Medivizyon Dergisi 2. Sayı

Page 1





dogo reklam

DOGO Kreatif Fikirler İletişim Yayıncılık Ve Danışmanlık LTD. ŞTİ. Maslak Mah. Meydan Sok. Veko Giz Plaza N:3/85 Sarıyer /İstanbul T: 0850 888 DOGO T: 0850 888 3646

info@dogocreative.com


Yıl 1 – Sayı 2 Yayının Adı: Medivizyon İmtiyaz Sahibi DOGO Kreatif Fikirler İletişim Yayıncılık ve Danışmanlık Ltd. Şti. Göksel BELLİ Genel Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Müdür Göksel BELLİ goksel@medivizyon.com.tr Yazı İşleri Müdürü ve Editör Ayşegül YİĞİT aysegul@medivizyon.com.tr Reklam Müdürü Işıl BELLİ isil@medivizyon.com.tr Reklam ve Proje Uzmanı Ayşe Tabba aysetabba@medivizyon.com.tr Grafik Tasarım Pınar KARLI AKGÜN Fi Art fiartoffice@gmail.com Fotoğraflar Ali Can POLAT Yayın Türü Yerel Süreli Üç Ayda Bir (Yılda 4 Sayı) Yönetim Yeri Maslak Mah. Meydan Sk. Veko Giz Plaza 3/85 Sarıyer İSTANBUL T: +90 850 888 36 46 Baskı Tarihi Ağustos 2018 Baskı Yeri Ömür Matbaacılık A.Ş. Beysan Sanayii Sitesi Yakuplu Mah. Birlik Cad. No: 20/1 34524 Beylikdüzü / İstanbul T: +90 212 422 76 00 Abonelik için; abonelik@medivizyon.com.tr Bu derginin yayın hakları DOGO Kreatif Fikirler İletişim Yayıncılık ve Danışmanlık Ltd. Şti.’ne aittir. Bu Dergide yayınlanan ilan, röportaj ve köşe yazılarındaki fikir ve görüşlerin sorumluluğu yazarlarına veya görüşü bildirene aittir. Yazı ve röportajlar kaynak gösterilse dahi izin alınmadan kullanılamaz. Bu dergi basın meslek ilkelerine uymayı taahhüt eder.

Editörden... Merhaba,

Büyük bir heyecanla başladığımız yolculuğun ikinci durağındayız. Yoğun ve aynı zamanda çok keyifli geçen bir hazırlık sürecini daha ardımızda bıraktık ve sizin için yine dopdolu bir içerik hazırladık. Bu arada malumunuz ilk sayımıza nasıl bir reaksiyon gösterileceğinin merakı içerisindeydik. Bu süreçte hem yaz sayımızın hazırlığını yaparken hem de sizlerin nabzını tuttuk. Sonuç bizim adımıza şahaneydi! Buraya çok içten bir teşekkür iliştirmem gerektiğini düşünüyorum. Yaptığınız her bir güzel yorum ve bizi teşvik edici her bir değerli sözünüz için kalben teşekkür ediyorum. Bu sayımızda ana konu olarak Türkiye’de neredeyse her 3 kişiden birinde bulunan “Hipertansiyon”u seçtik. Hipertansiyonu enine boyuna; Prof. Dr. Mustafa Kemal Erol, Prof. Dr. Atila Bitigen, Prof. Dr. İstemihan Tengiz ve Dr. Murat Girginer ile konuştuk. Sonraki konularımızı ise sırasıyla Obezite, MS(Multiple Skleroz), ALS(Amiyotrofik Lateral Skleroz) ve Astım olarak belirledik. Çağımızın en önemli sağlık sorunlarından biri olarak gösterilen “Obezite”yi; Prof. Dr. Volkan Yumuk, Prof. Dr. Aytekin Oğuz, Prof. Dr. Aziz Sümer ve Dyt. Büşra Düzyol ile ele aldık. Son zamanlarda günden güne bilinirliği artan “MS (Multiple Skleroz)” hastalığının tüm detaylarını Prof. Dr. Aksel Siva’nin anlatımıyla sayfalarımıza taşıdık. Sebebi halen bilinemeyen ve ilk etapta varlığını çok fazla belli etmeyen sinsi düşman “ALS(Amiyotrofik Lateral Skleroz)” hakkında her şeyi Prof. Dr. Z. Piraye Oflazer’e sorduk. Hastaların yaşam kalitesini ciddi anlamda düşüren ve kronik bir hastalık olan “Astım”ı; Prof. Dr. Nermin Güler ve Prof. Dr. Bülent Tutluoğlu ile birlikte masaya yatırdık. Sağlık ve kişisel bakım alanında her insanın doğal tercihi olma vizyonuyla hareket eden Angelini İlaç’ın Genel Müdürü Sn. Özgür Özdinç, bizlere Angelini İlaç’ın şu anki konumu ve hedefleri hakkında bilgiler verdi. Ar-Ge bölümümüzün bu ayki konuğu Farmakod firmasının Genel Müdürü Sn. Celal Yiyener oldu. Yiyener, 4. Sanayi Devrimi olarak nitelendirilen Endüstri 4.0 ile ilgili bilinmeyenleri anlattı. İnsan kaynakları bölümümüzün bu ayki konuğu ise Pharmactive İnsan Kaynakları Müdürü Sn. Filiz Kaner’di. Kaner, Pharmactive’nin insan kaynakları departmanının yapısı ve faaliyetleri ile ilgili sorularımızı yanıtladı. Kurumsal iletişim bölümümüzde Danano Türkiye Kurumsal İletişim Müdürü Sn. Nazlı Topçuoğlu’nu misafir ettik ve Danone’nin kurumsal yapısı ve faaliyetlerini kendisinden dinledik. Bundan sonra her sayımızda bizimle birlikte olacak Prof. Dr. Ebru Özgen’in “Markaların İhtiyacı Sosyal Sorumlu Bir İleti” başlıklı yazısını da sayfalarımızda bulabileceksiniz. Her biri konusunda uzman olan sağlık profesyonelleri ile gerçekleştirdiğimiz röportajlar, sağlık sektöründen haberler, terfi atamalar ve çok daha fazlası bu sayfayı çevirdikten sonra sizleri bekliyor. Bizimle sayfalarımızda buluştuğunuz için teşekkür ederim. Keyifli okumalar dilerim. Sevgiler…

Ayşegül Yiğit

11


İçindekiler Haberler

14-41

Prof. Dr. Mustafa K. Erol Kardiyolog Türk Kardiyoloji Derneği Başkanı

Prof. Dr. İstemihan Tengiz Kardiyolog İzmir Medical Park Hastanesi

52-54

Hemşireler Günü

Prof. Dr. Aytekin Oğuz İstanbul Medeniyet Üniversitesi İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı

64-66

58-59

Büşra Düzyol Diyetisyen Kolan Internatıonal Hastanesi

72-73

46-47

56-57 42-43 Özgür Özdinç Angelini Türkiye Genel Müdürü

12

Dr. Murat Girginer Aile Hekimi

48-50 Prof. Dr. Atila Bitigen Medical Park Hastanesi

60-62 Prof. Dr. Volkan D. Yumuk İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Endokrinoloji, Metabolizma ve Diyabet Bilim Dalı

68-70 Prof. Dr. Aziz Sümer Genel Cerrahi Uzmanı Medical Park Hastanesi


Prof. Dr. Z. Piraye Oflazer Nöroloji Uzmanı Koç Üniversitesi Hastanesi

78-79

Prof. Dr. Bülent Tutluoğlu Göğüs Hastalıkları Uzmanı Acıbadem International Hastanesi

Filiz Kaner Pharmactive İnsan Kaynakları Müdürü

90-91

Prof. Dr. Ebru Özgen Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi

94-95

84-86

Chicago

106-109

96-105 92-93

74-76 Prof. Dr. Aksel Siva Nöroloji Uzmanı İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi

88-89 80-82 Prof. Dr. Nermin Güler Çocuk Alerji & Astım Uzmanı

Celal Yiyener FarmaKod Genel Müdürü

Nazlı Topçuoğlu Danone Türkiye İletişim Müdürü

TERFİLER ve ATAMALAR

110 Chicago Kongre Takvimi

13


Bayer, Yeditepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi İle İş Birliğine İmza Attı

HABERLER

Bayer, Yeditepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi ile her geçen gün daha çok önem kazanan Endüstri - Üniversite iş birliğine örnek teşkil eden bir projeye imza attı. Yeditepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi öğrencileri, 2018 Bahar döneminde

“Farmakoekonomi - Farmakoepidemiyoloji” ve “Bayer ile İlaç Endüstrisi” derslerini Bayer yöneticilerinden aldı. Yeditepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi öğrencileri 2018 Bahar döneminde “Farmakoekonomi – Farmakoepidemiyoloji” dersini bu alanda uzmanlığa sahip 5 Pazar Erişim Departmanı yöneticisinden aldı. 16 hafta süren derste Farmakoekonomi ve Farmakoepidemiyoloji’nin teorik temellerine değinildi. Aynı zamanda öğrenciler bu uygulamaların kamu ve diğer paydaşlarla yapılan iş birliklerinde günlük pratiğe nasıl yansıdığını da deneyimleme şansı yakaladı. Farmakovijilans ve Medikal Enformasyon departmanı öncülüğünde 14 hafta süren “PIWB – Bayer ile İlaç Endüstrisi” adlı seçmeli dersin eğitimi için de Bayer’in Farmakovijilans ve Medikal Enformasyon, Klinik Araştırmalar ve Medikal Uyum, Pazarlama, Ruhsatlandırma, Pazar Erişim, Kurumsal İletişim ve İnsan Kaynakları gibi birçok bölümü katkıda bulundu. Derslere katılım gösteren öğrencilere aynı zamanda Bayer’de staj yapma fırsatı da sunuluyor. Bayer, benzer bir programı Medipol Üniversitesi ile de hayata geçirildi.

Sanofi’ye İstanbul Corporate Games “Takım Ruhu” Ödülü Sanofi, bu sene de 49 çalışanı ile ‘İstanbul Corporate Games’e katılarak yüzmeden, masa tenisine, yelkenden tavlaya farklı branşlarda yarıştı. Türkiye’nin en geniş katılımlı kurumsal spor organizasyonları arasında yer alan ‘İstanbul Corporate

Games’te Sanofi çalışanları, yüzme ve tenis gibi farklı branşlarda ödülün sahibi oldu. 2017 yılında yüzme ve masa tenisi dallarında sekiz madalya alan ve katılımcıların oylarıyla belirlenen ‘Takım Ruhu’ ödülünün de sahibi olan Sanofi, bu yıl da dokuz kategoride yarışarak yeni başarılara imza attı. Turnuva kapsamında 49 Sanofi çalışanı; futbol, yüzme, basketbol, tenis, masa tenisi, karting, koşu, yelken ve tavla kategorilerinde Sanofi’yi temsil etti. Turnuvada başarılı sonuçlar elde ederek ödülleri toplayan Sanofi çalışanlarından Kıdemli Kurumsal İletişim ve KSS Projeleri Müdürü Dilara Fırat; yüzme alanında kadınlar 50 metre kategorisinde 1’incilik, kadınlar 200 metre kategorisinde 2’incilik ödülünü alırken Sözleşmeli Satışlar Yöneticisi Vicdan Cura, yüzme alanında kadınlar 100 metre kategorisinde 2’incilik ödülünü aldı. Sanofi çalışanlarından analitik geliştirme uzman Pertev Erol Duru ise tenis alanında 40-49 yaş erkekler kategorisinde 2’incilik madalyasının sahibi oldu.

Çalışanının Yaşamına Da Değer Katıyor! Sanofi çalışanlarının iş-yaşam dengesini sağlamak amacıyla ‘Sanofi’de Hayat’ programı kapsamında çeşitli uygulamaları hayata geçiriyor. Bu kapsamda çalışanlara esnek çalışma saatleri, ayda iki gün uzaktan çalışma, bilinçlendirme seminerleri gibi uygulamaların yanı sıra sağlıklı yaşamı ve sporu desteklemek amacı ile tamamı gönüllü çalışanlar tarafından kurulan sosyal kulüp aktivitelerini dört yıldır sürdürüyor. Beşi spor kulübü (yüzme, koşu, basketbol, futbol ve adrenalin) olmak üzere dokuz sosyal kulübü bünyesinde bulunduran Sanofi, kulüplerin aktivitelerinin hayata geçmesine de destek oluyor. Sanofi, spor ve sağlıklı yaşamı destekleyen çalışma kültürü ve çalışan bağlılığını artıran farklı uygulamaları ile çalışanına her zaman önem veren lider şirketlerden biri olarak tanımlanıyor. Çalışanını faaliyetlerinin odak noktasına alan Sanofi, her yıl gerçekleştirdiği farklı uygulamaları ile çalışanlarının yaşamına değer katmayı sürdürmeyi hedefliyor.

14


“Kalbinin Resmi” Çocuklara Umut Olacak Dünyada 127, Türkiye’de 88 yıldır faaliyet gösteren ve sağlık alanında hayata geçirdiği projelerle adından söz ettiren Philips, yeni farkındalık projesi “Kalbinin Resmi” için Türkiye’nin çocuk kalp sağlığı alanında en etkin sivil toplum kuruluşlarından biri olan Çocuk Kalp Vakfı (ÇKV) ile iş birliği yaptı. Doğuştan kalp hastalıkları hakkında farkındalık oluşturmak amacıyla hayata geçirilen projeyle, erken teşhis ve doğru tedavinin önemine dikkat çekiliyor. Kalp Sağlığı Haftası nedeniyle 12 Nisan, 2018 Perşembe günü Philips Türkiye CEO’su Haluk Karabatak ve Çocuk Kalp Vakfı Başkanı Prof. Dr. Tayyar Sarıoğlu’nun katılımıyla düzenlenen etkinlikte, “Kalbinin Resmi” Projesi kapsamında hazırlanan ve gerçek hayat hikâyelerinden oluşan videolar paylaşıldı. Philips Türkiye CEO’su Haluk Karabatak, “Türkiye’de 88 yıldır faaliyet gösteren bir marka olarak kalp sağlığı alanında farkındalık yaratan birçok proje hayata geçiriyoruz. Kendimizi sağlığa adadık ve bu konuda ürettiğimiz teknolojik ürün ve hizmetlerle tüketicilerimizin her zaman yanındayız. Kalp sağlığı bizim için oldukça önemli bir alan. 2015 yılında başladığımız ‘Küçük Kalpler’ Projesi ile Kalkınma Bakanlığı GAP İdaresi ve Türk Kalp Vakfı iş birliğinde Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki çocukların kalp taramalarını yaptık. 2016 yılı sonunda Philips çalışanları ile birlikte hayata geçirdiğimiz ‘Kalbinin Sesi’ projesiyle kişiselleşmiş kalp sağlığına dikkat çektik. ‘Kalbinin Resmi’ Projesi ile ise çocuk kalp sağlığı alanında farkındalık yaratıyoruz. ‘Kalbinin Resmi Projesi’ni, Çocuk Kalp Vakfı ile iş birliği içinde doğuştan kalp hastalıklarına dikkat çekmek, bu konuda aileleri bilinçlendirmek ve erken teşhis ve doğru tedavinin önemini vurgulamak için oluşturduk.” dedi.

BD Araştırma Ödülleri, KLİMİK 2018’de Sahiplerini Buldu Becton Dickinson Türkiye’nin “BD Sağlık Öncüleri Programı” kapsamında, infeksiyon hastalıkları alanında ulusal bilimsel çalışmaların sayısının ve kalitesinin yükselmesi, daha sağlıklı ulusal verilere ulaşılması, infeksiyon kontrolü ve önlenmesinde farkındalığın artması amacıyla Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Derneği(KLİMİK) ile hayata geçirdiği “BD Araştırma Ödülleri” bu yıl 3. defa sahiplerini buldu. 700’ün üzerinde katılımcıyla Antalya’da gerçekleşen 19. KLİMİK Kongresi’nde infeksiyon kontrolü ve önlenmesi alanında başarı gösteren 14 çalışma, alanında uzman jüri üyeleri tarafından değerlendirildi ve ilk üçe giren çalışmalar, BD Araştırma Ödülü almaya hak kazandı. Amerikan Hastanesi’nden Hem. Bahar Madran, Dr. Şiran Keske ve Prof. Dr. Önder Ergönül, “Febril Nötropenili Hastalarda Antibiyotik Yönetim Programının Etkisi” çalışması ile birinci oldu. İzmir Dr. Behçet Uz Çocuk Hastanesi’nden Doç. Dr. İlker Devrim ve ekibi, “Pediatrik Hematoloji-Onkoloji Hastalarında Port Kateter İlişkili Kan Dolaşımı İnfeksiyonlarının Önlenmesine Yönelik Bundle (Önlem Paketi) Uygulamalarının Maliyet-Etkinlik Analizi: 6 Yıllık Değerlendirme” çalışması ile ikincilik ödülünü aldı. Üçüncülük ödülünün sahibi ise, “Ucuz periferik venöz kateterler bize pahalıya mal oluyor” isimli çalışmaları ile Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Murat Dizbay ve ekibi oldu. Kongre gala gecesinde düzenlenen ödül töreninde konuşan BD Türkiye Genel Müdürü Ayşe Şanlıoğlu, “Çözüm sunduğumuz her alanda ulusal çalışmaları desteklemek ve literatüre katkıda bulunmak bizim öncelikli hedeflerimiz arasında. İnfeksiyon ile mücadelede, hastane infeksiyonlarının kontrolü ve önlenmesi süreçlerindeki uygulamaların ulusal düzeyde bir standarda kavuşması, bu alandaki teknolojik gelişmelerden yararlanmak ve sağlık çalışanlarının bu konudaki farkındalıklarının artırılması da oldukça önemli. Bu kapsamda, KLİMİK işbirliği ile bilimsel ulusal çalışmaların sayısının ve kalitesinin artması amacıyla hayata geçirdiğimiz ‘BD Araştırma Ödülleri’, Türkiye’de sağlığı geliştirmek için çok değerli” dedi.

15


Serebral Palsili Bebekler İçin “Kutup Yıldızları” Projesi

HABERLER

Allergan, Türkiye Spastik Çocuklar Vakfı (TSÇV) iş birliği ile, Kutup Yıldızları projesi kapsamında gerekli

rehabilitasyon desteğine ulaşamayan, maddi durumu sınırlı olan ailelerin, orta ve ağır düzeyde engelli olma

riski taşıyan 0-3 yaş bebeklerinin gelişimlerine destek olacak. Türkiye Spastik Çocuklar Vakfı (TSÇV), rehabilitasyon desteğine ulaşamayan serebral palsili 30’a yakın bebek ve aileye, “Kutup Yıldızları” sosyal sorumluluk projesi kapsamında, rehabilitasyon imkanı sunulacak. Projenin tanıtımı dolayısıyla bir otelde düzenlenen toplantıda konuşan TSÇV Yönetim Kurulu Başkanı Dilek Sabancı, anne ve babasının kendisine verdiği sınırsız sevgi sayesinde, yaşadığı pek çok engeli kolayca aştığını, ailelerin serebral palsili çocuklarına sonsuz sevgi göstermelerinin önemini anlattı. Sabancı, ailesinin ellerinden gelen bütün gayreti gösterdiğini ifade ederek, “Bütün olanakları zamanında kullanarak, benim daha iyi bir hayata sarılmamı sağladılar. Şansızlıklar içinde yine de çok şanslıyım, zamanında yapılan müdahaleler bana bir eğitim fırsatı yarattı” dedi. “Serebral Palsili Çocuklar, Ailelerinin Gözünde Yıldız Gibi Parlıyor” Allergan Avrupa Bölge Başkanı James Greenhalgh da “Kutup Yıldızları” projesiyle erken dönemde tespit edilen serebral palsi açısından riskli bebeklerin erken müdahale programına alınarak, ileride oluşabilecek engel seviyelerinin azaltılmasının hedeflendiğini söyledi. Riskli bebeklerde erken teşhis ve erken müdahalenin öneminden hareketle bu konuda toplumda farkındalık oluşturulmasının amaçlandığını da dile getiren Greenhalgh, şunları söyledi: “Sağlık ve güzelliği buluşturan yenilikçi ürünlerle Türkiye’de göz sağlığı, medikal estetik, nörolojik bilimler ve ürolojiden oluşan alanlarda hizmet veriyoruz. Kutup Yıldızları projemiz toplumla kurduğumuz bir köprü olması açısından bizim için büyük bir önem taşıyor. Serebral palsi gibi Türkiye’de dünya ortalamasının üstünde görülen toplumsal bir soruna işaret ediyor olmak en önemli önceliklerimizdendi. Özellikle yüksek risk grubunda bulunan prematüre bebeklerde, erken dönemde teşhis edilerek fizyoterapi ve rehabilitasyon açısından erken müdahaleye başlandığında büyük oranda gelişim sağlanabiliyor. Kutup Yıldızları Projesini kendi imkanları ile gerekli rehabilitasyon desteğine ulaşamayan ailelerin serebral palsi açısından riskli bebeklerine destek olmak amacı ile hayata geçirdik.” dedi.

Servier Grup, 2,4 Milyar Dolara Shire’ın Onkoloji Birimini Satın Aldı Servier Grup, onkoloji portföyünü güçlendirmek ve yeni nesil kemoterapi tedavilerine yatırım yapmak için İrlandalı

ilaç üreticisi Shire’ın Onkoloji birimini 2,4 milyar dolar karşılığında satın aldı.

Servier Grup, Shire’in Onkoloji birimini 2,4 milyar dolar karşılığında satın almak üzere anlaşmaya vardı. Satın alma işlemi, Shire’in onkoloji biriminin, piyasada satılan ürünlerden akut lenfoblastik lösemiye yönelik bir tedavi bileşeni olan ONCASPAR (pegaspargase) ve metastatik pankreas kanseri sonrası tedavilerde kullanılan ONIVYDE ilacının ABD dışındaki haklarını içeriyor. Portföy ayrıca iki erken aşamada immüno-onkoloji tedavileri alanında iş birliğini de içeriyor. Servier’in ürünleri, yeni kurulmuş bir iştirak olan SERVIER Pharmaceuticals LLC aracılığıyla ABD’de pazara sunulacak. Konuyla ilgili açıklamada bulunan Servier Grup Başkanı Olivier Laureau; “Shire’ın Onkoloji biriminin satın alınması, Servier’in onkolojide küresel bir oyuncu olmayı kapsayan stratejik hedeflerine katkı sağlıyor. Grubun dönüşümü, ABD’de doğrudan bir ticari varlık oluşturmamıza ve aynı zamanda Servier’in hali hazırda bulunduğu ABD haricinde kalan bölgelerindeki ürün portföyümüzü güçlendirmemize olanak tanıyan önemli bir adımdır. Amacımız bu hayat kurtarıcı tedavileri dünya çapında daha fazla sayıda kanser hastasına ulaştırmaktır. Servier’e katılacak olan Shire’ın onkoloji ekiplerini bünyemize katmayı dört gözle bekliyoruz” dedi.

16


Türkiye´nin En Gözde İlaç Şirketi Pfizer Türkiye Seçildi Pfizer Türkiye, bu yıl Bloomberg Businessweek

Türkiye ve Realta Danışmanlık’ın ortaklaşa gerçekleştirdiği gençlerin gözünden en gözde şirketler araştırmasında “Türkiye’nin En Gözde İlaç Şirketi” seçildi.

Araştırma, 113 üniversiteden, 20.336 üniversite öğrencisinin toplam 186 şirket hakkındaki görüşlerine başvurularak yapıldı. Pfizer Türkiye En Gözde Şirketler sıralamasında ise üç sıra birden yükselerek 31’inci sıraya yerleşti.

Uluslararası kariyer fırsatları, keyifli ve esnek çalışma ortamı, rotasyon ile geleceğin liderlerini yetiştirme hedefiyle Pfizer Türkiye, Bloomberg Businessweek Türkiye tarafından her yıl yapılan “En Gözde Şirketler” araştırmasında birinci sırada yer alarak yine ilaç sektörünün zirvesine yerleşti. İlaç Sektörünün Bir Numaralı İşvereni Seçildi Bloomberg Businessweek Türkiye ve Realta Danışmanlık’ın bu yıl 10’uncu kez gerçekleştirdiği araştırma “Öğrencilerin Türkiye’de en fazla çalışmak istedikleri şirketler hangileridir?”, “Öğrenciler hangi nedenlerle bu şirketlerde çalışmak isterler?” gibi soruların yanıtlarının izini sürdü. Pfizer Türkiye İnsan Kaynakları Lideri Serra Uluışık konuyla ilgili görüşlerini şöyle ifade etti: “Pfizer’de insanların daha sağlıklı ve uzun yaşamaları için en iyi tedavileri geliştirmek ve sunmak amacıyla işimizi azimle yapıyoruz. İşimizi yaparken de işveren markamızı hem şirket içinde hem de dışında en iyi şekilde anlatmaya büyük önem veriyoruz. Uluslararası kariyer fırsatlarımızdan lider okulu konumumuza, keyifli ve esnek çalışma ortamımızdan rotasyon ile geleceğin yöneticilerini yetiştirme hedefimize kadar tüm vizyoner ve öncü özelliklerimizle çalışmaya devam ediyor ve yaşamlara dokunmak için “burada sınır yok” diyoruz. Bugün, büyük bir emekle ördüğümüz işveren markamızın değerine değer katan tüm bu özelliklerimiz, bize bu önemli ödülü kazandırdığı için gururluyuz.”

Nobel İlaç İhracatın Yıldızları Ödülleri Eczacılık Kategorisinde 2.’lik Ödülü Aldı İstanbul Kimyevi Maddeler ve Mamülleri İhracatçıları Birliği tarafından düzenlenen İKMİB 2017 İhracatın Yıldızları Ödül Töreni’nde Nobel İlaç, 2017 yılında gerçekleştirdiği 56 milyon USD ihracat ile “Eczacılık

Ürünleri İhracatı” kategorisinde 2.’lik ödülünün sahibi oldu. Plastikten kozmetiğe, ilaçtan kauçuğa, medikalden boyaya kadar kimyanın farklı alt sektörlerinde yedi bine yakın üyesi bulunan İKMİB, 2017 yılında 16,1 milyar dolarlık ihracata imza atan sektör temsilcilerini ödüllendirdi. İKMİB ev sahipliğinde düzenlenen ve T.C. Ekonomi Bakan Yardımcısı Sn. Fatih Metin ile TİM Başkanı Sn. Mehmet Büyükekşi’nin katılımıyla gerçekleştirilen törende 24 kategoride 120 ihracatçıya ödülleri verildi. Nobel İlaç, 2017 yılında gösterdiği performans ile “Eczacılık Ürünleri İhracatı” kategorisinde 2.’lik ödülüne layık görüldü. Nobel, yerli ilaç firmaları arasında ise ilk sırada yer alan firma oldu. 2017 İhracatın Yıldızları Ödül Töreni’nde, Nobel adına ödülü Dış Ticaret Direktörü Dr. Kemal Erkal aldı. Nobel İlaç Dış Ticaret Direktörü Dr. Kemal Erkal, yeni ürün lansmanları ve pazar fırsatlarını değerlendirerek, her yıl sağlıklı büyüme ve bu alanda liderliği hedeflediklerini ifade etti. Nobel İlaç Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Numan Balki konuyla ilgili şu değerlendirmede bulundu: “Yüzde yüz yerli sermayeli uluslararası bir ilaç firması olarak her yıl önemli ihracat rakamlarına imza atıyoruz. İhracatımız, ithalatımızdan fazla. Ülkemizin ihracat gelirine kaynak oluşturmaktan ötürü gurur duyuyoruz. Bu başarımızı yarıya yakını yurt dışında olmak üzere bizimle birlikte çalışan yaklaşık 2500 çalışanımıza borçluyuz. İhracatımızın büyük kısmının kendi markalarımızla yapılıyor olmasının değerini ayrıca vurgulamak gerekir. Bir ilacımız Türkiye’nin ilk ve halen tek uluslararası ilaç markası olarak ülkemizde üretilip 25 ülkede aynı marka ismi ile pazarda yer alıyor.”

17


HABERLER

Japon ilaç devi Takeda, İrlanda merkezli Shire şirketini bünyesine kattı.

Japon ilaç devi Takeda, onkoloji, gastroenteroloji, nörobilim tedavi alanlarına ve temel ilaçlara yönelik 2025 vizyonunu ileri taşıyacak ve bu kilit tedavi alanlarında lider olma vizyonuna hız kazandıracak olan, İrlanda merkezli Shire şirketini bünyesine kattı. Takeda, bu birleşme sonucu ABD’de ciddi oranda büyüyen varlığıyla, farklı coğrafyalarda daha etkili olacak. Takeda, Shire ilaç şirketini satın almak için teklifinin nakit bölümünü hisse başına 30,33 dolar seviyesine yükselterek toplam 62,42 milyar dolar karşılığında İngiltere’de anlaşmaya vardı ve 2019 yılının ilk yarısında bu birleşmenin tamamlanması bekleniyor. Takeda’yı dünyanın en büyük 10 ilaç şirketinden biri olarak konumlandıracak ve büyüme hızını sağlamlaştıracak bu önemli anlaşma ile, bir Japon şirketi olan Takeda, coğrafya odağını global pazarın sunduğu fırsatlara doğru çevirdi. Takeda Başkanı ve CEO’su Christophe Weber “Takeda kuruluşundan bu yana çevik ve Ar-Ge odağıyla tüm dünyadaki hastalara yenilikçi ve dönüştürücü bir tedavi sunmaya hazır global bir ilaç firmasına dönüşmüştür. Shire’ın tamamlayıcı ürün portföyü, ayrıca deneyimli çalışanları, Takeda’nın daha güçlü olması için gereken dönüşümü hızlandıracaktır. Hep birlikte, gastroenteroloji, nörolojik bilimler, onkoloji, nadir hastalıklar ve plazmadan türetilen tedaviler alanında, hedefe odaklı tedaviler sunarak öncü olacağız. Bu birleşimin tüm dünyadaki hastalara getireceği faydaları, bunun çalışanlarımıza sunacağı imkânları ve hissedarlarımıza sağlayacağı geri dönüşü görmeyi bekliyoruz” dedi.

Chiesi Grup, Lamzede (Velmanaz Alfa) İçin Avrupa’da Ruhsat Aldı Chiesi; Avrupa Komisyonu’nun, ultra-nadir ilerleyici ve zayıflatıcı bir hastalık olan hafif ila orta derecede alfa mannosidozlu (AM) hastalarda nörolojik olmayan semptomların tedavisinde ilk

enzim replasman tedavisi olan Lamzede (velmanaz alfa) için ruhsat verdiğini duyurdu. Bu gelişme ile Lamzede artık Avrupa İlaç Ajansı (EMA) tarafından kapsanan 31 Avrupa ülkesinde kullanılmak üzere onay almış oldu.

Pazarlama ruhsatlandırması, geleneksel büyük ölçekli klinik çalışmaların mümkün olmadığı son derece nadir görülen rahatsızlıkların tedavisini sağlamayı amaçlayan AB mevzuatına göre “istisnai koşullar” altında verildi. Velmanaz alfa, hem çocuklar hem de yetişkinler olmak üzere 33 hastada araştırıldı. Chiesi Group Avrupa Bölgesi Başkanı Alessandro Chiesi, “Lamzede, Alfa Mannosidoz için hastalık modifiye edici potansiyeli olan ilk onaylı tedavi yöntemidir ve bu yüzden bir sonraki hedefimiz, bu tedaviyi mümkün olan en kısa sürede Avrupa’da hastalara sunmaktır” yorumunu yaptı. “Lamzede’nin AB’deki ruhsat yetkisi, bu yıkıcı hastalıktan muzdarip tüm hastalar için önemli bir basamak taşı olmakla beraber Chiesi Grup’un nadir görülen hastalıkların karmaşık ve zorlu dünyasındaki rolünü güçlendiriyor.” diye ekledi.

18


19


54. Ulusal Diyabet Kongresi Gerçekleştirildi

HABERLER

54. Ulusal Diyabet Kongresi Antalya’da düzenlendi. Kongrede düzenlenen basın toplantısına 54. Diyabet Kongresi Başkanı Prof. Dr. Nevin Dinççağ, 54. Diyabet Kongresi Genel Sekreteri Prof. Dr. Rıfat Emral, 54. Diyabet Kongresi Genel Sekreteri Doç. Dr. Ayşe Kubat Üzüm, Türk Diyabet Cemiyeti Başkanı Prof. Dr. Hasan İlkova ve Türkiye Diyabet Vakfı Başkanı Prof. Dr. Temel Yılmaz konuşmacı olarak yer aldı. 500 tane diyabet hemşiresi olduğunu söyleyen Türk Diyabet Cemiyeti Başkanı Prof. Dr. Hasan İlkova, “Diyabet hemşirelerinin sayısı 490 küsur, hadi Bakanlıkla birlikte aşağı yukarı 500’ü biraz geçen ve eğitim verebilen nitelikte ve diyabet hemşiresi olarak çalışıp çalışmadığını bilmiyoruz. Bu insanların bir kısmı başka yerlerde görevlendiriliyor. 500 desek bu sayıya, 7,8 milyon diyabetlinin, bir kısmının diyabetinden habersiz olduğunu varsayarsak geri kalan 4-5 milyon diyabetli insan. Bunları eğitmek için elimizde sadece 500 tane diyabet hemşiresi var. Diyabet tedavisinin önünde en büyük engelin bu olduğunu görüyoruz” dedi.

giren hastaların büyük bölümü insülini bırakmış. Yeni yapılan çalışma da bu uygulamanın 10 yıllık sonuçları verildi. On yıl önce operasyon geçirip, insülini bırakan insanların belli bir kısmı insüline geri dönüyor. Operasyonlar bir sağlam dokunun alınma operasyonu. Bir kere bununla ilişkili olarak hastada mineral ve vitamin eksikliği oluyor. Hasta protein alamıyor. Kusmaları oluyor. Bunun yüzünden ayriyeten protein tozu alması gerekiyor. Bu operasyonlar ancak çok sınırlı insanda olabilecek operasyonlar” dedi.

“5 Dakikada Bir Hasta Bakılmasını İnsan Haklarına Aykırı Olarak Görüyorum”

Diyabet cerrahisinde rant olayının olduğunu dile getiren Prof. Dr. Temel Yılmaz, “Bu alanda müthiş bir şekilde rant olayı var. Ben Sağlık Bakanlığını bu operasyonları yeteri kadar denetlediği düşüncesinde değilim. İyi denetlenmiyor. Müthiş bir şekilde tıpta alışık olmadığımız şarkılı sözlü reklam kampanyaları oluyor bu sağlık açısından hoş değil” şeklinde konuştu.

SGK’nın diyabet için harcadığı paranın çok fazla olduğunu dile getiren Prof. Dr. Hasan İlkova, “Sosyal Güvenlik Kurumunun (SGK), harcadığı para diyabet için çok fazla. Yüzde 20 olduğunu belirttiler. Ama bunun çok az bir kısmı belki yüzde 10’u filan ilaçla ilgili, geri kalan da komplikasyonlarla ilgili. Bizim diyabeti tedavi ederken önümüzdeki engel nedir? Hastayı neredeyse görmeden tedavi ediyoruz. Nedir bu? Devlet hastanesinde eğer siz bir hekimin günde 100 tane hastanın bakmasına ve bunların arada diyabetli hasta olduğunu düşünürseniz mümkün değil. O hastaya sadece 3-4 tane ilaç yazarsınız ve kapıdan uğurlarsınız. O ilacı, o hasta sürekli kullanacak mı, sizin verdiğiniz tedaviye uyum sağlayacak mı? O da ayrı bir mesele. Dolayısıyla bir kere hekimin ayırabileceği zaman çok önemli. O zaman diyabetli hasta için mutlaka arttırılmalı. Ben üniversite hastanesinde çalışan bir hekim olarak 5 dakikada bir hasta bakılmasını insan haklarına aykırı olarak görüyorum. 2 ay sonrasına randevu versinler ama hiç değilse 15-20 dakika zaman ayırsınlar” diye konuştu.

“Diyabet Cerrahisi Diye Bir Şey Yok” Bilimsel anlamda diyabet cerrahisi diye bir şeyin olmadığını söyleyen Türkiye Diyabet Vakfı Başkanı Prof. Dr. Temel Yılmaz, bununla ilgili yapılan uygulamaların olduğunu belirtti. Yılmaz, “Tip-2 diyabetli bir hastayı ister cerrahi operasyonla zayıflatın isterseniz de diyet programı ile zayıflatın. Amerika’da yapılan büyük çalışma da düşük karbonhidratlı ve düşük kalorili diyetler vererek programa

20

“Diyabet Cerrahisinde Müthiş Rant Var”

“Diyabet Aslında Bir Hormon Hastalığı” Diyabet hastalığının çok fazla unsuru olduğunu ifade eden 54. Diyabet Kongresi Başkanı Prof. Dr. Nevin Dinççağ, “Diyabet aslında bir hormon hastalığı, hormonun eksikliğinden ya da etkisizliğinden enerji kaynağımız glikozun vücut tarafından kullanılmamasından doğan aslında halk arasında şeker hastalığı olan ama hiç şeker tadı ve kıvamında olmuyor. Gerçekten sıklığı giderek artan ama farkındalığı çok iyi olmayan ilerleyici ve oluşturduğu sorunlar nedeniyle yüksek derecede hastaya sıkıntılar getiren ve hem bireye hem millete maliyeti yüksek olan bir hastalıkla uğraşıyoruz. Bu hastalığın çok unsurları var” dedi.

“Çok Boyutlu Bir Hastalıktan Bahsediyoruz” Çok boyutlu bir hastalıktan bahsettiklerini söyleyen 54. Diyabet Kongresi Genel Sekreteri Prof. Dr. Rıfat Emral, “Çok boyutlu bir hastalıktan bahsediyoruz. Tek boyutu yok maalesef. Tüm bu konuları tartışırken bilimsel olarak tartışmaya gayret gösteriyoruz. Dolayısıyla yansız olmaya çalışıyoruz” şeklinde konuştu.


Novartis, Türkiye’de Ürettiği Sıtma İlacı İle Yılda 60 Milyon Sıtma Hastasını Tedavi Ediyor Novartis, 25 Nisan Dünya Sıtma Günü dolayısıyla açıklamalarda bulundu. Novartis’ten yapılan açıklamaya göre; Novartis, Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) 2030 yılında sıtma sebebiyle gerçekleşen çocuk ölümlerini %90 oranında azaltma hedefini gerçekleştirmesine destek vermektedir. Novartis bünyesinde en önemli sıtma ilacı üretim merkezi olan Kurtköy Fabrika’da üretilen ilaçla dünya genelinde yılda 60 milyon insan tedavi olmaktadır. Novartis’in global ölçekteki en büyük ilaca erişim programı olan Sıtma Girişimi çerçevesinde üretilen sıtma ilacının ana üretim merkezi Novartis Kurtköy Fabrikası, global çaptaki 10 mükemmeliyet merkezlerinden birisi olma özelliğini taşıyor. Başta sıtmanın yaygın görüldüğü 50’nin üzerinde Afrika ülkesi olmak üzere tüm dünyaya ihraç edilen ilaç sayesinde Novartis Kurtköy Fabrikası, yıllık 60 milyon tedavi kapasitesi ile dünyada sıtma kaynaklı ölüm oranının azaltılmasına katkıda bulunuyor.

İlaç Sektöründeki Kariyer Fırsatları Koç Üniversitesi’nde Konuşuldu İbrahim Etem-Menarini yöneticileri Koç Üniversitesi Kariyer Günleri’nde farklı

üniversitelerin Mühendislik, Kimya, Eczacılık fakültelerinde okuyan öğrencilerle bir araya gelerek ilaç sektöründeki kariyer fırsatlarını

paylaştı. Koç Üniversitesi Kariyer Günleri’ne İnsan Kaynaklarından sorumlu yönetici Melis Aslanağı, Medikal departmandan sorumlu yönetici Dr. Meltem Karataş ve Satın Alma departmanından sorumlu yönetici Zahide Yenihayat katıldı. Üniversite öğrencileri ile bir araya gelen İbrahim Etem- Menarini ekibi, sağlık sektörü ile ilgili öğrencilere bilgi verdi, kariyerlerini yönlendirmeleri için öğrencilerin merak ettikleri soruları yanıtladı. Toplantıda, İbrahim Etem-Menarini’de çalışmanın ayrıcalık olduğunu vurgulayan Melis Aslanağı, “Ülkemizin en köklü ilaç firmalarından biri olan İbrahim Etem- Menarini olarak “İnsan İçin Değer” vizyonu ve insana, yaşama ve geleceğe değer katma misyonuna sahibiz. Bu yaklaşımımız ile yüksek nitelikli ve güven duyulan yapımızı sürekli geliştirmeyi, çalışanlarımızın şirkete olan güvenini ve insanlar için ürettiğimiz ürün ve hizmetlerden memnuniyeti artırmayı hedefliyoruz” diye konuştu. Zahide Yenihayat, dünyada ve Türkiye’de büyüyen ilaç sektörünü öğrencilere aktarırken sektörün iş imkânı ve kariyer fırsatlarının geniş olmasını dile getirdi. Yenihayat, “İbrahim Etem- Menarini olarak beşerî ürünler, tüketici sağlığı ürünleri, hayvan sağlığı ürünleri olmak üzere birçok farklı ürünü kullanıcılarla buluşturuyoruz. Bilim sürekli değişiyor, gelişiyor. Teknoloji alanındaki gelişmeler bilimin ilerlemesini etkiliyor. İlaç sektörü de bu devinimi sağlayan en büyük sektörlerden bir tanesi. Köklü geçmişe sahip İbrahim Etem-Menarini olarak da bu gelişimi yakalayacak imkanları yaratıyoruz” dedi. Dr. Meltem Karataş “İlaç sektörü ile birlikte insanların sağlıklı yaşama kavuşmaları için çalışmalarımızı sürdürüyoruz. İlaç sektöründe farklı birçok alanda kariyer sahibi olabilirsiniz. Dinamik yapılı İbrahim Etem- Menarini’de, ürün tanıtım temsilcisi olabilir, pazarlama alanında yönelirseniz ürün müdürü pozisyonuna da gelebilirsiniz. İlerleyen zamanlarda farklı alanlarda çalışmak isterseniz, diğer birimlere rahatlıkla geçebilirsiniz.” diyerek öğrencilerin kariyerlerini nasıl yönlendirecekleri ile ilgili bilgiler aktardı.

21


KPMG Türkiye, İlaç Sektörel Bakış 2018 Raporunu Açıkladı

HABERLER

KPMG Türkiye, İlaç Sektörel Bakış 2018 raporunu hazırladı. KPMG’nin ilaç sektörü raporuna göre; 2016’da toplam ilaç pazarının yüzde 11,7’sini oluşturan onkoloji ilaçlarının payı 2022’de yüzde 17,5’e çıkacak. 2016’da

93,7 milyar dolar değerinde satış hacmine sahip pazarın, 2022’de 192,2 milyar dolara ulaşması bekleniyor. Raporda sektörün 2017’deki performansı ve 2018 beklentileri değerlendirildi. Büyüklüğü 1,1 trilyon dolara ulaşan dünya ilaç pazarı başlı başına bir ekonomi. ABD, Çin, Japonya, Almanya ve Fransa dünya ilaç endüstrisinin en büyük 5 pazarı durumunda. Türkiye ise 16’ncı sırada yer alıyor. Rapor, onkoloji ilaçları satış hacminin iki kat büyüyeceğini ortaya koyuyor. KPMG Türkiye raporuna göre, 2016 yılı sonunda küresel ilaç pazarının yüzde 11,7’sini oluşturan onkoloji ilaçları, 2022’de yüzde 5,8’lik artışla toplam pazar payını yüzde 17,5’e yükseltecek. Bu ilaçların satış hacmi de 2016 ile 2022 yılları arasında iki katına ulaşacak. 2016’da 93,7 milyar dolar harcanan onkoloji ilaçları için 2022’de harcanması beklenen miktar 192,2 milyar dolar… Dünya ilaç pazarında satışta büyümesi beklenen tedavi alanlarının ikinci sırasında antidiabetikler yer alıyor. KPMG Türkiye ilaç sektörü lideri Hakan Orhan, “Gelişen teknolojinin tedavi süreçlerini değiştirmesi, küresel ilaç sektörünü de etkiliyor. Sektörün geçmişten bugüne toplam 1,1 trilyon dolar olan Ar-Ge yatırımlarının 2015-2020 arasında 900 milyar dolara ulaşması tahmin ediliyor. Böylece sektör toplam Ar-Ge yatırımlarını 5 yıl içerisinde neredeyse ikiye katlayacak. Ancak bu büyük artış bile sektörün ihtiyacı olan yatırıma ulaşmasına yetmiyor” dedi.

KPMG Türkiye ilaç sektörü raporundan öne çıkan notlar: İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası (İEİS) 2016 sonu verilerine göre dünya ilaç pazarının büyüklüğü 1,1 trilyon dolar. Sektörün tartışmasız lideri yüzde 49’luk payla ABD ilaç pazarı, kendisinden sonra gelen dört büyük pazarın toplamından daha büyük bir hacim oluşturuyor.

2022’ye Kadar Satışlar Yüzde 33 Artabilir Dünya reçeteli ilaç satışları ve kategorileri incelendiğinde yılda yüzde 5,6 oranında ortalama büyüme ile 2022’de toplam 1 trilyon dolar seviyesine ulaşacağı düşünülüyor. 2022 yılına kadar toplam reçeteli ilaç satışlarındaki eşdeğer satışların yüzde 33 artması bekleniyor. Kısıtlı bir hasta kesimine seslenen ve şirketlerin yatırım yapmaktan kaçınması sebebiyle ‘yetim’ ismini alan ilaçların satışlarının da iki katına

22

çıkması bekleniyor. Şirketlerin gelecekte bu pazarı ‘daha hızlı yol alınabilecek bir alan’ olarak göreceği düşünülüyor. Önümüzdeki 4 yıl içinde en çok onkoloji ilaçları kullanılacak. 2016 yılında toplam ilaç pazarının yüzde 11,7’ini oluşturan onkoloji ilaçlarının pazar payı, 2022 yılında yüzde 17,5’e çıkacak. 2016 ve 2022 yılları arasındaki satış hacmi de iki kata yakın artış gösterecek. Dünya çapında en çok satılan ikinci grup olan anti-diabetik ilaç satışlarının 2022 yılında yüzde 5’e yakın bir artış göstermesi, buna karşılık pazar payının yüzde 5,4’ten yüzde 5,3’e düşmesi bekleniyor. Tedavi alanlarına göre üçüncü sırada romatizma ilaçları var. Romatizma ilaçlarının pazar payı 2016 yılında yüzde 6,6 iken bu oran da 2022’de yüzde 5’e gerilemiş olacak.

Türkiye Ar-Ge’de Adım Atıyor Ancak Hızlanmalı Küresel ilaç sektörünün Ar-Ge yatırımları 2015 yılına kadar toplamda 1,1 trilyon doların üzerine çıktı. 2015-2020 arasında ise bu harcamaların 900 milyar dolar düzeyinde olacağı tahmin ediliyor. Bu sonuç, sektörde inovasyon arayış hızının görülmemiş bir düzeye yükseldiğini teyit ediyor. Bugün bir yenilikçi ilaç molekülünün geliştirilmesi 10-15 yıl alıyor ve yaklaşık 2 milyar dolara mal oluyor. Tüm dünyada Ar-Ge ilaç sektöründeki en kritik konu. İnovasyonun tüm dünyada en büyük düşmanı olan maliyet ve ekonomik belirsizlikler, tüm sektörlerde olduğu gibi ilaç sektörü firmalarını da temkinli davranmaya itiyor.


