Öyle ki Efendimiz ( )’in Medine’ye teşriflerinden son derece rahatsız olan Yahudi kabileleri dahi bu vesikayı büyük bir mutlulukla kabul etmişlerdi. Efendimiz ( )’in ne denli üstün ve kusursuz bir devlet başkanı olduğunu ve güttüğü harika stratejinin ne kadar etkili ve hatasız olabileceğini Yahudilerin bu vesikaya verdiği tepkilerden çok net bir şekilde anlayabiliyoruz. Elbette ki O’nun ( ) bütün karar ve uygulamaları mevcut olan bütün beşer stratejilerinin çok çok üstündeydi lakin yapmış olduğu her şey gibi Medine Vesikası’nı hazırlaması da bize bu vazifenin sünnet boyutunu da hesaba katarak önemli bir emsal teşkil etmektedir. Vesikaya genel bir şekilde baktığımız zaman Efendimiz ( )’in Allah Teala’dan gelen bir siyaset öğretisiyle döneminde veya daha sonrasında hak, hukuk ve adaletiyle değil yarışmak, yanına dahi yaklaşılamayacak kusursuzlukta insanlığa hizmeti ve güvenliği esas alan bir devlet kurduğunu ve sosyal bir toplum meydana getirdiğini açıkça görebiliriz. Bu kusursuz devletin kurucusu ( ), dünyanın ilk anayasalarından biri sayılan bu belgede şöyle buyurdu: ‘’ Bu antlaşmayı kabul edenler arasında vaki olabilecek bütün anlaşmazlıklar Allah’a ve O’nun Resulü’ne takdim edilecektir.’’ Vesikanın bu maddesine baktığımız zaman ilk olarak gözümüze çarpan şey hiç şüphesiz ki tüm yetkinin artık Allah Resulü ( ) ‘nde olduğu ve artık onun ümmetin en büyük lideri olduğudur. Ama daha derin bir şekilde bu maddeyi göz önüne alarak düşündüğümüzde daha evrensel ve genel bir ifade olarak Efendimiz ( ) ‘in, ilk kez bütün sorun ve anlaşmazlıkları hukuk yoluyla çözen bir devletin başkanı olduğunu da söyleyebiliriz. İlk etapta gözümüze çarpan bu maddenin 12 • Ocak’17

Karantina yanı sıra vesikanın içeriğine baktığımız zaman kırk yedi maddelik kısa fakat toplum sorunlarına derinlemesine nüfuz eden bir metin olduğunu görüyoruz. .Genel olarak vesikaya baktığımız zaman öne çıkan konuları ise şöyle sıralamamız mümkün:

1-) Adaleti Sağlama Vesika herkese eşit bir şekilde adalet sağlanması gerektiğini birçok maddenin desteğiyle açıkça ortaya koyar. Adaletle hükmedilebilmesi için vesikada tüm yetkiler şahıslardan alınmış hükmetme yetkisi tamamen otoriteye bırakılmıştır. Böylece nizamın sağlanmasında çok önemli bir kural olan ‘Kişiler değil kurumlar ceza verebilir!’’ yasası da ilk kez bu kadar doğru uygulanmaya başlamıştır. Vesikanın 13. maddesine göre : “Takva sahibi müminler kendi aralarında saldırgan birine ve haksız bir fiil de bulunmayı tasarlayan, bir cürüm, bir hakka tecavüz durumunda yahut müminler arasında bir karışıklık çıkarmayı düşünen kimseye karşı olacaklar ve bu kimse müminlerden birinin evladı olsa bile hepsinin elleri onun aleyhinde kalkacaktır.” denilmektedir. Bu maddeye göre bütün müminler suç işleyen bir kimseye karşı merkezî otoriteye yardım etmek zorundadırlar. Bu açıkça herkesin eşit olduğu bir adaletin tayinidir. Ve elbette ki Yahudilerin vesikayı kabul etmelerinde adaleti sağlamaya yönelik maddelerin etkisi çok büyük olmuştur. Vesikanın 16. maddesinde bu hususu net bir şekilde görürüz: “Yahudilerden bize tabi olanlar, zulme uğramaksızın ve onlara muarız olanlarla yardımlaşmaksızın yardım ve muzaheretimize hak kazanacaklardır.” Binaenaleyh pek tabii kusursuz bir adalet sağlama ancak ve ancak Allah’ın Resulü ( )’nün eliyle yazılmış bir anayasayla sağlanabilirdi.

2-) İlk Sosyal Sigorta Yeni oluşturulan sosyal yapı vesilesiyle mü-

minler ve gayrimüslim kabileler kendi içlerinde birbirlerine destek olacak ve maddi açıdan yardımlaşacaklardır. Bu durum yeni oluşan toplum yapısında karşılıklı güven ve yardımlaşmayla bireylere mali bir güvence vermektedir.

3-) Suç Şahsa Aittir Medine Vesikası’nda sık sık suçun, failini doğrudan bağladığına vurgu yapılmıştır. Nitekim 36. maddede, “Bir yaralamanın intikamını alma yasak edilmeyecektir. Muhakkak ki bir kimse bir adam öldürecek olursa neticede kendisini ve aile efradını mesuliyet altına sokar. Aksi halde haksızlık olacaktır. Allah bu yazıya en iyi şekilde riayet edenlerle beraberdir.” denilmektedir. Bu prensip, “Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” ayetinin hükmü ile de paralellik arz etmektedir. Bu ve benzeri maddeler açıkça suçun şahsiliği prensibini ortaya koyar.

4-) Din Özgürlüğü Vesikanın 25. maddesine göre Yahudilerin dinleri kendilerine, Müslümanların dinleri de kendilerinedir. Bu maddeyle din özgürlüğü dile getirilmiştir. Bu madde İslam’ın hoşgörüsünü ortaya koyarken birlikte yaşama hukukunun da temellerini atmaktadır.

5-) Takva Vesikanın birçok maddesi takvaya vurgu yapmıştır. Allah korkusunun toplum hayatındaki yerine işaret etmiştir. 20. maddede, “Takva sahibi müminler, en iyi ve en doğru yol üzerinde bulunurlar.” denilmiş, adeta takva yasanın en temel maddesi olarak kabul edilmiştir. Yine 13. maddede şöyle geçmektedir: “Takva sahibi müminler, kendi evlatları bile olsa suçlulara karşı olacaklar ve suçluları asla korumayacaklardır.” Bu ifadeler takvanın, adalet duygusunun temeli olduğunun en açık delilidir. Yani takva devletin

anayasasının büyük bir parçasını belki de bel kemiğini oluşturmuştur.

6-) Vatandaşlık Vesika, “Ümmet” veya “Müslüman Vatandaşlığı” mefhumunu öne çıkarmış, din, dil, ırk ve renk farkı gözetmeksizin bu belgeye imza atan herkesi eşit statüde kabul etmiştir. Adalet ve birlikte yaşama hukukunu öne çıkaran Medine Vesikası pek tabii söz konusu vatandaşlık ve insan haklarının teslim edilmesi hususu olduğunda çok hassas ve kesin hükümler barındırır. Vesikaya binaen vesikaya katılan herkes İslam Devletinin vatandaşı olacak ve hakları korunacaktır. Bu o dönemde kolay kolay rastlanabilecek bir şey değilken günümüz modern hukuku hala böyle muazzam bir maddenin hakkını verememektedir. Sıraladığımız bu temel başlıkların her birinde özellikle öne çıkan şey; birlikte yaşam hukukuna muhtaç sentez bir toplumun İslam tarafından yönetilmesi halinde kusursuzca kişi ve kurumlara hakları teslim edilerek adaletin sağlanabileceğidir. Medine Vesikası çağlara ışık tutabilecek nitelikte evrensel bir hukuk beyannamesidir. Doğru uygulanabilmesi halinde sentez bir toplumu tüm beşeri kurallardan çok daha üstün bir adaletle yönetmeye muktedirdir. Efendimiz ( ) ortaya koyduğu bu anayasayla biz ümmetine İslam’ın hoşgörü ölçülerini öğretirken aynı zamanda bizlere bu hususta adalet ve güçlü bir otoriter sistemin gerekliliğini aşılamaktadır. Dünyanın belki de ilk evrensel nitelikli sentez toplum anayasası olan Medine Vesikasından çıkaracağımız adalet çizgilerine ve bu çizgilerin önümüze ışık tutmasına bugün muhtaç olduğumuz, Allah Resulü ( )’nün adaletine duyduğumuz özlemle sabittir. Bu benzersiz hukuk beyannamesinden hakkıyla istifade edebilmemiz temennisiyle…

Ocak’17 • 13


Röportaj

Röportaj

Ahmet Taşgetiren ile “Birlikte Yaşama Kültürü” Üzerine Konuştuk. Röportaj: Furkan GENÇOĞLU - Uğur DEMİREL

-Anadolu coğrafyasında farklı dinlere, farklı mezheplere, farklı kavimlere, farklı düşünce yapılarına sahip insanlar, bugüne kadar büyük oranda barış içinde yaşamayı başardılar. Bu kadar farklı nüansı, tarihsel süreç içerisinde bir arada tutan başat aktör neydi? -Evet, “Osmanlı Barışı” diye ifade edilen tarihi bir olgu çokça seslendiriliyor. Hatta özlem boyutunda gündeme geliyor. Özellikle eski Osmanlı coğrafyasının, Osmanlı tarihe çekildikten sonra yaşadığı kanlı süreç, o barış iklimini daha aranılır hale getiriyor. Osmanlı; üç kıtaya hükmeden bir büyük cihan devleti. Farklı kavimleri, dinleri, mezhepleri bir arada yaşatmış. Üstelik 600 yıl gibi çok uzun bir zaman içinde... Nedir sır? 14 • Ocak’17

Bunda hiç şüphesiz İslam’ın, mü’minlerine verdiği kişilik disiplininin belirgin etkisi var. Zulüm yasak. Hem bireysel anlamda hem devlet anlamında. Halk Allah’ın emaneti ve İslam devleti, bu emaneti korumayı ilahi bir görev olarak üstleniyor. Zorla, başına kılıç dayayarak “Ya iman et ya öl!” tarzında bir iman dayatması yok. Osmanlı’nın yönetmek üzere geldiği toplumlar eskiden yaşadıkları düzen ile Osmanlı arasında kıyaslama yaptıklarında çok net bir “adalet farkı” görebiliyorlar. “Kul hakkı” diye bir ilke var ki bu hassasiyet, mü’min ya da başka bir inançta insan için, hatta hayvanlar için bile fark etmiyor. Devlet her şeyden önce barışı önceliyor. Toplumun huzur içinde yaşamasını, devletle toplum arasında şu veya bu şekilde bir maraza çıkmasını istemiyor. Bir inanç tebliği söz

konusu olacaksa İslam’ın Müslümana yüklediği bir sorumluluk olarak, onun da gönülden kabul ile gerçekleşmesini öngörüyor. Devlet, kişinin can, mal, ırz güvenliğini hangi inanç veya etnik aidiyet içinde olursa olsun garanti ediyor. Padişahın bile, mesela bir Rum mimara haksızlık yapması durumunda mahkeme huzurunda yargılanabilmesi, o yönetimin adaletine ilişkin bir menkıbe gibi nesilden nesile aktarılıyor. Bu konu çok çok uzatılabilir. Bir de “devlet gücü”nün, nizam – intizamı koruyabilecek nitelikte olması, barışın garantisi olarak not edilmeli. Siz ne kadar iyi niyetli, barış öncelikli olursanız olun, her zaman ve her toplumda kötü niyetliler de bulunacaktır. İçinizde olmasa dışınızda olacak, içinizle oynayacak ve sizi barış dışına çekmeye çalışacaktır. Onun için Osmanlı’nın güçlü zamanları ile zaaf içine düştüğü zamanlarda aynı tabloyu görmüyoruz. Yani zaman zaman barışın kuvvetle korunması gereği ortaya çıkabilir. Burada da devletin kendi ideolojisini empoze etmeyi değil, hakem rolünü ifa etmeyi, herkesi kendi sınırları içinde kalmaya zorlamayı tercih etmesi gerekir. Devletlerin kuşkusuz kamu düzenini sağlama adına bazı ölçüleri olacaktır. Nötr devlet tahayyül edilse bile, realize edilmesi imkansızdır. Çoğunluk iradesi de devletin niteliğine etki edebilir. Bunu Müslümanların azınlık olarak yaşadığı ortamlar için de dikkate alabiliriz. Her durumda insanların can, mal, ırz, nesil ve dininin korunması gibi temel haklarının gözetilmesi gerekir. Ki Osmanlı, “Nizam-ı Alem” diye tanımladığı yönetim çağlarında bunu gerçekleştirmeye çalışmış. Ulus devletler daha homojen bir toplum inşa etmeyi tercih etmişler, bu sebeple toplumu yeniden biçimlendirme gibi operasyonlar içine girmişler, bu da devlet – toplum ilişkilerini olduğu gibi, homojeniteyi aşan, farklılaşma zaruretini ortaya koyan durumlarda, çok ciddi özgürlük problemlerinin ortaya çıkmasına ve nesneleşen toplum kesimlerinin tepkilerine yol açılmıştır. -Bugün gelinen noktada Türkiye’de ciddi bir toplumsal gerilim ve kutuplaşma

yaşandığı söyleniyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Kutuplaşmanın hayatta bu derece var olmadığı, sosyal medya üzerinden pompalanan gerilimin sanal bir gerilim olduğu da söyleniyor.
 -Bazı kamuoyu araştırmaları, Türkiye’de toplumsal farklılaşmaya ilişkin sonuçlar ortaya koyuyor. İşte şunlar birbiriyle evlenmek, aynı apartmanda yaşamak, birbiriyle alışveriş yapmak istemiyor gibi keskin sonuçlar mesela. Ben, Çözüm Süreci çerçevesinde Akil İnsanlar Heyeti içinde İç Anadolu’da temaslarda bulundum. İç Anadolu mesela, milliyetçi hüviyetle tanınan, dolayısıyla çalışılması zor bir bölge olarak bilinirdi. Şunu gördük ki Türkler, Kürtler iç içe yaşıyor, aynı çarşıda ticaret yapıyor, kız alıp veriyor vs... Bu alan kaşındı, tutmadı. Biraz Sünni – Alevi ilişkilerinde mesafe var. Belki biraz Müslüman – Gayrı Müslim ilişkisinde mesafeden söz edilebilir. Laik – İslamcı gerilimi, Sağ – Sol gerilimi, Kemalist – Anti Kemalist gerilimi alanları da öyle. Ama bunlar, mesela Batı’da olduğu gibi “yabancı düşmanlığı – mezhep kavgası” vs. denecek boyutta olmadı. Bizde aynı ailenin – sülalenin içinde de bu tür farklılaşmalar yaşanıyor, o da farklılaşmayı tolere etme imkanı sunuyor. En dramatik gerilimlerden birisi ise son FETÖ gerilimi oldu. Bakalım bünyemiz onu nasıl aşacak! -Emr-i bil maruf nehy-i anil münker sınırları nelerdir? Türkiye çirkinlikler karşısında elle müdahale edilebilecek bir ülke mi yoksa kalp ile buğz edilecek bir ülke mi? -Emr bil maruf, nehy anil münker; iyiliği emretmek, kötülükten men etmek anlamında, Rabbimizin mü’minlere yüklediği önemli bir görevdir. Mü’min, bunun dilini ve yöntemini, gerek Kur’an’a gerek Rasulullah’ın uygulamalarına bakıp bulmak sorumluluğundadır. Diyelim Kur’an’a baktığımızda “Onlarla en güzel şekilde mücadele et.” buyruluyor. O zaman mücadelede de “en güzel”i bulmak gibi bir çabaya ihtiyaç var. Nedir o? Orada da mü’minin feraseti devreye girmeli. Rasulullah (s.a.v.) “Bir kötülük gördüğünde onu, elinle, gücün yetmiyorsa dilinle düzelt, ona da gücün Ocak’17 • 15


Röportaj yetmiyorsa kalbinle buğz et, bu da imanın en zayıf noktasıdır.” diyor. Bence bu da mü’minin feraseti ile ilgili bir durumdur. El ile müdahalenin de bin türü olabilir, dil ile müdahalenin de kalbi direnç göstermenin de... O ana denk düşen ve Allah’ın en çok hoşnut olacağı tavrı bulmak, belki oraya nefsimizi karıştırmamak, İslam’ın en kazançlı olacağı hali gözetmek gibi hassasiyetler dikkate alınabilir. El ile müdahale edip İslam’a ve Müslümanlara bedel ödetecek bir tavır herhalde sağlıklı olmaz. -Doğduğunuz ülkeyi seçme hakkınız bulunsaydı tek kutuplu bir ülkede yaşamayı mı tercih ederdiniz yoksa farklı kutupların birlikte yaşadığı bir ülkede mi yaşamayı tercih ederdiniz?
 -Yaşadığım ülkenin, hayat tarzımı ve ruh dünyamı rahatlatıcı ve gönül huzuru verici bir iklime sahip olmasını isterdim hiç kuşkusuz. Ama bu tek kutuplu bir ülke demek midir? Sanmıyorum. İnsanın bulunduğu her ortamda farklılaşma, çeşitlilik vardır. Bir İslam toplumu, bu tanımlamayla belki tek kutuplu gibi görünebilir, ama o da kendi içinde farklı çiçeklerin açabildiği bir toplumdur. Burada Rasulullah Efendimizin “Ümmetimin farklı düşünce-

Röportaj lere sahip olması rahmettir.” sözünün çok açıklayıcı bir mahiyeti vardır. Farklılığı belaya dönüştürmek de mümkün, rahmete dönüştürmek de... O dozu ayarlamak da toplumun erdemi ile ilgili olmalı. Bir İslam toplumunda bile, yukardan aşağı tek bir görüş (mezhep) çerçevesinde biçimlendirme girişimleri hep sancıya sebep olmuştur. Ben Hazreti Ömer döneminde bile doğrudan ona yönelik itirazların olabilmesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. -Sizce İslam dışı uygulama ve söylemlere hoşgörü mü tahammül mü göstermeliyiz? -Hoşgörü de tahammül de hakim konumda olan için kullanılacak davranış tarzı tanımlamaları. Ülkemiz Müslüman bir ülke, Müslümanlar da hakim toplum olarak görüldüğü için onların hoşgörülü davranmasından ya da yanlışa tahammül etmesinden söz ediyoruz. Bir kere hakim sistemin laik karakterde olduğunu ve böyle bir alt-üst sınıflaması yapmadığını bilmek gerekiyor. Ancak gene de fiili durumdan kaynaklanan bir Müslüman belirleyiciliğinden söz edilebilir. Bence hoşgörü ve tahammülün getirdiği hakim dilden farklı bir iletişim dili bulmak, İslam’ın mesajını o dille iletmek daha doğru olur. Bir insana “Sana hoşgörü gösteriyorum!” ya da “Tahammül ediyorum.” demek, en baştan iletişimi baltalar diye düşünüyorum. -Medine Sözleşmesi birlikte yaşama kültürü için referans gösteriliyor. Bugün Türkiye’de böyle bir sözleşme neye tekabül edebilir? -Medine Sözleşmesi, Müslümanların Medine’de henüz tam belirleyici irade olmadığı dönemde, farklı inanç grupları ile yaptığı birlikte yaşama projesidir. Bu dönemde henüz devlet yönetimi gibi hakim bir güç yoktur. Bence geçici bir durumdur. Buna rağmen, böyle pozisyonlar için her zaman referans alınacak bir ilişki tarzıdır. Ancak daha sonra İslam hakimiyetinin oluştuğu ve Müslümanların iradesinin belirleyici olduğu safhaya geçilir. Asıl o safhada birlikte yaşama sorunu nasıl bir görünüm kazanmıştır, ona bakmak lazım. Sanırım

16 • Ocak’17

bu dönemde, Müslümanların farklı dinde olanlara yönelik bir inanç baskısı söz konusu değildir. Ancak, güvenlik sorunu diyebileceğimiz bazı durumlar ortaya çıkmış, yani mesela Yahudilerin dışardan Müslümanlara yönelik saldırılara yardım etme durumu olmuş, ona da müdahale edilmiştir. Şu söylenebilir: Güvenlik sorunu olmadığı takdirde, Müslümanlarla gayrı müslimlerin bir arada yaşamakta sorun yaşamadığının örneğini Medine’den alabiliriz. -Birlikte yaşamak zorunda mıyız? -Birlikte yaşamak zorunda toplumlar. Katman katman ya da getto getto olmaz. Zaman zaman bir aile içinde bile farklılaşmalar ortaya çıkabilir. Orada bile birlikte yaşayabilip yaşayamama sorunu söz konusu olur. Toplum ise, yeknesak – tekdüze bir yapı arz etmez. En homojen toplumlar bile bünyesinde farklılıkları barındırır. İnsanoğlu bu, her gönülde bir aslan yatıyor tabii olarak, bu da farklılaşmaları getiriyor, farklılaşmaları iletişimi engellemeyecek dozda tutmak, genel bir toplumsal terbiyeyi gerekli kılıyor. Buna nasıl varılır? İnsan insanın kurdu olur belki bir dönem, sonra böyle birbirini kıra kıra bir yere varılamayacağını görür, sonra içinden bir güç çıkarır, Leviathan üretir vs... Devletin oluşum süreci böyle anlatılıyor Hobbs’un teorisinde. Demek ki çatışma var, ama birlikte yaşama arayışı da var. Bunu böyle derin çatışma ve kopuşlara yol açmadan başarmak, belki olması gereken bu. Ya birbirimizi yiyerek birlikte yaşayacağız, ya birbirimizi inşa ederek... -Çözüm sürecinde nerede hata yapıldı, yeniden başlarsa nelere dikkat edilmeli?
 -Çözüm sürecinde farklı taraflar var. Devlet

hakim yapı olarak terör örgütünü tasfiye etmek için bir proje yürütmek istedi. Örgüt silahtan arındırılacak ve militanlar dağdan inerken bir rehabilitasyon programı devreye sokulacaktı. Silah hiç kimsenin hakkı değildi, örgüt için de yolun sonuna gelinmişti. Bu arada Hükümet, “Kürt Sorunu”nun gerek kimlik alanındaki problemler için gerekse Doğu-Güneydoğu’nun ekonomik – sosyal – kültürel mağduriyetinin giderilmesi noktasında ciddi adımlar atmıştı. Akil insanlar heyetleri de konuyu topluma, toplum hassasiyetlerini de devlete taşıyacaktı. Burada, devlet adına sanki terör örgütü ile Kürt sorunu da görüşülmüş, iyileştirmeler bu görüşmelerle belirlenmiş gibi bir görüntü ortaya çıktı, örgüt de bunu Kürtlere böyle sattı. Bu yanlıştı. Bu, örgüte “Biz iyileştirmeleri silah zoruyla aldık.” gibi bir propaganda yapma fırsatı sundu. Öte yandan uluslararası odaklar, örgüte, “Size Suriye’de alan açıyoruz. Orada kanton sistemi kurabilirsiniz. Oradan da Türkiye’ye akarsınız.” gibi bir ümit verdi. Bu, “Niye silahları bırakıyorsunuz?” gibi bir fesat girişimi idi. Örgüt silahı bırakmadı, aksine, Kobani’den yola çıkarak, hendek – barikat – özyönetim ilanı hamlesinde bulundu. Ondan sonrası malum. Örgüt, uluslararası odakların Türkiye’ye yönelik terbiye aracına dönüştü. Ben silahlı yapıya karşı müsamahasız, ama Kürtlerin sorunlarını pazarlıksız çözmek gibi bir tavrı doğru bulduğumu yazdım. “Çözüm süreci hatırına” diyerek, bölgenin silah deposu haline getirilmesine asla müsaade edilmemeliydi. Hendekler, barikatlar, özyönetim ilanları o müsamaha döneminin içinden çıktı. Sonrası yüzlerce ölüm getirdi. Halen normalleşme gerçekleşmiş değil, dileyelim şu sürecin sonu, Doğu’nun – Batı’nın barışı yudumladığı bir sona ulaşsın. Ocak’17 • 17


