Funzin 3. sayı

Page 1

KAYSER SÖZER:

SÖZLÜKTE BEĞENDİĞİM YAZAR YOK! GEÇMİŞE YOLCULUK:

NE VERDİNİZ BU İNSANLIĞA?

BREE VAN DE KAMP DR. HAMDİ ELİF HOCA

SEOVİ:

SERİ EKSİ İSTEYEN GELİR BENİ BULUR... ALIŞVERİŞE ÇIKMADAN ÖNCE MUTLAKA OKYUN:

MANGO-TERKOS PASAJI

VE SÜRPRİZ KONULAR...


EDİTÖR EDİTÖR

3. Sayımızla yeniden karşınızdayız. Bu sefer derginin çıkması biraz uzadı farkındayım ancak yayın dünyası işte hiç öngöremediğiniz aksilikler olabiliyor. Mesela yazı yazacak olan bir arkadaşınız “olm dün gece 6–7 bira içmişim 3 saat anca uyuyabildim, yazıyı unut sen!” diyebiliyor bir anda. Şimdi bu arkadaşın ismini vererek kendisini rencide etmek istemem ama kendisine bir önerim olacak “az iç!”. Derginin bu sayısında yer alan yazıların çoğu bana ait, hatta şöyle söyleyeyim vefalı insan bree van de kamp’ın yazısı dışındaki tüm yazıları ben kendim şahsen bizzat yazdım. Umarım sıkılmadan keyifle okuyacağınız bir dergi sunabilmişizdir size. Önümüzdeki haftalarda yine ilginç röportajlar ve konuk yazar arkadaşlarla serüvenimize devam edeceğiz. Dergimizi okumanız ve okutmanız dileğiyle. Bu sayıda emeği geçen başta bree van de kamp olmak üzere, verdiği röportaj sebebiyle kayser sozer’e, bana sürekli akıl veren “bi arkadaşa bakıp çıkıcam” yazar dostuma, alkolik2000’e, eşime ve diş çıkardığı için derginin geç çıkmasında katkısı olan oğluma teşekkürü borç bilirim.


ÖSS

… -oğlum napıyorsun? -karmaşık sayılarda bir yer var orayı bir hatırlayayım dedim!

Bu diyalog babamla benim aramda, ÖYS (evet ben ÖYS’yi görmüş geçirmiş bir adamım) sınavının olduğu Pazar sabahı saat 7 gibi gerçekleşmişti. Millet uzmanların önerisine uyup bir-iki gün önceden sınava çalışmayı bırakıyor gel gör ki ben sınava 2 saat kala bile çalışmayı bırakamıyorum. “vay be ne çalışkan adammışsın sen abi!” diye aklınızdan geçirebilirsiniz; şöyle söyleyeyim o sabahki yarım saatlik çalışmamı da katarsak ilk girdiğim ÖYS sınavı için toplam çalışma sürem 4 saati falan bulabilir. Hayır, lan salak her konuyu halletmiş gibi sabahın yedisinde ne s.kimi yemeye karmaşık sayılar konusuna bakarsın anlamadım ki? Gerçi o yıl sürpriz bir şekilde 2 karmaşık sayılar sorusu sorulmuştu?! ÖSS konusunda benim kadar tecrübeli insan az bulunur, lise3, lise4, mezuniyet1, mezuniyet2 olmak üzere toplam 4 kere iştirak ettim bu sınavlara. Ama Allah var her girişimde düzgün bir yükseliş grafiği çizdim. İlk girdiğim sınavda ÖYS sistemine göre 350 puan almıştım daha iyi anlaşılsın diye KTÜ tıp fakültesinin puanını da vereyim 460 idi. Hadi onu bırak torna-tesviye öğretmenliğinin puanı bile 378’di. Yani almış olduğum bu puan ile ben Bilkent


üniversitesi fizik bölümüne girebiliyordum, tabii yıllık belli bir meblağ ödemek gerekiyordu ama olsun kazanmış mıydım? Evet. Gerçi her sınav çıkışı babamla aramda geçen fiks bir konuşma olurdu; -nasıl geçti oğlum? -bana sorarsan iyiydi? -KTÜ tıp olur mu? -en kötü ihtimal o, ama daha iyi gibi sanki? -oh oh hadi bakalım. Bu da benden, yıl boyunca yat sınava iki gün kala İstanbul’da gezilmedik türbe, şeker dağıtılmadık cami bırakma. Ben bu aymazlığı bir adım ileri taşımız sınav sonuçlarının açıklanmasına bir hafta kala namaza başlamıştım. Evet, sırf sonunda “Allahım nolur KTÜ tıpı kazanayım” diyebilmek için namaz kılıyor, karmaşık sayılara bile basmayan o küçük beynimle Allah’a ali Cengiz oyunu yapıyordum. Allah bu tabii yer mi? Yemedi. Utanmadan adamı kandırıyordum. Ertesi gün sorulara bakıyor, kendimce bir puan hesabı yapıyor ve 465-467 falan alırım diyordum. Fazla beklemiyordum rezil olmak için. Ağustos gibi sonuç kâğıdı geliyor ve 1 ay süren krallığım bir sabah bitiyor. Babamın yüz ifadesini hiç unutamam, konservatuar seçmelerinde “tüh senin kalıbını s.keyim” sözünün mimikle canlandırın deseler babam o yüz ifadesiyle birinci sıradan konservatuara girerdi yemin ediyorum. Sen 1 ay boyunca adama sürekli “en kötü ihtimal KTÜ tıp” de, aldığın puan Sinop su ürünleri fakültesine ek yerleştirmeyle bile girmeye yetmesin. Neyse ilk girişim olduğu için çok üzerime gelmedi, nasıl olsa hala okulum devam ediyordu. 2. girişimde benden çok umutluydular. Nasıl oldu, ne zaman oldu bilmiyorum ama ailemde benim akıllı olduğum konusunda bir bilinç gelişti. Oysa ben bildiğiniz süzmeydim. Vasatı aşamayan bir öğrenciydim, ama anneme sorarsanız


bu halim sadece derste dinleyen halimmiş, biraz da evde çalışsam çok zekiymişim ben çok. Canım ya, artık kafasında ne kuruyorsa? Neyse ikinci girişime ben de asıldım biraz, abimden kalan dergileri çözdüm, kitap falan aldım yani görüntü harika, KTÜ tıp bas bas bağırıyor geliyorum diye. Sonuç; 400 puan. Babam sonuç kâğıdını sallayarak geldiğinde bahçede oturuyordum. Al bak diye kafama attığında şüphelenmiştim bir şeylerin ters gittiğinden ama kâğıda bakınca soluğum kesildi, 400 puan almıştım. Yani 400’lü puanlara ulaşmıştım, varsın olmasındı KTÜ, 400 puan alanlar sınıfındaydım artık. Gerçi babam “en kötü ihtimalle KTÜ tıp” zokasını bir kez daha yuttuğu için kızgındı ama evlat işte ne yapacaksın? Artık mezundum. Zamanımın tamamını ders çalışmaya ayırabilecektim, eğer isteseydim… İstemedim. Ayda bir iki defa final dergisi alıyor sadece Türkçe testlerini çözüp bir kenara atıyordum. Görünürde çok ders çalışıyormuş gibi görünüyor ama odada siksok şeylerle uğraşıyordum, mesela gardırobumun üstünü çıkartmalarla doldurmak gibi. Hayır, işin garibi ne annem ne babam “oğlum bu nedir? Sen ders çalışmıyor musun?” demiyordu bana. İşkilleniyordum, ama sonra ortaya çıktı durum meğer bizim komşu benim hiç iyi görünmediğimi, ders çalışmaktan delirme noktasına falan geldiğimi söylemiş bunlara. Bunlar da korkudan, intihar ederim falan diye bulaşmıyorlarmış bana. Evet ölebilirdim ama sıkıntıdan, sanayiye gidip çalışmayı düşünmem bu zamanlara denk gelir. “Açarım bir dükkan am.na koyayım, kimseye muhtaç olmadan yaşarım” türü esnaf argümanları o zamanlarda yer etmişti dilime. Annem sorunun bende olduğunu bir türlü kabullenmek istemedi. 4. Girişimde sınavı kazandığımda işte bak gördün mü okunmuş pirinçler, adaklar, muskalar tuttu dedi. Bundan önceki 3 girişimde de aynı şeyler yapmış olduğunu hatırlatma gereği duymadım.

Haziran geldi çattı, nedendir bilmem ayda bir çözdüğüm Türkçe testleri bana garip bir güven veriyordu. Her zaman olduğu gibi sabah saat 6’da kalktım, elimi yüzümü yıkadım, yumurtamı ocağa koydum, balkona çıktım, sessizliği dinledim, deniz havasını ciğerlerime doldurdum, saat 7 gibi çay da hazır olunca mükellef kahvaltı


soframa oturdum. Nedendir bilinmez sınav için gerekli olan ritüeller içerisinde eksiksiz yerine getirdiğim tek şey sabahları iyi bir kahvaltıydı. Ders yok, test yok, etüt yok, dershane yok, ama kahvaltısız olmuyor. Babamla çıktık evden, yaka cebimde okunmuş pirinç, yan cebimde muska, çıkmadan önce içilen okunmuş su, elimdeki poşette 4 kalem, 2 silgi, kalemtıraş, iki şişe su, bonibon, olips nane, topitop, polo şeker, kesme şeker (okunmuş), vs. diyorum ya sınava çalışmış olmak hariç her şeyim tamdı. O donanımla sınava girdim ve çıktım; -nasıl geçti oğlum? -bana sorarsan iyiydi? -KTÜ tıp olur mu? -en kötü ihtimal o, ama 9 eylül endüstri mühendisliği hissediyorum? -oh oh hadi bakalım. Ağzıma sıçayım! Adam gibi bilerek iki matematik sorusu işaretleyeme ama 9 Eylül endüstriymiş. Kendimden o an biraz tiksindim, adamı 3. Kere göz göre göre kandırıyordum ama olsun dedim 1 ay kafam rahat, nitekim oldu da ta ki babamla dükkânda otururken sınav sonucu gelene kadar. 442 puan, 350lerle başladığım serüvenin son halkasında 440lara kadar gelmiştim bu hızla 9. Girişimde KTÜ tıpı kazanmam işten bile değildi. Babam hiçbir şey demedi, mimik kullanımına pantomim esintileri de katarak beni itin götüne soktuktan sonra eve çıktı. Benimle 1 ay hiç konuşmadı. 4. Sınav hazırlıklarıma kadar… Neyse şimdi 4. Sınavı da anlatacak değilim ama 4’üncüsünde kazandım, hayır KTÜ tıp değil. Gerçi sonra o okuldan atıldım ama kazanabileceğimi ispat etmiştim babama o yetti bana. Gerçi ona yetmemiş olacak ki atıldığımı öğrendiği


gün sergilediği sanatlar mimikle, pantomimle, Japon halk tiyatrosuyla anlatılacak türden değil.

… Çalışan kazanıyor…

milletin babasıyla ilişkisi de bambaşka, ama eminim o adam 3 defa “kesin KTÜ tıp” diyerek kandırılmamıştır.


Ne verdiniz bu insanlığa? Vandallar Bir Doğu Germen kavmidir. Kavimler Göçü sırasında 5nci yüzyılda Roma İmparatorluğu'nun değişik eyaletlerini yağmalamalarıyla tanınırlar. İt sürüsü gibi oradan oraya savrulan insanlar güruhudur. Ne toprakları bellidir, ne vatanları. Varsa yoksa orayı talan et burayı yağmala. Bizans’la savaş, Kartaca’yı düşür, Roma’yı yağmala, onu kes, bunu s.k. işleri güçleri bu. Ne bir sanat eseri bırakmışlar, ne bir şehir, ne bir tapınak, ne bir görkemli yapı, anca olanı yıkmışlar s.kip atmışlar. Tarihe adlarını oraya buraya dadanan kuduruklar olarak geçirmişler. Biliyorum şimdi bunları ataları olarak gören kesin bir halk vardır ama sanmıyorum ki onlar çıkıp da “Vandallar bizim atalarımız, sözlerini geri al” falan desinler. Bu hayvan sürüsünün nesini sahipleneceksin? Vandallar, bu insanlığa “Vandalizm” teriminden başka ne verdiniz kuzum? Hayvanlığın, zarar vermenin, yakıp yıkmanın isim babası olmaktan başka ne tür bir iz bıraktınız bu dünyada? Cevap yok tabi, ama yağma var desem koşar gelirsin hayvan seni.

Karesioğulları beyliği Anadolu Selçukluları’nın gerilemesini takiben, fırsattan istifade BalıkesirÇanakkale, Bergama yöresinde oğuz boyları tarafından kurunla beyliktir. O yöredeki ilk Türk devletidir. Osmanlı


beyliği ile aynı yıl, 1299’da kurulmuştur. 30 küsur yıl ayakta kalmış kapağı tak diye daha güçlü olduğunu sezdiği Osmanlı’ya atmıştır. Osmanlı’ya katılan ilk beylik olma unvanının elinde bulundurmaktadır. Sadece Balıkesir’in cumhuriyetten önce, il isimleri taksim edilmezden evvel “karesi” olan adı dışında hiçbir şey bırakmamışlardır. Bir de Tokat müzesinde bulunan Kutlu melek ve Mustafa çelebi'ye ait iki mezar taşı dışında. Şimdi sen devlet kur, 30– 40 yıl hüküm sür, savaşlar yap, hükümdarlar yetiştir sonuç ne? Osmanlı’ya katılan ilk Türk beyliği. Bu mudur Karesioğulları’nın bu insanlığa verdiği? Bu mudur sizi siz yapan? Hiç mi üretmediniz? Hiç mi çabalamadınız? Sizin durumunuz ne biliyor musun, sırf görüntü olsun diye ihaleye gireceğim deyip, bir miktar para karşılığı ihaleden çekilen firma gibisiniz siz. Önce devlet kur sonra tak güçlü olanın kollarına atıl, yazık, Osmanlı’ya katılan ilk Türk beyliği olmanın dışında nesiniz siz? ama Balıkesir’in ilk adı.....s.ktir lan hala konuşuyor.

Ostrogotlar Roma imparatorluğunun son dönemlerinde ortaya çıkmış olan bir germen kavmidir. Gotların doğu koludur, batı kolu ise Vizigotlar’dır. Paso oradan oraya göç etmişler bulduklarıyla da savaşmışlardır. Yok, 1. yüzyılda Akdeniz’in üst kısımlarına gelmişler, yok 2. yüzyılda İtalya ve çevresini tutmuşlar, yok sonraları Yunanistan’a doğru inmişler. Tek olayları bu, rüzgârdaki yaprak gibi oradan oraya savrulmak ve savrulurken de karşılarına çıkanlarla savaşmak. Allah için bir Allahın kulu duymuş mudur “bakın bunları da Ostrogotlar yaptı” diye lanse edilen bir eser, bir anıt, bir kitap, bir çizgi? Yok, mümkün değil bulamazsınız. İşleri güçleri dünyada bokluk çıkarmak olan bir kavim, sanki kendileri yetmezmiş, sanki çok matah bir şeymiş gibi bir de bunları batı kolları var. Lan olm Huysuz Virjin’in ağzına sakız olmaktan başka nesiniz siz? Sokakta 100 kişiye sorsak bırak bilmeyi, bir kişi inanır mı acaba sizin bir kavim,


bir insanlar grubu olduğunuza? Siz memesiniz olm bize göre, huysuz sizi bize meme olarak öğretti ve bana sorarsanız çok bile etti, insanın aklına memeyi getirmekten başka ne verdiniz siz bu dünyaya? Vizigotmuş utanmıyorlar da...