Abdi İbrahim´e “İnsana Değerde Liderlik” Ödülü Abdi İbrahim, PERYÖN tarafından 10. kez düzenlenen PERYÖN İnsana Değer Ödülleri’nde “İnsana Değerde Liderlik” kategorisinde birincilik ödülüne layık görüldü. Abdi İbrahim’den yapılan açıklamaya göre, Abdi İbrahim’in insan kaynakları yönetimi alanında yaptığı çalışmalar, Türkiye’nin en önemli sivil toplum kuruluşlarından biri olan PERYÖN tarafından ödüllendirildi. Bu yıl 7 şirketin finale kaldığı “İnsana Değerde Liderlik” kategorisinde Abdi İbrahim, birinci olarak ödüle layık görüldü. PERYÖN İnsana Değer Ödülleri’nin en üst kategorisi olan “İnsana Değerde Liderlik” ödülü, liderlik, yönetim, motivasyon ve performans çalışmaları açısından en başarılı şirketlere veriliyor. Ödül törenine Abdi İbrahim İnsan Kaynakları Genel Müdür Yardımcısı Hakan Onel ve Abdi İbrahim İnsan Kaynakları ekibi katıldı. Açıklamada görüşlerine yer verilen Abdi İbrahim İnsan Kaynakları Genel Müdür Yardımcısı Hakan Onel, PERYÖN Ödülleri’nin en üst kategorisi olan “İnsana Değerde Liderlik” ödülünü almaktan mutluluk duyduklarını belirterek, şunları kaydetti: “106 yıllık köklü geçmişe sahip bir şirket olarak, Türk ilaç sektöründe 16 yıldır pazar liderliğimizi sürdürüyoruz. Aynı zamanda sektörün istihdam lideriyiz. Hedeflerimize giden yolda en önemli güçlerimizden birisi insan kaynağımız. Sektördeki liderliğimizi, İK alanında çalışanlarımıza değer katan uygulamalarımızla bir kez daha kanıtlamış oluyoruz. İnsana Değerde Liderlik Ödülü, bu açıdan bizim için büyük önem taşıyor.”

AbbVie 4. Defa Türkiye’nin “En İyi İşvereni” Oldu Global biyofarma şirketi AbbVie, Great Place To Work Enstitüsü® tarafından düzenlenen ‘’Türkiye’nin En İyi İşverenleri’’ araştırmasında üst üste 4’üncü kez ödüle layık görüldü. 2018 yılı sonuçlarına göre AbbVie, 250-500 çalışan kategorisinde Türkiye’nin “En İyi

İşvereni” seçildi ve Pharma’nın En İyi İşvereni Sektör Özel Ödülü ile Yaşam Boyu Öğrenme Özel Ödülü’ne layık görüldü. Türkiye’de de 6 yıldır Great Place to Work Enstitüsü® tarafından yapılan ‘’En İyi İşverenler’’ araştırmasının 2018 yılı sonuçları açıklandı. Değerlendirilen 162 firma arasından 32 şirket ödüle layık görüldü. 4 Mayıs 2018 tarihinde Wyndham Grand Levent’te düzenlenen ödül töreninde, dünyanın en ciddi ve karmaşık sağlık sorunlarına yönelik çözümler geliştirmeye odaklanmış global biyofarma şirketi AbbVie, sağlık alanında hizmet veren şirketler arasında 1. oldu. 250-500 çalışan kategorisinde “En İyi İşveren” seçildi. Ayrıca Pharma’nın En İyi İşvereni Sektör Özel Ödülü ile Yaşam Boyu Öğrenme Özel Ödülü’ne layık görüldü. AbbVie Türkiye Genel Müdürü Mete Hüsemoğlu aldıkları ödülle ilgili şu açıklamalarda bulundu: ‘’Great Place To Work Enstitüsü® tarafından 4 yıldır üst üste Türkiye’de ve ilaç sektöründe “En İyi İşveren” listesine girmekten dolayı son derece gururluyuz. Bu başarının bizi en çok sevindiren tarafı, en karmaşık sağlık sorunlarına yenilikçi çözümler geliştirme anlayışımızın yanında, insan odaklı yönetim anlayışımızın da kurumsal hedeflerimizin en üst basamaklarında durduğunu kanıtlamış olmamız.”

23


AstraZeneca Türkiye, 2018’in En İyi İşverenleri Arasında

HABERLER

AstraZeneca Türkiye, Great Place to Work Enstitüsü’nün 4 Mayıs 2018 tarihinde açıkladığı Türkiye’nin En İyi İşverenleri listesinde 250-500 çalışan kategorisinde üçüncü olarak yerini aldı. AstraZeneca böylece, her

şeyden önce insana değer veren yenilikçi ve eşitlikçi uygulamalarıyla, “İyi Bir İş Yeri” olma stratejisi doğrultusunda emin adımlarla ilerlediğini bir kez daha gözler önüne serdi. Great Place to Work Enstitüsü Türkiye’de altıncı kez düzenlenen Türkiye’nin En İyi İşverenleri listesini açıkladı. İnsani dokunuşu yüksek kurum kültürüyle listeye girmeye hak kazanan 32 şirketten biri de AstraZeneca Türkiye oldu.

“İnsana Saygı En Büyük Önceliğimiz” AstraZeneca Türkiye’nin başarısını değerlendiren AstraZeneca Türkiye İnsan Kaynakları Direktörü Feyza Aysan ödül hakkında şunları söyledi: “Türkiye’de esnek çalışma ve esnek yan haklar uygulamalarını başlatan ilk firmalardan biri olarak, iş-özel yaşam dengesini ve çalışan memnuniyetini sağlama odaklı pek çok motivasyonel uygulamayı hayata geçirdik. AstraZeneca İnsan Kaynakları Ekibi olarak sürdürülebilir başarıyı hedefleyen, yenilikçi ve üretken bir insan kaynakları anlayışına sahibiz. Yeni trendleri takip edip AstraZeneca’ya uyarlayarak, çalışanlarımızı iş hayatlarında destekliyor ve başarılı olmalarını sağlayacak fırsatlar oluşturmak için çalışıyoruz.”

Novartis İlaç “Dijital Dönüşüm”ü Bir Adım İleriye Taşıyor Novartis İlaç Türkiye, sağlık alanında dijitalleşmede yeni fikirler geliştirmek için “1. Dijital İnovasyon Günü”nü düzenledi.

Gündeminde inovasyon ve dijitalleşme bulunan

Global olarak belirlenen inovasyon ve dijitalleşmede fark yaratan bir şirket olmak hedefini gerçekleştirmek için Novartis İlaç Türkiye, ilk kez “Dijital İnovasyon Günü” etkinliği gerçekleştirdi. Dönüşümsel inovasyon ve dijital dönüşüm kavramlarının şirket yöneticilerine aktarıldığı ve dijitalleşmenin paydaşlara sağlayacağı faydaların dile getirildiği bu etkinlikte inovatif ve dijital anlamda fark yaratabilecek bir organizasyon olmak için yeni fikirler geliştirerek bir yol haritası oluşturulması için önemli bir adım atıldı.

“Gelecek, Dijitalde” Etkinliğin açılış konuşmasını yapan Novartis Türkiye İlaç Divizyonu Genel Müdürü Avinash Potnis, dijital dönüşümün beklenenden daha hızlı gerçekleştiğini ve ancak bu dönüşüme adapte olan firmaların gelecekte var olabileceğini belirtti. Bu kapsamda Novartis bünyesinde gerçekleştirilen girişimlerden örnekler veren Potnis, bir ilaç şirketi olarak veri ve dijitalleşmeye odaklandıklarını ve tüm yönetimin bu konu ile ilgili olarak heyecan duyduğunu ifade etti. Potnis ayrıca, “Organizasyonumuzun tüm bölümleri dijital teknolojileri, ileri analitiği ve yapay zekayı bütün yönleriyle benimsemelidir. Bu sayede daha yenilikçi olabilir ve etkinliğimizi artırabiliriz. Onlarca yıllık deneyimlerimiz sayesinde birçok veriye sahibiz.” şeklinde konuştu. Novartis Türkiye bünyesinde gerçekleştirilen “Dijital İnovasyon Günü” etkinliğini düzenleyen Pazarlama ve Satış Operasyonları Direktörü Işık Sönmez, “Novartis olarak amacımız insan yaşamını değiştirebilecek çok daha etkin, yenilikçi ilaçlar geliştirmek. Bunu da, yeni platformlarda yeteneklerimizi geliştirerek, ilaçlarımızı daha etkin bir şekilde geliştirerek ve çevremizdeki yeniliklere açık olarak yapabiliriz. Novartis Türkiye olarak dijital dönüşüme inanıyor ve çalışanlarımızın inovatif fikirlerini sonuna kadar destekliyoruz.” dedi.

24


25


İmmüno-Onkolojinin Geleceği Konuşuldu

HABERLER

Dünyada kanser tedavisinde yeni bir dönem başlatarak immüno-onkoloji kavramını yaratan Bristol-Myers Squibb (BMS), bu yeni tedavi yönteminin Türkiye yolculuğunu anlatmak için başlattığı

immüno-onkoloji sohbetlerini Ankara, İzmir ve İstanbul’da 150 onkoloji uzmanının katılımıyla gerçekleştirdi. Ankara, İzmir ve İstanbul’da gerçekleştirilen toplantılarda açılış konuşmasını yapan BMS Türkiye Genel Müdürü Ece Kaşıkçı, Nisan ayında kutlanan Dünya Kanser Haftası’nda “İçinde O Güç Var” sloganıyla bir farkındalık kampanyası başlattıklarını belirterek, “Bu kampanya kapsamında gerçekleştirdiğimiz iletişimle bir buçuk milyona yakın kişiye erişim sağladık. İmmünoonkolojik tedavi yaklaşımının ülkemize kazandırılmasında BMS olarak öncü durumdayız” dedi. Toplantılarda, kanser tedavisinde çığır açan immüno-onkoloji yöntemi ve Türkiye’deki gelişimi masaya yatırılarak, bu tedavi yönteminin Türkiye’de ruhsatlandırıldığı ve başarılı olduğu kanser türlerinden olan böbrek ve malign melanom tartışıldı. Konuya ilişkin değerlendirmelerde bulunan BMS Türkiye Genel Müdürü Ece Kaşıkçı;“İmmüno-onkolojik tedavilerin ülkemize kazandırılmasında BMS olarak öncü durumdayız. Şu an Türkiye’de BMS’in immüno-onkolojik ilaçlarının malign melanom ve böbrek kanseri için ruhsatlandırıldığını söyleyebilirim. Çok yakın zamanda ruhsat sürecini tamamlayacağımız yeni endikasyonlarımız var. Kanser tedavisinde sağkalımı uzatan immüno-onkoloji ilaçlarımızla hastalara yeni tedavi olanakları sunmaktan son derece mutluyuz.” dedi.

Mustafa Nevzat İlaç Fabrikası Uluslararası İş Sağlığı ve Güvenliği Ödülü Aldı Britanya İş Güvenliği Konseyi (British Safety Council) tarafından her yıl düzenlenen Uluslararası İş Sağlığı ve Güvenliği Ödülleri yarışmasının 2018 Başarı Ödülü kazananı Mustafa Nevzat İlaç fabrikası oldu. Mustafa Nevzat İlaç, değerlendirme yapılan 12 başlıktan toplam 53 puan alarak Başarı Ödülü’ne layık görüldü. En yüksek 60 puan alınabilen değerlendirme kriterlerine göre kendilerini iş sağlığı ve güvenliği performans ve kültürü anlamında kanıtlamış firmaları geride bırakarak iyi bir dereceye yerleşen Mustafa Nevzat İlaç, ilk kez girdiği bu yarışmada aldığı başarılı sonuçla iş sağlığı ve güvenliği konusundaki gücünü dünyaya da kanıtlamış oldu. Mustafa Nevzat İlaç’ın Teknik Operasyonlar ve Uluslararası Pazarlar Genel Müdürü Ayla Kurtuluş, firma olarak iş sağlığı güvenliği ve kalite kültürünün en büyük öncelikleri olduğunu belirterek, “Yüksek kaliteli ve güvenilir biyoteknolojik ürün üretimi, en az bilimsel yenilikler kadar önemli. Amgen’in son teknoloji üretim tesisleri, sağlam süreçler, deneyimli ve donanımlı iş gücüne yaptığı büyük yatırım; biyoteknolojik ve biyobenzer ürün üretimine yönelik sarsılmaz taahhüdümüzü yansıtıyor. Mustafa Nevzat İlaç fabrikalarına yapılan yaklaşık 140 milyon TL yatırım da bu başarılı sonucun alınmasında iş sağlığı güvenliği ve kaliteye verdiğimiz sarsılmaz öneme işaret etmektedir.” dedi.

26


Başkent Üniversitesi’nden Dünya Rekoru! Başkent Üniversitesi, Sandoz İlaç’ın katkılarıyla aynı anda, aynı yerde bir araya gelen en yüksek sayıdaki organ nakli hastası rekora imza attı.

Bağlıca Kampüsü’nde gerçekleştirilen rekor denemesinde organ nakliyle hayata tutunan yüzlerce hasta buluştu. ABD merkezli Donate Life Run/Walk’ın 2016 yılında 314 organ nakli hastayı bir araya getirerek elde edilen Guinness Dünya Rekoru’nun kırılması hedeflendi. 12 Mayıs 2018 Cumartesi günü düzenlenen törene 438 organ nakli olan hasta katıldı. Toplam 438 hastanın bir araya gelmesiyle Guinness Dünya Rekoru sayısı aşılmış oldu. Rekor denemesinde elde edilen tüm veriler Guinness’e gönderilecek. Tüm şartların kabul olması durumunda bu alanda Guinness Dünya Rekoru, Amerika’dan Türkiye’ye geçmiş olacak. Başkent Üniversitesi Bağlıca Kampüsü’nde gerçekleştirilen rekor denemesi ardından “Yeniden Yaşam Yolculuğunda Atatürk Yürüyüşü” başlıklı program gerçekleşti. Törende konuşma yapan Sandoz Türkiye Genel Müdürü ve Novartis Grup Türkiye Başkanı Dr. Altan Demirdere şunları söyledi; “Organ bağışı bilincinin artması adına yapılan bu değerli projede Sandoz olarak yer almaktan büyük bir mutluluk duyuyoruz. Biz İsviçreli bir ilaç firmasıyız. 1930 yılından beri Türkiye’de ürünlerimizi tıbbın hizmetine sunuyoruz. Organ nakli konusunda araştırmalarımız tüm dünyada 1969 yılında başladı. 1983 yılında Amerika’da FDA onayı alarak Siklosporin ile ilk organ nakli ürününü tıbbın hizmetine sunduk. Sandoz olarak önceliğimiz her zaman hastaların hayat kalitesini artırmak oldu. Çalışmalarımızı “Önce İnsan, Önce Sağlık” anlayışı ile yürütüyoruz.” dedi. Başkent Üniversitesi Kurucusu ve Yönetim Üst Kurulu Başkanı Prof. Dr. Mehmet Haberal da yaptığı konuşmada sağlığın bir ekip işi olduğuna değindi. Rekor denemesine katılan tüm hastaların “Yeniden Yaşam Yolculuğu”nun kahramanları olduğunu, onlar kadar bu süreçte destek olan tüm hekim ve hemşirelerin de birer kahraman olduğunu belirtti. Prof. Dr. Mehmet Haberal; “Sağlık bir ekip işidir, doktorlar, hemşireler ve diğer sağlık personeli hepsinin ayrı bir önemi vardır. Organ naklinde 1975 yılından bu yana uzun bir yol aldık. Dünyada ve Türkiye’de organ nakli konusunda birçok ilki gerçekleştirdik.” dedi.

Sahiplen! Günü´nün Yardımlaşma Ruhu, Bu Sene İhtiyaç Haritası´yla Buluştu “Önce Hastalar Gelir” ilkesinin ışığında, sosyal sorumluluk odağını insandan ayırmayan Pfizer Türkiye, bu yıl 11 Nisan Sahiplen! Günü etkinlikleri kapsamında

İhtiyaç Haritası ile gerçekleştirdiği işbirliği sayesinde, sahiplenme enerjisini daha geniş kitlelere duyurabildi. Sahiplenmeyi “benden bize, bizden herkese” ulaştıran bir öz sorumluluk bilinci olarak yaşayan ve enerjisiyle bütün toplumu kucaklayan Pfizerliler bu sene İhtiyaç Haritası’nda belirlenen toplam 21 okul ve hastanenin ihtiyaçlarını karşıladı ve her sene olduğu gibi Kızılay’a kan bağışı yaptı. Sahiplen! Günü’nde bu yıl Pfizerliler, İhtiyaç haritasıyla belirlenen 4 farklı şehirdeki toplam 21 okulun ve kurumun okul malzemeleri, oyuncak kıyafet, spor malzemeleri, sanat araç-gereçleri gibi çeşitli ihtiyaçlarını karşıladı.

27


HABERLER

Novo Nordisk Ve Medipol Üniversitesi Eczacılık Günü’nde Obezite İçin Buluştu Novo Nordisk, Eczacılık Günü’nü kutlamak amacıyla Medipol Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nde çeşitli etkinlikler düzenledi. Tedavi edilebilen kronik bir hastalık olan obeziteye de dikkat çekilen ve

yüzlerce öğrencinin katılımıyla gerçekleştirilen etkinlikte vücut kitle endeksi (VKİ) ölçümleri gerçekleştirildi. Medipol Üniversitesi’nin VKİ 23 çıktı. Novo Nordisk Türkiye ve Medipol Üniversitesi’nin iş birlikleriyle 14 Mayıs Eczacılık Günü’nde Medipol Üniversitesi Güney Kampüsü’nde bulunan Eczacılık Fakültesi’nde gençlere özel çeşitli etkinlikler ve iki panel düzenlendi. Medipol Ünivesitesi Eczacılık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Gülden Omurtag konuşmasında şunları söyledi: “Bizler eczacılar olarak Türkiye’nin dört bir yanında Halk Sağlığı konusunda etkin bir rol üstleniyoruz. Obezite günümüzün en önemli sağlık sorunları arasında yerini alıyor. Medipol Üniversitesi olarak sağlık konusuna hassasiyetle yaklaşan bir yükseköğrenim kurumuyuz. Bu alanın lideri olan Novo Nordisk’le kendiliğinden ortaya çıkan bir birliktelik yapmaktan büyük memnuniyet duyuyoruz.” Etkinliğin ilk panelinde konuşan Novo Nordisk Türkiye Medikal Direktörü Demet Özkaya da 95 yıllık tecrübesiyle 79 ülkede faaliyet gösteren Novo Nordisk’in, obezitenin kronik bir hastalık olduğunun farkına varılması için çalıştığını belirtti. Dünyadaki 1.9 milyar insandan 650 milyonunun obez olduğuna dikkat çeken Demet Özkaya, şunları söyledi: “Sağlık Bakanlığı tarafından yapılan Türkiye Beslenme ve Sağlık Araştırması ise Türkiye’de obezite hastalığı görülme sıklığının yüzde 36 seviyelerinde olduğunu ortaya koyuyor. Bugün Türkiye’de her 3 kişiden 1’i obezite hastası. Yapılan araştırmalar obezitenin Tip2 Diyabet, kalp hastalığı, yüksek tansiyon, inme, kanser ve depresyon gibi çeşitli eş zamanlı hastalıklarla güçlü bir bağı olduğunu gösteriyor. Novo Nordisk, obezite ile mücadele ve kilo kontrolü konularında geniş ve güçlü seçenekler sunan bir sağlık firması.”

Amgen “Kırılmayan Anneler”in Anneler Günü’nü Kutladı Türk Osteoporoz Derneği ve Amgen’in birlikte yürüttüğü “Kırılmayan Kadınlar” kampanyası kapsamında hazırlanan

“Kırılmayan Anneler” adlı film ile sosyal medyada tüm annelerin Anneler Günü kutladı. İstanbul, İzmir ve Antalya’da toplam 11 ayrı noktada 50 yaş üzeri 1454 kadının kemik ve mineral yoğunluğunun ölçüldüğü, yaklaşık 8000 kişinin de online ankete katıldığı kampanya 20 Ekim 2017 tarihinde, Dünya Osteoporoz Günü’nde başlamıştı. Kadınların kemik erimesi konusunda bilinçlenmesi ve farkındalıklarının artırılmasını amaçlayan, üç ay süren kampanyayla ilgili konuşan Genel İlaçlar İş Birimi Direktörü Ayça Öztürk Orhun, internet üzerinden yapılan testlerde 50 yaş üzeri kadınlar arasında osteoporoz riskinin yüksek olduğunun tespit edildiğini açıkladı. “Annen ne kadar kırılgan?” testine yanıt veren yaklaşık 2000 kişinin annelerinin yarıdan fazlasının risk altında olduğunu söyledi. Amgen’in hazırladığı “Kırılmayan Annelere” yönelik, Anneler Günü videosuna da değinen Öztürk, kurum olarak bu özel günde tüm annelere kemik sağlıklarını korumanın değerini bir kez daha hatırlatmaktan mutluluk duyduklarını ifade etti.

28


Novartis İlaç Türkiye’ye 3 Büyük Ödül Birden Novartis İlaç Türkiye, bu yıl da alanında prestijli üç farklı kuruluş tarafından ödüle layık görüldü. Kurum kültürü oluşturulması alanında araştırma ve danışmanlık hizmetleri sunan Great Place to Work şirketinin düzenlediği “2018 Türkiye’nin En İyi İşverenleri” listesinde “En İyi 2. Şirket” oldu ve 3. kez üst üste “Türkiye’nin En İyi İşvereni” ödülünü aldı. Novartis İlaç Türkiye, bu yıl da AON Hewitt Türkiye’nin gerçekleştirdiği ve şirketlerin çalışan bağlılığı, liderlik, işveren markası ve performans kültürü başarı kriterlerine göre değerlendirildiği araştırmada “En İyi İşyeri” seçildi. Ayrıca 17.’si düzenlenen Capital Dergisi’nin Türkiye’de iş dünyasının en beğenilen şirketleri araştırmasında Novartis İlaç Türkiye, “En Beğenilen İlaç Şirketi” oldu. Türkiye’nin en iyi işyerleri arasında yer almaktan dolayı çok mutlu olduklarını belirten Novartis Grup Türkiye İnsan Kaynakları Direktörü Dr. Senay Kızılkaya konuyla ilgili yaptığı değerlendirmede; “Novartis İlaç Türkiye olarak çalışanlarımız bizim en büyük değerimiz ve önceliğimiz. Daha iyi bir şirket olma yolunda çalışanlarımızın görüşleri ve geri bildirimleri bizim için çok önemli. Bugüne kadar esnek ve iş birliği kültürüne dayalı çalışma modellerimizle sektörümüze de örnek olmaya çalışıyoruz. Aldığımız ödüller de hem doğru yolda olduğumuzu gösteriyor hem de bizi daha iyi şeyler yapmak için motive ediyor.” dedi.

“Modern Çağın Hastalığı Hiperürisemi ve Gut” Toplantısı Yapıldı İbrahim Etem-Menarini’ni sponsorluğunda Four Seasons Hotel Bosphorus İstanbul’da gerçekleşen “Modern Çağın Hastalığı Hiperürisemi ve Gut” toplantısında, gut hastalığının nasıl ortaya çıktığı, tanısının nasıl konacağı, hangi hastalara ne şekilde tedavi uygulanacağı anlatıldı.

İbrahim Etem-Menarini, bu kapsamda Türkiye genelinde “Modern Çağın Hastalığı Hiperürisemi ve Gut” toplantıları ile hekimlere bilgilendirme yapmayı amaçlıyor. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Romatoloji Bilim Dalında öğretim üyesi Prof. Dr. Vedat Hamuryudan, gut hastalığının genetik yatkınlık sebebiyle erkeklerde daha yaygın görüldüğünü, kadınlarda ise menepoz sonrasında ürik asit düzeyindeki değişimle ortaya çıktığını, kilo ve obezitenin de gut ile ilişkili olduğunu, kan basıncının yükselmesiyle birlikte hiperüriseminin de artış gösterdiğini belirtti. Ayrıca, her 3 hastadan birinde ürikasitin normal çıkabileceğini dile getiren Prof. Dr. Vedat Hamuryudan, “Hastanın geçmişinde hiperürisemi hikayesi var ise gut hastalığının oluşumunda önemli bir etkendir.” dedi. Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi Nefroloji Bilim Dalı öğretim görevlisi Prof. Dr. Mehmet Kanbay ise ürik asit gerçeğinden ve günlük pratikte görüldüğünde hemen tedavi uygulanmalı mı uygulanmamalı mı konusunu ele aldı. Kanbay, öncelikle ürikasiti yüksek olan hastaya hemen tedavi uygulamak yerine beslenme ve klinik değerlendirme sürecinin gözlenmesinden sonra tedaviye başlanması gerektiğini vurguladı. Prof. Dr. Mehmet Kanbay, hiperüriseminin ve gut hastalığının gelişimsel süreçleri ile tedavi uygulamalarından bahsetti. Kanbay, “Rutin check-up’lar ile hiperürisemi/ürikasit seviyelerinin takip edilmesi önemli, gut hastalığı sadece bir eklem rahatsızlığı değil, sistemik bir hastalıktır.” dedi.

29


SGK 18 İlacı Geri Ödeme Listesine Aldı

HABERLER

Sosyal Güvenlik Kurumunca, Sağlık Uygulama Tebliği’nde (SUT) yapılan değişiklikle başta akciğer

kanseri olmak üzere, birçok hastalığın tedavisinde kullanılan 18 ilacı geri ödeme listesine alındı. Resmi Gazete ‘de yayımlanan SUT’a göre, akciğer kanseri, Multiple Skleroz(MS), Atipik Hemolitik Üremik Sendrom (aHÜS), Paroksimal Nokturnal Hemoglobinüri (PNH), aktif ankilozan spondilit, plak psoriasis, aktif psoriatik artrit, anal fissürlere bağlı ağrıların tedavisi, narkolepsi ve obstrüktif uyku apnesi tedavilerinde kullanılan ilaçlar, geri ödeme listesine alındı. Tebliği ile cilt ve eklem romatizmal hastalıklarında kullanılan “Verxant”, akciğer kanserinde kullanılan “Xalkori”, “Tagrisso”, “Alecensa”, “Zykadia”, “Iressa”, kan hücreleri ve böbrek hücreleri hasarı hastalığı ile kan hücrelerinin parçalanarak idrarla atılmasında kullanılan “Soliris”, beyin ve omurilikte beyaz leke hastalığında yararlı olan “Ocrevus”, gündüz aşırı uyku hali ile gece nefes durması haline karşı kullanılan “Nuvigil” ve parkinson hastalığına fayda sağlayan “Dopadex” listede yer aldı. Böylece 2017’nin 2. döneminden itibaren 100 adet ilaç geri ödeme listesine alınmış oldu. Bu ilaçlardan bir kısmı da daha önce Türkiye Eczacılar Birliği aracılığı ile yurt dışından temin edilen ilaçlardı.

“Evimizin Sağlık Elçileri” Eğitimleri Hız Kesmeden Devam Ediyor Sanofi Pasteur ve ÇABA Derneği işbirliği ile yürütülen ‘Evimizin Sağlık Elçileri’ projesinin altıncı eğitimi İzmir Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde ünlü isimlerin ve çok sayıda İzmirlinin katılımıyla gerçekleşti.

Gazeteci Balçiçek İlter’in moderatörlüğünde yapılan eğitim programına ünlü oyuncu Celil Nalçakan, son dönemlerin sosyal medyada dikkat çeken ismi Zeynep Girgin Kalelioğlu, Dr. Özlem Cankurtaran, ÇABA Derneği Başkanı Özlem Zehebi ve Eda Güzelcik katıldı. Bugüne kadar 2 lansman ve 6 eğitim toplantısı ile Türkiye’nin farklı bölgelerinde eğitimler veren “Evimizin Sağlık Elçileri” proje ekibi, önümüzdeki dönemde de 5 farklı bölgede eğitimlerine aynı sorumluluk ile devam edecek.

“Hastalıktan Korunmak İçin Aşı Olun!” Göğüs hastalıkları alanında uzman Prof. Dr. Çağlar Çuhadaroğlu, mevsim geçişlerinde ve yaşanan göçler sonucu maruz kalınan hastalıklardan korunmak için aşının öneminden bahsetti. Prof Dr. Çağlar Çuhadaroğlu şu bilgileri verdi: “Hızlı hava değişimleri hastalıklara maruz kalmamıza neden oluyor. Özellikle nezle, grip ve zatürre gibi hastalıklar mevsim geçişlerine ve göçlere bağlı olarak en fazla görülen hastalıklar. Son zamanlarda ülkemize yaşanan göçler uzun zamandır görülmeyen hastalıkların yeniden görülmesine de neden oluyor. Boğmaca hastalığı da bulaşıcılık konusunda ön sıralarda yer almaktadır. Bu nedenle erişkinlerin de çocuklara boğmaca bulaşmasını önlemek için boğmacaya karşı aşılanmayı ihmal etmemeleri gereklidir.”

30


ORGANIZING COMMITTEE Perran Boran Congress President Gülbin Gökçay Chairman of the Association Adem Aydın Deputy Chairman of the Association Bahar Kural Scientific Secretary SCIENTIFIC COMMITTEE Najia Atif, Pakistan Adem Aydın, Turkey Mitch Blair, UK Sarah Blunden, Australia Perran Boran, Turkey Jeffrey Goldhagen, USA Gülbin Gökçay, Turkey Rukhsana Haider, Bangladesh Feyza Koç, Turkey Bahar Kural, Turkey Stuart Logan, UK Atıf Rahman, UK Nick Spencer, UK

1 EURASIAN CONGRESS OF st

SOCIAL PEDIATRICS NOVEMBER 28th- DECEMBER 1st, 2018 Dedeman Bostancı Hotel & Convention Center ISTANBUL / TURKEY

Sevtap Velipaşaoğlu, Turkey Songül Yalçın, Turkey Gonca Yılmaz, Turkey

Scientific Secretariat Bahar Kural, MD, PhD University of Health Sciences Bakırköy Dr Sadi Konuk Research and Training Hospital, Department of Pediatrics drbsalihoglu@hotmail.com Prof. Perran Boran, MD, PhD Marmara University, School of Medicine Department of Pediatrics, Division of Social Pediatrics drperran@yahoo.com

Secretary of Organization Nispetiye Caddesi Peker Sok. Peker Apt. No:3 Kat:3/7, Etiler / İstanbul - TURKEY Phone: +90 212 288 55 32 (pbx) • Fax: +90 212 288 55 62 E-mail: info@rubikonturizm.com

www.sosped2018.org

www.sosyalpediatri.org.tr

31


Boehringer Ingelheim Türkiye’ye “Mükemmellik Ödülü”

HABERLER

Boehringer Ingelheim Küresel Angels Proje Yönetimi tarafından düzenlenen “Angels Ambassador Training” Almanya Wiesbaden kentinde gerçekleştirildi.

Boehringer Ingelheim Türkiye, “İnme Tedavisi” alanında hayata geçirdiği projeler ile ‘Mükemmellik Ödülü’ aldı. Türkiye’de her yıl yaklaşık 200 bin kişinin yaşadığı inme (felç), dünyada 6 milyon kişinin hayatını kaybetmesine neden oluyor. Bugün Türkiye’de 1,5 milyona yakın inme geçirmiş hasta bulunuyor ve sayı her geçen dakika artıyor. Zira her gün 6 kişiden 1’inin inme geçirdiği, bunun da her 3 dakikada bir yaşandığı kanıtlandı. İnme geçiren hastaların yüzde 20’si erken dönemde, yüzde 30’u bir yıl içinde hayatını kaybetmekte, yaşayanların üçte biri de günlük işlerinde başkalarına muhtaç olarak yaşamlarını sürdürüyor. Uzun bir tedavi süreci gerektiren bu hastalığın tedavi masrafları, devletin sağlık harcamaları içinde önemli bir yere sahip.

Asit Erozyonunun Diş Minesine Verdiği Zararlar Konuşuldu Diş minesini yakından tanımak ve asit erozyonu konusunda farkındalık yaratmak üzere bir basın toplantısı düzenledi.

Toplantıda asit erozyonunun diş minesine verdiği zararlara karşı diş minesini korumak üzere geliştirilen Sensodyne Promine’nin lansmanıda yapıldı. GSK Türkiye Tüketici Sağlığı Genel Müdürü Sevgin İşlekel ev sahipliğinde düzenlenen, Altınbaş Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hakkı Sunay ve heykeltıraş Malik Bulut’un katıldığı toplantı; vücudumuzda az tanınan ancak ağız ve diş sağlığı açısından çok önemli olan diş minesi hakkında bilinmeyenleri gündeme getirdi. Asit erozyonunun diş minesine verdiği zararların ve alınması gereken önlemlerin masaya yatırıldığı toplantıda, Prof. Dr. Hakkı Sunay diş minesi, mineyi aşındıran etmenler ve minenin altındaki sarı katmana dair değerli bilgiler paylaşırken, heykeltıraş Malik Bulut da mermerden hazırlanan “beyazı korumak” isimli diş heykeli eseriyle diş yapısının daha net anlaşılmasına ve diş minesi aşınması konusundaki farkındalığın artırılmasına katkı sağladı.

Asit İçeren Yiyecekler Diş Sağlığımızın Düşmanı Prof. Dr. Hakkı Sunay, gün içinde tükettiğimiz besinlerdeki asidin diş minesinde erozyona yol açtığına ve bu erozyonun minenin üzerindeki beyaz katmana zarar verdiğine dikkat çekerek, asit erozyonunu şöyle tanımladı. “Asit içeren yiyecek ve içeceklerin sık sık ve yoğun olarak tüketilmesi sonucunda diş minesinin yüzeyinin demineralizasyona uğraması ve aşınmaya eğilimli hale gelmesi durumudur.” Dişlerde yüzey değişiklikleri ve düzleşme, incelme ve şeffaflaşma, yapısal özelliklerin kaybı (yuvarlaklaşma) ve en ileri düzeyde ise sararma şeklinde belirtilerle ortaya çıkan diş erozyonuna karşı koruma öneren Prof. Dr. Sunay şöyle devam etti: “Diş minesi dişlerimize beyaz görünümünü veren dış tabakasıdır. Son derece dayanıklı ve sert bir yapısı olsa da besinlerdeki asitler bu tabakayı zayıflatabilir. Zayıflayan diş minesi zamanla altındaki sarı katmanı açığa çıkaracak şekilde kademeli olarak incelir ve bu da dişlerin doğal beyazlığını kaybetmesine neden olur” dedi.

32


Kayı Holding, GE Healthcare İle 100 Milyon Dolarlık Stratejik İşbirliği Anlaşması İmzaladı Kayı Holding ve GE Healthcare 100 milyon dolar değerinde stratejik işbirliği anlaşması imzaladı.

Anlaşma, sağlık teknolojileri, altyapı, proje finansmanı ve yönetimi, klinik ve bakım çözümlerinin yanı sıra bölge ülkelerine sağlık hizmetlerini kapsıyor. Kayı Holding, sağlık alanında dünyanın önde gelen şirketleri arasında yer alan GE Healthcare ile 100 milyon dolarlık stratejik işbirliği anlaşması imzaladı. Dört yıllık anlaşma kapsamında Türkiye başta olmak üzere Afrika, Ortadoğu ve Bağımsız Devletler Topluluğu ülkelerinde çoklu sağlık projelerinin hayata geçirilmesi hedefleniyor. Kayı Holding CEO’su Alpaslan Korkmaz ve GE Healthcare Afrika CEO’su Farid Fezoua tarafından Londra’da imzalanan anlaşmanın imza törenine Türkiye’den ve İngiltere’den üst düzey yetkililer katıldı. Anlaşma dahilinde iki şirket, entegre sağlık çözümleri, sağlık teknolojileri, altyapı, eğitim, klinik ve bakım çözümleri ve sağlık hizmetleri konularında işbirliği yapacak. Bu kapsamda sağlık tesislerinin tasarımı ve inşası, proje yönetimi, son teknolojiye sahip medikal ekipman temini, proje ve ekipman finansmanı gibi hizmetlerin sağlanması amaçlanıyor. İki şirket arasında imzalanan anlaşmanın öneminden bahseden Kayı Holding CEO’su Alpaslan Korkmaz, “Kayı Medikal olarak mühendislik, satın alma, inşaat ve finans iş kollarını tek bir çatı altında toplayarak, iş ortaklarımıza entegre bir hizmet sunuyoruz. Bu hizmet anlayışımız hem bize hem de iş ortaklarımıza verimlilik ve etkinlik artışı sağlıyor. GE Healthcare ile yaptığımız bu stratejik anlaşmanın da orta ve uzun vadede sağlık alanında dünya çapında en büyük müteahhit, yatırımcı ve servis sağlayıcı firmalardan biri olma vizyonumuza önemli katkılar sağlayacağına inanıyoruz” dedi. Anlaşma hakkında konuşan GE Healthcare Afrika CEO’su Farid Fezoua ise “Kayı Holding ve GE Healthcare arasında imzalanan işbirliği anlaşması gibi ortaklıkların gelişen pazarlar başta olmak birçok ülkeye uluslararası standartlarda sağlık hizmetleri sunma konusunda önemli olduğunu düşünüyoruz.” diye konuştu.

Astrazeneca Türkiye Gönüllülük Takımının Kütüphane Projesi Devam Ediyor AstraZeneca Türkiye çalışanları tarafından, insan ve toplum için artı değer üretme isteği ve ihtiyacından hareketle kurulan AstraZeneca Türkiye “Daha İyi Bir Yaşam için Gönüllüyüz” Gönüllülük Takımı, 2017 yılında Konya’nın Hüyük İlçesinde bulunan “Konya Hüyük Mevlana İlkokulu”na kazandırdığı kütüphaneden sonra, 2018

yılında da Adana Yüreğir’de bulunan 440 öğrenci mevcutlu “Çakabey Ortaokulu”na da yepyeni bir kütüphane kazandırdı.

AstraZeneca Türkiye “Daha İyi Bir Yaşam için Gönüllüyüz” Gönüllülük Takımı 2018 yılı faaliyetlerine, Adana’nın Yüreğir ilçesinde bulunan Çakabey Ortaokulu’na bir kütüphane kazandırarak başladı. Çakabey Ortaokulu’ndaki 440 öğrenciye güzel bir kütüphane kazandırma hedefiyle yola çıkan AstraZeneca Gönüllülük Takımı, ilk etapta kütüphanenin fiziksel koşullarının iyileştirilmesini üstlendi. Sonrasında okuldaki öğretmenlerin iş birliğiyle, kütüphanede bulunması gereken kitapların listesi oluşturuldu ve ihtiyaç duyulan kitaplar temin edildi.

33


HABERLER

Lilly İlaç “Türkiye´nin En İyi İş Yeri” Olarak Ödüllendirildi İnsan kaynakları ve yönetim uygulamaları danışmanlığı alanında dünya lideri şirketler arasında yer alan Aon Hewitt’ in, 2017 Aon Best Employers Türkiye En İyi İş Yerleri programının sonuçları belli oldu. Toplam 186 şirketin, çalışan bağlılığı, işveren markası, performans kültürü ve liderlik endekslerinin değerlendirildiği, Türkiye’ nin en geniş kapsamlı iş yeri araştırmasında Lilly İlaç, en iyi iş yeri ödülü alan 5 şirket arasında yer alarak, bir kez daha Aon Best Employer

(Aon En İyi İş Yeri) oldu. Lilly İlaç’ın bu başarısını değerlendiren Lilly İlaç Genel Müdürü Jose Daniel Lucas, ödüle dair görüşlerini şöyle dile getirdi: “Lilly, çalışan gelişimi ve yetenek yönetimini dinamik ve sürekli değişen bir süreç olarak gören bir şirket. Her yıl insan kaynakları stratejimizi belirlerken hedeflerimizin önemli bir kısmını çeşitlilik ve çalışan katılımı üzerine kuruyoruz. Aon Best Employers araştırması sonucu Aon En İyi İş Yeri, Türkiye 2017 unvanını almak, hedeflerimizi belirlerken sahip olduğumuz bu yaklaşımın ne kadar doğru olduğunu bir kez daha gösterdi. Lilly olarak en büyük başarımızın katılımcı bir organizasyon yaratmak olduğuna inanıyoruz. Jenerasyon, yaş, cinsiyet gibi farklılıkları göz önünde bulundurarak çeşitli çalışan profillerinin ihtiyaçlarını karşılayacak, esnekliği ve dijital etkileşimi ön plana çıkaran yenilikçi çözümler getirmeye çalışıyoruz.”

“Obezite Bir Ülke Olsaydı Dünyanın Üçüncü Büyük Ülkesi Olurdu” Avrupa Obezite Günü kapsamında kamuoyunu aydınlatmak amacıyla Danimarka Büyükelçilik Konutu’nda bir basın toplantısı gerçekleştirildi. Türkiye Obezite Araştırma Derneği (TOAD) ve obezite hastalığı tedavisinin lider firması Novo Nordisk tarafından gerçekleştirilen toplantıda, obezitenin tüm dünyada

ciddi yan etkileri olan, tedavisi mümkün kronik bir hastalık olarak kabul edilmesi gerektiğine dikkat çekildi. Toplantıda konuşan Novo Nordisk’in Yakın Doğu ve Bağımsız Devletler Topluluğu’ndan sorumlu Kurumsal Başkan Yardımcısı Emil Larsen, obezite alanında ihtiyaçların çok fazla olduğunu belirterek, inovatif ve güçlü ürünler geliştirmenin yanı sıra hastalara ulaşılabilir kılmanın da önemli olduğunu söyledi. Toplantıda konuşan Novo Nordisk Türkiye Genel Müdürü Dr. Burak Cem, şunları söyledi: “Dünya genelinde 650 milyon obezite hastası var. Bu hastalar bir araya gelip bir ülke olsalar, dünyanın üçüncü büyük ülkesi olurlar. Obezite işte böyle ciddi ve büyük bir kronik hastalık. Obeziteyi tedavi edilebilir kronik bir hastalık olarak tanımlayan sayılı ülkelerden bir tanesi de Türkiye. Sağlık Bakanlığı tarafından yapılan Türkiye Beslenme ve Sağlık Araştırması, Türkiye’de obezite hastalığı görülme sıklığının yüzde 36 olduğunu ortaya koyuyor. Yani günümüzde Türkiye’de her 3 kişiden biri obezite hastası. Novo Nordisk Türkiye olarak bu hastalığa dikkat çekmek için pek çok bilimsel ve sosyal eğitimler düzenliyoruz. Yeni projeler geliştiriyoruz ve farkındalık yaratacak ve bugün sizlerle buluşturduğumuz kitap gibi projeleri destekliyoruz.” TOAD Başkanı Prof. Dr. Volkan Demirhan Yumuk ise “Obezite ve komplikasyonları dünyada ve ülkemizde önemli bir halk sağlığı problemi olma özelliğini inatla koruyor. Obezitenin tedavisinde diyetisyenden psikoloğa, egzersiz uzmanından hekime tüm disiplinleri barındıran bir ekip birlikte görev yapmalıdır. Obeziteyle mücadele, hükümetler, sivil toplum örgütleri, üniversiteler, endüstri ve medya gibi bileşenlerin ortaklığıyla hızlanarak devam etmelidir” diye konuştu.

34


Abdi İbrahim’in Biyoteknolojik İlaç Üretim Tesisi Abdibio Hizmete Açıldı Abdi İbrahim, biyoteknolojik ilaç üretim tesisi

AbdiBio’yu törenle hizmete açtı.

Törende 400 milyon liralık yatırımla tamamlanan AbdiBio’nun açılışının yanı sıra 600 milyon liralık yatırımla hayata geçirilecek Steril Enjektabl ve Onkoloji

Üretim Tesislerinin temeli de atıldı.

13 bin metrekare kapalı alan üzerine kurulu ve yılda 11 milyon flakon, 9 milyon şırınga, 22 milyon kartuş ve 1 milyon liyofilize üretim kapasitesiyle çalışacak olan AbdiBio, Türkiye’nin en büyük biyoteknolojik ilaç üretim tesisi olma özelliğini taşıyor. Törende konuşan Abdi İbrahim Yönetim Kurulu Başkanı Nezih Barut, AbdiBio’nun biyoteknolojik ürünlerin ithalatının azalmasında ve ihracatının artmasında rol oynayarak cari açığa da ilaç olacağını söyledi.

“Abdibio’da Dünya Standartlarında Üretim Yapacağız” Abdi İbrahim’in 106 yıldır hayatları iyileştirme misyonuyla faaliyetlerini sürdürdüğümü, Türk ilaç sektörünün lideri odluğunu belirten Barut, “Esenyurt üretim kompleksimizin toplam yatırım tutarı 2,5 milyar lira. Yurt dışı yatırımlarımız ile birlikte bu rakam 3 milyar liraya ulaştı. Sektörümüzün gelişimine hizmet etmek, en önemlisi de doğup büyüdüğümüz topraklara olan borcumuzu ödemek en büyük arzumuz. Hastalıklara karşı yeni ilaçların geliştirilmesinde biyoteknolojik yöntemler giderek daha etkili hale geliyor. AbdiBio, Abdi İbrahim’in ilaç sektöründe yaşanan bu dönüşümle ilgili vizyonunu yansıtıyor. Bu vizyon, sadece şirketimizin değil Türk ilaç sektörünün rekabetçi gücünü de artıracak. Bu yatırım, sektörümüzün bütününe değer katacaktır.” ifadelerini kullandı. Verilere göre dünyada değer bazında en yüksek 10 ilaçtan altısının, Türkiye’de ise 9’unun biyoteknolojik olduğunu söyleyen Barut, şöyle konuştu:

AbdiBio, 400 milyon lira yatırımla Türkiye’nin en büyük biyoteknolojik ilaç üretim tesisi olma özelliğini taşıyor. Bu tesiste dünya standartlarında üretim yapacağız. Kanser, diyabet, romatizma, merkezi sinir sistemi, göz ve kan hastalıkları tedavisinde kullanılacak biyoteknolojik ürünleri burada üreteceğiz. Bu ilaçları Türkiye’de kullanıma sunmanın yanı sıra yurt dışına da ihraç edeceğiz. Ayrıca farklı firmaların üretim ihtiyaçlarına da bu tesis aracılığıyla yanıt vereceğiz. Bütün bu faaliyetlerimiz biyoteknolojik ürün ithalatının azalmasında ve ihracatın artmasında rol oynayarak, ekonomimizin en temel gündemlerinden biri olan cari açığa da ilaç olacak. AbdiBio yatırımımızla alacağımız sonuçlar, hükümetimizin başlattığı ve bizim de şirket olarak büyük destek verdiğimiz İlaçta Yerelleşme hamlesine önemli bir katkı sağlayacak.”

