Devrimci Karargah Ana Dava Tutsaklari Savunma

Page 1

Devrimci Karargah

Ana Dava Tutsaklar覺 Savunmas覺


İSTANBUL 9. AĞIR CEZA MAHKEMESİ DEVRİMCİ KARARGÂH DAVASI HEYETİNE Dosya No:2009/213Es Okan DUMAN, Cemal BOZKURT, Fatih AYDIN

SEREZ’DEN BOSTANCI’YA BU TARİH BİZİM SİYASİ SAVUNMA

5 TEMMUZ 2013 ÖNSÖZ

“Aslanlar kendi tarihlerini yazana kadar avcılık hikayeleri her zaman avcıyı yüceltecektir” Afrika Atasözü

MERHABA! Issız bir adanın ortasında açılmış derin kuyudan inatçı bir MERHABA!.. Muktedirin kirli elleri boğazımıza yapışmış olsa bile MERHABA! Son nefesimizi çoşkulu bir ‘merhaba’ ile tüketme pahasına, MERHABA!... Tarih boyunca egemenlerin elinde oyun hamuruna dönüştürülen gerçeklerle sadakatle kurulduk yanınıza; destur beklemeden, anlayış dilemeden. Tıpkı haklılığına yürekten inanan barbar bir Celalî gibi… Söyleyecek sözümüz, haykıracak nefesimiz var. Egemenlerin kendi dünya çıkarları uğruna üstünde tepinip iğdiş ettikleri gerçeklerin gün yüzüne çıkartılmaya ihtiyaç var. Ezen - ezilen kavgasında nice gerçekler halklara en çarpıtılmış biçimleriyle sunuldu, kuşkusuz bu kapışma sürdükçe güçlü olanlar kendi kabullerini ‘gerçek’miş gibi sunmaya devam edecektir. Afrikalının sözü bu anlamda gerçeğin bam teline basıyor. Elbette gerçekler, devrimcilik niteliğini hak edecek kadar inatçıdır, dinamiktir ve aradan asırlar geçse bile bulduğu ilk boşluktan günışığını yakalayacak denli kararlıdır aynı


zamanda. İşte 1953’te mahkeme savunmasında Fidel’e “Tarih bizi aklayacaktır” çıkışını yaptıran da, gerçeklerin sonsuza dek toprağın altında kalmayacağına olan bilinçli inancıdır. Aynı inancı biz devrimciler de katıksız bir bağlılıkla taşıyoruz. Bu inanca ve gerçeklere yaslanarak şahidi ve emekçisi olduğumuz özgün tarihimizi kalemimiz ve belagatimiz yettiğince ve tüm devrimci samimiyetimizle sunmaya çalışıyoruz. Elinizdeki çalışma bu samimiyetin ürünüdür. Bu çalışmayı egemenlerin gerçekleri iğfal edercesine tahrip ettiği, onları birer fosseptik çukuruna atarak temiz ve onurlu olan ne varsa bununla kirlettiği bir dönemde yapıyoruz. Üstelik düşmanın ideolojik mücadele araçlarını en etkin şekilde işlettiği böylesi bir dönemde yapmaya çalışıyoruz. Biliyoruz ki işimiz hayli zor. Elinizdeki çalışmanın en temel varlık nedeni Devrimci Karargâh’ı birinci ağızdan tanımaktır. Çünkü bugüne dek başkaları, ikinci üçüncü şahısları tanımayanlar hakkımızda çok şey söylediler. Birçoğu eksik, yanlış yahut çarpıtılmış aktarımlar üzerinden hareketimizle ilgili spekülasyonlar her seferinde yeniden üretildi. Kendi emeğimize, tüm devrimcilerin ortak değeri olan Orhan yoldaşımıza, halklarımıza, devrimcilere ve tarihe olan saygımız gereği, yaratılan spekülasyonları boşa çıkartacak, kirli perdeyi indirmeye çalışacağız. Bu, oldukça gecikmiş bir ödevin karşılanma çabası olarak düşünülebilir. *** Kamuoyu Devrimci Karargâh’ı çoğunlukla Orhan YILMAZKAYA yoldaşın İstanbulBostancı’da sergilediği destansı direniş üzerine tanıdı. Ayrıca burjuva medyada hakkımızda çıkan haberlerden, kısmen İsmail Saymaz’ın sorunlu aktarımlarla dolu kitabından, kısmen de pespaye yazarlık pratikleriyle yan yana düşen Ahmet Şık ve Mehmet BARANSU’nun kitaplarından öğrendi. Fakat gerçeklerden uzak ve çarpıtılmış halleriyle… Özellikle devleti sahiplenen çizgideki medya ve yayıncılık anlayışı Devrimci Karargâh’ın itibarı zedelemek için kara propaganda açısından oldukça bonkör davrandı. Kimi şarlatan oportünist sol çevreler de devletin kafaları karıştıran kara propaganda salvolarına içten içe destek sunmakta herhangi bir sakınca görmediler. Çünkü Devrimci Karargah yaptığı eylemlerle, ortaya koyduğu devrimci mücadele anlayışıyla hem sağdan hem de sözüm ona soldan kimi çevreleri rahatsız etmişti. Hele kendisine ‘sosyalist’ sıfatını yakıştıranlar… Bir taraftan Hareketimiz üzerinde yaratılmaya çalışan şaibe bulutlarını beslemeye çalıştılar, diğer taraftan ise Şehit Orhan Yılmazkaya’nın destansı direnişinden nemalanmaya soyundular. Evet, kim olduğumuzu biliyoruz, utanmazlığınızdan iğreniyoruz. “Statükocu Solculuk” diye adlandırdığımız ve günümüz devrimci-sosyalist varoluş biçimine ait arızalı özelliklerden biridir; oportünizmle, kaçkınlıkla harmanlanmış rekabetçiliktir bu. 12 Eylül 1980 faşist darbe döneminde beridir süregelen, düzenin güvenli limanlarına demir atanların zarar görmeden eyleştikleri bir solculuk tarzıdır, bu. Unutmadık, unutmayacağız ve her karşımıza çıktıklarında yüzlerine tükürürcesine bunu onlara hatırlatacağız. Oysa şurası bir gerçek ki karar-propaganda faaliyetlerinin esasta hedeflediği şey Devrimci Karargâh’ın kurumsal varlığından ziyade bizzat devrimciliğin kendisiydi. Türkiye devrimci hareketi bunu okuyabildiği halde maalesef saldırıya karşı koyma refleksini bir türlü üret(e)memiştir! (Öte yandan bu süreçte Kürt Özgürlük Hareketinin yoldaşlık desteğinin hiçbir


zaman unutulmayacağını buradan da belirtelim). Anlıyoruz bunun nedenini. Yeryüzünün Lanetlileri olan bizler, bazılarının alışageldiği siyaset zeminine kibrit suyu döktük; rahatı bozulanlar oldu. Demokrasicilik, liberalizm ve reformizme saplanmış olanlardan zaten hiçbir şey beklenemezdi. Ancak bu dersten devrimciler de kalmıştır. Bunun üzerine düşünülmelidir. Bizim dışımızdaki devrimci çevrelerin dergi veya gazetelerinde Devrimci Karargâh eylemlerini haber yapmamaları bir yana, devletin ürettiği “Ergenekon bağı” gibisinden yalanlara karşı oldukça kayıtsız kaldıklarını not etmemiz gerekir. Bu duyarsızlık hangi devrimci amaca hizmet eder, kimin işine yarar? Fakat Türkiye Devrimci Hareketini (TDH) de kapsayan bu eleştirilerin evvelinde kesin bir kayıt düşmekte yarar var. Söz konusu kara propagandaların üstesinden gelme, bununla savaşma konusundaki birincil sorumluluk Devrimci Karargâh’a aittir. Tüm şüpheleri gidermenin, kara propagandaları altetmenin mesuliyeti herkesten önce bize düşüyor. Bugüne kadar bu saldırılara gerekli yanıtı üretemedik, yanlış tercihlerde bulunduk kimi zaman; iddiamıza denk düşmeyen tutumlar sergiledik, saldırıların ideoloji muhtevasını yeterince kavrayamadık. Bu yetersizlikler, hatalar bize ait olan, geride bıraktığımız gerçekliklerdir. Tamamıyla en keskin haliyle yüzleşme sorumluluğumuz vardır, bundan kaçmayacağız elbette. Geriye kalanlar ise yalnızca sınırlı bir eleştirinin konusu olabilir sadece. Elimizdeki bu çalışma sıradan bir ürün değildir; onu sıradanlıktan çıkartan şey, bitirildiği vakit muhataplarını adaletli ve devrimci bir değerlendirmeye davet edecek oluşudur. Çünkü bu çalışmanın hazırlanmasına vesile olan süreç boyunca kitabın öznesi her cenahtan çirkin ithamlarla, adalet duygusundan yoksun önyargılarla, hasetle, akıl ve izandan nasibini almamış değerlendirmelerle boğuştu. Sorunu, aynı zamanda kendisini de aşan boyutuyla ele aldığı için boğuşmaktan asla yılmadı. Bu nedenle hatalarına, eksikliklerine karşın meseleye ciddiyetle yaklaşıp saldırılara göğüs germeye çalıştı. *** Şimdi bu çalışmanın kimi teknik detaylarına ilişkin bazı ön bilgilendirmelerde bulunalım. . Bu çalışma Devrimci Karargâh’ın internet sitesinde yer alan kimi makale, bildiri ve açıklamalarıyla beraber, süreç içerisinde yaşanan gelişmelerin zindan yapısı tarafından değerlendirildiği yazılarımızın “derlenmesiyle” vücuda kavuşmuştur. Bu anlamda elinizdeki “DERLEME”nin Devrimci Karargâh’ı tanıma ve anlama klavuzu olduğunu belirtebiliriz. . Ayrıca bu çalışmanın ardından Orhan YILMAZKAYA yoldaşın yazdığı önemli makalelerden oluşturacağımız bir başka derlemeyi daha sunmaya çalışacağız. Devrimciliği inandığı gibi yaşamaya gayret eden bu büyük savaşçının akıcı bir üslupla kaleme aldığı etkileyici düşüncelerini ilgiyle okuyacağınızı düşünüyoruz. •

Derlemenin 1. Bölüm’ünde:

-­‐ ‘Statükoculuk’ başlığı altında, yeni bir çıkış olarak Devrimci Karargah sürecini başlatmaya neden gerek duyduğumuza, neden Kürdistan dağlarına yöneldiğimize, ilerleyen bölümlerde bunun siyasal sebeplerini daha geniş ve detaylıca vermek üzere özet olarak geçmiş uygun gördük. -­‐ Devrimci Karargah’ın üstlendiği eylemleri, teknik detaylara girmeden aktarmaya çalıştık (ileride bunu da karşılayan ve özgün sürecimizi detaylıca ele alacağımız daha farklı bir ürün çıkarma hedefimiz var). Asıl öne çıkarmamız gereken şey, hangi siyasal gerekçelerle mücadelenin pratik alanına atıldığımızdı. Hareketimizle ilgili adaletli değerlendirmelerin yapılabilmesi için meselenin teknik detaylarla boğulmaması gerekliydi.


-­‐ Orhan yoldaşın sergilediği destansı direniş önemliydi. Hayatını ve mücadelesini özet bir anlatımla bu bölüme geçtik. II Bölüm: -­‐ Düşmanın karşı atağa geçeceğini bekliyorduk. Savaşın yasaları gereği böyle olacaktı. Dolayısıyla, askeri- ideolojik-politik ve psikolojik saldırılarına maruz kaldık. Bu saldırılara dönük solun, TDH’nin farklı yaklaşımları oldu. Bunları “Operasyonlar ve Kara Propaganda Süreci” başlığına ele aldık.

III Bölüm: -­‐ 2006’da Kürdistan’da askeri eğitim ve hazırlık döneminde “Şimdi Denizlere Açılma Zamanıdır” adlı politik bildirgemizi kaleme almıştık. Bu bildirge Devrimci Karargâh’ın ilk resmi programı olması yani kendisini ideolojik politik düzlemde gerekçelendirmesi bakımından önemli bir çalışmaydı. Aynen buraya aktardık. Elbette aradan geçen süre göz önüne alındığında 2006’da yapılan analizlerin güncellenmesi gerekiyor. Politik bildirgemizin devamında Emperyalist yönelimlerin günümüzdeki şekillenişine ve T.C’nin restorasyonu sürecine, TDH’nin kendi krizinden çıkış için önerdiğimiz dört ana mücadele oluşan “devrimci çizgi”nin içeriğine yer verdik. IV. Bölüm: -­‐

İsmail “Yoldaş!” ın sorunlu kitabına

-­‐ Ahmet ŞIK’ın şık olmayışının ötesine taşan pespaye akıl yürütmelerine kısaca yanıt üretmeye çalıştık.

V Bölüm -­‐

“Sonuç” kısmıyla söyleyeceklerimize virgül koymuş olduk.

*** Değerli dostlar, siper yoldaşları, kardeşler… Şimdi bu mütevazı çalışmayı tarihin ve sizlerin adaletine, bilgisine sunuyoruz. Gerçeklerin devrimciliğine olan inancımızla, umutla ve dirençle… Bu çalışma 27 Nisan 2009 yılında Bostancı’da Orhan yoldaşımızın direnişi sırasında polis kurşunuyla hayatını kaybeden Mazlum ŞEKER’e adanmıştır.


1 BÖLÜM DEVRİMCİ KARARGÂH SÜRECİ ÇIKIŞ, EYLEMLER VE OPERASYONLAR

1990’larda sosyalist blokun çökmesiyle beraber şişirilen Yeni Dünya Düzeni balonu on yıllık kısa ömrünün ardından 11 Eylül 2001 saldırısıyla patlayıvermişti. Modern Batı’nın barbar Doğu’yu ehlileştireceği sürecin gongu çalınmıştı. Bununla beraber uluslararası finans kapital küresel ölçekte siyasi ve ekonomik buhrana doğru sürükleniyordu. Öyle ki, öngörülen krizin büyüklüğü 1929 petrol kriziyle karşılaştırılarak anlaşılabiliyordu. Buhrandan çıkış için, enerji kaynakları üzerinde hakimiyet kurmak gerekliydi. Stratejisi buna göre düzenleyen emperyalizm böylece “yeniden sömürgecilik” dönemini açtı. Ortadoğu bu anlamda küresel kapışmanın merkez coğrafyası olarak seçilecek, yeni dönemde etkin olmak isteyen bütün güçler buraya yönelecekti. Öyle de oldu. Emperyalizm 2000’lerin başında itibaren bölgeye aktif bir güç yığdı. Lakin Batılı’nın modernist kafası silahlı işgalin gölgesinde dillendirilen demokrasi söyleminin ikna ediciliğine aşırı derece güvenmişti. Ortadoğu’da ‘Yabancı’ya ait değerler sisteminin kavrayamayacağı kadim gerçekler vardı. Bu gerçeklere yaslanan direnç, emperyalistlerin tahminlerinin de ötesindeydi. Döktüğü kanlara milyarlarca dolarlık masraflara rağmen emperyalizm bu nedenle halen Ortadoğu’yu tam anlamıyla kazanamamıştır. Öte yandan T.C’nin bölgede emperyalist planlara göre en uygun şekilde konumlandırılması gerekiyordu. Türkiyeli tekelci burjuvazinin açmazlarını, yuvarlandığı krizi bertaraf edebilmesinin yolu emperyalist planlara eklemlenmekten geçiyordu ayrıca. Fakat T.C’nin 90 yıllık ömrü boyunca yüklendiği ideoloji, kasıntılı alışkanlıklar bu eklemlenmeye uyum sağlama konusunda ayak bağı oluşturuyordu. Dolayısıyla T.C’nın yeni süreç için yeniden yapılandırılması gerekliydi. Bu süreç, yani T.C’nin restorasyonu eskinin tutucu, sürecin ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak kliklerinin tasfiyesi anlamına geldiği için bu dönüşüm hayli sancılı geçti. Yeni sürecin düzenleyici öznesi olarak AKP zaten işbaşına gelmeden evvel ABD ile gerekli mutabakatı sağlamıştı. AKP, gerçek İslam dini ile alakası olmayan, inananları devlete biat etmeye çağıran ılımlı islam ideolojisiyle donanmıştı. Ve hem Türkiye’de hem Ortadoğu’da halkları içeriden kuşatmanın, onlara şirin görünmenin etkili bir aracıydı İslam. AKP bahsedilen araç rolünü istenildiği kadar oynamasa da egemenlerin elinde daha iyi bir Truva atı yoktu. Bu süreçte, özellikle 1 Haziran 2004 devrimci atılımıyla AKP’ye ve emperyalist yönelimlere en büyük engeli Kürt Özgürlük Hareketi çıkarttı. Kürtler T.C.nin ve emperyalizmin topyekün tasfiye girişimlerine rağmen kıyasıya bu mücadele yürüterek hem askeri hem siyasi açıdan ustalıklı hamlelerle bu süreçten devrimci kazanımlarla çıkmayı başardı. 21. yy’ın Kürtlerin çağı olacağını dosta düşmana ilan etti. Yukarıda kabaca tarif ettiğimiz nesnelliğin kendiliğinden büyük olanaklar sunmasına karşın ne yazık ki bütün bu sürecin en etkisiz en silik cenahı Türkiye Devrimci Hareketi ve Türkiye Sol-Sosyalist hareketleri (TSH) idi. Yerel ve uluslararası güçler savaş arenasında tozu dumana katarken bizler, yani devrimciler, sosyalistler arenanın tribününde yüksek siyaset


tecrübelerimizle(!) başta Kürtler olmak üzere her tarafa akıl vermeye çalışıyorduk. Pratik devrimci politikanın yerini uzunca bu süredir ağırlıklı olarak sözlü siyaset almıştı. Hikmet Kıvılcımlı ustanın70 yıl önceki serzenişinin nedenleri hala karşımızaydı: “Kürtler dağa çıkıyor, biz şehirlerde bildiri dağıtıyoruz. ” 19 Aralık 2000’deki hapishanelere yönelik katliam devrimciliğin üzerinden silindir gibi geçmişti. Buna Sol’da içten içe sevinenler olmuştu. Devrimciliğin, tatlı su solculuğunun önünü kestiği türünden karşı devrimci sızlanmalar bilinçaltında fışkırmaya başlamıştı. Güya birilerine gün doğmuştu. Fakat aradan geçen onca yıla rağmen ulusalcı veya liberal gericiliklere yaslanmak bile onları abad etmemiştir. Siyasi arenada aktör olmama hali aslında uzunca bir dönemdir TDH ve TSH’nin gerçekliğiydi. 2000 sonrasında bu gerçeklik en yoğun, en acı haliyle üzerimize çökmüştü. Gündem belirlemek bir yana, mevcut gündeme dâhil olmanın bile uzağındaydık. Siyaset üretemiyorduk, basın açıklamaları siyasi çevrelerin ağırlıklı olarak meylettiği müdahale aracı haline geldi ki, o da bir müddet sonra bıktırıcı-tüketici bir işlev görmeye başladı. Kitlelerden hem duygudaşlık hem de fizik bakımdan uzaktık. Dahası sokaklara çıkmaya kalktığımızda hitap ettiğimiz halkın linç girişimlerine maruz kalıyorduk, ezik bir görüntü sergiliyorduk. İdeolojik ön kabullerimizi gerekçe göstererek Kürt devrimciliğiyle olan mesafemizi de açmıştık. Bu durum Kürtlerin yalnızlaştırılmasına hizmet ettiği gibi, Türkiyeli devrimciliğin devrimsizleşme ivmesini de hızlandırmıştır. Verhasıl durum genel olarak pek de parlak değildi. Çünkü bu olumsuz tablonun varlığına neden olan, bu olumsuzluğu sürekli besleyen ve ondan beslenen ağır bir STATÜKO halini yaşıyorduk. Ulusalcılık, batıcılık, modernizm, elitizm, devletçilik (bunları kapsayan ve bunlarla beraber edinilen kemalizm), yasalcılık, iradesizlik (beklemecilik), parçacılıkta ısrar, tanımsız rekabetçilik, dar grupçuluk, kendi gerçekliğini tanımama ,liberalizm, devrimcilikten kaçış, vb. yığınlarca olumsuz nitelik ve eğilim, şu veya bu ölçüde TDH’yi, TSH’yi sarıp sarmalamıştı. Biz bu dönme “statükocu solculuk” adını vermiştik. 1980’lerden günümüze uzanan süreçte statükocu tarz sola egemen olmuştu. Öyle ki bu tabloya TDH’nin veya TSH’nin Türkiyeli ezilenlere umut verecek hali dahi yoktu. Solu bu hale getiren statükocu tarzı terk etmek için teorik, ,ideolojik, örgütsel ve devrimci nitelikte pratik bir yenilenmeye ihtiyaç vardı. (Bu dört başlık ikinci bölümün sonunda daha geniş ele alınacaktır.) Devrimciliğin yeniden kitleler nezdinde itibar görmesi, politikada güçlü bir özne olmasına bağlıydı. Bunu dışımızdaki devrimcilerle çok daha etkili yapmak mümkündü. Elbette yalnız kalma riskini de taşıyordu, bu süreç. Öyle olsa dahi kendi programımıza kendimiz sarılacak, bizim de içerisinde yer aldığınız ( fakat çıkmak için çaba gösterdiğimiz) statükocu devrimciliği-solculuğu sarsacak, gerekirse bu hatta tek başımıza yürüyecektik. Bu inançla yola koyulduk. b) Özgür Dağlara: Evet, Komutan Orhan YIlMAZKAYA öncülüğünde. Devrimci Karargah sürecimizi başlatmak askeri eğitim almak için özgür Kürdistan dağlarına yöneldik. Medya Savunma Alanları’nda Kürt Özgürlük Hareketinin eşsiz yoldaşlığıyla tanıştık. Devrimci dayanışmanın, zorlukları beraberce aşmanın en içten örnekleriyle karşılaştık. Benzerine dünyada belki de az rastlanır alaka sayesinde kendimizi orada hiç yabacı hissetmedik. Sosyalist ahlakı, devrimci değerleri içselleştirmiş, sözleri ile davranışlarını tutarlı kılmayı başarmış gerilla gerçekliğiyle


tanıştık. Savaş koşullarındaki fedakarlık ve paylaşımın yoldaşlık bağını, davaya bağlılığını nasıl etkilediğine, bir militanın maneviyatını nasıl güçlendirdiğine tanıklık ettik. İradesini kendi ellerine aldığında kadının ne denli özgürleşebileceğinin örneklerini gördük. Kürt kadınları Beritan hevalin izinden yürümek için özgür dağlara akın ediyordu. Onları tanıdıkça metropollerdeki TDH ve TSH kadın örgütlenmelerinin ve bilincinin yetersizliği açıkçası gözümüze daha çok battı. “Ferman padişahınsa dağlar bizimdir” demişti, Dadaoğlu. Yalnızca bu coğrafyada değil, Spartaküs’ten Hz. İsa havarilerine, Hz Muhammet’ten Şeyh Bedreddin’e İspanyol İç Savaşındaki direnişçilerden Kuzey ve Güney Amerika yerlilerine II. Dünya Savaşı’ndaki Avrupalı partizanlardan Mao’nun halk ordusuna, Koçero’lardan İbrahim Kaypakkaya’lara kadar dağlar ezilen devrimciliğine mesken olmuştu. Folklorumuzda dağlara neden bu denli methiyeler dizildiğini, dağların insana neden engin bir özgürlük duygusu yaşattığını daha iyi anladık. Ve dağlar son derece dürüst yaklaştı bizlere. Zaaflarımızı, yetersizliklerimizi yüzümüze vurdu, kararlılığımızı sınadı, geriliklerimizle uzlaşmadı; kendimize, dostumuza, düşmanımıza ve devrimci mücadeleye her seferinde daha gerçekçi yaklaşmamız gerektiğini hatırlattı. Kırsaldaki sürecimiz boyunca her mevsimin ayrı zorluklarını ayrı güzelliklerini yaşadık. Sohbet edebildiğimiz her gerilla ile Kürdistan’ın çığlık çığlığa acılarına, samimi coşkusuna bilenmiş öfkesine, yakınlaşan umutlarına tanık olduk. Her biri dünyamızı zenginleştiren emsalsiz deneyimlerdi. Aynı yağmurda ıslandığımız, aynı patikadan yürürken beraber türküler söylediğimiz, aynı sığınakta yan yana düşman ateşine maruz kaldığımız değerli gerilla yoldaşlarımızdan şehadete ulaşanlar oldu. Onlar artık mücadelemizin güçlü ve ortakça ilerlemesinin mayası oldular. Politikleşmiş Kürt halkını tanıdık; tanıdıkça onlara olan saygı ve hayranlığımız arttı. Gizlenmiş şöven önyargılarımızın varlığından utandık. Gönlü zengin bu mazlum ve direngen halkın sevecenliğinde yunduk. Kirlerimizde arınmaya çalıştık. Yaşadığımız bu sürecin birikimi, örgütsel hafızamızın hiçbir zaman silinmeyecek kıvrımlarında en detaylı haliyle kayıtlıdır ve her pratik zaferde bu birikimin değerli izi mutlaka olacaktır. Tavsiyemiz oldur ki, kendisine devrimciyim, sosyalizm diyenler mücadelenin, yoldaşlığın, dayanışmanın Kürdistan dağlarında nasıl yaşandığını anlamak ve Kürtler daha iyi tanımak için en azından kısa bir süreliğine de olsa Medya Savunma Alanları’nı ziyaret etmeleridir. Devrimci değerlerin, maneviyatın savaş gerçekliğinde nasıl üretildiğini deneyimlemek eminiz ki devrimcilere çok şey katacaktır. Ayrılmak pek de kolay değildi. Fakat uzunca bir eğitim sürecinin ardından, doğrudan devrim hedefini pratikleştirmek amacıyla kendi mücadele alanımıza, yani Türkiye’ye döndük. c) Dönüş Ülkeye dönmek pek sorun olmadı. Ancak asıl zorluklar bundan sonra başladı. Şurası kesin ki devrimci mücadelenin askeri boyutu içerisinde “Lojistik”1 şartlar konusu, en öz 1

Lojistik: Askerlik sanatının, savaştaki veya hareket halindeki bir ordunun iaşe ve ibate (barınma, üslenme-CB) yol, haberleşme, sağlık, vb. hizmetlerinin savaş yeteneği bakımından en etkili durumunda bulundurulması, en


eylemlerin başarılı icrası kadar hayatiyet arzediyor. Lojistiğin arka planda ve ikincil derecede önemliymiş görünüyor olması kimseyi yanıltmamalıdır. Üslenme, günlük temel ihtiyaçları karşılama, eylemlerin altyapısı için gerekli masraflara kaynak bulma gibi konular lojistik imkânlarla ilgilidir. Bu imkânlar her zaman kadroların, militanların, gerillaların önüne hazır bir şekilde gelmeyebilir ki çoğunlukla mücadele gücü bu ihtiyaçları kendi öz çabasıyla giderir. Özellikle ilk çıkış döneminde öncü kadrolar bunu kendileri yaratmak durumundadırlar. Elbette belirtmeden geçmemek gerekiyor; kısıtlı imkânların aşılması çabası kimi ekstra riskleri beraberinde getirir. Bu noktada kritik olan husus göze alınan riskin yaratacağı güvenlik açıklarına karşı daha fazla uyanık olmaktır. Bizler de mücadele sahasına döndükten sonra üstlenme aşamasında önceleri zorlandık, lojistik kısıtlarımız sebebiyle kimi sıkıntılar yaşadık. Normalde benzeri sorunlar yaşandığında kadroların moral düzeyinde, motivasyon ve coşkusunda, kararlılığında kırılmalar yaşanır. Önemli husustur bu. Lakin bizler bu tür aksiliklere karşı hazırlıklıydık, problemleri hep beraber aşmak yönünde irade geliştirdik. Engels, “İhtiyaçlar icatların anasıdır” der. Arayışı tutku düzeyinde olanlar, sorunlara karşı son derece yaratıcı çözümler geliştirebilirler. Bizler bu açıdan Orhan yoldaşın lojistik sorunlara yönelik geliştirdiği çözümlerden de, yaratıcı zekâsından da bir hayli yararlandık. Lojistik şartların düzelmesi eylemsellik sürecimizdeki sürecimizdeki motivasyonumuza kuşkusuz olumlu olarak yansıdı.

EYLEMLERE BAŞLIYORUZ a) Havan Eylemi: Evet! Üsküdar Selimiye’deki I. Ordu Kışlasına yönelik olarak 7 AĞUSTOS 2008 tarihindeki havan topu saldırısını biz yaptık. Sabah saatlerinde Karacaahmet Mezarlığına gelerek havan topu rampasını kurduk ve dört adet 60’lık havan topu güllerini kışlaya gönderdik. Eylemin ardından hızla üssümüze çekildik. Öncesine eylem yerine kurduğumuz tuzak ise polislerin şansına maalesef çalışmamıştı. Bu eylemimizi 1 ve 2 no’lu bildirilerle sahiplenmiş ve kamuoyuna duyurmuştuk.

1 NO’LU BİLDİRİ Devrimci Karargâh 1 no’lu Bildiri Türkiye işçi sınıfına, emekçi halklarına ve tüm dünyanın devrimci güçlerine duyurulur: iyi ve mükemmel şekilde sağlanması hususunu üstlenen bölüm. (Misalli Büyük Türkçe Sözlük Yayınları, 2011)


Devrimci Karargâh’a bağlı Şehit Ongan Müfrezesi TC ordusunun 1. Ordu karargâhına yönelik bir havan saldırısı girişiminde bulunmuştur. Savaşçılarımız üslerine dönmüşlerdir. Eylemle ilgili olarak devrimci kamuoyu daha sonra ayrıntılı olarak aydınlatılacaktır. Bununla birlikte şimdiden söylenecek olanlar da vardır: 1- Devrimci Karargâh, TC ordusunu ve AKP hükümetini Türkiye emekçi sınıflarının, her milletten halkların, aydınların ve aydın düşüncenin, ilerici yurtsever gençliğin ve devrimci ve demokratların düşmanı olarak görmektedir. Bölge ve Türkiye halklarına karşı Amerikan emperyalizminin çıkarları doğrultusunda çalışan bu işbirlikçi ortaklığa karşı saldırılarımız sürecektir. 2- Çünkü TC ordusu ve AKP hükümeti 12 Eylül 1980’den beri ülkemizde yaşanan faşist ve gerici, sömürücü ve sömürgeci talan ve şiddetin kurucusu; emek, adalet ve ahlak düşmanı soygun ve zulüm düzeninin koruyucusu, kollayıcısı ve uygulayıcısıdırlar. Çünkü TC ordusu ve AKP hükümeti kardeş Kürt halkını ve onun özgürleşme ve demokratikleşme istemlerini uzun yıllardır sömürgeci zulmüyle ezme faaliyetini özellikle son yıllarda inkar ve imha temelinde tüm bölgeye yayma çabasındadır. Çünkü TC ordusu, Amerikan emperyalizminin tüm Ortadoğu’yu işgal etme planının bir parçası olarak Amerikan genelkurmayının emrinde olan bir ordudur, çünkü AKP hükümeti talimatlarını Oval Ofis’ten alan bir emperyalist işbirlikçisidir. 3- Her ne kadar eylem girişimimiz teknik başarısızlıkla gerekli etkinliğe ulaşamamışsa da Devrimci Karargâh bu eylem tarzıyla artık faşist ve sömürgeci tüm karar ve uygulama merkezlerinin dokunulmazlığına son vermektedir. Bundan sonra halk ve demokrasi düşmanı güçlerin, mazlumların ekmek, adalet ve özgürlük istemlerine karşı ateş ve ölüm yağdırıp, onları kan, acı ve gözyaşı içinde bıraktıktan sonra kendi güvenlikli ortamlarında ahmakça basın açıklamalarıyla onlarla alay etme ve ezilenlerin çığlığını duymadan sanki hiçbir şey olmamış gibi kendi yaşamlarına dönme hakları artık ellerinden alınmıştır. Bundan böyle sömürücü ve sömürgeci sistemin askeri, siyasi, idari, kültürel ve sosyal bütün merkezi kurum ve kuruluşları ve bunların işgal ettikleri bütün alanlar savaşçılarımızın menzili dahiline alınmıştır. Katliamcı Özel Savaş kurmaylarının kullanmaktan çok hoşlandıkları ifade ile yineleyecek olursak; ‘bütün’, bütün’ü oluşturan her şeyi içermektedir. Bu, özgürlük, demokrasi ve sosyalizm savaşımızın bundan sonraki askeri niteliğinin tarifidir. 4- Devrimci Karargâh’ın bu eyleminin öncelikli siyasal anlamı Türkiye işçi sınıfına ve tüm emekçi yığınlarına yöneliktir. Ülkemizde devrimin 80 yenilgisinden bugüne kadar düzen partilerinin tümünü deneyen halkımız geçen zaman içinde sadece AP-DYP, CHP, MHP, Refah Partisi gibi eski kuşak burjuva partilerinin değil, aynı zamanda ANAP, AKP gibi yeni kuşak burjuva partilerinin de emek, demokrasi ve insanlık düşmanı yüzünü görme imkânı buldu. Devrimin bir alternatif olmadığı bu süre içinde eski-yeni düzen partilerinin tümü ülkemize savaş, açlık ve yoksulluk, adaletsizlik ve yozlaşmadan başka hiçbir şey getirmedi. Sadece kendi zenginliklerini artırmak için soygunculukta ve halk düşmanlığında birbirleriyle yarıştılar. Artık bu gidişe dur demenin vakti gelmiştir; artık emekçilerin kendi öz iradelerini egemen kılma, kendi taleplerini iktidar kılma vakti gelmiştir. Devrimci Karargâh’ın bu eylemi Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerine kendi iktidar yürüyüşlerini bir kez daha başlatma çağrısıdır.


5- Devrimci Karargâh’ın bu eyleminin özellikli siyasal anlamı ise Türkiye devrimci hareketine yöneliktir. Türkiye devrimci hareketi son 30 yıllık ömrünü, yenik ve teslimiyetçi siyasal akımlara kapılıp liberal labirentlerde geçirmekten dolayı, ne emekçi sınıfların ve halkların iş, ekmek, özgürlük ve demokrasi taleplerine yönelik uluslararası emperyalizmin ve yerel gericiliğin saldırganlıklarına siper olabildi ve bu yüzden ne de en şiddetli alternatif boşluğuna ve emekçi kitlelerin en yüksek alternatif arayışlarına karşın onlara cevap olabildi. Öncü, öncü olma iradesini ortaya koymadıkca kitlenin kendisi olamaz. Oysa devrimimiz mücadelenin bütün alanlarında kendini örgütleyebilecek güç ve zenginlikte bir kolektif tarih ve birikime sahiptir. Devrimci Karargâh’ın bu eylemi, bu kolektif tarih ve birikimin güncelde maddeleşmesi için Türkiyeli tüm devrimcilere bir toplanma, toparlanma davetidir. 6- Devrimci Karargâh’ın bu eylemi, aynı zamanda, özgürlük bayrağını, Oramar’da, Zap’ta, Bezele’de Dersim’de, Botan’da, Diyarbakır’da kısacası Kürdistan’ın tüm özgür alanlarında zirveye diken Kürt halk kurtuluş savaşçılarını ve sınırsız sömürgeci terörüne karşın öncüsüne, şehitlerine bağlılığını ve özgürlük tutkusunu serhıldanlaştıran Kürt halkını selamlamak içindir. İşçiler, emekçiler, gençler, kadınlar Zulüm perdesini yırtmak için Devrimci Karargâh altında toplanalım ve kendimize ve insanlığa layık bir yaşamı kendi ellerimizle kuralım.

Yaşasın sosyalizm, yaşasın devrim!.. Yaşasın halkların kardeşliği!.. Zafer savaşkan sosyalizmin olacaktır!.. 07.08 2008

*** 2 NOLU BİLDİRİ Devrimci Karargâh 2 nolu Bildiri Türkiye işçi sınıfına, emekçi halklarına ve tüm dünyanın devrimci güçlerine duyurulur: “Bitmedi o kavga sürüyor, sürecek…”


“Ya bir yol bulacağız, ya bir yol açacağız” Kartacalı General Annibal

Devrimci Karargâh olarak, 7 Ağustos 2008 tarihinde İstanbul Selimiye’de bulunan 1. Ordu Karargahı’nı havan topuyla vurduk. Kamuoyuna yaptığımız ilk açıklamamızın ve oluşan dezenformasyonun aksine, iki havan mermimiz kesin olarak kışlanın ana binasının içindeki büyük iç avluya düşmüştür. Ancak burada sadece askeri personelin olması ve polisin izin almadan araştırma yapma şansının bulunmaması nedeniyle, generaller atışlarımızın başarısını polisle işbirliği içinde saklama yoluna gitmişlerdir. Olay sırasında kesinlikle 4 adet patlama olmuştur. Buna bölgedeki vatandaşlar ve militanlarımız tanıktır. 1. Ordu Komutanı’nın, İstanbul Valisi ve Emniyet Müdürü’nün olayı saklama konusundaki acemi tavırlarına herkes tanık olmuştur. Öğleden sonra, Valiyle Orgeneralin görüşmesinde Vali hala lafı gevelemeye çalışırken, 1. Ordu Komutanı artık dayanamamış ve atışın havan olduğunu, sesi tanıdığını, çok havan attırdığını, içeride şarapnel parçaları olduğunu gazetecilere söylemek zorunda kalmıştır. Olay sırasında belediye emekçilerinin yaralanması bilinçli bir hareket değil, kazadır. Hedefimizin belediye binası olması söz konusu bile edilemez. Yaralanan emekçilerden özür diliyor, geçmiş olsun dileklerimiz iletiyoruz. Devrimci Karargâh, değişik örgütlerde mücadele ettikten sonra, içinden geçilen dönemde devrimci hareketin yetersizliklerini görmüş militanlardan oluşan yeni bir yapıdır. Sözümüz ve eylemimiz, Türk ve Kürt emekçi halklarının devrimci ve sosyalist sözüdür. Bir isyan çağrısı, var olan zulüm ve yalan zincirini kırma çığlığıdır. Bu sözü geçmişte büyütmüş her devrimci örgüt ve militana vefa borcumuzdan kaynaklanan saygımızın ifadesi, bundan sonra büyütmesi gerekenlere ise yol gösteren mütevazı mesajımızdır. Dünya bir vicdansızlık ve duyarsızlık, “bezirgân saltanatı ve zulüm” karanlığı içinde yaşamaktadır. Günümüz dünyasında her 5 saniyede bir çocuk sadece açlıktan ölüyor. Basit hastalıklar, savaşlar buna dâhil bile değil… Batı’nın obezite sorunuyla mücadele, kozmetik ya da evcil hayvan bakımına harcadığı parayla dünyanın tüm açları birkaç kez doyuyor. Ama buna rağmen ülkemizde ve dünyada zenginler, ne yapacaklarını bilemez halde pastalarının üzerine altın koyup yiyorlar. Bu kadarını Pompei ve Sodom halkları dahi yapmamıştı. Bu gidişi gazetelerde okuyup, televizyonlarda izledikten sonra iğrenmeyen ve eyleme geçmeyen artık “insan” değildir. İnsan olmak için arınmak gerekiyor. Devrimci olmak bile şart değil. Batı dünyasının ve ülkemizin küçük burjuva solcularının yaptığı gibi, “halkla ilişkiler” kampanyaları eşliğinde yardım konseri türü “sosyal sorumluluk” projeleri sadece düzeni temizler. Emperyalizmin liderlerinden açlar için birkaç milyon dolar dilenenler, okul yaptırıp vergiden düşenler, çocuk yuvalarına magazin muhabirleri eşliğinde oyuncak dağıtanlar. Bu ikiyüzlülük maskelerinizi artık indirin. Sizden tiksiniyoruz...


Biz onlardan değil, “Yeryüzünün Lanetlileri”ndeniz. Sorunlara ve çözümlere işaret ediyoruz. Türkiye ve Kuzey Kürdistan halkları, emekçileri ağır bir baskı ve sömürü altındadır. Türkiye, emperyalizmin, işbirlikçilerinin, sermaye sınıfının doymak bilmez kar etme hırsının, gericiliğin, milliyetçiliğin dişleri altında ezilmektedir. Kürdistan ise, Türk şovenizminin sömürgeciliğine, faşizme, gerillayı katletme çabalarına, ulusal inkârcılığa, emperyalizme, Güney Kürdistan’ın işbirlikçi önderleri vasıtasıyla teslim alınma çabalarına karşı direnmektedir. Ortadoğu, emperyalist işgalcilerin oyun sahası olmuştur. Irak’ta işgal başladığından beri 1 milyon Arap ölmüş, ülke yıkılmıştır. Ne mutlu ki emperyalist işgale karşı savaşanlar var. Afganistan harabedir ama direnmektedir. Filistin, siyonizmin azgın ve ahlaksız saldırısı altında 60 yıldan beri inlemekte ama teslim alınamamaktadır. Lübnan, siyonizmin saldırganlığını Hizbullah ve devrimci – komünist güçler vasıtasıyla defetmesine rağmen yine tehdit altındadır. Siyonizm ve emperyalizm İran’a da saldırıya hazırlanmaktadır. Emperyalizmin orduları, kendi içtimalarına toplanmayan her odağa saldırıya yemin etmiştir. Bizim de yeminimiz var: Emperyalizmin ve kapitalizmin askeri olmayacağız. Özgürlük, halkların kardeşliği, devrim ve sosyalizm çığlığını her şart altında haykıracağız. Bu uğurda ölüm nereden gelirse gelsin, hoş geldi, safa geldi… Hareketimiz ABD-İngiliz emperyalizmlerini ve İsrail siyonizmini de vurmaya ant içmiş militanlardan oluşmaktadır. Yoksa mankafalaştırılmış TV izleyicisini cezbetmesi için şöyle mi demeliydik: “Bizi izlemeye devam edin?..” Devrimci Karargah olarak, devrimciyiz, sosyalistiz, komünistiz. Marx, Engels ve Lenin’i önder kabul ediyoruz. Batı merkezli hiçbir kurtuluş ve ilerleme projesini, demokrasi programını Türkiye ve Kürdistan’ın emekçi halkları için mümkün ve gerekli görmüyoruz. Işığın Doğu’dan yükseleceğini biliyoruz. Buradaki Doğu sadece coğrafi bir yön değil; Batı merkezci uygarlık tarifinin dışında ve karşısında olandır tabii... ABD’ye, NATO’ya, AB’ye karşıyız. Sadece karşı değil, bu kuruluşların düşmanıyız. Onlar da bizi düşmanları bellesinler. Kinimizden kaynaklanan sözümüz açık ve samimidir. Türkiye ve Kürdistan solculuğunun başına bela olan liberalizmden, reformizmden, Batı’dan medet ummaktan ve milliyetçilikten bıktık usandık. Türkiye devrimci hareketi, faşizmle dans eden ulusal solculuk ve dünya ufku Kopenhag Kriterleri olan AB’yi aşamayan, Batı hayranı çirkef liberal solculuk seçeneklerinden ikisine de muhtaç değildir. Lanet olsun Mussolini ve Kautsky kılıklı kifayetsiz muhteris solculara… Bizim devrimci tarihimiz, bu denklemi parçalayacak birikime sahiptir ve şimdi artık Devrimci Karargah var. Devrimci hareketimizin çizgisi enternasyonalist, anti-emperyalist, anti-sömürgeci, antişovenist, anti-siyonist, işçi sınıfçı, devrimci, halkçı ve silahlı olmak zorundadır. Halkımızın


samimi İslami inançlarıyla bizim hiçbir derdimiz yoktur. Halkımız, “topraktan öğrenip, kitapsız bilendir”. Laikçiler’den değiliz. Ama AKP gibi ABD uşaklarının emekçi halkımıza giydirdiği deli gömleğinin de parçalanması gerektiği inancındayız. Fethullah Gülen’i bir din adamı değil, ABD ajanı olarak görüyoruz. Bizim, zorla ya da gönüllü olarak askerlik yapan halk çocuklarıyla bir sorunumuz yok. Ama hedef aldığımız orduyu yöneten generaller, geçmişte de şimdi de halkımızın, bizim düşmanımızdır. Ordunun yönetim yapısı cumhuriyet tarihi boyunca emperyalizm tarafından, sermaye sınıfının genel çıkarları doğrultusunda şekillendirildi. Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’nün tercihi Batılı olmaktı. O anda dünya tarihinin izin verdiği ölçüde Batıcı ama aynı zamanda ulusal bir politika izlediler. Batıcılık tercihleri, ulusalcılık zorunluluklarıydı. Türkiye’de başarıya ulaşan tüm askeri darbeler, NATO’nun, ABD’nin bilgisi, onayı ve yönlendirmesiyle muvazzaf subaylar tarafından yapıldı. Menderes Türkiye’yi NATO’ya soktu; Menderes’i devirip asan generallerin ilk açıklaması NATO’ya ve CENTO’yla bağlı olduklarıydı. Türk askeri NATO’ya girebilmek için Kore halkının sosyalizm kavgası veren militanlarına kurşun sıkmak zorunda bırakıldı. Generaller, sosyalizme, halka, işçilere düşman her türlü askeri faaliyetin içinde oldular. Ülkeyi ABD’nin Jüpiter füzeleriyle, nükleer bombalarıyla doldurdular. Halklarımız uyanık olsun, İncirlik hala da öyledir… Generaller günümüzde de Afganistan, Lübnan ve Bosna Hersek’de asker bulundurarak Türk ordusunun emperyalizme hizmetini sağlar; İsrail’in nükleer silahlarına karşı çıkmazken İran’ın üretmesine itiraz eder; siyonist İsrail’in en büyük destekçisi ve silah satın alıcısı durumundalar. ABD Irak halkını katlederken, uçaklarına yakıtlarının büyük bölümünü aynı generaller sağlamıştı; generaller Batılı karargâhlarda eğitim alarak kontr-gerillacılık öğreniyorlar… Ergenekon davası belki bir tiyatro ama, kontr-gerillayı halkımız Mustafa Suphiler’in katlinden, 1 Mayıs 1977’den, Kürdistan’dan, Maraş’tan, Çorum’dan, Sivas’tan, 19 Aralık Cezaevi Katliamı’ndan, Hırant Dink’in katlinden çok iyi biliyor. Sivas’ta Alevi halkımız, sosyalist aydınlarımız gericiler tarafından cayır cayır yakılırken kısacık bir mesafedeki binlerce askeri harekete geçirmek bu generallerin aklına bile gelmemişti. Hani gericiliğe karşıydılar?.. Daha kısa süre önce 19 Aralık’ta cezaevlerinde savunmasız devrimci tutsakları katleden subaylar zaman aşımı nedeniyle aklanmadılar mı? Generaller, 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde bünyelerinden çıkan devrimci subayları işkencehanelerde ezdiler, sokaklarda katlettiler, ordudan attılar. Ama tarihleri boyunca işkenceci subaylarını korumadılar mı? Halen Albay Ali Öz, Tuğgeneral Levent Ersöz gibiler her gün bir skandal haberle gazetelerin manşetlerinde değil mi? Bunları herkesin unutacağına gerçekten inandılar mı? Biz unutmadık, unutturmayız… Şimdi ABD denetiminde ve AKP-Genelkurmay ittifakıyla yapılan bir tasfiye hamlesi bu kadar pisliği yıkamaya yeter mi? Halen 33 Kurşun’un tetikçisi Mustafa Muğlalı’nın adı tetiği çektiği Van Özalp’de kışlanın kapısında yazılı değil mi? Topal Osman’ın heykeli açılırken, Seyyid Rıza’nın fotoğrafını gençlerin elinden toplamıyor mu Dersim’de polis? O zaman bu düzene, onun tetikçisi generallere neden inanalım?.. Neden inanalım sokak tezgahlarından Ahmet Arif alıp okurken?.. Generallerin Cumhuriyet tarihi boyunca oynadıkları uğursuz rolü en iyi Kürt halkı biliyor. Türk milliyetçiliği üzerine şekillendirilen, Kürt halkını yok varsayan bir siyasetin en militan uygulayıcısı generaller olmuştu. Onlarca isyanı, on binlerce Kürt köylüsünü ve direnişçi


gencini katlederek bastırdılar. Ne için?.. “Kürt halkının olmadığını kanıtlamak” için. Şimdilerde gazetelere demeç vererek, “Çok yanlışlar yapıldı; Kürtler’le Türkler kardeştir; emperyalizm kışkırtıyor” diyorlar. Peki, bu haksız savaşta ölen on binlerce Kürt ve Türk gencinin hesabını kim verecek? Yeşilyurt köyündeki “pisliğin”, Diyarbakır, Mamak, Metris cezaevlerinin, panzerlere bağlanıp sürüklenen insanlığın, kayıpların, Hizbulkontra’nın, bombalanan gazetelerin, o gazeteyi dağıttığı için katledilen çocukların, gerillanın karşısına dağlara sürülüp öldürülen eğitimsiz yoksul halk çocukları askerlerin suçlusu kim? Bize göre bu suçların sorumluları, Türk milliyetçiliği tarafından gözleri kör edilmiş asker ve sivil yöneticilerdir. Mustafa Kemaller, İnönüler, Topal Osmanlar, Mustafa Muğlalılar, Cemal Gürseller, Celal Bayarlar, Fahri Korutürkler, Alpaslan Türkeşler, Kenan Evrenler, Memduh Tağmaçlar, Baki Tuğlar, Esat Oktay Yıldıranlar, Cem Erseverler, Veli Küçükler, Pamukoğulları, Kundakçılar, Sarızeybekler… Bu listeyi biz bile kütüphane olmadan zor yaparız. Bir de zulüm görenlere sorun bakalım… 1990’larda TBMM’nin bir komisyonu dahi binlerce Kürt köyünün ve mezrasının askerler tarafından yakılıp boşaltıldığını, milyonlarca Kürt köylüsünün evini terk etmek zorunda kaldığını tespit etmedi mi? Genelkurmay, DTP’yi bile terörist ilan ediyor, tanımıyor. Tayyip Erdoğan, DTP’li vekillerin elini dahi sıkmıyor. ABD, PKK’yi terörist ilan ederek, 5 Kasım 2007 Beyaz Saray görüşmesinden bu yana, Kürt sorununa “nihai askeri çözüm” konusunda generalleri ve sivil yöneticileri kışkırtıyor. İsrail buna Heron insansız uçaklarıyla yardım ediyor. Hani nerede, “PKK’yi ABD destekliyor” diye bir süre önce bas bas bağıran her boydan faşistler? Bu soruyu sol görünümlü milliyetçilere, ulusal solculara da soruyoruz… Cevap verin sahtekâr solcular… Bunların sorumlusu, generaller ve Kürt halkını görmezden gelen, asimile edebileceğini sanma yanılgısına düşen sivil yöneticilerdir. Biz devrimciler baştan beri, İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) adlı eseri Dr. Hikmet Kıvılcımlı 1930’larda yazdığından, 1960’larda Doğu Mitingleri’ni yaptıktan, Deniz Gezmiş idam sehpasından iki halkın mücadele birliğini 1972’de haykırdıktan, İbrahim Kaypakkaya Kemalizm ve ulusal sorun konusundaki tezlerini yine 1972’de yazdıktan sonra ve bugüne kadar Kürt halkının yanındayız ve öyle olmaya devam edeceğiz. Bir halkı ezen halk özgür olamaz. Biz, Türk halkının özgürlüğünün, Kürt halkının özgürlüğünden geçtiğini biliyoruz. AB’nin yolu Diyarbakır’dan değil, Türkiye devriminin yolu Kürdistan devriminden geçer. Tersi de doğrudur. Taraf gazetesi gibi paçavraların ve liberal solcu azgınların yaptığı propagandanın tersine, devrimci hareketin tarihi temizdir. Her dönemde iktidarı desteklemenin ideolojik temasını bulan ve devrimcilikten korkup kaçtıktan sonra düzenin sol yanına yamalananlar yakamızdan düşsün artık. Rasim Ozan Kütahyalı, devrimci önderlere ettiğin küfürler için seni de “not ettik”.


Biz, devrime ve sosyalizme inanıyoruz. Marksizm’e ve Leninizm’e… “Bitmedi o kavga sürüyor, sürecek / Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek.” Devrime, şiire inandığımız kadar inanıyoruz. İnandığımız gibi yaşıyoruz. Tüm devrimcilere de tavsiyemiz de odur. Can Yücel’in dediği gibi, “Ne kadar yalansız yaşarsak, o kadar iyi.” Kafasını Beyoğlu’ndan kaldıramayan, düzen sınırlarını aşamayan tüm devrimci dostlarımıza da âcizane tavsiyemiz odur. Yeni ufuklara açılmanın zamanıdır. Her devrimci, bulunduğu noktada bunun yöntemini bulmalı, araçlarını yaratmalıdır. Devrimci Karargâh, denize doğru giden büyük devrim ırmağına katılmak isteyen küçücük bir dereciktir. Denize kavuşacağız. Hep birlikte… İnanmayanlar, güvenmeyenler duysun. Biz bir mesaj verdik bu mesaj şimdi size ulaşıyor. Ötesi var mı?.. Büyük laf edeceğimize, küçük iş yapalım. Yetmez mi? Devrimci Karargah olarak, siyonizme karşı Filistin ve Lübnan halklarının yanındayız. İşbirlikçi tüm Arap rejimlerini lanetliyoruz. George Habbaş’ı, FHKC’nin Genel Sekreteri Şehit Ebu Ali Mustafa’yı, HAMAS’lı Şehit Abdülaziz Rantısi’yi saygıyla anıyoruz. Buradan kimseden gocunmadan Hizbullah ve lideri Hasan Nasrallah’a selam gönderiyoruz. Latin Amerika’nın sosyalizme akan tüm halklarını, mücadele dinamiklerini selamlıyoruz. Binbaşı Ernesto Che Guevera’yı gönlümüzün en müstesna yerinde anarken, FARC’ın geçtiğimiz aylarda ölen kurucu lideri Manuel Marulanda ve şehit Raul Reyes’i unutmuyoruz; Fidel Castro’ya, Hugo Chavez’e, Eva Morales’e, asi kıtanın topraksız köylülerine, işsiz işçilerine, aydınlarına, madencilerine Türkiye ve Kürdistan halklarının en içten devrimci selamlarını iletiyoruz. Geleneğimizi, tüm hata ve eksiklerimizi öğrenmeye ve aşmaya çalışarak, “cahil kendini aklar, kâmil özünü yoklar” düsturuna bağlı kalıp özeleştirilerimizi vererek, şehitlerimiz ve inadımız üzerine kurabileceğimizi biliyoruz. Gücümüzü ve cesaretimizi, Mustafa Suphi, Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Erdal Eren, Necdet Adalı, Remzi Basalak, Tamer Arda, Bedri Yağan, Sinan Kukul, Mehmet Demirdağ, Cafer Camgöz, Bülent Ramazan Ongan, Hasan Ocak, Veysel Güney, Mazlum Doğan ve Agit’ten alıyoruz. Tüm devrimcileri ve devrimci örgütleri yoldaşımız belliyoruz. Eylemimizi yaptığımız yerde, şehih devrimciler Sinan Cemgil ve Sabahat Karataş’ın mezarları da bulunuyor. Bu şekilde şehit devrimcilerin çelik selamını cellatlarına gönderiyoruz. Devrimcilerin hafızası tarihtir. Ve biz tarihi, ezilenlerin, isyan edip o anda yenilse bile tarihsel zafere yazgılı olanların tarafından okuyup yazmaya meyilliyiz. Yoksa, beylerin, paşaların tarafından değil… Hızır Paşa’yı, Çelebi Mehmet’i sevmeyiz; sevdamız, dedelerden Pir Sultan’a, şeyhlerden Bedreddin’edir. Halkın haklı öfkesi katilleri bulacak… 12 Eylül cuntacısı Kenan Evren ve “1000 operasyonun icracısı” Mehmet Ağar, siz de dikkatli olun; bir gece ansızın gelebiliriz… Son olarak, şöyle bağlamak mümkün gibi görünüyor bize… Devrimcilik dedikleri de bir tür dervişlik. Dervişliğin ne olduğunu ise Yunus Emre anlatıyor: “Dervişlik dedikleri hırka ile taç


değil / Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil.” Biz hırkaya muhtaç değiliz. Devrimciliği bir gönül ve yürek işi olarak kavramaktayız. Başarabilir miyiz bunu?.. Denemeye değmez mi? Selam olsun bizden önce geçene, selam olsun silah elde düşene…

Eylemimiz oldukça geniş yankı uyandırdı. Metropollerde bu tarz bir eylem devrimciler tarafından en son 1980’lerde yapılmıştı. IRA savaşçılara dönemin İngiltere Başbakanı, Margreth Thatcher’e karşı havanlı karşı havanlı eylem düzenlemiş, “ Demir Leydi” bu saldırıdan hafif yaralı kurtulmuştu. Kuşkusuz havan eylemi, iç savaş gibi kaosun olmadığı, düşman denetiminin şehirlerde üstn düzeyde olduğu dönemlerde gerçekleştirilmesi güç bir eylem tarzdır. Havan rampasının gizlice imal edilmesi mühimmatların temin edilerek şehre sokulması gibi [konular bile]başlı başına bir eylemdir ki, [biz] bunun ötesine geçmeyi yani silahı kurup eylemi yapmayı başarmıştık. Düşmanın şansına havan güllerinde istediğimiz verimi alamadık. (4 gülleden ikisi hedefi vurmuştur.) Fakat bu bile o dönem Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin başına getirilen T.C Devletinin eylemimiz nedeniyle alay olması engelleyememişti. “Nasıl olur da eşkıyalar şehrin göbeğinde havanlı eylem yapardı. Teröristler bir de Çamlıcaya doçka kursalardı tam olur”du… Şurası kesinki, devrimci yaratıcılığın sınırsız olduğunu bilmeyenler bunu hiçbir zaman anlayamayacaklardır. 1 Nolu bildirgede geçen kimi ifadeler bazı detayları işaret ediyor. Örneğin “ Şehit Ongan Müfrezesi ismindeki “ Ongan”ın nerede geldiği… Ongan ismi 16 Haziran Hareketi (16 HH) nin militanlarından olan ve 23 Ocak 1990’da İstanbul Memkul Kıymetler Borsası’na bombalı eylem düzenlerken bombanın kazara patlaması sonucu şehit düşen Bülent Ramazan Ongan’dan gelir. Şehit yoldaşımızı kavgamızda yaşatmak amacıyla müfrezemize bu ismi vermiştik. Diğer bir detay olan 16 HH ise Devrimci Karargâh’ın bileşenlerinden birisidir. 16 HH. Dr Hikmet Kıvılcımlı geleneğinden gelen, daha sonraları harekete ve davaya ihanet ederek düşmana sığınan Sarp Kuray ve arkadaşlarınca kurulan Partizan Yolu örgütünün devamı olarak 1988’de kuruldu. 3 yıl boyunca aralarında 24 Mart 1988’deki Büyük Metris Firari’nin da olduğu (bu eylem TKP. ML TİKKO ve Devrimci Yol tutsaklarıyla ortaklaşa organize edilmiştir) bir dizi ses getiren eylemler de düzenledi yoldaşlarımız. Ne ki Sarp Kuray’ın ihanetine paralel gelişen düşmanın ağır operasyonları sonu hareket eylemsel gücünü yitirdi. Devam eden süreçte 16 HH’yi yürütenler daha çok dergi faaliyetlerinde bulundular; ta ki 2005’te Devrimci Karargah’ın temellerini atıncaya dek.. *** İlk eylemimizin etkileri olumlu karşılığını üretmekte gecikmedi. Bir süredir merkezi düzeyde görüşmeler yürüttüğümüz Devrimci Sol, kendisini feshederek hareketimize katılma kararı almıştır. Hareketimizin yayınladığı 3’nolu bildiri bu katılıma ilişkindir:


3 NO’LU BİLDİRİ Devrimci Kamuoyuna ve Halklarımıza Duyurulur.. DEVRİMCİ KARARGAH DEVRİMCİ SOL’LA ARTIK DAHA GÜÇLÜ!.

Yoldaşlar, Devrimci Sol, artık bir Devrimci Karargâh bileşeni olma kararı almıştır. Devrimci Sol’un bu kararı, dağınıklığı ve eylemsizliği statüko haline getiren Türkiye Devrimci Hareketinin bugününe bir müdahaledir. Devrimci Sol’un bu kararı Türkiye sosyalizminin birleşme ve ayrılık kültürüne bir müdahaledir. Türkiye Devrimci Hareketi 80’den beri ciddi bir kriz içindedir. 80’lerin sonlarında yaşanan kısmi iyileşme süreci 90’ların başında kesilmiş, dünyada sosyalizmin darbe almasıyla oluşan ideolojik ve siyasal çöküntü örgütsel karşılığını da bulmuş ve Türkiye devrimci hareketi her gün kendi krizini ve bayağılaşmasını üreten bir döngüye girmiştir. Sürecin karakterinin bu tür şekillenmesinde başka bazı girişimlerin yanı sıra özellikle kent devrimci hareketinin en diri kesimini oluşturan Devrimci Sol güçlerin öncü kadrolarının karşı devrim tarafından imhasıyla ağır bir şekilde darbe alması ve ardından bu yapının kendi iç krizi sonrasında derin zaaflara uğraması önemli bir moment oluşturmuştur. Önder yoldaş Bedri Yağan’ın ve diğer öncü kadroların şehit olmasıyla ayrıca darbelenen Devrimci Sol yapısı, devrimci mücadelenin düşük konjonktürünün de etkisiyle Türkiye devrimci hareketinin, ayrıcalıksız herkesi içine alan eylemsiz, yenik, tüketici ve dağınık statükosunun bir parçası olmaktan uzun süre kendini kurtaramamıştır. Devrimci Sol, bu yenilgi yıllarında dünya ve Türkiye devrimci hareketinde ortaya çıkan yeni durumları değerlendirip mücadeleye eleştirel yeni bakışlar geliştirirken, kendi tarihiyle ilgili özeleştirel bir tutum almaktan çekinmemiştir. Ancak bu özeleştiri ve yeni siyasal mülahazalar, 70’lerin militan mücadele çizgisini sürdüren pek çok siyasal yapının aksine, devrimci mücadelemizin atak ve iradi tarzlarını mahkûm eden, onu karşı devrimin hoşgörüsü sınırlarına mahkûm eden, ideolojik ve siyasal zeminde sistemin dekoratif bir parçası olmayı benimseyen teslimiyetçi ve liberal çizgiye vardırılmasını özellikle reddeden bir tutum içinde gelişmiştir. Türkiyeli savaşkan sosyalizm tarihinin yanı sıra kendi güçlü özel mücadele tarihi ve şehitlerinin yüksek devrimci çizgisi, statüko sosyalizminin, bütün zaaf ve zayıflıklarına karşın Devrimci Sol’u ruhen asla teslim alamamasını sağlamıştır Devrimci Sol, kendi militan tarihine ve mücadele anlayışına bağlı kalarak Türkiye sosyalizmindeki asıl ayrımın bütün bölükleriyle bir ve aynı statüko partisiyle devrimci öncü irade güçleri arasında olduğunu belgeleyen bir konum almış ve bugüne kadar bu konumunu sürdürmüştür. Devrimci Sol’un bu tutumu Türkiye solundaki ayrılıkların ana karakterinin “ideolojik” vb.. sınıf zeminli modern ayrılıklar olmasından ziyade sisteme karşı tavır geliştirmedeki “devrimci” ve “düzen içi” eğilimler arasındaki tarihsel ve yapısal ayrılıklar olduğunu göstermiştir.


Türkiye devrimci hareketinin bu tarihsel ve yapısal ayrılık temeli aynı zamanda devrimci birlik zeminin de tanımını vermektedir. Nasıl düzen içi eğilimler ayrı örgütsel durumlarına rağmen bir ve aynı statüko partisi oluşturuyorsa devrimci çizgilerde bir ve aynı düzen karşıtı devrim partisini oluşturmak ama sistemin karşı devrimci egemenliğini alt edebilmek adına bunu örgütsel birleşikliğe taşımak, merkezi ve tekci bir organik bütünlüğe ulaştırmak zorundadırlar. İşte Devrimci Sol bu anlayıştan hareketle kendisiyle aynı paralelde düşünen ve davranan yapılarla harmanlanma arayışlarını sürdürerek kendisiyle benzeri süreçleri yaşayan bileşenlerden oluşan Devrimci Karargâh yapısı içinde onlarla yoldaşlaşmayı, sentezleşmeyi gündemine almıştır. Devrimci Sol bu örgütsel eylemiyle Türkiye devrimci hareketini karşı devrim karşısında derin zaaflara uğratan, Türkiye sosyalizminin olumlu devrimci gelenekleri, tarih ve kültürleri arasındaki kopukluğun giderilmesi yolunda Türkiye devrimci hareketine olumlu bir örnek sunmaktadır. Türkiye sosyalizminin tarihi iki ana damardan, bu damarların sosyalist mücadelede yarattıkları gelenek ve kültür tarihinden oluşmaktadır. Bunlardan birincisi Bolşevik devriminin etkisiyle özellikle İstanbul proletaryası eliyle oluşturulan örgütsel ifadesini TKP’de bulan klasik komünist gelenek, bir diğeri ise Türkiye’nin tarihsel ve sosyal özgünlüğünün bir ürünü olan özellikle aydın gençlik eylemciliğinin 60’larla sosyalistleşmesinin yarattığı devrimci gelenektir. Birincisi her şeyi sınıfın kendiliğinden eylemine bağlayan ve bu yüzden zaman içinde iyice oturganlaşan, marksizmin lafzını ruhunun önüne geçiren teorik ortodoksiyi oluştururken, diğeri, siyasal enerjisiyle giderek kendi eylemini sınıfın yerine ikame etmeye yönelen aşırı voluntarist, pratikçi tarzını ideolojileştiren yeni kuşak sosyalizmi olarak sosyalist tarihimizde yerini almıştır. Birincisi, diğerinin yenilgili tarihi üzerinden kendi teorik ortodoksisini pratik ve iradi varoluşu reddeden bir düzen içi sosyalizm anlayışına vardırırken, ikincisi, diğerinin düzen içi konumuna kılıf ettiği teorik söylemi üzerinden Marksizm’in ana teorik referanslarını reddeden proletarya dışı bir devrimci çizgi durumuna düşmüştür. Türkiye devriminin gelenekler ve tarihler arası kopukluğunu gidermek ve geçmiş zaafları aşmak için yeni bir devrimci dizilişin gerekli olduğu ve bunun devrimci mirasımızın olumlu ve doğru yanlarının sentezleri üzerine yükseleceği açıktır. Devrimci Karargâh devrimci tarihimizin değişik damarlarından gelen yapıların kendi geleneklerine yönelik yaptıkları bu tür özeleştiriler zemininde oluşmaktadır. Devrimci Karargâh bünyesindeki geleneksel soldan gelen bileşenler Marksist teorik referanslara ve sınıf gerçeğine daha yakın duruşlarını bir lafız olmaktan çıkartarak bunu doğrudan burjuva devlete karşı bir savaşım düzeyine çıkaran bir pratik durum haline getirme çabalarıyla Devrimci Karargah içinde bulunurken, şimdi Devrimci Sol, yoğun bir pratik tarihi ve mücadele çizgisini sınıfsız devrimciliğin otokritiği üzerinden Türkiyeli bir Leninci Marksizm’in aynı zamanda teorik yeniden üretimine de yöneltmiş olmaktadır. Devrimci Sol bu hamlesiyle sadece kendi evrimindeki ve Türkiye devrimci hareketindeki bir örgütsel düzey sıçraması yapmamaktadır, aynı zamanda en önde gelen temsilcilerinden olduğu 60 sonrası devrimci geleneğin birinci olarak devrimi daha ziyade öncünün askeri mücadeleye indirgenmiş bir pratik faaliyeti olarak gören ve örgütleyen taktik çizgisine devrimde proleter öncülüklü bir kentli siyasal başkaldırıyı başat kılan bir düzeltme yapmaktadır. İkinci olarak ise, içinden geldiği devrimci geleneğin bütün eylemcil duruşuna karşın özellikle ulusal sorunda devletçi bir yaklaşımdan kendini kurtaramayan ideolojik ve


siyasal duruşuna bir otokritik getirerek Kürt halkının özellikle Kürt Özgürlük Hareketinin önderliğinde geliştirdiği anti sömürgeci halk kurtuluş mücadelesini onaylayan ve bu mücadelenin yanında olmayı kendi proleter öncülüklü anti-oligarşik halk devrimciliğinin vazgeçilmez bir taktik öğesi kılan bir düzeltme yapmaktadır. Böylece bu iki değerlendirmenin mantık ve esas sonucu itibariyle ve üçüncü olarak, devrimci mücadelemizin bugünkü aşaması itibariyle artık tümüyle küçükburjuva sosyalizmine ait olan halkçı devrim perspektifi yerini proleter devrimciliğin teorik ve pratik perspektifleri almış bulunmaktadır. Devrimci tarihimizin iki ana geleneğinden gelen bu yapıların kendi içlerinde yaptıkları teorik ve fiili otokritikler sonrasında geliştirdikleri bu beraberlik, mücadelenin ihtiyacı olan temel ideolojik, örgütsel ve strateji hamlesinin, küçük burjuva devrim çizgilerinin ısrarla vurguladıkları gibi tarihimizin bu iki devrimci damarı arasındaki bir kopuşma değil, aksine bu iki devrimci çizginin devrimci değerleri arasında bir buluşma, bir sentez olduğunun kritik bir denemesidir. Devrimci Sol’un bu örgütsel hamlesi, bu haliyle sadece kendi tarihlerini ilgilendiren özel bir düzey oluşturmamakta, bunun yanı sıra devrimci tarihimizin gelenekleri arasında bir sentezi öngören stratejik yenilenmenin bir prototipini yaratmanın tarihsel anlamını da taşımaktadır. Bu haliyle bu birleşme hamlesi, Türkiye devrimci hareketinde az da olsa daha önceleri de gördüğümüz başka başarılı birlik momentlerine nazaran bu tür bir özgünlük de taşımaktadır. Özellikle statüko sosyalizminden rahatsız olan, bu siyasal düzeyin aşılması için istekli ve inançlı devrimci kamuoyunun devrimci hareketlerin gelenekleri arasındaki bu organik buluşma momentini destekleyerek büyütmeleri, devrimciliğin yeni dönem dizilişi açısından dirimsel bir siyasal değer taşıyacaktır. Yoldaşlar, Devrimci Sol’un bu örgütsel hamlesi aynı zamanda devrimci tarihimizin kanayan yarası sol içi çatışmalara da bir müdahaledir. Devrimci Sol, küçük burjuva devrimciliğinin açmazları üzerine Bedri Yağan yoldaşla başlayan arayışlarının, ne yazık ki kanlı bir kardeş kavgasına dönmesini engelleyememiş, her ne kadar kendini savunma pozisyonunda tutmaya çalışsa da bu kanlı çatışmanın bir tarafı olma konumundan kendini kurtaramamıştır. Yoğun emek ve şahadetler pahasına yaratılan devrimci birikimlerin kendi tıkanıklık momentlerini bir tür iktidar kavgasıyla aşmaya çalışmaları solumuzun bir eğilimi durumundadır. Devrimimizin küçük burjuva küçük mülkiyetçi yapısınca tetiklenen bu tür grup mülkiyeti eğilimleri, bu özel siyasal alanı yaratan emek sahiplerince ne kadar meşru görülürse görülsün, devrimin kendi sorunlarını aşma tarzına uygun düşmemektedir. Devrimci Sol, her ne kadar sonradan parçalanan tarihinde doğrudan ve organik emek sahibi ise de bundan böyle bu tarihin ve özellikle onun güncel pratik değeri üzerinde bir hesaplaşmanın sol içi çatışmanın bir gerekçesi kılınmasını şiddetle reddetmektedir. Devrimci hareketin sol içi ayrımlarda esas çözüm yöntemi olarak benimsediği “ilkelerde savaş, devrimci kardeşlik” düsturu, Devrimci Sol tarihin organik temsilcileri tarafından bundan böyle de esas alınacaktır. Bu bağlamda; Devrimci Sol, kendi tarihiyle bütünleşmiş örgütsel künyesinin, bundan böyle aynı tarihle ortaklaştığı DHKP-C’yle bir mülkiyet hesaplaşmasına konu olmasına son vermek üzere bu künyeyi genelde devrimci hareketin uzun, özelde Devrimci Karargah’ın kısa tarihine devretmektedir. Devrimci Sol’un uzun ve zorlu mücadelelerle dolu geçmişinde kayıplarının acıları hala sıcak yoldaşlarının DHKP-C’yle ortaklaştığı anıları, bütün diğer devrim şehitlerimiz gibi bundan böyle Türkiye devrimci hareketinin tarihine mal olmaları dolayımıyla Devrimci Karargahı’n da en derin saygıyla selamladığı ve benimsediği devrim değerleri olacaktır. Devrimci Sol’un sadece kendi özel tarihine ait değerler ise, başta Bedri Yağan yoldaş olmak üzere tüm şehitlerimiz artık Devrimci Karargah’ın devrimci eylemine yol gösteren özel öncüler olmaları dolayımıyla Türkiye devrimci hareketinin tarihine ait olmaktadırlar.


Yoldaşlar, Devrimci mücadelemizin 80’den itibaren iyice açığa çıkan, ama köklerini devrimci hareketimizin yapılanmasında taşıyan krizine ilişkin stratejik müdahale sürecinin bu özel hamlesi, emperyalizmin bütün boyutlarıyla tarihinin en derin krizlerinden birini yaşadığı bir döneme denk gelmiştir. Uluslararası emperyalist dünya, birikim fazlası krizini çözmek üzere, uluslararası finans kapital merkezlerinin kendi iç rekabetini de az çok kontrol altına almalarına bağlı olarak gündemdeki yeniden paylaşım sürecini, özellikle doğulu emekçi halkların yeniden sömürgeleştirilmesi temelinde çözmeyi planlamaktadırlar. Krizin çözümü için gerekli olan yeni pazarların stabilize edilmesi ve enerji kaynaklarının doğrudan ele geçirilmesine dayalı emperyal stratejinin esas uygulama alanı, ülkemizin de tam ortasında olduğu ve yeni emperyalist stratejinin Büyük Ortadoğu adını verdiği bölgedir. Bugünkü veriler itibariyle tarihin akışının artık çok açık bir şekilde görüldüğü üzere, gelecek yüzyıllara şekil verecek, emekçi halkların uluslararası emperyalist-kapitalist sisteme köle olma ya da ondan kurtulma sürecinin stratejik hesaplaşması bu bölgede, hem de artık çok da uzun olmayacak bir gelecekte yaşanacaktır. Bölgemizde emperyalizmin dayattığı köleleştirme sürecine karşı direniş sadece siyasal İslam ve Kürt özgürlük hareketi tarafından yürütülmektedir. Sahip olduğu güçlü sınıf dinamikleri ve yoğun devrimci tarih ve tecrübesi itibariyle bu direniş hattında çok önemli ve tarihi işleve sahip olabilecek Türkiye sosyalizmi ise, kendi siyasal değerinin çok altında, ancak Kürt özgürlük hareketinin ısrarlı zorlamalarıyla giriştiği kimi kurumsal çalışmalar dışında bir değer gösterememektedir. Devrimimizin içinde bulunduğu krize ilişkin doğru çözümlemeler getiremeyiş, kendini bir yanıyla emperyal ideolojik hegemonyanın bir alt başlığı olarak özellikle devrimci mücadelenin teorik ve pratik değerlerine karşı geliştirdiği inkarcı liberal sol yaklaşımla, diğer yanıyla yeniden paylaşım alanında olma hasebiyle yerel burjuvaların kendi paylarına sahip çıkma ve büyütme eğilimlerinin bir alt başlığı olarak gelişen ulusalcı sol ideolojik ve politik duruşla iyice kirlenmiş ve kilitlenmiş durumdadır. Devrimci Sol’un varlığıyla güçlenen Devrimci Karargah, liberal ve ulusalcı sol açmazlara karşı, emekçi halklarımızın devrimci sosyalizm alternatifini yaratma çabasıdır. Bu çaba devrimci mücadelenin ideolojik, siyasal ve örgütsel birliğini en üst düzeyde pekiştirme süreci olarak kesintisiz bir şekilde gelişerek ve genişleyerek sürdürülecektir. Yoldaşlar, Statüko sosyalizmi tarafından kirletilen ve kilitlenen devrimsizlik sürecinin aşılması, tarihimizin ve geleneklerimizin tüm devrimci değerleri arasında bir buluşma, harmanlanma ve sentez sürecidir. Ancak bu süreç, onu bir tür bürokratik düzenleme durumuna düşürecek tekil bir örgütsel hamle olarak değil, gündemdeki stratejik savaşa hazırlanma, yeni siperler kazma ve siperlerdeki yerlerimizi alma pratiği olarak da görülmelidir. Devrimci Sol’un varlığıyla güçlenen Devrimci Karargah, proletaryanın öncülüğünde, antiemperyalist, anti oligarşik, anti sömürgeci devrimci mücadelemizi, başta metropoller olmak üzere tüm Türkiye sahasında yükseltmek için, PKK önderlikli Kürt özgürlük hareketiyle yoldaş olmayı sadece enternasyonalist bir tutum olarak değil, bunu aynı zamanda kendi devrimimizin de bir gereği olarak pratikleştirmek için siper yoldaşlığına çağrının yenilenmesidir. YAŞASIN DEVRİM VE SOSYALİZM!


YAŞASIN DEVRİMCİ KARARGÂH! YAŞASIN TÜRKİYE VE KÜRDİSTAN DEVRİMLERİ! *** B) AKP İstanbul İl Binası’na Dönük Bombalama Eylemi: Evet! 01.12 2008 tarihinde AKP’nin İstanbul İl Merkezi’ne dönük bombalı saldırıyı biz gerçekleştirdik. Hem askeri hem siyasi açıdan son derece başarılı bir eylemdi. Devrimci Karargâh ana dava iddianamesinde geçen ifadelere göre eylem şu şekilde vuku bulmuştu: Eylemden birinci dereceden sorumlu tutulan Cemal Bozkurt eylemden bir süre önce motokuryelerin buluşma yeri olan İstanbul-Zincirlikuyu’daki Kore Şehitleri denilen yere gidiyor. Önce sınama amacıyla kuryelerden birisine bir paket verip onu Bilgi Üniversitesi’ne yolluyor. Öyle anlaşılıyor ki, bu sınamada maksat böylesi bir durumda kuryelerin nasıl bir yaklaşım sergilediğini anlamak ve bir sonraki adımı ona göre atmaktı. Bozkurt’un Bilgi Üniversitesine yolladığı kurye İbrahim Şimşek’ti. Bir firmaya bağlı olarak çalışan ve boş zamanlarında özel iş almak üzere tıpkı diğer moto kuryeler gibi Kore Şehitleri mevki isine uğrayan İ. Şimşek devam eden günlerde C. Bozkurt’un kendisine verdiği birkaç paketi daha adreslerine yolluyor. En son 01.12 2008 tarihinde, kendisini “Kitapçı Ali” diye İ. Şimşek’e tanıtmış olan Bozkurt bombalı paketi kuryeye teslim ediyor. Paketi AKP’ye götüren kurye Şimşek herhangi bir şeyden şüphelenmiyor. Çünkü önceki servislerden bir sorun çıkmamış, dahası bir miktar ekstra para eline geçmişti. Şimşek bombayı Sütlüce’deki AKP il Binasına teslim ederek, oradan ayrılıyor. Bir süre sonra, saat 15 e doğru bomba patlıyor. Binanın kurşungeçirmez ve esnek yapıya sahip camları ve kalın duvarları nedeniyle basıncın tamamı içeriyi etkiliyor. Bu eylem neticesinde içeride her tarafı toz duman kaplıyor, giriş katının asma tavanı çöküyor, 5’i polis 12 kişi yaralanıyor… (Bu polislerden Hüsnü Uyan daha sonra tedavi gördüğü hastanede öldü) Eylem geniş yankı uyandırdı. Olumlu yaklaşımlar bir yana üç “farklı çevreden gelen kınama açıklamaları, siyaseten değerlendirilmeyi hak ediyordu. Bu kınamalara dönük olarak Orhan Yoldaşın kaleme aldığı yazıyı aynen aktarıyoruz. Tabii onun öncesinde bu eylemi sahiplendiğimizi açıkladığımız 4no’lu bildirimiz var.