Hazar Türkleri 5–10. yüzyıllar arasında Karadeniz’in kuzeyi ile Kiev’e kadar bugünkü Ukrayna toprakları, Hazar Denizi’nin kuzey ve kuzeybatısını kapsayan geniş topraklarda hüküm sürmüş bir Türk devletidir hazarlar. Göktürk’ün Asena sülalesinden geldikleri düşünülür. Bizans kaynaklarına göre ki Bizans hazarların sağlam bir müttefikidir, Hazarlar “doğu Türkiye” olarak adlandırılır ve yine Bizanslar Hazar hanedanlarına Türk han’ı olarak hitap ederler. O zamanlar her devletin yaptığı gibi bunlar da paso savaşmışlar, yükseliş yaşamışlar, duraklamışlar ve Ukrayna knezliği tarafından yıkılmışlardır. Şimdi koskoca devlet knezlik tarafından yıkılır mı diye sorgulamayacağım, knezlik ne s.kim bir şeydir ona hiç girmeyeceğim, benim derdim bu hazarlar ile. Ey Hazar Türkleri millet tengrici, pagan, şaman, Müslüman olurken bir siz misiniz artist ki tutup Museviliği seçiyorsunuz? Yani bir tek siz mi çıkıntısınız? Ama ben biliyorum sizin asıl derdinizi, ne bir heykel var ortalıkta, ne bir kitabe, ne bir bahçe, ne kazanılmış büyük bir savaş, ne dünyada adını duyurmuş bir hükümdar. E o zaman napalım, bari ilginç bir şey yapalım da adımız tarihe geçsin, bu mudur? Bu kadar basit midir? Sırf din seçimiyle tarihe girmeye çalışmak nedir? Bilimle uğraşma, gözlem yapma, ulema yetiştirme, nedir diye sorulunca “biz tek Musevi Türk kavmiyiz!” Aferin size, bu mudur insanlığa verdiğiniz? Bu mudur Hazar Türkü olmakla övünmeniz; neyiz Musevi, bravo.


Mango OutletOutlet-Terkos Pasajı

Kızların en büyük derdi nedir diye sorsak erkelerin %90’ı kızların da %87’si önceden haberleşmiş gibi alışveriş diyecektir eminim. Her ne kadar biz erkekler için saçma sapan bir takıntıymış gibi görünse de kızlar için öyle olmadığı aşikâr. Alışveriş onlar için hem ilaç, hem stres atma yöntemi, hem mutluluk veren bir eylem, hem kız kıza eğlence, vs. yani alışveriş bir kızın vazgeçilmezlerinden. Funzin ekibi olarak böylesine önemli kızsal bir konuya kayıtsız kalamazdık, kalmadık da. Arkadaşlarımız kızların bu tutkusuna bir nebze olsun ışık tutacak bir araştırmaya imza attı ve siz kızlar için Beyoğlu’ndaki iki alışveriş noktasını gezdi, gördü, değerlendirdi. İşte eski Vakko mağazasının yerindeki Mango Outlet, işte Paşabahçe Mağazasının bitişiğindeki sokakta bulunan Terkos Pasajı.


Neredeler?

Mango

Terkos

Mango İspanyol menşeli bir mağazalar grubu, İstanbul’un ve Türkiye’nin birçok yerinde mağazalarını bulmak mümkün. Son olarak Beyoğlu, İstiklal caddesi üzerinde bulunan eski Vakko Mağazasının yerine büyük bir mağaza daha açtılar. Günün her saati ama her saati bir mağaza ful çeker mi? Mango çekiyor. Terkos ise İstanbul’da ve Türkiye’de tek. İstiklal caddesinin tünel tarafına doğru Turkcell binasını geçince hemen yanındaki Paşabahçe mağazasının yanındaki sokakta bulunuyor. Özellikle İstanbul’da okuyan kız öğrenciler buranın yerini Kartal’da soran birisine eksiksiz tarif edebiliyor. Mango’yu görmemek için kör olmak lazım, caddenin tam ortasında, ışıl ışıl, kocaman vitrinli, sürekli kayan yazıların olduğu 5 katlı bir bina. Terkos pasajı ise kendini gizliyor. Pasaja girişinden baktığınızda bile sadece bir dükkân görebiliyorsunuz, hafifi içe doğru kıvrımlı yapısı onu kazara bulmayı güçleştiriyor.

Ne satıyorlar? Tabii ki ikisi de kızsal şeyler satıyorlar. Ama Mango hemen hemen tüm kızsal şeyleri ürün yelpazesinde bulundururken, Terkos pasajı ağırlıklı olarak kıyafet satıyor.


Mango’da kıyafet, ayakkabı, aksesuar, çanta, vs. bulmak mümkünken, Terkos’ta sadece ihraç malı olduğu öne sürülen ve aslında kaliteli olup da nasıl olduysa Terkosçuların eline düşmüş olan mallar satılıyor. Mango tüm sezon ürünlerini bulundururken, Terkos dönemsel çalışıyor, yazın trençkot bulmanız mümkün değil mesela, ama Mango’ya gidin depodan falan bulup getirirler. Mango’nun ürünleri her daim aynı kalite standardını sunuyorken, Terkos’ta kaliteli mal bulabilmeniz sizin kıyafet yığınlarını karıştırabilme kabiliyetiniz ve sabrınızla sınırlı. Ayrıca Terkos’tan alacağınız bir ürünü yaklaşık 12 dakika kontrol etmeniz de gerekli çünkü defolar ustaca gizlenmiş olabiliyor. Aldığınız bluzun koltuk altı yırtık mı? Baktınız mı? Mango’dan aldığınız ürün de yırtık olabilir ama emin olun geri götürünce değiştirebilirsiniz, oyda Terkos’ta böyle bir durumda muhatap bulmanız o kıyafet yığınları içerisinde tam istediğiniz gibi bir şey bulma ihtimalinizden bile düşüktür.

Müşteri Memnuniyeti Mango elbette ki köklü bir firma ve mağazacılık işini profesyonelce, yıllardır yapıyor. Bu sebeple müşteri memnuniyetini sağlamak konusunda da bir hayli iyiler. Oysa Terkos’ta müşteri memnuniyeti yoktur, öyle bir kaygı taşımazlar. Müşteri ile en sıcak ilişkiyi para alırken ve “kıyafetleri yerlere düşürmeyelim bayanlar!” diye bağırırken kurarlar. Terkos’ta kıyafet denemek ve değiştirmek kesinlikle mümkün değildir. Oysa Mango’da 120 kere değiştirme kabinine girip çıkabilir, beğenmediğiniz bir ürünü 30 gün içinde iade edebilirsiniz. Mango’da müşteri ile ilgilenen tezgâhtar sayısı, o gün içinde Terkos’u ziyaret eden kişi sayısından fazladır. Bu sebeple her 7


dakikada bir birisinin yanınıza gelip “yardımcı olabilir miyim?" deme olasılığı son derece yüksektir. Oysa Terkos'ta hırsızlık yapmadığınız sürece kimse size gelip de "ne bakmıştınız?" demez, öyle ki sorsanız bile cevap vermezler. Ancak bir kıyaslama yaparsak her iki yerin müşterileri de eşit derecede memnundur demek mümkündür. Çünkü beklentiler gidilen yere göre revize edilmektedir. Kimsenin Terkos’a gidip de 5. sınıf bir hizmet beklediğini sanmıyorum. 3 liraya bluz al, beğenmedim diye 1 ay sonra iade etmek iste, o bluzu yaksan sana daha ucuza gelir.

Tasarım

Tasarım sadece Mango ile ilintili bir kavramdır. Terkos için tasarım kelimesi doğru bir tercih olmaz, Terkos için “yığma” tabiri daha doğru kaçar. Mango satış arttırma taktiklerini ustaca kullanırken, Terkos gizemli alışverişi ön plana çıkarır, yani “bak bakalım sana göre bir şeyler var mı” mantığı Terkos’a hâkimdir. Mango renk seçiminden ürün teşhirine, çalınan müzikten aydınlatmaya kadar her şeyi denerken Terkos tahta tezgâh üzerine yığ gitsin anlayışıyla idare etmektedir. Mango’da istediğinizi bir soruyla bulmanız mümkünken, Terkos’ta bunun için mücadele vermelisiniz, kim bilir belki onu çekici kılan da budur?


Kimler gidiyor?

Mango Kızı

Terkos Kızı

Ya avuç içi kadar ya da çuval kadar deri çantasını dirseğini bükerek taşıyan, “catwalk” yürüyüşüyle caddeyi arşınlayan, saçları düz fönlü ve büyük güneş gözlüklü kızlar Mango’ya gidiyor. Kot üstü askılı tişört giyip, sırt çantası veya omuzdan çapraz askılı çanta taşıyan, saçını fönlemeye üşenip toplayan veya bant takan kızlar ise Terkos Pasajına gidiyor. Alışverişini kredi kartı ile yapan kızlar Mango’ya, peşin alışveriş yapan kızlar Terkos’a gidiyor. Şimdi bazılarınız, özellikle Terkosçular, Ya hayır biz de Mango’ya gidiyoruz diyeceklerdir eminim, haklılar gidiyorlar ama ben biliyorum onların gitmelerini Mango’da beğendikleri ürünleri Terkos’ta aramaya gidiyor onlar. Kimse kimseyi kandırmasın. Nerede görülmüş bir üniversite öğrencisinin Mango’ya gittiği? Ama ucuz şeyler de var, var tabi var olmasına ama Mango’nun ucuzuyla Terkos’tan 6 tane aynısından gömlek alırsın ne haber?


Demem o ki Mango ve Terkos kızları birbirine benzemez, benzeriz derler ama benzemezler. Terkosçu kızlar gezmek için de olsa Mango’ya giderken, Mango kızları Terkos dedin mi, baraj değil mi o derler, kaldı ki yanlış da sayılmaz.

Fiyatlar nedir?

Mango alışverişi sonrası

Terkos alışverişi sonrası

Yukarıda yazılanları adam gibi okuduysanız Mango’nun Terkos’u 4’e 5’e katladığını anlamışsınızdır sanırım. Terkos’ta fiyatlar 3–20 milyon aralığında değişirken, kıyafeti baz aldığımızda Mango’da fiyatlar 20– 250 aralığında değişir. Sezon sonu ve defolu ürünleri Mango’da daha ucuza bulmanız mümkündür ama Mango’nun defolu ürününe vereceğiniz parayla Terkos'tan 12 tane benzer ürün alabilirsiniz. Terkos’ta akbil dâhil 50 liraya krallar gibi giyinebilirken, Mango’da 50 liraya sevgilinize hediye alsanız beğenmez. Yani Terkos’a gidecekseniz


çekeceğiniz başbakanlık bursunun yarısı yeterli olacaktır, ama Mango için “Faraday bursu” almanız gerekir (aylık 500 dolar). Son olarak iki mekân birbirinden tamamen farklıdır. Farklı kesimlere hitap eder. Ancak bir erkek bir kızın nerden giyindiğini kız söylemedikçe bilemez bu sebeple eğer kaliteyi çok da ön planda tutmuyorsanız Mahmutbey’den giyinseniz bile karşı tarafın bunu çok da anlayacağını sanmıyorum. Hiçbir erkek Qtwen markasının olmayan bir marka olduğunu bilmez. New York’tan aldım deyin “oo kumaşından belli zaten” diyecektir. Öküz pazen nedir? Polyester nedir? wool nedir bilmiyor ki Qtwen nedir onu bilsin?


AŞK... Sen tarafından kalbime indirilen dikme; aşk. Başka anlamı var mı, başkaları da benim gibi tarifsiz duygular içerisine giriyor mu bilmiyorum, ama aşk sanki sadece içinde sen varsan aşk gibi. Sanki her an bir köşe başından sen çıkacakmışsın, sanki her kız yüzünü dönünce sen olacakmış, sanki her yeni şeyi bana sen fark ettiriyormuşsun gibi. Aşk, senin bana kattığın, eklediğin, fark ettirdiğin bir şey. Sabah gözlerini ilk açtığında her insan böyle mi oluyor? Böyle içi acayip bir huzurla dolu, bilmediği bir mutluluğu mu yaşıyor? Her sokağa çıkış sana yakınlaşan adımlar mı? Her sarf edilen söz içinde senin geçtiğin kelimeler grubu mu? Ve seni anmak ibadet mi? her şey mubahsa aşkta geri kalanlar ne? Sen olmayan her şey ne? Çocuk gibi oldum biliyorum, acemi, saf, her şeyi soran, meraklı. Seninle yatıp seninle kalkıyorum. Senin adını günde kaç defa söylediğimi sayıyorum. Sana aşık olan bir sürü insan gibiyim biliyorum, ama farklı olduğumu hissettirmek için saçma sapan işler yapıyorum. Mesela cep telefonuma senin kullandığın hattan alıyorum sırf daha çok konuşur muyuz diye, ya da senden ayrıldıktan 1 dakika sonra mesaj atıyorum “seni seviyorum” diye. Aşk değil bu diyorsun ya çoğu zaman hissettiklerime öyle zoruma gidiyor ki... Neyse önemli


olan benim içimde çalkalanan duygular ve o kadar laçka oldular ki ne zaman hangi duygu besliyor beni ayırt edemiyorum. Şimdi senden ayrıldım ve eve yürüyorum sabah beni sana getiren ayaklarım senden uzaklaşmama sebep oluyorlar ya ayaklarıma bakıp söyleniyorum. Eve gidip hemen yatacağım, sabah olsun sana geleyim diyeceğim. Sen yarın buna da çocukça diyeceksin ya şimdiden onu düşünüp kederleniyorum. Sen tarafından kalbime indirilen dikme; aşk; benim yüksekliğimi veren...

İkimiz de gitsek bu şehirden, Kimse gitmemiş gibi olur mu? Ve kimse gitmemiş olursa eğer Biz yine birlikte olur muyuz? Einstein’ın dediği de bu değil mi? Kime göre ayrıldık ki biz? Göreceli yalnızlık bu benim çektiğim...


SERİ EKSİ OY VEREN ARKADAŞLA (!) GÖRÜŞTÜK Çok uzun süren uğraşlarımız sonucunda, adının açıklanmasını istemeyen, yüzünü gizleyen ve nickini söylemeyen sözlüğün seri eksi oy veren yazarı funzin mikrofonlarına konuşmayı kabul etti. Kısa süren görüşmemiz içerisinde merak ettiğiniz her şeyi kendisine sorduk, samimiyetle yanıtladı. Yılın röportajı sadece Funzin’de.

Selamlar, sözlüğün var oluşundan beri var olan bir ekibin aktif bir üyesisiniz değil mi? Ne ekibi? Seri eksi oy veren …arkadaşlar işte. Ahahaha sözlükte olsaydın çakmıştım sana en az 10 eksi, hem de sanatının doruk noktalarından başlardım. Aa evet niye genelde oradan başlanıyor? Çünkü orası bir turnusol kâğıdı gibi, verdiğin oyun rengi anlaşılıyor. Adamın sanatının doruk noktaları bir bir eksildikçe resmen keyif oluyorum. Onun suratını düşünüp otuz…..neyse yani belli oluyor eksilendiği o bakımdan. Ne yani en sevilen girilerine verseniz de belli olur ki? Saf mısın sen? O da olur tabi olmaz mı dedik, ama doruk noktaları bir gelenek halini almış artık. Peki seri eksi vereceğiniz kişiyi nasıl seçiyorsunuz? Biz kimseyi seçmeyiz, seri eksi isteyen gelir bizi bulur. Nasıl? Sen dergi falan bizi yemedin değil mi? Salak mısın nesin anlamadım ki? Ben seri eksi oy vereyim diye yola çıkmam. Aslında ben de senin gibi bir


yazarım, hatta senden daha iyiyim ama neyse senin kankalar falan sus şimdi açtırma ağzımı, evet ben de normal bir yazarım, seri eksi vereyim diye yanıp tutuşmuyorum, ama kaşınan olursa da kaşıyorum. ………………..?? Yeminle mankafasın sen! Baktım adam salak salak şeyler yazıyor, ona buna sövüyor, kutsalıma tükürüyor o zaman alıyorum elime eksi butonunu ver ediyorum eksiyi? Bir başladınız mı ne kadar veriyorsunuz en az? Seri eksi olması için asgari şart bütün sanatının doruk noktalarını, eğer doruk noktası yoksa veya yetersiz sayıdaysa tüm en sevilenlerini eksilemektir. Eğer sevileni de yoksa seri eksinin bir anlamı kalmıyor. Yani? Yanisi eksiye bağışıklık kazanmış adama akşama kadar seri eksi verseniz ne olur? Var böyleleri Kim mesela? Sen mesela!! Sazan mısın olm sen niye isim veriyim Ama nickiniz gizli? Ama seninki değil ot beyin Haaa Allahım bu adam benden popüler ya ben ona kızıyorum işte Kızıyorum derken acaba ben de sizden nasibimi almış olabilir miyim? Sen abonesin? Abone? Evet belli periyotlarla seni elime alıyorum ben zaten merak etme. Akşama kadar vurduruyorum sana romiyo romiyo… Peki diğer seri eksicileri tanıyor musunuz? Yani bu bir ekip işi midir?