“Temelini Attığımız İki Yeni Tesis 2020’de Üretime Geçecek” Toplamda 600 milyon lira yatırımla hayata geçecek olan Steril Enjektabl ve Onkoloji Üretim Tesislerinde 2020 yılında üretime geçeceklerini belirten Barut, “Üretim kompleksimizde yer alan Oftalmoloji alanımızla ilgili yatırım sürecimiz tamamlanmak üzere. 240 milyon lira yatırım tutarıyla hayata geçecek bu üretim alanımızda, halen çoğu ithal olan oftalmolojik ürünler artık Türkiye’de üretilir hale gelecek. Aynı şekilde 18 milyon liralık yatırım bedeline sahip Hormon Üretim Alanımız da bu yıl içinde faaliyete geçecek. Esenyurt üretim kompleksimizin toplam yatırım tutarı 2,5 milyar lira. Yurt dışı yatırımlarımız ile birlikte bu rakam 3 milyar liraya ulaştı.” dedi.

“Biyoteknolojik ilaçların dünyada pazar payı yüzde 27, Türkiye’de ise yüzde 22. Önümüzdeki yıllarda dünyada biyoteknolojik ilaç pazarının diğer ürünlerin üzerinde büyüyeceği tahmin ediliyor. Böyle bir ortamda, Türkiye’nin lider ilaç şirketi olarak biyoteknoloji alanında da öncü olmak istedik. Abdi İbrahim’in biyoteknoloji alanında azmini, hedeflerini ortaya koyan son teknoloji ile donatılmış olan

35


HABERLER

Berko İlaç’tan “Hijyenik Oyun Merkezi”ne Destek Berko İlaç, “Hijyenik Oyun Merkezi”ne destek olmanın mutluluğunu yaşıyor. Gülmek İyileştirir Derneği, kanser tedavisi gören çocuklara hizmet verecek olan “Hijyenik Oyun Merkezi’’nin kapılarını özel bir davetle açtı.

Çocuklara yönelik projelerle, topluma katkı sağlamayı odağına koyan Berko İlaç, özel bir projeye daha destek olmanın mutluluğunu yaşıyor. Gülmek İyileştirir Derneği’nin hayata geçirdiği, kanser tedavisi gören çocuklara özel “Hijyenik Oyun Merkezi’’ projesinin açılışı; bağışçıları, gönüllüleri ve destekçilerinin katılımıyla, Altunizade’deki oyun merkezi binasında gerçekleşti. Açılışa aynı zamanda, derneğin yüzü olan oyuncu İlker Ayrık, Pediatrik Onkoloji & Hematoloji Uzmanı Prof. Dr. Cengiz Canpolat ve Berko İlaç Yönetim Kurulu Üyesi ve Kurumsal İletişim Direktörü Eylem Beran katılım gösterdi. Projeyle ilgili Eylem Beran, “Bu değerli projeye destek olmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Hasta çocukların gönül rahatlığıyla oyun oynayabilecekleri ve sosyalleşebilecekleri hijyenik oyun alanı, ihtiyaç duyulan ve örneği olmayan bir proje. İyileşme sürecinde bilindiği gibi moral, tedavinin en önemli parçası. Bu yenilikçi proje için ve bu güzel projeyi başarılı bir şekilde hayata geçirdiği için Gülmek İyileştirir Derneği’ni gönülden tebrik ederim. Çocuklara şifa ve umut olmasını dilerim.” şeklinde açıklamada bulundu. Derneğin ilk büyük projesi olan oyun merkezi, kanser tedavisi gibi sebeplerle bağışıklığı baskı altında olan ve sosyal hayata karışamayan 3-10 yaş arasındaki çocuklara, ihtiyaç duydukları oyun alanını ve akranları ile sosyalleşme desteğini sağlamak için, gerekli hijyen koşulları gözetilerek hayata geçirildi. Oyun merkezi hafta içi her gün 09.00 - 18.00 saatleri arasında, ücretsiz olarak hizmet verecek.

C

M

Y

CM

Diyabet Hakkında Her Şey “2. Diyabet Teknolojileri Sempozyumu”nda Konuşulacak Başkanlığını Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Endokrinoloji ve Diyabet Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Damla Gökşen ve Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Endokrinoloji Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Selçuk Dağdelen’in üstlendiği “2. Diyabet Teknolojileri Sempozyumu” 7-9 Aralık 2018 tarihleri arasında The Ankara Hotel’de gerçekleştirilecek. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Endokrinoloji Bilim Dalı ve Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Endokrinoloji ve Diyabet Bilim Dalları, Türk Diyabet Vakfı ve Türkiye Çocuk Endokrinolojisi ve Diyabet Derneği işbirliğiyle düzenlenecek olan sempozyumda; çocuk ve erişkin endokrin uzmanları bir araya gelerek diyabet tanı ve tedavisinde kullanabilecekleri teknolojik gelişmeleri konuşacak. 2015 yılında “Diyabet Teknolojileri Kursu” adıyla önce Ankara, ardından İzmir’de gerçekleştirilen toplantılarda çocuk ve erişkin endokrinologları, diyabet eğitim hemşireleri ve diyetisyenler bir araya gelmiş ve özellikle ulusal kongrelerde detaylı bir şekilde tartışılmayan “insülin pompaları ve devamlı glukoz monitorizasyon sistemleri” konularına geniş yer ayrılmıştı. Yapılan toplantılar sonrasında katılımcılardan gelen olumlu geri bildirimler neticesinde böyle bir etkinlik düzenlemeye karar verdiklerini belirten Prof. Dr. Damla Gökşen ve Prof. Dr. Selçuk Dağdelen, yalnızca diyabetolojideki teknolojik gelişmelere odaklı bir güncellemenin rutin klinik uygulamalarında önemli bir boşluğu doldurduğunu tespit ettiklerini ifade ediyor. 7-9 Aralık 2018 tarihlerinde The Ankara Hotel’de gerçekleşecek olan sempozyumda, giderek karmaşık bir hale gelen diyabet tedavisi, hastalığın önlenmesi, glisemik kontrol konuları hakkında gelinen nokta ve hedefler tartışılacak.

36

MY

CY

CMY

K


“Türkiye’de 15,5 Milyon Hipertansiyon Hastası Var”

HABERLER

Türk Kardiyoloji Derneği hipertansiyon çalışma grubu dünya

hipertansiyon günü

nedeniyle Türk Kardiyoloji Derneği Başkanı Prof.

Dr. Mustafa Kemal Erol ve Türk Kardiyoloji Derneği Hipertansiyon Çalışma Grubu Başkanı Prof. Dr. Atila Bitigen bir açıklama yaptı.

Dünya hipertansiyon (HT) günü, son on bir yıldır her 17 Mayıs’ta dünyanın en önemli sağlık problemi olan hipertansiyona dikkat çekmek için çeşitli etkinliklerin organize edildiği bir gündür. Esas misyonu Türk halkının kalp-damar sağlığını korumak olan Türk Kardiyoloji Derneği de bu günü önemsemekte ve desteklemektedir. Kan basıncının normal değerlerden yüksek olması olarak bilinen hipertansiyon (HT), Dünya Sağlık Örgütü’nün raporlarına göre ölümün önlenebilir en önemli nedenidir. Yapılan ulusal ölçekli büyük çalışmalarda 18 yaş üzeri erişkinlerde her üç kişiden birinde, 50’li yaşlardan itibaren her iki kişiden birinde HT olduğu gösterilmiştir. 31 Aralık 2015 tarihi itibarıyla Türkiye nüfusunun yaklaşık 79 milyon olduğu düşünülürse, 18 yaş üzeri 15,5 milyon insanımızda HT olduğu varsayılabilir. TEKHARF çalışması verilerine göre HT en sık Karadeniz bölgesinde görülürken onu Marmara bölgesi takip etmekte, en az Akdeniz ve Ege bölgelerinde görülmektedir. Ülkemizde kentlerde yaşayan erkeklerde 50 yaşından sonra ortalama kan basıncı, kırsal kesime göre daha yüksek bulunmuştur. Kadınlarda böyle bir fark yoktur. Tüm yaş gruplarında kan basıncı kadınlarda daha yüksektir. Türk kadınında kan basıncının erkeğe göre daha yüksek oluşunda daha yüksek bir beden kitle indeksi (obezite) önemli sayılabilir. HT tüm dünyada yaşla birlikte artmaktadır. Türkiye’deki ortanca yaşın her yıl arttığı düşünülürse (yıllık ortalama binde 3) HT ilerleyen yıllarda daha da önemli bir problem olmaya devam edecektir.

Türkiye Diyabet Vakfı’ndan “Ayağınıza Sağlık” Kampanyası Türkiye Diyabet Vakfı, diyabete bağlı oluşan ayak ülserlerine dikkat çekmek ve ayak ülserlerinden kaynaklanan çeşitli düzeydeki ayak kayıplarının (ampütasyon) önüne geçebilmek için yeni bir kampanya başlattı. Türkiye Diyabet Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Selçuk Dağdelen “Diyabetik sinir hastalığı, bacaklarda ve ayaklarda duyu kaybına yol açar, bacak damarlarında daralmayla birlikte iyileşmeyen ayak yaraları neticesinde, gangren ve bacak kesilmesi ile (amputasyon) sonuçlanabilir. Bacak amputasyonlarında kaza dışı nedenlerin başında maalesef diyabet gelmektedir. Ülkemizde yürütülen TURNEP araştırması göstermiştir ki, her 100 diyabet hastamızın 40’ında diyabete bağlı sinir hasarı var. Özellikle kan şekeri ile ilgili sorunları iyi yönetemeyen veya ileri evre diyabet hastası olan kişilerde çok daha sık yaşanan bir sorun olan diyabetik ayak yaraları, dünyadan rakamlara bakıldığında, her yıl 1000 diyabetliden 25’inde gelişmekte, maalesef bu yaralardan ötürü her yıl ayağında yara gelişen on hastadan birine ampütasyon yapılması gerekmektedir. Bu oranları Türkiye’ye yansıttığımızda, her yıl ülkemizde 200.000 diyabet hastamızın ayağında yara oluştuğunu, yaklaşık 20.000 kişiye de ampütasyon yapıldığını hesaplamaktayız.” dedi.

“Ayağınıza Sağlık” Kampanyası Türkiye Diyabet Vakfı’nın “Ayağınıza Sağlık” kampanyasının kampanya filminde Türkiye Ampüte Milli Futbol Takımının kaptanı Osman Çakmak yer aldı. Prof. Dr. Selçuk Dağdelen yaptığı açıklamada “Türkiye Bedensel Engelliler Futbol Federasyonu ve Türkiye Ampüte Milli Futbol Takımı Kaptanı Osman Çakmak’a diyabet ve diyabete bağlı majör ampütasyonlara dikkat çekmek adına yanımızda oldukları için teşekkür ediyoruz“ dedi.

38


“İnsanlığa Hizmet İçin Bilime Destek Olmaya Devam Ediyoruz” Sabri Ülker Metabolik Araştırmalar Merkezi tarafından Harvard Üniversitesi’nde, 29-30 Mayıs tarihlerinde Sabri Ülker Vakfı ev sahipliğinde düzenlenen II. Metabolizma ve Yaşam Sempozyumu, Nobel

Tıp Ödülü sahibi konuşmacılarıyla bilim dünyasında ses getirdi. Sempozyumda 5. Sabri Ülker Bilim Ödülü’nün kazananı da açıklandı. Harvard Üniversitesi Dış İlişkilerden Sorumlu Rektör Yardımcısı Mark Elliott ve Yıldız Holding Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Ali Ülker tarafından takdim edilen ödülün sahibi Yrd. Doç. Dr. Ömer Yılmaz oldu. Sempozyum ile eş zamanlı olarak Sabri Ülker Merkezi’nde düzenlenen basın toplantısında konuşan Yıldız Holding Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Ali Ülker, Holding’in kurumsal sosyal sorumluluk çalışmalarının toplum sağlığının geleceğine yoğunlaşacağını belirtti. Türk gıda dünyasının duayen ismi Sabri Ülker’in anısına kurulan Sabri Ülker Vakfı’nın ev sahipliğinde, Harvard Sabri Ülker Metabolik Araştırmalar Merkezi tarafından düzenlenen “II. Metabolizma ve Yaşam Sempozyumu”, Nobel Tıp Ödülü sahibi konuşmacılarıyla bilim dünyasındaki son gelişmelere ışık tuttu. 29-30 Mayıs 2018 tarihlerinde, Harvard Üniversitesi Memorial Hall’de düzenlenen Sempozyum, insan vücudunda kolestrol mekanizmasının çözümlenmesini sağlayan buluşlarıyla 1986 yılında Nobel Tıp Ödülü’nü alan Michael Brown ve Joseph Goldstein’ın konuşmalarıyla açıldı.

Türkiye’nin İlk Kanser İlacında İki Dev Adım İstinye Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı

Prof. Dr. Engin Ulukaya liderliğindeki ekip tarafından, kanser ilacı için geliştirilen bileşik, ABD Patent Ofisi Müdürlüğü’nden onay aldı. Avrupa Birliği patent sürecinin ise kısa sürede tamamlanması bekleniyor. İstinye Üniversitesi Moleküler Kanser Araştırma Merkezi Müdürü ve Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Engin Ulukaya liderliğinde, Uludağ Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Veysel Turan Yılmaz ile birlikte geliştirilen bir metal kompleks bileşiği, hücre kültürü ve deney hayvanları aşamasını başarıyla geçerek, ABD Patent Ofisi tarafından patente değer görüldü. Konuyla ilgili bir açıklama yapan Prof. Dr. Engin Ulukaya, en büyük hayallerinin Türkiye’ye kanser ilacı hediye etmek olduğunu vurgulayarak; “Tamamen bu ülkeye ait bir bileşik ortaya çıkardık ve bileşiğimiz ilk aşamalardan başarıyla geçti. Palladyum adı verilen bir metal kullandık. Bu metale, terpi, klor, sakkarin, barbitürat gibi yan bileşikler de takarak tamamen kendimize özgü çok sayıda yeni bileşikler ortaya çıkardık. Bu bileşiklerden biri, hücre kültür laboratuvarında çeşitli tümör hücrelerinde yapılan testlerden başarıyla geçti. Ümit verici sonuçların alınması üzerine; Yunanistan’daki deney hayvanlarında oluşturulan tümörlerde (zenograftlarda) test edildi. Bu süreçten de başarıyla geçilmesi üzerine, uluslararası patent başvurusu yapıldı ve yakın zaman önce tescillendi. Ardından, üniversitemiz Öğretim Üyesi Dr. Selvi Durmuş tarafından, Hollanda Kanser Enstitüsü, Bilkent ve Koç Üniversitelerinde farmakokinetik çalışmaları tamamlandı. Böylece neredeyse insan çalışmaları aşamasına kadar gelindi.” dedi.

39


HABERLER

Amgen Türkiye’den, “Sağlığa Giden Yolda Hastanın Hikâyesi” Amgen Türkiye, bu yıl üçüncüsü düzenlenen Deneyim Tasarımı ve Yönetimi Zirvesi XCO’18’de,

‘Sağlığa Giden Yolda Hastanın Hikayesi’ni anlattı. Amgen Türkiye Pazara

Erişim ve Kurumsal İlişkiler Direktörü Bilgen Dölek zirvede yaptığı sunumda, ‘Biyoteknoloji’ çağının başladığını belirtti.

Müşteri deneyimini tasarlamak, yönetmek ve yükselen pazarlama disiplininin nasıl doğru kullanılacağı konularında vizyon yaratmak amacıyla bu yıl üçüncüsü düzenlenen Deneyim Tasarımı ve Yönetimi Zirvesi XCO’18, 24 Mayıs 2018 tarihinde İstanbul Bomontiada’da gerçekleştirildi. Dünyanın lider biyoteknoloji şirketlerinden Amgen Türkiye’nin Pazar Erişim ve Kurumsal İlişkiler Direktörü Bilgen Dölek zirvede, hastalığın teşhisi ile başlayan tedavi sürecinde hasta deneyimi konusunda bilgi paylaştı. Dölek, ‘Sağlığa Giden Yolda Hastanın Hikayesi - Tedavi Sürecinde Biyoteknoloji Deneyimi’ başlıklı sunumunda, tedavi sürecinde hastayla yeni teknolojiler arasındaki ilişkiye değindi. Amgen olarak hastaların ihtiyaçlarına odaklanarak değer yarattıklarını vurgulayan Dölek, “Biyolojinin gücünü kullanarak ciddi hastalıklara yönelik yenilikçi ilaçlar keşfediyor, geliştiriyor, üretiyor ve hastalara sunuyoruz. Hasta odaklı yaklaşımımızla, inovasyona yatırım yapıyor, hastanın tedaviye kolay erişimini sağlıyoruz. Ar-Ge’ye büyük önem veriyoruz. Sürdürülebilir ve kişiselleştirilmiş tedavi seçeneklerimizle hastaya doğru deneyimler yaşatmayı amaçlıyoruz” diye konuştu.

Sanofi´den “Sen Bul Diyabet Kolaylaşsın” Proje Yarışması Sanofi ve Türkiye Diyabet Vakfı iş birliği ile gerçekleştirilen

“Sen Bul Diyabet Kolaylaşsın” proje yarışması üniversite öğrencileri arasında diyabete dikkati çekmek amacıyla gerçekleştiriliyor. Sanofi’den yapılan açıklamada, önlem alınmadığında yaşam süresini 5 ila 10 yıl arasında kısaltan diyabetin farkındalığın artması ve diyabetli hastaların hayat kalitesini yükseltmek için öğrenciler tarafından birçok proje üretildi. Geçtiğimiz yıl Kurumsal Sosyal Sorumluluk kategorisinde Tip 2 Diyabet Risk Testi adlı proje birinci seçilirken Servis Kategorisi’nde DiyabetX Karbonhidrat sayar mobil uygulama ve Ürün Kategorisi’nde Diyawatch birincilik ödülüne layık görüldü. Projeye başvurmak isteyen üniversite öğrencileri kendi alanında deneyimli ve uzman jüri üyeleri tarafından diyabet nedir, diyabet hastası gözünden yaşam, proje yönetimi ve sunum teknikleri konusunda proje web sitesi www.senbuldiyabetkolaylassin.com üzerinden eğitimler alma fırsatı bulacak. Sanofi, bu yıl Sen Bul Diyabet Kolaylaşsın proje yarışması kapsamında İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi, Koç Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi, Bilkent Üniversitesi, Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, Samsun Ondokuz Mayıs gibi üniversitelerdeki öğrenci ve girişimci kulüplerine projeyi anlatmak ve diyabet farkındalığını arttırmak için iletişim çalışmaları gerçekleştirecek.

40


MS Hastalığının Bilgi Kaynağı yolarkadasimsin.com Şimdi Facebook’ta Türkiye MS Derneği, İzmir MS Derneği ve Novartis İlaç iş birliğinde bu yıl 30 Mayıs Dünya MS Günü’nde Multipl Skleroz (MS) alanında yolarkadasimsin.com web sitesi projesinin devamı olarak, daha fazla MS hastalarına ve hasta yakınlarına ulaşmak için Yolarkadasimsincom

Facebook sayfası hayata geçirildi. Novartis’ten yapılan açıklamaya göre, bu yıl 30 Mayıs’ta gerçekleşen Dünya MS Günü’nde, Türkiye MS Derneği, İzmir MS Derneği ve Novartis İlaç iş birliği ile hazırlanan, MS hastalığıyla ilgili farkındalığı artırmak, MS’li ve yakınlarının doğru ve güvenilir bilgiye ulaşıp yaşamın içine dahil olmalarını sağlamak için www.yolarkadaşımsın.com platformunun devamı olan Yolarkadasimsincom Facebook sayfası açıldı. Yolarkadasimsincom Facebook sayfası, Türkiye’de MS uzmanları, MS hastaları ve yakınlarının katkılarıyla hayata geçirilen önemli bir sosyal medya platformu olma özelliğini taşıyor. Facebook sayfasında, alanında uzman hekimler, MS hasta ve hasta yakınlarının görüşleri ile hazırlanan içerikler yer alıyor. Ayrıca, uzman hekim ve hasta videolarının yanı sıra, anketler, blog yazıları, günlük hayatta uygulanabilecek pratik öneriler, MS sözlüğü gibi pek çok faydalı bilgi ve paylaşımlar bulunuyor. Yolarkadasimsincom Facebook sayfası, MS hastalarının doğru bilgiye ulaşmalarını, hayatın içinde olmalarını, toplumun MS hastalığı hakkında bilinçlenmesini ve bu sayede MS’lilerin zaman zaman yaşadıkları sosyal çekingenliği aşmalarını sağlamayı da hedefliyor.

Alvimedica, EuroPCR 2018’de Diab8 Çalışmasını Duyurdu Girişimsel kardiyoloji, yenilikçi stent ve kateter üreticisi Alvimedica Medikal Teknolojileri, her yıl Paris’te düzenlenen girişimsel kardiyovasküler tıbbın en önemli kongrelerinden EuroPCR2018’de,

ilk diyabetik ilaç salınımlı stent (DES) olan Diab8 araştırmasının detaylarını paylaştı.

Diab8 Çalışması, 55 merkezde rastgele seçilmiş 3.040 hasta ile kontrollü olarak yürütülüyor. Bu çalışma diyabetik hastalarda, koroner arter tedavisinde Everolimus salınımlı stentlere karşı, Polimer içermeyen Amphilimus salınımlı stent olan Cre8 ™ EVO’nun performansını inceleyen ve bir yıldaki üstün etkinliğini kanıtlamak için tasarlanmış ilk diyabetik DES araştırmasıdır. Uluslararası Diyabet Federasyonunun yayınladığı 2017 Diyabet Atlas’ından elde edilen veriler, yarım milyar insanın diyabetle yaşadığını ve neredeyse yarısının henüz teşhis edilmediğini belirtirken, 2045 yılına gelindiğinde diyabetli sayısının 629 milyon kişiye çıkabileceğini gösteriyor. Bu hastalığın artış nedenleri olarak, aşırı kilo, obezite, fiziksel hareketsizlik ve kötü beslenme düzeylerindeki yükselişin altı çiziliyor. Güney-Doğu Asya ve Batı Pasifik bölgeleri diyabet krizinin merkezi olarak kabul ediliyor. Sadece Çin’de diyabetli 121 milyon insanı bulunuyor, Hindistan’da ise diyabetli nüfus 74 milyonu buluyor. Diğer yandan Avrupa da diyabette dünyayı 85 milyon hasta ile takip ediyor. Ayrıca, dünya çapında diyabetlilerin neredeyse yarısının henüz teşhis edilmediğini gösteriyor. Bu yüzden, uygun tarama, tanı ve tedavi yöntemleri ile bu konuya acilen müdahale edilmesi gerekiyor. Alvimedica Yönetim Kurulu Başkanı Leyla Alaton, “Diyabet hastalarının tıp teknolojisinde bu önemli atılımdan yararlanacağına inanıyoruz. Alvimedica her zaman yenilikçi yaklaşımlar geliştirmeye ve onların yaşam kalitesini iyileştirerek hastaların karşılanmamış ihtiyaçlarına cevap verebilecek en yüksek kalitede cihaz ve teknolojiler üretmeye kendini adıyor.” dedi.

41


Özgür Özdinç Angelini Türkiye Genel Müdürü

Röportaj

“Yeni Ürünlerimizle Portföyümüzü Genişletmeyi Planlıyoruz!” “Türkiye pazarında oldukça bilinen ve güvenilen marka isimlerimizle öksürük, soğuk algınlığı ve depresyon tedavisinde kullanılan ilaçlarımız ile hastalarımıza hem semptomatik hem de tedavi edici çözümler sunarak onların hayat kalitelerini arttırmalarına yardımcı olmak amacıyla ilerlemekteyiz. Şirket olarak sağlık ve kişisel

bakım alanında her insanın doğal tercihi olmayı hedefliyoruz.”

Bize kısaca kendinizden ve profesyonel iş geçmişinizden bahseder misiniz? 1975 Ankara doğumluyum. İlk, orta ve lise öğrenimimi Ankara Arı Koleji’nde tamamladıktan sonra, Bilkent Üniversitesi Ekonomi Bölümünden mezun oldum. İş hayatıma Aselsan’ın Finans Departmanı’nda başladım, yaklaşık 1 yıl çalıştıktan sonra GSK’da tıbbi mümessil olarak sahada çalışmaya başladım. Sektör ile ilgili en büyük öğrenimimi gerçekleştirdiğim zamanlar olması açısından bu yıllar benim için çok önemlidir. 2005 yılında Junior Ürün Müdürü olarak İstanbul’a geldim. Daha sonra Ürün Müdürlüğü de dahil olmak üzere birçok farklı pozisyonlarda ve terapötik alanlarda çalıştım. 2007 yılında Sanovel’e kardiyoloji grubunda Pazarlama Müdürü olarak geçiş yaptım. Daha sonra Satış ve Pazarlama Müdürlüğü görevini üstlenerek birçok farklı alanda jenerik pazar tecrübesi sahibi oldum. Çok keyifli ve öğrenim dolu geçirdiğim 4,5 yılın ardından, Sanofi’ye uzman gruplar Satış Direktörü olarak geçtim. Burada yaklaşık 3 yıl çalıştıktan sonra, Imuneks Farma’nın kurulum aşamasında bulundum. 2014 Ocak ayı itibarıyla da Angelini Türkiye Genel Müdürü olarak göreve başladım.

Angelini Türkiye’nin, Türkiye ilaç pazarındaki konumu hakkında neler söylersiniz? Öncelikle Angelini İtalyan bir aile firmasıdır. Toplam beş grup şirketinden oluşan Angelini’nin en büyük alanı sağlıktır, diğer iş alanları ise makine, parfüm, şarap ve kişisel bakımdan oluşmaktadır. En güçlü alanı olan ilaçta dünya pazarına açılması, şirketin kendi geliştirmiş olduğu 3 önemli molekülle başlamıştır. Yapmış olduğu lisansör anlaşmaları ile ürünleri tüm dünyada pazarlanmaktadır. MSS, ağrı ve antibiyotik alanlarına odaklanmış olan firmanın, çok önemli Ar-Ge yatırımları bulunmaktadır. Angelini Grup, ilaç sektörü olarak Türkiye pazarına 2011 yılında giriş yaptı. Pazar araştırması, pazar ihtiyacının belirlenmesi ve devamında tüm organizasyonel süreçler tamamlandıktan sonra 2015 yılında tüm Türkiye’de faaliyetlerimize başladık. 2015 yılında 28 Milyon TL ile 80. sıralarda devir aldığımız firmamız ile şu anda 77 Milyon TL ile 60. sıralarda yolculuğumuza ve gelişmemize devam etmekteyiz.

42


Angelini Türkiye’nin organizasyonel hakkında bilgi alabilir miyiz?

yapısı

2015 Ocak’ta satış ve pazarlama aktivitelerine aktif olarak başlayan bir firma olarak organizasyon yapımızı geliştirmeye ve büyütmeye devam ediyoruz. Büyük çoğunluğunu tanıtım kadrosunun oluşturduğu 132 kişilik çalışan sayımızla ve 5 markamızla faaliyetlerimizi sürdürmekteyiz. Tüm Türkiye’de organizasyonel olarak güçlü Tanıtım saha kadromuzun yanında Satış, Pazarlama, Medikal, Ruhsat, Finans, Lojistik ve İnsan Kaynakları departmanlarımızla İstanbul ofisimizden çalışmalarımızı yürütmekteyiz. Çalışanlarımızın bağlılığı ve huzuru bizim için çok önemli, bu nedenle İK süreçlerimize çok önem veriyoruz. Terfi süreçlerinde ya da açılan yeni pozisyonlarda kendi çalışanlarımızı ön planda tutuyoruz. Genişleyen saha kadromuz için yapılan değerlendirme merkezlerinin sonucunda 3 yıl gibi bir sürede kendi içimizden 5 Bölge Müdürü çıkarttık ve çıkartmaya devam ediyoruz. Lokal olarak bu olanakları sağlarken Angelini Group tarafında da çalışan bağlılığını arttırmaya yönelik çeşitli projeler yürütülüyor. Çalışanlarımız için bunlardan en önemlisi “Jobposting” projesidir. Bu proje ile Angelini Group bünyesinde yeni açılan ya da boşalan tüm pozisyonlar öncelikli başvuru hakkı çalışanlarımıza tanınmaktadır.

Angelini Türkiye olarak hangi alanlarda etkinsiniz ve hastalara ne gibi çözümler sunuyorsunuz? Türkiye pazarında oldukça bilinen ve güvenilen marka isimlerimizle öksürük, soğuk algınlığı ve depresyon tedavisinde kullanılan ilaçlarımız ile hastalarımıza hem semptomatik hem de tedavi edici çözümler sunarak onların hayat kalitelerini arttırmalarına yardımcı olmak amacıyla ilerlemekteyiz. Şirket olarak sağlık ve kişisel bakım alanında her insanın doğal tercihi olmayı hedefliyoruz.

Göreve geldiğiniz günden bu yana gerçekleştirdiğiniz ve şu anda gerçekleştirmeyi hedeflediğiniz konular nelerdir? 2014 yılında fiili olarak başladığım görevim ile birlikte Angelini Türkiye’nin satış-pazarlama ve merkez ekiplerinin kurulmasına odaklandım. Kurulum aşamamızdan sonra ilk odağım yeni ürünler getirerek Türkiye portföyümüzü genişletmek oldu, bu doğrultuda 2016 senesinde ilk ürün lansmanımızı depresyon tedavisi alanında gerçekleştirdik. Önümüzdeki senelerde geri ödemesiz ürünler de dahil olmak üzere yeni ürünlerimizle portföyümüzü genişletmeyi planlıyoruz. Bu doğrultuda eczane iş birimi kurmak da hedeflerimizden biri. Bunların yanında sosyal sorumluluk alanında hedeflerimiz bulunmakta. Önceki yıllarda İstanbul’da gerçekleşen ve çok geniş kapsamda Sivil Toplum Kuruluşlarının da yer aldığı farkındalık koşularına katıldık. 2019 yılı içerisinde sosyal sorumluluk anlamında en az 2 projemizi hayata geçirerek bu alanda da firma olarak katkıda bulunmak ve farkındalık yaratmak istiyoruz

Bize Ar-Ge faaliyetlerinizi anlatır mısınız? Firmanız Ar-Ge projelerinde hangi hastalıklara odaklı çalışıyor? Angelini İlaç, İtalya merkezli uluslararası bir firmadır ve Ar-Ge faaliyetlerimiz, İtalya’daki Ar-Ge merkezinde yürütülmektedir. Fakat üretimimizin tamamını Türkiye’de yapmaya çalışıyoruz. Bugünden sonra gelecek tüm ürünlerimiz için yerli üretim planlanmaktadır. Ar-Ge süreçlerimiz antienfektifler, ağrı ve inflamasyon, merkezi sinir sistemi ve farma dışı ürün alanlarında devam etmektedir.

2019 yılında Angelini Türkiye’nin gelişim ve büyüme odakları neler olacak? İlk etapta Angelini’nin şizofreni ve bipolar depresyon alanında çok güçlü, Amerika’da yaklaşık 1.8 milyar dolarlık bir hacmi olan ürününü getirmeyi planlıyoruz. Bu ürünle beraber yine ruhsat aşamasında olan ve hastanede yatan hastalarda kullanılan yeni bir buluş kadar önemli olduğunu düşündüğümüz bir antibiyotiğimiz var, onunla ilgili çalışmalarımız da devam etmektedir. Ayrıca gelecek yıl için eczane iş birimi kurmayı planlıyoruz, yaklaşık 30-40 kişilik bir kadro ve geri ödemesiz ürünler ile yeni iş birimimizle sahaya çıkıyor olacağız. Hatta ön anlaşmasını yakın zamanda imzaladığımız Türkiye’de yerli bir şirketten 4 adet geri ödemesi olmayan ürün satın alma aşamasındayız. Mevcut ilaçlarımızla birlikte bu sene sonuna kadar bu yeni iş birimimizi de aktive etmiş olacağız.

Türkiye’deki İlaç sektörünün bugünkü ve gelecekteki durumu hakkında neler düşünüyorsunuz? Güncel fiyat politikalarındaki değişiklik ilaç sektörünü doğal olarak zorlamaktadır. Türkiye’nin ekonomik durumu ve sağlık sektörüne direkt yansıyan kur politikası gibi sebeplerden dolayı yeni tedavi yöntemlerinin ve ürünlerinin ülkeye gelişi zorlaştırmaktadır, ancak ülkemizde gelişmeye başlayan Ar-Ge yatırımları ve yerel üretim politikalarının uzun dönemde ülkeye faydalı olabileceğini düşünüyorum.

43


Hipertansiyon

44


Prof. Dr. Mustafa

Erol

Kardiyolog Türk Kardiyoloji Derneği Başkanı

Prof. Dr. Atila

Bitigen

Medical Park Hastanesi

Prof. Dr. İstemihan

Tengiz

Kardiyolog İzmir Medical Park Hastanesi

Dr.

Murat Girginer Aile Hekimi

45


Prof. Dr. Mustafa K. Erol Kardiyolog Türk Kardiyoloji Derneği Başkanı

Röportaj

“Hedefimiz; Türk Kardiyoloji Derneği’ni Bulunduğu Yerden Bir Adım Öteye Taşıyabilmek!” “Misyonumuz; hem toplumun kalp damar sağlığını iyi noktalara getirebilmek hem de hekimlerin mesleki eğitimini en iyi noktaya taşıyabilmek. Bu amaçla hem halkın bilinçlenmesine yönelik hem de kardiyologların eğitimini güçlendirmeye yönelik birçok faaliyetimiz var.” Okuyucularımıza mısınız?

kısaca

kendinizi

tanıtır

1966 yılında Sakarya’da doğdum. Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun oldum. 1997 yılında Atatürk Üniversitesi’nde kardiyoloji uzmanı oldum. 1997’de yardımcı doçent, 2003’te doçent, 2008’de de profesör oldum. 2004 yılından beri Türk Kardiyoloji Derneği yönetim kurulunda yer alıyorum. İki dönem yönetim kurulu üyeliği, bir dönem başkan yardımcılığı, bir dönem genel sekreterlik, bir dönem de gelecek başkanlık görevlerini yürüttüm. Son seçimlerde ise Prof. Dr. Mahmut Şahin’den başkanlığı devraldım.

Türk Kardiyoloji Derneği hakkında bilgi alabilir miyiz? Derneğimiz 1963 yılında kuruldu. Bugün 500’ün üzerinde üyesi olan Türkiye’nin en büyük medikal örgütlerinden bir tanesi. Türkiye’deki bulunan kardiyologların hemen hemen

46

hepsi üyemiz. Bunun yanı sıra ilgili meslek grubu olarak kardiyovasküler alanda çalışan hemşireler ve teknisyenlerden de üyelerimiz mevcut. Derneğimiz esasen kardiyoloji uzman üye meslek örgütü olmasına rağmen bu işe başlayacak asistanları da üye olarak kabul ediyoruz. Misyonumuz; hem toplumun kalp damar sağlığını iyi noktalara getirebilmek hem de hekimlerin mesleki eğitimini en iyi noktaya taşıyabilmek. Bu amaçla hem halkın bilinçlenmesine yönelik hem de kardiyologların eğitimini güçlendirmeye yönelik birçok faaliyetimiz var.

Kardiyologların eğitimini güçlendirmek adına TKD olarak ne tür faaliyetler yapıyorsunuz? Üyelerimizin isteklerine bağlı olarak Türkiye’nin her yerinde yıl içerisinde kurslar düzenliyoruz. Örneğin; 15’in üzerinde ekokardiyografi kursu yaptık. Girişimsel kurslar, anjiyo, zor vaka kursları gibi birçok kurs düzenledik. Kongreler


yapıyoruz. Her yıl düzenli olarak Ulusal Kardiyoloji Kongresi’ni düzenliyoruz. Bunun yanı sıra Girişimsel Kardiyoloji Kongresi, Ulusal Aritmi Kongresi ve diğer alt grupların oluşturduğu kongrelerimiz de oluyor. Üç büyük kongremiz dışında daha ufak çapta toplantılar gerçekleştiriyoruz. Bu faaliyetlerin tamamı meslektaşlarımızın mesleki yeterliliğini güçlendirmek adına yaptığımız faaliyetler.

derneğin yönetim kurulundan da kongremize ciddi bir katılım oluyor.

Başarılı tıp öğrencilerine öğrenci bursları veriyoruz. Şu anda 50’ye yakın bursiyerimiz var. Karşılıksız olarak 12 ay boyunca verdiğimiz bu bursların şartları; öğrencinin ihtiyaç sahibi ve başarılı olması.

Avrupa Ateroskleroz Derneğinin başkanlığını Hacettepe Üniversitesi’nden Prof. Dr. Lale Tokgözoğlu yürütmekte. Onunla ve Avrupa Ateroskleroz Derneği ile ilişkilerimiz son derece yakın. Kendisi aynı zamanda derneğimizin eski başkanıdır.

Asistan tezlerine destek veriyoruz. Asistanlara 10 bin TL’ye kadar maddi teşvikte bulunuyoruz. Türkiye’de yapılan ulusal ya da bölgesel araştırma projelerini destekliyoruz. Gerekli değerlendirmeler sonucu kalp damar sağlığına yönelik yapılan araştırmaları karşılıksız olarak destekliyoruz. Yurt dışı burslarımız var. Şu anda eğitim seviyesini arttırmak isteyen 5 üyemiz yurt dışında değişik hastanelerde çalışmakta. Kendi düzenlediğimiz araştırmalarımız var. Örneğin şu an MI Türk ve Genç MI araştırmalarını yapıyoruz. Yeni başladığımız bir araştırmamız daha var. Türkiye’de kalp krizi geçiren hastaların bir fotoğrafını çekeceğiz, bir kayıt çalışması yapıyoruz. Bu çalışmaya bakarak; hastaların tanıda hangi noktada geciktiği, tedavi noktasında aksaklıkların olup olmadığını araştırıp nereye müdahale etmek lazım onu bulacağız. Ailevi hiperkolesterolemi ile ilgili bir çalışma yaptık ve çok ses getirdi. Ayrıca, gebelik kardiyomiyopatisi ile ilgili bir çalışma yapıldı ve şu an sonuçlandı. Türkiye’nin epidemiyolojik verileri dediğimiz kalp damar sağlığı ile ilgili mevcut yapılan çalışmaların bir analizini yaptık ve yakında yayınlayacağız. Bireysel yapılamayacak, ulusal düzeyde birçok araştırmayı yapıyoruz ve bireysel düzeyde yapılan birçok araştırmayı da maddi olarak destekliyoruz.

Türk Kardiyoloji Derneği olarak topluma yönelik ne gibi projeler yapıyorsunuz? “Kalbinidinlesen.com” adında bir web sitesi açtık. Değişik platformlarda bunu belirtip halka duyuruyoruz. “Kalbinidinlesen.com” halkı bilgilendirme ve bilinçlendirmeye hizmet eden bir platform. Sitede, kalp-damar sağlığından hipertansiyona kadar her konuda aydınlatıcı videolar ve soru cevap köşesi mevcut. İnsanlar, kalp damar sağlığını korumaya yönelik tarifler içeren bir yemek kitabını dahi bu web sitesinden pdf şeklinde indirebilirler. Biz bu kitabı bir sponsor vasıtası ile daha önce basılı olarak yayınlamıştık.

Uluslararası durumda?

derneklerle

ilişkileriniz

ne

Avrupa Kardiyoloji Derneği’nin üyesiyiz. Bütün üyelerimiz aynı zamanda Avrupa Kardiyoloji Derneği üyesi. Her yıl karşılıklı olarak kongrelerimize ortak katılımlar sağlıyoruz. Bu sene Avrupa Kardiyoloji Derneği başkanlığına aday iki isim, kongremize davetli konuşmacı olarak katılacaklar. Ekim ayındaki kongremizde bizimle birlikte olacaklar. Aynı zamanda

Amerika’da bulunan dernekler ile de yakın ilişkilerimiz var. American College of Cardiology’nin Türkiye ve bölge ülkelerini kapsayan bir bölümü var. Orada da aktif rol oynuyoruz ve sık sık ortak toplantılar yapıyoruz.

Türki devletlerle ilişkilerimiz çok iyi durumda. Altan hocanın zamanında kurulan Türkçe Konuşan Devletler Kardiyoloji Birliği adında bir birliğimiz vardı. Zamanla birliğin ismi değişerek “Türk Dünyası Kardiyoloji Birliği” oldu. Bu birliğin altında Türk kökenli ülkelerin kardiyoloji dernekleri bulunuyor. Başta Türkiye olmak üzere Azerbaycan, Özbekistan, Türkmenistan, Kazakistan yer alıyor. Bunun yanı sıra Bosna Hersek, Makedonya gibi akraba ülkeler de var. Birliğin üyeleriyle birlikte iki yılda bir ortak toplantılar yapıyoruz. Zaman zaman ortak kongreler de düzenledik. İlişkilerimiz her zaman devam ediyor.

Alanınızla ilgili en önemli sorunlarınız ve istekleriniz neler? Kardiyoloji uzmanlık eğitimini noktasında bir takım sorunlarımız var. Biz bir yan dal olması görüşünü savunuyoruz. Eğitim seviyesini büyük çabalarla beş yıla çıkarttık. Girişimsel kardiyoloji, aritmi gibi alt grupların da olmasını istiyoruz. Bu yönde bir çabamız var. En azından bir sertifikasyona bağlanmasını istiyoruz. Bu noktada henüz bir sonuç alamadık ama bakanlık düzeyinde girişimlerimiz sürüyor. Kardiyoloji eğitiminin daha standart ve uygun hale getirilmesi, eğitim verecek kliniklerin daha standardize olmasını istiyoruz. Ödemeler konusunda ciddi sıkıntılarımız var. Bazı durumlarda ödeme sıkıntıları ve standart ödemeler olabiliyor. Bazı maddeler paket programlara giriyor. Hastalarla ilgili bu tür sıkıntılar yaşayabiliyoruz. Ama bakanlıkla sürekli bunları görüşüyoruz.

Dernek olarak ileriye dönük hedefleriniz neler? Hedefimiz; Türk Kardiyoloji Derneği’ni bulunduğu yerden bir adım öteye taşıyabilmek. Yeni gelen her başkanın hedefinin bu olması gerekiyor. Sürekli ivmemiz yukarıya doğru gidiyor. Türk kardiyolojisini daha iyi seviyeye taşımayı hedefliyoruz. Kalp damar sağlığı noktasında iyi bir seviyeye ulaşmayı istiyoruz. Üyelerimizin eğitimlerini daha üst seviyeye ulaştırabilmek ve aynı zamanda ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çabalıyoruz. Bütün bunları yaparken de dünyaya entegre bir şekilde ilerliyoruz.

47


Prof. Dr. Atila Bitigen Medical Park Hastanesi

Röportaj

“18 Yaş Üzeri 15,5 Milyon İnsanımızda Hipertansiyon Var!” “Hipertansiyon önlenebilir ve tedavi edilebilir bir hastalık. Hipertansiyonu tedavi ettiğimiz zaman ise felci, kalp krizini ve kalp yetmezliğini önleyebiliyoruz. Bu noktada hastaların ve toplumun bizim önerilerimizi dikkate almaları gerekiyor. Özellikle medyada konunun uzmanı olarak öne

çıkarılan medyatik kişilerin değil de bizim fikirlerimize değer verilmesini öneriyoruz.

Çünkü bizler, bilimsel ve akılcı olmayan herhangi bir öneride bulunmuyoruz.” Hipertansiyon hastalığı hakkında kısaca bilgi alabilir miyiz? Dünyada hipertansiyon önlenebilir risk faktörlerinin başında gelmektedir. Şu an Amerika’da AHA tarafından hipertansiyonunun tanımı yeniden yapıldı. Eskiden 140-90 mm/hg ve üzeri ölçümler için hipertansiyon tanımı yapılırken bugün itibariyle bu sınır aşağı çekildi ve 130-80 mm/hg ve üstü hipertansiyon olarak kabul edildi. Tansiyonda hedefimiz her zaman bunun altına çekmek. Meta analizlerde, büyük çaplı çalışmalar gösteriyor ki; 115-75 mm/hg’den itibaren her 10 mm/hg artışta 2 kat mortalite artmakta.

48


Türkiye’nin hipertansiyon detaylı bilgi alabilir miyiz?

haritası

hakkında

Yapılan ulusal ölçekli büyük çalışmalarda 18 yaş üzeri erişkinleri baz aldığımızda, her üç kişiden birinde, 50’li yaşlardan itibaren her iki kişiden birinde hipertansiyon olduğu gösterilmiştir. 31 Aralık 2015 tarihi itibarıyla Türkiye nüfusunun yaklaşık 79 milyon olduğu düşünülürse, 18 yaş üzeri 15,5 milyon insanımızda HT olduğu varsayılabilir. TEKHARF çalışması verilerine göre HT en sık Karadeniz bölgesinde görülürken onu Marmara bölgesi takip etmekte, en az Akdeniz ve Ege bölgelerinde görülmektedir. Ülkemizde kentlerde yaşayan erkeklerde 50 yaşından sonra ortalama kan basıncı, kırsal kesime göre daha yüksek bulunmuştur. Kadınlarda böyle bir fark yoktur. Tüm yaş gruplarında kan basıncı kadınlarda daha yüksektir. Türk kadınında kan basıncının erkeğe göre daha yüksek oluşunda daha yüksek bir beden kitle indeksi (obezite) önemli sayılabilir. HT tüm dünyada yaşla birlikte artmaktadır. Türkiye’deki ortanca yaşın her yıl arttığı düşünülürse (yıllık ortalama % 0,3), HT ilerleyen yıllarda daha da önemli bir problem olmaya devam edecektir. Hipertansiyon, dünyada her yıl 7.6 milyon kişinin ölümüne, 90 milyon kişinin maluliyetine yol açmaktadır. Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre ülkemizde her dört ölümden birinin nedeni HT’dir. Dolaysıyla HT’yi erken tanımak ve tedavi etmek çok önem arz etmektedir. Öyle ki büyük tansiyon olarak bilinen sistolik kan basıncında 2 mm/hg’lik bir azalma, koroner arter hastalığına bağlı ölümlerde %7, inmeye bağlı ölümlerde % 10 azalmaya yol açmaktadır. Türkiye’de HT farkındalığı TURDEP-II verilerine göre %58,1’dir (kadınlarda %63,2, erkeklerde %48,5). Diğer bir ifade ile HT olanların ortalama %42’si bunun farkında değildir. EURIKA çalışması sonuçlarına göre de farkında olanların ancak 1/3’ünde (%32,1) HT kontrol altındadır. Diğer dikkati çeken bir istatistik de ülkemiz kadınlarının HT farkındalığı ve tedavi sıklığı erkeklere göre daha yüksek olsa da tedavi-kontrol oranları daha düşüktür. Yaşlanmayla birlikte tedavi ve HT kontrol oranları düşmektedir. Gelecekte HT sıklığının özellikle kadınlarımızda yaşlanma, obezite sıklığında artış ve hareketsiz yaşam koşulları ile daha da artması beklenmektedir.

