Güle Güle Kardeşim
Biz, eğilimler açısından birbirine çok benzeyen bir aileyizdir. Babamız, bizler çok küçükken bir deniz kazasında motorunda boğuldu; annemiz,bizdekitürdenkopmazailebağlarınıyaşamımız süresince başka hiçbirailede göremeyeceğimizi hep vurgulardı. Bu konu beni ilgilendirmiyor doğrusu ama ailemin üyelerini,yaşadıkları kumsalı, sanırım kanımıza işlemiş o deniz tuzunu her anımsayışımda, bir Pommeroy olmama -Özellikle aileye özgü düzgün burunyapısını,ten rengini, ola kibu arada uzun ömürlü olma özelliğini devraldığıma- sevinirim; bir araya her gelişimizde soylu bir aile sayılmasak da Pommeroy'ların eşsizliği aldatmacasının tadını alabildiğince çıkarmamız da sevindirir beni. Bunları söylememin nedeni, aile tarihine düşkünlüğüm falan değil, aramızdaki bütün farklılıklara karşın birbirimizden kopamadığımızı, en ufak bir kopukluktabüyüksarsıntılarave acılara kapıldığımızı göstermek. Dört kardeşiz: tek kız kardeşimiz Diana ile Chaddy, Lawrence ve ben. Çocuklarıyirmiyaşını aşmış bütün ailelerde görüldüğü gibi bizim aramıza da işler, evlilikler ve tabii savaş girdi. Helen ile ben, dört çocuğumuzla Long Island'da oturuyoruz.Lisede öğretmenim.
Başöğretmen ya da dilerseniz müdür olma umudunu çoktan yitirdiğim bir yaştayım; yine de işime saygı duyuyorum. En başarılımız Chaddy, karısı Odette ve üç çocuğuyla Manhattan'da yaşıyor. Annem,Philadelphia'da; Diana'ysaboşanalı beri Fransa'daoturuyor, heryazbiraylığınaAmerika'ya, Laud's Head'egeliyor.Laud's Head, Massachusetts adalarındanbirininkumsalındaki bir tatilyöresi. Bir zamanlarorada küçükbiryazlığımızvardı,sonrayirmilerde,babam şimdiki büyük evi yaptırdı. Ev, denizden yükselen bir kayalığın üstünde. St. Tropez'i ve Apenin köylerinin bazılarını saymazsak benim gözümde dünyanın engüzelköşesi. Evde ortakhissemizvar, çekip çevrilmesi için payımıza düşen masrafları ödüyoruz.
En küçüğümüz Lawrence, avukattır, savaştan sonra Cleveland'daki bir firmaya geçeli beri dört yıl süreyle hiçbirimiz yüzünü görmedik. Cleveland'daki işinden istifa edip Albany'deki bir şirketle anlaştığında annemeyazdığıbir mektuptayeni işine başlamadan önce karısı ve iki çocuğuyla Laud's Head'de on günlük bir tatil geçirmeyi düşündüğünü söylemiş. Benim tatilim de o günlerdeydi -yaz okulunda öğretmenlik yapıyordum-, Helen, Chaddy, Odette, Diana da geleceğine göre bütün aile orada toplanıyordu. Lawrence hiçbirimize benzemez. Sanırım onu çok seyrek gördüğümüzden hala çocukluğundaki takma adıyla çağırıyoruz: Tifty - çocukken yemek odasına kahvaltıya gelirken terlikleri "tifty, tifty, tifty" gibi bir ses çıkarırdı da. Bu adıbabam bulmuştu ama hepimizbenimsedik.Biraz büyüdüğünde, Diana ona arasıra"İsa Bozuntusu"derdi, annem de sık sık "Vakvaka" diye seslenirdi. Lawrence'tan hoşlanmazdık ama aramıza dönmesini, biraz kaygıyla karışıkbir bağlılık duygusu, biraz da bir kardeşi yeniden bağra basma sevinciyle dört gözle bekliyorduk.
Lawrence, yaz sonuna doğru bir ikindi, karşı kıyıdan dörtte kalkan araba vapuruyla geldi. Chaddy'yle onu karşılamaya gittik. Yazın, araba vapurunun yanaşması da kalkması da ciddi bir yolculuk havasındadır -kampanalar, düdükler, el arabaları, kavuşmalar, ortalığı saran keskin tuz kokusu-, oysa hiç de ciddi bir yolculuk değildir; o ikindi,vapurun mavikoyasüzülüşünü izlerken, uyduruk
yolculuğu bitti işte, diye düşündüm ve o anda Lawrence'a özgü bir gözlemyaptığımıfarkettim.Chaddy'ylevapurdanboşalanarabaların ön camlarını taradık,onu tanımamız hiç de güç olmadı. Koşup elini sıktık, karısıyla çocuklarını beceriksizce öptük. "Tifty!" diye haykırdı Chaddy. "Tifty!" Bir kardeşin dış görünüşündeki deği
şiklikleri saptamak güçtür ama arabayla Laud's Head'e dönerken Chaddy'yle, Lawrence'ın hala çok genç göründüğünde birleştik.
Eve önce o girdi,bizbavulları arabasından taşıdık.İçeri girdiğimde oturma odasında ayakta durmuş,annemve Diana'ylakonuşuyordu. İkisi de en güzel kılıklarındaydılar, bol bol takıp takıştırmışlardı, ona coşkuyla hoş geldin diyorlardı ama o anda bile, herkesin sevgi dolu görünmeye çalıştığı,üstelik çabasında hiç zorlanmadığı böyle bir anda bile, odada hafif bir gerginlik seziliyordu. Lawrence'ın ağır bavullarını yukarı taşırken hala bu konuyu düşünüyordum, sonunda sevgisizliklerimizin daha olumlu tutkularımız kadar köklü olduğu sonucuna vardım, yirmi beş yıl kadar önce Lawrence'ın kafasına bir taş indirmem, onun da koşup beni babamıza şikayet edişi aklıma geldi.
Bavulları üçüncü kata çıkardığımda Ruth, Lawrence'ın karısı, yerleşme hazırlığındaydı. Ruth incecik bir kızdır, yolculuktan çok yorgun düşmüşe benziyordu ama aşağıdan bir içki getireyim mi diye sorduğumda, istediğini sanmadığını söyledi.
Aşağıya indiğimde, Lawrence ortalıkta yoktu, ötekilerinse içki saati gelmişti, bildiğimiz gibi davranmaya karar verdik. Lawrence baştan beri içkiden hoşlanmayan tek kişidir aramızda. Kadehlerimizi taraçaya götürdük, kayaları, denizi, doğudaki adaları seyretmeye koyulduk, Lawrence'la karısının dönmeleri,evdeki varlıkları, bildik manzaraya yeni bir gözle bakmamızı sağlamıştı sanki; sanki onlarınuzunbir süre ayrı kaldıktan sonrakıyınınçarpıcı renklerini görmekten duyacakları tadı çıkarıyorduk. Biz taraçadayken Lawrence kumsala inen patikadan sökün etti.