Hı hı evet, ben yoruldum artık bundan sonra sen devam et diyorum. Olur mu hiç öyle şey, olur mu? Herkes birbirinden bağımsızdır ama gönül birliğimiz vardır yani baktım birisi “beni seri eksiliyorlar” diyor dalıyorum ben de destek oluyorum iyice indiriyoruz elemanı. Yani seri eksi oy veren ibne başlığına yazanlar bir nevi mimleniyor mu? Hayır, sırf o başlığa yazdı diye birine seri eksi verilmez, ama bu başlığa yazan kişiler genelde seri eksi oy yiyen kişilerdir ve seri eksi oy yiyorsa mutlaka gerekçesi vardır. Kimse durduk yere seri eksi oya maruz kalmaz. Ama bir bakıyoruz bir solcu eksilenirken, öter yandan bir bakıyoruz bir sağcı, öbür tarafta bir dinci seri eksi oy alıyor sebep? Sebep gayet basit, tabi biraz düşünebilirsen, ama nasıl olsa ben buradayım diye paso bana yüklenmek dururken niye düşünesin değil mi? Anlamadım, pardon? Anlasan şaşardım, şimdi seri eksi oy verenler diye bir kurum ve bu kurumun kabul ettiği bir genel görüş yok. Herkes seri eksici olabilir, sınavı, okulu yok bu işin, dolayısıyla sağcısı da var solcusu da. Kim kime ne yönden gıcık oluyorsa o şekilde seri eksi veriyor. Peki, sen diyelim sağcısın, baktın bir sağcı seri eksi yiyor tepkin ne oluyor? Nötrleştirme. Nasıl? Solcu seri eksici nötrleştiriyorum.

arkadaşın

verdiği

eksileri,

artı

oy

vererek

Yani tutup da sen de ona seri eksi vermiyorsun Hayır, kesinlikle bu etik değil. Seri eksicinin yazılı olmayan kurallarından birisidir bu, seri eksi oy veren adam iş üstündeyken ona seri eksi verilmez. Ha çok mu istiyorsun adam verir seri oyunu bitirir ardından sen dalarsın ona. Seri eksiciler birbirlerini tanırlar mı?


Evet, alnımızda seovi yazar bizim, ama ışığa tutman gerekli. S.ktir git kırıcam şimdi bi yerini mal. En çok nelere seri eksi veriyorsunuz Hakaret, kutsala sövmek, denyoluk, çakmalık bunlardan bazıları diyebiliriz. Çakmalık? Yani taklitçilik, özgün olmama, başkasını taklit etme bunlar hep çakmalığa giriyor. Bir örnek verseniz Mesela sen, çakmasın oldu mu? Yani bana da seri eksi veriyorsun? Ne dedim yukarıda sen abonesin, dedim mi demedim mi? Çık bak dedim mi demedim mi? Ne sorduğundan haberin yok senin daha allahım ya! Evet demiştiniz siz söyleyince hatırladım. Peki, hiç seri eksi verip de pişman olduğunuz oldu mu? Olmadı ama olsaydım gider artı verir durumu dengelerdim, nedir yani sonuçta dama öldürmüyoruz ki, geri dönüşümü olan bir eylem bizimkisi. Hiç Wondrous’a seri eksi verdiniz mi? Hayır, çünkü o verilen oyları görebiliyor. Tak diye afişe etse işimiz biter. Adımız bir kere seovi’ye çıktı mı var halinize? Peki hiç mod eksilediniz mi? Hem de nasıl! Sözlüğün dokunulmazları var mı? Hımmm ilginç bir soru, aferin şu kadar soru sordun bir tek bu iyi gibi. Wondrous dokunulmaz bir kere, onun dışında hassas, duygusal olduğunu bildiğimiz bazı kimseler var onlara dokunmuyoruz bir de Ankaralı bir arkadaş var onu kimse seri eksilemez.


Ankaralı mı? Kim o Adını diyecek olsam Ankaralı demezdim herhalde dimi? Ankaralı birisi işte bu kadarını bilin yeter. Bir de Eskişehir’den vardı ama onun seri eksi listesine aldık yeniden. Ya bir ekip değiliz diyorsun ama hep bir ekipmişsiniz gibi konuşuyorsun? Evet, öyle, çünkü birbirimizi bilmesek de eylemlerimizi görüyor, takip ediyoruz yani bu oluşumun farkındayız ancak bir araya gelmiyoruz. Gönül birliğimiz var. Sözlükte size çok küfür ediliyor, zaten “ibne” denmesi bile bir küfür gibi, zorunuza gidiyor mu? Hayır, o bana küfür etmiyor seovi’ye küfür ediyor ben kendimi öyle tanımlamıyorum ki, seovi kim? Onun am.na ben de koyayım, nedir yani? Evet, bitirelim gitmem lazım. Tamam, teşekkür ediyorum vakit ayırdığın için, son olarak neler söylemek istersin. Ne demek ben teşekkür ederim. Son olarak derim ki akıllı olun, birbirinize küfretmeyin, ayar vermeyin, kızdırmayın. Belki karşındaki adam affeder seni ama biz affetmeyiz. Bir de seri eksi oy alınca “seri eksi oy aldım böhüböhüböhü” yapan adamları sevmiyoruz onu da bilin ona göre tavır alın. Saygılar. Teşekkür ederiz.


Elif Hocayla Dinsel bilgiler Elif hoca kimdir? 30 Şubat 1953 çeşme Alaçatı doğumlu olan elif hoca, ilk ve orta öğrenimi Malatya’da tamamlamıştır. Malatya imam hatip lisesini kızlarda 2nci, erkeklerde 3üncü ve toplamda 1incilikle 3 madalyayla bitirerek okulun azizler listesine girmeye hak kazanmıştır. Daha sonra Marmara üniversitesi ilahiyat bölümüne giren elif hoca, lisansını bitirdikten sonra aynı üniversitede “dini aktivitelerin insanlara harcattığı adenozin tri fosfatlar” üzerine yüksek lisansını tamamlamıştır. Yüksek lisans tezinde belirttiği uç düşünceleri yüzünden ( 5 vakit namaz yeterli kalori yakmıyor, 3 vakit yüzme daha sağlıklı gibi) akademik kariyerini yetiştiği topraklarda devam ettirme şansı bulamamıştır. Bunun üzerine Yale üniversitesinde doktorasına devam eden elif hoca, çalışmalarını “deneysel din” üzerine yoğunlaştırmış ve güney Afrika’nın ilk din laboratuarını Yale üniversitesinde kurmuştur. Uzun yıllar laboratuarında toprak ve suyla çalışmış, ilk insanların yaratılışını deneysel olarak incelemiştir. Harcanan yıllar sonrası elif hoca bir insan yaratamamış olsa da Mimar Sinan üniversitesi güzel sanatlar fakültesi tarafından keşfedilmiş, heykel bölümüne kaydını yaptırmıştır. Şu an şaha kalkmış atın üzerinde oturan Atatürk heykeli üzerinde çalışmakta olan elif hoca, atın sol arka bacağını bitirmiştir. Elif hoca, dul ve 4 eski koca sahibidir. Boşanmasını engellemek için son ayrılığından sonra Katolik olmuştur. Sert bir Katolik olmasına rağmen, İslam dini hakkında geniş bilgisiyle vatandaşlarının sorun ve sıkıntılarına çare bulmaya devam etmektedir. 4 kez hac, 8 kez umre yapmış ve 5 gün oruç tutmuştur.


Elif hocam, ben kuzey kutbunda yaşayan bir gencim. Kıbleyi nereme göre ayarlamam gerekiyor. Malum kutupta bir gözüm kıbleyi gösterse öteki Tunus’a bakıyor. Çok zor durumdayım hocam, yardım. Rumuz: Kuzey ışığı

Sevgili kuzey ışığı, seni çok iyi anlıyorum evladım. Yalnız cinsiyetini belirtmemişsin. Ben nasıl cevap vereyim? Erkek olduğunu düşünerek cevap veriyorum. Bu durumda en doğrusu kendi simetri eksenini kıbleye doğru yönlendirmen olacaktır. Ama bu durumda penisinin o yönü göstereceği gerçeğini düşünürsek bilimle din burada ters düşer. Sağ gözün kıbleye dönük olsun desem o da olmaz. Sol gözünün nereye baktığı belli olmaz. Benim Yale’de yaptığım deneysel çalışmalarımda elde ettiğim sonuçlara göre 78 kuzey paralelinin daha kuzeyinde kılınan namazlarda kıbleye dönmek farz değildir. İstediğin yere dönebilirsin. Ama kendini garantiye almak istersen, bir atlıkarıncaya binip öyle namazsını kıl. İlla bir iki kelimeyi kıbleye karşı okumuş olursun evladım. Allah kabul etsin.

Çok muhterem Elif hocam sizi en kalbi muhabbetlerimle selamlar, saygı, sevgi ve hürmetlerimi sunarım. Ben Adana’nın Ceyhan ilçesinde yaşayan 89 yaşında bir zat-ı muhteremim. 71 yıllık evliyim, eşimle severek evlendik ama son zamanlarda aramıza soğukluk girdi. Kendisinden elektrik alamıyorum. Bu yaşta mahkemeyle falan uğraşmadan kaç defa “boş ol” demeliyim ki yeni bir karı, yani kız alabileyim. Saygılarımla. Rumuz: Üzmez’in kankisi

Boşanmak için söylenmesi gereken “boş ol” sayısının evliliğin süresi veya yaş ile ilgisi yoktur. Yani 30 yaşına kadar 3 defa, 30-60 arası 6 defa, 60+ 8 defa gibi bir sıralama yoktur. Kaç yaşında olursan ol 3 yeter ama 89 yaşında ne boşanması? Zaten bir ayak toprağa girmiş. Al eşini de hac yap, zekât ver. Yeni kadına takacağın yüz görümlüğü parasını hayırlı işler için harca. Elektrik almak nasıl oluyor 90 yaşında? Romatizmaların mı sancıyor? Bırak Allah aşkına.


Biz yapsaydık Tower Bridge

Londra şehrinde Thames Nehri üzerinde yer alan bir köprüdür. Londra Kulesi’ne yakın olduğu için "Kule Köprüsü" olarak adlandırılmıştır. 1894’te kullanıma açılan köprü, Baskül köprü türü köprülerin en ünlülerinden biridir. Köprü yüksek seviyeden iki yatay yürüyüş yolu ve aşağıdan bir araba yoluyla birbirine bağlanmış iki kuleden oluşur. Londra'nın doğusunda gelişen ticaret nedeniyle 1870'lerde bir köprünün inşasına gerek duyulmaya başlandı. O bölgede klasik bir köprü inşa etmek mümkün değildi zira klasik bir köprü, Londra Köprüsü ile Londra Kulesi arasında limana erişimi engellerdi. 1876 yılında açılan köprü proje yarışmasının sonucunda, Horace Jones'un köprü projesi kabul edildi (1884).


Kule köprüsünü biz inşa etmiş olabilirdik, köprü Thames nehrinin değil de ne bileyim haliç'in üzerinde duruyor olabilirdi. Geceleri aydınlattığı sema Londra’nın değil, İstanbul’un seması olabilirdi, İstanbul’un siluetine eklenebilirdi. Eklenebilirdi de acaba neler olurdu? Bir kere açılışında üstünde geçit töreni yapılır ve gördüğü hasar sebebiyle körünün açılması 1 yıl ertelenirdi. Köprüden tank geçirme fikrinin babası divan-ı haber verilir ordudan atılırdı. Yapılmasından kısa bir süre sonra yaşanan intihar olayları sebebiyle yaya yürüme yolları iptal edilirdi. İptal edilmeyen üst kısımlardaki yaya yollarına bekçiler konurdu. Köprünün giriş ve çıkış noktalarında karşılıklı olmak üzere 4 polis kontrol noktası oluşturulurdu. Köprünün kule kısımları kesinlikle atıl halde bırakılmazdı. 4 katlı yapının ilk üç katı çeşitli restoranlara kiralanır gün boyunca köprüden yarım ekmek döner kokusunun yayılması sağlanırdı. Son katlar ise kimsenin ne iş yaptığını bilmediği devlet kurumlarına tahsis edilirdi. Misal son katın güneye bakan cephesinde “köprü ve viyadükler genel müdürlüğü İstanbul birinci bölge ekip şefliği serbest bölgesi” tabelasını görmek kimse için şaşırtıcı olmazdı. Her bir kulede 3'er tane olmak üzere toplam 6 yer ihale ile kiraya verilir bu yerlere belediyeye yakın isimlerin


restoran açmasına izin verilirdi. 1800’lerde yapılmış olan köprünün kulelerindeki restoranların iç tasarımlarının 2000’li yıllara özgü olmasını kimse yadırgamaz, kulenin camlarının pimapen olması kimseyi rahatsız etmezdi. Köprünün ayaklarının yakınlarında bulunan yeşil alanlar 49 yıllığına eşe dosta hibe edilir, buralarda otopark, cafe, restoran, umumi helâ gibi tesislerin yapılmasına ön ayak olunurdu.

Köprünün üzerinde bulunan araç yolunun gidiş-geliş tek şerit olması zamana sorun teşkil eder, köprüyü 1800'lü yıllarda inşa edenler vizyonsuzlukla suçlanırdı. Yaya yürüme yollarının araç yolundan


geniş olması tartışmalara yol açar ve bu tartışmaların ardından yaya yolları önce kuş kadar yapılıp araç yolu çift şeride çıkarılır ardından da tamamen ortadan kaldırılarak sadece araç yolu haline getirilirdi. Artan araç yükü köprünün hidromekanik açılma mekanizmasına zarar verir, tamiri çok masraflı olacağı için köprünün açılıp-kapanabilme özelliği iptal edilirdi. Bu özelliğin olmaması sebebiyle açık denize ulaşamayan köprünün diğer tarafında bulunan tersanedeki gemiler çürür, bunlardan kaynaklanan zararlar köprünün tamir masraflarının 10 katına ulaşırdı.

2000’li yıllarda köprünün artık ihtiyacı karşılamadığı düşünülmeye başlanırdı. Artan araç ve yaya yükü sebebiyle yeni bir köprünün yapılmasının gerekli olduğu görüşü ağırlık kazanmaya başlardı. Minibüs ve taksi lobisinin bastırması ile köprü yerinden sökülür ve haliç’in iç kısımlarına taşınırdı. Üzerinden tramvay yolu geçirilen köprü önce bu yükün altında ezilir ve hasar görür, ardından nasıl çıktığı bilinmeyen bir yangında kül olup giderdi. Yangının yayılmasındaki temel unsurun pimapen camlar olduğu çok sonra, küçük bir duyuruyla açıklanırdı.

Köprü yerinden sökülüp atılırken, yeni yapılan şekilsiz, estetikten uzak, demir yığını köprü başbakanın da katıldığı bir törenle hizmete sokulur, İstanbul halkının hep daha iyisine layık olduğu vurgusu yapılırdı. Bunu yapan belediye seçimlerde %45 oy alır, kimse "yahu bir kule köprü vardı noldu ona?" deme zahmetine girmezdi.


İşte onların “Tower Bridge” köprüsünün bugünkü hali....

İşte bizim eski “Galata Köprüsü”nün bugünkü hali...


"The Queen (aka La Regina) Film Lady Diana'nın ölümü ve Tony Blair'in başbakan oluşuyla başlıyor. Öyle detaylar var ki filmde insan gerçek mi kurmaca mı olduğunu düşünmeden edemiyor. Konusu için kabaca Diana'nın ölümünden sonra yaşananlar, kraliçenin ve sarayın iç yüzü, başbakanlık ve monarşinin çatışmaları falan filiş. Bir kaç detay paylaşmak istiyorum aklıma takılan; Mesela Tony Blair başbakan olduğu ilk günlerde hiç kimseyi tanımıyor. Sürekli yardımcıları hangi ismin kime ait olduğunu söylüyorlar. Öyle ki neredeyse filmin ana teması olan "Peoples Princess" tamlamasını bile yardımcısı buluyor. Filmin başlarında takındığı yenilikçi tavrını, filmin sonlarına doğru nasıl kaybetmeye başladığını görüyoruz. Ki bu da bir hafta içinde oluyor. Dönek Tony lakabını uygun görüyorum kendisine.