Hipertansiyon tanısı koyma aşamasında hangi yöntemlere başvuruyorsunuz? Tansiyonu 130-80 mm/hg’nin üzerinde olan hastalara hipertansiyon tanısı koyuyoruz. 140’ın üzerine kadar Evre 1 deniyor. 140’ın üzerine ise Evre 2 deniyor. Eskiden tansiyonu 180’e 110 olan, aşırı hipertansifler için evre 3 diyorduk. Onu kaldırdılar. 130’a 80’in üzerini biz hipertansiyon olarak kabul ediyoruz. Hipertansiyon tanısını koymak için ambulatuvar kan basıncının ölçümü çok önemli. ESC’nin kılavuzuna göre; kardiyovasküler mortaliteyi öngörmede, hedef organ hasarını belirlemede altın standart dediğimiz yöntem bugün itibariyle ambulatuvar kan basıncı ölçümüdür. Bu noktada maliyet analizi biraz yüksek bulununca kişinin evde tansiyonun kendisinin ölçmesi önemli hale geldi. Evde tansiyon ölçümünün ideali ise sabah ve akşam ölçüm yapmak. Bu ölçümler sonucunda hekime başvurulmalı

ve ölçümlerin analizi yapılmalıdır. Bu sayede hipertansiyon tanısı konulabiliyor. Tansiyonun evde ölçülmesiyle birlikte kişinin tedaviye katılımını sağlayabiliyoruz ve farkındalığı arttırmış oluyoruz. Bir de maskeli hipertansiyon diye bir tanım var. Kişi hastaneye geldiği zaman tansiyonu normal ölçülmüş ama evde tansiyonu yüksek seyrediyor. Biz buna maskeli hipertansiyon diyoruz. Maskeli hipertansiyon %15 oranında gözüküyor ve ciddi anlamda mortalite artışına sebep oluyor. Çünkü gözden kaçırılmış ve tedavi edilmemiş oluyor. Ve bunlar maskeli olduğu için daha fazla kalp hastalığına, hedef organ hasarına sebebiyet vermiş oluyor. O yüzden maskeli hipertansiyonu yakalayabilmek için evde ölçüm önemli. Ofis ölçümlerini ise standardize etmek gerekiyor. Ölçüm sayısı ne kadar çok ise hastalığın tanısı noktasında o kadar doğru sonuçlar elde ediyorsunuz.

Geçtiğimiz yıllarda sonuçları yayınlanan “Sprint” çalışması hakkındaki düşünceleriniz nedir ? Sprint çok büyük bir çalışma. Eskiden, yaşlı hastalardan ziyade, daha genç hastalarda öncelikli olarak tansiyonu düşürmeyi hedefliyorduk. J eğrisi korkusu vardı. Sprint çalışması yayınlandıktan sonra farklı bir bakış açısı geldi. Bu çalışma yapılırken iki kola ayrıldı. Standart grupta 140 mm/hg altı diğer sıkı grupta ise 120 mm/hg ve altı hedeflendi. Sıkı grubun takibinde, daha az felç gözüküyor. Daha az kalp hastalığı gözüküyor. Total mortalite düşüyor. Dolayısıyla artık daha sıkı takip ve daha düşük hipertansiyon hedeflenmesi gerektiği görülüyor. Tansiyonu ne kadar sıkı kontrol ederseniz, ne kadar iyi tedavi ederseniz o oranda felç riskini önleyebilirsiniz. Bu noktada en önemlisi felç, beyin kanaması, total kalp krizini azaltıyorsunuz.Bu anlamda Sprint çalışması bence devrim yarattı. Kanıta dayalı tıp yapıyorsak bizim de kendimizi mutlaka güncellememiz gerekiyor. O yüzden Sprint çalışması aslında kılavuzları değiştirdi. Bunun karşılığı geriatri gruplarda, 85 yaş üstü hastalarda hipotansif gibi yan etkiler daha fazla görülüyor. Ama tansiyonu ne kadar düşürürseniz mortaliteyi o kadar düşürüyorsunuz. O yüzden tansiyonu düşürmenin önemini gösteren çok güzel bir çalışma.

Türk Kardiyoloji Derneği HT Çalışma Grubu olarak hipertansiyonla mücadele ve toplum sağlığını koruma noktasında ne gibi faaliyetlerde bulunuyorsunuz? Hedefler değişti. Sınırlar değişti. Türk kardiyoloji Derneği HT Çalışma Grubu olarak TEKHARF ve TURDEP verilerini güncellemek istiyoruz. Onları 130’a 80 sınırından alarak popülasyonumuzu güncelleyip, bir prodüksiyon sunarak, “Ne kadar tansiyon hastamız var? Tansiyon hastaları ne kadar kontrol atında?” ve bunların epidemiyolojik verilerinin güncellenmesini planlıyoruz. Yani TEKHARF çalışmasının son kohortunun verilerini son hipertansiyon sınırına göre yeniden tanımlamak, TURDEP’le de takibini ve kontrol oranlarını güncellemek istiyoruz.

49


Hipertansiyon ve Tuz İlişkisi de çok gündemde, siz bu konuda neler söylemek istersiniz ?

17 Mayıs Hipertansiyon Günü kapsamında yaptığınız faaliyetlerle neleri amaçlıyorsunuz?

Bilindiği üzere katkı maddesi ve gıdaların raf ömrünü uzatmak için tuz çok kullanılıyor. Hipertansiyon ve kalp yetmezliği hastaları için tuz tüketiminin azaltılması gerekir. Kişilerin hipertansiyon hastası olmaması için de toplumda tuz tüketiminin azaltılması gerekir. İnsanların tuz tüketimini azaltmaya çalışacağız. Tuz tüketimini azaltmak için Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın Türk Gıda Kodeksi Tuz Tebliği’nde tuzu tüketimini azaltıcı önerilerde bulunacağız.

Dünya Hipertansiyon Birliği ( WHL) tarafından 2005 yılından itibaren 17 Mayıs günü “Dünya Hipertansiyon Günü” olarak ilan edildi. Bilinç düzeyinin arttırılması yanı sıra hipertansiyonu önleme, teşhis, tedavi konusunda da kişilerin bilgilendirilme faaliyetlerinin yürütülmesi yoluyla kan basıncı kontrol oranlarının yükseltilmesi hedeflenmiştir.

Hipertansiyon hastaları lokantalarda yemek yiyemiyorlar çünkü yemeklerin içinde bulunan tuz oranı çok yüksek. Esnaf ve Sanatkarlar Odası ile görüşerek bu sorunu çözmeyi planlıyoruz. Toplumda tüketilen tuzu azaltmak için böyle bir projemiz var. Tuz tüketimi Avrupa’da 6gr iken Türkiye’de 18 gr. Avrupa’ya oranla 3 kat fazla tuz tüketiyoruz. Tuz, toplum sağlığını tehdit ediyor ve birçok hastalığa yol açıyor. Bu sebeple toplumda tuz tüketiminin azaltılması gerekiyor. Tuz tüketimin azaltılması sadece bizim çabamızla olabilecek bir şey değil. Bu noktada Sağlık bakanlığı, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ve Esnaf ve Sanatkarlar Odası’nın da yardım almamız gerekiyor. Yine aynı şekilde medyanın da bu konuyu doğru ele alması çok önemli. Farkındalığın ve bilincin arttırılması için basın yolu ile bir bilgi güncellemesi yapmayı planlıyoruz. Ayrıca kaya tuzu, himalaya tuzu gibi bütünüyle ticari amaçla servis edilen ve medyada yer bulan tuzların sağlığa hiçbir yararının olmadığını söyleyebilirim. Kaya tuzunun turizm amaçlı kullanılması karşı değiliz. Bu durum sağlığa zarar vermez. Fakat kaya tuzunun sofra tuzu olarak kullanılmasının önerilmesi çok yanlış.

50

Biz de 17 Mayıs’ı Hipertansiyon Günü olarak kutluyoruz. Bir takım aktiviteler düzenliyoruz ve toplumumuza bilgilendirme toplantıları yapıyoruz. Hastalığa dikkat çekiyoruz ve kesinlikle tansiyonunuzu ölçtürün diyoruz. 17 Mayıs Hipertansiyon Günü, toplumda hipertansiyonun farkındalığını arttırmak, hipertansiyonun sinsi bir düşman olduğunu anlatmak için önemli bir gün.

Verdiğiniz bilgilere ek istediğiniz bir şey var mı?

olarak

söylemek

Hipertansiyon önlenebilir ve tedavi edilebilir bir hastalık. Hipertansiyonu tedavi ettiğimiz zaman ise felci, kalp krizini ve kalp yetmezliğini önleyebiliyoruz. Bu noktada hastaların ve toplumun bizim önerilerimizi dikkate almaları gerekiyor. Özellikle medyada konunun uzmanı olarak öne çıkarılan medyatik kişilerin değil de bizim f ikirlerimize değer verilmesini öneriyoruz. Çünkü bizler, bilimsel ve akılcı olmayan herhangi bir öneride bulunmuyoruz.


51


Prof. Dr. İstemihan Tengiz Kardiyolog İzmir Medical Park Hastanesi

Röportaj

“Elimizdeki İlaçları Daha Efektif Kullanmamız Gerekiyor!” “Tedaviye, hangi hastanın hangi tedaviden daha fazla yararlanacağını tespit ederek tamamen bireysel yaklaşıyoruz. Örneğin; tuz tüketimi fazla olan hastalarda tuz attırıcı ilaçlar kullanırken, hiperaktivitesi olanlarda beta blokerleri, yaşlı hastalarda kalsiyum kanal blokerlerinini kullanıyoruz.

Siyah ırkta en etkili ilaçlar idrar söktürücü ve kalsiyum kanal blokerleriyken, beyaz ırkta ise tam tersi beta blokerler daha etkili. Burada birkaç parametreyi göz önünde bulundurarak ilaç seçmek gerekiyor.” Hipertansiyon tedavisinde ilaçları, neye göre ve kaç sınıflandırıyorsunuz?

kullanılan ana grupta

yaşlı hastalarda daha çok etkili oluyor. 5 ana sınıftan 2 tanesi, Renin Anjiyotensin Aldosteron sistemi dediğimiz böbreklerde ve böbrek üstü bezlerde salgılanan hormon sistemini baskılayan ilaç gruplarını oluşturuyor.

Hipertansiyon tedavisinde kullanılan ilaçlar 5 ana grupta toplanabilir. Bunlar, diüretikler, sempatikolitikler ya da adrenerjik sinir sistemi antagonistleri, renin angiotensin sistemini (RAS) etkileyen ilaçlar, damar düz kasında etkili ilaçlar ve yeni geliştirilmekte olan ve 2000’li yılların başlarından itibaren kullanıma girmesi beklenen ilaçlardır.

Beta bloker sınıfı dediğimiz ilaçlar daha ziyade genç hastalarda etkili olan ilaçlar. Sempatik sinir sistemi yani heyecan sisteminin daha fazla çalışmış olduğu hasta gruplarını etkiliyorlar ve aşırı heyecan sistemini baskılıyorlar. Yaşlı hastalara özgü kalsiyum kanal blokerleri dediğimiz ilaçlar ise damar sertliği yani elastikiyetini kaybetmiş damarlar üzerinde daha fazla etkili olan ilaçlar. Bir de su ve tuz tutulmasına bağlı olan hastalarda diyabetikler yani idrar söktürücü ilaçlar var.

Hastanın bireysel özelliklerine göre kullanılan ilaçlar fark ediyor. İlaçların bazıları genç hastalarda etkiliyken, bazıları ise

52


Tedaviye, hangi hastanın hangi tedaviden daha fazla yararlanacağını tespit ederek tamamen bireysel yaklaşıyoruz. Örneğin; tuz tüketimi fazla olan hastalarda tuz attırıcı ilaçlar kullanırken, hiperaktivitesi olanlarda beta blokerleri, yaşlı hastalarda kalsiyum kanal blokerlerini, orta yaş grubunda ise RAS blokerleri daha fazla kullanıyoruz. Siyah ırkta en etkili ilaçlar idrar söktürücü ve kalsiyum kanal blokerleriyken, beyaz ırkta ise tam tersi beta blokerler daha etkili. Burada birkaç parametreyi göz önünde bulundurarak ilaç seçmek gerekiyor.

Antihipertansif kombinasyon tedavisi hakkında düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz? Kombinasyon tedavisi etkili bir yöntem midir? Günümüzde hipertansiyon tedavisinde, hangi hastaya hangi ilaç verilmeli düşüncesinden ziyade hangi hastaya hangi kombinasyon uygulanmalı yaklaşımı var. Çünkü tek bir ilaçla hipertansiyon tedavisi ancak hastaların %20-30’unda gerçekleştirilebiliyor. Çoğunluk hastada kombinasyon tedavisi daha etkili sonuçlar veriyor. Bazen antihipertansif tedavide, tek bir ilaç kullandığımız zaman bu ilaç kendisi etki ederken karşı bir patogenetik mekanizma devreye sokup hipertansiyonu tetikleyebiliyor. Hipertansiyonun birden fazla patogenetik mekanizması vardır. Elimizdeki kombinasyon tedavileri ile birkaç patogenetik faktörü bloke etmek çok daha mantıklı gözüküyor.

Son yıllarda hipertansiyon tedavisinde farmakolojik tedavi haricinde cihaz tedavisi de gündemde yer almaya başladı. Cihaz tedavisi hakkında bilgi alabilir miyiz? Birkaç tane cihaz geliştirilmeye çalışılıyor. Bunlardan bir tanesi; Radyofrekans Renal Denervasyon tedavisi. Böbrek damarlarının sinirlerinin yakılması işlemi olarak açıklayabiliriz. Böbrek, kan basıncı regülasyonunda ana organımızdır. Asıl hipertansiyonun gelişmesinin böbreğin dengesinin bozulmasından kaynaklandığını biliyoruz. Şöyle ki; böbrek damarında daralma olduğu, böbrek volümlü kan akımın azaldığı zaman böbrek tuz tutmaya meyilli oluyor. Eğer böbrek damarını geniş halde tutarsak yani kan akımını belirli seviyede tutarsak böbrek su ve tuz tutmayacaktır. Bu tedavi dirençli hipertansiyon veya hipertansiyon başlıyorken müdahale edebilmek amacıyla geliştirildi. Ancak ilk sonuçlar çok iyi gelmedi. Ama yine de çalışmalar devam ediyor. Kısa vadeli sonuçlar olumsuz olsa dahi ikinci çalışma sonuçlarını beklemekte yarar var.

Hipertansiyon tedavisinde gelişmeler yaşanıyor?

ne

gibi

yeni

Yeni bir takım ilaçlar geliştirildi. Normal tansiyonun bazal tansiyonunu sağlayan bazı hormonlar var. Bunları inhibe eden bazı ilaçlar geliştirildi fakat bekleneni çok fazla karşılayamadı. Konuya gerçekçi yaklaşırsak, yeni ilaçlara ne kadar ihtiyaç var bu da tartışılır. Çünkü elimizdeki ilaçları tam anlamıyla etkili bir şekilde kullanabilmiş değiliz. Hipertansiyon alanında çok fazla yeni ilaca ihtiyaç duyduğumuz söylenemez. Öncelikle elimizdeki ilaçları daha efektif kullanmak daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Diğer taraftan, anjiyotensin II dediğimiz bir molekül var. Asıl kan basıncını sağlayan bu molekülün fazlalığı sakıncalı ama normal fizyolojik seviyede olduğu zaman kan basıncının durağan olmasını sağlayan bir hormon. Anjiyotensin II’ye karşı bir aşı geliştirilmeye çalışılıyor. Bu aşıyı yaptığınız zaman fazlalık olan anjiyotensin II’yi bertaraf edebiliyorsunuz. Bu şekilde kan basıncının düşmesini sağlayabiliyorsunuz. Bu çok umut vadediyor. Aynı zamanda anjiyotensin II’nin reseptörüne karşı bir aşı geliştirilmesi söz konusu. Ama onlar uzun vadede sonuçlanacaktır.

Hipertansiyon İle Mücadele Derneği’nin başkanı olarak bize biraz derneğinizden ve faaliyetlerinizden bahseder misiniz? Hipertansiyon İle Mücadele Derneği, 1988 yılında Ege Üniversitesi’nin o dönemdeki değerli akademisyenleri tarafından İzmir’de kuruldu. HİPERDER’in atölyesinden birçok kardiyolog, dahiliyeci hekim geçmiştir. Derneğin başkanlığını son iki dönemdir ben yürütüyorum. Biz aynı zamanda Dünya Hipertansiyon Ligi’nin de üyesiyiz. 2013 yılında Dünya Hipertansiyon Kongresi’ni İstanbul’da gerçekleştirdik. Bu kongreden önce lokal olarak faaliyetlerimizi sürdürüyorduk. Daha sonra lokal bir dernek olmaktan çıktık. Biraz daha ulusal hatta uluslararası bir boyut kazandık. Bu bağlamda halen çalışmalara devam ediyoruz. Her yıl mayıs ayında hekimlere yönelik bilimsel toplantı yapıyoruz. Bütün yıl boyunca sık sık bölge idari amirlerinin desteğiyle halka yönelik bilinçlendirme seminerleri düzenliyoruz. Bazen de tarama faaliyetleri yapıyoruz. Özellikle hipertansiyon ve kalp hastalıklarının risk faktörleri konusunda ülkemizin sağlık politikasına etki edebilmek için elimizden ne geliyorsa yapmaya çalışıyoruz.

Bir diğer cihazın kullanıldığı yer ise boyun damarları. Boyun damarlarında basınç reseptörleri vardır. Bu reseptörlerin yine kan basıncı regülasyonu düzenlenmesi gibi bir özelliği vardır. Kalp piline benzeyen bir cihazla bu baro reseptörleri uyarıldığı zaman beyinden bir refleks devreye sokuluyor ve kalp kasılmasını biraz yavaşlatıyor. Aynı zamanda böbrekten gelen su ve tuz tutulmasını azaltıyor ve bu şekilde basıncı yüksekmiş gibi algılatıyor. Bu cihaz fizyolojik olarak vücuda kan basıncı düşürttürüyor. Bunun çalışmaları da devam ediyor. Bir şey söylemek için henüz erken ama ilk sonuçlar biraz daha olumlu.

53


Prof. Dr. İstemihan Tengiz Hakkında; Prof. Dr. İstemihan Tengiz, 1997 yılında Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirip aynı yıl Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji Anabilim dalında kardiyoloji uzmanlık eğitimine başladı. 2002 yılında kardiyoloji uzmanı ve 2006 yılında da kardiyoloji alanında doçent unvanlarını aldı. Dr. Tengiz, İzmir Üniversitesi Tıp Fakültesine, 2011 yılında kardiyoloji doçenti olarak, 2013 yılında da profesör olarak atandı. Halen İzmir Üniversitesi Tıp Fakültesi Medical Park Hastanesi Kardiyoloji AD’ında kardiyoloji profesörü ve girişimsel kardiyolog olarak çalışmakta ve İzmir Ü. Tıp Fakültesi Dekanlığı görevini yürütmektedir. İlgi alanları girişimsel kardiyoloji, ateroskleroz ve hipertansiyondur. Son yıllarda, kardiyovasküler hastalıklar için koruyucu tıp programlarına yoğunlaşmıştır. Elliden fazla bilimsel yayını olan Dr. Tengiz, ulusal ve uluslararası birçok kongre ve toplantı organizasyonlarında da yer almıştır. Aynı zamanda, halka yönelik hipertansiyon, özellikle tuz kısıtlaması olmak üzere kardiyovasküler risk faktörleri için bilinçlendirme toplantıları da düzenlemektedir. Üyesi olduğu bilimsel kuruluşlar; Türk Kardiyoloji Derneği, Hipertansiyon ile Mücadele Derneği, European Society of Cardiology, European Association of Percutaneous Cardiovascular Interventions, European Athersclerosis Society, European Association for Cardiovascular Prevention and Rehabilitation ve Acute Cardiovascular Care Association. Dr. Tengiz; 2011-2014 yılları arasında Dünya Hipertansiyon Ligi Yönetim Kurulu Üyeliği, 2012-2014 yılları arasında Türk kardiyoloji Derneği Koroner Arter Hastalığı Çalışma Grubu Başkanlığı görevlerini yürütmüştür.

54


55


Dr. Murat Girginer Aile Hekimi

Röportaj

“Ulusal Bir Hipertansiyon Taraması Aile Hekimleri Tarafından Yapılabilir” “İşleyiş gereği SGK, aile hekimliğine başvuran hastalar için ne muayene ne de laboratuvar/EKG için bir ödeme yapmıyor. Yani SGK bu grup ilaçlar için hastanelere başvuru da İlaç + Muayene + Laboratuvar + EKG ödemek zorunda iken aile hekimliğine yapılan başvuruda sadece ilaç ücreti ödeyerek maliyetlerini azaltabilecek bir seçeneğe sahip.

Belki yıllar önce bu düzenleme ile kısıtlama getirilirken ilaç maliyetleri çok yüksekti ama şimdi işler değişti ve güncellenmesi gerektiği gözleniyor.” Sizi tanıyabilir miyiz? 1967 Bursa doğumluyum, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinden 1990 yılında mezun oldum. Bursa’da Aile hekimi olarak görev yapmaktayım.

Hipertansiyon çok sinsi bir hastalık ve ilk teşhis için en önemli merkezin ASM’ler olduğu söyleniyor. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz? ASM’lerde hipertansiyon tanısı için neler yapılıyor? Hipertansiyon, aile hekimleri tarafından takip edilmesi gereken, bulaşıcı olmayan kronik hastalıklardandır. Ülkemiz hipertansiyon prevalansına uyarlarsak bir aile hekiminin ortalama 650 civarı hipertansiyon hastası olmalı. Bunların

56

tanı almış hastalar olduğunu ve aile hekimliği merkezlerine 3 ayda bir ilaç yazdırmak için geldiklerini düşünürsek günde nerdeyse 10-12 hipertansiyon hastası aile hekimliği merkezine ilaçlarını almak için uğruyor demektir. Bir de aile hekimliği merkezlerine ilk başvurusunu yapıp tansiyonu ölçülen ve takibe alınan, sonrasında hipertansiyon tanısı konulan hastalarımız da bulunuyor. Bizlere baş ağrısı ile başvuran hastalarımızın mutlaka tansiyon kontrolü yapılıyor. Aslında ulusal bir tarama aile hekimleri tarafından yapılabilir. Bu hem hipertansiyon hastası olduğunu bilmeyen hastaların belirlenmesi hem de tanı almış, ilaç kullanan hastaların tansiyonlarını regüle olup olmadığını görebilmek ve kontrol edebilmek için iyi bir seçenek olarak önümüzde duruyor.


Birinci basamakta HT tedavisi için elinizde yeteri kadar ajan var mıdır? Her yıl yayınlanan kılavuzlar ışığında hipertansiyon hastalarının tedavisini düzenleme şansımız oluyor. Lakin bu kılavuzlara göre önerilen bazı grup ilaçları aile hekimleri reçete etse bile SGK tarafından geri ödemesi yapılmıyor ve hastalar ilaçlarını alamıyorlar. Hipertansiyon hastaları bu grup ilaçlara ulaşabilmek için özel ya da kamu hastanelerine gitmek zorunda kalıyorlar. Yıllar önce getirilen bu kısıtlama artık anlamsızlaştı. İlaç fiyatları düştü dolayısıyla bu grup ilaçlarında fiyatları da düştü. SGK, bu hastalar kamu ya da özel hastanelere her gittiğinde ödeme yapmak zorunda kalıyor. Bu ödeme ilaç fiyatı üzerine yük olarak biniyor ve ilacın ödeme maliyetini nerdeyse ikiye katlıyor. Oysa işleyiş gereği SGK, aile hekimliğine başvuran hastalar için ne muayene ne de laboratuvar/EKG için bir ödeme yapmıyor. Yani SGK bu grup ilaçlar için hastanelere başvuru da İlaç + Muayene + Laboratuvar + EKG ödemek zorunda iken aile hekimliğine yapılan başvuruda sadece ilaç ücreti ödeyerek maliyetlerini azaltabilecek bir seçeneğe sahip. Belki yıllar önce bu düzenleme ile kısıtlama getirilirken ilaç maliyetleri çok yüksekti ama şimdi işler değişti ve güncellenmesi gerektiği gözleniyor. Bir de işin sosyal yönü var ki hipertansiyon hastaları bu grup ilaçlar için mahallelerinde yürüme mesafesinde ki aile hekimine değil, araçla ulaşabileceği, randevu almak için sıra beklediği, gerektiğinde katkı payı olarak cebinden ödeme yaptığı zoraki bir yolculuğa katlanmak zorunda kalıyor. Aslında hipertansiyon ilaç gruplarında kısıtlamanın kalkması bu hastaların konforunu artıracağı gibi takiplerinin de aile hekimleri tarafından yapılması ile tansiyonlarının regülasyonu sağlanacak ve olası komplikasyonların önüne geçilmiş olacaktır diye düşünüyorum.

HT tedavisinin hasta başına maliyeti diğer kronik endikasyonlarla kıyaslandığında ülkemizde oldukça düşük olduğu söyleniyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? İlaç fiyatlarının düşmesi, tansiyon takipleri için kullanılan yöntemlerin maliyetinin etkin olmasıyla birlikte HT tedavisi diğer kronik hastalıklara göre daha düşüktür. Daha da düşürmek SGK’nın aile hekimliğinde geri ödemesi yapılmayan grupların durumunu yeniden gözden geçirmesiyle sağlanabilir.

HT prevelansını aşağıya çekmek için ASM ve birinci basamağa hangi görevler düşüyor? Aslında Hipertansiyon sadece ülkemizde değil tüm dünyada sıkılığı artan bir hastalık. Kılavuzlar yaşam tarzı değişiklerini, diyet, egzersiz, tuz kısıtlamasını ilaç yanında öneriyor. Bu açıdan değerlendirince, yayınlanan uluslararası kılavuzlar demografik, sosyal yapı, diyet ve egzersiz alışkanlıklarını düşününce ülkemiz insanları için biraz havada kalıyor. Türkiye Aile Hekimliği Araştırma Geliştirme ve Eğitim Vakfı olarak yaptığımız obezite araştırmamızda ülkemiz için önemli verilere ve saptamalara ulaştık. Bunlardan en çok göze çarpanlar; obezitenin kadınlarda erkeklere göre, evlilerde bekarlara

göre, sigara içenlerde içmeyenlere göre daha sık olduğuydu. Bu durumda hipertansiyon için ülkemizin gerçekleri eşliğinde bir Ulusal Hipertansiyon Kılavuzu düzenlemek gerekliliği ortaya çıkıyor.

Türkiye Aile Hekimliği Araştırma Geliştirme ve Eğitim Vakfı’ndan ve vakfın faaliyetlerinden bahseder misiniz? Türkiye Aile Hekimliği Araştırma Geliştirme ve Eğitim Vakfı, aile hekimliği alanında özlük haklarından tamamen bağımsız sadece hekimlik sanatı adına bilimsel araştırma, aile hekimliği uygulamasını geliştirme ve sürekli mesleki eğitim alanında boşluğu doldurmak için kuruldu. Bilimsel araştırma çalışma gruplarımız ile birçok alanda araştırmalarımız devam ediyor. Sürekli mesleki eğitim ve kongremiz ile bilimsel alanda aile hekimlerinin de yer kaplamasına aracı olacak bilgi birikimi ve deneyimini sağlamaya çabalıyoruz. Kongremizin bu yıl 3’üncüsünü gerçekleştiriyoruz. Türkiye’nin ilk ve tek konaklaması ücretsiz, sadece kayıt ücretinin olduğu ve diğer kongrelerin yaklaşık 3 de 1 maliyetine bir kongre olması da ayrı bir artı olarak ön plana çıkıyor. 2017 kongresinde obezite araştırmamızın sonuçlarını paylaşmıştık ve basında çok yer almıştık. Bu yılda D vitamini ve hipertansiyon araştırmamızın sonuçlarını kongremizde paylaşmayı arzu ediyoruz.

ARGEV olarak HT ile ilgili bir çalışmanız var mı? Türkiye ARGEV’in süregelen araştırmalarından bir tanesi de Marmara Hipertansiyon araştırması. Temel amacını; hipertansif hastaların kullandığı ilaçlara rağmen tansiyonlarının regüle olup olmadığını belirlemek, yeni hastaları saptamak, kullandığı ilaç gruplarını, diyetlerini, tuz kısıtlamalarını, egzersiz durumlarını belirlemek olarak özetleyebiliriz. Bu tarz araştırma sonuçlarını bir araya getirip Türkiye Aile Hekimliği Hipertansiyon Kılavuzunu ortaya koyabilmek de Türkiye ARGEV’in kuruluş amaçlarından.

Son olarak neler söylemek istersiniz? Aile hekimliği sadece hipertansiyon değil tüm hastalık gruplarında ilk başvuru noktası olmalıdır. Günümüz şartlarında toplam hastalık başvurularının %50’si aile hekimliğine yapılıyor. Gelişmiş ülke örneklerinde ise %80 ile %95 arasında değişiyor. Başvuru oranlarını aile hekimliği lehine artırmamız sağlık harcamalarının kontrolü için en önemli koşullardan birisidir. Ama mevcut koşullar gereği aile hekimliğinde geri ödemesi yapılmayan ilaç grupları yüzünden hastaların yönünün hastanelere doğru çevrildiği bir gerçektir. Bu durum sürdüğü müddetçe aile hekimliğine başvuru oranını arttırmamız olası değildir. Değişen parametreler ile hipertansiyon, diyabet, hiperlipidemi, astım, allerji, psikiatri gibi ödenmeyen ilaç grupları ile ilgili yeni değerlendirmelere ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bu konuda yapılacak maliyet araştırmalarına da Türkiye ARGEV olarak destek vermeye hazır olduğumuzu bildirmekten mutluluk duyuyorum.

57


Hemşireler Günü

Hemşireler Günü, 1964 yılından itibaren ülkemizde kutlanmaya başlamıştır. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de aynı tarihte kutlanan bu özel günde hemşirelik mesleğinin sorunları ortaya konur ve çözümler üretilir. Minnet duygusu içeren mesajlarla bu ulvi mesleği devam ettiren hemşirelere teşekkür edilir. Hemşireler Günü’nün Tarihçesi İlk olarak ABD Sağlık ve Eğitim Bakanlığında yetkili olan Dorothy Sutherland, 1953 yılında dönemin başkanı Dwight D. Eisenhower ile görüşerek bir sonraki yılın Ekim ayını “Hemşireler Günü” ilan etmeyi teklif eder. Ancak o dönemde bu teklif onaylanmaz. 1972 yılında ise bu önemli günün tanınması için resmi bir bildiri hazırlama girişiminde bulunulur ve Ulusal Temsilciler Meclisine sunulur. Fakat yine bu teklif onaylanmaz. Bundan iki yıl sonra, Uluslararası Hemşireler Konseyi, modern hemşireliğin kurucusu Florence Nightingale’in doğum günü olan 12 Mayıs’ı “Uluslararası Hemşireler Günü” ilan eder. Aynı yıl dönemin ABD Başkanı Nixon imzasıyla kesin olarak karar verilir. Yani 12 Mayıs 1974 yılından bu yana resmi olarak hemşireler günü kutlanmaya başlanmış olur.

58

Türk Hemşireliğinin Başlangıcı Türk bilim adamı, sivil toplum örgütçüsü ve milletvekili Prof. Dr. Besim Ömer Akalın Paşa, 1907 yılında Londra’daki Kızılhaç Kongresi’ne katılır ve burada ünlü hemşire Florance Nightingale ile tanışır. Hemşirelik hakkında kendisinden bilgiler alır. Daha sonra 1911 yılında Amerika’daki bir sağlık kongresine de katılan Besim Ömer Paşa ve Dr. Nihat Reşat Bey (Belger), orada hemşireliğin doktorluktan ayrı bir meslek olarak yapıldığını görürler ve bu konuda ülkemizde neler yapılması gerektiği konusunda projeler hazırlarlar. Trablusgarp (1911) ve Balkan Harbi’nde (1912-1913) çok sayıdaki Osmanlı askerinin gerekli olan tedaviyi göremediği için şehit olması nedeniyle sağlık teşkilatları tarafından can kayıplarını en aza indirmek için derhal çalışmalara başlanır. Hilal-i Ahmer (Kızılay) cemiyetinde hastabakıcılık ve hemşirelik konusunda çalışmalar ve hazırlıklar yapabilmesi için ayrı bir ödenek ayrılır. Cemiyet Kadırga Hastanesi’nde ve Bursa’da 6 ay süreli hastabakıcılık kursu düzenler. Bu kursları bitiren hemşireler; 1912–1914 Balkan Savaşları ile 1914–1918 Birinci Dünya Savaşı’nda hasta ve yaralı askerlere bakmışlardır. Bu yüzden 1912 yılı Türk hemşireliğinin başlangıcı sayılır. Safiye Hüseyin Elbi gibi birçok ünlü Türk hemşire de göreve bu dönemde başlamıştır.

Modern Hemşireliğin Nightingale

Kurucusu:

Florence

Modern hemşireliğin kurucusu olarak adını tıp tarihine altın harflerle yazdıran Florence Nightingale, 1820 yılında İtalya’nın


Floransa şehrinde doğdu. Avrupa turunda olan İngiliz çift William ve Frances Nightingale, kızlarına bulundukları şehrin adını, yani “Florence” ismini verdi. Zengin ve asil bir ailesi olan Nightingale daha ufak yaşta babasından aldığı eğitimlerin yanı sıra matematik, din, felsefe, dil (Latince, Almanca, Fransızca, İtalyanca), tarih, müzik ve resim dersleri aldı. Matematik eğitimi özellikle sıkı tutulmuştu. Florence, dönemin ünlü matematikçileri James Sylvester ve Arthur Cayley’den eğitim aldı.

“Tanrı Benimle Konuştu Ve Beni Hizmetine Çağırdı” Ergenlik çağlarında aristokratik bir sosyal çevrede sıradan biri olmak istemediğini, daha yararlı biri olmak istediğini hisseden Florence, 1837 yılında günlüğüne şu notu düştü: “Tanrı benimle konuştu ve beni hizmetine çağırdı.” Bunun üzerine ne yapabileceğini düşündü ve insanlara yardım etmenin en doğru yolunun hemşire olmaktan geçtiğine karar verdi. 20 yaşına geldiğinde ailesinden hemşire olmak amacı ile izin istedi. Ancak ailesi Florence’ın hemşire olmasına karşı çıktı. Çünkü o dönemde hemşireler eğitimsiz, flörtöz ve çoğunlukla sarhoş olarak addediliyor ve toplum tarafından dışlanıyordu. Elit, zengin ve asil bir aileden gelen Florence’in hemşire olması pek mümkün değildi. 24 yaşında artık kendisi için en uygun durumun evlenmek olduğuna inanan ailesinin bu doğrultudaki çabalarına, uygun eş adaylarının kendisi ile evlenme isteklerine karşın hemşireliğin kendisi için en iyi seçim olduğuna karar verdi. Ailesinin kendisini bu amacından vazgeçirmek için düzenlediği Fransa, Almanya, Belçika ve İtalya gezileri sırasında hastaneleri incelemeyi başarmıştı. Eğitimli kadınların yaşamlarını hemşireliğe adayacağı bir Protestan rahibeleri grubu oluşturdu. Kararı kesindi, hemşire olacak ve savaştaki askerlere yardım edecekti. Şans eseri, tam o sıralarda ilk Amerikalı kadın doktor Elizabeth Blackwell ile tanıştı. Blackwell onu hemşire olması için iyice cesaretlendirdi ve en sonunda babasından 31 yaşındayken hemşire olmak için izni aldı. Almanya’da hemşirelik okudu ve iki yıl sonra Londra’da bir hastanede çalışmaya başladı.

Kırım Savaşı ve Florence Nightingale’in İstanbul’a Gelişi 1853 yılında Osmanlı Devleti ile Rusya arasında başlayan Kırım Savaşı’na 1854 yılında İngiltere, Fransa ve Sardunya da Osmanlı Devleti’nin müttefiki olarak dâhil oldu. Hemşireliğe yeni başlayan Nightingale, gazetelerin savaşta birçok askerin kolera ve sıtmadan öldüğünü yazması ve The Times Gazetesi’nin 1854 Eylül’ünde okurlarına, “Aramızda Üsküdar’daki hastanelerde yatan çaresiz ve hasta askerlerimize yardıma gidecek kadınlar yok mu? İngiltere’nin kızları bu merhamet gerektiren görev için hazır değil mi?” diye sormasıyla birlikte hemen Üsküdar’a geldi. Osmanlı Devleti yardım için bazı kararlar almış ve hastane olarak kullanmaları için başta Selimiye Kışlası olmak üzere birçok kışlayı boşaltıp tümüyle müttefiklerine vermişti. Fakat çok bakımsız ve harap durumdaki bu kışlaların, zaman darlığı nedeniyle, hazırlık ve değişiklik yapılamadan hastane olarak kullanılmış olması ve hastaların yatacak yeri olmayışı, kanlı battaniyelerin tahta döşemeler üzerine serilerek yatak olarak kullanılması, operasyonlar ve ampütasyonların anestetik madde kullanılmadan yapılması gibi durumların yaşanmasına neden oldu. Bir hastanede, revirde olması gereken en temel

malzemeler, sargılar, kırıklar için tahta, ilaç vs. yoktu. Lamba dahi olmadığı için doktorlar ve hemşireler hastanelerde ay ışığı yardımıyla çalışıyorlardı. Nightingale, Selimiye Kışlası’nda göreve başladı ve başlar başlamaz çok radikal değişiklikler yaptı. O dönem hijyen koşullarına çok dikkat edilmiyordu. Daha ilk haftasında kanalizasyonu 19 kere boşalttırdı, yüzlerce el arabası pislik attırdı ve bahçedeki ölü hayvanları gömdürdü. Bu yaptıkları hemen sonuç vermeye başladı. Hijyenik şartlardaki düzelme sayesinde sadece altı ayda askerlerin hastanedeki ölüm oranı yüzde 43’ten yüzde 2’ye düştü. Kısa sürede hastalar arasında bir efsane olan Nightingale’e doktorlar arasında kuşku ile yaklaşanlar vardı. Bu kişiler ölüm oranlarının düşmesini Florence’in temizlik konusundaki çabalarına değil, hafif yaralı askerler, yumuşak havalar veya bilemedikleri başka faktörlere bağlıyorlardı. Florence kendinden ve yaptıklarının sonuçlarından emindi, bunu ispatlamak için de matematik eğitimini kullanmaya karar verdi. Yaralı ama hâlâ cephede bulunan bir grup asker ile Selimiye’de hijyenik olmayan koşullar altında tedavi gören, benzer yaralara sahip askerlerin ölüm oranını karşılaştırdı. Cephede bulunan askerlerde ölüm oranı 1000’de 27 iken Selimiye’nin hijyenik olmayan koşullarında bu oran 1000’de 427’ye yükseliyordu. Nightingale böylece Selimiye Kışlası’ndaki koşulların iyileştirilmesinin ölüm oranlarını düşürdüğünü ispatladı.

Cephede Savaşmadı Kahramanı Oldu

Ama

Kırım

Savaşı’nın

Nightingale, İngiltere’ye döndüğünde artık bir kahramandı. Gücünü ve istatistiki verilerini kullanarak orduda bir sağlık komisyonu kurulması için bastırdı ve başarılı da oldu. Daha sonra bu komisyonun tavsiyesi doğrultusunda askeri bir tıp akademisi kurulacak ve Florence’in veri tabloları benzeri veri tabloları hazırlanacak ve hangi tedavilerin etken olduğu araştırılacaktı. 1860 yılında Nightingale, Londra’da bulunan St Thomas’ Hospital’da kendi hemşirelik okulunun kurulması ile birlikte profesyonel hemşirelik vakfının temellerini atmış oldu. Böylece şu anda King’s College London’ın bir parçası olan, dünyanın ilk modern sivil hemşire okulu açılmış oldu.

59


Prof. Dr. Volkan D. Yumuk İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Endokrinoloji, Metabolizma ve Diyabet Bilim Dalı

Röportaj

“Obeziteyi Tedavi Ederek Hastaların Yaşam Kalitesini Arttırıyoruz!” “Obezitenin görülme sıklığı son 10 yılda giderek arttı.

Obezitenin görülme sıklığı arttıkça obeziteye bağlı gelişen hastalıkların da görülme sıklığı artıyor.

O yüzden bir alarm

durumu var.”

Günümüzde toplum sağlığını tehdit eden en önemli sağlık sorunlarından biri olarak kabul edilen obezite hakkında bilgi alabilir miyiz? Obezite, vücutta sağlığı bozacak şekilde yağ dokusunun birikimidir. Obezitenin hesaplanmasında boy ve kilo değeri üzerinden yapılan beden kitle indeksi hesaplaması kullanılır. Beden kitle indeksi hesaplama değeri 30’un üzerinde olan kişi obez, 40’ın üzeri olan kişi ise morbid obez olarak kabul edilir. Obezite bir hastalık olmasının yanın sıra birçok hastalığa yol açabilir. Bu noktada obezitenin önlenmesi çok önemli. Biz hekimlerin bir numaralı yaklaşımı obeziteyi önleyebilmek. Ama önleyemediğimiz takdirde obeziteye yakalanan hastaları tedavi ederek bu halk sağlığı sorununu çözmeye çalışıyoruz.

Türkiye’de obezite görülme sıklığı nedir? Türkiye’de yapılan bilimsel araştırmalara bakıldığı zaman, erkeklerdeki obezite oranının yüzde 20’lerde, kadınlarda ise yüzde 40’ın üzerinde olduğu görülüyor. Toplam nüfusumuz baz alındığında da nüfusumuzun yüzde 30’unun obez olduğu sonucu ortaya çıkıyor.

60

Obezitenin görülme sıklığı son 10 yılda giderek arttı. Obezitenin görülme sıklığı arttıkça obeziteye bağlı gelişen hastalıkların da görülme sıklığı artıyor. O yüzden bir alarm durumu var. Bu artışta, kolay ulaşılabilen fast food gıdaların büyük oranda etkisi var. Fakat Türk mutfağına baktığımız zaman, maalesef bizim mutfağımızda çok masum değil. Mutfağımızda, bölge bölge değişiklik göstermekle birlikte kalorisi yüksek olan ve fazla tüketildiği taktirde obeziteye neden olabilecek birçok yemek var.

Obezite hangi hastalıklar için risk faktörü oluşturuyor? Obezite kronik bir hastalıktır. Diyabet ve Tip 2 Diyabet’te olduğu gibi komplikasyonları vardır. Vücutta biriken yağ dokusu fazlalığının başka bir takım hastalıklara yol açtığı biliniyor. Diyabetin komplikasyonları olduğu gibi obezitenin de komplikasyonları var. Bunların içerisinde Tip 2 Diyabet’in kendisi bir obezite komplikasyonudur. Obezite; hipertansiyon, kalp ve damar hastalıkları, karaciğer yağlanması, eklem rahatsızlıkları ve kireçlenmeler, fertilite, doğurganlık sorunlarına yol açabilmektedir. Karaciğer yağlanması da özellikle karaciğer yetersizliğinin nedeni olarak sık rastlanmaktadır. Karaciğer yağlanmasının en önemli nedeni ise obezitedir. Obezite aynı


zamanda bazı kanserlerin görülme sıklığını arttırıyor. Kadınlarda menopoz sonrası meme kanseri, endometrium kanseri riskini arttırdığını söyleyebiliriz.

Obezitenin tedavi sürecinden bahseder misiniz? Hastanın gün içerisinde aldığı kalori miktarını düşürmeye çalışıyoruz. Bunun yanı sıra gün içerisinde sarf ettiği enerjiyi de arttırmamız gerekiyor. Hastanın obezite olana kadar hayatında sürdürdüğü dengesizliği ve yanlış yolda kurulmuş düzeni bozmayı hedefliyoruz. Ancak bu şekilde kilo kaybı mümkün olabiliyor. Kilo kaybı sonrasında oluşan mevcut kiloyu koruyabilmek ise çok önemli. Fakat bunu sağlayabilmek kolay değil çünkü obeziteyi ortadan kaldıramıyoruz. Obeziteye neden olan mekanizmaları ve obezite hangi genlerden doğuyorsa bu bozuklukları ortadan kaldıramıyorsunuz. Ancak yaşam tarzını ne kadar değiştirebilirsek o oranda başarılı oluyoruz. İnsanlar tekrar eski yaşam tarzlarına dönerlerse derecesine bağlı olarak verdikleri kiloları geri alıyorlar. Bu obezite tedavisinde çok önemli bir problem. Tedavinin her safhasında yapılması gereken şeyler var. Bunların başında olmazsa olmaz olanlar ise; sağlıklı, doğru beslenme ve fiziksel aktivite. Biz bunları yaşam tarzı değişikliği başlığı atında izliyoruz. Kişilerin yeni yaşam tarzlarına uyumunu sağlamak açısından yapılacak bir takım yaklaşımlar var. Yaşam tarzı değişikliğine uyulması ve bu durumun daha kalıcı olabilmesi için ilk uygulamamız gereken yöntemlerden birisi; davranış değiştirme tedavileri. Bu tedaviyi klinik psikologlar uygulayabiliyor. Terapilerde, ‘Kişinin beslenme ve fiziksel aktivite noktasındaki yanlış davranışları nasıl değiştirilebilir?’ noktasında değişik metotlarla yaklaşımda bulunuyorlar. Davranış değiştirme tedavileri, ülkemizde çok sık başvurulan bir tedavi yöntemi değil. Bu tedaviyi uygulayan kişi sayısı oldukça az ve eğitimli kişileri bulabilmek oldukça zor. Eğer hasta belli bir süre tedavi görmüş, ilaç kullanmışsa ve buna rağmen belli bir derecenin üstünde şişmanlık devam ediyorsa o zaman devreye obezite cerrahisi giriyor. Obezite cerrahisinin de belli kuralları var. Değişik metotlarla hastaya cerrahi işlem uygulanıyor. Cerrahi tedavilerde ağırlık kaybı daha fazla oluyor.

Obezite tedavisinde etkin olan bileşenler nelerdir, öğrenebilir miyiz? Obezite tedavisinde başarı elde edebilmek için 5 disiplinin birlikte hareket etmesi gerekiyor. Tedavi sürecinde bütün bileşenlerin(hekim, diyetisyen, egzersiz uzmanı, klinik psikolog veya psikiyatr, obezite cerrahı) üzerine düşen görevler var ve bu kişiler bir obezite merkezi oluşturuyor. Obezite merkezi illaki tek bir çatı altında olmak zorunda değil. Bu ortaklar değişik yerlerde olabilirler ama hizmeti birlikte sunarlar ve bunlardan bir obezite merkezi ortaya çıkar. İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ni ele alırsak bizim bir obezite merkezimiz var. Endokrinoloji ana bilim dalındaki obezite polikliniğinde endokrinologlar çalışıyor. Diyetisyenimiz, egzersiz uzmanımız ve klinik psikoloğumuz da var. Kendi ana bilim dalında görev yapan cerrahımız var ve birlikte çalışıyoruz. Biz, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi olarak ana 5’liyi tamamlamış olduk. Bu birimlere destek olarak; gastroenterologa ihtiyaç olabilir.

Gastroenterologların da endoskopik olarak uyguladığı bir tedavi şekli var. Hastaya balon yutturuyorlar ve 6 aylık süre içinde balon hastanın midesinde kalıyor. Tedavi noktasında gerekirse kardiyolog, biyokimya ve nükleer tıp uzmanına da başvurulabilir. Böyle bir sistem içinde olmamız ve obezite tedavisini bu merkezlerin vermesi gerekiyor. Türkiye’de bu şekilde çalışan merkezler var ve sayısının da artacağını umuyoruz. Ben aynı zamanda Avrupa Obezite Derneği’nin başkan yardımcısıyım. Benim görevlerimden bir tanesi, Avrupa Obezite Derneği’nin başlattığı obezite merkezleri ağını genişletmek. Bu ağa Avrupa’dan katılan 100 merkez var ve bu sayı arttırılmak isteniyor. Bu ağı oluşturmanın amacı doğru organizasyonu kurabilmek. Bu noktada bir takım eğitim programlarına katılıyoruz. Avrupa’daki merkezler arasında bilgi alış verişini sağlayıp, yenilikleri takip edebiliyoruz. Toplantılar ve kongreler düzenliyoruz. Avrupa Obezite Derneği ile birlikte Eylül ayında İstanbul’da iki tane kurs düzenlenecek. Bu kurs ve toplantıları eğitim amaçlı gerçekleştiriyoruz. Sonuç olarak; hem tedavi öncesinde hem de tedavi sırasında hastaların bu ekip tarafından kontrol edilmesi gerekiyor. Bu 5 disiplinin hastayı değerlendirmesi ve takip etmesi tedavide başarı oranımızı arttırıyor.