"Kumsal ne kadar olağanüstü, değil mi Tifty?" diye sordu annem. "Buraya dönmek duygusu da öyle, değil mi? Bir martini ister miydin?"
"Benim için fark etmez," dedi Lawrence. "Viskiymiş, cinmiş farketmez.Azıcık rom içeyim bari."
"Evde rom yok," dedi annem. İlk sert çıkışıydı. Bize kararsız davranmamayı,Lawrence'ınyaptığı gibi kaypakyanıtlarvermemeyi öğretmiştiuzunuzun. Bundan da öte, evinin düzenine çokdüşkündür, onun ölçülerine sığmayan herhangi bir davranış, diyelim romu sekiçmek,sofrayabiranın tenekesiyle getirilmesi,ona zengin hoşgörüsü,kıvrakzekasıylabile altındankalkamadığıbiriç çatışma yaşatır. Sesinin sert çıktığını kavrayınca yumuşadı birden. "lrish Cream'e ne dersin Tifty'ciğim," dedi. "Sen lrish Cream severdin, değil mi canım? Büfede bir şişe olacak. Kendine bir kadeh koysana!" Lawrence, yine içkilerde fark gözetmediğini söyledi. Kendine bir martini koydu, o sırada Ruth aşağı indi,topluca sofraya geçtik.
Lawrence'ı beklerken içkiyi fazla kaçırmamıza karşın hepimiz onda iyibir etkibırakma,gerginliktenuzakbir akşam yemeği yeme çabasındaydık.Annem,yüzü halagençliğindeki güzelliğinin izlerini taşıyan ufaktefekbir kadındır, hep havadan sudan konular açar, ama o akşam nedense, adanın yukarılarında, toprağı verimli kılma adına yürütülen çalışmadan söz etti. Diana'nın güzelliği, annemin onun yaşındaki güzelliğinin tıpatıpı olmalı; kabına sığamayan, çekici bir kadındır, Fransa'da tanıştığı uçuk dostlarını anlatmaya bayılır, ama o da her nedense gelirken iki çocuğunu bıraktığı İsviçre'dekiyatılıokuluanlattı.Buyemeğin Lawrence'ayaranmaküzere tasarlandığı belliydi. Şatafatlı bir yemek değildi, onun savurganlık diye adlandırıp bozulabileceği hiçbir şeyyoktu ortalıkta.
Yemekten sonrataraçayayine çıktığımızda,bulutlarkan kızılına bürünmüştü, Lawrence'ı evine döndüğü akşam böyle kıpkızıl bir günbatımının karşılamasına çok sevindim. Yerlerimize daha yeni yerleşmişken Edward Chester adında biri Diana'yı almaya geldi. Diana bu adamla Fransa'da mı, yoksa yolda gemide mi tanışmış, bilmiyorum,yalnızongünsüreyle köydekihandakalacakmış; Lawrence ve Ruth'la tanıştırıldıktan sonra Diana'yla birlikte çıktılar.
"Bugünlerde bununla mı yatıp kalkıyor?"diye sordu Lawrence. "Ne iğrenç laflar bunlar!"dedi Helen.
"Sözünü geri alman gerekirTifty,"dedi Chaddy. "Bilmiyorum," dedi annem usançla. "Bir şey bilmiyorum Tifty. Diana dilediğini yapabileceği bir konumda, ben de tatsız sorular sormaktan kaçınırım.Obenimbiricikkızım.Onu sıkgörmüyorum üstelik."
"Fransa'ya dönecek miymiş?"
"Bu değil, önümüzdeki hafta dönüyor."
Lawrence'la Ruth taraçanın kenarında oturuyorlardı, bizim bir halka oluşturan koltuklarımızdan uzakta. Kardeşim, kenetlenmiş dudaklarıyla bir püriten din adamını çağrıştırdı bana. Ara sıra, onun içinden geçenleri anlayabilmek adına ailemizin bu ülkedeki kökleri üstüne düşündüğüm olmuştur, Diana'yla sevgilisine kötü gözle bakması yine o düşüncelere sürükledi beni. Pommeroy'ların bizim kolu, Şeytan'la amansız savaşı yüzünden Cotton Mather'ın göklere çıkardığı bir din adamıyla başlıyormuş. Pommeroy'lar on dokuzuncuyüzyılın ortalarınakadardin adamlarıymış inançlarının katılığı -insanoğlunun acı dolu yaşamı, dünya nimetlerinin hepsinin baştan çıkarıcılığı ve yozluğu- kitaplara ve vaazlara geçmiş.
Ailemizin bağnazlığı yumuşamış zamanla ama ben okul çağına geldiğimde bile geçmişteki karanlıkpapazlıkgünlerini özleyen bir akrabalar topluluğunun, suçluluk duymaktan ve ceza çekmekten haz duyduğunu anımsayabiliyorum. Böyle bir ortamda yetişmişseniz-bizöyle yetiştiksayılır- kötü huylardan kurtulmak,bu uğurda özbenliği yadsımak, sessizce çile çekmek anlayışına karşı kıyasıya bir savaş verirsiniz, bana kalırsa Lawrence bu sınavda kalmıştı işte.
"Şu, koltuk-takımyıldızı mı?"diye sordu Odette.
"Hayır canım,"dedi Chaddy. "Cassiopeia değil."
"Cassiopeia kimdi?"dedi Odette.
"Cepheus'un karısı,Andromeda'nın annesiydi,"dedim.
''Aşçı, koyu bir Giants hayranı," dedi Chaddy. "Şampiyon olacaklarınadair para bastırmaya razı."
Hava iyice kararmıştı, Heron Burnu'ndaki deniz fenerinden göğevuran ışığı bile görebiliyorduk. Kayanın altındaki karanlıktan çatlayan dalgaların uğultusu hiç dinmemecesine yükseliyordu. O
sırada, hava kararmaya başlarken, hele yemekten önce fazla içki içmişse sık sık yaptığı gibi, annem yine günü gelince bu evde yapılabilecekdeğişikliklerden,eklenecek kanatlardan,banyolardan, bahçelerden söz etmeye koyuldu.
"Bu ev beş yıla kalmaz denizi boylar,"dedi Lawrence.
"VakvakaTifty sen de,"dedi Chaddy.
"BanaTifty deme,"dedi Lawrence.
"İsa Bozuntusu,"dedi Chaddy.
"Dalgakıran fena çatlamış,"dedi Lawrence,"bu ikindi gördüm. Dört yıl önce onartmıştınız, sekiz bin dolar ödenmişti. Her dört yılda bir o kadar parayı gözden çıkaramazsınız."
"LütfenTifty,"dedi annem.
"Gerçeklerden kaçılmaz,"dedi Lawrence."Zaten,gitgide sulara gömülen bir kumsalda kayanın tepesine ev kondurmak yeterince saçma bir fikir. Daha ben hayattayken bahçenin yarısını sular götürmüş durumda, bir zamanki yıkanma bölmesinde biriken su bir buçuk metreyi bulmuş."