Cherie Blair'in kraliçe karşısındaki alaycı reveransları son derece güzeldi. Acaba gerçekte de kırıta kırıta, kıkır kıkır reverans yaptı mı kraliçe karşısında merak ediyorum. Kendisi son derece dominant bir eş olmanın yanı sıra, kocası gibi döneklik etmedi. Koskoca başbakana bulaşık yıkatmışlığı varmış, helal Cherie abla!! Ulan nasıl bir kraliçeyse artık bu Elizabeth, karısı ölmüş herifin orda (herif dediğim de Prens Charles) karısının cesedini almaya özel uçağıyla gitmesine izin vermiyor. Adamceğiz Amerika’dan gelen aktarmalı uçakla gideyim bari Paris'e bilet bulduk diyor. Son derece pısırıkmış Charles, karısını aldattı maldattı ama anasına sesi çıkamıyor. Türk erkeği olabilir bu Charles, bi kökleri araştırılsın derim. Elizabeth'in anası da ayrı bi pinponmuş onu gördük. Bir ayağı değil iki ayağı çukurda, ama o benim cenaze törenim olacaktı, ben planlamıştım diye surat yapıyor. Ölüm bu ölüm, orda prenses ölmüş, hala tören benimdi, bilmem neydi diye somurtuyorsun. Gelelim yaşantılarına. Saray hayatı hiç de özenilecek bir şey değilmiş. Aşk-ı memnu'daki hayat çok daha havalı. Kraliçe Elizabeth ve annesi bütün gün oturup televizyon izleyen, hiçbir şeyi beğenmeyen insanlarmış. 15 tane uşak, 20 tane insanın çalıştığı mutfak falan görmeyi hayal ettim ama yemek yedikleri yer bizim salondan halliceydi. Peehh. Beni en çok sinir eden karakter de içgüveysi Prens Phillip'ti. Asilkandan bile olmadığı


halde, o hali tavrı ne ya, artık nasıl götünü kaldırmışlarsa bunun bi şımarıklık, bir mızmızlık. Ay yok dayanamıyorum, öf çok sıkıldım, yok Diana için bayrak mı yarıya inermiş bilmem ne. Ya 100 yaşına gelmişsin hala kral olamamışsın, tüm prens tanımlarını ayaklar altına almışsın bu ne şımarıklık Phillipcim? Kadın orada halkın gözünde kraliyetin ne hale geldiğini konuşuyor, bu hala öf çayın soğudu gördün mü diye dudak büzüyor. Diğer kıl olduğum olay ise annesi ölmüş iki tane bebeyi avutmak için geyik avlamaya götürmek. Ahaha nasıl insanlarmış bu kraliyet ailesi, ulan geyik öldürünce annelerinin ölümünü mü unutacaklar nedir, ne düşünüyorsunuz ailecek ya? Geyik demişken, Elizabeth hazretleri gelini için götünü kaldırmazken, 14 boynuzlu geyik peşinde koşup gözyaşı dökmesi de ne büyük iki yüzlülüktür. Hümanizmden bahsetmesin kimse gelip de, basbayağı katı kalpli, kötü bir kadın bu kraliçe."


KAYSER SOZER RÖPORTAJI Uzun süredir sözlükte de sessizliğini koruyan Kayser Sozer bizi kırmadı ve Funzin Dergi için çarpıcı açıklamalarda bulundu. Neden Đtü sözlü tercih ettiğinden, gizli eş cinsellik saptamalarına, zayıf noktalarından varisine kadar merak edilen birçok hususta sorulan sorulara içtenlikle cevap verdi. Đşte uzun süre konuşulacak röportaj.

Đlk Bölüm: Yazarlık Hikâyesi —sevgili Kayser Sozer, ismini bilmediğim için ve sözlük içerisinde böyle tanındığın ve bilindiğin için sana bu şekilde hitap edeceğim, insanların senin hakkında bilmedikleri o kadar çok şey var ki nereden başlayacağımı bilemiyorum ancak klasik bir başlangıç yapmayı seçiyorum; sözlük maceran nasıl başladı? Öyle önemli bir hikâyesi yok. Bir şey arıyordum sanırım. Ekşi sözlüğe denk geldim. Biraz karıştırınca hoşuma gitti ve sonra da “ ben de yazıyım bari” şeklinde olaylar gelişti. O an hissetmiştim ama bir şeyler olacağını, farklı olduğumu. Havada tuhaf bir koku vardı. Sevdiceğinizin ayak bileklerine pudra şekeriyle ovmak gibiydi sanki. İnsan bazı şeyleri anlatmakta güçlük çekiyor. Ama şunu söylemeliyim, o günü hayatım boyunca unutamam, kimliğim, özgüvenimi bulmama yol açtı. O güne kadar sıradan, hadi itiraf edeyim, ezik biriydim, ezik derken, görüldüğünde hatırlanan, kimi zaman da görülmeyen, ama şimdi... evet şimdi en büyüğüm... Bir de ilginç bir hikâyesi var o günün, DP eski başkanlarından “Süleyman Soylu”nun siyasete atılmasına denk gelir. Bu yüzden çok daha anlamlı benim için. Beraber büyüttüğümüz çocuk gibi.

— yani ekşi hoşuma gitti ama yazar almadığı için bende itü’ye geldim mi diyorsun? Aslında tam olarak şöyle demek istedim; “sadece ekşi sözlüğü biliyordum. Ama yazar almadığı için diğerlerini denedim”. İyi ki öyle yapmışım. Çok mutluyum burada. İtü sözlüklüyüm diyen itü sözlüklüdür.


—itü sözlükten önce başka interaktif sözlük ortamlarında bulunmadın o halde? Hayır. Aynı anda uludağ'a da kaydoldum. Ama itü sözlük'te yazdım.

—peki, itü sözlüğü seçmendeki ana sebep nedir? itü’de mi okudun? Ekşi sözlük yazar almıyordu. Ben de diğerlerine baktım. Diğerleri derken uludağ ve itü. Fazla zorluk çektiğimi söyleyemem. İtü'de okumadım ama arkadaşlarla sürekli çıkışına giderdik. Bir kaç kez bastık okulu. Oradan bir aşinalık var. Ama tüm bunlar geride kaldı tabii.

—ekşiyi düşünmemene bir sebep olarak orada senin tarzına benzer yazılar yazan “peder zickler”in olduğunu söyleyebilir miyiz? Dediğim gibi sebep sadece yazar almamasıydı ilk etapta. Sonra da ilgilenmedim zaten. itü sözlük'te keyfim yerindeydi. Ayrıca “peder zickler” ya da herhangi iyi-başarılı-ünlütroll-nasıl tanımlarsanız tanımlayın işte, bir şekilde okunan bir yazarın orada olması beni kaçırmaz, tam aksine çeker. Böyle ne kadar çok yazar olursa o kadar iyi olur benim içim. Yazma hevesim gelir. İtü sözlük için de geçerli bu.

Đkinci Bölüm: Trollük —senin ilk girilerinin neredeyse tamamını okudum, bunların hepsi diyalog şeklinde; “simetri hastalığının olması”, “uzaya giden ilk Türk”, “sevgilinin kulağına fısıldanacak sözcükler” gibi başlıklara diyaloglar yazmışsın ama bir noktada sanki bir kırılma olmuş ve tarzın tamamen değişmiş, bu planlanmış bir şey miydi? yoksa spontane mi gelişti? Yani sözlüğe girerken tabirimi hoş gör “ben troll olacağım” kaygısı taşıyor muydun? Troll derken, işte basit olarak insanlar “atlasın”, “sazanlık” yapsın diye yazdığım anlamını çıkartıyorsan ya da çıkartılıyorsa, ben böyle bir şey yapmıyorum. Zaten bana yapılan bu tür değerlendirmeler de fazlasıyla gülünç duruyor. Şöyle örnek verelim. Madem adı troll bunların, yani basitçe inanmadığı bir şeyi yazıp, saçma, salak, neyse


artık, ya da insanların değerlerine saldırıp birilerinin atlamasını bekliyorum ben ve bunu sürekli yapıyorum. Eee okuyan insan bu adama bir kere yorum yapar, iki kere yapar, üç kere yapar, ama sürekli yapmaz. Aynı şey benim için de geçerli. Bir kere yazarım, iki kere yazarım, ama üçüncü de yazsam da bir anlamı olmaz. Herkes farkında olur çünkü ne yaptığımın. Ciddiye almaz. Eee zaten ciddiye alınmıyorsun, bir anlamı olmuyor diyorsan, benim için hazırladığın güzel sorularını gösteririm.

Benim yaptığım bu değil yani trollük. Benim yaptığım şu, ortaya koyduğum fikri, başlığı, tespiti, önermeyi kendi mantığı içinde savunmak. Şemsiye taşıyan erkek gizli eşcinseldir demek ayrı, neden gizli eşcinsel olduğunu açıklamak ayrı. Bunu yaparken ortaya koyduğum bulguları ciddiye almıyorsan, kuantum fiziği başlığını tanımlamıyorum ki, şemsiye taşıyan erkekleri açıklıyorum derim. İlk başta niye öyle yazdığıma gelince... Bunu inanarak mı soruyorsun? Sen ne yazmıştın mesela ilk 10 yazında? Karşı cinse dair başarılı tespitlerini aktarmış mıydın? Çok basit bir şey bu; önce palazlanacaksın, önce kim olduğunu ederini ortaya koyacaksın. Bir iş yapılırken karşı taraf hesaba katılmıyor. Esas ilginç olan o. “Abi ben de senin gibi yazıyorum. Ben de farklı şeyler yazıyorum. Ama uçtum. Uçurdular beni. Sen ayrıcalıklısın.” Ayrıcalıklıyım tabii. Salak değilim çünkü ve de bunu hak ediyorum. Sözlüğe girdiniz. Atıyorum “mavi at” diye bir nick aldınız ve başladınız. Modlar için sıfırsınız, bir anlamınız yok ve ne koyarsanız ona göre değerlendirileceksiniz. Yani tamamen size bağlı her şey, nasıl istiyorsanız öyle görüneceksiniz. Aykırı bir şey yazdınız, tamam, aykırı iki şey yazdınız tamam, ama üçte duracaksınız. Üçüncüyü yazmak için onu hak edeceksiniz. Edebiyat döktürün yalandan. Sıradan bir şey yazın ya da olmadı siyasetle ilgilenin. Mod sizi tanımlayamasın. Şaşırsın. “Yaaaa şuna bak troll işte. Küfürlere bak. Hadi ben de seviyordum ama son olayla sınırı aştı” deyip tam uçuracakken seni, “yitirilen aşkların çaresizliği” diye bir şey yazın. Yok yok bunda bir şey var, kalsın desin. Sizi bir yere koyamasın. Tanımlayamasın. İlk 10 yazı ya da başlangıç yazıları, tanıma, gözlemleme, oturma, ama hepsinden önemlisi “tanıtma” yazılarıydı. Sözlükte yeteri kadar güçlü olmadan polemik


yaratabilirsiniz, birilerine saldırabilirsiniz, gerçekten iyiyseniz kazanırsınız. Ama önce sizde bir şeyler olduğunu kanıtlayacaksınız.

sorun

olmaz,

—sanki senin yazmak istediklerin tamamen farklı şeylermiş gibi geliyor bana, ancak okunmanın yolu yazdıklarını dikkat çeken bir ambalajda sunmaktan geçer gibi bir kanıya varmışsın ve bu yola sapmışsın gibi hissediyorum. Bunu da “herkes yazıyor kimse okumuyor” başlığındaki girinle gayet net ifade etmişsin bana göre yanılıyor muyum? Şimdi baktım söyleyince. Evet. Okunabilecek bir şey varsa okunur zaten. Herkesin okumasını amaçlıyorsam ona göre yazarım. Yok, eğer birileri beğensin birileri nefret etsin diyorsam, ona göre. Ya da çok az kişi beğensin, anlasın ve seçilmiş azınlık olduklarının farkına varsın diyorsam, ona göre. Bana göre düz, basit, yalın yazmak, “ahşap kapının yanına düşen gölgesindeki soylu titremeler, eylül akşamlarında içime yerleşen uyuşmuş hıçkırıkları hatırlattı bana, misketler yuvarlandı ellerimin içinden, ta avuçlarımdan duyuluyordu öksüzlüğüm, vs. şeklinde yazmaktan çok daha zordur. Ama okunmamayı istemek de bir tercihtir sonuçta Dediğim gibi sadece strateji meselesi.

—yaşanan kırılmanın ardından ki bu kırılma çok erken olmuş, çoğu insana ters gelen, rahatsız edici, sanki daha önce söylenmemiş şeyleri sözlüğe taşıdın. Mesela “oturarak işeyen erkekte gizli eşcinsellik vardır” dedin, “erkelerde gizli eş cinsellik belirtileri” dedin, “minibüste şoför yanına oturan erkek ibnedir” dedin, “eski sevgilimin kız kardeşi büyüdü” dedin. Gerçekten inandığın şeyleri mi yazdın? Yani gerçekten bu düşüncede misin? Bunu daha önce söyledim mi bilmiyorum. Ama aynı şeyleri söylüyorsam sürekli, bu aynı şeylerin sorulmasından kaynaklıyor. (gülüşmeler, sadece kayser gülüyor...) Sözlükte bir konsept var. Başlık açıyorsunuz ve o açtığınız her neyse onu tanımlıyorsunuz. Ama açtığınız şeyi tanımlıyorsunuz, bunu özellikle söylüyorum ki iyi anlaşılsın ve bu tanımları yaparken başlıkları birbirinden bağımsız olarak görüyorsunuz. X başlığına yazdığınız şey için, y başlığında sizden hesap sorulamaz. En azından ben bu şekilde yazıyorum. Dolayısıyla farklı psikolojilerle farklı tanımları


yapabilirsiniz, tabii kendi içinizde bütünlüğünüzü koruyarak. Bir yerde solcuyum diyip, ertesi yerde faşist olabilirsiniz demiyorum, bahsettiğim daha farklı bir şey. “Gerçekten inandığın şeyleri mi yazdın?” tabii ki, yazarken inandım. “gerçekten bu düşüncede misin?” tabi ki, yazarken o düşünceye sahiptim. Bunun aksi mümkün olabilir mi? Bu iki soruyu öbür anlamda sormuş olamazsın zaten. Gazetede köşe yazan bir yazara “inandığın şeyleri mi yazdın” diye sorabilirsiniz belki, ama aynı soruyu, ne bileyim “tehlikeli masallar” ı okuyup “Ahmet Altan”a sormak, acayip bir şeydir. Yazar, yazarken inanır yazdığı şeye, yazdıktan sonra da inanabilir, o ayrı, ama bunun bir önemi yoktur.

—o zaman Kayser Sozer ile sen ne kadar benzeşiyorsun? Yani kayser senin tam zıttın bir karakter olabilir mi? senin söyleyemediklerini söyleyen? Rahatsız eden? Bunun cevabı da az önce söylediklerimle bağlantılı. Yazarlar, yazdıklarına ne kadar benziyorsa, o kadar, yani çok önemsiz bir şey bu. Bir şey okurken, acaba yazar da mı bunu yaptı diye hiç düşünmedim açıkçası, belki de önemlidir.

—her girinde bir şeylere laf sokma, birilerini küçümseme, bir tabuya gönderme onu devirme, insanları rahatsız etme çabası var sanki Kayser Sozer mutlaka sivri mi olmalıdır? Hep birilerini eş cinsellikle mi suçlamalı, hep birilerini mi hoplatmalıdır ya da varoş tiplerle mi savaşmalıdır? Yoo bazen de çok duygusal olabiliyor. Aslında iki güzel lafla idare edilebilen çok sevimli biri. Özellikle ince bilekli kızların her dediğine inanır. Bazen korkuyorum, hatta yahu akıllı bir kadın bunu parmağında oynatır diye. Ruhu çok ince.

—çok uçlarda gezindiğini düşündüğün oluyor mu hiç? Mesela sence bir başkası “anıtkabir'e gidip sevişmeden dönen insanlar” diye bir başlık açsa senin yaklaşımın ne olurdu? “aferin işte bu” mu derdin? Altını doldurabilirse derdim. Yoksa başlığı açmak bir şey değil. Verdiğin örnek hakikaten bir hayli sert, hatırladım şimdi ben de. Baktım da yazıya. Bunu şimdi


sokakta söylesen ne olur kim bilir? Ya da başka biri söylese? Ama bak altına bi, oku, kızabileceğin bir şey yok. Kızsan da ispatlayabileceğin bir şey yok. “ulan sen bunları yazmışsın ama ben senin ne demek istediğini anlıyorum” demekten başka. Ben demek istediğimi yazdım yahu. Siz çok art niyetlisiniz.

Üçüncü Bölüm: Gizli Eş Cinsellik —her şeyi eş cinselliğe bağlaman aslında bir kılıf mı? Yani sen o başlığı açıyorsun ama içerisinde çok farklı noktalara mı gönderme yapıyorsun. Mesela tırnak kesen, saç kurutan, şemsiye taşıyan, prezervatif takan, sık meyve yiyen, sık alkol alan, vs. erkeklerde cidden eşcinsellik olduğuna inanıyor musun? Yoksa bu başlıklar senin girilerinin okunması için birer cazibe odağı mı? İnanıp inanmama konusu anlattığım gibi. Yazdığıma göre inanmışım.