4NO’LU BİLDİRİ Devrimci Karargâh 4 nolu Bildiri


Türkiye Proletaryasına ve Emekçi Halklarına Duyurulur;

Devrimci Karargah’a bağlı bir savaşçı grubumuz AKP İstanbul İl Merkezine yönelik bir sabotaj eylemi düzenlemiştir. Devrimci Karargah bu saldırısıyla; 1- Emperyalist-kapitalist sistemin yaşadığı ağır kriz nedeniyle, bu krizden çıkışın bir ön gereği olarak genelde Doğu halklarını, özelde Ortadoğu halklarını Büyük Ortadoğu Projesi adı altında sömürgeleştirme ve yağmalama seferlerine yeniden hız vermeye hazırlanan ABD ve AB emperyalistlerini, 2- Emperyalistlerin Siyonistlerle birlikte bölge halklarını köleleştirme seferlerinde hem işbirlikçi İslamcılığıyla Truva atı olmaya, hem de sahip olduğu büyük savaş makinesiyle koç başı olmaya hazırlanan AKP hükümetini ve Türk Genel Kurmayı’nı uyarmaktadır: Kürt, Arap ve Acem halklarına yönelik açmaya hazırlandığınız emperyalist-siyonist ve işbirlikçi Türk-İslam cephesine, Türkiye metropolleri, Türkiye proletaryası ve emekçi halkları cephe gerisi olmayacaktır. Aksine, Devrimci Karargâh, Türkiye proletaryası ve emekçi halklarından aldığı/alacağı güçle Türkiye metropollerinde ve tüm Türkiye sahasında, siz sömürgeci ve sömürücü güçleri “bütün” canlı, cansız varlıklarınızla, “bütün” kurum ve kuruluşlarınızla ateş menzili içine almıştır ve bütün bu sahayı emperyalist-kapitalist sistemin yerli yabancı bütün temsillerine karşı II. Kurtuluş Savaşı’mızın en sıcak cephesi kılmaya yeminlidir. Askeri fabrikalarınızı zırh üretimine seferber etmek, Köşk’lerinizi, çatılarınızı zırhlarla kaplamak, işsizliğe ve ekmeksizliğe, her türlü adaletsizliğe ve ahlaki çürümüşlüğe mahkum etmeye çalıştığınız emekçi halklarımızın öfkesinden sizleri koruyamayacak, siyasal ve coğrafi cephe gerisi kılmaya çalıştığınız bu saha, bugüne kadar sizin bizler için yapa geldiğiniz gibi artık sizler için de, bir kan ve ateş cehennemi haline gelecektir. Bu Devrimci Karargâh’ın sözüdür.

Yakarışımız halkımızadır; İşçiler, işsizler, emekçiler, emekliler, ezgin ve yoksun tüm Türkiye insanları, Bankaların, holdinglerin, paşaların ve tüccarların sistemi olan emperyalist-kapitalist sistemin, kendi varlığını koruma adına bir bütün olarak insanlığı açlığa, her tür sosyal korumasızlığa, acıya ve zulme mahkûm eden bir sistem olduğunu hiçbir şey göstermediyse yaşanmakta olunan ve her gün derinleşen bunalım göstermektedir. Bankaların, holdinglerin, paşaların ve tüccarların çıkarlarını korumanın zulüm, acı ve gözyaşı olan faturasını meydanlarda haykırdığımız gibi biz ödemek istemiyorsak mücadeleyi daha yükseltmek, daha etkin ve yaygın kılmak ve faturayı emperyalist kapitalist sistemin önüne koymak gereği ortadadır. Devrimci Karargah bu eylemiyle tüm Türkiye çalışanlarını, kent ve kır yoksullarını, Türkiye devrimci hareketinin bütün zaaf ve eksikliklerine rağmen emekçi halkın bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesi için bir mevzi olarak ayakta tutmaya çalıştığı devrimci-


demokrat-sosyalist parti, sendika ve derneklerinde hızla örgütlenmeye ve Türkiye devrimci hareketinin öncülüğünde mücadeleye çağırmaktadır.

Ricamız ise Türkiye devrimci hareketinedir. Yoldaşlar, Finans kapitalizmin derin krizlerinden çıkışının en temel araçlarının savaşlar olduğu ortak bilimsel bilgimiz, bilincimizdir. Ve keza hepimizin bildiği gibi, artık Das Kapital’e el basarak konuşan uluslararası burjuvazi kendi krizini öngörmüş ve krizden çıkışını Büyük Ortadoğu adıyla projelendirmiştir. Obama, sadece ABD sermayesinin bir kesimi tarafından değil, AB ve Japon finans kapitalistlerinin ve Siyonistlerin de desteğini alarak ve bir bütün olarak küresel emperyalizmin bu konjonktürdeki siyasal temsili olarak seçilmiştir. Bush döneminde yeniden paylaşımın iç gerginlikleriyle akan süreci Obama’yla konjonktürel rasyonel iç dengelerine oturtan emperyalizm, artık yeniden enerjisini dışa yöneltmeye hazır durumdadır. Gündemde olan Irak’tan çekilme değil, aksine tam da Baker-Hamilton planında önerildiği gibi bölgesel işgal ve savaşı yeni biçimler ve kombinasyonlar halinde yaymaktır. TC bu yeni biçim ve kombinasyonların bir parçasıdır. Emperyalist sistem TC’yi kendi projesine sorunsuz monte edebilmek için geleneksel Türk devletçiliğini ılımlı İslam ve ılımlı Kürt sosuyla yeniden karmayı esas olarak tamamlamış durumdadır. Erdoğan-Başbuğ ittifakına Barzani’nin eklenmesi gündemdedir. Şu eksikle ki; TC’nin bölgesel piyon olarak gerekli yerlerde istihdamı için onun Kürt halkının özgürlük mücadelesinden ve Kürt özgürlük hareketinden kurtarılması şarttır. Bu zorunluluk hali, sadece TC’nin projeye entegrasyonu anlamında taktik bir hamle değil aynı zamanda BOP açısından stratejik bir saha oluşturan Kürdistan’ın gerici ve işbirlikçi Kürt egemenlikleriyle kontrol altında tutulabilmesi için de stratejik bir hamledir.

Yoldaşlar, PKK önderlikli Kürt özgürlük mücadelesinin örgütsel ve siyasal tasfiyesi emperyalist kapitalistler, siyonistler ve TC için BOP’un galası olacaktır. Galayı magazin basınından izlemek uluslararası emperyalizmin cümbüşünden haz duymak, ona öykünmektir. Burjuvazinin “dizi” kültürüyle terbiye edilmişlik, yozlaşmışlık demektir. Egemen sömürgeci “Türk” lük demektir. Ama emin olunuz ki yoldaşlar, TC sıradan bir seyre bile izin vermeyecek ve devrimci demokrat her türlü potansiyeli ve tezahürünü ezerek kendi cephe gerisini düzenlemeye yönelecektir. “Ya sev ya terk et” politikası sadece Kürt halkına yönelik ırkçı bir 16 Aralık çizgisinde değil, aynı zamanda bütün devrimci demokrat muhalif zemine yönelik, her alanda yeni 19 Aralık’lara davetiye çıkarır bir çizgide uygulamaya konulacaktır. Bu hal ve koşullarda Türkiye Devrimci Hareketinin görevi liberal ve burjuva demokrat kum havuzlarında oynamak, statüko solculuğuyla oyalanmak değil, direnişçi Kürt özgürlük hareketiyle birlikte Türkiyeli sınıf mücadelesini militanlaştırıp yükselterek bu emperyal galayı, uluslararası emperyalist projelerin ve yerel gerici ve işbirlikçi iktidarların defin törenine çevirmektir.


Yoldaşlar, Savaşların devrimlere gebe olması uluslararası politik tarihin bize öğrettiği, keza, ortak bilgi ve bilincimizdir. TC saldırganlığına karşı PKK önderlikli Kürt özgürlük hareketiyle siper yoldaşlığına girmek bu yüzden sadece ezen ulus devrimcilerince yerine getirilmesi gereken enternasyonalist bir tutum değil, aynı zamanda bu konjonktürde Türkiyeli bir devrim için de koşuldur.

Yoldaşlar, Gündemdeki savaşın sıcaklığında kavrulmamak için biz de hazırlıklarımızı yapalım, biz de zırhlarımızı kuşanalım. Devrimin zırhı devrimin örgütüdür. Sivil kurumsal siyaset alanından sıcak savaş alanlarına kadar her düzeyde ortak kurmay merkezlerini gün geçirmeden kurmak görev, bu görevde gecikme ve ihmale yol açmak ise düşmana hizmettir.

YAŞASIN TÜRKİYE VE KÜRDİSTAN HALKLARININ BAĞIMSIZLIK DEMOKRASİ VE SOSYALİZM MÜCADELESİ! KAHROLSUN EMPERYALİZM! KAHROLSUN TC OLİGARŞİSİ

DEVRİMCİ KARARGAH EYLEMLERİNİN ORTAYA KOYDUKLARI ORHAN YILMAZKAYA Devrimci Karargah’ın eyleme geçmesi, çeşitli mahfillerde bizim açımızdan hiç de sürpriz sayılmayan, ama genel geçer değerlendirmeler açısından zikredilmesi yine de ilginç olabilecek bazı tepkilerin gözlenmesine yol açtı. Bu gözlemlerden yola çıkarak, bazı siyasi aktörlerle ilgili belirlemeler yapmak olasıdır. Sondan başlayarak anlatalım: Devrimci Karargah savaşçıların 1 Aralık 2008 tarihinde emperyalizmin uşağı işkenceci, soyguncu, talancı, sömürgeci AKP’nin İstanbul il Merkezi’ne giriştiği başarılı bombalın saldırının henüz dumanları tüterken, gün sona ermeden (saldırı öğleden sonra 14:45’te gerçekleştirildi), üç öbekten erken kınama mesajları geldi. Arka arkaya sıralayalım: İsrail Başbakanı Ehud Olmert, MÜSİAD ve DİSK, her üç kurumun AKP’nin bombalanmasında bu kadar hızla rahatsız olup, örgütümüzü bu kadar erken kınaması üzerine düşünmek gerektiği kanısındayız. Siyonist İsrail’e dikkat çekmek isteriz. MOSSAD’ı hafife almak kimsenin haddine değil. Burada hemen, İstanbul Selimiye’deki 1. Ordu Karargahı’na yönelik olarak 7 Ağustos 2008 tarihinde gerçekleştirdiğimiz havan topu saldırısında sonra 10 Ağustos tarihinde


yayınladığımız 2 Numaralı bildirimizin bir bölümü hatırlamak yerinde olacaktır. “Hareketimiz ABD-İngiliz emperyalizmlerinin ve İsrail Siyonizmini de vurmaya ant içmiş militanlardan oluşmaktadır.” Açıklamamızın devamında da, Siyonizme karşı Filistin ve Lübnan halklarının yanında olduğumuzu işbirlikçi tüm Arap rejimlerini lanetlediğimizi FHKC’nin Genel Sekteri Ebu Ali Mustafa’yı HAMAS’lı Şehit Abdulaziz Rankısi’yi saygıyla anladığımız, Hizbullah ve lideri Hasan Nasrallah’a selam gönderdiğimizi belirtmiştik. Anlaşıldığı kadarıyla bu kısımlar MOSSAD’ın dikkatini çekmiş. Çekmesi doğaldır ve Ortadoğu’da zorlanmakta olan emperyalistsiyonist projelerin en önemli ayaklarından birisi olan AKP’ye karşı girişilen devrimci atakların Siyonit İsrail devletinde hızla endişe yaratması muhakkaktır. O yüzden, Ehud Omert saldırımızı kınamak için Tayyip Erdoğan kadar hızlı davranmayı seçmiştir. İsrail devleti ve Siyonist fikir adamları Türkiyeli devrimcileri iyi tanır. Biz, Filistin’de savaşın Deniz Gezmişlerin şehit düşmüşTeğmen Aliler’in siyonizmin ülkemizdeki resmi temsilcisi ve ajanı İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’u cezalandıran Mahir Çayanların devamcısı, mirasçısı çocuklarıyız… Genç savaşçılarımıza Leyla Halidler’i George Habbaşlar’ı anlatırız. Deir Yassin’i Sabra ve Şatilla’yı hiç unutmayız. Devrimci Karargah savaşçılarının başarıyla hedefe gönderdikleri. AKP İstanbul İl Yönetimi toplantı halindeyken altlarında patladıkları bombanın sesinin, Tel Aviv’deki MOSSAD karargahında ve İsrail Başkanlık ofisinde yankılanması hedefin ne kadar isabetle olduğunun herhalde kanıtıdır. Düşmana bakıyoruz ve doğru yolda yürüdüğümüze bir kez daha inanıyoruz. Dikkatle kaydediyoruz ve yoldaşlarımızın, taraflarımızın, dostlarımızın ve tüm devrimci kamuoyunun dikkatini çekiyoruz. Buna rağmen, İsrail’i anlamamak da mümkün değil. Bildiği tek şeyi yapıyor… MÜSİAD ise İslamcı sermayenin sınıf örgütlenmesi. Kendisine Müslüman diyemeyecek, ama bunu anıştırması için ismini başına “Müstakil” kelimesini koyacak kadar şahsiyetsiz bir sermayen örgütü. Ülkemizdeki politik İslamcı hareketin devlet fideliğinde büyümüş olmaktan kaynaklanan oportünist karakterlerinin tipik bir güncel görünümü. Biz bu İslamcıları, ağababaları Necmettin Erbakan’ın 28 Şubat öncesinde MGK toplantılarında askerden yediği fırçalar sonrasındaki terlemelerinde NATO’cu ordunun önlerine getirdiği İsrail ve ABD ile ortak şekilde Akdeniz’de Güvenilir Denizkızı tatbikatları yapılması, tank modernizasyonu projelerinin İsrail’e verilmesi tasarılarına imza atarken ki, hallerinden hatırlıyoruz. Sonra Sincan’dan geçen bir tank taburunun yolu çarşıya sapınca nasıl dağılıverdikleri de hatırlarımızdadır. İslamcı Siyaset Türkiye’de devlete karşı hiçbir zaman devrimci bir pozisyon almamıştır ve alma şansı da yoktur. Ama şimdilerde sol politik ortamımızdaki bazı “aptal solcularımızın” dahi inandığı şekilde 12 Mart ve 12 Eylül darbelerine karşı elde silah savaşan, Kızıldereler’de şehit düşen, darağaçlarına çekilen, işkencehanelerde katledilen, Faşizme karşı Birleşik Direniş Cephe pratiklerini sergileyen devrimci ve sol hareketin darbeci olduğuna, İslamcı kesimin ise demokrasi savunucusu olduğunu inanmamız isteniyor. Sol ile devrimciliği, sosyal demokrasi ile marksizmi eşitleyerek devrimciliğe saldırmanın bildik hafif yolu… Buna halkımızın inanmasını kimse beklemesin. Kafası karışık birkaç solcu için ise bizim yapabileceğimiz bir şey yok… Bu fikirdeki MÜSİAD’ın Devrimci Karargah’tan rahatsız olup hemen laf yetiştirmeye çalışmasında biz hiçbir anormallik görmüyoruz. Onların sınıf tavrıdır ve bizim diyeceğimiz bir şey yoktur.


Fakat 1 Aralık günün dip noktasında bulunmayı, İsrail ve MÜSİAD’ı açık ara geçerek DİSK hak ediyor. DİSK Başkanı Süleyman Çelebi olaydan sadece birkaç saat sonra yazılı bir açıklama yaparak. Devrimci Karargah’ın eylemini kınamış, “demokrasiden” bahsedip. AKP’ye destek sunmuştur. Kendilerinin yine 28 Şubat günlerinde nasıl içtimaya toplandıklarını 1 Mayıslarda “işimi seviyorum” dövizleri açtıklarını, isimlerinin İngilizce çevirilerindeki “devrimci” lafını nasıl “evrimciye” çevirdiklerini, TÜSİAD’la nasıl can ciğer kuzu sarması olduklarını, 1992 de DİSK yeniden açılırken yöneticilerin birikmiş yüklü tazminatları cebe atıp sendikayı beş parasız bırakıp tarihi binalarını konfeksiyonculara sattıklarını, eski genel başkanları alçak Rıdvan Budak’ı sosyal demokrat düzen partilerine milletvekili verdiklerini, Gönen tezleriyle 1990’ların başında dönemin sağcılığına destek çıktıklarını, Süleyman Çelebi’nin onmaz 10 Aralık Hareketi atraksiyonları içinde olduğunu hatırlayınca şaşırmadık. Oysa bizim saldırımızdan sadece iki gün önce düzenleyicileri arasında DİSK’in de olduğu Ankara mitinge AKP’nin emir verdiği polis saldırmış, onlarca emekçiyi ve devrimciyi yaralanmıştı. Ama biliyoruz; bu bir çizgidir. Sınıf uzlaşmacılığı, ABD sendikacılığı devrimci, sendikaları tasfiye 12 Eylül’den sonra Selimiye’deki Sıkıyönetim Komutanlığı nizamiyesi (bilmeyenler için hatırlatalım hani Devrimci Karargah’ın top atışına tutuğu yer) önünde teslim olma kuyruğu oluşturma çizgisidir. Artık bu çağının sonuna gelinmiştir. Süleyman Çelebi ve onunla ittifak yaparak o koltuklarda oturan solcu eski devrimcilerin anlaması gereken odur ki, karşı devrimci dönem, gericilik dönemi artık dünya ölçeğinde kapanmaktadır. Sınıf mücadelesinde top çevirerek günü geçirme imkanı kalmamıştır. Ya “sınıfa karşı sınıf, düzene karşı devrim” denecek ya da demokrasi ve insan hakları” denilerek geviş getirilecektir. Eğer geviş getirilecekse devrimcilere ve onların eylemlerine küfür etmek kaçınılmadır. Biz gene de uyarımızı yapalım: Devrim programını savunan, bunun için kendini mücadeleye yatıran, devletle, sermayeyle ve onun kurumlarıyla savaşan kadrolara küfretmek kimseni haddine değildir. Bizden Süleyman Çelebi’ye ve DİSK’e hiçbir zaman zarar gelmez ama, günün birinde devrimci işçiler bu ihanetlerin hesabını o koltuklarda oturanlardan sorarlar. O zaman Süleyman Çelebi gibiler Tayyip Erdoğan gibilerinin koltuk altlarına koştuklarında, o kapının da yüzlerine kapalı olacağını hesap etmelidirler. Devrimci Karargah’ın 1.Ordu Karargahı’na havan atma eylemi de böyle ayak dolaşmalarına neden olmuştu. İki mermimizin içeri düşmesini saklamak için nizamiye girişindeki “1.Ordu Karargâhı” yazısını olaydan hemen sonra söktüren 1. Ordu Komutanı, ertesi günü gazeteciler bunun nedenini sorduklarında. “Yok öyle şey karargah kaza yapan otobüs mü ki, yazısını kapatalım” demişti. Oysa bir gazete her iki fotoğrafı ertesi gün basmıştı. Eylemlerimiz karşısında saldırıların niteliklerini gizlemeye çalışan, “AKP İstanbul İl Örgütü’nde güvenli zafiyet yok” diyen, havan işimizden sonra Başbakan’dan fırça yiyen, olayı PKK’nin üstüne yıkmaya çalışan Vali Güler ve “ Cerrah Müdür” ikilisi hakkında bir şey yazmak ise pek mümkün olmuyor. O kadar zavallılar ki … 12 Eylül döneminin İstanbul Valisi ve emniyet müdürleri bile daha nitelikli memurlardır. Ağarlar, Ünal Erkan, Kozakçıoğulları yükselip önemli görevlere gelmişlerdir. Bu validen muhtar, emniyet müdüründen bekçi bile olmaz. Bunların güçleri ancak silahsız, savunmasız işçilere, öğrencilere göz atmaya, el kelepçeli devrimcileri işkencede öldürmeye yeter… Devrimci Karargâh militanları görev başında… Herkes ayağını denk alsın….


**** c) İlk Operasyon: Önemli Dersler Var!.. Elbette düşman boş durmayacaktı. Devrimci Karargâh dava iddianamesinden de anlaşılacağı üzere siyasi polis, çok da sıkı olmayan bir çalışma sonucu Devrimci Karargâh savaşçısı Cemal Bozkurt’a ulaştı. Tarih 12 Ocak 2009’u gösterirken, öğlen saat 12:00 sularında, Kadıköy’den Topkapı yönüne gitmekte olan bir halk otobüsünde yapılan operasyonla Cemal Bozkurt düşmanın eline geçti. Polis, sorguda C.Bozkurt’a “biz seni deşifre edip bulamadık, bunları sen kendin bize sundun” derken ironi yapmıyordu elbette, ama pek de haksız sayılmazdı belki de. Cemal Bozkurt’un yakalanış hikayesi, devrimci mücadeleye nefer olan veya olmak isteyenlere önemli dersler sunması bakımından kesinlikle dikkate değerdir. Yakalanış hikayesinin stratejik ve teknik boyutları vardır. Bunların üzerinde düşünmek, tartışmak ve akıldan çıkartılmayacak şekilde bunları içselleştirmek gerekiyor. Devrimci pratiklere perspektif ve katkı sunacağı inancıyla bu deneyimleri paylaşmayı önemsiyoruz. Fakat evvela bir hususu hatırlatmakta yarar var. Bu deneyimleri çıkartırken elimizdeki yetersiz verilerden hareket ettiğimizi, dolayısıyla belirleme ve çıkarsamalarımızda kimi boşlukların veya hataların olabileceğini, bu ihtimalin de dikkate alınması gerektiğini belirtmiş olalım. C. Bozkurt’u yaşadığı somut deneyime geçmeden önce, siyasi polisin tahkikat yöntemine ilişkin bir, iki genel hususu vurgulayalım. Siyasi polis açısından her türlü “eylem” failinin ele geçirilmesinin iki kritik aşaması vardır: Deşifre ve temas2 … Bir eylemi açıklığa kavuşturmak isteyen siyasi polis deşifre etmek için “kim yaptı?” Ele geçirmek için (yani temas için)”nerede?” soruları üzerinden hareket eder. Birinci kritik aşama eylem failinin deşifresidir. Bunun için polisin yapacağı ilk iş eylemcinin kimliğini belirlemesine yardımcı olacak verilerin peşine düşmektir. Parmak izi, kan, doku, tükürük, kamera görüntüsü, tanık kıl-tüy vb. faili işaret edecek ne kadar deney varsa polis bunları toplamaya çalışır. Bunu sağladıktan sonradır ki ikinci aşamaya geçer. İkinci kritik aşama “temas kurmaktır”. Bundan sonraki iş “fail nerede” sorusunu cevaplamaktır. Yani polis için sadece eyleminin bilinmesi, kimliğinin deşifre olması yetmez. Eylemciyi veya onun bağlantılarını tespit etmesi gerekir. Bu gerçekliğe göre hareket eden polis failin temasa geçebileceği muhtemel kişileri belirler ve buralara “ağ atar” Bu kişiler eyleminin ailesi”, akrabaları arkadaşları, iş veya sosyal çevresi olabilir. Polis, meselenin ehemmiyetine göre bu kişileri: hem teknik hem de fiziki takibe alabilir, ağını geniş veya dar bir alana atabilir. Telefonları dinler, ortam dinlemesi yapar, e-mail , kredi kartı, banka hesaplarındaki hareketlilikleri takip eder, peşlerine adam takabilir vs. vs. Ağ buralara atılır. 2

Aslında polisiye açıdan bütün “suç”lara yaklaşımda aynı aşamalar izlenerek sonuca ulaşılmaya çalışılır. Fakat konuyu politik mücadele düzleminde ele aldığımız için bizim açınızdan suç “eylem”, suçlu da “ eylemci-devrimci” olarak konu içerisinde işlenecektir.


Artık polisin yapacağı şey eylemcinin bu ağa takılmasını beklemektir. En hayati yanlış yapılırda eylemci bu ağ ile bağlantı kurarsa, polis açısından temas sağlanmış demektir, tabii eğer eylemci devletin denetimi altında bir bölge ise… Sonrası eylemci açısından bir hayli netamelidir. Çünkü devlet, karşı devrim örgütlenmesinin, özellikle teknolojik üstünlüğünü ve egemenliğinden kaynaklanan avantajlarını en etkin şekilde kullanmaya çalışır. Ağ ile bir şekilde ilişkiye geçen eylemci açısından devletin kendisiyle temas kurduğunu fark etmesinin ve bu teması koparmasının mevcut durumumuz düşünüldüğünde bir hayli güç olduğunu itiraf etmemiz gerekiyor. Bu nedenle polis operasyonları çoğunlukla etkili sonuçlar verir ve devrimciler tutsak edilir. Yukarıda belirttiğimiz iki kritik aşamaya dair birkaç hatırlatma yapmakta fayda var. Devrimcilerin, polisin çalışma tarzını, yöntem ve imkânlarını mümkün olduğunca iyi bilmesi, eylem kurgusunu, hazırlıklarını en az iz bırakacak şekilde profesyonelce yapması gerekir. Bir eylem yapılmışsa hiç iz bırakılmayacaktır gibi düşünmek yanlıştır. Fakat bu durum, aşırı derecede hassasiyet geliştirilmesine neden olmamalıdır. Pimpirikli tarz, eylem yapmaktan alıkoyabilir: dikkat edilmelidir. Bu tarz olumsuzlukların önüne geçilmelidir. Kabul etmek gerekir ki deşifrasyon konusunda dezavatajılı olan taraf eylemcidir. Çünkü polise nerede iz bıraktığını deşifre olup olmadığı yüzde yüz bilme şansı son derece azdır. Dolayısıyla önlemlerini, bu ihtimali hesaba katarak almalıdır. Fakat başka bir hususu da vurgulamakta fayda var. Eylemcinin kimliğinin deşifre olması onun savaş dışı kaldığı, eylemsel gücü ve imkânlarının ortadan kalktığı anlamına gelmez. Devrim mücadelesi tarihi, kimliği deşifre olduğu halde birçok eylem yapan sayısız örnekle doludur. İkinci kritik aşama devrimciler açısından deşifrasyona göre daha hayatidir. Bu konuda inisiyatif ise kesinlikle devrimcilerin elindedir. Profesyonel bir savaşçı polislerin nerelere ağ atabileceğinin hesaplarını az çok yapabilir. Bu hesaplardan hareketle nerelerde bulaşıp bulaşmayacağını sağlıklı şekilde değerlendirebilir. Böylece polisin kendisiyle temas kurabileceği olasılıklara önceden engel olur; üssünü, kullandığı adresleri polis denetiminden uzak tutar. Bu genel belirlemelerin ardından Cemal Bozkurt’un özgün deneyimine geçebiliriz. Sırayla gidecek olursak ilk hatanın, havan eyleminde materyallerin yok yere yerinde bırakılması ve bırakılan materyallerin yeterince temizlenmemiş olmasından kaynaklandığını görebiliriz. Polis, bulduğu izler üzerinden arşiv kayıtlarını inceleyerek Bozkurt’a ulaşıyor. Çünkü önceki yıllarda Bozkurt birkaç kez gözaltına alınmıştı. Dahası henüz eylemden 1.5 ay önce onu Fatih Aydın ile beraber Aksaray’da sahte kimlik kullanmaktan dolayı bir gün boyunca nezarette ağırlamışlardır. İddiaya göre Bozkurt ile beraber Fatih Aydın ve Özgür Dinçer’de deşifre edilmişti. Bunun üzerine polisten sonraki adım geldi. Ağ atmak… Tahmin edileceği üzere polis, aile ve akraba çevresine ağ atarak, bu noktaları canlı takibe aldı. Aradan sadece 5 ay kadar sonra eylemciler ağa takıldı. Bu süre zarfında Devrimci Karargâh ikinci büyük eylemini gerçekleştirerek AKP İstanbul İl Merkezi’ne sabotaj eylemi düzenlemişti.


Bu eylem ardından bombayı AKP’ye bıraktığı söylenen kurye İbrahim Şimşek polisteki sorgusunda Kitapçı Ali diye bildiği şahsı anlatacak ve polisin ona gösterdiği fotoğraflardan hareketle ve polisin yönlendirmesiyle Cemal Bozkurt’u işaret edecektir. Şurası kesindir ki, eğer havan eyleminde polise iz bırakılmamış olsaydı, polis AKP eyleminin bombacısı olarak gözaltına aldığı kuryeye herhangi bir teşhis yaptıramayacaktır. Dolasıyla çok büyük ihtimalle bu eylem kayıtlara “faili meçhul” bir “Devrimci Karargâh eylemi” olarak geçecekti. Geri dönecek olursak: Havan eyleminden 5 ay, AKP ye dönük eylemden 1 ay sonra Cemal Bozkurt polisin ağına takıldı. Süreç şöyle gelişmişti. Cemal Bozkurt kimi vesilelerle sık sık Kadıköy’e gidiyor, ara sıra orada eski bir arkadaşında kalıyordu. Bir gün yine Caferağa Spor Salonu’nun olduğu caddede yürürken eskiden tanıdığı, ama aynı zamanda yeğeninin arkadaşı olan Engin Aydoğan ile ansızın karşılaştı. Normalde uyarılara kulak verip kendisini tanımazlıktan gelmesi gerekiyordu. Bir müddet sohbet ettiler. Bozkurt arkadaşına “beni gördüğünü ablamlara, yeğenlerime kesinlikle söyleme” diye tembihte bulundu. Aydoğan’dan para istedi. Ertesi gün parayı almak üzere anlaşıp ayrıldılar. Buluşmaya Engin, Cemal’in yeğeni olan Cengiz ile beraber gelmişti. Kısa bir sohbetin ardından Bozkurt istediği parayı alıp ayrıldı. Bir daha onlarla buluşmama konusunda karar verdiyse de artık geçti ve işin kötü yanı kendisi bunun farkında değildi. Bu tür buluşmaları ankesörlü telefon üzerinden, kartlı görüşmeyle yapıyordu. Aydoğan ile de bu şekilde buluşmuştu. Dahası, onunla buluşmalarında kullandığı telefon kartını başka görüşmelerde de kullanıyordu. Bu süreçte Bozkurt’un yeğeni Cengiz’in, ailesine Cemal’i gördüğünü söylemesi polisi harekete geçirdi. Anlaşıldığı kadarıyla polis buradan yola çıkarak Engin Aydoğan’ın hangi telefon kartıyla aradığını tespit etti, önce. Ardından bu telefon kartının yeniden sinyal vermesini, yani kullanılmasını bekledi. Aynı telefon kartı 11 Ocak 2009 akşam yeniden sinyal verdi. Bozkurt o akşam evlerinden misafir olarak kalmak için bir arkadaşını aradı. Polis dinlemedeydi. Aranan telefon numarasını ve evi tespit etti. Kalabalık bir polis grubuyla sıcak takip başladı. 12 Ocak sabah, Bozkurt arkadaşlarından ayrıldı. Yeni bir deneme için ufak tefek malzemeler alarak Topkapı yönüne giden hak otobüsüne bindi. Mecidiyeköy’de otobüs içindeki operasyon ile polise yakalandı. Hatalar zinciri dikkatle takip edilmelidir. Birincisi havan eylemindeki özensiz yaklaşım nedeniyle iz bırakıldı. Materyaller çamaşır suyu, aseton gibi malzemelerle iyice temizlenebilirdi. Eylem yeri terkedilirken havan rampası hariç oradaki malzemeler alınabilir veya yakılabilirdi. Lojistik, mali sorunlar nedeniyle daha fazla riskli alana geçildi. Ağ atılabilecek muhtemel noktalarda temasa geçildi. İnisiyatif bu şekilde yitirilir. Devrimciler üzerlerindeki gündelik ihtiyaçların sağlanamamasının neden olduğu basınç nedeniyle stratejik hatalara düşebiliyorlar. Aslında bu örnek de devrimci mücadelede lojistik konusunun ne kadar hayati olduğunu gözler önüne sermektedir. Eğer lojistik açıdan problem yaşanmasaydı büyük ihtimal C. Bozkurt, Engin Aydoğan ile bir temas kurma ihtiyacı hissetmeyecek, tanınması muhtemel yerlerde görüntü verme riskine girmeyecekti.


Diğer bir hata da teknolojinin kullanımına dair olan özensiz yaklaşımdır. Bu konuda devletin elinin ne denli güçlü olduğu biliniyor. Devrimcilerin bu konuda ilkel yöntemleri gündemlerine almaları, teknolojik açıdan da alternatifli-bağımsız ve devlet açısından denetlenmesi zor alanlara yönelmeleri gerektiği ortadadır. Fakat iletişimde “sıfır teknoloji kullanımı” gibi bir ilke, özellikle metropollerde mücadele verenler açısından pek gerçekçi ve pratik görünmemektedir. Bunun yerine, teknolojinin en azami güvenlik önlemleriyle ama en asgari düzeyde kullanımı üzerinde hesap yapılmalıdır. Teşhis edilme olasılığı devrimciler tarafından mutlak hesap edilmelidir. Bu olasılığın önüne geçmek ve düşmanının teknolojik avantajlarını boşa düşürmek için eylemcilerin az da olsa makyaj sanatında kendileri geliştirmeleri gerekir. Kır gerillası nasıl ki kıyafetleri ile dağlarda kendisini kamufle ediyorsa, şehirde mücadele veren devrimciler de küçük makyaj hileleriyle kendilerini kamufle edebilirler. Böylece olası tanıklıklar manipüle edilir, düşmanı yanıltma şansı doğar. Devrimciler esir düşeceklerse bile bu, çok ucuz ve acemice eksikliklerden dolayı olmamalıdır. d) Bank Pozitif Eylemi: İlk operasyonun yani Cemal Bozkurt’un 12 Ocak 2009 tarihinde gözaltına alındığı günün akşamında Bank Pozitif eylemi gerçekleşiyor. Aynı günlerde bir süredir İsrail Siyonizmi’in Gazze’ye yönelik katliam girişimlerinin bir yenisi daha yaşanıyordu. Türkiye’de de, tıpkı birçok Müslüman ülkede olduğu gibi Siyonizm karşıtı kitlesel eylemlerin yükselişi söz konusuydu. Fakat şiddete dayalı tek karşılık Devrimci Karargah’tan geldi. Hareketimiz, sözünü ettiği Siyonizm karşıtlığını lafta bırakmadı ve üçüncü eylemini “Bank Pozitif” adlı İsrail ortaklı bir bankayı hedef alarak yaptı. Tarih 12 Ocak 2009 yani C. Bozkurt’un yakalandığı gündü. Akşam saatlerinde bir kişi bankanın 4. Levent şubesinin önüne bombalı paketi bıraktı. Eylemcilerin olay yerinden uzaklaşmasından bir müddet sonra paket infilak etti; bankanın vitrinleri indi, çevredeki araçlar hasar gördü. Eylemde ölen ya da yaralanan olmadı. Kamera kayıtları patlayıcıyı yerleştiren siyah giysili biri haricinde başka bir şey teşhis edememişti, eşgal dahi alamamıştı. Bu eylem “hedefin seçimi, planlandığı şekliyle vurulması ve geride en az iz bırakılmış olması” bakımından başarıyla uygulanmış bir pratiktir. Eylemin ardından hareketimiz 5 no’lu bildirisini yayınlayarak sabotaj eylemini sahiplendiğini duyurdu.

5 NO’LU BİLDİRİ Selam Olsun İstanbul’dan Gazze’ye…

12 Ocak 2009 tarihinde Devrimci Karargâh’a bağlı bir savaşçı timi, Siyonist finans kuruluşu BankPozitif’in 4. Levent’teki Şubesi’ni bombalayarak tahrip etmiştir. BankPozitif, kendi ifadesiyle, “dünya çapında iştirakleri, şubeleri ve temsilcilikleri bulunan İsrail’in en büyük bankası Bank Hapoalim’in B.M. (Hapoalim)” Türkiye ayağıdır. Siyonist


finans kuruluşu Bank Hapoalim, 2005 yılında Türkiye’ye girmiş, 2008 Mart ayındaki sermaye artışıyla Bank Pozitif’teki payını yüzde 65’e yükseltmiştir. BankPozitif, halis muhlis Siyonist İsrail bankasıdır. Bankanın hâlihazırdaki 9 kişilik yönetim kurulu üyelerinin beşi İsrail vatandaşı, birisinin adı ise Zion Kenan’dır. İlişki bu kadar nettir. Savaşçılarımız bir uyarı olarak, bu seferlik bankayı kapalı olduğu bir saate vurmuştur. Gelecek sefere böyle olmayacaktır. Bu, adı geçen bankayla çalışan Türk vatandaşları için de bir uyarıdır. Devrimci Karargâh, Siyonist İsrail devletiyle girişilen her tür askeri, ekonomik, kültürel ilişkiyi hedef alma kararlılığındadır. Bunu daha önce değişik vesilelerle dile getiren örgütümüz, bu sözünü tutmuş olmanın huzuru içindedir. Ama dahası da gelecektir. Buradan, İsrail’le ilişki geliştiren her Türkiye cumhuriyeti vatandaşını ve kurumunu, özelkamu ayrımı yapmadan uyarıyoruz. İlişkilerinize bir an önce son verin. Aynen ırkçı hükümet döneminde Güney Afrika’ya yapıldığı gibi, İsrail de her tür araçla boykot edilmelidir. Akademisyenler ortak bilimsel çalışma yapmamalı, iş adamları üç beş kanlı kuruş kazanıp Gazze’de çocukların katlini finansa etmekten vazgeçmeli, sporcular İsrailli sporcularla maç yapmamalıdır. Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin İsrail’le geliştirdiği ilişkileri sona erdirmesini istemek durumunda değiliz. Kendinden önceki tüm hükümetler gibi AKP de, İsrail ilişkileri sayesinde orada oturmaktadır. Tayyip Erdoğan’ın İsrail'e tepki gösterdiğini düşünmek ve söylemek için dünyadan bihaber olmak gerekir. Bu işler Kasımpaşa’da kahve konuşması yapmaya benzemez. Kanıtını birkaç günden beri Arap sokakları gösteriyor. “Modern firavun” Hüsnü Mübarak’in, Suudi Kralı’nın, Ürdün Kralı’nın posterleri Arap halklarının ayaklarında paspas olurken, Ortadoğu’ya binlerce kilometre uzaklıktaki Venezuela’nın sosyalist Devlet Başkanı Hugo Chavez baş tacı ediliyor, adı Lübnan’da caddelere veriliyor. Yapılması gerekeni yine devrimciler gösteriyor. Biz de sözümüzü bombamızla söylüyoruz. İşgale, ilhaka, sömürgeciliğe, Siyonizm’e, ırkçılığa direnen güçlere “terörist” denmesini büyük bir ahlaksızlık olarak görüyoruz. Gazze’de savaşmakta olan HAMAS’lı, Filistin Halk Kurtuluş Cepheli, Demokratik Cepheli, Genel Komutanlık mensubu, İslami Cihadlı, El Aksa Şehitleri Tugayı mensubu tüm savaşçıları yoldaşımız sayıyoruz. Siyonizm’e sıkılmış her mermi mukaddestir. Toprağını işgale ve zillete karşı savunmayan alçağın biridir; direnen ise terörist değil özgürlük savaşçısıdır. Biz devrimciler, Filistin’de direnip savaşanın kim olduğuna bakmayız; çünkü “mazluma dini sorulmaz…” Bi ruh, bi dem nefdiki Ya Filistin (Ruhumuzla, kanımızla seninleyiz Filistin) Kahrolsun Siyonizm, Yıkılsın İsrail… Kahrolsun Emperyalizm…


*** e) MÜSİAD EYLEMİ Hatırlanacağı üzeri AKP İl Merkezi’ne yapılan bombalı eylem sonrası, eylemi ilk kınayan açıklamalar İsrail, DİSK ve MÜSİAD’tan gelmişti. Daha barut kokusu geçmeden MÜSİAD’tan kınama gelmesi bizi şaşırtmaz. Keza İsrail ve DİSK ‘ten de.. Bu kınamaların üzerine Orhan yoldaşın ikinci bir bomba etkisi yaratacak “Devrimci Karargâh Eylemcilerinin Ortaya Koydukları” makalesi yayınladı. MÜSİAD İslamcı sermayenin sınıf örgütlenmesi olarak AKP’yi büyük oranda finanse eden bir kuruluştur. Ortadoğu halkına ve K. Afrika halkına “demokrasi” adı altında kan ve gözyaşının akmasına rol oynayan bu “yeni Türk burjuvazisi” kendisine “Müslüman diyemeyecek ama bunu anıştırması için isminin başına “ müstakil kelimesini koyacak kadar şahsiyetsiz bir sermaye örgütü” dür. Bu sermaye örgütü emperyalizmin ve siyonizmin Büyük Ortadoğu Projesine bağlı olarak Genişletilmiş Ortadoğu projesi kapsamında yağma ve talana ortak olup Ortadoğu halklarının sömürülmesinde ve katledilmesinde ön planda yer almaktadır. Son birkaç yılda Ortadoğu ve K. Afrika’da gelişen halk ayaklanmalarına karşı paramiliter güçlere ciddi bir derecede lojistik ve mali destek sağlayan MÜSİAD, Türkiye’nin emperyal hedeflerinde de gerek askeri sanayinin gelişimi gerekse de ekonomik ilişkiler bağlamında İsrail’le arka plandaki ilişkileri her şeye [rağmen] devam ettirmektedir. 5no’lu bildirimizden hazırlayalım: “Devrimci Karargâh, Siyonist İsrail devletiyle girişilen her tür askeri, ekonomik, kültürel ilişkiyi hedef alma kararlılığındadır.” Devrimci Karargâh, 30 Temmuz 2011 tarihinde Beyoğlu Sütlüce’de bulunan MÜSİAD binasına sabah saatlerinde bombalı eylem gerçekleştirmiştir. Devletin bu saldırı eylemine dönük ilk girişimi etkili bir oranda sansür olmuştur. Zira eylem stratejik bakımından küçümsenmeyecek bir etkiye sahipti. Bu aynı zamanda kamuoyunda yaratılan algıya karşı Devrimci Karargâh’ın çökertilemediği anlamını da taşıyordu. Her şeyden önce Devrimci Karargâh’ın kararlılığı askeri- politik sağlamlığından geliyordu. Bu durumda “bilinmez gücü”nü de ekleyerek düşmanın devrimci irade karşısındaki çaresizliğini geçmişte yaşanan örnekler gibi bugünde gözler önüne sermiş sermaye bileşenlerinin bir kurumu vurularak bir kez daha göstermiştir. [Devrimci Karargâh, MÜSİAD saldırısına ilişkin olarak da bir bildiri yayınladı. Sadece burjuvazi açısından değil, Türk ve Kürt solculuğu açısından da dönem statükoda uzlaşma dönemi olduğundan bu bildiri mutlak bir sansüre uğratıldı. Devrimci Karargâh tutsaklarının elinde bulunmaması nedeniyle savunmalarına koyamadıkları bu bildiriyi, yoldaşların savunma sunuş tarzına uygun olması açısından da buraya koyarak özgürleştirmeyi uygun gördük.-yn]

Devrimci Karargâh 16 nolu Bildiri

Devrimci ve Demokrat Kamuoyuna Duyurulur..


Devrimci ve Demokrat Kamuoyuna Duyurulur.. İşçiler, Emekçiler, Gençler, Kadınlar.. Yoldaşlar, 1- Gerici faşist AKP hükümetinin arkasındaki İslamcı yeni Türk burjuvazisinin tapınaklarından olan MÜSİAD, Niyazi Aydın’lardan Kemal Pir’lere uzanan şehitlerimiz anısına Hareketimize bağlı „Temmuz Şehitleri Müfrezesi“nden savaşçılarımız tarafından vurulmuştur. 2- Bugüne kadar en olmadık yerde, en olmadık zamanda ve en olmadık biçimde Hareketimizi merkezine alan operasyonlar icad eden fethullahçı medya ve Erdoğan’ın talimatlarıyla hizaya giren diğer medya tekelleri bu kez eylemimiz üzerinde ağır bir sansür uygulama yoluna gitmiştir. Bu durum sömürücü ve sömürgeci AKP iktidarının devrimci eylemlerden, özellikle metropol merkezli devrimci eylemlerden ne kadar korktuğunun göstergesidir. Hareketimiz İslamcı Türk burjuvazisini ve onun siyasi temsilcilerini bu korkularında haklı çıkarmak, Türkiye‘de devrimci savaşı yükseltmek ve kurumlaştırmak için elinden geleni yapacaktır. 3- İçinde bulunduğumuz dönemde MÜSİAD’ın hareketimiz tarafından hedef olarak seçilmesi anlamlıdır. MÜSİAD, referandum sürecinden itibaren ülke ve bölge üzerindeki egemenliğini kurumlaştıran yeni Türk burjuvazisinin merkezi örgütlenmesidir. Yeni Türk burjuvazisi, cumhuriyet kapitalizminin kuruluşundan 80’lere kadar „Koç’lar-Sabancı’lar“ diye tarif edilen geleneksel finanskapitale yataklık yaparak onu iktidar kılan Anadolu tefeci bezirgânlığının 12 Eylül’le birlikte yeni emperyalist birikim modeline uygun olarak yapılandırılmasından türemiştir. Yeni Türk burjuvazisi, arkasındaki 7bin yıllık yataklık ve yaltaklık kültürünü özellikle BOP süreciyle birlikte egemen sermaye ve siyasal iktidar biçimine evrilmiş bulunmaktadır. Geleneksel finans kapital, egemenlik ilişkilerini hazırladığı raporlarla, anayasa teklifleriyle açığa vurduğu haliyle Türkiye’yi AB platformlarına taşıyıp, Kürdistan pazarına „yeni sömürgeci“ tarzlarla yönelmeyi öngörürken, yeni Türk burjuvazisi AKP eliyle ideolojik ve rantçı sermaye yakınlığıyla Arap-İslam pazarıyla bütünleşmeyi, bunun için de Arap-İslam pazarıyla orta Anadolu sermaye yoğunlaşması arasındaki Kürdistan parçasının sömürge statüsünü korumayı ve kalıcılaştırmayı istemektedir. AKP iktidarından liberal dönüşümler ve demokratik değişimler bekleyen küçük burjuva liberal solcu ve sosyalistlerin yanılgılarının merkezinde, Türkiye’nin egemen ilişkilerini ve bu ilişkilerin kendi iç değişimlerini bu yönlü gözleyememeleri bulunmaktadır. Bu nedenle, Türkiye metropollerinde sömürü ilişkilerini ağırlaştırmaya, Kürdistan’da sömürge statüsünü korumaya ve derinleştirmeye çalışan AKP iktidarının arkasındaki yeni Türk burjuvazisinin merkezi bir kurumu olduğu için MÜSİAD‘a yönelttiğimiz saldırı, dileriz küçük burjuva liberal solcu ve sosyalistlerin siyasal körlüklerine de bir nebze olsun derman olabilir. Yoldaşlar, Bu eylem bildirimi temelinde küçük bir durum değerlendirmesi yapmak da kaçınılmaz olmaktadır. Seçim öncesi düşman provokasyonlarına yol vermemek amacıyla Kürt Özgürlük Hareketi’nin eylemsizlik kararına destek vererek, kendi konumlanmamızı, geçmişten


gördüğümüz bugünün savaş koşullarına göre düzenlemeyi planlamıştık. O günden bu güne; 1Seçim oldu: 12 Haziran seçimlerinden halklar ve demokrasi güçleri adına sadece Kürt halkı mücadelesinin bütün kazanımlarını TC sömürgeciliğinden söke söke aldı. Kürt halkı kendi „demokratik özerklik“ programını onayladı ve programını doğrudan hayata geçirme sürecine geçti. Kürt halkı sokaklarda, dağlarda kendi temsilcileriyle, kendi diliyle kendi siyasetini konuşuyor. İzliyor, dinliyor, öğreniyoruz. Ama ya Türkiye cephesi?!.. Türkiye demokrasi güçleri bu güne kadar değişik mesafelerle ilişkilendikleri Kürt özgürlük güçleriyle en yakın tutumu bu seçimlerde aldılar. Özellikle liberal ve küçük burjuva solcular, seçimler sonrasında gelişeceklerini umdukları nispi demokratik bir iklimde, Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloku’yla metropol emekçisinin sorunlarına yönelik bir faaliyeti planlayabileceklerini düşünüyorlardı. Bir kısmı ise bu planlamasını CHP’ye yaslanarak gerçekleştirebileceğini düşünerek Kürt hareketiyle arasındaki Kemalist mesafeyi bozmaya hiç yanaşmadı, bile. Oysa, hem konjonktürel gelişmelere bakarak, hem de bu konjonktür çerçevesinde Türkiyeli sınıf hareketlerini gözleyerek seçimlerden sonra bir „Savaş Meclisi“nin oluşacağı ve bir „Savaş Hükümeti“nin kurulacağı saptamasında bulunan devrimciler de vardı. Yüksek demokratik muhalefet hayalleriyle yatıp kalkan küçük burjuva liberal solu ve statüko solcuları 13 haziran sabahı görmemek için ellerinden geleni yaptıkları gerçeğin suratlarında patlamasından kurtulamadılar. Gericilik %50 oyla iktidara geldi. CHP ve MHP’nin %42’lik Referandum oy toplamı bu seçimlerde %39’a gerilerken AKP’nin %47’lik doğrudan oy düzeyi %50’ye çıkmış durumdadır. Yani %3’lük bir oy potansiyeli CHP-MHP zemininden AKP’ye akmıştır. Genel oyda görülen bu kayma aslında AKP iktidarına muhalif olan kentli kesimlerin oyudur yani AKP’ye doğru hareketlenen „%3 kentli oy“ söz konusudur. AKP’ye yönelik olarak Referandum‘da gözlenen Kürt kuşatması 12 Haziran seçimlerinde pekişirken sahillerin kuşatması dağılmıştır. Sol-sosyalist aydınlarımız elit gözlükleriyle ve batılı eğitimleriyle bu sonucu gene batılı sosyolojik veri ve tanımlarla açıklamaya çalıştılar ama doğulu toplumların kendilerine özgü dinamikleri üzerinden süreci kavramaya çalışmak kimsenin aklına gelmedi. Oysa Türkiye devriminin güncel literatüründe bu gelişme de öngörülmüş ve önceden bildirilmişti. „Sivil toplum“u zaaflı olan Doğulu halk dinamiğinde sadece gerileme değil aynı zamanda „içine çökme“ de söz konusuydu. Doğulu toplumlar genelde „devrimsiz“ toplumlardır ve değişim ve dönüşüm bu toplumlara „dışarıdan“ ya da „tepeden“ dayatılır. Bu yüzden, bu „dış“ ya da „tepeden“ müdahale olmadığında, modernitenin „sivil“leşmesini değil, antikitenin „tebaa“lık kurumlaşmasını yaşayan doğulu toplumlar tevekküllerini içe çökerek sürdürürler, kendi tarihlerinin kara deliklerine gömülürler. Dipten akan tarihsel sürecin aktüel bir gerçek olması, bu kadim tortuyu toplumun üzerinden kaldıracak bir „dış“ ya da „tepeden“ müdahaleyi ön koşul koyar. Kadim tarihin barbar akınlarına analojiyle, yığın hareketine koşut bir devrimci örgütlenmenin ve onun devrimci şiddetinin daimiliğini kaçınılmaz kılan işte bu doğulu tarihsel gerçekliktir. Doğunun bu gerçekliğini emperyalist burjuvazi anladı ve uyguluyor ama bizim küçük burjuva statüko ve sistem solcuları anlamamakta ısrarlarını ve anlaşılmamasında çabalarını sürdürüyorlar. Oysa bu gerçekliğin kavranmasını kolaylaştırmak için konjonktürün de büyük bir yardımı oldu; bizdeki „12 Haziran“ çöküşüyle bir ve aynı „doğulu“ sosyo-tarihsel kurgunun tezahürleri olarak yaygın bir halk hareketliliği gelişti;


2Arap coğrafyası hareketlendi. Sınıflı toplumların en görülmez, en hissedilmez, en yaprak kıpırdamaz dinginliğinde bile emek sermaye çelişkisinin hükmedilemez kanunları işler. Toplum bu çelişkiyi taşıyabileceği sürece biriktirir. Taşıyamadığı gün ya patlar –patlama gücü varsa.. ya da altında kalır, içine patlar, yozlaşır, çürür. Sivil toplumu Gramsci’nin deyimiyle „pelte“ kıvamında etkisizleşen doğulu toplumlarda çelişki birikimi isyan’a ve oradan ihtilal’e sıçrayamaz. Bu toplumlarda kendiliğinden toplum hareketliliklerine neredeyse rastlanmaz. İşte emperyalistler hem Marksizm’in çelişki birikimini kendilerine esas veri olarak aldılar, hem de bu birikimi patlatıp açığa çıkaracak bir iki Cuma operasyonuyla „Leninizm“in dışarıdan müdahale pozisyonuna geçebildiler. Birikim kontrollü bir şekilde patlatılarak halkın öfkesi ve eylemi emperyalizmin bölgesel düzenleme politikalarına altlık edildi. Bizim sol-sosyalist aydınlarımıza da olanların devrim olup olmadığını tartışmak düştü. Oysa bu kesimler düşünme süreçlerini ileriye yürüterek devrimle alakalandırabilselerdi toplumsal çelişki birikiminin niçin Türkiye’de açığa çıkarılamadığını ya da örneğin 15-16 Haziran’daki gibi özel açığa çıkış momentlerinin öznelliklerini anlamaya gayret ederlerdi ya da verili sürecin yoğun çelişki birikimine karşın niçin karşı devrimci siyasal statünün ve gericiliğin kent yoksulları içinde bile giderek yoğunlaştığını sorgulamaya yönelirlerdi.. Ve belki de böylece, devrimin ateşleyicisi olarak kitleleri harekete geçirip yönetecek bir devrimci öncünün gereğini idrak edebilirlerdi. Aslında bütün bu gerici atmosfer altında bile ülkemizde büyük bir devrimin kurgulanmakta olduğunu Leninci Marksizmin ışığında ön görebilirlerdi. Onlar bilemiyor, göremiyor ve inanmıyorlar ama emperyalistler ve gericilik Türkiyeli devrimin nasıl bir yoğunlaşma içinde olduğunu biliyor.. ve bildiği içindir ki ülkemize; 3„Mevhum“ solcular zamanı geldi. Geçmişin yenilgileriyle bilinci körelen, karşı devrimini zılgıtı karşısında ruhen sefilleşen Türkiye solcuları, devrimin doğulu kurgularını hiç kimseden öğrenmiyorlarsa „hami“leri Soros’un „renkli“ devrim girişimlerinden de gözleyebilirlerdi. Ama belki de şimdi onlar Türkiyeli kaçınılmaz bir devrimi sisteme tehdit olmaktan çıkarmanın sigortaları olarak parlatılıyorlardır. Ve belki de bu yüzden doğunun bu özgün devrimselliklerine göre kendini stratejileştiren Devrimci Karargâh’a yönelik düşman propagandasının bir unsuru olma konumuna düşürülüyorlardır. Diyorlar ki, Devrimci Karargah devrimi, yığınların başkaldırı düzeyiyle orantısız bir şekilde siyasal gündeme taşıyor.. Doğrudur, Devrimci Karargâh devrimci şiddeti kitlenin eylemiyle ölçümlemez ve gerekeni gerektiği tarzda yapmaya çalışır, çünkü Türkiyeli melez kapitalizm ilişkileri içindeki yığınların devrimci iradesinin yığınlara bilinç+eylem taşıyan bir öncü eliyle açığa çıkartılabileceğini ön görür. Ve diyorlar ki, böylece Devrimci Karargah geçmişin aşılmış yanlışlarını propaganda ediyor.. Yanlıştır, çünkü Devrimci Karargâh, öncelleri olan devrimci yapılar gibi devrimi kendi şiddetinde arama ya da örgütleme anlayışında değildir. Devrimci Karargâh devrimin kara yığınların işi olduğunu bilir. Modern toplumsal devrimi kadim prangalarından kurtarabilmek için kara yığınları tevekkülden isyana çıkışa zorlar, onları isyandan ihtilale taşımak üzere örgütlenir. Dolayısıyla geride bıraktığımız yakın dönem Türkiyeli bir devrimin stratejisini tartışmak için de önemli veriler sunmuş ve Devrimci Karargâh’ın Bildirge’sinde belirlediği stratejik devrim modelinin geçerliğini göstermiştir. Taktik planda ise, konjonktürel opsiyonların, mali kriz dayatmalarının ve denge tahammüllerinin sonuna gelinmesi nedeniyle giderek daralması ülke içi siyasal gelişmeleri öylesine kendi gerçeklerine taşımaya başladı ki,


4„Mevhum“ solcuların zamanı geçti. AKP iktidarından Türkiyeli emekçilere demokrasi, Kürt halkına özgürlük beklemenin ölü gözünden yaş beklemekle aynı olduğu artık tartışılamayacak bir kesinlikle ortaya çıktı. İslamcı yeni burjuvazisinin yeniden şiddetlendirdiği Türk sömürgeciliğinin Kürt meselesine getirdiği çözüm yönteminin askeri olduğu ve özellikle Kürt özgürlükçülüğünün imhası esasına dayandığı ortadadır. Böyle bir politikanın Türkiyeli emekçi halka demokrasi getiremeyeceği, aksine daha fazla sömürü ve diktatörlük geliştireceği tartışma götürmez. AKP’nin sivilleşme afyonuna kendini kaptıran liberal solcular, statüko sosyalistleri için sığ sularında yelken açacakları deniz kalmamıştır. Artık devrim gibi demokrasi mücadelesi de sistemi doğrudan karşısına almaya cesaret edemeyen statüko aydınının işi olmaktan çıkmıştır. Kalıcı ve tarihsel demokrasi mücadelesi bundan böyle devrimci savaşın karargahlaştırılmış düzeylerine koşut mücadelelerde mümkün olabilir. Başkası kumda demokrasicilik ve sosyalizmcilik oynamaktır. Daha ne bekleniyor? Sürecin artık sağa sola gidecek takadı kalmamıştır. Topluma yön vermek isteyen aydın, onu dönüştürmek isteyen devrimci bölgesel ve ülkesel kıyamet alametlerini hala göremiyorsa ne zaman görecektir? „Görmek istemeyen bir gözden daha körü yoktur“ İşte emperyalist müdahale Suriye’nin kapısında. Libya başarısızlığı, „ikinci dip“ tehditi derken olası hamlesel tıkanmalarda işte Lübnan, işte İsrail müdahalesi.. Kürt özgürlükçülüğünün „demokratik özerklik“i artık batı Kürdistan’ın da gündemine sokacak kertede sömürgeci sınırları giderek geçersiz kılması.. Ve elbette Türk sömürgeciliğinin buna seyirci kalamayacak olması.. Bu potansiyel gelişmeleri bir kenara bırakalım. Kürdistan‘daki devrimci halk savaşının taktik kolaylaştırıcılığında Türkiye metropollerinde oligarşiye karşı devrimci savaşı yükseltmek Türkiye proletaryasına ve emekçi halklarına bağlılığımız ve siyasal iddialarımız gereği devrimci bir görevimiz değil midir? Hareketimiz, AKP markalı savaş hükümetinin uluslararası emperyalizm adına Kürt, Arap ve Fars halklarına yönelik savaş ve işgal programlarını sorunsuz uygulayabilecek karşı devrimci bir gündemle iş başına geldiğini ve öncelikli görevinin böyle bir savaşın cephe gerisi sayılabilecek Türkiye topraklarında başta işçi ve emekçi kesimlerin demokrasi mücadelesini tasfiye etmenin esas olduğunu öngörmekte ve buna karşı devrimci görevin başta proletarya olmak üzere Anadolu halklarının Devrimci Savaşını örgütlemek olduğunu bilmektedir. Devrimci Karargâh, Türkiyeli devrimci savaşın örgütüdür. Devrim için savaşmayana sosyalist denmez, diyenlerin örgütüdür. Ve bu süreç zarfında Hareketimiz devrimci bir hazırlık olarak önemli bir eksiğini daha giderme yoluna girmiş; 5Behdinan saha eğitim birimini oluşturmuştur. Beyoğlu eyyamcılığıyla proleter devrimciliğin gereklerini ayrıştırmayı bilebilen... Statükocu önderliklerin devleti karşılarına almaktan imtina eden „cici sosyalizm“lerini aşma arzusu duyan... Gerici faşist AKP iktidarının baskısından korunmak için „sıra kimde?“ diye ağlaşarak sicilli işkenceci ve devrimci katillerinin dostluklarına sığınma onursuzluğuna düşenlere karşı „Sıra bizde; Devrimde!!“ diye haykırabilen... , demokratik alan mücadelesini siyasal mücadelenin tamamına tekabül ettiren oportunist statüko solcularının, gericiliğin baskıları karşısında “sıra kimde” diye ağlaşıp fareler gibi kaçışmasına karşın benzeri perspektifle devrimci savaş zeminini geliştiren eylemleriyle “sıra bizde; Devrimde!” şiarını yükselten bütün devrimci kadrolar Devrimci Karargah birimlerinde harmanlaşmanın ve yoldaşlaşmanın imkanlarını


bulabileceklerdir. Bu temelde Hareketimiz eylemleriyle ve varlıklarıyla devrimci mücadeleyi gündemleştiren Türkiye devrimci hareketinin diğer savaşkan örgütlerini ve bu örgütlerden yoldaşları selamlar.

Yaşasın Devrim ve Sosyalizm! Yaşasın Kürt Halkının Demokratik Özerklik Mücadelesi! Yaşasın Devrimci Karargah! 6 Ağustos 2011

f) Kara-Propaganda Faaliyetleri Başlıyor: Sınıflar mücadelesinde devrimcilerin karşılaşacağı ve uğraşmak zorunda kalacakları kirli bir araçtır, kara propaganda. Bu aracı, egemenler ülkemizde de sıkça kullana geldi. Kitleleri toplumsal muhalefetten uzak tutmada suni dengenin korunmasında ve devrimcileri karalamada bu aracın oldukça etkili kullanıldığı söylenebilir. Örnekleri hatırlamak için çok uzağa gitmeye gerek yok. 1Mayıs 1977 katliamının devrimcilerin üzerine yıkılmaya kalkıldığını unutmadık. (geçtiğimiz yıl Halil Berktay adındaki fosilleşmiş karşı-devrim sözcüsü 1 Mayıs 77 katliamı ile ilgili olarak bayat yumurtalarını yeniden pazara çıkarmıştır). Keza, Gazi ve 1 Mayıs mahallelerinde 1995’te gerçekleşen katliamların da devrimciler tarafından başlatıldığı şeklinde bir yığın safsata ortaya atılmıştır. Bu konuda PKK’nin ve önderliği Sayın Abdullah Öcalan’ın maruz kaldığı ithamlar ise sayılamayacak denli çoktur. 3 Dolayısıyla biz de eylemlerimizin devleti bir hayli huzursuz ettiğini biliyor ve karşılığında devletin topyekûn saldırıya geçeceğini bekliyorduk. Siyasi polis bir yandan Devrimci Karargâh’ın geride kalan eylem gücünü araya dursun, öte yandan psikolojik savaş araçları da karşı taarruza başladı. İlk karşı hamle ABD uşağı ve Ergenekon imamı olan Fethullah Gülen’e bağlı Samanyolu TV (STV)’den geldi. O günlerde (2009’un Mart ayında) “Desa Deri” fabrikalarından uzun bir süreden beri devam eden bir grev vardı. DESA’nın Düzce ve Sefaköy fabrikalarında çalışan işçiler sendikalaştıkları için işten atıldılar. İşçiler bu nedenle greve gitmişlerdi. Grevin yankısı doğal olarak patronu ve devleti rahatsız etmişti. Görünen o ki Desa Deri patronu ile STV arasında çok somut bir çıkar birliği vardı ve başlarındaki “bela”ları toplumsal destekten mahrum bırakmak [amacıyla] ortak bir kurgu 3 Devrimcilerin, sosyalistlerin etki kurabildiği alanlarda bu örnekler belki karşılığını bulmamıştır. Lakin halkın geri kalanı için aynı şeyi söyleyemeyiz.


üzerinde duruyorlardı. Birkaç uyduruk itirafçı ve gizli tanık yaratılarak Devrimci Karargâh’ın güya Ergenekon tarafında kurulduğu, Desa direnişinin de ülkede huzursuzluk çıkarmak maksadıyla Devrimci Karargah’a yaptırıldığı öne sürülecekti. STV Desa direnişi görüntüleri eşliğinde verdiği gizli tanık beyanlarıyla aklı sıra direnişe gölge düşürmeye gayret etti. Öttürülen gizli tanık, “her şeyi bilen adam” edasıyla Devrimci Karargâh ve Ergenekon arasındaki olmayan bağı anlatıp duruyordu. “Son Tezgâh” rumuzlu gizli tanığa göre Devrimci Karargâh’ın legal-illegal alanlara yayılmış pek çok uzantıları vardı. Bunların arasında, AKP il Merkezi’nin bombalanması eylemini kınayan DİSK merkezine, bu kınamadan dolayı eleştiri getiren sendikalardan bahsediliyordu. Örneğin, Basın-iş ve Deri- iş sendikaları Devrimci Karargâh’ın “kötü” (!) emelleri doğrultusunda harekete geçirilenlerdi vs vs. zaten Desa direnişini de Deri-İş örgütlemişti. Böylece taşlar yerine oturuyordu. Son Tezgâh’a okutulan ve hareketimiz ile Ergenekon arasında ilişki kurmaya çalışan zorlama hikâyenin hemen ardından 7 nolu bildirimizi yayınladık. “Fethullahçı Medya Karşı Devrim Borazanını Çaldı” başlığıyla yayınladığımız uzun bildiride özetle şu ifadeleri geçmiştik: Dönem itibariyle T.C. oligarşisi esaslı ve yeniden yapılanma süreci yaşıyordu. Deyim yerindeyse döküntü bir araçla tarihi bir viraj alınmaya çalışılıyordu. Yol bozuktu ve bu döküntü araç viraj alınırken aynı zamanda tamir edilmek zorundaydı. Çünkü ABD’nin bölgede kendisine biçtiği rolü mevcut yapısıyla oynayamayacağı açıktı. Bu nedenle Devlet kendince bir yeniden yapılanma süreci başlatmıştı. Fakat süreç son derece hassastı; yoldaki engellerin kaldırılması, muhtemel engellerin de önceden bertaraf edilmesi gerekliydi. Yoldaki engellerden biri de Devrimci Karargah ve yükselme işaretleri gösteren sınıf hareketiydi, ki bunun günceldeki öncülüğünü Desa direnişi yapıyordu. Bu engelleri bertaraf etmenin klasik yollarından biri de karalama faaliyetleriydi. AKP’nin tüm karşıtlarını “Ergenekon” çuvalının içine koyarak onları itibarsızlaştırmaya, etkisizleştirmeye ve tasfiye etmeye çalışması bu tür karalama faaliyetleri üzerinden de gerçekleştirilmek isteniyordu. 4 Öte yandan Devrimci Karargah’ı bu denli “şişirme” nin elbette uyarı niteliği vardı. Bu uyarıyı dikkate alıp aynı bildirimizde şu öngörülerde bulunduk: “ Belki de AKP aldığı emperyalist ve Siyonist desteklerle üzerimize yönelik kapsamlı operasyon hazırlığındadır. Bize karşı uygulamaya koyacağı devlet “ ceberut”luğuyla mücadeleye hazırlanan örgüt ve kitlelerde “kerim devlet” algısını tazelemek istiyor, olabilir. Biz bu uyarıyı alalı çok oldu ve hazırlıklarımız tamamdır. Buna rağmen biz devrim savaşçıları çok iyi biliyoruz ki savaşlar hele ki sınıf savaşları belirsizlik ortamlarıdır. Biz bütün önlemlerimize karşın düşmanın olası saldırısından ağır darbeler de alabiliriz. Bu bizi zerrece ürkütmüyor, gelecek günlere olan inanç ve umudumuzda zerre kadar sarsıntıya yol açmıyor. Devrimci Karargah, nasıl devrimci mücadelenin küllerinden doğmuşsa, biliyor ve 4 Son Tezgah’ın beyanları öyle büyük itibar gördü ki, daha sonra hazırlanan Devrimci Karargah dava iddianamesinde bu beyanlar genişletilmiş versiyonuyla yer aldı. “Son Tezgah” rumuzunun STV’ye ( ve o cemaate) ait jargonla örtüşmesi tesadüf olmasa gerek!...


inanıyoruz ki, Devrimci Karargah ‘ın küllerinden de onlarca Devrimci Karargah doğacak, mücadeleyi “zafere kadar devrim” sloganıyla kesintisiz sürdürecektir” (7 no’lu bildiri) Gizli Tanık eşliğinde STV aracılığıyla başlatılan kara propaganda faaliyeti özelde Devrimci Karargâh’ı hedeflemişse de esas amaç kitlelerin devrimcilere, devrimciliğe daha fazla itibar etmesinin önüne geçmekti. Bunu bildiğimiz için devrimci ve sosyalist kesimleri karapropagandalara karşı birlikte davranmaya hareket geçmeye davet ettiysek de Türkiye solundan böyle bir karşılık gelmedi. Statüko hali öyle kolayca yerinden kımıldayacak gibi görünmüyordu. Ve düşmanın canını yakan ağır kılıç darbelerini kendi cılız kollarımızla indirmeye devam edecektir[k-?]. f) ikinci Operasyon ve Orhan Yoldaşın Destansı Direnişi! Karşı devrim Mart 2009 seçimlerinin hemen sonrasında topyekün saldırıya geçti. Beklediğimiz bu yönelimi açık açık bildirmiştik; ne ki düşmanın darbesi beklediğimiz bu yönelime dönük hazırlıklarımızı aşarak geldi. 27 Nisan 2009’daki polis operasyonun darbesi ağır oldu. Hareketimizin kurucu kadrolarından Orhan Yılmazkaya yoldaş tarihi bir direnişe imza atarak şehit düştü. Ayrıca bu operasyonda kimlikleri önceden deşifre edildiği iddia edilen Fatih Aydın ve Özgür Dinçer’in de aralarında bulunduğu, Orhan yoldaş ile bir vesileyle diyaloğa geçmiş geçmemiş, alakalı alakasız bir çok insan gözaltına alınıp tutuklandı. Tabii bizim açımızdan bu süreçle ilgili olarak önemsenmesi gereken hususlardan biri de operasyona neden olan süreçten payımıza düşen dersleri çıkarmaktır. Polis nasıl bir yöntem izledi, devrimciler nerelerde eksikliğe düşmüştü, bunları da irdelemek gerekir. 7 Ağustos 2008’deki havan saldırısında iz bıraktığı iddia edilen Fatih Aydın ve Özgür Dinçer’in çevrelerine de polis ağ atmıştı, tıpkı C. Bozkurt’a yaptığı gibi… Ağa ilk takılan Özgür Dinçer oldu. Buna yol açan neden, telefonları polis tarafından takibe alınan çevresiyle Özgür Dinçer’in temas kurmasıydı. Sorun şu ki, Dinçer’in bu ağdan haberi yoktu. 5 Şubat 2009’da polis onu sıcak takibe almıştı ve artık ikamet ettiği yeri de biliyordu. Böylece Dinçer günlük pratiğine istediği kadar dikkat etsin, yeniden sabit adresine dönmek zorunda olduğu için polis sıcak takibi neticeye ulaştırana dek ilerletecekti. Aynı durum Orhan yoldaş için de geçerliydi. Özgür’ün deşifrasyonu üzerinde polis Orhan’a ulaştı. Birçok buluşmayı takip eden polisi Orhan yoldaşın defalarca atlatmasına rağmen sıcak takibi geliştiren polis sonraki buluşmalar üzerinden Bostancı’daki üssü deşifre etti. İpin ucunu yakalayan polis bir süre sonra da Fatih Aydın’a ve 27 Nisan operasyonunda tutuklanan diğer şahıslara ulaştı. Buna rağmen bütün ilişkilerin deşifre edilemediğini özenle ve üşenmeden pratiğe dökülen takip atlatma yöntemleri sayesinde kimi ilişkilerin korunabildiğini de belirtmek gerekir. Deşifre olmalarına karşın arkadaşlarımızın sıcak takiplere karşı ara sokaklardaki dairesel, çapraz yürüyüşlerinin, ters istikametlere farklı araçlarla yönelmelerinin (örneğin Kartal’dan Kadıköy’e giderken Bostancı da inip İçerenköy’e gitmek gibi…) düşmanı bir hayli uğraştırdığını polisin yazdığı tutanaklardan anlamak mümkündür. Bu önemli bir ayrıntıdır ve “yakalandıktan sonra takip atlatmış olmanın bir önemi yoktur” şeklinde meseleye kabaca yaklaşılmamalıdır. Düşmandan neyi ne kadar saklayabilirsek o devrimin karınadır.


Nihayetinde, tarih 27 Nisan 2009’u gösterdiğinde siyasi polis harekete geçerek operasyona başladı. Yıllardır “hücre evi” baskınlarından elini kolunu sallayarak rahat sonuçlar alan polis, bundan kaynaklı özgüven ile belirlediği adreslere baskın yaptı. Sonunda rezil olacağını bilse muhtemelen bunun üzerinde bir kez daha düşünürdü… Ve destansı direnişin mimarı Komutan Orhan YILMAZKAYA…

HAYATI, KİŞİLİĞİ, MÜCADELESİYLE BİR DEVRİMCİ: ŞEHİT ORHAN YILMAZKAYA YOLDAŞ VE 27 NİSAN 2009 B0STANCI DİRENİŞİ Her tarihsel duruş kendine özgü renkler taşır, yaşandığı “an” içinde. Parmak izleri gibi eşsizdirler ve hayatı sarsacak kadar büyüktür etkileri. Ona tarihsel niteliğini kazandıran da eşsiz oluşu ve yarattığı etkinin büyüklüğüdür, işte. Fakat tarihten bağımsız bir şekilde “an” ı ele almak tarihe karşı haksızlık olabileceği gibi, eksiklikler ve yanılgılar da taşır, kendi içerisinde. Çünkü “an” tarihe bağlıdır: geçmişin birikimini artısıyla-eksisiyle ruhunda yaşatır. Aslında tarihin yoğunlaştığı momenttir, yaşanan ve yaşatılan. Benzerlerinin izlerini yansıtır; “an” a damgasını vuran irade ilhamını tarihten almıştır. Tanıklık edenler de vardır, elbet bu tarihsel anlara. Akıl ve duygu dünyası zaman tünelinde yolculuğa çıkar. Geçmişten günümüze iz bırakan benzer duruşlarla çağrışımlar kurulur, derinliği yüreklere kazınır böylece, yaşanılanın gerçek anlamına kavuşulur. Tarihsel birikimler hatırlanarak “an” ın taşıdığı değerin hakkı teslim edilebilir ancak ve insanlığın tarihe olan borcu yeniden kayda geçirilir. 27 Nisan 2009 direnişi ve destansı direnişin mimarı, işçisi, savaşçısı, komutanı olan Şehit Orhan YILMAZKAYA yoldaşın yaşamını, kişiliğini mücadelesini de bu bütünlük içerisinde değerlendirmek gerekir. Bu, tarihe olan borcumuzun ve saygımızın gereğidir. Orhan yoldaş 1970’de Almanya- Tulinger’de dünyaya gelir. İlkokul çağına geldiğinde babası tarafından asıl memleketleri olan Çanakkale-Bayramiç’e, dedesinin yanına gönderilir. Dedesinin belirleyici bir etkisi vardır üzerinde. Okuma yazmayı öğrendikten sonra dedesinin okuttuğu kitaplar ve aşıladığı dünya görüşüyle, erken yaşlarda kendisini hayatta olup bitenlere karşı duyarlı kılar. Liseyi, İstanbul Kabataş Erkek Lisesi’nde yatılı okur. Sınıf arkadaşlarıyla beraber okul gazetesi çıkarırlar. Gazetecilik mesleğine olan ilgisi bu dönemde şekillenir ve dışarıdan meslekle ilgili kimi dersler alır. 1987’de İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nü kazanır. Bu dönem aynı zamanda TDH’nin 12 Eylül faşist darbesinin fiziksel etkilerinden sıyrılmaya çalıştığı ilk yıllardır. Orhan yoldaş da üniversitedeki ilk yıllarında itibaren örgütlü çevrelere girer. Gerek okulda, gerekse de sokakta yapılan eylemlerde hep ön saflarda yerini alır. Ömrü boyunca unutamayacağı ilk kürtçe kelimleri burada öğrenir ve benimser. “Berxwedan Jiyane” sloganı, içselleştirilecek bir devrimci duruştur onun yüreğinde. Öğrenci gençliği ve akademik çevrelerde etkinliği olan “Gelenek” dergi çevresiyle beraber hareket etmeye başlar. Dergi 1993 yılında Sosyalist Türkiye Partisi (STP) adıyla mücadelesine devam eder. Kapatıldıktan üç ay sonra da Sosyalist İktidar Partisi (SİP) adıyla yeniden kurulur.