Tedaviye başlarken hedeflediğiniz kilo kaybı ne? Bilimsel olarak bizim uyguladığımız tedavinin hedefi; hastanın ilk 6 ayda başlangıç ağırlığının en az %5-%10’unu verebilmesi. Bazı durumlarda %15 veya %20 oranında kilo kaybı olabiliyor. Uzun süren ve istikrar gerektiren bir süreç olduğu için hastanın takibini sağlamak gerekiyor. Tedavi yöntemlerini kullanarak hastanın kilo kaybetmesini sağlayabilirsek, olası komplikasyon risklerini anlamlı derecede azaltabiliyoruz. Aynı zamanda bu süreçte kişinin yaşam kalitesini de arttırmış oluyoruz.

Obezite tedavisinde tedavideki rolü nedir?

kullanılan

ilaçların

Kronik her hastalıkta olduğu gibi obezitede de ilaç tedavisi gerekli. Teorik olarak kronik hastalıklarda ilaç kullanımı da kronik olması gerekiyor ama obezite ilaçlarına baktığınız zaman ömür boyu kullanılabilecek emniyette ilaçlarımız henüz yok. Bir kısmı emniyetli olsa da bunu gözlemleyebilmek için zamana ihtiyacımız var. Etkili olan ilaçlar genellikle iştah azaltıcı ilaçlar ve bunlar da beyindeki iştah merkezini etkileyen ilaçlar. Bunlarında yan etkileri var. Yan etkileri en aza dindirebilmek için diğer obezite ilaçlarıyla birleştirip kombinasyon tedavisi dediğimiz haplar şeklinde sunulmaya başlandı. Bu ilaçlar bugün dünyada kullanılıyor. Avrupa’da şu anda iki tane ilaç var. Biri bağırsaklardan yağın emilimini azaltıyor diğeri ise iştah azaltarak etki gösteriyor. Bir takım başka etkileri de var. Aynı zamanda diyabet tedavisinde de kullanılan bağırsak hormonu benzeri maddeler içeriyorlar. İlaçları da doğru kullanmak gerekiyor. Bu noktada doğru hasta seçimi ve hastaya uygun ilaç seçimi yapmak çok önemli. Sağlıklı beslenme, egzersiz

61


ve gerekiyorsa davranış değiştirme tedavilerine ek olarak ilaç kullanmak mümkün. Hastanın tedavi şekillerine uyumunu arttıran ve motive edici ilaç tedavisi gerektiği zaman kullanılıyor ve başarılı da oluyor.

Türkiye Obezite Araştırma Derneği ve dernek faaliyetleri hakkında bilgi alabilir miyiz? Türkiye Obezite Araştırma Derneği bu sene 20. Yılını kutluyor. 175 tane üyemiz var. Derneğin misyonu; obezitenin engellenmesi ve tedavisi noktasında süreci doğru bir şekilde devam ettirebilmek. Bu bağlamda eğitim kursları, toplantılar çalıştaylar ve kongreler düzenliyoruz. Sağlık personelinin eğitimi noktasında yaptığımız faaliyetlerin yanı sıra obezite noktasında bir farkındalık yaratmaya çalışıyoruz. Bir obezite dergimiz vardı. Artık dergimiz basılı halde çıkartmıyoruz, web sitemiz güncellendiğinde dergimizi oradan yayınlamaya devam edeceğiz.

Son olarak neler söylemek istersiniz? Obezitenin bir hastalık olduğunu kabul etmek gerekiyor. Şu anda Türkiye, Avrupa’da obeziteyi hastalık olarak gören ü ç ülkeden bir tanesi. Diğer ülkeler ise Portekiz ve ispanya. Onun dışındaki ülkelerin sağlık bakanlıkları obeziteyi hastalık olarak kabul etmiş durumda değil. Kabul ettikleri takdirde buna bir bütçe ayırmaları gerekiyor. Sonuç olarak obeziteye hastalık olarak değil de kişinin kendi sorunu olarak görüyorlar. Obezitenin önlenebilmesi ve tedavi edilebilmesi için birçok paydaşla birlikte mücadele etmemiz gerekiyor.

Derneğimiz tek bir meslek grubu derneği değil. Obezite ile ilgilenen bütün sağlık personelleri derneğe üye olabiliyor. Kongrelerimizdeki konulara baktığınız zaman sosyolojik konular, tedavi, ilaç, cerrahi, psikoloji, gıda ve uygulanacak diyetler de konuşuluyor. Eğitim konusuna gelecek olursak, sadece hekimler değil obezite tedavisinde yer alan bileşenlerin genelinin eğitimi yeterli değil. Düzenlediğimiz kurs, toplantı ve kongrelerle eğitim seviyesini arttırmak için çalışmalar yapıyoruz. Dünya Obezite Günü kapsamında sağlık habercileri ve toplumu bilgilendirmek adına bir basın toplantısı düzenleyeceğiz. Obezite konusunda medya aracılığıyla toplumu yanlış yönlendiren kişiler var. Dezenformasyonun çok yoğun olarak bulunduğu günümüzde insanların obezite ve kilo kaybı noktasında kafası bir hayli karışık. Bu bilgi kirliliğini önlemeye ve doğru bilgileri aktarmaya çalışıyoruz.

Avrupa Obezite Derneği başkan yardımcısı olarak, derneğin hangi faaliyetlerini Türkiye’ye entegre etmek istiyorsunuz? Avrupa Obezite Derneği’nin klinik konular, halk sağlığı, tanı,tedavi ve temel bilimler araştırması gibi birçok ayağı var. Bizde Türkiye Obezite Araştırma Derneği olarak, obezite alanında temel bilimlerde araştırma yapan araştırmacıları derneğimize dahil etmek ve böyle bir grubumuz olmasını istiyoruz. Bu bağlamda temel bilimler araştırması yapan birkaç araştırmacıya destek veriyoruz. Bunu kendi bütçemizle yapmamız mümkün değil fakat aracı olabiliriz. Avrupa Obezite Derneği’nin bir hasta konseyi var. Bu konseyin üyeleri hastalardan oluşuyor ve düzenlenen kongrelerde konuşmalar yapıyorlar. Avrupa Birliği Komisyonu’na veya Avrupa Parlamentosu’na yapılan ziyaretlerde hasta konseyi üyeleri de yer alıyor. Ben de Türkiye’de hasta konseyini oluşturmaya çalışıyorum. Hastaların bu tür faaliyetlere katılımları çok önemli.

62

Prof. Dr. Volkan Demirhan Yumuk Hakkında; Profesör Volkan Demirhan Yumuk 1985 yılında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. 1992 senesinde iç hastalıkları ihtisasını tamamlayarak Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde Diyabet ve Metabolizma Bilim Dalı’nda çalışmaya başladı. 1994’te Michigan Üniversitesi Tıp Fakültesinde Endokrinoloji Bilim Dalı’nda altı ay süreyle araştırma görevlisi olarak çalıştı. Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları yan dal uzmanlık eğitimini Alabama Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde 1997 yılında tamamladı. 1998’de doçent, 2006 senesinde profesör oldu. Halen Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Endokrinoloji, Metabolizma ve Diyabet Bilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Dr. Yumuk’un araştırma alanı obezite; klinik ilgi alanı ise obezite ve tip 2 diyabetin önlenmesi ve tedavisidir. Ulusal ve uluslararası dergilerde eserleri, endokrinoloji kitaplarında yazdığı bölümler bulunmaktadır. Türkiye Obezite ve Araştırma Derneği’nin kurucu üyesi ve şu anki başkanıdır. Avrupa Obezite Derneği’nde başkan yardımcılığı görevini yürütmektedir. 2011’de İstanbul’da yapılmış olan 18. Avrupa Obezite Kongresi’nin başkanlığını yapmıştır. 2007 yılında Uluslararası Obezite Derneği tarafından “SCOPE European Fellow” (Specialist Certification of Obesity Professional Education) seçilmiştir. Dr. Yumuk Obesity, Obesity Reviews, International Journal of Obesity, Turkish Archives of Cardiology dergilerinde hakemlik yapmıştır. Obesity Facts dergisinde de hem hakemlik yapmaktadır hem de editör yardımcılığı görevini üstlenmiştir. Avrupa Parlamentosu ve Dünya Sağlık Örgütü ile ilişkilerimiz var. Avrupa’nın değişik yerlerinde kurslar yapıyoruz ve farklı ülkelerde derneklerin açılmasını sağlıyoruz. Ben başkan yardımcısı olarak Güney Avrupa sorumlusuyum. Şu anda Azerbaycan’da bir dernek oluşması yönünde çalışmalar yapıyorum. Kosova ve Arnavutluk’ta çalışmalar var. Malta’ya kursa gideceğiz.


63


Prof. Dr. Aytekin Oğuz İstanbul Medeniyet Üniversitesi İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı

Röportaj

“Metabolik Sendrom, Vücudun Pek Çok Organını İlgilendiriyor!” “Metabolik sendromun biz hekimler için esas en önemli yönü; diyabet riskini 5 kat, koroner arter hastalığı ve kardiyovasküler hastalıklar riskini 2 kat arttırmış olmasıdır. Tip 2 Diyabet, metabolik sendromun önlenememesi, geri döndürülememesi ve ilerlemesinin bir sonucu olarak giderek artmaktadır.

Diyabeti önlemek için metabolik sendromu önlemek gerekir.” Öncelikle mısınız?

okuyucularımıza

kendinizi

tanıtır

1956 yılında Nevşehir’de doğdum. 1978 yılında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun oldum. 1982 yılında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden iç hastalıkları uzmanlığımı aldım. Sivas, Ankara ve Manisa’da çalıştıktan sonra İstanbul Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde şef yardımcısı olarak göreve başladım. 1993-97 yılları arasında İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde iç hastalıkları klinik şefi olarak görev yaptım. 1997-2000 yılları arasında Kocaeli Üniversitesi İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı’nda profesör kadrosunda çalıştım. 2000 yılında İstanbul Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne döndüm. İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nin kurulması ile birlikte üniversitenin kadrosuna geçtim. Halen İstanbul Medeniyet Üniversitesi İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı başkanı olarak görev yapmaktayım. İstanbul Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi İç Hastalıkları Kliniği’nin eğitim sorumlusuyum. 2003 yılında Metabolik Sendrom Derneği’ni arkadaşlarımızla birlikte kurduk. Halen Metabolik

64

Sendrom Derneği başkanıyım. Ayrıca Kardiyometabolik Sağlık Vakfı ve Güncel Tıp Derneği’nin de kurucu üyesiyim. Bu iki kurumun da başkanlığını yürütmekteyim. 1 yıldan beridir de Türkiye en eski tıp derneği olan Türkiye Tıp Akademisi’nin de başkanlığını yürütmekteyim. Metabolik sendrom ana ilgi alanım. Hipertansiyon, diyabet, obezite, atelo skleroz, hiperkolesterolemi gibi alanlarda çalışmalarım devam ediyor. Evli, 3 çocuk babasıyım ve 4 tane de torum var.

Şişmanlıkla birlikte insanların hayatlarına giren bir tehlike olan metabolik sendrom nedir? Metabolik sendrom, çağın epidemisi olarak kabul ediliyor. Hatta epidemiden de ileri bir handemi şeklinde bütün dünyayı saran çağımızın ana sağlık sorunlarından birisi. Eski çağlarda insanlığın binlerce yıllık yaşamı boyunca metabolik sendrom önemli bir sorun teşkil etmezken 20. yüzyılın özellikle 2. yarısından itibaren giderek artıp, 21. yüzyılda ise tüm dünya toplumlarının sağlığını tehdit eden bir boyuta ulaştı.


Metabolik sendrom, özellikle de visseral dokudaki yağ birikimi ile başlamakta, bu insülin direncini tetiklemekte, insülin direnci obezite ya da abdominal obezite ikilisi birlikte metabolik sendromun tüm komplementlerinin ortaya çıkışına yol açmaktadır. Son zamanlarda artan bir kavram olan sarkopeni de metabolik sendromun elamanlarından biri olma yolundadır. Sonuç olarak özellikle visseral yağ dokusu artmış, kas gücü ve kas dokusu azalmış bir insanoğlu profili karşımıza çıkmakta. Bu da metabolik sendromun tipik fenotipini oluşturmaktadır.

Metabolik sendromun bu denli toplum sağlığını tehdit eden bir sorun haline gelmesini neye bağlıyorsunuz? Bunun sebebi, insanlığın yaşam tarzındaki değişimdir. Değişimin ana sebebi ise makineleşmenin ve teknolojinin getirdiği kas gücü kullanımının azalması, buna karşılık gıdalara kolay erişimdir. Gıda endüstrisinin devreye girmesi sonucu rafine gıdaların artışı ve yüksek enerjili yiyecek ve içeceklerin fazla miktarda tüketilmesinin sonucudur. Metabolik sendrom, esasında insanın modern yaşama karşın verdiği mücadelede başarısız olmasının da bir neticesidir.

Metabolik sendromun parametreleri nelerdir? Metabolik sendromlu kişilerde gördüğümüz şey, insülin direnci ve obezitenin oluşturmuş olduğu çoklu klinik bulgulardır. Bunların tabi ki ilki obezite ve abdominal obezitedir. Bel çevresinin genişliği ilk dikkati çeken temel bulgudur. Bel çevresi erkeklerde 94 cm, kadınlarda 80 cm’ye ulaştığında insülin direncinin hızla arttığını görüyoruz. Bu bel çevresi açısından metabolik sendromun kritik noktasıdır. Bel çevresi artışı ve insülin direnci, kan şekeri ve kan yağlarında önemli bir bozulmayı birlikte getirmektedir. Kan şekeri açlıkta 100 mg’a ulaştığı zaman artık prodiyabet tanısı konulmaktadır. Bu da metabolik sendromun bir parametresi olarak karşımıza çıkar. Kan yağlarından bozulanlar, yaşam tarzı ile ilgili olanlardır. Ldl kolesterol, yaşam tarzı ile direkt ilişkili değil, daha çok genetik zeminde gelişen bir kolesterol bozukluğudur. Trigliseridler yaşam tarzı ile çok ilişkilidir. Metabolik sendromda da bozulan ana repeat parametresi trigliseridlerdir. Trigliserid yükselmesi, metabolik sendromun belki de bel çevresinden sonra en sık gördüğümüz ikinci özelliğidir. 150 mg’ın üzerinde trigliseridin çıkması bir metabolik sendrom kriteri olarak kabul edilir. Kanda trigliseridlerle, hdl kolesterol birbiriyle ters ilişkili olarak değişirler. Trigliseridi yükselen kişilerde iyi kolesterol olarak adlandırılan hdl kolesterolün de düştüğünü görürüz. Hdl kolesterol düşüklüğü erkeklerde 40 mg/dl kadınlarda 50 mg/ dl’nin altı olarak tanımlanır. Bu da metabolik sendromun 4. Parametresini oluşturur. 5. Parametre ise kan basıncının yükselmesidir. Klasik bildiğimiz 140’a 90 mm Hg değil, 130’a 85 mm Hg itibaren metabolik sendromun bir parametresi oluşmuş olur.

Metabolik sendrom, 5 parametreden 3’ünün varlığı ile teşhisi konulan bir hastalıktır. İnsülin direncini ölçmek için bir takım biyokimyasal veriler kullanılabilir. Açlık kan şekeri ve açlık insülin düzeyine bakılarak, HOMA ölçümü yapılarak insülin direnci hesaplanabilir. Bu ölçümle insülin direnci gösterilebilir ancak her zaman pratik değildir ve bazen de yanıltıcı olabilir. O yüzden en kolay söylenebilecek insülin direnci belirtisi aslında sadece bel çevresinin genişliği ve trigliserid yüksekliği olarak da tanımlanabilir. Geniş bel çevresi ve trigliserid yüksekliği kişide insülin direnci varlığı konusunda en kolay öngörüde bulunabilecek olgulardır. 5 parametre dışında metabolik sendromla benim yakından ilişkili olduğunu düşündüğüm bir diğer durum da yine son yıllarda çok önemli bir sağlık sorunu olarak karşımıza çıkan karaciğer yağlanmasıdır. Hastalar karaciğer enzimlerindeki yükseklikle hekime başvurduklarında özellikle hafif enzim yüksekliklerinde sebebin sıklıkla karaciğer yağlanması olduğunu görüyoruz. Karaciğer yağlanması, diyabetli hastalarda ve obezlerde gördüğümüz bir durum. Karaciğer yağlanmasını çok hafife almamak gerekir. Karaciğer yağlanmalarının bir kısmı daha sonra karaciğer yağlı iltihabına (Nonalkolik Steatoz) gitmektedir. Alkol almayan bir kişide görülen karaciğer yağlanması, daha sonra karaciğer intihabı oluşması, bunun da bir süre sonra karaciğer sirozuna gitmesi gibi çok ciddi sonuçları olan bir durumdur. Bugün ABD’de karaciğer transplantasyonu olan hastaların hastalıklarının ilk sırasını yağlı karaciğere bağlı gelişmiş olan karaciğer iltihabı ve ardından gelişen karaciğer sirozunun oluşturduğunu biliyoruz.

Metabolik sendromların komplikasyonlarını nelerdir?

diğer

Metabolik sendrom karaciğer yağlanması dışında pek çok diğer durumla birlikte görülmektedir. Bunlardan birisi gastro özofajial reflü hastalığıdır. Birisi polikistik over sendromudur. Bir diğeri depresyondur. Psikiyatrik hastalarda depresyon, metabolik sendromlu hastalarda çok görülmektedir. Ayrıca yine psikiyatride antipsikotik ilaçların metabolik sendromu oluşturma gibi yan etkileri olduğunu biliyoruz. O yüzden metabolik sendromun bir alanı da psikiyatriye uzanmaktadır. Dermatolojide psoriasisin, metabolik sendromla ilişkisi bildirilmiştir. Kas ve iskelet sistemi hastalıklarından özellikle osteoartritin hareketleri kısıtlanması nedeniyle metabolik sendrom hastalıklar grubunun oluşumuna yol açtığını biliyoruz. Burada tabi ki obezitenin çok önemli bir katkısı var. Safra kesesi taşlarının da metabolik sendromlu hastalarda arttığını biliyoruz. Astımla ilgili metabolik sendromla arttığına dair veriler var. Görüldüğü gibi metabolik sendrom vücudun pek çok organını ilgilendiren bir hastalık. Metabolik sendromun biz hekimler için esas en önemli yönü; diyabet riskini 5 kat, koroner arter hastalığı ve kardiyovasküler hastalıklar riskini 2 kat arttırmış olmasıdır. Tip 2 Diyabet, metabolik sendromun önlenememesi, geri döndürülememesi ve ilerlemesinin bir sonucu olarak giderek artmaktadır. Günümüzde dünyada ve ülkemizde artan bir Tip 2 Diyabet insidansı varsa bunun da ana sebebi metabolik sendromdaki artıştır. Diyabeti önlemek için metabolik sendromu önlemek gerekir.

65


Metabolik sendromun tedavisi ve önlenmesi adına neler yapılabilir? Metabolik sendrom kavramını tüm topluma ve sağlık çalışanlarına çok iyi anlatılması gerekiyor. Metabolik sendromla mücadelede temel aracımız ilaçlar değildir. Maalesef şu anda elimizde obezite ve abdominal obeziteyi geri çevirecek, engelleyecek çok etkin ilaçlar yok. O anlamda kullanılan bazı ilaçlar kısmen işe yarayarak kullanılmaktadır. Günümüzde GLP-1 agonistlerin kilo verdirici etkilerinin metabolik sendromlu hastalarda işe yarayacağı, metforminin veya glitazonların faydalı olabileceği düşünülebilirse de bunların hiç birisinin diyabet dışında metabolik sendromda etkin kontrolün ve başarının sağlanması için yeterli olmadığını biliyoruz. Metabolik sendromda gerçek önlem yaşam tarzının düzenlenmesiyle olur. Obezite ile ilgili genel kavramlar metabolik sendrom için de aynen geçerlidir. Ek olarak sadece diyet değil, kas güçlendirici egzersizlerin, kardiyorespiratuar fitnessı arttıran bir yaşam tarzının metabolik sendromun önlenmesinde çok temel olduğuna inanıyoruz.

Bu noktada Metabolik Sendrom Derneği olarak, topluma ve hekimlere yönelik ne gibi faaliyetlerde bulunuyorsunuz? Metabolik sendromlu bir topluma dönüştüğümüz dikkate alınacak olunursa metabolik sendrom ile mücadelenin belki de ana okullarından hatta bebek beslenmesinden başlayıp, ilkokul çağına daha sonrada tüm eğitim boyunca topluma verilmesinin gerekli olduğunu görüyoruz. Metabolik Sendrom Derneği bu amaçla eğitim ve araştırma faaliyetleri yürütmektedir. Bir taraftan hekimlerin eğitimi ile ilgili kongreler ve sempozyumlar düzenlerken, bir taraftan da hastaları bilinçlendirme amaçlı eğitim faaliyetlerimiz yürümektedir. Ayrıca Metabolik Sendrom Derneği dünyadaki 25 ülke ile beraber dünyadaki en büyük prospektif sağlık çalışmalarından birisi olan PURE (Prospective urban and rural epidemiological) çalışmasını yürütmektedir. Dünyada 150 bin kişinin katıldığı çalışmada Türkiye 4 bin 56 kişiyle temsil edilmektedir. Ülkemizde 8 ilden, kırsal ve kentsel bölgelerden katılımcılarımız bu çalışmaya dahildir. Bu yıl, 9. Yılını tamamladığımız PURE çalışmasında Türkiye’deki sağlık verileri ve metabolik sendromla ilgili çok önemli sonuçlara ulaşmış bulunuyoruz.

PURE çalışmasının sonuçları Türkiye için nasıl bir tablo çiziyor? Öncelikle ülkemizde 35 yaş üstü bireylerin yarısından fazlasında metabolik sendromun olduğunu bu çalışma ile gördük. Yine bu yaş grubunda diyabet oranının %20’lere ulaştığını gördük. Hipertansiyon oranının yine 35 yaş üzerinde %40’ları geçtiğini tespit ettik. Toplumun %80-%85’inin normal kilolu olmadığı, fazla kilolu veya obez olduğu kanıtlandı. Yine bu çalışmada, 9 yıllık takipte yeni diyabet gelişenlerin hemen hemen hepsinin önceden obez olan, metabolik sendromlu olan kişiler olduğunu gördük. Eğer kişinin metabolik sendromu yoksa, obez değilse ve normal kilodaysa beden kitle indeksi 25’in altında, bel çevresi

66

erkeklerde 94 cm, kadınlarda 80 cm’nin altındaysa bu kişilerde Tip 2 Diyabet gelişme olasılığının çok düşük olduğu ortaya çıkmış oldu. Bu araştırma sonuçları, kardiyovasküler hastalıklar ve kanserin ülkemizde çok yüksek oranlara ulaştığını göstermektedir. Giderek yaşlanan bir toplumda düşme, yaralanma, kırıklar, inme gibi olayların da çok ciddi boyutlara ulaştığını söyleyebiliriz.

Son olarak metabolik sendrom hakkında neler söylemek istersiniz? Metabolik sendromla mücadele aslında tüm bu komplikasyonlarla mücadelede önemli bir kilometre taşıdır. Biz de metabolik sendromla mücadeleyi tüm topluma, tüm kurumlara yayarak sadece sağlık kurumları değil toplumun sağlığını, eğitimini, günlük yaşamını etkiyebilecek tüm kurumların katılımı ile yapılabilecek bir mücadele olduğuna inanarak bütün bu kurumlarla iş birliği halinde çalışmalarımıza devam etmekteyiz. Türkiye’de yaptığımız bu çalışmada hem Sağlık Bakanlığı’nın hem de il ve ilçe belediye başkanlıklarının ve muhtarlıkların desteğini alarak araştırmamızı yürütmekte ve eğitimlerimizi vermekteyiz.


67


Prof. Dr. Aziz Sümer Genel Cerrahi Uzmanı Medical Park Hastanesi

Röportaj

“Kanser Hastalığı Neyse Morbid Obez De Odur!” “Cerrahi uyguladığımız hastalara baktığımız zaman başarı oranları oldukça yüksek. Morbid obez cerrahisinden sonra başarı oranları %95’lerin üzerinde. Diyabet cerrahisi ya da metabolik cerrahi dediğimiz Tip 2 Diyabeti ameliyat etmek için kullandığımız yöntemlerde başarı oranı %65 ile %97 arasında. Bunlar çok ciddi rakamlar ve eğer bir tedavi yönteminde başarı oranınız %50’nin üzerindeyse o tedavi yöntemi çok iyi bir tedavi yöntemidir.” Son yıllarda obeziteden kurtulmak için sıkça başvurulan bir yöntem, obezite cerrahisi. Bu cerrahi türü hakkında kısaca bilgi alabilir miyiz? Obezite cerrahisi, özellikle fazla kilolu olan bireylerin kilo kaybetmesine yardımcı olan cerrahi metotları içerir. Bu cerrahi metotlar genel cerrahinin mide bağırsak sistemini ilgilendiren yöntemlerden oluşuyor. Aşırı derecede kilosu olanlar ve bu kiloya bağlı olarak sağlık problemi yaşayan bireyler bu cerrahi yöntemlerle sağlıklarına kavuşuyorlar.

Hangi hastalara bulunuyorsunuz?

cerrahi

müdahalede

Her şişman hastayı obez olarak kabul edip ameliyat etmiyoruz. Aşırı şişman dediğimiz morbid obez hastaların ameliyat edilmesini istiyoruz. Kişileri şişman olup olmadığına, obez olup olmadığına göre sınıflandırıyoruz. Bu sınıflandırma yöntemini kullanırken vücut kitle indeksi dediğimiz, kişinin kilosunun boyunun karesine bölünmesiyle ortaya çıkan bir indeksi kullanıyoruz. Vücut kile indeksi 18.5 ve 24.9 arasında olan bireylere biz normal diyoruz. 24.9 ile 29.9 arasında olanlara fazla kilolu, 30 ve üzeri olanlara ise şişman diyoruz. Fakat her obez, ameliyat endikasyonu taşımıyor. Vücut kitle indeksi 40’ın üzerinde olan hastaları biz morbid

68

obezite olarak kabul ediyoruz ve bu hastaların hepsine ameliyat öneriyoruz. Vücut kitle indesi 35 ile 40 arasında olan hastalarında bir kısmına ameliyat öneriyoruz. Örneğin; şeker, hipertansiyon, karaciğer yağlanması, ciddi reflüsü olan hastalara bu ameliyatı öneriyoruz. Onun dışındaki hastalara ameliyat önermiyoruz. Ama obezite cerrahisi ile birlikte metabolik cerrahi dediğimiz yani yandaş hastalıkları(hipertansiyon, diyabet, hiperlipidemi) tedavi eden bir cerrahi yöntemler topluluğu var. Vücut kitle indeksi 30’un üzerinde olup Tip 2 Diyabet veya şeker hastalığı olan ve insülün kullanmasına rağmen şekerleri düzelmeyen hastalara da metabolik cerrahi uyguluyoruz. Obezite cerrahisinin farklı bir versiyonunu bu tip hastalarda uyguluyoruz. Ama onun dışındaki hastaları kesinlikle ameliyat etmiyoruz. Ameliyat edilmesini de önermiyoruz. Yani vücut kitle endeksi 23 olan Tip 2 Diyabet hastasına cerrahi müdahale önermiyoruz.

Ameliyat öncesi ne gibi değerlendirmelerde bulunuyorsunuz? Hastalara ameliyat kararı verdikten sonra kapsamlı bir değerlendirmeden geçiriyoruz. Özellikle obezite cerrahisi uygulanacak morbid obezler, iyi değerlendirilmesi gereken hastalar. Çünkü normalde ameliyatın zaten bir riski var. Bir de


bunlar obez oldukları için ve yandaş hastalıkları olduğu için bu hastaların çok daha iyi değerlendirilmesi gerekiyor. Biz bu hastalarda ilk önce obezitenin kaynağının altta yatan başka bir hastalığa bağlı olup olmadığını araştırıyoruz. Yani örneğin; bir hipofiz bezi hastalığı, böbrek üstü bezi hastalığı, guatr hastalığı var mı yok mu bunu araştırıyoruz. Eğer kişide bu hastalıklar yoksa obezite bunlara bağlı değilse o zaman hastayı cerrahi hasta olarak kabul ediyoruz. Ameliyat kararı verdikten sonra hastayı ameliyat öncesi göğüs hastalıkları doktoru, kardiyoloji doktoru, anestezi doktoru endokrinoloji doktoru, gastroentoloji, radyoloji doktoru değerlendiriyor. Bu uzmanların hepsi ameliyata onay verdikten sonra ameliyat etmeye karar veriyoruz. Çünkü eğer bu tür hastaları bütün branşların içinde olduğu bir grup tarafından değerlendirmezseniz bu hastalarda komplikasyon ve ölüm oranı artıyor. O yüzden multidisiplinel yaklaşmak gerekiyor. Hangi hastanın ameliyat edileceği hangi hastanın ameliyat edilmeyeceğini iyi ayırt etmek gerekiyor. Bir de hangi hastaların ameliyatla fayda görüp görmeyeceğini bu tür toplantılarda kararlaştırmak gerekiyor.

Medyada yer aldığı şekliyle ve toplum nezdinde obezite cerrahisi sonrası ölüm oranlarının yüksek olduğu düşünülüyor. Bu cerrahi işlemin bahsedildiği gibi riskleri var mı? Obezite cerrahisinin Bypass, kalça protezi, kanser ameliyatından ölüm riski daha düşük. Her ameliyatın riski var. Ama apandis ameliyatının da safra kesesi, fıtık ameliyatının da riski var. Hatta tırnak çekerken bile bir riskle karşı karşıyasınız. Ama obezite cerrahisi medyada büyütüldüğü gibi çok büyük ölüm riski olan, çok ciddi komplikasyon riski olan bir cerrahi değil. Birçok cerrahi yöntemden daha az ölüm riskine ve daha az komplikasyon riskine sahip. Ama her ameliyatta olduğu gibi obezite cerrahisinin de bir takım riskleri var. Obezite cerrahisinde en önemli komplikasyonlar; kaçak ve kanama. Bu tür komplikasyonları görülme olasılığı düşük. Binde 17’lerde yani bin hastanın 17’sinde böyle komplikasyonlar görülebilir. Sonuç olarak obezite cerrahisi, korkulacak bir cerrahi yöntem değildir. İyi merkezlerde, eğitimli ve deneyimli hekimler tarafından özellikle laparoskopik yöntemle yapıldığı takdirde obezite cerrahisi riski çok düşük bir ameliyat yöntemidir.

Obezite cerrahisinde nelerdir?

kullandığınız

yöntemler

Mide hacmini kısıtlayan ameliyatlar ve yenilen yemeğin emilimini azaltan ameliyatlar var. Bir de bunların birlikte uygulandığı ameliyatlar var. Biz bu ameliyatları restriktif (kısıtlayıcı), malabsorbtif (emilimi engelleyici) ve kombine ameliyatlar olarak kabaca sınıflandırıyoruz. Totale baktığınız zaman 10’a yakın ameliyat yöntemi var. Ama en sık kullanılanlar, mide küçültme ameliyatları dediğimiz halk arasında popüler olan tüp mide ameliyatları veya diyabet cerrahisi, metabolik cerrahi olarak değerlendirdiğimiz Bypass ameliyatları. Bu Bypass ameliyatları da kendi içinde sınıflandırılabiliyor. Bu ameliyat yöntemlerini, mideyi küçültücü ameliyatlar, tüp mide ameliyatları ve bypass ameliyatları şeklinde sınıflayabiliriz.

Ameliyat öncesi ve sonrasındaki süreçlerden biraz bahseder misiniz? Ameliyata karar verildikten sonra 1 haftalık süre içinde hastayı ameliyata hazırlıyoruz. Hazırlık sürecinden sonra hastaya solunum egzersizleri veriyoruz. Akciğerler çok önemli ve ameliyat sonrası hasta akciğer problemleri yaşamasın istiyoruz. Eğer hasta çok kilolu ise yani vücut kitle endesi 50 ve üzeri olan süper morbid obez dediğimiz, ameliyat sırasında anestezi sonrasında akciğer problemleri ve komplikasyonları yaşayacak bir hasta grubu ise biz bu hastaları ameliyat etmeden önce bunlara iki haftalık bir diyet veriyoruz. Hastaların 5 ile 10 kilo arası kilo kaybetmesini istiyoruz. Bu süreçleri tamamladıktan sonra ameliyat sürecine geliyor. Ameliyat sonrasında 2. Gün hastanın kaçak kanama testlerini yapıyoruz. Eğer bir sorun yoksa hastayı taburcu ediyoruz. Ameliyatlarımızı kapalı yöntemle yapıyoruz. Yani laparoskobik cerrahi veya robotik cerrahi dediğimiz yöntemleri kullanıyoruz. Laparoskobik ve robotik cerrahide karnı açmadan dışarıdan 5 ve 10 mm’lik deliklerden soktuğumuz aletlerle bu ameliyatları yapıyoruz. Laparoskobik ve robotik cerrahi dediğimiz kapalı yöntemlerin avantajları çok fazla. Hasta ameliyattan 5 saat sonra ayağa kalkabiliyor. Ayağa kalkıp gezdiği zaman, erken mobilize olduğu zaman da komplikasyon riski azalıyor. Hastanın yara ya da enfeksiyonu, fıtığı olmuyor. Hastanın çok fazla ağrısı olmuyor ve kendini daha rahat hissedip, daha rahat nefes alıp verebiliyor. Ameliyat sonrasında 1. hafta ve 1. ayda hastayı kontrol ediyoruz. Sonrasında hastayı aylık takip sürecine alıyoruz. Hastalar 3. gün taburcu olduktan sonra rahatlıkla normal hayatlarına dönebiliyorlar. Çok ağır kaldırmadığı sürece iş hayatına başlayabiliyor. Hatta yurtdışından gelen hastalarımız ameliyat sonrasında uçakla kendi ülkelerine dönebiliyorlar. Hastalar, hayata adapte olması noktasında herhangi bir sıkıntı yaşamıyor. Çünkü ameliyatları kapalı yöntemle yapılıyor. Kapalı yöntemle yapılan ameliyatlarla hastalar 2-3 gün içerisinde normal hayatlarına dönebiliyorlar.

Obezite cerrahisi uygulanan hastalar ameliyat sonrası hangi ilaçları kullanıyor? Yaptığımız ameliyatın çeşidine göre kullandığımız ilaçların içeriği değişebiliyor. Genelde mide küçültme ameliyatı dediğimiz tüp mide ameliyatlarından sonra hastalarda vitamin veya mineral eksikliği görülme olasılığı %1 ile %7 arasında, kalan hastalarda ise ciddi bir yetersizlik görülmüyor. Ama biz yine de hastaları ilk 6 ay boyunca herhangi bir vitamin veya mineral eksikliği olmasın diye yakın takip edip, ilaçlarla destekliyoruz. Bu tip ameliyatlardan sonra dikkatli olmak gerekir. Vitamin ve mineral eksikliği olabileceği düşünülerek hastaları 3 ayda 1 kontrole çağırarak değerlendirmek gerekiyor. Bu tür ameliyatlardan sonra hastaların yaşam kalitesi artar ve kendi bedeniyle barışmaya başlar. Fakat en büyük handikap hastaların ameliyat sonrası obeziteden kurtulduğunu düşünüp, kontrollere gelmemeleri ve bir problem olduğunda hekimlerine başvurmaları. SHastaların sorun çıkmadan önce kontrollerini olmaları gerekiyor. Bypass ameliyatlarından sonra vitamin ve mineral eksikliği görülme olasılığı biraz daha yüksek. Fakat hastayı insülüne bağımlı mı veya vitamine mi bağımlı yapmak daha iyi derseniz vitamine bağımlı yapmak daha iyidir. Çünkü hastayı birçok problemden kurtarıyorsunuz ve hastanın ömrünü uzatıyorsunuz.

69


Obezite cerrahisi ve metabolik cerrahinin hastaların yaşam süresini uzattığı net olarak kanıtlanmıştır. Aynı zamanda yaşam kalitesini arttırıyor ve hastalarda oluşabilecek ikincil hastalıkların oluşumunu engelliyor, var olanları da çözüyor ve iyileştiriyor. Kanser gibi hastalıkların oluşumunu engelliyor. O nedenle obezite tedavisi çok önemlidir. Obez bireyler, morbid obez olan hastalar en az kanser hastaları kadar sıkıntılı bir hastalık grubudur. Kanser hastalığı ve kanser cerrahisini önemli sayıp obezite hastalığını normal kabul etmek çok ciddi bir handikaptır ve ciddi bir patolojik problemdir. Maalesef hekim arkadaşlarımızda bile morbid obeziteyi hastalık olarak görmeyenler var. Ama şu çok net; kanser hastalığı neyse morbid obez de odur. Morbid obez hastalar, normal kiloda olan kişilere göre 10 yıl daha az yaşamaktadır.

Obezite cerrahisinde başarı oranları nedir? Cerrahi uyguladığımız hastalara baktığımız zaman başarı oranları oldukça yüksek. Morbid obez cerrahisinden sonra başarı oranları %95’lerin üzerinde. Diyabet cerrahisi ya da metabolik cerrahi dediğimiz Tip 2 Diyabeti ameliyat etmek için kullandığımız yöntemlerde de şeker hastalığı ameliyatlarında da başarı oranı şeker hastalığının süresine göre değişiyor. Ancak hastalarda başarı oranı %65 ile %97 arasında yani 100 hastadan 65 ile 97’si bu tür tedavilere ciddi cevap verebiliyor. Bunlar çok ciddi rakamlar ve eğer bir tedavi yönteminde başarı oranınız eğer %50’nin üzerindeyse o tedavi yöntemi çok iyi bir tedavi yöntemidir.

Son olarak neler eklemek istersiniz? Obezite cerrahisi sadece sağlık için yapılmalı. Estetik kaygısıyla obezite cerrahisine başvurulmamalı. “Estetik İçin Değil Sağlık İçin Obezite Cerrahisi” bizim sloganımızdır. 10-15 kilo fazlası olan genç bayanlar ameliyat olmak için cerrahların kapısını çalmamalı ve cerrah meslektaşlarımızda sırf ekonomik o kişileri ameliyat etmemeli. Çünkü gerçek endikasyonda, gerçek kriterlerde doğru hastaya doğru yöntemle ameliyat yaparsanız, hasta için bu ameliyat bir mucize ama yapmazsanız çok ciddi bir kadastrof hastanın hayatını bile karartabilirsiniz.

Prof. Dr. Aziz Sümer Hakkında; Prof. Dr. Aziz Sümer 1973 yılında doğdu. Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesinden 1997 yılında mezun oldu. 2005 yılında İstanbul Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi 2. Genel Cerrahi Kliniğinde ihtisasını tamamladı. 2005 yılında Avusturya Viyana Üniversitesi Tıp Fakültesi Endokrin Cerrahi Kliniği AKH Hastanesinde Prof. Dr. Bruno Niederle ile çalışarak Endokrin ve Laparoskopik Cerrahi Eğitimi aldı. 2009 yılında İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Ana Bilim Dalı, Endokrin Cerrahi Kliniği, E Servisinde Endokrin ve İleri Laparoskopik Cerrahi Eğitimi aldı. 2010 yılında Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Ana Bilim Dalında Yrd. Doç. olarak göreve başladı. 2010 yılında Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi 2. Genel Cerrahi Kliniğinde İleri Laparoskopik Cerrahi ve Morbid Obezite Cerrahisi (Bariatrik Cerrahi) Eğitimi aldı. 2011 yılında İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Ana Bilim Dalı, E Servisinde İleri Laparoskopik Cerrahi, Tek Kesiden Laparoskopik ve Bariatrik Cerrahi Eğitimlerini tamamladı. 2011 yılında İspanya’da Virgen del Rocío Üniversitesinde İleri Laparoskopik Cerrahi, Laparoskopik Kasık Fıtığı ve Kesi Fıtığı Tamirleri ve Morbid Obezite Cerrahisi konularında Prof. Dr. Salvador Morales Conde ile birlikte çalıştı. 2011 yılında Fransa’da Da Vinci robotik sistem kullanım sertifikası aldı. 2011 yılında İtalya Roma’da Laparoskopik Morbid Obezite Cerrahisi konusunda Prof. Dr. Roberto Tacchino ile birlikte çalıştı. 2012 yılında Macaristan’da Semmelweis Üniversitesi 2.Cerrahi Kliniğinde Laparoskopik kolorektal Cerrahi ve Laparoskopik kasık fıtığı tamiri (TEPP) uygulamaları konularında Prof.Dr.Pál Ondrejka ve İstwan Gabor ile birlikte çalıştı. Doç. Dr. Aziz Sümer 29 Haziran 2012 tarihinde girdiği Doçentlik sınavında başarılı olarak Genel Cerrahi Doçenti unvanını aldı. 2012-2013 Yılları arasında Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi, Organ Nakli Merkezinde Prof. Dr .Alihan Gürkan, Doç. Dr. İbrahim Berber ve Doç. Dr. Ülkem Çakır ile birlikte çalışarak Organ Nakli (Böbrek Nakli) Eğitimini tamamladı. 2013 Yılında Bezmialem Üniversitesi Tıp Fakültesinde Obezite Cerrahisi Kliniğinde Doç. Dr. Halil Çoşkun ile birlikte ameliyathane çalışmalarına katıldı. İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Ana Bilim Dalındaki eğitimi sırasında dünyada ilk kez tek kesiden laparoskopik pankreas ameliyatı ve tek kesiden laparoskopik karaciğer rezeksiyonu ameliyatlarına katıldı. 2010 yılında Yüzüncü Yıl Üniversitesinde ilk kez Tek Kesiden Laparoskopik Cerrahi uygulamalarını başlattı. Aynı zamanda ileri laparoskopik cerrahi uygulamaları olan laparoskopik subtotal pankreatektomi (pankreas),laparoskopik splenektomi (dalak), laparoskopik adrenalektomi(böbrek üstü bezi), laparoskopik karaciğer kist hidatik (köpek kisti) ameliyatları, laparoskopik ventral herni (kesi fıtıklarının kapalı yöntemle tamiri) ameliyatları ile laparoskopik transabdominal pre-peritoneal kasık fıtığı tamiri(TAPP) ameliyatlarını üniversitede ilk olarak uyguladı. 2014 yılında Yüzüncü Yıl Üniversitede Organ Nakli Merkezini kurarak ilk başarılı böbrek nakillerini uyguladı. Canlı vericili böbrek nakillerinde üniversitede ilk olarak Laparoskopik Dönor nefrektomi ameliyatlarını gerçekleştirdi. Fransa Strasbourg’da IRCAD-EITS merkezinde Minimally Invasive Bariatric and Metabolic Surgery-Endoluminal & Laparoscopic Procedures Advanced Course eğitim programını tamamladı ve eğitim sertifikası aldı. ( 2014 ) Fransa Strasbourg’da IRCAD-EITS merkezinde Minimally Invasive Bariatric and Metabolic SurgeryEndoluminal & Laparoscopic Procedures Advanced Course eğitim programını tamamladı ve eğitim sertifikası aldı. ( 2015 ) Kasım 2017 yılında Profesör ünvanı aldı. Prof. Dr. Aziz Sümer’in ulusal ve uluslar arası dergilerde yaklaşık 100 atıf alan 45 uluslararası olmak üzere 85 in üzerinde makalesi ve 5 kitap bölümü yazarlığı ve çevirisi bulunmaktadır. İngilizce bilmektedir.

70


71


Büşra Düzyol Diyetisyen Kolan Internatıonal Hastanesi

Röportaj

“Obez Bireyleri Kilo Verme Yarışına Sokmamak Gerekiyor!” “Beslenme, yediğiniz her şeyle bir bütündür. İnsanlar bütün bir gün boyunca sadece muz yiyerek de kilo verebilir. Ama bu sağlıklı bir kilo kaybı olmayacaktır.

Biz sağlıklı yağ kaybını hedefliyoruz. Kişinin bir anda hızlı kilo vermesini önermiyoruz. Kişinin sağlığını riske atmadan ve sağlıklı beslenmenin ne demek olduğunu özümseyerek kilo verilmesini hedefliyoruz.” Yağ dağılımına göre obezite tipleri nelerdir? Yağların vücuttaki dağılımına göre obezite 2 ayrı türde görülmektedir. Bunlar; Jinoid (armut tipi) obezite ve Abdominal (elma tipi) obezite. Elma tipi obezite türünde fazla yağlar karın ve bel bölgesi etrafında toplanır. Erkeklerde daha sık görülen bu obezite tipi; bel bölgesinde biriken yağlar organların çalışmasını etkileyebilecek toksinlerin üretilmesine sebep oldukları için kanser türlerine, kalp ve damar hastalıklarına yakalanma riskini arttırır. Armut tipi obezite; daha çok kadınlarda görülen bir obezite türüdür. Bu obezite türünde yağlar kalça, basen ve bacaklarda toplanır. Armut tipi vücut şeklini oluşturan yağlar, elma tipi obeziteye oranla daha tehlikesizdir.

Vücut kitle indeksi tek başına kişinin kilolu olup olmadığını belirler mi? Beden kitle indeksi tek başına bir kişinin obez olup olmadığını belirlemekte yeterli değildir. Kişinin vücut kitle indeksi normalin üstünde çıksa dahi yağ oranı çok düşük olabilir. Biz obeziteyi

72

tanımlarken bazı yöntemlerle belirlediğimiz antropometrik ölçümler dediğimiz ölçümleri kullanıyoruz. Yağ oranı üzerinden kişinin obez olup olmadığını belirlemek çok doğru bir karar olacaktır. Çünkü dışarıdan obez gibi görünmeyen ama obez olan birçok insan var. Kas oranı çok az, yağ oranı çok fazla olan kişiler bunlar.