Karantina

KUTUPLARDA ÜŞÜYEN GÜNEŞİMİZ

SANAT Mahinur ÖZDEMİR

R

uhun dinç kalmasına en büyük katkı sanattan ve sanatçıdan gelir. Ruhlarsa renk renk çeşit çeşit. Benzerlikler olsa da hepsi ayrı bir dünya ve bu dünyaların kendini beden denen karadeliklerde kaybetmesi an meselesi belki de kimisi çoktan kaybolup gitti. Peki sanat ve sanatçı kavramları ne derece güneş olabiliyor ruh dünyamıza. Ya da ne derece tüm insanlığa hitap edebiliyor? Dansından resmine, müziğinden heykeline, mimarisinden edebiyatına, tüm sanat dallarına olan ilgiler ruhun ihtiyacından çok ideolojik fikirlere göre yönlenmiş durumda. Bir sanatın fikre hizmet etmesi gerektiğini savunuyorum fakat fikirlere göre sanat seçimini değil... Her sanatın kendine has duruşu, tarzı, dili ve görevi vardır. Bir sanatın dilini çözmek ve onunla konuşabilmek demek tüm insanlık ile konuşabilmek daha da önemlisi anlaşabilmek ve halleşebilmek demek. Nasıl ki yeryüzünün ve gökyüzünün ses ahengini kuşlar; renk ahengini her türlü doğa harikası mekanlar; koku ahengini misk kokulu çiçekler, deniz ve toprak tedarik ediyorsa insanoğlu da gerek kendi yaratılış ve iç dünyasından gerek dış dünyanın bu güzel ahenginden ilham alarak yeteneği, gücü ve basireti nispetinde var olan sanatı ayakta tutmaya ve yaşatmaya çalışır ki bu oldukça yüklü ve kutsi bir görevdir. Sanatın her bir dalı insanlık için bir kurtu-

18 • Ocak’17

luş vesilesi, barış sebebi veya bütünleşme köprüsü olabilecek potansiyeldeyken onu kendi ideolojik fikir dünyamıza hepsedip dış dünyaya kapatmamız sanata ve sanatçıya yapabileceğimiz büyük darbelerden birisidir. Sanat demek algı demek, algı demek fikir demek, fikir demek insan demek ve insana giden bu real ve sürreal yolların kesişimi olan sanat, ufkumuzu geliştirmek konusunda büyük bir sorumluluğun altına girerken onu çıkmaz sokaklarda sıkıştırmak ve birbirine zıt kutuplara itmek ruh dünyamıza vurulan bir pranga olacaktır. Bu kutuplaşma genelde her bireyin ve toplumun zihniyetine ve yaşam tarzına göre şekilleniyor. Mesela mütedeyyin bir arkadaşımız ney yahut kanun çalıp hat ve tezhip gibi sanat dallarında kendini eğitirken kendisini modern olarak tanımlayan bir arkadaşımız piyano, çello gibi müzik aletlerine veya tiyatroya daha fazla yöneliyor. Oysa ki Pelin arkadaşımız ney üfleyebilmeli veya Şüheda arkadaşımız çello çalabilmeli. Berkcan hat sanatına ilgi duyabilmeli ve Abdurrahman yıllarını pandomime verebilmeli. İdeolojilerin, sosyal çevrenin, partilerin, üniversitelerin birleştiremediği insanları sanat birleştirebilir. Evet dansın bacaklarını bağladığımız zincirleri kırmalı, ressamın tuvalini rahat bırakmalı, tiyatroların perdelerini sonuna kadar açmak yetmez zihinlerdeki anlamsız perdeleri de açma-

lı, tezhip ile kemanı arkadaş yapmalı, saksafon ile ney kardeş olmalı, tüm sanat camiası kendi deresinden bir yol bulup bir okyanusta buluşmalı. Ananevi ve modern sanatları birbirinden ayırarak değil bir araya getirip kainatın ritmini yakalamalıyız ki kulaklarımızın pası silinsin. Doğadaki her türlü renk cümbüşünü gökkuşağında toplayabilmeliyiz ki renkler birbirine küsmesin. Tüm çiçeklerin kokusunu ciğerlerimizde toplayabilmeliyiz ki yeri gelince her insanın nefesi olabilelim. İşte sanat budur. O bu şu demeden kendisini en güzel bir şekilde sunar muhatabına, tabi biz onu ayrım gözetmeksizin kendi ruh dünyamıza buyur edebildiğimiz müddetçe.

SANATTA HUDUD Sanatın ayrıştırılmasının ve takım gibi tutulmasının elbette karşısındayız fakat hayatımızın her alanında olduğu gibi sanatın da bir yordamı ve ahlakının olacağını unutmamamız gerekiyor. Sanata pranga vurmayalım derken ahlakımızın zedelenmesine ve inancımızın gölgelenmesine hiçbir surette izin veremeyiz. Hele ki sanat, kirli bir kisve haline getirilip her türlü ahlaki değerler yozlaştırılıp inancımıza hakaret noktasına getirilmişse buna tüm gücümüzle karşı çıkmamız sanatı ayrıştırmak değil aksine onun bütünlüğünü ve haysiyetini korumaktır. Çeşitli algılar ile Müslümanların sanat ve estetik düşmanı olduğunu; müziğe, dansa, tiyatroya yabancı ve cahil olduğunu tüm dünyaya empoze etmeye çalışıyorlar ve bunu yaparken de en kutsallarımıza ve ahlakımıza saldırarak bizi galeyana getirip işlerini kolaylaştırıyorlar. Bu gibi durumlarda ne algılarına kurban olmalıyız ne de bunu yanlarına bırakmalıyız. Eğer bizler kendimizi sanat ile eğitir ve ehil olursak, onlara onların dilinden daha sert ve etkili bir biçimde tepki verirsek ne algılara ne ahlaksızlığa meydan vermemiş oluruz. William Channing’in dediği gibi “Sanat ruhun zafere ulaşmasıdır.” Bizler de zafere giden bu yolda kendimizi olabildiğince doldurmalı, Müslüman gençler olarak sanat cahili ve estetik fukarası yaftalarını üzerimize yapıştırmaya çalışan güruha fırsat vermeden onları her tür-

lü bilgi ve sanat birikimimizle alt etmeliyiz. Fakat ne yazık ki alim ve bilge dediğimiz insanların sanata olan yanlış bakış açılarından dolayı, bırakın bir sanat dalında ilerlemeyi; kimimiz eline müzik aletini, cebine boya kalemini koymaya korkar oldu. Oysa bizler yeryüzünün halifeleri olarak elimize geçen sanat fırsatını o kadar iyi değerlendirmeliyiz ki yeri geldiğinde düşmana karşı bir silah olarak yeri geldiğinde bir motive aracı olarak ve hatta yeri geldiğinde hayata karşı farklı bir bakış açısı olarak kullanabilelim. Bilhassa gençler olarak, ahir zamanda ufkumuzun son derece açık, olayları analiz gücümüzün yüksek olması gerek. Ayrıca toplumu çok iyi okuyor olabilmemiz ve bunları elimizden geldiğince bir müzik aletine, bir şarkı güftesine, bir resim tuvaline ve bir tiyatro sahnesine dökebilmemiz gerek. Zira Tolstoy’un da dediği gibi “Sanat düşünebilen, gerçeği görebilen ve toplumu anlayabilen insanların işidir.” Hayatın bizi sanattan koparmak için oynadığı bütün oyunlara rağmen inadına sanat inadına güzellik... Okuldan veya işten eve dönerken kulağımızı tırmalayan korna ve iş makinelerine inat bir müzik aleti alalım elimize. Dikilen yüksek binalar ve çarpık kentleşmelerin çirkinliklerine inat doyumsuz bakabileceğimiz tuvallere dokunalım rengarenk fırçalarımızın ucuyla. Yalan dünyaların kahramanı olmak yerine gerçek tiyatrolarımızın başrolü olalım. Dünyanın ve mahlukatın zevkine varalım kainatın her bir zerresinde. Sanatın her bir dalını evladımız belleyelim ve ayırt etmeden bağrımıza basalım. İlla bir şeyi ötekileştireceksek sanatsızlığı, zevksizliği ve estetik fukaralığını ötekileştirelim ki çirkinlik ve duygusuzluk son bulsun Allah’ın kainatında. Zaten bütün güzelleştirmelerin, güzel görmelerin, ahenklerin temelinde O’nu bulmak ve O’nu anlatmak vardır. Elimizin, dilimizin, kulağımızın, beynimizin, bedenimizin ve zevkimizin mimarı Allah’ı aramak ve O’nun eserlerinden yeni eskizler hazırlamak... Ne büyük bir lütuftur sanatçı olmak ve gerçek sanatkarı bulmak. Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış. Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış. Necip Fazıl Kısakürek Ocak’17 • 19


Karantina

Karantina

TOPLUMSAL KİMLİKLER BİZ-ÖTEKİ ve KUTUPLAŞMA M.Salih DEMİRTAŞ

İ

nsanın kendisiyle, doğayla, toplumla ve Tanrı’yla olan ilişki ağlarının onun bakış açısının ana unsurlarını oluşturduğuna daha önceki yazılarımda kısa da olsa değinmiştim. Varoluşsal - yaratılış kimliği, millî kimlik, etnik kimlik, kültürel kimlik, dinî kimlik, ekonomikmeslekî kimlik, evrensel kimlik ve bunlara bağlı olarak oluşan farklı alt kimlikler, esasında yukarıda bahsettiğimiz ilişkiler ağıyla sürekli bir etkileşim halindedir. Bu etkileşimler de kimliklerin niteliklerini belirlemektedir. Kimliklerin tarihsel süreç içerisindeki tezahürleri ise yaşanan tecrübelerle ve coğrafyanın - mekanın etkisiyle şekillenerek kendine ait bir takım belirleyici özellikler kazanır. Daha sonraki nesiller bu özelliklerin varisi olarak kimliklerini korurlar, yaşatırlar, geliştirirler veya zayıflatırlar. Bu beraberinde mikro ve makro şekillerde Ben-Biz bilincini geliştirir. “Biz”in içinde olmayanlar ise çizginin diğer tarafındaki ‘Ötekilerdir’. “Öteki”, “Biz” için ilk karşılaşmada bir tehdit olarak algılanır; kendini özne konumunda gördüğü için “Öteki” üzerindeki tanımlama-

20 • Ocak’17

sını kendi önyargıları, tehdit algıları ve karşı tarafa atfettiği olumsuzlayıcı özellikler üzerinden yapar. Bunu yapmasının sebebi ise “Biz”i koruma içgüdüsü ve hassasiyetidir. Daha sonra bu karşılaşma süreklilik kazandığında ve öteki ile olan ilişkiler yoğunlaşmaya başladığında, işin rengi biraz daha değişir ve öteki yine öteki olarak kalmakla beraber, “Biz”le olan ilişkileri gelişir ve karşılıklı tanışmalar ve etkileşimler başlar. Ortak bir yaşamın asgarî olarak karşılanması için bu etkileşim ve tanışmaların karşılıklı tahammül veya hoşgörü zemininde gerçekleşmesi gerekmektedir. Tarihte Biz-Öteki algısının bir çok örneğini görebiliriz: Yunanlıların kendilerinden olmayanlar için kullandıkları Barbar tanımlaması veya Emevîlerin kendilerinden olmayan Müslüman milletleri Mevalî olarak vasıflandırması gibi. Tabi burada her bir Biz-Öteki ayrımı aynı mahiyette değerlendirilemez. Çünkü bazıları doğal bir süreç içerisinde gerçekleşse bile bazıları toplumu yönetenlerin, toplum üzerindeki hakimiyetini derinleştirmek

için çeşitli malzemelerle oluşturdukları kimlik tanımlamalarıyla, toplumda bir üst kimlik asabiyesinin oluşmasını engelleyebilirler. Bu değerlendirilmesi gereken ayrı bir konudur. Tekrar konumuza geri dönecek olursak, bir toplumda ortak yaşamın asgarî olarak karşılanması için Biz-Öteki ilişkisinin karşılıklı tahammül veya hoşgörü zeminine ihtiyacı olduğunu söylemiştik. Çünkü toplumsal çatışmaların temelinde farklı kimliklerin birbirlerine karşı tahammülsüzlükleri ve birbirleri üzerinde tahakküm kurma veya dayatmaları vardır. Bu durumları tetikleyen ve körükleyen en büyük etken ise karşılıklı kullanılan dilin menfiliğidir. Kullanılan dilin ortak zeminden ayrılması ve tahammülden uzaklaşması toplumsal öfkeyi de tetikler. Tabi burada herkes birbirine karşı güler yüzlü olmalı veya bir grup diğerini sürekli alttan almalı gibi ütopik ve gerçeklikten uzak bir çözüm sunmayacağız. Çünkü tahammül ve hoşgörü karşılıklıdır. Eğer bir toplumdaki herhangi bir grup bu ilkeyi çiğniyorsa ve bozgunculuk yapıp fitne ateşini körüklüyorsa, asgarî müşterek zemininin korunması için adalet ilkelerine bağlı kalınarak sınırlarının hatırlatılması gerekmektedir. Toplumsal kutuplaşmayı olumsuz manada körükleyen ana unsur, kimliklerin kendileri değildir. Eğer farklı kimliklerin kendileri bizatihi kutuplaşmayı körükleyen unsurlar olsaydı ilahî ilkeye ters bir durumla karşılaşabilirdik. Rabbimizin Kerim olan Kitap’ında gerek renklerimizin ve dillerimizin farklılığının O’nun ayetleri olduğunu vurgulamasıyla (30/22; 49/13), gerek birbirimizi tanımamız için bizleri farklı kavimlere böldüğünü ifade etmesiyle (49/13), gerekse her toplumun farklı bir yolunun ve yönteminin olduğunu belirtmesiyle (5/48) farklı kimliklerin olmasının doğallığına atıfta bulunmaktadır. Meselenin sorunlaş-

ması daha çok bu kimliklerde değildir. Sorun olan nokta zalim-mazlum diyalektiğinde yatmaktadır. Çünkü zalim, toplumsal kimlikleri sorunsallaştırarak, güvenlik söylemi üzerinden Biz-Öteki ilişkisini tekrar ilkel haline döndürmek suretiyle farklı kimlikleri tahammül ve hoşgörü zemininden koparır. Böylece toplumlar üzerinde ayrıştırıcı dili körükleyerek birleştirici üst kimlikleri bölmek suretiyle farklı mikro kimlikler oluşturur. Bu kimlikler ise çatışma dilini besleyerek toplumda büyük bir gerginlik yaratır. Ayrışmak ve bölünmek her zaman zalimin işine gelir. Çünkü karşısında örgütlü bir güç bulunmadığı gibi, insanlar da birbirleriyle kimlikleri üzerinden kavga ederek asıl yönelmesi gereken düşmana yönelemiyorlar. Kerim olan Kitap’ta Firavun’un kıssası bize, Firavun’un halkının üzerinde, toplumu çeşitli kimlikler üzerinden sınıflara bölerek; aslında aralarındaki farklılıkları körükleyerek ve kışkırtarak iktidarını pekiştirdiğini anlatmaktadır. Musa peygamberin mücadelesinin ana esprilerinden biri de toplumsal kimlikleri birbirine kışkırtan bir söyleme başvurmadan, direkt zalimi hedef alan bir söylem üreterek kutuplaşmayı ve ayrışmayı zalim-mazlum ilişkisi üzerinden yapmasıdır. Yani asıl düşmana karşı savaşmaktadır ve mazlumların saflarını, onları bir arada tutan bir üst kimlikle sıklaştırmak için mücadele etmektedir.

Ocak’17 • 21


Karantina Günümüze gelecek olursak, toplumsal kutuplaşmalara uzun yıllar defalarca şahit olduk. Bu kutuplaşmalar devletin, tıpkı Firavun’un yaptığı gibi halkı halka karşı tehdit olarak göstermesi ve hassas olan toplumsal kimlikleri üst kimliklerden kopararak birbirlerine karşı menfi düşüncelere ve söylemlere itmesi, otoritesini sağlama almasına yol açmıştır. Körüklenen nefret söylemlerinin farklı nefretleri beslediğini, hatta bunların söylemlerde kalmayıp eylemlere geçtiğini gördük. Eğer meseleyi sürekli bize dayatılan farklı kimlik kavgaları üzerinden okursak arka plandaki zalim-mazlum ilişkisini hiçbir zaman fark edemeyeceğiz ve bizim için kurgulanan alt kimlik kavgalarıyla oyalanmaya devam edeceğiz. Gerçek mazlum kim ve gerçek zalim kim bunu iyi bilmemiz lazım. Bunu bildiğimiz zaman öfkemizi ve direncimizi gerçek zalime ve onun maşalarına döndürebiliriz. Son olarak toplumsal kutuplaşmayı iki bağlamda ele almalıyız. Birincisi yukarıda bahsettiğimiz millî, dinî, etnik, kültürel vb. kimlikler üzerinden Biz-Öteki etkileşiminin ilkel ilişkisine yönelik toplumsal ayrışmayı körükleyici bir dilin doğurduğu toplumsal kutuplaşmadır. Bu toplumsal kutuplaşma çoğu zaman, asıl hükmedenlerin kurguladığı bir kutuplaşmadır. Sebebi ise bu kutuplaşmanın sürekli beslediği

22 • Ocak’17

Gezi zalim-mazlum ilişkisinin gerçek yüzünün perdelenmesidir. O yüzden kurgulanan dil sürekli ayrıştırıcı olmak zorundadır. İkincisi ise farklı kimlikleri kabul etmekle beraber Biz-Öteki iletişiminin ilkel bağlamını aşmış, ortak yaşamın asgarî ihtiyacını karşılayan tahammül ve hoşgörü zeminini inşa eden ve toplumsal ayrışmayı bu kimlikler üzerinden değil de zalimmazlum ilişkileri üzerinden belirleyen bir bağlama sahiptir. Burada da kutuplaşan bir dil kullanılır fakat bu kutuplaşma zalime karşı durma ve mazluma sahip çıkma üzerinden gerçekleşir. Aksi takdirde sinirleri alınmış, iktidar mücadelelerine ve güç ilişkilerine yabancı, bu ilişkilerin insanlar üzerinde hangi şekillerde nasıl tahakküm kuracağının farkında olmayan, kim olduğunu zamanla unutan, bir şeylere isyan edecek ama ne yaptığını kendisi de bilmeyen, kendisinden ve tarihteki güç ilişkilerinin işleyişinin gerçek bağlamından habersiz, peygamberlerin mücadelesini hiç bilmeyen veya kavramamış veya onları hikaye olarak gören kişilerden bir farkımız olmaz. Ve’l hasıl kelam, bize Firavun’a başkaldırmayı öğreten Musa peygambere ve insanları hacca davet ederek onların farklılıklarını tek bir üst kimlikte toplamak suretiyle tevhidin aynı zamanda sosyolojik işlevini öğreten İbrahim peygambere ve onun milletine selam olsun!

Halep... Elbet Geri Döneceğiz! Meryem AKBAŞ

Rahman ve rahim Allah’ın adıyla, ْ ‫إِنَّ َما ْالم‬ َ ُ‫ُؤ ِمن‬ ‫ون إِ ْخ َو ٌة‬ Mü’minler ancak kardeştir… (Hucurat 10) ylardır süren bombardıman sonucu, Halep’in yaşam alanı daraldıkça daralıyordu. Haberleri izlerken yüreğimiz de gitgide sıkışıyor, oradan gelen her bir kareyle içimiz parçalanıyor, zalimlere lanetler okuyor, kardeşlerimize yardım diliyor ve bir an önce bu katliamın durmasını bekliyorduk. Ama Halep’ten gelen haberler gittikçe kötüleşti. Babasının Halep’te olduğunu bildiğim bir arkadaşımı arayıp durumunu sordum. Bomba düşen evlerinin artık kalınamayacak hale geldiğini, birkaç hafta önce babasının İstanbul’a ailesinin yanına dönebildiğini anlattı. Ama kalanların hali perişandı. Tecavüz edilme ihtimaline karşı kadınların kendilerini öldürmek istediğine dair haberler dolaşıyordu. Bazı kişilerin alınıp götürüldüğünü ve infaz edildiğini duyuyorduk. O da oradaki vaziyetin çok kötü olduğunu teyit etti. Dünya, Halep’e ilgisiz kalmaya biraz daha devam ederse halkın her türlü vahşet ve pisliğe maruz kalacağına emindi.

A

Malcolm X’in de dediği gibi; harekete geçilmediği sürece şiddeti kalbimizdeki dualarla, dilimizdeki lanetlerle durduramayacağımız açıktı. Artık davranmalı; Halep’e gerekirse yalın ayak yürüyerek; gerekirse tırnaklarımızla kazıyarak bir yol açmalı ve o insanları o cendereden çıkarmalıydık. Sonunda İHH’nin, bir kara konvoyuyla, Halep’e acil yardım götürmeye ve orada yaşanan dramı dünyaya duyurmaya çalışacağını haber aldık. 14 Aralık Çarşamba günü İstanbul’dan yola çıkan konvoya her ilden yüzlerce yardım tırı ve bireysel-kurumsal taşıtlarıyla yürekleri Halep acısıyla mahvolmuş binlerce insanlar katıldı. İl il uzayan araç zinciri ve bereketlenen yardımlar bu toprakların hala diri olduğunu bir kez daha kanıtlamıştı. Bu hareket, adeta Türkiye’nin Halep’e uzanan bir eli haline dönüşüp mazlumları o ateş çemberinden çekip almak istiyordu. İzmitli olmama rağmen ben konvoya Sakarya’dan katılabildim. Bir önceki gün İzmit’ten iki tır un ve çeşitli yardımlar

Ocak’17 • 23


Gezi

İstanbul’dan gelen kafileye eklenmiş, dualarla uğurlanmıştı. Yola çıkacağım gece içim tarifsiz duygularla doluydu. Sonu belli olmayan bir yolculuğa çıktığımın farkındaydım ve cesaretimi toplayıp ben de şehidlerden olabilmek için dua ettim. Bu duayı ilk kez bu kadar bilinçli ettiğimi söyleyebilirim çünkü bunun büyük bir bedeli olduğunu biliyordum ve bu bedeli ödemeye gerçekten ilk kez o gece hazırdım. Daha önce bir yetimhane için açtığımız yardım standına bile “cihatçılara para topluyorsunuz” diye saldıranlar olmuştu. Daha yeni Beşiktaş’ta bombalar patlatılmış ve fedai eylemlerin artacağını duymuştuk. Ve aklıma Mavi Marmara geliyordu. O da sadece bir yardım gemisiydi ama onu kanlara bulamakta beis görmediler. Bizim yolculuğumuzun da niyeti apaçıktı ama neticesi hatta gidişatı hakkında dahi çok bilgim yoktu. Tek yapabildiğim hesap, gül yüzlü çocukların parçalandığını gördüğüm şu dünyada yaşamanın artık zevk vermediğiydi. Yolculuğu en az üç gün olarak tahmin ediyordum ama yine de yanıma olabildiğince az eşya almaya çalıştım; çünkü nerde kalacağımız, ne kadar yol yürüyeceğimiz nelerle karşılaşacağımız belli değildi. Kalın bir şeyler giyinerek kendimi yola bıraktım. Artık yüreğimin yükleri birazcık hafifleyemeye başlamıştı. Artık ekran karşısında acizce bakakalmaktan kurtulmuş; mazlumlar için edilen bütün duaları emanet alıp yola çıkmıştım. Zaferden değil seferden sorumlu olmanın hafifliğiyle ilerliyordu zaman. 24 • Ocak’17

Gezi Sakarya’dan sabah yola çıkan konvoy namaz molaları vererek akşama Konya’ya vardı. Selçuklu Belediyesi Uluslararası Spor Salonu’nda diğer illerden gelen araçlarla birleşerek geceyi orda geçirdi. Konvoyu karşılamaya gelen halk, konvoya katılanların ihtiyaçları için deli divane olurken biz de mahcup oluyor; Allah’ın bizleri kardeş kıldığı ayeti yaşıyorduk. Bir öğrenci grubu beni ve arkadaşlarımı ısrarla evine davet edince kıramadık. Hiç tanımadığım ve belki de bir daha hiç karşılaşmayacağım bu kişiler, o geceyi daha rahat geçirmem için beni evine alıyor, minibüs paramı ödüyor, yemekler hazırlıyor ve yatağımın çarşafını dahi benim sermeme izin vermiyordu. Biz gidemiyoruz bırakın gidenlerin hizmeti görelim, diye diye elimizi sıcak sudan soğuk suya sokmadılar. Konya’dan karlı yollar üzerinde devam eden yolculuğumuzun bir önemli durağı daha olduğunu öğrendik. Halep’teki mazlumların imdadına koşanların yolu 15 Temmuz şehidi Ömer Halisdemir’in kabrinden geçmeden olmazdı. Yiğitçe adanmış tek bir bedenin dahi, zulme galip gelebileceğine dair inancımızı yeniledik ve ona olan minnettarlığımızı kabrinin başında yakinen hissettik. Kolay mıydı gözün göre göre kurşunlara yürümek, ölümü öldürmek ve bir haini engellemek için canını Allah’a satmak? O ne güzel bir alışveriş yaptı ki Allah da bize onu güzel bir misal olarak tarihe yazdı… Niğde’nin Bor ilçesindeki Ömer Halisdemir’in köyünden ayrıldığımızda artık ne havanın ayazı ne açlık ne de önceden dert sandığımız hiçbir şey mühim değildi. Mühim olan şerefli bir sona erişmekti ve biz son durağımız Reyhanlı’ya girmiş; Halep tabelalarını görüyorduk. Yol boyunca karşılamaya gelenlerin salladığı elleriyle, konvoy yolcularına ikram edilen tatlılar ve çorbalarla, konvoyu durdurup “şu kadar param var bunu Halep’e götürün” diyerek cüzdanında ne varsa dökenlerin hatıralarıyla şenlenen bu yolculuk sanki bir milletin terbiye edilmesiydi. Evet, adeta rabbimiz her fırsatta bizi terbiye ediyordu; bizim sıkıca birbirimize kenetlenmemiz, birbirimize karşı merhametli ve insaflı olmamız için bize yardım ediyordu.