Orhan yoldaş kuruluşundan itibaren SİP’in çeşitli kademelerinde görevler alır. Legal partinin kimi “zor”lu işlerine girişmekten imtina etmez. SİP’in il ilçe yöneticiliklerinden merkez düzeydeki yöneticiliklerine kadar bir dizi pozisyonlarda görev almıştır. 1995’teki Gazi Direnişi’nde de aktif olarak saf tuttuğu gibi, “Demokrasi” gazetesinin yayınlanmasına uzun süre emek vererek Kürt halkının mücadelesine katkı sunmaya çalışmıştır. PKK önderliği Sn. Abdullah Öcalan’ın 15 Şubat 1999’da esir alındığı dönemlerde, Türkiye solu Kürtlerden kaçmaya çalışırken o uluslararası komploya karşı PKK’nin merkezi açıklanmasın Radyo Umut’ta okuyarak gerçek enternasyonalist duruşun örneğini sergilemiştir. Bu dönemde aynı zamanda SİP’in ideolojik politik düzlemde ciddi tartışmalar yaşadığı bir dönemdir Orhan Yoldaş bu tartışmalar üzerinden yaşanan 1999’daki bölünmede devrimci kanadın öncülerinden biridir. Kemalizme ve orduculuğa yaslanan, yasalcılığa saplanarak politik şiddetten kaçan, Kürt Özgürlük mücadelesine sırtını dönen ve İslamiyet inancına karşı laisist gericiliği benimseyen SİP merkezinin anlayışına karşı etkili bir muhalefet geliştirse de, parti merkezinin tecrübeli, ayak oyunlarını iyi bilen hamlelerine karşılık veremeyerek tasfiye olmaktan kurtulamazlar. 2000 yılında sonra TKP ismini alan SİP’de somutlaşan “solculuk” tarzının derin çözümlemesine girerler ve belirledikleri temel ilkeler etrafında devrimci pratiğin zeminini örmeye başlarlar. Özellikle iki olay vardır ki, bunlar mücadeleye ve devrimciliğe ilişkin yaşadığı kopuşların güçlenmesine neden olur. Birincisi 1999 Nisan’ında yaşananlardır. SİP’in bölünmesinin hemen öncesinde, Türkiye’de genel seçimler yapılacaktır (sonrasında DSP ve MHP’nin sandıktan galip çıkacağı, ülkenin “kurda kuşa” emanet edildiği meşhur 99 seçimleri…) Seçim mitinginden dönen SİP konvoyuna İstanbul Kozyatağı’nda sivil faşistlerce saldırı düzenlenir; caddede kavga çıkar. Azılı bir faşist silahını çekerek Hüseyin DUMAN adlı yiğit bir devrimciyi katleder. Şehit düşen arkadaş Orhan yoldaşın üzerine emek verdiği genç, yoksul bir tekstil işçisidir. İkincisi ise 19 Aralık 2000’de faşizmin zindanlara dönük yürüttüğü katliam hareketidir. Faşist girişime cevap olamamanın dayanılmaz ağırlığını tüm devrimciler gibi, o da yüreğinde yoğun bir biçimde hisseder. Yalnızca devrimin ihtiyaçları değil, bu iki olay da Orhan yoldaşın politik pratik eğilimlerinin şekillenmesine etki etmiştir. “Düşmanın tekelinde bulunan şiddet aygıtına karşı devrimci şiddeti uygulayacak profesyonel araçları yaratmak hem meşrudur hem de zorunluluktur.” Kuşkusuz bu eğilimin, işaretin zeminini devrimci önderlerin militanların kritik anlarda gösterdikleri tutumlar da oluşturmuştur. Mahir’lerin Deniz’ler için kendilerini ateşe atan feda ruhu, Deniz’lerin idam sehpasındaki kararlı-cüretli duruşu, İbo’nun devrimci kopuşu perçinleyen sır vermez tavizsiz direnişi, üniversitedeyken dağlara uğurladığı siper yoldaşlarının şehadetleri Orhan yoldaşın devrimcilik anlayışının şekillenmesinde derin izler bırakmıştır. SİP bölündükten sonra bir grup arkadaşıyla beraber “Gerçek” adlı bir dergi çıkararak yola devam ederler. Temel kalkış noktaları belirginleşmiştir. Marksizm’de ısrar Kürt Özgürlük Hareketi (KÖH) ile müttefiklik, islami değerleri dikkate alan bir toplumsallık kavrayışı ve devlettin bizzat kendisine karşı katıksız bir düşmanlık… Bu temel çerçevelerden hareketle Devrimci Karargâh’ın kuruluşu için çeşitli çevrelerle görüşmeleri bizzat yürütmüştür. Asgari düzeyde sağlanan olgunluğun ardından yegâne projesini devreye koyarak, profesyonel bir savaş aygıtının oluşturulması için Kürdistan’a gider. Medya Savunma Alanları’nda beklediğinin ötesinde etkileşimler yaşar. Türlü zorlamalar karşısında nasıl


bir iradenin sergilenmesi gerektiğini, imkânsızlıkları aşmanın nasıl bir değer taşıdığını yeniden ve yeniden üretir. Yalnızca teknik olarak askeri malzemelerin kullanılışı veya askeri strateji ve taktik geliştirme gibi konularda sınırlandırmaz öğreneceklerini. Çünkü o coğrafyada yaşanılanın alelade bir savaşın ötesinde nitelikler taşıdığının farkına varmıştır. “Nefes alıp veren, canlı bir sosyalizmdir, yaşanan” diye tanımlar deneyimlerini. Bizzat tanışıp sohbetler kurduğu, dostluklar geliştirdiği PKK gerillası yoldaşlarının şehadetlerine ve tüm muhafazakar geleneklere başkaldırarak dağlara, özgürlüğe yürüyen Kürt kadınlarının devrime katılımlarına şahit olmuş, yürekten etkilenmiştir. Devrim yolunda şehit düşenlere karşı yüreğinde taşıdığı sonsuz minnet duygusuyla adlarını mücadelesinde yaşatmaya çalışmıştır. 2007 sonbaharında Erzurum eyaletine geçiş yaparken pusuda şehit düşen Arap halkının onurlu evlattı PKK gerillası Kadir USTA yoldaşın: yine 2008’de Botan’da şehit düşen gerillacılığı ve sanatını buluşturmayı başarmış sinemacı HALİL DAĞ yoldaşın adlarını makalelerinde yaşatmaya çalışmış, onları çevresindekilere tanıtmaya gayret etmiştir. Şehre döndükten sonra kullandığı “Remzi” kod ismini de TİKB’ li savaşçı Şehit Remzi Basalak’tan almıştır. Remzi Basalak yoldaş da 1990 ‘larda faşizmin azgınlaştığı Adana’da düşmana esir düşer. Siyasi Şubenin teşhir masasına basının önüne tekme atıp devrimci sloganlarla düşmana meydan okuyunca devrimci-sosyalist kamuoyunun dikkatini çekmiştir. Devrimci duruşunun karşılığı olarak şubede yargısız infaza maruz kalır. Sömürüye, faşizme karşı cüretli duruşların hakkı ödenmez hiç kuşkusuz. Orhan yoldaş da bunun bilincindeydi: bu nedenle hiçbir örgüt ayrımı yapmadan, devrim şehitlerini yoldaşı bildi ve adlarına sonuna kadar layık olmaya çalıştı. Geriye güçlü bir miras olarak bıraktığı anlayışlardan biri de budur. Devrimci Karargâh’ın kuruluşunda en aktif emeği sergilendiği özellikle belirtmek gerekir. Bağlantıları sağlamış, ön görüşmeleri yapmış planlamayı ve pratiği üstlenmiştir. Konumu merkezidir. Projeye kendisini hem düşünsel hem de fiziki anlamda sonuna dek katmıştır. Pratik sahada da en üst yöneticilik pozisyonunda yer almıştır. Henüz genç yaşlardayken dahi SİP’teyken yürüttüğü yöneticilik görevini, askeri alanda daha üst niteliklere kavuşturarak yetkinleştirmiştir. Örgütlü mücadelenin ilk yıllarında itibaren, mücadelenin kritik anlarında sürekli yer alma çabası, kişiliğinde öne çıkan öncülük vasıflarının gelişmesine vesile olmuştur. Prensipleri devrimci ve tutarlıdır. Merkezi görevleri ikiletmeyen örgütlü kültürü sahiplenme ve anlam verme bilinci yoğundur. Fakat edilgen değildir. Kararları uyguladıktan sonra sorgulama iradesine, sorumluluğuna da sahiptir. İnisiyatif geliştirme ve üretkenlikte de yetkin olduğundan memurvari devrimcilik tarzına tamamen kapalıdır. Nitelikli öncü kadrolarda, bir arada bulunması gereken birçok özellik vardır, Orhan yoldaşta. Hayatının her şeyini feda edebilecek katıksız bir inanç şarttır, öncü kadrolar için. Maddi birikimlerini, ortalamanın üzerine çıkabileceği yaşam standardını, eşi dahil olmak üzere bütün aile bağlarını “sosyal statüsü”nü tereddüt etmeden kopartıp atmıştır hayatından, geri dönüş gemilerini yakarak küle çevirmiştir. Kıvrak bir zekâya, entelektüel birikime, engelleri tanımayan özgüvene, girişkenliğe ve yaratıcı düşünce gücüne de sahiptir. Yaratıcı olabilmenin de ön şartları vardır; öğrenme isteği, doyumsuz bir merak ve ilgi gereklidir. Tarihten sosyolojiye, kimyadan edebiyata kadar oldukça geniş bir donanıma da sahiptir. Araştırıp öğrenmek ve birikimlerini hem yazılı ürün olarak


değerlendirmek hem de pratik sahada gerçeklikle buluşturmak mücadelenin ihtiyacı gereğidir. İhtiyaçlar söz konusu olduğunda ise her türlü uğraş, faaliyet birer külfet olmaktan çıkar, onun için. Geniş ve derin düşünebilmeye aynı anda birçok konuyu planlayabilmeye, kıyaslama yetisi geliştirmeye önem vermiştir. Bu nedenle, hareketimizin eylemlerinde öne çıkan yaratıcılıktaki payı büyüktür. Çok sınırlı imkânlara karşın önemli işlerin yegâne yaratıcısıdır. Mücadelede bir kadronun oynayabileceği olağanüstü rolün kanıtıdır. Oldukça pratiktir. Anında olumlu refleksi harekete geçirebildiği gibi planların sürüncemeye uğramasına izin vermeyecek bir takipçiliğe de sahiptir. İrade, her zorluğu aşmaya ant içmiş bir devrimciyi devrimiyle birlikte geliştiren özelliktir. Diz çökmemektir, engellerin önlerinde. Nerede yaşanırsa yaşansın gerçekçi olunduğunda imkânsızlıkların aşılabileceğine olan inancı taşımaktır; yılgınlığa kapılmadan denemeye devam etmektir, bıkmadan usanmadan. Ama her seferinde daha iyisini yapabilme becerisini sergileme gayretidir, aynı zamanda. Orhan yoldaşın güçlü iradesi de kişiliğinde öne çıkan hususlardan biridir. Hem Devrimci Karargâh’ın öncesindeki toparlanma çabalarında, hem Kürdistan’da ilk zamanlar yaşanılan fiziksel zorlanmalar karşısında hem de şehre döndükten sonraki imkansızlıklarda “olmaz”ın teorisin karşı net tavrını devrimci duruştan zerrece taviz vermeden sergilemiş, olmaz denilenleri gerçekleştirmiştir. Fakat öte yandan kimi durumlar da vardır, ağırına giden. Günümüz Türkiyeli devrimci hareketlerin genel olarak “ezik” görüntü sergilemeleri, linç girişimleri yüzünden yansıyan aciz ve tutuk halleri, kitlesel eylemlerde polisten kaçarken sergilenen vahim görüntüler, dağınıklık hali Orhan yoldaşta üzüntüden ziyade bir isyanın, öfkenin büyümesine neden olmuştur. Daha iyi bir pratik sergileme ihtiyacı ile onu özgür dağlara yönlendiren nedenlerden birisidir, bu… Bir diğeri de KÖH’nin devrimciler tarafından büyük oranda yalnız bırakılmasıdır. Çabası, zayıflayan bağları güçlendirmek ve aslında KÖH’nin Türkiyeli devrimcilerce eksik ve yanlış anlaşıldığını dost çevrelere aktarmaktır, aynı zamanda. Kürdistan projesini bu çerçevede hayata geçirip dostluğun ve müttefikliğin ötesine geçen, yüreğinin derinliğine işleyen duygularla özgür dağlardan ayrılıp şehre döner. VE 27 NİSAN 2009 SABAHI … Ey ömrü destan gibi yürüyenler Yaşayan kimdir gerçekte Ölen kim Yürürken bile tükenenler mi Yılgın yılgın düşenler mi Yoksa çekilip tarihin burçlarına Bayrak bayrak ölümsüzleşenler mi…. Adnan Yücel


Devrimciliğe sövmenin ülkede moda olduğu, Marksistliğin elitlere ait “akademik bir uğraş” diye sanıldığı, devlet düşmanlığının ise “aptalca bir heves” veya “psiko-patalojik ruh dünyasının yansıması“ diye topluma yutturulmak istendiği bir dönemde gerçekleşti Orhan yoldaşın şehadeti. Birileri yazarlık, gazetecilik kimliği olan, birçok konuda ileri birikime ve “elit” bir sosyal çevreye sahip bir insanın nasıl olur da böylesine çılgınca bir cüreti gösterebildiğine anlam veremedi. Anlam vermeleri de beklenemezdi zaten! Çünkü onların ruh dünyalarına, zayıflamış vicdanlarına yabancı bir duruş vardı, o gün, Bostancı’daki o evde. Bunu yalnızca zulme karşı dövüşenler ve acılarını gül bahçesine çevirmeye yeminli ezilenler anlayabilir. Kızıl alevler saçan namlunun ucunda bir destan daha kazınacaktı, bu topraklara. Güneş henüz yeni almıştı nöbeti geceden, fakat bir yıldız vardı ki, parlamakta ısrarcıydı, hala o sabah. Işığını söndürmek için yüklendikçe yüklendi karanlık; direndikçe ışıldadı yıldız; nakış gibi işledi aydınlığını. Gökyüzü boşluğunda kaybolmamak üzere, tarih yeniden tanık oldu, bir devrimcinin direnişe. Düşman ise şaşkın, kendini yiyen, içten içe tüketen bir çaresizlik içinde debelenmekte. Acınası haline son vermek istiyor, kuşatmayı yoğunlaştırıyor. Fakat bir yandan da korkuyor, düşman içine düştüğü yangının büyümesinden. Ve o an çıldıran, isyan eden, bir şey yapamamanın girdabında çırpınan yüreklerimize yetişiyor, Orhan yoldaşın sesi. Kararlı, sakin ve kendinden emindi seslenişi… “Teslim olmayan bir feda devrimci kuşağının layığı olmaya çalışacağım. İsmim Orhan YILMAZKAYA. Devrimci Karargâh Savaşçısıyım. Türk ve Kürt Halklarının mücadele birliği için savaşıyorum. Emperyalizme karşı, faşizme karşı, siyonizme karşı savaşıyoruz. Yaşasın Devrim ve Sosyalizm! Yaşasın Halkların Kardeşliği! Yaşasın Türk ve Kürt Emekçilerinin Mücadele Birliği! Biz düşeceğiz, fakat bizden sonra bu kavga mutlaka sürecek. Nasıl binlerce yıldan beri sürdüğü gibi… Thomas Münzer’lerden, Şeyh Bedreddin’lerden beri sürdüğü gibi Mahir Çayan’lardan, İbrahim Kaypakkaya’lardan, Deniz Gezmiş’lerden beri sürdüğü gibi.” (Şehit Orhan YILMAZKAYA yoldaşın 27 Nisan sabahı telsiz konuşmasından) Yeniden ayaklandı, devrimci yürekler ve çoştu; destanlara yakışan direnişin yanında duygularıyla saf tuttu. Kalıcı izler bırakan bir destana mecburdur, 27 Nisan şafak vakti. Çünkü Serez’de çiseleyen yağmurun altında, yapraksız bir dalda asılan Bedreddin yoldaşıdır direnen; kılıçtan geçirilen Paris’li komünarlardan biridir. Kızıldere’de aynı inançla direnerek şehit düşmüştür, Denizlerle beraber idam sehpasına çekincesiz yürümüştür. İbo’yu hatırlamıştır kurşunlarla parçalanırken bedeni, ölüm oruçlarında kızıl bandı alnına takan sıra neferlerinden biridir ve çekerken bombasının pimini Zilan gibi gülümsemiştir özgürlük düşlerine… 6 saat boyunca eğitimli faşist sürüsüne direnerek, soludukları havayı onlara zehir ederek, düşmanın kişiliksiz karakterini ve canlarını fena halde acıtarak şehit düştü yoldaşımız. Savunduğu üsse, tıpkı İsrail’li efendilerinin Filistinli direnişçilere yaptığı gibi yani bitişik dairenin duvarını patlatarak ancak girebilmişti düşman. Belki üs artık onlarındı, fakat tarihi zafer kesinlikle komutanındı.


Tarihi birikimleri bağrında taşır, her büyük direniş. 27 Nisan sabahında yaşananlar gibi derin anlamlarla yüklüdür. Ses verir uyanan toprağa ve filizlenen yeni nesle. 19 Aralık 2000’deki zindan katliamının ardından cenazesi kaldırılıp gömüldüğü ilan edilen Türkiye’li devrimciliğin yüksek sesli itirazıdır bu direniş. Sömürü ve zulüm devam ettikçe hayatın egemenlere zehir edileceğinin yeniden ilanıdır. Devletin uyguladığı şiddete karşı, devrimci şiddetin meşru olmaktan öte gerekli ve uygulanabilir olduğuna dair çağrıdır. Aynı zamanda bu direniş Türkiyeli yeni nesil devrimci gençliğe Mahir’lerin, İbo’ların, Deniz’lerin görkemli direnişlerinin duygu uygunluğuyla yeniden anlatılmasıdır. Bir büyük direnişin canlı tanığı olmanın heyecanı yeni nesil devrimciliğin duruşunda mutlaka karşılığını bulacaktır. En önemli noktalardan biri de, Orhan yoldaşın şehadetinin Türkiye ve Kürdistan devrimlerinin kandaş bir bağla yeniden güçlendirilmesine vesile olmasıdır. Çünkü yoldaşımızın kendisinin de ifade ettiği gibi, değer yargılarının şekillenmesinde Kürt halkının onurlu mücadelesinin emeği ve manevi etkisi çok büyüktür. Direnişinin mayasında Kürt ve Türk emekçi halklarının kan kardeşliği vardır. Nihayetinde 27 Nisan direnişi onurlu bir mirası geçmişten devralıp geleceğe uzatan devrim kızıllığında bir meşaledir. Bu meşaleyi aynı inançla sonuna dek taşıyıp yeni kuşaklara aktaracağımızın sözünü veriyoruz. Ve bu vesileyle Şehit Orhan YILMAZKAYA yoldaşın şahsında tüm devrim şehitlerinin yüce anıları önünde saygıyla ve minnetle eğiliyor, bıraktıkları mirasa layık olmaya ve onu büyüteceğimize dair yeminimiz yeniliyoruz. SELAM BİZDEN ÖNDE GİDENE SELAM OLSUN, SİLAH ELDE DÜŞENE!..

II BÖLÜM OPERASYONLAR VE KARA PROPAGANDA SÜRECİ a)

Orhan Yoldaşın Ardından:

27 Nisan direnişi her kesimde büyük etki yarattı. Devrimci, Sosyalist kamuoyu deyim yerindeyse güçlü bir silkelenmeyle devrimciliğin bu destansı örneğini coşkuyla selamladılar. Hiçbir örgüt ayrımı yapmadan tüm devrimcileri kendi yoldaşı belleyen Orhan yoldaşı farklı örgütlerden sosyalistler, devrimciler ve yurtseverler bir araya gelerek andılar. Şehadetinden birkaç gün sonra Gazi Mahallesinde toplanan sosyalistler- devrimciler önemli bir sahiplenmeyle komutanı kendi yoldaşları gibi bağırlarına bastılar, ortak bir anma örgütlediler. TDH ve TSH’ye sinmiş olan ve çoğu kez devrimin genel çıkarlarının önüne geçen grupçu hissiyatın kırılması açısından çok değerli buluşmaydı bu. Ayrıca o dönem PKK ve MLKP’nin siper yoldaşlığına yakışır bir tutumla ortak eylemler yaptıklarını da anmak gerekir. Militan ruh, direnişin ardından gelen 1 Mayıs’a da yansıdı. Devrimciler özellikle İstanbul’daki çatışmalı geçen ve polisin ablukaya aldığı Taksim Meydanı barikatlarına daha bir kararlı, moralli ve çoşkulu yüklendiler. Taksim’in emekçiler, devrimciler tarafından kazanılmasına vesile olan kararlılığın 27 Nisan direnişinden ilham almadığı söylenebilir mi?..


Yalnızca kendisini “sosyalist, solcu, devrimci,” diye tanımlayanlar için değil, apolitik zannedilen fakat bir nedenle devlete kin güden bir çok insanın, yoldaşımızın direnişini heyecanla karşıladığını, direniş mevzisinde bizzat kendisi kurşun sıkıyormuşçasına coştuğunu iyi biliyoruz. Dolayısıyla bu duygudaşlığa bakarak, aslında Bostancı’da tek başına bir insan değil, devletten hıncını almak isteyen yığınların çarpıştığın anlıyoruz. 27 Nisan direnişiyle bu devletin sınıfsal adaletinin son derece güçlü işlediğine bir kez daha şahit olduk. T.C. Oligarşisi, direniş nedeniyle yaşadığı şoku üzerinden atmak için oldukça hızlı refleks gösterdi. Yaptığı ilk iş, özel eğitimli katil güruhuna saatlerce kök söktüren devrimci direnişin TV’lerde görüntülenmesini sansürlemek oldu. 1 Ordu Kışlasına yaptığımız havan saldırımızın sonrasında kışlanın tabelasını gizleyerek prestijini kurtaracağını sanan devlet bu kez de TV yayınlarına yasak koyarak dökülen makyajını toparlamaya koyuldu. Ardından ise aynı operasyonla gözaltına alınanların birçoğunun şaşkınlık ve korkuyla karşıladığı, inanamadıkları tutuklanmalar gerçekleşti. Kendilerince korkmakta son derece haklıydılar. Çünkü devletin çok fena canı yanmıştı; dahası bu direniş keskin bir viraja girerek yeniden yapılanmaya çalışan T.C. ‘ye atılmış kaya gibi sağlam bir tekmeydi ve devamı halinde devletin bu dönemeçten şarampole savrulması tehlikesi vardı. Belirttiğimiz üzere devlet çok fazla ürkmüştü ve direnişin etkilerini boğmak için kara propaganda araçlarını, belki de tarihte hiçbir örgüte yöneltmediği kadar komplike güçlü ve etkili bir şekilde yöneltti. Yeni sürece devletin komploları damgasını vurdu.

b)

I. İddianame

27 Nisan operasyon sonucu gözaltına alınanların 15’i mahkeme tarafından tutuklandı, bir kişi ise tutuksuz yargılanmak suretiyle serbest bırakıldı. AKP’ye bombayı götüren kurye İbrahim Şimşek ve 12 Ocak 2009 da yakalanan C.Bozkurt’la beraber tutuklu sayısı böylece 17’ye çıktı. Bu ikinci dalga operasyonuna dair hazırlanan iddianame ancak 30 Eylül 2009’da mahkemeye sunulabildi. Garabetlerle doldu 99 sayfalık iddianame, her yönüyle sapır sapır dökülen TC oligarşisinin “adalet ve hukuk”u nasıl bir düşman aidiyetiyle işlettiğinin (ki ‘doğal’ olan da budur) yeni geldiğinde gerçek sınıf yasalarının, yazılı yasaların üzerine nasıl kolayca, fütursuzca çıkabildiğinin örnekleriyle şişirilmişti. Fütursuzluk daha henüz tutuklama sürecinde başlamıştı. Hareketimizle alakası olmayan onca insan sırf bir nedenden dolayı, Orhan yoldaşla temas halindeler diye gözaltına alınıp tutukladılar. Tutuklandılar, çünkü 27 Nisan direnişi devletin canını fena halde yakmıştı: bunun acısı birilerinden çıkarılmalıydı. Dava ile alakasız insanların tutuklanmasıyla hareketimiz yapay olarak şişirilerek ve bunun üzerinden de devrimcileri kirletmek için imkân doğacaktı. Yüksek yerlerden emir verenler minareyi çalmadan önce kılıf hazırlıyordu. Bu daha başlangıçtı, kuşkusuz. Fütursuzluk iddianamenin hazırlanma aşamasında devam etti. Savunma avukatları soruşturma sürecine vakıf olamazken, yani savcılığın bu yönde dosyaya gizlilik kararı vermesine rağmen aynı savcı (o dönem soruşturmayı yürüten ve iddianameyi hazırlayan savcı Kadri Altınışık’tı. Kendisi üstün hizmet performansı nedeniyle Devrimci Karargâh davası sürüyorken Yargıtay üyeliği ile “ödüllendirildi”. Muhtemelen istikbali daha da partatılmak istenecektir) başta “Sabah Gazetesi” olmak üzere (ne tesadüf ki en çok da sahte Müslümanların burjuva medyası bu işlere bulaşıyordu) burjuva basına soruşturma sürecindeki ifadeleri telefon tapelerini “delil” niteliği taşımayan ve ancak dedikodu malzemesi değerindeki materyalleri servis etmekten çekinmemişti.


Kuyruğuna basılan devletin buradaki amacı da tıpkı diğer örneklerdeki gibi Devrimci Karargâh’ın yarattığı coşkulu ve moralli devrimci atmosferi bir an evvel dağıtmaktı. İddianame, siyasi polisin hazırladığı fezlekenin bir nevi konsantre hali gibiydi. Savcı fezlekede var olan ifade bozukluklarını bile redakte etme tenezzülünü göstermemişti. Bilgisayar ortamında yapılan basit bir “copy-paste” (kopyala-yapıştır) işlemiyle fezlekeden iddianame üretildiği çok belliydi. Mevzu bahis egemenlerin devrimcilere karşı tutum sergilenmesi olunca yazılı yasaların askıya alınacağını bilmek için allame-i cihan olmak gerekmiyor. Bu nedenle, normal bir yargılanmada “delil” niteliğine haiz olmayan materyallere Devrimci Karargâh dava iddianamelerinde teveccüh gösterilmekten kaçınılmamıştır. Şeyh Bedreddin, Marks, Engels, Lenin, Mao, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Mahir, İbo, Deniz gibi devrim ve sosyalist önderlerinin yazıları veya resimleri, Orhan yoldaşın 2005 öncesinde yazdığı “Türk Hamamları” kitabı, günümüz Türkiyeli sosyalistlerinin kimi makaleleri, 15-20 yıl öncesindeki gözaltılar, legal alan faaliyetleri, özel nitelikli telefon görüşmeleri “mülakat” adı verilen ve hukuken izah edilemeyecek polis yalanları vb bir dizi “hukuk dışı” (biliyoruz ki aslında bunlar gerçek sınıf savaşımı hukukunun normal karşılıklarıdır) unsurlar savcı tarafından en ufak bir tutarlılık, hukuksallık kaygısı gözetilmeden iddianameye yerleştirilmiş ve esasen sanıklar lehine değerlendirilmesi gereken onca delil ise görmezden gelinmişti. Ayrıca devlet Ümraniye hapishanesinde uyuşturucu meselesinden mahkûm olmuş Şerafettin Çelik adlı bir meczubu Devrimci Karargâh’ı Barzani’ye kadar bağlayan deli saçması kurgusuna iddianamede yer vermekte de sakınca görmemişti. Oysa bu şahıs daha evvel de kimi siyasi davalara da bire bir aynı ifadeleri vererek müdahil olmaya çalışmıştı. Savcı bu meczuba bu şekilde değer atfederken kendi zekâsıyla mı dalga geçiyordu yoksa kamuoyunun algılarını mı sınıyordu, henüz anlamış değiliz; fakat şundan eminiz ki eskiden düşman düşmanlığını tüm içtenliğiyle sergilerken bu denli aptal değildi. Oysaki bunlar hem düşman hem de aptal! Allah insana düşmanın da hayırlısını versin. Fakat öyle bir örnek var ki bunca fütursuzluğun üzerine dikilmiş koca bir tüy gibi sırıtıp durduğu için ayrıca ele alınmayı kesinlikle hak ediyor. O da AKP adaletinin icat ettiği eşi benzeri görülmemiş olan sözde “Gizli Tanık”lık müessesesidir… Evet. Gizli Tanık denen şey egemenlerin kendi iç mücadelelerinde rakip klikleri saf dışı bırakmak ve/veya muhalifleri bastırmak sindirmek amacıyla devletin psikolojik savaş karargahlarında üretilen manipülatif senaryoların birilerine öttürülmesidir. Kolektif bir merkezi faaliyet olarak yürütüldüğü için de “müessese” kavramını sonuna kadar hak etmektedir. Devrimci Karargâh dava iddianamesinde adı geçen ve polis fezlekesinde enteresan “bilgi” lerine bol bol yer verilen sözde gizli tanığın ismi ise “Son Tezgâh“tır. Kendisi pek değerli görüşlerinin bir kısmını daha önceden DESA Direnişi vesilesiyle STV. Desa patronu işbirliğiyle kotarılan senaryoyla paylaşmıştı. İşin ilginç yanı Son Tezgâh nedense “bilgi” lerini taksit taksit paylaşmayı uygun görüyordu. Devrimci Karargâh’ı en ücra köşelerine dek biliyormuş havasıyla aktardığı şeyler nedense hep siyasi polis operasyonu ardından geliyordu. Her operasyon sonrası polis “yeni bilgi” lere ulaştıkça bunu takiben uygun kurguları oluşturmak Son Tezgâh’ın fantastik ruh dünyasına kalıyordu.


Sergilediği fantastik dünyanın tamamına burada yer vermeyi gerekli görmüyoruz, dileyen dava klasörlerinden bunları öğrenebilirler. Ancak bir fikir oluşturması açısından kısa bir örnek verebiliriz. Daha evvel de belirttiğimiz üzere Orhan yoldaş SİP (şimdiki TKP) kökenliydi. Son Tezgâh, açığa çıkan bu bilgiden hareketle Devrimci Karargah’ın lideri olarak Yalçın Küçük’ü (hani şu ulusalcı tezlerle kendisini zehirlendiği yetmezmiş gibi geride kalan solu da zehirlemeye çalışan kalpaklı Ergenekon aydını…)işaret ediyordu. Hayranlık uyandıran akıl yürütme SİP’e dair geriye dönük bir araştırmaya giderek 1980 öncesinin Sosyalist İktidar dergisine ulaşıyor. Y. Küçük’ün öncülük ettiği bu derginin içinden birilerinin 1990’lar sonrasında SİP’i kurması, Y. Küçük’ün daha sonra bir dönem PKK’ye güya akıl hocalığı yapması, sonrasında ise orducu oluşu üzerinden Devrimci Karargah’ın sözümona ilişkiler ağı tek tek deşifre edilmiş oluyordu!... Amaç her şeyden önce devrimcileri Yalçın Küçük gibi ulusalcı fosiller üzerinden Ergenekon’a bağlamak olunca devletin çok da tutarlılık ve mantık kaygısı gütmediği buralardan da belli oluyor. Toplumda alakasız materyaller yığınını andıran iddianameyle duruşmalar başladı. 23 Şubat 2010’da görülen celse neticesinde on kişi serbest bırakıldı. Öte yandan hareketimizi karalamaya yönelik komplolar da devam ediyordu. Bu arada 29 Eylül 2009 tarihinde bir operasyon daha gerçekleşmişti.

c)

II Operasyon: 29 Eylül 2009

İkinci “büyük” operasyon 29 Eylül 2009 tarihinde yapıldı. Hareketimizle bağı olduğu öne sürülen Ulaş Erdoğan ve onunla ilişki oldukları gerekçesiyle 16 kişi gözaltına alındı. Bunlardan 8’i mahkemece tutuklandı. (devam eden duruşmalar neticesinde bu dosya üzerinden tutuklananlardan sadece Ulaş Erdoğan’ın tutuklu kaldığını belirtmiş olalım) Siyasi polis Ulaş Erdoğan’ı ve onun söylediğini iddia ettiği, Devrimci Karargah’ı ve önderi Serdar Kaya’yı hedef alan karalamaları bu operasyonun merkezine aldı. Polisin iddiasına göre Ulaş Erdoğan sorgusunda hareketimizin Ergenekon’un beklentileri doğrultusunda eylemler yaptığını, önderimizin karanlık ilişkilere sahip olduğu şekilde bir dizi karalamada bulunmuştu. Elbette bu sürecin burjuva medya ve özellikle Fethullahçı basın aracılığıyla kamuoyuna dönük işlenmesi de gerekiyordu. Daha önce olduğu gibi, yine sanık avukatlarının ulaşmasına izin verilmeyen bilgiler basına sunuldu. Siyasi polisin servis ettiği ve Ulaş Erdoğan’ın ifadeleri olduğu iddia edilen yalanlarla Devrimci Karargâh itibarsızlaştırılmaya, kirletilmeye çalışıldı. Fakat karalama kampanyasına malzeme olan bu “ifadeler” Ulaş Erdoğan’dan işkenceyle alınmıştı. Daha doğrusu, savunmasına göre Ulaş Erdoğan ifade tutanağını okumadan, zorla imzalamıştı, içeriğinden haberdar değildi. (Erdoğan’a göre) polis deşifre ettiği dijital veriler üzerinden senaryo yazmış, komplo tezgâhlamıştı. Bu senaryoya göre hareketimiz 2009’da hükümetin başlattığı “açılım” politikalarını sabote etmek maksadıyla uçak kaçırma, lüks semtlerde araba yakma, Zaman gazetesine sabotaj, işçi cinayetleri dolayısıyla tersane sahiplerini cezalandırma, Ege limanlarındaki yatların kundaklanması, vb. eylemlerin planlaması üzerinde duruyordu. Bu “veri” lerden hareketle de Devrimci Karargâh’ın Ergenekon faşizmi lehine eylemlere girişmek niyetinde olduğu, güya ona hizmet ettiği yalanları medyada işledi.


Doğrusunu söylemek gerekirse “açılımı baltalamak” kavramı bir yana bahsi geçen hedeflere yönelmek hala son derece anlamlı ve yerinde fikirler gibi görünüyor. Sırf Ergenekon ile bağ kuracaklar diye bunu belirtmekten kendimizi alıkoyamayız. Çünkü egemenler devrimcilerin her hareketini, Ergenekon ile bağlandırmak üzerinden okumaya çalışırlar. Bunu yapmamaları için devrimcilerin politika sahnesinden tümden çekilmesi gerekir. Bizim de bunu yapamayacağımıza göre, kara propagandalara takılmadan yolumuza devam edeceğiz. Hareketimizin Orhan yoldaşın ardından belirlediği Türkiye sorumlusu olarak kamuoyuna medya tarafından lanse edilen Ulaş Erdoğan gözaltına aldığı anda siyasi polisin siyasi ve psikolojik işkencelerine maruz kalmıştı. Beraber tutuklandığı ev arkadaşları ve akrabalarının öldürüleceğini, zarar görecekleri tehditleri nedeniyle polis senaryosuna imza atmak gibi büyük bir yanlışa düşmüştü. (Her ne kadar Ulaş Erdoğan ilk mahkemede söz konusu ifadelerin kendisine ait olmadığını ve işkenceyle ifade tutanağının imzalattırıldığını söylemişse de iş işten geçeli çok olmuştu.) İlk mahkeme savunmasında Erdoğan, Ergenekon iddiaları hakkında şunları belirtmişti: “Ergenekon iddiaları var. Statükocuların ve Fethullahçıların devlete sahip olma mücadelesinin yaşandığı günlerdir. Sosyalizm cephesinde duran bir insan olarak diyebilirim ki bu iddialar komplocu zihniyetin bir ürünüdür. Bu ülkenin devrimcileri, işkenceciler ve katilleriyle yan yana gelmeyecekleri gibi, Fethullahçıların değirmenine de su taşımazlar. Bizim sokaklar pırıl pırıl devrim kokar. Emek alınteridir su gibi aydınlıktır. Söz konusu bensem, lafı bile olmaz. 12 Eylül’ün o karanlık günlerinde Selimiye Kışlası’nda, Kabakoz’da, babasını görmeye çalışan çocuğum ben, Ergenekoncular ne benim ne de sosyalistlerin bulunduğu sokaktan dahi geçemezler. Bu ülkenin sosyalistlerini yalanlar ve komplolarla itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar. Kocaman fiyasko operasyonlarını bu yalanlarla süslemeye çalışıyorlar…” Kendine sosyalistim diyen eski tüfekler (ki mekanizmaları, namluları paslandığı gibi barutları da sırılsıklamdır) de aynı kirli koroya katılmaktan kendilerini alamadılar. Mahir Sayın adlı “eski tüfek” de bunlardan biriydi.. Ulaş Erdoğan düşman medyasının kuyruğuna takılan bu gibi solcuların da dilindeydi artık ve onlara da cevap yetiştirmekle meşguldür. Ekim 2010’da Birgün Gazetesinde Ulaş Erdoğan’ın cevap niteliğinde bir yazısı yayınlanır. Aynen aktarıyoruz. Basına ve Kamuoyuna Gönderdiğim basın açıklanmasının amacı polemiğe girmek değil; amacım okyanus ötesinden sosyalist avına çıkarılan bu coğrafyada bu oyuna son verebilmek ve şahsım üzerinden yürütülen ‘kara propaganda’ya dur diyebilmek. Mağdur durumdayım ve benimle beraber sosyal ilişkilerimde de mağduriyetimizi anlatabilmek adına kamuoyuna yazdığım bu mektubu yayınlarsanız sevinirim. 1 Ekim 2010 tarihinde Hürriyet Gazetesinde yayınlanan, Mahir Sayın’ın açıklanmalarına cevaben yazılmıştır. “Örgüt iddianamesinin 1 numaralı sanığı Ulaş Erdoğan’ın sadece adi suçlarla ilgili sabıkası olmaması da ‘tuhaf’. Hırsızlık, sahtecilik, dolandırıcılık gibi suç kayıtları bir mafya örgütünün iddianamesinde yer alsa anlarım. Bunları duyunca gülüyorum. Bunları söyleyen kişinin suç kaydında bunların bulunması olası değil!” Yukarıdaki açıklamalar Mahir Sayın’a ait. 18’inde ODTÜ’ye girmiş ve komünist olmuş. 27 yıldır İsviçre vatandaşı olan, bereli ve gülümseyen fotoğrafıyla. Söz konusu


devrimciler ve sosyalistler olunca burjuva basını ve Fethullahçı basın, saldırı için aynı dili kullanıyor, her şey mübah. 12 Eylül’den önce adı Mahir, Cevahir, Ulaş, Deniz konulmuş yüzlerce çocuktan biriyim. 12 Eylül gelince babam tutuklandı. Zor koşullarda annemle beraber Yozgat’ın bir köyüne amcamın yanına sığındık. Cezaevinde olan bir komünistin çocuğu olarak orada büyümenin zorluklarını anlayamazsınız, sığıntı gibi yaşamayı… Pazartesi ve Cuma günleri okulda okunan İstiklal Marşı’ndan sonra ‘düzgün oku komünistin çocuğu’ diye yediğim dayakları anlayabilir misiniz, üstadım.. Babası gibi komünist olmasın diye zorla Kuran Kursuna gönderilmenin, orada üzerimde kırılan sopaları da bilmenize imkân yok. Komünistin çocuğu diye akranlarınızın arkadaşlık etmemesini bilemezsiniz. Tek sevincim babamın ziyaretine gittiğim anlarda Selimiye Kışlasıydı. Metris Cezaeviydi. Böyle bir köyden kurtulmak için 13 yaşımda bir köylünün traktörünü çalıp, ilçeye ulaşıp oradan otobüsle babamın yanına gitmemi anlayamazsınız. İlçe girişinde jandarma aldı, kamu davası açtı, yıllarca devam etti. Siyasi olarak ilk gözaltına alınınca bu mahkeme yıllarca devam etti. İddianameye eksik girmişler, bir İstiklal Marşı sonrası okul müdürüne silah çekip boşa giden mermileri ve mahkemeye intikal eden olayı yazmamışlar. Babalarımız 12 Eylül’ün muhatabıdır ve onların yaşadıklarıyla ilgili çok şey bilmiyor olabiliriz, ama biz çocukların neler yaşadıklarını bilemezsiniz. 12 Eylül sonrası toplumla ilgili sizlerin analizleri de vardır, bilirim ama adı Mahir, Ulaş, Hüseyin olan adı Deniz, Yusuf olan çocuklarımız hakkında hiçbir bilginiz yok. Dolandırıcılık konusuna gelince tamamen benim hatam, babamın bir dostunun bürosundan bir odayı inşaat ve tadilat işleri yapmak için kullandım. Ben reklam ajansı olarak biliyordum. Mali Şube polisleri basınca anladım, ne iş yaptığını tutuklanınca öğrendim. Sahtecilik mi, bunu en iyi sistem içine sızmış cemaatçi yapılar sahte deliller üreterek yapıyor. Hırsızlık mı dediniz, Türkiye’nin dört bir yanında sosyalizme gönül vermiş insanları tutuklayıp ömrünü çalıyorlar. Dikkatmii çeken bir başka bölüm var açıklamanızda “ Benim anlayışım farklı, basından izlediğim kadarıyla bu örgüt öncü savaşçı bir örgüt. Ben farklı bir sosyalist anlayış, çoğulcu sosyalizmi savunuyorum.” Okyanus ötesinden düğmeye bu operasyonlarda artık kimin hangi anlayışta olduğuna bakmıyorlar. Bu ülkede sosyalistlere dönük sürek avı başladı, 2 yıldır. Örnek mi Konya’da gözaltına aldıkları gençlere bakın, ilgisi olmayan bir siyasetten tutuklandılar. Samsun Halkevi’nde tutuklananlara bakın. Daha birçok örnek var. Örneğin bizim iddianamede, politikadan bihaber insanlardan tutun İGD’lilere kadar herkes var. Savaşın hiç vicdanı olur mu, ama yazılı olmayan kurallar vardır: yaşlılara, kadınlara, çocuklara ve savaşla ilgili olmayanlara dokunulmaz. Ama şu an yaşadığımızı görünce bu cemaatçi çetenin yaptığı vicdansızlıklar ve utanma duyguları kalmamış. Adalet anlayışları yok. Merhabalarımızı, sevinçlerimizi, hüzünlerimizi paylaştığımız her insanı tutukluyorlar, yetmiyor, mektuplaştığımız insanları tutukluyorlar. İlk komplo bize yapıldı. 3 Haziran 2010’daki mahkemeyi izleyenler cemaatçi çetenin sahteciliğini, hırsızlığını, arsızlığını gördü. Gözaltına alındığım andan sonra 2 saat boş bir arazide 20 yaşlarında 3 alakasız arkadaşı öldürme tehdidiyle yaptıkları şantajı haykırdım. Kaçta gözaltına alındığım kaçta Emniyet’e götürüldüğüm ortada. Koşulları anlatacak kimseyi bulamadım. Kimliğimle ilgili yapılan spekülasyonlara eşlik edenlerin de bu zulme dur diyenlerin de bilmesini isterim, boyun eğmeyeceğim. 95’te tutuklandığımda hiç ilgim olmayan, sadece misafir kaldığım evden gözaltına aldıklarında işkencelerine, cinsel tacizlerine boyun eğmedim. 17 yaşındayım, gururuma yedirip söylememiştim. Şimdi duyuruyorum artık, boyun eğmeyeceğim.


Artık onlar için fark etmiyor, hangi siyasetten olduğunuz. Sürek avı başladı, biz ve onlar var. 7 Aralık’ta mahkemeden sonra izleyeceğim; aynı kayıtsızlık devam ederse okyanus ötesinden yapılan bu devlet terörüne dur diyebilmek ve bu karanlığı aydınlığa çıkarabilmek için bedenimi kullanmaktan geri durmayacağım… saygılarımla (Ulaş Erdoğan, Edirne F Hapishanesi) (Gelişen aşamada Ulaş Erdoğan üzerinden yapılmaya çalışılan komplo ve itibarsızlaştırma faaliyetleri boşa çıkmıştır. Bunda U. Erdoğan’ın mahkeme süreçlerindeki savunmalarının ve özeleştirel tutumunun payı vardır. Fakat önemli bir hususu hatırlatmadan geçemeyiz. Her fırsatta “komünist ve devrimci” olduğunu, devrimciliğe devam edeceğini haykıran U. Erdoğan’ın polis sorgusundaki pratiği mahkûm edilmelidir. Çünkü sorgudaki duruşu, genel devrimci ilkeler üzerinden değerlendirildiğinde ihanetle eşdeğerdir; örgüte değil, onu aşan bir şekilde devrimci değerlere ihanettir…) ( siyasi polisin uyguladığı hiçbir işkence, yaşanan hiçbir acı, tehdit, şantaj, vs. kırılmaları, irade teslimi, ihanet meşrulaştıramaz! Devrimci mücadelenin toplam tarihinde U. Erdoğan’ın başına gelenlerin bin beteri nice devrimcinin, komünistin başına gelmiştir. Polisler, işkenceci cellatlar devrimcilerin eşlerine, çocuklarına onların gözleri önünde tecavüz etmiş fakat buna rağmen devrimciler sorumluluklarının gereği olarak değerleri çiğnetmemeyi başarmışlardır. İbrahim Kaypakkaya yoldaş bunun en büyük ve sembolleşmiş örneğidir. Keza Serdar Kaya yoldaşımızın, yaşadığı büyük işkencelere rağmen onurlu duruşu koruduğunu siyasi polis kadar U. Erdoğan’da gayet iyi bilmektedir. Bunca destana, deneyimin varlığına rağmen sorguda çözülmeyi, kırılmaların çeşitli bahanelerle gerekçelendirilmeye çalışılmasını kesinlikle kabul etmiyor, savunduğumuz ve yükseltmeye çalıştığımız devrimci değerlere aykırı bulduğumuzu belirtiyoruz. Ne yazık ki devrimci direniş geleneğinde genel açıdan aşınmaların olduğu, siyasi poliste en ufak bir zorlanma nedeniyle kırılma ve çözülmelerin yaşandığı da günümüz devrimciliğinin acı gerçeklerinden biridir. Başka sebeplerin yanında bu durum ideolojik netliğin, militan duruşun “düşman” tanımındaki kesinliğin liberal, post-modernist katkılarla seyretmesinin doğal bir çıktısı olarak okunmalıdır. Bu konuda geçmişin direnişçi deneyimlerinin güncellenmesi ve içselleştirilmesi sorunu en önemli görevlerden biri olarak devrimcilerin önünde durmaktadır. Yani yalnızca liberalizmden arınıp ideolojik netliğe kavuşmakla yetinilmemelidir. Örneğin Yaşar Ayaşlı’ın yazdığı “Adressiz Sorgular” kitabı tüm devrimcilerce üzerinde ciddi derecede yoğunlaşabileceği faydalı perspektif sunmaktadır. Meseleye, “devrimci insan sorumluluğunu bilen insandır. Polis sorgusuna karşı özel eğitim vermeye gerek yok.” şekilde kaba ve özensiz yaklaşımı yanlış buluyoruz. Bu konu silah kullanmayı bilmek kadar hassas ve “politik” bir konudur; doğrudan kendi karşılıklarını üretir. Devrimci niyetler, kişiyi an’da oluşabilecek zaaflara, yetmezliklere karşı şerbetlemez dolayısıyla her devrimciyi an’ın ihtiyaçlarına karşı mümkün mertebe eğilmek gerekir. Kuşkusuz bu sorunu salt “eğitim şart” şeklindeki bilinçlendirme faaliyetiyle halledebileceğimizi söylemiyoruz. Fakat polis karşısında devrimci tutum sergilemek konusunda özel eğitim başlığı açıp sonuç almış yapıların referans alınabileceği söylenebilir. Örneğin TİKB’nin kolektif bir yapı olarak bu konuda dikkat çektiği herkesçe bilinmektedir. Kuşkusuz düşman sorgu tekniklerinde son yıllarda görece bir yumuşamaya gelmiş, meseleyi psikolojik işkenceye ağırlık vererek halletmeyi dönemsel olarak daha çok tercih etmiştir. Fakat bu, onun insan haklarına saygı duyduğu için fiziksel işkenceyi asgari düzeye çektiği anlamına gelmez. Artık istediği bilgiye, teknolojik avantajını da kullanarak daha komplike süreçlerle ulaşmaktadır. Fiziksel ve psikolojik işkence artık bilgi alma çabasından ziyade iradeyi teslim alma amacıyla uygulanmaktadır. Şurası kesindir ki, yarın öbür gün


ellerindeki teknolojik avantaj ve diğer imkânlar devrimciler karşısında yetersiz kaldığında fiziksel işkence yeniden devreye girecektir. Devrimci değerlerin aşınmasından bahsetmişken aynı operasyonla (23 Eylül 2009) tutuklanan “Sosyalist” sendikacı Murat Akıncılar’ın mahkeme tutumu için de iki çift laf etmek gerekiyor. Bu vatandaş sol kamuoyunca yaşını başını almış tecrübeli bir sosyalist olarak bilinir. O da bu tecrübesine rağmen faşizmin adalet dağıttığı sahnede dik durmak yerine hareketimizi egemenlerin karalama diliyle sıfatlandırmayı tercih etmek gibi rezilce bir tutum sergilemiştir. Böylece düşman karşısında dik duruşun temel kriterinin bilgi, tecrübe, birikim gibi ölçülerden ziyade yürek işi olduğunu bir kez daha anladık. “Benim terörist örgütlerle işim olmaz” türünden manevralar en fazla düşmanı memnun eder. Mahkemede hareketimizin (hele ki bir “sosyalist’in ağzından) “terör örgütü” diye imlenmesi yenilir yutulur bir şey değildir. Birilerinin devrimci değerlere değer katmak amacıyla bedenlerini feda ettiği yerde eskimiş solcuların 3,5 yıllık bedelden kurtulmak için devlete yaranma girişimlerinin elbet bir karşılığı olacaktır. Kimse bu değerler üzerinde kendi bireysel kaygıları, tutsaklık endişeleri nedeniyle tepinemez…) d)

III. Operasyon

Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) , Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP) ve işkenceci Hanefi Avcı’nın Devrimci Karargâh’a Bulaştırılması Fütursuzluğun zembereği bir defa boşalmıştı ve devrimciler kirletme konusunda devlet bir hayli kararlıydı. Hareketimiz bu kez de 21 Eylül 2010 komplosuyla SDP ve Hanefi Avcı adlı meşhur işkenceci emniyet amiri üzerinden itibarsızlaştırılmaya çalışılıyordu. “Devrimci Karargâh → Sosyalist Demokrasi Partisi → Hanefi Avcı arasında somut örgütsel bağ varmış gibi oluşturulan senaryonun dayanak noktası olarak bir tek şey gösteriliyordu. O da 27 Nisan direnişinde Orhan yoldaşın şehit düşmesinin ardından ailesinin eski evinden Orhan yoldaşa ait bir takım eşyalarıyla birlikte bilgisayarını polise teslim etmesiyle yapılan bilgisayar incelemesinde çeşitli dökümanların yanı sıra iddiaya göre Bedreddini Hareketi’nin SDP’deki varlığı üzerine yazılan bir doküman daha çıkmıştı. Yaratılan algıya göre bu doküman çatışmanın yaşandığı evden çıkmıştı. Hâlbuki Orhan yoldaşın eski bilgisayarının da bulunduğu bir takım eşyalarla birlikte polise teslim ettiği tutanaklarca da belliydi. Mart 2005’te (yani henüz Devrimci Karargâh’ın hazırlık döneminin öncesinde) yayınlanan bu belge “SDP’de olmamızın anlamı üzerine” başlığını taşıyordu. İddianameye de geçen yazıda şunlar yer alıyordu.

SDP Bedreddini Hareket Eğilimi Tarafından Yayınlanmaktadır. SDP’de Olmamızın Anlamı Üzerine: Bedreddini Hareketi’nin kendisini SDP içinde ifade etmesi üzerinden bir ilk değerlendirmeye ihtiyaç duyacak kadar zaman geçtiğini düşünüyoruz. Geçen zaman içinde Bedreddini Hareket militanları kendilerini SDP’deki merkezi ve bazı yerel kurullarda ifade etmeye başladılar. Lafı uzatmadan söylemek gerekiyorsa, ilk izlenim karşılıklı olarak olumludur. Bedreddini Hareket’in SDP’ye bir emek koyduğu, bu emeğin samimi ilişkiler üzerine oturmaya başladığı Bedreddini Hareket açısından politik sonuç alınma potansiyeli olunduğunun görüldüğü ortadadır. SDP merkezi açısından, partiye yeni bir ekibin katılımının prestiji arkaya alınmıştı. Aynı süreçte Odak grubunun ayrılığı düşünüldüğünde bu katılıma SDP merkezi tarafından


verilen değer artmıştır. Bir yoldaşımız MYK’da üç tanesi Parti Meclisi’nde birisi Sosyalist Demokrasi gazetesinde, birisi İstanbul ilde, bazıları Bahçelievler ilçede çalışmaya başlanmışlardır. Yoldaşlarımızın bulundukları tüm bu kurullarda tartışmalara katılımları, bu tartışmaların temel tezlerimiz doğrultusunda anlam ifade etmesi ve SDP’ye değer katması, üzerlerine aldıkları görevleri takip edip sonuçlandırmaları, çalışkanlıkları dikkat çekmiştir. Bu süre zarfında, Sosyalist Demokrasi gazetesinde düzenli yazılarımız çıkmaya başlamış, bir yoldaşımız MYK’ya “işçi sınıfı” üzerine tezler sunmuş, avukat yoldaşımız Denizli’de tutuklanan SDP’li öğrencilerin vekilliğini üstlenerek bu il’e bazı ziyaretler gerçekleştirmiş ve orada toplantılara katılmış, ildeki yoldaşımızın önerisi doğrultusunda Maltepe’de SEKA işçileriyle dayanışma gecesi yapılmış, SDP’nin bulunduğu eylemlere katılım gösterilmiş, “Yeniden Birleşik İşçi Sendikası” planlanması konusunda SDP’nin işçi Bürosuyla ortaklaşılmış. Ekmek Davası gazetesinin SDP kanalındaki mevcut dağıtımının verimli hale getirilmesi konusu değerlendirilmiş, bir üniversiteli yoldaşımızın üzerinden bu okuldaki SDP’lerden bir birim oluşturulmuş ve çalışmaya başlamış, SDP Kadın Konferansına “Ev Eksenli Kadın Emeği” konulu ilgi çekici bir tebliği sunulmuş, Çerkez Sürgünü ’nün yıldönümü konusunda SDP’nin bir etkinlik yapması için öneri sunulmuştur. Bir grubun SDP’ye katılımının parti merkezinde yarattığı olumlu havanın getirdiği iyimserlik payını düştükten sonra dahi katılımımızın SDP’de coşkuyla karşılandığını, bizim açımızdan da değerlendirilmeyi bekleyen bir dinanizm potansiyeli getirdiğini düşünüyoruz. SDP’ye harmanlanma sürecinin ön aşamalarından birisi olabilecek bir kurguya sahip olduğu, bu nedenle kendisini “çatı partisi” olarak tarif ettiği için; Kürt ulusal hareketiyle yakın durma stratejik yaklaşımının, bizim “Kürt devrimi Türkiye devriminin stratejik ortağıdır” stratejik yaklaşımımıza çok yakın düştüğü için: bizim harmanlanma açısından önemli gördüğümüz devrimci gruplarla yanyana durup iş yapmaya özen gösterdiği için gençlik içinde son 2 yılda yarattığı birikimin ÖDP deneyiminin bu parti kadroları ve siyaset yapma biçiminde yarattığı tahribatı giderme potansiyeli taşıdığını tespit ettiğimiz için katıldık. Aradan geçen kısa sürede gördük ki, bu tespitlerimiz doğrudur ve her biri üzerinde çalışılmayı, devrimci irademizi ve emeğimizi beklemektedir. SDP, ÖDP’nin yarattığı liberalizm ikliminden çıkmaya çalışmaktadır. Bu yolda bizim emeğimizin Türkiye devrimci hareketini ileriye taşıyacağını düşünüyoruz. Türkiye devrimci hareketinin bilindik güçsüzlüğü, kadroları ortalama olarak “ideolojik saflık” duygusuyla politika yapmaya itmektedir. Kadrolar nezdinde “Devrimcikomünist duruş” olarak kendisini ifade eden bu pozisyon, çoğu zaman kerameti kendinden menkul bir devrimciliğin hatta reformizmin belirtisi olarak da yorumlanabilir.

Polis, ailesinin teslim ettiği, Orhan yoldaşın eski bilgisayarından çıktığını iddia ettiği bu değerlendirmelerden hareketle “Bedreddini Hareket-SDP” ilişkisine dair kimi sonuçlara ulaştı. Evet, böyle bir ilişki vardı. Şimdi bu ilişkiyi biraz geriye giderek aktarmaya çalışalım. SİP’in 1999 ‘da ciddi bir bölünme yaşadığını belirtmiştik. O bölünmede farklı gruplar vardı. Bunlar SİP’ten tasfiye edildikten sonra kendi aralarında “Sosyalist Birlik Hareketi” adlı çatıyı oluşturdular. Fakat bu gruplar bir müddet sonra dağılmaktan kurtulamadılar. Ayrı bir oluşuma giden gruplardan biri, daha sonra “GERÇEK” dergisi adıyla faaliyet yürüten ve Orhan yoldaşın da öncülüğünü yaptığı gruptu. Kürt özgürlük mücadelesiyle müttefiklik, Anadolu ve Ortadoğu halklarının genel aidiyeti olan islam inancının anlaşılması,


ezilenlerin mirasını sahiplenme ve pratik devrimci yenilenme gibi başlıkları temel perspektifi olan GERÇEK çevresi yalnızca dergi pratiği ile yetinmiyordu. Örneğin işçi sınıfının gittikçe sayısal ağırlığını oluşturan enformel sektör bölüğüne ilişkin geniş saha araştırmaları yapıldı. PTT’de taşeron işçi olarak sefalet koşullarında çalıştırılan işçilerin grevi örgütlendi. Bu grevin belgeseli çekildi. Yine sendikal alanda inşaat işçilerinin örgütlenmesi konusunda çeşitli çabalar oldu. O dönemlerde gelişen F tipi hapishanelere karşı Ölüm Orucu Eylemleri’ne aktif destek verildi. “GERÇEK” çevresi 2004 yılında “Bedreddini Hareket” adını alarak yeni bir süreç başlattı. Belirlenen dört temel mücadele başlığı üzerinden Türkiye devrimin öncü gücünün yaratılabileceği tezini benimseyen Bedreddini Hareket pratiğini buna göre şekillendirdi. Teorik yenilenme, ideolojik yerelleşme, örgütsel harmanlanma ve pratik devrimcileşme şeklinde tasnif edilen bu dört mücadele başlığını daha sonra Devrimci Karargâh da benimseyerek programına aldı. “Devrimci” olmasa da taşıdığı potansiyel, politik yönelimler örtüşmeler ve sergilediği dayanışmaya açık pratik nedeniyle SDP’ye katılma kararı alan Bedreddini Hareket bunu 2005’te pratiğe geçirdi. İşte bu bilgilerden yola çıkarak polis, 27Nisan operasyonunun ardından SDP’yi takibe aldı. Zaten her türlü örgütsel ilişkileri açık olan partiye illegal örgüt muamelesi yaparak mevcut ilişkilerden hareketle Devrimci Karargâh’ı karalamaya yarayacak kimi sonuçlar çıkartmayı umuyordu. Polisin yoğun takibi sonuç veriyordu. Devlet egemenliğine karşı büyük tehdit (!) oluşturan Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP) temsilcileri ile SDP arasındaki bağ deşifre edilmişti. Bunun yanında ayrıca kimi dergi yazarları ve eski bir sendikacıyla Devrimci Karargâh’ın olmayan ilişkisi yakalanmıştı. Fakat bunlardan ziyade polisin hazırlamak için yazıp tutuştuğu senaryoya en uygun malzeme başka bir yerden geldi; Necdet Kılıç’tan… Necdet Kılıç kim miydi? SDP’de çoğunluğu oluşturan geçmişi 1980 öncesine kadar dayanan “Kurtuluş” grubunun eski bir militanıydı. Kılıç, 1980 öncesinde Mersin Tarsus’ta Kurtuluş’un lise çalışmalarını yürütüyordu. Darbeden sonra gözaltına alındı. Dönemin Siyasi Şubesinin başında olan Hanefi Avcı’nın işkence tezgahında 3.5 ay boyunca sorgulandı. Yıllar sonra H. Avcı yaptığı işkenceler dolayısıyla mağdur ettiği kişilerden özür dileyip helallık istedi. N. Kılıç hakkını helal etti. 21 Eylül 2010 operasyonuna dek zaman zaman görüşüyorlardı. Tabii bu arada Necdet Kılıç, Kurtuluş’çu eski yoldaşlarıyla olan irtibatını kopartmamıştı. Örgütlü olmamasına karşın SDP yönetici ve üyeleriyle zaman zaman bir araya geliyordu. Polisin takibi bu ilişkiyi açığa çıkardı. Ne tesadüftür ki yine yanı dönemde H. Avcı “Haliç’te Yaşayan Simonlar: Dün Devlet Bugün Cemaat” kitabını yayınlayarak T.C ‘nin yeniden yapılanmasında etkin rol oynayan Gülen Cemaati’nin çıkarlarına ters bir işe girişmişti. Egemen klikler arasında geçen kavgada herkes kendi cenahından hamle yapıyordu.


Polisin elde ettiğini “bilgi”lerden hareketle cemaat, rakibi olan kliklerin H. Avcı hamlesini boşa çıkarıp onu devre dışı bırakmanın ve aynı zamanda Devrimci Karargah’ı H. Avcı üzerinden itibarsızlaştırmanın fırsatını yakalamıştı. Karar verildi ve komplo için 21 Eylül 2010’da düğmeye basıldı. Önce SDP Genel Başkanı Rıdvan Turan, parti yöneticileri ve üyeleri, TÖP sözcüsü Oğuzhan Kayserilioğlu, yöneticilerinden Tuncay Yılmaz ve Semih Aydın, eski Kurtuluş’çu Necdet Kılıç ve farklı gerekçelerden dolayı Red dergisi yazarı Hakan Soytemiz, Bilim ve Gelecek dergisi editörü Osman Baha Okar ve eski sendikacı Kemal Hamzaoğlu gözaltına alınıp tutuklandılar. Bu uyduruk operasyonun nedenleri üzerine kafa yorarken, asıl amaçlanan şeyin ne olduğu bir hafta sonra netleşti. 28 Eylül 2010’da Hanefi Avcı, Necdet Kılıç’a bilgi aktardığı gerekçesiyle gözaltına alınıp tutuklandı. O da artık bir Devrimci Karargâh “mağduruydu”! Gündem bu gelişmeyle çalkalandı. Bu yeni zırvalara, H. Avcı’nın Devrimci Karargâh ile bağı olduğuna ilişkin yalanlara inanmayanlar çoktu. En başta ideolojik olarak net olan, devrimcilerle işkencecilerin asla yan yana gelemeyeceğini bilen ahlaklı ve namuslu insanlar, devrimciler buna inanmadılar. Akıl, mantık ve vicdan sahibi olanlar buna inanmadılar. Karapropagandayı üretenler inanmadılar; bunlar daha çok inanmış gibi yaptılar. Devrimcilikten korkan ciğersiz, oportünist, liberal zevat buna inanmak istediler. Bütün söylentileri olguları yaratılmak istenen “şaibe” yi doğrulamak üzere bağlantılandırmayı tercih ettiler. Ayrıca kendine devrimci diyen fakat Devrimci Karargâh’ın çıkışı nedeniyle keyifleri bozulan cenah da devletin yalanlarına inanmak istedi. Öyle ya, samimi birçok kadro, içinde debelenilen üçüncü dönem oportünizminden bıkıp usanmıştı, aranış içerisindeydi, bu çürüten karanlığı yırtıp atmaya çalışan devrimcilere sempati besliyordu. Statükoculukla beslenen ve oyalanan örgüt merkezlerinin rahatlıkla izleyebilecekleri bir durum değildi bu. Dolayısıyla hareketimize dönük kirli ithamlar, karalamalar yer yer dolaylıca, yer yer doğrudan ifadelerle sürekli verildi. Gafiller!... Devletin karalama çabalarına soldan omuz vererek atlattıklarını sandıkları karabasan er ya da geç huzurlarını tümden bozacaktı.

Sınav Vakti Devrimcisinden sosyalistine, komünistinden sosyal demokratına–demokratlarına kadar Türkiye solunun geniş bir bölümünün geriye çeken ve boğucu bir statüko hali yaşadığından, devrimci tavır alışlarda aşınmalar yaşandığından bahsetmiştik. Bu statüko halinden kaynaklanan sıkıntılar her sınavda kendini açığa vuruyordu. Devletin baskısına karşı sergilenen tutumlara baktığımızda da bunun örneklerine rastlamak mümkündür. 21 Eylül 2010 operasyonu ve sonrasında yaşananlar bu açıdan da göze batmaktadır. Sol siyaset alanında lafa gelince mangalda kül bırakmayan, yayınlarında koca koca puntolarla “devrim ve devrimcilik”den bahsedenlerin, iş düşman karşısında sınav vermeye geldiğinde nasıl çuvalladıklarına, mahkeme kürsüsünde nasıl ezildiklerine, neredeyse yalvaran bir pozisyon aldıklarına şahit olduk; yaptıklarından dolayı devrimcilik ve sosyalistlik adına bizler utandık. 11 Ağustos 2011’de görülen birleştirilmiş ana dava celsesinde 21 Eylül operasyonu mağdurları ilk defa söz aldılar. Sanıklardan TÖP sözcüsü “35 yıllık sosyalist” (bu onun kendi deyimidir.) Oğuzhan Kayserilioğlu’nun savunması solculuk adına utanç verici bir örnektir.


Bu 35 yıllık sosyalist, mahkeme kürsüsünü düşmanla hesaplaşmak için kullanmak yerine Devrimci Karargâh’ı yargılanmak, düşman karşısında onu boşa düşürmek gibi küstahça bir amaç için kullandı. Devrimcilerin, sosyalistlerin mahkeme kürsülerini nasıl “kullanmaları” gerektiğinin en çarpıcı örneklerini sunmasından dolayı, O. Kayserilioğlu’nun oldukça uzun savunmasından kimi ibretlik örnekler verelim: “…. Kendi görüşlerinden dolayı yargılanmak bizim için aslında hakikaten çok iyi olurdu. Ama hiç alakam olmayan görüşlerine katılmadığım gibi yanlış da bulduğum bir siyasi yapının içinde olmakla yargılanıyorum, aktarıldığı kadarıyla bu örgütün görüşlerine kesinlikle katılmıyorum, teorik bakışını, ideolojisini, politika yapma tarzını, örgütlenme biçimini, silahlı eylem vesairesi merkeze alınarak siyaset yapma biçimini yanlış buluyorum. …Devrimci Karargâh’ın ideolojik paradigmasını doğru bulmuyorum, yanlış buluyorum. Devrimci Karargâh’çı olmama imkan yok, hiçbir şekilde yok ( bizce de buna imkan yok –nb)… Türkiye’de bugünkü siyasi mücadele açık, meşru bir şekilde yapılırsa bir anlam ifade eder. Kitleleri ben bu görüşlerimle gizli ve silahlı mücadeleyi temel alan bir örgüte örgüt diyebileceğimi düşünmüyorum. Ancak açık olan, kendini gösteren meşru bir politika yaparsa anlamı olacağını düşünüyorum…” ve bu eksende devam eden, perpaye bir küstahlıkla dile gelen bir dizi masumiyet beyanı… Buradaki asıl sorun cici sosyalistimizin Devrimci Karargah’ın perspektif ve pratiğini beğenip beğenmemesi değildir; mücadelenin hangi alanlarının meşru ve dolayısıyla hangi alanlarının “gayrı meşru” olduğuna ilişkin düzen içi sınırları işaret eden parlak (!) fikirlerini sol içi ortamlarda polemik konusu yapabilirdi. Esas sorun bu düşüncelerle, devrimcilerin düşmana karşı taarruza geçtikleri bir mevziden hareketle Devrimci Karargâh’a, hatta “devrimci mücadele anlayışına” ateş açılmasıdır. Heyet başkanının müdahalesine karşı O. Kayserilioğlu’nun geliştirdiği refleks de ilginçtir. Savunmasının uzaması dolayısıyla heyet başkanının “toparlayın” uyarısına “ikna olduysanız burada bitireyim” diyen O. Kayserilioğlu böylece yegâne derdinin topukları yağlayıp bir an evvel devrimci ortamdan, hapishaneden çıkmak olduğunu kanıtlamıştı. Oysa devletin, kendisinin Devrimci Karargâh ile bir alakasının olmadığını bildiğini bal gibi biliyordu. Peki, bunu bildiği halde devlet ne istiyordu. Oğuzhan Kayserilioğlu’ndan? Tayyip Erdoğan’ın o günlerde sıkça yaptığı “ terörle aranıza mesafe koyun” çağrısına cevap istiyordu; ” ikrar” istiyordu devlet; gittikçe daraltılan düzeniçi sınırlara riayet edilip edilmeyeceğinin ikrarını istiyordu!... 35 yıllık sosyalist bu ikrarı verdi. “Açık-meşru mücadele“ ifadesi o denli sıklıkla vurgulanıyorduki mahkeme heyetine ( yani devlete) bir nevi “Bakın biz de onların meşruluğuyla ilgili tıpkı sizin gibi düşünüyoruz, meşru olmadıkları konusunda hem fikiriz, sizinle aynı zemindeyiz” mesajı veriyordu. Değil sosyalistliğe, demokratlığa bile yakışmayacak bu tutumu literatürümüzde karşılayacak en hafif tabirler “teslimiyet, yaranma çabası, uzlaşma gayreti” dir….dileğimiz odur ki hiçbir devrimci ve sosyalist, düşmanın karşısında böylesi utandırıcı bir duruma düşmez. SDP bundan geri durur mu? Genel başkanları ve yardımcıları savunmalarında TÖP ile aynı yolu izleyerek “yasal- meşru” zeminde mücadele verdiklerini ısrarla savundular. Peki “yasal-meşru” mücadele verdiklerini bu denli vurgulamanın aynı zamanda “illegal olmanın gayrimeşru olduğu” anlamında yorumlanabileceğini bu deneyimli sosyalistlerin bilmemesine imkan var mı?


Oportünizm dolaylı nitelemeleri tercih eder. Kendi gerçekliğini doğrudan dile getiremeyeceği için bu tarz kurnazlıklarla durumu kurtarmaya çalışır. Kendilerine sorsak, illegal mücadelenin aslında ne kadar meşru olduğu konusunda bizim önümüze geçip bir ton keskin laf ederler. Fakat mesele düşman karşısında konumlanmaya geldiğinde, onun nezdinde temize çıkmanın derdi her şeyin önüne geçer. Sırf bu dert yüzünden yargılama aşamasının ücra köşelerinde duran en ironik noktalar dahi değerlendirilmek istenir. Mesela Orhan yoldaşın SDP’ye dönük eleştiri ve iğnelemelerini5 Rıdvan Turan yaptığı savunmada, örgütsel bağlantılarının olmadığı yönünde kanıt olarak göstermekten çekinmemesi son derece ilginçtir. Devrimcilerle aralarına mesafe koyduklarını, devletin belirlediği güvenli sınırlara riayet edeceklerini ispatlamak için dışarıdaki SDP-TÖP’lüler de boş durmadılar. “Sıra Kimde?” isimli bir inisiyatif kurarak şaşkınlık dolu sorularına cevaplar aradılar. İnisiyatif ara sıra basın açıklamaları yaptı. Bu açıklamalarında küstahlığın dik alası olan “karargâh çuvalı” küfrünü kocaman pankartlara taşımaktan çekinmediler. Çünkü kanıtlamak istedikleri şey devrimciliğe uzak oldukları kadar, tatlı su solculuğuna ne kadar yakın olduklarıydı; devletin kendilerini izlediğini çok iyi biliyorlardı. Onun için tutumlarına “çeki düzen verdiklerini, hizaya girdiklerini kanıtlama derdine düşmüşlerdi. Aynı küstahlık yayınlarında da sürdürüldü. Hareketimizin adını olduğu gibi yazmak bile onlar için büyük bir riskti. Bu riski aklınca ironi yaparak giderebileceğini sanan zavallılar muhatap olduğumuz süreci “fantastik örgüt davası” diye nitelendirdiler. Böylece korkaklık ve seviyesizlik söz konusu olduğunda ne denli biçim değiştirmeye yatkın olduklarını ilan ettiler.

Mahkeme Sürecinde Son 21 Eylül 2010 operasyonunun ardından epeyce uzun bir süre geçti. Bu sırada başka duruşmalar da oldu. Duruşmalarda devrimciliğe yakışmayan görüntülerin oluşmaması için yoldaşlarımız yetersiz de olsa belli bir tavır sergilediler. Hanefi Avcı’nın dosyaya iliştirilmesi komplosuna onun aynı duruşma salonunda devrimcilerle yan yana tutulmak istenmesine karşı tavır aldılar; bunun belli karşılıkları da oldu. Silahı ve illegal mücadelenin meşruluğunu mahkemede tartışma konusu yapan densizlere karşı silahlı mücadelenin meşruluğunu savundular. Koydukları devrimci tavır nedeniyle salondan atıldıkları da oldu duruşmaya katılım yasağı aldıkları da… Kimileri ise mahkemede devrimci tavır sergilemek yerine duvarların dışında olmayı yeğ tuttular. Henüz ilk mahkemede buna uygun tavır takınanlar istedikleri sonuca ulaştılar ve “özgür” kaldılar. Fakat ne acıdır ki üzerimize bulaştırdıkları pislik nedeniyle en ufak bir rahatsızlık emaresi göstermediler. İşin en trajik yanı da budur zaten. Hanefi Avcı’yı hareketimizle bağlantılıymış gibi gösteren akıl, kendi kurduğu ilişki zincirini kendisi bozmuş olmasına rağmen onu halen davada tutmaktadır. “Devrimci Karargâh→SDP→N. Kılıç→H.Avcı 5 SDP’nin o dönemler yayın organı olan Sosyalist Demokrasi” adlı yayın dahil kimi internet sitelerine Orhan yoldaş bazı yazılar gönderiyordu. “Genç Siviller” gibi liboş takımına sitelerinde ve sayfalarında yer ayıran oportünistlerin, devrimci görüşlere sansür uygulamasına Orhan yoldaş itiraz etmiştir. Bu tutumu eleştirmiştir. Rıdvan Turan mahkeme savunmasında Orhan yoldaşın bu eleştirilerini “örgütsel” bir bağın olmadığının ispatı olarak göstermeye çalışmıştır.


seklindeki zincirin normal şartlar altında, SDP ve N. Kılıç’ın tahliyesinin ardından dağılması H. Avcı’nın da dosya dışı kalması gerekiyordu. Fakat öyle olmadı. Sanki H. Avcı, SDP ve N. Kılıç üzerinden hareketimize bulaştırılmamış gibi işkencecinin davada tutulmasına devam edildi. Bu, davanın tamamen siyasi saiklerle yürütüldüğünün, devrimcilerin itibarsızlaştırılmaya çalışıldığının, bu yapılırken de siyasi rakiplerin ekarte edilmek istendiğinin en çarpıcı örneğidir.

BİR OPERASYONUN SİYASİ ANATOMİSİ6 İktidarın alınamadığı koşullarda düzenin dönen çarklarına çomak sokma pratiği hem yeni nizam ve ülke koşulları hem de dış konjonktür ve özellikle bölge konjonktürü, hem Türkiye sol, sosyalist ve devrimci hareketin içinde bulunduğu halet-i ruhiye ve tam da böylesi bir dönemdeki çıkış bir arada düşünüldüğünde çok daha büyük önem kazanmaktadır. Bu anlam, hem Sol Sosyalist cenah ile devrimcilik arasında kopan bağın yeniden tesis edilmeye çalışılmasında, hem Türkiyeli devrimciliğin Kürt Özgürlük Hareketi ile yeniden kardeşlik, yoldaşlık köprüsü kurmasında, hem de devrimciliğin çok daha nitelikli bir eyleyiş tarzıyla tekrar sahneye çıkmasında kendini bulacaktır. Bugüne kadar Devrimci Karargâh’a düzenlediği iddia edilen bütün operasyonlar burjuva medyanın (teşbihte hata olmaz!) mal bulmuş mağribi gibi üzerine atlanılan medya gösterilerine dönüştürülmüştü. Uzun bir dönemdir devlet cenahında yeni bir dönem yaşanıyor ve yeni dönem yaşanırken ve inşa edilirken buna çomak sokacak unsur ya da arızlar istenmiyordu. Zaten değil mi ki devletin bu kadar kendine güven içerisinde yeniden inşa sürecine girmesine cesaret edebilmesinin asıl nedeni, Türkiye devrimci hareketinin yerinde yeller esiyor oluşu [değil midir]? İşte tam da bu nedenden dolayı o cesareti sarsan, başbakanın sinir krizlerine girmesini valilerin emniyet müdürlerinin uykularının kaçmasını ve bugün şans eseri yaşıyor oluşlarını, ordu karargâhının tabelalarının değiştirilmesini, cumhurbaşkanlığı köşkünün çatılarının zırh ile kaplanmasını, cuntacıların az kalmış ömürlerinin kalan kısmının yüksek güvenlikli askeri lojmanlarda geçirmeye mecbur bırakılması kendi TV’lerinin canlı yayınlarına kendileri tarafından sansür uygulanmasını sağlayan iradeye devlet çarçabuk bir hızla ve (iddia ediyoruz ki, İsrail işbirliğiyle) devam eden süreçte komplolarla, siyaseten ve fiziken,- bir bakıma ikisi de aynı şey- yok etme temelinde yönelmedi mi? Devlet cenahını da kısa sürede yaşanan moral bozukluğu ve görece yenilgi durumu elbette ki karşı saldırı ile telafi edilmeye çalışılarak bu karşı devrimci saldırıda komplolarla süslenecekti. Şunu belirtmekte fayda var ki, devrimcilerin devlet karşısında komplolara maruz kalıyor oluşu onların ezilenler nezdindeki olumlu kazanımları apoletler olacaktır. Bu başlangıcı yapanların sözlerinden dolayı onların legal ya da açık alan faaliyetlerini reddettiğini iddia etmek epey bir kolaycılık olacaktır. Ancak onların ne yaptıklarını bilmeyenlerin, görmezden gelenlerin statüko solculuğuna saatlerini kurmuş olanların, süreci kendi lehlerine çevirmek için irade oluşturmayanların ve bunların doğal bir sonucu olarak da devletin iç gerilimlerinde “taraf” pozisyonuna düşenlerin, “Kürt Özgürlük Hareketiyle bağ kuracağım” derken milletvekili olamayışına hayıflananların ve bunda bir “bit yeniği” arayanların oluşturmuş olduğu hangi platformun, açtıkları hangi pankartın, söyledikleri hangi 6

Bir kısmını aktardığımız bu bölüm SDP_TÖP’lülerin tahliye edildiği 11 Ağustos 2011 tarihindeki duruşmaların ardından hapishanedeki yoldaşlarımız tarafından kaleme alındı, alandaki devrimci örgütlerle paylaşıldığı gibi Devrimci cephe sitesinde de yayınlandı. Önemli olduğunu gördüğümüz yazının genişletilmiş II. Bölümüne burada yer veriyoruz.


sözün, hangi yürüyüşlerin ve mitinglerin siyaseten bir hükmü olabilirdi ki? Siyasetin algısını ve saatini, bu psikolojiye ayarlamış olanların tamamen bozuk olan bu temele sağlam ‘çatı’da çatılamaz. TC kurulduğundan beridir bu ülkenin sosyalist ve devrimcileri üzerinde siyaseten ve fiziken ‘yok etme’ politikası yürütülüyor. Bunu yaparken de komplolara başvuruyorlar. Devrimci Karargâh’a düzenlendiği iddia edilen ve daha çok da SDP –TÖP gibi reformist çevreler üzerinden yürütülen operasyon da bunlardan biridir. Yalnız bir farkla! Yukarıda en başından beri anlatmaya çalıştığımız devletin ‘reorganizasyon’ sürecinin özgünlükleriyle… Bu özgün koşuların getirmiş olduğu en önemli sonuç ise, devletin kendisi yenileme çabasıyla, kendisine karşı onların ya da karşıymış gibi görünen unsurların hareket alanına kesin, net ve sert sınırlar çekmesi olmuştur. Devlet, silahlı devrimciliği-başkaldırı geleneğini tarihin çöplüğüne göndermek ve geçmişteki izlerini silmek ya da onun geçmişini çarpıtmak istiyor. Bunu bilmek, bunu anlamak için derin derin analizler yapmaya, koca koca kitaplar okumuş olmaya, parti genel başkanı ya da onun yardımcısı olmaya gerek yok! Bunu bilmek, bunu anlamak için biraz hayat bilgisi dersi almış olmak, biraz da tarih derslerinde ortalamayı tutturmuş olmak yeterlidir. Bu konuda kuşkusu olanlar TC’nin ilk 15-20 yıllık toplum mühendisliği pratiğine bakabilir. Ve o bakış bugünlere rahatlıkla ışık tutabilir. Devlet silahlı devrimcilikte ısrar edenlerin üzerine ısrar ve şiddetle yönelirken demokratik unsurları da zindana atarak terbiye etmek için çabalıyor bunu yaparken de “liberal demokrasi” safsatasını öne çıkartıyor. Statüko sarmalından çıkamayan Sol-Sosyalist hareketin çok büyük kısmı ise liberal tazyikin altından kalkamıyor ve oluşan atmosferde “devlet ve devrimcilik” arasında devlet açısından güvenli sınırlara çekilebiliyor, mücadelede silah kullanmayı ve şiddet gerekliliklerden biri olarak belirleyenleri de tam da TC Başbakanının “terörle aranıza mesafe koyun!” dediği ve bunu bir papağan edasıyla tekrarladığı bir dönemde “tu kaka” ilan edebiliyordu. Bugün gelinen noktada devlet bu memleketin sosyalistlerini öyle bir hale getirmiştir ki, bir yandan kendilerini muhalif olarak tanımlarken diğer yandan da kendilerine devletin operasyon düzenlemesine şaşar hale gelmişlerdir. Bu şaşkınlık halini o kadar öteye götürmüşlerdir ki, kurdukları platformun adını dahi “Sıra Kimde?” koyarak tarih dersinden nasıl çaktıklarını kamuoyu nezdinde ispatlamış, bu şaşkınlık halini o kadar ileri taşımışlardır ki “Sıra kimde?” platformunun yapmış olduğu basın açıklamasında hapishanede tutsakları, mezarda şehidi olan bir örgüte “çuval” nitelemesini yapabilecek kadar ileri gitmişler, düzenledikleri, toplantılarda Devrimci Karargâh’ı “Ergenekon bağlantılı, karanlık bir örgüt” şeklinde niteleme küstahlığını gösterebilmişlerdir. Bugün kendilerine ‘sosyalistim’ diyenler burjuva basına röportaj verirken “ evlerimiz terörist evi gibi basıldı” diyebilmektedirler. Sırf bu aymazlıktan dolayı bile, üzülerek belirtmemiz gerekir ki devlet Türkiye Sol – Sosyalist Hareketi’ne ağır bir hezimet yaşatmıştır. Devletle ciddi bir biçimde ilk karşı karşıya gelişlerinde paçalarını kurtarabilmek için devrimcilere “terörist” nitelemesi yapılması bugün “normal” hale gelmiş, getirilmiştir. Bunun adına da “legal-meşru siyaset” denmiştir. Bugün SDP’nin genel başkan yardımcısı, kendini bilmez bir biçimde kimin ‘gayrimeşru’ olduğunu belirtme ihtiyacı hissetmeden kendi partisinin aylardır “meşruluk” mücadelesi (siz onu yasallık olarak anlayın!) verdiğini utanmadan söyleyebilmektedir. Yine aynı basına ve kamuoyuna yönelik yapılan açıklamada ne “ne yaptığından” ne de “ne dediğinden” bihaber haber olan zat hem I. operasyonda hem de III. operasyonda gözaltına alınıp tutuklanan kişileri devletin önüne yem olarak atmaktan çekinmeyebiliyordu.