—hoplatmak nedir? Tamam, anlıyoruz az çok ama neden hoplatmak fiilini seçti Kayser Sozer? Bu da insanları çekmenin bir başka yolu mu? Çünkü hoplatmak varsa kayser vardır gibi bir anlayış oturdu artık. Hoplatmak ne anlama geliyor? Hoplatmak demezsek ne kullanabiliriz? Bak burada bile yazamıyorum. Küfürden pek hoşlanmam açıkçası. Kaldı ki o sözcük kulağa çok sert, kaba geliyor. Kelimelerin yarattığı ses, duyurduğu, hissettirdiği şey çok önemlidir. Aynı anlama gelen iki kelime bir cümleyi, paragrafı, hatta bütün bi yazının duyurabileceği anlamı bile değiştirebilir. “garip” ve “tuhaf” bile farklı çağrışımlar yaratır insanda. Her kelimenin üzerinde uzun uzun düşünülecek kadar bir anlamı vardır. Her harfin yarattığı bi duydu ve yan yana geldiklerinde oluşan şey. Başka bir konu bu gerçi ama mesela “w” okunduğunda güçlü, ağırdır, “s” başka bir şeye işaret eder, vs. “Hoplatmak”a gelince sevimli bir sözcük. Mesela birine “gel seni bi hoplatıyım” deyin, bi de “gel seni bi ....” farkı anladın mı? Hoplatmak da çocuksu bir yan var ve çocuksu yan da kötü bir şey değildir. Severim ben.


—girilerinde çok alıntı yapıyorsun, yazar isimleri, yönetmen isimleri, filozoflar, felsefeciler, vs. çok geçiyor, bu biraz “bakın ben ne çok okuyorum” duruşu mu? Yoksa gerçekten bu girilerde insanlara bir şeyler verebilirim düşüncen mi var? Gerçekten mi? Ben çok fazla olarak bilmiyordum. Yani 1000 yazının 10'unda filan vardır diye. Ama incelemişsen doğrudur. Aslında sevmem böyle bir şeyi. Bildiğim şeyleri değiştirir, ufak tefek oynamalarla kendim kullanırım çünkü. Benim gibi yaparım. Sonuçta herkesin aklına gelebilecek şeyler. Benim de gelmiştir de, ancak başka birinden okuyunca farkına varmışımdır bunun. Alıntı yapmam yani genelde. Yapmışsam da dediğin şeyden yapmışımdır. “Ben de bi şeyler biliyorum. Size tuhaf şeyler yazıyorum ama ben de boş değilim” havasından. Daha önce dediğim şey gibi, denge olayı, başkalarına iki gereksiz gelebilecek yazının ardından bunları döktürmüşümdür mutlaka. Tam ciddiye alınmadığım sırada ciddi bir yüzümü göstermek istemişimdir. Yoksa öyle çok fazla şey bilmem. Okumam da.

—artık Kayser Sozer bir marka bunu kabul etmek lazım. İnsanlar sana affedersin ama gıcık olsalar da en favori, en sevilen yazarlar arasındasın. En çok nick altı girisi sana yazılmış, bir giri girsen anında 5 nick altı yazılıyor; kayser neden bu kadar çok ilgi çekiyor? İnsanlar kayser’in dediklerini mi, üslubunu mu, absürtlüğünü mü nesini seviyor sence? Uzun uzun açıklamaya gerek yok. Kayser Sozer'i basitçe anlatacak olursak şu, hadi okuyanlar üzerinden yapıyım bunu. Herkesin en az bir tane, en nefret edenlerin bile, bayıldığı Kayser Sozer yazısı vardır. Aynı şekilde Kayser Sozer'i en çok sevenin bile nefret ettiği, tiksindiği Kayser Sozer yazısı olduğu gibi. Onu da geçtim, aynı yazı içinde bayıldığı ve nefret ettiği bölümler oluyor. “şu yazı var ya süper, çok sevdim, ama şu da olmasa, bu her şeyi bozmuş.” Aslına senin asıl sevdiğin kısım o, farkına varamıyorsun sadece. Her insan özünden kendinden nefret eder. Ve bir başkasında kendi düşüncelerinin, duygularının tamamen aynısını gördüğünde ne kadar severse sevsin, hoşuna gitmeyen bir şey hisseder. Küçümseyici bir şeydir bu. Fark edemez ama. Şöyle der, evet güzel, ama bunları yazabiliyorsa o kadar önemli biri değil, ben de yazabiliyorum çünkü. Kayser Sozer'i okurken böyle bir şey asla olmaz. “Evet, güzel, tamam süper gidiyorsun, aaa çok salak olmuş burası” Ama asıl keyif veren orasıdır. Baştan sonra tat veren, insanlara “işte benim yazabileceğim bir yazdı” dedirten bir kaç yazım vardır benim, “biz aşık olmaktan ne zaman vazgeçtik” gibi. Kayser Sozer ne yazarsa yazsın ortadan bi “olmamışlık” havası salgılanıyor. Bir şey yok, eksik ya da


fazla diyorsunuz, bir şeylerden şikâyet ediyorsunuz. Sanırım böyle bir şey. Bir de şöyle bir şey oluyor, aaa çok saçma ama kendi içinde tutarlı. Bunu dedirtiyor. Ve asıl önemlisi, okuyucusunu bir kazanıp bir kaybediyor. Yazıyı okurken şöyle diyor,” yuh artık. Çok salakça.”, tam bırakırken”, “aaa evet evet bu doğru”. Devam edeyim biraz daha. Bir tane doğrunuz olursa, başkalarına yanlış gelebilecek üç-beş şey söyleme hakkınız olur.

—biliyorsun senin açtığın başlıkların altı genelde pek dolmuyor aslında doluyor ama bakınız ile doluyor, bir giri girdikten sonra bekliyor musun ne yazacaklar diye? Bakınızla verilmeye çalışılan veya verilen ayarlar seni rahatsız ediyor mu? Cevap verme isteği uyanıyor mu içinde? Uyanmışsa da vermişimdir. Ama inan ki hiç bir yazı beni sinirlendirmedi. Duygu değişimi yaratmadı. Aaa bu bana ne yazmış hemen cevabını veriyim bitirmeliyim şeklinde bir şey olmadı. Bu da yazıları yazanlardan bağımsız olarak algılamamdan kaynaklanıyor. Ben sözlükteki bir yazara ne diye sinirleneyim?

—üzülüyor musun o kadar emek verdiğin girilerine karşı bir girinin girilmemesine? Hep bakınız hep bakınız sıkmıyor mu seni de? Aslına bakarsan yazılmasını tuhaf karşılıyorum. Ben bir şey söylüyorum, yazıyorum ve o orada bitiyor. Bitmeli en azından. Bir tespit yapmışım mesela ve bu tespitin nedenlerini ortaya koymuşum. Şimdi bir adam ona ne yazabilir ki? Kaldı ki yazmak istese bile yazamaz. “Kayser Sozer” yazmış çünkü onu. Şöyle söyleyeyim sana, Kayser Sozer'i sevenler yazmaz. Sevmeyenler yazmaz. Ben ne seviyorum ne de sevmiyorum, bir anlam ifade etmiyor diyip “cool” takılanlar hiç yazmaz. Kim ki o? Ben takmıyorum. E yeniler de yazmaz. E buna korkudan yazmayanları ekle. Sonra yazdığı zaman “aaa işte sazan. Atladı. Onun istediği bu” şekilde yorum alan yazarları, onlara da yazamaz. Ne kaldı geriye? Bak mesela sen bile bana bir şey yazdın mı? Başlığıma ya da attığım bir lafa karşılık verdin mi? Keza sözlükte yakın oldukların da yapmamıştır böyle bir şey. Görmezden gelmeye çalışanları da ekle yani. Ya da bulaşmak istemeyenleri diyelim. Kaile almayan demek olmaz, çünkü şu an röportaj yapıyorsun benle hahahahaha. Güzel güldüm bi de hehehee diyim. Neyse yani demek istediğim şu;


Tüm bunlara rağmen yine de yazanların çıkmasına şaşırıyorum. Benim açtığım başlığa yazmamak için bir sürü sebep söyleyebilirim sana, ama yazmak için tek neden bile yok. Şöyle de bir şey var, son 1 senedir açtığım başlıkları başkası açsa, hadi buradan söylüyorum, başlıklara bakıp hafif değiştirerek kullansın, sözlükte her gün altının doldurulacağı iki üç yazı çıkar. 5–6 ay bir şey düşünmesine gerek kalmaz. Başka bir nick istediği kadar gündem yaratabilir o başlık ve yazılarla.

Dördüncü Bölüm: Sözlük Alemi ve Zirveler —sözlüğü çok seviyorsun, bunu çeşitli kereler ifade ettin, hatta giden yazarlar oldu mu üzüldüğünü, onların geri dönmesi gerektiğini açıkça belirttin, itü sözlük senin için önemli mi bu kadar? Burada çok popüler olduğun için mi seviyorsun itü sözlüğü? Mesela bir “laneth” maceran oldu ama uzun sürmedi, kayser'in yeşerdiği ortam burasıdır diyebilir miyiz? Laneth macerası derken, itü sözlük'ten ayrılan yazarların kurduğu bir sözlüktü. Hani destek manasına, destekten kastım da adım, ünüm, şöhret filan değil, öyle yani ben de olayım madem kurmuşlar diye, çünkü burada “yazan” yazarlardandı hepsi. Günde bir iki yazının yazıldığı bir yer zaten. Sembolik olarak üye olmuştum. Samimiyetime inanmadılar, istemediler. Ben de emin değildim zaten samimi olup olmadığımı. Hepsi bu. “Yazarların” gitmemesini istememenin nedeni ise bencilce. Burada iyi yazarlar olsun istiyorum ki ben de iyi olayım. İtü sözlük'ü sevme nedenime gelince... Eğlendiğim, iyi vakit geçirdiğim bi yer. Kayser Sozer'in de herhangi bir anlamı varsa, en önemli nedeni tabi ki.

—bir gün Kayser Sozer bir zirveye iştirak edecek mi? yoksa bu kadar laf dedikten sonra zirvelere gelmem mi diyorsun? Zirvelere gitmemenin nedeni, basitçe kimseyle tanışmak istememem. Böyle bir ihtiyaç hissetmiyorum. Yazısını okuduğum adamın kadının kim olduğu umurumda değil. Birinin yazısını çok beğendim mesela, okudum, eee yahu yazısı güzel diye niye tanışmak isteyeyim? Hangimizin hayatındaki insanların yazarlık özelliği var. Hadi onu geçtim, herhangi bir şey yazdığımı görmedim ben hiç bir arkadaşımın. Yazıyorsa da böyle bir konu geçmedi aramızda. Benim haberim yok yani. Mesela kız diyelim,


arkadaş, başkalarının tanışma şekli olabilir belki bilmiyorum ama tanıştığım hiç bir kızın bir şeyi yazıp yazmadığını merak etmedim. Ya da erkek, arkadaş, 5–10 senedir tanıdığım adam belki süper bi yazar, ama aramızda “abi sen arada bir şeyler yazıyor musun? Okutsana bana. Üstüne konuşuruz” diye bi muhabbet hiç geçmedi. Balzac’larla, Jane Austen'lerle çevrili belki hayatım ama haberim yok. Bu kadar laf dedikten sonra zirvelere gidecek misin derken neyi kast ettin bilmiyorum. Ama eğer tepki babında söylemişsen, ciddi değilsindir umarım. Kime neye tepki gösterecek yahu? Biz oturarak işiyoruz diye mi saldıracaklar ellerindeki meyvelerle yoksa eski sevgilinin kardeşinin yeni sevgilisiyim ben diye mi çıkacak kafa atacak biri. Benim yazılarım kişisel. Kaldı ki öyle olmasa bile kimsenin umurunda değil kimin ne yazdığı. Bilemiyorum tabi, belki de bana öyle geliyordur, sen söyle, zirveye gittiğinizde “ya abi senin şu yazın vardı ya. Beni çok kızdırdı. “ filan mı diyor millet birbirine. Sanmam.

— hayır, zirvelerin mantığına ettiğin lafları kastettim. Zirvelere gelen varoş, zirveye giden çirkin kızlar benzeri laflar ettin şimdi ben de zirveye gidersem bu lafları yemiş olurum gibi bir baskı var mı üzerinde. Kastım buydu, yoksa sana tepki gösterileceğini sanmıyorum? Ben zirveye gidersem gelen kızların kalitesi kendiliğinden artar zaten. Güzeller gelir. Karşıma bahsettiğin tarzdakilerin çıkacağını sanmam. Papatya tutan elde papatya kokusu olur gibi bir şey bu.

—biliyorsun ki popüler bir adamsın, bir zirveye geliyorum desen sırf seni görmek için bir sürü insan gelecektir, bu seni heyecanlandırmıyor mu? İnsanların seni görmek istemesi, sadece senin için oraya gelmeleri falan müthiş bir ego tatmin aracı değil mi? yoksa sen kayser ile gerçek kişiliği kalın bir çizgiyle ayırmayı başarabiliyor musun? Bu ilgi Kayser Sozer’edir bana değil diyebiliyor musun? Kayser Sozer popülerdir diyebilirsin dersen ki bence o da değil. Yani en azından kimse Kayser Sozer zirveye gidiyor diye deli olmaz. Heyecanlanmaz. Bir sürü insan da gelmez. Hee ilk zamanlar, şu gönderilsin kampanyası, nihan olayı, v.s, olduğu dönemde merak eden olmuştur tabii, kim bu ayağına, basit bir merak ama hepsi bu. Eee aylar yıllar geçince de ister istemez havası kaçtı. Yok modlar yazıyor, yok şu yok


bu filandan insanlar sıkıldı. Bana ne kimse kim modunda artık herkes. Ben de bu gerçek kişilik ve Kayser Sozer sorularından çok sıkıldım. Ama yine de söylüyorum her sorulduğunda başka başka şekillerde, belki anlaşılır diye. Başlık açıyor ve altına yazı yazıyorsunuz, böyle bir konsepti var sözlüğün. Gerçek kişilik, yaratılan bi karakter, vs. Düşünmeyin bunları. Dediğimi bilin yeter.

—senin ardından senin başını çektiğin ekol sözlükte bayağı popüler oldu. Senin tarzında başlıklar açılmaya başlandı. Bunlara nasıl bakıyorsun? Hepsi taklit midir? Beğendiğin birisi yok mu? Mesela kayser’in varisi kimdir? Yahu Kayser Sozer kim ki varisi olsun? Sözlük dünyasında tanınan biri, hepsi bu. Sözlükleri aşağılamak için söylemiyorum, kaldı ki sözlük kitlesinin hayata bakışından tutun da mizah anlayışına kadar her şeyi ortalama halkın çok üzerinde. En basiti, öylesine uç şeyler okuyorlar ki, bir müddet sonra ister istemez onları normalleştiriyorlar. Yani hiç bir şey şaşırtmıyor onları. Sıradan bir insanı katil edebilecek bakış açıları, onlara troll mü dersiniz artık yoksa başka bir şey mi, yazarlar tarafından gösteriliyor. Ve alıştıkça onları sinirlendirme baremi artıyor. Sınırları genişliyor. Ama tüm bunlar, sözlüklerin sınırlı bir kitleye hitap ettiği gerçeğini değiştirmez. Mesela bir espri doğuyor, atıyorum,” rabbim bana Daum “dedi, bu sözlükte bir dönem değişik şekillerde kullanılıyor, bakınız veriliyor, falan filan. Şöyle geliyor insana, sokaktaki herkes bunun farkında, sonra bi yerde, güzel bi ortaya rabbim bilmem neyle cevap veriyorsunuz, kimse anlamıyor. Çok basit bir örnekti. Demek istediğim şu, Kayser Sozer hem her şey, hem de hiç bir şey. Her yerde her şey olursa o zaman varis bırakabilir.

—peki, sözlükte en beğendiğin yazar var mı? Yok

—wondrous ile cidden kanka mısın? Onun nick altına yazdığın diyalog gerçekten yaşandı mı?