Reyhanlı’ya girmeden önce arabada dinlediğimiz ezgilerin ve marşların yerini Fetih ve Yasin süreleri aldı. Türkiye’nin sürdürdüğü arabuluculukla gerçekleşen ateşkes İran’ın müdahalesiyle bozulmuş başlayan tahliyeler maalesef yine durmuştu. Ambulansa dahi ateş açılmış; can kayıpların olduğunu duymuştuk. Biz kazasız belasız sınıra gelmiştik ama biraz ötemizdeki kardeşlerimiz hala ateşin içinde, her an katliama açıktı. Sosyal medyadan hiç olmadığı kadar paylaşım yapmaya çalışıyor, tüm dünyanın dikkatini Halep’e çekmek istiyorduk. Dünyanın gözü önünde katliam yapılmasına çok kez şahit olmamıza rağmen, en azından Allah katındaki sorumluluğumuzu yerine getirmeye çalışmalıydık. 17 Aralık sabahına uyandığımızda bizi yoğun bir günün beklediğini biliyorduk. O sabah Kayseri’de yaşanan patlamanın haberiyle de iyice kederlendik. Saatlerce ayakta kalacak, uzunca bir yol yürüyecek ve gerekirse sınırın ötesine geçecektik. Çok kırılgan bir ortamda yürütülen görüşmelerden hala olumlu sonuç çıkmamış, tahliyelere yeniden başlanmamıştı. Olası bir katliam haberi aldığımızda neler yapabileceğimizi düşünüyorduk. Biraz ötemizdeki kardeşlerimizin katledilmesine şahit olup evimize geri mi dönecektik? Neredeyse 40bin kişiydik ve canlı kalkan olabilirdik. Birlikte en güzel yöntemi belirleyip uygulamaya söz verdik. Tekbirler, telbiyeler ve marşlarla yürüyüşümüze başladık. Rasulullah’ın Mekke’nin fethinde kullandığı metodu izleyerek biz de gösterişli uzun bir yürüyüş yapmaya çalıştık. Gün boyunca sınırdaki varlığımızı hissettirmeye çalışsak da maalesef Kayseri’de yaşanan acı, Halep’i Türkiye gündeminin gerisine attı. Güzel ülkemiz darbe üstüne darbe alıyor yaralarını sarmaya yetişemiyordu. Reyhanlı halkının nerdeyse kendi nüfusu kadar bir kalabalığa kucak açması ise inanılmazdı. O muazzam kalabalığa yetmeyen konteynır lavaboları fark eden bir abla evini açmış ve belki de o gün bin kişinin tuvalet ve banyosunu kullanmasına izin vermişti. Hanımlar zamandan kazanmak için balkonda abdest alma-

ya başlamıştı. Evden dışarı uzayıp giden lavabo kuyruğunda bekleyen abiler, amcalar kendi aralarında bir berenin içine topladıkları parayı evin sahibesine vermek istediler. Bunu kabul edemeyeceğini söyleyip almamakta ısrar etse de, ben paraları berenin içinden çıkarıp ablanın ceplerine doldurdum. “Lütfen çocuklarınız için kabul edin, zaten yaptığınız iyiliğin karşılığını yalnızca Allah ödeyebilir, biz değil!” diyerek onu ikna etmeye çalıştım. Bize söylediği söz hepimizin içini acıttı: Eşim için de dua eder misiniz? Geçen hafta çalışırken inşaattan düştü, şimdi hastanede… Yine böyle bir ihtiyaçtan dolayı 30-40 kişi bir eve daha davet edildik. Camide abdest alacak yer sorduğumuzda olmadığını söyleyen bir genç, ısrarla bizi evine götürdü. Namazdan sonra bize çeşit çeşit ikramlar sunan annesinin bizden istediği şey de şuydu: Oğluma çok dua edin. Yıllardır madde bağımlısıydı, yeni bıraktı ve namaza başladı. Tekrar başlamasından çok korkuyorum. O gece iki buçukta tahliyeler yeniden başlayınca rahat bir nefes aldık. Bir kısmımız Reyhanlı’da kalarak bir kısmımız döndük. Ben de dönenler arasındaydım. Dönüşümüz, gidişimiz kadar coşkulu olmasa da hamdolsun tahliyelerin başlamasıyla biraz içimiz rahatlamıştı. Tahliye görüntüleri geldikçe hem seviniyor hem üzülüyorduk. Kendi iradesi dışında vatanını terk etmek zorunda bırakılanların tahliyesiydi bu. “Geri Döneceğiz Halep” yazıyorlardı geride bıraktıkları duvarlara… Ey Halep, ben de inanıyorum ki sadece onlar değil bir gün ben de sana geri döneceğim!

Ocak’17 • 25


Tarih

Tarih de sesler yükselecek birçok bakan istifa ettirilirken Adnan Menderes’in parti içi otoritesi derinden sarsılacaktı. Sonu idam sehpasında bitecek Menderes’in krizlerle mücadele sınavı 6-7 Eylül’le birlikte başlayacaktı...

Krizin Başlangıcı

Yakın Tarihin Karanlık iki Günü

6-7 Eylül 1955 Tunahan Elmas

-’’Vali Bey İstanbul yakılıp yıkılırken, siz polislerin size sağladığı emniyet içinde nasıl orada gönül rahatlığıyla oturuyorsunuz. Ayıp değil mi? Bu büyük bir felaket, bu milli bir felaket.’’ -’’Efendim yanımda İç İşleri Bakanı Namık Gedik var, dilerseniz ona vereyim.’’ Namık Gedik; -’’Öyle milli felaket falan değil. Bu milli bir isyan. Şu anda yaşadıklarımızın adı milli bir kıyamdır. Gençlik kıyama kalktı. Ortada dram yok.’’ -’’Çok yazık Namık... Yaşanan trajediyi milli bir kıyam olarak nitelendirmen beni çok üzdü. Koskoca İstanbul’da devlet yok, emniyet yok, mal güvenliği yok, can güvenliği yok. Beyoğlu yakılıp yıkılıyor ve sen buna milli bir kıyam diyorsun. Ülke daha fazla rezil olmadan olayların önüne geçin.’’1 Telefondaki ses Adnan Menderes’in en yakınındaki isimlerden, dönemin Devlet Bakanı Dr. Mükerrem Sarol’dan başkası değildi. Olayları 6 Eylül 1955 günü Ankara’da haber alan Sarol hemen İstanbul Valisini arayacak ve yaşanan

26 • Ocak’17

durumun daha büyük bir faciaya dönüşmeden son bulması için gerekli önlemleri almasını isteyecekti. Valinin yanında, telefonu alarak olayları ‘’milli kıyam’’ olarak nitelendiren kişiyse, 27 Mayıs sonrası götürüldüğü Harbiye binasında intihar ettiği öne sürülen, İçişleri eski bakanı Namık Gedik’ti. Bu telefon görüşmesi Demokrat Parti hükümetinde görev alan iki önemli bakanın 6-7 Eylül olaylarıyla ilgili iki farklı bakışını ifade ederken, hükümetin olaylar karşısında fikir ayrılığı içinde olduğunu gösteriyordu. Demokrat Parti daha sonra yıllarca 6-7 Eylül’ü organize etmekle suçlanacak, isnat edilen bu suçlumaysa hiçbir zaman ispat edilemeyecekti. Aslına baktığımızda Menderes ve arkadaşları 6-7 Eylül olaylarını büyük bir şok içinde karşılayacaklardı. Yaşanan olaylar sonucunda Demokrat Parti’de ve Adnan Menderes’in siyasi hayatında büyük kırılmalar yaşanacaktı. 6-7 Eylül’le birlikte Demokrat Parti iktidarı çözülmeye başlayacak, içerde ve dışarıda yaşanacak krizlerin etkisiyle birlikte parti içinde

Tek parti döneminin azınlıklara karşı tutumu özellikle II. Dünya Savaşı sırasında sertleşmiş, varlık vergisiyle birlikte zaten problemli olan durum had safhaya çıkmıştı. Demokrat Parti’nin gelişi toplumun birçok kesiminde olduğu gibi ülkedeki azınlık gruplarında da sevinçle karşılanmış, azınlık cemaatleri 1950 seçimleriyle birlikte demokratlara desteğini açıkça göstermişti. Demokratlar, Ermeni, Rum ve Musevi cemaatlerinden milletvekillerini 1950 seçimleriyle birlikte meclise taşıyacak, bu durum o günler için azınlık cemaatlerinin siyasal anlamda temsilinde önemli bir adım olacaktı. Demokrat Parti’nin azınlık cemaatleriyle yakın ilişkiler kurması bir süre sonra başlayacak Kıbrıs Kriziyle hükümetin topluma karşı baskı altında kalmasına sebep olacaktı. Uzun yıllardır süren Kıbrıs sorunu adadaki EOKA adlı Rum gerilla ordusunun sivillere ve İngiliz askerlerine karşı yaptığı saldırılarla 1955’te zirve yapacak Türkiye bu sorunu çözmek için geçmişe göre büyük bir çaba gösterecekti. Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili baskıları bir süre sonra sonuç verecek Londra’da Kıbrıs sorununu görüşmek üzere bir konferans toplanacaktı. Konferans öncesinde Kıbrıs Sorunu üzerine kamuoyu yaratmak amacıyla kurulan ‘’Kıbrıs Türklerindir Derneği’’, konferansta Türkiye’nin elini güçlendirmek adına İstanbul ve Ankara başta olmak üzere, birçok ilde yürüyüş ve nümayişler düzenliyordu. Hem Yunan hem Türk Basınlarında çıkan ateşli Kıbrıs yazıları iki taraftaki ipleri geriyor ve gösterilerdeki sloganlar gittikçe ağırlaşıyordu. Tam bu sıralarda İstanbul’da kimliği belirsiz kişiler tarafından Rum azınlık cemaatlerine ait ev ve iş yerlerinin kapılarına çarpı işaretleri atılıyor, adeta gelişmesi beklenen olaylar öncesinde in-

sanlar fişleniyordu. Bu kapı fişleme olaylarından kimin sorumlu olduğu hiçbir zaman bulunamayacaktı. Yakın zamanda ölen Özel Harp Dairesi Eski Başkanı ve Milli Güvenlik Kurulu Eski Genel Sekreteri Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu 6-7 Eylül için;’’6-7 Eylül Olayı muazzam bir özel harp örgütlenmesi işiydi, amacına da ulaştı.’’ diyecekti..2 Kıbrıs sorunun masaya yatırıldığı Londra Konferansı Fatin Rüştü Zorlu başkanlığındaki Türk heyetinin 29 Ağustos 1955’de Londra’ya varmasıyla birlikte başlayacaktı. Konferans iki tarafın ısrarcı tutumlarıyla uzayacak, Türk heyeti adadaki sorunlara net bir çözüm bulmadan herhangi bir anlaşmaya yanaşmayacağını açıkça ifade edecekti. Ülke içinde yapılan Kıbrıs gösterilerini konferansta koz olarak kullanan Türk heyeti, Türk milletinin bu konudaki hassasiyetini net şekilde ortaya koymaktaydı. Konferansta iki tarafın geri adım atmayışı sonunda Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu sorunu 5 yıllığına dondurma fikrini ortaya attı. Konferansın sürdüğü günlerde Türk basınında Rum aleyhtarı yazılar yazılmaya devam ediyor, gösteriler şiddetleniyordu. Herkes olayların nereye doğru gideceğini merak ederken Selanik’ten gelecek bir haber fitili ateşleyecekti. Mithat Perin’in sahibi olduğu İstanbul Ekspres gazetesi manşetten ‘’Atamızın Evi Bombalandı’’ haberini geçti. Habere göre sabah saatlerinde Mustafa Kemal Atatürk’ün Ocak’17 • 27


Tarih

Selanik’teki evi Yunanlılar tarafından bombalanmıştı. Fatin Rüştü Zorlu bu durumu konferansta açarak, elini güçlendirmeyi düşünüyordu ancak haber yalandı. Haber asıl etkisini de konferansta değil, İstanbul’da gösterecekti. Haber yalandı yalan olmasına ancak günlerdir barut fıçısına dönmüş İstanbul sokaklarında kimse haberin doğruluğunu sorgulayacak durumda değildi. Haber İstanbul’da infial etkisi yarattı. Genelde 20.000 tirajı olan İstanbul Ekspres gazetesi o gün 290.000 tiraja ulaşacaktı. Taksim’de toplanan ateşli kalabalıklar Yunanistan ve Rumlar aleyhine sloganlar atarak yürüyüşe geçmişti. Kalabalığın öfkesi bir süre sonra sloganların ötesine geçerek, Beyoğlu’nda azınlıklara ait olduğu bilinen iş yerleri ve evlere yöneldi. İş yerlerini taşlamayla başlayan olaylar yağmaya ve ateşe vermeye döndü. Bir süre sonra Beyoğlu’nda başlayan ateş İstanbul’un tümüne yayılacaktı. İstanbul adeta cehennemi yaşıyordu. Durum öyle bir hal almıştı ki, Fenerbahçe’nin ve Türk Milli Takımının efsane golcüsü Rum asıllı Lefter’in Büyükada’da bulunan evi dahi talan edilmişti. Birkaç yıl öncesine kadar Lefter’in dünya kupasında Türk Milli Takımı adına attığı gollere sevinen insanlar Lefter’in evini talan ediyordu. Lefter daha sonra yaşadığı felaket gününü şöyle anlatacaktı;’’15 gün önce gol attığımda omuzlardaydım. O gün ise kayalar ve boya tenekeleri ile karşılaştım. En kötüsü harçlık verdiğim çocuklar evime saldırdı. Kızlarım küçüktü, onları öldürmeye kalktılar.’’3 28 • Ocak’17

Tarih Menderes ve Bayar gösterilerin varlığından haberdar bir şekilde Haydarpaşa’dan Ankara’ya gitmek üzere ayrılıyordu. Ancak haberdar oldukları gösteriler, Kıbrıs’ın Türk olduğuna dair sloganların atıldığı uzun zamandır düzenlenen gösterilerdi. Herhangi bir taşkınlığın olduğu bilgisi henüz kendilerine gelmemişti. Trenle İstanbul’dan ayrılan Bayar ve Menderes’e, Rum azınlıklara ait yerlerin talan edildiği haberi Sapanca’da Devlet Bakanı Mükerrem Sarol’un telefonuyla gelecekti. Sarol, Başvekil’e ‘’olayların çığrından çıktığını, hemen İstanbul’a dönüp bir şeyler yapması gerektiğini’’ söylüyordu. Menderes, Mükerrem Sarol’un tavsiyesine uyarak Sapanca’da trenden ayrıldı ve İstanbul’a döndü. Başvekil’in İstanbul’a vardığı saatlerde yağmalar devam ediyordu. Hükümet örfi idare ilan ederek olaylara el koydu. Tanklar sokaklara çıkacak, olaylar ancak böyle durdurulacaktı. Olayların Londra’da etkisi çok kötü olmuştu. Türk Heyeti yaşanan durumu hiçbir şekilde karşı taraftaki muhataplarına açıklayamıyordu. Fatin Rüştü Zorlu, Adnan Menderes’i arayarak Kıbrıs Sorununun 5 seneliğine dondurulmasını önerdi. Öneriye kızan Adnan Menderes, ‘’bu artık milli bir mesele oldu, bu mesele yüzünden İstanbul yanıyor. Ben sorunun dondurulmasını falan istemiyorum. Hemen orayı terk edin, memlekete dönün.’’ diyecekti. Fatin Rüştü Zorlu dönüş uçağında yanındaki büyükelçi

Mahmut Dikerdem’e;’’Bir gecede bütün çabalarımız yerle yeksan oldu.’’ diyerek yaşadığı hayal kırıklığını ortaya koyacaktı. 7 Eylül akşamı olaylar durulduğunda İstanbul sokakları meydan muharebesinden çıkmıştan halliceydi. Adnan Menderes olayların nasıl bu duruma geldiğini sorguluyordu. Asıl şokuysa Beyoğlu sokaklarını gezdiğinde yaşayacaktı. Menderes Beyoğlu sokaklarını dolaşırken bazıları hala yerlere saçılı eşyalarda işe yarar şeyler arıyordu. Başvekil yaşanan durumu trajedi olarak nitelendirecekti. Menderes’in yaşadığı üzüntüyü Mükerrem Sarol daha sonra şöyle aktaracaktı:’’Vilayet merkezine geldiğimizde Adnan Menderes’i çok perişan, çok üzgün, çok sıkıntılı gördüm. O güne kadar onu hiç bu kadar perişan, ümitleri kaybolmuş görmemiştim.’’4 6-7 Eylül’ün faturası çok ağır oldu. Resmi kaynaklara göre; 11 kişinin hayatını kaybettiği olaylarda, 4 bin 214 ev, 1.004 iş yeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otelin bulunduğu 5 bin 317 yer tahrip edildi. Türkiye’nin itibarı yerle bir olacak, ülke yaşanan durum sonrasında Kıbrıs Sorununun çözümünde büyük sıkıntılar yaşayacaktı. Olaylarla ilgili olarak önce 3.151 kişi tutuklandı. Sonradan bu sayı 5.104’e yükseldi. Olayların başlamasına sebep olarak gösterilen mitingleri organize ettiği için Kıbrıs Türk’tür Derneği kapatıldı. Dernek Başkanı Hikmet Bil ve arkadaşları tutuklandı. Dönemin İstanbul Valisi Gökay ve olayları ‘’milli kıyam’’ olarak nitelendiren İçişleri Bakanı Gedik istifa etti. Olayların Demokrat Parti adına faturası bununla kalmayacaktı. Kısa bir süre sonra Menderes hükümetinin birçok bakanı Grup Toplantısındaki baskılarla istifa edecek, Menderes’in siyasi kaderiyse amiyane tabirle direkten dönecekti. Başvekil Adnan Menderes ve Celal Bayar 27 Mayıs sonrası kurulan Yassıada Mahkemelerinde 6-7 Eylül olaylarını organize etmekten de yargılanıp, hiçbir delil olmadan suçlu bulunacaklardı. Menderes’in Yassıada Mahkeme-

lerinde dönemin istihbarat kurumu MAH(Milli Amele Hizmetleri) Başkanının mahkemeye getirilme talebi mahkeme heyeti tarafından defalarca reddedildi. 6-7 Eylül olayları sonrası İstanbul’da yaşayan Rumların büyük çoğunluğu Yunanistan’a dönecek, bir kısmıysa Mersin ve Tarsus’a yerleşecekti. Olaylarla ilgisi olduğu konuşulan Özel Harp Dairesi daha sonraları yaşanacak 6-7 Eylül minvali toplumsal olaylarda sık sık gündeme gelecek, ancak ÖHD’yle ilgili söylentiler resmi kurumlarca hiçbir zaman kabul edilmeyecekti. Üzerinden 61 yıl geçmesine rağmen 6-7 Eylül ülke tarihi açısından bir utanç vesikası olarak anılacak, hiçbir zaman sorumlular yaşananlarla ilgili hesap vermeyecekti. Her şeyin sonunda olayların faturasını evleri, iş yerleri talan edilen masum vatandaşlarla, olaylardan haberi olduğuna dair hiçbir ispat olmamasına rağmen ve olaylardan sonra yakın arkadaşlarının ‘’onu hiç böyle perişan görmemiştik’’ dedikleri Başvekil Adnan Menderes idam sehpasında ödeyecekti... Dipnotlar 1 Demirkırat/Kriz. Blm.4 2 http://www.ntv.com.tr/turkiye/karakutu-yine-agzindankacirdi,3Q5dK4I350OStXhyyXNcJg 3 http://www.cumhuriyet.com.tr/foto/foto_ haber/596124/6/Tarihin_utanc_sayfasi..._Lefter_6-7_ Eylul_u_anlatiyor__Kizlarim_kucuktu__onlari_ oldurmeye_kalktilar.html 4 Demirkırat, Kriz, Bölüm 5, Dk 34

Ocak’17 • 29


Analiz

Analiz

Bireyselleşmesini İstemediğimiz Gençlerimizi Anlamaya Dair -2 Vahap YAMAN

G

ençlik dönemi; insanın sorumluluk hissetmeye başladığı, kendi ayakları üzerinde durmaya çabaladığı, dünyası için planlar, projeler yaptığı, ülke ve dünya meselelerinin fazlaca ilgisini çektiği, çevresi ile birlikte problemlere çözümler aradıkları ve üretmeye başladıkları bir dönemdir. Ergenlik dönemini yaşayan genç yaşadığı yoğun değişim sancısını taşırken, bir yandan da aşırı sorgulama yapmaktadır. Sorgulama sonucu fikirleri, davranışları sık sık değişebilmektedir. Günlük yaşayışında şiddet, kaba davranış, sert hareketler sıkça görülmekle birlikte, merhamet, iyilik, fedakarlık gibi daha hoş davranışlar da sergiler. Bu davranışlar bazen ileri boyutlara bile ulaşabilir. Yardımseverlik, iyilik etme, malından ve canından fedakarlık etmede sınır tanımaz. Herkesten farklı olmak, dikkat çekmek, bu dönemin en belirgin özelliklerindendir. Genç, bu dönemde duygu yoğunluklu bir hayat yaşar. Düşünceleri ve yaşam tarzı sürekli dalgalanma gösterir. İnişli ve çıkışlı, birbiri ile zıt fikirler sıkça görülür. Kendilerini ispatlama ve kendileri olma gayreti içerisindedirler. Sevgide de nefrette de aşırıya kaçarlar. Her şeyi bildiklerini sanır ve onun için yanlışlarında bile direnirler. Bu sebeplerden dolayı gençler çok yanılırlar. Ancak yanlışlarını da kolay kabul etmezler. Tutarlılık çok örselenen bir davranış şekli haline gelir.