"Daha genel bir konu açsak,"dedi annem burukbir sesle."Siyasetolabilir,yelken kulübündeki balo olabilir."
"Aslına bakarsanız ev şu anda da sallantılı bir konumda herhalde,"dedi Lawrence."Denizfazla kabarsa,bir kasırga kopsa,dalgakıran çöker,ev de denizi boylar.Hepimiz boğulabiliriz."
"Dayanamıyorum artık,"dedi annem. Kalkıp tepeleme cin dolu bir kadehle döndü.
Başkalarının duygularını yargılayabileceğimi sandığım yaşı çoktan aştım, yine de Lawrence'la annem arasında bir gerginlik olduğunun,bunun daeskileredayandığınınfarkındaydım.Lawrence, annemin uçarı, hınzır,yıkıcı ve aşırı güçlü bir yapıda olduğuna kararverdiğinde,bilemedinizonaltıyaşındaydı.Buyargıyavarınca onunla ilişkisini kesti. O zamanlar yatılı okuldaydı, anımsadığım kadarıyla o Noel'de eve gelmedi. Noel'i bir arkadaşıyla geçirdi. Annem hakkındaki olumsuz yargısından sonra eve çok az uğradı, her uğrayışında da konuşma sırasında aralarındaki sürtüşmeyi anımsatmaktan geri kalmadı. Ruth'la evlendiğini anneme bildir-
medi. Çocuklarının doğumlarını da habervermedi.Ama bütün bu kararlı ve yorucu çabalardan sonra nedense bizler gibi bu ayrılığın tadını çıkarıyora benzemiyordu; ikisi bir araya geldiğinde hemen bir gerginlik,bir belirsizlik kaplıyordu havayı. Annemin sarhoş olmak için o geceyi seçmesi de yanlıştı bir bakıma. Sarhoşluk onun ara sıra kullandığı bir ayrıcalığıdır ve neyse ki saldırganlığıüstünde değildi,yine debiz ne olup bittiğinin farkındaydık. Sessizce cininiyudumlarken,sankibizlerdenhüzünle uzaklaşıyordu ağır ağır,biryolculuğasürükleniyordu. Sonra o sakin yolculuk havasından çıkıp saldırıya geçti birden, söylediği birkaç söz, kırıcı, ayrıca tutarsızdı. Kadehi boşalmaya yüz tuttuğunda gözlerini önünde açılan karanlığadikti,dövüşe hazırmış gibi salladı başını. O anda kafasının küskünlüklerle dolup taştığını sezdim. Çocukları aptaldı, kocası boğulmuştu, hizmetçileri hırsızdı, oturduğu koltuk rahatsızdı. Ansızın boş kadehini bırakıp beysboldan konuşan Chaddy'nin sözünü kesti. "Bildiğim tek şey," dedi boğuk bir sesle,"öbürdünyadiyebir şeyvarsa,orada çokfarklıbir ailemin olacağı. Çok zengin, akıllı, cana yakın çocuklardan başka hiçbir şeydegözümyokzaten."Ayağa kalktı,kapıya doğru yürürken sendeledi. Chaddy koşup kolundan tuttu, merdivenlerden çıkmasına yardım etti. Birbirlerine tatlı tatlı iyi geceler dilediklerini duydum, sonra Chaddy aşağı indi. Lawrence'ın şimdidenbirdönüş yolculuğundanyorgundüştüğünü düşünüyordum ama sonbir belanın çatmasını beklercesine taraçadan ayrılmadı, biz de onu orada bırakıp hep birlikte karanlıkta yüzmeye gittik.
Sabah uyandığımda ya da gözlerimi araladığımda birinin tenis kortunu oyuna hazırladığını duydum. Koydan duyulan demir şamandıra çanlarının sesinden daha hafif, daha pes bir sestir bu -düzensiz aralarla yükselen bir demir çınıltısı-ve benim kafamda hep bir yaz gününün başlangıcıyla ilintili güzel bir göstergedir. Aşağı indiğimde Lawrence'ın iki çocuğu oturma odasındaydılar, süslü püslü kovboy giysileriyle. İkisi de ürkek, cılız çocuklar. Bana babalarının tenis kortunu hazırladığını, ama dışarı çıkmak istemediklerini, çünkü eşikte bir yılan gördüklerini söylediler. Onlara
öbür çocukların hepsinin -yeğenlerinin- mutfakta kahvaltı ettiklerini söyledim, hemen koşsunlardı. Bu sözüm üstüne, oğlan ağlamaya başladı. Kız da ona katıldı. Mutfağa gidip kahvaltı etmekle enbüyükhakları ellerinden alınacakmış gibi ağlıyorlardı.Lawrence girdi içeri, ona tenis oynamak isteyip istemediğini sordum.Teşekkür etti, istemiyordu, belki Chaddy'yle oynardı bir ara. Doğrusu haklıydı,o da Chaddyde benden dahaiyi tenisçidirler; kahvaltıdan sonra biraz oynadılar, daha sonra öbürleri, aile arası çiftler oluşturunca Lawrence ortalıktanyok oldu. Buna alındım doğrusu-belki haksızım ama-, bizim ailenin çiftli tenisi çok ilginçtir gerçekten, hiç değilse incelikgösterip bir set oynayabilirdi.
Öğleye doğru,korttan tekbaşıma döndüğümde,Tifty'yi taraçada çakısıyla duvardan bir taş sökerken buldum. "Ne o Lawrence?" dedim. "Kanatlı karınca mı yoksa?" Orman kanatlı karıncalarla dolu, sık sıkbaşımıza dert açarlar.
Her taş dizisinin altındaki mavimsi, tebeşirli ip izini gösterdi bana. "Bu even fazlayirmi ikiyıllık,"dedi. "Bu taşlarsayaklaşık iki yüzyıllık. Babam, evi yaparken yöredeki bütün çiftliklerden toplamış olsagerekbunları,evi saygıngörünsün diye.Baksana,yüzyıllık taşların çakıldığı sırada kullanılmış tebeşirli ipin izi ha.la belli."
Çakıllar konusunda söyledikleri doğruydu ama ben konuyu hepten unutmuştum. Ev yapılırken babam ya da tuttuğu mimar, cephenin bol rüzgar yemiş, likenli iri çakıllarla kaplanmasını istemişti. Ama Lawrence'ın bunun nesini iğrenç bulduğunu anlayamadım doğrusu.