Çorapla görmediğiniz insan kankanız olabilir mi? Benim olamaz. Wondrous'un ciddi alkol sorunu var. Ona yakın olanlar bilirler bunu. Sabah uyanır uyanmaz başlar içmeye ve sızına kadar da devam eder. Hatta bir dönem 20 bin dolara sözlüğü satmaya kalkmıştı da, eski yazarlardan dotche'yle araya girip önlemiştik. O yazının hikâyesi şu... Yine böyle içtiğini bir gecede beni aradı. O zamanlarda Aysun mu, Aysin mi, Aysel mi, ne bir kıza çok fena aşık, sözlükten, itü sözlük extra’yı onu ithaf etmişti hatta, altında yazar. Neyse kadınlar konusunda taktik almak için aradığı bir gecenin sonunda gerçekleşen bir konuşma, öyle yani. Bir de onunla yaptığın son röportajda şöyle bir şey sormuşsun, modlar mı yazıyor Kayser Sozer'i? O da bir kaç kişinin yazdığı nereden çıkartılıyor tarzında bir şey söylemiş galiba. Aslına bakarsanız bir kaç kişinin yazdığının düşünülmesi gayet doğal. Çünkü yazıların üslubundan içeriğine kadar birçoğu birbiriyle alakasız. Buna yazan biri, bunu yazmış olamaz diyorsunuz. Bu iddiayı anlayabiliyorum. Ama modların yazdığının düşünülmesi fazlasıyla had bilmezlik. Gerçekçi olalım, bu adamlar Arda Turan gibi futbol oynayabiliyorlar, ama futbol hayatlarını Sabri Sarıoğlu gibi sürdürüyorlar. Orhan Pamuk, Ahmet Başkan, Tuna Kiremitçi falan yazıyor deseler anlarım da...

—kayser, biliyorum çok uzun ve dağınık bir sohbet oldu. Profesyonellikten çok çok uzak bu konuşma için umarım beni affedebilirsin, cevapların için içten teşekkürlerimi sunuyorum son olarak söylemek istediğin bir şey varsa buyur lütfen. Rica ederim ne demek. Derginin yayın hayatında da başarılar diliyorum.

—teşekkür ederim.

DİAZEPAM 04.06.2009


PEZEVENK GĐBĐ... Ehehehe mehehehe diye sohbet ettiğim, bildiğin kız arkadaşlar yanımdan ayrılınca, sanki az önce eheh meheh diyen ben değilmişim gibi götlerine odaklandığımda ve içim bir hoş olduğunda tam da böyle hissediyorum.

“Tabi ya hallederiz onu, sen hiç kafanı yorma” dediğim arkadaşın işini halletmeyip, 2 hafta sonra beni aradığında “haaa senin iş vardı değil mi? benim aklımdan tamamen çıkmış ama bakarım bir ara... Neydi senin iş tam olarak?” diyerek katıksız bir göt oğlanı portresi çizdiğimde tam da böyle hissediyorum.

Akşama sevgilim yatıya gelecek diye bulaşık yıkarken, sağı solu toplarken, porno CD’leri zulalarken, kirli donları, atletleri BİM poşetine koyup balkona asarken, banyo yapmak yerine apış aralarıma roll-on sürerken tam da böyle hissediyorum.


Ayı çıkarmakta zorlanacak olan arkadaşım benden 50 lira borç istediğinde “Allah seni inandırsın bende de yok, ben de ali’den isticem akşama” dedikten 1 saat sonra Nevizade’de elemanlarla bira+midyeleri tüm olarak mideye indirirken tam da böyle hissediyorum.

Cnbc-e dizilerinin özetlerini netten bulup okumamın ardından, kız arkadaşlara “aaa Michael Scofield benim de favorim ya, 17. Bölümdeki hallerini nasıl unutabilirim ki?” dedikten sonra koşa koşa eve gidip aşk-ı memnu izlerken ve “Behlül bu gece Bihter’i s.ker mi ki acaba?” diye düşünürken tam da böyle hissediyorum. “Şu adresi biliyor musun evladım?” diye uzattığı kâğıda uzun uzun bakıp, adresi hiç bilmediğim halde “amcacım buradan dümdüz git, sola dön bakkalın yanındaki birinci değil ikinci sokak” dediğim amca 1 saat sonra tam tersi yönde giderken bana tip tip baktığında tam da böyle hissediyorum.


Tecrübeyle Sabit Sene 1990lar lisedeyim. Ergenliğin hormonal tırmanışının zirve yaptığı günler. Resmen elimin altında dişi bir şey olsun isteğiyle hareket ediyorum. Güdümlü bir füze gibiyim ve güdümün yeri belli, azıcık aşağı baktım mı görüyorum. Self cinsel tatminde günde 3’ten aşağı düştüm mü içim içimi kemiriyor, acaba bir sorun mu var diyorum. Ama gel gör ki erkek lisesindeyiz ve erkek başına düşen kız sayısını yüzdeye vurmak imkânsız. Yine böyle günlerin birinde, sahilde otururken iki kız görüyorum, aklım çıkacak gibi oluyor çünkü bana bakıyorlar sanki. Hemen arkadaştan teyit alıyorum “abi hoşlandıysan git konuş bence” deyip zaten götü başı durmayan beni iyice tahrik ediyor. Gidiyorum. Gözüme kestirdiğim kumral, düz saçlı, uzun boylu, ince bilekli kız beni reddediyor. İşte bu reddedişin ve kızsızlığın verdiği hırsla belki flört tarihinde ilk olacak bir şeye imza atıyorum. Tecrübeyle sabit: Hoşlandığınız kız sizin çıkma teklifinize hayır derse, yanındaki kıza “peki sen düşünür müsün? Demeyin. Düşünmüyorlar, hatta kabalaşabiliyorlar bile.

Sene 1990lar, orta son zamanları. Ergenlik henüz tam olarak cinsel yönden ele geçirmemiş bünyeyi, bir kısmı da çete kurma, erik çalma, çocuk dövme gibi aksiyonlara harcatıyor ATP’yi. Yine çete kurduğumuz bir gün çeteye eleman alımı konusunda yapacağımız testleri belirliyoruz. İki madde hemen öne çıkıyor; birincisi bir apartmanın 2. Katında boşluğa bakan camının demirlerinde bir baştan bir başa gidip gelmek, ikincisi ise bir çocuğa küfretmek. Çete lideri ben olduğum için (!) ilk olarak gerekli şartları ben sağlamak zorundayım diyorum, hâlbuki lider sensin salak, ne desen o olacak ne diye riske giriyorsun değil mi? Değil işte ben Hz. Ömer adaletine sahip biriyim. İlk olarak çocuğun birine sövmek üzere yola çıkıyorum, çok geçmeden 4-5 yaşlarında bir sabi bulup “senin ananı s.keyim” diye basıyorum kalayı. Çocuk gülüyor, gülecek tabi ne bilsin Allahın sabisi s.kmek sokmak nedir? Ama annesi belli ki biliyor. Tecrübeyle sabit: Bir çocuğa evinin kapısının önünde, özellikle de evin kapısı açıkken ananı s.keyim demeyin. Annesi bu konuda çok tutucu olabiliyor. (demir testini de geçemedim, çete direkt fesholdu.)


Üniversitenin ortaları, 2. Veya 3. Sınıf falan. 3 kişi bir bekâr evinde kalıyoruz. Arkadaşlardan birisi öğrenci diğeri ise ilkokul öğretmeni. Eskiden beri birbirimizle tanıştığımız için ev işleri falan sorun olmuyor yuvarlanıp gidiyoruz. Akşamları beraber yemek yiyor, bulaşıkları sırayla sorunsuz yıkıyor, kâğıt oynuyor, beraber film izliyoruz. Yani her şey iyi gidiyor. Ta ki bir akşam film izlerken benim aklıma nereden geldiği belli olmayan bir laf düşene kadar. Filmin ortalarında bir yerde pat diye “lan olm dul kadın ateş gibi olurmuş lan” diyiveriyorum. Yanımda oturan arkadaşı da dürtüp “desene lan yalan mıyım, dul olm, kadın yanıyordur lan ehiehiehiehi” diyorum. Arkadaş susuyor, hiçbir şey demiyor, öğretmen arkadaş ise ağzını bile açmıyor. Ben nedendir bilmem dul kadınlar konusundaki ısrarıma devam ediyorum “ehehehehe olm söylesenize yalan mı? Dul kadın bulacaksın lan hohohohoh” diye inim inim inliyorum. Ben zevkten kendimden geçmek üzereyken yanımdaki arkadaş “gel bir çay koyalım seninle” diyor. Tecrübeyle sabit: Arkadaşınız olduğu için annesi dul olmayacak diye bir kaide yok. Durup dururken bir laf sıçmadan önce biraz kafa yorun. Bir ay sonra ev dağıldı, öğretmen arkadaş Van’a gitti. Benim yüzümden mi acaba diye kendimi yiyorum hala.

Bakkalın kapısında neden sandalye olsun ki? Hem de girişi kapatacak şekilde? İlkokul yıllarında hiç anlam verememiştim buna ve yarıp sandalyeyi girmiştim dükkâna. Sağa baktım, sola baktım kimse yok. Bir iki defa cücük gibi öksürdüm, boğazımı temizledim falan. Baktım hala gelen giden yok deterjan almaya geldiğim dükkânda tek başımayım rüya gibi. Topitop, jelibon, cips ne varsa kucaklıyorum, sanki biri bana “bunlar bedava dilediğin kadar al git” demiş gibi. Önünü ardını hiç düşünmeden doldurdukça dolduruyorum baktım kucağımdan taşacak hemen poşet aramaya koyuldum, tam istediğim büyüklükte bir poşet buldum ki bakkalın kapsındaki sandalyeyi birinin kenara çektiğini gördüm. İnşallah benim aldıklarıma göz koymaz diye düşünürken, orta yaşlı amcanın bana ters ters baktığını fark ettim. Tecrübeyle sabit: Bakkal kapısına girişi engelleyecek şekilde konulan sandalye “namaza gittim geleceğim” anlamına geliyormuş ve bakkallar bazen çok kabalaşabiliyorlarmış. Nerde “ne vereyim sana çocuuum” diyen ince ruhlu adamlar ya? Yitirmeyelim bu değerleri, lütfen.


Kıyısından Tarihe Bulaşanlar Bakmayın tarihe bulaşanlar falan dediğime, aslında tarihin içindeki küçük figüranlar bunlar. Çoğunun adını bilmeyiz, bilenler de sırf ilgilendikleri için açıp bakmışlardır. Ancak büyük olayların tetikleyicisidirler, fitili ateşlemiş ve yok olmuşlardır. Sanki “ulan koskoca tarih benim niye adım yok am.na koyim” dürtüsüyle hareket etmiştir bu kişiler. Kimi zorunluluktan girmiştir tarihin içine, kimisi görev üstlenmiştir. Öyle ya da böyle tarihe ucundan kıyısından bulaşmış tiplerdir, ben onların hissiyatlarına bakacağım, yaptıklarına değil neden yaptıklarına değineceğim. Ne kadar olursa o kadar artık.

Gavrilo Princip Sen tut kentini (Sarayova) ziyarete gelen Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahtı Franz Ferdinand’ı öldür. Aslında kader kurbanı bu eleman bir ekip olarak Ferdinand’a suikast yapmaya hazırlanıyorlar, suikastı yapacak olan kişi Nedeljko Çabrinoviç adlı bir eleman. Bu eleman Ferdinand’a el bombası atacak ve onu öldürecek, bizim bu garipler de olayı seyreyleyecek. Ancak moron olduğundan şüphe ettiğim Nedeljko Çabrinoviç el bombalarını aracın artık neresine atıyorsa elemanlar yara bile almıyor. “Allah Allah elemana niye moron diyorsun, tesadüf eseri yara almamışlar ne var bunda?” diyebilirsiniz ama demeyin asıl moronluk bundan sonra başlıyor. Bizim salak yakalanmayayım diye yanındaki siyanürü içip nehre atıyor kendini, ancak siyanür bozuk, nehrin derinliği de 10 cm olunca yakalanıyor mal gibi. Nedeljko ‘nun yarım bıraktığı işi akşamüzeri şehre inen Gavrilo tamamlıyor. Sabah suikast girişimi olduğu halde akşam hamile karısıyla şehri gezmeye çıkan überdenyo Ferdinand’ı gören Gavrilo basıyor tetiğe vuruyor elemanı, hem de tek kurşunla karısıyla beraber. Kaçayım falan derken yakalıyorlar bunu, hapishanede tüberkülozdan ölüyor.


Ardından vay sen misin veliaht’ımızı vuran diye Avusturya Sırplara savaş açıyor ve olaylar gelişiyor. Bizim elemanda hapisten izliyor yediği boku. Zaten savaşsak ya lan diye fırsat kollayan ülkelere koz veriyor. Sanmıyorum ki pişman olmuş olsun, bu tipleri iyi bilirim işleri güçleri nümayiş, olay olsun da eğleşelimdir. Yediği bir bokla dünyayı ateşe vermiş umurunda mı? Sorsan buna pişman mısın diye “ben inandığım şeyi yaptım” der. Senin inandığın şeyi s.keyim ben it. Bir de adının anlamı “Prensip Müjdecisi” demekmiş Sırpçada, senin verdiğin müjdenin ardını kanırtayım ben dürzü. Kaç milyon insan öldü lan senin yüzünden sığır!

Paul Tibbets Tam adı Paul Warfield Tibbets olan emekli Amerikan generali, ilk atom bombasını atan uçağın pilotuydu. Kendi annesinin ismi olan Enola Gay adını taşıyan uçaktan atılan bomba sonucunda yaklaşık 140 bin Hiroşimalı Japon gözlerini hayata kapadı. Bu sayı, ilerleyen zamanda daha da arttı. Bugün dahi yeni doğan bebeklerde bombanın acı sonuçlarının etkisi görülebiliyor. Tibbets yaptığı işten dolayı hiçbir zaman pişmanlık duymamış. Kendisiyle yapılan röportajlarda, geceleri kafasını yastığa koyup rahatça uyuduğunu her fırsatta dile getirmekten çekinmemiş. Bombadan otuz yıl sonra, yine bir röportajında, Tibbets, kendisinin planlayıp gerçekleştirdiği operasyondan dolayı gurur duyduğunu ve aynı koşullar altında, yine aynı şeyi yapacağını açıkça söylemiş. Her ne kadar Tibbets dâhil ABD'li asker ve politikacılar, bombanın savaş uzamasın diye atıldığını iddia etmiş olsalar da, savaşın aslında çoktan kazanıldığını ve bombanın, bu sıcak savaştan sonra başlayacak olan Soğuk Savaş düşünülerek atıldığını cümle alem biliyordu.


Bakın ne demiş bu kişi “yaptığımdan pişman değilim. Evet, o kadar kişinin ölmüş olmasına üzüldüm, ama savaş bu. İnsanlar oluyorlar ne yazık ki. Biz öldürmeseydik, onlar bizi öldürecekti. Fakat Enola Gay'in pilotu olduğum ve atom Bombası’nı attığımız için gözüme bir gece bile uyku girmediği olmadı. Aksine görevi basarıyla tamamlamış olmanın mutluluğunu yaşadım” Evet, aynen bunları demiş. Niye? Çünkü asker ya bu, asker dediğin ne yapmaz pişmanlık duymaz, verilen görevden kaçmaz, asker öldürür, savaşta her şey mubahtır. Ulan davar savaşta silahların eşitliği ilkesini de mi bilmiyorsun? Ulan mal biz öldürmesek onlar bizi öldürecekti ne demek, daha kundaktaki bebek, hamile kadın, eli tutmayan Japon mu seni öldürecekti? Adamlar senin üssüne saldırmış it sürüsü sen de onların üssüne saldırsana? Sana zarar verenler şehrin içinde yaşayan siviller mi? Pişman olmamışmış, her gece mışıl mışıl uyumuşmuş, yalanını s.keyim. Ter içinde gecenin bir yarısı uyanıp “anacım g.tümü s.kiyorlar!” diye ünlemiyorduysan her gece ben de g.tveremin. 200 bin insanın kanına gir sonra bu bir görevdi de, lan beyinsiz sen de hiç izan yok? Ne s.kim bir görev ki bu 200 bin masumun kanına giriyorsun. Sana görev diye uçağın levyesini götüne sok deseler ne yapacaksın? Kolu greslemeye mi başlayacaksın ki sana yakışanı da budur. Vicdanın rahatmış, vicdanının kıyısını köşesini belerteyim. Bir de uçağa anasının adını vermiş, anan çok gururlanmıştır seninle eminim yüz binlerce insanı öldürdüğün için.