Bugün gelinen noktada legal parti kurabilmek için kırk takla atan TÖP’ün muhtemel genel başkanı Ağustos duruşmalarında sadece ve sadece devlete yaranabilmek için silahlı mücadeleyi “eski”, o tarz örgütlenme biçimlerini anlamsız, bunda ısrar edenleri de “inat hareketi” olarak tanımlamaktadır. Oğuzhan Kayserilioğlu daha da ileri giderek tarihsel olarak (Kayserilioğlu’nun bugüne kadar yeryüzünde gerçekleşmiş bütün devrimleri yeniden okumasında fayda var) kapitalizme karşı silahlı mücadele tarzlarının şansı olmadığını yüzü kızarmadan ifade edebilmektedir. Bu ‘ihtiyar delikanlı’ zat-ı muhterem, insanların gençken dünyaya bakışı ile ellili yaşlardaki dünyaya bakışının farklı olduğunu söyleyerek aslında Devrimci Karargah tarzında mücadeleye yönelenlerin gerçekleştirmiş oldukları eylemleri “çoluk çocuk işi” olarak gördüğünü belirtmektedir. Fakat O. Kayserilioğlu Devrimci Karargâh’ı özellikle yönetsel mekanizmalarında yer alanların yaş ortalamasını duyduğunda ve şu anda ne işlerle iştigal olduklarını öğrendiğinde dudaklarının uçuklayacağına eminiz. 50’li yaşlara gelmiş, mücadelede çok şey görüp geçirmiş olduğunu iftiharla düşman karşısında ilan eden bu bay, gizli ve silahlı mücadeleyi temel alan bir örgüte örgüt demeyerek “legal - meşru” kavramlarını sırf paçasını kurtarabilmek için düşmanın karşısında “gayrı meşru” ilan edebiliyordu. Bugün “sol - sosyalist” diyebileceğimiz gazetelerde bu dava ile ilgili yayınlarahaberlere sansür uygulanmaya çalışılıyor. Tekzipler yayınlanabiliyor. Biraz devletten biraz da kendi korkularından kendilerini hapsettikleri bu siyaset alanından çıkamayanların komplonun başlangıcının Orhan YILMAZKAYA’nın polisle girdiği çatışmada şehit düşmesiyle başlamış olduğunu görebilmeleri galiba tesadüflere kalan bir olgu olarak ortaya çıkıyordu. Orhan yoldaşın infazı ile ilgili basın açıklaması yapmaya cesaret edebilen ve bunu kamuoyuna ve mahkemeye övünçle anlatabilme yeteneğine sahip olanların, bunun önderliğini üstlenen arkadaşların bu önemli olguyu atlamış olmaları garip bir paradokstur. Bugün bu ülkede bir tercih olarak işkenceci eski bir polis şefinin eski icraatlarını mahkeme mahkeme dolaşarak anlatmasının memleket açısından hayırlara vesile olabileceğini ve sırf bu yüzden mahkemelerde “itidalli” olunması gerektiğini salık verenler var! Sanki bugüne kadar anlatmamış gibi, sanki bugüne kadar anlattıklarının ve anlatacaklarının sınırlarının çıkartmış olduğu kitabın hacmini aşmasının imkânsız olduğunu bizler bilmiyormuşuz gibi. “Akıllı” sosyalistlerimiz, bu eski işkenceci polis şefinden eski icraatlarını mahkemelerde ifşa etmesini bekleyedursun devletin iktidar partisi onu kendi liberal demokrasi safsatasına ya da yeni nizamın inşa sürecine payanda yapmıştı bile! Bugün Türkiye Sol - Sosyalist Hareketi’nde 40 yıllık gelinen aşamasında pragmatizm almış başını gitmiş, “siper yoldaşlığı” cümlesinin içeriği boşaltılmış, ahlaken ve kültürel olarak yozlaşma, bir “bayağı” laşma hali verili süreçte ortaya çıkan kadro tipolojilerinin hücrelerini de büyük ölçüde teslim almıştır. Kişiler, genel olarak yaratılan kolektif değerlerin önüne geçirilmiş, bir yandan kendilerine “devrimci” payesi biçerlerken, diğer yandan da gerçek manasıyla devrimcilik ile, ortaya çıkan olay ve olguları değerlendirme, bunu analiz etme hali birbirine “eşdeğer” tutulmuş kısaca bir tür “ tribün solculuğu” peydah olmuştur. Beyoğlu kafelerinde bu işlerin nasıl olabileceğine dair fikir verenler, bu konularda vaaz vermekten çekinmeyenler, söyledikleri doğruları hayata geçirme iradesi gösteremeyenler, o iradeyi gösterebilenlerin açtıkları siyaset alanında cambazlık yapmaya kalkmaktadırlar. Bilinmelidir ki, o cambazlığın yapılmaya çalışıldığı ip tahmin ettiklerinden daha fazla incedir. O ipte oynamak ustalık ister. Ve özellikle tüm Devrimci Karargâh operasyonlarından sonra alınan tavırlar ve konumlanışlar göz önünde bulundurulduğunda “cici sosyalistler” kendilerini devrimci sananlar tamamen sınıfta kalmışlardır. Açılan bu siyaset alanına kendilerini sunmaya çalışan cambazlar vitrine de geçmişte yaşadıkları işkence maceralarını sunmaktalar. Bugün


herhalde geçmişte işkencede direnmeleri karşılığında devrim mücadelesinden madalya bekleyenler var, artık! Hem de direnmelerinin bir görev olduğu unutmuş olarak! Devrimci Karargâh militanları hakkında “bunlar bekçi düğmesi bile kopartamaz, bir atımlık barut bunlar” laflarını söylemiş olmanın nedametini getirmek için de güzelleme yazıları yazmayı tek kurtuluş yolu olarak görmek eski köye yeni adet getirmenin aracı olarak öne çıkartılmaktadır. Bugün böylesine bir ortamda bizler TSH’nin Kürt Özgürlük Hareketi ile ittifak yapma, birlikte mücadele hattı oluşturma niyetiyle ilişkilenen bölüklerinin bir kısmının yarın öbür gün Türkiye metropollerinde Kürt Halkına karşı geliştirilebilecek herhangi bir kitlesel yönelimde ya da yargısız infazların yaşanması gibi çok daha sert bir konjonktürde pratiğe girilmesi karşılığında var olan bu siyasal konumlanış ve liberal halet- ı ruhiye ile “ siper yoldaşlığı” deyiminin hakkını verebileceğine dair çok ciddi şüpheler taşıdığımızı üzülerek belirtmek durumundayız. Ve sona gelirken; Sözlerimiz, bir örgütün mezarda şehidi, hapishanede tutsakları bulunmasına rağmen, “Kurtlar Vadisi” dizisinin estirmiş olduğu “komplovari” beyinleri teslim alma operasyonuna beyaz bayrak çekmiş olanlara… Sözlerimiz ezen devletin şiddetine karşı ezilenlerin şiddetini meşru görmeye, liberalizasyon hamlesine ve bunlardan dolayı açılan “ara alan”a teşne olanlara… Bunun “dönemsel bir taktik” olduğunu dillendirmeye çalışan zevatın gülünç hallerine… Sözlerimiz, milletvekili adayı olamayınca, hapishaneden çıktığında verdiği ilk röportajda “Kürtlerle karşılıksız aşk yaşıyoruz galiba” diyen densizlere… Çağrımız ve selamımız “eski” nin bağrında ondan keskin ve tavizsiz kopan, bunun için çaba harcayan saatlerini buna göre kuran, bunu yaparken yenilenen, yenilenirken bir dönem açan, yol bulan, bulamadığında da o yolu açma iradesi ve cesaretini gösteren, bunun için bedel ödeyen, ödediği bedel için hayıflanmayan, yani her daim aşklarını karşılıksız yaşayanlara… Ve her şeyden önemlisi de tıpkı Mahir Çayan’ın yıllar önce söylediği gibi: “Aynılar aynı yere, ayrılar ayrı yere” 21 Mart 2012

*** Sonuç itibariyle SDP ve TÖP’lüler muratlarına erdiler. 21 Eylül 2010 operasyonunda göz altına alınıp tutuklananların çoğu ilk mahkemede, geriye kalanlar ise sonraki duruşmalarda tahliye edildiler. (ki doğru olan da buydu). Bir kişi haricinde…. H.Avcı ile başbaşa kaldık. Aradan geçen bunca zamana rağmen H. Avcı bu davada tutulmaya devam ediliyor. Komploya maruz kaldıklarını her fırsatta bas bas bağıranların neden oldukları bu utanç peşlerini bırakmayacak ve her seferinde karşılarına dikilecektir.

e) 6 Aralık 2011 Operasyonu TC Tarihinde Bir İlk Olarak MİT’in Davaya Müdahil Edilmesi Yasal - açık alan mücadelesi yürüten Kürt yurtseverlerine KCK operasyonları düzenleyerek onları devre dışı bırakmaya çalışan devlet, sol-sosyalist açık alan faaliyet yürütenleri de


Devrimci Karargâh davalarına bağlayarak sindirmenin derdine düşmüştür. SDP-TÖP operasyonu üzerinden gösterdiği sopayla yasal, sol-sosyalist alana uyarıcı etkisi yüksek bir sınır çizgisi çekmişti. Belli oranda bunun karşılığını da aldı. Stratejik düzeyde uygulanması gereken politik şiddetin geriye çekilişi legal siyasete dönük solun ilgi ve eğiliminin artması, sokaklardaki ürkek protestoculuğun “sağduyulu–itidalli” solculuğu ağırlık kazanması yine bu döneme denk gelir. Fakat devletin işine gelen bu tarz etkisiz solculuğun dışında kalan, çekilen sınırları tanımayan Devrimci Karargâh “çok tehlikeli bir örgüt “ (Eski İstanbul Emniyet Müdürü Celaleddin Cerrah’ın beyanıdır) olduğundan, bir an için bile olsa kafasının kaldırılmasına izin verilmemeliydi. Dolasıyla polis, birilerinin Devrimci Karargâh ile bağlantılı olduğuna kanaat getirdiği an ilk fırsatta onlara müdahale etmeye koşullanmıştı. Bu noktada devletin en çok üzerinde durduğu şey “ Devrimci Cephe” adlı sosyalist dergi oldu. Devrimci Karargâh’ın yasal zemindeki uzantısı olduğu ve onun propagandasını yaptığı gerekçesiyle Devrimci Cephe dergisi bir süredir polisin takibi altındaydı. Zaten 30 Temmuz 2011’de MÜSİAD’a yönelik yaptığımız sabotaj eyleminin faili olarak tutsak düşen Okan Duman, daha önceleri Devrimci Cephe dergisi yazı işleri müdürü olarak göründüğünden dolayı bu durum polisin Devrimci Karargâh üzerine yoğunlaşmasına vesile olmuştu. Devrimci Karargâh’ın buradan hareketle örgütleneceğini düşünen devlet, devrimci sosyalist bir çizgide yayın yapmaya çalışan Devrimci Cephe dergisi çalışanlarını boğmak maksadıyla bu çalışmada yer alanlara, dergi okurlarına ve alakasız daha bir dizi insana operasyon düzenledi. 6 Aralık 2011’de gerçekleşen operasyonda Devrim Cephe dergi çalışanı ve okurlarının yani sıra (Volkan Karakuş, Deniz Küçükburun, Şenay Küçükburun, Vedat Yıldız, Tamer Taş, bayram Akdoğdu…) Türkiye Gerçeği yazarı Mehmet Güneş, Toplumsal Dayanışma Ağı Derneği üyesi Ersin Sarıçam dahil toplam 14 kişi gözaltılar sonrası tutuklandılar. Paranoyaklıkla karışık fütursuzluk bu operasyon özelinde de devam etti. Dava iddianamelerinde ve polis fezlekelerinde hareketimizin askeri kanat sorumlusu olarak gösterilen, fakat gerçekte Devrimci Cephe dergisi yazarı ve editörü olan, yurtdışında yaşayan Şemdin Şimşir’ın kardeşi Gülseren Poyraz da tutuklananlar arasındaydı. Polisin, onun hakkındaki şüphesini açığa vurduğu sorusu ilginçti: “Kardeşiniz Şemdin Şimşir ile neden görüşüyorsunuz?...” Neticede tutuklamalar çevre halkayı da kapsayacak şekilde genişletilmiş, en alakasız insanlar da tutuklanmıştı. Tutuklananların hareketimizle ilişkilendirilmesine delil olarak sunulanların diğer operasyondakiler kadar boş, temelsiz ve soyut olması yeni bir karalama girişiminin belirtileriydi. Hareketimiz bu defa da, tıpkı devleti geçmişte zorlamış bir çok devrimci yapının defalarca maruz kaldığı bir saldırı-hakaret biçimi olan “uyuşturucu” vb kirli mafyatik pisliklere bulaşmış gibi gösterilmeye çalışıldı. Fakat iddialar o denli zorlamaydı ki, bunu kamuoyunda işleme tenezzülünde bile bulunmadılar. Öte yandan, aynen önceki operasyonlarda ve başka siyasi davalarda olduğu gibi, tutuklananların suçluluğuna kanıt oluşturduğu gerekçesiyle öne sürülen “deliller” de hayli dikkat çekiciydi. Newroz’a katılmak, gitar dersi almak, devrimci önderlerin yazı ve resimlerini bilgisayarda bulundurmak, Devrimci Karargâh dava tutsaklarının mahkemelerine izleyici olarak gitmek, vb. bir yığın “tehlike”(!) arzeden nokta acar Türk polisi ve savcısının gözünden kaçmamıştı; hazırlanan iddianame bu açıdan da kusursuzdu.


Buradan konuyu ilerletmeden önce bir adım geriye giderek operasyonun “gözaltıSiyasi Şube” aşamasına ilişkin de birkaç şey söylememiz gerekiyor. Gözaltında olanları zor durumda bırakmak üzere yeni bir yöntem geliştiren siyasi polis son olarak işbirlikçi avukat numarasıyla tuzak kurmaya başladı. Gözaltında kendisinden koz alabileceğini düşündüğü şahıslara işbirlikçi avukatları göndererek şansların denemektedir. Bizim özelimizde ise Serkan Keleş aldı işbirlikçi bir polis avukatı gözaltı sürecinde devreye girdi. Gözaltına alınan birkaç kişinin tecrübesizliği ve deneyimli olanların da çekingen, duyarsız yahut “dalgın” yaklaşımları nedeniyle birkaç kişi polisi tuzağına düştü. Polis “bu avukatı baro gönderdi, avukatlarınız parayı az bulduğu için size bakmaktan vazgeçtiler” diyerek yeni numarasını “okuttu!” Neticede tuzağa düşenler polisin hazırladığı ifade tutanaklarını işbirlikçi avukatın yönlendirmesiyle okumadan imzaladılar. Tutanaklarda, elbetteki “suçluluk” ifadeleri vardı…

İddianame Ve Bir ilk: 6 Aralık 2011 tarihinde gözaltına alınıp tutuklanan 14 kişi için hazırlanan iddianame yaklaşık 4 ay sonra 28 Mart 2012 tarihinde mahkemece kabul edilerek ana dava ile birleştirildi. Fakat bunda bir fark vardı; son iddianamede TC hukuk tarihinde bir ilke daha imza atıldı. Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) hareketimiz hakkında güya uzun süredir üzerinde çalıştığı detaylı ve kapsamlı bir rapor (siz buna “fişleme” deyin) hazırlanmıştı. Bu raporda hareketimizle uzaktan yakından alakası olmayan birçoğu eski Kıvılcımlı geleneğinden gelen Devrimci Sol davasından gelen fişlenmiş kişiler, onlarca insan hareketimizin hiyerarşisinde tanımlı görevler alıyorlarmış gibi sunulmuştu. Oysa kolaj yöntemiyle oluşturulduğu belli olan rapordaki verilere detaylı bir aramadan ziyade yüzeysel bir arşiv çalışmasıyla ulaşıldığı bariz biçimde ortadaydı. İşte 9. Ağır Ceza Mahkemesi (ana davaya bakan İstanbul’daki mahkeme) MİT’in hazırladığı bu raporu “delil” olarak kullanmak gibi kendi yazılı yasalarına bile ters olan pervasızlığa imza atmaktan kendisini alamadı. Üstelik bu raporun her sayfasının altında iri puntolarla “istihbarı nitelikte olan bu bilgiler hukuki bir delil olarak kullanılmaz” diye belirtilmesine rağmen… Bu, usulen yapılmış bir “hukuki hata”nın ötesinde anlamlar taşıyan bir yönelimdi. Bir dizi sebebin yanında Mit raporu üzerinden asıl amaçlanan şey: 1) Devrimci Karargâh’ı kriminalize ederek onu “şaibeli” göstererek sol- sosyalist ortamda itibarsızlaştırmak, yalnızlaştırmak. 2)

Hareketimizle bağlantılı olduğunu düşündüğü kesimleri darbeleyerek etkisiz kılmak;

3) Sol-sosyalist kesimlere yönelik olarak da nerede durmaları gerektiğini tekrar tekrar hatırlatmaktı.

Bir İtirafçı Olarak Murat Şahin’in Hikâyesi


Bu 4. dalga operasyonunda gözaltına alınıp tutuklananlar arasında bir de Murat Şahin adlı sorunlu bir şahsiyet vardı. M. Şahin siyasi polisteki anlatımına göre Avrupa’da yaşayan (daha ziyade İsviçre’de yaşayan) öncesinde Maoist Komunist Parti (MKP), 2010 sonrasında ise Devrimci Karargah aleyhine hareket ederek T.C devletine “içeriden” bilgi aktaran, MİT’e bağlı çalışan bir elemandı. Hareketimizin güya Avrupa ve Anadolu çalışmaları arasındaki koordinasyonu sağlayan kuryeydi. Ayrıca MİT’e Avrupa’da yaşayan farklı devrimci kurum çalışanları hakkında bilgiler vermişti. M. Şahin sorguda siyasi polisin de yönlendirmesiyle Devrimci Cephe dergi çalışanları aleyhinde ifade verdi; bazılarının tutsaklık yaşamlarında birinci dereceden rol oynadı. F Tipi hapishanedeki tutukluluğunun sekizinci gününde, MİT’e Başbakanın sağladığı koruma kalkanı sayesinde serbest kaldı. Güya o, kadrolu bir MİT elemanıydı: ama gerçekte Mit’in kullanıp kenara attığı kirlenmiş bir peçeteden ibaretti. Deşifre olduğu için artık işe yaramazdı. Operasyonun ardından 1 yıl geçmişti ve Avrupa’ya döndüğünde Mit tarafından ortada bırakıldığını hissetti; kendi deyimiyle “devrimci adalete” sığındı. Devrimciler tarafından sorgulanan7 M.Şahin devletin, kendisi üzerinden tezgahlamaya çalıştığı kirli hesapları, Kürt hareketine ilişkin tasarlanan komplolar, Paris’te katledilen 3 Kürt kadın devrimcisinin tetikçisi olarak Fransız polisince tutuklanan Ömer Güney’e ilişkin bildiklerini anlattı. Yaptığı açıklamalar Avrupa’da yayın yapan Özgür Politika dergisi ve Nuçe TV’de de yayınlandı. Böylece MİT’in devrimcilere karşı kullanmak istediği bomba kendi elinde patlamış oldu. Şimdi, devrimci örgütlerin Murat şahin’i sorgulamalarıyla ilgili olarak 1 Mart 2013 tarihli haftalık sosyalist gazete Atılım’da çıkan haberi konunun önemi nedeniyle buraya aktarıyoruz.

Devrimci Örgütler MİT’çi Murat Şahin’i Sorguladı TKP/ML İsviçre Örgütü, MLKP İsviçre Yönetimi ve Devrimci Karargah İsviçre Örgütü, Paris Katliamıyla yeniden gündeme gelen Mit’çi Murat Şahin ile ilgili yazılı bir açıklama yaptı. MİT’çi M. Şahin’i sorgulayan devrimci örgütler, elde ettikleri bazı bilgileri kamuoyuyla paylaştı. Buna göre M. Şahin gönüllü olarak MİT’e çalıştı. Bu çalışmayı önce Zürih Konsolosluğu’nda görevli “Mutlu” adlı kişiyle, daha sonra Bern Konsolosluğunda görevli Ali Doğan ile yürüttü. MİT, M. Şahin’den devrimci- demokratik kurumlara gidip gelmesini, kendisine gösterilen fotoğraflardan kimlik tespiti yapmasını, ayrıca örgüt üyesi ya da “yöneticisi” olduğu iddia edilen kişiler hakkında bilgi toplanmasını istedi. Ankara’ya çağrıldığını anlatan M.Şahin, “Teyze” diye bilenen Mit görevlisiyle görüştüğünü, bu görüşmede kendisine “Devrimci Karargah yöneticileri olduğu iddiasıyla fotoğraflar gösterildiği ve bunlardan iki kişinin önemli ve kendileri açısından mutlaka ele geçmesi ya da etkisiz hale getirilmesi gerektiği” nin söylendiğini anlattı. Kendisine Cengizhan filmindeki “kelle uçurma” sahnesi seyrettirilerek, söz konusu iki kişinin adının verildiği ve 7 Devrimci Karargâh, TKP/ML ve MLKP’nin İsviçre örgütleri M. Şahin’i sorguladılar. Bu sorgulamaya ilişkin 1 Mart 2013 tarihli haftalık sosyalist gazete olan Atılım’da bir haber çıktı. İlerleyen sayfalarda bu habere olduğu gibi yer vereceğiz.


“Düşün sen de onların kellesini böyle uçuruyorsun” denildiğini söyledi. Üst düzey yöneticilerin infazı için kendisine 100-150 bin Euro verileceğini söylediğini belirten M.Şahin Ankara’daki görüşmede Paris Katliamın zanlısı olarak tutuklanan Ömer Güney’in fotoğrafının gösterilerek tanıyıp tanımadığının sorulduğunu, tanımadığını söyleyince ”Bu, Paris elemanı, bu Heval oluyor” denildiğini aktardı. Şahin, Mit tarafından ortada bırakılmasaydı çalışmayı sürdüreceğini ancak ortada bırakıldığı için kullanıldığı duygusuna kapıldığını, pişmanlık duyduğunu ve devrimci örgütlerin adaletine sığındığını söyledi.

Egemen sınıfların ajanlaştırma ve devrimci örgütlere ajanlarını sızdırma çabalarının geçmişten bu yana sürdüğünü hatırlatan TKP/ML, MLKP ve Devrimci Karargâh’ın İsviçre örgütleri, “Ulusal ve devrimci hareketlerin tarihinde böylesi örneklere rastlamak mümkündür. Lakin devrimci ve ulusal hareketlerin mücadele tarihi göstermiştir ki, düşmanın bu tür sızmaları kimi kayıplara yol açsa da devrimci hareketin yürüyüşünü ve gelişimini engelleyememiştir, engelleyemez. Keza biz gücümüzü tarihsel haklılığımızdan ve ezilen halkımızın özgürlük güçlerine olan derin bağlılığımızdan alıyoruz” dedi. Erdoğan’ın eliyle yürürlüğe sokulan “entegre strateji” konusunda devrimci demokratik kamuoyunu uyarmak ve buna karşı bir tavır geliştirmenin gereğine dikkat çekmek için söz konusu açıklamayı yapma ihtiyacı hissettiklerini belirten 3 örgüt, şunları kaydetti. “Entegre stratejinin tarif ve kapsamı iki yönlü taktik üzerinde ortaya çıkmaktadır. Demagoji ve yalan ile oyalama, imha sürecinde derinleşme. Bunlar TC’nin yeni dönemde eksi politikalarının cilalanmış bir isimle yeniden ortaya sürülmesinden başka bir özellik taşımıyor. Somutta AKP ve RTE, bir tarafta “İmralı Süreci” adı altında Abdullah Öcalan’ı merkez alan bir barış ve demokrasi perdesi arkasında Kürt Halk dinamiğini etkisiz ve hareketsiz kılmaya çalışırken diğer tarafta, Paris suikasti, gerillaya yönelik imha operasyonları ve Kandil bombardımanlarıyla Kürt özgürlük hareketine karşı psikolojik üstünlük kurmaya yöneliyor.” “Entegre Strateji”nin imha planının sadece Kürtlerle sınırlı olmadığının altı çizilen açıklamada. “Avrupa’daki Türkiye nüfusunun oluşturduğu bütün demokratik örgütlenmeler ‘terörün mali kaynağı’ kapsamında hedef alınırken, Avrupa’daki sürgün devrimciler ise ‘ellerini kollarını sallayarak dolaşamayacaklar’ söylemiyle doğrudan tehdit edilmektedirler. RTE, Avrupa’daki sürgün devrimcilere yönelik imha emrini ‘Paris olayları yakında Almanya’da da görülür’ şekildeki ifadesiyle net bir şekilde verdiği gibi ‘teröre gösterilen müsamaha noktasında da hiç tahammülümüz kalmamıştır’ sözleriyle bunun TC’nin resmi kurumsal bir politikası olduğunu ilan etmiş bulunmaktadır” denildi. *** Tabii bu arada mahkemeler devam ediyordu. Tutsaklar savunmalarında Mit raporunu teşhir ederek M. Şahin’in aleyhlerindeki beyanlarına karşı çıktılar. Mahkemeden Mit’e yazı yazılmasını, M. Şahin ile olan münasebetlerinin (ajan mı, muhbir mi, kadrolu mu, vb) tanımlanmasını istediler. Bu talep mahkemece henüz karşılanmadı. Fakat M. Şahin’in Avrupa’da devrimcilerce sorgulanmasının ardından MİT köşeye sıkıştı. İki ucu pis bir değnek MİT’in elindeydi. Ya M. Şahi’in kendi adamları olduğunu söyleyerek onun beyanlarının arkasında duracaktı (ki bu aynı zamanda M. Şahin’in devrimcilere yaptığı itirafların Mit tarafından bir nevi “tasdiki” anlamına gelirdi) ya da M. Şahin’i tanımazlıktan gelerek Paris’te yaşandığı giib devrimcilerin katledilmelerine ilişkin üzerine yapışan “olağan şüpheli” etiketinden sıyrılacaktı (ki bu durumda ise, MİT’in ve M. Şahin’in Devrimci Karargah soruşturmalarında mahkemeyi


etkileyen beyanları güvenirliğini yitirecekti. Fakat bu o kadar dert değildi; nasıl olsa mahkemelerin kanaatlerle işleyen niteliği sayesinde zaten amaç hasıl olmuştu!..) Öte yandan başka bir noktanın da burada vurgulanmasında yarar var. Mit ve M.Şahin meselesi bir yana son dalga operasyonlarda tutuklananların mahkemelerdeki devrimci duruşlarının altı mutlaka çizilmelidir. Önceki SDP- TÖP savunması ne kadar “ hiza tanıyan” bir çizgiyi temsil ittiyse, Devrimci Cephe dergisi özelindeki genel savunmalar da bir o kadar “hizayı takmayan” savunma çizgisi olarak dikkat çekti. Önceki savunma ne kadar “yasallık ve meşruluk”denklemine sığındıysa, son savunma bir o kadar “devrimci meşruiyet” i esas aldı. Önceki savunma ne kadar ezik bir görüntü verdiyse, son savunma da bir o kadar cüretliydi. Önceki savunma ne kadar “suçsuzluk ispatı” na dayalı “yargılanan” bir savunmaya kilitlediyse, son savunma o denli “ yargılayan” bir dili benimsemişti. Yani önceki savunma ne kadar “savunma” idiyse, son savunma bir o kadar “saldırı” ruhunu kuşanmıştı. Tahliye olmayı değil, düşmanın fütursuz saldırılarına göğüs gererek öne atılmayı bu uğurda birkaç ay fazladan yatmayı önemsemeyen devrimci sorumluluk duygusu son savunmalara damgasını vurdu. Hem de gencecik “ dergi çalışanlarının” 35 yıllık sosyalistleri, parti genel başkanı ve yardımcılarını utandıracak denli başı dim dik bir savunmayla vurulmuştu, bu damga. Özellikle Devrimci Cephe dergisi çalışanı Volkan Karakuş’un ilk mahkemede yaptığı savunma bu açıdan örnek bir nitelikteydi. Yine dergi çalışanlarına “yardımcı olması” gerekçe gösterilerek Devrimci Karargâh’a üye olmaktan tutuklanan Vedat Yıldız da devletin hukuk eliyle devrimcileri marjinalize etme saldırısına onurluca göğüs gerdi. “bizden sosyalist olmamamızı, hiçbir şeyi sorgulamamazı, koyun olmamızı bekliyorsunuz. Olmayacağız!...” diyerek dayatılan yozlaşmaya karşı çıktı. Keza Türkiye Gerçeği dergisi yazarı Mehmet Güneş’in savunmasını da anmak gerekir. Bu savunma aslında sosyalistlerin-devrimcilerin mahkemelerde nasıl duruş sergilemeleri gerektiğine ilişkin “ders” niteliğindeydi. Böylece düşman saldırısını devrimci bir tavırla karşıladı. Bazılarının ‘Devrimci Karagah’la alakam yoktur, aman bize dokunmayın!” türlü kapıldıkları liberal, reformist kaygılara tamah etmedi; “savunma” yapmayı kendisi için hakaret olarak gördüğü devrimci çizgiyi coşkulu bir şekilde işledi. Birilerinin (hatta her sosyalistin- devrimcinin) bu savunmaları incelemesinde fayda olduğunu düşünüyoruz. Bu nedenle Volkan Karakuş’un Ağustos 2012 tarihli duruşmada yaptığı savunmayı aşağıya aktarıyoruz: 9 AĞIR CEZA MAHKEMESİNE İSTANBUL Esasa ilişkin savunmama geçmeden evvel Ankara Bahçelievler’de Türkiye İşçi Partisi üyesi 7 sosyalisti katledenlerden Ünal Osmanağaoğlu ve Bünyamin Adanalı adlı faşist katilleri 1 ay önce salıveren “yüce” TC adaletini kınıyor, katledilen kardeşlerimizi saygıyla andığımızı belirtmek istiyorum. Bu örnek de bizlere göstermiştir ki devrimcileri, emekçileri, halkı katleden faşist sürülerden bu kirli düzen değil, sadece devrimciler ve emekçi halk hesap sorabilir.


Ayrıca, demokratik ölçülerin yasalara ve hayata geçmesi bahsinde hala TC faşizminden medet umanlar varsa, bu tahliye örneğinin kulaklarına küpe, hafızalarına da çarpıcı bir veri olmasını tavsiye ederiz. Ben Devrim ve Sosyalizm düşüncesini inanç boyutuyla da sahiplenen bir insanım. Devrimci kültürü benimseyen her insan gibi benim de temel ahlaki değerlerim, kabul ve red ölçülerim vardır. Bu değerler yüzyıllar öncesinden, yani köleci düzene karşı isyan eden Spartaküslerden günümüze dek egemene karşı mücadele verenlerce ağır bedeller ödenerek oluşturulmuştur. Dolayısıyla bu değer ve ölçüleri korumak bunlara dönük saldırılara gereken cevabı vermek en doğal sorumluluğumuzdur. Bu sorumluluğu yerine getirmek için örgütlü olmak da gerekmez. Devlet, egemenliği boyunca ezilenlere karşı hiçbir zaman sadece fiziksel şiddete başvurmamıştır. Aynı zamanda ezilenlerin büyüterek günümüze taşıdığı devrimci değerlere, maneviyata saldırmayı da hiç ihmal etmemiştir. Özellikle günümüzde en uygun bir şekilde yaptığı iftira ve kara çalma faaliyetleri tam da bu amaç içindir. Yani yaratılan kültürü iğdiş etmek ve kendi karakterine has ahlaksızlıklarla devrimcilerin itibarını zedelemek için yalanlardan, iftiralardan hiçbir zaman imtina etmemiştir. Bu kirli ve ahlak dışı saldırılara siyasi polis sorgusunda bizde maruz kaldık. Sorgu bahanesiyle itham edilen çirkinliklerin adını dahi anmak istemiyorum. Ruhundaki kartvizitte “her türlü ahlaksızlık itina ile yapılır” diye yazan polis teşkilatının siyasi sorgu birimleri devrimcilerin güya kirli işlere bulaştıkları yalanını atıyor. Kendi yalanlarına inanıp inanmadıkları umurumda bile değil. Fakat onların hayasız iftiralarını yanıtlama hakkımı burada kullanmak istiyorum. Eskiden beri yürüttükleri fiziki işkence ile ifade alma tekniklerini devrimci değerlerimize saldırarak, yani psikolojik boyuta taşıyarak zenginleştirmişler, mercimek kadar akıllarıyla bizi kışkırtıp sözüm ona ağızımızdan laf alacak zavallılar!... Narkotik birimlerin kendi meslektaşlarına düzenledikleri operasyonlardan tanırız polisleri. Uyuşturucunun her çeşidinin dağıtımından sevkiyatından onlar iyi anlar. Dahası, uyuşturucu bu devlet için her zaman bir finans kaynağı olarak ele alınıp değerlendirilmiştir. Kürt halkına, Alevilere ve devrimcilere karşı tertiplenen her türlü kontra faaliyetinin uyuşturucuyla finanse edildiği gerçeğini artık bilmeyen kalmamıştır. Uyuşturucu ile içten bir bağımlılık ilişkisi bu devletin siciline kazınmıştır. Bu belayı topluma yayan da yine kendisidir. Toplumu, güya kutsal olan çıkarı doğrultusunda yönlendirmek için bazen onun zihnini şovenizm zehriyle bazen de eroin, esrar, vb zehirlerle uyuşturan sizin devletinizdir. Özellikle 1970’lerden beridir sol-sosyalist ideoloji ve örgütlenmelerin yaygın olduğu bölgelerde bu kültürü kurabilmek için devlet, sistemli bir şekilde uyuşturucu çetelerini besleyip kollamaktadır. Buna karşın yerelliklerde bu mafyoz tiplerle mücadele eden sadece devrimciler ve sosyalistler olmuştur. Ayrıca yeri gelişmişken söylemeliyim: Devletin uyuşturucuya karşı mücadele verdiğini ilan eden haber ve görüntüler gerçeği perdelemek içindir. Devletin yaptığı şey, kendi kontrolü dışına çıkan mafyatik ilişkilere çeki-düzen verme ve piyasayı kendi kontrolünde tutma çabasıdır. Yaptığı operasyonlar sadece buz dağının görünen kısmına dairdir. Bir de başka iftira var ki, karşılığında kitap dolusu argümanlar geliştirmek bile yetmez. O nedenle şimdilik birkaç cümleyle yetineceğim.


Erkek ve kadın bedeni üzerinden yürütülen her türlü yoz kültür, devletinizde işlettiği asalak sınıfların egemen olduğu sisteme ait bir özelliktir. Bu devletin yasa koyucuları kadın bedeninin pazarlandığı, insanların düşkünleştirildiği genelevlerin faaliyet gösterebileceği yasal zemini sunarlar. Bu mekanlara işletme ruhsatı verip resmileştiren, vergiler toplayan, yani bir nevi genelevlerin ortağı olan bu devlettir. Zaman zaman buralardan öyle yüksek gelirler elde ederler ki genelev patroniçelerini ödüllerle onurlandırırlar. Yani girişimcilerin sırtını pışpışlarlar, bir nevi. Kendine Müslümanım diyen mevcut hükümet de bu 90 yıllık TC tarihi boyunca süregelen bu yozlaşmadan hiç de rahatsız değildir. Şaşırmıyoruz!... Çünkü kadın bedeni metalaştırarak onu köleliğe sürükleyen bu devletin başka bir karakteridir. Mesele ahlak ve zihniyet meselesidir. Yani sorun sadece genelevlerle sınırlı değildir. Birkaç yıl önce Siirt’te yaşanan bir hadise, devletin bu tür konulara hangi pencereden baktığını göstermesi açısından çarpıcı bir örnektir. Hatırlanacağı üzere Siirt Yatılı İlköğretim Bölge Okulu’nda öğretmenlerin, müdürlerin, ordu personeli ve polislerin de karıştığı tecavüz vakaları yaşanmıştı. Bu olaya ilişkin dönemin Siirt valisi’nin sözleri devletin gerçek zihniyetini teşhir etmiştir. PKK saflarında gerillaya katılan Kürt kadınlarına gönderme yaparak “Terörist olacaklarına fahişelik yapsınlar daha iyi!” diye veciz bir söz etmiştir. Aklı uçkurundan ayrılmayan devlet zihniyetinin dile gelmesidir, bu. Münferit bir yaklaşım olduğu sanılmasın. Bu zehirli bakış 1970’lerde Türkiye ve Kürdistan’daki politikleşmeyi, gelişen sol toplumsallığın etkinliğini kırmak için kendi eliyle pornografi yozluğunu hayata sokup yaygınlaştırmaya çalışmıştır. Devrimcilere uyuşturucu ve fuhuş üzerinden saldıranlara iftiralarını iade ediyoruz. Hepsinin canı cehenneme… Biliniz ki, uyuşturucu ve kadın ticareti yapan çetelerin kurduğu bir vakıf veya dernek olsaydı, sunduğu olanaklar nedeniyle mukaddes devletimize “ömür boyu üstün hizmet ödülü” verirlerdi.

Polis ve Mahkeme Arasındaki İlişki: Savunmama, bizleri gözaltına alıp sorgulayan siyasi polis ile mahkemeleriniz arasındaki sorunlu hiyerarşik ilişkiyi açığa çıkaran şahsen tanık olduğum bir ayrıntıyı paylaşarak devam etmek istiyorum. Bu örnek, yargılama ve hüküm verme aşamalarında gerçekte kimlerin karar ve irade sahibi olduğunun ispatıdır. Gözaltına alınışımızın dördüncü gününde savcılığa getirildik. Savcılık hepimizin tutuklanması talebiyle bizi nöbetçi mahkemeye sevk etti. Hepimizi tek tek götürdüler. Mahkeme kapısının önünde beni bekletirlerken, bizleri sorgulayan siyasi polis, daha sonra serbest bırakılacak olan ve henüz mahkemeleri devam eden beş kişinin cep telefonları ve kimliklerini getirdi. Daha mahkeme bitmemişken, yani karar açıklanmamışken kimlerin bırakılacağını polis nereden biliyordu ki, serbest kalacakların şahsi eşyalarını iade etmeye gelmişti? Anlaşılan o ki tıpkı polis devletlerinde olduğu gibi kimlerin tutuklanacağının kararı başka mercilerde veriliyor. Öğrenme ve sormak hakkımızdır!... O gün bizim tutuklanmamızı kim veya kimler salık verdi. Mahkemeler talimatları kimden alır, kime hizmet eder? Siyasi polis sorgu sırasında “zaten mahkemeler değil, asıl kararı bizler veriyoruz. Mahkemeler sadece görüntü olsun diye var” vb sözleri çıplak gerçeğin itirafı değil midir? Açıklayınız.


Buradan da anlaşılıyor ki, bu dava siyasi düzlemde yürüyen bir davadır. Kararları, bu mahkemelerin üzerinde, yani devlet nizamını tesis eden asıl organlar tarafından verilmektedir. Polise-mahkemeye ve bizlere de “hukuk” adı verdiğiniz orta oyununu sahnelemek düşünüyor. Bu gerçekleri bildikleri halde devletin adaletinden medet umanlar mıymıntı tarzlarıyla figüranlıklarını icra etsinler ama devrimciler bu orta oyununa katılmayacaktır. Siyasi polis ile ilgili bu bahsi bir parantez ile bitireyim. Gözaltı süresince polisin ve polis hesabına çalışan sicili bozuk bir polis avukatının manipülatif girişimleri oldu. Bu düzmece avukatın adı Serkan Keleş’tir. Bu şahsa ve polis ile ortaklaşa girişilen manipülasyona diğer arkadaşlar ve avukatlarımız değinecekleri için şimdilik es geçiyorum. Sadece şunu söylemek istiyorum. Kimse işkencenin bittiğinden bahsetmesin. İşkence, psikolojik baskı ve tehditlerle, yeni yöntemlerle halen icra edilmektedir. Gelelim Dergi Meselesine! Daha önce de belirttiğim gibi ben sosyalizm fikrini benimseyen bir insanım. Bu fikri savunan yayınları imkanım el verdiği ölçülerde takip etmeye çalışırım. Devrimci Sosyalist kesimlerin kimi merkezi kitapçılarda rahatlıkla ulaşabildiği içerisinde açık adresi ve telefonu yazan Devrimci Cephe dergisi de böyle bir dergidir. Ben de bu iletişim bilgileri üzerinden dergiyle irtibat kurdum. Dergi varlığını-meşruluğunu tamamı ile ezilenlerin haklı tarihsel mücadelelerine dayandırır. Sahiplendiği ilkeler ve yayıncılık anlayışı benim düşüncelerimle örtüştüğü için Devrimci Cephe dergisi çalışmalarına katkı sunmaya çalıştım. Devrimci Cephe dergisinin sahiplendiği ve benim de benimsediğim kimi ilkelerini birkaç maddede şöyle özetleyebilirim.. 1) Devrimci Cephe Dergisi Marksizmi, İşçi Sınıfının birliğini, halkların kardeşliğini ve ulusların her koşulda kendi kaderini tayin etme hakkını savunur. Demokrasinin, bir devrim sorunu olduğuna inanır. 2) Milliyetçilik ya da ulusalcılık adı altında toplumu zehirleyen, halkları ötekileştiren fikir ve eylemleri yayınlarında teşhir eder. Coğrafyamız özelinde Kürtlerin, Alevilerin, çeşitli din ve milliyetten ezilenlerin sesini yazılarına taşır. 3) Toplumları Emperyalizm ve Siyonizm çıkarlarına göre biçimlendirmeye çalışan işbirlikçileri teşhir eder. 4) Türkiye Cumhuriyetindeki halkları kuruluşundan beri yoksulluğa, işsizliğe, açlığa, iş cinayetlerine mahkum eden burjuvaziye karşı emekçileri bilinçlendirmeye gayret eder. 5) Erkek egemen zihniyetin, hayatı başta kadınlar olmak üzere toplumun bir çok kesimine uyguladığı zorbalığa karşı kadınları aktif mücadeleye çağırır. 6) Sırf cinsel yönelimleri gerekçe gösterilerek ve tamamen devletin yönlendirmesiyle geliştirilen nefret cinayetlerine vahşi saldırılara maruz kalan ve ötekileştirilen kesimlerin sesi olmaya çağırır. 7) Lafa gelince devrimci sosyalist geçinen, fakat korkaklık ve devlet kuyrukçuluğundan başka bir politik hat izlemeyen, duyarlı kesimlerin öfkelerini soğurmayı siyaset sanan statükocu, oportünist ve reformist anlayışlara karşı yazılarında devrimci çizgiyi savunur.


8) Sınıf mücadeleleri tarihi boyunca günümüze dek büyütülerek taşınan devrimci değerleri sahiplenir. İşte bu ilkeler çerçevesinde derginin son sayısını çıkartma hazırlıkları yaparken tutukladık. Anlayacağınız, savcının iddianamede bir suç aleti gibi sunmaya çalıştığı bu dergi normalde halen yasal olarak yayın hayatında devam etme imkanına sahiptir. Sorun şu ki, iddianameyi kendi ideolojik kurgusuna göre düzenleyen savcılık Devrimci Cephe Dergisi’ni daha en başından kriminalize ederek savunma zeminimizi ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Bu çabanın hukukla falan bir alakası yoktur ve ne anlama geldiğini ortadır. Devlet sosyalist fikirler taşımamızdan ve dergide Orhan YILMAZKAYA’dan bahsedilmesinden hoşlanmamıştır. Savcılık, devletin bu rahatsızlığını sözüm ona hukuki olan bu zemine taşımıştır. Yani daha genel bir ifadeyle söyleyecek olursak doğru olanı dile getirmiş oluruz. Sınıf mücadeleleri, yazılı olan hukuku aşarak kendi gerçek yasalarıyla işlemeye devam etmektedir. Az önce belirttiğim üzere, Devrimci Cephe Dergisi halen yasal bir dergidir. Şemdin Şimşir de bu derginin editörü ve yazarıdır. Bu kişi sosyalisttir, aydın görüşlü biridir. TC faşizmin işkence tezgahlarından geçmiş anti demokratik yasalarından dolayı ceza almış, iltica etmiştir. Onunla olan iletişimim tamamen dergi faaliyetleri nedeniyledir. Bazen cep telefonuyla bazen de ucuz olduğundan ankesörlü telefonla görüşmüşüm. Sanırım bu yönlü seçme özgürlüğüne sahibim… Belirttiğim gibi bu görüşmeler dergi faaliyeti dolayısıyladır. Yurt dışından, yani derginin editöryasından gönderilen paraları yine bu dergi için kullanmamız gayet doğaldır. Bilgisayar buluruz, derginin yazı ve dizgisi için kullanırız; para gelir, basımı ve dağıtımı için kullanırız. Bunun neresi anormal? Savcı bey olur olmadık yerlerden suç fiili türetmeye kalkıyor. Olguları çarpıtarak sunuyor… Bu yaptığı suçtur. Aynı çarpıtma Murat Şahin meselesinde de görülüyor. Meşruluğu vicdanlarda kabul görmeyen ve uluslararası arenada da devletinizi rezil eden “gizli tanık” uygulamasının bir türevi de Murat Şahin özelinde yaşıyoruz. Muhtemelen erkenden deşifre olduğu için gizli tanık statüsüne alamadığınız M.Şahin’e MİT içinde istihdam sağlamak gibi parlak bir formül bulundu. Öyle ya, MİT’in maaşlı elemanı gibi gösterilince itibar görüyor ve sözleri delil kabul ediliyor. İddianamede yer alan ve M.Şahin’e ait olduğu söylenen ifadelerden hareketle şahsıma dönük isnat edilenleri reddediyorum. Söz konusu ifadelerin bu denli önemsenmesi, suçlu yaratma niyetinizin sonucudur. Güya bana teslim edilmesi için M. Şahin’e yurtdışından bir not verilmiş. Bu notun da MİT’e verilmek üzere evvela havaalanında fotokopisinin çekildiği söyleniyor. Yalan böyle bir not yok!... Eğer böyle bir not varsa, “delil” niteliği taşıdığı için mahkemeye sunulmasını talep ediyorum. Şu güne kadar eğer MİT, delil üretmek için sahte bir not hazırlamamışsa bu iddianın da soyut olduğu anlaşılacaktır. İddianamenin Ciddiyeti! Bildiğim kadarıyla iddianamelerin en temel yükümlülüklerinden birisi de iddia ettiği hususları maddi delillerle temellendirmektir. İddianameler bunu başarabildiği kadarıyla ciddiye alınır.


Peki savcılık ne kadar ciddi? Yani iddialarını nasıl temellendiyor? MİT’in sunduğu soyut iddialarla…. Hukukçu biri değilim ancak, ben bile bu mantığın yani bir iddiayı soyut bir iddia ile desteklemeye kalkmanın adalet ile uzaktan yakından alakalı olmadığı biliyorken, siz koskoca kelli-felli cübbeli hâkimler, savcılar bunu nasıl bilemezsiniz? Nelerin delil yerine geçip geçmeyeceğini bilmeyecek kadar cahil ve hukuktan bihaber misiniz? Tabii ki, haberdarsınız, fakat işlettiğiniz şey objektif hukuk ilkeleri değil, düşmanlık hukukudur. Bunu görüyor biliyoruz. Bir istihbarat örgütüne ait ve güvenirliği son derece tartışmalı olan raporların bir yargılama için delil niteliğinde değerlendirilmesi TC faşizmine ait müstesna buluşlardan biri olsa gerek. Objektif yaklaşması mümkün olmayan bu raporun iddianamede yer almasının bir tek açıklaması olabilir: Gerçek hayatta işleyen sınıf mücadelesi yasalarını uyduruk materyallerle tahkim etmek… Anlaşılan savcılık delil toplama konusunda büyük bir acze düşmüştür. Öyle ki, her sayfasında “hukuki delil olarak kullanılamaz” ibaresine rağmen şahsıma dönük hazırlandığı 3 sayfalık iddianamenin 1 sayfasını, yani üçte birini bu rapordan bir takım şeyler devşirerek hazırlamıştır. Raporun soyut olduğunu söylemiştik. Basit bir örnekle bunu açıklayacağım: Savcının itimat ettiği bu raporda birçok kişiyle beraber Orhan YILMAZKAYA ile de irtibatlı olduğum söyleniyor. Orhan YILMAZKAYA’yı 27 Nisan 2009’daki destansı direnişinden hatırlıyorsunuzdur. Haydi şimdi hayatta olanları, bir yana bırakalım da, Orhan YILMAZKAYA ile irtibatlı olduğum iddiası neye dayandırılıyor, çok merak ediyorum. Buna ilişkin toz zerresi kadar somut delil gösteremezsiniz. Çünkü yok böyle bir şey. Keşke olsaydı!...Keşke o büyük devrimci ile tanışma onuru yaşasaydım!... Tıpkı Mahir’i, İbo’yu, Deniz’i, Komutan Agit’i, Beritan’ı ve Zilan’ı tanımış olmayı dilediğim gibi, Orhan YILMAZKAYA’yı tanımayı da dilerdim; tanısaydım inkâr da etmezdim. Kaldı ki eğer tanımış olsaydım Orhan YILMAZKAYA’nın şehit düştüğü operasyonda ona selam veren ne kadar alakasız insan varsa hepsini tutukladığınız gibi beni de tutuklardınız. Tutuklamadınız çünkü böyle bir irtibat hiç olmamıştı. Dolasıyla: iddia makamının bu yönlü somut delilini sunmasını talep ediyorum. Sorun sadece rapordaki soyut iddialar değildir. MİT raporu savcılık tarafından dolgu malzemesi olarak da kullanılmıştır. Kendisini mi kandırıyor, aklımızla mı dalga geçiyor belli değil; ancak sırf ikna edici olmak için olsa gerek, iddianameyi habire şişirmiş. Savcı bey muazzam bir suç delili keşfetmişçesine şok edici bir tespite yer vererek ipliğimi pazara çıkarmış!... Neymiş? İstanbul Maltepe’deki “Sokak Kültür Merkezi” ne gitar öğrenmeye gitmişim; gitar satışı ve tamiri yapan Volkan Lot’a ait işyerine uğramışım… Bravo!... Bu sayede devlet, gitar çalmak suretiyle icra etmeye niyetlendiğim terör faaliyetini deşifre etmiş oldu. Esprileriyle sempatimizi kazan zekâ küpü bir içişleri var. Ne demişti yakın geçmişte?


“Sanat yoluyla terör yapıyorlar. Şiire, tuvale, notalara yansıtıyorlar terörü” diye söylemişti. Belki ki savcımızda İdris Naim Şahin ile aynı marangozdan çıkmışlar. Örnekler farklı da olsa, kusursuz bir benzerlikle aynı mantığı yürütüp benzer refleksleri ürettikleri görülüyor. MİT raporu başka ne tür “hayati” deliller sunuyor savcı beye? Kimi eylemlere katıldığım için çeşitli tarihlerde gözaltına alındığıma ilişkin bilgilere yer verilmiş. Doğrudur, siyasi nedenlerle üç-beş defa gözaltına alındığım oldu. İddianamede de yer alan göz altılardan birisi de 2000 yılında katıldığım F Tipi Hapishaneler karşıtı eylemdir. “Bahsi geçen eylemlere katıldığım doğrudur!...” Savcı bey bunu mu duymak istiyor: yani buradan ne tür bir sonuç çıkartmaya çalışıyor, belli değil. Bir siyasal çizginin, yani sosyalist ideolojisinin ve devrimci duruşun savunuculuğunu yaptığımı mı ispat etmeye çalışıyor? Bunun için bu denli çırpınmasına gerek yok, sorsaydı anlatırdık… Savcının bu çabasını nasıl okuyalım? Ne yani F Tip Hapishanelere karşı eylemlere katılmak yasak mı? (doğrusu, yasak da olsa fark etmez ya!...)Yahut her F Tipi karşıtı eylemlere katılanlar illegal örgüt üyesi etiketi yemeyi mi hak ediyor? Önce savcının meramını anlasak ona göre savunma geliştireceğiz ama bu konuda bir belirsizlik olduğundan sadece genel bir açıklama yapabilirim. Şu anda F Tipi hapishane tutsaklığını yaşayan biri olarak bu eylemlere katılmakta ne kadar haklı olduğumu daha iyi anlıyorum. Çünkü somut olarak ortaya çıktı ki, F Tipi hapishaneler ile devletin amaçladığı şey bu düzene muhalif olan devrimcileri, komünistleri, sosyalistleri yavaşlatılmış idam ile savaş dışı bırakmaktı; koyulaştırılmış tecrit politikalarıyla sosyal çevresinden kopartarak ruhsuz, biyolojik bir varlığa, yahut bir robota çevirmekti. Hasta tutsaklara ise zindan içinde zindan, acı içinde acı yaşatarak pişmanlıklara savurmaktı. Lakin bunu başaramadı devlet!... F tipi işkencehaneler devrimcileri yıldıramadı. “Diz çökerek yaşamaktansa ayakta ölmek yeğdir” dedi devrimciler. Ağır bedeller ödeyerek direndiler, devlete kök söktürdüler. Bunun için hapishanelerde devletin saldırıları bir yere kadar durdurulabilmişse bu yalnızca devrimcilerin içerideki büyük direnişleri sayesindedir. Maalesef 2000’lerin başlarındayken yaptığımız cılız faaliyetlerin kayda değer bir etkisi olmamıştır. Hapishanelerde ve özellikle F tiplerinde fiziki, psikoloji ve günün 24 saatine yayılan mekânsal işkence ve saldırılar halen devam etmektedir. On küsür yıl önce bizim itiraz ettiğimiz uygulamaları bugün dışarıda başka insanlar dile getiriyorlar. “Devrimci Tutsaklar Onurumuzdur!” diye haykırıyorlar. Ne yapacak savcı bey? Bu insanları da mı tutuklatacak? Elbette bunu yapabilecek güçlü bir potansiyeliniz var. Ne de olsa adeletiniz de F tipine uygun bir şekilde işliyor. Yine de bu faşist adalet anlayışına rağmen, bedelini ödeme pahasına insanlarımız devrimcilere sahip çıkmaya devam edecektir. Zindanlarınızın bu bağlılığı kıramadığına onyıllardır tanık olduk. Sizler de buna tanıklık edeceksiniz. Bu konuda sonuç olarak talebim şudur: F tipi hapishaneler karşıtı eylemler dâhil, katıldığım eylemler nedeniyle gözaltına alınışımı savcılık hangi maksatla iddianameye geçmiştir? Bunlarla neyi ispat etmeye çalışmaktadır? Bu siyasi detaylardan hareketle mahkeme heyeti üzerinde kanaat oluşturmaya mı çalışmaktadır? Bu sorularımın cevaplarını almak istiyorum.


Detaylara indiğimizde görülecektir ki, savcımız aklına estiğini iddianameye doldurmak açısından ipin ucunu kaçırmış. İnsan okudukça sinirleniyor! Yani iddianameye doldurulan alakalı ve alakasız şeylerle boğuşmaktan bıkalım diye mi bunlar yapılıyor, bilemiyorum. Mesele Bayram Akdoğdu ile görüştüğümden bahsetmiş ama neden görüşmüşüm, görüşmenin içeriği nedir, bunlara dair bir tek açıklama yok. Yani Bayram Akdoğdu ile görüşmek mi suç, görüşmenin şekli mi suç? Bilemiyoruz işte!... Savcının anlam ve içerik yoksunu iddianame labirentinden çıkmaya çalışıyoruz. Bizimle beraber tutuklanan Mehmet Güneş’ten Demokratik Dönüşüm adlı dergiden kalan bir bilgisayarı almak üzere kendisiyle görüşmüşüm. Buradaki suç nedir, beni zan altında bırakan şey nedir onu anlamak mümkün değil. Sorun Demokratik Dönüşüm dergisi ise savcıya “günaydın” demek isterim. O dergi çıkmayalı 3 yıl oluyor ve ben dergi filan da değil sadece bir bilgisayar almak istemişim. Bu, başka bir bilgisayar da olabilirdi. Ki başka bilgisayarımız da vardı. Ne yani bilgisayar edinecekken emniyet veya valilikten izin belgesi, temiz raporu filan mı almamız gerekiyor? Böylesine saçma ve sıradan şeylerle savunma yapmaya zorlanmamız, yeni bir işkence testi olsa gerek. Başka siyasi davalarda da gördük. Hukuki olarak meselenin merkezinden uzak ne kadar malzeme varsa iddianameye doldurmak artık sıradanlaşmış bir tarz olmuş. Yaygın olarak piyasada bulunabilen kitap, film, müzik, CD’ler, devrimci önderlere ait resimler, fotoğraflar mahkemeleriniz tarafından suçlu yaratma çabasına alet ediliyor. Bilgisayar olan ve toplumsal meseleler üzerinde fikir yürüten herkeste bulunabilecek makaleler benim bilgisayarımda da vardı. Bunlara da sarılmış savcı bey. Peki, bu yazıların bilgisayarımdaki varlığından nasıl sonuç umuluyor? “Komün İnisiyatifi” “Leninizm” “PKK ve Kürt halkı” gibi konulara ait yazılar var, doğrudur. Biraz daha uğraşsalardı muhtemelen başka yazılar da bulabilirlerdi. Tamam da bunlar savcının işini nasıl görecek? Bu yazılardan hareketle Devrimci Karargâh üyesi olduğum sonucu mu çıkar? Bu yazıları daha sonra okumak üzere indirip bilgisayarıma kaydetmiş olamaz mıyım? Diyelim ki kendim yazdım o yazıları: buradan nereye varacağız? Velev ki yazıları Devrimci Karargâh sitesinden indirmiş olayım, bu neyi kanıtlar? Ben söyleyeyim: Savcının delil sunabilme konusundaki acizliğini kanıtlar!... “Komün inisiyatifi” başlıklı yazı önceki iddianameye de konulmuştu. Eğer bu yazıda bir suç unsuru olsaydı herhalde tahliye edilmezdim. “Leninizm” yazısı da dava ile hukuki bir alaka taşımıyor. Ayrıca bütün kitapçılarda Lenin ve Leninizm ile ilgili yığınlarca materyal varken savcı bey neden bilgisayarımda kayıtlı olan Leninizm yazısına teveccüh göstermiştir. Bu yazıyı hukuki bakımdan ayrıcalıklı kılan şey nedir? Bir zahmet bunları da savcılık cevaplayıversin. Diğer bir yazı da özetle “PKK Kürt halkının temsilcisidir” diyor. Bu da iddianamede var. İyi de bu gerçeği bugün devrimcilerin, sosyalistlerin dışında farklı ideolojilere mensup insanlardan da duymak mümkün. Anlaşılan savcının uykusu pek derin ki bu realiteden de bihaber. Yeri gelmişken söyleyeyim. Bence de PKK Kürt halkının tek gerçek ve meşru temsilcisidir. Bu belirleme siyasal gerekçelere dayanır. Kesinlikle “övgü” değildir. Öyle değerlendirilmemelidir. Neden öveyim ki? 30 yıldır Kemalist faşizmin burnunu sürte sürte onu dize getiren koskoca PKK’nin benim övgüme ihtiyacı mı var? Dolasıyla PKK’ye dair söylediklerimizi birer siyasal tespit olarak değerlendirmek gerekir.


Elbette Kürtlerin tek temsilcisi PKK’dir. Bu temsilciliği AKP gericiliğinin yaptığını söyleyenler halt etmiştir. AKP Kürtlerin temsilcisi değildir, olamaz da! Çünkü AKP’nin Kürtlere vadettiği tek şey Roboski ve benzeri katliamdır. 90 yıllık TC tarihinde bunu görmek mümkündür. Şeyh Said, Koçgiri, Dersim, Ağrı İsyanları, Zilan ve 33 Kurşun katliamları bu halkın belleğine bir daha silinmemek üzere kazınmışken katliamcı mirasın sürdürücüsü olan AKP’yi Kürtlerin temsilcisi olarak sunmak zavallılıktır. AKP Kürtlere katliam vaadediyorken PKK ne yapıyor? Tarihin derinliklerinde kaybolmaya itilmiş bir halkı Sn. Abdullah Öcalan öncülüğünde ayağa kaldırıyor. Bu gerçeklere kendinizi alıştırsanız iyi olur. Hazımsızlığınız ileride ciddi travmalara yol açabilir. Bütün bunların haricinde bir de “kod isim” kullandığım şeklinde bir yakıştırma var. Birincisi “Hamza” ismi, ailem ve yakın çevrem tarafından kullanılan isimdir. Bilen bilir. Anadolu’da geleneksel bir alışkanlıktır ve sadece ailede, sadece bende değil, kardeşim ve annem için de aynı şey geçerlidir. Yani günlük hayatlarında kimlik isimleri kullanmazlar. Vural ismiyle bir alakam yoktur. Kimse bana bu isimle hitap etmemiştir. Şimdilik savunmam bundan ibarettir. Tahliyemi talep ediyorum Ağustos 2012 Volkan KARAKUŞ

f)

Operasyonlar ve Mahkemelerin Sonuçları:

Dört büyük operasyon dalgasının toplamında 75 sanıklı davada 52 kişi tutuklu olarak mahkemelere çıktı. Bu 52 kişinin içinden ise devletin elinde hepitopu 7 kişi kaldı. 1.Dalga operasyondan Fatih Aydın, Cemal Bozkurt, Özgür Dincer; 2. Dalga operasyondan Ulaş Erdoğan; 4 dalgadan ise Okan Duman, Volkan Karakuş ve Bayram Akdoğdu….(3 dalga operasyonunda kalan işkenceciyi Devrimci Karargah dava tutsağı olarak görmediğimizi belirtmek isteriz. Onun ki ayrı bir “dalga” (kaldı ki bu tutsaklar arasında mahkemelerin yukarıdan aldığı emirler nedeniyle tutsaklığı devam edenler de mevcuttur. Neticede 4 Şubat 2013’e gelene dek süren “yargılamalar” sonucunda mütalaa okundu. Mütalaa, mantık ve içerik bakımından önceden mahkemeye sunulmuş iddianamelerden pek de farklı değildi; birleştirilmiş iddianamelerin özeti gibiydi. O nedenle sadece mütalaaya dönük özel bir değerlendirmede bulanmaya gerek görmüyoruz. Yalnızca son olarak şu söylenebilir. Mütalaada göze çarpan en önemli şey “sanık” pozisyonundaki 75 kişinin neredeyse tamamına yakınına savcılığın yüklü cezalar istemesidir. Onca insanın “en azından Devrimci Karargâh üyesi” olduğu iddiasına sıkı sıkıya yapışmıştı savcılık. Sahi! Acaba öyle olsaydı, bugün Devrimci Karargah’a pislik bulaştırmaya çalışan o savcılar, buna ortak olan hakimler, planlayan hükümet ve çeşitli karşı devrimci güçler, faşist medya yerinde duruyor olur muydu?... Bizim nezdimizde bu sorunun yanıtı son derece nettir. Mesele yalnızca “zaman” ile alakalıdır.


***

Diğer bölüme geçmeden önce 1 Nisan 2013 tarihinde gerçekleştirilen operasyona değinmekte fayda var. “Devrimci Karargah’a Son Darbe” başlığıyla basında bir hayli yer tutan bazı video ve görüntülerin siyasi polisin eline geçmesiyle “örgütün uzun süredir aranan iki yöneticisinden!) Ahmet Köse ve İbrahim Kaya, İstanbul ve Van’da yapılan operasyonlar sonucu gözaltına alınıp tutuklandılar. Yaratılan bilgi kirliliği ve manipülasyonlara bakılacak olursa, Devrimci Karargâh sadece yöneticilerden oluşuyor. Zira yapılan operasyonlar sonucu polise göre yönetici sayısı neredeyse üye sayısını geçecek boyuta vardırılmış. Bu operasyonun şekillenişi ise 2013 yılının ŞUBAT ayına dayanıyor. Siyasi polisin iddiasına göre 28 Şubat 2013 tarihinde Abidin Kürkçü diye bir şahsın Emniyete posta yolu ile gönderdiği iddia edilen 2 adet DVD ve A4 kağıdına yazılmış, el ürünü mü yoksa bilgisayar çıktısı olarak mı yazıldığı belli olmayan bir de bilgilendirme notu…. Bu DVD’ler ana dosyaya 25 Nisan 2013 tarihinde “Video İnceleme, Tespit ve Değerlendirme Tutanağı” olarak ekleniyor. Gönderildiği iddia edilen bilgilendirme ise söyle: “bir dönem sempati duyduğum, üyelerini ve örgütü tanıyınca onlardan tiksindiğim Devrimci Karargâh’la ilgili belge ve görüntüleri size gönderiyorum” Devamı var mı yok mu Abidin Kürkçü kimdir, nedir? Henüz belli değil. Açıkçası bizi ve örgütü tiksinecek kadar tanıyan ama bizim bir türlü tanışma fırsatı bulamadığımız bu uyduruk düşkün kimdir, merak etmekteyiz… Öyle ya, siyasi polise göre “örgüt çökertilmiş” bütün üyeleri ve hatta yöneticileri -Nisan ayında gerçekleştirilen son operasyonu da sayarsak- ele geçirilmiş. Demek ki halen daha “tiksinti duyulabilecek” militanlarımız var ki bunun gibiler çıkıyor, ortalığı bulandırabiliyor veya bulandırttırılıyor. Geniş bir hareket olmanın dezavantajları olsa gerek, bizi tiksinecek kadar tanıyan ama bizim her ne hikmetse tanımadığımız insanları çoğaltabiliyorlar. Açıktır ki siyasi polis birkaç şeyi başarma adına her zaman olduğu gibi giriştiği bu seviyesiz oyunda da yine kendisinin ne kadar da ciddiyetsiz ve çaresiz olduğunu kanıtlamıştır. Hâlbuki böyle ucuz oyunlara girmeden videoları servis etselerdi daha bir itibar kazanırlardı. Olmadı bizim, duruşmalarda bugüne kadar verdiğimiz demeçleri takip etselerdi işlerine yarayabilecek birçok veriye ulaşabilirlerdi. Görüntülere gelecek olursak, zaten bütün mahkeme aşamalarında açıkça bahsettiğimiz olguların bütünlüğüdür. Söylemeden geçmeyelim, bize bu nostaljiyi tekrar yaşattığı için bu düşküne teşekkür ediyoruz. Onun “tiksinmesi” sonucu bu güzel ve eşşiz anları/duyguları tekrar yaşamış olduk. ıGenel olarak görüntülerin anlattığı şey esasında Özgür Kürdistan topraklarında bulunmamızın anlam ve değer bütünlüğünü koyuyor ortaya. Bu dosyayı inceleyenlere de tavsiyemiz bu anlam ve değer bütünlüğünde büyük resme bakmalarıdır. İlk bakışta birkaç kişinin verdiği pozlar, silahlı eğitim, vb. görüntüler görülebilir. Fakat asıl derinliğine inildiğinde birazdan anlatılarak bütünlüğün farkına varabilirler.


Bizler özellikle 1980’den sonra zaman zaman çıkışlar olsa da, ülkede gelişim gösteremeyen, bir türlü ölü toprağını üzerinden atamayan Türkiye devrimci hareketinin bir bileşeni olarak bu yenik ve yılgın statüko dönemini tekrar savaşkan sosyalizm çizgisine döndürmek için hemen yan başımızda bulunan Özgür Kürdistan topraklarına giderek militan devrimciliği tekrar pratiğe geçirmeye çalıştık. Nesnel gerçeklikten öze, evvela geçmişten bugüne tüm devrim şehitlerine olan boynumuzun borcuydu bu. İnanıyoruz ki, bu küçük adımımız ve arkasında gelen, Orhan yoldaşımızın destansı direnişi ve komutasındaki süreç Türkiye sahasında militan bir çizginin gelişiminde bir yapı taşı olmuştur. Kürt Özgürlük Hareketinin Medya Savunma Alanları’daki varlığı başta TC olmak üzere tüm küresel bölgesel ve yerel düşmanlara inat sürsün diye özgürlük savaşçısı gerillalarla yoldaşlaşarak mevzilerinde sipere yattık. Oradaki amacımız ne sadece öğrenilen askeri teknik, bilgi ve becerileri Türkiye topraklarına taşımak, ne de enternasyonalist bir yaklaşım gereğidir. Tüm bunları da kapsayan, emperyalizm Doğu halkaları üzerine azgınca saldırdığı bu saldırıların önünü kesmenin devrimci cephesinin orası olduğu içindi. Sistemin payandası durumuna düşmüş sol ile devrimcilik arasındaki açı farkının tartışılması açısından da önemli adımdı. Devrimci olmanın ilkesel bir tavır, tarihe karşı sorumlu davranış açısından orada yerimizi aldık. Bu anlamı ve bütünlüğü çok iyi ortaya koyan, öngörüsüyle günceliğiyle kaybetmeyen ve yaşanan süreci etraflıca değerlendiren “KAVGA SÜRECEK!” başlığıyla yayınlanan 9 nolu bildirinin önemli bölümlerini paylaşmak isteriz.

Devrimci Karargâh 9 nolu Bildiri Devrimci kamuoyuna ve halklarımıza duyurulur... KAVGA SÜRECEK!