"Şu pencerelere bak,"dedi Lawrence."Şu kapılarla pencere pervazlarına bak."Taraçaya açılan geniş, camlı kapıya yürüdüm onun peşinden. Oldukça yeni bir kapıydı ama biri, yeniliğini gözden gizlemek için epey ter dökmüştü. Yüzeyi keskin bir aletle yarılmış, deniz tuzu, liken ve küflenme izlenimi uyandırmak için yarıklara boyayedirilmişti."Sağlam bir eve döküntü bir görünüm verebilmek adınabinlerce dolar harcamayı düşünsene!"dedi Lawrence."Bunun netürbirkafayapısınıgösterdiğinidüşünsene! Marangozlarayığınlapara döküp ön kapının delikdeşikolmasını sağlayacakkadar ağır
basan geçmişte yaşama özlemini bir düşünsene!" O anda Lawrence'ın zamana duyarlılığı, bizim geçmişe bağlılığımız konusundaki duyguları ile düşünceleri geldi aklıma. Yıllar önce, bizim, dostlarımızın, bizim gibi yurttaşların, şimdinin sorunlarıyla baş edemediğimizden ötürü, tıpkı çaresiz kalmış bir yetişkin gibi daha mutlu, daha yalın sandığımız geçmiş bir döneme sığındığımızı, bu toptan iflasın boyutunun eski yapıları canlandırma hevesimizde, mum ışığına düşkünlüğümüzde görülebileceğini söylemişti. İnce tebeşir çizgisinin iziyle yeniden anımsamıştı bunları, kapıdaki derin çiziklerle düşünceleri pekişmişti, şimdi de art arda kendilerini ele veren ayrıntılar vardı karşısında - kapıdaki ışığın parlaklığı, şöminenin kocaman oluşu, döşeme tahtalarının genişliği, aralarına saplanmış tahtaçivileriandırannesneler.Lawrencebanabuyanılsamalarüstüne söylev verirken ötekiler korttan döndüler. Annem, Lawrence'ı görür görmez sert tepkisini gösterdi, ben de anaerkil ailemizin reisiyle kara koyununun aralarını bulma umudunun pek kalmadığını düşündüm.Annem, Chaddy'nin koluna girdi."Hadi gidip yüzelim, martinilerimizi kumsalda içelim. Ne.fıs bir sabah geçirelim,"dedi.
O gün deniz yeşim renginde, dupduruydu. Tifty ile Ruth dışında herkes kumsala gitti. "O umurumda değil," dedi annem. Heyecanlıydı, sarsaklıktan kadehini devirdi, cininin birazı kuma döküldü."Umurumda değil o. Bu kadar kaba, iğrenç, suratsız olması umurumda değil de o zavallı, inanılmaz derecede mutsuz küçük çocuklarına acıyorum." Arada koskoca bir kaya yükseldiğine göre herkes Lawrence'a yüksek sesle verip veriştirebiliyordu; zamanla düzeleceğine daha beter olması, bizlere ne kadar ters düştüğü, her keyfin içine etme özelliği falan. Cinlerimizi içtik,içimizi iyice boşalttıktan sonra yemyeşil suyagirip yüzdük. Sudan çıktığımızda hiçbirimiz Lawrence'a dil uzatmadı; aşağılayıcı konuşmalar kesilmişti, yüzmenin vaftiz gibi arındırıcı bir gücü vardı galiba. Ellerimizi kurulayıp sigaralarımızı yaktık, Lawrence'ın adı arada bir geçti ama her keresinde onu hoşnut edecekbiröneri getirmekiçin. Motorla Barin koyuna gitmek istemez miydi acaba, yoksa balığa çıkmayı mı yeğlerdi.
Şimdi bakıyorum da Lawrence bizde kalırken hepimiz yüzmeye her zamankinden daha sık gitmişiz, bunun bir nedeni vardı mutlaka. Onun aramızda oluşunun getirdiği tedirginlik,yalnız ona karşıdeğilbirbirimize karşıda sabrımızı taşırdığında denize koşup kinimizi serinletiyorduk anlaşılan. Şu anda aile gözlerimin önünde, kumlarda Lawrence'ın iğnelemelerinden uzakta dinlenirken, kulaç atarken, dalıp çıkarken sabırlarının tazelendiğini, tükenmez iyi niyete yeniden kavuştuklarını seslerinden anlayabiliyorum.
Lawrence bu değişikliğe -bu arınma gösterisine- ya psikiyatri ya da mitoloji dağarcığından bir ad yakıştırırdı kesinlikle de farkına varmadı. Açık denizin ondurucu özelliklerine ad bulamadı ama kişileri küçültme konusundakaçırdığıbirkaç ender fırsattan biriydi bu nasılsa.
O yılki aşçımız Anna Ostrovick Polonyalıydı, yaz aşçımızdı. İriyarı, şişman, candan,çalışkan,işini çokciddiye alan,dört dörtlük bir aşçıydı.Yemekpişirmeyi seviyordu,yaptığı yemeklerin beğenilmesinden, iştahla yenmesinden çok hoşlanıyordu, onu ne zaman görsek bizi bir şeyler yemeye zorluyordu. Haftada iki üç kere kahvaltıya sıcakçörekler, açmalar hazırlıyordu,onları sofraya kendi getiriyor, "Hadi yiyin, yiyin!" diye üsteliyordu. Hizmetçi tabakları götürdüğünde Anna'nın, "İyi iyi! Yemişler," dediğini duyuyorduk. Çöpçüyü, sütçüyü, bahçıvanı da doyuruyordu bu arada. "Yiyin bakalım!" diyordu onlara. "Hadi yiyin yiyin!" Perşembe ikindileri hizmetçiyle birlikte sinemaya giderlerdi ama Anna filmleri pek beğenmiyordu, bütün aktörler sıskaydılar. Karanlık salonda bir buçuk saat boyunca oturup yemeğinin tadını çıkarmış bir erkeğin perdede görünmesini bekliyordu heyecanla. Bette Davis, Anna'da iyi beslenmemiş bir kadın izlenimi bırakmıştı, o kadar. Sinemadan döndüğünde,"Hepsi debirderibirkemik,"derdi.Akşamları,hepimizi tıka basa doyurduktan, tencerelerle tavaları yıkadıktan sonra sofradankalanartıklarıtoplayıp hayvanlarıbeslemeye çıkardı.O yıl birkaç pilicimizvardı,o saatte tüneklerinde olsalar bile Anna zorla ağızlarına yiyecek bir şey tıkar, uyuyan hayvanları boğazlarından bir şey geçsin diye uyandırırdı. Bostandaki ötücü kuşları, avludaki
sincapları tek tek doyururdu. Onun bahçede belirişi, telaşlı sesi -"Yiyin,yiyin,yiyin,"deyişini bizim oradan duyabiliyorduk- deniz kulübünde gün batarken atılan topun sesi, Heron Burnu'ndaki fenerin ışığı gibi saatin kaç olduğunu gösterirdi. Anna'nın ilk "Yiyin,yiyin,yiyin hadi,"deyişinden sonra ikinci "Yiyin,yiyin..."de hava kararırdı.