30 • Ocak’17

Bu dönemde, hız ve haz odaklı bir yaşamın içine sürüklenirler. Bunu sosyal ve sanal hayatın etkisi ile meşru bile görebilirler. Gençler bedensel lezzetlerin peşinde koşarlar. Dünyevi hazları sınırsız bir şekilde yaşamak isterler. Bu arzular ise genci yanlışa sürükler. Doyumsuz bir hale getirir ve sürekli yanlış yapma eğilimine iter. Haz ve hızın pençesine sürüklenen gençlerde, İslami değerler örselenmektedir. Gençlik döneminin, eğlence, heyecan, haz dolu bir süreç olduğu dikkate alınarak gençlere bu ihtiyaçların insan fıtratının bir gereği olduğunu, ancak kendileri için cazip olan bu taleplerin meşru yollardan karşılanması gerektiği, yasak ve haram alanlara bulaşmamaları gerektiği anlatılmalıdır. Ancak bu dönemin zor ve kaygan bir zemin olduğunun farkında olmak gerekir. Gencin değişim sürecini sabırla ve kesintisiz sürdürmesine yardımcı olunmalıdır. Genç insana, “yirmi yaşında isteklerin, otuz yaşında zekanın, kırk yaşında aklın” önemli olduğu sıkça hatırlatılmalıdır. Zamanımız gençleri, gerek ailede, gerekse toplumda içerisinde oldukları dönemin sıkıntılarını, taleplerini düzgün anlatacak ve aktaracak, hatta dini konularda yeterli destek ve-

recek birilerini bulamamaktadırlar. Bir de modern ve sanal hayatın çekiciliği, İslam’ı öğrenme ve yaşamada gençleri zorlamaktadır. Aile ve toplum önderleri, bunları dikkate alarak, yeterli bilgilendirmeyi iyi yapmalı, bunların yaşanabilirliğini de örneklikle göstermelidir ki genç destek olanların farkında olsun. Bu örnekliği gösterirken, genç, söylenenle yaşananlar arasındaki çelişki görürse, sıkıntıya düşer, morali bozulur, iki yüzlülüğü benimser. Anlatılanları anlamaz, anlamak istemez. Güven kaybına uğrar. Cetvel eğri ise çizgi doğru olmaz prensibi asla unutulmamalıdır. Dikkatlerinizden kaçmıyordur. Modern hayat; gence özgürlük adı altında sorumluluktan uzak, istediğini istediği zaman yapan, hesap vermeyen, sosyal ilişkilerini ve arkadaş çevresini sanal ortamla sınırlayan, anlık zevk ve eğlence düşkünü, başarıyı zahmetsiz elde etmek isteyen, geleceğini sadece para kazanmak olarak planlayanlar olmalarını önermektedir. Aile bu pozisyonları göz önüne alarak, hayatın sadece maddi unsurlardan oluşmadığı bilincini evindeki gence vermelidir. Bu konuda da geç kalmamalıdır. Geç kalan ailenin boş bıraktığı alanları birileri mutlaka dolduracaktır. Birileri ise ailenin istediği gibi değil, kendi istediği gibi genci bilgilendirecek ve kendi istikametine uygun yönlendirecek ve biçimlendirecektir. Ancak genç ile ilgilenenler, bu yaş grubunun, aşırı koruyucu-himayeci bir yaklaşımdan rahatsızlık duyduklarını göz önüne almalıdır. Bu duygu göz ardı edilirse genç evden kopar, gence evi dar gelir, bağlarını azaltır. Topluma, çevreye, sokağa korumasız bir şekilde karışır. Ana-babanın öğütlerinden ve kendisine karışmalarından bıkar, soluklanabildiği, özgür davranabildiği yer zannettiği dışarıyla temasını artırır. Dışarıyı kendisi için nefes alabildiği, dilediğini yapabildiği ortam olarak diye düşünür, tabir yerinde ise sokakların çocuğu olur. Sokaktaki sizin gördüğünüz tehlikeleri göremez. Evden ve sizden kopmaması için, kendi hayatı ve evinizle ilgili bazı kararları gencin vermesi ve bazı işlerini yapması, gencin kendisi-

ne bırakılmalıdır. Bütün ihtiyaçları birileri tarafından karşılanan genç ileriki yaşlarda sorumluluk almakta zorlanabilir. Bazı faaliyetlerde yanlış da yapsa sorumluluk verilmelidir. Günümüzde sokağın tuzaklarla, hilelerle dolu olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Evde yeterli donanımlı hale getirilmeyen genç, kontrolün olmadığı sokağın ellerine bırakılırsa hem sizi, hem de kendini epeyce üzer. Sokaklarımız da maalesef gençlerin koruyucu kalkanları olan, abiler, ablalar, racon kesen delikanlılar, dedeler ve ninelerinden mahrum kaldı. Bu saydığımız insanlar sokağın koruyucuları idi. Maalesef toplumun doğal koruyucu dinamikleri olan bu insanlar modern hayatın kirlettiği, kimsenin kimseyi tanımasına fırsat vermeyen yüksek binaların kuşattığı şehirlerde kayboldu. Donanımsız kalan ve kurtuluşu sokakta arayan genç, kendine, topluma, geleceğe zaman ayırmaktan uzak kaldığı için kendisine ait çizgisi de olmamakta, sokakta salaş vaziyette amaçsız dolaşan tiplerden olmaktadır. Toplum içinde düzgün ve iyi bir yer edinemeyen genç, geleceğinden de umudunu keser, topluma sırt çevirir. Biliyoruz ki din ve dünya işlerinde başarılı olmak için hayat boyu düzgün bir çizgi tutturulması ve bunun da sürekliliğinin sağlanması gerekir. Buna da kitabımız Kur’an’ı Kerim, dosdoğru yol( sırat-ı mustakım)da olmak ve doğru yaşamak diye tarif etmekte ve bu tercihi de ömür boyu sürdürmeyi insanlardan istemektedir. Gençleri, kendi değerlerimizi paylaşanlarla arkadaşlık kurmaları, birbirleriyle yakın olmaları ve aralarında dostluk kurmaları konusunda onları rahatsız etmeden bilinçlendirmek gerekir. Ancak gençler, genellikle kendilerine doğrunun ve yanlışın ne olduğu anlatılsa dahi, onu bizzat tecrübe ederek elde etmek ister. Gençlerdeki bu tecrübe isteği, kınanmamalı, kısıtlanmamalı, tecrübe etmesine kontrollü fırsat vermelidir. Bu arada şunu da göz ardı etmemek zorundayız. Aile içerisinde 1- anne babanın kendi yeOcak’17 • 31


Analiz tersizliğinden, 2- anne babanın zamansızlıktan ve kendi keyfinden ödün vermek istemediği için gençlerle ilgilenmemekten dolayı, meydana gelen kırılmalarda aile büyükleri bire bir sorumludurlar. Bunu biraz açacak olursak; gençlerdeki bozulma, gençleri yetiştirmekle görevli olan ailelerin kendilerini yetiştirmemelerinden, onlarla yeterince ilgilenmemelerinden kaynaklanmaktadır. İnançsız evlerde, bilinçsiz aile ortamında yetişen genç, kimlik ve davranış sorunu yaşar. Genç ise sorularına tatmin edici cevaplar ister. Sorularına cevap alamaz, yeterli donanıma sahip olamazsa, başka yerden, sanal dünyadan, yanlış bilgi aktaran merkezlerden sorularına cevap aramaya çalışır. Sizin biçimlendirmeniz gereken gençleri, başkaları biçimlendirecektir. Onlar da sizin talep ettiğiniz gibi değil, kendi istedikleri gibi bilgilendireceklerdir. Bu durum, gencin sizin değil başkalarının genci olduğu sonucunu doğurur. Bu tip gençlerin aileleri ile ilişkileri ciddi anlamda kötüleşir. Birçok işini ailesinden gizli bir şekilde yapmaya yönelir. Bu arada aileden konu açılmışken bir konuyu da dile getirelim. Aileler, hayal edip de yapamadıkları şeyleri ve kendi arzu ettikleri meslekleri seçmelerini gençlerden bekler. Onları kabiliyetlerinin ve ilgilerinin olmadığı alanlara yönlendirir. Bu tip gençler aileyle, çevreyle sürekli çatışır. Başarılı da olamazlar. Ailelerin, gençlerin ilgilerine göre eğitim aldırmaları gerekmektedir. Gençler bu dönemde yapmış oldukları yanlışlıklardan dolayı kınanmayı sevmezler. Yanlışları kendisine hissettirilip izah edilmeli, yaptıkları yanlışlar asla başkalarıyla paylaşılmamalıdır. Gençlerin genelinde kurallara karşı bir tepki vardır. Gençler, yaşları gereği, tartışmaktan ve çekişmekten, gereğinden fazla konuşmaktan büyük zevk alırlar. Bu yaş grubu çevresi tarafından kendilerinin fark edilmelerini ister. Bunun için her şekilde kendini ispat etmeye çalışırlar. Kimi zaman çok konuşarak, kimi zaman aşırı şekilde gülerek, kimi zaman çokça kendini anlatarak, kimi zaman da alakasız 32 • Ocak’17

Analiz şeyleri paylaşarak gösterebilir. Günlük hayatta dert edindikleri şeyler oldukça basit şeylerdir. Bunlardan asla rahatsız olunmamalıdır. Toplum yöneticilerinin ve aile büyüklerinin, gençlere istikbalimizin teminatı sizlersiniz diyerek, onlardan aşırı taleplerde bulunmak ve yapamayacakları görevleri üstlenmelerini istemek veya gençlerden sadece sürekli şikayetçi olmak gibi alışkanlıkları vardır. Gence hedef gösterirken makul hedefler göstermeli, yapamayacakları ve ilgilerinin olmadığı alanları göstermemeli, kendi ilgi alanlarında düzenli çalışmaları ve azimleri sayesinde başarılı olacakları konusunda onlara umut vermelidir. Gençlere küçük çocuk gibi davranmamalı, çocuk muamelesi yapmamalıdır. Genci eğitme tarzı, bir çocuğa öğretir gibi dikte ile değil, rehberlik yapma şeklinde olmalı, gencin bir şeyler öğrenmesine yardımcı olmak şeklinde olmalıdır. Çünkü genç insan, bu döneminde, kimlik arama, sorgulama ve değer sistemine kavuşma dönemini yaşamaktadır. Kimliğin oluşmasında etkili olan, dini ve sosyal çalışmaların etkisi daima göz önünde bulundurulmalı, gençlerin, dini, sosyal ve siyasal faaliyetlerde aktif hale gelmeleri sağlanmalı, öğrendiklerini bu faaliyetlerle sahada göstermelerine imkan vermelidir. Bu da ancak gençlerin, umut ve hayallerini sürekli canlı ve diri tutmakla sağlanabilir. Fikren ve fiziken diri olanlar; çözüm üreten, iddia sahibidirler. Değerlerini başkalarına aktarmada zorlanmazlar. Bu özellikleri elde etmiş gençler, evlerinde, okullarında ve sosyal hayatta iyi davranışlarıyla modellik edebilirler. Rol modelliği biçimlendiren ise dini eğitimdir. Dini eğitim salt bilgi edinmek amaçlı olmamalıdır. Dini eğitim kişiye ve topluma katkı sağlamak, kişiyi ve toplumu değiştirip dönüştürmek için edinilmelidir. Dini eğitim, bilgi eğitimi olduğu kadar duygu eğitimidir. Bilgi yoğunluğundan ziyade bunun hayatta yer edinmesini ve yaşanmasını sağlayacak duygu yoğunluğuna dikkat çekerek gençlere yön tarif edilmelidir.

Amacına uygun verilen dini bilgi, gencin ilahi mesajı içselleştirmesine, dinin sadece öte dünya için değil bu dünyadaki işler için gerekli olduğu bilincine öncelikle sahip olmasını sağlar. Bu da ilahi emir ve yasaklara uyma, ibadetlerde düzenlilik ve devamlılık, başkalarının hak ve menfaatlerini gözetme olarak kendini gösterir. Tabiki dini temsil edenlerin, güzel bir örneklik ve sorumluluk sahibi olmaları gençlerin işlerini kolaylaştırmada en önemli unsurdur.

İyi Bir Rol Model Rol modelliği iyi yapan temsilcilerden etkilenen gençler; dini değerlerle donanmış, onları hayat tarzına dönüştürmüş, azim ve kararlılıkla topluma hizmet etmeyi seven, dürüst, dinamik, çalışkan, girişimci, gelişime açık, söz ve iddia sahibi, dünyayı ve ahireti iyi algılamış önder ve öncüler olarak şekillenirler. Öncü olarak şekillenen, dini hayat tarzı olarak benimsemiş gençlerin iş ve el birliği, dinin yayılmasındaki engelleri ve zorlukları ortadan kaldıracağı ve gençlerin ilkeli, inatçı ve kararlı bir mücadele ile ilahi mesajın toplumda yer edineceği bilincine çabuk ulaşacağı unutulmamalıdır.

Çünkü gençler toplumun problemlerine daha duyarlıdırlar. Problemleri tanıma ve onlara uygun çözüm üretme konusunda daha atak ve ısrarcıdırlar. Çözüm üretmede geç kalmak istemezler. Geç kalındığı zaman başkalarının çözümlerinin devreye gireceğini iyi bildikleri için, bundan hoşlanmazlar. Kendi projeleri ile toplumun önüne çıkmak isterler. Gençler için boş vakitler, önemli sorunlardandır. İnsanın boş vakti gibi bir zamanının olmaması gerektiği bilinci verilmelidir. Vaktini, kendisini yetiştirmeye, başta ailesi ve toplumu uyarıp değiştirmeye gayret göstererek doldurmaları gerektiği şuurunu vermelidir. Toplumsal değişimde rol alarak bir şeyler yapmanın başarıyı getireceği, başarının ise iyi bir yapılanma ve ortak bir birliktelikte sağlanabileceği, toplumların ancak birlikte yapılan çalışmalarla değişebileceği, bunu gerçekleştirirken de muhataplarıyla ayrılık noktalarından ziyade ortak noktalarını çoğaltmak gerektiği hatırlatılmalıdır. İbadet, günümüz gençlerinin hayatında yeterli derecede kendine yer bulamamakta. Oysa iman etmekle kabul edilen İslami değerlerin, Ocak’17 • 33


Analiz

Analiz

ibadetlerle hayatta yaşanılır kılınması gerektiği, namaz, oruç, zekat, tevbe, dua gibi konuları gençlerin ıskalamaması vurgusu yapılmalıdır. Kendisini müslüman olarak adlandıran gençlerde bile imanın eylemsel şekli olan ibadetler göz ardı edilmekte, özellikle namaz kılma alışkanlığı ortadan kalkmaktadır. Günahın, “imanla amel arasındaki bağın” kopmasından doğduğu, bu bağı koparmamaları gerektiği hatırlatılmalı, sadece inandım demenin yetmediği, inandığı şeylerin hayat tarzına yansıması ve dönüşmesi gerektiği vurgusunu yapmalıdır. Genç, dinin “iman, ibadet ve ahlâk” esaslarından oluştuğu ve bu bütünlüğün hiçbir zaman bozulmaması gerektiği bilincini edinmesi gerekir. Ahiret hayatının gerçek ve sonsuz bir hayat olduğu, esas kazanılması ve mutlu olunması gereken hayatın ahiret hayatı olduğu, bunun da yukarıda bahsedilen üçlünün birbirinden ayrılmadan kavranması ve yaşanılması ile sağlanabileceği, dünya hayatının hesabının görüleceği yer olan ahiret hayatında mutlu olmanın bu üçlüye tam bağlılıkla gerçekleşeceği hiç akıllarından çıkartılmamalıdır. Din bilerek ve arzu ederek tercih edilen bir değer olduğu zaman daha kıymetlidir. Genç, dinden haberdar olmanın başka, dindar olmanın başka olduğunu bilmeli, dolayısı ile tercihini bilerek yapmalı ve dinde derinleşmeli; müslüman kimlik edinmeye gayret etmelidir.

mayanın, yaşadığı teslimiyet problemi zaman-

Çocukları ve gençleri dini değerlerle tanıştırırken onların kuru kuruya taklitçi olmamaları için dikkat etmek gerekir. Taklitçilikle ve ezbercilikle dindar olunmaz. Din, bilerek tercih edilen bir değer olmalıdır. Neye ve nasıl iman edilmesini, yol gösteren ilahi mesajı, yolu tarif eden sünneti gereği gibi kavramalı, teslimiyet problemi yaşamamalıdır. Gençler dini hayatlarını bilerek ve isteyerek inşa etmelidirler. Dinin ana kaynağı Kur’an ve onun hayata yansıyış biçimi olan Rasululullah’ın sünneti genç tarafından iyi kavranmalı ve bu iki ana kaynak, gencin hayatında sürekli yer edinmelidir. Neye ve niçin iman etmesini bilmeyen ve farkında ol-

ler. Gencin yaşadığı bu değişim süreci sabırla

34 • Ocak’17

Devletin Dağ Gibi İletişim Sorunu

la onu teslim alır, inandığı değerlerden zaman zaman tavizler verir. Yasaklar meşru hale gelebilir. Özellikle haram ve helal sınırlarının çokça karıştığı günümüzde, gençler haramın ve helalin sınırlarını zorlamaktadırlar. Modern hayatın kendilerine sunduğu seküler hayat tarzı ile aileden gelen dini kültür ve geleneklerin çatıştığı bir ikilemi yaşamaktadırlar. Bu ikilemle karşı karşıya kalan genç, haram alanlara asla girmemeli, modern hayatın kurduğu tuzaklarına düşmemeli, bunu sağlamak için de taklitçi bir imandan ve yaşayış biçiminden ziyade farkında olunan bir imanı ve yaşayış tarzını öğrenmelidir. Genç ile ilişki kuranlar, samimi olmalıdır. Şekilcilikten arındırılmış ve içten gelen bir ilişki biçimi genci olukça etkiler. İçselleşmiş bir arkadaşlık ve dostluk gören genç, hesapsız bir şekilde kendisine yaklaşanlarla hemen özdeşleşir. Sevgi ve samimiyetle geliştirilen ilişkiler, daha işlevsel ve daha etkili olduğundan gencin değişimi hızlanır ve kendisinden istenen sorumlulukları üstlenmesinde sıkıntı yaşamaz. Akıllı aile büyükleri ve eğiticiler gençle kurdukları temasta öncelikle gençlerin davranış değişimini öncelemelidir. Ancak gencin değişim sürecinin biraz zaman alacağını iyi bilmelidir-

Mahmut Resul KARACA

A

k Parti iktidarı 14. senesini yaşıyor. Bu 14 senede bir çok kanun, yasa tasarısı, kararname vs, meclise sunuldu, geçirildi, reddedildi veya kamuyounda tartışmaya sunuldu. Çıkarılacak olan yasanın halkın yararına olup olmadığı konusunda bilgilendirme yapmak, kamusal rıza üretimini sağlamak yerine her defasında polemik yolu seçildi. Başlangıçta ülke gündemini de belirleyen bu yol sosyal medya diye bir mecranın günümüzde hayatımıza yerleşmesi anlık haber paylaşımlarıyla doğru yada yanlış bilginin hızla yayılmasıyla ayrı bir boyuta ulaştı.”We are social” raporuna göre 78 milyonluk türkiyenin 46.3 milyonunu internete bağlanıyor. İnternet kullanıcılarının 42 milyonu aktif olarak sosyal medyada yer alıyor. Bu kullanıcıların 36 milyonu ise sosyal medyaya mobil cihazlardan ulaşıyor. Bu artık herhangi bir şeyin internet ortamında çok çabuk yayılabilmesi anlamına geliyor. Devlet erkanı bir kaç açıklama ile ortalıktan çekilirken, onlardan arda kalan zamanda halkı ikna etmek ya da muhalefet etmek için fazlasıyla sosyal medya operasyoneli hesap devreye gi-

riyor. Seçme kelimeler, bağlamından koparılan cümleler, yahut hiç sarfedilmemiş açıklamalar bir çok operasyonel hesap tarafından binlerce bot,sahte hesap ile sanal gündemler oluşturuluyor. Müzmin muhalefet tipler ve saf insanlar araştırma gereği duymadan karşı cenaha duyduğu kin ile bu paylaşımlara inanıyorlar ve bu operasyonun istemeden parçası olabiliyorlar. Profesör de bu operasyonlara malzeme taşıyor, Anadolunun bir kasabasında bakkal kasasında duran bir esnafta istemsiz tetikçiliğin kurbanı oluyor. Tüm farklı toplumsal tabakaları motive eden yegane unsur ise karşı cenaha duydukları doyumsuz kin ve nefret duyguları. Suç kimin peki koca bir boşluk bırakan iktidar/ devlet mekanizmasının mı yoksa koca boşlukta at koşturan ahlak yoksunlarının mı? Yoksa bunlara alet olan halkın mı? 14 yıllık iktidar sürecinde yönetim şekli gibi çok önemli tartışmalar gündeme getiriliyor. Fakat bu tartışmayı gündeme getiren meselenin nasıl tartışılacağına dair bir veri sunmuyor, itiraz eden de neye itiraz ettiğini bilmiyor. AB, ABD ve yakın komşular ile 3-4 senelik çıkar ça-

takip edilmeli ve kesintisiz desteklerle süreci tamamlamalarına yardımcı olunmalıdır. Şunu unutmamak gerekir ki sürekli eğitimin değiştirmeyeceği kimse yoktur. Kayaları eriten dalgaların sertliği ve boyutları değil, sürekliliğidir. Genç şunu unutmamalıdır: İyi bir tarih okuması yaptığı zaman, imanın getirdiği samimiyet, cihat ruhuyla yapılan fedakarlık, kararlılık ve azimle yürütülen mücadele, ahlâk ve iyi muamele ile yapılan tebliğ ve davetin, muhataplarında hemen karşılık bulduğunu görecektir. Ocak’17 • 35


Analiz

Gezi

tışması, mevcut karşılıklı restleşmeler sonucu ortaya çıkan dış basındaki dezenformasyon ve algı operasyonları herkesin bildiği fakat ne hikmetse herhangi bir karşı argüman üretecek kanalları açmaya yanaşmadığı bir durum. Devlet acemi bir boksör gibi sürekli kafasını korumanın derdinde. Halbuki kafa her zaman gövdeden daha dayanıklıdır. İletişim kanallarını açık tutmak ve ulusal, uluslararası kamuoyunu doğru enforme etmek yumuşak karnımız olan olumsuz algılara karşı gövdeyi çelikleştirebilir. Mesele ciddiyetle ele alınabilirse tartışmalarımızı daha sağlam bir zemine oturtabilir kamuoyu algılarının dış istihbarat örgütleri tarafından fonlanan araçlar tarafından yönlendirilmesine engel olabilir. Örnek vermek gerekirse Milli Eğitim Şurası toplanıyor ve Osmanlıca ile ilgili bir karar alıyor. Gelin yurtdışından beslenen bir medya kuruluşunda yansımalarına bir bakalım... 04 Aralık 2014 19:52 Osmanlıca zorunlu ders oluyor! http://t24.com.tr/haber/osmanlica- zorunluders-oluyor, 279382 05 Aralık 2014 07:56 ‘Osmanlıca, AKP’den çok daha önemli konu’ http://t24.com.tr/…/osmanlica-akpden-cokdaha-onemli-konu,2… 05 Aralık 2014 23:05 Eski AKP’li vekilden Osmanlıca’yı eleştirenlere: Nerede Bizans Tohumu varsa belli edecek kendini http://t24.com.tr/…/eski-akpli-vekildenosmanlicayi-elestir… 06 Aralık 2014 21:27 2. Abdülhamit’in torunu: Osmanlıca zorunlu değil seçmeli olsa daha iyi olur. http://t24.com.tr/…/2-abdulhamitin-torunuosmanlica-zorunlu… 07 Aralık 2014 16:26 Gülse Birsel’den ‘Osmanlıca’ çıkışı: Önce Türkçe öğretin! http://t24.com.tr/…/gulse-birseldenosmanlica-cikisi-once-t… 08 Aralık 2014 11:33 Erdoğan: İsteseler de istemeseler de Osmanlıca öğrenilecek 36 • Ocak’17

Trenle Şark’a Yolculuk

http://t24.com.tr/…/din-adami-maskesitakan-sarlatanlar-ulu… 08 Aralık 2014 13:37 ‘Osmanlıca Türkçedir, nedir bu Osmanlı alerjisi anlamıyorum’ http://t24.com.tr/…/osmanlica-turkcedirnedir-bu-osmanli-al… 08 Aralık 2014 14:29 Cem Yılmaz’dan Osmanlıca eğitime gönderme http://t24.com.tr/…/cem-yilmazdanosmanlica-egitime-gonderm… 08 Aralık 2014 17:38 Hüseyin Aygün: Çocuğuma, Osmanlıca ve Arapça öğrettirmem, gitsin sınıfta kalsın. 10 Aralık 2014 11:09 Beşir Atalay’dan muhalefete ‘Osmanlıca’ tepkisi: Sokağa çıkamazlar. 12 Aralık 2014 11:15 Osmanlıca dersini protesto eden Dev-Lis üyelerine önce psikologlu sonra demir makaslı müdahale! 24 Aralık 2014 16:04 Erdoğan Harf Devrimi’ni eleştirdi: Dilimiz bilime son derece müsaitti, bir sabah kalktık, bir baktık ki o dil yok. 31 Aralık 2014 10:25 İHH Başkanı: Osmanlıca eğitime karşı çıkanlar ne kadar cahil. Daha fazla haber alt alta sıralanabilir. Fakat mesele müspet ve menfi yönleriyle tartışılmıyor. Karşılıklı laf salataları ile adeta bilinçli bir şekilde boğduruluyor. Ve sokağa çıkamazlar kadar keskin bir söyleme kadar indirgeniyor. Halk nezdinde konu partiler arası güç mücadelesi aracına dönüşüyor ve oy verdiğim partinin görüşünü destekliyorum hissiyatı ile toplumsal gruplar harekete geçiriliyor. Halbuki şura meseleyi tartışmaya açmıştı. Artılarıyla ve eksileriyle kamuoyu tartışsın demişti. Burada kamuyu doğru enforme etmekle görevli kuruluşlar çeşitli afiş, infografik, kamu spotları, kamuoyunda olumlu algılara sahip isimlerle yapılacak röportajlar ile meselenin doğru biçimde ele alınmasını sağlayabilirlerdi.