(….) 2005 yılının yaz aylarında, Bedrettin Hareketi ve 16 Haziran Hareketi kadrolarının Türkiye devrimci hareketinin dibe vurmuş konumu ve bundan çıkış yolları üzerine yaptıkları ilk tartışmalar, hızla savaşkan bir sosyalizm çizgisini devrimci bir direniş merkezi olan Kürt özgürlük çizgisiyle yoldaşlaştırarak Türkiye sosyalizminde egemenliğini sürdüren oportünizme ve reformizme alternatif devrimci bir yol çizme görevinde birleşik bir örgütsel yapı oluşturma kararına vardı. Tartışmalarda kolayca ortaklaşılan en birincil taktik örgüt ve mücadele halkası, artık neredeyse sadece söylemde kalmış militan bir çizginin pratik vurgusunu yapmak ve bu temelde statükocu sol devletçiklere tepkili devrimci arayıştaki kadro ve kitle potansiyelinin önünü açmaktı. Devrimci mücadelenin yakın tarihindeki iki ağır yenilgi ve takip eden süreçteki devrimci zorlamaların keza başarısızlıkları üzerinden böylesi taktik bir görevin başarılabilmesi önemli zorluklar içeriyordu. Statüko solculuğunun, kendi sistem içi duruşuna


meşruiyet verdiğini düşündüğü en önemli argümanı devrimci zorlamaların sistem karşısındaki etkisizliği ve nihai olarak başarısızlığı çerçevesinde oluşturuluyordu. Bu engellerin aşılması için hem mücadelenin askercil taktiklerine yeni üstünlük öğelerinin katılmasının gerekliliğini, hem de bu mücadele çizgisinin özellikle proletaryanın yoğun bulunduğu metropollerde görece istikrarlı bir varoluş göstermesi gerektiğini kestirmek herkes için kolay ulaşılabilecek mantık sonuçlardı. Düşmanın gelişkin örgütlenmesi itibariyle özellikle kent alanlı ve dar kadro örgütlenmesine dayalı silahlı mücadele tarzlarının ömrünün fazla olmadığı, Türkiye ve dünya pratiğinden bilinir bir durumdu. Ancak sosyalist hareketin 90’dan beri ağırlıkla liberal sol ve sivilci tarzlarla geçen faaliyetinin verimli olmayan siyasal bilançosu da ortadaydı. Türkiye devrimci hareketinde aşağı yukarı on yıllık bir savaşkan tarza karşılık, post modernist, yasalcı ve liberal-sivil toplumcu anlayışların ortaya çıkardığı statüko sosyalizminin neredeyse çeyrek asırlık ve günümüze ulaşan tarihinin toplumsal kurtuluş hedeflerimize manen ve madden kattıkları kıyaslandığında negatif veriler ağırlıkla ikincisinin hanesinde bulunmaktaydı. Bütün tezahürleriyle, toplumsal dönüşümü bir hukuk süreci olarak algılayış, kapitalizmi sonuçları üzerinden reforme etme çabaları, devlet ceberutluğuna karşı liberal demokrasiyi, dinsel gericiliğe karşı burjuva modernizmini savunma çizgisi statüko sosyalizminin politik ve programatik konumunu çerçevelemekteydi. Oysa emperyalist kapitalizmin içine girdiği derin bunalım süreci, kendi yeni bir “yeniden paylaşım” konjonktürünün birincil gerilimlerini ülkemizin de içinde bulunduğu Ortadoğu’ya bindirmekteydi. Proletaryayla uluslararası burjuvazi arasındaki sınıfsal çelişkilerin baskılandırılması sayesinde emperyalist burjuvazi bölgedeki bütün etnik-ulusal, dinimezhepsel gerilimleri kendi egemenliğinin bir koşulu olarak yükseltirken, gerilimlerin çözümü için halkların emperyalist hegemonyaya tâbiyetinin dayatıldığı bir politik konjonktür oluşturuyordu. Savaşkan sosyalizmin mücadele ve örgüt tarzlarını rafa kaldırmış onlarca yapının işçi sınıfının ve ezilen halkların muhalefetini oluşturmada ve temsil etmedeki aşırı başarısızlığı ile emperyalist kapitalizmin yapısal bunalımını çözüm için özellikle yüklendiği Ortadoğu’da ve dolayısıyla ülkemizde giderek yükselen gerilimin ters orantısı devrimci yapıları, kadroları ve emekçi yığınları yeni bir çıkış arayışına sokmaktaydı. Bu konjonktürel muhasebelerin yanı sıra tarihsel ve teorik olarak da Türkiyeli bir devrimin, silahlı mücadele taktiğini devrimci bir örgütün stratejik planlamasının zorunlu ve daimi bir parçası kıldığı görüşünde ortaklaşan tartışmalar bütün caydırıcı ve zora düşürücü faktörlere karşın devrimci ve savaşkan bir sosyalizm çizgisini yaşama geçirme kararına vardı. Oportunizmin “olabilecek olanı yapmak”, devrimciliğin ise “olması gerekeni yapmak” olduğu konusundaki tarihsel ve ahlaki tarifler Devrimci Karargâh’ın yolunu belirledi. Yeni yapılanmanın oluşturulmasında birinci dereceden rol oynayan Orhan yoldaşımız, çizginin pratikleştirilmesinde de en önde görev aldı. Onun komutasındaki bir grup savaşçımız özgür Kürdistan dağlarında, Kürt özgürlük savaşçılarının en sınırsız yoldaşlık dayanışmasıyla ağırlanırken, iki hareket bir taraftan Türkiye devrimi için en kapsayıcı olduğuna inanılan “Şimdi Denizlere Açılmanın Zamanıdır” isimli bildirge çerçevesinde ideolojik-politik temelde sentezleşme sürecini, diğer taraftan da faaliyetin militan özünün açığa çıkarttığı yol arkadaşlıklarından arınmalarla daha da güçlenen yoldaşlaşma sürecini derinleştirdi. Böylece başlangıçta sadece askeri bir kolun örgütlenmesi olarak tasarlanan Devrimci Karargah yapılanması giderek askeri-politik bir öncü örgütlenmeye evrildi. Askeri faaliyetin düşman tarafından daraltılmış imkânlarına katılacak yeni taktik ögelerle az çok istikrarlı bir askeri-politik varlık sürecinin bu potansiyel arayışlarda yeni sentezleşmeler ve yeni açılımlar getireceği umudu kendi faaliyet dönemimizin başlangıç duygusuydu. (…)


*** Öncelikle askercil tarzımıza düşmanı etkileyecek yeni ve bilinenden daha yüksek taktik ögelerin katılması gerçekleştirildi. Bilindiği gibi askercil taktik askercil tekniğin bir fonksiyonudur. Gerek Türkiye devrimci hareketinde gerekse de Kürt özgürlük direnişinde son zamanlara kadar düşmana yöneltilen saldırılar ağırlıkla ferdi silahların etkinliği çerçevesinde olmuştur. Kır gerillasında, düşmanı göreli savunmasız bırakan açık alan avantajlarının ferdi silahlarla saldırı temelinde değerlendirilmesi mümkün olmasına karşın, şehir gerillasında ve özellikle bizdeki seyri itibariyle denebilir ki, düşmanın, devrim açısından hedef oluşturan noktalara yönelik yakın ve katı koruma sistemi devrimin caydırıcı ve yol açıcı şiddetini büyük çapta etkisiz kılmış ve silahlı mücadele sonuç getirmeyen militan ataklar halinde giderek silahlı mücadelenin etkisizliği fikrini yeniden üreten başarısız eylemler dizgesi haline dönüşmüştür. Silahlı devrim çizgilerimiz, savaşçılarının tüm ataklığına ve fedakârlığına karşın feodal surların karşısında çaresiz kalan kabile güçleri durumundadır. (…) Düşmanın en korunaklı noktalarına, en yüksek ateş gücünü, olabilen en az riskle sevk edebilme imkânı, zaten insan kalitesindeki üstünlüğünü tarihsel olarak kendiliğinden bulan devrimci harekete silahlı mücadele temelinde önemli bir boyut katacaktı. Böylece devrimin, karşı devrimle askercil hesaplaşmasında elde ettiği ağırlık, giderek yığınların siyasal bilincinde de ağırlık kazanmasının bir aracı haline dönüşebilecekti. Moskova ayaklanmasında el bombalarının, İspanya iç savaşında molotof kokteyllerinin, Filistin direnişindeki halk patlayıcılarının çizdiği askercil tekniğin devrimci mücadeleye entegrasyonu sürecinde, keza Filistin ve Lübnan direnişinde giderek sanayileşme özelliğini gösteren ve “halk topçuluğu” denilebilecek bir düzeyi olgunlaştırdığı görülmekteydi. Diğer taraftan hemen yanı başımızdaki HPG pratiğinde de, kır gerillasının ferdi silahlara dayanan klasik tarzlarına ek olarak, düşmanın korunaklı noktalarına ve faaliyetine uzaktan kumandalı tuzaklama ve Bezele saldırısında görüldüğü gibi giderek geri tepmesiz top ve havanlar da kullanarak artırılan vuruş gücüyle yönelme, TSK’nın kırsal etkinliğinin kırılmasında önemli bir rol oynadığı gibi, TC’yi askeri düzeyde başarı fikrinden giderek uzaklaştıran bir etki yarattığı da ortadadır. Sonuç olarak, İstanbul’daki ordu komutanlığını hedef alan havan saldırımızda somutlandığı üzere “halk topçuluğu” diyebileceğimiz askercil bir düzeyin teknik ve taktik bilgisi oluşturuldu. Devrimin, Filistin direnişinde basit kimyasal gübreyi “halk patlayıcısı”na çeviren yaratıcılığı, bizim pratiğimizde dehşetengiz “sesini bildikleri” ateşi, basit bir su borusu düzeneğiyle düşmanın en korunaklı üslerine sevk etmek şeklinde tezahür etti.. Havan gülleleri.. onlar gerçekti, askeri sanayinin ürünleriydi. Edinilmesi ise her biri küresel yeniden paylaşımın önemli kriz noktalarını oluşturan Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu üçgeninin tam ortasında yaşayan devrimciler için pek de sorun değildir. Ya da niyet sorunudur. Bunu düşman çok iyi algıladı ve üzerinde çok önemle durdu. Bütün siyasal ve askeri uzmanlarıyla, yazılı ve sözlü bütün değerlendirmelerinde olayın değil, olgunun adını anmaktan imtina ederek bu saldırı boyutunun kendi sistemlerinde ne denli stratejik gerilemelere yol açacağını üstü kapalı tarzlarda ifade ettiler. Selimiye tabelasının üstünün kapatılmasıyla kendini açığa vuran devekuşu paniği, Evren’i klasik tarzda güvenlikli kılan çiftliğinden kent içine taşınmaya, Köşk’ün çatısının zırhlarla kaplanmasına varan ciddi önlemlere yol açtı. Bunlar basına yansıyanlarıydı. Yansımayanları bilemiyoruz, ancak hangi düzeyde olursa olsun hiçbir önlemin kentli bir mücadelenin bir parçası haline getirilmiş bu tarzın üstesinden gelebilecek


güçte olmadığını bilebiliriz. Kolayca görülebileceği üzere, tartıştığımız içerik düşmanın çaresizliğinin askercil taktik ve bir savaş felsefesi olarak tarifidir. Eylemin genel kapsamı itibariyle düşman hızla kendini güvene alacak kısmi tedbirlere yönelirken esas olarak da halk topçuluğu tarzının akıllardan uzak tutulmasını, devrimci mücadelenin genel çizgileri içine dahil edilmemesini sağlayacak manipülasyonlara, düşünsel blokajlara yöneldi. Bir taraftan eylemin etkinliği küçültülmeye çalışıldı, “acemi” bulundu. Kötü niyetli olmadıklarını varsayarak, Sol’dan da bu görüşe itibar edenler olduğu için söylemeliyiz ki, bu atışları acemi bulanların kendileri aslında acemi idi. Topçulukta ilk atışlar hesaplamaların kontrolü içindir. Kesin ayarlama ilk atışları takiben yapılır. Bir kent eylemi, eylemciye bu denli görece uzun zaman tanımayacağı için Devrimci Karargâh nokta atışı değil, olası istenmeyen sivil zayiatlara yol açmayacak tarzda geniş hedef alanları gözetmiş ve bunlardan birine yönelmiştir. Şehir eyleminin gerektirdiği bir serilikte de hedefe isabetli vuruşlar yapılmıştır. Düşman, eylemin kendisinde yarattığı korku ve şaşkınlığı özel olarak kontrol altında tutulmaya çalışarak, medyada etkiyi ve tarzı küçümseyen söylemle eylemin yaratacağı sempatinin ve örnek olma halinin önüne geçmeye çalışmıştır. Diğer taraftan kullanılan tekniğin özelliği itibariyle hızla Ergenekon bağlantısı kurulmaya çalışılmış ve bu tarz silahlı mücadelenin devrimci örgütlerin işi olamayacağı düşüncesi hem kamuoyuna hem de devrimci örgütlere yönelik işlenmiştir. Ve ne yazıktır ki, gene devrimci ortamımızın grupçu rekabet alışkanlığı içinde sol’dan; “mujiğin çakmaklı tüfeği”nin ötesine geçemeyen, statükoyu fazlaca etkilemediği için karşıtlarını bile memnun etmekte olan bayağılaşmış silahlı mücadele anlayışının, sağ’dan; umutsuzluk ve teslimiyet batağı içinde olmanın, devrime ve devrimci yaratıcılığa inançsızlığın, statükoya angaje dengelerin sarsılmasından korkmanın örtük bir tezahürü olarak düşmanın bu manipülasyonuna güçlü bir katkı sağlamış ve “yeni” bir örgütle, bu denli “kalifiye” savaşçılık, birbiriyle bağdaştırılamamıştır. Oysa Devrimci Karargâh örgütsel bünye olarak “yeni” çatılan bir yapı olmakla birlikte, Türkiye devrimci hareketinin birikimlerini kendi mücadele hattını belirlemekte değerlendirebilecek kadar “eski”ye uzanımları olan bir yapılanmadır. Keza, pek çok ileri sosyalist kadronun bildiği, tanıdığı Orhan yoldaşın temsil ettiği üzere deneyimli ve kararlı bir kadro yapılanması mevcuttur. Türkiye devrimci hareketi, küçükburjuva yapısallığının getirdiği saiklerle Devrimci Karargâh’a bir tür “boyalı kuş” muamelesi yapıyorken aslında kendi birikimlerine, potansiyeline, yaratıcılığına, atılganlığına ve devrimci programına ne kadar yabancılaştığını resmetmiştir. Bu yabancılaşmanın yol açtığı yatkınlık gereği, fethullahçı medyanın gobelsvari yalanlarına ikna olmada Ahmet Altan gibi bir Amerikan beslemesi ve yeminli bir devrim düşmanıyla yan yana düşmek ne yazık ki kaçınılmaz olmaktadır. Sırların artık açığa vurulduğu bugünkü aşamada, Devrimci Karargâh’ın tarz ve insiyatifine düşmanın söylemiyle yaklaşanların, bize değil belki ama kendi kendilerine mutlaka bir otokritik borçları vardır. Bu otokritik sorumluluğu onların devrime samimiyetlerinin ölçüsü olacaktır. *** Gücümüzün maddi değerinde, her darbe yiyen örgüt gibi elbette bizim de, 27 Nisan öncesine göre bir hırpalanma mevcuttur, ancak 27 Nisan bize, öncekinden daha güçlüsünü yaratmanın


bütün imkan ve potansiyellerini sunmuştur. Hareketimiz hızla yaralarını sarmaktadır. Bundan öte, biliyoruz, görüyoruz ve hissediyoruz ki, Devrimci Karargâh’ın ve Orhan yoldaşımızın mücadele çizgisi Türkiye devrimci hareketinin bağrında pek çok filize tohum olmaktadır. Düşmanın, “çökerttik” söylemi boştur. Devrimci Karargâh çökertilemez.. çünkü her şey bir yana, Devrimci Karargâh’ın salt örgütsel bir bünye değil, askeri-politik bir devrim anlayışıdır. İsmet İnönü’nün Sakarya’nın kaybedilmesi ihtimaline karşı söylediği gibi “savaş kurmay heyetinin kafasında kaybedilir”. Devrimci Karargâh’ın gelinen aşama itibariyle yaptığı süreç analizlerinde “keşke”ler bulunmamaktadır. Zor bir yola çıkılmazdan evvel yapının kendini yeniden üretim imkânlarının zenginleştirilmesinin beklenilmesi, bunun için kimilerinin “ön hazırlık” adı altında yaptığı ve liberal sol çalışmadan sadece söylem düzeyinde farklılık gösteren çalışmaların yapılması gerektiğine dair akıl öğretmelere hiç ihtiyacımız yoktur. Sınıfın siyasal mücadeleyi devrime taşıyacak modern başkaldırı kültürü ve geleneklerinin olmadığı, devrimin ağırlıkla proletarya dışı kesimlerdeki etkisi üzerinden öncünün örgütlendiği ülkelerdeki devrimci mücadele tarihinin bize öğrettiği, “savaş dışı stok olamayacağı”dır. Umberto Ortega’nın devrimci haliyle ve devrimci öncünün inşası için yapılan benzer tartışmalar içinde belirlediği bu çerçevenin açık manası şudur: Hangi zeminde örgütleniyorsanız, o zemin öncüyü kendine tabi kılar. Devrimci Karargâh’ın bildirgesinde tanımlanan devrim ve mücadele anlayışı, yola çıkarken olduğu gibi, bugün de Türkiye işçi sınıfını ezilen halklarını iktidara taşımanın yolunu ve yordamını tarif etme gücünü korumaktadır. *** Bununla birlikte, Devrimci Karargâh, kendi yeniden üretim imkânlarının muhasebesi ötesinde emperyalist krizin içinde bulunduğumuz evresinin özellikleri itibariyle birleşik devrimci öncünün inşasındaki aciliyeti hatırlatmak üzere devrimci kadro ve kurmayların dikkatini Türkiye devrimci hareketinin birikim ve potansiyellerinin değerlendirilmesine çekmeye özellikle ihtiyaç duymaktadır. (…) Nasıl ki Orhan yoldaşın eylemi, bize direnişçi tarihimizi yeniden hatırlattıysa, Devrimci Karargâh’ın kendi kısa tarihini oluşturan süreçte geçtiği yollar, devrimci hareketin kendi direniş cephesini kurabilmesi için hangi yollardan geçilmesi gerektiğini ve bu yolların geçilebilirliğini göstermesi açısından da değerlendirilmelidir. (…) Türkiye devrimci hareketinin Devrimci Karargâh’ın tarz ve insiyatifine yönelik tutumu, aynı zamanda Kürt özgürlük hareketine ilişkin yaklaşımlarının da test edilmesine imkân sağlamıştır. Devrimci Karargah’ın, PKK’nin bir “yan örgüt”ü olduğuna dair propagandası devrimci hareketin özellikle kemalist eğilimli ulusalcı sol bünyeleri tarafından ayniyle kullanılmıştır. Devrimci hareketin eylem ve faaliyetlerinde düşük etkinlik düzeyine uygun olmayan ama devrimci iyi niyeti taşıyan herkes tarafından olmasını istediği ve beklediği bir tarz ve insiyatifin açığa çıkması bir moral yükselme, bir diriliş yaratacağı yerde, bu hamle, özellikle umutsuzluk ve teslimiyeti içselleştirmiş olanlarla, kemalist ve ulusalcı sol yapılar tarafından Türkiyeli bir devrimin öz dokusundan çıkarılarak Kürt devrimine ait kılınmaya


çalışıldı. Devrimci Karargâh, Kürt devriminin bir parçası sayılmasından siyasal ve ahlaki hiçbir sıkıntı duymazdı, eğer ki gerçek böyle olsaydı. Devrimci Karargâh’ın Kürt devrimiyle ilişkilenmesi genel çerçevede ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkını sınırsızca tanıyan leninci ideolojik çizgisinin bir gereği olarak, özel durumda ise Kürt devriminin, Türkiye devrimine stratejik ve taktik planda imkân açan programatik istihdamının bir gereği olarak ve özellikle de, içinde bulunduğumuz konjoktürün ve bölgesel gerilimlerin Kürt özgürlük hareketine ve Kürt halkına tarihen yüklediği misyonu algılamanın bir gereği olarak gerçekleşmiştir. Yani kolayca görülebileceği gibi, Devrimci Karargâh’ın Kürt özgürlük hareketiyle ilişkilenmesi, tümüyle Türkiyeli bir devrim üzerinden ve Türkiyeli devrimciler için tarif edilmiştir. Devrimci Karargâh, daha embriyon halindeyken kendini özgür Kürdistan dağlarına taşımasına ve hatta Kürt devrimi, Devrimci Karargâh’a bir tür koza işlevi görmesine karşın iki örgütün arasında organik ilişkilenme arayışı değil ama sonuna kadar devrimci dayanışma, sonuna kadar özgürlük çizgisinde yoldaşlaşma, çoğu yerde birleşik bir tarihin birbirine kaynaştırdığı enternasyonalist bir kardeşleşme yaşamsal kılınmıştır. Bu sadece Devrimci Karargâh’ın Türkiyeli bir devrime aidiyetinin gereği olmamıştır, belki de ondan daha fazla Kürt özgürlük hareketinin genelde özgürlükçü devrimci çizgilerle dayanışmaya, ama en fazla Türkiyeli devrimci örgütlerle yoldaşlaşmaya verdiği yüksek değer ve ölçülemez hassasiyetin bir gereği olmuştur. Güncel pratik göstermektedir ki, Türkiye devrimci hareketi, Kürt özgürlük hareketine göre ikincil, geri bir konumda olduğu hiçbir ilişkilenmeye gönlünü tümüyle açmamaktadır. Bunda, böyle bir ilişkilenmenin TC’nin kendilerine şiddetle yönelecek olmasının yarattığı korku kadar, Kürt devrimiyle ilişkisi açısından Türkiye devrimci hareketinin ezen ulus bünyesinden olmasının, “türk” olmasının getirdiği şoven kompleksler de rol oynamaktadır. Devrimci Karargâh’ı, eylemi üzerinden değil de, eylemini ve varlığını PKK’ ye bağlayarak, Kürtlük üzerinden gizli açık yabancılaştırmaya çalışmak şoven Türk ideolojisinin devrimci hareketimizde kendini açığa vuruşudur. (…) Devrimci Karargâh, devrimci atılganlığı güçlendirdiği, uluslararası emperyalizmin, siyonizmin ve TC gericiliğinin bölgesel programlarını bozma gücündeki Türkiye ve Kürdistan devrimlerinin genel boyutta yoldaşlaşmasının önünü açtığı için bedel ödemiştir. Ancak, Orhan yoldaşın dediği gibi, kavga sürüyor, sürecek ve devrim, onu değersizleştirenler elinde değil, kendisi için verilen bedeller üzerinden zafere yürüyecektir. KOMUTAN ORHAN YILMAZKAYA ÖLÜMSÜZDÜR! YAŞASIN DEVRİM VE SOSYALİZM! YAŞASIN TÜRK VE KÜRT HALKLARININ MÜCADELE BİRLİĞİ!


YAŞASIN DEVRİMCİ KARARGÂH!

III. BÖLÜM PROGRAM, GÜNCEL ANALİZLER VE DÖRT MÜCADELE BAŞLIĞI Bu bölümü kendi içinde üç farklı başlığa ayırdık. İlkin hareketimizin varoluşunu gerekçelendirdiği programatik metne yer verdik. Bu metin 2006 tarihinde yani Devrimci Karargâh’ın hazırlık aşamasında “Şimdi Denizlere Açılma Zamandır” başlığıyla kaleme alınmış ve “Programatik Çerçeve” olarak kabul görmüştü; olduğu gibi aktarıyoruz. İkinci başlık altında ise program metninin ardından,2006 yılında beri dünyada yaşanan gelişmeleri, emperyalizmin yeni yönelimlerini, Ortadoğu’daki değişimleri ve TC’nin restorasyonunu ele aldığımız belirlemelere yer verdik. Bu bölümün sonunda ise TDH’nin bütünsel krizinin nedenlerini ve bu krizi aşmak için nasıl bir dönüşüm yaşaması gerektiğini aktardığımız, “Dört Mücadele Başlığı” olarak adlandırdığımız “Teorik Yenilenme, İdeolojik Yerelleşme, Örgütsel Harmanlanma ve Pratik Devrimcileşme” ye ilişkin hedeflerimizi açıklamaya çalıştık.

1) PROGRAM

ŞİMDİ DENİZLERE AÇILMA ZAMANIDIR EKİM 2006 Ekim 2006 Giriş On yıllardır devrimci hareket Türkiye emekçi halklarının ne politik ne de ideolojik temsilini yapabiliyor. 20’li yıllardaki komünist kuruluş, 60’lı yıllardaki militan çıkış devrelerinden sonra,


çeyrek asırdır yaşanan örgütsel, politik ve ideolojik etkisizlik hali, devrimci hareketin tarihinde neredeyse üçüncü bir periyot durumunu alarak statüleşti. Statü, kendiliğinden gidişi örgüt ve siyaset pratiği olarak benimseyen, bundan çıkış için irade geliştirmeyen sol-marksist kesimlerce her gün yeniden üretiliyor. Üçüncü dönemin egemen örgüt ve siyaset anlayışı statükoculuk olmuş durumdadır. Yeni bir devrimci çıkış, anılan sol statünün ve statükocu solculuğun üzerine yürünerek yapılacaktır. On yılların pratik politik ataleti statükocu solculuğu, onun örgütsel, politik ve ideolojik duruşunu karşımıza almadan, parçalamadan aşılamayacaktır. 20’lerden gelen komünist faaliyetin çıkışsızlığı Denizler’in saf devrimci militan çizgisiyle aşıldı. Basit bir analoji bizi “Deniz olunmalı”ya götürmektedir. Bu küçük burjuva romantik bir öykünme değil, bölgesel savaşın bütün ağırlığıyla ülkemize yığılmakta olduğu yeni dönemin kaçınılmaz devrimci tutumudur. Bu anlayıştan hareketle, (X ve Y yapıları) geçmişin statükoculuğu içinde aşınan örgütsel yapılarını terk ederek yeni zeminde buluşmuş, sınıf mücadelesinin günümüzdeki dingin sularından bölgesel savaşın kaosuna açılmak amacıyla güçlerini birbirlerine katmışlardır. Aşağıdaki bildirge, bu kararlaşmanın örgütsel ve siyasi çerçevesini belirlemektedir. Leninci marksizm pusulamız, devrimci tarihimiz rotamız olacaktır. Devrimci selamlarımızla… A - GENEL DEĞERLENDİRME -IEMPERYALİST DÜNYA YENİ BİR YENİDEN PAYLAŞIM SÜRECİNE GİRMİŞTİR! Dünya yeni yüzyıla proletaryanın uluslararası hareketinin yokluğu koşullarında girdi. Sosyalist çöküşün yarattığı vakum bir taraftan emperyalist-kapitalist dünyayı içine çekerken, diğer taraftan karşıtına göre örgütlenmiş bu cepheyi biçim anomalilerine uğrattı. Emperyalist dünyanın soğuk savaşa göre şekillenen yapısı esas olarak ABD’nin askeri aygıtına ve Avrupa’yla Japonya’nın hem uluslararası sermaye genişlemesini hem de ABD askeri aygıtını finanse eden gerçek sermaye yapısına dayalı bir işbölümü tarzında idi. Sosyalist sistemin


çöküşüyle başlayan yeniden paylaşım süreci, ABD’yi reel sermaye gücü açısından, AB ve Japonya’yı ise askeri güç açısından uygunsuz durumda yakaladı. ABD, soğuk savaş dönemindeki motivasyonu ve askeri güç üstünlüğüyle yeniden paylaşım döneminin bu yeni açılışında atağa geçmekte gecikmedi. Dönemin yeniden sömürgecilik karakterini “önleyici savaş doktrini” adı altında kavramsallaştırırken, Avrupa sermayesinin lokomotifi durumunda olan Almanya, kendi doğusunu entegre etme uğraşısı içinde zaman yitiriyordu. Ardından, oğul Bush ve neo-con’larca, Reagan döneminden beri ifade edilen “Yeni Dünya Düzeni” kavramından anladıklarını “Yeni Satranç Tahtası” ile Ortadoğu üzerine programlaştırarak, çağı “Amerikan Yüzyılı” kılma hedeflerini açıkça ilan ettiler ve sadece doğulu halklara değil, aynı zamanda bütün diğer emperyalist odaklara da meydan okuyan bir sürece giriş yaptılar. Sosyalizmin çöküşüyle “Tarihin Sonu”nu ilan eden emperyalist dünya, sosyalizmin boşalttığı alanları ele geçirmede artık “Medeniyetler Savaşı” aşamasına geçiyor ve W. Bush bunu yeni bir “Haçlı Seferi” olarak ilan etmekten çekinmiyordu. Olay, emperyalist-kapitalist dünyanın coğrafi adı olan Batı’nın, geçmişte doğrudan sosyalizmin içinde ya da sosyalist sistemin varlık koşullarında ve desteğiyle emperyalist sisteme karşı görece özerkliğini koruyabilmiş ülkeler coğrafyası olan Doğu’yu sömürgeleştirme, sisteme mutlak entegrasyonunu sağlama programıydı. Ya da başka sözcüklerle ifade edecek olursak, yapılmak istenen hem batı ile doğunun yüzyıllardan gelen tarihsel, sosyal, kültürel farklı oluşlarını, hem de bunun yol açtığı ekonomik ve politik farklı duruşlarını yeni politik aşamada emperyalist zorla aşma girişimiydi. 11 Eylül bu kaçınılmaz hesaplaşmanın gongunu çaldı. Bu hesaplaşmada ilk darbeyi atlatan Rusya ve Çin, hızla kendilerini toparlayarak, emperyalist paylaşım sürecinde kendilerine yer bulmak amacıyla sosyalist altyapılarını yeniden düzenleyerek kapitalist pazar paylaşımı kavgasında yerlerini güçlü bir şekilde aldılar. Tarihsel ve toplumsal şekilleniş olarak Batı, Girit’ten başlayan teknik ve teknik dolayımlı üretici güçler coğrafyasını oluştururken, Doğu, Mezopotamya bataklıklarından yükselen insan ve insan dolayımlı üretici güçler coğrafyasıydı. Bu nedenle sosyalizmi alaşağı etmiş ileri ve


zengin ülkeler sistemi olan emperyalizmin, doğunun yoksul ve geri halklarını kolayca dize getireceği ve oralara “ileri insanlık” adına moderniteyi taşıyacağı düşünülüyordu. Oysa doğu insanı, batının yabancılaşmayı en üst düzeyde yaşayan insan ve toplum bilinçlerinin algılayamadığı bir direnç gösterdi. Sosyalizmin, sömürülen ve ezilen insanlara ait bir kurtuluş ideolojisi olmaktan düşmesinin sonrasında bu direniş bölge halklarının tarihsel ideolojisi olan İslam adına yapılıyordu. Özellikle de İslam’ın Şii versiyonu tarafından… ABD emperyalizmi yakın tarihte İslam’ın Sünni devletleşmeleriyle kolayca işbirliğine gidebilmiş ve onlar üzerinden sosyalizmi kuşatmak için “Yeşil Kuşak” projesini gerçekleştirebilmişti. Şii İslam ise emperyalist politikalara şiddetle direniyor ve anti-emperyalist dünya halklarının sempatisini kazanıyordu. Şii İslam’ın modern siyasal tarihte yerini alışı İran İslam devrimiyle oldu. Bu devrim, Bolşevik devrim ve ardından gelen diğer sosyalist ve anti-sömürgeci başkaldırılardan sonra, geri doğu halklarının emperyalizme ikinci meydan okuyuşuydu ve emperyalizmin bölgesel yayılışı ikinci kez engellenmiş oluyordu. Emperyalist sistem, 70 yıllık bir aradan sonra Bolşevik devriminin, sosyalizmin üzerinden geçmeyi başardı. Şimdi sıra İran devrimindedir. Bu yüzden bölgesel kaosa ait bütün güncel ve çoğu birbirine karşıt gibi ortaya çıkan veriler, hep bu genelde Batı, özelde ABD-İran karşıtlığı üzerinden okunur ve anlaşılır olmalıdır. Hristiyan dünya ile İslam dünyası arasındaki artan gerilim kaynaklarını bu bağlamda düşünmek, önceden çok tanık olunmayan şekilde gerginleşen sembolik olayları bu şekilde okumak gerekmektedir. Batı uygarlığı nasıl sömürgecilik döneminin papasını, sosyalizmle mücadele döneminin papasını bulup çıkarttıysa; Papa 16. Benedict de anılan güncel çizgisinin de en az onlar kadar politik papası olacaktır. Doğru anlaşılması gereken birinci konu, tek dünya gücü konumunda politika üreten ve dünyanın en gelişkin savaş makinesi olan ABD’nin dünya siyasetine kadir-i mutlak statüde yön verebilmesinin söz konusu olamadığıdır. ABD, hem Irak ve Afganistan’daki direnişin altında kalmış ve giderek kendisi için yeterli gördüğü asgari programlara doğru çekilmektedir, hem de


Irak ve Lübnan’da kendine karşıt güçleri büyütmekten kaçınamamıştır. Doğru okunması ve anlaşılması gereken ikinci gerçek ise, emperyalist dünyanın bir ABD imparatorluğu şeklinde, bir süper emperyalizm düzeyinde örgütlenip politika yürütemediğidir. ABD, özellikle Bush’un birinci döneminde bütün dünyayı, “ya bizimlesiniz ya da bize karşı taraftasınız”, şeklinde bir tasnifle hegemonyası altına alma politikasına yöneldiğinde sadece işgal ettiği Irak halkının direnciyle değil, başta Almanya-Fransa ekseni olmak üzere geniş bir Avrupa bloğu ve bu blokla ortaklaşan Asya ülkelerinin karşıtlığıyla karşılaştı. Dışındaki emperyalist dünyanın mali ve siyasi direnci, ABD’yi tek kişilik gösteriden BM zemininde politika yapmaya mecbur etti. Bugün, Bush yönetiminin ikinci dönemi esas olarak bu yeni yaklaşımla yürütülüyor. ABD’nin, bölgesel soygunu diğer emperyal ülkelerle paylaşmaya yanaşması, Irak savaşı sırasında ortaya çıkan trans-Atlantik çatlağını artık kapatmış görünse de, ABD’nin hem Irak, hem İran politikalarındaki tutuk davranışları paktın iç direncinin bir başka işareti olmaktadır. Yüzyılın ortalarından beri “emperyalizmin Ortadoğu’daki hançeri” rolünü Filistin ve diğer Arap halklarının siyonist ırkçılıkla ezilmesi, topraklarının işgal altında tutulup ilhak edilmesi politikalarıyla sürdüren İsrail devleti, gelinen aşamada Ortadoğu’daki bilinen sorunun adının “Filistin sorunu” değil, “İsrail sorunu” olduğunun sarih şekilde görülmesine neden olmuştur. İsrail’in varlığı ve politikalarıyla Filistin halkının bağımsızlığına, özgürlüğüne kavuşması hiçbir şart altında mümkün değildir. Yahudi ve Arap halklarının tarihte yüzlerce yıl olduğu gibi birlikte ve barış içinde yaşayabilmesinin yolu, İsrail’in yıkılmasından geçecektir. Bu aynı zamanda Ortadoğu üzerindeki emperyalist vesayetin de parçalanması anlamına gelecektir. *** Sosyalizmin bir sistem olarak çökmesi ve emperyalizmin atağı sadece bölge ve dünya politikalarının bu kaoslara sürüklenmesine yol açmadı, aynı zamanda dünya olaylarının leninci marksizm tarafından algılanıp yorumlanmasının da önüne geçti. Marksizm içinden hareketle genelde emperyalizmin, özelde ABD’nin hâkimiyetini kutsayan sol teoriler, Fukuyama ve


Huntington teorilerinin marksist versiyonları olarak ortaya sürüldüler. Emperyalizmin sosyoekonomik alt yapısı olan finans kapitalin, sadece emek dünyasından karşıtları için değil, aynı zamanda aynı pazara göz diktiği rakipleri için de saldırgan olmasının yapısal olduğu gerçeğini görmezden gelen yeni finans kapitalizm ve süper emperyalizm teorileri burjuva batı solu eliyle “imparatorluk” kavramıyla birlikte ileri sürüldü. Günümüz emperyalizm teorileri aslında eski Kautskici finans kapitalizm yaklaşımlarının post modernizm soslarıyla yeniden pazarlanmasından öte hiçbir yenilik taşımamaktaydı. İmparatorluğu, finans kapitalizmin emperyalizmden de yüksek bir aşaması sayan kavramsallaştırma içinde, kapitalist sistemin öngörülemez şekilde kendini yenilediği ve artık proletaryanın ve onun enternasyonalizminin siyasal değerinin kalmadığı esaslarına dayanarak emperyal diktatoryaların yerini alan “içeren imparatorluk” u ezilen halklar için de kabul edilmesi gereken bir sistem olarak sunan, onun saldırgan yüzünü “içerme” gibi ne idüğü bilinmeyen düzeylerle saklamaya çalışan, dünya YDD, BOP gibi doğrudan Amerikan projelerinin saldırısı altındayken imparatorluğun merkezsiz ve herkesin imparatorluğu olduğu tezini işleyen türedi ideolojiler sadece emperyalizmin gücüne tapan, yenilgin burjuva ve küçük burjuvalar tarafından savunulur olmaktan öteye geçememektedir. Günümüz emperyal olaylarını algılamak ve anlamak açısından leninizmin emperyalizm teorisi yeterince açıklayıcı olduğu ve emperyalizmin özellikle doğulu halklara yönelik BOP kapsamlı saldırısına karşı leninist “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halkları birleşin!” sloganının bizlere zaferin yolunu gösterdiği görüşündeyiz… -IITÜRKİYE BÖLGESEL EMPERYALİST-SİYONİST POLİTİKALARIN KARARGAHLARINDAN BİRİDİR! ABD emperyalizmi, Ortadoğu halklarına saldırısı öncesinde, Türkiye’yi İsrail’den sonraki en önemli bağlaşıklarından biri olarak görmüştü. Türkiye, emperyalizmin gündemdeki saldırısına hem güçlü ordusuyla vurucu güç görevi görebilir, hem de İslam toplumu olması nedeniyle bölge halkları nezdinde emperyalist saldırının haçlı yüzünü kamufle edebilirdi. Bu nedenle


emperyalist doğuya açılma programlarının öngününde Akparti’nin iktidar olması sağlandı. Ancak bu durumda, ülkenin geleneksel kemalist-devletçi yönetici sınıflarıyla politik yönetimi arasındaki çelişki şiddetlendirilmiş oldu. ABD pragmatizmi bile, Ortadoğulu siyaset sarkacını kavramakta sıkıntı çekti, bedelini 1 Mart tezkeresinin Meclis’te takılmasıyla ödedi. Tezkere oylamasının sonrasında Türkiye-ABD ilişkilerinde uyumsuzlaşma süreci yaşanmaya başladı. W. Bush’un birinci döneminde ABD ve AB arasındaki yaklaşım farkları tüm bölge ülkelerine olduğu gibi Türkiye burjuvazisine de özerk bir politika alanı yaratabilmişti. Tezkere krizinin hemen ertesinde hızla AB’ye katılma programına yüklenen Akparti hükümeti, Avrupa ülkelerinin desteğiyle kemalist yönetici sınıflarıyla özellikle ordunun basıncını göğüsleyebiliyordu. Bush’un ikinci dönemi birinci döneme kıyasla iki temel politik kaymayla karakterize oldu. Birincisi, yukarıda da değindiğimiz gibi ABD ve AB arasındaki çatlağın kapatılması sürecine girildi ve böylece Akparti yönetiminin özerk bir manevra alanı kalmadı. İkincisi ise, Irak’da Şiilerin, Filistin’de Hamas’ın seçimlerden başarıyla çıkması ve bu iktidar sürecinde ülkede hızla yükselen anti-Amerikan eğilim, Bush ve neo-con’ların İslam’ın içindeki radikal ve ılımlı İslam ayrımını gözeten politikalar yerine kendilerine doğrudan uyum gösteremeyen İslam’ın her türüne tedbir almaya yönelen politikalara dönüştü. Özellikle Erdoğan’ın Bush yönetimi nezdindeki kredisi hızla düşürüldü. Akparti’ye emperyalist merkezlerce verilen destek Akparti iktidarının İslam’ı batı emperyalizmine entegre etmede bir model olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceğinin gözlendiği sürece devam etti. Akparti’nin Sünni İslam’ının yapısal olarak bölgesel İslam direnişinin Şii gerçeğine model olamayacağının anlaşılması için ise, üniversitelerdeki ve araştırma kuruluşlarındaki yüzlerce akademisyene ve onların hazırladığı binlerce sayfa teze karşın bir siyasal öngörüyle değil, ancak deneysel oldu ve bu deney emperyalizme oldukça pahalıya mal olan bir işgal sürecinin yaşanmasını gerektirdi. ABD şimdi Türkiye’yi yeniden siyasal biçimleme tezgâhına sokmuştur. Bu tezgâh bir taraftan AKP İslamı’nı gene bir şekilde egemen politika alanında istihdam ederken, aynı zamanda dinsel yapının siyasal yaşamdaki etkisini azaltmaya yönelik girişimlerle kendini gösteriyor; bu sınırlandırmayı Amerikancı bölge politikalarına doğrudan yatkın burjuva partilerini siyasal


etkinlik alanlarına doğru taşıma planlarıyla birlikte yürütülüyor. Bu aşamada ABD’nin Türkiye’ye vermek istediği en önemli siyasal biçim ise, özellikle Kürt sorunu çerçevesindedir. Geleneksel Türk devlet politikaları hala Irak Kürt federe yönetimiyle dahi diplomatik ilişki geliştirmeye direnirken, ABD’nin özellikle gündemdeki İran savaşı itibariyle cephe gerisini tahkim edebilmek ve İran’a güçlü vurabilmek için ihtiyaç duyduğu en temel taktik adım, TC ve Kürt federasyonunun birbirine yakın kılınmasıdır. Irak’ın bütünlüğü programından çoktan vazgeçen ABD’nin parçalanmış bir Irak’ta ve hele ki İran savaşı koşullarında bölgede kendisine en güçlü yataklık ilişkileri gösteren federe Kürt yapısını bile korumakta güçlük çekeceği açıktır. Bu yüzden TC-Barzani ittifakı ya da en azından aralarındaki ilişkinin sorunsuzluğu ABD açısından stratejik önemdedir. Türk ordusunun böyle bir ittifaka direnmesi Misak-ı Millici devlet politikası nedeniyledir. Güney Kürtleri’ni ve onların siyasallaşmasını meşru gören bir politik tutumun Kuzey Kürtleri’ni de özgürlükçü temelde harekete geçireceğinden korkan sömürgeci zihniyet, özellikle Öcalan tarafından ileri sürülen “iktidarcı ve devletçi olmayan” siyasal programlarla sakinleştirilmeye çalışılmaktadır. Gelinen aşamada hem devlet ve ordu güçleri içinde, hem de sivil siyaset sınıfları içinde bugüne kadar Kürt sorununda “şahin” politikalar izlemiş olanların da katkısıyla ABD politikalarına oldukça uyumlu bir Türk siyasal ortamının gerçekleştirileceği şimdiden görülebilmektedir. Bütün bu bölgesel kaos içinde Türkiye büyük burjuvazisi, bugüne kadar olduğu gibi bugün de, saf bir siyasal sunuş ve ağırlık oluşturmak gücünde değildir. En yukarıda bir avuç Türk finans kapitalisti ve onlarla yakın işbirliği içindeki Anadolu kodaman bezirganlığı sürekli karlarını büyütmenin tatmini içinde bağımsız bir siyasal çizgi oluşturmaya bile yönelmemektedirler. Onlar için aslolan, tümüyle entegre oldukları emperyalist dünyayla Türkiye siyasetinin ters düşmemesi ve Türk siyasal yapısının uluslararası emperyalizmin bütün istemlerine harfiyen uymasıdır. Aksi takdirde uluslararası mali piyasaların küçük bir hamlesiyle Türkiye burjuvazisinin sermaye birikiminin büyük bir kısmının değersizleştirilmesi, geçmişte ve en son borsa krizinde görüldüğü gibi mümkün olabilmektedir. Uluslararası emperyalist kurumlarda ilan edilen “yükselen pazar”lar ancak emperyalist politikalara harfiyen uyan ülkeler bazında


belirlenmektedir. İradesini böylesine uluslararası emperyalizme teslim etmiş Türkiye egemen sınıflarının ardı sıra devlet elitinin de bölge politikalarına uyumlandırılması, siyasal iktidar ve yönetici sınıflar arasındaki çelişki yatıştırıldıktan sonra elbette çözümlenecektir. Türk ordusu Büyükanıt’ın ağzından, düzen partileri de yeni siyasal adaylar Ağar ve Bahçeli’nin ağzıyla Amerikan politikalarına biat edeceklerini açıklamış durumdadırlar. Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde düzenlenecek siyasal yapı bir taraftan Bush ve neo-con’ların da artık korktuğu İslamı daha kontrol edilir ve karşıt bir siyasal basınç oluşturamaz sınırlara çekerken Federe Kürt devletiyle daha ileri politik ve Kuzey Kürdistan halkıyla kültürel politikalar temelinde bir yakınlık oluşturacaktır. Görülen odur ki, İmralı politikaları da bu gelişmeye kolaylık sağlamakta, egemen politik aktörlere ihtiyaç duydukları bütün kozları vermeye yatkın durumdadır. Türkiye emperyalizm adına bölge halklarına karşı yürütülecek bir savaşın unsuru hatta alanı olmaya doğru hızla ilerlemektedir. -IIISALDIRGAN EMPERYALİZME KARŞI TÜM DÜNYA HALKLARININ VE EMEKÇİLERİNİN KURTULUŞU SOSYALİZMDEDİR! Küresel ve bölgesel emperyalist politikalara karşı bugün bölge halkları kendi direnişlerini büyük bir ağırlıkla kadim dinsel ideoloji ya da uzlaşmacı burjuva ideoloji ve politikalar çerçevesinde dillendirebilmektedir. Emperyalizme karşı proleter ve emekçi ideoloji ve programlarla karşı koyuş ne yazık ki gündemde değildir. Sosyalizmin bölge halklarının gündemine gelmeyişi sadece uluslararası sosyalizmin yıkılmış olması nedeniyle değil, aynı zamanda varlık koşullarında da bölge halklarıyla doğru temelde ilişki geliştiremeyişi nedeniyledir. Bu ifadeyi tersinden kurmak da mümkündür; zaten sosyalizm özelde bölge halkları, özellikle İran devrimi ve genelde geri ülke halklarıyla doğru ilişki kuramamış olmasından dolayı yıkılmıştır. Geleceğe bölge devrimleri üzerinden bir yön verebilmek için bu kapsamı açmak zorunludur. Bunun için de kısaca da olsa sosyalizmin teorik ve pratik tarihine bakılmalıdır.


Bir toplum düzeni olarak sosyalizm, verili kapitalist düzenin egemen düşünce yapısı olan felsefi idealizme karşı Marx ve Engels tarafından geliştirilen tarihsel materyalizm düşüncesine bağlı olarak kuramlaştı. Tarihsel materyalizm toplumun maddi üretim ilişkilerini esas alan ve toplumsal dönüşümleri bu ilişkilerdeki değişimlere göre koşullayan bir devrim anlayışına sahipti. Dolayısıyla yeni toplum projesi evrensel ölçekte en ileri üretim ilişkilerine sahip olan Avrupa kapitalizmi üzerinden kuramlaştı. Batı kapitalizmi daha ileri toplumsal yapılara geçilmesi için verili bir seviye olarak görüldü. Bu nedenle tarihsel materyalizm kuramı bir tarih kuramı olmaktan çok kapitalizmin ekonomi politiği üzerinden kavrandı. Özetle marksizmin temel eserleri ve kuramları bir batı düşüncesi olarak gelişti. Kapitalizmin pazar krizi sömürgecilik politikasını geliştirirken, Avrupa iç devrimlerinin yenilgisinin yarattığı boşluktan yararlanan tarihsel materyalizmin kurucuları ömürlerinin son dönemlerinde doğu’yla da ilgilenme fırsatı bulduklarında, doğu ve batı toplumsal formasyonları arasında şu çarpıcı tarihsel farkı fark etmekte gecikmediler: Batı gelişmesi kadim tarihten beri özel mülkiyet üzerinden yapılıyorken doğunun kadim tarihinde ve hatta Rus devrimcilerinin bildirdiği tarzda verili zamanda da hala kolektif mülkiyet ilişkileri görülebiliyordu. Marx’ın son zamanlarında, Engels’in ise Marx’ın ölümünden sonraki tüm faaliyet süresi içinde kuramlarını vulger bir ekonomi politik kavrayıştan, yegane bilim olarak gördükleri tarih biliminin sınırlarına çekme gayretleri modern toplumun güçlü batıcıl formasyonu içinde yetişen ardılları üzerinde yeterince etkili olamadı. Öyle ki bu takipçiler, olmuş bitmiş bir proleter devrimi, Rus devrimini bile devrimden saymamakta inatçı bir tutum ortaklığı geliştirdiler. Rus devrimi, marksist devrim kuramının batıcıl algılanışına karşı bir devrim teorisi ve stratejisi geliştirmişti. Batı marksistlerine göre sosyalizme kapitalizmin en ileri olduğu toplumlarda geçilebilirdi. Oysa Rusya henüz tam kapitalist bile sayılamazdı. Lenin’e göre ise kapitalizm öncesi ilişkilerin emekçi sınıflarda ve toplumda yarattığı çelişkiler devrim için yeterliydi. Modern toplumun üretici güçleri proleter iktidar altında yukarıdan da geliştirilebilirdi. Bu yaklaşımla Lenin geri üretim ilişkilerinin kapitalizme uğramadan sosyalizme atlayabileceği


pratiğini, pek de Marx’ın son dönem bunları da ifade eden görüşlerine ihtiyaç duymadan yaşamsal kıldı. Geri ülke devrimleri, toplumsal dönüşümleri tarihsel materyalizmin tarih kuramında özerk yerini alamadan Lenin tarafından politika teorisine dahil edildi. Artık dünya devriminin sloganı “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halkları birleşin!” olmuştu. Nasıl Marx’ın ardılları Marx’ın teorisini sadece bir ekonomi politik kuram çerçevesinde algılamışsa, Lenin’in ardılları da leninist politika teorisini sadece tek ülkede sosyalizm pratiği çerçevesinde algıladılar. Marksizmin batıcıl kuramlaşmasını kendi doğucul pratiklerine yeterli gördüler. Teorik olarak algılayamadıkları pratik gerçekleri bir tür pragmatizmle aşmaya kalktılar. Sovyetler Birliği’nin her şeyi salt kendi ülkesini ayakta tutma gerçeğine göre kendi etrafına çektiği duvarlar, özellikle II. Paylaşım Savaşı sonrasında geri ülkelerin sosyalizme akmasını engelleyemedi. Sosyalist dünyanın bu tarihsel gerçeği kavrayamadığı “kapitalist olmayan kalkınma” ve “toplumsal ilerleme” teorilerince belgelendi ve haliyle geri ülke devrimlerini yönlendirme başarısını da gösteremediler. Olay sonuç olarak, geri toplumsal formasyonlar ve bunlara ait üretici güçlerin modern toplum ilişkilerine entegre edilmesiydi. Emperyalizm bunu zor yoluyla yapıyor ve yeni sömürgeci yöntemlerle kendine işbirlikçi sınıflar geliştiriyordu. Sovyetler Birliği ise, geri ülkelerin doğrudan ya da dolaylı bir şekilde sosyalizmle ilişkilenmesinin tarihsel nedenlerini anlamak, bu ilişkiye yol açan geri toplumların tarihsel üretici güçlerini keşfetmek gibi bir çaba içine girmeksizin sadece verili konjonktürü verili politik ve askeri düzeylerde bir ittifak gücü olarak değerlendirmekten öteye gidemiyordu. Geçen zaman içinde sermaye birikim süreci işleyen ve giderek sınıf farklılaşması derinleşen bu ülkelerde bizzat devlet eliti kapitalistleştiği için süreç bu ülkelerin Sovyet ekseninden uzaklaşarak emperyalizme yönelmesiyle sonuçlanıyor, bu da Sovyet yöneticilerinin geri ülke devrimlerine güvensizliğini ve kapalılığını geliştiriyordu. Ortadoğu’daki bütün Baas yönetimleriyle Sovyet ilişkisi bu genel çizgide seyretti ve çözüldü. Daha farklı bir zeminde gelişse de, gene de doğulu özgün tarihsel güçlerin emperyalist kapitalist sisteme karşı kendini iktidar kılmasının bir başka tezahürü olan İran devrimine karşı Sovyetlerin takındıkları tutum, hem Sovyetler’in geri ülke devrimleriyle ve bölgesel güç paylaşımındaki ağırlığını oluşturan doğulu ülkelerle ilişkilerini çözdü hem de emperyalizme karşı kuşatmasını


kaldıran siyasal ve ideolojik yapının kendi içine çökmesine neden oldu. Özetle Sovyetler Birliği teorik olarak tarihsel materyalizmin kavranış normları içinde, aslında kendisinin öncüsü olduğu doğulu devrimlere karşı takındığı yanlış politik pratik itibariyle yukarıdan sosyalizmin yukarıdan çözülüşü şeklinde tarih sahnesinden çekildi.70 günlük Paris Komünü pratiği nasıl devlet ve iktidar teori ve pratiğinde Bolşevik deneyimine yol açmışsa, 70 yıllık Sovyet deneyimi de tarihsel materyalizmin batıcıl değil küresel kavranışı, modern ve tarihsel üretici güçlerin uluslararası proletarya ve ezilen halklarının emperyalist kapitalizme karşı direnişinde nasıl entegre edilebileceğine dair de geleceğin sosyalizm anlayışına ve politik yönelmelerine yol gösterecek bir zenginlik kattı. Bu değerler itibariyle leninist “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halkları birleşin” sloganı artık geleceğin sosyalizmini daha derinlikli kavramış sosyalizm pratiğine geçmişten daha fazla ışık tutan bir yönelme halini almıştır. Özellikle de sosyalizmin ve devrimin yerel ve küresel bir varlığının olmadığı emperyalist kapitalist sistemin istediği gibi at koşturduğu 15 yıllık bir zaman diliminin halklara daha fazla savaş, terör ve sömürü getirdiği koşullarda, halkların ve emekçilerin daha iyi bir dünya arayışına somutça yöneldiği günümüz koşullarında… Günümüz koşulları, özellikle Latin Amerika’da giderek istikrar kazanan devrimci duruşların güçlü olarak ortaya çıktığı bir dönem anlamına gelmektedir. Kıtadaki sol mücadele çeşitlerindeki zenginlik, farklı kavga biçimlerinin aynı anda başarılı şekilde birlikte akıyor olması, yükselen anti-Amerikancılık, halk ve sınıf dinamizmleri üzerinde yükselen sınıf ve kadro örgütleri gerçeği, güçlü bir entelektüel uyanış gibi belirtiler, Che’nin ve Fidel’in evlatlarının bizim cephemizden birçok kez daha dünyayı sarsacağının somut kanıtları olarak ortada durmaktadır. Castro’nun ve Chavez’in anti-Amerikan Ortadoğu açılımları bu gerçeğin güncel görüntüsüdür. -IVTARİHSEL VE YEREL KOŞULLAR TÜRKİYE DEVRİMİNİ YENİ BİR ÇIKIŞIN EŞİĞİNE GETİRMİŞTİR.


Uluslararası proleter hareketin çöktüğü ve emperyalist sistemin bütünüyle Ortadoğu’ya kilitlendiği günümüz konjonktüründe bölge halkları ve emekçilerinin direnişinin öncülüğünü kadim tarihsel güçler ve onların ideolojileri yapmaktadır. Bu güçlerin emperyalizmle savaşlarının nihai olarak halkların kalıcı kazançları haline dönüşemeyeceği, toplumlar tarihinin gidiş yönü itibariyle bellidir. Bölge emekçilerinin ve halklarının nihai kazanımının proleter sosyalist hareketi küresel ve bölgesel gerilimlere bir alternatif olarak kendini dayatmasıyla mümkündür. Bu aynı zamanda küresel emperyalizme karşı uluslararası proletaryanın yeni bir başkaldırı sürecinin de işareti olacaktır. Çünkü değil mi ki gelinen aşama itibariyle bütün güç odakları ve güç politikaları Ortadoğululaşmıştır, o halde Ortadoğu’daki her politik güç ve Ortadoğu’ya yönelik her politika da küreselleşmiştir. Bu nedenle Ortadoğulu yeni bir sosyalist diriliş, uluslararası proleter hareketin bir kez daha küresel çapta yüksek bir konjonktürünün oluşturulması anlamına gelecektir. Ortadoğu’da ülkeler tarihi içinde en gelişkin işçi ve devrimci hareketin Türkiye’de olduğu söylenebilir. Bütün ağır yenilgi ve tersine konjonktürlere rağmen Türkiye işçi ve devrimci hareketi sürekli bir yeniden başlangıç yapma çabasında ve arayışındadır. Ve keza, bütün yenilgili tarihine karşın işçi ve devrimci hareketin kolektif hafızasında bir o kadar da başarı kayıtlıdır. Devrimci faaliyetin hala aşağılarda seyrettiği bu dönemde de emekçi, aydın, ilerici, devrimci, demokrat bütün güçler, devrimin geçmişteki başarılı günlerine duyduğu özlemde odaklanmış, küresel emperyalizmin bölgeye yönelişinin yükselttiği politizasyon ve bölge halklarının da buna karşı yükselttiği direnişten aldığı motivasyonla, neredeyse çeyrek asırdır süregelen düşük direniş konjonktüründen çıkmanın arayışlarına girilmiştir. Bu pratik hissiyat ve yönelmenin kalıcı mücadele ve örgüt düzeylerine tekabül ettirilmesi ve konjonktürü kendini koşullayan birikime denk bir özelliğe taşınabilmesi ancak geçmiş devrimci harekete özeleştirel yaklaşmamıza, bu özeleştiriden örgütsel, politik ve stratejik sonuçlar çıkarabilmemize, bu sonuçları gelecek dönem mücadelesinde somut, elle tutulur mekanizma ve kurallar halinde sistematize edebilmemize bağlıdır. Devrimci hareketimiz, teorik yenilenme, ideolojik yerelleşme, örgütsel harmanlanma ve pratik devrimcileşmeyi başarmak zorundadır. Bu başlıkların altına girilmesi, hareketi içinde bulunduğu “bitkisel hayattan” çekip çıkarmanın tek


yolu olarak görünmektedir. *** Türkiye’de komünist örgütlenme, uluslararası ölçekte öncü kuşaktan sayılabilir. TKP’nin kuruluşu 1920’lere dayanmaktadır. Bolşevik devriminin ağırlıklı etkisinin olduğu o günkü konjonktürde, I. Paylaşım Savaşı’nın doğrudan konusu olan Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanma koşullarında sanayinin ve işçi sınıfının en gelişkin olduğu İstanbul’daki burjuva aydın ve işçilerin klasik tarzdaki bir komünist örgütlenme olarak gerçekleşir. Bir yandan proletaryanın işgal altındaki İstanbul’da kuşatma altında tutulması, diğer yandan ulusal burjuvazinin Anadolu’daki önderliği, keza özellikle 1920’lerden sonra yoğun bir uluslararası politika olarak SBKP tarafından dünya komünist partilerine dayatılan tek ülkede sosyalizm hedefi ve buna bağlı olarak emperyalizmle hesaplaşan ulusal burjuvazilere destek olma programı, burjuva cumhuriyetin kuruluş sürecinden proleter hareketin etkisiz olarak çıkmasına yol açmış ve benzer çizgilerin sürdürülmesi gelişen Türkiye burjuvazisi karşısında komünist hareketi iyice güçsüz kılmıştır. Buna rağmen kemalizmin ve cılız ülke finans kapitalizminin devletleşme süreçlerindeki iç güvensizliği ve soğuk savaşın doğrudan alanlarından birinin Türkiye olması, devlet terörünün sürekli komünist hareketin üstünde olmasına yol açmış, hareket ağır darbeler almış ve parti kadroları sürekli takibat, operasyon ve ağır hapis koşullarında tutulmuştur. Örgüt yapısının bu cılızlığı Türkiye proletaryasının, tarihsel arka planını oluşturan Anadolu halk ve devletleşme gerçeğinin bir sonucu olarak ortaya çıkan, “kerim devlet” ve “devlet baba” anlayışının bir organik devamını oluşturacak şekilde devletten kopuşamamasıyla, devlete karşı bir düşünce ve davranış düzeyine geçemeyişiyle, egemen kadim tevekkül güdüsü içinde davranışıyla bütünleşince, dünyanın en eski komünist ve işçi hareketlerinden biri olmasına karşın, TKP çizgisinden günümüze kalan sadece onun leninist devrim programı olmuştur. Türkiye burjuvazisinin II. Paylaşım Savaşı sonrasında, ülkeyi Marshall Yardımı programları çerçevesinde emperyalizme peşkeş çekmenin yarattığı sosyo-ekonomik daralmaya karşı, 27 Mayıs 1960’ta yönetici sınıfların müdahalesi ülkeye özellikle asker-sivil aydın gençliğin taşıdığı bir demokrasi havası estirdi. Sermaye sınıflarına karşı, kemalizmin devletçi ve halkçı


söylemine sahip çıkan üniversiteli gençlik sistemi zorlayan muhalefetleri karşısında doğrudan Kemalist yönetimlerce de baskıya uğrayınca, dünyada Küba, Cezayir ve Vietnam devrimleriyle yükselen yeni devrim konjonktürünün de etkisiyle hızla sosyalizme kaydı. Bir dönem sonra gençlik tanımı sosyalist ya da devrimci tanımıyla özdeşleşti. Bu devrim ve sosyalizm dalgası 1920’lerden beri gelen komünist ve işçi hareketinin bir uzantısı değildi. Kendi toplumsal gerçeği içinde kendi devrimci yatağını kendi açan bir aydın gençlik hareketiydi. Ülke 60 darbesinden sonra, uluslararası konjonktürün özellikle Vietnam devrimi ve geri ülkelerin hızla yükselmekte olan anti-emperyalist direnişi sonrasında emperyalizmin içine düştüğü yeni kriz konjonktürünün bir yansıması olarak yeniden finansman krizine girdiği bir dönemde, emekçi sınıf ve kitleler adına, devrim ve demokrasi muhalefetini Dev-Genç’le başlayan, ardından THKO, THKP-C, TKP-ML gibi örgütlenmelerle sürdüren aydın gençlik devrimciliğinin sistemi tümüyle karşısına alan silahlı direniş çizgisiyle tanıştı. Burjuvazinin cevabı 12 Mart faşizmi oldu. Yenilgisinin büyüklüğüne karşın, darbenin hemen ertesinde, dünyadaki yüksek devrim konjonktürünün de etkisiyle, aydın gençlik bütün kesimleriyle yeniden silahlı devrim çizgisinde örgütlenmekte gecikmedi. Buna mahalle gençliği de karşılık verdi ve devrimci sosyalizm anlayışı bütün ülkede egemen oldu. Ne ki, aydın gençliğin küçük burjuva yapısallığı proleter devrim çizgilerine, özellikle Sovyetik revizyonist anlayışlara duyulan tepkiyle tümüyle kapanmış haldeydi. Bu yapısallık, “proletaryasız proleter devrimcilik” ideolojik çizgisi ve eylem tarzıyla, aydın küçük burjuvazinin bir toplumsal dönüşüm programının öznesini oluşturma sürecine girmesini, gündelikçi bir anti-faşist eylemcilik düzeyinden öteye geçmesini engelledi. ABD öncülüklü “düşük yoğunluklu savaş” konseptiyle tüm dünyada 70’lerin ortalarından itibaren geliştirilen karşı devrim rüzgârı bu kez 80’de bir daha ülkeyi vurdu. Yüzbinlerce devrimci işkenceden geçirilerek zindanlara tıkıldı, yüzlercesi katledildi, onlarcası asıldı. Devrim kuşağı bir kez daha ağır bir darbeyle sindirildi. 60’ların ortalarından 80 darbesine kadar geçen sürede devrimci siyasetin sosyal tabanını aydın gençlik oluşturuyordu. Bu damar 20’lerden gelen komünist-işçi devrimciliğinden farklı bir damardı. 20’lerden beri gelen birinci damar özellikle revizyonist Sovyet politikalarına tabi


gidişiyle giderek süren bir çizgiyi oluşturdu ve nihayet 90’da Sovyetlerin dağılmasıyla kendi varlık nedeni ortadan kalkmış oldu. 60’ların ortalarından itibaren geleneksel olarak politik aktivitesini sosyalist zeminde sürdüren aydın gençliğin devrimciliği ise üst üste aldığı iki ağır yenilgi sonrasında kendi sosyal tabanını da kaybetti. Neticede güce bakan küçük burjuvazi, toplumsal çelişkilerini “demokrasi” zemininde dillendiren bir siyasallığa çekildi ve gençlik devrimciliği 80’den günümüze, zaman zaman çıkış denemelerinde bulunsa da esas olarak bir dibe vurma dönemine girdi. Türkiye devrimci hareketi kendi dinamiklerinde bu büzüşmeyi yaşıyorken, uluslararası konjonktürde önce sosyalist sistemin çöküşü, ardından devrimci hareketin yenilgisi ertesinde yükselen ve bu yükselişle zaman zaman Türkiye devrimini de motive eden Kürt özgürlük hareketinin 90’ların sonundaki uzlaşma-devrimsizleşme stratejisine yönelmesi devrimci hareketin krizini süreğenleştirdi. Devrimci hareket ne yaslandığı sosyal kesimlerin kendilerini toparlayıp ayağa kalkmasıyla bir diriliş yaşayabiliyordu, ne de bilimsel olarak hem kendi yenilgilerini, hem de uluslararası proletaryanın yenilgisini nedensel ve çözümsel olarak bir sonuca vardırıp kendini yeniden eyleme kaldıracak bir bilinç netliğine ulaştırabiliyordu. Özellikle dünya gündemi bölgeye gelip kilitlenince gündelik verilerle evrensel gündemin içinde debelenip durma sarmalının dışına çıkamadı. Bugünkü kesitte en radikalinden en liberaline kadar bütün Türkiye solu nüanslarla ifade edilebilecek aralıkların dışında aynı duruş ve davranış düzlemini oluşturuyor ve paylaşıyor. Bunun tek tanımı vardır: Statükoculuk… Statükoculuk, sol hareketimizde devletçilik, yasalcılık, halka uzak duruş, Kürde uzak duruş, batıcılık, elitlik, aydıncılık, parçalılıkta ısrar, tanımsız rekabetçilik gibi geri özelliklerinin hem zemini hem de sonucudur. 20’lerden gelen birinci ve 60’lardan gelen ikinci dalga devrimciliklerin, konjonktürden de beslenen ama farklı sosyalliklerin devrimcileşmesiyle oluşan dönemsel çıkış ve egemenlikleri bugün bir yanılsama olarak Türkiye solunda krizden çıkış için yeni bir devrimci konjonktürün beklentisini güçlendirmiştir. Oysa ne dünyada ne de ülkede kendiliğinden bir devrim dalgasını oluşturacak bir sosyal kesit kalmamıştır. Bu nedenle konjonktür beklentileri kendiliğindenci ve


statükocu devrimciliği güçlendiren ya da tersinden gündelikçi ve statükocu devrim anlayışlarının kendilerini konjonktür beklentileriyle gerekçelendirdikleri bir kısır döngü etrafında dolanmaktadır. Aşağı yukarı 25 yıllık, yani çeyrek asırlık, yani neresinden baksanız üç siyasal kuşaklık bir zaman sürecinde statükocu devrimciliğin kendisinin de bir statüko kazandığını, yani birincisini 20’lerden 60’ların sonlarına, ikincisini 60’lardan 90’lara kadar yaşadığımız devrimci konjonktürler bu çeyrek asırlık faaliyetleriyle üçüncü bir dönemi de yaşamış sayılmalıdır. Bu dönemde batılı solun her türlü yapısalcı, post modernist, post marksist liberal sosyalizm anlayışlarını deneyci tarzlar içinde yaşamış devrimci ortamımız açısından deniz bitmiş, özellikle küresel dengelerin bölgeyi bir ateş çemberine çevirmekte olduğu bu tarihsel moment karşısında halk sınıfları ve samimi devrimciler statükoyu parçalamayı, devrimci iradeyi geçmişin tüm zaaflarından çıkartılan derslerle yeniden oluşturmayı gündemlerine almış bulunmaktadırlar. Küçük küçük başlayan, ama yaygınlaşması ve kolektifleşmesi kaçınılmaz olan bu gidişin bölgesel savaşın ideolojik ve politik özneleri olan doğucu/İslamcı ve batıcı/emperyalist karşıtlığına evrensel bir devrimci sosyalist alternatif olarak çıkma ve tüm bölge ve dünya emekçi halklarına kurtuluş bayrağını taşıma imkanı bütün geçmiş ve günümüz koşulları itibariyle mümkündür. Yeter ki bu imkanları değerlendirecek bilinç ve cesaret zemininde devrimci enerjiler kolektifleşebilsinler… -VKÜRT ÖZGÜRLÜK HAREKETİ TÜRKİYE VE BÖLGE DEVRİMİ İÇİN VAZGEÇİLEMEZ BİR DİNAMİKTİR! Türkiye devrimi 80 darbesiyle aldığı ağır yaranın etkisiyle yeni bir siyasal dönemi ve dirilişi başlatmakta zorlanırken, 84 yılında Kürt özgürlük hareketi adına Eruh ve Şemdinli’de sıkılan kurşunlar, 39 Ağrı İsyanı’ndan beri tevekkül içinde yaşayan Kürt halk gerçeğini sömürgeci TC’ye karşı ayaklanma sürecine girişte “ilk kurşun” işlevini gördü. Kürt halkı, 84’ten itibaren devlete karşı bir irade oluşturmanın ve bu iradeyi devlete dayatmanın aygıtlarını kullanma yoluna girdi. PKK önderlikli Kürt halkı günden güne Kürdistan’da hem gerillayı hem de siyasal halk hareketini geliştirdi. PKK’nin başlangıç programı sosyalist zeminde bağımsızlık ve


demokrasi programıydı. Bir yandan Türkiye sol hareketinin hemen yanı başında yükselen bu çizgiye ittifak gücü sağlamaktan çok uzak oluşu, hatta ideolojik zeminde kemalizmden etkilenmiş bakışlarla Kürt özgürlük hareketine küçümseyen ve ciddiye almayan siyasal duruşu, diğer taraftan 90’da sosyalizmin çözülüşü, gelişen ve büyüyen Kürt özgürlük hareketinin başlangıç programındaki sosyalist vurgunun hızla ulusal zemine kaymasına ve ulusal çözümü yeni dünya konjonktürünün oluşturduğu çerçevede aramaya yöneltti. PKK de başlangıçta, tıpkı Türkiye devrimci solu gibi metropollerdeki ve Türkiye devrimci hareketi içinde yetişen Kürdistanlı öğrenci gençlik kadroları tarafından kurulmuştu. Ancak 84 atağından sonra yıllarca sindirilmiş Kürt halk gerçeğinin bu zemine akışı PKK’yi halklaştırdı. Sürecin ilerleyen evrelerinde, hem bölgesel çapta devrimin düşük etkisi, hem de Kürt burjuvazisinin bu hareket etrafında toplanması hareketin ideolojik ve siyasal yönelmelerinde toplumsal özgürlük programlarını ve ilkelerini giderek silikleştirirken, yerine ulusal özgürlük taleplerini koyulaştırdı. Ve nihayet 90’da uluslararası sosyalist hareketin çöküşü bu sürecin iyice kalıcılaşmasında belirleyici bir moment oluşturdu. 90’lı yılların ilk yarısında bir taraftan halk gerçeğiyle buluşmuş PKK’nin örgütsel ve askeri güçlü atakları, diğer taraftan ise değişen dünya koşullarında ideolojik ve siyasal yalpalamaları iç içe gelişmekteydi. PKK’nin bu dönemde hiçbir TC partisinin giremediği Kürdistan siyasallığını sosyal demokrat partiyle ittifak yaparak sistem içinde tutunma taktiği ve ardından ilk ateşkes çağrısı ve uygulamasına girişmesi aslında izlenecek esas yolun verili Türk siyasal sistemi içinde bir uzlaşı arayışı olduğunu göstermekteydi. Ancak 700 yıllık sömürgeci Osmanlı’nın bütün devlet geleneklerini benimseyen ve sürdüren TC’nin Kürt özgürlük hareketindeki bu kaymaları rasyonel bir çizgide istihdam edebilecek politik esnekliği yoktu. Kürt özgürlük hareketinin üzerine 93’ten itibaren düşük yoğunluklu savaş stratejisiyle yönelindi. Devletin ve sermayenin içine girdiği sosyo-ekonomik açmaza müdahale açısından da bu çeteleşme ve meşruiyet dışı tarzlarla savaş Türkiye ekonomi ve politikalarına bir çıkış aramanın gerekçesi kılındı.


PKK’nin uzlaşı arayışlarına karşı, TC’nin düşük yoğunluklu savaşla karşılık verişi sürecin siyasal olarak kilitlenmesini getirdi. Devlet PKK’yi ne askeri ne de örgütsel olarak Kürdistan dağlarında etkisiz kılabiliyordu ama siyasal bir düğümlenme içindeki PKK de ne askeri ne örgütsel olarak faaliyetini kentlere, özellikle metropol kentlerine doğru taşımakta kayda değer bir gelişme gösterebiliyordu. Devletin zoruyla Kürdistan kentlerinde söndürülen serhildanlarla yeni bir çıkış aranmadığı gibi, metropol emekçi sınıfları ve metropoldeki Kürt kitlesini arkasına alabilecek bir kitle siyasetini de örgütleyemiyor, metropoldeki Kürt kitleyi ve metropol siyasetini sadece Kürdistan dağlarındaki askeri mücadelenin bir lojistiği olarak değerlendiriyordu. Kürdistan dağlarındaki askeri denge hali ve Kürt özgürlük hareketinin siyasal çözümü sadece emperyalist sistemin yeni uluslararası dengelerinde bulabileceğine dair siyasal kilitlenme mücadeleyi kendi içine yöneltti ve durağanlaştırdı. TC ile uzlaşmaya imkan verecek bir çözüm daha ziyade uluslararası alanda bir yer bulma arayışına tabi görüldüğü için “diplomasi” özel bir kavram ve siyaset tarzı olarak öne çıkarıldı. Sürecin bu bayağılaşmasının ertesinde TC ve Türk ordusu, PKK’nin cephe gerisini oluşturan ilişkilere yöneldi. Suriye’ye yönelik bir kampanya sonrasında 99 yılında PKK önderi Öcalan, Suriye’yi terk ederek tam da yeni siyasal açılımının odağı olarak gördüğü Avrupa’ya yöneldi. Bu maceranın sonu, Öcalan’ın CIA timleri tarafından TC’ye teslim edilmesiyle sonuçlandı. Bu andan itibaren pratikte iyice esnetilmiş ve siyasette yerlerini yenilerinin uygulamalarına çoktan geçilmiş bulunan paradigmalarda sözel ve programatik netleşmeler hızla Öcalan tarafından Kürt ulusal hareketine bildirilmeye başlandı: Askeri mücadele yanlıştı, Kürt askeri yapısı Türkiye sınırlarından çekildi, özgürlükçü ve ayrılıkçı tutum yanlıştı, Kürtler devlet ve ülke istemlerini geri çektiler, sadece kültürel özerklik talepleriyle siyaset sahnesindeydiler artık... Bugüne kadar uğruna binlerle şehit veren Kürt halkı açısından bu değişiklikler oldukça keskin oldu. Örgütsel ve siyasal düzeyde bir kargaşa dönemi yaşandı. Ancak Kürt halkı bir toplumsal


değer olmayı, yüzlerce yıllık sindirilme politikasının, baş eğme güdüsünün bir unsuru olmaktan bu hareket ve bu önderlik eliyle çıkmışlardı. Aşiret gelenekleri siyasal tarzlarda kendi yansımasını buldu ve Kürt ulusu birleştirici bir önderlikten yoksun olduğu koşullarda dağılıp, o güne kadar ki tüm kazanımlarını yitireceği öngörüsüyle, Öcalan etrafında birliğini pekiştirerek hem devletle gerilimlerini sürdürmeye devam etti, hem de örgütsel ve siyasal faaliyetini yeni koşullarda yeniden organize etmeye yöneldi. Öcalan’ın klasik PKK yapısının ideolojik ve örgütsel olarak çözülmesi için geliştirdiği her yeni paradigma, Kürt halkının birlikçi tutumu ve buna ihtiyacından dolayı yeni söylemlerle Kürt ulusal yapısının yeniden toparlanmasına yardımcı oldu. Emperyalist dünyanın özellikle bölge krizi itibariyle Kürt halk yapısını kendisine eklemlemek için örgüt içi operasyonlara girişmesi ve örgütü bizzat yukarıdan, tıpkı reel sosyalizmi çözdüğü gibi çözme girişimleri bu halk gerçeği ve ona bağlı kadroları eliyle bozuldu. Ortaya bir taraftan hiçbir devrimci içeriği olmayan, tümüyle post modern bir Kürt söylemi ve ideolojik yapısı ile, hayatı bundan fazla etkilenmeyen bir Kürt devrimci halk yapısı ve örgütü çıktı. Aslolan hayattı ve bölge dengeleri ve sömürgeci TC’nin geleneksel politikaları Kürtler’e “savaş” gerçeğinden başka bir seçenek bırakmıyordu. Hayat savaşa göre kurulunca, en teslimiyetçi, post modern tezler bile emperyalizm karşıtı yeni dünyaya ait bir kutsal metin işlevi görebiliyordu. Hayatın bu egemen akışı, neticede Öcalan’ın ve uluslararası emperyalizmin bütün çabalarına karşın 1 Haziran 2004 kararlarıyla PKK’nin 99’dan beri süren örgütsel ve siyasal krizi aşmasına yol açtı. Şimdi PKK toplumsal ve örgütsel varlığıyla, ideolojik ve siyasal yapısı arasında şizoid bir bölünme yaşamaktadır. Türk solu ağırlıkla, özellikle Öcalan tarafından ifade edilen ideolojik ve siyasal söylemleri, onun söylediği nominal tarzlarıyla esas alan bir politik tutumla PKK’yi ve Öcalan’ı şiddetle mahkum etme gayreti içindedir. Bu gayret Türkiyeli emekçi sınıflarla ve Türkiye devrimiyle Kürt halk gerçeğinin ve bu gerçeğe bağlı Kürt


örgüt ve kadro yapısı arasındaki yakınlaşmayı engellemektedir. Oysa Kürt özgürlük hareketinin esas iradesinin bölgesel ve küresel güçlerin siyasal çatışmalarının bir türevi olarak realize olduğu kavranmalı ve Kürt hareketinin pratik tutumu esas alınmalıdır. Bu pratik tutum bölge üzerindeki siyasal akış itibariyle belirlenmektedir. Bu nedenle bölgesel çelişki ve çatışmalara bir kez daha ama Kürt hareketini merkeze alarak bakmak gerekli olmaktadır. Öcalan Roma’ya çıktığından beri uluslararası sürecin egemen unsurunun Amerika olduğunu belirtmiş ve Kürt meselesinin çözümünü Amerikan eksenli politikalara bağlamıştır. Bu nedenle Öcalan’ı TC’ye teslim eden ABD olmasına karşın komplo analizlerinde uzun süre ABD adı anılmamış ve hareketin bütün medyası Amerikancı kadro ve yayınlarla doldurulmuştur. Nihayetinde bu gidiş Osman Öcalan tarafından örgütün ABD’yle doğrudan temasa girmesi ve yukarıdan tasfiye sürecine sokulmasına kadar vardırılmıştır. İşte bu noktada örgütün kurucu kadroları hareketin var oluş programları ve şehitler adına Haziran kararlarıyla gidişe müdahale ettiler ve Osman ve Amerikancı çizgi tasfiye edildi. Ancak buna karşın örgütün politik analizlerinde, özellikle İmralı tarafından belirlendiği üzere hala bağımsız bir irade oluşması mümkün olmamakta, sadece bölgesel iradelerin kendi varlıklarına yönelişine göre refleksiv politikalar üretilmektedir. Bu aşamada örgütsel hesap ve beklentiler gene de Amerika’nın sürecin egemen tarafı olduğu ve olmayı sürdüreceği yaklaşımına göre yapılmaktadır. Dolayısıyla TC’yle savaşı barışa erdiren, İran’la ise yükselten bir askeri yaklaşım belli belirsiz işlerliğe sokulmaktadır. Amerika’nın PKK’ye ilişkin politikası ise, tümüyle İran politikasının bir dolayımı olarak PKK’nin hem TC ve ABD arasındaki, hem de TC ve federe Kürt devleti arasında bir yakınlaşmaya engel oluşturmayacak tarzda tasfiyesi ama İran Kürdistanı’nda ve İran operasyonunda istihdam edilecek kertede ayakta tutulması esasına dayanmaktadır. Bunun pratik sonuçlarının daha önce Osman yönetiminde de gündeme gelen genel bir af ve yöneticilerin Avrupa ülkelerine ilticası formülüyle devreye sokulmuştu. Bir kez daha aynı planlar yürürlüktedir ve ek olarak PKK’nin onbinlerle İran içlerine yerleşmesi dillendirilmektedir. Bu ABD’nin PKK için azami planıdır ama PKK’nin bugünkü yönetimi ve tarihi bu manevra için yeterince engeldir.


Diğer taraftan TC, Türkiye Kürtleri’nin gelecekte sorun yaratmalarını engellemek açısından bu süreci PKK üzerinde askeri bir başarıyla kapatmak istemekte, dolayısıyla Kuzey Irak’ta bir askeri operasyonu dayatmaktadır. Buna da bölgede giderek bağımsız bir siyasal güç haline gelmekte olan Barzani yönetimi karşı çıkmaktadır. PKK-TC arasındaki savaş sonuç olarak ABD tarafından iki tarafı da kendine mahkum etme politikasıyla bir dengede yönetilmektedir ama zamanın ABD-İran savaşına doğru hızla ilerlemesi, ABD’nin de bu aşamada giderek daha dayatıcı olacağını göstermektedir. ABD Başkanı’na bağlı bir PKK danışmanı atanması süreçteki bu hızlanmanın işaretidir. Sürecin PKK’nin onurlu, demokratik ve özgürlükçü çözüm arayan kadro ve politikalarının tasfiyesi şeklinde yönetileceği açıktır. Ancak yakın siyasal süreçlerin gösterdiği üzere, PKK ve Kürt halkının buna karşı refleksi tarihinden güç alan şekilde tecelli edecektir. Kürt halkı, gerillası ve öncü kadroları PKK tarihinin ve mücadelesinin tasfiyesine ve emperyal politikaların basit bir uzantısı olmasına müsaade etmeyecektir, çünkü bütün bunların olabilmesi için, Başkan Apo’ya yapıldığı gibi, ABD tarafından TC’ye sunulmak istenen kendi varlıklarıdır. Kürt halkının sömürgeciliğe karşı verdiği özgürlük mücadelesi, geçmişte de bugün de taktik farklıklara rağmen Türkiye devriminin müttefikidir. Kürtsüz bir Türkiye devrimi ve sosyalizmsiz bir Kürt özgürleşmesi güdük kalacak, mümkün olmayacaktır. B- ANALİTİK DEĞERLENDİRME Dünyanın, bölgenin ve ülkenin çize geldiğimiz bu panoramik görüntüsünden emekçi halklar adına bir devrimci süreç ve toplumsal dönüşüm tarihi çıkarabilmek için Türkiyeli devrimciler tarafından gerçekleştirilmesi gereken örgüt ve mücadele zeminin daha analitik bir biçimde tarif edebilmek, görev ve hedefleri daha net bir şekilde tanımlamak gereklidir. -IDEVRİMİMİZ PROLETER ÖNCÜLÜKLÜ BİR SİLAHLI MÜCADELE ÇİZGİSİ SONUCU GERÇEKLEŞECEKTİR!