Size obezite şikayetiyle başvuran danışanlarınıza yönelik nasıl bir yol izliyorsunuz? Öncelikle kişi neden kilo almış bunu iyi saptamamız gerekiyor. Herhangi bir hastalığı var mı, kullandığı herhangi bir ilaç var mı, yaşı, boyu, cinsiyeti bunların hepsini göz önünde bulunduruyoruz. Aynı zamanda obezitenin yarattığı herhangi bir sonuç var mı, kalp parametrelerinde bir bozukluk var mı, troid hormonları yerinde mi, kan değerleri düzgün mü, bunların hepsini detaylı bir şekilde değerlendiriyoruz. Sonrasında kişi nerede yaşıyor, sosyoekonomik durumu nasıl, diyet yaparken vazgeçemediği şeyler neler, bunların hepsini değerlendirip bir liste oluşturuyoruz. Tabi ki burada da öğün atlamamak esas. Kişinin günlük yaşantısı


nasılsa ona uygun bir beslenme programı hazırlamaya çalışıyoruz. Örneğin; kişi yemek yemeyi seven ve sürekli yemek yeme isteğinde olan biri ise hazırladığımız listeyi ara öğünlerle destekliyoruz. Ama ben yemek yemeyi unutuyorum, çok yoğun çalışıyorum diyorsa bu sefer aralıklı beslenme tarzında bir liste hazırlıyoruz. Buna göre kişiye hangi diyet daha uygunsa onun üzerinden kaloriyi yavaş yavaş düşürerek protein, karbonhidrat, yağ oranını değiştirerek yemek listesini devam ettiriyoruz.

değil. Çünkü beslenme yediğiniz her şeyle bir bütündür. İnsanlar bütün bir gün boyunca sadece muz yiyerek de kilo verebilir. Ama bu sağlıklı bir kilo kaybı olmayacaktır. Biz sağlıklı yağ kaybını hedefliyoruz. Kişinin bir anda hızlı kilo vermesini önermiyoruz. Kişinin sağlığını riske atmadan ve sağlıklı beslenmenin ne demek olduğunu özümseyerek kilo verilmesini hedefliyoruz. Bu yüzden bu tarz besinler ne yazık ki bir mucize değil.

dikkat

Obezite birçok komplikasyonu olan bir hastalık. Obezitenin engellenmesi noktasında ne gibi önerilerde bulunursunuz?

“Kişi neyi yemek istiyor?” bu çok önemli. Bir diyet listesinde şu besin mutlaka olmalı diyemem ama bir diyet listesinde karbonhidrat, protein ve yağ kesinlikle olmalı. Kişi neyden karbonhidrat almak istiyor bunu sorgulamamız gerekiyor. Ekmek yemek istemeyen birine, bulgur veya kinoa öneriyoruz. Et yemek istemeyen birinin protein ihtiyacını ise kuru baklagillerden karşılıyoruz. Önemli olan karbonhidrat, protein ve yağı dengeli bir şekilde değerlendirebilmek.

Öncelikle dengeli ve düzenli beslenmek çok önemli. “Fast foodtan, abur cuburdan, paketli gıdalardan uzak durulmalı” tarzında bazı klişeler var. Ben bunların çok haricinde biraz hareket edip, biraz da geleneksel Türk yemeklerine bağlı kalırsak obeziteyi engelleyebileceğimizi düşünüyorum. Aslında bu topraklarda yetişen her şeye kucak açmamız gerekiyor. Bu topraklarda yetişen bütün yiyecekler bizim sağlığımız için çok yararlı. Tabi ki bunun yanında öğün atlamamak da çok önemli.

Listeyi hazırlarken danışanların kişisel özelliklerini analiz etmeye çalışıyorum. Diyet listesi hazırlayacağım kişinin uyku düzeni, gün içinde ne zaman yemek yiyebildiği gibi noktaları detaylı bir şekilde kan parametreleriyle birlikte değerlendiriyorum. Diyet listeleri, kişiden kişiye değişir. Diyet programı hazırlarken kişinin nereli olduğu bile çok önemli olabiliyor. Egeli bir insanla Doğu Anadolulu bir insana aynı beslenme programını uygulayamazsınız. Çünkü beslenme özellikleri birbirinden çok farklıdır. Listeleri tek tipe indirmek diyet yapmak isteyen kişiye çok büyük haksızlık olacaktır.

Türkiye’de beslenme kültürü yıllar içinde çok fazla deyişti. Maalesef topraktan uzaklaşmaya başladık. Toprağın bize sunduğu besinlerden ziyade fast food ve paketli gıdalarla beslenmeye yönelim çok fazla arttı. Bir süre sonra bu durum bizim kilo almamıza sebep olmaya başladı. Ekmeği suçluyorlar, kilo alınımını çok fazla ekmek tüketilmesine bağlıyorlar. Ama bu topraklarda ekmek hep tüketiliyordu. Eskiden insanlar kendi buğdayını kendisi üretip, kendi ekmeğini de kendisi yapıyordu. Ama artık her şeyi paketli alıyor. Çorbayı bile hazır paketlenmiş olarak alıyor. Tabi ki paketli alınan ürünlerin kalorisi ve karbonhidrat oranı yüksek, aynı zamanda doğallığı yok. Durum böyle olunca kişiler sürekli kilo almaya başlıyor. Obezitenin bu kadar yaygınlaşmasının en önemli etkenlerinden biri ise; yürümüyoruz, hareket etmiyoruz. Artık herkes mutlaka kendi aracını ya da toplu taşımayı kullanıyor. Evden çıkıyoruz araca biniyoruz. İş yerinde iniyoruz ve bütün gün oturuyoruz. Tabi bu faktörler toplumun kilo almasına sebebiyet veriyor.

Diyet listesi ediyorsunuz?

oluştururken

nelere

Kilo verme sürecinde en çok yapılan hatalar neler? Danışanlarımdan yola çıkarak bir takım yanlış yöntemlerin uygulandığını söyleyebilirim. Danışanlarımdan bazıları, daha hızlı kilo verebilmek adına benim yazdığım listedeki besinlerin miktarını azaltmaya çalışıyor. Bir süre sonra bu durum vücudu kıtlık metabolizmasına sokuyor. Kişi, daha az kalori alayım, daha çabuk zayıflayım derken bir anda kilo almaya başlayabiliyor. Öğün atladığınızda ya da çok az kalori ile beslendiğinizde vücut kendini hemen kıtlık metabolizmasına sokuyor. Yeterli kalori almadığını düşünen vücut, bu sefer sonrasında alınan besinleri depoluyor. Bu yüzden çok uzun süre açlıkla mücadele eden toplumlarda bir anda toplu ölümler görmüyoruz. Bunun sebebi kıtlık mekanizması, çünkü vücut her zaman daha uzun süre yaşamak ve olduğu konumu korumak istiyor. Bizim bunu kırmamız gerekiyor. Bu yüzden kişiye vücudunun ihtiyacı olan kaloriyi vermemiz gerekiyor. Çünkü biz hiçbir şey yapmasak bile bazal metabolizma hızımız olduğu yerden kalori yakmaya devam ediyor.

Belirli periyotlarla, çeşitli besinler kilo vermede mucize olarak gösteriliyor. Sizin bu besinler hakkında düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz? Beslenme çok geniş bir sektör ve bütün sağlık sektörünün dikkatini çeken bir konu. Bunun sonucu olarak birçok moda besin ortaya çıkıyor. Bazen bu sarımsak çayı oluyor bazen de chia tohumu oluyor. Her sene mutlaka bir ürün popüler oluyor. Bu ürünlerin metabolizma hızlandırıcı etkileri bilimsel çalışmalarla desteklenmiş olabilir. Ancak tek bir besine bel bağlamak kesinlikle doğru

Obezite ile mücadelede diyetisyenin rolü nedir? Kilo verme sürecinde diyetisyenin rolü kişiyi hızlıca zayıflatmak olmamalı. Danışanlar sadece hızlı ve çok kilo vermeyi düşünüyor. Bunun olmadığını görünce umutsuzluğa kapılıyor ve depresyona girebiliyor. Bazı kişiler ise kolay bir yöntem olarak gördüğü cerrahi müdahaleye başvurmaya çalışıyor. Aslında diyetisyenin rolü danışanıyla arkadaş olup onun yöntemini değiştirmek. Kişinin neden kilo verdiğini iyi saptaması gerekiyor. Eğer kişinin yeme bozukluğu varsa diyetisyenin bir psikologla birlikte multidisipliner çalışması gerekiyor. Kişinin alması gereken ilaçlar ve kan parametrelerini bir dahiliye uzamanı ile çalışarak değerlendirmesi gerekiyor. Aynı zamanda “Bu senin sağlıklı beslenme programın, amacımız burada sadece kilo vermek değil, senin daha sağlıklı olman ve bunu da kilo vererek yapacağız.” cümlesini iyi bir şekilde hastaların kafalarına oturtmak gerekiyor. Yoksa bir kişiyi hızlı kilo verme yarışına soktuğumuzda, kişi bir süre sonra pes ediyor ve mutsuz oluyor. Ben niye kilo veremiyorum diye sorgulamaya başlıyor. Diyet bir süreç bunun farkında olmak gerekiyor. Bazı insanlar bir ayda 4 kilo verir, bazı insanlar bir ayda 10 kilo verebilir. Bu kişiden kişiye değişir. Bunu sakince görmek gerekiyor.

73


Prof. Dr. Aksel Siva Nöroloji Uzmanı İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi

Röportaj

“MS Hastalığının Tedavisinde Giderek Daha Güçlü İlaçlarlar Üretiliyor!” “Diğer alanlardaki gelişmeler sınırlı ama MS’te

1993-95 yıllarından itibaren birçok ilaç gelişti ve özellikle son birkaç yıl içinde çok daha güçlü ilaçlarımız oldu. İlk başlarda hastalığı %30-%40 kontrol edebilirken bugün bu oran %80-%90’lara çıkabildi.”

MS (Multipl Skleroz) hastalığından kısaca bahseder misiniz? MS, otoimmün adını verdiğimiz grubun hastalıklarından bir tanesidir. MS hastalığı bağışıklık sisteminin bir şaşkınlığı sonucu gelişir. Bağışıklık sistemi, bizi dış zararlı etkenlerden, mikroplardan, tümör hücrelerinden korumaya yönelik programlanmış bir sistemdir. Bağışıklık ilişkili hastalıklarda bu sistemde bir şaşkınlık oluyor ve vücut kendinden olanı yabancı gibi görüp ona karşı bir reaksiyon oluşturuyor. MS dediğimiz hastalıkta merkez sinir sistemi yapılarındaki (beyin ve omurilik) sinir lifleri ve onların etrafındaki kılıflara yönelik bir şaşkınlık oluyor. Bu değişik zamanlarda merkezi sinir sisteminin değişik yerlerinin etkilenmesi sonucu ortaya çıkıyor. Ne zaman olduğu, iki atak arasındaki süre farkları, ataklarda beyinin farklı bölgelerinin etkilenmesi gibi durumların nedeni bilinmiyor. Hastalığın çok büyük bir kısmı ataklarla seyrediyor. Çok küçük bir kısmı ise baştan ilerleyici olabiliyor. Ataklardaki bu şaşkınlık bir süre sonra yerini farkındalığa bırakıyor. Atak sona erdikten sonra vücut kendini tamir etmeye çalışıyor. Çoğu zaman bu tamiri büyük ölçüde yapabildiği için ataklardan geriye çok fazla iz kalmıyor. Ama bazen bu tamirler yetersiz oluyor ve bir takım sekenler kalabiliyor. Bir grup ataklı MS’li kişide ise yıllar sonra ilerleyici bir şekle dönüşebiliyor. MS’in tesadüfen MR sonuçlarında ortaya çıktığı hiç belirti vermeden ilerleyen formları da olabiliyor. Buna da

74


“Sessiz MS” diyoruz. Bunların bir kısmı zaman içinde belirti gösterebiliyor. Ama bir kısmıda yaşam boyu hiçbir belirti göstermeden sadece MR sonuçlarıyla konulan bir teşhis olarak kalabiliyor.

MS hangi yaş görülmektedir?

gruplarında

daha

sık

MS hastalığı özellikle genç erişkinlerde sık görülen bir hastalıktır. Kadınlarda erkeklere oranla daha sık görülür. 20 ile 40 yaş arasındaki bireylerde sık belirti verir. Ama çocuklarda ve yaşlı insanlarda da çok nadir de olsa ortaya çıkabiliyor. Yaşam boyu süren nörolojik bir hastalık olarak kabul ediliyor.

MS hastalığının ülkemizde görülme sıklığı hangi düzeyde ve bu noktada bir artış söz konusu mu? MS hastalığı ülkemizde her 100 bin kişiden 60-70’inde görülebiliyor ve bu sayı giderek artmakta. Bu artışın altında iki neden var. Bunların en önemlisi farkındalığın artmış olması. 1988 yılında MS derneğini kurduğumuz zaman çoğu insan MS hastalığının ne olduğunu bilmiyordu. Ama şu an bilinirliği arttı. Bu dünyanın her yerinde böyle. Dolayısıyla en ufak nörolojik belirtisi olan kişiler hekime müracaat ediyor. Bir kısmının da böylece teşhisi konulabiliyor. Ama bu başka bir açıklamayı da beraberinde getiriyor. Eskiden çok hafif seyreden ve teşhisi konmadan yaşamlarını MS olduklarını bilmeden sürdüren kişiler, bugün hastalığın tanınırlığının artmasıyla MS hastası olduklarının farkındalar. Bu durum “MS birçok insanda çok fazla belirti göstermeden, çok hafif ataklarla seyredebilen, birçok kişi için iyi gidebilecek bir hastalık mı?” sorusunu da beraberinde getiriyor. Ama bunun yanında birçok bağışıklık sistemi hastalığındaki gerçek artış gibi MS’de de gerçek bir artış var. Bunun da nedeni çok açık olmamakla birlikte bazı çevresel koşulların, dış etkenlerin yol açtığını düşünenlerdenim. Bağışıklık sistemimiz modern yaşamın bir diyeti olarak doğal ortamdan uzaklaşıyor. “Bu değişiklikler bağışıklık sistemi hastalıklarını arttırıyor mu?” bu sadece bir hipotez ama düşünmeye değer. D vitamini eksikliğinin MS’in ortaya çıkmasını kolaylaştırıp, seyrini olumsuz etkilediğinden söz edebiliriz. Aynı şey sigara ve şişmanlık için de söz konusu. Dolayısıyla bir takım dış etkenler hastalığın ortaya çıkmasını ve seyrini etkilediği kabul ediliyor. Ailesel özellik düşük olmakla birlikte var ve ailesel MS’li kişileri daha sık görmeye başladık. Bu da aynı şekilde farkındalıkla ilişkili diyebiliriz. Ama bunların büyük bir kısmının çok hafif seyreden MS’ler olma olasılığı yüksek.

MS Hastalığı (Multiple Skleroz) belirtileri nelerdir? Kişinin görmesinde bozukluklar olabiliyor. Çift görme sorunu ve denge problemi yaşayabiliyor. Kolu veya bacağında güçsüzlük ya da beceri kaybı olabiliyor. Ama bu belirtilerin hiçbiri MS’e özgün belirtiler değil. Örneğin; görme ilgili soruna yol açan çok fazla nörolojik ve gözle ilgili hastalık var. Ancak hekim değerlendirmesi ile hastalığın tanısı konulabilir. MS çok nadir görülebilen bir hastalıkken saydığım belirtiler çok sık ve çok daha farklı nedenlerle ortaya çıkabiliyor. MS başka hastalıklarla karıştırılabilir ama işinde deneyimli olan nörologlar farkı anlayabilir. Ülkemizde şu anda MS hastalığı ile uğraşan birçok merkez, birçok üniversite, eğitim araştırma hastanesi var. Birçok hekim arkadaşımız bu konuda son derece bilgili ve gelişmiş ülkelerde hangi tedaviler varsa şu an ülkemizde de var. MS tedavisinde ülkemiz en önde gelen ülkelerden biri haline geldi.

MS tedavisinde kullanılan tedavi basamakları ve ilaçlar hakkında bilgi alabilir miyiz? Bugün baktığımız zaman birinci ve ikinci basamak belki üçüncü basamak tedaviler var. Bunlar giderek daha güçlü tedavilerin varlığına göre bir, iki, üç bana göre ise dört gruba ayrılıyor. Ama etki mekanizmalarına baktığımız zaman bunların içinde bağışıklık sistemini dengeleyici ilaçlar ya da bağışıklık sistemini baskılayıcı immunsupresif ilaçlar ve bağışıklık sistemini baskılamayı seçici olarak yapan bir takım ilaçlar var. Birinci basamaktaki ilaçlar, 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan ilaçlardır. Yani interferonlar ve glatiramer asetat dediğimiz ilaçlar. Bunlar bence hala önemlerini koruyan ilaçlar ve bu ilaçlarla yüzde yüz sonuç alınan çok fazla MS’li kişi var. Bu ilaçlarında şöyle bir artısı var. Bu ilaçların kullanımında 25-30 yıla varan bir deneyim söz konusu ve son derece güvenilir ilaçlar diyebiliriz. Buna karşılık yeni ilaçlarda bir takım yan etkiler ve riskler olabiliyor. Dolayısıyla MS tedavileri hekim için bir çeşit risk yönetimi oluyor ve potansiyel yan etkileri hastalarımızla konuşarak birlikte tedavilere yön veriyoruz. Bu güçlü ilaçlar artık bizim yüzümüzü güldürür hale geldi. Bunların arasında haplar, ayda bir yapılan serumlar, altı ayda bir yapılan tedaviler, yılda bir kez verilip bir yıl sonra tekrarlanan tedaviler var. Dolayısıyla gerçekten seçeneklerimiz artıyor. Bu da hasta odaklı tedavinin giderek daha çok gündeme gelmesini ve hasta lehine iyi sonuçlar alınmasını sağlayabiliyor. Tartışmalardan bir tanesi de; “Basamaklı tedavi mi yapılmalı? En güçlü tedavilerle mi başlanmalı?”. Burada iki cevaptan ziyade kişiye özel yaklaşımın daha doğru olacağına inanıyorum. Bazı kişilerde sadece birinci basamak, güvenirliliği çok iyi bilinen tedavilerle sonuç alabilirlerken bazılarında en güçlü ilaçla baştan başlayıp hastalığı dondurup, birinci basamağa dönmek gündeme gelebilir. Bunlar bu günün güncel tartışmaları.

75


MS hastalığının tedavisinde gelinen son nokta nedir? Son yıllarda MS hastalığının tedavisine yönelik birçok yeni yöntem çıktı. MS belki de nörolojide en yüz güldüren alan. Alzheimer’a baktığınız zaman birçok ilaç çalışması, 200-300 adet orijinal molekül denendi ama çok fazla umut verici olmadı. Parkinson’da yüz güldürücü bir gelişme yok. Diğer alanlardaki gelişmeler sınırlı ama MS’te 1993-1995 yıllarından itibaren birçok ilaç gelişti ve özellikle son birkaç yıl içinde çok daha güçlü ilaçlarımız oldu. İlk başlarda hastalığı %30-%40 kontrol edebilirken bugün bu oran %80-%90’lara çıkabildi. MS’in ataklı tipleri zaman içinde ilerleyici bir şekle dönüşebiliyor. Nitekim yakın zamanda yapılmış bir çalışma ortaya koydu ki; %50 ilerleyici şekle dönüşme oranı %18’lere kadar düşmüş durumda. Yeni ilaçlarla bu olasılığın daha da düşeceğini tahmin ediyoruz. Toplumda MS hastalarının tekerlekli sandalyeye bağlı yaşayan insanlar olduğuna dair bir kanaat var. Evet, bazı kişiler için bu durumu engelleyemiyoruz ama çoğu MS’li için artık bu endişeye yer olmayacak gibi gözüküyor. Giderek daha güçlü ilaçlar üretiliyor. Bu noktada hastalığı daha iyi kontrol edebilir hale geldik.

Son olarak neler eklemek istersiniz ? Bu röportajı yaptığımız gün maalesef İstanbul Üniversitesi’nin bölünmesinin ilk günü. İstanbul Üniversitesi tarihimizin bir parçasıdır. Kapısında 1453 yazmaktadır ve Atatürk döneminde 1933 üniversite reformu ile ülkemizde yüksek öğretimin modern temellerinin atıldığı üniversitedir. Her şeyi bir kenara bırakın bir tarihsel değeri vardır. Bu üniversitenin bölünmesini kabul etmemiz çok zor. Her şeye rağmen bu yanlıştan dönüleceğine inanmaktayız.

Prof. Dr. Aksel Siva Hakkında; Prof. Dr. Aksel Siva, 1955 yılında İstanbul’da doğdu. Siva, ilkokul, ortaokul ve liseyi Şişli Terakki Lisesi’nde okuduktan sonra İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne girdi ve 1978 yılında mezun oldu. Uzmanlığını İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Nöroloji anabilim dalında, 1983 yılında tamamladı. Aynı üniversitede 1985 yılında doçent, 1994 yılında profesör oldu. Halen İstanbul Üniversitesi Nöroloji Anabilim Dalı, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde Nöroloji Profesörü olarak görev yapmaktadır. 2003-2009 yılları arasında 3 kez üst üste Türkiye Nöroloji Derneği Başkanı olarak görev yapmıştır. Son zamanlarda Türk Nöroloji Derneği Bilim Kurulu Başkanı olarak atanmıştır. Türk Multipl Skleroz Derneği’nin (1989) kurucu üyesi ve aynı zamanda Türk Nöroloji Derneği’nin Multipl Skleroz ve Baş Ağrısı Bölümlerinin kurucu üyesidir. Halen Türkiye Baş Ağrısı ve Ağrı Araştırma Derneği başkanıdır. Amerikan Nöroloji Akademisi, Amerikan Nöroloji Derneği, Avrupa Baş Ağrısı Federasyonu ve Uluslararası Baş Ağrısı Derneği üyesidir. Siva, 2003-2006 yılları arasında Avrupa Nöroloji Derneği ve Avrupa Nöroloji Derneği’nin ECTRIMS Yönetim Kurulu üyeliği görevini yürütmüştür. Halen Avrupa Nöroloji Akademisi (EAN) bilimsel program komitesi üyesidir. 2015 yılında Avrupa Baş Ağrısı Federasyonu’nun yönetici komitesi üyesi olarak görev yapmıştır. 2002-2010 yılları arasında Dünya Nöroloji Federasyonu Eğitim Yürütme Kurulu üyesi olarak görev yapmıştır. Siva, Nörolojik Bilimler Dergisi, Baş Ağrısı ve Ağrı, Türk Nöroloji Dergisi ve Türk Ağrı Dergisi’nin yazı kurulunda yer almaktadır. Hakemli uluslararası tıp dergilerinde 120’den fazla yayınlanan makalesi bulunmaktadır.

76


77


Prof. Dr. Z. Piraye Oflazer Nöroloji Uzmanı Koç Üniversitesi Hastanesi

Röportaj

“İnsanoğlunun Üretkenliği ALS İle Sınırlı Değil!” “Genini bilsek bile ALS’nin neden ortaya çıktığını bilmiyoruz. Bu durum hala tartışma konusu. Hücrelerin dejenere olduğunu biliyoruz. Bu dejenerasyon bir anlamda “çok ileri bir yaşlanma” işlemine benzetilebilir. Dolayısıyla bir kez bu dejenerasyon başlayıp sonrada belirtiler ortaya çıkınca bunun geri dönüşü çok zor. Aynı yaşlanmanın geriye çevrilemeyen bir süreç olması gibi. Fakat iyi

bakım ile sürenin uzatılması, bu yaşlanmaya benzettiğim sürecin yavaşlaması mümkün.”

78

Tüm vücudu etkileyen ALS hastalığı hakkında bilgi alabilir miyiz?

ALS hastalığı hangi sinyallerle varlığını belli eder?

ALS (Amiyotrofik lateral skleroz) motor nöron hastalıklarının bir tanesidir. Motor nöron hastalıkları, vücudu hareket ettiren sinirlerin bulunduğu ana hücrelerden yani hareket nöronlarından kaynaklanır. Bu yapının hastalıkları birçok sebeple ve birçok biçimde ortaya çıkabilir. Bunların bir kısmı tedavi edilebilir, bir kısmı ise tedavi edilemeyen hastalıklardır. ALS bu yelpazenin içinde ağır hastalıklar bölümünde yer almaktadır. Hastalığa, beyindeki motor nöronlar, beyin sapındaki ve omurilikteki motor nöronlar birlikte tutulmuşlardır. Buna bağlı belirtiler ortaya çıkar.

Kişinin hareket güçlüğü çekmesi en önemli belirtisidir. Asimetrik bir şekilde başlar. Genellikle el veya ayaktan başlayıp sonra giderek vücudun diğer kaslarına yayılır. Bu yayılmayla birlikte yutma, konuşma kaslarını da etkiler. Sonuç olarak ise nefes kaslarını etkiler. Bazen de tersten başlayabilir. Uzun süre konuşmada ve yutmada problem yaşanan bir dönem olur arkasından da kol ve bacaklardaki güçsüzlükler eklenir.


Hastalığın ilerleme sürecinden biraz bahseder misiniz? Eskiden, solunum desteği veremediğimiz yıllarda yazılmış olan yazılarda ortalama gidişin maksimum 5 yıl ile sınırlı olduğu söylenirdi. Fakat bugün teknoloji çok gelişmiş durumda. Hasta nefes alamasa bile bunu kotaracak teknolojik malzemeler elimizde var. Günümüzde iyi bir bakımla, iyi bir fizik tedaviyle ve başka beslenme destekleriyle bu süreyi uzatabiliyoruz. Stephen Hawking, buna en güzel örneklerden bir tanesidir. Kendisi 40 yılı aşkın bir süre ALS ile birlikte yaşayan bir kişidir. ALS, genelde erişkinlerde görülen bir hastalıktır. Dolayısıyla işini gücünü aktif yapmakta olan bir kişi günün birinde, hiç beklemediği bir şekilde hareket kabiliyetini, soluk alıp verme ve iletişim kurma kabiliyetini yitiriyor. Bu çok kolay bir şey değil. Fakat insanoğlunun üretkenliğinin bu hastalıkla sınırlı olmadığını Stephen Hawking örneğinde görüyoruz. Bu hastalığa yakalanmışken bile teknoloji kullanılarak insanın üretkenliği, düşünsel sisteminin devamı sağlanabiliyor. ALS, büyük ölçüde düşünceleri etkileyen bir hastalık değil. Çok az sayıda hastada unutkanlıkla demans dediğimiz bunama tabloları bir arada görülebilir. Onun dışında düşünsel sistemi etkileyen bir hastalık değildir.

ALS hastalığının saptanabildi mi?

sebebi

tam

olarak

Sebep olarak eskiden bir gen biliyorduk. Bazı kişilerde bu genin bozukluğunda çevre faktörlerinin de etkisiyle ALS ortaya çıkabiliyordu. Fakat son yıllarda yine gelişen teknolojinin katkısıyla çok sayıda ALS geni bulundu. Bu geni taşıyorsunuz diye mutlaka hasta olmak zorunda değilsiniz. Multi faktöriyel dediğimiz çevresel faktörlerin etkisi ile onların üst üste uygun bir şekilde gelmesi ile ancak hastalık ortaya çıkıyor. Hangi faktörler bilmiyoruz. Çevredeki birçok faktör bunu etkileyebilir. Dolayısıyla genini bilsek bile ALS’nin neden ortaya çıktığını bilmiyoruz. Bu durum hala tartışma konusu. Hücrelerin dejenere olduğunu biliyoruz. Bu dejenerasyon bir anlamda “çok ileri bir yaşlanma” işlemine benzetilebilir. Yani kişi 30 yaşında olabilir, 30 yaşına uygun görünüyor olabilir. Ama hastalık başlamışsa bu motor nöronlar, adeta 300 yaşında kişinin yüzü nasıl görünürse o şekilde bir dejenerasyona uğruyorlar. Dolayısıyla bir kez bu dejenerasyon başlayıp sonrada belirtiler ortaya çıkınca bunun geri dönüşü çok zor. Aynı yaşlanmanın geriye çevrilemeyen bir süreç olması gibi. Fakat iyi bakım ile sürenin uzatılması, bu yaşlanmaya benzettiğim sürecin yavaşlaması mümkün. Bu hastalıkların hepsi kişiye özel hastalıklardır. Bir kişide A geni ile B ve C çevre faktörlerini devreye sokabilirsiniz. Ama genomda öyle iyi bir değişimi vardır ki, bunlar olsa bile hastalık hafif seyredebilir veya hiç olmayabilir. Dolayısıyla kişiden kişiye değişen özellikler gösterir. O yüzden hastalarıma, hastalığı internet üzerinden araştırmalarını önermiyorum. Çünkü internette protatif bir hasta modeli anlatılabiliyor. Ve hastalarımız orada yazanları yaşayacaklarını zannediyor. Ama orada yazıldığı gibi olmak zorunda değil. Daha kötüsü de daha iyisi de olabilir. Kişinin ALS’si de kişiye göre seyrediyor.

ALS hastalığının tedavi edilemediği biliniyor. Peki ilaçlarla hastanın yaşam süresini uzatmak mümkün mü? Hastalığın belirtileri başladığında nörondaki dejenerasyon epey ilerlemiş oluyor. Bunu geriye çevirebilmek son derece zor. Bu zamana kadar bir takım çalışmalar yapıldı. İlk çalışma serbest radikallerin tutumuyla ilgili bir çalışmaydı. Üretilen ilaç, önce küçük bir grupta daha sonra 900 kişilik bir grupta denendi. 5 yıllık ortalama süreyi 3 ay kadar uzattığı tespit edilen tek ilaçtı. Yıllardır onu kullanıyoruz. Onun arkasından başka tedaviler çok denendi. Yani piyasada satılan ilaçlar, bulunan maddeler her birini denediler. Bir sonuç elde edilemedi.

Birleşik Devletler Gıda ve İlaç Dairesi (FDA), geçen yıl ALS tedavisinde kullanılmak üzere bir ilaca onay verdi. Bu ilaç tedavi noktasında bir umut ışığı olabilir mi? Onaylanan bu ilacın yine serbest radikalleri azalttığı biliniyor. Eskiden beri felçli hastalarda kullanılan bir ilaç ve uzun bir süre dünyada sadece Japonya’da onaylıydı. Dolayısıyla Japonya’dan kaçak getirip kullanılabiliyordu. Daha sonra geçen yıl Amerika’da FDA onayı çıktı. Karmaşık bir grup içerisinde bir miktar daha hastalığın seyrinde iyi gidiş gözlendiği için onay verildiği söylendi. Amerika’da kullanılmaya başlandı. Fakat ülkemizde SGK bu ilacı karşılamıyor, hastanın getirtmesine onay veriyor. Son derece pahalı bir tedavi olduğunu söyleyebilirim. Bunun faydalı olduğunu söyleyen hastalar da var, faydalı olmadığını söyleyen hastalar da var. Ama genel kanı, henüz iyi bir tedavi göstergesinin literatürde oluşmamış olduğu yönünde. O yüzden, biz hekimler bu kadar pahalı bir tedavinin kullanılmasından yana değiliz. Hastanın üzerine bir de o maddi yükü bindirmek için henüz erken diye düşünüyoruz. Türk Nöroloji Derneği de onun Nöromusküler Hastalıklar Bilimsel Çalışma Grubu da böyle düşünüyor. Son kongrede böyle bir karar aldık.

Son olarak neler eklemek istersiniz? Büyük bütçeli bu tedavilere dikkatli yaklaşmak gerekiyor. Faydası ortaya konduktan sonra kullanılması gerekiyor. Bu tedaviye harcanacak paranın, hastanın bedensel iyiliğini koruyabilmek için harcanması daha doğru olacaktır. Bu hastaların, hastanelerin değişik departmanlarına gittiklerinde doğru tanı alabiliyor olmaları, yeri geldiğinde mide tüpü koyarak beslenmelerinin sağlanmasının iyi biliniyor olması, solunum sıkıntılarının nasıl giderileceğinin iyi biliniyor olması gerekiyor. Bütün bunlara bütçe ayırmak şu an çok daha etkin görünüyor.

79


Prof. Dr. Nermin Güler Çocuk Alerji & Astım Uzmanı

Röportaj

“Astım Hastalığında İnhaler Tedaviler Büyük Bir Devrim Yarattı!” “Tedavi noktasında son yıllarda çok büyük yol alındı. Son 20-30 yılda ortaya çıkan, solunum yollarının içine ilaç verilerek uygulanan

inhalasyon tedavileri büyük bir devrim yarattı. Hava yoluyla uygulanan spreyler, ilaç içerikli aygıtlar ve atak durumlarında kullanılan elektrikli nebulizatörler

bu hastalığın seyrini değiştirdi.” Astım hastalığından kısaca bahseder misiniz? Astım, solunum yollarının en sık rastlanan hastalıklarından biridir. Çocukluk çağlarında kronik hastalıklar sıralamasında bir numaradır. Astım, solunum yollarının içine dışarıdan giren değişik maddeler (mikroplar, alerjenler, polen, küf gibi maddeler, her türlü hava kirliliğini oluşturan küçük partiküller) bazı insanlarda bir reaksiyon ortaya çıkarır. Bu reaksiyonlar astımlı insanlarda çok belirgindir. Astım, bütün bu maddelere karşı vücudun verdiği bir tepkidir. Özellikle hava yollarımızı oluşturan ve bronş dediğimiz git gide incelen hava yollarında birden bire bir daralma, aşırı bir balgam yapımı ve bunun sonucunda da nefes almada zorluk şeklinde astım ortaya çıkar.

80

Astımı ortaya çıkmasına sebep olan risk faktörleri nelerdir? Astım büyük ölçüde genetiktir fakat çevresel faktörlerle birlikte tetiklenebilir. Özellikle bir insanın birinci derece akrabaları astımlı ise o kişide astım hastalığı görülme ihtimali yüksektir. Yaşadığı çevreye bağlı olarak da bu oranlar değişebilir. Eğer kişide böyle bir eğilim varsa çevredeki değişik etkenler astımı tetikler. Ev tozu akarları, gözle görülemeyen ve keneye benzeyen mikroskobik yaratıklardır. İnsan derisinden kopan parçacıklarla beslenirler ve devamlı dışkı yaparlar. Bunlar solunum yollarının içine girerek solunum yollarında daralmaya, astımın tetiklenmesine yol açarlar. Aynı ortamda


yaşayan ve aynı tozu soluyan birçok insanda hiçbir tepki yokken astımlı olan insanlar buna duyarlı hale gelir ve ağır astım ataklarına girebilirler. Bir diğer etken ise polenlerdir. Polenler; otlardan, çiçeklerden, değişik yabani bitkilerden ortaya saçılan üreme faktörleridir. Polenler, çoğunlukla gözle görülemezler. İlkbaharda gördüğümüz bir takım bitki kökenli havada uçuşan maddeler, bitkilerin atıklarıdır. Ancak gerçek polenler de baharda ortaya çıkarak bütün doğaya yayılırlar. Arılarla çoğalan renkli çiçeklerin polenleri daha az alerjiktir. Renksiz olan bir takım ağaçlar ve bitkiler de, rüzgar ile birlikte sürüklenerek diğer ağaçları dölleyebilecek olan polenlerini ortalığa saçarlar. Her bitkinin polen mevsimi 10-15 gündür. Sonrasında bahar bittiğinde polenlerin çoğu üreme dönemini bitirmiş olur. Bunlar da alerjiye eğilimli insanlarda, özellikle polen duyarlılığı gelişmiş kişilerde hava yollarını uyarabilir. Küfler ise rutubet demektir. Rutubet de en önemli tetikleyicilerden biridir. Çocuk hasta grubunda %5-%10 çocukta küf duyarlılığı gelişmiştir. Ilık, sıcak ve rutubetin yüksek olduğu dönemlerde küfler üreme imkanı bulurlar ve birden bire havadaki miktarları çok artar. Küf sporları canlıdır ve solunum yollarına girince astımı tetikleyebilir. Alerjen olmayıp da astımı tetikleyecek olan bir takım çevresel faktörlerin dışında, deterjanlar, oda kokuları, spreyler, deodorantların hem kokuları hem de içlerinde bulunan kimyasallar astımlı hastaların atağa girmesine neden olurlar. Astımı olmayan insanlarda ise devamlı bu maddelerle temas halinde olmak astım hastalığına yakalanmada önemli bir rol oynar. Bu noktada hava kirliliğinden de bahsetmek gerekir. Ev içi hava kirliliğinin en büyük sebebi sigara ve gazla yemek pişirmedir. Ev dışında ise hava kirliliği çok yaygın bir durumdadır. Soluduğumuz hava çok kirli ve ülkemiz de kirli hava kuşağında bulunmakta.

Astımın tanısında önemli noktalar nelerdir? Astımın altın değerindeki tanı yöntemi solunum fonksiyon testidir. Solunum fonksiyon testi ile astım tanısı ancak 6 yaşından itibaren konulabilmektedir. Çünkü bu test spirometre aletiyle yapılır ve solunum manevrası yapmayı gerektirir. Bunu da ancak 6 yaşından büyük çocuklar gerçekleştirebilir. Önce bir ölçüm yapılır, daha sonra bronş açıcı ilaç verilir ve tekrar ölçülür. Eğer açılma varsa hastanın astım olduğu kesindir. “Alerjik astım mı? Alerjik olmayan astım mı? “sorularına cevap bulmak için yine altın standart testimiz alerji deri testleridir. Deri testleri ile tanıyı koymak mümkün oluyor.

Tedavi sürecinde nasıl bir yol izleniyor? Tedavide kullanılan kortikosteroidler hakkında bilgi verir misiniz? Tedavi noktasında son yıllarda çok büyük yol alındı. Son 2030 yılda ortaya çıkan, solunum yollarının içine ilaç verilerek uygulanan inhalasyon tedavileri büyük bir devrim yarattı. Hava yoluyla uygulanan spreyler, ilaç içerikli aygıtlar ve

atak durumlarında kullanılan elektrikli nebulizatörler bu hastalığın seyrini değiştirdi. Hava yoluyla verilen ilaçların içeriği genellikle kortizondur. İlaçlar burada ikiye ayrılır. Asıl tedavi edici ilaçlar, hava yoluyla çok ufak dozlarda akciğerin doğrudan içine verilen düşük dozlu kortizonlardır. Hasta ağır bir vaka değilse düşük dozlarda başarılı olunuyorsa, çok düşük doz olduğu için diğer iç organlara gitmeden doğrudan doğruya akciğere girip, dışarı çıkmasını sağladığımız zaman yani kaliteli bir uyum yaşandığında çok iyi neticeler almaktayız. Ana tedavi budur. Bu tedaviyi almadan sadece hava yoluyla nefes açıcı ilaçlar kullanıldığında tedavide başarı sağlamak mümkün değildir. Nefes açıcı ilaçlar da hava yolundan verilir. Ancak onlar sadece atak sırasında geçici bir süreliğine yardımcıdırlar. Bir hasta nefesini açtı diye asıl kullanması gereken ve içinde düşük doz kortizon içeren bu spreyleri iyi kullanmadan sadece sıkıştıkça nefesini açıyorsa bir gün artık o da sonuçsuz hale gelebilir. Asıl tedavi inhaler kortikosteroid, kortizon türevleriyle yapılan daha hasta atağa girmeden koruyucu tedavi şeklinde verildiğinde yapılan tedavidir. Ailelerde özellikle ebeveynlerde hava yoluyla kortizon türevlerini almak çok korkutucu bir etki yapmaktadır. Ancak kendilerine vakit ayrılarak bir maket üzerinde anlatıldığında ve kortizonun düşük dozlarda beklenen yan etkilerin çoğunun görülmediği anlatıldığında aileler ikna olmakta ve ilaçlarını kullanmaktadır. Aile bilgi verilmeden yazılan ve hava yoluyla uygulanan ilaçlara karşı bireylerde kortikofobi denilen kortizon korkusu oluşabiliyor. Uyum bozulduğunda kronik tedavi ve koruyucu tedavi bozulabilmektedir. Ve netice alınamamaktadır. Hasta düzgün bir şekilde koruyucu tedavisini almadığı için atağa girebilmektedir. Atakta hayati riskler yaşamakta ve tedavide çok daha yüksek dozda kortizon verilmesi ihtiyacı doğmaktadır. Kortizonlar damar yoluyla veya ağız yoluyla verilmektedir. Bunun yanında bronş açıcılara sıklıkla ihtiyaç olunmakta ve bazen yoğun bakım gerektiren ağır durumlara yol açabilmektedir.

Çocuk Alerji ve Astım Akademisi Derneği hakkında bilgi alabilir miyiz? Dernek olarak ne gibi faaliyetler yapıyorsunuz? Çocuk Alerji ve Astım Akademisi, 1994 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi bünyesinde bulunan çocuk alerji hekimlerinin kurduğu bir dernektir. Önceleri çocuk solunum hastalıkları adıyla kurulmuş daha sonrasında ise çocuk alerjik hastalıkları ve astıma yönelik çalışma ve faaliyetler içerisinde bulunmuştur. Derneğin amacı; çocuk alerjisi ile uğraşan çocuk alerji uzmanlarını ve alerjik çocuk bakmak durumunda olan çocuk hekimlerini bir çatı altında birleştirerek, çocuk sağlığında ilerlemeler yapmaktır. Dernek adımızda “akademi” sözcüğü geçmektedir ve bu da bizim eğitime verdiğimiz önemi yansıtmaktadır

.

81


Türkiye’de bir ilk kez astımlı çocuklara yönelik astım kampları yaptık. Astımlı çocukların aileleri olmadan tek başlarına bir kampta, sağlık görevlileri ile birlikte özgürleşmeleri ve özgüvenlerinin artması adına çok yararlı oldu. Bu kampları sürdürmeyi hedefliyoruz. Türkiye’nin şartlarına adapte edilmiş alerji ile ilgili hastalıklarının tedavisinin nasıl olmasıyla ilgili rehberler yayınladık. Her yıl “Çocuk Alerji ve Astım Kongresi”ni gerçekleştirmekteyiz. Bu kongre, geniş çaplı bir kongre olup Türkiye’nin değişik bölgelerinde gerçekleşmekte ve tüm Türkiye’deki alerji uzmanlarıyla çocuk hekimlerini bir araya getirmektedir. Faaliyetlerimiz Anadolu’nun değişik illerinde seminerler düzenleyerek devam etmektedir. Yaptığımız seminerlerde alerji konusundaki güncel gelişmeleri ele alıyoruz. Halkı bilinçlendirmeye ve hastalarımızı da alerjinin nasıl engellenebileceği konusunda aydınlatmaya çalışmaktayız. Çeşitli hasta dernekleri ile el ele vererek hedeflerimizi gerçekleştirmeye çalışıyoruz.

“Türkiye’de bir ilk kez astımlı çocuklara yönelik

astım kampları yaptık.

Astımlı çocukların aileleri olmadan tek başlarına bir kampta, sağlık görevlileri ile birlikte

özgürleşmeleri ve özgüvenlerinin artması adına çok yararlı oldu. Bu kampları sürdürmeyi hedefliyoruz.”

82


Prof. Dr. Bülent Tutluoğlu Göğüs Hastalıkları Uzmanı Acıbadem International Hastanesi

Röportaj

“Astım Tedavisinin Geleceği: Biyolojik Ajanlar!“ “Hastalarda bir kortizon korkusu var. Genel kortizonda gördükleri yan etkileri solunum yoluyla aldıkları kortizonda da görebileceklerini düşünüyorlar. Bu doğru bir yaklaşım değil.

Çok yüksek dozlara çıkılmadığı sürece genel kortizonlarda gördüğümüz yan etkileri solunum yoluyla verdiğimiz kortizonlarda görmüyoruz.” 84

Türkiye’de astım hastalığının görülme sıklığı nedir? Astım, Türkiye’de yapılan epidemik çalışmalara bakıldığı zaman %5 ile %10 arasında rastlanma sıklığına sahip bir hastalık. Prevalans yani yaşam boyu astım olma olasılığı ortalama %7 ile %8 arasında değişiyor. Kuzey Avrupa ülkelerinde astımın görülme sıklığı ülkemize oranla çok daha fazladır.

Astım hastalığının ülkemizde yaygınlaşmasına neden olan faktörler neler? Günümüzde astım hastalığının görülme sıklığı arttı. Batılı tarzda yaşama adapte olan toplumumuzda değişen yaşam şekilleri astımın artmasında önemli bir rol oynuyor. İnsanlar artık kapalı evde, ev içi alerjenlere çok maruz kalıyor. Ev içinde insanlar arasındaki temas arttığı için enfeksiyon yayılması da kış aylarında özellikle ev içi bireylerde çok fazla oluyor. Özellikle viral enfeksiyonlar astımı tetikleyen önemli nedenlerden. Bunun dışında katkı maddesi bulunan suni gıdaların tüketilmesinin artması da astımı tetikliyor. Bu durum Nasıl obezite açısından risk faktörü ise astım açısında da risk faktörü oluşturabiliyor. Bu kimyasal maddelerin sindirimde kullanılması çocuklarda veya erişkinlerde duyarlılaşmaya yol açıyor ve astım sıklığının biraz daha arttığını görüyoruz. Bunun yanı sıra hava ve çevre kirliliğinden de bahsetmemiz lazım. Hava kirliliğinin oluşturan en önemli etken; araçlardan salgılanan egzoz gazları. Yapılan çok sayıda uluslararası çalışma var. Otoyola yakın oturan çocuk veya erişkinlerde hem solunum yolu semptomları hem de astım semptomlarına rastlanma sıklığı diğer insanlara göre çok daha fazla. Bunun nedeni ise, araçların sebep olduğu hava kirliliği.


Astım hastalığnın tedavi sürecinden bahseder misiniz? Tedavi noktasında başvurduğunuz yöntemler ve ilaçlarlar nelerdir? Astım kronik bir hastalık. Hastaların hava yollarında, bronşlarında sürekli bir iltihap var. Dolayısıyla bu enflamasyonu bastırmak için de uzun süreli veya gerekirse ömür boyu ilaç kullanılabilir. Bunu hastalara anlatmakta çok güçlük çekiyoruz. Hastalar, bir ay ilaç kullanıp kendilerini iyi hissedip ilaçlarını bırakıyorlar ve ilerleyen süreçte atak geçirerek bize müracaat edebiliyorlar. Yaşanan her bir kriz hastadan bir şeyler götürüyor. Bu noktada en büyük görevimiz hastayı eğitmek. Hasta, kendisine güvenebileceği bir göğüs hastalıkları uzmanı seçerek, onun kontrolünde ilaçlarında azaltma veya çoğaltma yaparak devam etmeli. Eğer ilaçlar tamamen bırakılacaksa da buna doktor karar vermelidir. Tedavide kullandığımız ilaçları iki gruba ayırıyoruz. Kontrol edici ilaçlar ve rahatlatıcı ilaçlar. Bronşlardaki var olan enflamasyonu bastırılabilmesi için kontrol edici ilaçlar uzun süre kullanılmalıdır. Kontrol edici ilaçlardan en çok kullandığımız ve en güçlü olanlar, inhalasyon yani nefes solunum yoluyla kullanılan kortizonlar.