İsmail Yasin AVCI

E

skiler “Evvel refik, badel tarik.” derlermiş. Epey zamandır trenle şark yolculuğuna niyetleniyordum ancak güvenlik problemi olan bir bölgede uzun bir yolculuğa çıkabilecek refik bulamıyordum. Nihayetinde Kürtçeye vakıf bir refikle, Mehmet Özek kardeşimle vurduk yollara. Doğu Ekspresi treniyle Ankara`dan başlayan bir haftalık yolculuğumuz boyunca karayoluyla Kars, Ağrı ve Van’ı dolaşarak yerel sivil toplum kuruluşlarına misafir olduk. Böylece şarkın tarihi, kültürel ve siyasi atmosferini teneffüs etme fırsatı yakaladık. Nihayetinde Van Gölü Ekspresi treniyle Ankara’ya dönerek yolculuğumuzu tamamladık. Doğu Ekspresi ve Van Gölü Ekspresi trenleriyle şark yolculuğuna çıkmak isteyen ancak muhtelif bahanelerle bu yolculuğunu erteleyen pek çok genç tanıyorum. Bu yazı vesilesiyle bahanelerinizi bir tarafa bırakarak, şarkın garba çok yakın olduğunu hissetmeniz temennisindeyim. Yolunuz açık olsun.

Doğu Ekspresi Doğu Ekspresi, Ankara-Kırıkkale-KayseriSivas-Erzincan-Erzurum-Kars güzergâhında haftanın her günü saat 18.00`de Ankara`dan hareket ediyor ancak yol çalışmalarından dolayı 11 Aralık 2017 tarihine kadar hareket noktası olarak Irmak belirlenmiş. Ankara garı önünden kalkan ücretsiz otobüslerle Irmak’a gelerek yolculuğumuza buradan başlıyoruz. Trende koltuklu vagon, kuşetli vagon ve yataklı vagon olmak üzere üç çeşit vagon bulunuyor. 13-26 yaş arası genç tarifesiyle koltuklu vagon 36 TL, dört kişilik kuşetli vagon 51 TL, iki kişilik yataklı vagon 106 TL ile ücretlendirilmiş. 24 saatlik uzun bir yolculuk olması hasebiyle kuşetli vagonu tercih ediyoruz. Kuşetli oda ikişer kişilik karşılıklı iki koltuktan oluşuyor ve yukarıdaki iki yatak açılarak dört yataklı bir odaya dönüşüyor. Yanınızda nevresim getirmenize gerek yok, görevliler tarafından paketlenmiş temiz

Ocak’17 • 37


Gezi

nevresimler dağıtılıyor. Odada bir adet priz ve dört sırt çantası kapasitesinde bagaj bulunuyor. Oda yazlık kıyafetlerle durabilecek kadar iyi ısıtılıyor ancak Kars’ın Türkiye’nin en soğuk şehri olduğunu unutmayın. Kuşetli oda dört kişilik olduğu için trenin tamamen dolması halinde kadınlar ve erkekler ayrılarak odalardaki boşluklar dolduruluyor. Dolayısıyla yolculuğunuza iki veya üç kişi çıkıyorsanız odanıza yabancı birinin yerleştirilme ihtimali var. Eğer odayı tamamen kapatmak isterseniz boş koltukları 38 liralık çocuk tarifesinden satın alabilirsiniz. Yataklı odalarda ise iki yatak, lavabo ve buzdolabı bulunuyor. Yataklı oda kuşetli odadan daha geniş ancak öğrenci bütçesini aşacağı kanaatindeyim. Trenin bir vagonu yemekhane olarak düzenlenmiş. Çay ve kahve servisinin de bulunduğu yemekhanede tavuk sote 12 TL, sandviç 6 TL ile ücretlendirilmiş. Ücret kredi kartı ile ödenebiliyor ancak pek çok yerde internet çekmediği için nakit

38 • Ocak’17

Gezi taşımanızda fayda var. Bununla birlikte trene dışarıdan yiyecek ve içecek getirmek mümkün. Tren ilçelerde 3-5 dakika, illerde 5-10 dakika duraklıyor. Böylece duraklarda market alışverişi yapabilirsiniz. Durağa yaklaşmadan önce internetten yemek siparişi vermeniz halinde ise güzergâhtaki restoranlar siparişinizi gara kadar getiriyor. Bu yolla Erzurum`da cağ kebabı yemenizi tavsiye ederim. Biletinizi yolcu.tcdd.gov.tr adresinden ve TCDD mobil uygulamasından satın alabilirsiniz.

Kars 24 saatlik muazzam bir yolculuğun ardından Kars’a ulaşıyoruz. Uzun bir yolculuk olması sizi korkutmasın. Yatağınıza uzanıp karlı dağları seyrettiğimiz bir tren yolculuğu insanı yormak şöyle dursun adeta dinlendiriyor. Kars bizi oldukça sıcak, -10 dereceyle karşılıyor. Sıcak derken kinaye yapmıyorum, Karslılar -20 dereceye kadar günlük yaşamlarına rahatlıkla devam edebiliyorlar. Kars’ta ilk günümüzde şehri dolaşmaya başlıyoruz. Kars 1877-1918 yılları arasında 40 yıl Rus işgali altında kalmış bir şehir. Birçok kurum halen tarihi Rus binalarını kullanmaya devam ediyor. Şehrin sert Rus intizamıyla kurulmuş sokaklarını hissedebilmek için Kars Kalesi’ne çıkıyoruz. Karslılar “Kaleye çıkan Kars’a tekrar gelir” diyorlar. Ruslardan

Vali Konağı

kalan ihtişamlı yapıların başında Cheltikov Konağı geliyor. Cheltikov ailesi 93 Osmanlı-Rus Harbi’nden sonra birçok Rus aileyle beraber Kars’a yerleşmiş. Bu aileler 40 yıllık Kars serüvenlerinde Baltık mimarisiyle Kars’ı yeniden inşa etmişler. 1917’de Rus çarının Beyaz Ordusu, Sosyalistlerin Kızıl Ordusuna yenildikten sonra Sovyet Devrimi gerçekleşmiş. Devrimciler Kars’ta bulunan subayları hain ilan ederek Sovyet topraklarına dönmelerine izin vermeyince Cheltikov ailesi Avrupa’ya göç etmek zorunda kalmış. Baltık mimarisiyle inşa edilmiş ihtişamlı binalardan bir diğeri ise Vali Konağı. 1883’te yapılan bina aynı zamanda Kars Antlaşması’nın imzalandığı yer olarak biliniyor. Hikâyeye göre, Rusların şehri ele geçirmesinin ardından halk arasında domuz ürünlerinin şehre yayıldığı dedikodusu çıkmış. Bu dedikoduyu fırsat bilen Erzurumlu bir tüccar şehre toptan mal getirerek kısa sürede zengin olmuş ve Vali Konağı’nı inşa etmiş. Baltık mimarisiyle yapılan büyük binaların soğuk iklimlerde nasıl ısıtılabildiğini merak ederdim. Baltık mimarisi peç adını verdiği sistemle, şömineden çıkan sıcak havayı duvarlar arasındaki boşluklarda dolaştırarak bu problemi aşmayı başarmış. Kars’a kadar gelmişken meşhur kaz etini tatmak için restoran aramaya başlıyoruz. Bu sırada sokak aralarında kaz pazarlarıyla karşılaşıyoruz. Canlı kazın tanesi 130 liraya satılıyor ancak bir kazın dörtte birine tekabül eden bir porsiyon kaz restoranlarda 70 liraya satılıyor. Siz de kaz eti yemeden dönmek istemiyorsanız Ocakbaşı Restoranı tercih ede-

bilirsiniz. Kars’ta ikinci günümüzde şehre bir saat mesafedeki Ani Harabelerine gitmeye karar veriyoruz. Şehir merkezinden Ani Harabelerine hafta içi her gün dolmuş kalkıyor ancak dolmuşlar hafta sonu çalışmıyor. Hal böyle olunca biz de otostopla yollara düşüyoruz. Doğu’da otostop çekmenin tehlikeli olduğunu düşünebilirsiniz ancak daha önce Mardin’e kadar otostopla gitmiş biri olarak söyleyebilirim ki, korkulacak hiçbir şey yok. Ani, TürkiyeErmenistan sınırını ayıran Arpaçay boyunca kurulan ve UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde bulunan 12 asırlık bir şehir. Sultan Alparslan, Malazgirt’ten 7 sene önce Ani’yi fethederek Anadolu’da ilk Cuma namazını Ani Katedralinde kılmış ve Şehristan adında ilk Türk şehrini burada kurmuş. Sultan Alparaslan’ın Ani surlarına işlettiği “Batı’ya yürüyen aslan” figüründen etkilenmemek mümkün değil. Hele bir de Batı’ya yürüyüşümüzün hızlandığı şu zamanlardan geçerken… Akşam saatlerinde Ağrı’ya geçmek istiyoruz ancak Kars’tan Ağrı’ya 10.30’da olmak üzere günde sadece bir otobüs kalkıyor. Biz de Kars-Erzurum otobüsüyle Horasan’a geçerek oradan da Erzurum-Ağrı otobüsüne binmeye karar veriyoruz. Horasan’da otobüsü beklerken buz gibi havada bir Anadolu kahvesine giriyoruz. Bir çaya 5 lira verilen şehirlerden çayın 50 kuruş olduğu bir şehre geldiğimiz için acayip mutluyuz. Kar suyuyla yapılan, kıtlamayla içtiğimiz çayın tadı hala damağımda…

Ocak’17 • 39


Gezi

Gezi Ağrı

İki saatlik otobüs yolculuğuyla Ağrı’ya ulaşıyoruz. Ağrı ne yazık ki epey geri kalmış bir şehir. Meşhur Ağrı dönerini yedikten sonra zaman kaybetmeden Doğubeyazıt’a geçiyoruz. Doğubeyazıt, İran sınırında olması hasebiyle Ağrı’yı aratmayacak kadar hareketli bir ilçe. Hatta bize refakat eden arkadaşımız İran’a gidebileceğimizi söylüyor. “Nasıl gideceğiz” diyorum, “ burada sorun değil, otobüse binince bir yolu bulunuyor” diyor. Doğubeyazıt ovasını olanca ihtişamıyla seyreden İshak Paşa Sarayı’na çıkıyoruz. Çıldır Valisi İshak Paşa adına 99 yıllık inşa sürecinin ardından 1784’te tamamlanan saray, dünyada kalorifer sistemi kullanılan ilk saray olma özelliğini taşıyor. 366 odalı sarayın som altın kapısı 1917 Rus ihtilalinde Moskova’ya kaçırılmış. Saray hakkında birçok hikâye anlatılıyor. Rivayete göre dağlarda yaşayan çobanların sağdıkları süt özel bir boru tesisatıyla saraya gelerek çeşmelerden akıyormuş. İshak Paşa Sarayı’nın hemen arkasında Kürt alim Ahmed-i Hani’nin türbesi bulunuyor. Ahmed-i Hani Kürtler nazarında o kadar önemli bir alim ki, Doğubeyazıtlılar halen büyük bir yemin edeceklerinde “Sere Xani Baba” (Hani babanın başı için) diyorlar. Doğubeyazıt’ın her yerinden Ağrı Dağı gözümüze çarpıyor. Ağrı Dağı hakkında asırlardır kimseye faydası dokunmamış bir tartışmadan haberdarsınızdır; Hz. Nuh’un gemisi nerede karaya oturdu? Bugün birçok görüş arasından Ağrı Dağı, Cudi Dağı, Musul ve Şam görüşleri üzerinde yoğunlaşılmış. Ağrı Dağı görüşü Tevrat’taki “Gemi Ararat dağlarına otur-

40 • Ocak’17

du.” beyanını esas alıyor ancak muhalifler Ararat kelimesinin dağlık bölge anlamında cins bir kelime olduğunu söylüyor. Cudi Dağı görüşü ise Kur’an-ı Kerim’deki “Gemi Cudi’ye oturdu.” ayetini ve Hz. Nuh’un “Ya Rabbi, beni bereketli topraklara indir.” duasını esas alıyor. Bu duaya binaen Ağrı Dağı’nın yaşama elverişli olmadığı, Cudi Dağı’nın ise yaşama elverişli olduğu delil gösterilerek Ağrı Dağı görüşü çürütülmüş. Bir yandan da Cudi Dağı görüşüne muhalif Elmalılı tefsirinde, cudi kelimesinin yüksek yer anlamında cins bir kelime olduğunu söylemiş. Herhalde bize düşen, Allahualem demekten başka bir şey değil.

Van – Tatvan – Van Gölü Ekspresi İki günlük Ağrı gezimizin ardından dört saatlik otobüs yolculuğuyla Van’a ulaşıyoruz. Van’ın yaz aylarında gezilmesi gereken bir şehir olduğu söyleniyor. Öyle ki Van Gölü etrafındaki Gevaş ve Erdemli ilçeleri yaz aylarında Akdeniz şehirlerini aratmıyormuş. Zaten Vanlılar da Van Gölü’ne deniz diyorlar. Van’a kadar gelmişken meşhur Van kahvaltısı yapmadan dönmek istemiyoruz. Batı’da Van kahvaltısı adı altında soygunculuk yapan

işletmelerden Van’da da epey var. Yolculuklarımda edindiğim naçizane bir tecrübedir; gittiğiniz şehrin yöresel yemeklerini tatmak isterseniz meşhur olmayan yerleri de rahatlıkla tercih edebilirsiniz. Van’da görülmesi gereken yerlerin başında Van Kalesi geliyor. 30 asırlık muazzam bir kale olmasına rağmen Van Kalesi de Doğulu olmanın bedelini ödüyor. Bu denli tarihi bir kale Batı’da inşa edilseydi dünya çapında tanınacağından şüphe yok. Van Kalesi’nin ardından, vaktimiz kısıtlı olduğu için İran ürünlerinin satıldığı Büyük Rus Pazarı’nı pas geçerek, Akdamar Adası’na gitmek istiyoruz ancak hava muhalefetinden dolayı tekneler çalışmıyor. Akdamar Kilisesi, Kudüs’ten kaçırılarak 14 asır önce Van’a getirilen Hakiki Haç’ı korumak amacıyla inşa edilmiş. İnanması güç ancak kilisenin duvarlarında Van Gölü Canavarını andıran figürler bulunuyor. Bize refakat eden Vanlı ağabeyimiz, Van Gölü Canavarının 1993’te Türkiye gündemine düşmüş olmasına rağmen 1993’ten önce de Vanlı ninelerin bu hikâyeyi torunlarına anlattığını söylüyor. Hatta o kadar ki, Van Gölü Canavarı, 1889’da İstanbul’da yayınlanan Saadet Gazetesi’ne manşet olmuş. Habere göre, Ahlat sahilinde abdest almak için göl kenarına inen bir adamı bacağından yakalayan canavar, 25 metre zıpladıktan sonra adamı göle çekmiş. Haberin sonunda yapılan yorum ise hayli ilginç: “İlk bakışta böyle bir rivayetin külliyen asılsız olmasına hükmetmek lazım gelir. Çünkü bunda akıl, fikir ve zihne uyan bir cihet yoktur. Fakat ravileri çok ve bir de musibete duçar olan şahsın arkadaşla-

rı tarafından şahit olunarak gelen bir haber olmasına bakılınca insanın hayret etmemesi imkansız görülür.” Ertesi sabah trenimizin hareket edeceği Bitlis Tatvan’a doğru yola çıkıyoruz. Van’dan Tatvan’a feribotla dört saatte, karayoluyla iki saatte gidiliyor. Bitlis’in, Türkiye’nin en fazla kar yağışı alan şehri olduğunu Tatvan’da yaşayarak öğreniyorum. Geceyi yoğun kar yağışı altında geçirerek sabah 5’de meşhur Avşor çorbasını tatmak üzere uyanıyoruz. Avşor çorbası, büryan etinden yapılan ve sadece sabah 5-9 saatleri arasında içilebilen bir çorba. Tuzlu su anlamına gelen avşoru da içtikten sonra dönüşe hazırız. Van Gölü Ekspresi, Ankara’dan Salı ve Pazar günleri saat 11.00’de, Tatvan’dan Salı ve Perşembe günleri saat 08.00’de hareket ediyor. Tatvan-Muş-Elazığ-Malatya-Sivas-KayseriKırıkkale-Ankara güzergâhında 26 saat süren seferler, Doğu Ekspresi treniyle aynı özelliklerdeki trenlerle ve aynı ücretlerle yapılıyor. Van Gölü Ekspresinde, Doğu Ekspresine nazaran daha az yolcu olduğu için dört kişilik kuşet-

Ocak’17 • 41


Gezi

Portre

li odada iki kişi kalma ihtimaliniz yüksek. Doğu Ekspresi’nin Erzurum durağında cağ kebabı yediğiniz gibi, Van Gölü Ekspresi’nin Kayseri durağında mantı yiyebileceğinizi unutmayın.

Bölgeye Dair İzlenimler Çözüm masasının terör örgütü PKK/HDP tarafından devrilmesiyle başlayan çatışmalar aylardır devam ediyor. Çözüm Süreci’nin ardından başlayan çatışmalar sebebiyle kapatılan yolların neredeyse tamamı operasyonlar neticesinde açılmış durumda. Bu yollardan birisi de aracımızla rahatlıkla geçebildiğimiz Van-Tatvan karayolu. Bu yol üzerindeki birçok köy 90’lı yıllardaki yanlış devlet politikaları neticesinde “6 saat içerisinde köyü boşaltın” uyarısının ardından asker tarafından yerle bir edilmiş. Çözüm Süreci ile 90’lı yıllardaki yanlış politikalardan vazgeçerek yeni bir sayfa açmak isteyen devlet, PKK/HDP’nin çözümsüzlüğe ve silaha dayalı siyaseti neticesinde Çözüm Süreci öncesindeki çatışma ortamına dönmek zorunda kaldı. Çözüm Süreci sırasında Batı’daki vatandaşlara izah etmekte zorlanacak kadar radikal adımlar atan devlet, Suriye olaylarının da etkisiyle, bağımsız Kürt devleti hayali kuran insanları karşısında buldu. Kürtler, PKK’nın hendek siyasetine HDP kanalıyla kısa vadede destek verse de, çatışma ortamında evlerine ekmek dahi götüremediklerini idrak etmeleriyle desteklerini geri çektiler. Kepenk indirmek zorunda kalan, evleri mevzi olarak kullanılan Kürtler nihayetinde pembe rüyalardan uyandılar. HDP; Nusaybin’de %90, Cizre’de %93, Sur’da %75, Silopi’de %88 oranında oy almasına rağmen bu ilçelerin toplam nüfusunun %25’i göç etmek zorunda kaldı. Bugün geldiğimiz noktada Kürtler HDP’li belediye başkanlarının ve milletvekillerinin tutuklanmalarına sessiz kalıyorlar. Bu sessizlikte OHAL’in etkisi olmakla beraber, bu durumu sadece OHAL etkisiyle izah etmek bölgede değişen zihniyeti okuyamamak anlamına geliyor. Zira hendek siyasetine kurban edilen Kürtler, aylardır PKK/HDP’ye tepkilerini hissettirebile-

42 • Ocak’17

cek bir yolun arayışındalardı. Nihayetinde tutuklamalara sessiz kalarak bu tepkilerini PKK/ HDP’ye hissettirmeyi başardılar. Kürtlerin ekseriyeti bugünkü tablonun sorumlusu olarak PKK/HDP’yi görse de bu durum Kürtlerin PKK/ HDP’den tamamen vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Bugünden sonra atılacak doğru adımlarla, Kürtlerin HDP’den tamamen vazgeçtiği günlerin gelmesi ise hayal değil. Devletin, milliyetçi söylemlerin zirveye tırmandığı günlerden geçmemize rağmen, bölgede kalıcı çözümün sadece operasyonlarla sağlanamayacağının bilincinde olduğunu ve aklıselimle yapıcı adımlar attığını yerel sivil toplum kuruluşları temsilcilerinden memnuniyetle dinliyoruz. Bu minvalde mutedil STK yöneticileriyle düzenli olarak görüşen valiler, ortaokullardan başlamak üzere devlet okullarında ve yurtlarında mutedil STK mensuplarının rahatlıkla programlar düzenleyebilmelerini sağlıyor. Bölgenin geleceğine dair umut veren başka bir hadise ise, her ne kadar Batı’da milliyetçi söylemler altında ezilerek görmezden gelinse de, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu şehirlerindeki 15 Temmuz direnişi. Öyle ki, 15 Temmuz’da Türkiye’de yürütülen 76 tankın 16’sı Kars’ta yürütülmesine rağmen Türkler ve Kürtler darbecilere geçit vermemişler. Aynı saatlerde Ağrı Doğubeyazıt Mekanize Tugay Komutanı ciddi bir kalkışma tertipleyerek Vali ve Kaymakamı gözaltına almak istemiş ancak Türkler ve Kürtler burada da darbecilere geçit vermemiş. Van’da ise darbenin başarılı olma ihtimaline karşı 400 Vanlı darbecilere karşı çatışmaya hazır hale geçmiş, hâsılı uçurumdan dönmüşüz. Hepsinden de öte; PKK, HDP, Kürtçü ve Türkçülerin muhtelif zulümlerine rağmen mallarıyla ve canlarıyla bedel ödeyen, şarkın İslam ile yoğrulduğunu unutmayan Kürtler hala ayaktayken bize umutsuzluk yakışmaz. Vesselam.

MEHMED ZAHİD KOTKU HOCAEFENDİ Sümeyye RAZİ

“Ne dervişlikte, ne şeyhlikte, ne imamlıkta iş yok. İş, Allah’ın rızasını kazanabilmekte. İş, Allah’ın rızasını kazanabilmekte. İş, Allah’a kul olabilmekte.”

M

ehmed Zahid Kotku Hoca Efendi’nin Türkiye’nin sosyal, siyasi ve iktisadi hayatında bıraktığı derin izler, vefatının üzerinden 36 yıl geçmesine rağmen hala canlılığını koruyor. Mehmed Zahid Kotku, bundan 36 yıl önce 14 Kasım günü Süleymaniye, Şehzadebaşı, Fatih ve çevrelerini dolduracak bir insan selinin omuzlarında Süleymaniye Camii’ndeki Kanuni Sultan Süleyman türbesinin arkasındaki kabristanına defnolunduğunda, arkasında ilim adamlarının, bakanların, başbakanların ve cumhurbaşkanlarının çıkacağı bir cemaat bırakmıştı. İlim, irfan ve takva ehli bir zat Mehmed Zahid Kotku. Kendi naklettiğine göre babası ona “Mehemmed” diye seslenirdi. “Kotku” olan soyadının da “mütevazı” manasına geldiği nüfus cüzdanının başına not edilmiş idi. Miladi 1897 yılında Bursa’da dünyaya gelmiştir. Anne ve Babası Kafkasya’dan göç eden Müslümanlardandır. Babası olan İbrahim Efendi 16 yaşlarında iken Bursa’ya gelmiş, medresede tahsil görüp muhtelif yerlerde imamlık yapmış, 1929’larda vefat etmiş bir seyyidtir. Annesi Sabire Hanım ise Mehmed Zahid Kotku 3 yaşında iken vefat etmiştir.