William Wallace Sir William Walace, Kral I. Edward'ın döneminde İngiltere'ye karşı yapılan direnişte vatandaşlarına önderlik eden İskoç Şövalye. İskoçya'nın en büyük ulusal kahramanlarından Sir William Wallace ülkenin İngiliz egemenliğinden kurtulması için yürütülen uzun mücadelenin ilk yıllarında İskoç direniş kuvvetlerine önderlik etti. Braveheart filminde izledik kendisini hayatını kabataslak. Paso savaşmış eleman ama hayatı hakkında birinin dediği bir başkasını tutmuyor öyle ki adamın doğum yılı bile tartışmalı, doğum yeri bilinmiyor. Niye savaşa başladığı bilinmiyor. Yok, neymiş pazarda iki asker buna kafa tutmuşmuş. Şimdi bu mudur İskoçların ulusal direnişini başlatan sebep? Bu nedir ya? İki asker “hişt sarı önüne bak önüne” dedi diye savaş mı başlatılır, direniş mi başlatılır? İnsanın biraz daha milli, insani değerlere sığınması gerekmez mi? Filmde Mel Gibson daha mantıklı bir temel bulmaya çalışmış, aşk teması üzerinden gitmişti. Biraz daha mantıklı gibi ama yetersiz abicim. Aşk meşk işleri yüzünden koca ülkeye savaş mı ilan edilir? Hayır, tamam kız senin sevgilin git sen savaş diyememiş de İskoçlar. Ben olsam s.kimde bile olmazdı, ha vatan meselesi varsa eyvallah, yoksa William’ın manitasına yamuk yaptılar diye niye savaşayım abi, aralarında halletsinler, nihayetinde hepimiz aynı mahallenin çocuklarıyız. Ayrıca William abi İngilizlere karşı savaş vermiş ama “Sir” unvanını almayı da ihmal etmemiş. Ulen hani sen İngilizlerle savaşıyordun? O sir ne demek am.na koyayım? Sonra idam etmişler bunu kraldan özür dilemedi diye. Olm madem sir


unvanını almışsın özür dilesen ne çıkar? Geyik gibi “freedom” diye bağırmasını biliyorsun ama iş unvana geldi mi “sir” olsun lütfen. Senden değil sir, kont bile olmazmış olm ki kont benim köpeğin adı. Adamı Mel Gibson oynadı diye o tipte biri sananlar yanılıyor, adam bildiğin “Çocuklar Duymasın”daki fıs fıs ismail’in kızılı.

Miloš Obilić Karadağ soylusu ve Prens Lazar’ın damadıdır. Onun tarihte yer almasını sağlayan şey ise soylu veya prens damadı olması değildir. Kendisi I. Kosova savaşı sırasında Murad Hüdavendigar’ı şehit eden kişidir. I. Murad’ı şehit etmiş ardından linç edilmiştir. I. Murad’ı öldürmesi konusunda çeşitli hikâyeler vardır, Osmanlı tarihçisi Hammer’e göre savaş sürerken önemli bir sır vereceğini açıklayarak Murad’dan izin istedi ve izin vermesi üzerine yanına gidip padişahın ayaklarını öpecekmiş gibi diz çöküp hançerini padişahın kalbine saplamış. Korumalar hemen üstüne atılmış fakat Miloş çok kuvvetli olduğu için üç defa ellerinden kurtulmayı başarmış fakat atına yetişmeyi başaramamış ve yakalanarak öldürülmüş. O kadar güçlü ki bu dönek, padişaha sinsi gibi yaklaşıp haince saldırmış. Ulan madem güçlüsün, madem soylusun delikanlı gibi vuruşsana, yemez ama dimi? Padişah bunu öldürttüğü gibi bunun kayınpederini de öldürtmüş son nefesini vermeden. Yani bu godoş kendini yaktığı gibi kayınpederinin de başını yemiş. Bazı tarihçiler Miloş'un hareketini gizli bir ihtirasa ve kendisini hainlik şüphesinden temizlemek maksadına da yormuşlardır. Çünkü Miloş Türklerle münasebet kurmakla suçlanmış. Kendisini bu suçlamadan kurtarmak ve böyle bir


dedikoduyu çıkaranlara cevap vermek için bu cinayeti işlemiş. Nereden baksan puştluk, ne bir delikanlılık emaresi var, ne bir zekâ pırıltısı. Türk tarih dersi kitaplarına göre, yerde ölü numarası yapan Miloş, savaş bittikten sonra harp sahasını gezen I.Murat'ı katletmiştir. Tarihçi Halil İbrahim İnal'a göre olay şöyle olmuştur: Hükümdar savaştan sonra harp meydanını gezerken ölüler arasında yaralı olarak bulunan Miloş Obilić Müslüman olacağını ve padişaha gizli bir sözü olduğunu belirtir. Sultan Murat'ın izniyle yanına yaklaşır ve yeninde saklamış olduğu hançerle sultanı kalbinden vurarak attan düşürür. Yani tarihte dört farklı senaryo var dördü de birbirinden adice. Tamam, sonuçta padişahı öldürmüş, amacına ulaşmış ama Sırplar dışında bu herifin adını anan yok. Eleman bir zamanlar yayınlanan “Yılan Hikâyesi” dizisindeki Pembo’ya benziyor ama Sırplar öyle bir çizmiş ki adamı sanırsın eleman Conan. Tarihe geçmek var tarihe geçmek var, kimisi adam gibi adam olduğu için tarihe geçiyor, öyle ki düşmanları bile helal olsun diyor, kimisi de var bu aymaz gibi geçiyor tarihe, kalleşçe, adice amacına ulaştığı için. Sorsan buna “vatanım için yaptım” der. Ama ayaklarını götüne vurdura vurdura kaçmasını da bilir.

Bu da Miloş

Bu da Miloş


Çözüm mü?

Belediye otobüsüne kim sağ salim kafayla, kim dilenmiş, dinç bir şekilde biniyor ki? Herkes yorgun, herkes bitkin, herkes uykulu. Ya sabah mahmurluğunu atamamış, ya iş dönüşü pili bitmiş vaziyette. Şimdi sen biniyorsun otobüse sırf oturayım diye dolu otobüse binmeyip 15 dakika sıra bekleyerek, geçip hafif bir şekerleme yapacağın koltuğu seçip oturuyorsun. Dakika geçmez bir yaşlı bulur seni, dikilir başına ve tüm negatif enerjisini boşaltır sana. Benim güzel arkadaşım sen direnirsin, kendi içinde “ya ben 15 dakika sıra bekledim ama!” dersin, gözlerini kapatmak, uyuyormuş gibi olmak istersin. Yanlış yapıyorsun, sırf dinleneyim, kendime geleyim diye oturduğun koltuk azap koltuğuna dönüşür, fiziki olarak dinleneyim derken, yaşlının bakışları, negatifliği vücut kimyanı bozar, daha beter olursun. 20 dakika oturuyor olmak için “yaşlı negatifine” maruz kalmak çözüm mü? Yer ver.

Tek sen değilsin ki finallerden 49 alan. Senin gibi yurdum üniversitelerinde kaç kişi var haberin var mı? Kaç kişi sövüyor şu an hocalara, kaç kişi “olum 1 puan bile değil lan!” diye böğürüyor farkında mısın? Sadece sen mi liseden sonra ilk kez hocanın arabasını çizmek istiyorsun ya da onu evire çevire dövmek? Tabii ki değil. Final döneminde çoğu insanın yaşadığını


yaşıyorsun sende. Ya finalden 50 alsam geçiyorum modundayken 49 almışsın, ya el emeği göz nuru bitirme tezin kabul görmemiş. Ya dersi alttan almaya doğru gidiyorsun ya da okulun bir yıl daha uzayacak. Ve senin de aklına, herkesin aklına gelen şey geliyor “hocanın odasına gidicem olm.” sanıyorsun ki hoca o notları siz odasına gelin diye veriyor. Sanıyorsun ki hoca odasında sıkılıyor ve kapısını çalan birileri olsun istiyor. Yok böyle bir şey, hoca senin durumunun da, hissiyatının da, öfkenin de farkında bu boku bile bile yiyor. Odasına gitmen sadece senin daha da sinir olmanı sağlayacak, o bunu biliyor ama görüyorum ki sen bilmiyorsun. Yanlış yapıyorsun sırf derdime çözüm bulayım sinirim yatışsın, okul hayatım nihayete ersin artık diye yapacağın eylem seni iyice dellendirecek, 1 puan bu lan, nasıl olsa verir diye hocanın “yıl boyu nerdeydin sen ha?” sözlerine maruz kalmak çözüm mü? Günü gününe çalış.

Bahar bitiyor yaz geliyor, millet baharda bulduğu aşkları geride bırakıp yaz aşklarına terfi edecek sen hala yıllar önceki kıştan kalma hüzünleri mi taşıyorsun elinde? Sen hala her gün evden “bugün bulacağım hayatımın kadınını” diye mi çıkıyorsun evden? Yazık. Hala kızlara arkadaş gibi sokulmaya, gözüne kestirdiğinin üzerinde çalışmaya ve onu sevgilin yapmaya çalışıyorsun. Bu yolda her şeyi mubah görüyorsun, her yalanı hiç düşünmeden söylüyorsun. Ama yine de olmuyor değil mi? sanki ne yaparsan yap olmuyor. Elin piçi Kafka okudum diyor kızı sırtlıyor, bağımsız filmleri izlerim diyor kürekle götürüyor, film festivallerini kaçırmam diyor seçip ayıklıyor ama sen Kafka’nın kendisi bile olsan prim yapmıyor. Kendi yaptıklarını gözden geçiriyor, yeni planlar kuruyorsun. Kızlara cnbc-e izlerim, radikal okurum diyorsun evde “küçük kadınlar”ı, ”Dudaktan Kalbe”yi seyredip Posta gazetesinin şiir köşesine şiirler yazıyorsun. Seni tanıyorum, yanlış yoldasın, bu bahar yalnız kalmayacağım, benim de sevgilim olacak diye bu eziyeti çekmek çözüm mü? Özüne dön, Acı Umut’u izle...


Kim Bunlar? Bakmayın kim bunlar dediğime hepsini biliyoruz aslında onlar sözüm ona dünya liderleri. Obama, Sarkozy, Merkel, Berlusconi, Brown, vs. ne yapıyor bunlar dünyanın önde gelen ülkelerini yönetiyorlar, peki gerçekten yönetebiliyorlar mı? Buna tarih karar verecek ama benim de kendilerine bir çift lafım olacak.

Obama “Yes we can” diye diye geldin kuruldun beyaz saray’a. Millette bir umut, bir iştiyak, bir arzu, senin için Van’da bir eleman 44 koyun bile kesti, acaba hak ediyor musun bunları sen? Hiç sanmıyorum, kusura bakma obama ama sen tırtın önde gideniymişsin. Kimin eşeğine binersen onun türküsünü çığıran bir adammışsın. Türkiye’ye geldin ezan dedin, laiklik dedin, cami gezdin, gençlerle buluştun gittin. Gören seni “vay anam ne insanmış be!” edasıyla karşıladı ama Kahire’ye de gittin bir baktık ki aynı bokun lacivertini orada söylüyorsun. Fransa’ya gittin orada da aynısın. Sen bir laf ezberlemişsin nereye gidersen git ülke adını değiştirip yumurtluyorsun. İslam dinine saygılıyız deyip Pakistan’ın, Afganistan’ın, Irak’ın anasını s.kiyorsun. Kimse de çıkıp da “la noliy” demiyor sana. Diyemez tabi, bakma sen gidip hamburgerciden hamburgerini kendin alıyorsun ama biz bilmiyoruz sanki yemeden önce o burgeri 45 kişiye tattırdığını. Niye? Göt korkusu? Niye çünkü biliyorsun ki söylediklerinle yaptıkların benzeşmiyor. Obama, obama gibi geldin ama Bush gibi oldun kısa sürede. Bu işler Ayasofya avlusunda kedi sevmeye benzemez civanım, yes we can ama bi yere kadar. We, we anasını s.kiyorsun dünyanın, kusura bakma.


Sarkozy Biz de bir laf vardır canım Sarkozy’m derler ki parayı buldun mu ilk iş karıyı değiştireceksin. Sen parayı değil ama makamı bulunca değiştirdin karıyı. Hayır, o 150 cm’lik boyla Carla Bruni’yi nasıl tavladın bilmiyorum, şaşıyorum. Hayır, şaşırdığım kadınlardaki makam mevki tutkusudur. Adını bilmese suratına sıçmaya tenezzül etmeyecek hatun, başkan olunca koynuna giriveriyor ya beni deli eden bu. Sendeki de nasıl bir hırs, nasıl bir kinse Carla’yı aldın hala bitmedi Türkiye kinin, belki biraz rahatlarsın dedik ama olmadı. Zamanında bizim bilmediğimiz bir şey mi geldi başına acaba? Hani Fransa’da yaşayan bir Türk seni bir köşeye çekti de… Anlarsın ya? Varsa öyle bir şey söyle, söyle ki biz de adam haklı lan diyelim. Yoksa niye kıllık peşindesin paso? Bakıyorum Berlusconi’den sonra en şekerli hayat senin. Kırk yılda bir toplantı olursa katıl yoksa al Carla’yı ver elini Amerika, ver elini Bahamalar. Gezip tozuyorsun. 9 cm topuklu ayakkabı giyiyorsun tamam diyoruz, ataları da Napolyon’du zaten bunların anlıyoruz ama her ağzını açmanda bize laf sokmalar falan ne iş? Boyun kısa diye kompleks yapıyorsan senin sorunun ama özelini siyasete taşıma koçum.

Merkel Zamanında elime bir film geçmişti, adı “atölyede hınzırlık”. Hınzırlık falan deyince komedi filmi sanılmasın bildiğin alman pornosu. Orada bir kadın vardı böyle krikoyla falan cilveleşen, Allah sonunu benzetmesin ama Merkel ablam aynen o kadın. Gülüşü, duruşu, gözlerini kapatışı, oturuşu (!). sanıyorum almanlar da bu benzerliğe kanıp oy verdiler sana, sandılar ki sen vericisin. Bilinçaltlarında


böyle bir Merkel imajı oluşturdular, ama görüyoruz ki sen aslında o atölyedeki iri yarı tamirci abiymişsin. Paso ver ver ver, veriyorsun doymuyor da. Atölyenin bereketi mi kaçar, cenabet mi olur umurunda değil işi gücü pompa. Şimdi bakıyorum da sana Merkelcim gittiğin yol yol değil, Sarkozy’nin, Obama’nın uşağı gibisin. Onlar ne derse he, ne isterse ok, ne yaparlarsa tamam. Azıcık kendin ol, senin de bir lafın olsun. Helmut Kohl gibi bir adam çıkardı Almanya bünyesinden, azıcık layık ol o iriliğe. Frikik vermekle, dekolte giyinmekle olmuyor bu işler. Hayır, kadın çekiciliği siyasette bir yöntem olsa, Tansu Çiller başbakanken biz çoktan AB’ye girerdik. Kusura bakma ama bizim Tansu sana on basar be Merkelim. “Yah yah” demekle olmuyor bu işler. Türkiye kriko değil ki tadına varasın?

Berlusconi Sana kızmıyorum ben, sen busun inkâr etmedin hiç. Botokslu, solaryumlarda vakit geçiren, evinin bahçesinde kızlarla çırılçıplak havuza giren, halvet olan, pot kıran, politikayı karı düşürmek için bir araç olarak kullanan, kabinesine sırf güzel diye bakan atayan biriydin sen hep. Bak ben Türkiye’deyim biliyorum senin ne mal olduğunu ama İtalyan halkı nedir anlayamadım. Senin gibi bir adamı başbakan yapmaları bir tepki midir acaba diye düşünüp duruyorum. Hani gizli bir mesaj mısın aslında sen diye kafa patlatıyorum. Çünkü senin bir ülke yönetmen mümkün değil. Sen sevişmesi gereken bir insansın, devlet işleri bunu engelliyor diye kabineye sevişebileceğin insanları alman sence de garip değil mi? Bir başbakan bakanı ile yiyişir mi? Bir başbakan başka bir ülkenin eski cumhurbaşkanının villasının havuzunda daltaşşak gezmesine izin verebilir mi? Yarın bir gün o ülkeye ziyarete gideceksin, anlaşmalar imzalayacaksın, ne diyeceksin konuşmanda, sizin eski cumhurbaşkanı çok taşaklı adamdı mı diyeceksin? Yahu ne diyeceksin? Hayır, hala da uslanmadın daha geçen haremini gördüm bir gazetede başbakan mısın, pornocu musun vallahi ayırt edemiyorum. Ama dedim ya sana kızmıyorum ben, şimdi inzaghi, del pierro,


nesta, iniesta falan izleyip helal diyordur sana, “başbakanımıza bak bugün yine iki karıyı doğrultmuş” diye böbürleniyorlardır. Hayır, halk “biz s.kemiyoruz bari sen s.k mi” dedi sana anlamadım ki?