Kortizon tedavisi denildiğinde hastalarda genelde bir çekince oluşmakta. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz ? Hastalarda bir kortizon korkusu var. Genel kortizonda gördükleri yan etkileri solunum yoluyla aldıkları kortizonda da görebileceklerini düşünüyorlar. Bu doğru bir yaklaşım değil. Çok yüksek dozlara çıkılmadığı sürece genel kortizonlarda gördüğümüz yan etkileri solunum yoluyla verdiğimiz kortizonlarda görmüyoruz. Bu kortizonların bazı lokal yan etkileri var. Bunlar; seste çatallaşma, ağız içinde yaralar olabiliyor. Bu yan etkilerin oluşmaması için hastalara kortizon kullandıktan sonra ağzın iyi çalkalanması gerektiğini söylüyoruz. Bunun yanı sıra kontrol edici ilaçlar arasında montelukast dediğimiz tablet şeklinde kullanılan ilaçlar var. Bunlar; kortizonu kestikten sonra belirli bir süre bir ilaç kullanmak istediğiniz zaman tedaviye destek olabiliyor. Hastanın burun şikayetleri, alerjik rinit şikayetleri var ise bunları kontrol etmede etkili olabiliyorlar. Dolayısıyla alerjik rinit astımlarda bu tarz ilaçları tedaviye etkiliyoruz. Hem astıma karşı bir koruyucu etki sağlamış oluyoruz hem de alerjik riniti tedavi etmiş oluyoruz. Kontrol edici ilaçlar arasında daha zayıf olarak teofilin tarzı ilaçları sayabiliriz. Özel durumlarda hastalığı diğer ilaçlarla kontrol altına alamıyorsak bu ilaçları çok nadir de olsa tedaviye ekleyebiliyoruz. Kontrol edici ilaçların haricinde bir de rahatlatıcı ilaçlar var. Bu grupta en çok betamimetikleri kullanıyoruz. Betamimetiklerin kısa etkili ve uzun etkili olanları var. Uzun etkili olanları eskiden 12 saat etkili olabiliyordu, son birkaç yılda ise bu süre 24 saate kadar çıktı. Bunları astımlılarda

mutlaka inhaler steroidlerle birlikte kullanmak gerekiyor. Uzun etkili betamimetikleri tek başına kullanmıyoruz. Buna karşın kısa etkili olan ve 70’li yıllardan beri kullanılan salbutamol tarzı kullandığımız ilaçları hasta anlık rahatlamak için kullanabiliyor. Hasta ilacı kullandığı zaman 4 ile 6 saat arasında bronşlarda genişleme sağlanıyor ve hastayı rahatlatıyor. Hasta, kısa etkili bu ilaçları kortizon olmaksızın da kullanabilir. Biz, çok hafif astımlarda bu ilaçları tek başına kullandırıyoruz. Klasik astım tedavisinde inhaler steroid ve yanına uzun etkili betamimetikler veya ihtiyaç halinde kısa etkili betamimetikler kullanıyoruz.

Astım tedavisinde hastalar yeterince bilinçli mi sizce ? Her şeyden önce önem verdiğimiz konu; eğitim. Hastayı bilgilendirmek ve ilaçların nasıl kullanıldığını öğretmemiz gerekiyor. Bu ilaçları uygulayan birçok cihaz var. Hasta bu cihazların nasıl kullanıldığını ve nelere dikkat etmesi gerektiğini bilmeli. Aksi takdirde bu ilaçların hastaya verilmesi hiçbir şey ifade etmiyor. Hasta ilaçları yanlış kullandığı zaman tedavide yol alınamıyor. Farklı tedavilere yönelmek durumunda kalabiliyoruz.

Astımın acil tedavisinde kullanılmakta?

ne

tür

ilaçlar

Astımın acil tedavisinde genelde en çok kullandığımız ilaçlar; kısa etkili betamimetikler. Bunların yanı sıra hastalara nebulizatör adındaki cihazlarla nebul dediğimiz ilaçları kullanıyoruz. Nebulizatör ile birlikte sıvı haldeki ilaçları buhar haline getirerek uygulama yapıyoruz. Tedavide yine kısa etkili detametikler, kortikostroidler ve antikolinerjik dediğimiz ilaçlar etkin rol oynuyor. Antikolinerjik astımlılarda atak tedavisinde diğer ilaçlarla başa çıkamıyorsak bunları tedaviye ekliyoruz. Antikolinerjik ilaçlar sprey şeklinde ve ölçülü doz şeklinde olan ilaçlardır. Bu ilaçları yıllardır KOAH hastalığının tedavisinde kullanıyoruz. Ama son yıllarda gerek stabil dediğimiz astımlarda gerekse atak tedavisinde kullanabiliyoruz. Diğer ilaçların hepsini kullanmışsak ve hastalığı hala kontrol altına alamıyorsak o zaman antikolinerjik tedaviyi ekleyebiliyoruz.

Alerjen Spesifik İmmünoterapi hakkında bilgi alabilir miyiz? Spesifik İmmünoterapi, yıllardır kullanılan bir tedavi yöntemi. Spesifik immünoterapi tek başına astımlılarla çok fazla tercih ettiğimiz bir tedavi değil. Ama hastanın alerjik riniti varsa o zaman alerjiyi kontrol altına almak için çok kısıtlı bir grup hastaya bu alerji aşı tedavisini uygulayabiliyoruz. Alerjisi olan hastaya gittikçe artan dozlarda alerji olan maddeyi enjekte ederek veya dilaltı vererek alerjiye karşı bağışıklık kazanmasını sağlıyoruz. Dilaltı aşılar yakın zamana kadar Türkiye’de vardı fakat şu anda bulunmuyor. Daha çok klasik enjeksiyon şeklinde aşılar var. Yeni çıkan bir takım tabletler de var. Tabletlerle hasta normal ilaç kullanır gibi aşı tedavisini uygulayabiliyor. Tabletler, biraz bağlı bir seçenek olduğu için enjeksiyon şeklinde yapılan immünoterapi hala tercih edilen bir tedavi yöntemi olarak görülüyor. İmmünoterapi çok az

85


sayıda hastaya yaptığımız bir tedavi yöntemi. Ancak hasta bütün ilaçları kullanıyorsa ve ona rağmen şikayetleri varsa bu tedaviyi kullanabiliyoruz. Bu noktada hastanın solunum testlerinin çok da düzensiz olmaması gerekiyor. Solunum testlerinde çok düşüklük varsa bu tedaviye başvuramıyoruz. Ben özellikle burun şikayetlerini kontrol altına alamıyorsam bu tedaviyi uyguluyorum. Özellikle çocuk ve genç hastalarda tercih edilen bir tedavi şekli olduğunu söyleyebiliriz. Eğer hasta iyi seçilirse başarı ihtimali oldukça yüksek. Enjeksiyon şeklindeki immünoterapiyi 3-4 ay haftada 1, 3-4 ay 15 günde 1 sonrasında ise ayda 1 olmak üzere uyguluyoruz. Aşı yaptıktan sonra alerjik reaksiyonların görülme olasılığı var.

Astım tedavisinde yaşanan yeni gelişmeler neler? Son yıllarda astım tedavisinde çok yeni ilaçlar çıktı. 24 saat etkili kortikosteroidler, uzun etkili betamimetikler gibi. Bunlar ilaç olarak bize kullanım avantajı getiriyor fakat bu ilaçları mucize olarak görmek de doğru değil. Monoklonal Antikorlar (biyolojik tedavi) tedavileri son yıllarda çok revaçta. Bunlardan bir tanesi çok iyi biliniyor ve 6-7 senedir de Türkiye’de kullanılıyor. Bu konuda çok deneyim sahibi olduk. Bunlar kandaki alerjiyle alakalı belli molekülleri bağlayıp onu etkisiz hale getirmeye yönelik tedaviler. Bunlarda genelde enjeksiyon şeklinde uygulanıyor. Bunlardan bir tanesi 6-7 yıldır uygulanan Anti IgE dediğimiz tedavi yöntemi. Türkiye’de bu tedavi şeklini kullanıyor ve çok iyi sonuçlar alıyoruz. Alerjik astımlarda ve şimdide kronik ürtikerlerde de bu tedavi çok iyi sonuç verebiliyor. Çok pahalı bir tedavi şekli olduğu için bütün dünyada çok ağır astımlılarda kullanabiliyoruz. Çok fazla yan etkisi olan bir tedavi şekli olmamakla birlikte bunda da aşıyı yaptıktan sonra alerji yapma ihtimali var. Anafilaksi dediğimiz ağır alerjiler olmasın diye özellikle ilk 4 dozdan sonra hastayı 2 saat gözlem altında tutuyoruz. Biyolojik tedavilerde, yurt dışında 4-5 tane molekül onay aldı. Şu an onay bekleyen 10-15 tane daha molekül var. Gelecekteki astım tedavisinde bu biyolojik ajanlar kullanılacak. Bronkoskopi ile tedavi şekli ise çok ağır astım hastalarına uygulanıyor. Eğer hastaya bütün tedavi yöntemleri denenmiş ve sonuç elde edilememişse bronkoskopi ile özel bir tedavi uygulanıyor. Hastaların bronş içerisine ışın verilerek bronşlardaki

86

enflamasyon kontrol altına alınmaya çalışılıyor. Ülkemizde birkaç merkezde uygulanan bu yöntem ağır ve kontrol altına alınamayan durumlarda uygulanmakta. Bu noktada hastayı çok iyi seçmek gerekiyor ve 6-7 ay sonra aynı işlemi tekrar gerçekleştirmek gerekiyor.


87


Celal Yiyener FarmaKod Genel Müdürü

Röportaj

“Türk Üretim Sanayisi, Endüstri 4.0’dan Bir An Evvel Faydalanmalı ve Global Sahada Hızla Yerini Almalı!” “Firmalarımızın

öncelikle verimlilikleri üzerinde duruyoruz.

Üretim hızlarını kontrollü biçimde artırırken dikkat ettiğimiz; kullanıcı yönetimi, iş emri planlaması ve yönetimi, ekipman yönetimi, görev yönetimi, tüketim yönetimi, enerji yönetimi, kalite yönetimi, bakım ve servis yönetimi, reçete yönetimi ve bildirim yönetimi gibi ilkeler ortaya koyuyoruz.

iç prosedürlerine uyumlu, benimsenebilecek projeler ortaya çıkarmaya Firmalarımızın

gayret ediyoruz.” Öncelikle mısınız?

okuyucularımıza

kendinizi

tanıtır

1972 İstanbul doğumluyum, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi İşletme Mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra Hacettepe Üniversitesi Sağlık Kuruluşları Yönetimi bölümünden mezun oldum. 1989 yılında nakliye ve taşımacılık üzerine ilk ticari bilgisayar programımı yazdım ve sonrasında muhasebe takip ve tekstil üretim programlarıyla genç profesyonel yazılımcı olarak hayatıma devam ettim. 1996 Yılında Nobel İlaç dağıtım projesiyle ilaç sektörüyle tanıştım. O tarihlerde kullanılan AS400 programı

88

ve çeşitli özel yazılımlar üzerine çalıştım. GMP ve GDP üzerine yurt içi ve yurt dışı eğitimler sonrası 2008 Yılında ortak girişimli, Sağlık Bakanlığı izinli mümessil ecza depomuzu kurdum. Sektörde 2014 yılına kadar 2D KAREKOD İTS (İlaç Takip Sistemi) üzerine çalışmalarda bulundum. Kalite yönetim sistemleri, ilaç üretim uygulamaları ve lojistik depo yapıları üzerine çalışmalar yaptım. 2014 yılında Farmakod İlaç Ambalaj Ve Ticaret Ltd.Şti. firmasını kurdum. 2D Karekod sistemleri çalışmalarımızı bu firma çatısı altına toplayıp, farmakod endüstriyel yazılım ve proje tasarım otomasyon ve robot sistemler çözümleri sunmaya başladık. Bu gün sektörlerinde dev ve lokomotif markalar ile çalışmaktayız.


Endüstri 4.0 Nedir? Endüstri 4.0, teknolojilerin ve değer zinciri organizasyonları kavramlarının kolektif bir bütünüdür. Siber-fiziksel sistemlerin kavramına, nesnelerin internetine ve hizmetlerin internetine dayalıdır. Bu yapı akıllı fabrikalar vizyonunun oluşmasına büyük katkı sağlamıştır, sağlayacaktır. Endüstri 4.0, sanayinin dijitalleşmesi olarak da adlandırılabilir. Ancak bu sadece bir üretim hattının, bir faaliyetin değil, bir şirketin bütün çalışma ve süreçlerinin dijitalleşmesi olarak düşünülmelidir. Birbirine bağlı süreçlerin iletişim halinde olduğu, internet üzerinden iletişim kuran nesnelerin veri toplayıp üretim sürecini tamamen değiştirdiği, makinelerin insanlarla etkileşimini öne çıkaran bu yeni dönem, kendi kendini düzenleyebilen otonom üretim sistemleri sunmaktadır.

Endüstri 4.0 ile birlikte ilaç endüstrisini neler bekliyor ve bu yeni dönüşümün endüstriye avantajı nedir? • Üretim yürütme sistemi • Data ve kontrol • Üretim zekası • İzleme ve analiz • Yönetim Bu sistem fabrika düzeyinde üretimi, yönetme ve izleme süreçlerini kontrol eder. İstenilen tüm gerçek zamanlı verileri toplama yeteneğine sahiptir. Üretim Yürütme Sistemi; ERP (Kurumsal Kaynak Planlama) yazılımları ile üretim merkezlerini bir araya getirip, köprü görevi görür. Fabrika içindeki tüm sistemlerin entegre olarak çalışmasına olanak sağlar. Amacı; hata oranlarını azaltarak verimliliği arttırıp, üretim sürelerini kısaltmaktır. Bu şekilde tam zamanlı, uygun maliyetli ve kaliteli bir şekilde üretim hatlarının kontrol edilmesine olanak tanır. Nesnelerin interneti (IoT), akıllı cihazları internet aracılığıyla birbirine bağlayarak, verilerin kontrol edilmesini ve uygulama süreçlerinin istenilen şekilde yürütülmesini sağlayan bir yapıdır. Uzaktan algılama, performans izleme, görevleri yürütme gibi daha birçok yapıyı içinde barındırır. Sensörlerden toplanan veriler otomatize bir şekilde internet üzerinden depolanır. IoT, çeşitli haberleşme protokolleri sayesinde birbirleri ile haberleşen ve birbirine bağlanarak (bilgi paylaşarak) akıllı bir ağ oluşturmuş cihazlar sistemini sunar. Toplanan veriler güvenli bir şekilde dünyanın herhangi bir yerinden ulaşılabilecek şekilde depolanır. Üretim hattındaki HMI, PLC ve sensörlerden veriler toplanır ve gerekli olan süreç kontrolleri otomatik bir şekilde yapılır. İş emrine göre oluşturulmuş olan makine set değerleri PLC ve HMI’lara gönderilerek tam otomatik bir kontrol sağlanır. Büyük çaplı üretim verileri tarihsel olarak depolanır, ihtiyaç anında hızlıca erişim sağlanır.

Peki sektörde üretim yapan tesisler bu değişime ayak uydurmaya başladı mı? Son durum nedir? Bizim projelerimiz dışında henüz kurulan veya projelendirilmiş bir tesis bilgisine sahip değiliz.

Siz ilaç endüstrisinde yer alan firmalara ne tip çözümler sunuyorsunuz? Firmalarımızın öncelikle verimlilikleri üzerinde duruyoruz, üretim hızlarını kontrollü biçimde artırırken dikkat ettiğimiz; kullanıcı yönetimi, iş emri planlaması ve yönetimi, ekipman yönetimi, görev yönetimi, tüketim yönetimi, enerji yönetimi, kalite yönetimi, bakım ve servis yönetimi, reçete yönetimi ve bildirim yönetimi gibi ilkeler ortaya koyuyoruz. Firmalarımızın iç prosedürlerine uyumlu, benimsenebilecek projeler ortaya çıkarmaya gayret ediyoruz. Örnek verecek olursak; üretim hattı sonunda manuel ürün toplama yapılan bir tesisimize otomatik koli dolum sistemleri ilave ederek, üretim hattının ürün dolum hızını 2 katı seviyesine kadar çıkarabildik. Bu hız bir hat üzerinde 3 hat değerinde üretim anlamına gelmektedir.

Verdiğiniz bilgilere ek olarak neler söylemek istersiniz? Türk üretim sanayisi, son 10 yılda artık süreçlerini sorgulayan ve prosedür esaslarına göre kurallara dayalı sistemleri benimsemiş durumdadır. Bu sistemleri bilgili ve yetenekli insan gücü ile günümüze kadar getirilmiş ve bugün bu kalifiye insan gücünü sektörler bulamaz hale gelmiştir. Bence tam da bu durumda devreye artık Endüstri 4.0 giriyor. Konuşan makineler, kendi içinde süreçlerini izleyebilen ve raporlayabilen yapılar, sıfır seviyesinde sapma ve tabi tam zamanlı gerçek maliyetli üretim süreçleri, Türk üretim sanayisi bu fonksiyonlardan bir an evvel faydalanmalı ve global sahada hızla yerini almalıdır.

Kullanıcı yönetimi, iş emri planlaması ve yönetimi, ekipman yönetimi, görev yönetimi, tüketim yönetimi, enerji yönetimi, kalite yönetimi, bakım ve servis yönetimi, reçete yönetimi ve bildirim yönetimi avantajları sağlar.

89


Filiz Kaner Pharmactive İnsan Kaynakları Müdürü

Röportaj

“Pharmactive Olarak Başarımızın Arkasındaki Gücün Çalışanlarımız Olduğunu Biliyoruz!” “İş süreçlerimiz ile entegre olan insan kaynakları organizasyon yapımız şirket hedeflerimizi destekleyecek şekilde yalın ve matris bir yapıda tasarlanmıştır. Bölümümüz şirketimizin iş stratejisini destekleyecek İK politikalarını oluşturmakta ve geliştirmektedir. Bu kapsamda; ihtiyaç duyulan yetkinlikteki ve deneyimdeki çalışanların şirketimize alınması ve elde tutulması için işe alım ve yerleştirme, eğitim ve gelişim, performans değerlendirme, yetenek yönetimi, motivasyon ve tutundurma çalışmaları, personel ve özlük işleri süreçlerine yönelik faaliyet gösterdiğimiz ana konularımız mevcuttur.”

90

Öncelikle kendinizden ve kariyer yolculuğunuzdan biraz bahseder misiniz?

Pharmactive’in insan kaynakları olarak neler yapıyorsunuz?

Çalışma hayatıma bankacılık sektörü ile başladım. 2002 yılında asıl hedefim olan İnsan Kaynakları sektörüne geçiş yaptım. İnsan kaynakları alanında Hedef Alliance Holding, British and Turkish Company, Medilife Sağlık Grubu’nda İnsan Kaynakları yöneticiliği pozisyonunda çalıştım. 2015 yılında Saya Grup İnsan Kaynakları Müdürü olarak başlamış olduğum görevime Saya Grup şirketlerinden biri olan Pharmactive İlaç’ta devam etmekteyim. Aynı zamanda PERYÖN’de yedek Etik Kurul üyesiyim.

Pharmactive İnsan Kaynakları olarak yeni süreçlerinin kurgulandığı ve aynı zamanda mevcut süreçlerin gözden geçirilerek güncellendiği bir dönemdeyiz. Hedefimiz yetkin çalışanların işe alımını yapmak, mevcut çalışanları geliştirmek ve performansını yönetebilen, öğrenen, sürekliliği olan bir organizasyon modelinin kurulumunu sağlayabilmek. Uygulamalarımızda esas hedefimiz çalışanlarımız için daha fazla katma değer yaratacak faaliyetlerde bulunabilmek.


Pharmactive’in insan kaynakları organizasyonu ve ele aldığınız ana konular hakkında bilgi alabilir miyiz? İnsan kaynakları tarafında yeni bir ekip oluşumu içindeyiz. İş süreçlerimiz ile entegre olan insan kaynakları organizasyon yapımız şirket hedeflerimizi destekleyecek şekilde yalın ve matris bir yapıda tasarlanmıştır. İnsan Kaynakları Müdürlüğü olarak toplamda 9 kişilik bir ekibiz. Bölümümüz şirketimizin iş stratejisini destekleyecek İK politikalarını oluşturmakta ve geliştirmektedir. Bu kapsamda; ihtiyaç duyulan yetkinlikteki ve deneyimdeki çalışanların şirketimize alınması ve elde tutulması için işe alım ve yerleştirme, eğitim ve gelişim, performans değerlendirme, yetenek yönetimi, motivasyon ve tutundurma çalışmaları, personel ve özlük işleri süreçlerine yönelik faaliyet gösterdiğimiz ana konularımız mevcuttur.

Pharmactive İnsan Kaynakları Müdürü olarak bu güne kadar gerçekleştirdiğiniz projeler neler? Henüz 5 yıllık bir şirket olmamıza rağmen insan kaynakları süreçleri ile ilişkili hayata geçen birçok projemiz bulunmaktadır. Bunlara kariyer modelimizi, öneri ve ödüllendirme süreçlerimizi, performans ve yetenek yönetimi süreçlerimizi örnek olarak verebiliriz. Ayrıca ilaç sektörü insan kaynakları liderlerinin bir araya geldiği bir oluşuma da liderlik yapmaktayız.

Turnover oranı ve performans değerlendirme sistemlerinden bahseder misiniz? Çalışan bağlılığı için neler yapıyorsunuz? Sektördeki turnover sayısı maalesef çok yüksek bir seviyede. Bizler ise hem doğru çalışan seçimi yapıp hem de mevcut çalışma arkadaşlarımıza yönelik iyileştirici faaliyetler yapmaktayız. Yaptığımız faaliyetler kapsamında şirket olarak turnover’da sektör ortalamasının altındayız. Yılda bir kez yaptığımız Çalışan Görüşleri Araştırmalarımızın sonuçlarına baktığımızda da çalışanlarımızın yüzde 70’inden fazlası Pharmactive ilaç’ta sürdürülebilir bir gelecek olduğuna inanmakta. Hemen hemen tüm toplantılarımızda yola beraber çıktığımız çalışma arkadaşlarımız ile başarılarımızı kutluyoruz. Yılda bir kez merkez ve fabrika çalışanlarımızı bir araya getirerek başarılarımızı kutladığımız, belirli kıdem yıllarını tamamlayan ekip arkadaşlarımızı onurlandırdığımız kurumsal paylaşım toplantıları yapıyoruz. Saha çalışanımız için ise yılsonu dönem toplantıları yapıyoruz ve onlarla çeşitli oturumlarla bir araya geliyoruz. Bu toplantılarda hep beraber başarıyı kutlarken tüm çalışanlarımızın şirketimizin gelecek planlarını öğrenmesini ve sahiplenmesini amaçlıyoruz. Böylelikle ortaklaşa yarattığımız başarılara imza atıyoruz. Şirketimizde çalışma arkadaşlarımızın gerekli yetkinlikleri sergileyerek, hedeflerini gerçekleştirerek şirketin iş sonuçlarına ulaşmasını sağlayan bireysel katkılarının ödüllendirildiği adil ve rekabetçi bir performans sistemi uygulanmaktadır. Performans yönetimi online bir sistem üzerinden yürütülmektedir. Bu sistem yıl içinde sürekli kullanılabilen, geri bildirim aracı olan, hedeflerin gerçekleştirilmesinde yöneticilere çalışanları ile ilgili sağlıklı bir değerlendirme yapma imkanı sağlamaktadır. Çalışanlarımız

da gösterdikleri performansa göre ücret artışı dışında prim ödemeleri ile de ödüllendirilmektedir. İnsana değer veren organizasyonların her zaman başarıyı yakalayacağını düşünüyoruz. Pharmactive olarak başarımızın arkasındaki desteğin ve gücün çalışanlarımızın ve onları her zaman destekleyen ailelerinin olduğunu çok iyi biliyoruz. Bu nedenle karar süreçlerinde çalışanlarımızdan aldığımız geri bildirimlerin ne kadar değerli olduğunun bilinciyle merkezi karar almaktansa çalışanlarımızdan gelen görüşler doğrultusunda karar alıyoruz. İnsan kaynakları olarak tüm çalışanlarımız ile son derece açık bir iletişimimiz var. Çay sohbetleri vb. uygulamalar ile merkezden uzak fabrika ve saha çalışanlarımız ile bir araya geliyoruz. Pharmactive olarak, %80’i Y Kuşağı çalışma arkadaşlarına sahip bir firma olarak bunun değerini biliyoruz. Yeni nesil çalışanlarımızın beklentilerini anlamak adına onlardan sürekli geri bildirimler alıyoruz. Ardından onların beklentilerini gelecek stratejilerimize entegre ederek potansiyellerini performansa çevirecek ortamlar yaratmaya çalışıyoruz.

Dünkü ve bugünkü İK süreçleri arasındaki farklar nelerdir? Gelecekte İK departmanının yeri sizce nasıl olacak? Geçmişte insan kaynakları farklı şekilde algılanıyor hatta insan kaynaklarının sorumluluk alanı ve süreçleri konusunda açıklamalar yapmak gerekiyordu. Maalesef işlemler genel olarak mikro düzeyde operasyonel süreçler olarak ilerliyordu. Günümüzde şirketlerin stratejilerini uygulayabilmeleri, sürekliliklerini sağlayabilmeleri ve rekabetçi avantaj kazanabilmeleri sahip oldukları nitelikli insan kaynağına ve bu kaynakları ellerinde tutabilme sistemlerine bağlı hale gelmiştir. Bu doğrultuda da insan kaynaklarının şirketler için olan önemi farkına varılmıştır. Bu şekilde de geleneksel personel yönetiminden insan kaynakları yönetimine doğru gerçekleşen bir dönüşüm yaşanmıştır. Böylelikle insan kaynakları, şirketinin tüm süreçlerine hakim olan, yeni sistemler geliştiren, şirkete katkı sağlayan stratejik bir departman haline gelmiştir. Gelecekte insan kaynaklarının, şirketin tüm süreçlerine hâkim stratejik yönetim ve inovasyon süreçlerini de bünyesine alarak bir iş ortağı olarak varlığını sürdürmeye devam edeceğini düşünüyoruz. Bu sebeple insan kaynaklarının yerli ve global yönetim sistemlerini, iç-dış müşteri beklentilerini iyi analiz etmesi, yenilikleri, teknolojileri takip etmesi ve hakim olduğu iç süreçlerde fark yaratması gerektiğine inanıyoruz.

Biraz da sizin hedeflerinizden bahsedecek olursak, gelecekte hayata geçirmek istediğiniz ne gibi projeler var? Bu noktada ana hedefleriniz neler? Özellikle Çerkezköy lokasyonunda, şirketimize ve akabinde sektördeki diğer firmalara örnek teşkil edecek iş gücü kaynağını temin ve yönetme modelleri kurgulamayı hedefliyoruz. Aynı şekilde yeni ve genç bir firma olsak da İK uygulamalarımız ile yeni nesil stratejik insan kaynakları uygulamalarında fark yaratan modeller kurgulamak da istiyoruz.

91


Nazlı Topçuoğlu Danone Türkiye İletişim Müdürü

Röportaj

“Sürdürülebilirlik Projeleriyle, Hem Çevreye Hem De Topluma Fayda Sağlamayı Görevimiz Kabul Ettik!” “Daha sağlıklı bir dünya için çalışma anlayışımız ve doğumdan yaşlılığa kadar insan hayatının tüm evrelerini kapsayan ürünlerimizle topluma fayda sağlamayı hedefliyoruz. 5 kişiden oluşan iletişim ekibimiz ile

Danone Türkiye bünyesinde faaliyet gösteren Sütlü Ürünler, Su, Anne Bebek Beslenmesi ve Medikal Beslenme şirketlerimizin tüm iletişim faaliyetlerini yürütüyoruz. Şirketlerimizin ve markalarımızın farklılaşan ihtiyaçlarına paralel olarak hem çalışanlarımıza hem de dış paydaşlarımıza dönük iletişim çalışmalarını hayata geçiriyoruz. Faaliyet gösterdiğimiz hızlı tüketim ürünleri ve ilaç sektörlerinin farklı dinamikleri doğrultusunda lider iletişimi, pazarlama iletişimi ve iç iletişim konularına odaklanıyoruz.” Öncelikle bize kendinizden ve profesyonel iş geçmişinizden bahseder misiniz? İstanbul Bilgi Üniversitesi’ndeki İletişim lisans eğitimimi takiben Galatasaray Üniversitesi’nde yine aynı alanda yüksek lisansımı tamamladım. Gazetecilik kariyerime üniversite yıllarında Nokta Dergisi ile başladım ve ardından daha sonra Hürriyet bünyesine dahil olan Referans ekonomi gazetesinde devam ettim. 2008 yılında gazetecilikten masanın diğer tarafına geçmeye karar verdim. Bu karar ile birlikte ilaç sektörüne Kurumsal İletişim Müdürü olarak adım attım. 2013 yılında beslenme ve sağlığı aynı çatı altında buluşturan Danone ailesine katıldım. Danone gibi bir dünya devinin bünyesinde hızlı tüketim ürünleri dünyasını tanıma şansım olduğuna inanıyorum. Burada sırasıyla Sütlü Ürünler ve Medikal Beslenme şirketlerinde İletişim Müdürü olarak hem iç hem de dış iletişim faaliyetlerini yürüttüm. 2016 yılında ise tüm Danone şirketlerinden sorumlu İletişim Müdürü olarak atandım. Şu an ekip

92

arkadaşlarımla beraber Sütlü Ürünler, Su, Anne Bebek Beslenmesi ve Medikal Beslenme şirketlerinin tüm iletişim süreçlerini yürütüyoruz.

Kurumsal iletişim nedir ve şirketler için neden önemlidir? Kurumsal iletişim departmanının beyindeki “amigdala” ile benzer şekilde işlediğini düşünüyorum. Bir anlamda şirketin sosyal yönünü geliştiriyor ve ilişkileri güçlendiriyoruz. Şirketin sosyal yönü en az ticari başarı kadar sürdürülebilirlik açısından önem taşıyor. Şirketin çalışanlarından tüketicilerine, yatırımcılarından tedarikçilerine kadar uzanan bu büyük ilişki ağının yönetimi ancak yapılandırılmış bir iletişim yaklaşımıyla mümkün. Bu açıdan bakıldığında kurumsal iletişimin rolünün sadece var olanı anlatmaktan ziyade yarını da çizmek olduğunu söyleyebiliriz.


Kurumsal itibar yönetimi noktasında neler yapmaktasınız? Danone’de “Daha sağlıklı bir dünya için çalışıyoruz” anlayışımızla bütün çalışanlarımızı toplumun kalbine girecek ve onu kucaklayacak bir amaç etrafında birleştirmeye çalışıyoruz. Sorumluluklarımızın yalnızca fabrika kapılarıyla sınırlı olmadığını biliyor, insanların ve gezegenin sağlığını korumayı amaçlayan yeni bir yol sunuyoruz. Özellikle son 2 yıldır ortaya koyduğumuz sürdürülebilirlik projeleriyle hem çevreye hem de topluma fayda sağlamayı görevimiz kabul ettik. Danonelilerin aktif katılımıyla yürüttüğümüz bu projelerle arzu ettiğimiz geleceği hep beraber inşa etmenin mutluluğunu yaşıyoruz.

Kurumsal iletişim departmanınız altında kaç kişilik bir ekip var ve kaç başlık altında iletişim çalışmalarınızı sürdürüyorsunuz? “Daha sağlıklı bir dünya için çalışma” anlayışımız ve doğumdan yaşlılığa kadar insan hayatının tüm evrelerini kapsayan ürünlerimizle topluma fayda sağlamayı hedefliyoruz. 5 kişiden oluşan iletişim ekibimiz ile Danone Türkiye bünyesinde faaliyet gösteren Sütlü Ürünler, Su, Anne Bebek Beslenmesi ve Medikal Beslenme şirketlerimizin tüm iletişim faaliyetlerini yürütüyoruz. Şirketlerimizin ve markalarımızın farklılaşan ihtiyaçlarına paralel olarak hem çalışanlarımıza hem de dış paydaşlarımıza dönük

Esra Yavuz İletişim Yöneticisi

Duygu Alço İletişim Yöneticisi

Danone’nin Türkiye´de faal olduğu bir sosyal sorumluluk projesi var mı? İşimizin temelinde daha sağlıklı bir dünyaya katkıda bulunmak yatıyor. Biz de toplum sağlığının aileden başladığına olan inancımızla özellikle çalışan annelerimizi desteklemeye devam ediyoruz. Türkiye’de kadınların hamileliklerinden başlayarak, annelik süreçlerinde iş yaşamında yaşadıkları zorlukları ortaya çıkarmak, anlamak ve çözüm için kurumları harekete geçirmek üzere hayata geçirdiğimiz “Çalışan Anneler Projesi” öncelikli gündem maddelerimizden. 2015 yılında başlattığımız bu program kapsamında geçen yıl KAGİDER iş birliği ile “İyi ki Annem Çalışıyor!” kampanyasına imza attık. Bu kampanya ile çalışan annelerin iş hayatlarına devam ederek, kendileri ve aileleri için yaratacakları değer konusunda toplumsal bilinç oluşturmayı hedefliyoruz. Başlattığımız bu kampanyanın olumlu etkilerini hem iş dünyasında hem de toplumda gözlemliyoruz. Son olarak bu kampanyayı Birleşmiş Milletler tarafından New York’ta gerçekleşen “UN Women” konferansında iş hayatında anne olan kadınların karşılaştığı engellere ve yapılması gerekenlere daha fazla dikkat çekmek adına tüm dünyaya anlattık.

Nazlı Topçuoğlu İletişim Müdürü

iletişim çalışmalarını hayata geçiriyoruz. Faaliyet gösterdiğimiz hızlı tüketim ürünleri ve ilaç sektörlerinin farklı dinamikleri doğrultusunda lider iletişimi, pazarlama iletişimi ve örgüt içi iletişim konularına odaklanıyoruz.

Danone’nin kurumsal yapısından faaliyetlerinizden bahseder misiniz?

Danone olarak, bireylerin yaptıkları gıda ve içecek seçimleriyle aslında nasıl bir dünyada yaşamak istedikleri ile ilgili oy verdiklerine inanıyoruz. Bu doğrultuda mümkün olan en fazla sayıda insana gıda yoluyla sağlık ulaştırmak misyonumuzla beraber hayata geçirdiğimiz her projede insanlar kadar gezegenimizin de sağlığı gözetiyoruz.

ve

Danone 130’u aşkın ülkede 4 ayrı iş kolu ile var olan toplam cirosu 24 milyar euro’luk bir gıda devi. 100.000 çalışanı ile Danone tüm dünyada su, sütlü ürünler, anne bebek beslenmesi ve medikal beslenme alanlarında faaliyet gösteriyor. Türkiye’de de bu dört iş kolunda faaliyetlerimizi sürdürüyor ve doğumdan yaşlılığa kadar insan hayatının tüm evrelerini kapsayan ürünlerimizle topluma fayda sağlamayı hedefliyoruz.

Nebile Bozdoğan İletişim Yöneticisi

Canan Kuş Kocaoğlu Asistan İletişim Yöneticisi

Ayrıca iş yerlerinde süt odalarının bir toplantı odası kadar temel bir ihtiyaç ve hak olduğunun farkındayız. Türkiye’deki firmalara baktığınızda yalnızca %9’unda süt sağma odası yer alıyor. Bu da demek oluyor ki birçok çalışan anne sütünü sağmak için tuvalet gibi hijyenik olmayan koşulları tercih etmek durumunda kalıyor. Yine 2017’de KAGİDER ile başlattığımız “Süt Odası Lüks Değil İhtiyaçtır” kampanyamızla çalışan annelerin ihtiyaçlarına cevap vermek adına tüm şirketlere “Süt Odası” kurma çağrısında bulunduk. Katıldığımız birçok konferansta süt odası kurarak farkındalık yarattık ve diğer şirketlerde süt odası kurulmasına ön ayak olduk. 2017 yılında hem kadınların iş hayatından kopmaması hem de toplumda farkındalık yaratmak adına hayata geçirdiğimiz “İyi Ki Annem Çalışıyor” ve “Süt Sağma Odası Lüks Değil İhtiyaçtır” kampanyalarımızla birlikte sosyal medya üzerinde toplam 20 milyondan fazla kişiye ulaştık.

93


Prof. Dr. Ebru Özgen Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi

Makale

“Markaların İhti ẏ acı Sosyal Sorumlu Bi ṙ İleti ”̇ “Teknolojinin getirdiği hız, insanları da daha hızlı hareket etmeye güdülüyor. Ve bu hız insana dair her şeyi de kendi etkisi içine alıyor. Hızla başlayan pek çok şey aynı hızla tükeniyor, tüketiliyor. Çünkü tüketim kültürü hepimize her an tüketmemizi emrediyor. Yavaşlamamıza, sakinleşmemize ve sadeleşmemize izin vermiyor. Bu hıza yetişmek zorunda olan markalar, bu hızın içinde yitmemek için var gücüyle çalışıyor ve en çok iletişimin sihrinden faydalanmaya çalışıyor. “ Her geçen gün ve aslında her an yeni bir teknoloji hayatımızdaki yerini alıyor. Her yeni teknoloji dolaylı olarak ya da direk bir biçimde iletişim dünyasının evrilmesine, değişmesine neden oluyor ve iletişim disiplinlerinin kendisini bu yeniliklere göre güncellemesini zorunlu kılıyor. Sürekli bir hız ve bu hıza yetişmeye çalışan kapitalist sistemin tüm aktörleri sürekli bir devinim içinde koşturuyor. Teknolojinin getirdiği hız, insanları da daha hızlı hareket etmeye güdülüyor. Ve bu hız insana dair her şeyi de kendi etkisi içine alıyor. Hızla başlayan pek çok şey aynı hızla tükeniyor, tüketiliyor. Çünkü

94

tüketim kültürü hepimize her an tüketmemizi emrediyor. Yavaşlamamıza, sakinleşmemize ve sadeleşmemize izin vermiyor. Bu hıza yetişmek zorunda olan markalar, bu hızın içinde yitmemek için var gücüyle çalışıyor ve en çok iletişimin sihrinden faydalanmaya çalışıyor. Çalışmalılar da. Çünkü, günümüz hız dünyasında sadakat kavramından eskisi kadar güçlü bir biçimde bahsetmek mümkün gözükmüyor. Markalar sadık müşteri kazanmak için yaptıkları onlarca çalışmayı, şimdi kategori sözü edildiğinde yani ihtiyaç hissedildiği anda akla gelen ilk birkaç marka arasında olabilmek için yapmaya başladılar. Gerçek şu ki, her ne iş yapılıyor olursa olsun iletişim şart. İletişimin odakta olmadığı tüm sistemlerin yaşam döngüsü kısa süreli olacak. Üstelik bu iletişim sorumlu bir iletişim olmak zorunda. Daha net bir ifade ile kendini içinde bulunduğu topluma ve geleceğe karşı sorumlu hissetmeyen işletmelerin yaşam şansı yok. Sosyal sorumluluk anlayışını kültürel kodlarının içine ince ince işlemeyen işletmeler anca kısa sürelerle pazarın içinde var olabilirler.

“İletişimin odakta olmadığı tüm sistemlerin yaşam döngüsü kısa süreli olacak.”


İletişimini doğru kuran, müşterisini dinleyen ve onunla etkileşime girebileceği tüm yolları canlı tutan ve müşterisine kendisini her zaman iyi hissettiren markalar canlı kalmaya devam ederken diğerleri uyumak ya da uyutulmak zorunda kalıyor. Bir kez daha vurgulamak gerekir ki, bütün bu hız ve tüketim içerisinde her geçen gün daha canlı hale gelen ve gelecekte çok daha büyük öneme sahip olacak bir konu var ki; o da “sosyal sorumlu bir davranışı kurumsal kültürünün içine yerleştirmek” yani “sosyal sorumlu marka” olabilmek. Gösteriş için yapılan ya da sadece satışı özendirici bir sosyal sorumluluk değil bahsettiğimiz. Gerçek anlamda sosyal sorumlu davranan bir kurumsal yapıyı geliştirmek. Markanın

“Bütün bu hız ve tüketim içerisinde her geçen gün daha canlı hale gelen ve

gelecekte çok daha büyük öneme sahip olacak bir konu var ki; o da “sosyal sorumlu bir davranışı kurumsal kültürünün içine yerleştirmek” yani

“sosyal sorumlu marka” olabilmek. “ bir fikir olarak daha hayal edildiği anda sosyal sorumlu bir anlayışla markayı geliştirmek ve sonrasında bu davranış biçimini ve bu kültürel mirası korumak. Bir işletme çalışanına karşı dürüş ve adil olmalı, çalışma saatlerini insani şartlarda uygulamalı, fazla mesaileri ücretlendirmeli, çalışanlarının güvenlik ihtiyaçlarını karşılamalı, üretim sistemlerini çevreye duyarlı alt yapılarla sağlamalı, tüm üretim süreçlerini çevre odaklı oluşturmalı, hedef kitlesini manipüle edecek bir iletişim süreci geliştirmemeli, reklamlarında yanıltıcı bilgiye yer vermemeli, eşit davranış biçimi gözetmeli, çocuk işçi çalıştırmamalı, hukuki sorumluluklarını yerine getirmeli, kadın-erkek eşitliğini gözetmeli ve tüm süreçlerine bu sayılanları birer kurumsal davranış olarak yerleştirmelidir. Ancak bu ve sayılmamış olan daha pek çok anlayışla birlikte, sorumluluk anlayışını temeline almış bir kurum olarak değerlendirilebilir. Ve ancak bu açıdan bakarsak “sosyal sorumluluk” anlayışından hareket eden bir yapı oluşturulabilir. Kültürel kodlarının içine bu davranış kalıplarını yerleştiren işletmeler bundan sonra çevreye ve topluma karşı duyarlı olmalı ve sürdürülebilir toplumsal yatırım projelerinin içinde olmalıdır. İçinde bulunduğumuz yüzyıl iletişim yüzyılıdır ve gelecek sadece stratejik iletişimden faydalanan işletmeleri ancak marka haline getirecektir. Özellikle sağlık sektörü her açıdan sosyal sorumlu davranması gereken, iletişimi kültürel kodlarının odağına alarak sosyal sorumluluk temelli sağlık iletişimi politikaları oluşturmalıdırlar. Sağlık iletişimi, bireysel ve toplumsal sağlığın gelişmesine katkıda bulunur ve sağlık sektöründeki aktörlerin kendisini en iyi şekilde anlatabilmesini sağlar. Sağlık sektörü başlı başına

“Sağlık sektörü çok geniş bir alandır ve

güven inşa etmek zorundadır. Sosyal sorumluluk anlayışıyla kurulan stratejik iletişim süreçlerinin yönetimi güven ortamının yaratılması için en önemli adımlardır.” bir sorumluluk alanıdır. Sağlık sektöründe iletişim araçlarının kullanılması, kişilerin istenilen harekete yönlendirilmesi ve bu konuda ikna edilmesi, mevcut olumlu sağlık davranışına yönlendirme ve sağlık hizmetlerine talep yaratılması ile birlikte hizmet kalitesinin arttırılmasına ilişkin bir sonuç yaratır. Dolayısıyla sağlık iletişimi sağlık sektörünün aktörleri ile bugün hastalıkların önlenmesi, sağlığa ilişkin önemli bazı noktaların savunulması, sağlık hizmetlerinin üretilmesi ve pazarlanması, sağlık hizmeti tüketicilerinin tedavi süreçleri, tedavi seçenekleri ve sağlık bakım kalitesi ile ilgili olarak bilgilendirilmesi ve eğitilmesi gibi çeşitli prensipleri sıklıkla kullanmaktadır. Ancak bu süreçte sosyal sorumlu bir anlayışla hareket etmek zorunluluğu vardır. Diğer bir yandan, iletişimden uzak, kendisini hedef kitlesine anlatmayan ve sosyal sorumluluktan uzak işletmelerin yaşam şansı yoktur. Bu nedenle sağlık sektöründe yer alan aktörlerin de kendisini en iyi şekilde anlatmaya, duyurmaya ve hizmetlerini tanıtmaya ihtiyaçları vardır. Bu nedenle halkla ilişkiler hizmeti alan sağlık sektörü aktörleri rekabette avantaj sağlamaktadırlar. Kısaca, sağlık sektörü çok geniş bir alandır ve güven inşa etmek zorundadır. Sosyal sorumluluk anlayışıyla kurulan stratejik iletişim süreçlerinin yönetimi güven ortamının yaratılması için en önemli adımlardır. Prof. Dr. Ebru Özgen Hakkında; 1993 yılında Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun olan Ebru Özgen, aynı yıl fakültede araştırma görevlisi olarak göreve başladı ve Halkla İlişkiler alanında yüksek lisans ve doktorasını tamamladı. 2012 yılında doçent olan Özgen’in, Kurumsal Sosyal Sorumluluk Projeleri, Çalışanım Sen Çok Yaşa, Sosyal Medya Akademi ve Ağdaki Şüphe Bir Sosyal Medya Eleştirisi isimli dört tane kitabı yayınlanmıştır. Halen İletişim Fakültesi öğretim üyesi olan Özgen, halkla ilişkiler çalışmalarının yanında “çocuk gelinler” üzerine sosyal sorumluluk çalışmalarına da devam etmektedir.

95


TERFİLER VE ATAMALAR

Dr. Erdal BOZDOĞAN

Takeda Türkiye Genel Müdürlüğüne Dr. Erdal Bozdoğan Atandı Son 3 yıldır Takeda Türkiye’nin Genel Müdürlüğünü yürüten Gamze Yüceland’ın Nisan ayında Takeda Kanada Ülke Başkanlığı’na atanmasının ardından Takeda Türkiye Genel Müdürlüğüne Dr. Erdal Bozdoğan atandı. Bozdoğan yeni görevine 21 Mayıs 2018 tarihinde başladı.

2015 yılından bu yana Takeda Türkiye’de Spesifik Ürünler İş Birimi Direktörlüğü görevini sürdüren Bozdoğan, bu süre zarfında çeşitli Onkoloji, Hematoloji ve Gastroentereloji ürünlerinin satış ve pazarlama ekiplerinin kurulması sürecini başarıyla yönetti. 2017’de EM (Emerging Market / Gelişen Pazarlar) Liderlik Davranışları Ödülü alan Erdal Bozdoğan’ın liderliğinde Türkiye Spesifik Ürünler İş Birimi uluslararası alanda çeşitli ödüller kazandı. Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden 1994 yılında mezun olan ve mezuniyetini takiben 5 yıl boyunca pratisyen hekimlik yapan Dr. Erdal Bozdoğan, 1999 yılında ilaç sektörüne girdi ve 1999 – 2001 arasında Abbott İlaç’ta Medikal Müdür olarak görev yaptı. 2001 – 2004 arasında I3 Research Ingenix Pharmaceutical Services Limited, UK şirketinde Klinik Araştırmalar Lideri ve Kıdemli Bölgesel Klinik Proje Müdürü olarak çalışan Dr. Erdal Bozdoğan, 2004 – 2005 yılları arasında ise Nutricia Yetişkin Beslenme Bölümü’nde Ürün Müdürü olarak görev yaptı. 2005 yılından itibaren 10 yıl boyunca Eli Lilly bünyesinde yurt içi ve yurt dışında çeşitli üst düzey pozisyonlarda görev alan Bozdoğan, 2015 yılında Takeda Türkiye’de Spesifik Ürünler İş Birimi Direktörü olarak çalışmaya başladı. Bozdoğan, profesyonel çalışma hayatına devam ederken 2009 – 2012 yılları arasında Maltepe Üniversitesi’nde Yüksek Lisans öğrencilerine Pazarlama ve Pazarlama İletişimi konularında dersler verdi.

Novartis Türkiye´den Globale Üst Düzey Atama Novartis Türkiye’de Teknik Operasyonlar Gebze1 ve Gebze2 Fabrikaları Direktörü olarak görev yapmakta olan Şafak Öner, Novartis Katı Form fabrikalarının altında toplandığı iki Network’den birinin Başkanı olarak global pozisyona atandı.