Mehmed Zahid Kotku ilk eğitimini Oruç Bey İbtidaisi’nde okur, ardından Maksendeki İdadiyyeye devam eder. Bursa Sanat Mektebi’ne girdikten sonra Birinci Cihan Harbi dolayısıyla 18 yaşlarında askere alınır. Senelerce askerlik yapıp, çok tehlikeli günler geçirir, hastalıklar atlatır. Ordunun Suriye’den çekilmesinden sonra, bin bir güçlükle İstanbul’a gelir. İstanbul’da bulunduğu esnada çeşitli dini toplantılara, derslere, camilerdeki vaazlara devam eder. Bilhassa Seydişehirli Abdullah Feyzi Efendi’yi çok sevdiğini belirtir. 1936’da Bir Cuma namazı sonrası Gümüşhâneli Tekkesi’ne giderek Şeyh Ömer Ziyâeddin Efendi’ye intisâb eder. Şeyh Ömer Ziyaeddin Efendi’nin vefatından sonra yerine gelen Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi’nin yanında tahsiline devam edip icazetini alır. Bayezid, Fatih, Ayasofya Camii ve medreselerinde derslere devam etmiş, bu esnada hafızlığını da tamamlamıştır. Bu aralarda hocasının işareti üzere muhtelif kasaba ve köylerde dini hizmette bulunmuştur. Tekkelerin kapatılmasından sonra Bursa’ya dönmüş, evlenmiş, 1929’da vefat eden babasının yerine Bursa ovasındaki İzvat Köyü’nde 1516 sene kadar imamlık yaptıktan sonra Üftade Cami-i Şerifi’nin imam-hatipliğine tayin edilerek baba evine yerleşip burada 1952’ye kadar hizmet etmiştir.

Ocak’17 • 43


Portre

Portre

1952’de Gümüşhaneli Dergâhı postnişini ve eski tekke arkadaşı Kazanlı Abdülaziz Bekkine’nin vefatı üzerine, İstanbul’a gelerek Fatih’te Ümmü Gülsüm Mescidi’nde vazifesini sürdürür. Abdulaziz Bekkine’nin ağır dilinin aksine halktan ve sade bir dil kullanması halk tarafından fazlaca sevilmesine vesile olur. Hoca Efendi’nin aldığı eğitime nazaran sade ve anlaşılır bir dil kullanması tevazusundan kaynaklanıyordu. Merhum Mahmud Esad Coşan, Hoca Efendi’nin sohbetleriyle alakalı şöyle demiştir; “Anadolu şivesi ile konuşurdu, o da halkın hoşuna giderdi. Tabi lügat parçalamak, çok edebi konuşmak bir soğukluk meydana getirir. Ama halktan bir insan gibi konuşmak, halkın hoşuna gider. Hocamız da kendisi halktan bir kimse olarak telaffuzunu değiştirmeye kalkışmazdı.”

İskenderpaşa Camii 1958 yılında Fatih İskenderpaşa Camii Şerifi’ne geçer ve vefatına kadar bu vazifede kalır. Sohbet ve muhabbetinin lezzetinden kaynaklı kısa sürede geniş bir kitleye yayılır. Onun bu sesi, dilindeki taşralılığa rağmen üniversite öğrencileri ve aydınlar arasında daha çok yankı bulur. Hatta İslami hayatı olmayanlar bile sırf meraktan sohbetlerine gelecek, hayretler içerisinde kalacaklardır. Hoca Efendi’nin yakınında bulunanlardan Avukat Yusuf Türel hatıratında şöyle anlatır; 44 • Ocak’17

“O zamanki İstanbul Üniversitesi Rektörü Şerif Egeli bir asistanı ile gelmişti. Gelişinin sebebi sırf talebe ve asistanlarının aktardıkları bilgiler sebebiyle bir merak saikasıydı. Yoksa onun İslami hayatı çok iyi değildi. Bir namazdan sonra çıkarken ben kulağım ile işittim. ‘Biz buraya devam edersek galiba hem doktorluğumuz, hem üniversite rektörlüğümüz uçup gidecek, hepsini buraya teslim edeceğiz.’demişti.” Gerek Bursa`da gerekse İstanbul’da bulunduğu sırada etrafında toplananlara vaaz ve nasihat ederek yol göstermeye çalıştı. Pazar günleri ikindi namazlarını takiben devamlı ders verirdi. Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî hazretlerinin derlediği Râmûzü`l-el ehâdis isimli hadîs-i şerif kitabını okuyup açıklardı. Selâmlaşmanın önemiyle ilgili; “Selâmı yayınız.” hadîs-i şerîfini açıklarken: “Selâm sâdece iyi dilek ve temennîlerin sözle ifâde edilmesinden ibâret kuru bir görev değildir. Gerçekte selâm, yolda karşılaştığımız bir kardeşimizin ihtiyâcının var olup olmadığını, varsa bizimle giderilebilecek bir tarafının bulunup bulunmadığını öğrenip elimizden geleni yaptıktan sonra yola devâm edip gitmektir.” buyurdu. Talebelerinden Prof. Dr. Orhan Çeker’in aktardığı hatırada bunun en güzel örneğidir: “Talebelerinin maddi ve manevi ihtiyaçlarını gidermeye çalışırdı. Yine bir sefer İstanbul seferi yapmıştık. Konya’dan gelen arkadaşlarımız arasında para sıkıntısı çekenler vardı. Oraya vardık gerekli ziyaretleri yaptık. İskenderpaşa’da bizi misafir ettiler. O zaman talebelerin kaldığı yerde. Oranın işleriyle ilgilenenlerden bir tanesi, elinde bir demet para ile içeriye girdi. Meğer Hoca Efendi merhum bizim sayımızca her birine birer tane verilmek üzere yüzer lira göndermiş ki o zamanın için geliş-gidiş parası zaten 46 liraydı.”

Kalkınmaya Öncülüğü “Bu kapının önünde cemaatin dizdiği otomobillerden rahatsız oluyorum, rahatsız oluyorum! Yabancı diyarlara ekmek parası için giden işçilerin o diyarlara gitmemesi var iken buna mecbur kılınması beni üzüyor. O otomobille-

rin yerine atölyeler, fabrikalar kurulsa ve bu vatandaşlara iş bulunsa, hem onlar İslam diyarında yaşama imkanı bulur hem de biz yabancıların kölesi olmazdık.” Bireysel kazanımların toplum için birleştirilmesi ve harcanması yönünde bir çağrıda bulunuyor Hoca Efendi. Bizzat öğrencilerini toplum yararına işler yapmaları için teşvik ediyordu. Hoca Efendi sadece gönül eğitimciliği yapmıyor, günlük politikanın dışında olmasına rağmen Türkiye’nin kültürel, ekonomik, politik sorunlarıyla da yakından ilgileniyordu. Sohbetlerinde sanayileşmenin öneminden de bahsediyordu. Türkiye’nin ekonomik olarak dışarıya bağlılığının kültürel bağımlılığı getireceğinin bunun da batıya tutsaklık anlamına geldiğinin bilincindeydi. Bu nedenle Müslümanların kalkınma için birleşmelerini bir ibadet olarak görmelerini istiyordu. “Yapılacağı tasavvur olunan ufak-büyük her şey, muhakkak bir şirket, bir toplum malı olarak yapılırsa, işte o zaman daha iyi, daha güzel, daha üstün olarak yaşar ve gelişir. Bu sebepten muhakkak Müslüman tüccar ve sanatkarların birleşmesi adeta farzdır.” Hocaefendi’nin toplum yararına olan bu çözüm önerileri sadece düşünce düzleminde kalmamıştır. Teşvikleri ile kurulan ve zamanında Avrupa’nın en büyük fabrikası olan Gümüş Motor bu anlamda güzel bir örnektir.

Siyasette Yeni Bir ‘Damar’a Öncülük Etti

Recep Tayyip Erdoğan, Muhsin Yazıcıoğlu gibi isimler vardır. Hocaefendi’nin siyasilere karşı tutumu menfaate yönelik olmamış, her zaman hassas bir denge gözetmiş ve kendisini ziyarete gelen birçok ünlü isme birlik ve beraberliği öğütlemiştir. Ahlakıyla, yaşantısıyla, tebessümüyle gönülleri fetheden Hocaefendi, siyasi, sosyal ve iktisadı alanlarda da imanın hakim olması için çalışmış, geriye imzalı, imzasız bir çok eser bırakmıştır. Vakıflar, dernekler, ticari kuruluşlar, çeşitli yayınlar ve benzerleri arasında en önemlisi kalplerine seslenmek için ömrünü harcadığı vefatında mahşeri bir kalabalık oluşturan sevenleriydi.

Prof. Dr. Cevat Akşit Hoca ile Mehmed Zahid Kotku Hoca Efendi’yi konuştuk Genç Öncüler: Hocam, dergimizde İslam büyüklerini gençlere tanıtmayı amaçladığımız bir bölüm oluşturduk. Sizden de Mehmed Zahid Kotku’yu dinlemek isteriz. Prof. Dr. Cevat Akşit: Olan her şey kadere, takdire göre olur. Ben Denizli Yatağandanım. Bizim sülalemiz de Osmanlılardan yüz sene önce kurulmuş bir medresenin mensubudur. İsmet Paşa kapatıncaya kadar da babam da dahil bizim dedelerimiz orada müderrislik yapmış. Ben babamı bilmiyorum, ben üç buçuk yaşında iken vefat etmiş. Beni annem büyüttü,

Hoca Efendi mevki, makam ve para tutkunu olmaktan kurtardığı öğrencilerini bir yandan da Türkiye’nin yönetimine talip olmaya yönlendiriyordu. Çünkü Türkiye’nin ancak makam ve mevki düşkünü olmayan insanlarla kalkınabileceğine inanıyordu. Bu düşüncesi İslami hassasiyete sahip insanların Türkiye’nin siyasetinde yeni bir damar oluşturmalarına neden olacaktı. Bunların arasında Turgut Özal, Necmeddin Erbakan, Korkut Özal, Ocak’17 • 45


Portre okutup hoca yapmak istemiş. Sonra Isparta’da ders almaya başladım. Hep takdirname alıyordum, çok zeki olduğumdan değil, annem hep dua ediyordu, duası keskindi. Yani yetim okudum. Dördüncü sınıfta İstanbul’a gitme ateşi düştü içime. İlkokul müdürüm İstanbul’a naklini istemişti, ona mektup yazdım. “Hocam ben İstanbul’a gelmek istiyorum. Beni aldırabilir misin dedim.” dedim. O da sağ olsun “Gel” dedi. İmam hatip müdür muavini hocası imiş, beni oraya kaydettirdi. Okulda derslerim iyiydi. İlim Yayma’nın Şehremini’deki yurdunda kalıyoruz. Tabi İstanbul zorlu, niye geldim buralara diye gece sabaha kadar ağladığım olmuştur. Bir süre sonra müezzinlik imtihanına girdim, kazandım. Ama tayin olurken sıkıntılar oldu kazandığım halde iyi bir yere tayin olamadım. Senin hakkını yedik, şimdilik Ümmü Gülsüm Camii’nde müezzinlik yap sonra bir yer açılınca seni tayin ederiz dediler. Zeyrek yokuşunda Ümmü Gülsüm Camii, Mehmed Zahid Efendi’nin imam olduğu cami, küçük bir mescid, tekke. Karşısında da Yavuz Sultan Selim’in meşhur Şeyh’ul İslam’ı Zenbilli Ali Cemali Efendi’nin türbesi var. 1957’de gittim camii’ye, ikindi vakti idi. Gittim Hoca Efendi’nin elini öptüm. İlk gördüğümde Hoca Efendi sanki camiyi doldurmuştu. Güneş gibi kocaman bir adam gibi göründü gözüme. Elimi tuttu “Sağda solda dolaşıp durma. Seni dedelerin bana emanet etti, seni ben yetiştireceğim hoş geldin.” dedi. Hoca Efendi’nin iki kızı var oğlu yok benim de babam yok, onun oğlu oldum ben. Camii’nin üstünde bir odada yatıyorum, yemeğimi tepside Hoca Efendi getiriyor. Hoca Efendi’yi

46 • Ocak’17

Portre ben baba gördüm o da bizi evlat edindi. Müezzinliğin dışında onunla bire bir ders okuduk. Sabahları namazdan sonra zikir oluyor. “Bir Müslüman camide cemaat ile namaz kılar da işrak vaktine kadar zikrederse, sonra da iki rekat namaz kılarsa tam bir hac umre sevabı kazanır.” hadisi uygulanıyordu. O zikirler çok hoşuma gitti, tatlı geldi bana. “Efendim ben derviş olmak istiyorum.” dedim. İmam Hatip Lisesi birinci sınıftayım. Hoca Efendi gülümsedi. “Önce ilim evladım.” Şimdikiler sokaktan değnekle adam çalıyorlar. Ham sofu olursan şeytanın maskarası olursun. Biz Türkler ilme dayalı tasavvuf ile Müslüman olduk. Şimdikiler sulandırdılar. Hoca Efendi gittiği yerlere beni de götürürdü. Ben baba görmemişim hep okullardaydım topluma karışayım diye beni hep yanında götürürdü. Onun meclisinde profesörler, komutanlar, hakimler; okumuş bir kitle vardı. Çok güzel sohbetler olurdu. Ben çay kahve verirdim. Erbakan Hoca da doçentti o zaman. Hoca efendinin evi ahşap bir evdi her gün misafirler geliyor tahtaların basıla basıla çivileri çıkmış. Bir keresinde yetmiş kişi var odada, Erbakan Hoca da geldi kapının dibinde yer buldu kendine, başka yer yok. İki buçuk saat çivinin üstüne oturdu diz çöktü. O çok konuşan adam hiç konuşmazdı orada, sorulursa bir cümle cevap verir. Yani öyle güzel sohbet oluyordu ki herkes kendinden geçiyordu. Misafirsiz akşam olmazdı orada. Öylelikle Hoca Efendi’nin yanında eğitim gördük. Hoca Efendi aynı zamanda hattattı. Hat dersi de verdi bana. Ben onun meclisinde hep ilim adamı, mühendis, doktor; okumuş görünce konuşulan sohbetler hep dini meseleler, memleket meseleleri olurdu, bunlar çok etki etti bana. İmam hatipte hep takdirname aldım. Bir de Pertevniyal Lisesi’nin sınavlarına girip onu da dışardan bitirdim. İmam hatip diploması ile İslam Enstitüsü’ne gittim, Pertevniyal diploması ile de Hukuk Fakültesi’ne yazıldım. Daha sonra Hoca Efendi’yi İskenderpaşa’ya tayin ettiler. Ama çok alışamadı orası sosyete mahallesiydi beş vakit namaza gelen yok.

Bir Cuma namazında “Ya siz Hasan Basri Çantay’ın yanına ne biçim adamsınız ben buraya gönderdi “git elini öp evladım” imam oldum, hiç davet edip hoş dedi. Hasan Basri Çantay’a gitgeldiniz demiyorsunuz.” dedi. tim elini öptüm. Mehmed ZaOndan sonra her akşam herkes hid Efendi’nin yanından geldiğidavet etti Hoca Efendi’yi. Mami söyleyince “Oradan çay içen halledekilerle diyalog kurdu, iladam olur evladım.” dedi. Nur gilendi. Böylece vefat ettiğingibi adamdı “Oğlum diploma de mahallede namaz kılmayan almak yetmez, hayatın boyunyoktu. ca kitabı elinden düşürmeyeHoca Efendi’nin her şeyi haceksin, öyle alim olunur.” derdi. dise uygundu. Camiye uygunBöylece Mehmed Zahid Efendi suz giyinen hanımlar gelirdi, bizi büyük adamlarla konuşturonlara da hiç yüzünü ekşitmezdu terbiye etti. Şimdi de çalışdi. Efendimiz buyuruyor ki: “Herkese kapasite- malarımızı hocamızın bize çizdiği rotada ehli lerine göre konuşun.” Bu hadisi uygulardı. Ha- sünnet üzere devam ettiriyoruz. nımların eşlerini cumaya çağırır, cuma hutbeÜzümün üzüme baka baka karardığı gibi, sinde celalli bir şekilde hanımların nasıl giyin- insanlar da birbirine baka baka, sora sora, komesi gerektiğini söylerdi. O hanımların yüzüne nuşa konuşa, dinleye dinleye ve anlata anlata söyleyip kırmaz ama eşleri ile ulaştırırdı. Tüm güzelleşir ve olgunlaşırlar. Bu olgunlaşma sühadisleri uygulamaya çalışırdı. Çok eli açıktı, reci büyük yol göstericilerin çevresinde büyük her gelen misafire ikramda bulunurdu. Valide bir yoğunluk ve hız kazanır. Görünmeyen ünihanım da o gelenlere hiç hizmette geri durmaz versite olan Hoca efendi, son dönemin en büher daim mutfakta hizmet ederdi. yük olgunlaşma odaklarından biriydi. O nerede Bu sırada ben de okulu bitirdim, köyüme gi- olursa olsun, çevresinde gönül ordularını haredip imam olacağım dedim. Köyde medresele- kete geçiren büyük bir manyetik alan oluşturimiz, dedelerimin camisi var. Ama Hoca Efen- rurdu. Bu alan içinde öfke yumuşamaya, nefret di “Oraya gitmek yok.” dedi. Öyle kaldık, köye merhamete, kazanma tutkusu hizmet etme gitseydik imam olacaktık şimdi profesör olduk gayretine dönüşürdü. Sohbetleri uzun sessizdünya dinliyor beni. İleriyi gördü beni köye yol- liklerle kesilir, susulur gibi konuşulur, konuşulamadı. Benim eğitimimde onun lur gibi susulurdu. Bu kitap sonu meclisinin etkisi çok olmuştur. Peygamberimize çıkan sonsuzMehmed Zahid Beni kendi evladı gibi yetiştirdi. luk zincirinin büyüklerine sevgi Kotku Hoca EfenHayatıma yön verdi. Dinsiz hocave bağlılığın pekiştirilmesine katdinin Kardeşlik lardan da okuduğumuz oldu ama kıda bulunabilirse, amacına ulaşve Dargınların bana verdiği ruh, terbiye ile kişimış olacaktır. Barışması Konulu liğimi korudum. Hoca Efendi ile Sohbeti böyle bir tanışmamız oldu. Allah KAYNAKLAR rahmet eylesin. Prof. Dr. M. Esad Coşan / Güncel Meseleler-2 Onun kontrolünde bir gençProf. Dr. M. Esad Coşan/ Mehmed Zahid lik geçirdim. Yanına gelen Ömer Kotku Kısa Terceme-i Hali Nazif Gürdoğan/ Görünmeyen Üniversite Nasuhi Bilmen, Ahmet Davutoğlu, Yekta Efendi, Hasan Basri Çantay gibi hocalardan ders aldım. Beni kimin yanına gönderiyorsa gidiyordum. Bir gün beni Ocak’17 • 47


Gündem

Gündem

MAVİ MARMARA DAVASI AVUKAT GÖRÜŞLERİ Av. Gülden Sönmez DAVAMIZ FİLİSTİN DAVASIDIR

Ö

ncelikle hatırlatmak gerekir ki Gazze Özgürlük Filosu, 6 gemiden oluşan 37 farklı ülkeden Müslüman, Hristiyan, Yahudi; farklı din,dil, ırk, dünyanın dört bir yanından insanların ve bağışlarının katılımıyla, dünyanın ortak vicdanı olarak Gazze Ablukasını kırmak ve Gazze’de abluka altında yaşam mücadelesi veren Filistinlilere insani yardım götürmek için yola çıkmıştı. Filodaki gemileri ve yolcuları taşıyan Mavi Marmara, 31 Mayıs 2016’da sabah namazı vakti İsrail’in saldırısına uğramış ve on yardım gönüllüsü şehit olmuş, elli altısı ağır yaralanmış ve yüzün üzerinde yardım gönüllüsü de çeşitli şekillerde yaralanmıştır. Mavi Marmara sadece bir vakıa değil, Türkiye halkı ile beraber dünya vicdanı ile hareket etmiş bir misyondur. Bilinmelidir ki Mavi Marmara, Gazze ablukasını kırmak, Gazze’deki Filistinlileri en az dünyadaki diğer milletler kadar özgür ve yardıma muhtaç olmadan onurlu yaşam hakkını sağlamak üzere yola çıkmıştır. Saldırıdan sonra tüm mağdurlarla beraber başta şehit aileleri olmak üzere bir hukuk mücadelesi başlattık. Türkiye’de ve dünyanın dört bir yanında davalar açtık. İsrailli katillere birçok ülkede tutuklama kararı çıkarttırıl-

48 • Ocak’17

mış ve İsrail tam bir yargı kıskacına düşürülmüştür. Özellikle üst düzey İsrailli komutanların yargılanması İsrail ordusunda büyük sıkıntı oluşturmuş, hatta bir İsrail askeri İsrail hükümetine karşı dava açmıştır. Bu durum İsrail açısından hem güvenlik eksenli bir devlet yapılanması olması hem de kendi şeriatları açısından kabul edilemezdir. Ayrıca ne suç işlerse işlesin nasıl katliam yaparsa yapsın dokunulmaz olan İsrail’e dokunulmuş ve İsrail dava üstüne dava ile karşılaşmıştır. İsrail bu durumdan derhal kurtulmak için çeşitli girişimlerde bulunmuş ve davayı açan bizlere önce tehdit ve şantajlarla yaklaşmış, sonrasında ise birçok kez para teklifinde bulunmuştur. Bu teklif 1 milyar doları aşmıştır ancak tarafımızca reddedilmiştir. Bu arada bu davaların en önemlisi

olan Türkiye’deki ceza davası başta olmak üzere tüm bu davalardan kurtulmak için de Türkiye ile anlaşma yolunu aramıştır. Bizler böyle bir anlaşmaya karşı olduğumuzu defalarca beyan etmekle beraber yine de bir normalleşme anlaşması olacaksa da şahsi davaların kesinlikle konu edilmemesi gerekliliği üzerinde durduk. Defalarca yazılı açıklamalar yaptık. Ancak tüm çabalara rağmen 28 Haziran 2016’da Türkiye ile İsrail arasında bir anlaşma imzalandı. Anlaşma 9 Eylül 2016’da yürürlüğe girdi. Maalesef içeriğinde İsrail’in on şehit ailesine toplam 20 milyon dolar bağış ödemesi ve İsrailliler hakkında açılmış tüm davalardan tüm İsraillilerin muaf tutulması, yani affedilmelerine dair bir anlaşma imzalanarak TBMM’den geçti. Bunun yansıması, en önemli dava olan Türkiye’deki ceza davasında da kendini hemen gösterdi. Bildiğiniz üzere Türkiye İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 2012/264 Esas sayılı davada tüm mağdurlar müşteki/mağdur sıfatıyla bu davanın bir parçasıydı. Bu davada; 1. İsrail Genelkurmay Dönem Başkanı Rau Gabiel Ashkenazi, 2. Deniz Kuvvetleri Komutanı Eliezer Alfred Maron, 3. Hava Kuvvetleri İstihbarat Sorumlusu Avishay Levi 4. İsrail İstihbarat Başkanı Amos Yadlin olmak üzere dört sanık yargılanıyordu.Sanıklar, kasten adam öldürme, kasten adam öldürmeye teşebbüs, nitelikli kasten yaralama, kasten yaralama, nitelikli yağma, deniz ulaşım araçlarını kaçırma veya alıkoyma, nitelikli mala zarar verme, kişiyi hürriyetinden yoksun kılma, eziyet suçlarını azmettirme gibi suçlardan yargılanıyordu. Yargılama 15 duruşmadır çok yoğun bir katılım ile devam ediyordu. Ancak anlaşmadan sonra davanın gidişatı değişti ve Mavi Marmara Ceza Davası’nın 09.12.2016 tarihli duruş-

masında Savcı, mütalaasında ‘bu anlaşmaya göre devletin egemenlik haklarından olan yargılama hakkının bu olay ve bu olaya dahil kişiler ile ilgili olarak kullanmayacağının’ gerekçesi ile davanın düşürülmesini istedi. Bu mütalaa çok ciddi itirazlarla karşılaştı. Siyasi iradenin etkisiyle hareket ettiği iddia edilen Mahkemeye, bazı şehit yakınları, “Bugüne kadar siyasi iradede hep ‘hak sahibi kan sahibidir’ sözlerini duyduk. Bugüne kadar 1 dolar bile almadık. Zaten bu dava tazminat davası değil ceza davasıdır’ dediler ve Devletler anlaşarak ilişkilerini normalleştirse bile davalara kimsenin dokunamayacağının, bu nedenle davanın devam etmesi ve yargının bağımsız olduğunu ve hukuka uygun olarak hareket etmesi gerektiğini açıkladılar.” demişlerdir. Anlaşma metninin 4. maddesinin hukuken ‘ÖZEL AF’ niteliği taşıdığı ve bu nedenle de TBMM’den 330 oyla (3/5) oyla geçmesi gerektiği, bu şekilde geçmeyen bu anlaşma onay kanununun bu yönden anayasaya aykırı olduğu konusu dile getirildi. Türkiyeli tüm mağdurların yargılamayı devam ettirmek istedikleri ve bu anlaşmaya binaen bu davanın düşürülemeyeceği ve eğer düşürülürse Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne dava açacakları konusu ile Türkiye İsrail anlaşmasının Türkiye vatandaşı olmayan diğer ülke vatandaşı mağdurlar açısından bağlayıcı olmadığı ve yargılamanın diğer ülke vatandaşı mağdurlar için düşürülemeyeceği konusuna dair itirazlarda yine bu duruşmada dile getirildi. Bilindiği gibi bu mağdurların arasında Müslüman-gayrimüslim çok önemli isimler de var. Kendisi şu an İsrail hapishanesinde tecritle hücrede tutulan Şeyh Raid Salah, hapiste olmadığı zamanlarda tüm duruşmalara katıldı. Bu duruşmada da avukatı hazır bulundu. Mısır’da hapiste olan Şehit Esma’nın babası Muhammed Biltaci, Alman milletvekilleri, KuOcak’17 • 49