Lawrence'ın gelişinin üçüncü gününde Anna mutfağa çağırdı beni. ''Annene söyle, o adam mutfağıma girmesin bir daha," dedi. "Boyuna mutfağıma girecekse ben giderim. Boyuna gelip ne kadar zavallı bir kadın olduğumu söylüyor. Çok çalıştığımı, karşılığında yeterli ücret almadığımı, sendikaya girip tatil hakkımı elde etmemi söylüyor durmadan. Hah! Kendisi o kadar sıska ki üstelik, ne cesaretle mutfağıma dalıyor, benim kendime acıyacak zamanım yokken,işim başımdan aşkınken, ne hakla kafamı ütülüyor? Benim ondan gerikalıryanımyok, kimseden geri kalıryanımyokve insanlarınböyle dakikadabirkarşıma çıkıp bana acımalarına katlanmak zorunda değilim. Ünlü bir aşçıyım, pişirdiğim yemekler nefistir, her yerden isterler beni, bu yaz burada neden çalıştığımı soruyorsan, daha önce bir adaya hiç gitmemiştim de ondan, ama yarın başka işler bulabilirim sürüyle, ayrıca o adam boyuna mutfağıma dalıp bana acıyacaksa,söyle annene hemen bırakıyorum işi. Benim kimseden geri kalıryanım yok, hele o sıskanın bana boyuna zavallı demesine katlanacak halim hiç yok."
Aşçının bizden yana olması hoşuma gitmişti de ince bir denge söz konusuydu. Annem, Lawrence'a mutfaktan uzak durmasını söylese, Lawrence müthiş bir kırgınlık konusuna dönüştürürdü bu ricayı. Her konudan bir kırgınlık payı çıkarıyordu zaten, bazen asıksuratla sofrada otururken,öylesine söylenenbirlafıbile üstüne alıyordu. Aşçının dediklerinden kimseye söz etmedim ama her nedense bir daha sesi çıkmadı.
Lawrence'tangelenbirbaşkaeleştiri de tavla oynamamızkonusundaydı.
Laud's Head'deyken bol bol tavla oynarız. Akşam sekizde, kahvelerimizi içtikten sonra tavlayı çıkarırızgenellikle. Birbakıma,
günün en güzel saatlerinden biridir tavla saati. Odanın ışıkları daha yanmamıştır, Anna kararan bahçededir ama tepesindeki gök, gölge ve ateşten oluşmuş anakaralarla kaplıdır. Annem ışığı açar ve zarları sallayarak işareti verir. Genellikle üçer oyun rakiplerimiz hep değişir. Parayla oynarız, bir oyunda yüz dolar kazanıp kaybedebilirsiniz ama ortaya sürülen para çok daha azdır. Lawrence eskiden oynardı bildiğim kadarıyla, artık oynamıyor. Kumardan hoşlanmıyor. Nedeni, züğürtlük ya da kumara karşı olma gibi bir ilke değil,yalnızca oyunu budalaca buluyor, boşa zaman harcama diyedüşünüyor.Yine debizimoynamamızıgözlerken,kendisiboşa zaman harcamaktan kaçınmadı, bir iskemle çekip pulları, zarları ilgiyle izledi.Yüzünden oyunu küçümsediği anlaşılıyordu da gözünü tavladan ayırmıyordu. Bizi neden gecelerce gözaltında tuttuğunu merak ettiğimden bu ipuçlarını yüzünden okumuş olabilirim. Lawrence kumar sevmez, demek ki para kazanmanın ya da kaptırmanın heyecanını anlayamaz. Bence, oyunun kurallarını unutmuş,oyüzden karşı tarafabirdenbiregeçen üstünlük, onu ilgilendiremez. Onun gözlemleri, tavlanın saçma sapan, şansa dayalı bir oyun olmasına, tavladaki işaretlerin bizim ne kadar boş insanlar olduğumuzu göstermesine ilişkindir. Kumardan, tavlanın cilvelerinden anlamadığına göre, bence ailenin bireyleriydi ilgisini çeken.
Bir gece Odette'le oynarken -daha önce annem ile Chaddy'den otuzyedi dolar koparmıştım- onun aklından neyin geçtiğini anladım sanırım.
Odette'in saçları da siyahtır, gözleri de. Beyaz teniyle uzun süre güneş altında kalmamaya özen gösterir, böylelikle esmerlikle solgunluğun çarpıcı karşıtlığı teninde yaz boyunca görülebilir, hiç değişmez. Beğenilmek ister, hak da eder üstelik -tek beklentisi, bu gereksiniminin giderilmesidir- herhangi bir erkekle ciddi olmayan bir flörte girebilir. O gece omuzları çıplaktı, giysisinin oyuğu göğüs çizgisine iniyordu, tavlaya eğildiğinde memeleri görünecek kadar. Durmadan kaybediyor, oyunda kaybetmenin flörtte kazanmak demek olduğunu kanıtlıyordu sanki. Chaddy öbür odadaydı. Peş peşe üç oyunda yenildi, üçüncüden sonra kendini sedire attı, bana
dik dik bakarak aramızdaki hesabı kumlarda boğuşarak görmemiz gibibir söz etti. Lawrence onun dediklerini duydu.Yüzüne baktım.
İrkilmesine irkilmişti ama hoşnuttu da. Zaten baştan beri para gibi önemsiz bir şey uğruna oynamadığımız yolundaki görüşünde haklı çıkmıştı.Yanılıyor olabilirim de, bana kalırsaLawrence bizim tavla partimizi,kazandığımızya da kaybettiğimiz paranın çok daha ölümcül cezaları simgelediğibir tragedyayı izlergibi izliyordu. Her davranışımızın içini okumak, güdülerimizi kesinliğe kavuşturmak Lawrence'aözgübirtutumdur,davranışlarımızınkökenindekimantıkhakkındaki yargısında kötümserlikten şaşmayacağı da kesindir.
Chaddy benimle oynamaya geldi. Chaddy ile ben, birbirimize yenilmeyi kendimize asla yedirememişizdir. Küçükken, birlikte oynamamız yasaklanmıştı, oyun hep kavgayla biterdi çünkü. Birbirimizin huyunu suyunu çok iyi bildiğimizi düşünürüz. Bence o fazla sakıngandır, ona kalırsa ben salağımdır. Hangi oyunu oynarsak oynayalım -tenis, tavla,beysbol,briç- sinirlerimiz gerilir, birbirimizin özgürlükleri üstüne oynuyormuşuz gibi. Chaddy'ye yenildiğimde gözüme uyku girmez. Ama bu, aramızdaki rekabete dayalı ilişkinin ancakyarısını açıklar; oysa Lawrence buyarıyı gerçeğin tümü sayacaktı besbelli, yanımızda bulunması beni öylesine tedirginleştirdi ki iki oyunda da yenildim. Kalkarken, bozulduğumu belli etmemeye özen gösterdim. Lawrence beni inceliyordu. Taraçaya çıktım, ne zaman Chaddy'ye yenilsem içimde kabaran öfkeyi karanlıkta yatıştırmaya çalıştım.