Ülkemiz orta gelişkinlikte bir sanayi ülkesidir. Egemen ekonomi biçimi kapitalizmdir. Bununla birlikte kapitalizmin doğuştan geç gelişimi, tam bir burjuva demokratik devrimiyle tasfiye edilemeyen kapitalizm öncesi sermaye biçimlerinin de ülke siyasetinde etken kılan bir ağırlıktadır. Ülke finans kapitali, bu sermaye yapısının gerici ve dağıtıcı etkisini ancak devletçiliğin Kemalist modernizmiyle dengeleyebilmektedir. Ülkedeki laiklik-dincilik, TÜSİAD-Anadolu Kaplanları gibi gerilimler bu sermaye şekillenişlerine tekabül eden siyasal tezahürlerdir. Bu ikili sermaye yapısı ülkede devlet bürokrasisine de özel bir ağırlık vermiş, bir darbeler tarihi boyunca gelenekleşen ordu müdahaleciliği özellikle sömürgeci iç savaş ve bölgesel savaş konjonktürünün de yardımıyla 28 Şubat’tan itibaren doğrudan bir siyasal egemenlik haline dönüşmüştür. Yönetici sınıf ve tabakaların bu yapısallığı ekonomik yapının zayıflığı koşullarında özellikle ABD emperyalizmine yedeklenmekten başka bir ortak ve çıkar yol bırakmamış ve sosyo-ekonomik temeli giderek zayıflayan bu egemen blok, bir taraftan iç çatışmalarını yaşarken, öte taraftan halk kitlelerinin en cılız muhalefeti bile bastırmak adına devlet terörünü kurumlaştırarak TMY’li çözümlere yönelmekte ve bunun da yetmezliğini bildikleri koşullarda ülkeyi hızla bir bölgesel savaşın aktörü haline getirmeye yönelmişlerdir. Onlar açısından bundan başka bir çıkar yol yoktur. Kurtuluşları sadece bölgesel paylaşımdan paylarına düşecek miktarı artırmaktadır. Egemen sınıflar bu haldeyken, ezilen emekçi sınıflar bir taraftan devlete karşı örgütlenme ve ayaklanma geleneklerinin zayıflığından, diğer taraftan bu yolda yürüyen solun devlet karşısında süreğen yenilgi halleri nedeniyle kendi bağımsız iradelerini dayatıcı bir örgütlenmesine girişememektedir. Türk solunun Tanzimatçı aydın gelenekleri itibariyle batıdan belirlenen bakış açısı, ülke proletaryasının keza geleneksel sokak tıkanıklığınca güçlenmekte ve “proletaryaya elveda” diyen batı solunun burjuva eğilimi, ülke küçük burjuvazisi tarafından benimsenerek, neo liberal, post modern-post marksist ideolojilere tutkunluk bir hastalık düzeyinde gelişmektedir. Oysa hedefimiz sadece demokrasiyi geliştirmek, kapitalizmi yaşanır kılmak gibi siyasi genişleme faaliyeti değil de, tüm dünyada ve ülkede sömürüsüz bir düzenin ve buna bağlı toplumsal yapıya dönüşümün programı ise, her şeyden önce böyle bir sistemi yaşayabilecek ve yaşatabilecek bir üretici sınıfa yani proletaryaya, onun toplum kuruculuğuna ihtiyaç bilimsel


apriori olandır. Türkiye devrimi yapısal olarak hiç yanaşamadığı ama geçmişinde hiç değilse ideolojik olarak sahip çıktığı proleter devrimcilik zeminine önce ideolojide, sonra da siyaset ve örgütlemede yeniden sahip çıkmalı ve devrimci yeniden doğuşu bu zeminde ve bu zemindeki güçler eliyle gerçekleştirilmelidir. Doğrudur, Türkiye proletaryası bugüne kadar kendi basit ve yalın çıkarları için bile istikrarlı ve yapısal bir direniş çizgisi geliştirememiştir. Ancak buna karşın 15-16 Haziran, Tariş, DGM ve Faşizme Karşı İhtar eylemlerinde olduğu gibi ülkenin modern tarihindeki en ciddi sistem karşıtı kalkışmaların proletarya eliyle gerçekleştirildiği unutulmamalıdır. Sol, genel bir çizgi oluşturamamasına karşın sınıfın bu momentcil patlayışlarının hangi koşullarda ve nasıl gerçekleştiğini çözümleyebilmelidir. Sosyalizm gibi bir toplum modelinin proletaryasız gerçekleşmesinin mümkün olmaması ve ülke proletaryasının kentlerde önemli bir demografik ağırlık taşıması devrimimizi proletarya ve proletarya öncülüğündeki kentli yığınların genel ayaklanmasına göre stratejileştirmeyi gerekli kılmaktadır. Bu strateji planına göre kentli yığınların ayaklanması, kendiliğinden gelişecek bir devrim süreci gibi algılanmamalıdır. Yukarıda açıkladığımız gibi, ülke halkının ve onun bir parçası olarak proletaryanın devlet karşıtı genel bir tutum almaktan ziyade tevekkülü isyana tercih eden bir politik davranış tarzını göz önüne alan devrimci hareketin, proletaryanın momentcil patlayışlarında kendini daima gösteren sistem dışı devrimci örgütlerin militan çizgisini süreklileştirmesi, yani taktik zeminde askeri mücadeleyi proletaryanın ideolojik, politik ve ekonomik mücadele alanları arasına dördüncü bir mücadele alanı olarak sistemleştirmesi gereklidir. Geri ülkelerde gelişkin olmayan sivil toplumlar itibariyle öncünün askeri-politik tarzda örgütlenme zorunluluğu ülkemiz açısından da devrimci bir zorunluluk olarak değerlendirilmelidir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, ülkemizin geçmiş dönemlerinde çok vurgulu yaşanan ve devrimin ağır yenilgilerinde, bu nedenle önemli bir pay sahibi olan küçük burjuva devrim çizgileriyle yukarıda tanımladığımız askeri-politik yapılanma arasına çizilen ayrım çizgisidir. Biz askeri-politik çizgiyi ve bir dördüncü boyut olarak askeri


mücadeleyi proletaryayı iktidara taşımanın stratejik tarzı olarak tanımlamıyoruz. Türkiye devrimi proletaryanın ve kent yoksullarının ayaklanmasıyla, siyasal bir sürecin gereği olarak gerçekleşecektir. Yoksa küçük burjuva devrimci çizgilerin iddia ettiği ve kuramlaştırmaya çalıştığı gibi karşı devrimi askeri bir yenilgiye uğratarak ve bunu gerçekleştirecek bir askeri cihaz eliyle değil. Bizim silahlı mücadelemiz proletaryanın şiddetinin önünü açmak ve onun siyasal ayaklanmasına yardımcı olmak üzere inşa edilecek ve uygulanacaktır. -IIAYNI ZAMANDA MEŞRU, ÇOĞULCU KURUMSAL SİYASET TARZI DA DEVRİMCİ ÖNCÜNÜN VE KİTLENİN BİRLEŞİK MÜCADELESİ İÇİN ZORUNLUDUR! Devrimci hareket bir taraftan silahlı mücadele çizgisiyle devrimin tarihsel meşruiyetini sınıf ve emekçi halklar hareketine taşırken, diğer taraftan yığınların verili ve geleneksel siyasal bilinç ve tarzlarını da nihilistçe inkar etmemelidir. Türkiyeli yığınlar verili sistem içinde bir tür yasallığını sağlayabilen siyasal yapılar içinde muhalefetlerini kurumsallaştırmayı tercih etmektedirler. Bu nedenle, yığınların gözünde bir şekilde örtüşük algılanan yasallık ve meşruiyeti temsil eden kurumsal siyasal yapılar, klasik konjonktürel legalite taktiğinden daha ötede bir süreğen legaliteyi istismar çizgisine oturtularak istihdam edilmelidir. Legalite taktiği hem yığınların muhalefetlerini daha korkusuz ifade edeceği ortamları oluşturacak, hem de verili kesitte meşruiyet sınırlarında sürdürebileceği kitlesel siyaset tarzıyla, yığın muhalefetini ve demokratik zorlamanın ortalama çizgisini politikleştirecektir. Bu düzey Türkiye solunun asgari programlarda ortaklaşan kesimlerinin bir araya gelmesine ve doğrudan kitle siyaseti zemininde çoğulcu bir siyasal yapı oluşturmalarına olanak tanıyacaktır. Demek ki bir taraftan silahlı mücadele yoluyla sisteme karşı en özgür devrimci iradeyi sunuş, diğer taraftan bu iradi zorlamayla giderek genişletilen meşruiyet alanında yürütülen çoğulcu kitlesel devrimci siyaset, emekçi halkların siyaset tarz ve biçimlerinin ikili yönünü oluşturmak zorundadır. Yasal zeminde ve kitleyi yönlendirmede ortaklaşan, asgari buluşma düzeylerini bu kolektif çalışmanın


bir sonucu olarak yükselten devrimci çizgilerin mücadelenin daha azami biçim ve tarzlarında da buluşabilecekleri ve ortaklaşabilecekleri öncüleyin söylenebilir. Bu gelişme hem devrimci örgütler arasında bugüne kadar süren küçük burjuva yaklaşımlar nedeniyle artık kronikleşen grupçuluk ve parçalanmışlık haline bir müdahale olacak ve devrimciler arasında bir ortaklaşma, siper yoldaşlığı, birlik süreçlerinin yaşanmasını sağlayacak, hem de devrimci hareketle kitle arasındaki siyasal dışavurumlar arasındaki kopukluğu kaldırarak, öncü-kitle ilişkisinin kurulduğu siyasal düzlemlerin kurulmasını sağlayacaktır. -IIISINIF DIŞI, EZİLEN TARİHSEL VE SOSYAL KOLEKTİVİTELER DEVRİMİMİZDE MUTLAKA İSTİHDAM EDİLMELİDİR! Başta Türkiye proletaryası olmak üzere, tüm ülke ve bölge halklarının sosyalist kalkışmasına tarihsel öncülük misyonuyla yola çıkacak bir devrim örgütlenmesi, bölgenin tarihsel ve sosyal gelişim düzeyini gözeterek, modern işçi sınıfı dışındaki tarihsel direnç ve devrim kategorilerini de stratejik örgütlenme ve mücadele planlamalarında mutlaka istihdam etmek zorundadır. GELENEKSEL AYDIN GENÇLİK DEVRİMCİLİĞİ TARİHSEL BİR DEVRİM DEĞERİMİZDİR! Bu bağlamda, ülke devriminin 60’lardan itibaren yükselticisi ve bugünlere kadar taşıyıcısı olan aydın gençlik üzerine özel olarak yönelinmelidir. Özellikle 80’lerden sonra devletin özel operasyonlarıyla siyasal pratikten düşürülmüş aydın gençliğin mücadeleye akmasında en önemli engel, gençlik devrimciliğinin yenilgisini mutlaklaştıran ve onun devrimci ataklığını mahkum eden neo-liberal ve post marksist, post modernist ideolojiler ve statükocu siyasal anlayışlar olmaktadır. Gençliğin ataklığının önüne geçen bu ideolojik zemin mutlaka tasfiye edilmeli ve bunların kurumsal ve edebi siyasal tarzları mutlaka teşhir ve tecrit edilmelidir. Bu nedenle yeni bir devrimci kalkışma hem marksizmin ideolojik krizini çözmeye hem de ülkedeki devrimci gençlik potansiyelini pratik kılacak bir ideolojik hamleyle birlikte düşünülmelidir. Evrensel çapta tarihin kilitlendiği bu coğrafyanın devrimcileri, tarih biliminin düşünsel


düğümlerini parçalamaya aday olmadan kendi öncülük iddiasını pratik kılamaz. Bu nedenle ideolojik mücadeleye verilmesi gereken önem askeri-politik mücadeleye verilen önemle eşdeğer olmak zorundadır. DEVRİMİMİZİN YENİDEN YÜKSELİŞİ KENDİ KADIN DEVRİMİNE BAĞLIDIR! Türkiye devriminin tarihindeki yenilgilerin nedenini tek bir gerekçeye indirgemek mümkünse eğer, devrim mücadelemizin halklaşamamasını, işçileşip köylüleşememesini özellikle kentli küçük burjuva zeminde gelişmesini söyleyebiliriz. Devrimin yenilgilerinden dersler çıkaramaması da, hala ısrarla sürdürdüğü çok parçalılık da aslında bu küçük burjuva yapısallıktan kaynaklanmaktadır. Devrimin yenilgisinin nedeni halklaşamamaksa, halklaşamamasının en önemli nedenlerinden biri ve bugüne kadar en örtük kalanı olduğu için bugünkü eşikte özel olarak vurgulanması gereken nedeni ise devrimimizin kadınlaştırılamamasıdır. Kapitalizmin devrimci tarzda gelişmediği doğulu toplumlarda kadının ayrıca cinsel sömürü ve ayrımcılık konusu edilmesi ve sistemin en temel birimi olan geleneksel ailede ocağın ve dayanışmanın temsilcisi olması sistem ve birey arasındaki ilişkinin kadın dolayımıyla güvence altına alınmasını ve sistem karşıtı bütün siyaset ve ideolojilerin hem kadının aile dolayımıyla statükoculuğu üzerinden hem de erkeğin kadın üzerindeki mülkiyetinin yaygınlığı üzerinden etkisiz kalmasını getirmektedir. Oysa kadın özgürleşmesi, hem sistemin kendini her gün ürettiği aile hukukunun hem de toplumumuzun yarısı olan kadının bin yıllardır bastırılmış olan enerjisini açığa çıkaracaktır. Bu özgürlük düzeyini yaşayacak kadın gücünün bir daha geri düzeylere geriletilmesi mümkün değildir. Yanı başımızdaki Kürt özgürlük hareketinin yaşadığı onca krize karşın kendini koruyabilmesi ve yeniden ayağa kalkmasında da özgürleştirilmiş kadın gücünün bağımsız siyasi istihdamı çok önemli bir rol oynamıştır. Dağlarda ve siyasallaşmış Kürt sivil toplum ilişkilerinde özgürlüğünü yaşayan Kürt kadınının artık ne dağlardan indirip eski feodal erkek hukukuna geri döndürmek, ne de siyasal özgürlük iradesini sistemin egemenlerine terk etmesini beklemek mümkün olamadığı için, Kürt özgürlük hareketi


kadın ve toplum üzerinden korunmaya alınmış ve yeniden üretim mekanizmalarını işletebilmiştir. Toplumumuzdaki kadın özgürleşmesinin egemen algısı ise, kadını pazarın kölesi haline getiren kapitalist uygarlığın sınırlarıyla çizilmiştir. Hareket’imizin safları bu sınırların ihlal edildiği yerler, kadın kurtuluşunun mevzileri olacaktır. Devrimimizin güçlenmesi ve gelecek güvencesi kadının sosyal ezilmişliğini sisteme karşı siyasal bir başkaldırı düzeyine yükseltilmesine, özerk siyasal kadın hareketinin yaratılmasına bağlıdır. TOPTAN BİR KATEGORİ OLARAK KENT YOKSULLARI DİNAMİZMİ DEVRİMİMİZDE MUTLAKA İSTİHDAM EDİLMELİDİR! Aydın gençlik devrimciliğine ve kadının özgürleşmeci siyasallığına özel önem vermesi gereken devrimci yeniden yapılanma süreci, özellikle küresel emperyalizmin orta gelişkinlikteki sanayi toplumlarında dünya pazarının merkezileşmesine bağlı olarak yol açtığı sanayisizleştirme ve enformelleşme sürecinin en önemli olgusu olan varoş gerçeğini de siyasal ve örgütsel düzlemde istihdam edebilmeyi mutlaka başarmalıdır. Modernleşme sürecindeki kırsal ekonominin hızlı çözülmesinin yol açtığı çarpık kentleşme, kentlerin yarı köylü, yarı proleter ve özellikle genç bir nüfustan oluşan varoşlarla çevrilmesine yol açmıştır. Kentsel emek süreçleriyle doğrudan bağlantıları olan ama bu bağların süresiz ve kesintili süreçleri nedeniyle tam olarak proleterleşemeyen bu kesimlerin, özellikle Türkiye kırının Alevilik ve Kürtlük gibi tarihsel devrimci yapılarını kentlere taşımaları ve emek süreçleriyle bu geleneksel devrimci tepkilenmeler arasında doğrudan bir ilişki kurmaları açısından konumlanmaları çok stratejiktir. METROPOL KÜRTLERİ SADECE KÜRT ÖZGÜRLÜK HAREKETİNİN ÖZGÜCÜ DEĞİL, AYNI ZAMANDA TÜRKİYE DEVRİMİNİN DE EN TEMEL MÜTTEFİKİDİR. Kent yoksullarının Kürt dinamizmi bugün Kürt özgürlük hareketi tarafından örgütlenmekteyse de, sadece ulusal bir programa sahip bu hareket kentli Kürt yoksullarının hayatlarının tümüne egemen olamamakta, onların özellikle emek süreçlerinde oluşan devrimci potansiyellerinin önemli bir kısmını açıkta bırakmaktadır. Diğer taraftan, yeni paradigmaların verili sistemle


Kürtler’i buluşturma çizgisi metropollerdeki Kürtler’in ulusal devrimci potansiyellerini de zaman zaman boşa düşürmektedir. Türkiyeli devrimci bir yapılanma, Kürt özgürlük hareketinin ayrılma hakkını kullanmama tercihine karşın, ısrarla ayrılma hakkını savunan ve vazeden bir tutumla kentli Kürt yoksullarına ulusal zeminde seslenmek üzerinden, ama ulusalcı bilincin ve gerilimlerin ötelediği doğrudan emek süreçlerindeki çelişkilerinin yarattığı devrimci potansiyellerini de istihdam etmeyi başarmalıdır. SİSTEMİN RESMİ SÜNNİ İDEOLOJİSİNE KARŞI, GELENEKSEL ALEVİ BAŞKALDIRISI KEZA HEM KENTLERİMİZDE HEM DE TÜRKİYE KIRLARINDA DEVRİMİMİZİN EN TEMEL MÜTTEFİĞİDİR! Kırsal çözülmenin kentlere taşıdığı bir diğer tarihsel devrimci dinamizm Aleviliğin komünal kolektif davranış gücüdür. Osmanlılığın Sünni devletleşmesi tarafından Aleviliğin komünal kır sosyalliğini yüzyıllarca baskı ve katliamlara uğratılması, Osmanlılığın devlet ve yönetim geleneklerini üstlenen TC tarafından da sürdürülmüş, özellikle Türk finans kapitalinin kırlardaki hakimiyetinin unsuru ve en temel müttefiki olan bezirgan sermayenin Sünni ideolojisince bu baskı ve dışlanma kurumlaşmıştır. Türkiye’deki Kemalist devletçi ve dinci bezirgan kesimler arasındaki geleneksel çelişki ve bu çelişkinin zaman zaman devlet egemenlikli bir konjonktür olarak ortaya çıkması Alevi toplulukları hızla devlete ve Kemalist devletçiliğe yakın bir tutuma sürüklemiştir. Özellikle Kürt ulusal mücadelesinin yayılma alanını sınırlamak açısından Aleviliğin devletin özel ilgi alanlarından birini oluşturması ve Aleviliği sisteme bağlayacak politik ve sosyal yönelmelere girişilmesi Alevilikle devlet arasındaki ideolojik ve siyasal ilişkiyi güçlendirmiştir. Bununla birlikte Alevi toplumunda sosyal farklılaşma, örneğin Kürtlere kıyasla daha fazla bilinçlere çıkmış ve Alevi topluluklarda emekçi ve burjuva sosyallik farklı sosyo-politik düzey örgütlenmelerine yol açmış durumdadır. Alevi burjuvazi açısından Cem Vakfı ve cemevleri, emekçi kesimlerin ve özellikle Alevi gençliğin örgütlenmesi olarak Pir Sultan dernekleri bu farklılaşma temelindeki örgütsel farklılaşmayı göstermektedir.


Türkiye devrimci hareketinin Alevi kolektivitesiyle ilişkileri Sovyetlerin geri ülke devrimleriyle aynı ilişki kurgusu içinde gelişmiştir. Önceleri Alevi gençliği kendiliğinden sosyalizme akmış ve Alevi halk kesimleri devrimci sosyalizmin doğal tabanını oluşturmuş, ardından, daralmalar yaşayan devrimci hareketin Alevilikle ilişkilenmesi son derece pragmatik ve kendi sosyalist zeminini dayatan, Alevi doğallığını reddeden bir çizgide gelişmiştir. Yapılması gereken Alevi topluluğun sorunlarına, onun kendine ait doğallığı içinde devrimci çözümler bulmaya yönelen bir tutumla, Alevilikle devlet arasındaki ilişkinin kopartılması ve Alevi doğal çıkarlarını yeniden devrimci faaliyetin rotasına sokmak olmalıdır. Bu nedenle, devrimci faaliyetin Alevi halk ve gençlik hareketi üzerindeki etkisini, salt dar tekil örgüt yapılarını güçlendirici bir pragmatizmle değil, onun kendi sorunlarının sosyal ve siyasal çözümleri zemininde istihdam etmeye önem veren, devletle ve Sünni kasaba gericiliğiyle olan çelişkilerinde kendi yapısından zor örgütlerini ve tarzlarını öngören bir şekilde çözüme yönelen bir pratik geliştirilmelidir. C - SİYASAL ZEMİNDE TAKTİK-PRATİK YÖNELMELER 1- Çağımız yeni bir yeniden paylaşım krizini yaşıyor. Ulusların emperyalist kapitalizmin birikim fazlası kriziyle şiddetlenen bu yeniden paylaşım döneminin bu momentteki konusu Ortadoğu’dur. TC, Lübnan’a ve ardından Afganistan’a asker göndermedeki istekliliğiyle, emperyalizmin İran’a yönelik saldırısında da müttefik olacağını şimdiden ilan etmiş sayılmalıdır. Dolayısıyla ülkemizin ve tüm bölge halklarının ve emekçi sınıfların birincil görevi başta ABD olmak üzere bütün emperyalist güçlerin bölgeyi paylaşma ve yeniden sömürgeleştirme amaçlarına karşı çıkmak ve emperyalizmin beraberinde sömürgeciliği ve siyonizmi getirdiği bu politikalarına karşı tüm bölge halklarının anti-sömürgeci, antiemperyalist anti-siyonist enternasyonalist çıkarları etrafında çarpışmak ve giderek bu enternasyonalizmi bölgede egemen kılmaktır. Ülkenin savaşa sürüklenmesi koşullarında bir taraftan Bolşeviklerin barış taktiklerini uygularken diğer taraftan, Türk, Kürt, Fars ve Arap halkları arasında dayanışmayı esas alan ve bu zeminde bu halkların devrimci örgütlerini bir araya getiren bölgesel enternasyonalist kurumlaşmalara yönelen bir çalışma gözetilmelidir. 2- Uluslararası sosyalizmin yıkılışı ile bölgesel anti-emperyalizmin bayraktarlığı İslam’a,


özellikle de Şii İslam’a geçmiştir. Batıcı-modernist anlayışın etkisindeki marksizmin toplumsal gelişim tarihi açısından bir kıyasla söylenebilen doğulu geri halklarla, gelişkin batı medeniyeti arasında kendiliğinden batı yanlısı bir çözüme taraf olan yaklaşım, marksizmin tümüyle burjuva ve batılı bir yorumlamasıdır. Bölgesel anti-emperyalist, anti-siyonist ve anti-sömürgeci enternasyonalist direniş sadece batı emperyalizminin doğulu bölge halkları üzerindeki hegemonya isteklerine değil aynı zamanda batılı entelejensiyanın batı medeniyetleri yanlısı tutumla şekillendirdikleri evrensel düşünce kalıplarının hegemonyasına da son verecektir. Doğulu üretici güçlerin somut siyasal bir tezahürü olan siyasal İslam, özellikle Şii İslam bu anlamda devrimci sosyalist karşı çıkışın temel bir ittifak gücünü oluşturmalıdır. Kemalist ideolojinin etkilerini hala taşımakta olan solun, tarihsel modernist-dinci geriliminden hareketle radikal-siyasal islama karşı tutum gözden geçirilmeli ve Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya uzatılan enternasyonalist dayanışmacı politikalar ve siyonist saldırıya karşı Lübnan’da, Lübnan Komünist Partisi’yle Hizbullah arasındaki dayanışma ve ortak zafer mutluluğu bizler için de öğretici, yol gösterici olmalıdır. 3- Emekçi halkların ve devrimin özgür ve nihai iradesini bütün düşman ve karşı güçlere göstermek için bir silahlı mücadele hattı kurulmalıdır. Bu silahlı mücadele hattı kendine sürekli bir eğitim ve yönetim karargahı oluşturmalıdır. Mücadelenin askeri-politik kurmayı bu karargâhta mevzilendirilmelidir. Özellikle ilk aşamada metropol kent ağırlıklı olarak mevzilendirilecek silahlı mücadele alanlarına giderek kır yoksullarına ilişkin kır gerillası ve enternasyonalist dayanışma açısından başta Kürdistan olmak üzere Ortadoğu ve uygun Latin Amerika alanları eklenmelidir. 4- Yığınların burjuva yasallığı içindeki meşru siyaset anlayışlarını istismar ve istihdam etmek açısından yasal sosyalist partilerden X uygun çalışma alanı olarak belirlenmeli ve işçi, gençlik, kadın çalışmaları yığın örgütlenmelerinin verili perspektifleri bu araç üzerinden gerçekleştirilmelidir. Keza, devrimci solun olabildiğince geniş kesimleri X içinde çoğulcu bir yapıya kavuşturulmak üzere teşvik edilirken, Y çalışması da bu zemine doğru


yönlendirilmelidir. 5- Enformel sektör içindeki sendika ve mahalle çalışmaları güçlendirerek sürdürülmelidir. Buralarda attığımız gelişmeye açık mütevazı adımların Hareket’in oluşum harcında gerekli olan emekçi, halkçı ve genç dinamizmini sağlaması için çaba harcanmalıdır. 6- Kürt özgürlük hareketiyle askeri alanda kurulan dayanışma, yasal siyasal alanda uzun vadeli bir çizgi ve ilişki içinde, Türk ve Kürt solunun demokratik yasal siyasal yapıları arasında oluşturulmalı, bu ilişki giderek çatı partisi gibi daha organik ve süreğen zeminlere taşınabilmelidir. 7- Keza, Kürt özgürlük hareketiyle askeri alanda kurulan dayanışma ve siyasal alanda oluşturulan kardeşliğin pekişmesi ve ...(güvenlik nedeniyle çıkartıldı..-DK) 8- Ülkenin hızla içine itilmekte olduğu bölgesel savaş hali gözetilerek, gerici ve saldırgan AKP ve ordu blokunun, Amerikan politikaları doğrultusunda girecekleri bütün uygulamaları özellikle İslam’dan etkilenen Türkiye halkına teşhir ve tecrit uygulayabilecek bir ajit-prop zemin önümüzdeki dönemde özel önem taşıyacaktır. Keza benzer şekilde Kemalist devletçi politikalara yatırılan Alevi kitlenin bir taraftan İran savaşında diğer taraftan Kürt isyanında emperyalist bölge politikalarına destek olmaktan çıkarılması da güçlü bir ajit-prop çalışma gerektirecektir. Ajit-prop çalışmanın bütün kesimleriyle Türkiye halkına kesintisiz bir şekilde yapılabilmesi hiçbir şekilde susturulamayacak ve engellenemeyecek ajit-prop araçları gerektirmektedir. Bu zeminde ...(güvenlik nedeniyle çıkarıldı..-DK) 9- En kısa sürede Türkiye’de süreli bir teorik-politik yayın çıkartılmalı, bu yayın devrimci hareketin kadrolarına ve sol ortama seslenmeyi hedeflemelidir. 10- Mücadele ve örgütlenmenin her aşamasında kadını öne çıkarma amacı özel olarak gözetilmelidir. Bu nedenle Hareket içinde pozitif ayrımcılık esas alınarak kadın kotasının uygulanması prensip edinilmelidir. Örgütlenme ve mücadele tarzlarında kadının özerk siyasal şekillenişini de hedefleyen bir yönelme tercih edilmeli, kadın yoldaşlar ve taraftarlar örgütlenmenin ve mücadelenin her alanında ve aşamasında geçici ya da kalıcı özgür siyasal düzeyler üretmeye yönelmelidirler. 11- Bu programatik çerçeve bütün kapsamıyla Türkiye devrimci hareketinin diğer


gruplarınca kolektif olarak işlenmeye, geliştirilmeye açık tutulmalı, yeni örgütsel-siyasal harmanlanmalara zemin oluşturması gerekliliği sürekli gözetilmelidir. D – ÖRGÜTSEL YAPILANMA 1- ... (güvenlik nedeniyle çıkarıldı.. -DK) 2- ... (güvenlik nedeniyle çıkarıldı.. -DK) 3- ... (güvenlik nedeniyle çıkarıldı.. -DK) 4- Konferans’a kadar çalışmaları yürütmek üzere, Geçici Koordinasyon, Türkiye Komitesi ve Askeri Komite oluşturulmuştur.

ASKERCİL ANLAMDA DEVRİM ANLAYIŞIMIZ NEDİR? Bir gerilla, bir halk savaşcısı bir devrim savaşçısıdır. Bu yüzden gerillayı tanımlayabilmek için devrimin ne olduğunu bilmek gereklidir. Devrim yeni bir toplumsal düzen kurmak, eski düzenin bütün toplum ve mülkiyet ilişkilerini yenisiyle değiştirmek demektir. Bunun için yapılması gereken ilk iş eski düzenin sahiplerini egemenliklerini sürdürdükleri yönetici sınıf olma mevkisinden silip atmak gerekir. Yeni toplumsal düzeni kurmak isteyenlerin bu isteklerine karşı, egemenler bütün zor ve şiddet yöntemleriyle yürüyerek onları sindirmek, kendi düzenlerini korunmak isterler. Bu nedenle her devrimci mücadele egemen sistemin zor ve şiddet uygulamalarını boşa çıkarmak, kendi iradesini üste çıkarmak açısından keza bir devrimci zor ve şiddet örgütlenmesi ve buna bağlı bir mücadele tarzı geliştirmek zorundadır. Zor adı üstünde savaştır, silah kullanılmasını gerektirir. Genel olarak devrim teorisine baktığımız da devrimci mücadelenin üç temel alanından söz edildiği görürsünüz. Bunlar ekonomik, ideolojik ve politik mücadele alanlarıdır. Devrimci savaş politik mücadelenin bir devamı, en üst aşaması olarak formüle edilir. Bu formülasyon daha ziyade burjuva demokratik devrimini tamamlamış ileri kapitalist ülkeler açısından geçerlidir. Ancak, özellikle ikinci paylaşım savaşından sonra devrimci atılımlar yapan geri kapitalist ülke halkları, sömürgeci, baskıcı despotik yönetimler yüzünden demokratik haklarını kullanamamışlar, en basit bir örgütlenme, hak arama mücadelesi bile egemenlerin yüksek terörüyle karşılaşmıştır. Bu yüzden en sıradan örgütlenme ve hak mücadelesini yürütebilmek için sömürücü üst sınıfların terörüne karşı kendi şiddet ve zor mekanizmalarını geliştirmek, silahlı mücadeleyi ekonomik, demokratik mücadelenin yanı sıra süreğen bir mücadele tarzı haline getirmek, bu gerekirliği giderek stratejileştirmek zorunda kalmışlardır. Böylece silahlı mücadele, özellikle geri ülke devrimlerinde ezilen yığınların ekonomik, ideolojik ve politik mücadelelerinin yanına dördüncü bir mücadele alanı olarak eklemlenmiştir. Bu ülkelerde silahlı mücadele politik mücadelenin bir uzantısı değil, doğrudan kendisi bir politik tarz olarak yürürlüğe girmiştir. Şöyle demek de mümkündür, gelişkin ülkelerde silahlı mücadele politik mücadelenin bir tamamlayıcısıdır, politik mücadelenin önünü açıcıdır. Dolayısıyla süreğendir. Bu haliyle doğrudan, yalın bir savaş hali değil, genel strateji planına bağlı olarak hayata geçirilen taktik anlamlı bir strateji uzantısıdır. Daha açıcı olmak üzere konuyu pratik zeminde ele almalıyız. Dünya devrim tarihinde esas olarak iki türlü devrim edimi, fiiliyatı görülmüştür. Bunlardan birincisi devrimin, ülkenin çelişkilerinin birikmesiyle gelişeceği ve bu gelişimin kendini devrime evrilteceğini söyleyen genel devrim teorisidir. İkinci ve daha ziyade geri ülke devrimlerinde ise devrim yapılır. Yani


birincide doğrudan devrim nesnelliği kendiliğinden belirleyendir. İkinci de, devrimci öznellik devrimci nesnelliğin aynı zamanda bir yaratıcısı olarak devreye girer. Bu edimlerin tarihsel tezahürü ise Bolşevik devrimiyle, genel ayaklanma stratejisine bağlı olarak birinci kurgu, Çin ve özellikle Vietnam devrimiyle halk savaşı stratejisine bağlı olarak ikinci kurgu yaşanmıştır. Burada özellikle dünya devrim pratiğini güncelde de çok etkileyen Latin pratiği tartışılmaya değerdir. Latin tarzı bir taraftan kırlardaki gerilla şekillenmesiyle halk savaşına dahil bir strateji planına dahil edilirken diğer taraftan silahlı mücadelenin yanı sıra kentlerdeki ayaklanmacı yanıyla da sanki üçüncü bir tarzı oluşturmaktadır. Ama bu yanılgılı bir bakıştır. Latin tarzı nihai zaferi askeri bir büyük savaşa bağlamadığı, kentli kitlelerin ayaklanmasında nihai zafer gördüğü ve yaşadığı içindir ki bu kategoriler içinde genel ayaklanma parantezinde ele alınmalıdır. Bununla birlikte kentli ayaklanmayı açığa çıkarmak ve desteklemek üzere sürdürülen silahlı mücadele özellikle ülkemizdeki PC çizgileri tarafından Birleşik Devrimci Savaş tanımı etrafında üçüncü bir çizgiye ve giderek bu çizgiyi halk savaşı çerçevesinde gören bir bakışa sahiptirler. Temel argümanları ise BDS’nin şehir, kır diyalektiğine göre stratejileştirildiğidir. Oysa bu içi boş bir tanımlamadır. Çünkü Leninist işçi-köylü ittifakı da bir şehir-kır diyalektiğidir, Giapçı kırdan şehirlerin kuşatılması da… Ama her ikisinde de ağırlık kaymaları vardır! Birincide şehirlere, ikincide kırlara …BDS, bu iki alanın eşit ele alınacağını söylemek ise, bu kavrayış strateji tanımının kendisine ters düşer… Çünkü strateji aynı anda bütün alanlarda en güçlü olunamayacağı kavrayışından hareketle düşmanın en zayıf noktasına kendi güçlerinin en büyüğünü yığma sanatı olarak tanımlandırılır. Bu yüzden latin tarzında da bir ağırlık kayması vardır ve bu kayma şehirlerden yanadır. Başarılı Latin devrimleri, Nikaragua ve Küba’da devrimini nihai olarak kentli yığınların ayaklanmasıyla ve buna destek veren gerilla birlikleri tarafından gerçekleştirildiğini önderleri belirtmiştir. Peki biz bu çerçevede nerede durmaktayız? Biz her şeyden önce, kentli devrimci dinamikleri esas alıyoruz Buna bağlı olarak siyasal sürecin kentlerdeki ayaklanmayla çözüleceğini öngörüyoruz. Ancak her türlü demokratik faaliyetin düşmanı gerici, despotik bir ülkede askeri mücadelenin süreğen bir tarz olarak kentli kitlelerin eylemini açığa çıkartmak ve iktidara yöneltmek açısından gerekli olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla askeri tarzımızı kentleri esas alan bir örgüt ve mücadele biçim ve programına göre oluşturmayı benimsiyoruz. Bu yaklaşım elbette ülkemizdeki kır gerçeğini görmezden gelmemize yol açmamaktadır. Kır yoksullarına seslenecek bir kır gerillası faaliyeti taktik bir mevzilenme olarak gündemimizdeki ama bugünkü örgütlenme düzeyimiz itibariyle geleceğe ait bir proje olarak önümüzde durmaktadır. Stratejik önem kent gerillasına tanınmaktadır. (..) (Devrimci Karargah’ın aynı adlı örgütsel eğitim broşüründen alınmıştır)

2) GÜNCEL ANALİZLER 2006’dan bu yana dünyada önemli gelişmeler yaşandı. ABD, Ortadoğu’daki hesaplarını ve pozisyonunu gözden geçirmek zorunda kaldı. George W. Bush’un yerine seçilen Demokratların


adayı Barack Obama’yı küresel bir kriz karşıladı. ABD’den Euro bölgesine sıçrayan bu kez büyük şirketleri ve dahası kimi ülkeleri iflasın eşiğine getirdi. Bununla beraber kriz merkezlerinde emekçilerin isyanları gelişti. Bu isyanlar Tunus’tan tetiklenerek Mısır’a, Libya’ya, Bahreyn’e, Yemen’e, Suriye’ye yayılan Arap halklarının ayaklanmasıyla buluştu. Türkiye’de ise bir taraftan Kemalist ideolojinin tasfiye edilerek emperyalizmin planlamalarına daha uygun olacağı öngörülen neo Osmanlıcı yeni bir dönem başlatılırken, diğer taraftan kendi Kürt sorununu düzen içi formülerle “içererek aşma” nın yöntemlerinin denendiği ikili bir süreç yürütüldü. Gelinen aşama TC’nin bu her iki süreci belirli bir olgunluğa evrilttiğini “Ergenekon” adını verdiği süreçle düzenin kirli unsurları ve miladi dolmuş paradigmasını tasfiye ettiği ve öte yandan “Kürt Açılımı” denilen süreç ile de uzlaşı yoluyla önemli mesafe katettiğini söyleyebiliriz. Şimdi bu gelişmelere biraz daha yakından bakalım. Emperyalist Dünya Ve Yeni Yönelimler İtirazlarımızı hayat doğruladı. Geçen süre zarfında ABD üzerinden üretilen “imparatorluk” tezlerinin ne denli yanlış olduğuna ve buna neden olan “kadir-i mutlaklık” inancının çöktüğüne tanık olduk. Afganistan’da müttefikleriyle batağa saplanan, Irak’tan ise güçlerini çekmek zorunda kalan ABD emperyalizmi kendisine atfettiği ve bir dönem genel kabul gören “tek süper güç” iddiasına çeki düzen vererek önce “lider güç” ardından da diğer emperyalistlere muhtaç olduğunun itirafı anlamına gelen “vazgeçilmez güç” pozisyonlarına razı olmak durumunda kaldı. Buna dair en önemli vurgu, sözün sahibinin Brzezinsky*8 olması bakımından son derece çarpıcıdır: “Dünyada tek bir gücün egemen olduğu dönem kapanmıştır….” diyor ve ABD gibi dünyada statükoyu dengeleyecek bir unsurun yokluğundan kimsenin (yani emperyalist asalakların) faydalanamayacağı, kaosun yaşanacağı konusunda uyarılarda bulunuyor, Brzezinsky. Bu uyarı ABD’nin artık bundan böyle rakiplerinin kendisine olan ihtiyaçlarına sığınmak zorunda kalacağını göstermektedir. Bir zamanlar dünyaya tepeden bakan süper gücün kısa sürede ( ki aslında bunun tarihseltoplumsal kökleri derinlere dayanır) bu pozisyona gerilemesinin belli başlı nedenleri vardır. Bunlardan biri aşırı savaş harcamalarının neden olduğu ağır mali yüktür. Öyle ki günümüz ABD emperyalizmi küresel askeri harcamaların yüzde 40’ına denk gelen bir harcama rakamına sahiptir. Bu kendisinden sonra gelen 20 ülkenin toplam harcamalarından fazladır. ABD, 2012 itibariyle askeri bütçeye 700 milyar dolar ayırmıştı; üstelik bu rakam 450 milyar dolarlık bir kesinti zorunluluğuna rağmen belirlenmişti. Bu durumun da yol açtığı ve derinleşmesine katkı sunduğu mali zaaf ABD’nin küresel politikalarını sürdürülebilir olmaktan düşürürken diğer taraftan da sermaye yapısı onu daha güçlü rakipleri karşısında daha uzlaşmacı bir çizgiye mahkum etmiştir. Özellikle Ortadoğu’ya açtığı savaşın faturasını Birleşmiş Milletler üzerinden diğer ülkelere paylaştırmak istemesinin nedeni budur. 8

Zbignew Brzezinky: Eski ABD başkanlarından Jimmy Carter’in danışmanı ve halen ABD başkanlarına doğrudan kendisi yahut öğrencileri üzerinden akıl veren bir dış politika uzmanı(!)dır.


İkincisi yine bu savaşa bağlı olarak şişen spekülatif sermaye balonunun patlamasıyla buluşan 2009’daki küresel krizdi. “Mortgage Krizi” diye adlandırılan 1929 Büyük Buhran’ı ile kıyaslanan bu kriz aslında bir “zincirleme borç krizi”dir. Bu kriz ABD’de konut ve emlak krizi olarak başlamıştı. Banka kredisi çekilerek edinilen konutların geri ödenememesi nedeniyle bankalar konutlara el koymak durumunda kalmıştı. Bu durum konut fiyatlarının aşırı değersizleşmesini beraberinde getirmişti. Bunun neden olduğu genel güvensizlik öte yandan mevduat sahiplerinin bankalara hücum ederek paralarını çekmelerine yol açtı. Dolasıyla bu kez de bankalar, kredi verdiği kuruluşlardan alacaklarını talep etti. Her borçlu, kendi alacaklarının peşine düşünce bu zincirleme talep “borç krizi” olarak bütün dünyayı sardı. Krize konu olan her şey (emlak, konut, fabrika, şirketler, vs) hızla değersizleşti. Zayıfların güçlüler tarafından yutulduğu döngünün ilerleyen aşamalarında iflasın eşiğine gelen kritik bankaları kurtarmak için ABD’de (ve bir çok ülkede) devlet müdahalesi gerçekleşti. Halkın cebinden çıkan vergilerle biriken trilyonlarca dolar sayesinde bankalar kurtarıldı. Chavez’in ‘ABD sosyalist sisteme geçiyor’ diye alaya aldığı “kamulaştırmalar” bu dönemde yaşanmıştır. ABD’yi zor duruma düşüren diğer önemli husus ise, başta Doğu halkları olmak üzere emperyalizme karşı sergilenen etkin direnişlerdir. Bununla birlikte savaşın yıpratıcı etkisini ekonomik ve sosyal düzlemde yaşayan ABD halkının memnuniyetsizliğindeki artış ve “Wall Street” i İşgal Et” ( Occupy Wall Street) eylemleri de bu bağlamda değerlendirilebilir. ABD’yi artık dünyaya kendini dayatan ve küresel gidişatı bütünüyle belirleyen bir güç olmaktan çıkaran başka bir neden de, özellikle Ortadoğu’ya yönelik hamlelerini “Satranç” oyununa göre kurgularken, tarihsel ve sosyal yapısı nedeniyle bölgenin daha ziyade “Go” oyununa benzeyen niteliklerini algılayamamasıdır. Doğulu değerlerin sosyal yaşamda ne tür karşılıklar üretebileceği ihtimallerine kapalı olan Batı’ya özgü küstah bakış, kendi dar kafalılığının ceremesini çekmiştir. Böylece ABD yeniden Ortadoğu’ya dönmek üzere (çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi bu onun tercihi değil, zorunluluğuydu) taktik nitelikte bir geri adım attı. Bir süre boyunca kendi mali yapısını toparlamak ve politik sorunlarını gidermek amacıyla güç toparlayabilecek bir zamanı kazacağı uluslararası bir konumlanmaya geçmeyi denedi. Irak’tan askeri gücünün büyük bir bölümü çekerek güvenliği yerel hükümete bıraktı. Obama’nın 2 kez başkan seçilmesinin öncesinde İran ile olan gerilim yumuşatmaya çalıştı; İsrail’in Filistin’e dönük saldırganlığını gemlemek üzere müdahalelerde bulundu, kendince. Her ne kadar neo-con’lar heveslendiyse de yeni bir savaşa, agresif bir kapışmaya halkın hazır olmaması da onun saldırganlığının önüne geçti. “Demokrat” Obama’yı ikinci kez başkan seçtiren de yine bu soluklanma ihtiyacıydı. ABD’nin bu nedenlerden dolayı BOP sürecindeki geri çekilişini, aslında gelecekteki sıçramaya yönelik bir hazırlık olarak da okumak gerekir. Öngörülen ve hazırlığı yapılan bu sıçramanın koordinatlarını da dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hilary Clinton işaret etti. “Dünyanın geleceğine Afganistan’da ve Irak’ta değil, bizzat Asya’da karar verilecek. Amerikan devletinin önümüzdeki on yıl için üstlendiği en önemli görevlerden biri de Aysa-Pasifik bölgesinde diplomatik, ekonomik stratejik yatırımlarını önemli ölçüde artırmaya odaklanmak olacaktır. (…) ABD tarihi bu dönemeçte bulunuyor” Elbette bu yönelim BOP sürecinden vazgeçildiği anlamına gelmez. Bilakis BOP süreci bundan böyle, ABD emperyalizmin Asya, Pasifik konumlanmasının bir öngereği olarak işletilecektir.


Cliton’a ek olarak Obama da yeni askeri tehdit doktrininde özel bir önem taşıyan Avustralya’ya yaptığı ziyaret ile yeni stratejiyi şöyle açıklandı. “Önümüzdeki yüzyılın çatışma mı işbirliği mi olacağını, dünyanın nükleer gücünün büyük bir kısmına ve insan nüfusunun yarısına sahip Asya büyük ölçüde belirleyecektir… Ulusal güvenlik ekibime Asya-Pasifik’teki varlığımızı ve misyonumuzu birincil öncelik olarak görmeleri emrini verdim… ABD bir Pasifik gücüdür ve buradan gitmeye niyeti yok. Tam tersine Amerika’nın Asya Pasifik’teki savunma tarzımızı modernize ediyoruz. Savunma güçlerimizi daha geniş bir alana yayacağız. Japonya ve Kore yarımadasında güçlü varlığımızı korurken bir yandan da Güneydoğu Asya’daki varlığımızı çoğaltarak… Buna Güney Çin denizi de dahildir...” Burada Asya-Pasifik hattından kastedilen elbetteki, dünya nüfusunun yarısına ve dünya üretiminin de yarısına sahip olan Asya’da, hegemonyası ve gücü gittikçe yükselen Çin’dir ki, bu gelişkinlik ABD’nin uykularını kaçırmaktadır. Güney Çin Denizi ise, tahmini 213 milyar dolarlık petrolü ve dünya ticaret’nin %40’ının buradan geçmesi sebebiyle önem taşıyor. Çin ile ABD’nin stratejik çıkarları da burada düğümlenmektedir. Çünkü burası ABD’nin en büyük rakiplerinden biri olan ve tehdit olarak algıladığı Çin’in en kritik ihtiyacı olan enerji gereksinimini karşılayacağı stratejinin alanı dahilindedir. Fakat bu alan, ABD’lilerin tanımlamasıyla Çin’in “inci kolye stratejisi”nin yalnızca bir kısmını oluşturmaktadır. Buna göre Çin, gittikçe yükselen üretim kapasitesini karşılayacak enerji kaynaklarına ulaşmak ve bölgedeki hegemonyasını arttırmak üzere Güney Çin Deniz’inden Hint Okyanusu’na, orada da İran Körfezine kadar uzanan hat boyunca yeni üsler kurmanın ve diplomatik ilişkiler geliştirmenin peşine düşmüştür. ABD ise bu kolyenin incilerini koparmak için bir yandan Burma’da (Myanmar’da)9 Tayland’da, Filipinler’de Çin karşıtlığını yükseltecek manipülasyonlara girerken diğer yanda da Vietnam’daki eski üslerine geri dönmek üzere müzakereler yürütmektedir. Yine ABD’nin Hindistan ile ilişkileri geliştirmek için bu dönemde dış politika aktörleri üzerinden yakın markaj uyguladığı gözlenmektedir. Eğer ABD bu strateji de başarılı olursa, yani Çin’in Hint Okyanusu ve Güneye Çin Denizi’inde hegemonya kurmasını engelleyebilirse (ki bu aynı zamanda ABD’nin kendi hegemonyasını kurması anlamına da gelir) hem olası bir büyük kapışmada Çin’in yaşamsal önem taşıyan hammaddelere, özellikle de Körfez’den ve Afrika’dan gelen petrole ulaşma yollarını kesecek ve hem de ayrıca Çin’i kontrol altında tutabilecektir.. Geçen süre zarfında hareketli zamanlar yaşayan sadece ABD değildi. AB emperyalizmi de bir yığın sorun ile boğuşmak zorunda kaldı. ABD’den sıçrayan küresel krizle, proleteryanın huzursuzluklarıyla başetmeye çalışırken AB, diğer yandan da Mağrip ayaklanmaları dolayısıyla yaşanan gelişmelere göre fırsatlar kovaladı ve Suriye’deki gündemlerde en uygun pozisyonlar için çabaladı.

9

2012 Haziranı’ndan beridir Myanmar’da yaşanan ve “Budistler ile Arakanlı Müslümanlar arasındaki çatışma” olarak dünya gündemine yansıyan sorunun gerçek nedeni de Çin’in Güneybatısındaki Bengal Körfezi’nden başlayarak Myanmar’ın ortasında geçirmek üzere açmaya çalıştığı Shwegas petrol doğalgaz boru hattı projesidir.


Avrupa’daki Euro krizinden başlamak gerekirse, öncelikle meselenin iktisadi açıklamasının yetersiz olacağını belirtmek gerekir. Çünkü mesele emperyalizmin yeniden birikim ve paylaşım süreçleriyle alakalıdır. Euro krizi mükemmel bir turnusol işlevi gördü. Bu sayede büyük Avrupa Birliği medeniyetinin aslında Almanya ve Fransa’ya (daha çok Almanya’ya, geri ekonomiye sahip Avrupa ülkelerinin sömürgeleştirilmesi anlamına geldiği ortaya çıktı. Sürece yayılan bu sömürgeleştirme projesi başarılırken “Euo Sistem” adını verdikleri ortak para kullanım mekanizması büyük rol oynadı. AB’ye bağlı 27 ülkenin 17’si bu sistemin içindeydi. Önce Avrupa finans- kapitalizmi (özelde Alman Sermayesi) Euro sistemine dahil ettiği kimi Avrupa ekonomilerini (İrlanda, Portekiz, Yunanistan ve eski Doğu bloku ülkeleri) zamanla kendisine borçlu kıldı. Ekonomileri öteden beri ithalat ve kamu harcamaları üzerinden canlı tutulan bu ülkeler, küresel krizin durgunluk, istikrarsızlık vb özellikleriyle birleşen yapısal sorunları dolayısıyla ödeyemezlik durumuna düşünce kriz Avrupa’ya sıçramış oldu. Zaten kriz dolayısıyla aşırı değer kaybına uğramış Amerikan kağıtlarını edindikleri için zarara uğrayan Avrupa özel finans kurumların kurtarmak için ödenen trilyonlarca Euro yeterli sonucu vermemişti; dahası AB devletlerinin bu çabası kasadaki yangını daha da harladı. Öyle ki bu ülkelerin birçoğu çırpındıkça borçlandı: AB’ye üye olmanın şartlarını düzenleyen Maastrich krizlerinin borçlanmayla ilgili hükümlerinin darma duman olduğu ortaya çıktı. Borçlanmalar AB ülkelerinin geri ekonomilerini ve hatta Ispanya ve İtalya gibi gelişkin ekonomileri Almanya-Fransa ilişkisinin belirlediği mali politikalara mahkûm etti. Bunun karşılığında Almanya elini cebine attı. Batık ülke İzlanda’yı, İrlanda’yı, Yunanistan’ı, Portekiz’i, İspanya’yı ve hatta İtalya’yı düzlüğe çıkarmak değildi, amaç. Yukarıda da belirttiğimiz esas amaç Almanya’ya sömürge kılmaktır. Buna yönelik hazırlanan mali sözleşme Euro bölgesindeki 17 ülke tarafından imzalandı. Böylece neredeyse bütün Avrupa’nın merkezi ya da yerel kurumları Almanya-Fransa ortaklığının belirlediği eksene tabi oldu. Euro bölgesi krizinin faturası elbette de bu bağımlılık ilişkisine göre düzenlenecek ve dolayısıyla acı reçete, yardıma muhtaç Avrupa ülkelerinin proletaryasına yazılacaktı, öyle de gerçekleşti. Kemer sıkma politikaları nedeniyle İrlanda, İzlanda, Portekiz, Yunanistan, İspanya, İtalya gibi “köklü” Avrupa ülkeleri ve eski Doğu bloku ülkelerinde emekçilerin gelir seviyeleri düştü, işten çıkarmalar yaşandı, özellikle genç işsiz nüfus hızla arttı, emeklilik yaşı yukarıya çekildi. Buna mukabil kendiliğinden sınıf bilinci yüksek olan Avrupa proletaryası ve hızla mülksüzleşen küçük burjuvazi meydanları doldurmakla gecikmedi. Birçok ülkenin büyük şehirlerinde ‘occupy!’ (işgal et) eylemleri yaygın ve yığınsal katılımlarla gerçekleşti. Durum öyle bir noktaya geldi ki AB’nin dönem başkanı Manuel Barrosso Avrupa’da yayılan protesto gösterilerinin artmasında kaynaklanan endişesini “Ekonomik kriz böyle giderse Avrupa’da askeri darbeler olabilir” diyerek dile getirmişti. O çok övülen Avrupa demokrasisinin aslında ne denli kırılgan bir yapıya sahip olduğunun itirafıydı, bu adeta. Nihayetinde belki askeri darbeler olmadı ama protestolar nedeniyle İtalya ve Yunanistan’da hükümetler devrildi; yerlerine ite-kaka, güçlükle hükümetler kuruldu. İtalya’da da Mario Monti adlı ünlü bir CEO ısmarlama yöntemle başa getirildi. Fakat hiçbir yeniliğin yapacak fazla bir şeyi yoktu. Almanya- Fransa çıkarları için kendi proletaryasına ve emekçilerine yüklenmeye devam edecekler. Buradan yola çıkarak, tarihsel kazanımları gaspedilme tehlikesi yaşayan Avrupa proletaryasından kısa vadede etkili bir devrimsellik beklemek hayal olur, belki ama artık hiçbir şeyin onlar için eskisi gibi olamayacağı da söylenebilir. Arap İsyanları: Kıvılcımdan Yangına… 2010 yılı sonunda Tunus’ta Muhammed Buazizi adlı işsiz bir gencin geçim tezgahına el konmasını protesto etmek için bedenini ateşe vermesiyle öyle bir kıvılcım çakıldı ki, Arap halklarının adeta barut fıçısına döndüğü anlaşıldı.


Kıvılcımı Tunus’tan çakılan isyanlar, çok geçmeden Mısır, Yemen, Bahreyn, Ürdün, Cezayir ve Fas’a sıçradı (doğrudan emperyalist kışkırtmaya konu alan Suriye ve özellikle Libya’yı bu bağlamın dışında ele almak gerekir.) Bu ülkeler büyük çatışmalara sahne oldu. Doğrusu kimse onlarca yıllık baskıya rağmen tevekkülü elden bırakmayan Arap halklarından böylesi sarsıcı bir çıkış beklemiyordu. Dahası, anlamak şöyle dursun, batıcı modernist sözde komünistler gibi bu isyanlara burun kıvırmaktan kendilerini alamayanlar da az değildi. Ayrıca “engellenen üretici güçler sosyal devrimlere yönelirler” şeklindeki marksizmin temel görüşlerinden birini arap toplum-toplumlarının biat ve itaate göre şekillenen yapısı üzerinden eleştiren burjuva görüşler de bu isyanlar nedeniyle hayat karşısında duvara tosladı. Komplo teorilerinin aksine Arap ayaklanmaları büyük oranda proleter, emekçi sınıfların kendiliğinden bir çıkışı ve gelişmesi şeklinde yaşanmıştı. Geniş bir coğrafyaya yayılan isyan alanındaki Arap nüfusunun üçte ikisinin genç ve bu gençlerin de yarısının işsiz oluşu işsizliğin genel olarak %20 gibi büyük oranda seyretmesi, buna karşın azınlıktaki yöneticilerin ve mülk sahibi sınıfların şatafatlı yaşamları 2000’lerden sonraki gıda kriziyle ve neo liberal politikalardan kaynaklı yoksulluğun 2008 kriziyle buluşması Arap halklarının sessizlik içinde biriken öfkesinin patlamasına neden olmuştur. Fakat bu açıklama geçmişte de benzer şartların oluşmasına rağmen Arap halklarının neden isyan etmediği açıklayamamaktadır. Bu daha çok Doğu halklarına özgü tevekkül toplumu olma özelliğiyle alakalı bir husustur. Bu özgünlükte, tarihsel olarak Doğu’lu egemenliğin (tıpkı Anadolu’da olduğu gibi) halkın biat ve itaatiyle oluşturulan devlet sınıflarına yaslanma gerçeği vardır. Güncel örnekte, Arap halkını kuşatan bu tarihsel kabuğun çatlaması, çelişkilerin artık patlamaya neden olacak kadar birikmiş olmasıyla açıklanabilir. Öte yandan aynı nedenlerden dolayı bu isyanların en fazla bir burjuva devrimine yol açarken toplumun devlete olan bağlılığının tazelenmesine, toplum ile devlet arasında oluşan açının bir süre sonra kapanmasına vesile olabileceği beklenebilir. Çünkü isyanlar en başından beri sistemden kopuş iradesiyle yüklü değildir. Bununla beraber daha somut gerçeklik ise bu isyanların yönünün bir süre sonra emperyalist müdahalelerle belirlendiğidir. İlk şoku çabuk atlatan emperyalistler ayaklanan halkın huzursuzluğunun yatıştırılması ve patlama basıncının azaltılması için halka bıkkınlık getirmiş hanedanlıkların devrilmesi ile mümkün olduğunu görerek korktukları gelişmeleri kendileri için avantaja çevirmeye çalıştılar. Örneğin Tunus’ta Zeynel Abidin Bin Aliye’yi, Mısır’da Hüsnü Mübarek’i ilk başta korumaya dönük bir refleks gösterseler de, sonrasında bundan vazgeçtiler. Çünkü halk nezdinde zorbalığın timsali olarak nefret edilen bu iki figürden faydanılamayacağı, bunun yerine muhaliflerin büyük çoğunluğunun onaylayacağı ve özellikle BOP ( dahası GOP. Genişletilmiş Ortadoğu Projesi) sürecinden emperyalistlerin de işine yarayacak alternatiflere yönelmesi gerektiği çok çabuk kavrandı. Bu çerçevede sömürü ilişkilerini İslami bir içerikle meşrulaştıran “ılımlı İslam” ideolojisinin sembolü “Türkiye ve AKP” ayaklanan kesimlere model olarak sunuldu. Bu modelin Mısır’daki karşılığı Müslüman Kardeşler’di. Ayaklanmanın ilerleyen aşamalarında sürece dahil olan ( Şubat 2011), anti- emperyalist veya anti Siyonist hiçbir söylem tutturmayan Müslüman Kardeşler, toplum ve yönetici sınıflar arasındaki bütünleyici dengeyi sağlayacak özne olarak öne çıkarıldı. Tunus’ta da benzer nitelikte bir süreç işletildi. Devrilen Zeynel Abidin Bin Ali yerine AKP benzeri bir parti olan Raşit Gannuşi liderliğindeki En Nahda’nın ayaklanmalar sonrasındaki ilk seçimlerde birinci çıkması sağladı. Ayaklanan diğer ülkelerden Ürdün, Yemen, Bahreyn’de ise emperyalizm mevcut işbirlikçi- gerici iktidarların bekasına oynadı. Çünkü buralarda ayaklanmalara Şiiler veya El Kaide yanlısı anti- emperyalist güçler damga vuruyordu. Bu açıdan alternatifsizlik


emperyalistleri statükoya mahkum etmişti. Fas ve Cezair’de ise toplumsal muhalefet hükümetleri sarsacak etkinlik düzeyine ulaşamamıştır. Öte yandan eş zamanlı gelişen Libya ve Suriye’deki karışıklıkları farklı bağlamda ele almak gerektiğini belirtmiştik. Çünkü bu iki ülke yönetimleri bölge ve dünya siyasetinde oynadıkları rol, işgal ettikleri yer gereği emperyalizm için ciddi bir ayak bağı niteliğindeydi. Libya’da Muammer Kaddafi öteden beri emperyalizme ve siyonizme karşı etkin bir muhalif tavır sergilediğinden, yerine kim gelirse gelsin emperyalizm için yeğdi. Libya’nın aşiretlerin petrol gibi maddi çıkarlarına dayalı birliği, emperyalistlerin parçalayıcı provakasyonlarına zemin sunuyordu. Kaddafi’ye rakip olan işbirlikçi aşiretler zaten bir süredir silahlandırılıyordu. Uygun zaman geldiğinde yeni Arap isyanları Mağrip coğrafyasında yayılmaya başladığı andan itibaren emperyalist merkezlerde düğmeye basıldı. Kaddafi karşıtı bütün güçler harekete geçtiler. Birleşmiş Milletlerde Libya’ya karşı hızlıca konsensüs oluşturuldu. Libya hava sahası kapatıldı. Muhalifler Kaddafi’ye karşı zor duruma düştüğünde emperyalistler, havadan müdahale ederek sık sık devreye girdiler. Nihayetinde Kaddafi’nin alçakça linç edilmesiyle “küstah ve arızalı” bir engel bertaraf edilmiş oldu. Burada Libya’yı emperyalistler açısından değerli kılan husus elbette ki zengin petrol kaynaklarının varlığıdır. Bu sayede emperyalistler oldukça stratejik bir yerde, özellikle Avrupa içn “petrol istasyonu” diye nitelendirilebilerek bir kazanım elde ettiler. Bu ABD’nin İran’a dönük askeri müdahalesinin yolaçabileceği petrol krizi konusunda endişeler yaşayan Almanya’yı da rahatlatacak bir kazanımdı. Libya’ya dönük müdahalede Almanya ve Fransa’nın yangından mal kaçırırcasına aceleci davranması tam da bu nedenledir. Böylece ABD gelecekteki İran yöneliminde AB emperyalistlerinden yükselecek olası mızmızlanmaların önüne geçmiş oldu. Uzun zamandır “şer ekseni” içinde tarif edilen Suriye de öngörülen emperyalist müdahaleden nasibini aldı. Esad Hanedanlığının emperyalizmin hedefindeki İran ile stratejik müttefikliği, İsrail siyonizmine karşı savaşan Filistin’li cihatçı hareketlere, keza Lübnan Hizbullahı’na en aktif şekilde destek vermesi müdahaleye maruz kalması için emperyalistler açısından yeterli gerekçeleri oluşturmaktaydı. 2011 yılının baharından itibaren gittikçe yükselen Esad karşıtı hareket bir süre sonra iç savaş halini aldı. Bu iç savaş üç farklı öznenin hegemonya mücadelesine konu oldu. İçeride çeşitli inanç ve milliyetlerden gruplara ve mülk sahibi sınıflara yaslanan Esad’ı dışarıdan Rusya, İran (ve hatta Çin) desteklemekteydi. Rusya’nın desteklemesinin yegane nedeni Akdeniz’deki tek üssün Suriye’nin Tartus kentinde olması, olası bir iktidar değişikliğinde bu üssü kaybedeceği tehlikesi ve dolayısıyla ABD- AB etkinliğinin bölgede artma ihtimaliydi. Bu aynı zamanda İran için de alarm zillerinin çalması demekti. Çünkü İran’da biliyordu ki Suriye’nin düşmesi halinde Şiiliğin etkisi altındaki Lübnan ve can düşmanı İsrail ile çatışan Filistinli güçler zor duruma düşecek, bu da etrafındaki kuşatmanın daralmasına yol açacaktı. Esad’ın karşısında ise Sünni- Arap kesimlerin oluşturduğu çok parçalı bir blok vardı. Bu blok Ürdün, Katar, Suudi, Arabistan gibi emperyalizmin uşağı olan işbirlikçi – gerici Arap rejimlerinden olduğu kadar, kuzeyden TC oligarşisinin yoğun desteğini almaktaydı. Bu ülkeler muhaliflere askeri siyasi eğitim ve lojistik imkanlar başta olmak üzere her türlü yardımı, emperyalizmin de katkılarıyla vermekteydi. Emperyalizm, savaşı bu ülkelerle verdiği vekâlet üzerinden yürütüyordu. Üçüncü özne ise, örgütlülüğü uzun süre öncesine dayanan, bu örgütlülük sayesinde Suriye’nin kuzeyinde oluşan iktidar boşluğunu demokratik özerkliğini ilan ederek dolduran Rojava Kürtleriydi. TC ile Suriye sınırındaki önemli bir kuşağı çatışma yaşamadan denetimine alan Rojava Kürtlerinin bu kazanımından en büyük endişeyi yaşayan TC oldu. Çünkü kâbus gibi üzerine çöken bu kazanımın Kürtlere çok stratejik avantajlar sağlayacağını biliyordu. Bu nedenle Rojava Kürtlerinin devrimini henüz kurumsallaşma sağlanmadan boğmak için bir yandan beslediği Suriyeli çeteleri kışkırtırken, diğer yandan da Güney Kürdistan’ın işbirlikçi Kürt


yönetimi eliyle ambargo silahını işletmeye çalıştı. Buna rağmen TC’nin bunda muvaffak olamadığını söyleyebiliriz. Neticede “herkesin savaşı” olarak tanımlanabilecek Suriye’deki kapışma aynı zamana hegemonya mücadelesinin tıkandığı alan haline geldi. Çünkü neredeyse bütün uluslararası ve bölgesel güçlerin çıkar hesapları burada çakışmaktaydı. Öte yandan bu tıkanıklık küresel hesaplarını on yıl sonraya kaydıran ABD açısından, Rusya ve İran’ın bölgeye yoğunlaşarak oyalanmalarına ve yıpranmalarına neden olacağı için bir fırsattır. Böylece ABD, kazanma imkanını kesinleştiremediği bir bölgesel savaşı herkes için bir kayıp haline getirme imkanını deneyebilecektir. Nasıl olsa bugün için bölgedeki varlığını vekâlet verdiği TC gibi işbirlikçi devletler eliyle yürüterek yıpranma payını minimuma düşürme imkânına da sahiptir. Kürtler: 2006’tan beri yaşanan gelişmelerde bölgede etkinliğini arttıran örneklerden biri de Kürtlerdi. Bir tarafta Güney (Irak) Kürdistanı’nda Barzani-Talabani liderliğindeki işbirlikçi Kürtler öte taraftan ise diğer üç parçada örgütlü olan PKK önderlikli Kürt Özgürlük Hareketi ( KÖH) kendileri adına önemli kazanımlar elde ettiler. Güneyde işbirlikçi Kürtler giderek pozisyonları sağlamlaştırırken İran etkisindeki Irak’ın Şii hükümeti ile olan ittifakı 2012’den itibaren dağılmaya başladı. Öyle ki iki ayrı güç sıcak bir savaşın eşiğine kadar geldi. Bunda Kürtlerin kendi bölgelerinde daha bağımsız hareket ederek merkezi hükümeti işlevsizleştirerek uluslararası petrol anlaşmalarına imza atmalarının ve TC ile işbirliğini arttırmalarının payı büyüktür. Merkezi hükümet ile olan bu gerginliğin İran’a yönelik somut bir emperyalist müdahale nedeniyle gerçek bir iç savaşa dönüşmesi muhtemeldir. Bu karşıtlıkta Güney’li Kürtleri cesaretlendiren şey, ABD’nin bölgede ona duyduğu stratejik ihtiyaçtır. Benzer bir ihtiyacı farklı bir gerekçeyle TC’de duymaktadır. O da PKK’nin Barzani üzerinden (bir başka deyişle PKK’nin ulusal halk savaşı dolayısıyla dengelenmesi ihtiyacıdır.) Böylece Güney’de Kürtlerin bu iki “büyük” gücün mecburiyetlerini kullanarak bölgedeki ağırlığını artırması mümkün olabilecektir. Öte yandan restleşmenin diğer ucundaki Irak hükümeti ile, Şii’lik bağları dolayısıyla İran’ın bölgedeki uzantısı gibi hareket ederek ABD’nin yoluna taş koyacak bir pratik hat izleyebildi.10 KÖH’e gelirsek: 2013’e dek bir çok farklı araç ve manevrayla bölgedeki gücünü sıçratarak geliştirmeyi bildi. Yerel seçimlerde belediye sayısını artırarak Ermenistan sınırına dayandı; bağımsız milletvekilleri ile, parlamentoda grup kuracak çoğunluğa ulaştı: TC sömürgeciliğirnin tek umudu olan AKP’nin bölgedeki etkisini sınırladı. Askeri olarak da oldukça etkili eylemlerle faşist orduyu zorladı. Güney’deki Medya Savunma Alanları’na dönük TC operasyonlarını boşa çıkardı. Özellikle, 2012 baharından itibaren yükselttiği Devrimci Halk Savaşı süreciyle devleti bir hayli yıprattı. Kürtler açısından en stratejik kazanım ise Rojava (Suriye Kürdistanı) da yaşandı. Suriye’deki karışıklıkların neden olduğu iktidar boşluğundan yararlanan KÖH uzun yıllara dayanan örgütlülüğü sayesinde Türkiye-Suriye sınır hattı boyunca uzanan Kürt bölgesinde insiyatifi eline aldı. Kürtler özsavunma taburlarını örgütleyerek demokratik özerklik modelini yaşama geçirmeye çalıştı. 10

Irak hükümetinin bu konumlanışının ABD’yi oldukça aciz bir duruma düşürdüğünü ABD dışişleri bakanı John Kerry’nin Mart 2013’te Irak Başbakanı Maliki’ye “İran’ın hava sahanızı kullanarak Suriye’ye yaptığı silah sevkiyatına engel olmalısınız” şeklindeki tavsiyesinden anlıyoruz.


Çatışma yaşanmadan sağlanan bu kritik kazanım elbetteki TC sömürgeciliğini ürküttü. Güney Kürdistan’da Barzani’ye mecburen onay verenler şimdi bir de PKK’nin etkisindeki Rojava ile uğraşmak durumunda kalacaktı. Rojava kazanımı KÖH’ün moral motivasyonunun güçlendirdiği gibi TC ile olan pazarlık payını artırmasında büyük bir koz işlevi gördü. Fakat bunca kazanıma rağmen 15 Şubat komplosu sonrasında yeni paradigma üzerinden şekillenen ideolojik ve siyasal çerçeve, Kürt devrimini bölgesel bir devrimin lokomotifi olma imkanından uzak tutmaktadır. Toplumsal kurtuluştan ziyade bölgesel gelişmelerin açtığı ulusal birlik alanına yatkınlık, 70 yıllık savaşın kadro ve halkta yarattığı yorgunlukla birleşince KÖH’ün yöneliminin İran’a olası bir saldırıda batılı emperyalistlerle çatışmaya girmeyecek bir pozisyonu tercih edeceği maalesef yüksek ihtimaldir. 2013 yılı başından itibaren PKK önderliği TC devleti arasında yapılan pazarlıklardan da anlaşılacağı üzere yönetimin Kürt-Türk ittifakına doğru evrileceği neredeyse kesinleşmiş gibidir. Zaten bölge için asıl kritik gelişme de budur; yani KÖH’ün yönününü Kürt-Şii ittifakından ABD’nin İUran projeksiyonuna engel olmayacak şekilde Kürt-Türk ittif akına çevirmesidir. ABD’nin bölgesel savaşta kazanmayı garantileyebilmesi için bu ittifak vazgeçilmez bir koşuldur. Sorun bu işbirliğinin nasıl gerçekleşeceğidir. Esasında arzu edilen şey en başından beri işbirliğinden ziyade KÖH’ün tasfiye edilmesiydi. Bunun da iki yolu vardı: Birincisi askeri yöntemdi, yani işbirlikçi Güney’li Kürtlerin, ABD’nin ve TC’nin topyekün girişeceği bir Sri Lanka modeliydi. Her ne kadar TC’nin içten içe arzuladığı tasfiye yöntemi bu olsa da hem Barzani’nin oynamaya çalıştığı “ulusal lider” rolünün buna uygun olmayışı ve KÖH’ün Güneyli Kürtler içinde artan etkinliği, hem ABD’nin sonu belli olmayacak böylesi bir manevrayla iyice yıpranacağından endişelenmesi hem de 30 yıllık savaşın verdiği deneyimle KÖH’ün neler yapabileceği konusunda TC’nin belli bir fikir sahibi olması “Sri Lanka Modeli” seçeneğini gerçekçi olmaktan uzaklaştırıyordu. Tasfiyenin ikinci yolu ise ABD’nin AKP saldırganlığını bir nebze gemleyerek KÖH’ü düzen içi çözüm formüllerine ikna etmekti. Yukarıda da belirttiğimiz gibi KÖH’ün yeni paradigması, ulusal birlik eğilim halktaki ve kadrolardaki yorgunluk ve “kazanacak taraftan yana olma” tercihi gibi temel faktörler dolayısıyla Türk-Kürt ittifakının bir ara formülle sağlandığı az çok ortaya çıkmıştır. Kuşkusuz Kürtlerin düzen içi çözüm formüllerine sömürgecilerle uzlaşma “seçeneğine” (!) meyletmesinde Türkiyeli devrimci ve sosyalistlerin problemli siyasi tutumlarının da sorumluluğu vardır. Bu açıdan devrimciler savaş cephesinde Kürtleri uzun süre yalnız bırakıp uzaktan ahkam kesmenin ötesine geçmemiş, devrim kaçkını oportünist sosyalistler ise devrimciliği metropollerde yükseltmek yerine Kürtleri sömürgecilerle uzlaştırmanın çarelerine yönelmişlerdir. Oysa tıpkı Kürdistan’da olduğu gibi metropollerde yükseltilecek devrimci bir savaş AKP’nin yayılmacı heveslerini kursağında bırakabilecek, devrimcilerin hedeflerinin ise daha reel bir imkana dönüştürebilecekti. Ne yazık ki, takm tersi oldu: Türk-Kürt işbirliği sayesinde artık AKP’nin hayalleri daha gerçekçi bir zemine kavuşurken devrimciliğin hesapları yakın vade için adeta bir fantezi halini aldı. TC DEVLETİNİN RESTORASYONU “Restorasyon” kelimesini “harap olmuş, bozulmuş bir mimari eseri aslına uygun biçimrde onarma, tamir etme” diye açıklamış, büyük Türkçe sözlük. Bu açıklama TC devletinin bir süredir içinde bulunduğu dönemle yaklaşık olarak örtüştüğü için süreci “restorasyon” olarak adlandırmak oldukça uygun görünüyor. Evet, bu anlamıyla TC harap olmuş, bozulmuş bir yapı olyarak, aslına sadık kalmak koşuluyla egemenler tarafından elden geçirilmeye muhtaçtı. 12 Haziran 2007’de İstanbul Ümraniye’de bir gecekonduya siyasi polislerce düzenlenen operasyonda bir miktar el bombası ve patlayıcılar “bulunmuş”tu. Bunun takip eden


operasyonlarla birçok emekli ve muvazzaf subay, general gözaltına alındı, tutuklandı. Hükümeti devirmeye yönelik olduğu öne sürülen andıçlar, eylem planları, darbe girişimleri peşpeşe deşifre edildi… TC’yi onarma girişimi (restorasyon) tam olarak hangi tarihte başladı, bilinmez ama sözkonusu el bombaları ve patlayıcıların bulunmasından itibaren “Ergenekon Operasyonları” adı verilen süreçle beraber “restorasyon” görünür bir hal aldı. Bu süreç, 29 Temmuz 2011’de generallerin, kuvvet komutanlarının istifa etmeleri ve 2011 Yüksek Askeri Şüra toplantısında askerlere ayrılan koltukların azaltılmasıyla önemli bir eşiği atlamış oldu. Ordu bürokrassi artık vitrinin önünde yer almayacaktı. Fakat bu gerileme Ordu’nun devlet idaresinden tümden tasfiye edildiği anlamına gelmez. Hatta bu restorasyon süresinde Ordu bürokrasisi de kendine bir rol biçmiştir; tıpkı AKP’nin, cemaatlerin (bu açıdan Gülen cemaati başı çekmektedir) ve dahası ABD’nin kendisine rol biçtiği gibi… Bu süreç, TC devletinin yeniden yapılandırılma sürecidir ve bizzat devletin kendisince yürütülmeye çalışılmaktadır. Bu süreç, devlete egemen iki gerici klik (aydınlanmacı, faşist, Kemalist, orducu gericilerle muhafazakar, neo Osmanlıcı, sözde Müslüman gericiler) arasındaki tarihsel kapışmanın güncele taşınması sonucu ve bir mecburiyet gereği pratiğe sokulmuştur. Handikap, bu mecburiyet nedeniyle yüksektir; sürecin tamamen egemenlerin kontrolünde, tek merkezden ve planlandığı şekliyle yürütülemeyeceğinin göstergesidir. Peki, Restorasyon ile amaçlanan şey nedir? En genel anlamıyla devletin amacı TC’nin kurumsal yapısına dokunmadan (yani devletin aslına sadık kalarak) konjonktürün ve geleceğin ihtiyaçlarına cevap vermeyecek, kritik tehditleri savuşturamayacak, yıpranan, bozulan unsurlardan kurtulmak, değişen dünya ve ülke gerçekliğine göre devleti ideolojisiyle beraber yeniden düzenlemektir, amaçlanan. Ergenekon oparasyonları da sürecin pratik ayaklarından biridir ve önemlidir. Ancak öyle iddia edildiği gibi gerçekte Ergenekon’un tasfiyesi diye bir şey yoktur. Ergenekon, bu devletin kendisidir. Tasfiye edilen ise yeni dönemin ihtiyaçlarına açığa çıkması muhtemel fırsatlarına cevap veremeyecek unsurlar, kirlenen bireyler ve “ideoloji”dir. Fakat “devletin kurumsal yapısı” ile “araçları”nı birbirine karıştırmamak gerekir. Bu açıdan kurumsal anlamda eskiyen “yapılar” tasfiyenin değil “dönüşümün” konusudur. Örneğin ipliği pazara çıkmış olan Jitem’in, Özel Harp Dairesi’nin “Kamu Güvenliği Müsteşarlığı”adı altında yeniden düzenlenmesi gibi; keza eski Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin yerine getirilen Ağır Ceza Mahkemeleri veya Özel Yetkili Mahkemeler gibi… Yanılsamaya meydan vermemek gerekiyor. Eski devlet neye, kime hizmet ettiyse restorea edilmiş devlette aynı şeye hizmet edecektir. Bu bağlamda da devletin ezilenlere karşı konumlanışında kategorik bir fark olmayacaktır. Devlete egemen olan her iki gerici klik, aralarındaki kapışmada kendilerini toplumsal destek ile güçlendirmek için manüpülasyonlara sarılmaktadırlar. Mesela, liberal zevatların destek çıktığı neo-osmanlıcı muhufazakar gericiler restorasyonu “demokratikleşme, devletin şeffaflaşması” şektlinde yutturma peşindeler. “12 Eylül ile hesaplaşma”da solu ve emekçileri bu sürece payanda yapmakta kullanılan favori argümanlardan biridir. Ne yazık ki, solun şakuli kaymış sivil toplumcu liberal kanatları bu söylemlere yedeklenmekten kendilerini alamamışlardır. Diğer gerici klik olan Kemalist, ulusalcı klik ise restorasyon sürecine karşı “cumhuriyetin kazanımları elden gidiyor, klasik terkediliyor, gericiler karşı devrimle şeriatı getiriyor” türü yaygaralarla bir panik havası yaratarak toplumsal desteği saptırmanın derdindeydi. Öteden beri Kemalist ideoloji ile, aydınlanmacılıkla hem hal olan TDH ve TSH’nin geniş bir bölümü “ilericigerici” diye adlandırdığı sorunlu tasniflemede ilericilik adına kemalizme yedeklendi. Yeri geldiğinde Türkiyeli emekçileri, yoksul proletaryayı devlete biat edişlerinden ötürü cellatına sevdalanmakla (Stockholm Sendromu) itham edenler: (Türkiyeli sol), Kemalist cumhuriyetin


tarih boyunca kendilerine ve halklara kan kusturduğunu kemalizmin ilericilikle alakasının olmadığını, AKP ve cemaatlerde somutlanan şeyin Kemalist gericiliğin ürettiği bir devlet dini olduğu gerçeğini bir kenara bırakarak tarihsel trajedinin “komik” bir örneğini sergilediler… Soldaki bu yanılma 12 Eylül 2010’da yapılan referandumda oldukça belirgin şekilde açığa çıkmıştı. Solun çok geniş bir kesimi devletin bu iki gerici kanadından birinin kuyruğuna takılmayı politika olarak benimsemişti. Oysa restorasyon, ne “demokratikleşmle” (muhafazakar palavra), ne de “cumhuriyetin tasfiyesi (Kemalist yaygara) anlamına geliyor. Yaşanan şeyi tek cümle ile ifade etmek gerekirse: “sistem içi iktidar kayması” diye tanımlamak gayet mümkündür. Burada oluşan sürtünme toplumsal yapıya ve bloklaşmalara da yansımıştır. Çok aktörlü böylesi dönüşüm süreçlerinin sancılı geçmesi gayet doğaldır. Adı üstünde “yeniden yapılanma”, yani eskinin yıkılıp yenisinin inşa edilmesi. Elbetteki toplumsallıkla ilgili süreçlerde bu tür grişimler eski bir binanın yıkılarak yenisinin dikilmesi kadar kolay olmaz. TC devletinin kuruluşunun öncesinden başlayan, devlete egemen klikler arasında süregelen iktidar mücadelesinden kaynaklanan çatışmadan bahsediyoruz. Birileri iktidar olmanın hevesiyle yanıp tutuşurken, diğer yandan pozisyonunu kaybetmek istemeyenler de tatsızlık çıkararlar, reaksiyon gösterirler. İşte TC’nin restorasyonunda da bu türden çatışmalı bir süreç yaşanmaktadır. Ancak belirtmek gerekir ki, çatışmanın iki gerici kanadı gerçek bir iktidar mücadelesi verseler de, bu iki gerici kanat icap ettiğinde “devletin bekası” için ortak tutum almaktan imtina etmemektedirler. Kürtlerin asimülasyonu,KÖH’ün tasfiyesi veya etkisizleştirilmesi bahsinde “Fırat’ıon Doğusu” egemenlerin bir blok halinde tutum sergileyişlerine çokca tanıklık etmiştir. Bu konuya, yani restorasyonun Kürtlerle ilgili boyutuna ileride değineceğiz. Restorasyon süreci özelinde açığa çıkarılması gereken hususlardan biri de devletin dönüşüme zorlayan dinamiklerin neler olduğu ve tarihsel olarak bu dinamiklerin nerelere yaslandığıdır. Restorasyonu zorlayan iki ana dinamik vardır. Bunlardan birincisi, emperyalizmin Ortadoğu üzerine kurguladığı hesaplar nedeniyle TC egemenlerinin iştahını kabartan “bölgesel güç” olma fırsatıdır. Fakat bu fırsatın reel bir tarşılığa dönüşmesi için dış politikada sekter, iticive düşmanlaştırıcı olan mevcut zihniyetin tasfiyesi şarttır. Bu zihniyet, devletin iç ve dış yönelimlerine perspektif sunan Kemalist ideolojidir. “Ulusalcılık” diyerek yumuşattıkları Türk milliyetçiliğidir. 90 yıllık TC tarihi boyunca Kemalist milliyetçilik hem komşu ülkelere, hem de Anadolu ve Kürdistan halklarını kendisi için birer potansiyel tehlike olarak kabul etmiştir. Komşu ülkelerin birer rakipden de öte “düşman” veya “tehdit” olarak varsayılması bölgedeki ortak (muhtemel) faydaların gözetilmemesine, dikkate alınmamasına neden olmuştur. Tersinden, komşu ülkelerin TC’ye karşı konum belirlemelerinde de bu tutum etkileyici olmuştur. Mesela, Türkiye’nin vakti zamanında Sovyetler Birliği’ne sırtını dönmesi (veya “batıyı müttefik seçmesi” de diyebiliriz) Onun Suriye, İran, Bulgaristan gibi ülkelere dönük siyasetini de belirlemiş, bu ülkelerle kıyasıya didişmeler yaşanmıştır. ABD ve İsrail’in bölgede Türkiye’yi tepe tepe kullanması da aynı paralelde değerlendirilmelidir. Tabi böylesi bir dış politika anlayışı ve bölge dengeleri göz önüne alındığında hem emperyalistler hem de yerli egemenler için ayakbağı haline gelmişti. Dışlayıcı ve düşmanlaştırıcı tarzın, egemenlerin bölgesel fırsatlara dönük perspektifini karşılamayacağı açıktı. Milliyetçi eğilim tasfiye edilerek, Ortadoğu halklarının kadim inançlarıyla bağ kurabileceği düşünülen neo Osmanlıcılık eğiliminin geliştirilmeye çalışılması bundandır. Ayrıca bu çaba iç dinamiklerin egemenler lehine yeniden mevzilendirilmesinde ve/veya muhalefetlerin kabul edilebilir bir marjda sınırlandırılmasında işlevli bir alternatif olacağı öngörülmektedir. Tabi milliyetçi paradigma, egemenliği boyunca dış politikada sekterliği baz alırken içeride de tek tip millet yaratmayı birincil proje olarak önüne koymuştu; sömürü sisteminin, TC


egemenliğinin bekasını bu projenin başarısına bağlamıştı. Devleti dönüşüme zorlayan ikinci dinamik de bu projeye tepki olarak zamanla oluşmuştur. TC’nin kuruluşunda ve öncesinde egemenler batı modernleşmesini “muassır medeniyet seviyesi” olarak referans alırken, Anadolu ve Kürdistan halkalarına yabancı bir yaşam tarzını zor yoluyla dayatmışlardır. Kılık Kıyafet, Şapka, Harf “inkılapları” (!), Şark İslahat Planı, Pan Türkist eğitim tedrisatı gibi bir dizi görüşlerle halkların yüzlerce yıllık kültürü ve inancı, aynı halk ile beraber adeta torna tezgahından geçirilmek istenmiştir. Yine Kemalist gericiliğin “laiklik” ilkesi gereğince Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması, inanç gruplarının tasfiye edilmeye çalışılması, “istiklal mahkemeleri” denilen dönemin ağır ceza mahkemelerinde halk önderlerine yargısız infazların yapılması (Seyit Rıza, Şeyh Sait, İskilipli Akif Hoca), devletin sahipleri ile ezilenler arasında günümüze denk süren çekişme çatışmaların görünür nedenleridir. Kısacası, devletin kurucu unsurları, milliyetçi tekçilik üzerinden emekçi halklara bir “deli gömleği” giydirmeye kalkmıştır. Bugün bu gömlek lime lime olmuş, ne dikiş ne de yama tutacak yeri kalmıştır… Elbette tarih tek yönlü akmıyor; bir yandan da karşıtlıklar olgunlaşıyor. Kemalist oligarşi iktidar gücü olmaya başladığı andan itibaren Ermeni Soykırımı’nda Kürtlerin, Alevilerin katledilmesinde, çok partili sisteme geçişte, darbelerde, muhtıralarda, anayasa ve kanunların düzenlenmesinde, dinin devletleştirilmesinde, resmi ideolojinin yaygınlaştırılmasında, dış politikanın şekillendirilmesinde her daim birincil karar mercii olmuştur. Nihayetinde, ordu bürokrasisinin krallığı, en başta Kürtlerin, Alevilerin, sonrasında ise sünni Müslümanların tepkilerini yoğunlaştırmıştır. Kürtler ve aleviler devlet baskısına çeşitli biçimlerde direnç gösterip bunun günümüze dek bir şekilde taşırken, sünni Müslümanlar aynı zulme maalesef devleti çekingence sahiplenen bir tutumla yaklaşmışlardır. Bu tutumlarında devlet eliyle yaratılan ve gerçek islam diniyle alakası olmayan kişiyi allaha değil, devlete biat etmeye çağıran resmi din anlayışının payı büyüktür. Diğer yandan, 1960’lardan itibaren kitleselleşen emekçi halk hareketlerine karşı devlet dinsel çevrelere daha fazla töleranslı yaklaşmaya başlamıştır. “Komünizmle Mücadele Dernekleri” ile bazen açıktan bazen de gizliden destekler sunulmuştur. Devlet ile cemaatlerin yakınlaşmaları bu dönemde artmış, halkın anti komünist ön yargılarla kuşatılmasında cemaatler önemli bir işlevi yerine getirmişlerdir.11 12 Eylül 1980 faşist darbesi bu yakınlaşmada kritik bir milat olarak tarihteki yerini almıştır.Ordu içerisinde, polis teşkilatında, yani neredeyse hayatın her alanında yaygın bir biçimde taraftar bulan sola karşı devlet kıyıcı bir tasfiyeye yönelmiş, yerlerine cemaat mensubu veya onlara yakın kadroların istihdam edilmesinin önü açılmıştır. Ayrıca, İmam Hatip Okulları’nın açılması ve din derslerinin zorunlu hale getirilmesi de sonraki süreçte cemaatlerin toplumsal tabanının yaygınlaşmasında büyük rol oynamıştır. Denilebilirki devletin bi tercihi cemaatlerin devlete olan bağlılığının ödülüdür. Politik içeriği ve yönelimi ağırlıklı olarak devrimcilik-solculuk karşıtlığıyla biçimlenmiş olan, ekonomik dayanışmacılığı da kapitalizmle buluşturan cemaatler devletin “koruyan ve kollayan” yaklaşımını iyi değerlendirmiştir. Ekonomik imkanları artırmak ve politik bir güç haline gelme hedefi oldukça stratejik bir yönelimdi. Bu stratejiyi cemaatler sabırla başarıya uygulamıştır. 11

Halkın geniş kesimlerinin anti komünizmi içselleştirmesinin en büyük sorumluluğu sola aittir. Bu konuda devlete veya İslamcılara kızmanın bir anlamı yoktur. TDH ve TSH’nin kemalizm etkilenmeli ideolojik-politik söylem ve pratiklerinin halkın ön yargılarını beslediğini itiraf etmek gerekir. Solun, halkın inandığı değerlerle buluşmak bir yana (bu bahiste Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın değerli ancak bireysel kalan çabalarını ayrı bir yere koyuyoruz.), bu değerleri karşısına alan dışlayan aydınlanmacı, faşist vurgularla anti komünistliğin toplumsal bir taban kazanmasına olumsuz etki yaptığını düşünüyoruz.