Gündem düs Başpiskoposu Capucci gibi isimler de bu ceza davasında taraflar. Türkiye hukuku ve uluslararası hukuka dayalı diğer itirazlar ve bu itirazları bilimsel gerekçelerle izah eden ve yazılı olarak mahkemeye sunulan uzman görüşlerinin içindeki hususlar ve tüm itirazlarımıza rağmen mahkeme heyeti bağımsız ve adil bir yargılama koşullarından tamamen uzaklaşıp siyasi tutumunu açık etti. Mahkeme, hiç kimseyi dinlemeden ve hatta ilk kez gelen mağdurların dinlenmesine bile izin vermeden hukuka aykırı davranarak tüm itirazlarımıza rağmen davanın düşürülmesine karar verdi. Bundan sonra Türkiye hukukuna ve Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası hukuka göre bundan sonra itiraz süreçlerimiz yürüyecek. Ancak şunu belirtmeliyiz ki; davalarımız konusunda inatçı olacağız. Zira bu davalar sadece Mavi Marmara gemisinde işlenen suçlarla ilgili değil Gazze’ye uygulanan ölümcül ablukayla, Kudüs’ün özgürlüğüyle ve bizlerin ‘adalet’ sorumluluğuyla ilgilidir. Bugün bu kadar kan ve gözyaşının aktığı dünyada insanoğlu hukukun gözetildiği mekanizmalara sahip olmasa da zalime zulmünün hesabının sorulduğu adil mekanizmalara giden yolun bu hukuk mücadelesinden geçtiğini çok iyi biliyoruz. Geldiğimiz süreçte Türkiye’nin ve İsrail’in şartları kendi yorumlarınca yerine gelmiş olabilir. Ancak Mavi Marmara’nın şartları yerine gelmeden bu süreç bitmeyecektir. Bu şartlar: 1. Gazze ablukası/Akdeniz işgali bitecek 2. İsrailli sivil asker tüm katiller tek tek hesap verecek, cezasını çekecek. 3. İsrail verdiği tüm zararları tüm mağdurlara kuruşuna kadar ödeyecek. 4. Kudüs özgür olacak Ve biz hep beraber Özgür Filistin’in başkenti Kudüs’ten, dünyaya Hz. Ömer‘in adaletini anlatacağız. İnanmış yüreğin yeryüzünde adaleti hakim kılma mücadelesi vereceğimiz emekle doğru orantılı olarak karşılık bulacaktır. Zira bu Rabbimizin vaadidir. Yardımcısı Allah olan mutlaka kazanır.

50 • Ocak’17

Gündem Av. Kaya Kartal

M

AVİ MARMARA Davası olarak bilinen, işgalci İsrail tarafından gerçekleştirilen korsanlık eyleminin azmettiricilerini yargılamak üzere 2012 yılında başlayan dava maalesef onursuz bir anlaşma dayanak yapılarak hukuksuz bir kararla düşürülmüştür. İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen, on şehidi ve dört yüz doksan müştekisi olan, dava esasen bütün katillerin değil sadece azmettirici olarak tespit edilen İsrail Genelkurmay Başkanı, Deniz Kuv. Komutanı, Hava Kuv. Komutanı, İstihbarat Başkanı’nın yargılandığı bir davaydı. İsimleri tespit edilen ve suçlara doğrudan karışan askerlerle alakalı soruşturma maalesef aradan altı yıl geçmiş olmasına rağmen halen sonuçlandırılarak davaya dönüştürülmemişti. Bahse konu davada sanıklara yöneltilen suçlamalar kasten adam öldürme, kasten adam öldürmeye teşebbüs, nitelikli kasten yaralama, nitelikli yağma, deniz, demiryolu veya havayolu ulaşım araçlarını kaçırma

Av. Yasin Şamlı

B

ir avukat olarak, hâkimin mevzuatla bağlı olduğunu ve hatta hâkim ve savcıların kendilerini memur olarak gördüklerini buna göre hareket ettiklerini biliyorum. Bir avukat olarak mahkemenizin gelinen aşamada nasıl bir hüküm vereceğini büyük oranda tahmin ediyorum. Bir hukukçu olarak ise yaşadığım çağın şahitliği, hissettiğim sorumluluğun ağırlığı ve gereği hukuka/adalete dair birkaç şey söylemek istiyorum. Çünkü biliyorum ki bütün insanların, hâkimlerin ve hatta mahkemelerin büyük bir mahkemenin önüne çıkarılacağı gün, ben de o mahkemenin önüne çıkarılıp hesap vereceğim. Yaptıklarımın ve yapmam gerekirken yapmadıklarımın hesabını… İşte bu sorumluluk gereğince şunları söylemek istiyorum: Hukuk normları; yani anayasalar, uluslararası sözleşmeler, kanunlar tüzükler ve yönetmelikler meşruiyetini adaleti gerçekleştirme amaç ve çabasından alırlar. Mahkemeler de böyledir. Değişik bir ifade ile; hukuk normları ve mahkemelerin amacı adaleti sağlamak değilse artık bir meşruiyetleri de kalmamış demektir.

veya alıkoyma, nitelikli mala zarar verme, kişiyi hürriyetinden yoksun kılma ve eziyet suçları olmasına rağmen gelinen aşamada bu dava onursuz bir anlaşma ile dava düşürülmüştür. İdare ajanlarının kendi aralarında olgunlaştırıp, hukuka, adalete ve Temel İnsan Hakları Sözleşmelerine, Jus Cogens (amir hükümler) nitelikli kurallara aykırı olarak, gerçek mağdurların mağduriyetlerini ve hislerini yok sayarak, temel hak ve özgürlükleri zedeleyerek imzaladığı ya da imzalayacağı anlaşmalar, devletlerarasında bir anlam ifade etse de bağımsız ve tarafsız mahkemeler tarafından yok addedilmesi gerektiğini ifade ettik. Özellikle yaşam hakkı ve işkence yasağının savaş dönemlerinde dahi askıya alınamayacak haklar olduğunu, yaşam hakkı ihlallerini ve işkence yasağını soruşturma ve kovuşturma dışı bırakan anlaşmaların ya da kanuni düzenlemelerin Ceza Hukuku açısından karşılığının bulunmadığını vurguladık. Yine Ceza Mevzuatı açısından düşme nedenleri üzerine yoğunlaşarak kanunda gösterilen hiçbir düşme nedeninin gerçekleşmediğini ayrıntılı olarak izah ettik.

Savcının, yargılama yetkisinin devlete ait olduğu ve devletin bir anlaşma ile bundan vazgeçmesi halinde davanın artık görülemeyeceği ve düşmesi gerektiği yönündeki hukuka aykırı beyanı karşısında biz, Anayasa’nın 9. maddesi gereği yargı yetkisinin millette olduğunu milletin bu yetkiyi mahkemeler eliyle kullandığını, hâkimlerin memur olmadığını, bağımsız ve tarafsız davranmaları gerektiğini ifade ederek bu beyana itiraz ettik. Normalde beş ayda bir verilen duruşma günlerinin on beş günde bire indirilerek yargılamanın aniden hızlandığı davada mahkeme başkanının agresif ve sert tutumuyla duruşma düzenini sağlayamadığı, yabancı müştekilerin tercüman talebini gereği gibi yerine getiremediği, reddi hakim taleplerini görmezden geldiği, müştekilere ve avukatlara söz vermediği bir vasatta avukatlar olarak, mahkemeyi protesto edip mahkemenin meşruiyetini yitirdiğini, bahse konu sanıkların mahkeme salonlarında olmasa bile vicdanlarda zaten mahkum edilmiş olduğunu vurgulayarak cübbelerimizi çıkartıp salonu terk ettik.

Bu dava konusu somut olayda, bütün müşteki ve müdahiller gibi benim müvekkilemin de adaletin gerçekleştirilmesinden başka bir amacı ve talebi yoktur. Bu kabilden olmak üzere dosya sanıklarına, cinayetin faillerine zerre kadar haksızlık yapılmasını istemezler, istemeyiz. Hatta onlara bir haksızlık yapıldığını gördüğümüzde bu haksızlığın karşısında dururuz. Bu sözümüzün delili, yaşadığımız hayattır. Eğer ömrümüz olursa bundan sonraki hayatımızda da aynı istikamet üzere olmayı amaç edindiğimizi de söylemek isterim. Adaletin tahakkukunda mevzuatın yorumu önemlidir. Bizler iyi hukukçunun elinde kötü mevzuat hükümlerinin bile iyi yorumlanması halinde iyi sonuçlar vereceğini biliyoruz. Adaletin tahakkukunda vicdan da önemlidir. Bu bakımdan mevzuat yer yer hâkimin/ hukukçunun vicdanına atıf yapar. Şimdi, bu dava konusu somut olayda; - Savunmasız ve silahsız 10 kişi tam donanımlı ordu mensupları tarafından yakın mesafeden ve taammüden katledildi. - İnsanlar işkence ve kötü muameleye tabi tutuldu. - İnsanlar kasten ve taammüden silahla yaralandı.

- Eşyaları ve paraları gasp edildi. - İnsanlar kaçırıldı ve alıkonuldu. - İnsanlara, kadınlara ve erkeklere tacizde bulunuldu. - İnsanlığa karşı, insanlık onuruna karşı suç işlendi. Peki bu konvoya katılanlar ne yaptılar? Onlar açık hava hapishanesi durumunda olan Gazze’deki çocuklara oyuncak, hastalara ilaç götürmek istediler. Kısacası insanlığın vicdanını temsil ettiler. İnsanlık onurunun gereğini yaptılar. Bunu yalnız kendi adlarına değil hepimiz adına, bütün insanlık adına yaptılar. Buna karşılık katliama ve insanlığa karşı suça maruz kaldılar. Onun için bu dosya sanıklarının fiilleri insanlığa karşı suçtur. Şimdi siz bu muhakemeyi yapan mahkemenin hâkimlerisiniz. Hukuka göre tek amacınız ve meşruiyet sebebiniz adaleti sağlamak. Buyurun; - Anayasanız - Uluslararası sözleşmeniz - Kanunlarınız - Ve Vicdanınız Biz yalnızca ve herkes için adalet istiyoruz. Bütün diyeceklerim bu kadar. Ocak’17 • 51


Atölye

Atölye

İSLAM’A KAVUŞMA-2 Toleuzhan GALİYEVA Varken, kıymetini bilmeyip, kaybettikten sonra pişman oluyoruz. Sahip olunan şeye değer vermeyip, yok olduğunda üzülüyoruz. Öyleyse elindeyken geç olmadan, kıymetini bilelim ve şükredelim.

Şükretme zamanı

A

lhamdulillah, ENT sınavına girdik. Fakat girmeden önce ENT sınavı her liseli için bir kabus gibidir. Gece gündüz demeden sürekli çalışmalar, emekler, okulda hocaların baskıları, evde anne ve babanın derin duyguları, panikler.. Hepsi boşa gitmemeli. Yoksa aldığın puan senin geleceğine dair kurduğun planını, hayallerini, amaçlarını etkiler. Geçiş puanı kazanamazsan seneye tekrar gireceksin demek. Nerdeyse o gün herkes stres yaşar. Tüm Kazakistan’da lise son öğrencileri hangi şehir, köy, eyalette olursa olsun hepsi aynı gün aynı saatte sınav olurlar. Kontrol edilerek görevliler içeriye alırlar. Sınav bitene kadar seni çıkışta karşılamak için ailecek dışarıda beklerler. Aramızda çok duygulanarak bayılanlar da oluyordu. Onun için soğuk kanlı olmalıydım. İşte sınava girdik çıktık. Sonuçlar açıklandı. Aldığım puan iyi idi çok şükür ve Almatı’da Abay adındaki Kazak Milli Üniversitesi’ni kazandım. Bölümüm Filoloji: İki yabancı dil: Türkçe ve İngilizce. Öyleyse hadi gidelim Almatı’ya. Trendeyim. Çok heyecanlıyım. Lisans hayatı başkadır. Yeni dostlar, yeni mekanlar, yeni heyecanlar ve eğlenceye dolu bir hayattır. Ailenden uzaktasın ve sorumlulukların var. Nasıl olacak öğrenci hayatı ben de bilmiyorum. Meraklıyım.

52 • Ocak’17

Almatı şehri İstanbul gibi büyük ve kalabalık bir şehirdir. Geldiğimde başka bir dünyaya gelmiş gibiydim. Hareketli şehir insanları, sokakta para toplamak için gencin gitar çalan sesi, arabaların kornaları beni şaşırtıyordu. İlk başlarda alışamıyordum. Gün boyunca hiçbir şeyle meşgul olmasam da akşamları beynim nerdeyse patlayacak. Şehirde bir oradan bir buraya yaptığım yolculuk beni yoruyordu. Sakin ve havası temiz olan köyümü özlüyordum. Her neyse, üniversiteye evraklarımı teslim ettim. Üniversitenin yurduna başvurdum. Sonuçları bekliyorum. Uzun zaman geçti. Fakat bana cevap gelmedi. Sonra ne öğrendim sizce? Meğer yurda rüşvet vererek yerleşiliyormuş. Bu işin içinde yeniyim, böyle bir durumla ilk defa karşılaşıyorum. Tabii ki duyum olarak rüşvetli ve rüşvetsiz iş yaptırmanın zorluklarını biliyordum. Fakat pratikte hiç rüşvetle karşılaşmadım. Ancak Kazakistan’da çoğu işlerin rüşvetle halledebileceğini duyuyordum. Kısaca ülkemde rüşvetin çok yaygın olduğu anlatılıyordu. Çocuk doğurma esnasında iyi bakım almaktan başlayıp hayatın son anına kadar, her işte, her fırsatta rüşvet aktif halde deniliyordu. Fakat ben yaşım gereği bunun farkında değildim. Çünkü bu yaşıma kadar hiç rüşvetle halledilecek bir işim olmamıştı. Lise öğrencisinin de para ile halledilecek bir işi olamazdı. Hâlbuki insanlar İslam inancına göre yaşasalardı, Allah’ın emrine uyup ve itaat etselerdi, Bakara süresinin

188. ayetini “Ve birbirinizin mallarınızı aranızda bâtıl ile (haksızlıkla) yemeyin. Ve insanların mallarından bir kısmını, bildiğiniz halde günahla yemeniz için, onu hakimlere (rüşvet olarak) vermeyin.” hayatlarında uygulasalardı, kimse kimsenin hakkına girmezdi. Ne yazık ki bu tür olaylarla karşılaşınca bazen teslim olmaktan başka elinden hiçbir şey gelmiyor. Kural öyle. Yaşam tarzı öyle. Cahillik işte. Bilgisizlik. Ağlayacağım şimdi. Düşünebiliyor musunuz? Müslüman bir ülkedeyiz. Dinimizden haberimiz yok. Kendimizi mi suçlayalım, devlet yönetimini mi? Bilmiyorum. Üzüntülüyüm, hem de çok! Annem yurt meselesini duyar duymaz Almatı’ya geldi ve yurt müdürüyle anlaşarak beni yurda yerleştirdi. Şimdi belki düşünüyorsunuzdur: Peki Almatı’da akraba yok muydu diye. Vardı. Lakin akraba ilişkileri başkaydı bizde. Seni sever, misafir eder, tatlı ve çay ikram eder, güzel sohbet muhabbetler… Ama konumuz uzun süreli kalma veya yerleşmeye gelince yüzler ekşir, suratlar değişir, moraller bozulur vs. Uzaktan iyi davranalım istiyorlar. Nerden bilsinler akrabanın Arapça’da yakın anlamına geldiğini. Fırsat bularak belirtmek istiyorum ki; Akraba kelimesi Arapça’da yakın manasına gelmektedir. İslam, akrabalar arasındaki ilişkilerin iyi ve sımsıkı, sıcak ve hoşgörülü olmasına çok önem vermektedir. Akrabalık bağını koparmamak Allah ve Resul’ünün ısrarla emrettiği şeylerdendir. Kur’an-ı Kerim’ de Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: “Akrabalarına, düşküne ve yolcuya hakkını ver, elindekileri de hepten savurma.” (İsrâ, 17/26). Başka bir Kuran ayetinin mealinde ise “Allah’a kulluk edin, O’na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabalara, yetimlere, düşkünlere, yakın ve uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve size hizmet eden kimselere iyilik edin. Allah, kendini beğenip öğünenleri elbette sevmez. “ (Nisâ, 4/36). Gördüğünüz gibi anne babadan sonra sırada akraba geliyor. Ayetlerin yanında akraba ile ilgili nice hadisler var ki akrabaya iyi muamelede bulunmamızı ister. Ancak insanlar maalesef hem ayetlerdeki akrabalık bağlarını, hem de İslamın hayattaki yaşayan örnekliğini bizlere gösteren Resulullah’ın akrabalarla ilgili tavsiyelerini gereği gibi anlamakta zorlanmaktadırlar.

Yurt hayatı tabii ki akraba evine göre daha rahat. En azından kendini kimseye borçlu hissetmezsin. Ülkemdeki yurtlar Türkiye’deki gibi değil. Nasıl yani? Dur, söyleyeceğim… Şaşıracaksınız. Daha sonra da iyi ki bizim buralarda öyle değil diye şükür edeceksin. Ben de Türkiye’ye geldiğimde farkına vardım. Yoksa Kazakistan’da iken benim için çok normal geliyordu. Şu an için (2016) bilmiyorum belki değişmiş olabilir. Vay bu arada 10 sene geçmiş. Evet, tam 10 sene arkadaşlar. Üniversiteyi 2006’da başladım. 4 senelik eğitimi 2010 senesinde tamamlayarak mezun oldum. 16-20 yaş aralığında geçirdiğim lisans maceralarım var. Genç, dinç, aktif hayat, ilginç hikayeler. Daha neler neler… Önce bu yurt işini anlatayım… Sonrası Allah Kerim. Yurdumuzda erkek ve kızlar beraber kalıyorlardı. Kazkistan’da yurtlar karışıktı. (sadece bizim yurt için değil, ülke geneli olarak söylüyorum). Yani 26 numaralı odada erkekler oturuyorlarsa, kızlar 27 numaralı odada kalıyorlardı. Yan yana. Bu kimseyi rahatsız etmiyordu. Oda arkadaşlarım odaya erkek getirince normal karşılanıyordu. Çünkü yurtta herkes öyle yapardı. Kızlar da aynı şekilde erkeklerin odasına girmekten çekinmezlerdi. Oturup sohbet ederlerdi. Şimdi o eski yaşam tarzımı hatırlarsam kötü oluyorum. Ahlak nerde? Edep nerde? Hiç farkında bile değildim. Batı film ve dizileri iyice beynimizi işgal etmiş. Onların gençlik hayatlarını görerek, -ne kadar az bilsen de- kendi dini değerlerine göre algılamıyorsun. Gençler yada insanlar arasında, beraber olunan ortamlarda, bu tür şeylerin olmasının normal karşılanması, kızların erkeklerle rahat davranmaları, bizim ait olduğumuz din hakkında fazla bilgimizin olmadığını, sıfır olduğunu gösteriyor. Bunları çok açık söylüyorum, detaylara giriyorum, belki yazıyı okuyup aranızda şaşıranlar olacaktır. Haklıdır. Bunları anlatıyorum, çünkü neden biz Türkiye’ye gelerek İslam’ı öğrenmeye çalışıyoruz, onu bilesiniz diye… İslam’ın, ailenizin ve Türkiye’nin kıymetini bilin ve şükredin kardeşlerim. Devamı bir sonraki sayımızda. Ocak’17 • 53


Atölye

Atölye

Sinemanin ilkleri Beyzanur YAŞAROĞLU

E

vrensel bir kabul gören ‘’sinema‘’ sözcüğünün yaratıcıları olan Lumiere’ler, kullanışlı ve sağlam aygıtlarıyla sinemanın babası olma onurunu kazandılar. Louis Lumiere’in 1895’de yaptığı filmler, iyi düzenlenmiş, taze ve özgür bir hava taşıyan, durağan çerçeveli tek çekimden oluşmuştur. İlk film gösterimlerinin yapıldığı mekan Paris’te Capucines Bulvarı’ndaki Grand Cafe’dir. Bu çekimlerden en çok bilinenler Bir Trenin Gara Girişi, Bir Duvarın Yıkılışı, Bahçıvanın Sulanışı’dır. İlk gösterimi yapılan filmler arasından seyircide oluşturduğu etki nedeniyle en ünlü olanı ‘Trenin Gara girişi’dir. Filmle ilgili en çok anlatılan efsanelerden birisi de film gösterildiği sırada seyircilerin yaşadığı büyük panik... Ekranda dev bir trenin kendilerine doğru geldiğini gören izleyiciler, çığlıklar içinde odanın arka taraflarına doğru koşmaya başlamış hatta bazıları salonu terk etmiştir. Bahçıvanın Sulanışı filmi ise komedinin sinemadaki ilk örneği kabul edilmektedir. Lumiere’ler 1900 yılında, Cinematographe’ın ticari haklarını Charles Pathe’ye devrettiler. Bu dönemlerde kendi kurmacalarını hikaye etmek isteyen ‘’yönetmenler‘’ doğdu. Bunlardan ilki Georges Méliès’dir. Méliès hem karikatürist, hem tiyatro yapımcısı, hem oyuncu,

54 • Ocak’17

hem sahne ressamı hem de profesyonel bir illüzyonistti. 1896’da bir Bioscope edindi. Çektiği filmleri, sinema salonu haline getirdiği tiyatrosunda göstermeye başlayan Méliès, kısa süre içerisinde Fransa’nın ilk stüdyosunu da kurdu. Nitekim bu çalışmalar sonucunda karşılaştığı belirli hatalar sayesinde özel tekniklerde keşfetti. Bu özel teknikler arasında stop motion ve superempoze da vardı. Bu yöntemleri kullanarak kısa filmler çekti. Bu filmlerden bir tanesi kafasını devamlı olarak bir başka kafayla değiştirdiği Melomanic‘tir. Meiles filmlerinde bir masalı sinemaya uyarlayarak yeniden anlatmakla kalmıyor, uyumlu, belirli bir mantık çizgisinden ilerleyen bir anlatım sürekliliği de oluşturuyordu. Filmciler için yeni bir yol açılmıştı artık. Méliès ,1913’e dek birçok film yaptı. Bunların arasında en önemlilerinden biri de otuz tablodan oluşan ve dönemin filmlerinin üç katı uzunlukta olan Aya Seyahat ’ dir. Bu filmi Jules Verne’in romanından yola çıkarak gerçekleştirmiş; ancak onu parodiye dönüştürmüştür. Aya Seyahat ilk gösterildiği yıllarda çok popüler olmuştur ve Melies’in çektiği yüzlerce fantezi filmi arasında en iyi bilinen film olmuştur. Film, aynı zamanda birçok kişi tarafından

sinema tarihinde yenilikçi animasyon ve özel efekt kullanan ilk film ve sinema tarihinin ilk bilim kurgu filmi olarak kabul edilmektedir . Yine filmle etkileşimleri yaklaşık olarak aynı zamana denk gelen “Edwin S. Porter” da çalışmalarına devam etti. Edwin Stanton Porter film sanatının temellerinden biri olan kurgunun, filme özgü anlatım tekniğinin mucidi olarak kabul edilmiştir. Avrupa’da görülen yeni arayışlar henüz ABD’de söz konusu olmadığından en çok kopya edilen filmler Meiles’inkilerdi. İşte böyle bir ortamda, ilk Amerikalı film sanatçısı kabul edilen filmin fiziksel gerçekliğin zaman ve mekan sınırlarından kurtuluşunda büyük katkısı olan Porter, büyük ölçüde rastlantısal denilebilecek bir gelişme sonucunda, hem sinema estetiği açısından önemli adımlardan birini atmış oldu hem de Amerikan sinemasına yön verdi. Konularını güncel olaylardan seçen Porter, filmciliğin devamının tek bir ‘’çekim’’e değil, çekimlerin devamlılığına dayandığını kanıtlamıştır. Porter kurgunun önemini vurgulayan yönetmenlerden bir tanesidir ve filmlerini bu

prensibe dayandırarak çekmiştir. Çektiği filmlerden birisi de ilk Western Film’i kabul edilen The Great Train Robbery’dir. 1903 tarihli “Büyük Tren Soygunu (The Great Train Robber)” isimli filminde oyuncuları sahnede derinlemesine yerleştirerek farklı bir şey yaptı. O güne kadar çekilen filmlerde oyuncuların hareketi yatay düzlemde soldan sağa ya da sağdan sola olacak şekilde düzenleniyordu. Fakat Porter filminde bir atlıyı arka plandan ön plana koşturarak derinlik hissi yarattı. Bir soyguncunun silahını kameraya doğrultup ateşlemesini yakın planda gösterdi. Filmi elle kırmızıya boyayarak silah patlaması efekti de verdi. Büyük ticari başarı kazanan 1903 tarihli Büyük Tren Soygunu’nun sayısız benzeri yapıldı. Porter, 1908’den itibaren ilk sıradaki yerini Giffith’e bırakacaktı. Kaynakça Abisel , Nilgün ,Sessiz Sinema ,De Ki Basım Yayım Ltd . Şti. ,Ankara ,2014 http://sinemaninaltincagi.blogspot.com.tr http://www.sinefesto.com/sinema-tarihinin-ilkleri.html https://tr.wikipedia.org/wiki/Aya_Seyahat_(film,_1902) http://www.gazetebilkent.com/2013/05/10/sinema-tarihisinema-oncesi-donem-1920/

Ocak’17 • 55


Sinema

Sinema

Nereye Kadar Her Şey Yolunda?