Odaya döndüğümde,Chaddyile annem oynuyorlardı. Lawrence'ın gözü ikisinin üstündeydi. Ona kalırsa Odette gururunu bana çiğnetmişti,ben özsaygımı Chaddy karşısındayitirmiştim; şimdiki oyunda neler saptıyordu acaba? Mat pullarla işaretli tahta gözlem gücünü kalkındıracakmış gibi gözünü bir an ayırmıyordu tavladan. Tavlaya tepedenvuranışıkhalesi, suskun oyuncular,dışarıda kabaran dalgaların sesi kim bilir ne kadar dramatik geliyordu ona! İşte kişioğlunun birbirinin içini nasıl kemirdiği ortadaydı; insanların doymaz bir açlıkla birbirlerini nasıl sömürdüğü, bu simgeler aracılığıyla burnunun dibine kadargelmişti.
Annem, kurnaz, ateşli bir tavlacıdır, karşı hamleleri keser. Elleri sürekli tavlada, karşısındakinin alanındadır. Biricik Chaddy'siyle oynarken iyice dikkat kesilir. Lawrence bunu görmemiş olamaz. Annem duygusal bir kadındır. Çokiyiyüreklidir,gözyaşıya da herhangi bir çaresizlik belirtisi karşısında hemen çözülür, bu özelliği tıpkı o güzel burnu gibi zamanla hiçbir değişikliğe uğramamıştır. Başkalarınınüzüntüsü onu derinden etkiler,ara sıra Chaddy'degizli bir hüzün, bir yoksunlukacısı bulup çıkarmaya çalışır,hemenyardımına koşup onu avutmak,oğlu küçük,cılızbir çocukken aralarında olan sevecen ilişkiyi yeniden kurmak amacıyla. Zayıfları, çocuksu insanları savunmaktanhoşlanır,artıkhepimizbüyüdüğümüziçin de ogünleriözler.Paraveiş dünyası,erkeklerve savaş,avlanmavebalık tutmagibi konularonu çileden çıkarır.(Babamboğulduğundaonun bütün oltalarını ve tüfeklerini çöpe atmıştı.) Hepimize özgüven üstüne sürekli ders vermesine karşın hangimiz -Özellikle Chaddydert dökmek ya da yardımını istemek için yanına koşsak asıl kişiliğine kavuşmuş görünür. Lawrence'sa ihtiyar kadınla oğlunun birbirlerinin ruhu üstüne kumaroynadıklarını düşünmüş olmalı.
Annem kaybetti. "Tüh,"dedi. Sarsılmış, hatta yıkılmış görünüyordu, kaybettiğinde hep öyle olur."Kadehlerimi getirin, çek defterimi getirin, bir içki getirin bana." Lawrence sonunda kalkabildi masadan,bacaklarını oğuşturdu.Asık suratla hepimizi süzdü. Rüzgar çıkmış, deniz kabarmıştı, Lawrence dalgaların sesini duyduysa, diye düşündüm, onu bütün karanlık sorularına verilmiş karanlık yanıtlar gibi algılamıştır, şenlik ateşlerimizin küllerinin sulara gömülüşü olarakyorumlamıştır.Yalanın bir tanesini bile kaldırmak güçken Lawrence bir yalan anıtı gibi duruyordu karşımda. Ona, parasına oynamanın verdiği basit ama müthiş keyfi açıklayamazdım, ayrıca tavlanın kenarına ilişip bizim birbirimizin ruhu üstüne oynadığımız sonucunu çıkarması, haksızlığın dik alasıydı. Odada bir iki kere tedirgince dolandıktan sonra her zamanki gibi giderayak bizi iğnelemeden edemedi. "Bu gidişle aklınızı kaçırmanız işten değil," dedi, "gecelerce tavlanın başına hapsolursanız böyle. Hadi Ruth. Ben yatıyorum."
O gece uykumda Lawrence'ı gördüm. Özelliksiz yüzü, olağanüstü çirkinleşmişti; sabah uyandığımda, uyuduğum süre içinde büyükbirçöküntügeçirmişgibi,bütün cesaretimive dayanıklılığımı yitirmişim gibi bir eziklikçökmüştü içime. Kardeşim yüzünden kendimi bunca sıkıntıya sokmam anlamsızdı. Gevşemem gerekiyordu. Okuldayken yurtta kalırız, yemeklerimizi yemekhanede yeriz, dışarı hiç çıkmayız. Yaz-kış İngilizce öğretmenliği yapmam bir yana,ayrıcamüdürün'ofisinde de çalışıyorum,atletizmyarışlarında start veriyorum. Bunlardan, her türlü gerginlikten uzak kalmam şarttı, Lawrence'ı görmezdengelmeyekararverdim. O sabah erkenden Helenveçocuklarladenizeçıktık,akşamyemeğine kadar dönmedik. Ertesi gün piknik yaptık. Sonra bir günlüğüne New York'a gitmem gerekti, döndüğümde yelken kulübünde kıyafet balosu vardı. Lawrence katılmayacaktı, ben ne zaman katılsam çok eğlenmişimdir o partilerde.
O yılki çağrılarda, olmayı en çok istediğiniz kılıkta gelmeniz öneriliyordu. Uzun uzun düşünüp tartıştıktan sonra Helen'la ne giyeceğimizi kararlaştırdık. Helen'ın tek isteği yeniden gelin olmakmış,o yüzden gelinliğindekararkıldı. Benceyerinde bir seçmeydi,içten,hoş,ayrıcamasraflı dadeğil. Onunyaptığı seçme beni de etkiledi, eski futbol formamı giymeye karar verdim. Annem, Jenny Lind kılığında gitmeye karar verdi, nasılsa tavan arasında eski bir Jenny Lind kılığı vardı. Ötekiler, giysi kiralamaya karar verdiler,NewYork'agittiğimde istedikleri giysileri ayarladım.Lawrence ile Ruth bu eğlentiye de katılmadılar. Helen, dans komitesindeydi, cuma gününün büyük bölümünü kulübü süslemekle geçirdi. Diana, Chaddy ve ben denize açıldık. Bugünlerde hep Manhasset kıyılarını seçiyorum, dönüş rotamı, benzin mavnasına, kayıkhanenin teneke çatısına şavullamaya alıştım artık; o ikindi, dönerken motorun başını kasabanın beyaz kilise kulesine doğru çevirerek yön bulmak, sonra da sığlıktaki suyun bile yemyeşil, duru olduğunu görmek ne güzeldi. Kulübe uğrayıp Helen'ı aldık. Komitede çalışanlar,balo salonuna bir denizaltı havası vermeye uğraşmışlardı, büyük ölçüde başarılı olmaları
Helen'ı çok sevindirdi. Arabayla Laud's Head'e döndük. Pürüzsüz bir ikindiydi de dönerken denizden esen doğu rüzgarının, -Lawrence'ın deyişiyle-uğursuz rüzgarın kokusunu aldık.