Brown Brown kusura bakma ama eskinin üzerinde güneş batmayan imparatorluğunun başbakanı olacak adam değilsin. Karizma, liderlik, duruş, siyasi zekâ sıfır sende. Senin yerine Eddie Murphy’i başkan diye gösterseler daha bir kabullenirim sanki ama seninle olmuyor. Çok siliksin, bu ülke Winston Churchill’ler, Margaret Thatcher’ler, Tony Blair’ler gördü. Dianalar geçti bu ülkenin tarihinden şimdi de sen! Allah aşkına kendine aynada bir bak ve 10 numaraya yakışıyor muyum diye bir sor? Yakışmıyorsun bunu sen de biliyorsun. Daha geçen gün izledim seni “Omaha Plajı” diyecekken “obama plajı” dedin artık aşık mısın adama bilmiyorum ki? Aklına yer etmiş besbelli. Gülerek falan geçiştirdin ama ben yemem, sen Obama’nın etkisi altına girmişsin. Tony Blair için Bush’un köpeği benzetmesi yapmışlardı şimdi merak ediyorum acaba sana ne diyecekler. Köpeğin bile bir duruşu, asaleti var Brown, kendine gel artık.


Gençlere müjde Kore’den geldi! Kore merkezli “chengcheng” firması gençlerin yüzünü güldürecek bir buluşa imza attıklarını açıkladı. Geçtiğimiz hafta içerisinde firmanın Seul, Kore’de bulunan ana merkezinde yapılan tanıtım toplantısında firmanın en yeni buluşu medyaya sunuldu. Korece mütemadiyen dokunmak anlamına gelen “Sivaz” ismi verilen cihaz bir mastürbasyon aleti. Firma bu aletin yapım maliyetinin AR-GE çalışmaları dâhil 1 milyon dolar olduğunu açıkladı. Alet 2 parçadan oluşuyor; bunlar baş ve gövde kısımları. Aletin gövde kısmı vücuda hiç temas etmiyor, prize takılan gövde, penis başına veya klitoris üzerine yerleştirilen baş kısmını bir verici aracılığıyla orgazma ulaşılana kadar uyarıyor. Chengcheng firması yetkilileri gövde ile baş kısmının özellikle ayrı yapıldığını bu sayede elektrik çarpması riskinin sıfıra indirildiğini söylüyorlar. Ayrıca baş kısmının mekanik yapısının asgaride tutulması penis-klitoris sıkışmalarından kaynaklanan yaralanmaları da en aza indiriyor. 2010 yılının ikinci çeyreğinde piyasaya sürülmesi beklenen Sivaz için özellikle Türkiye’den çok talep aldıklarını belirten firma müdürü Çoço Mu Yong, Türkiye’de bu kadar çok osbirci olduğunu bilmediklerini ifade etti. Mr. Yong aletin çalışma prensibini anlattığı konuşmasında; “aletin çok basit bir kullanımı var, zaten hedef kitlemiz 14–22 yaş arası gençler olduğu için aleti mümkün olduğunca basit yapıda tuttuk” dedi. Yong sözlerine; “Baş kısmını tıpkı bir şapka gibi penis başına veya kız modelinde kapak kısmını klitoris üzerine yerleştirdikten sonra, gövde kısmını en yakın prize takıp power


düğmesine basmak aletin çalışması için yeterli olacaktır” diye konuştu. Titreşimi ayarlanabilen alet ile orgazma ulaşma süresini isteğe göre seçmek de mümkün. 10 saniye ile 20 dakika arasında değişen sürelerden birini tercih edebilirsiniz.

Resimde hem dişi hem de erkek Sivaz aleti görülmektedir. Ürün paketi sadece tek ürün için hazırlansa da talep üzerinde her iki cins için de hazırlanabiliyor.

Aletin yolculuklarda yanınızda taşıyabileceğiniz, yatakta pijama altına kolaylıkla takabileceğiniz modüler modelleri de mevcut. Yong; “böylelikle uzun seyahatler artık daha keyifli olacak” gibi bir öngörüde bulunmayı da ihmal etmiyor. Ayrıca firma şimdilerde aletin prize takılmasını gerektirmeyen şarjlı modeli üzerindeki çalışmalarını da sürdürüyor. Aletin tek handikabı ise erkek modelinde tam boşalma anında elinizde tuttuğunuz bir düğmeye basma zorunluluğunuzun olması. Bu düğmeye basmak aletin ucunun açılmasını ve spermlerin aletin ucuna takılmış olan prezervatifin içine dolmasını sağlıyor. Firma yetkilileri kendinden hazneli modellerin de yakın zamanda üretileceği müjdesini veriyorlar.

Resimde Sivaz’ın seyehat modeli görülmektedir.


Dr. Hamdi sorularınızı cevaplıyor

Van, yaş 37, erkek Sevgili Hamdi doktorum, ben Vanlı bir biçareyim. Ne doktorlara, ne hacı-hocalara gittim de çare bulamadım derdime. Yıllardır bu illetin pençesindeyim, kullanmadığım ilaç, yemediğim ot, içmediğim şifalı su kalmadı ama hiçbiri derman olamadı derdime. Hanım artık yüzüme bakmıyor, bu beni kahrediyor, için için üzülüyorum. Derdimi çözse çözse Hamdi abi çözer diyerek sana yazıyorum abicim. Allah rızası için şu garibin derdine bir çare bul yoksa yemin ediyorum artık intiharı düşünüyorum. Canıma tak dedi Hamdi abi, canıma tak dedi... Rumuz:

Van

Gölü

Canavarı Canım kardeşim bir dahakine derdini de yaz. Artist gibi rumuz bulmayı biliyorsunuz am.na koyayım.


Erzurum, yaş 28, erkek Değerli doktorum, ben 28 yaşında gençliğinin baharında bir gencim. Bir sevgilim var fakat ben sevgilimi sevmiyorum, esasen ben en yakın arkadaşımın sevgilisine aşığım. En yakın arkadaşımın sevgilisi de beni seviyor. Benim sevgilim de en yakın arkadaşıma aşık, bunu en yakın arkadaşım da biliyor ve o da onu seviyor. Anlayacağın benim sevdiğim kız onda, onun sevdiği kız bende, ne yapacağımızı bilmiyoruz, çaresiziz Hamdi bey, lütfen bir çıkış yolu gösterin. Rumuz: Kilitli kaldık Yavrucum sevgilileri değiştirin. O sana kendindekini versin sen ona kendindekini ver. Kardeş kardeş geçinin.

Sinop, yaş 24, bayan Sevgili Hamdi abi selamlar. Ben 4 yıllık evli bir bayanım, eşimle severek evlendim. Çok güzel bir cinsel hayatımız oldu evliliğimizin başından beri, gerçi hala da öyle. Ancak kocamın iş yerinde sekreteriyle iki yıldır birlikte olduğunu öğrendim, meğer her gün onunla da birlikte oluyormuş. Ona ev bile tutmuş rahatlık olsun diye. Gel gör ki eşimin cinsel performansında hiçbir azalma yok yine haftanın 7 günü yine iştiyakla benimle de cinsel ilişkiye giriyor bunun sebebi nedir? Rumuz: beni de... Sevgili kızım mektubunu okurken sandım ki bu adamı nasıl kendime bağlarım diye falan soracaksın, ama görüyorum ki sen adamının cinsel performansını takdir etmek için yazmışsın bu mektubu. Ben derim ki bir üçüncü kadın daha bul bak bakalım adam üçünüzü de aynı performansla s.kebiliyor mu? Eğer s.kiyorsa madalyası bende söyle yollayayım hemen.


Edirne, 19, bayan Değerli Hamdi Bey, selamlar ben Edirne’den yazıyorum size. Bende sanırım tüm kadınların korkulu rüyası olan ilk gece korkusu var. Bu sebeple evlenmek istemiyorum. Çok sevdiğim bir erkek arkadaşım var, onunla çok güzel bir cinsel hayatımız var ve beni çok seviyor ve evlenmeyi istiyor ama ben ilk gece korkum yüzünden evlenmeyi düşünemiyorum. Şu an yaşadığımız güzel seks hayatı ilk gece korkusu yüzünden bozulacak diye çok korkuyorum. Sevgili Hamdi abi bana bir yol göster lütfen. Rumuz: ilk gece Şimdi lütfen yanılıyorsam düzelt, sen bu adamla zaten sevişiyorsun değil mi? evet. O halde ilk gece ne olmasından korkuyorsun? Sanırım kastın cinsel birleşme değil, öyle olsa şimdi çatır çatır sevişiyor olmanı nasıl izah edeceğiz değil mi? Sen bana ilk gece ne olmasından korktuğunu yaz ona göre cevap vereyim. Sevgilin kurt adamsa ve ilk geceniz dolunaya denk geliyorsa belki haklı bir sebebin olabilir o bakımdan. Bandırma, yaş 21, erkek Hamdi abi, 21 yaşında olmama rağmen bugüne kadar sayısız kadınla birlikte oldum. Beraber olduğum her kadın bana aşık oldu, evlenmek isteyenler bile oldu. Birlikte olduğum kadını bulutların üstüne çıkardığım için olsa gerek bana bandırma’da turbo....... derler. Bu unvanı hak ettiğimi düşünüyorum. Yaşımdan daha büyük bir penisim var ve sanki her geçen gün büyüyor. Yurt dışından sırf benimle beraber olmak için gelen kadınlar var ve bu iş için bana tonlarca para ödüyorlar. Bu paralarla aileme bir ev, kendime de bir araba aldım. Sence bu yaptığım doğru mu? Rumuz: köşe oldum Evladım belli ki yanlış köşeye yazmışsın yazını, reklam sayfası bir sonraki sayfa. Be pezevenk! derdini mi yazıyorsun, s.kini mi övüyorsun belli değil. Sence doğru muymuş, he doğru gel beni de s.k üç beş kuruş da benden kazan, arabana tüp taktırırsın. Puşt.


Test Kız kaldırabilir misiniz? Kişilik belirlemede Yale Üniversitesi tarafından kullanılan “McGregor Albstein” testi ile karşınızdayız. 1968 yılında Yale Üniversitesi “sevgisevişme” kürsüsü başkanı “McGregor Albstein” tarafından hazırlanan bu test uzun yıllar aynı üniversitenin rehberlik servisi tarafından kullanıldı. Öğrencilere çok yüksek bir oranda destek sağlayan bu test 1987 yılından itibaren genel kullanıma sunuldu. 1. Arkadaşınızın evine gittiniz, evde arkadaşınızın sevgilisinin bir arkadaşı da var ne yaparsınız? a) üçümüz olacak sanmıştım dersiniz b) boş mu bu diye arkadaşınıza sorarsınız c) hazır dört kişiyiz king oynayalım mı dersiniz d) yokmuş gibi davranırsınız (gay gibi)

2. Barda hoşunuza giden bir kız gördünüz nasıl yaklaşırsınız? a) garsonla bir bira yollarsınız b) peçeteye telefonunuzu yazıp garsonla kıza yollarsınız c) masamıza gelsene işareti yaparsınız d) kıza bakıp bakıp harbiden bana mı bakıyor la dersiniz (angut gibi)


3. Belediye otobüsünde çok güzel bir kız gördünüz ne yaparsınız? a) kalkıp yer veririm b) arkasında dururum (değdirmeden) c) inene kadar kızı keserim d) yavaşça yaklaşıp ne haber derim (mal gibi)

4. Kankanız kız arkadaşından ayrıldı ve siz de o kızdan hoşlanıyorsunuz ne yaparsınız? a) bir hafta bekler kıza sarkarım b) bir ay bekler barışma olmazsa kıza yazarım c) kırkı çıkana kadar bekler kıza meylederim d) kankamdan kızı bana ayarlamasını isterim (dangalak gibi)

5. Yeni taşınan komşunuzun kızını çok beğendiniz ne yaparsınız? a) taşınmalarına yardım eder çaktırmadan kızın külotunu çalarım b) taşınmalarını camdan izler eve çaya davet ederim c) hoş geldiniz komşu diye camdan bağırırım d) ilgilenmem cool takılırım (bi sikim gibi)

6. Lise aşkınızla 5 yıl sonra karşılaştınız ve bekâr olduğunu öğrendiniz ne yaparsınız? a) oha beş yılda bulamadın mı birini dersiniz b) sana nolmuş böyle yaa dersiniz c) ariflerle hala görüşüyor musunuz dersiniz d) facebook’ta var mısın diye sorarsınız (inek gibi)


7. Kantinde her gün aynı saatte gördüğünüz kıza aşık oldunuz ne yaparsınız? a) sevgilisi var mı yoklattırırım b) kaşarlı tost ister misin diye yaklaşırım c) ders notu verme bahanesiyle masasına konuşlanırım d) bakar bakar dururum (alık gibi)

8. Size kankam diye kıza aslında aşıksınız nasıl belli edersiniz? a) ama kankalar birbiriyle sevişemez ki derim b) punduna getirip orasına burasına dokunurum c) evde yalnız olduğumuz bir gün öperim d) kanka ayağı göt ayağı derim (moron gibi)

9. Platonik olarak aşık olduğunuz kız başkasıyla çıkmaya başlıyor ne yaparsınız a) kankaları toplayıp içmeye giderim b) kankaları toplayıp elemanı döverim c) kankaları toplayıp kızı döverim d) kankalara çaktırmam uzaktan bunları keserim (sinsi gibi)

10. Aşkınızı açıkladığınız kız “ben seni arkadaş olarak görüyorum” dedi ne yaparsınız? a) “sebep?” dersiniz b) “arkadaş falan ama bizim de bir kobramız var” dersiniz c) “eyvellah” dersiniz d) “bundan sonra bacımsın” dersiniz (Nihat doğan gibi)


Değerlendirme a’lar çoğunluktaysa: Sizde Arif Susam melankolisi ve itilmişliği var. Siz ancak “al bu senin” diye getirilen kızlarla ilişki kurabilirsiniz. Onları da üç bilemedin 5 günde kaçırırsınız. Bu kaçış sizin için içkiye açılan kapıdır ve o kapıdan hiç düşünmeden geçersiniz. Siz karı kız işlerini bırakın için.

b’ler çoğunluktaysa: Sizde Nuri Alço cazibesi ve iticiliği bir arada. İsteseniz gül gibi bir adam oluverirken, bazen de kriminal vakalara uzanabilecek bir sürece girebiliyorsunuz. Bu dengesizliğiniz kızları haliyle ürkütüyor ve kaçırıyor. Duygularınızı bir dengeye oturtmalı ve kızlara onların istediği gibi yaklaşmayı becerebilmelisiniz.

c’ler çoğunluktaysa: Sizde Fıs fıs İsmail denyoluğu ve ezikliği var. Siz ancak elinize bir kullanım kılavuzu ve yanında da bir rehber verilirse bir kıza yanaşabilirsiniz. Dikkat edin yanaşabilirsiniz diyorum, o kızı elde etmek için de ayriyeten bir on yıl daha çalışmanız lazım. Gay olmayı ciddi ciddi düşünün.

d’ler çoğunluktaysa: Sizde Nihat Doğan gerçekliği ve mistisizmi var... Gerisi teferruat.


Seçme giriler hem BİM türevi alt ve orta sınıf müşteriye hitap eden hem de Migros türevi orta ve üst düzey müşteriye hitap eden marketlerden alışveriş yapan bir birey olarak iki market grubu arasındaki müşahede ettiğim farkları yaşanan diyaloglardan yola çıkarak sözlük ahalisiyle paylaşmak isterim..

Bim ile Misros müşterisi arasındaki farklar migros ve türevlerinin müşterisi: m bim ve türevlerinin müşterisi: b m: iyi günler, bu selanik gevreklerinin üzümlüleri ne zaman gelecek acaba? b: abi, patitolar bitmiş gene hemen yaa, ne zaman gelir? m: antep fıstıklı ve üzümlü salam varsa yarım kilo alayım.. b: abla şu yarım metrelik sucuklardan var mı? yumurtayla iyi oluyo.. m: aşkım sence şarabın yanına meze olarak ne alalım, geçen sefer rokfor peyniri biraz bayat gibiydi.. b: Hamdi şurdan rakının yanına bi pilakiyle, bi dolma kap gel.. m: bence migrosun sıkma portakal suyu hizmeti vermesi gerekir..anti-aging için gerekli şeyler bunlar canım.. b: Rıfat, şurdan bi portakal suyu kap, jucy olsun ya da çocuklar da seviyor le porta olsun.. not: bim türevi müşterilerini hor görmek gibi bir amacım yoktur, ben de bimi kullanan bir insanım ama benzer diyalogları yaşamışlığım vardır.. ama yeniden okuyunca fark ettim ki ne kadar yumuşatmaya çalışsam da gene de fildişi kuleden bakan bi göt gibi olmuşum..

FÜÇIR


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.