La Haine Talha ULUKIR

T

oplumsal tabakalaşma, azınlıklar ve dışlanma; bu üç kavram dünyanın neresine giderseniz gidin farklı düzeylerde karşınıza çıkacak kavramlardır. Üç kavramın da ortak noktası doğurduğu şeydir: Öfke. Öfke eğer kontrol edilmezse –ki kontrol edildiği zaman ona öfke diyebilir miyiz o meçhulbeklenmedik sonuçlara yol açabilmektedir, açmıştı, açacaktır. Toplumsal tabakalaşma, toplum içerisindeki sınıfları birbirinden uzaklaştırdığı ölçüde mevcudiyetini sağlar; hem doğandır hem doğurgandır. Azınlıklar ise eğer ki tabakalaşma yüksek dozlarda ise bir sorun olarak görülmeye başlar ve bu noktadan sonra sadece bireyler seviyesinde bir ayrışma olmaz, devlet/yönetim seviyesinde bir ayrışmaya taşınır artık durum. Devletin de müdahil olduğu bir “azınlık sorunu” mevcut ise burada da dışlanma kendini belli eder, önceden mevcut değil anlamına gelmez fakat bu; bu noktadan sonra gözle görülür, elle tutulur bir seviyeye ulaşır. La Haine, Paris yakınlarındaki bir toplu konut sitesinde yaşayan genç Abdel’in, gözaltındayken polis ‘hatası’ ile ağır yaralanıp komalık halde hastaneye kaldırılması ile başlıyor. Bir önceki paragrafta bahsedilen öfkenin kitlesel bir güce dönüşümü ise tam burada gerçekleşiyor. Filmin üç karakteri Vinz, Said ve Hubert; dünyaya geldikleri günden beri onları yaşamın dı-

56 • Ocak’17

şına atanlara karşı duydukları güçlü nefret duygusuyla bu hissin toplumsal/sınıfsal boyutunun birer parçasıdır. Azınlıklar için nerede yaşadıkları, nerede yatıp nerede kalktıkları fark etmez çünkü onlar hiçbir zaman asli unsuru olamazlar nefes alıp verdikleri toprakların. Fransa’da yaşıyor olmaları özel bir anlam ifade etmeyen bu üç genç; dünyanın her ülkesinde benzer şekilde yaşayan, daha doğrusu var olan yoksulların, göçmenlerin, azınlıkların, ezilen ve dışlananların ortak ruhunu temsil etmektedir. Kitlesel güce dönüşen öfkenin hemen ardından bireyler de bunu kendi özellerinde hissetmeye başlar, özellikle Vinz bu konuda filmin en duygu yüklü karakteridir. Arkadaşının komaya girmesiyle beraber yaşadığı gerilimlerin içinden bir çıkış bulamayan Vinz bunu dışa vurmaya kararlıdır ve kendisine hedef olarak polisleri seçer. Aslında burada polis sadece bir simgedir çünkü devletin “asli” unsuru olarak sayılacak bir konumda değildir polisler de. Ne aristokrattır, ne zengindir, ne de onlardan farklıdır, belki aynı mahallede bile büyümüşlerdir; polis burada sistemin kendisini temsil etmektedir üniformasıyla. Filmin akılda yer edinen iki meşhur hikayesi var ve Mathieu Kassovitz’in derdini bu iki hikaye üzerinden basitçe anlatma yolunu seçmesi etki alanına girmek istediği kitlenin genişli-

ği bakımından mantıklı bir seçim. İlk hikaye yüksek bir binadan aşağı atlayan adamın düşerken sürekli “Her şey yolunda” demesi ama asıl önemli olanın bu cümleyi söylerken kaçıncı katta olduğu üzerine. İkinci hikaye ise tren yolculuğu yaparken mola sırasında tuvaletini yapmak için trenden ayrılan ve treni kaçıran, bu yüzden de soğuktan donan bir adam hakkında. İki hikaye de seyirciye hem filmin içeriğiyle hem de gelecekte dünyanın başına gelmesi muhtemel sorunlarıyla ilgili ipuçları vermekte. Louis Althusser’in devleti konumlardırdığı Marksist okumanın eklektiği olan düşüncesine göre: “Devlet (Baskı) Aygıtının rolü, son kertede sömürü ilişkileri olan üretim ilişkilerinin yeniden üretiminin siyasal koşullarını, baskı aygıtı olarak, özünde zor (fiziksel ya da değil) kullanarak sağlamaktan ibarettir. Devlet aygıtı büyük ölçüde kendi yeniden üretimine katkıda bulunmakla kalmaz, aynı zamanda ve de özellikle, baskı yoluyla Devletin İdeolojik Aygıtlarının işleyişinin siyasal koşullarını sağlar.” Bu bağlamda düşünüldüğünde; polis teşkilatı bir baskı aygıtıdır, ancak polis teşkilatını ayakta tutabilmek amacıyla bu kuruma devlet tarafından bir ideoloji aşılanır. Benzer koşullardan gelip, ortak bir ezilmişlik hissi yaşayan polisler ile gettolarda yaşayan gençlerin arasındaki düşmanlığın ve çatışmanın sebebi, özünde aynı olan nefret hissinin aldığı karşıt biçimlerdir. Polislerin nefretini, kendi işine yarayacak biçimde düzenlemeyi başaran devletin karşısında Vinz gibi olanlar çaresiz ve güçsüz konumdadırlar. La Haine’de karakterlerin yapısı incelendiğinde birbirlerini dengeleyen bir yapıda olduklarını görüyoruz, birisinin aşırılığına diğeri engel olurken onun aşırılığına da üçüncü bir kişi engel olmaktadır ve böylece filmin tek bir duygu üzerinden kendini anlatmasının önüne geçilmektedir. Alternatif yollar da gösterilerek izleyiciyi belirli şartlanmalar altına sokmaktan geri durmaktadır bu sayede film. Karakterlerin yapısına girmişken, onların yalnızca birbirleriyle olan iletişimine değil aileleriyle ve üçüncü tekil şahıslarla olan iletişimine de ğinmek gereki-

yor. Her biri aileleriyle gitgelli ilişkiye sahip olan geçnlerin aile özelinde sıkı bir bağlılıkları mevcut değildir, ne bir düzen mevcuttur ne de bir sıcaklık. Biyolojik tamamlayıcılıktan öteye geçmeyen aile ilişkileri de karakterilerin duygularını dışavurumla aktarmalarına neden olmaktadır. Filmin oyunculuklarına değinecek olursak başarılı bir tabloyla karşılaşıyoruz, özellikle filmin üç ana karakteri gerek vermek istedikleri duyguyu verişleri olsun gerekse bunları saklayışları olsun her açıdan başarılı oyunculuklar sergiliyorlar. Yan rollerde sürekli değişip duran karakterler de bunları yer yer destekleyince filmin vermek istediği duyguyu başarıyla yansıtan oyunculuklarla karşılaşıyoruz. Gettoda sıkışıp kalmışlığı, “üst seviye” insanlara göre içinde bulunulan alçak durumun boğuculuğu, sürekli mevcut olan belirsizliği her saniyede hissediyoruz filmi izlerken. Teknik olarak incelendiğinde film için ekstra söylenecek bir şey mevcut değildir, ne çok özel kamera hareketlerinden ne de çok karmaşık bir kurgudan bahsedemeyiz fakat bunların yetersiz ve filmin ağırlığı altında kaldığını da söyleyemeyiz. Teknik anlamdaki her şey film ile paralel, sarkmayan bir düzeyde ve filmin anlatımına nötr bir yaklaşımda kalıyor. Filmin neredeyse başından sonuna kadar patlaması beklenilen sihaın patladığı an –ki bu bir zorunluluktur malum- filmin de nihayete erdiği an oluyor. Tam olarak 24 saat içinde bir sözün gerçekleşme macerasına şahit oluyoruz. Tüm bunlar gerçekleşirken defalarca namluyu görüyoruz, patlamaya hazır bir silahla karşı karşıya kalıyoruz, arbede ve gerilim yaşıyoruz, dışlanmalara şahit oluyoruz. Hepsi 24 saat içerisinde oluyor, normal bir hayat düzeni için kısa fakat gerilimli zamanlar için fazlasıyla uzun bir sürede. La Haine, film bağlamında Fransa’da geçse de Fransız siyasetne ve o topluma eleştirilerde bulunsa da aslında bir coğrafyadan bağımsızdır. Burada yaşanan şeyler zamanın birinde farklı bir coğrayda yaşanmıştır, yaşanacaktır, yaşanmaktadır. Ocak’17 • 57


Etkinlik

Etkinlik

2. GENÇ ÖNCÜLER KISA FİLM YARIŞMASI BASIN LANSMANI GERÇEKLEŞTİ!

2002 yılından bu yana birçok projeye imza atan Genç Öncüler Eğitim Spor ve Gençlik Derneği geçen yıl ilkini düzenlediği Genç Öncüler Kısa Film Yarışması ile gençlerin yeteneklerini keşfetmeye ve sosyal farkındalık oluşturmayı hedefliyor. 2002 yılından bu yana birçok projeye imza atan Genç Öncüler Eğitim Spor ve Gençlik Derneği geçen yıl ilkini düzenlediği Genç Öncüler Kısa Film Yarışması ile gençlerin yeteneklerini keşfetmeye ve sosyal farkındalık oluşturmayı hedefliyor. Geçen yıl “Evsizler” teması ile unutulan, terk edilen ve sokakta yaşamaya mahkûm olan hayatların hikâyelerini sinemanın gücünü sosyal farkındalık projesi olarak kamuoyuna duyurduk. Birçok projede olduğu gibi bu projemizde de derdimizi paylaştık.

58 • Ocak’17

Genç Öncüler Kısa Film Yarışması bu senede geçmişten geleceğe umut olmaya sanata sanatçıya değer vermeye devam ediyor ve edecektir. Geçen yıl ki evsizler temamızda problemin görünen yüzünü işlemiştik. Bu yıl ki temamızı da bu hedef doğrultusunda “Bireyselleşme ve Aile” olarak belirledik. 29 Kasım 2016 Salı günü Fatih Belediyesi Topkapı Sosyal Tesisleri’nde sinema eleştirmenleri, yazar, oyuncu, jüri üyelerimiz ve birçok kıymetli basın mensubu misafirlerimiz ile basın lansmanımızı gerçekleştirdik. Toplantımız geçen yıl ödül alan filmlerimizin fragmanını ve bu yıl ki temamızın tanıtım filminin gösterimi ile başladı. Genç Öncüler Genel Sekreteri Fatih Razi tanıtım filmi ile alakalı ufak bir not düştü. “Genelde genç senaristler ve yönetmenlerin katıldığı yarışmamıza

imkânsızlıktan dolayı profesyonel bir ses, ışık ve montaj imkânımız yok diyen arkadaşlarımızın şikâyetlerini dikkate alarak bu yıl ki tanıtım filmimizi bir cep telefonu kamerası ile çekildiğini ve yarışmaya katılan filmlerinde bu minvalde değerlendirileceğini hatırlattı.” Genç Öncüler Derneği Başkanı Orhan Özer, sanatın icra edilmesi aşamasında toplumsal faydaların da gözetilmesi gerektiğine dikkati çekerek, “Bununla alakalı temalarımızı da belirlerken arkadaşlarla tartışmalar yapıyoruz. ‘Acaba hangi temayı seçmek toplum için daha faydalı olur ve gerçekten bir toplumun acısına temas etmiş olur?’ diye düşünüyoruz.” dedi. Özer, yarışmanın temasına dikkati çekerek, “İnsanlığın örgütlü yapısı olan aile, son dönemde ciddi anlamda bir dejenerasyona maruz kaldı. Türkiye’nin Batılılaşma serüveni içerisinde aile bir araç olarak anılmaya başladı ne yazık ki. Bunun sonucunda aynı kalp ve aynı ruhta, iki farklı medeniyet kollarını barındırmaya çalışan ailelerin çatışması ile çok ciddi problemlerle yüz yüze kalmaya başladık. Modernleşmeyle birlikte insanın köyden kente göçü, kadınların iş hayatına katılması, refah düzeyinin artması, iletişim araçlarının çok ciddi manada farklılılaşması aynı zamanda hayatımızı kolaylaştırması ailelerin yapısını ve bireyselleşmeyi de tetikliyor. Bu manada aile kavramı ciddi bir erozyona maruz kaldı.” diye konuştu.

Yarışmanın jüri başkanı, sinema yazarı İhsan Kabil de yarışmanın uluslararası kulvarda da düzenlenmesi gerektiğini dile getirdi. Kabil, yarışmanın temasının sosyal sorumluluk bilincini de ortaya çıkardığını aktararak, “Bütün tüketim mekanizmalarının, kişinin kendisini dahi tüketmeye başladığı bir ortamda, bir sosyal kurum olan aileye tesirleri ve giderek eğitim, özel kuruluşlar veya resmi kurumlardaki tesirleri devasa bir sorun olarak karşımıza çıkabilir.” ifadelerini kullandı. Jüri üyesi gazeteci- yazar Cihan Aktaş ise aile kavramının kendi içinde birçok farklı dünyayı barındırdığına işaret ederek, “Aslında ailenin içinde farklı dünyalar hoş bir şey. Fakat aynı zamanda farklı dünyaların ortak bir araya geldiği ve ortak dünya olması ideali oldu.” dedi. Sinemaya destek olmanın yanı sıra seçtiği temasıyla sosyal farkındalık oluşturma amacı taşıyan yarışmanın başvuruları 1 Nisan 2017’ye kadar devam edecek. Yarışma jürisinde İhsan Kabil ve Cihan Aktaş dışında yönetmen ve sinema yazarı Abdulhamit Güler, yazar İsmail Kılıçarslan, yönetmen Emre Konuk ve sinema yazarı Dilek Karataş’da yer alıyor. Genç Öncüler Kısa Film Yarışmamıza katkılarından dolayı Kültür ve Turizm Bakanlığı ,Sosyal Ekonomik Ve Kültürel Araştırmalar Merkezi (SEKAM) , Uluslararası Sosyal Medya Derneği (USMED) ve Basın Sponsorluğunu üstlenen Türkiye’nin Sinema Rehberi (SİNEFESTO) ve sinemaya gönül vermiş nice perde arkası kahramanlara teşekkür ediyoruz. Ocak’17 • 59


Etkinlik

Genç Öncüler Anne Seminerleri Devam Ediyor!

Etkinlik

Genç Öncüler Hanımlar Lise Yaş Grubu Sohbetlerimiz Devam Ediyor!

Suriye Yardım Kahvaltısı Devam Ediyor!

Ç

S

alıncak Çocuk Kulübü’nün geçtiğimiz dönem başlattığı Anne Seminerleri programı dizisine Gelişim Üniversitesi- Çocuk Gelişimi Bölümü son sınıf öğrencisi olan Esmanur Kılıçbay arkadaşımız ile Aralık ayında bismillah diyerek yeni dönemde başlamış olduk. Anne-baba ve çocuk iletişiminde farklı konuları ele alarak devam eden seminerimizde bu ay ‘Çocuklara Mahremiyet Eğitimi Nasıl Verilir’ sorusunun cevabını vermeye çalıştık. Programımızın içeriğinde mahremiyet eğitimi nedir, bu eğitimi vermeye kaç yaş aralığında başlanmalıdır, hangi yöntemleri kullanarak mahremiyet eğitimi verilir gibi soruların yanında kendi mahremiyet sınırlarımız olduğu gibi bu sınırların çocuklarda da var olduğunu ve bu sınırlara anne baba dahil akrabaların ve çocuğun çevresinde bulunan herkesin saygı duyması gerektiği üzerinde durduk. Her davranışımızda olduğu gibi çocuğa gösterdiğimiz sevgide de aşırıya kaçmamamız gerektiği, kaçıldığı takdirde çocuk üzerinde nasıl etkiler bırakabileceğini konuştuk. Ocak ayında da anne-baba ve çocuk iletişiminde farklı bir konuyu ele alarak velilerimizin sorularını cevaplamaya çalışacağız.

engelköy gezisiyle başladığımız döneme İlmihal, Öncü Şahsiyetler, Kitap Tahlilleri, Müminlerin Özellikleri, İslam Coğrafyaları başlıkları altında seçtiğimiz sohbet konularıyla devam etmekteyiz. Geçtiğimiz hafta Abdulfettah Ebu Gudde’nin “İslam Alimlerinin Gözüyle Zamanın Kıymeti” isimli kıymetli eserini tahlil ettik. Diğer yandan da Nureddin Yıldız Hoca’nın “Kadın Fıkhı Okulu” ders serisini takip ederek bu alanda da ilmi eksikliğimizi tamamlamaya niyet ettik. Her hafta cumartesi 14.00-16.00 saatleri arasında gerçekleştirdiğimiz sohbetlerimizde siz kardeşlerimizi de aramızda görmek isteriz. Ocak ayı Tahlil Kitabı: Rasim Özdenören Müslümanca Düşünce Üzerine Denemeler Sohbetlerle alakalı detaylı bilgi için: 0537 441 72 44 Mekan: Araştırma ve Kültür Vakfı – Fatih

17

Öncüler

Kardeşlerimize yapılan işkenceleri Suriyeli mi-

Halep’e Yardım Kahvaltısı’nda buluş-

safirimizden dinlerken yüzlerimizi yere eğdik,

Aralık’ta

hanımlar,

Genç

tu. Yıllardır savaşın sürdüğü Suriye’de on binlerce sivil; yaşlı, kadın, çocuk ayırt edilmeksizin çeşitli işkencelere maruz bırakılıyor. Ulus-

acziyetimizi derinden hissettik. Ümmetin yiğit mücahitlerine, temiz kadınlarına, masum ço-

lararası hiçbir değer ve yasa tanınmadan katli-

cuklarına yapılan zulümleri duymak her birimi-

amlar gerçekleştirilirken birçok ülke Suriye’de

ze çok ağır geldi. Fatma Hanım savaşın Suriye-

olanları endişeyle izlediği açıklamasında bulunmaktan öteye geçmiyor. Dünya mazlumların çığlıklarına kulaklarını tıkamış, siyasi çıkar-

liler kadar bizler için de bir imtihan olduğunu ve ensar olabilme fırsatımızı hatırlattı. Sözle-

ları için masum çocukların bombalanmasına

rine Türkiye halkına bir mesajla son verdi: “Siz

göz yumuyor. Biz de Genç Öncüler olarak maz-

Osmanlı’nın torunlarısınız, ülkenize sahip çıkın.

lumlara maddi ve manevi destek olmak, kar-

Dünyada yardıma muhtaç olan, zulme uğrayan

deşliğimizin gerekliliklerini hatırlamak için bu programı organize ettik. Programımıza mül-

kim varsa ayırt etmeden elinizi uzatın.”

teci kamplarında yaşayan çocukların ağzından yaşadıklarını dinlediğimiz ‘Savaşın Çocukları’ belgeseli ile başladık. Bombalardan kaçıp gelseler de Suriyeli çocukların ülkelerine olan hasretini, kendilerine bu zulmü yapan rejim güçlerine olan öfkelerini gördük gözlerinde. Belgeselin ardından, savaştan öncesine kadar Şam’da akademisyenlik yapan Fatma Hüseyin ile Suriye’deki son durumlar üzerine konuştuk.

60 • Ocak’17

Ocak’17 • 61


Fotoğraf

Şiir

Objektifimden Yansıyanlar Beyzanur YAŞAROĞLU

Bil-seniz sustuklarım kulaklarımı çınlatıyor yine içim çığlık çığlığa, dışım sessiz keşke bilseniz içime kapanık değil, yalnız içime açık olduğumu kötülüğe yaşımızın tutmadığı zamanlara geri dönmek istediğimi ihtiyaçların kelimelerde, hayallerin kaldırım taşlarında olduğunu sokakların canlı birer robot fabrikasına dönüştüğünü büyüdükçe çocuk olmak istediğimizi ve çocukların tek hayalinin büyümek olduğunu kalemsiz çıktığım yollarda zamanı durdurmak istediğimi şehirler değişince yolların değil, insanların değişeceğini ideolojik şarapneller altında yaşadığımızı bazılarının beyin ölümünün kalbinde gerçekleştiğini şiirlerin yağmura değil de buluta ait olduğunu, konuştuklarımın sustuklarımla yetineceğini insanın ruhu abluka altındayken, içinden ne kadar uzağa gidebileceğini.. keşke bilseniz, bilseydik keşke.

Begüm KITAY

62 • Ocak’17

Ocak’17 • 63


Şiir

ZULME DAİR Akşam misafir oldu şehre, Eve geç gelen çocuklar anlatıyor. Denizin üstünde oynayan film Heybede umuda dahi müsaade etmiyor. Kaç parçaya bölünür insan? Bir film ne kadar dağlayabilir bir kalbi? Bir çocuğun üstüne atılan kurşun Gözleri önünde evladını kaybeden anne Vatanım dediği toprakları harap edilen insanlar.. Selamımızı olsun bölüşelim onlarla, Selamı saf edinelim. Yoksa suyun içinde gürül gürül yanıyor yüreklerimiz, Ne toprağa değmenin faydası var Ne yağan yağmura sinemizi açmanın. Evet, yağmur yağıyor. Bir şey olacak sanıyorum. Hayat dolu bir solukla umut arıyorum. Anısı kalmamış kuru bir göl misali Üzerime düşen her damla bir gülümseyiş. Sevdaya ve umuda kısır topraklarda büyümedim ben. Güneşe koştuk çılgın adımlarla, Suya meftun olduk. İşte! Bereket, içimiz yeşerdi. Ben yüreğine şiir çöken bir dağlıyım Tutuk bir şair. Ve; Çözülüyorum… Günaydın! Ey dizimin bağı… Betül KAYALI

64 • Ocak’17



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.