Cemaatler bir yandan kapitalizmle entegrasyonlarını kimi alanlarda tekelleşmelere doğru ilerleterek pekiştirirken, ülke dışında da özellikle arap sermayesiyle sıkı bağlar kurarak ekonomik alt yapıszını tahkim etmeye yönelmiştir. ABD ile işbirliğinde ise en ufak bir pürüz yoktur. ABD’nin etkinliğini dünyanın dövrt bir yanında açtığı kurumlarla artıran Fethullah Gülen ve Cemaati’nin ABD’de karargâh kurması rastgele yapılmış bir tercih değildir. Şimdi restorasyon sürecinin pratik uygulayıcısı olarak sahnenin önünde rol kesen AKP’ye gelebiliriz. Cemaatler, TC tarihi boyunca kısmen Demokrat Parti, Adalet Partisi, Doğru Yol Partisi, Anavatan Partisi gibi merkez sağ diye tabir edilen Kemalist-ulusalcı egemenlere rakip olan zdüzen partilerinde, fakat ağırlıklı olarak 70’lerden sonra islami referanslı Milli Nizam Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi, Saadet Partisi çatısı altında “milli görüş” çizgisi olarak lanse edilen partilerde temsiliyetlerini bulmuştur. Cemaatlerin son gözdeasi olan AKP ise 28 Şubat 1997’de balans ayarı verilen TC demokrasisinin has evladı olarak Refah Partisi’nden doğmuştur. Fakat yukarıda “islami referanslı” diye saydığımız düzen partilerini ya da AKP’yi, cemaatlerin siyasi alandaki homojen izdüşümü-uzantısı şeklinde düşünmemek gerekir. Özellikle AKP bu anlamda yeni kadro yapılanması ve programı itibariyle “devlet+islam” koalisyonunu oldukça güçlü şekilde yansıtmaktadır. AKP hükümetlerinde görev almış kişilere bakıldığında cemaat ve eski milli görüşçülerin yanında Cemil Çicek, İ. Naim Şahin, Vecdi Gönül, İsmet Yılmaz gibi çekirdekten yetişme devlet kadrolarını görmek mümkündür. Bu bizlere egemen klikler içerisindeki konsensusun AKP’deki biçimine dair küçük bir fikir verebilir. AKP, TC tarihinde eşine az rastlanılır bir oy çokluğuiyla iktidara geldi. Değişik bir süreçti bu. 1999 genel seçimlerinde ömrü billah görebilecekleri en yüksek oya ulaşan DSP ve MHP yanlarına ANAP’ı da alarak genieş bir koalisyon hükümeti kurmuştu. Fakat bu hükümet fazla dayanmamıştı. Özellikle dünya ölçeğinde yaşanan 2001 ekonomik krizi hükümeti zorladı ve ABD’nin de basıncıyla 3 Kasım 2002’de erken seçime gitme kararı alındı.12 AKP, (tıpkı geçmişte AP ve sonra ANAP’ın başardığı gibi diğer partilere hezimet yaşatarak seçimlerde birinci gelir. Önceki mecliste yer alan partiler dışarıda kalırlar. Bu seçimler neticesinde meclis AKP ve CHP’ye kalır. Devlete egemen iki rakip kliğin siyasi uzantıları mecliste başbaşadır. AKP’nin çıkarttığı vekil sayısı tek başlarına hükümet kurmaya yeterli gelir. Menderes, Özal geleneğini Tayyip Erdoğan devralır. Tabi, bu bayarının inşasında medyanın döktüğü alın teri de vurgulanmalıdır. Bu aynı zamanda ulusal ve uluslararası finanskapitalin bir desteği anlamına gelir. Keza AKP’nin ideolojik yapısı, kendisini sunuş tarzı ve halkın imgelemindeki yansıması, düzen içi ve düzen dışı muhalefetin silikliği, vb. bir dizi etkenin konjonktürel gelişmelerle de buluşması AKP’yi “başarıya mahkum” bırakmıştı.

-­‐

AKP tıpkı propagandalarında da belirttiği gibi köklü bir muhafazakar geleneğin üzerine çöreklenmişti. Bu muhafazakar geleneğin “devletli islam” ını13 günümüz

12

Dönemin başbakanı Bülent Ecevit daha sonraki bir konuşmasında “hükümetimiz boyuncabaşımıza gelen iki şeye bir türlü anlam verememiştim. Birincisi, Öcalan Türkiye ‘ye neden iade edildi, ikincisi de neden erken seçim kararı alındı? Bu ikisinin nedenini anlamadım.”dedi. 13

Burada kastedilen ve egemen sınıfların referans gösterdiği islamı, Müslümanların ezilenlerden yana konumlanmaları gerektiğini farz kılan, özellikle günümüzde anti kapitalist Müslüman gençliğin savunduğu “gerçek islam”dan ayırdığımızı belirtelim. Bu konuya ileriki bölümlerde yer alacak olan “ideolojik yerelleşme” başlığı altında değineceğiz.


şartlarına göre yeniden ürettiler. Popüler tabirle anılan “ılımlı islam”14 denilen paradigma da aslında devletli islamın güncelleşmiş halidir ve AKP-Cemaat işbirliğinin bunda katkısı büyüktür. İslami söylem üzerinden emekçi halkın geniş kesimlerinin hassasiyetlerini etkili bir şekilde kullanmak AKP’nn başarısıdır. Bunu kendileri için politik bir karşılığa çevirerek güç oluşturmuşlardır. Batı metropollerinin varoşlarında yaşayan sünni Türk proletaryası, Anadolu’nun yoksul köylülüğü ve Kürt halkının belli bir bölümü AKP’nin söylemine taşıdığı ve biçimsel düzeyde uygulamaya çalıştığı islami retoriğe güç verdi. Böylece AKP’ye sunulan toplam destek adeta geri beslemeli bir mekanizma gibi gelişti. Eldeki güç ile yerel ve yabancı sermayenin desteğini aldıkça halkın güvenini (ve oyunu) daha fazla kazandı. Halkın güvenini kazandıkça bu kez alternatifsiz kaldı ve istikrara hasret kalan yerel ve yabancı sermayeden daha fazla destek aldı.

Kürt sorununun tasfiye edilmesi ihtiyacı da AKP’ye yaramıştır. Ve bu aynı zamanda Restorasyon sürecinin konusudur. Restorasyon sürecinin operasyonel anlamda iki ayağı vardır. Bunlardan birincisi “Ergenekon Operasyonları” adını verdikleri ordu bürokrassini sahnenin gerisine iten, kirlenmiş-deşifre olmuş unsurları tasfiye etmeyi amaçlamış süreçtir: Buna değinmiştik. İkincisi ise, PKK’nin bir şekilde sorun olmaktan çıkarılmasıdır. PKK ile karşı karşıya gelinen 30 yıllık savaş boyunca devletin öğrendiği önemli gerçeklerden biri de Kemalist inkarasimülasyon siyaseti ve askeri imha denemeleriyle Kürt özgürlük mücadelesinin durdurulamayacağı idi. TC devletinin (ve emperyalistlerin) Kürtleri devre dışı bırakması için önünde iki seçenek duruyordu. Birisi zaten düşük bir yoğunlukla yürütülen kirli savaşı “Sri Lanka Modeli” diye anılan tarz ile üst aşamaya çıkartıp topyekün bir kıyım gerektiren askeri harekata girişmekti. Bu kanlı fantezi için dışarıda Güneyli işbirlikçi Kürt yönetiminin, ABD’nin ve hatta İran’ın içeride ise toplumun büyük çoğunluğunun desteği gerekiyordu. Oysa ne Kürt halkının önderliğine oynayan barzani’nin buna eyvallah çekmesi, ne de başına yeni bir askeri bela almak istemeyen ABD’nin izin vermesi mümkündü. İçeride şovenizmle zehirlenmiş halkın önemli kısmının Sri Lanka modeli müdahalaye onay verecek olması ise bu yöntemin ne tür sonuçlar doğuracağının kestirilememesi vb belirsizlikler nedeniyle gündemden düşürüldü. Bunda 2012 yılına girmeye birkaç gün kala TC’nin gerçekleştirdiği ve çoğu çocuk 34 Kürt insanının katletildiği roboski katliamından kaynaklı infialin de payı vardır. Devletin önündeki ikinci seçenek ise Kürt sorununu (daha doğrusu “PKK” sorununu) “içererek aşma” yöntemiydi, diğer bir deyişle Kürt dinamiğinin düzen içi kanallara çekilerek ve kimi taktik tavizlerle etkisizleştirilmesiydi. Bölgesel gelişmeler bakımından tarih tekerleğinin Kürtlerden yana dönmesi, bu gelişmelerin TC’ye bölgede insiyatifini güçlendirme fırsatları sunması ve emperyalistlerin çıkar hesapları bu ikinci seçeneği (içererek aşma) bir seçenek olmaktan çıkartıp mecburi istikamet niteliğine dönüştürüyordu. 14

AKP, ılımlı islam modeli olarak kurumsallaştırılyan bir ideolojik tarzın politik temsilcisidir. Bu temsil R. T. Erdoğan’ın “islamın ılımlısı, ılımsızı olmaz; islam islamdır!” şeklindeki itirazına rağmen böyledir. Çünkü her türlü ezilen devrimciliğine olduğu gibi islami devrimciliğe de karşıdırlar. Bu onları “son tahlilde” değil anında karşı devrimci yapar, ki öyle de olmuştur.


Fakat içererek aşma yöntemi Kemalist ideolojinin hayat suyu olan milliyetçi-tekçi paradigmayı kuşanan egemen kliğin niyet edebileceği ve pratikleştirebileceği bir yöntem değildi; dolayısıyla Kemalist ideolojinin ve kadrolarının devlet yönetiminden tasfiyesi gerekiyordu. İşte AKP’yi egemenler açısından vazgeçilmez kılan en önemli faktörlerden biri de onun Kürt sorununu içererek aşma yöntemiyle bertaraf edebilecek yegane aktör niteliklerini barındırmasıdır. Çünkü AKP bir yandan bölgedeki aşiret yapılanmasından faydalanarak etkin olmuş AP, DP, DYP, ANAP geleneklerini bünyesinde toplamış, diğer yandan bununla paralel biçimde islamiyete bağlılığını kullanarak cemaatler üzerinden bölgeye nüfuz edebilmiş en büyük devlet partisidir. AKP’nin bu misyonu yerine getirme potansiyeli taşıması bile onu başlı başına diğer düzen partilerinin on adım ötesine taşımıştır. Çünkü ne CHP’nin böyle bir kapsayıcılığı ne de MHP’nin böyle bir derdi vardır. Gelinen aşama itibariyle AKP, restorasyon sürecini zorlayan, onu bir dizi reform niteliğindeki taktik tavizlere mecbur eden PKK’yi uzlaşma zemininde tutarak silahlı mücadeleyi devreden çıkaracağı bir pozisyona razı etmiştir. Bu anlamda Restorasyon’un Kürt sorununu aşma hedefinin kendi rotasında ilerlediğini, AKP’nin, yüklendiği misyornu yerine getirme konusunda hayli mesafe kattettiğini söyleyebiliriz. Çünkü PKK, İmralı’da esir tutulan önderliğinin çağrısına uyarak Kuzey Kürdistan’daki gerilla güçlerini 2013 yılı Mayıs ayından itibaren Güney’e çekmeye başlamıştır. Kürtlerin ne istediğinden bağımsız olarak restorasyonun ve AKP’nin bu anlamda “başarılı” olduğu belirtilebilir. -­‐ AKP’nin bir diğer kısmeti de, ılımlı islam paradigmasını bölgede emperyalizmin hizmetine sunabileceği uygun bir konjonktüre doğmasıdır. Emperyalizm Ortadoğu’da “yeniden sömürgecilik”15 modelini BOP projesiyle hayata geçirdi geçirmesine, fakat halen bölgeyi kontrolü altına alamadığı gibi insiyatifi hepten yitirme tehlikesiyle de başbaşadır. Doğulu toplumsallıklara özgü gerçekliklerin önemsenmeden, bölgeye hem fiziki hem de düşünsel anlamda son derece yabancı bir tarzda yapılmaya çalışılan dışsal şekillendirme çabaları doğulu halklardaki enerjiyi yoğun biçimde açığa çıkardı. Özellikle Geoge W. Bush döneminde en üst düzeyde uygulanan islam karşıtı çizgi anti ABD’ciliği ve dolayısıyla islami devrimciliği neredeyse bütün müslükman âleminde güçlendirdi. Anti İslamcı dil ile buluşan hoyrat ve kıyıcı müdahalelerin bir yandan islami devrimciliği güçlendirirken diğer yanda bölge üzerinde kurulmaya çalışılan kontrolü zorlaytırdığının farkedilmesinden itibaren Ortadoğu’ya karakterini veren kadim değerlerin kapsaması doğrultusunoda bir paradigma değişikliğine gidildi. Barack Obama ile başlayan yeni dönemde adeta geçmiş retorik dolayısıyla günah çıkarılmaya başlandı. “Türk’e Türk’ü anlatmak” denilen sırt sıvazlama tarzıyla islamiyeti övücü ifadelerle bezeli konuşmalar emperyalistlerin repertuarlarında en üstlerde yer almaya başladı. Fakat bu örgü, islamın ılımlı versiyonunu yücelten, islamın aslında ne kadar hümanist olduğunu izah etmeye çalışılırken ezilenin şiddetini şeytanlaştıran egemenlere diğer yanağını da uzatan bir İslamcılığa dönük övgüydü. 15

Yeniden sömürgecilik: “yeni sömürgecilik” tarzının uygulandığı gizli işgaller espirisinin yerini doğrudan ve

açık askeri müdahalelere bırakması anlamına gelen emperyalist sömürgecilik modelinin yeni versiyonunun kavramsallaştırılmasıdır. Bu tarz yeniden yönelimin işareti, ABD’nin diğer emperyalistlerin ve yerel güçlerin desteğini arkasına alarak kalkıştığı I. Irak müdahalesiyle verildi.


AKP’nin varlığı bir de bu noktalarda anlam kazandı. Ilımlı islamın örnek bir model olarak bölgede etkinleştirilmesi için emperyalizm tarafından AKP’nin önü açıldı. Sırf Ortadoğu halklarının gönlünü fethetmesine vesile olması için İsrail ile AKP hükümeti arasında suni gerginlikler üretildi; Siyonistlerle danışıklı dövüş gösterileri düzenlendi. Bu sayede Tayyip Erdoğan’ın resimleri özellikle Arap halklarının elinde bayraklaştırılırken Türkiye tipi ucube bir dömokrasi Arap isyanları döneminde “model” olarak yutturulmaya çalışıldı. Yani AKP, ABD politikalarının bölgede hayat bulması için “cilalı Truva atı” olarak işlevselleştirildi. Onu emperyalistlerin yönlendirmeleri doğrultusunda haraket etmeye zorlayan en önemli etkenlerden biri spekülatif sermaye yatırımlarının tehdit ettiği cari açıktır. Emperyalizmin elinde olan bu koz AKP’ye sıcak para bolluğu sayesinde inşa ettiği sarayın aslında ne denli kırılgan olduğunu hatırlatmaktadır. *** Restorasyon ve Sol: Restorasyonun iki önemli operasyonel ayağının (Ergenekon’un ve Kürtlerin tasfiyesi) yanına bir de TDM’ni düzeniçileştirmeyi, legalize etmeyi hedefleyen tasfiye çabalarını da ekleyebiliriz. Devlet bu manada önemli bir emek sarfetti. 19 Aralık 2000’de gerçekleştirilen hapishaneler operasyonuyla katliama uğrayan, vuruş gücü zayıflamış ve morali kırılmış devrimcilere de yüklenildi. Bir yandan kimi yasal adımlarla devrimciler düzeniçi siyaset kanallarında oyalanmaya heveslendirilirken diğer yandan da politik şiddete dayalı mücadele yürütmekte ısrarcı olanlara karşı kıyasıya bir savaşa girişildi. Çünkü devlet restorasyon gibi kritik bir dönemeçte başına bela olacak, tekerine çomak sokacak herhangi bir arıza istemiyordu. Nitekim bu çabaların belli bir sonuç verdiğini söylemek gerekir. Restorasyonun az çok egemenlerin belirlediği istikamette ilerlemesinin bir nedeni de budur. Egemenlerin bu stratejik manevrasına engel olabilecek devrimci hareketlerin politik arenadan silinmesi ve sol siyasetin neredeyse bütün ağırlığını düzen içi zemine yönlendirmesi egemenlerin işini kolaylaştırmıştır. -­‐

Solun, devrimcilerin bir “oyun bozan” olarak restorasyon sürecine müdahalelerde bulunma iradesini gösterememesi, karşılığını emekçi halkın ezilenlerin tutumunda bulacaktır. Çünkü restorasyonun başarıyla sonuçlanması ezilenlerin, egemenlerin manevralarına payanda edilmesine bağlıdır. Egemenler, bu yeniden yapılandırma sürecine ezilenleri katabildikleri, bunu onlara onaylatabildikleri kadar süreçten güçlü çıkarlar. Bunun başarılması, devletin ezilenler üzerindeki hegemonyasının uzun süreliğine artması, tazelenmesi anlamına geleceği açıktır. Dolayısıyla yoksul halk kitlelerinin restorasyona yedeklenmesi bu sürecin anahtarı olacak ve başarı biraz da buradan ölçülecektir. Bunun test edileceği alan ise “yeni anayasa” referandumu olacaktır.

-­‐

Sadece restorasyon süreci için geçerli olan değil, genel olarak doğru olan bir belirlemeyi tekrar etmekte yarar var: Egemen klikler arası kavga katiyen devrimcilerin taraf tutacağı, birini diğerine göre “ehveni şer” bulacağı bir kavga değildir. Devrimciler kendi ideolojik hattı üzerinden düzen dışı ve devlet bloku karşıtı net bir pozisyonu zemin olarak almalı ve politikasını bu pozisyona göre oluşturmalıdır.

Bu bakımdan devrimci ve sosyalistlerin gözünde AKP’nin işgal ettiği yere dair de birkaç şey söylemek gerek. Çünkü, bu konuda da bariz bir kafa karışıklığının, şaşılığın olduğu ortadadır. Liberal görüşlerin sızma yaptığı sol kesimlerde AKP’ye diğer düzen partilerine kıyasla belli bir tölerans tanıyıp onun “demokrat” olduğu ifade edilebiliyor (-du) Bu eğilim, 2010 Anayasa


referandumunda, birkaç maddenin değiştirilmesine dönük tavrını “yetmez ama evet” olarak belirtenlerde vücut bulmuştu. Bu kesimlerde AKP’nin İslamcı dokusunun, Milli Görüş16 döneminde haksızlıklara uğrayışlarının, mazlum (!) oluşlarının onları demokratikleştirdiği tarzında çarpık bir mantık mevcut. Neyse ki iktidarlarını pekiştirmeleri bu çarpık mantığı gülünç duruma düşürdü. Oysa AKP kendi tabanının en masumane, demokratik bir talebi olan türbanınbaşörtüsünün serbest kalması konusunda bile tamamen çıkarcı davranacak kadar tıynetsiz, basın açıklamalarına tahammül edemeyecek kadar anti demokratiktir. MHP ne kadar özgürlükçü ise, AKP’de o kadar özgürlükçüdür. CHP ne kadar sosyalist veya demokrat ise AKP’de o kadar demokrattır. Bir de AKP ve CHP (veya ulusalcılar) kamplaşmasında AKP’yi diğerlerine göre daha “tehlikeli” gören sakat düşünceler var ki asıl bu düşünceler sol adına tehlikedir. Sol siyasetin ulusalcı kulvara yanaşması, hatta o kulvara kaymasına neden olur. Ve bu, geçmişte yapılmış hataların tekrarı anlamına gelir. 1980 öncesi TDH “ulusal demokratik cephe” projesiyle CHP’ye yedeklenmeye çalışıldığı için iktidar perspektifi kötürümleşti; yenilginin nedenleri bu hatada da karşılığını buldu. Aynı hatayı AKP karşıtlığında tekrarlamanın alemi yok. Doğrudur, AKP hükümet olduğu için fazlasıyla göze batıyor olabilir, normaldir. Ancak bu durum, CHP, kemalizm ve ulusalcılıkla ilgili gerçekliklerin gözardı edilmesine yol açmamalıdır. CHP, Kemalistler vb de en az AKP kadar gericidir. En az onun kadar bu düzenin has evlatlarıdırlar. Bu farklı egemen klikler ezilenler üzerindeki baskıyı ve gericiliği kendi meşreplerine uygun araç ve yöntemlerle işledikleri için ve egemenliğin hiyerarşisinde farklı pozisyon aldıkları için “farklı” oldukları sanrısı oluşuyor.

Yoksa hiçbirinin diğerinden farkı olmadığı gayet nettir, aslında. Birisi gericiliğini ulusalcı görüntü ve içerikte icra ediyor, diğeri bunu muhafazakar içeriğe göre yapıyor. Zaten aralarında kategorik bir fark olmadığından dolayı söz konusu güçler bu düzenin tehlikeye girdiği zamanlarda ve yerlerde tam bir mutabakatla hareket edebiliyorlar. Bu mutabakatın en bariz örneği Kuzey Kürdistan’de Kürtlere karşı yapılırken belli oluyor. Batıda kedi köpek gibi birbirini yiyen egemenler, konu Kürtler olduğunda Fırat’ın doğusunda yekpare bir görüntü veriyorlar. Dolayısıyla gerici klikler içerisinde birini diğerine yeğ tutmak “sol” bir politika olamaz. Olursa bunun adı düzen siyasetine soldan eklemlenmek olur. Bu sıkıntı özellikle son yıllarda AKP karşıtlığına indirgenmiş, CHP gericiliğine alan açan bir eksende kendini gösterebiliyor. -­‐

TDH ve TSH, restorasyon boyunca mevcut konumundan bir türlü kurtulamadı. Dahası kurtulmak yönünde irade geliştirmek yerine mücadelenin çıkış yapabileceği kulvarı düzen güçlerinin kapsadığı yerlerde aradı; bağımsız ve devrimci bir hat bir türlü ağırlıını koyamadı. Bunda mücadele perspektifini yasal sınırlara hapseden, basın açıklamaları ve sloganlarla yetinen pratik tarzın da payı vardı. Yani Kürtlerin dağa çıkmaya devam ettiği yerde TDH ve TSH bildiri dağıtmaya devam ettiler. Bu döneme oportünist siyaset tarzı damgasını vurdu. Oysa etkisiz eylemlerle gün be gün kendisini tüketen, aşındırıcı politika tarzına karşı güçlü bir çıkışın zemini vardı. Bu zeminin değerlendirilmesi için bizler sorumluluk aldık, irade geliştirip müdahale ettik. Kimi

16

Tayyip Erdoğan AKP’nin kuruluş yıllarında kendilerinden endişe eden kesimleri biz o gömleği (milli görüş düşüncesini kastediyor) çıkarttık” diyerek teskin etmeye çalışmıştı.


stratejik tercihlerimizin hatalı olmasından dolayı başarısızlığa uğradık. Nihayetinde restorasyonun sol düzen içi mücadele kanallarına yönlendirme hamleleri büyük oranda karşılığını buldu.

3) DEVRİMCİ ÇİZGİ: DÖRT MÜCADELE BAŞLIĞI “İnsanlar değişimi ancak zorunluluklar karşısında kabul ederler; zorunlulukları ise yalnızca kriz dönemlerinde görebilirler.”17(x7)

Uzunca bir süredir TDH’nin içinde bulunduğu tıkanıklıklar üzerine yazılıyor, çiziliyor ve tartışılıyor. Bu tıkanıklığın bu denli gün yüzüne çıkmasının nesnel kimi gelişmelerle ilgisi vardır ve teorik-politik örgütsel boyutları bulunmaktadır. Özellikle sosyalist blokun çökmesiyle tıkanıklık sürecinin görünürlüğünün hız kazandığı söylenebilir. Öte yandan tıkanıklığa ilişkin öne çıkan analizler de bu konudaki yetersizliklerin resmini ortaya koymaktadır: İşçiler ve ezilenler içinde örgütlenme konusunda emek sarfetmeme veya becerikli olmama, devrimci öncüyü-partiyi kuracak iradenin bir türlü şekillenememesi, devrim stratejisinden yoksunluk, politika üretmedeki beceriksizlikler, kitleleri devrimci eyleme itecek nesnel şartların olgunlaşmaması… vb pratik yetersizlikler TDH’nin tıkanıklığının sebepleri olarak sıralana geldi. Yukarıda belirtilen etmenlerin her biri mevcut tıkanıklığın kimi “görüntüleri” hakkında açıklayıcı olsa da bizce sorun daha derinlerdedir. Öyle ki TDH’nin, Marksizmin teorik ayağıyla kurduğu problemli-yanlış ilişkiden kaynaklı ideolojik güçsüzlük hali yukarıda sayılan tüm öznel ve nesnel etmenleri öncelemektedir.

Devrimci hareket 1970’lerdeki dünyasal ve ülkesel ölçekteki politik olumluluklar nedeniyle (solun kitleselliği, sosyalist blokun varlığı, kapitalist-emperyalist kriz, vb) teorik ve ideolojik zayıflıklarını gözden kaçırmıştır. Günümüzde ise bu olumluluklar ortadan kalktığı için aynı zayıflıklar artık göze batmaya başlamıştır. Tıkanıklığın beraberinde getirdiği sonuç devrimciler açısından trajiktir. Ya burjuva ideolojisinin çıktısı olan ulusalcı veya liberal reformizme savrulmalar yaşanmış yahut dönemin gereklerine ayak uyduramayan “tarih dışı” bir devrimcilik tarzına saplanılmıştır.

17

Bedreddini Hareket: Politik Bildirge, Eylül 2005. Sayfa:16


Devrimcilikte ısrar elbette değerlidir. Ne var ki sonuç alıcı devrimci pratiğe olanak tanımayan, eskimiş ideolojik-politik-örgütsel çerçevede ısrar etmek ile devrimcilik de inat ederek buna uygun bir yenilenmeye yönelmek aynı şey değildir. Bugün TDH’de yaygın olarak gözlemlenen eğilim devrimciliğin önüne açacak bir yenilenmeye doğru yol almak değil, an’a dokunup dönüştürmenin gerisinde kalan statükoya sıkı sıkıya sarılmaktan ibarettir. Yaşanan ne yazık ki teorik düzlemle ilişkili ideolojik-politik kriz halidir ve bu kriz halinin devrimsel olanaklardan faydalanmayı mümkün kılmaması devrimci hareket içerisinde yeni değişim arayışlarını zorunlu kılmaktadır. Devrimci Karargâh yola çıkış gerekçesini tam da bu gerçeklikte bulmaktadır. Bağımsız varoluşunun temel gerekçesi başarının yeni yollar açmak suretiyle geleceğini öngörmesinde ve devrimci hareketin krizinin aşılmasında aktif öznelerden biri olma iddiasıdır.

Devrimci Karargâh bu perspektif doğrultusunda teorik yenilme, ideolojik yerelleşme, örgütsel harmanlanma ve pratik devrimcilik başlıklarını kapsayan, devrimci yenilemeyi hedefleyen bir çizgiyi benimsemektedir. Türkiye devriminin yolunu açacak olan çizgi bu dört mücadele başlığında kat edilecek mesafeyle sıkı sıkıya bağlıdır ve hiç kuşkusuz bu çizginin başarısı, iddianın arkasında duranların iradesine, cesur ve yaratıcı pratiklerine, nitel ve nicel olarak kendilerini aşmalarına bağlıdır. Bunu biliyor ve iddiamızın arkasında olduğumuzu yineliyoruz. a)Teorik Yenilenme: Marksizm neredeyse yüz yıldır çoğul bir karakter arz etmektedir. Yani bir tek Marksizmden değil, birden fazla Marksizmlerden bahsetmek gerekir. Üstelik bu farklılıklar bir dizi politik ayrım sebebiyle daha da fazla çeşitlenmiştir. Bunun anlamı marksizmin önüne çıkan herhangi bir soruna birden fazla yanıtın verildiğidir. Bu Marksizmin krizidir! Modernizme ve post modernizme ait tezler marksizmin geneline ağırlıklı olarak sirayet etmiştir. Aydınlanmacı idealist felsefenin bu iki akımı arasındaki tartışmalarda Marksizm maalesef her iki akımdan birine eklemlenen pozisyonlara savrulmuştur. Marksizme içkin olan yapı deforme olmuştur. Modernizm ve post modernizm “özne-yapı, parça-bütün, birey-toplum, ideoloji-bilim, görüngü-gerçek, determinizm-rölativizm” vb ikiliklere dair idealist açıklamalar getirirken Marksizm bu vb. ikiliklere kendi özgün diyalektiğinden ziyade modernizmin yahut post modernizmin penceresinden bakan sorunlu bir mantığı işletmiştir. Örneğin marksizmin bilimi “öznesiz, ereksiz” bir tarihsel süreç tarifi yaparken modernizme göre tarihi, mantığıyla aklıyla hareket eden özneler yapar. Özne eğer aklını belirleyen çevresel etkilerin bilgisine vakıf olursa davranışlarına tamamen yön verebilir. Bir başka ifadeyle özne, doğayı aklıyla anlar ve onu değiştirir. Yani değişimin aslı kaynağı modernizme göre akıldır.


Maddenin zihni belirlediğine ilişkin en temel materyalist teze taban tabana zıt olan bu modernist önerme Marksizme egemen olmuş ve bir burjuva ideolojisi olan Aydınlanma ideolojisinden kopuşulamamıştır. Bu olumsuzluğun politik alana en basit şekliyle yansıması, ezilenlerin bilinçlenmeyle eyleme geçeceği sanısında ve/veya eyleme geçmeyişlerini onların bilinç düzeyinin geriliğiyle açıklamaya kalkma inancındadır. Post modernizm için de özne merkezdedir, ancak bu özne tarih yapmakla mükellef değil, kendi toplumsallığını her an yeniden kurmakla meşguldür. Özne’nin “birey” olmaya çalışması gerekir. Birey kendisini yeniden üreatmesi gerektiğinin farkına vardıkça özgürleşebilir vs..vs.. Bu bağlamda, aslında modernizm ve post modernizm aydınlanmacı idealizmin has çocuklarıdırlar. Günümüz Marksizmin post modernizme itirazı ise çoğunlukla modernizmin pozitivist ilerlemeci zemininden yükselmekte ve tarih yapmakla yükümlü olmayan öznenin karşısına “aklı” kuşanmış, bilimsel bilginin yol göstericiliğini kuşanması halinde tarih değiştirecek olan özne ile çıkmaktadır. Oysa belirtiğimiz üzere tarihsel materyalizm (Marksist bilimi) tarihi öznesiz bir süreç olarak belirlemiştir. Marksizme musallat olmuş Aydınlanmacı’lığın ideolojik ve politik çıktılarına sonraki bölümde değineceğiz. Şimdi Marksizmin ne olup ne olmadığına ilişkin temel belirlemeleri hatırlayalım. Marksizm Modernist Değildir: Marksizm birçok temsilcisi modernizmin tezlerine yedeklenmiştir. Bu yedeklenme hali siyasal pratikte iki türlü karşılık bulmaktadır: Sorunlu (modernist) Marksizmler ya modernizmi ya da ve onun kazanımlarını hiçbir burjuva akımın savunamayacağını, bunu ancak Marksistlerin savunabileceğini belirten ve ulusalcı sol çizgiye savrulan aydınlanma ideolojisine yedeklenme yahut sosyalist deneyimlerin yenilgilerini yanlış uygulamalarla açıklanmaya çalışan, doğru biçimde uygulandığında sosyalizmin en gerçekçi aydınlanma projesi olduğu şeklindeki yine modernist ideolojinin sınırları içinde hapsolma… • Modernizmin savunduğunun aksine Marksizm yalnızca deneysel yöntemlerle elde edilen bilginin güvenilir olabileceğine hükmeden “ampirizm”i (deneycilik) reddeder. Çünkü ampirik yöntemle gerçeğin bilgisine ulaşılmaz, yanılgılara neden olur. Tam da ustaların söylediği gibi “Şeyler”in dış görünüşler ile doğaları, özleri doğrudan çakışsaydı tüm bilim gereksiz olurdu.” (K.Marks Kapital Cilt III) Marksizm kurucuları özellikle 1860’lardan sonra tüm teorik üretimlerini kapitalizmin duygularla ampirik olarak algılanamayan işleyiş yasalarını bilimsel bir temelde açıklamak yönünde vermişlerdir. Tarihsel materyalizm bu arayışın sonucunda üretilen bilgilerle şekillenmiştir. Marksizme göre bilgiler “ampirik” olarak elde edilmez, tam tersine zihinsel süreçlerin işletilmesi sonucu üretilir. Dolayısıyla ampirik olarak elde edilmeyen bilgileri, doğruluğu ya da yanlışlığı ampirik olarak duyu ve deneylerle sınanamaz. Çünkü bilgi üretimi bilgiden hareketle ve bilgi aracılığıyla gerçekleşir. Bu yüzdendir ki Kapital’de Marks’ın açıkladığı kapitalizmin hem doğası itibariyle her yerde olan hem de görünüş itibariyle hiçbir yerde olmayan bir kapitalizmdir. Öte yandan Modernizm bu hususa ampirik gözle baktığı için kapitalizm görünüşünün günümüzde değişmiş olmasından hareketle Marksizmin öldüğünü ilan edebilmektedir.


• Marksizmi modernizmden ayıran en köklü farklardan biri de aydınlanmacı düşünceyi reddetmesidir. Marksizm aydınlanma felsefesinin içinden doğmuşsa da kendi felsefi ve bilimsel materyalizmini oluşturacak Aydınlanmacılıktan kopmuştur. Aydınlanma, insanın ve insanlığın doğrusal bir ilerleme çizgisinde hareket ettiği masalına dayanır. Bu çizgiye “insan-özne” yön verir ve bu özne tarihe ve doğaya içkin olan amacın bilgisine sahip olabildiği oranda bilinçli faaliyette bulanabilir. Yani aydınlanmacı düşünce tarihi özneli ve erekli (amaç ve hedefli) bir oluş olarak tanımlamaktadır. Bu idealist felsefeden etkilenen sorunlu bir Marksizm yorumu komünizme doğru amaçlı bir biçimde ilerleyen bir tarih kavrayışına ve bu amaç için varolduğu sanılan kurtarıcı “işçi sınıfı”na ulaşır. Aydınlanmacı düşünceden türetilmiş komünizm ve işçi sınıfı materyalist değil, metafizik bir içeriğe kavuşur; birer “mit” haline gelir. Bu sorunlu Marksizm nedeniyle aydınlanmacı-ilerlemeci düşünceyi benimsemiş sol politik özneler belli bir andan itibaren düzen içi politik pozisyon almaktan nesnel olarak kaçınamamıştır. • Marksizme göre tarih öznesiz ve ereksizdir. Marksizm kendisini oluştururken, aydınlanmacılıktan farklı bir felsefe olmakla yetinmemiş, politika ve bilim ayaklarının inşasını da kuruluşunun bir parçası haline getirmiştir. Marksist bilim, gerçekliği nesnel olarak açıklanabilmesinin mümkün olduğu hipotezinden hareketle oluşmuştur. Bu düşünce felsefi açıdan sübjektif bir kategori olarak özneyi bilimsel açıklamanın dışında bırakmayı gerektirmiştir. Marksizmin bilim ayağının öncelikli inceleme nesnesi ise soyut bir gerçek olarak kavramsallaştırılan “üretim tarzları” olmuştur. Marks, genel bir tarih felsefesi oluşturmaya çalışmamış tersine, bir nesnel gerçeklik olarak kapitalist üretim tarzını kavramlarla ve kavramlar arasında kurduğu iç bağlantılar çerçevesinde nedensellik ilişkilerine dayalı bir sistem olarak açıklayabildiği oranda ve bu açıklamaların geçmişe ve geleceğe dönük uygulaması yoluyla tarihsel materyalizm tarih bilimi olabilmesinin, kapitalist üretim tarzına dair çözümlemeden yola çıkarak tüm tarihe uygulanabilecek altyapı (temel)-üst yapı arasında kurduğu belirleme ve zorunluluk ilişkisine dair açıklamasına borçludur. Kendisine içkin bir emek (amaç) doğrultusunda ilerleyen aşkın bir tarih felsefesi veya rasyonel öznelerin bilinçli faaliyetleri sonucunda ilerlemekte olan özneli bir tarih kavrayışı, tarihsel materyalizmin inşası sırasında kesin bir biçimde dışarı atılmışlardır. Marksizmin bilimsel açıklamasını yaptığı tarih kesinlikle öznesiz ve ereksiz ama üretici güçlerin gelişimine bağlı olarak temel ile üst yapı arasında tarif edilen belirleme ilişkisinin ışığında açıklanabilen bir tarihtir. Temelin üstyapı belirlemesinde dayanan açıklama ”TEORİK”tir. Bu bilimsel bilgiye sahip olan bir Marksist, gündelik yaşamında karşılaştığı toplumsal nitelikli konjonktürel gündemlere dair açıklama getirirken bu genel ve soyut bilgiden bağımsız hareket etmez. Ancak bir şey açıklamak ile o şeyi dönüştürmek arasında kategorik bir fark bulunmaktadır. Açıklamanın hammaddesi bilgi iken, dönüştürenin hammaddesi eylemdir. Dönüştürmeye hizmet etmeyen bir açıklama tüm bilimsel gücüne karşın gerçek yaşamda bir değer taşımaz. Örneğin kurak bir bölgede yağmura muhtaç olan insanlara yağmur yağışının bilimsel bilgisini aktarmak hiçbir işe yaramaz! İnsanlar verili bir anda somut çözümlerle ilgilenirler. Ancak verili bir anda önerilen herhangi bir somut çözümün de benimsenebilmesi için, bu çözümün yapılabilir, yani verili konjonktüre uygun olması gerekir. Keza bir işçi için de sömürüldüğünü bilmesi ile sömürüye karşı devrimci savaşa katılması arasında bir nedensellik ilişkisi kurmak mümkün değildir.


Oysa devrimci, sosyalist hareketin neredeyse tamamı bütün pratiğini bu temel yanlışın üzerine inşa etmeye kalkıştı. Bu yanlış temele göre işçiler sömürü ilişkilerinin bilimsel bilgisine kavuşmalarıyla birlikte devrimci-sosyalist mücadeleye atılacaktı. Haliyle eyleme geçişin (dönüştürmenin) anahtarı olarak bilinçlendirme (bilgi) faaliyeti esas alındı. Kuşkusuz buradaki itirazımız bilinçlendirme faaliyeti değil, bunun “anahtar” görüldüğü ve aslında “zihnin (de) maddeyi belirlediği” yorumunu savunmaya kadar giden idealist yaklaşımadır. Dolayısıyla bir öznenin Marksizme hakim olması veya tarihsel sürecin bilgisine vakıf olması onu an’da Marksist olmayanlar karşısında üstün veya önsel olarak avantajlı kılmaz. Çünkü her bir an’a etki edebilecek sonsuz sayıda faktör mevcuttur: bu faktörler an be an yerini yenisine bırakır ve bu faktörlerin hepsinin hesaba katılması imkansızdır. İşte tam da bu nedenle tarihsel düzlemde insan-özne’den bahsedemeyiz ve yine tam da bu nedenle Lenin 1917 Şubat Devrimi’nin arifesinde Rusya’da devrimi kendisinin ve yaşıtlarının göremeyeceğini beyan edebilmiştir. Bu ne Marksizmin ne de Lenin’in yetersizliği veya yanlışlığıdır. Bu iradenin dışında gelişen nesnelliğin ve gelişmelerin kesin biçimde bilinemeyeceğini gösterir. Tüm bu nedenlerden ötürü tarihsel materyalizm evrensel bir politik-ideolojik hat ve sabit bir eylem çizgisi önermez. Çünkü pratik politika alanında her değişen konjonktür yeni güçler konumlanışını beraberinde getirir ve bu da yeni politik taktikleri, yeni ideolojik açılımları ve yeni örgütsel mevzilenişleri gerektirecektir.

Post Modernizm Karşısında Marksizm: • Marksizmin bilim ayağı hem “bütüncü”dür hem de insan-özneyi bir felsefi kategori olarak dışında bırakır. Ne var ki post modernizm belirlemelerini görüngüler aleminde veya sadece gerçekliğin “gerçek” (maddi somutluk) düzleminde temellendirir. Anti bilimci kategori nedeniyle post modernizm “şeylerin” dış görünüşü dışında kalan nesnel gerçekliğinin aranmasına dönük teorik faaliyeti gereksiz görür. Bu bahiste post modernizm, insan-öznelerin sözkonusu şeye yüklediği anlamlar dünyasının deşifre edilmesiyle elde edilecek bilgilerin ötesinde, bu şeyin bir gerçekliğinin olmadığı ön kabulünden hareket eder. Dolayısıyla bir şeye yüklenen insan-özne sayısı kadar anlamı olabileceğinden, aynı sayıda gerçeklikten söz edilebileceğini savunur. Bunun politik pratikteki karşılığı ve şekil, içerik ve bileşim açısından birbiriyle benzeşmeseler de mevcut iktidar ilişkilerine itiraz etme noktasında ortaklaşan isyancı ve uzlaşmacı çok sayıda “yeni toplumsal hareket” e dayanmanın dışında bir politik zemini tarif etmekten kaçınmaktır. Yani mevcut itiraz şekillerini tek mücadele biçimi olarak benimsemekle yetinilmesi gerektiği savunulur. Günümüz “küreselleşme karşıtı hareketler” de politik karşılığını en yoğun haliyle barındıran postmodernizme bir kısım Marksistin itirazı, maalesef modernizmin düşünce yapısı üzerinden yükselmektedir. Örneğin kimi Marksistler küreselleşme karşıtı hareketi kapitalist toplumdaki temel “sınıfsal” ayrımları bulanıklaştırıcı bir hüviyete sahip olduğu iddiasıyla olumsuzlamaktadırlar. Bu modernist Marksist (!) anlayışa göre “işçi sınıfı”nın merkezinde yer almadığı toplumsal hareketin kapitalizmi yıkması mümkün değildir. Ancak bu anlayış ise sendikalarının ve işçi partilerinin neden bu harekete öncülük yapamadığı, içinde yer almadığı veya bunu aşacak başka bir hareketi geliştirmediği konusunda materyalist bir açıklama getirmez. Getiremez çünkü


modernist marksizmin sınıf teorisi, daha doğrusu sınıf teorisi ile pratik arasında kurmaya çalıştığı nedensellik ilişkisi sorunludur. • Marksizmin “sınıf” kavramı bilimsel düzeye aittir. Marksizmde üretim ilişkileri karşısındaki konumuna göre tanımlanan sınıf kavramı tıpkı tüm bilimsel kavramlar gibi bir genellemeyi ifade etmektedir. Yani “somut-gerçek” i değil, teorik olanı (soyut gerçek) ifade etmek için kullanılmıştır. Tarihsel materyalizm düzleminde sınıflar, üretim ve mülkiyet ilişkileri bağlamında soyut toplumsal kategoriler olarak ek alınır. Üretici güçlerin gelişimi ile üretim ilişkileri arasında meydana gelen ve toplumsal devrimlere yol açan çelişki, toplumsal düzeyde sınıflar arasındaki çelişkide somutlanır. Sınıflar arasındaki çelişki ise sömürü mekanizmalarının devreye girdiği andan itibaren sınıflar savaşımında vücut bulur. Bu anlamda sınıf kavramı, esasında tarih bilimi içerisinde ekonomi politik disipline aittir. Üretim tarzlarının açıklanması sırasında işlevseldir. Temel ile üstyapı arasındaki belirleme ilişkisi uyarınca, gerçek hayatta meydana gelen olguların sınıflar savaşımından ayrı açıklanamayacağına, yani tüm tarihsel olguların “sınıfsal” olduğuna işaret eder. Bu nedenle Marks, an da hangi ideolojik–politik görünümle açığa çıkmış olursa olsun tarihe bütünsel bir gözle bakıldığında bunun “sınıf savaşımları tarihi” olduğunu söyler. Ne var ki, bunun bilgisi “an”da sınıf’a vazgeçilmez ve ayrıcalıklı bir kornum kazandırmaz. Yani sınıf kavramının Marksizm içindeki tartışılmaz teorik önceliği, politika alanında ortadan kalkar. Politika düzleminde somut devrimci toplumsal dinamikleri ve konjonktürel çelişkileri gözönünde bulundurmaksızın “sınıf” vurgusunda ısrar edildiğinde, apolitik bir sınıfçı tutum sergilenmiş olunur. Bu yaklaşım örneğin ABD Irak’ı işgal ettiğinde bir marksistin “önce işçileri örgütleyelim sonra ABD’yle savaşırız” veya “ işçiler ABD’yle savaşmak istemiyor, dolayısıyla biz de şu an için savaşmayalım” vb sınıf kuyrukçusu tutum almasına benzer. Verili bir anda, bir ülkedeki işçilerin reformist veya muhafazakâr olması, kapitalizmin temel çelişkisinin emek-sermaye çelişkisi olduğu gerçeğini değiştirmediği gibi, tersinden başka bir ülkede işçi hareketinin devrimci eylemin merkezinde konumlanması da kapitalizmin ana çelişkisinin emek-sermaye çelişkisi olduğu gerçeğini güçlendirmez. Çünkü sınıf, marksizmde üretim ilişkilerine göre tanımlanan teorik bir kavramdır. Her teorik kavram gibi bütüne dair bir genellemedir, bir “soyut gerçek”tir ve başka kavramlara (üretim ilişkileri, emek sermaye çelişkisi vb) ilişkisi içinde açıklayıcı gücüne kavuşur. Marks ve Lenin döneminde işçi hareketine toplumsal dinamikler üzerinde bir ayrıcalık ve üstünlük tanımışlardır. Fakat bu onların teorideki sınıf ile gerçek hayattaki sınıfı birbirinin aynısı gördükleri anlamına gelmez. Özellikle Marksizmin kurucuları olgunluk eserlerinde teknik ve yapısal belirlemelerde “sınıf” kavramını, toplumsal-politik belirleme veya açıklamalarda ise “proletarya” kavramını kullanmışlardır. Bu onların soyut-gerçek ile somut-gerçek arasındaki kategorik farkı gözönünde bulundurduklarının göstergesidir. Örneğin teorik bir çalışma olan Kapital’de proletarya kavramına neredeyse hiç başvurulmazken, “işçi sınıfı” kavramı üzerinden veya daha doğrusu “sınıf” tanımına göre tasnifler yapılmıştır. Keza toplumsallığa ilişkin belirlemelerde “lümpen işçi sınıfı” yerine “lümpen proletarya” kavramının kullanılması da bariz bir farkı gözettiklerinin işaretidir. Buna rağmen marksizmin kurucularının iki kavramın arasında ayrım koymak konusunda çok özenli davranmamışlardır. Çünkü teorideki işçi sınıfı kategorisi ile gerçek hayattaki proletarya 19yy’da Avrupa’da dönemsel olarak aynı toplumsal olguya takabül ediyordu.


Ancak bu, teorideki işçi sınıfının her konjonktürde proletaryaya tekabül ettiği veya edeceği anlamına gelmez. Bu gerçek nedeniyle Marks ömrümün sonlarında işçi sınıfı toplumsal düzlemde “mavi yakalı-beyaz yakalı” olarak tasniflemiş ve işçi hareketinin sağa kayışını açıklama için sosyo-politik disipline ait olan “işçi aristokrasisi” kavramını geliştirmiştir. Marksizm kurucuları devrimciydi… Yaşadıkları dönemin işçi hareketinin devrimci yıkıcılığı özel mülkiyetin son bulacağı bir sosyalizm için büyük avantajdı. Marks ve Engels’in proletaryaya politik olarak ayrıcalıklı bakmaları bu nedenle son derece doğru ve anlamlıydı. Onlar düzen dışı politik dinamiği önemsiyorlardı; bunu, üretim ilişkilerindeki konumlanışlara göre belirlemediler. Tam da bu nedenle Avrupa’daki işçi hareketi düzen için kanallara akmaya başladığında Rusya’daki köylülüğü temel alan devrimin komünizme yürümesinin mümkün olup olmadığını sorguladılar. Marks-Engels önsel olarak devrimi önemsemişlerdir. Ancak Rusya vb. örneklere dair tek endişeleri buralardaki üretici güçlerin gelişkinlik seviyeleri itibariyle olası devrimlerin Avrupa devrimleriyle bütünleşip bütünleşmeme ihtimaliydi. Lenin’de Ekim devriminde benzer bir sıkıntıyı yaşamıştır, ancak Lenin devrimci olduğu için Sovyet iktidarında ısrar etmiş ve Avrupa devrimlerinin yenilgisinin ardından, Sovyet devrimine müttefik olarak “ezilen halklar” ı işaret etmiştir. Buradan çıkarılması gereken en önemli sonuç marksist politikanın her zaman “an”da devrime işaret eden parametrelere göre hareket etmesi gerektiğidir. Bunu yapmayanlar marksist teoride ne denli yetkin olurlarsa olsunlar, pratikte Kautsky ve Plekhanov gibi marksizmin dışına savrulurlar. Marks – Engels de, Lenin de ve 20yy’ın tüm muzaffer devrimlerinin önderleri de her zaman “ezilen”den yana saf tutmuşlardır. Kuşkusuz ki ezilenlerden yana saf tutulan her durumun zaferi garantilediği söylenemez ancak ezilenlerden yana saf tutmayanların başarı şansı-imkanı hiç yoktur. Böyle bir örnek görülmemiştir. Dolayısıyla teorik düzeyde “sınıf” kavramına ne kadar sahip çıkmak gerekiyorsa, politikada da ezenlerin karşısında ezilenlerle önkoşulsuz saf tutmak o ölçüde gereklidir. • Marksist politikanın ayırt edici yönü sınıfçılığı değil, politikayı konjonktürel ve dinamik bir süreç olarak kavramasıdır. Bir başka deyişle Marksist teori, pratik politikadaki devrimci dinamiğe asla işaret etmez; bunu konjonktüre bakarak çıkarmak Marksist politikanın işidir. Bu açıdan politik pratik becerilmeksizin, teorik kavrayış hiçbir işe yaramaz. Çünkü somut gerçeğe genelleştirilmiş bilgiyle (teori) müdahale edilemez. Somut gerçeğe ancak bu somutluğa temas eden ve somut gerçeklikte karşılığı bulunan çözümler hayata geçirildiğinde bir politik tutum geliştirilmiş olunur. Mesela: Deprem riski taşıyan bir apartmanın sakinlerine alternatif barınma imkanlarının veya maddi durumlarının uygun olup olmamasına bakmaksızın oturdukları binayı yıkarak yenisi yapmaları gerektiğini söylemek, yukarıda bahsettiğimiz teorisist-apolitik yaklaşımın veya somut bir soruna somut olmayan bir çözüm önerisi sunmanın tipik bir örneğidir. Apartman sakinlerinin binayı boşalttıktan sonra başka bir yerde kiraya gitmeleri, barınma sorununu kendi başlarına halletmeleri ve dahası, yıkılan binanın yerine yenisini yapmaları mümkün mü? Bunları hesaba katmaksızın soruna bir çözüm önerisi sunmak boş konuşmaktır. Keza geçim sıkıntısını iliklerine kadar yaşayan bir “son ütücü” ye eşitlikçi tek düzenin komünizm olduğu anlatarak onun somut sorunlarına somut bir çözüm önerisi getirdiğini sanmak da boş konuşmanın-apolitikliğin başka bir örneğidir.


• Teorik olarak devletin kapitalist sınıfın iktidar aygıtı olduğu bilinir. Ancak devlet sahip olduğu baskı aygıtları ideolojik aygıtlar ve tarihsel birikimiyle beraber ezilenlerin karşısında somut bir gerçek- varlık olarak bilinir. Soyut gerçeklik olarak kapitalizmin yıkılması ancak ve ancak somut gerçekte varolan devlet ve onun kurumlarına karşı yürütülecek eylemli bir mücadele ile mümkündür. Böyle bir pratik sergilemeyen, devleti karşısına almayan bir özne istediği kadar Marksizmin kavramlarını kullansın bu onu ne devrimci yapar ne de Marksist…. Somut gerçekliğin teorik arka planını-bilgisini yadsıyan post modernizm bu özelliği sayesinde bu konu özelinde modernist akımlara göre daha fazla isyancı bir görüntü sergileyebilmektedir. Çünkü post modernizmin bakışları somut olana odaklıdır. Dolayısıyla politik düzlemdeki somut sorunları ve bu sorunların ilk elden sorumlularını görebilmek gibi bir özelliği vardır. Fakat yine aynı özelliği, yani somut olarak görünen ile yetinmesinden, sorunları bağlamından kopartarak “tekil” ele almasından dolayı bütünsel bir çözüm mücadelesi yürütemez. Bu onun Marksist politikadan ayrıldığı önemli noktalardan biridir. Marksist politika görünen ile somut olarak ilgilenmenin yanında, bunun diğer mücadele alanlarıyla, tarihle ve iktidar mücadelesiyle bağını kurmaya çalışır. Bu açıdan askerlik terminolojisinde Marksist politikada kullanılmaya son derece elverişli olan bir analiz yöntemi vardır: Düşman- Misyon- Arazi- Kuvvet analizi… Her konjonktürde bu dörtlü analizi yeniden ve yeniden yapmak gerekir. Yukarıda bölümde aktarılanlardan yola çıkarsak devam edersek, düşman devlettir. Ancak devlet her ülküde aynı olmadığından her devletin içindeki bloklaşmalar, baskı aygıtlarının gücü veya ideolojik aygıtlarının etkinliği iyi analiz edilmelidir. Bu analiz sayesinde düşman daha somutlaşır, görünür kılınır. Misyon Marksist politika açısından sınıfsız toplum hedefinin gerçekleşebilmesi için devletin yıkılması, kurumlarının parçalanmasıdır. Arazi, devrimcilerin üzerinde hareket ettikleri nesnelliktir. Bu nesnellik sözkonusu konjonktüre etki eden ekonomik, politik ve ideolojik faktörlerin hesaba katılması ve somut güç dengelerinin tespitiyle analiz edebilir. Kuvvet analizi ise, o an için devrimci savaşıma katılma potansiyelini barındıran ve devrimci çağrıya yanıt vermesi olası olan toplumsal dinamikleri belirtmek üzere yapılır *** Bu bölüm süresince “hangi Marksizm” sorusuna ilişkin teorik sorunları çözmeyi hedeflemekten çok teorik pozisyon belirlemeye ve kısmi açıklamalar üretmeye çalıştık. Bugün bunu yapmak aydınlanmacı düşünceden, post modernizmden tam anlamıyla kopuşmak ve Marksizmin yeniden güç kazanmasını sağlamak için gereklidir, zorunludur.

b) İdeolojik Yerelleşme: Yukarıdaki bölümde TDH’nin modernist-aydınlanmacı veya post modernist her türlü burjuva ideolojisinden kopması, yaşadığı tıkanıklığı aşması için bir teorik yenilenmeye ihtiyaç olduğundan bahsetmiştik. Bu yenilenme faaliyetinin sağladığı kavrayıştan yola çıkarak günümüz konjonktürüyle uyumlu yeni bir ideolojik-politik çerçevenin üretilmesi mümkündür. Bu bahiste amacımız,


üzerinden yaşadığımız toprakların güncel ve tarihsel gerçeklikleriyle buluşamamaktan kaynaklı açmazların aşılması konusunda ideolojik yerelleşmenin sunacağı olanakları aktarmak olacaktır. TDH ve TSH, üzerine politik hattını inşa ettiği ideolojik donanımını oldum olası dışarıdan ithal ederek sağlamıştır. Sorunun büyüğü buradadır. Çünkü ideolojiler tekil bir özgünlüğe sahiptirler, bu özgünlüğü yakalayabildikleri oranda benimsenirler (kuşkusuz bir ideolojinin belli bir coğrafya ve zamanda benimsenmesinin tek şartı özgünlüğü kavraması değildir, en önemli şartı olmakla birlikte başka etmenlerle buluşmuş olması gerekir) TDH ve TSH bu konunda, yani bu toprakların özgünlüğüne uygun bir ideoloji yaratma konusunda başarısız olmuşlardır. Marksizm bu toprakların gerçekliğinde üretilebilmelidir. Bunda Türkiye aydının yetersizliğinin, kimi dar-pragmatist kaygılarla dışardan ideoloji ithal etme hatasının payı büyüktür. 19 yy sonlarında yayılan ulusçuluk akımından etkilenen ve sosyalist ideolojiyi ulusçuluğa içkin olan aydınlanmacı-ilerlemeci düşünce üzerinden benimseyen ülke aydını, dönemin reel politik ihtiyaçları dolayısıyla sosyalist ideolojiyi önceleyen Marksist bilim ile, teori ile yeterince ilişkilenmemiştir. Dolayısıyla bu ülkeye sorunlu bir Marksizm ve yabancı ideolojiler aşılanmıştır. Bunun ilk elden yükleniciliğini ise Ekim Devrimi ve 1. Dünya Savaşı gibi çalkantılı bir ortama doğan TKP yapmıştır. Genç SSCB’nin uluslararası çıkarları gereği taktiksel olarak Kemalizmi desteklemesi (ve TKP’yi de buna yönlendirmesi) zaten problemli bir muhteva arz eden sosyalist ideolojinin sorunlarını kemikleştirmiş ve sonuçları uzun vadede olumsuz olan bir miras bırakmıştır. (Öte yandan İbrahim Kaypakaya’nın Kemalizm bağlamında ayrı bir yerde durduğunu, bu konuyla politik Marksizmin en parlak örneğini teşkil ettiğini vurgulamak gerekir.) Bir kez daha aydınlanmacı-ilerlemeci düşüncenin alanına girilince Türkiye’de Kemalizmin karşı devrimci-gerici değerleriyle buluşma kaçınılmaz oluyor. Bunu biraz açalım: Aydınlanma ideolojisi “tarihsel (olarak) ileri” yi temsil eden, eskisine göre daha “aydınlanmış” olan sınıfı gözetir-önemser, ”politik (olarak)” ileri olana ise kapalıdır. Bu düşünceye göre “ilkel-köleci-feodal-kapitalist-sosyalist-komünist” şeklinde sıralanan tarihsel ilerleme dizgisi veri alındığında Osmanlı, feodalizmi ve onu yıkan güç olarak Kemalist TC de kapitalizm-burjuvaziyi temsil etmektedir. Kapitalizmden sosyalizme geçişin öznesi olarak görülen işçi sınıfı ise henüz o döneminde yeterli nicel-nitel olgunluğa erişmemişti. İşçi sınıfının gelişebilmesi için de kapitalizmin ülkede gelişmesi gerekir. Bu gelişmeye engel olacak sınıf veya toplumsal katmanlar önsel olarak gerici ilan edilir. TKP’nin 1920 ve 1930’larda Kürdistan’da yaşanan Kürt isyanlarının kapitalizmin gelişimine engel oldukları, bu isyanların tarih tekerleğini geriye (feodalizme) çevirmeye çalıştıkları şeklindeki tezleri hatırlanacaktır. Bu gerici tezlere yaslanan TKP, söz konusu isyanları “gerici isyanlar” politik temsilcilerini “kara güç” olarak belirlenmiştir. Bunun karşısında Kemalistleri “ak güç” olarak tasniflemesi ve safını “ ak güç” ten yana kullanması bu hastalıklı ilerlemecilik düşüncesi dolayısıyladır. Keza “din” konusuna dönük TKP’nin pozisyonunu burjuva ideolojisinin (ve Kemalizmin) bir diğer ilkesi olan laikliğe göre belirlemesi de aydınlanmacı hastalığın bir başka yansımasıdır. Buna göre din, aydınlanmanın organı olan aklı körelten, sınıflar savaşımının fark edilmesini engelleyen bir afyondur, uyuşturucudur. Dolayısıyla din gibi aklın özgürleştirici (!) aydınlığa zincir vurma potansiyeli olan her tür metafizik düşünceye karşı mücadele etmek ve bilgiyi-bilinci-eğitimi yükselterek cahillik zincirlerinden kurtulmak gerekir. Ayrıca ilerleme, insan aklının fenomenleri sorgulamasıyla başlar, fakat din sorgulamayı, değil biat etmeyi farz


kıldığından dine karşı savaş açılması gerektiği vazedilir... gibi anti-marksist önermeler Kemalist aydınlanmacılığın çıktıları olarak üretilir. Kendisini bu tarz önyargılara göre kuran politika bu toprakların özgünlüğüyle ne kadar buluşabilir? Yahut soruyu tersten soralım: TKP’yi de aşan haliyle günümüz solunun hali hazırda Müslüman Anadolu ezilenleriyle bağ kuramamış olmasında, onun dine-islamiyete yönelik Kemalist-aydınlanmacı ideolojiden etkilenmiş gerici bir bakışa sahip olmasının payı yok mudur? Sadece TKP değil, onun ardından gelen Türkiyeli devrimciler de başarılmış diğer devrimlerin ideolojilerini edinerek Marksizmle ilişkilenmişlerdir. Sovyetik, Maocu, Enver Hocacı veya Latin Amerika’cı ideolojilerin hemen hepsi Türkiye’ye nüfuz etmiştir. 1970’lerin dünyasında politik olarak işlevsel olan bu ideolojik akımları edinmek ilk elden avantajlı görünse de, bu şablonculuk aynı zamanda Marksizmin bu toprakların özgünlüğünde yeniden üretilmesinin gereksiz görülmesine neden olmuştur. Çünkü ne de olsa somut olarak “doğruluğunu kanıtlanmış”(!) modeller vardı; bunları edinip uygulayarak örgütlenmek, kitlelerle buluşmak mümkündü; bir de fazladan ideoloji üretmeye çalışmak zaman kaybı olacaktır. Fakat 1980’lerin sonlarından itibaren yaşanan tarihsel dönüşümler tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de devrimci-sosyalist hareketin ayağının altındaki toprağın kaymasına neden oldu. Sosyalist sistemlerin yıkılması ile beraber gelişen yeniden paylaşım mücadelesinin neticesinde uluslararası ilişkiler, ekonomik yapılanmalar, yeni biçimler almaya başladı. Deyim yerindeyse sular çekildi ve Marksizmin sorunları örten ne kadar unsur varsa yavaş yavaş yerini gerçekliklere bıraktı. Yalnızca Sovyetik, Maocu, Enver Hocacı, Latin Amerikacı ideolojilerin değil, aynı zamanda görece yerelleşmiş olan Mahirci, İbocu, Kıvılcımcı ideolojilerin de kendilerini dayandırdıkları tezlerin yetmezlikleri ortaya çıkmıştır. Her tarihsel dönem değişikliğinin üstesinden gelmenin yolu ideolojik-politik düzeyde gerçekleştirilecek bir yenilenmeden geçer. Oysa bizde, devrimci harekette, tarihsel olarak ideoloji teoriyi öncelediği ve teori ancak ideolojinin gözlüklerinden bakarak algılanabildiği için bu noktada bir açmazla karşı karşıya kalınmaktadır. Geçmiş tarihsel evreye özgü ideolojik çizgileri tartışmak, gözden geçirmek ve hatta bunları değiştirmek Marksist teoriyi olumsuz anlamda revize etmek olarak anlaşılmakta ve böylesi bir çaba yerine “statükocu ve tarih dışı” ideolojik pozisyonda kalmak daha güvenlikli görünmektedir. Halbuki ideolojik yenilenmeyle teorik yenilenme arasında bir örtüşme ilişkisi yoktur. Marksizmin hali hazırdaki teorik yapısı bile, ideolojik gözlüklerin dışında bakılabildiğinde devrimci hareketle ideolojik ve politik düzlemlerde yenilenme imkanı sunduğu görülecektir; yeter ki eski ideolojilerin sınırlandırıcı boyunduruğundan kurtulmak başarılsın. İşte çabasını yürüttüğümüz ideolojik yerelleşme başlığını da bu topraklara ve bu toprakların ezilenlerine tarihsel ve kültürel açıdan yabancı olmayan devrimci bir ideoloji kurma ihtiyacı oluşturmaktadır. Her ideoloji kendi varlığını bir tarihe, tarih yazımına dayandırır. TDH ve TSH kendi tarihini yazarken, bu tarihi en uzaktaki kişilik olarak Mustafa Suphilerle ilişkilendirir. 1971 devrimci kopuşuyla şekillenen devrimci hareketin önemli bir bölümünde Mustafa Suphi Kemalizm tarafından katledilmesi olayına özel önem verirler. Ancak bilindiği üzere 1970’lere gelene dek sol hareket ezilenlerle, işçilerle, halka buluşamamıştır. Öte yandan kitleselleşmeyi başaran 1970’lerin sol hareketi ideolojisini Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı ile ilişkilendirerek kendisine bir tarih kazandırma çabasına girişmiştir. Bu resmi devlet tarihi anlatısını esas almaktadır. Bunun dışında ezilenlerin tarihine yönelmeyi sol hareket öncelikli görmemiştir. Kemalizm ile arasına net bir çizgi çeken Kaypakkaya’nın da bu anlamda özgün bir tarih yazımına girişemediği söylenmelidir.