Şafak ÖNER

Şirketten yapılan açıklamaya göre, Haziran 2018 itibari ile çalışma hayatına Novartis’in merkez ofisinin bulunduğu Basel’de devam edecek olan ve Novartis Teknik Operasyonlar içinde Almanya’dan Singapur’a farklı ülkelerde bulunan ve dünyaya üretim yapan katı form fabrikalarından sorumlu olacak olan Öner, yenilikçi yaklaşımları ile farklı projelerde imza atmaya devam edecek. İlaç sektöründeki kariyerine 1999 yılında başlayan ve Novartis’e katılmadan önce Roche, Dow Kimyasalları ve Bayer Holding’te uluslararası görevlerde artan sorumluluklarla çeşitli roller alan Öner, son olarak Novartis Türkiye’de Teknik Operasyonlar bünyesindei iki fabrikanın direktörlüğü görevini yürütüyordu. Orta Doğu Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Fakültesi Kimya Mühendisliği bölümünden mezun olan Şafak Öner’in uzmanlıkları arasında, strateji, sürekli iyileştirme ve inovasyon, tesis yönetimi, tedarik zinciri, düzenleyici kuruluşlarla ilişkiler, proje planlama ve yönetimi ve değişim yönetimi yer alıyor.

96


Chiesi Grup, Avrupa-Benelux CEE Bölge Başkanlığı Görevine Filiz Balçay Atandı

Filiz BALÇAY İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi mezunu olan Balçay, 1991 yılında ilaç sektöründe başladığı çalışma hayatında Pfizer, Schering Plough ve MSD’de öncelikle satış ve pazarlama olmak üzere farklı alanlarda çeşitli roller üstlendi. 2013 yılından bu yana Chiesi İlaç Türkiye Genel Müdürü olarak görev yapan Filiz Balçay, 1 Temmuz 2018 itibariyle AvrupaBenelux CEE Bölge Başkanı olarak kariyerine devam edecek. Üst üste 4 yıldır En Güçlü 50 Kadın CEO arasına yer alan Filiz Balçay, Independent Women Directors Initiative üyesidir ve gelişmekte olan pazarlar için EFPIA’da (Avrupa İlaç Endüstrisi Dernekleri ve Federasyonu) Chiesi grubunu temsil etmektedir.

Umut Meriç, Boğaziçi Üniversitesi İnşaat Mühendisliği bölümünden mezun olduktan sonra Avusturalya, New South Wales Üniversitesi Teknoloji Yönetimi’nde yüksek lisansını tamamladı. 2004 yılında iş hayatına Pfizer’de Ürün Müdürü olarak başlayan Meriç, 2007–2010 yılları arasında ScheringPlough’da alerji ürünlerinden sorumlu Ürün Müdürü, ve sonrasında da 2010–2013 yılları arasında MSD’de sırasıyla Takım Lideri, Marka ve Müşteri Yöneticisi ve Franchise Müdürü olarak görevine devam etti. 2013-2015 yılları arasında GSK’da Üroloji ve Merkezi Sinir Sistemi İş Birim Müdürü olarak çalışmasının ardından, 2015 yılında Primary Care İş Bölüm Direktörü olarak Chiesi Türkiye ailesine katıldı. Umut Meriç, 1 Temmuz 2018 tarihi itibari ile görevine Chiesi Türkiye Genel Müdür’ü olarak devam edecek.

Chiesi Grup, yeni bölge yapılanmasında 14 ülkeyi Türk kadın yöneticiye emanet etti. Yeni oluşturulan Avrupa-Benelux CEE Bölge Başkanı pozisyonuna, 5 yıldır Chiesi Türkiye Genel Müdürü görevini başarıyla yürüten Filiz Balçay atandı.

Umut MERİÇ Chiesi Türkiye Genel Müdürlüğü pozisyonuna, 2015 yılından beri Chiesi İlaç Türkiye PC Bölüm Direktörlüğü görevini başarıyla yürüten Umut Meriç atandı. 97


TERFİLER VE ATAMALAR

Novartis Nilüfer GÜRPINAR GÜNER 2012 yılından beri Sandoz’un Türkiye ve Ortadoğu Bölgesi İletişim Müdürlüğü görevini başarıyla yürüten Nilüfer Gürpınar Güner, Mayıs 2018 tarihi itibarıyla Novartis İlaç Türkiye ve Ülke Kurumsal İletişim ve Hasta İlişkileri Direktörü olarak atandı.

Nilüfer Gürpınar Güner, Novartis İlaç Türkiye iletişim ve hasta ilişkileri yönetiminden sorumlu olacak ve ayrıca Novartis Grup firmalarının ülke düzeyinde iletişim faaliyetlerini yürütecek. Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri mezunu olan Nilüfer Gürpınar Güner, iş hayatına 1998 yılında The Royal Bank of Scotland’da (RBS) başladı. RBS’de çalıştığı 14 yıl boyunca bölge sorumluluğu da dahil olmak üzere pazarlama ve kurumsal iletişim yönetim görevlerinde bulunan Nilüfer Gürpınar, 2012 yılından bu yana Sandoz Türkiye ve Ortadoğu Bölgesi İletişim Müdürü olarak görev yapmaktaydı.

Sevgi DİREK Novartis İlaç Türkiye’de ‘Pazara Erişim ve Dış İlişkiler Direktörü’ olarak görev yapan Sevgi Direk, Nisan 2018 itibarıyla Novartis İlaç Global Kardiyo Metabolizma ekibine “Pazara Erişim & Sağlık Ekonomisi Direktörü” olarak atandı. Sevgi Direk, İsviçre Basel’de yerleşik olarak görev yapacak ve yeni görevinde global pazarda Kardiyo Metabolizma tedavi alanı için pazara erişim ve sağlık ekonomisi çalışmalarına liderlik edecek. Kariyerine 2003 yılında Abdi İbrahim’de başlayan Sevgi Direk, farklı rollerin ardından 2012 yılına kadar Ruhsatlandırma Müdürü olarak çalıştı ve 2012-2014 yılları arasında AİFD’de Ruhsatlandırma ve Fiyatlandırma Müdürlüğü sonrasında Pazara Erişim Müdürü olarak görev aldı. Direk ayrıca, 2014-2016 yılları arasında Johnson & Johnson’da Sağlık Ekonomisi & Pazara Erişim Müdürü olarak görev yaptı.

Fatih SARIÖZ 2016 yılında Novartis İlaç Türkiye’de göreve başlayan ve hâlihazırda ‘Kardiyovasküler, Metabolizma ve Solunum İş Birimi Direktörü’ olarak çalışmakta olan Fatih Sarıöz, Nisan 2018 itibarıyla mevcut görevine ek olarak pazara erişim ve dış ilişkiler görevinden de sorumlu olacak şekilde “Pazara Erişim & Dış İlişkiler ve Kardiyovasküler, Metabolizma ve Solunum İş Birimi Direktörü” olarak atandı.

İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi mezunu olan Sarıöz, iş hayatına 1994 yılında tıp doktoru olarak başladı. Daha sonra 1998-2007 tarihleri arasında Pfizer İlaç’ta Medikal Müdür ve Sağlık Ekonomisi Müdürü olarak çalıştı. 2007 yılında Johnson & Johnson firmasına geçen Sarıöz burada sırasıyla Sağlık Ekonomisi & Pazara Erişim Müdürü, Kamu İlişkileri Müdürü ve Kurumsal İlişkiler Direktörü görevlerinde bulundu.

98


GSK Türkiye Ömür AKALIN ERİN GSK Türkiye’de en son Solunum, Klasik Markalar ve Kritik Hastalıklardan oluşan İlaç İş Birimi Direktörlüğü’nü yürüten Ömür Akalın Erin, İstanbul’dan yönetilen MENA/CIS ve Rusya Bölgesi’nin Solunum Ticari Direktörlüğü görevine getirildi. Erin, böylece GSK’nın Orta Doğu, Kuzey Afrika, Orta Asya, Rusya ve Bağımsız Devletler Topluluğu’nda solunum alanındaki pazarlama faaliyetlerinin yönetiminden sorumlu olacak. 2002 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Kimya Mühendisliği Bölümünden mezun olan Ömür Akalın Erin aynı yıl GSK Türkiye’ye Temel Farma Tanıtım Sorumlusu olarak katıldı. Yönetici Adayı programına dahil olarak sırasıyla; Temel Farma Ürün Müdürü, Aşı Kıdemli Ürün Müdürü, Aşı Bölge Müdürü, CNS Bölge Müdürü ve Temel Farma Grup Ürün Müdürü ve Temel Farma, CNS & Üroloji Tanıtım Müdürü olarak görev yaptı. Son olarak Temel Farma, CNS & Üroloji İş Birimi Müdürlüğü görevini üstlenen Erin, Ağustos 2016 tarihi itibariyle Klasik Markalar ve Kritik Hastalıklar İş Birimi Direktörlüğü’ne getirilmişti.

Mehmet Can ASLANTAŞ GSK Türkiye Solunum ve Kritik Hastalıklar İş Birimi Direktörlüğü’ne Mehmet Can Aslantaş atandı. Mehmet Can Aslantaş, son olarak Pfizer’de Kritik Hastalıklar Ülke Lideri olarak görev alıyordu. Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü’nden 2006 yılında mezun olan Aslantaş, 2006 yılında Proje Müdürü olarak katıldığı Pfizer’de sırasıyla Ürün Müdürü, Kıdemli Ürün Müdürü, Pazara Erişim Müdürü, Kritik Hastalıklar İş Birimi Müdürü olarak görev almıştı.

Mustafa PAYDAŞ GSK Türkiye Klasik Markalar İş Birimi Direktörlüğü görevini Mustafa Paydaş devraldı. Mustafa Paydaş, son olarak MSD’de Orta ve Doğu Avrupa Ticari Operasyonlar Lideri olarak görev alıyordu. Paydaş, daha önce Pfizer’de Satış Gücü Etkinliği Uzmanı, Proje Müdürü, Ürün Müdürü, Ticari İlişkiler Müdürü, İş Birimi Müdürlüğü, Yunanistan ve Balkanlar Aşı İş Birimi Liderliği gibi görevler üstlendi. 2015-2017 yıllarında ise AbbVie’de Müşteri Mükemmeliyeti Direktörü olarak görev alan Paydaş, Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü’nden 2004 yılında mezun oldu.

99


TERFİLER VE ATAMALAR

Astra Zeneca Hikmet ÖZKANBER Hikmet Özkanber, AstraZeneca’nın Varşova’daki Entegre Finans Çözümleri Merkezi’ne atandı 1999 yılından beri AstraZenaca Türkiye’de çeşitli görevler üstlenen Hikmet Özkanber, son olarak Finansal Kontrol Müdürlüğü görevini yürütüyordu. Özkanber, yeni görevinde AstraZeneca MEA kontrolörlük ekibine liderlik edecek.

Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü’nden mezun olan Hikmet Özkanber, mesleki kariyerine muhasebe sorumlusu olarak başladı. Bütçeleme ve raporlama, maliyet muhasebesi, yerel ve global raporlama ile vergi ve hazine alanlarında üst düzeyde deneyim sahibi olan Özkanber, SAP & Concur Seyahat Uygulaması/ Paylaşılan Hizmetler Merkezi de dahil global ve yerel ölçekte çeşitli sadeleştirme, dış kaynak kullanımı ve süreç iyileştirme inisiyatiflerinin uygulanmasında kritik görevler üstlendi. Mali müşavir unvanına da sahip olan Özkanber, AstraZeneca ailesine katıldığı 1999 yılından bu yana artan sorumluluklar getiren görevlerde yer aldı. Özkanber, üstlendiği yeni görevinde, Varşova’daki IFS (Entegre Finans Çözümleri) Merkezi’ndeki MEA kontrolörlük ekibine liderlik edecek ve tüm MEA (Orta Doğu ve Afrika) piyasalarındaki kontrol faaliyetlerinin başarılı bir şekilde IFS’ye geçişinden sorumlu olacak.

Elif BÜRKAN Elif Bürkan, AstraZeneca Türkiye Kardiyovasküler İş Birimi Müdürü olarak görev yapacak. İstanbul Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi, Kimya Mühendisliği Bölümü’nden mezun olan Elif Bürkan ilaç sektöründeki kariyerine 2002 yılında İ.E. Ulagay’da Satış Temsilcisi olarak başladı. 2002-2005 yılları arasında aynı şirkette Ürün Yöneticisi olarak çalıştı. 2005 yılında Ürün Yöneticisi olarak AstraZeneca Türkiye’ye katılan Elif Bürkan, 2010’da Kıdemli Ürün Yöneticisi pozisyonuna terfi etti. 2013 – 2016 yılları arasında Pazarlama Müdürü olarak görev yaptı. Ardından iki yıl boyunca aynı tedavi alanında Bölge Müdürü olarak görev yapan Elif Bürkan, 2018 Nisan ayı itibariyle AstraZeneca Türkiye Kardiyovasküler İş Birimi Müdürü olarak çalışmaya devam edecek.

Çiğdem ÖZKAPLAN Çiğdem Özkaplan, AstraZeneca Solunum ve Eczane Kanalı Pazarlama Müdürü olarak atandı. 2014’ten itibaren AstraZeneca Türkiye’de çalışan ve halen Solunum İş Birimi’nde Kıdemli Ürün Yöneticisi görevini yürüten Çiğdem Özkaplan, Solunum ve Eczane Kanalı Pazarlama Müdürü olarak görev yapacak. 2007 yılında, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi’ndeki eğitimini tamamlayan Çiğdem Özkaplan, kariyerine aynı yıl AstraZeneca Türkiye’ de satış temsilcisi olarak başladı. 2009 yılından itibaren Astellas İlaç Türkiye’de sırasıyla müşteri yöneticisi ve ürün müdürü olarak görev yapan Çiğdem Özkaplan, 2013 yılında müşteri yöneticisi olarak IMS Health Türkiye’ye geçti. 2014 yılında AstraZeneca Türkiye ailesine ürün yöneticisi olarak katılan Çiğdem Özkaplan, kıdemli ürün yöneticiliği görevini sürdürüyordu. Çiğdem Özkaplan, AstraZeneca Türkiye Solunum ve Eczane Kanalı Pazarlama Müdürü olarak görev yapacak.

100


Lilly Türkiye Devrim DİRİK 2016’dan bu yana Lilly Türkiye Etik & Uyum Direktörlüğü görevini yürüten Devrim Dirik, Lilly Suudi Arabistan Pazarlama Direktörü olarak atandı. 2001 yılında Bilkent Üniversitesi Endüstri Mühendisliği bölümünden mezun olan Devrim Dirik, 2010 yılında Columbia Üniversitesi’nde MBA eğitimini tamamladı. Lilly’ye 2010 yılında Diyabet Grubu Satış Mümessili olarak katılan Devrim Dirik, Lilly’deki kariyeri boyunca satış, pazarlama, etik & uyum gibi farklı pozisyonlarda görev almasının yanı sıra, SAMETA (Güney Asya, Orta Doğu, Türkiye ve Afrika) Bölgesi ve Uluslararası Pazarlama ekibinde başarılı projeler yürüttü. 2011-2013 yılları arasında önce marka müdürü sonra satış ve marka müdürü pozisyonlarında görev yapan, 2013-2015 yılları arasında ABD’de marka danışmanı görevini yürüten Devrim Dirik, 2015-2016 arasında Lilly Türkiye’de Siyah Kuşak LSS (Yalın Altı Sigma) ve kısa süreli etik uyum direktörlüğü görevlerini üstlendi. 2016’dan bu yana etik & uyum direktörlüğü görevini sürdüren Devrim Dirik, 1 Mart 2018 itibariyle Lilly Suudi Arabistan Pazarlama Direktörü oldu.

İnciser AKAT Lilly’de SAMETA Satış Yetkinlikleri ve Ticari İlişkiler Direktörü olarak görev yapan İnciser Akat, Lilly Türkiye’nin yeni Etik & Uyum Direktörü olarak atandı. Lisans eğitimini 1997 yılında Ege Üniversitesi Gıda Mühendisliği Bölümü’nde tamamlayan İnciser Akat, Lilly’ye 1999 yılında tıbbi satış mümessili olarak katıldı. Sırasıyla Bölge Satış Müdürü ve Eğitim Uzmanı olarak çalıştıktan sonra Diyabet Ulusal Satış Müdürü olarak görev yaptı. Ağustos 2012- Şubat 2013 tarihleri arasında altı aylık kısa süreli görevlendirme kapsamında Diyabet ve Endokrinoloji Pazarlama Müdürü olarak görev aldı. 2014’te Lilly İlaç Satış Direktörlüğüne terfi etti. 2016 yılı başında Gelişen Pazarlar İş Birimi’nde satış yetkinlikleri kapsamında altı aylık kısa süreli görevlendirme rolünü üstlendi. 2016 Temmuz ayından bu yana SAMETA (Güney Asya, Orta Doğu, Türkiye ve Afrika) satış yetkinlikleri ve ticari ilişkiler direktörü olarak görev yapan İnciser Akat, satış ve pazarlama fonksiyonlarında Lilly Türkiye’nin başarısına önemli katkılar sağladı ve SAMETA Bölgesi satış ekibi yetkinliklerinin geliştirilmesine ve bölgede uygulamaya geçirilen pek çok projeye liderlik etti. İnciser Akat, 1 Mart 2018 tarihi itibariyle Lilly Türkiye’nin yeni Etik & Uyum Direktörü oldu.

Buğra KULAK Sanofi Türkiye’nin Diyabet ve Kardiyovasküler iş birimi direktörlüğüne Buğra Kulak getirildi. Boğaziçi Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü’nden mezun olan Buğra Kulak, kariyerine 2001 yılında GSK şirketinde Yönetici Adayı ve Satış Temsilcisi olarak başlayarak, sonrasında yine GSK firmasında Pazar Araştırma & Satış İstatistik Uzmanı ve Ürün Müdürü pozisyonlarında çalıştı. Kulak, kariyerine 2005 yılında Abbott firmasında Ürün Müdürü olarak devam ederek, 2006 yılında Roche firmasına katılarak Ürün Müdürü, Kıdemli Ürün Müdürü, Romatoloji İş Birimi Müdürü, Herceptin Uluslararası Ürün Müdürü, Onkoloji İş Birimi Müdürü ve Onkoloji & Biyolojik Strateji Pazarlama Direktörü olarak sorumluluklar üstlendi. Buğra Kulak, Sanofi bünyesine katılmadan önce 2016 yılından itibaren Janssen firmasında Satış ve Pazarlama Direktörlüğü görevini yürüttü. Alanında deneyimli liderlerden biri olan Kulak, 1 Haziran 2018 tarihi itibariyle Sanofi Türkiye Diyabet ve Kardiyovasküler iş birimi Direktörü olarak deneyimlerini Sanofi Türkiye’de sürdürecek.

101


TERFİLER VE ATAMALAR

Santa Farma Mustafa DEĞİRMENCİ Mustafa Değirmenci Santa Farma Finans Direktörü oldu.

Santa Farma, bir süre önce Mali İşler İcra Komitesi Başkan Yardımcılığı organizasyon yapısında değişiklik yapmış ve Finans Direktörlüğü pozisyonunu oluşturmuştu. Oluşturulan yeni pozisyona, finansal planlama alanında 20 yılı aşkın deneyimi bulunan Mustafa Değirmenci getirildi. Santa Farma’nın finans kaynaklarının yönetiminden sorumlu olacak olan Mustafa Değirmenci, bu göreve getirilmeden önce Candy Hoover Euroasia’nın CFO’su olarak görev yapıyordu. 1995 yılında Bilkent Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü’nden mezun olan Mustafa Değirmenci, Marmara Üniversitesi’nde İşletme dalında yüksek lisans eğitimini tamamladı. Kariyerine 1998 yılında Indesit Company Türkiye’de Finansal Planlama ve Kontrol Uzmanı olarak başlayan Mustafa Değirmenci, kısa bir süre Sevgi Sağlık Hizmetleri ve Tic. A.Ş.’de Operasyon Müdürü olarak çalıştıktan sonra Indesit Company Türkiye’ye dönerek burada Finansal Planlama ve Kontrol Müdürü olarak görev yaptı. 2001’de Indesit Company İsviçre bünyesine katılan Değirmenci, burada EMEA Bölgesi Proje Müdürü ve EMEA Bölgesi Finansal Kontrolörü görevlerinde bulundu. 2006’da Indesit Company Türkiye’ye dönen Mustafa Değirmenci burada dört yıl boyunca CFO olarak görev yaptıktan sonra Ströer Media AG ve Trilogy Bilgisayar Yazılım Grup’ta çeşitli görevler üstlendi. Mustafa Değirmenci, İngilizce ve İtalyanca biliyor.

Oğuz ARIK İlaç sektöründe 13 yılı aşkın deneyime sahip Oğuz Arık, Santa Farma Satınalma Direktörü oldu. 1981 yılında TED Ankara Koleji’nden mezun olan Oğuz Arık, Boğaziçi Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü’nden mezun olduktan sonra Berlin Teknik Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde yüksek lisans eğitimini tamamladı. Kariyerine Ak-Al Tekstil San. A.Ş.’de başlayan Arık, şirkette Satınalma ve Lojistik Müdürü olarak görev yaptı. 2005 yılında Bayer Türk ve Bayer Plc İngiltere’de göreve başlayan ve burada Satınalma Direktörü olarak görev yapan Oğuz Arık, Santa Farma ailesine katılmadan önce Biofarma İlaç San. ve Tic. A.Ş.’de Satınalma ve İdari Operasyonlar Direktörü olarak görev yapıyordu.

Ahmet BİNGÖL Ahmet Bingöl, Santa Farma Endirekt Satınalma Müdürü olarak atandı. Uludağ Üniversitesi İşletme bölümünden mezun olduktan sonra 2001 yılından itibaren çeşitli sektörlerde tedarik zinciri yapısı altında çalışan Bingöl, 2008 yılında Teknik Alüminyum’da Satınalma ve Lojistik Müdürü, 2011 yılında Abdi İbrahim’de Satınalma ve Tedarik Zinciri Yöneticisi olarak çalıştı. Bingöl, merkezi satın alma departmanı oluşturulması kapsamında Nisan 2018’den itibaren Santa Farma Endirekt Satınalma Müdürü görevine başladı.

102


İlko İlaç Berk APAK İlko İlaç Satış ve Pazarlama Direktörlüğü görevine Berk Apak getirildi. Sektöre, 1993 yılında Abdi İbrahim İlaç şirketinde Satış Temsilcisi olarak giren Berk Apak; sırasıyla Pfizer, Lilly İlaç, İ.E. Menarini, Genzyme, Sanovel şirketlerinde Satış & Pazarlama yöneticiliği görevlerini üstlendi. Son olarak 2015-2017 yılları arasında Toksöz Grup’ta Sanset ve Montero şirketlerinin Satış Pazarlama Grup Direktörlüğü’nü yürüten Apak, 2018 yılının ilk aylarında İlko İlaç’taki yeni görevine başladı.

Deniz KARACA UYGUR İlaç sektöründe 15 yılı aşkın süredir farklı şirketlerde pazarlama ve satış alanında görevler alan Deniz Karaca Uygur, İlko İlaç’ın yeni Pazarlama Müdürü oldu. Kariyerine 2002 yılında Boehringer Ingelheim İlaç’ta Tıbbi Mümessil olarak başlayan Uygur; İ.E Ulagay İlaç’ta Ürün Müdürü, Teva İlaç’ta Senior Ürün Müdürü ve son olarak Generica İlaç’ta Pazarlama Müdürlüğü görevini yürüttü. Uygur, Hacettepe Üniversitesi Biyoloji mezunu olup, aynı üniversitede Moleküler Biyoloji ve Genetik yüksek lisansı yaptı. Sonrasında Standford Üniversitesi’nde MBA’yi tamamlayan Uygur, evli ve iki çocuk annesidir.

Esra SÜER Esra Süer İlko İlaç’a Kıdemli Ürün Müdürü olarak atandı. Sektöre 2000 yılında Roche İlaç’ta Tıbbi Mümessil olarak giriş yapan Süer, aynı şirkette klinik araştırmalar uzmanı olarak kariyerine devam etti. Bayer’de Kardiyovasküler grupta önce Ürün Müdürü daha sonra ise Grup Ürün Müdürü görevini üstlenen Süer, son olarak BMS’te Kıdemli Marka Müdürlüğü yaptı. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesinden mezun olan Esra Süer, Yeditepe Üniversitesinde MBA’yi tamamladı. Süer, evli ve bir kız çocuk annesidir.

Gülşah KÖSE Gülşah Köse, İlko İlaç’a Kıdemli Ürün Müdürü olarak atandı. Ali Raif İlaç’ta Tıbbi Tanıtım Temsilcisi olarak başladığı kariyer hayatında aynı şirkette son olarak Grup Ürün Müdürlüğüne kadar yükselen Gülşah Köse, Gastroenteroloji, Merkezi Sinir Sistemi ve Kardiyoloji olmak üzere farklı terapötik alanlarda çalıştı. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü mezunu olan Gülşah Köse evli ve bir erkek çocuk annesidir.

Emrah Murat TEKELİ 2009 yılından itibaren ilaç sektöründe farklı pozisyonlarda görev alan Emrah Murat Tekeli, Ürün Müdürü olarak atandı. Tekeli, Sanovel İlaç’ta Tıbbi Tanıtım Sorumlusu olarak başladığı kariyerine aynı şirkette Jr. Ürün Müdürü olarak devam etti. 2017 yılına kadar İmuneks Farma İlaç şirketinde Ürün Yöneticisi görevini yürüten Tekeli, son olarak Generica İlaç şirketinde Ürün Yönetici olarak çalıştı. Tekeli, ilk olarak ODTÜ’de Gıda Teknolojisi Bölümünde ön lisansın ardından lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Kimya Bölümünde tamamladı.

103


TERFİLER VE ATAMALAR

Pfizer Ayşe Nur HANANEL Pfizer bünyesinde on beş yıldır çeşitli görevlerde bulunan ve son olarak Pfizer Orta ve Doğu Avrupa Bölgesi Nadir Hastalıklar Kıdemli Pazarlama Direktörü olarak görev alan Ayşe Nur Hananel, Pfizer Türkiye Nadir Hastalıklar İş Birimi Lideri olarak atandı.

2013’ten bu yana Pfizer’in Orta ve Doğu Avrupa ülkelerindeki Nadir Hastalıklar portföyünün büyümesinde kilit rol oynayan Ayşe Nur Hananel’in, Pfizer Türkiye Nadir Hastalıklar İş Birimi’ne hem yerel hem bölgesel pazarlarda edinilmiş derin bir sektör tecrübesi getirmesi bekleniyor.

Sandoz Nur PEKER Uluslararası birçok şirketin kurumsal iletişim departmanının yöneticisi olarak görev alan Nur Peker, Sandoz Türkiye’nin İletişim Bölüm Müdürü oldu. Profesyonel kariyerine 1990-2000 yılları arasında Software AG Turkey’da Halkla İlişkiler ve Pazarlama Bölümü’nde uzman olarak başlayan Peker, 2000-2003 arasında Siemens Business Services’da İletişim Yöneticisi, 20032008 yılları arasında Abdi İbrahim İlaç’ta Kurumsal İletişim Yöneticisi olarak çalıştı. Kariyerine 2008 yılında Sanovel Pharma ile devam eden Peker, son olarak Teva İlaç’ta Kurumsal İletişim ve Marka Bölümü’nde Kıdemli Yönetici olarak görev yaptı. Kurumsal iletişim alanında 20 yılı aşkın tecrübeye sahip olan Peker, kriz yönetimi, itibar yönetimi, kurum içi iletişim ve sosyal sorumluk alanında bir çok projeye imza attı. İlaç sektöründe yönettiği çalışmalar kapsamında Sağlık Bakanlığı ile yakın temas içinde olduğu projelerle de adından söz ettirdi. F.M.V Özel Işık Lisesi mezunu olan Peker, lisans eğitimini ise İstanbul Üniversitesi İngilizce Filoloji Bölümü’nde tamamlamıştır.

Takeda Emel MASHAKİ CEYHAN Takeda Türkiye’nin Ruhsatlandırma & Kurumsal İlişkiler Direktörlüğüne Emel Mashaki Ceyhan atandı. İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nden 2002 yılında mezun olan Emel Mashaki Ceyhan, yüksek lisans eğitimini eş zamanlı olarak Marmara Üniversite’sinde Farmakoloji / Klinik Eczacılık alanında ve Yeditepe Üniversite’sinde İşletme ve Sağlık Yönetimi alanında 2006 yılında tamamlamıştır. 2008-2011 tarihleri arasında Bilgi Üniversitesi İşletme ve Stratejik Yönetim Doktora programına devam edip, 2017 yılında Cardiff Üniversitesi’nde “Türkiye de İlaçların Ruhsatlandırma ve Erişim süreçlerini inceleyen tez çalışması ile Eczacılık Bilimleri ve İlaç Politikaları alanındaki doktorasını İngiltere’de bitirmiştir. Profesyonel İş hayatına HEXAL’de (Sandoz) Ruhsatlandırma & Araştırma & Geliştirme biriminde başlayan Ceyhan, 2006 – 2010 yılları arasında Bristol-Myers Squibb bünyesinde Farmakovijilans Ülke Müdürü olarak görev yapmıştır. 2010 – 2015 yılları arasında Novo Nordisk Yakın Doğu Bölge Ofisi’nde Bölgesel Ruhsatlandırma Müdürü ve NovoNordisk Danimarka’da ki Merkezinde Klinik Geliştirme & Ruhsatlandırma Müdürü olarak global sorumluluklar üstlenmiştir. 2015 yılında Farmasötik ve Ruhsatlandırma Direktörü olarak Alexion’a geçiş yapmış, Ruhsatlandırma, Pazar Erişim, Farmakovijilans, Kalite gibi farklı fonksiyonları yönetmiş ve yönetim ekibinde görev almıştır. 2003 – 2006 yılları arasında Yeditepe Üniversitesi’nde Klinik Eczacılık alanında Öğretim Görevlisi olarak görev alan Emel Mashaki Ceyhan, hâlihazırda AIFD bünyesinde önemli komitelerde yer almakta ve dünyanın önde gelen Sağlık ve Geri Ödeme otoriteleri ile bilimsel çalışmalar yürüten İngiltere merkezli CIRS (Centre for Innovation In Regulatory Science) kuruluşunda Türkiye’de ruhsatlandırma ve hastaların ilaç erişim süreçlerini iyileştirmeye yönelik önemli ve stratejik çalışmalarda bulunmaktadır. İlaç mevzuatı ve ruhsatlandırma konularında akademik ve eğitim çalışmaları üniversite düzeyinde devam eden Emel Mashaki Ceyhan’ın, uluslararası hakemli dergilerde yurtiçinde ve yurtdışında yayınlanmış çok sayıda bilimsel çalışması ve makalesi bulunmaktadır.

104


Pharmactive Murat Veysel TÖRÜNER Murat Veysel Törüner, Pharmactive İlaç İş Birim Müdürü oldu. Murat Veysel Törüner, 1995 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi’nde Jeofizik Mühendisliği lisans eğitimini tamamlamıştır. 1998-2002 yılları arasında AstraZeneca İlaç’ta Onkoloji’de Satış Temsilcisi, 2002-2005 yılları arasında AstraZeneca İlaç’ta Ege Bölge Müdürü, 2005-2009 yılları arasında AstraZeneca İlaç’ta Ege ve Akdeniz Satış Müdürü, 2010-2012 yılları arasında AstraZeneca İlaç’ta Ulusal Satış Müdürü, 20122014 yılları arasında Satış ve Ticari Kanallar Direktörü, 2014-2016 yılları arasında AstraZeneca İlaç’ta İş Birim Direktörü olarak görev almıştır.

Tuncay TEKDAŞ Tuncay Tekdaş, Ürün Müdürü oldu. Çanakkale Üniversitesi Biyoloji Mezunu olan Tuncay Tekdaş, ilaç sektöründe çalışma hayatına 2010 yılında Nuetec İlaç’ta Tıbbi Tanıtım Temsilcisi olarak başladı. 2013 yılında MBA eğitimini Maltepe Üniversitesinde bitirdikten sonra, Neutec İlaç’ta Ürün Müdürlüğü pozisyonuna atandı. 2016- 2018 yılları arasında İlko İlaç’ta ürün müdürlüğü pozisyonunda çalışan Tuncay Tekdaş, 2018 Temmuz ayı itibariyle Pharmactive firmasında Ürün Müdürü olarak göreve başlamıştır.

Sandoz Pelit DUMAN Sandoz’un Reçeteli İlaçlar İş Birimi Direktörlüğü görevini vekâleten sürdüren Pelit Duman, Temmuz ayı itibarı ile direktörlük görevine asaleten atandı. Pelit Duman, 2012 yılından bu yana Sandoz İlaç’ta Ürün Müdürlüğü, Kıdemli Ürün Müdürlüğü ve Pazarlama Müdürlüğü görevlerini sürdürdü. İçinde Kardiyoloji, Gastroenteroloji, Solunum, Diyabet ve Osteoporoz gibi tedavi alanlarındaki ürünlerin olduğu reçeteli iş biriminin satış ve pazarlamasından sorumlu olan Pelit Duman, 2005 yılında Abdi İbrahim İlaç ile başladığı ilaç sektörü deneyiminin ardından perakende sektörüne geçerek Metro Cash & Carry ve Leroy Merlin’de pazarlama ve kategori yönetimi konusunda çalıştı.

105


ABD’nin Rüzgarlı Şehri

Chicago

“Rüzgarlı Şehir” olarak da bilinen Chicago gezilecek yerler açısından son derece cazip ve sıra dışı alternatifler sunuyor. Parkların, butiklerin, devasa gökdelen ve kulelerin, caz ve blues kulüplerinin, sanat ve bilim müzelerinin, yemyeşil parkların bulunduğu büyük ve düzenli bir kent olan Chicago, Illinois Eyaleti’nin kuzeydoğusunda Michigan Gölü’nün güneybatı sahillerinde yer alıyor. Chicago, Amerika Birleşik Devletleri’nin en kalabalık üçüncü şehri. Gökdelenleri, filmleri ve müzikalleriyle özdeşleşmiş bir şehir olan Chicago, caz ve blues’un doğum yeri. Edebiyata, müziğe, sinemaya, mimariye, teknolojiye, bilime ve siyasete yön veren Chicago, Ernest Hemingway, Charles Dickenson gibi ünlü yazarların yetiştiği ve beslendiği kent. Sanat ve bilim müzeleri, kilometrelerce uzanan kum plajları, devasa doğa parkları ve modern mimarisiyle Chicago, çok yönlü bir şehir. Chicago, aynı zamanda dünyada en çok köprü barındıran şehri unvanına da sahip. İsmini Kızılderili dilinde güçlü anlamına gelen “chicagau”dan alan Chicago’nun asıl sahipleri ve yerlileri Kızılderililer. Bölgeye gelen Avrupalı misyonerler tarafından satın alınan kent, günümüzde Illinois Eyaleti’nin en büyük şehri konumunda. 1833’te kurulan ve 1885’te ilk gökdelenin inşa edilmesiyle adını dünyaya duyuran Chicago, 1871’deki yangında pek çok yapısını kaybettiyse de, dönemin yükselen mimarlık trendleriyle yeniden inşa edilmiş. Michigan Gölü ve göle dökülen nehirler arasında olması dolayısıyla ada şehri hissi uyandıran Chicago, şehir planlamasının çok düzenli ve ulaşımın kolay olduğu, göl kıyısı boyunca sıralanan şık gökdelenleriyle göze hitap eden bir şehir. Gökdelenleri, parkları, sahilleri, caz barları, müzikalleri ve hareketli caddeleri ile soğuk olmasına rağmen zevkle gezebileceğiniz keyifli bir şehir Chicago…

Chicago Ayaklarınızın Altında Willis Kulesi

Şehirde görülmesi gereken yerler listesinin en üst sırasını eski adı Sears Tower olan, Willis Kulesi alıyor. Kuzey Amerika kıtasının en büyük, dünyanın ise 14. büyük yapısı olan Willis Kulesi, 440 metre yüksekliğinde ve 110 kattan oluşuyor. Kule, lüks ofisleri ve daireleri ile şehrin prestij merkezleri arasında gösteriliyor. Willis Kulesi’ni turizm açısından önemli kılan ise Skydeck katı. Buradan 360 derecelik Chicago manzarasını izleyerek, şehri ayaklarınızın altında hissedebilirsiniz. 1996 yılına kadar dünyanın en yüksek kulesi olan Willis Tower, 1970 yılında Skidmore, Owings ve Merril tarafından tasarlanmış. Bu zamana kadar Alain Robert gibi isimler kulenin tepesine kadar tırmanmayı başarmış. Kulenin tepesinde uçakların binayı fark edebilmesi için iki tane büyük anten yer alıyor. Bu antenler özel günlere göre kırmızı veya yeşil renkte yanıyor. Sevgililer Günü, Bağımsızlık Günü, Kansere Karşı Koy gibi gün ve etkinliklerde kırmızı renkte yanan antenler; Dünya Günü, St. Patrick’s Günü gibi günlerde ise yeşil renkte yanıyor.

106


Şehrin Kalbi Downtown

Diğer ismi The Loop olan Downtown bölgesi, şehrin merkezi kabul ediliyor. Dokuz dik ve sekiz yatay caddeden oluşan bölge şehrin simgesi gökdelenlerin çoğunun bulunduğu bir iş merkezi. Kentin finans ve ekonomisinin bu gökdelenlerde yürütüldüğü bölgenin bir caddesi olan Randolph Street ise Chicago’nun dünyaca ünlü tiyatrolarının yer aldığı cadde. Cadde üzerinde The Paradise, The Oriental gibi ünlü tiyatroları görebilirsiniz. New York’taki Midtown Manhattan’dan sonra Amerika Birleşik Devletleri’ndeki en önemli iş merkezi burası. Michigan Gölü’ne dökülen Chicago Nehri, Downtown’un ortasından geçiyor. Modern mimarinin öncülerinden olan bu binaların nehirle yarattığı manzara gece de gündüz de çok etkileyici. Bölgede şehrin en önemli ibadethanesi olan Chicago Katedrali, 1967 yılı yapımı 15 metrelik Picasso Heykeli, Dört Mevsim Mozaiği, cam ve çelik birleşimi sade ama muhteşem tasarımlı Federal Merkezi ve Willis Kulesi yer alıyor.

içerisindeki çocuk müzesi, dünyanın ilk dönme dolabı olan 45 metre yüksekliğindeki dönme dolap, Aeroballoon isimli 18 kişilik bir seyir balonu, IMAX Tiyatrosu, 525 kişilik Chicago Şehir Tiyatrosu ve Vitray Windows Smith Müzesi yer alıyor.

Şehrin Buluşma Noktası Millennium Park

Batısında Michigan Bulvarı, doğusunda Columbus Yolu, kuzeyinde Randolph Caddesi ve güneyinde Monroe Caddesi ile çevrelenen Millennium Park, şehrin sembolik buluşma noktaları arasında yer alıyor. Üzeri parlak metaller ile çevrili olan Jay Pritzker Pavilion, fütüristik yapısıyla ziyaretçilerini büyülemeyi başarıyor. Aynı zamanda açık konser alanı olarak kullanılan Millennium Park avlusunda çeşitli etkinlikler de düzenleniyor.

Chicago’ya Kuşbakışı

John Hancock Merkezi

Burada Yok yok! Navy Pier

1916 yılında eğlence alanı ve nakliye tesisi olarak açılan tarihi liman, günümüzde ise Chicago’nun en popüler turistik yerlerinden biri olarak öne çıkıyor. Michian Gölü kıyısındaki sahili kapsayan 50 dönümlük alanda parklar, botanik bahçeler, konser alanları ve alışveriş dükkanları gibi farklı turistik mekanlar yer alıyor. İçerisinde bulunan balo salonu, konser sahnesi kongre ve sergi salonu ile turistlerin şehirdeki önemli bir gezi noktası olan yerde, ayrıca iki kuleli bir yapı

Fazlur Khan tarafından tasarlanan John Hancock Merkezi, 457 metre yüksekliği ile şehrin en çok ilgi çeken gökdelenleri arasında yer alıyor. İçerisinde dükkan, ofis, lokanta ve daire gibi sosyal alanlar bulunan binanın koyu renk çapraz çelik görünümlü tasarımı göz dolduruyor. Ziyaretçiler için hazırlanan 94. kattaki gözlemevi (360 Chicago), Chicago manzarasını 360 dereceyle izleyebilmenize de olanak tanıyor.

107


Gökdelenlerin Arasında Bir Cennet

Sanatın Adeta Canlandığı Yer

Grant Park, Michigan Gölü kıyısında, 37 kilometrelik alana yayılıyor. Önceleri Lake Park olarak bilinen parkın ortasında ise her biri göl etrafındaki dört eyaleti temsil eden dört at heykeli bulunan ünlü Buckingham Çeşmesi yer alıyor.

Amerika Birleşik Devletleri’nin ikinci büyük sanat müzesi olan The Art Institute of Chicago‘da (Şikago Sanat Enstitüsü), geçmişi asırlara dayanan resim, heykel, dekoratif işleme, dokuma ve mimari çizim gibi sayısız eser yer alıyor. Georges Seurat’in empresyonist çizgilere sahip “La Grande Jatte Adasında Pazar Öğleden Sonra” eseri, Renoir’in ünlü “Fernando Sirki’nde Akrobatlar” tablosu ve Claude Monet’in en ünlü tabloları da Şikago Sanat Enstitüsü’nde sergileniyor. 300.000’den fazla eserin olduğu müzede ağırlıklı olarak moden, empresyonist, klasik ve post-empresyonist işler bulunuyor.

Grant Park

Maggie Daley, Millennium Parkı, Art Institute of Chicago, Buckingham Çeşmesi, botanik bahçesi ve Hutchinson Field gibi mekanları da içerisine alan Grant Park, yüksek binalarla çevrili şehre doğal bir enerji katıyor.

O Hep Işıl Işıl

Magnificent Mile Amerika’nın en göz alıcı bulvarlarından biri olan Michigan Avenue, John Hancock Center, Wrigley Binası ve Tribune Kulesi gibi yapılara da ev sahipliği yapıyor. Madison Caddesini kuzey ve güney olarak bölen Michigan Meydanı’nın kuzey bölümünde bulunan ünlü Magnificent Mile üzerinde, gezebileceğiniz ya da alışveriş yapabileceğiniz çok sayıda galeri, butik ve lüks mağaza yer alıyor.

Chicago Sanat Entitüsü

Çelikten Yapılmış Devasa Bir Fasülye Cloud Gate ( The Bean)

Millennium Park’ta bulunan devasa çelik fasulye (Bean) heykeli, hiç tartışmasız şehrin en dikkat çeken eserlerinin başında geliyor. Çevredeki gökdelenlerin siluetini yansıtan harika heykel, sıra dışı dizaynıyla göz dolduruyor. Chicago’yu ziyarete gelen hemen hemen herkes, Cloud Gate önünde fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmiyor.

Şehrin En Ünlü Müzesi

Bilim ve Endüstri Müzesi

1933 yılında açılan ve Jackson Park’ın kuzey ucuna inşa edilen Bilim ve Endüstri Müzesi (Museum of Science And Industry), şehrin tartışmasız en etkileyici yapıları arasında yer alıyor. Teknolojik ve endüstriyel gelişmeleri doğal yasalar eşliğinde sunan müze, her yaştan insana hitap edebiliyor. Omnimax Tiyatro gösterisi ve interaktif tur gibi eğlenceli aktiviteler de ziyaretçilere ekstra olarak sunuluyor.

108


En Eşsiz Doğal Kalıntıların Ev Sahibi Field Doğal Tarih Müzesi

Biyolojik ve antropolojik koleksiyonlara ev sahipliği yapan Field Doğal Tarih Müzesi (Field Museum); jeoloji, botanik, zooloji ve antropoloji gibi çeşitli disiplinlerden binlerce eseri bünyesinde barındırıyor. Sanat patronu ve müzenin önemli hayırseverleri arasında bulunan Marshall Field, farklı kıtalarda bulunan en eşsiz doğal kalıntıların müzeye getirilmesine de yardımcı oluyor. Eksiksiz Tyrannosaurus Rex iskeleti ve Antik Mısır kalıntıları ise, Field Museum’de ilginizi çekebilecek doğal eserler arasında öne çıkıyor.

Astronomi ve Astrofizik Meraklıları Buraya Adler Planetaryumu

Mimar Ernest A. Grunsfeld tarafından dizayn edilip 1930 yılında hizmete açılan Adler Planetaryumu, astronomiye ve astrofizik araştırmalara adanmış bir kamu müzesi olma özelliği taşıyor. Chicago gezilecek yerler listenizde bulundurmak isteyeceğiniz Adler Planetaryumu’nda 1971 tarihinde aydan getirilen ufak kaya parçası gibi ilginizi cezbedebilecek materyaller de bulunuyor.

109


CHICAGO Kongre Takvimi

2018 70Th AACC Annual Scientific Meeting & Clinical Lab Expo McCormick Place North, McCormick Place South

29 Temmuz-02 Ağustos 2018 Plastic Surgery 2018 McCormick Place West

29 Eylül - 10 Ekim 2018 American Association Of Oral & Maxillofacial Surgeons - Annual Meeting McCormick Place West

08-13 Ekim 2018 American College Of Rheumatology - 2018 ACR/ARHP Annual Scientific Meeting McCormick Place West

19-24 Ekim 2018 American Academy Of Ophthalmology - 2018 Annual Meeting McCormick Place North

27-30 Ekim 2018 AHA 2018 Scientific Sessions

Lakeside Center at McCormick Place,McCormick Place North, McCormick Place South

11-14 Kasım 2018 RSNA 2018 Annual Meeting

Lakeside Center at McCormick Place,McCormick Place North, McCormick Place South

25-30 Kasım 2018

2019 CDS Annual Midwinter Meeting 2019 McCormick Place West

21-23 Şubat 2019 110

American College Of Healthcare Executives 2019 Congress On Healthcare Leadership Hilton Chicago

04-07 Mart 2019 ADEA 2019 Annual Session & Exhibition Hyatt Regency Chicago

13-20 Mart 2019 AHA 2019 Association For Community Health Improvement National Conference Hyatt Regency Chicago

18-22 Mart 2019 2019 Annual Conference Sheraton Grand Chicago

26 Mart-01 Nisan 2019 Society of Cardiovascular Anesthesiologists 2019 Annual Conference Hyatt Regency Chicago

12-17 Nisan 2019 AUA Annual Meeting

McCormick Place West

03-06 Mayıs 2019 AAPD Annual Session Hilton Chicago

23-27 Mayıs 2019 ASCO 2019 Annual Meeting

Lakeside Center at McCormick Place,McCormick Place North, McCormick Place South

31 Mayıs -04 Haziran 2019 American Medical Association - Annual House Of Delegates Meeting Hyatt Regency Chicago

08-12 Haziran 2019 AACP 2019 Annual Meeting Hyatt Regency Chicago

09-17 Temmuz 2019


We Use Our Global Expertise All Around The World

111


112


113


Live the quality

114


115


SEÇKİN TOPLANTILARIN ADRESİ Conrad İstanbul Bosphorus otuz farklı etkinlik alanı ve Hilton Honors Event Bonus ayrıcalıklarıyla şehrin kalbinde seçkin toplantı ve davetlere ev sahipliği yapıyor.

Barbaros Bulvarı 34353 Beşiktaş, İstanbul | Tel: 0212 310 2525 | Faks: 0 212 259 6667 | conradistanbul.com /conradistanbul

ASIA 116

EUROPE

/conradistanbulbosphorus

AFRICA

istanbulinfo@conradhotels.com

MIDDLE EAST AMERICAS

CONRADHOTELS.COM

#STAYINSPIRED


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.