Karım Helen, otuz sekiz yaşındadır, saçlarını boyatmasa ak tellerin arttığını görebilirdik herhalde ama seçtiği renk -uysal, solgun bir sarı- tenine çokyakışıyor bence. Akşamüstü o yukarıda giyinirken içkileri ben hazırladım, kadehini yukarı götürdüğümde, düğünümüzden bu yana onu ilk kere gelinliğiyle gördüm. Bana o günkünden daha güzel göründü dememin pek anlamı yok, yalnız yaşlandıkça duygularımın galiba daha bir derinlik kazanmasıyla, o akşam onun yüzünde hem gençliği hem yaşlılığı okumam, genç kızlığına duyduğu bağlılığı, kendini yılların eline bırakışındaki zarifliği kavramam daha önce tatmadığım ölçüde duygulandırdı beni. Formamı giymiştim, bacaklarımdaki, kollarımdaki ağırlıklar beni değiştirmişti sanki, eski formamı üstüme geçirmekle hayatımın günlük kaygılarından, dertlerinden sıyrılmıştım. İkimiz de evliliköncesi, savaş öncesi yıllarımıza dönmüştük.
Balodan önce Collard'ların verdiği kalabalık yemeğe -Lawrence ve Ruth dışında- ailecek katıldık. Sonra sisi yararak kulübe dokuz buçuk sularında vardık. Orkestra bir vals çalıyordu. Kapıda yağmurluğumu bırakırken biri sırtıma bir yumruk indirdi. Chuky Ewing'miş, işin garibi o da futbol formasını giymiş. Gülmekten kırılacaktık neredeyse. Piste doğru yürürken hala gülüyorduk.
Kapıda duruppartiye bir gözattım,çokhoştu. Salonun dörtyanına ve yüksek tavana balık ağları asılmıştı. Tavandaki ağlar, renk renk balonlarladoluydu. Işıkyumuşak,dağınıktı,pisttekilerin -dostlarımız ile komşularımızın- o yumuşak ışıkta "Sabahın Saat Üçünde" parçasıyla dans etmeleri görüntüyü daha da güzelleştiriyordu. O sırada, beyazlar giymiş kadınların sayısı ilgimi çekti, onlar da Helen gibi gelinlik giymişlerdi. Patsy Hewitt, Mrs. Gear, Lackland'lerin kızı, hepsi gelinlikleriyle vals yapıyorlardı. Derken Pep Talcott yanımıza geldi. VIII. Henry kılığındaydı, bize Auerbach ikizlerinin,HenryBarrett'ınve DwightMacGregor'un dafutbolcu
forması giydiklerini söyledi, son sayıma göre pistteki gelin sayısı onmuş.
Bu rastlantı,bu garip rastlantı herkesi kahkahalara boğdu,böylece kulüpte o güne kadar gördüğümüz en neşeli balolardan birini daha geçirmiş olduk. Önce kadınların gelinlik giymeyi birlikte kararlaştırdıklarını sanmıştım, ama dans ettiklerim rastlantı olduğunda direttiler, ayrıca Helen'ın kararını kendi başına verdiğinden kuşkum yok. Gece yarısını azıcık geçeye kadar bence hiçbir pürüz yoktu ortalıkta. Ruth'u pistin kenarında görene kadar. Upuzun, kırmızı bir giysivardı üstünde. Çokyanlış bir seçimdi.Toplantının havasına hiç uymuyordu. Onu dansa kaldırdım ama ortaya başka bir kavalye çıkmadığındangeceningeri kalan bölümünü hep onunla dans ederek geçirirsem hapı yuttum düşüncesiyle Lawrence'ın nerede olduğunu sordum. Rıhtımdaymış; Ruth'u bara bıraktıktan sonra Lawrence'ı bulmaya gittim.
Doğudan bindiren sis yoğundu, ıslaktı, Lawrence tekbaşınaydı rıhtımda. Herhangibirkılığagirmemişti.Balıkçıya dadenizci gibi görünmeye bile özen göstermemişti. Suratı iyice açıktı. Sis, soğuk birdumangibi savruluyordu çevremizde.Keşke açıkbirgece olsaydı diye geçirdim içimden; sis, kötümser kardeşimden yana görünüyordu çünkü. O anda duyduğumuz sesler -şamandıradan erişen iniltiler, çınıltılar-, her ne kadar bütün denizciler, şamandıraların gerekli, güvenilir tutamaklar olduğunu bilseler de onun kulağına yarı insan, yarı boğulmuş yaratıkların çığlıkları gibi gelecekti, biliyordum;üstelikfenerdeki sisdüdüğününonda aylaklık,boşagitme çağrışımları uyandıracağını, oyüzden de dans müziğinin canlılığını yanlış yorumlayacağını kestirebiliyordum. "Hadi içeri gelsene, Tifty,"dedim."Gel de karınla dans etya da onabir kavalye ayarla." "Neden gelecekmişim ki?" dedi. "Neden?" Pencereye yürüyüp içerideki partiye göz attı. "Şuna bak," dedi. "Şuraya baksana..." Chuck Ewing bir balon kapmış, pistin ortasında futbol akını başlatma hazırlığındaydı. Ötekiler samba yapıyorlardı. Lawrence'ın bu şenliği de evdeki çakıl taşlarıyla aynı kefeye koyduğunu,burada da kötü kullanılan, çarpık bir zaman harcama öğesi gördüğünü
seziyordum; sanki bizim gelin ya da futbolcu olmaya özenmemiz, içimizdekigençlik ateşinin söndüğünün,yolgöstericibirbaşka ışık dabulamadığımıziçin -inançtan, ilkedenyoksun kişilerolarak- ne kadarsaçmaladığımızın,ne boş hüzünlerekapıldığımızıngöstergesiydi. Onun bütün bu iyiyürekli, neşeli, candan kişileri böyle damgalaması o kadar ağırıma gitti ki içimde kabaran kinden utandım, ne de olsa o öz kardeşimdi,bir Pommeroy'du.
İyikisondakitöreneyetişebildim,eniyikıyafetödülleri dağıtıldıktan sonra balonların ipleri çözüldü. Salondaki hava boğucuydu, biri denize bakan camlı kapıları açınca, içeri gündoğusu rüzgarı doldu, odada şöyle bir gezindikten sonra balonların çoğunu ardı sıra sürükleyerek çıktı. Chuck Ewing, balonları yakalamaya koştu, rıhtımdan usulca denize sürüklendiklerini görünce de futbolcu formasını çıkarıp suya daldı. Eric Auerbach, Law Phillips ve ben de onuizledik,insanların kendilerinigeceyarısı suyaattıklarıpartileri bilirsiniz. Balonların birçoğunu kurtardık, kurulandıktan sonra dans etmeyi sürdürdük,eve dönmemiz sabahı buldu.
Ertesi gün çiçek fuarı başlıyordu. Annem, Helen ve Odette yarışmacılardandı. Çabucak bir şeyler atıştırdık; kadınlarla çocukları Chaddy arabasıyla götürdü fuara. Ben azıcık kestirdim, ikindiüstü fırladım yataktan; bir mayo ve havlu ayarlayıp tam evden çıkarken çamaşırlıkta Ruth'la karşılaştım. Çamaşır yıkıyordu yine. Neden herzaman herkesten fazla iş yapıyormuş gibigöründüğünü anlayamıyorum. Ne zaman görsem ya çamaşır yıkıyorya ütü yapıyor ya sökük dikiyor. Kim bilir, belki de genç kızlığında zamanını böyle geçirmesi öğütlenmiştir ya da bu, önüne geçemediği ölümcül bir tutkudur. Bence yerleri silişindeki, ütü yapışındaki heves bir bedel ödemeyi andırıyor ama ne tür bir suç işlemiş olabilir ki bu bedeli ödesin, işte orada kalakalıyorum. O gün çocukları da yanındaydı. Çocuklara kumsala birlikte gidelim dedim; gelmek istemediler.
Ağustos sonuydu, adanın her yerinde biten yabani üzümler toprağa bir şarap kokusu yaymıştı. Yolun bitiminde bir çobanpüskülü öbeği vardır, ondan sonra kum tepeciklerini tırmanırsınız,
yabani otlardan başka hiçbir şey göremezsiniz. Denizin mırıltısını duyabiliyordum, Chaddy'yle bir zamanlar deniz üstünde yaptığımız gizemli konuşmaları anımsadım. İkimiz de çok gençken, asla batıda yaşayamayacağımızı çünkü denizi özleyeceğimizi konuşmuştuk.Dağlıkyörede oturan tanışlarımızauğradığımızda,"Burası gerçekten çok güzel ama biz yine de Atlantik Okyanusu'nu özlüyoruz," diyorduk alttan alarak. lowa'da, Colorado'da yetişmiş olan bu ayrıcalıktanyoksunkişilereburun kıvırıyorduk,Pasifikkıyılarını daküçümsüyorduk.O anda dalgaların çatlayışını,yankılanan gümbürtüsünü duyabiliyordum,gençliğimdeki kadar ondurucubir etki bırakıyorduüstümde,merhemgibi;belleğimdenbirsürüşeyinyanı sıra Ruth'un çamaşırlıktaki çilekeş halinin silinmesini sağlıyordu.
Gelgelelim Lawrence da kumsaldaydı. Öylece oturuyordu. Tek söz etmeden suya daldım. Su soğuktu, çıktığımda bir gömlek geçirdim üstüme.Tanners Burnu'na kadaryürüyeceğimi söyledim, o da benimle gelmekistediğini söyledi. Ona ayakuydurmaya çalıştım yürüyüş sırasında. Bacakları benimkilerden uzun olmasa da, bilirim, yol arkadaşının azıcık önünden gitmeyi sever. Arkasından yürürken, öne eğilmiş başını, omuzlarını gözlerken acaba bu manzaradan ne yorumlar çıkaracak, diye düşündüm kendi kendime. Önümüzde kum tepecikleri ile kayalar uzanıyordu, onların bittiğiyerde de yeşilden kahverengiye, sarıya dönen tarlalar...Tarlalar, koyunların odağıydı, herhalde Lawrence toprağın aşınmış olduğunu, koyunların da bu aşınmayı hızlandıracağını düşünüyordu. Tarlaların ötesindebirkaççiftlikvardırkıyıboyunda,dörtgen evleri çoksevimlidir amaLawrence'ınilgisi adadaçiftçilikyapmanınzorluklarında odaklaşacaktıbesbelli.Öbüryandaki deniz,açıkdenizdi. Her zaman, konuklarımıza doğuda Portekiz kıyılarının uzandığını söyleriz,amaLawrence için Portekizkıyısından İspanya'daki zalim iktidara sıçramakbir adımlıkyoldu. Dalgalar,"hurra,hurra, hurra," gibi bir ses çıkararak vuruyorlardı kumsala; Lawrence'ın bu sesi, "veda, veda, " diye duyacağı kesindi. O kıyıcı, keskin zekasıyla bu kıyının sonuncu bir buzul, tarihöncesi dünyanın bitimi olduğu, bizim bu uçurumun kıyısında -hem soyut hem somut anlamda-
yürüdüğümüz sonucunavarabilirdi pekala. Böyle biryorumu atlasa bile,ıssızbiradayabombardımanyağdırandonanmauçaklarızaten gözüne sokmaya yeterdi.
Kumsal pırıl pırıl, uçsuzbucaksızgibi görünen doğal manzarasıyla aydan bir kesiti andırıyor. Dün akşamki dalgaların basıncıyla kumlar sıkışmış, kaskatı kesilmişti, yürümek kolaylaşmıştı, kumda bırakılmış her nesne, dalgaların elinde iki kere değişime uğramıştı. Bir denizkabuğu kalıntısı, bir süpürge sopası, kırık bir şişe ile kırık bir kiremit parçası çıktı yolumuza, neyin kırıkları olduğunu neredeyse kestiremeyeceğimiz kadar değiştirilmişlerdi dalgalarca. Lawrence'ın karamsar bakışı -başı önünde yürüyordu- bu kırık dökük şeylerde odaklanmıştı besbelli. Beni de etkileyen kötümser havaya iyiden iyiye içerlemeye başlamıştım, adımlarımı açıp arayı kapattım, elimi kardeşimin omzuna koydum, "Hepsi hepsi bir yaz günü Tifty," dedim. "Neresinden baksan, bir yaz günü. Neyin var senin? Burayı sevmiyor musun yoksa?"
"Burayı sevmiyorum," dedi kaba bir sesle, yüzüme bile bakmadan. "Evdeki hissemi Chaddy'ye satacağım. Zaten burada hoşça vakit geçirmeyi ummamıştım. Dönmemin tek nedeni,buraya veda etmekti."
Önüme geçmesine izin verdim yine, arkasından yürüdüm, omuzlarına bakarak şimdiye kadar kaç kere vedalaştığını düşündüm. Babamın ölümünde kiliseye gidip ona veda etmişti. Daha aradan üç yılgeçmeden, annemin uçarı olduğu yargısınavarıp ona davedaetmişti. Okuldaki ilkyılındaoda arkadaşıyla iyi birdostluk kurmuştu, ama çocuk fazla içtiği için Lawrence bahar döneminde yeni bir oda arkadaşı ayarlayıp ona veda etmişti. Okulda ancak iki yıl barınabildi, ikinci yılın bitiminde üniversitenin havasının toplumdan kopuk olduğu gerekçesiyle Yale'a veda etti. Columbia Üniversitesi'ne yazıldı, hukuk bölümünü bitirdi, bu kere de ilk işvereninin namussuzun biri olduğunu anlayınca ay dolmadan parlak işine veda etti. Ruth'la kilisede evlenmemeyi yeğleyerek Protestan Episkopalyen Kilisesi'ne veda etti; Tuckahoe'nun arka mahallelerinden birine taşınmakla orta sınıfa da veda etti. 1938'de