Bu konuda Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı ve çabalarını ayrı bir yere koymalıyız. Dr resmi devlet tarihi anlatımını bir kenara bırakmış ve ufuk açıcı bir yaklaşımla ezilenlerin bu coğrafyadaki tarihsel köklerinin keşfi için değerli bir kazı çalışması yapmıştır. Kendisine has bir tasniflemeyle “sosyal devrimci/ tarihsel devrimci” ayrımından yola çıkarak bu topraklardaki ilk sosyal devrimci olan Şey Bedreddin’i keşfetmiştir. On binlerce köylünün katımıyla, yeni bir toplumsal düzen kurma hedefiyle gerçekleştirilmiş ve Osmanlı’nın T.C devletinin tüm karşı çabalarına rağmen bugüne kadar türkülerle, şiirlerle yaşayarak gelmiş olan Bedreddin isyanı, bu topraklarda mücadele veren tüm devrimciler için ilk tarihsel kaynak olmayı fazlasıyla hak etmektedir. Dolayısıyla bizler 15. yy Osmanlısından üretim araçlarının ortak kullanımına dayanan bir toplumsal düzeni kurmaya dönük adımları da içeren, isyan hareketi niteliğini aşarak farklı din ve etnisitelere mensup halkları bir araya getirmeyi başarmış bir devrim deneyiminin önderi olarak Şeyh Bedreddin’i ve devrimini hiç tereddütsüz referans alıyoruz. Şeyh Bedreddin’e referans vermek aynı zamanda Kemalizm Anadolu ve Trakya halklarının, tarihi kendi ortaya çıkışıyla başlatan resmi tarih çarpıtmalarına da itiraz amacını taşımaktadır. Kemalizm tamamen ideolojik gerekçelerle yaptığı “harf devrimi”, “kılık kıyafet devrimi” vb uygulamalar Anadolu ve Trakya halklarının geçmişleriyle bağlantılarını büyük oranda koparmıştır. Bu operasyon Cumhuriyet rejimi ile Osmanlı devletinin kopuşu amacını gütmesinin yanı sıra Türkiyeli isyancılarla Osmanlı döneminin isyancılarının bağını da koparmıştır. Dolasıyla bu bağı yeniden kurmak, ezilenlerin tarih yazımına yönelmek, egemen resmi tarihinden ve onların değerler sisteminden kopmak için Şeyh Bedreddin’i referans vermek son derece işlevlidir. Bu çaba aynı zamanda bu topraklarda ezilenlerin isyan pratikleri olan Celali İsyanları, Patrona Halil İsyanı vb değerlerimizle bağ kurmanın imkanını sunacaktır. Bu bahiste son olarak Bedreddin’e referans göstermenin TDH ve TSH’nin din olgusu karşısında yaşadığı açmazların aşılabilmesi için de önemli bir referans sunduğu düşündüğümüzü belirtmeliyiz. Ancak bunu açmadan önce Marksizmin din karşısındaki teorik-felsefi pozisyonu ile pratik-politik pozisyonu birbirinden ayırdığımızın altını çizelim. Marksist bilim herhangi bir toplumda dinin nasıl bir fonksiyona sahip olduğunu analiz etmenin ötesinde, o dinin doğruluğunu –yanlışlığını –ahlakını vb inceleme nesnesi yapmaz. Bu açıdan hiçbir din kendi içinde kategorik bir fark taşımadığı gibi, aynı şekilde diğer inanç sistemleriyle ( ideolojilerle) de kategorik bir fark taşımaz. Pratik politika ise durum değişir. Binlerin, ezen-ezilen kapışmasında nasıl bir politik pozisyon aldıklarıyla ilgili olarak Marksistlerin farklı tavırlar almaları mümkündür. Bu noktada söz konusu dinin, mezhebin veya inanç sisteminin devletle kurduğu ilişkinin yanı sıra insanların dinle nasıl bir ilişki kurduğu da Marksistlerin konusu haline gelir. Her bir dinin çok farklı yorumları ve bu düzeyde de farklı politik tutum alışları sözkonusu olduğuna göre Marksizm de dine karşı çok farklı politik tutum alışları ortaya çıkar. Marksist politika açısından egemenlerin kendilerini gerekçelendirdikleri dini referanslar ile ezilenlerin isyanlarını gerekçelendirdikleri dini referanslar arasında fark vardır ve Marksistler bu farkı gözetmek durumundadır. Örneğin ABD’ye uşaklık edişini Kur’an hükümlerine dayanarak “farz”diye açıklamaya kalkan Suudi İslam ile Afganistan’da, Irak ‘ta ABD işgaline karşı yine Kuran hükümlerine dayanarak cihat çağırısı yapan İslamı birbirinden ayırmakla ve buna göre ezilenlerden yana saf tutmakla yükümlüdür Marksist politika. Oysa sol hareket, aydınlanmacı düşüncenin ve Kemalist laikliğin değerler sistemini benimsemesi nedeniyle İslamın her türlü biçimini genel bir “din” başlığının altında değerlendirmiş, bunların sınıflar mücadelesindeki pozisyon farklılıklarını görmezden gelerek


hayati bir yanlışa düşmüştür. Keza sol aynı yanlışı Hz Muhammed’in İslamı ile Muaviye’nin islamını, Hasan Sabbah’ın islamı ile Abbasi – Selçuklu İslamı, “Şeyh Bedreddin İslamı”18 ile Osmanlı islamı ve nihayetinde halkın islamı ile egemenlerin islamını bir ve aynı şey görerek bütünen mahkûm etmekle yapmıştır. Bu günümüzde sıradan bir Müslümanın CHP’ye İP’ye bakarak tüm komünistleri bir çırpıda hiçleştirmesinden daha beter bir hatadır. Çünkü Marksistler, edindiklerini iddia ettikleri bilimsel analiz ve tasnif yöntemine rağmen bu hataya düşmüştür, gariban Anadolu Müslümanı ne yapsın…! TDH, din hususuna dair yaşadığı bu bocalama halinden çıkmalıdır. Bu konuda ümit verici gelişmeler olsa da oldukça yavaştır. Bir burjuva akımı olan laikliğin, solun genlerine kadar işlemesi nedeniyle, bu gelişmeler yavaş seyretmektedir. Hâlbuki yanı başımızda Kürt Özgürlük Mücadelesi’nde “ezilenlerin İslamı” nın ne denli kritik bir rol oynadığı apaçık ortadadır. Tarih yetmiyorsa, bu güncel örnek gözleri açmaya yetmelidir. Yine bunun yanında samimi Müslümanların çabaları da dikkate alınmalıdır. Örneğin günümüzde ilahiyatçı Profesör İhsan Eli açık ve Anti-Kapitalist Müslüman Gençlik’in açmaya çalıştıkları yol solun islam ile buluşması açısından samimi, etkili ve derin bir kanal açmaktadır. Bu alan ile ciddi bir etkileşime geçilmelidir. C)

Örgütsel Harmanlama:

“Harmanlama” kelimesi Türkçe’de: farklı çeşitten birçok parçanın önce kendi içinde ayrıştırılarak sonra da aynı işlemden geçmiş diğer parçalarla birleşmek suretiyle yeni bir bütün haline getirilmesini ifade etmek üzere kullanılıyor. Bütün devrimlerin en “temel” sorunu iktidar sorunuysa, TDH’nin en “başat” sorunu da “devrimci öncülüğün yaratılması” sorunudur. Çünkü Türkiye’de mevcut devrimci veya sosyalist öznelerin hiç birisi bu ihtiyacı karşılayacak düzeyde gelişkin değildir, öncülük sıfatını hak etmemektedir. Ve ayrıca bunu başarabilecek potansiyeli tek başlarına taşıyamadıkları da söylenmelidir. (Elbette bu tespit Türkiye sahasında devrimci öznelerin olmadığı anlamına gelmemektedir.) Bize göre bu sorunun (öncülük sorunu) aşılabilmesinin yolu harmanlanmadan geçmektedir. Fakat, bu bölümün başında tanımını yaptığımız harmanlanmanın anlamından da çıkarabileceği üzere bu “iş” öyle kendi kendine olmuyor: “işçi” nin (öznel faktör) varlığını ve onun bilinçli-amaçlı faaliyetini gerektiriyor. Yani devrimci hareket ile ilgili bir harmanlanmadan bahsederken de iradi bir süreç kastediyoruz. Dahası, harmanlanma sürecine içkin olmayan amacın özne tarafından önceden belirlenmesi gerektiğini söylüyoruz. Aynı şekilde, yürütülecek bir harmanlama faaliyetinin parçalarının, ön işlemden geçirilerek önceden belirlenmiş amaçla bağdaşmaz unsurlarından arındırılması veya arınmaya uygun hale getirilmesi zorunludur. TDH veya TSH’nde harmanlanma girişimlerinin beklenen sonuçları çoğu kez verememesi harmanlanma sonrasında varılması öngörülen amaçla, harmanlanmaya konu olan 18 Evet, TDH ve TSH Şeyh Bedreddin’i sahiplenirler. Fakat bu sahiplenişte çoğunlukla Şeyh’in bir İslam devrimcisi olduğu gerçeğini kökten bir reddediş vardır. İslama alerji duyan solcuya göre Şeyh Bedreddin aslında islamı terk etmiş, fakat toplumsal gerçeklik nedeniyle bunu müritlerine, halka anlatamayacağını düşünerek Allahsızlığını gizlemiştir. Bu önyargıya yürekten inanan “aydınlanmış sol cahillik” o dönemde diğer dinlere inanan kişilerin Şeyh Bedreddin de temsilini bulan İslam anlayışına nasıl olur da gönüllere geçtiğini mantıklı biçimde asla açıklayamaz.


parçaların verili anda mevcut niteliklerinin bu amaca uygunluğu arasına bir açı olmasından kaynaklanmıştır. Basitleştirerek söylersek, devrimci bir parti yaratmak isteniyorsa hali hazırda devrimcilik üretebilen veya buna potansiyelleri olan örgütlerin bir birleşiminin hedeflenmesi gerekir. Veya etkin bir politik yapılanma hedefleniyorsa, hali hazırda kısmi de olsa politika üretebilme kapasitesine ve bu konuda bir yönelime sahip yapıların sürece dahil edilmesi uygun olur. Eğer harmanlanmadan murat edilen Marksist bir yapılanmaysa bugünkü teorik, politik ve pratik faaliyetleriyle Marksizm alanında yer alan yapılara seslenilmesi gerekir. Amacı nicel güçlerin bir araya gelmesi anlamında sadece birleşmek olan, nitel dönüşümü geleceğe havale eden harmanlanma girişiminin ise bir karmaşa ve bir dağılma ile sonuçlanması kaçınılmaz olacaktır. Dolayısıyla nitel bir dönüşüme yol açmayan bir birleşme girişimi harmanlanma anlamına gelemeyecektir. Diğer yandan harmanlanma, Kıvılcımlı’nın devrimci lügata katmış olduğu “düzene girmek, toparlanmak ”olarak derleniş“ kelimesinden de daha geniş bir anlamı taşımaktadır. Aslında devrimci hareket içinde özellikle son 20-25 yıldır yaşanmış birlik deneyimleri, ironik biçimde Kıvılcımlı geleneğinin büyük oranda dışında kaldığı “derleniş” girişimleri şekline yaşanmıştır.19 Bu girişimlerden ise yalnızca Enver Hocacı gelenek içinde gerçekleştirilen ve bugün ESP ile açık alanda ifadesini bulan birlik girişimi, derlenme anlamında başarılı sonuç vermiştir. Bu yapılanma bugün hem söz konusu gelenek içinde merkezileşmeyi sağlamış ve hem de bu merkezileşmenin getirdiği güç, bu politik çizgiyi devrimci hareket içinde ağırlığı olan bir pozisyona taşımıştır. Ne var ki, devrimci bir sonuç vermesinin yanı sıra başarılmış bir birlik girişimi olarak da TDH’inde olumlu bir referans olan bu derleniş deneyiminin, bir harmanlanma olarak değerlendirilmesi yanlış olacaktır. Sürecin bileşenleri derleniş yapmak istemişler bunu da başarmışlardır. Ancak daha önce de altını çizdiğimiz gibi, harmanlanma derlenmeden daha geniş bir anlama sahiptir. Daha çok harmanlamayı hedefleyen bir deneyim olarak ise Kuruçeşme süreciyle başlayan, önce BSP’ye ve ardından ÖDP’ye uzanan süreç görülmektedir. Bu sürecin parçası olan ve geçmişte farklı geleneklerden gelen politik özneler, geçmiş döneme dair ideolojik ayrımların geçersizleşmesiyle birlikte, bu ayrımları aşmayı ve yeni ideolojik-politik çerçeve ile yeni bir örgütsel gövdeye ulaşmayı esas alan bir yeniden kuruluş perspektifini önlerine koymuşlardır. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi harmanlanma faaliyetinin başarısı, öne konulan hedefe harmanlanmaya sokulacak parçaların verili niteliklerinin en azından potansiyel uyumluluğu şartına bağlıdır. Açıktır ki, ÖDP sürecine bir harmanlanma perspektifiyle katılan politik özneler bir eksen birliğinden yoksun yola çıkmışlardır. “ÖDP bir devrimci parti mi olacaktır?”, “ÖDP bir reformist kitle partisi mi olacaktır?”, “ÖDP hangi toplumsal ve sınıfsal zemine oturacaktır?”, “ÖDP’nin ideolojik-politik çerçevesi hangi teorik referanslara dayandırılacaktır?”, “ÖDP’nin eylemi ne olacaktır?”, “ÖDP’nin kadro politikası olacak mıdır, olacaksa nasıl olacaktır?” gibi sorulara neredeyse ÖDP’de bir araya gelen siyasal özne sayısı kadar çok sayıda yanıt üretilmiştir. Elbette bu tür girişimlerin başında yanıt birliği olması gerekmiyor. Ancak verilecek yanıtların ekseni konusunda farklı tercihler sahip iki politik özenin, partinin eyleminin ne olacağı konusundaki görüş ayrılığıyla, partinin devrimci olması gerektiği konusunda hem fikir olan iki politik öznenin uygun olduğu için ne bir harmanlanmaya ne de derlenmeye yol açmıştır. Bu 19 Kıvılcımlı geleneğinden gelen ve Devrimci Karargâh’ın öncellerinden olan 16 Haziran Hareketi’nin harmanlanma sürecine iradesi koyması sebebiyle bu genellemenin dışında tutuyoruz.


proje olarak ÖDP sadece kim bileşenlerinin toparlanması dışında bir sonuca yol açmaksızın bitmiştir. Aktardığımız örneklerden de yola çıkarak derlenişi içermeyen bir harmanlanma hedefinin hareketimiz tarafından benimsenmediğinin altını çizelim. Çünkü derlenişi içermeyen bir harmanlanma çalışmasının ters tepip dağılmaya neden olacağı deneyimlerle sabittir. Öte yandan harmanlanma hedefine yönelmeyen bir derleniş de kısıtlı kalacak ve TDH’nin içinde bulunduğu tıkanıklık halini aşmaya yetmeyecektir. Hareketimiz derlenişçi bir harmanlanma hedefini reel ve gerekli bulmaktadır. Peki derlenişi içeren bir harmanlanma hedefinin içeriğini nasıl doldurulacaktır. Yani harmanlanma birleşenlerinin hangi kriterleri benimsemiş veya benimseyecek olmaları gerekiyor? Her şeyden önce harmanlanmanın “devrimci yenilenme” yi hedefleyen, Marksizmin Krizine şu ya da bu ölçüde işaret eden, bu krizi aşmanın aranışında olan yapılarla işletilmesi zorunludur. Öyle ya “devrimci” niteliğini hak etmekle beraber böyle bir aranışı gündemine almayan örgütler de vardır. Ve bu örgütleri harmanlanma alanında kabul etmek saflık olacaktır. Dolayısıyla harmanlanma sürecine bileşen olarak katkı sunmanın temel şartı devrimci yenilenmeciliği gündemine almak şeklinde belirlenmiştir. Tabii temel kıstas bu şekilde belirlenince “devrimcilik” niteliğine dair ayrım noktalarından da bahsedilmelidir. Çünkü devrimcilik, maalesef günümüzde içi büyük oranda boşatılmış, düzen içi siyaset kanallarını tek meşru çizgi olarak benimseyenlerin dahi dillerinden düşürmedikleri bir kavram haline getirilmiştir. Bu içeriksizleştirmeye dair kısa da olsa kimi şeyler söylemek gerekiyor. Devrimcilik, devrimci romantizme öykünmek, yazılarda veya söylemlerde devrimci kavramlar kullanmak değildir. Keza kimi politik yapılarda olduğu gibi, iktidara yürüyüş programı olarak sunulan metinlerde devrimden bahsetmek, devrimci durum anında iradesini devrimden yana koyacağının taahhüdünde bulunmak da değildir. Devrimcilik, devlet egemenliğine karşı pratik bir varoluş şeklinin konusudur. Devrimcilik, belli bir dönem boyunca devletin-egemenlerin şiddet tekelini kırmak amacıyla karşılarına devrimci şiddet koymakla ve buna bağlı olarak devletin karşı şiddetine maruz kalmakla ölçülür. Kuşkusuz bu ölçü yere ve zamana göre değişir. Çünkü Norveç veya İngiltere gibi ülkelerde devlete taş atmanın politik karşılığı ile Filistin’de İsrail’li askerlere taş atmanın politik karşılığı farklıdır. Dolayısıyla devrimciliğin temel kriteri olarak lafazanlık değil politik şiddetin uygulanışı esas alınmalıdır. Bu aynı zamanda politikada Marksist olmanın temel şartıdır. Bu ölçüye göre baktığımızda hali hazırdaki devrimci yapıların bir elin parmaklarını geçmedikleri söylenebilir. Öte yandan gelecekte bu doğrultuda hareket etme yönünde potansiyeller taşıyan, devrimciliğe açık kimi grupların da olduğu-olacağı kaydedilmelidir. Elbette devrimci yenilenmeden bahsederken bu kıstasa ek olarak devrimci yenilenmecilerin Kemalizm karşısındaki konumlanışlarının ve Kürt Sorununa yaklaşımlarının da bir ölçü olarak göz önünde bulundurulduğu belirtilmelidir. Bu iki başlıkta doğru tutuma sahip olmayan özneler kaçınılmaz olarak ulusalcı solun politika alanına dahil olmakta, yani Marksizm alanının dışına çıkmaktadır.


TC Oligarşinin hem kurumsal hem de ideolojik düzlemdeki karşılığı olan Kemalizm ile Marksizmin ne bir örtüşmesi ne de paralelliği söz konusudur. TDH uzun süre yaşadığı bocalamadan kurtulmalı, Kemalizm ile en ufak bir ortak payda aramamalıdır. Türkiye solunda “Cumhuriyetin kazanımları” palavrası üzerinden Kemalizmi müttefik görme, Kemalizm alanındakilerin devrimci mücadeleye katılabileceği şeklinde yanılsamalar mevcuttur. Düzen içi kamplaşmalarda taraflardan birinin yanına savrulmak türündeki tarihsel hatayı tekrarlamak, pek doğaldır ki kendini harmanlanma alanının dışında tarif etmek olacaktır. Keza Kürt Sorunu’na yaklaşım ve Kürt halkının temsilcisi olan PKK ile tarif edilen ilişkileniş de aynı paralelde değerlendirilmektedir. TDH, PKK’nin yaşadığı ideolojik dönüşümlere, Marksizmi terk edişine ve özellikle açık alan siyasetinde bir tarz haline gelen post modernist söylemlerine göre pozisyon belirleyemez. T.C sömürgeciliğince baskı altında tutulan Kürt halkı ve onun devrimci öncüsüyle müttefiklik temelinde ilişkilenmek veya en azından omuz mesafesinde yan yana durmak ve anti-sömürgeci mücadele hattını benimsemek de harmanlanma bileşenlerinin önkabülü sayılmaktadır. Bu başlığı toparlayacak olursak, aktarmaya çalıştığımız çerçevede Devrimci Karargâh çok yönlü bir yenilenme faaliyetini, yenilenmeci karaktere sahip Marksist özneler bir harmanlanma sürecini örme perspektifine uygun biçimde yürütmeyi önüne koymaktadır.

Devrimci Karargâh: Teorik düzlemde modernist ve postmodernist ideolojiler karşısında Marksist teoriyi yeniden güçlendirmeyi; Örgütsel politik düzlemde bir yandan devlet karşısında devrimci cephenin örülmesi çabasına güç vermeyi, diğer yandan da yeni proleter kesimler içinde yeni örgütsel mevziler yaratılmasını; İdeolojik-politik düzlemde ise Türkiye proletaryası ve ezilenlerin anlamlar dünyasını (örneğin İslamiyet) veri almak suretiyle yerel karakterde devrimci bir ideolojik-politik çerçeveyi tesis etmek üzere, kimi kalkış noktalarına burada değindiğimiz yaklaşımları geliştirmeyi dönemsel taktiksel hedefler olarak değil, temel bir yönelim, yeni bir yol açma hedefi olarak belirlemiştir. Bu hedeflerin değişmesi yalnızca alınacak mesafeye göre gündeme gelebilecektir.

d) Pratik devrimcileşme Türkiye'de devrimci mücadele 90'lı yılların sonlarından itibaren büyük bir geriye çekiliş yaşadı. Özellikle 19 Aralık 2000'deki hapishaneler katliamı ardından devlete karşı girişilen siddet eylemlerinde gözle görülür bir azalma yaşandı. Hatta bazı sözde solcuların bu topraklarda devimciliğin bittiği "müjdesini" verdiklerine dahi tanık olduk. Devrimciliğin geriye çekilişinden nemalanacağını zaneden reformist, liberal, devrimci olmayan sol da bu dönemde hüsrana uğradı. Devrimci pratiğin, yani şiddet unsurunun yokluğu pratik alanda solu iyice daralttı. Daralma, ideolojik kırılmaları da beraberinde getirdi. Legal, açık, yarı açık siyaset kanallarında varolma eğilimi bu dönemde adeta bir moda halini


aldı. Bir elin parmaklarını dahi geçmeyecek kadar az olan devrimci yapılarımız da devrimciliğin tasfiyesi sürecine silahlı pratiklerini neredeyse tamamen geriye çekerek olumsuz katkıda bulundu. Tabi son bir iki yıldır canlandırılmaya çalışılan devrimcilik için kimi önemli girişimleri bundan ayırıyoruz. Sol siyaset düzen içi kanallarda eyleşirken devrimcilik daha ziyade söylem düzeyinde seyretti. "Devrimcilik, anti-faşizm, anti-emperyalizm, savaş, mücadele" kavramları devrimci pratiği soğuran söylemler haline geldi. Devletin baskıları arttığında "artık bıcağın kemiğe dayandığı" haykırışına rağmen karşı saldırıya geçilemedi. Böylece sözün (devrimci lafazanlık) eylemin yerine ikame edildiği politika tarzı devrimci sosyalist harekete egemen oldu. Devrimci olan ile devrimci olmayan arasındaki kategorik fark istisnalar haricinde tamamen silindi. Oysa devleti rahatsız etmeyen düzen içi legalist politika tarzı ile yol alma mümkün değildi. Politika alanının toparlanabilmesi devrimcilerin bu alanda etkinleşebilmesi için pratik olarak devrimcileşmek gerekiyordu. Bu bakımdan "pratik devrimcileşmeden" kastımız, düzenin belirlediği siyaset zemininin dışına çıkmanın tek yolu olan silahlı mücadeleye başvurmaktır. Düzen/devlet ezilenlere şiddete başvurmadıkça her türlü siyaseti yürütebileceklerini belirtir. Çünkü devlet böylesi bir zemini eninde sonunda kendisinin belirleyeceğini bilir, nihayetinde şiddet tekelini elinde tutan odur. İşte Devrimci Karargâh, devletin elindeki şiddet tekelini kırmanın zorunluluğu dolayısıyla pratik devrimcileşmeyi gündemine almıştır. Zorunluluk devrimci pratiğin belirleyenidir. "Yeni toplumsal düzeni kurmak isteyenlere karşı egemenler bütün zor ve şiddet yöntemleriyle yürüyerek olanı sindirmek kendi düzenlerini korumak isterler. Bu nedenle her devrimci mücedele egemen sistemin zor ve şiddet uygulamalarını boşa çıkarmak, kendi iradesini üste çıkarmak açısından keza bir devrimci zor ve şiddet örgütlenmesi ve buna bağlı bir mücadele tarzı geliştirmek zorundadır. Zor, adı üstünde savaştır. Silah kullanılmasını gerektirir." (“Askercil Anlamda Devrim Stratejimiz" yazısı www.devrimcikarargah.org) Tabii politik şiddete, silahlı mücedeleye vurgu yapıyor oluşumuz diğer mücedele alanlarını yadsıdığımız anlamına gelmez. Bizler açık, yarı açık, illegal olsun hiçbir mücadele alanını ilkesel olarak reddetmiyor, yeri geldiğinde parlemetonun da, mahale derneklerinin de kesinlikle değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu bağlamda "Şimdi Denizlere Açılma Zamanı" adlı bildirgemizde geçen ifadeyi tekrarlamakta yarar var: " Biz askeri-politik çizgiyi ve bir dördüncü boyut olarak askeri mücadeleyi proletaryayı iktidara taşımanın stratejik tarzı olarak tanımlıyoruz. Türkiye devrimi, proletaryanın ve kent yoksullarınınn ayaklanmasıyla, siyasal bir sürecin gereği olarak gerçekleşecektir. Yoksa küçükburjuva devrimci çizgilerin iddia ettiği ve kurumlaştırmaya çalıştığı gibi karşı devrimi askeri bir yenilgiye uğratarak ve bunu gerçekleştirecek bir cihaz eliyle değil.. Bizim silahlı mücadelemiz, proleteryanın şiddetinin önünü açmak ve onun siyasal ayaklanmasına yardımcı olmak üzere inşa edilecek ve uygulanacaktır." Silahlı mücadelenin istihdanamına ilişkin genel bakışımızı gayet net biçimde ortaya koyan bu belirmemizi aktardıktan sonra "politik şiddet" bahsinde yapılagelen tartışmalara liberallerin reformistlerin manipülatif önermelerine devrimcilerin ve sosyalistlerin zayıf ve sorunlu argümanlarına değinebiliriz. - Liberal ve Reformist Manipülüsyona Karşı Ezilenlerin Şiddeti: * Özellikle son yıllarda sıkça gevelenen ve maalesef sol içinde de karşılığını bulan


manipülasyonlardan birisi "kimden ve nereden gelirse gelsin terörün (şiddetin) her türlüsünü karşı çıkma(lı)" çağrısıdır. Bu çağrıda yansıtılmaya çalışılan tarafsızlık tutumu koca bir yalandır. Çünkü bu söylem mevcut ezen-ezilen karşıtlığını yok sayan, egemenlerin varlığının bizzat ezilenlere uyguladığı şiddet üzerinden gerçekleştiği gerçeğini yadsıyan, toplumsal alanın tüm insanlarca eşit şekilde paylaşıldığı yanılsamasını yaratmaya çalışan bir manipülasyondur. Egemenler kuruluşlarının en başında silahı (şiddeti) ellerinde tutarlar ve bu tekel sayesinde toplum üzerinde egemenlik kurarlar. “Şiddetin kurucu fonksiyonu” diye tanımlanan şey budur. İnsanlık tarihinde şiddeti uygulamadan kurulmuş veya varlığını sürdümüş hiçbir devlet uygarlık veya ideoloji yoktur. “Bil ki kılıç ve kalem, yani devletin askeri ve mülki teşkilat ve memur kadroları devlet sahibinin devletin idare edilmesi için bir vasıta ve alettir. O, bu iki kuvvettin yardımıyla devletini idare eder. Bununla beraber devlet ilk kuruluş ve hazırlık çağında, mülki ve idari kurullardan ziyade orta teşkilatına muhtaçtır” (İbni Haldun'un “Mukaddime” adlı eserinden aktaran: Aylık sosyalist dergi “Barikat” Mart 2006, sayı: 39) Bundan 600 yıl önce İbni Haldun belirlemeyi yapmış. Egemenlikler şiddet eliyle kurulurlar ve devamlılıkları da bu şiddetin uygun biçimlerde istihdamına bağlıdır. Fakat egemenler baskı araçlarını ezilenler üzerinde “an be an” uygulayamaz. Bu tepkilerin yoğunlaşmasına yol açar. Dolayısıyla şiddetin kurucu fonksiyonu kendi rolünü oynadıktan sonra ideolojik baskı aygıtları ve sistemin kontrol mekanizmaları devreye girer, egemenlik kitlelerin içine (zihnine ve yüreğine) taşınmaya çalışılır. Ayrıca egemenlerin elindeki ordu, polis ve istihbarat gücü, mahkemeler, hapishaneler gibi kurumlar, resmi geçit törenlerinde askeri şovlar, tankların uçakların ağır silahların kullanıldığı tatbikat görüntüleri vb. birer şiddet biçimi olduğu gibi bunlar aynı zamanda egemeliğin ezilenlerin zihninde yeniden üretilmesine, içselleştirmesine katkı sunan ideolojik saldırılardır. İtirazımızın başına dönecek olursak “terörün her türlüsüne karşıtlık” söylemi egemenlerin şiddet tekelini elinde bulundurduğu ve ezilenlere karşı kullandığı her durumda ezilenleri kafadan silahsızlandırmayı amaçlayan egemenin varoluş zeminini görmezden gelen ve perdeleyen sinsi bir söylemdir. Dahası bu söylem ezilenlerin politik şiddetini gayrı meşru kılmayı amaçladığı için karşı devrimci bir söylemdir. Ezilenlerin ezenlere karşı yürüttüğü her türlü politik şiddet meşrudur. Çünkü onun ezilen konumunda oluşu, ezenlerin kendi düzenlerine sahip çıkma çabasının doğal sonucudur. Ezilenler bu ilişkiye tabi kalmak zorunda değildir. Dolayısıyla “ileri-demokratik” ülkelerde dahil olmak üzere ezen ezilen ilişkilerinin var olduğu her coğrafyada ezilenlerin her türlü şiddeti meşrudur ve ahlakidir. Ahlaki olmayan ise buna cepheden karşı çıkmaktır. Öte yanden meşruluk tartışması bir yana “şiddetin kurucu fonksiyonu” gerçeği aynı şekilde ezilen mücadelesi için de geçerlidir. Ezilenler şiddet pratiğiyle kendilerine etkinlik alanı açarak kendilerini kurarlar. Bu olmaksızın mücadelenin belli bir olgunluğa kavuşmasının imkanı yoktur. Bu anlamda şiddet ezilenler için “gerek şart” niteliğindedir. Ve politikanın başka şekillerde icra edilmesidir. Ayrıca liberallerin çokça dillendirdikleri “barış” için bile ezilenlerin politik şiddetine, güçlü bir savaşım yürütmesine ihtiyaç vardır. Sınıflı toplumlar tarihi boyunca, yeryüzünde savaşsız


bir tek günün bile geçmediğini gerçeği bizlere barış içinde yaşamamızın koşulunun sınıflar mücadelesinin nihayete erişmesi olduğunu hatırlatır. Bu nedenle ezilenler devrimciler sosyalistler kurtuluş mücadelesini egemenlerin yürttüğü tahakküm mücadelesinden daha kıyıcı ve gaddarca vermek zorundadırlar. Savaşlar böyle son bulur. Örneğin Vietnam'da ABD'ye hüsran yaşatan şey çalgı çengili protestolar değildi. Vietnam'lı gerillar ağır beddeller ödeyerek-ödeterek Yankee'leri kovdu. Bugün Afganistan'da Taliban savaşçılarının zaferin eşiğine gelmesi de keza kıyıcı bir savaşla mümkün oldu. Yanıbaşımızdaki PKK örneğini es geçmek olmaz; fedai tarzın kazandırıcılığının kanıtıdır, Kürt gerillaları. “Her türlü savaşa (teröre) karşıtlık” çağrısı aynı zamanda “silahsızlanma” çağrısıdır. Egemenlerin bu çağrıyı umursamayacakları, dahası kendi silahlı güçlerinin gayrı meşruluğunu gizlemek amacıyla liberallerin bu söylemini yücelttikleri belli olduğu halde her fırsatta bu tekerlemenin dilendirilmesinin bir tek anlamı olabilir. O da silahsızlanma çağrısının ezilenlere yönelik yapıldığı gerçeğidir. Oysa Lenin'in dediği gibi “silahsızlanma yalnızca can sıkıcı gerçekten kaçmak ve buna karşı savaşım vermemek demektir.” (Sosyalizm ve Savaş) Peki, silahsızlanma çağrısı yapanlar ezilenlere nasıl bir mücadelle yöntemi öneriyor? Devlete, egemenlere zarar vermeyen en pasifist yöntemleri elbette!.. Fakat egemenler sınıf savaşımları tarihinde zenginliklerini ve iktidarlarını bırakma yolunda pasifisit veya ahlaki ricalara en ufak bir karşılık dahi vermemiştir. Gerçek ve doğal olan budur, ezilenler de mücadelelerini bu gerçeğe uygun olarak yürütürler, yürütmeleri gerekir! Tam aksine devrimler kitlesel bir silahlanma ile kendi yolunu açar ve geliştirir. “Her sınıflı toplumda iç savaş doğal ve bazı koşullarda sınıf savaşımının kaçınılmaz, devamı, gelişmesi ve şiddetlenmesidir. Bu, her büyük devrimle doğrulanmıştır. İç savaşı kabul etmemek ya da görmezlikten gelmek büyük bir oportünizme düşmek ve sosyalist devrimi yadsımak olur.” (Lenin; Sosyalizm ve Savaş, s53, Sol Yay, Ekim 2009, çev: N. Solukçu) Paris Komünü, Sovyet, Çin, Küba devrimleri bir devrim için iç savaşın kaçınılmaz ve gerekli olduğunun ispatıdır. Öte yandan tersi bir gerçeği vurgulayıp bu maddeyi kapatalım: Ezilenlerin silahsızlandırıldığı, iç savaşın yaşanmadığı durumalarda sistemin kendi gediklerini kapatma, tahkimatını arttırararak pozisyonunu güçlendirme imkanı da doğar. Ezilenler neden hangi gerekçeyle buna olanak tanısınlar. - Bir diğer manipülasyon da özellikle refomist cennahtan gelen “kitlelerin siddeti (silahlı mücadeleyi) benimsemediği, buna rağmen silaha bulaşan solcuların (devrimcilerin) maceracılık oynadığı” iddiasıdır. Doğrudur. Belli bir dönem için silahllı mücadele dahil bir çok yönteme kitleler mesafeli, hassas, hatta karşıt yaklaşıyor olabilir. Lakin mücadele, kitlelerin andaki siyasal egilimleri „temel“ veri olarak baz alınamaz. Literatürde buna kitle kuyrukçuluğu deniyor. Öncüyü boşa düşüren, ezilen mücadelesini kendiliğindenciliğe hapsetmeyi vazeden bir yaklaşımdır bu. Öyle ya, kitleler şiddet karşıtlığının ötesinde sosyalist ideolojiye de karşı olabilirler; bu durumda ne yapılması öneriliyor? Mücadelenin bırakılması mı? Yani anlaşılan o ki gericilik dönemleri için reformizmin önerisi tası tarağı toplayıp alanı terketmektir ki, ki kendileri de öyle yapmışlardır. Devrimciler politika sahasında kitlelerin ne düşündüğünü, eğilimlerini elbette veri alırlar. Kitlelere dönük politika geliştirilirken onlara ait ontolojik gerçeklikler gözardı edilemez.


Fakat bu gerçeklikleri dikkate almak başka bir şeydir,reformistlerin önerdiği şekliyle bu gerçekliklere esir olmak (başka) bir şeydir... Devrimci politika açısından mücadele kaçınılmazdır. Çünkü ezilenlerin kendiliğinden bilinci en ileri noktada bile olsa düzeniçi sınırları aşamaz, aşması için öncünün müdahalesi ve yönlendirmesi gerekir. Bu bahiste Leninci marksistlere kulak vermek yerinde olacaktır: “Öncünün devrimci eylemi 'kendisi için sınıf' bilincine dönüştürücü katkılar üzerinden sınıfın kitleyi ayaklanmaya taşıyacak zorunlu bir öncülük tarzıdır. (...) Eylemin kendisi, yığının egemenleriyle arasındaki hegemonik duvarları yıkan, onların sosyal varlıklarına içkin ama toplum-tarihsel kurgularla baskı altında tutulan kolektif aksiyon zembereğini boşaltmaya yarayan kendisi için varlıksınıf olma düzeyine sıçratan bir bilinç taşıma işlemidir. “ (Serdar Kaya “Ne Yapmalı?” adlı makalesinden alınmıştır. Demokratik Dönüşüm dergisi Nisan 2009) Yukarıdaki alıntı “Maceracılık” yaftasına yönelik cevabı da içerisinde barındırır, aslında. Liberalerin, reformsitlerin, silahtan korkan devrim kaçkınlarının sığındığı bir liman gibidir “Maceralık” argümanı. Silahlı mücadeleyi bir çırpıda hiçleştiren, küçümseyen bu bakış sınıflar savaşımının ciddiyetinden ve düşman gerçekliğinden nasibini almamış demektir. Hâlbuki silahlı mücadele şiddet meraklısı romantizmin keşfettiği maceraperestlerin egolarını tatmin ettiği bir mücadele alanı değildir. Dolayısıyla sağdan-soldan gelecek yaftalamaların ciddiye alınır bir yanı yoktur. Kaldı ki ezilenlerin politik şiddeti maceralık ruhuyla gerçekleşiyor olsa bile, bu ruh, reformistlerin, kaçkınların sinik, mızmız rasyonalizmiyle kıyaslanamayacak kadar değerlidir. Ayrıca politik şiddetin “maceracılık” ötesinde bir yaygınlığa kavuşması (popüler deyimle “marjinalik”ten kurtulması) geriye çekilmesiyle sağlanamaz. Aksine ezilenlerin şiddeti iradi zorlamalarla bir sürekliliğe kavuşursa yaygınlaşır, bu, ne kadar sık ve yoğun uygulanırsa kitleler tarafından o denli benimsenir. Çünkü böylece şiddet dar bir öncülüğün iradi müdahelesi olma özelliğini aşarak “nesnel bir meşruiyet” kazanır. - Politik Marksizm ve TDH'nin-TSH'nin şiddete Bakışındaki Yanılgılar Politik marksizmin iki temel kıstası vardır ve bu temel kıstaslar yerine getirilmeksizin politikada Marksist olunamaz. Marksist olmak her bakıma düzenden kopmak demektir. Yani marksizmin üzerinde hareket ettiği zemin, düzenin belirlediği, sınırlarını yazılı ve doğal hukukla çizdiği alanın tamamen dışında olmak zorundadır. Bu anlamda birinci temel kıstas düzenin karşısına sürekliliği sağlanmış, devleti hedef alan şiddet bağlamlı bir mücadele yürütmektir. Politik şiddetin uygulanmadığı hiçbir varoluş tarzı devrimci olamayacağı için ayn zamanda düzen dışı da olamaz. İkincisi egemen sistemin ideolojik alanıyla, ölçüleriyle, değer yargılarıyla ortaklaşan, kesişen bir cizgi de marksist olamaz. Yani marksizm politik pratik ve ideo-politik düzlemde, her iki alanda da düzene ait zeminden kopmak zorundadır. Aksi halde marksistliğin reformist ulusalcı, post-modern, sol-komünist akımlarla arasında varolan ayrımlar silikleşir ve ortalığı “ulusalcı marksist”, “liberal marksist”, “akademik marksist” vb. iğreti öbekleşmeler doldurur (ki öyle de olmaktadır). Bu çerçeve benimsenmeden belki “devrimci” veyahut “politik”olunabilir, ancak “politik marksist” olunamaz. Bizim iddia ve çabamız politik Marksist olma üzerinedir. TDH'de bu çerçeveye TKP/ML-TİKKO önderi İbrahim Kaypakkaya haricinde uyan bir örnek yoktur. (O, hem bu düzenin resmi ideolojisiyle hesaplaşma yoluna giderek düzen dışına


çıkmış hem de bu düzeni zor yoluyla değiştirme pratiğine yönelerek kopuşunu pekiştirmiştir. Lakin ardıllarının devrimcilikteki ısrarlarına rağmen bu kopuşu kurumsallaştıramadıklarını, Kürt sorununa yaklaşımdaki ideolojist bakış nedeniyle pratikte ulusalcılıkla yanyana düştüklerini, ayrıca Mao'nun sorunlu tezlerini sahiplenen ısrarları nedeniyle tarih dışı kaldıklarını düşünüyoruz.) Kaypakkaya'nın dışında kalan TDH ve TSH devrimci mücadeleyi de, politik mücadeleyi de zayıf sorunlu argümanlarla temellendirmiş ve bununla birlikte yanlış pozisyonlara savrulmuşlardır. Şimdi bu zayıf ve sorunlu argümanların öne çıkanlarına daha yakından bakalım. Burada önceden yaptığımız kimi belirlemeleri yer yer tekrar edeceğiz. - Devrimciliğin Algılanması: Genel olarak solun devrimcilik algısı sorunludur. Devrimcilik niteliğinin ayırt edici kıstası sosyalist-komünist ideolojiyi benimsemek, söylemsel düzeyde bunun savunusunu yapmak ve ne zaman gerçekleşeceği belli olmayan gelecekteki bir devrimci durum anında iradesini “devrim”den yana kullanmak kararlılığında olmak değildir!.. Keza örgüt programına “devrim” yazmakla da devrimci olunmaz. İtiraz ettiğimiz bu çerçeveye onay veren, yani itirazımıza itiraz eden yaklaşım devrimciliğin lafzını eylemli varoluşla bir tutar ve haliyle reformist, oportünist tarz ile devrimciliği birbirinden ayırt edemez; “düzen-içi, düzen-dışı” siyasetlerin tasniflemesini objektif şekilde yapamaz. Oysa devrimcilik, varlığın söylemsel düzlemde değil, an'da eylemsel düzlemde ve şiddetli bir varoluşla ispatlayan bir niteliğe sahiptir. Devrimcilik iddiası, iddia sahibini devlete, düzene karşı şiddet pratiği sergilemek yükümlü kılar. İtirazımıza konu olan anlayışın, yani devrimciliği soyut bir devrimci duruma ilişkin tutum alışla açıklayan anlayışın taşıdığı saflık düzeyinde teknik sorunlar da vardır. Devrim, devrimci pratik içinde yoğrulmuş, motivasyon ve tarz olarak kendisini “zor” bir konjonktüre hazırlamış kadroların ve bu öncülüğü sahiplenen kitlelerle yapılır. Yani devrim, devrime her anlamda hazır olanların işidir. Üstelik devrimci durum anında devrimcilik “özel” bir anlam da ifade etmez. Çünkü nesnellik ve kitleler o vakit zaten devrimcidirler. Unutulmamalıdır ki siyasi yapılar ve kadrolar hangi zeminde hareket ediyorlarsa o zemine göre şekillenirler. Kendisini pratik açıdan devrimciliğe yatırmamış, hazırlığını buna göre yapmamış bir anlayıştan devrim anında bile devrimci iradeyi sergilemesi beklenemez. Bu, niyetle alakalı bir sorun değildir. Örneğin günümüzün TKP, ÖDP, EMEP, TÖP gibi yapıları bir devrime nasıl öncülük edecektir? Devrim anının gerektirdiği motivasyon ve niteliği taşımakta mıdırlar? Yıllar yılı legal alanda siyaset yapan kadroların, icap ettiği an silaha sarılacaklarının, karşı devrim güçlerine karşı kurşun atacaklarının garantisi var mıdır? Yoksa bu iş “askeri sovyetler”imize mi havale edilecektir? Dediğimiz gibi burada bir niyet sorgulaması yapmıyor, verili ve potansiyel gerçeklerimize ayna tutmaya çalışıyoruz. Lenin'in devrim anına ilişkin belirlemesini herkes bilir: “Yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediği” an'dır, devrim anı. Fakat hatırlatmakta yarar var, böylesi bir moment yalnızca bu momente hazır olan güçler için gerçek manada bir fırsat anlamına gelir, ki tarihte pek çok kez yaşandığı gibi bu an'ı karşı-devrimci güçler de egemenliklerini restore etmek için değerlendirmeye çalışabilirler. Dolayısıyla kimse tarihin altın tepsi içerisinde devrimi kendine sunacağını zannetmemelidir. Kimileri öyle sanıyorki ileride bir gün kitlesel ayaklanmalar gerçekleştiğinde sahne sırası devrimcilere gelecek, ezilenler de onları bağırlarına basacak ve “buyrun bize öncülük edin” diyecekler!.. Tarihin hiçbir döneminde böyle bir kurtarıcılık pratiği yaşanmamasına rağmen karikatürize


ettiğimiz bu saflığı taşıyanlar hiç de az değil. - “Burjuva demokrasinin gelişmesiyle beraber açılan kanaları kullanmak, buralarda örgütlenmek, yani açık alanı istismar etmek ve belli düzeyde güç biriktirdikten sonra devlete açıktan müdahale etmek vs...” Bu önerme kulağa ilk başta hoş gelebilir. Yalnız, istismar hevesindeki uyanıklığı kimi şartlara bağlamak gerekir. Evet, istismar etmek için fırsatlar kaçırılmamalıdır. Ancak “açık-legal, yarı açık” olanları, devrimci öncünün merkezinde yeraldığı mücadele hattına bağlamak gerekir. Yani açık alanlar tıpkı diğer alanlar gibi stratejik merkeze bağlı bir uzantı olarak işlev görmelidir. Aksi halde, yani devrimci bir merkeze bağlanmaksızın açık- legal alanda yürütülecek faaliyetler ve kurumsallaşmalar düzen içi sınırları aşamayacak ve düzen içi siyaset çizgisinin soldan meşrulaştırılmasına yarayacaktır. Kuşkusuz bu, açık legal alanları istismar etmek değil, düzenin açtığı kanallarda boğulmak, istismar edilmek anlamına gelecektir. Son yıllarda Türkiye solunun açık alanları kullanmaya dönük artan hamleleri devrimci pratiğin geriye çekilişiyle beraber düşünüldüğünde, aslında bu hamlelerin istismardan ziyade devrimciliğin tasfiyesine hız kazandırdığı söylenmelidir. Dolayısıyla itirazımız legal alanın istismarına değil bu bahaneyle devrimciliğin geriye çekilmesidir. Ayrıca “burjuva demokrasisi geliştikçe açık alanı istismar etme imkânının artacağını, örgütlenmenin kolaylaşacağını, mücadelenin buradan dinamizm kazanabileceğini iddia etmek, tarihen boşa düşürülmüştür. Öyle ya, Türkiye solu on yıllardır açık alan siyasetine yüklenmesine rağmen neden hala bir arpa boyu yol alamamıştır? Demek ki gizemi çözecek anahtar devletin demokratikleşmesinde veya açık-legal mücadele alanlarının genişlemesinde değildir. - Devrimcilerin Yenilgileri: Silahlı mücadele yürütmüş örgütlerin yenilgileri devricilikten kaçış için gerekçe gösterilemez. Birileri denizde boğuluyor diye kimse denize girmemezlik etmediğine göre devrimcilerin yenilgileri de ezilenleri devrimci mücedeleden vazgeçiremez, Devrimler yenilebilir, asıl mesele bu değil! Daha önemli olanı, devrimciliğin zorunluluğunu görmek ve bunun peşine düşmektir. Evet, belki silahlı mücadeleye atılmış her örgüt başarı yakalayamamış olabilir. Ancak öte yandan, silaha bulaşmadan muktedir olabilmiş bir tek “ezilen” örneği dahi gösterilemez. Geriye yapacak tek şey kalıyor: Yenilmek, ama her seferinde daha iyisini yaparak yenilmek!.. - TDH'nin silahlı mücadeleyi gerekçelendirme argümanları zayıftır. Egemen devletin faşist karakteriyle, feodal gericilikle, diktakörlükle, yarı-tam sömürge olmakla veya emperyalist işgalle gerekçelendirme son derece güçlüdür. Zayıf olan budur. Öyle ki T.C için burjuva demokrasisinin bir çeşidi olduğunu, klasik faşizm olmadığını söylemek devrimcilikten kaçmanın gerekçeleri olarak mahkum edilebiliyor. Yani Türkiye'de Avrupa tipi demokrasi olsa devrimcilerimize göre silahlı mücadelnin meşruiyeti ortadan kalkacak! Oysa temel yaklaşım bu olmamalıdır. Ezen-ezilen karşıtlığında ezilenin ezene yönelttiği her türlü şiddet meşrudur ve devrimci politika her yer ve zamanda devrimci pratiği uygulamanın olanaklarını arar, çelişkinin yoğunlaştığı noktaları gözlemler. Çünkü bu çelişkilere pratik devrimci müdahalelerde bulunduğunda, uygun tarzı yakaladığında egemenlerin surlarında gedik açabileceğini bilir. -Devrimcinin Mazlumluğu: devrimci siyasete de sirayet etmiş başka bir sorun daha var. Devrimcileri sosyalistleri zorba devletin gadrine uğrayan mazlumlar olarak resmetmekten ve her seferinde egemenlerin zalimliğini tekrar edip durmaktan vazgeçilmelidir. Bu tarz bir


görüntü, özellikle ezilenlerin karşı şiddetinin sergilemediği durumlarda devrimcilere sosyalistlere hiçbir fayda sağlamaz; yalnızca yürekteki korku ve ümitsizliği besler ve ayrıca devrimci, sosyalist cenahta burjuva hümanizminin yeşermesine, özgüven yitimine neden olur. Devrimciler, ezilenlere cesaret, karşı koyuş, cüreti açıklamakla yükümlüdürler. Ezilenleri harekete geçirmek bununla mümkündür, ezik bir görüntü vermekle değil. Çünkü ezilen kitleler zayıf ve güçsüz olanın ardında savaşkan bir duruş sergileyemezler. Devlet mi, kapitalizm mi?: “Her pozitif hukukun sınırı bir doğal hukuk tarafından, güç ilişkisinin bir belirtisi olan devletin zor aygıtı tarafından belirlenir. Zor aygıtı zaten varolmak yanında ‘ideolojik aygıtın’ açmazla karşılaştığı her an kısa devre yaparak devreye girer. Zor aygıtı fiziksel, formda maddi bir güçtür ve maddi güç ancak maddi güçle yenilir.” (K. Marks) Devlet de, kapitalizm de kesin kategorik farklara sahip iki ayrı olgudur, farklı gerçekliklerdir; birbirlerine bağlıdırlar, ama aynı şey değildirler. Kapitalizm emek sömürüsüne dayalı bir üretim biçimidir, sistemidir ve toplumsal alanda yaşananların ana kaynağıdır. Yol açtığı sonuçlar üzerinden varlığını kanıtlar yani soyut gerçektir. Elle tutulamaz. Somut olan ortaya çıkardığı sonuçlardır, onlarla günlük yaşantıda karşılaşırız. Devlet ise her türlü soruna kaynaklık eden sömürü sistemlerinin düzenleyici organizasyonudur. Sömürünün istikrarlı işlemesi, korunması ve geleceği devletin emeğiyle sağlanmaya çalışılır. Bu çabayı kurumları, örgütleri ve ideolojisi üzerinden yürütür. Dolayısıyla devletin fiziksel formda maddi bir varlık olduğunu söyleyebiliriz. Meclisler, bakanlıklar, resmi daireler, silahlı ve silahsız güçler, mahkemeler, hapishaneler kapitalist sömürü çarkının dönmesi için devlet tarafından koordineli bir şekilde işletilmeye çalışılır. Yine aynı amaç için egemen ideoloji okularda, medyada her an yeniden üretilerek topluma servis edilir. Neticede “kapitalizm” bir sistemdir ve kişilerin işin başında durup birilerine tektek komut vermelerini gerektirmez. Makina kurulup düğmeye basılınca, yani sistem çalışmaya başlayınca o kendini yaşatır. Devlet de bu sistemin ilelebet çalışması için gerekli denetimi yapar. İçap edilen yerlere müdahale eder, değiştirilmesi gerekeni değiştirir, eklenmesi gerekeni ekler vs... Kapitalizm ve devlet, aralarındaki böylesi kategorik farklılıklardan dolayı birbirlerine indirgenemezler. Dolayısıyla politik alanda düşman tanımını muğlaklaştıran, devlet karşıtlığını anti kapitalist retorikle ikame eden çerçeveden çıkılmalıdır. Devrimciler politikada sözkonusu farklılığı gözönüne alarak pratikte devlet karşıtlığını, devlet düşmanlığını öne çıkarmalıdır. Tabii bu eksen anti kapitalist mücadelenin gereksizliğini savunmaz. O başka bir alandır. Politikayla bağını ideolojik alan vasıtasıyla kurar ve kesinlikle anti-kapitalist mücadele olmassa olmazdır. Buradaki kritik nokta, devrim mücadelesi veren öznenin hangi zemin üzerinde yürüdüğünün bilincinde olmasıdır. Oysa Türkiye'de kendini “aktör” gören yapıların çoğu ideoloji ve politika (ve teori) alanlarını net olarak tanımlamaktan uzaktır. Bu nedenle anti-kapitalist söylem geliştirirken devlete karşı iş yapıldığı sanılmaktadır. Hatırlanmalıdır! Devlet, eylemlikten hazetmediği içindir ki en masumane sokak gösterilerine bile müdahale ediyorken gazetelerde, dergilerde yayınlanan en radikal en “uzlaşmaz” devrim ve savaş propagandalarını görmezden gelebiliyor. Ülkenin dört bir yanında isminde “komünist” ibaresi geçen parti bürolarının açılmasına için veriyor ama silahlı bir devrim savaşçısının üzerine katliam ordusunu yollamaktan çekinmiyor. Devletlerin, muhaliflerin


kafalarındaki ve dillerindeki karşıtlıktan ziyade pratikle ilgilendiği buradan bellidir. Kapitalizm, Marks’ın belirlemesi üzerinden düşünecek olursak, muhalifin karşısına fiziksel formda maddi bir güçle dikilir. Devrimcilerin yapacağı şey de budur. Elbette fiziksel formda bir güç olan devletin devrimcilerce karşıya alınmasındaki gerek şartlardan biri de bu karşıtlığa uygun bir form taşımaktır. Marksizmin, Leninizmin teorikideolojik bilgisiyle donanmış olmak devlet karşısında hiç bir işe yaramaz. Çünkü maddi güçlerin karşıtlığının (savaşının) kaderini “üretici güçler ile üretim ilişkileri” arasındaki münasebeti en doğru şekilde bilenler, yahut “artı-değer sömürüsü”nün bilimsel bilgisine sahip olanlar değil, kitleleri en iyi hazırlayan, askeri hazırlığını kadrolarıyla beraber yapan, stratejisini buna göre yapanlar belirleyebilirler. O halde bu bağlamda devrimcilerin sosyalistlerin devrimci bir askerlik yöntemini, savaşımını edinmeleri gerekir. - “Direniş”çilik!: Düşmanın hamlesine göre pozisyon almaya programlanmış olan “direniş”çilik, yıkıcı bir devrimcilik için yetersizdir ve eskiyen dönemin ruhudur. Bu nedenle direniş değil saldırı tarzı benimsenmelidir. Düzeni yıkmak, yürüyen tekere çomak sokmak, istikrara karşı kaos yaratmak esas alınmalıdır. Çünkü düzenin istikrarı ezilenlerin daha fazla ezilmesi, düzenin kendisini güçlendirmesi, devrimci zorlamalara karşı direncini arttırması anlamına gelir. Buna neden izin verilsinki? Devrimcilik, devrimci olmayan dönemde istikrar bozucu yöntemiyle öne çıkmalıdır. Hristiyanlara atfedilen özdeyişte söylendiği gibi “kaos zamanlarında tanrı, ezilenlerden yanadır.” - Önceden de dikkat çektiğimiz hususun altını tekrar çizerek bu bölümü kapatalım: Konu başlığı olması nedeniyle pratik devrimciliğe, silahlı mücadeleye bu denli vurgu yapmamız diğer mücadele alanlarını önemsiz, tali veya gereksiz gördüğümüz anlamına gelmemelidir. Hayır! Bizim açımızdan silahlı mücadele “(savaş) politikanın başka araçlarla devamıdır.” (Bu meşhur belirleme Prusya'lı general Karl Von Clausewitz'e aittir. “Savaş Üzerine” adlı eserinde geçer. Lakin biz “şiddet” meselesine araçsallık düzeyinde değil, ezilenlerin varoluş biçimi olarak bakıyoruz.)Dolayısıyla politikanın diğer alanlarıyla buluşmadıkça mücadelenin stratejik başarısını yakalaması zor olacaktır.

IV. BÖLÜM İSMAİL SAYMAZ “YOLDAŞ”IN "HANEFİ YOLDAŞ" KİTABINDAN AHMET ŞIK'IN "ŞIK" OLMAYAN AKIL YÜRÜTMELERİNE "Eğer bilimin ve düşüncenin tutarlı evrimine bir katkı ise amacımız, öznelleşmemeli ne ağzımız ne de yazılarımız."

Yalanın merkezi ellerde üretilip ve giderek büyüyen bilgi kirliliği dezenformasyon sayesinde toplumun algılarıyla oynamak artık sistemin eliyle kimi gazetecilere de bulaşmış durumda. Bu bölümde İsmail Saymaz'ın "Hanefi yoldaş" kitabı ve Ahmet Şık'ın "000 Kitap'ı ile ilgili


düştükleri durumu yansıtmaya çalıştıkları öznelliği irdeleyeceğiz. İsmail Saymaz’ın araştırmacı gazeteci(!) kimliğiyle yazdığı "Hanefi Yoldaş!" kitabını bu bilgi kirliliğine ve asıl olarak sistemin yapmak istediği manipülasyona nasıl hizmet ettiğini dilimiz döndüğünce açıklamaya çalışacağız. Devlet tarafından Hareketimize dönük yapılan karalamalar kimi gazeteciler eliyle de devam ettirilmiş ve ne yazık ki bu bulanıklağa sol-sosyalist cevrelerden de çanak tutanlar olmuştur. Yaratılan dezenformasyon neticesinde algıların bulanıklaştırıldığı bu yaşadımız bir kaç yıllık süreçte artık moda haline gelmiş olan polis fezlekelerinden iddialar devşirmek Saymaz'ın bu kitap pratiğine de yansımıştır. Hazır dizilmiş haldeki tutanaklar, fezlekeler, iddianameler, vb. karmaşa, bilgisayarda sınırlı bir emekle ve kes-kopyala yapıştır yöntemiyle biçimledirilip, bunlara biraz da edebi dil ekleyerek piyasaya kitap diye sunulmuştur. Devam eden bir davada polis fezlekesinin ve iddianamenin kitap olarak çıkarılıp topluma sunulması ise ayrı bir tartışma... Değerlendirmemize sorunlu gördüğümüz kitabın ismiyle başlamakta fayda var. Kitaba verilen "Hanefi Yoldaş" ismi yazarın niyetinden bağımsız olarak her ne kadar bir "ironi" yapılıyor gibi görünse de aslında toplum nezninde yaratılan olumsuz algıları besler nitelikte ve belli bir kanaatınn oluşumuna yardımcı olması açısından sorunlu bir başlıktır. Keza alt başlık olarak belirlenen "Gizli Örgütün Çökertilmesi" nitelemesi de devrimcilikten hazetmeyen alerjik tutumun dile gelmesidir. Bu başlıklara parlel olarak işlenen bir diğer başlıksa I. Bölümün "Çıkmaz Sokak'ta Bir Hücre" başlığıdır. Bu başlık yazarın örnek aldığı ve kitabını adadığı Uğur Mumcu'ya aittir. Uğur Mumcu'nun 12 Mart 1971 darbesi sonrasinda tutuklanan kimi sol örgüt liderleriyle yaptığı görüşmeler sonucu silahlı mücadeleye eleştirel yaklaşıp mahkûm ettiği, 1979 yıllında ilk basımı çıkan kitabına verdiği isimdir. Kemalizmin kalemşörü Uğur Mumcu'dan alınan başlık aslında bugüne kadar silahlı mücadelelerden sonuç alınamamış, boş hayalcilik ve maceracılık olarak görünen, ama barışçıl yöntemlerle sonuç almış, liberal sivil toplumcu izlenimini vermektedir. Oysa gerek kadim tarih gerekse de modern tarihin bize öğrettiği asıl "Çıkmaz sokak"ların pasifist hümanizmin sokakları olduğudur. Tarihsel gelişim itibariyle yığınla örnekler vardır, bu topraklarda ve ezilenlerin iç çekişlerinde... Günümüzde devrimci değerlere ve önderlere verilen önem küçük burjuvaca sahiplenmelere çekilmiştir. Bu sahiplenme tarzıyla devrimci değerlerimiz içeriksizleştirilmiştir. Dünya ölçeğinde Che'ye, ülkemizde Deniz, Mahir, İbo ve diğer önder devrim şehitlerinin öncü kimlikleri ve kendi kişilikleriyle bütünleşmiş mücadelelerinden soyutlayarak onları romantik, maceracı "küçük burjuva idolleri" haline getirip yol gösterici pratikleri soluklaştırılmıştır. Bu anlamda bir nevi Saymaz'ın ve Şık'ın kitabıda buna hizmet etmektedir. İnsan, belli bir fikri üretimden ve etiğinden yoksun olunca Saymaz ve Şık gibi sistemin parelelliklerinden beslenme de kaçınılmaz oluyor. Devrimciliği her fırsatta küçümseyip belden aşağı vurmak için açık arayıp ve bunun üzerinden prim elde edeceklerini zannedenler ve kendini bu şekilde var etmek isteyenler ne yazık ki "demokrat" çevrelerde de küçümsenmeycek kadar türemiştir. Saymaz'ın kitabı (edebileştirilmiş fezleke demek daha doğru olacaktır) tamamen bilgi ve detaylardan oluşmaktadır. Yine de bu teknik detayların küçük bir bölümünü kaplayan öznel değerlendirmeleri de pas geçmemek gerekir.


Kitabında yer verdiği, “Güzeltepe’de Bir Cephanelik” başlığıyla “Yazılamadan Hapis” Fatih Aydın’a dönük polis üretimi değerlendirmelere dönük düşülen öznellik açısından kısaca değinmek yerinde olacaktır. "Yazılamadan Hapis" Fatih Aydın, Ordu'da 1999 yıllında hangi örgüte üye olduğu dahi belirlenemeden "Yasadışı örgüt mensupluğu" ithamıyla tututlanarak Ordu Efirli E Tipi Hapishanesinde yaklaşık 2 ay kadar kalmış, mahkeme Erzurum DGM'de devam ederken ara kararla tahliye olmuş ve mahkemenin beraat kararıyla sonuçlanmış bir hikayedir. Fatih Aydın o dönem (96-99) Sosyalist iktidar Partisi'nin Ordu'da faaliyet gösteren üyelerinden biridir. 97-99 yılları yoğun pratik faaliyet boyunca dönemin valisi Kemal Yazıcıoğlu ve Emniyetin bu durumdan rahatsızlıkları had safhaya ulaşmıştır. Zira 95-96 dönemi Karadeniz'de üniversitelere dönük gerçekleştirilen kapsamlı operasyonlar sonucu görece bir geri çekilme söz konusudur, devrimciler açısından. Bu yoğun pratik faaliyeti kaldıramayan Vali ve Emniyet gözaltı yapmak için sağlam dayanaklara başvurmak istemektedir. (Kırsalda da gerilla hareketlenmeleri yoğundur. Hatta Mesudiye kırsalında iki çoban özel timciler tarafından katledilmiştir) Fakat gerek yaratılan devrimci etki gerekse de birlik ve dayanışma siyasi polisin operasyonunu geciktirmektedir. Bu fırsat polisin eline sonbaharın ilk aylarında geçecektir. 2000 yıllı zindan katliamının habercisi devlet politikaları neticesinde hapishanelerde devrimci örgütlere karşı yapılan baskılar, saldırı ve işkenceler devlet gözetiminde yoğunluğunu arttırmıştı. Tüm bu siyasal atmosferden etkilenen iki liseli genç ellerine sprey boya alarak basından ve gazetelerden gördükleri duydukları bütün devrimci örgütlerin isimlerini sloganlarla kentin duvarlarına yazarak bir eylem gerçekleştirir. Örgütsüz bu gençler yazılmamaları gündüz yaptıkları için gözaltına alınmakta gecikmezler. Bu durum tam da siyasi polisin beklediği an olarak belirginleşir ve düğmeye basılır. Fatih ve beş yoldaşının beş günlük sürecek işkence ve dayak esareti başlamıştır. Her ne hikmetse yazılamalar sorgularında kendilerine sorulmaz. Çoğu 17-18 yaşlarında, devletin işkence tezgahıyla karşılaşan SİP'li gençler, devrimci ve SİP'li olduklarını polise kabul ettirerek çıkarlar, siyasi şubeden. Dönem itibariyle basında da “ikinci Manisa davası” olarak yer alan süreç hapishane, DGM ve sonunda beraat olarak tamamlanır. Burada bir parentez açmakta fayda var. Gittikçe reformizmin batağına saplanan SİP'in de nasıl savrulduğunu bu gözaltı sürecinde anlamıştır, Fatih. Zira sorgudaki kararlı tutumundan kaynaklı partisinden “partiyi illegal bir yapı” gibi lansettiği için uyarı almıştır. Zaten devrimci pratik faaliyetleri dolayısıyla merkezden sık sık eleştiri aldıkları da olmuştur. Bunların toplamı neticesinde SİP'ten bütün bağını kopartarak devrimciliğe devrimci bir çizgide devam etme kararı almıştır. Fatih Aydın'ın “Yazılamadan Hapis” macerası kısacası böyledir. Siyasi polisin Fatih Aydın'a dönük diğer bir algı yanılsamasını ve bulanıklığı besleyecek olan ve kitapta da yer verilen “27 Nisan Sabahı Gelen Baskın...” sonucunda yaratılan manipülasyondır. Özel olarak belirtmek gerekirse sabah 05:30 sularında evde tek kalan Fatih, ayak seslerine uyanır ve saniyeler içinde durumu algılar. Ev, iki oda ve bir mutfaktan oluşan zemin katta bodrumdan bozma bir dairedir. Yaratılan algıya göre polis aslında direnişi bu evden beklemektedir. Öyle ki evin etrafı özel timlerle sarılmış, havada helikopter, tüm sokaklar timlere ayrılarak tutulmuştur. Yalnız, polis çatışma beklemesine rağmen çevre güvenliği almamış, evin kapısını da ev sahibinin kardeşine ve bir komşuya açtırmıştır. Polisin şansına, gerek çevresel faktörler, gerekse de polisin kapıyı açmak için sivili kullanması olabilecek bir sivil ölümüne neden olmaması açısından anlık olarak verdiği karar neticesinde beklenen çatışma o evden gelmemiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki evden (yansıtılan kadar..tam okunamayan bir bölüm, nb) anlık çatışmayı sağlayacak kadar cephane de çıkmamıştır.


Dolu bir tabanca dışında üzerinde bir şey bulunmamaktadır. Usulüne göre çalınan kapı akabinde anahtarla açılarak içeri girilmiş ve onlarca polis Fatih'in üzerine kapaklanmıştır. Bu hengamede bırakın kendi ismini söylemeyi yüzünü yerden kaldıramamıştır. Sonrası siyasi şube... Fatih Aydın, iddianame tutanaklarında da belirttiği gibi gözaltı süresince susma hakkını kullanmıştır. Polisin oyunları diğer gözaltındakilere olduğu gibi ona da oynanmıştır. İlk günler de kendisine gelen avukatıyla görüştürülmemiş, avukata da “görüşmek istemiyor” diye belirtilerek kafa karışıklığı yaratmaktan da geri durulmamıştır. Bu süre zarfında, Saymaz’ın da kitabında işlemekten çekinmediği hukuk garabetinden oluşan sağdan soldan devşirilen bilgiler, teknik takip sonuçları vb. olgularla “mülakat” adı altında bir tutanak oluşturulmuş ve bu mülakatın Fatih Aydın'la yapılan sohbetlerden oluşturulduğu lanse edilmiştir. Fatih Aydın şahsında devrimcileri genel olarak kapsayan bu ve benzeri kişiliksizleştirme ve itibarsızlaştırma propagandalarına Saymaz'ın ilgi duyması gibi, bu kampanyaya dışarıdan da oldukça rağbet gösterenler olmuş ve dedikoduların ardı arkası kesilmemiştir. İlk başlarda Fatih polis üretimi olan bu durumu pek ciddiye almasa da ilerleyen zamanlarda bu öznelliğin yaygınlaştığını görünce, mahkeme aşamalarında bu durumu dillendirmiş ve böyle bir şey varsa ispatlamalarını aksi taktirde bunu ortaya atanların ve buna itibar edenlerin bu çirkefliğin altında ezileceklerini dile getirmiştir. Böyle bir belgenin varlığı şu ana kadar ortaya çıkmamıştır. Fatih'in şahsına yapılan bu kirletme çabası boşa çıkmıştır. Ve ne yazık ki yaratılan bu bilgi kirliliğine karşı hiç istemese de bunun olmadığını ispatlama çabasına girmiştir. Bu durumun da bizlere tekrar gösterdiği şey değerlere ne kadar yabancılaşıldığı ve öznelliğin herkesi nasıl teslim aldığıdır. Tüm bu öznellik bir yana bir an için “mülakat” olgusunu kabul edelim. Tamamıyla teknik bir olgu olarak bakarsak, mevcut burjuva hukukunda dahi yeri olmayan bu uydurma tutanak altında imza vb... kişiyi belirleyecek bir şey olmamasına rağmen iddianamelere girmiş ve dolayısıyla Saymaz'ın kitabında yer almıştır. Bir nevi Saymaz, bu kitabıyla iddianameyi ve polis fezlekesini toplumsallaştırıp bu bilgi kirliliğilye toplumun algılarıyla oynamasında sisteme payanda olmuş bir pratik sergilemiştir. İnsanların anlamadığı konularda müdahil olup kulaktan dolma bilgilerle yargı geliştirmesi yabancılaşmanın nasıl etkili olduğunu göstermektedir. Süre gelen davamızda birçok “itirafçı” “gizli tanık” yaratılmış itibarsızlaştırma operasyonları kendilerini boşa düşürecek tarzda dahi olsa pervasızca devam etmiştir. Hareketimize dönük “söylettirilenler” aslında devletin açığını, Hareketimiz karşısında düştüğü aczi, kirli oyunları gözler önüne seriyordu. Yaratılan itirafçılarn hiçbiri birbirine uymamaktaydı. Birisi hareketimizi KDP'ye bağlarken aslında PKK'ye karşı kurulduğunu söylüyor, diğeri PKK'nin yan örgütü olarak lanse ediyor. Bir diğeri ise uyuşturucu trafiğinden bahsederek mali kaynağımızı buradan sağladığımızı aslında Ergenekona hizmet ettiğimizi belirtiyordu. Bunlardan biri de Saymaz'ın kitabında "Bir Bilen" olarak işlediği “Son Tezgah”tı. Hareketimizin tarihini ve pratiğini bizden iyi bilecek durumda ki Saymaz'ın kitabında önemli görülüp yer alıyor. Bunun tek amacı yaratılan dezenformasyona katkı sunmaktan başka bir şey değildir. Son Tezgah " bir bilen" olarak değil aksine hareketimiz başta olmak üzere Türkiye devrimci hareketine karşı başlatılan itibarsızlaştırma kampanyasında yaratılıp "öttürülen" uyduruktan başka bir şey değildir. Yapılan bir tezgahtır, ama bu tezgah ne ilk ne de sondur. Bunları boşa düşürmenin yolu ise fezlekelerden beslenip kitaplarda yer vermek değil, "bir bilene" danışılıp gerçekliği objektif olarak topluma sunmaktır. Öznellikten beslenmeye devam: Saymaz, Ulaş Erdoğan ile ilgili de oldukça geniş bir yer ayırmıştır kitabında. Kendisi Ulaş Erdoğan'la görüştü mü, bilmiyoruz. Ama kitabında


fezlekelerden verdiği örneklere bakacak olursak görüşmediği ortaya çıkıyor. Erdoğan'la ilgili geçen bölümlerde yeteri kadar yer verildiği için burada sadece bir-iki hususa değinmekte fayda var. Ayrıca belirtmek gerekir ki Ulaş Erdoğan'a karşı başlatılan karalama kampanyasına Saymaz'da bu kitabıyla destek olmuştur.

Saymaz, 1 Mayıs 1977 katliamının izin sürmüş deneyimli ve sosyalist hukukçu(!) Rasim Öz'den bahsetmektedir. Tüm değerlerini yitiren bu "eski" sosyalist Ulaş Erdoğan'ı gerek gözaltında gerekse de savcılıkta yalnız bırakmış, bir nevi siyasi polisin çirkefliğine zemin hazırlamıştır. Sonrasında mikrofon karşısına geçip olur olmaz açıklamalar yapmaktan da geri durmamıştır. Bu durumda da polisin pervasızlığına, fezlekelere işlediği yalana dayalı ithamlara Saymaz'da iştirak ederek toplumda yaratılan olumsuz algıyı beslemiştir.

Böylece araştırmacı gazeteci kimliği adı altında "polis üretimi tasarılar" toplum nezdinde meşrulaştırılmış oluyor. Araştırmacı bir kimliğe sahip olmak hangi konu olursa olsun objektif olmayı gerektirir. Subjektif verilerle bir devrimci örgütün çizgisini fezlekelerden beslenerek tek yanlı olarak değerlendirmek, bu minvalde gazeteci kimliğiyle kitap yazmak hiçbir etiğe sığmayacak bir pratiktir. İşiniz araştırmaksa sadece polis üretimlerinden beslenmeyecek, asıl muhataplarının da görüşlerini alacaksınız. Yazılan bir öykü veya deneme kitabı değildir. Yazılan devrimci bir örgüt hakkındaki polis fezlekelerini, asılsız iddia ve karalamaları pekiştirmek için paralel açıdan sisteme yardımcı olan fezleke okumanın el kitabıdır. xxx

Yazarlık kimliğini her şeyden anlama sertifikası olarak gören Ahmet Şık’ın hiç de Şık olmayan, hapishanedeyken tamamlama fırsatı bulduğu ve özellikle “mağdur” konumunda olduğu için demokrat-ilerici çevrelerden de destek gören “000 kitap”ına değinerek devam edelim. Kitabın Ek-5 bölümünde Devrimci Karargâh’a dönük yaptığı tespitler, aslında SAYMAZ’ı değerlendirdiğimiz bölümde de vurguladığımız gibi gerçekliği ihtiyaca göre eğip bükmenin tekil bir örneğini göstermektedir. Yalnız burada bir parantezle belirtmek gerekir ki Saymaz ve Şık arasında olaya yaklaşım açısından fark bulunmaktadır. Saymaz her ne kadar fezlekeyi sınırlı bir emekle, araştırmadan kitaplaştırmışsa da olguları iddialar düzeyinde bırakmıştır. Ahmet Şık ise hareketimizle ilgili yazdığı “ek”te her biri uzmanlık ve sosyolojik birikimi gerektiren pek çok konuya yetersiz bilgi ve birikimle girerek hareketimizi aşağılarcasına hakaretlerde bulunup devrimci çizgisini sorgulamaya kalkmıştır. Şık’ın kitabına dönük ilk başta vurgulanması gereken nokta kendi öznel düşüncesine yukarıda da belirttiğimiz gibi onlara ilerici-demokrat kimliğe sahip insan yedeklemeyi başarmasıdır. Maalesef ki, bu ilerici kimliğe sahip insanlar bu seviyesiz ürünün altına imza atmalarıyla kitabın genel kabullenirliğini arttırmış bir nevi Şık’ın devrimci örgüte pervasızca hakaretvari saldırılarını desteklemişlerdir. Bu kişiler düştükleri bu durumu sorgulamalı ve özeleştirel bir tutum içine girmeleri gerekmektedir. En azından kendilerine bir otokritik yapmaları devrime ve mücadeleye olan inançları tazelemek ve bu samimiyeti ortaya koymak açısından gecikmiş de olsalar mücadeleye olan borçlarıdır. Genel olarak Ahmet Şık’ı geniş kapsamda ve merkezi olarak planlanmış bir yangında tanıdık. Kendisinin de ifade ettiği “dokunan yanar” kervanına katıldı ve bizzat yaşayarak nasıl yandığını gördü. Fakat, özel olarak hareketimize karşı değindiği dil kendisini de yakan dille aynıydı.


Ahmet Şık, örgütsel bir yapıya karşı hoyratlığı aşan bir tazda neden böylesi bir yaklaşıma girmiştir, bilemiyoruz. Kendisine de sorduk ama ne mektuplarımıza ne de çağrılarımıza kulak verip cevap vermeye tenezzül etmemiştir. Kitabında düştüğü yöntemsel yanlış evvela cemaat yönü ağır basan gazetecilerden ve polisten bozma gazetecilerden yansıyan yönlendirilmiş bilgilere itibar ederek kendi öznelliğini beslemesidir. Zira ne hareketimiz hakkında bir bilgiye sahiptir ne de devrimci tarihimiz hakkında… Şık zaten kendi kafasında hareketimizin “şaibeli” olduğunu kanıksamış ve bunu beslemek için “iliştirilmiş gazeteci” yakıştırmasını alma uğruna devşirilmiş gazetecilere müracaat etmiştir. Mevcut iktidar ve arka bahçesi bütün devrimci örgütlere yaptığı gibi hareketimizi Ergenekon’a bağlamak için çok uğraştı. Bütün öne sürdükleri iddialar mahkeme aşamalarında çürütüldü. Fakat atılan çamur iz bırakıyor ki Şık gibi bu kirli oyunlara iliştirilmiş kişiler çıkıp bu iddialara itibar ederek değerlendirme yazıları yazabildiler. Şık, biraz daha ileri giderek statüsüne hiç de şık düşmeyecek değerlendirme yapmaktan da çekinmedi. Aslında “Devrimci Karargahın Ergenekoncu olduğu değil, tam tersine Ergenekon güdümünde olduğuna inanmamız istenen devlet güdümlü bir örgüt olduğu”nu öğreniyoruz. Şık’ın da kendi kafasının içine yerleştirdiği düşünceleri besleyen bir takım iddialar, operasyonların gelişim seyirleri ve bazı kişilerin değerlendirmeleri gerek bu çalışma boyunca gerekse de bugüne kadar mahkemeye sunulan (ve ileride ayrı bir çalışma olacak olan) savunmalarda işlenmiştir. Dedik ya. Hareketimiz herşeyden önce Şık’ın kafasında şaibelidir. Herhangi bir kanıta ihtiyaç duymadan kafasında kararını vermiştir. Bu seviyesizliği ölçü kabul edince işlediği bütün olgu ve olayları önyargısını besleyecek şekilde diziyor. Her söylemin her duruşun altında bu söylemi besleyecek bir bit yeniği arıyor. Aslında kitabında işlediği genel konuya bakılırsa, Hareketimize yönelik pespayeliği arasında bir paradoks içindedir. Çoğu yerde çok zorlama tespitlere de gitmekten kendini alamamış. Örneğin, anti-siyonizm ile anti-semitizmin ne anlama geldiğini ya bilmediğinden ya da karıştırdığından olsa gerek. Siyonizm salt Yahudi düşmanlığıyla açıklayacak kadar bilgisiz. Bu basit durum bile Şık’ın hangi ölçülerde bilgisinin olduğunu, yetersizliğinin üzerini nasıl kapatmaya çalıştığını, sadece yazılmış olsun diye bu tür şeylere girdiğini gözler önüne seriyor. Burada siyonizmin ne olup ne olmadığını açıklamaya gerek duymuyoruz. Konumuz da bu değildir zaten. Ama bu konu hakkında geniş bir yelpazede ürünlerimiz, çalışmalarımız ve makalelerimiz Şık’ı da tatmin edecek kadar fazladır. Merak edenler bu ürünlere rahatlıkla ulaşabilirler. Kısaca belirtmek gerekirse, Ahmet Şık’a tavsiyemiz: Filistin’de savaşmış Deniz Gezmiş’leri, orada şehit düşmüş Teğmen Ali’leri, Siyonizmin ülkemizdeki resmi temsilcisi ve ajanı İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’u cezalandıran Mahir Çayanlar’ı daha detaylı öğrenmesidir. Ayrıca, Mahirlerin, Denizlerin ve nice devrimcilerin devrimci pratiklerinin sadece Anadolu toprakları olmadığını, siper yoldaşlığıyla Ortadoğu halkının özelde Filistin halkının ve devrimcilerinin özgürlük mücadelesi saflarında Siyonizme-emperyalizme karşı savaşmak olduğunu da anlatmak gerekir. Devrimci tarihi bilmeden devrimci bir örgüte dil uzatmak Ahmet Şık gibi aklı kıt, etiğini kaybetmiş kişilerin haddine değildir. Ya safını belirleyecek karşı devrimci olacaksın ya da “adam” olup saygı göstereceksin… fazla mı geldi? O zaman kalemine-dilline dikkat edecek, liberalizm “kum havuzlarında” oynamaya devam edeceksin. Devrimci tedrisat’tan da bahsederek jargon tartışmasına dahi giriyor. Kendisine bunu da sorduk.


Şık’ın mantık silsilesiyle olay ve olgulara bakacak olursak, zorlama bir çıkarsamayla Şık’ın hapishaneden bırakılışını bize dönük kirli saldırısıyla ilişkilendirebiliriz. Ahmet Şık “bize çamur atarak, karşılığında böylesi bir özgürlük ödülüyle salıverilmiştir.” İşlediği mantık bizleri pekala bu noktaya getirebilir. Fakat bizler devrimciyiz ve bu devrimci ahlakı ve ilke bütünlüğünde olguları değerlendirebiliriz. Böyle bir zorlamaya dilimizin varmayacağı gibi etiğimiz de müsaade etmez. Hareketimize dönük bu saldırı karşısında Şık yalnız değildir. Köşe yazılarında bizden bahsederlerken parantez içinde “varsa” yazacak ve şaibe yaratacak kadar seviyesini düşüren, özünü Laz İsmail’in TKP’sinde oluşturup bu gelenekten kopup gelen çürümüş muktedirler de mevcut. Sapla samanın karıştırıldığı yerde bu özensizliği fırsat bilip sol görünüp aslında ne olduğunu deşifre eden bu kifayetsizler fırsat bulduklarında devrimcileri bir kaşık suda boğmak için sıraya girerler. Aslında araştırıcı gazeteci kimliği, hele ki daha çok demokrat bir çizgide seyir ediyorsa, bu tür davaları daha dikkatli ve özenli izlemeyi gerektirir. Bu yapılabildiği oranda polisin dosyaya pek çok delili “sehven” (!) koyduğunu kabul eder hale düştüğü rahatlıkla görülebilir. Ama asıl dert bu olmayınca, devrimci bir çıkış sağlayan hareketimizi karalayanlar, ortalık güllük gülistanlıkken, devletin zorbalığı güya yokken böylesi ezberleri bozacak tarzda silahlı mücadele çıkışı ve Orhan yoldaşımızın direnişi karşısında şaşkına dönenler; devrimci mücadeleyi demokrasi mücadelesine indirgeyip liberal sivil toplumcu tarzlarla silahlı mücadelenin meşruluğunu (ve dolayısıyla devrimci hareketi) sorgulayanlar, kendi reformist çizgilerini sağlamlaştırmak için kendini açığa vurmuştu. Devrimci Karargah “ne menem bir örgüt olduğu”nu kendi kısa tarihiyle kanıtlamıştır. Gerisi devrimci ruhun canlanışında, kafalarının üstünde dolaşan hayaletten, uykularında bedenlerinin üzerine “karabasan” gibi çöken devrimci iradeden korkup “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” efsanesinden beslenenlerin sorunudur. Gedik açılmıştır. Ve gerçek devrimcidir. Evet, hareketimizin çıkışı, başta devlet olmak üzere hemen herkesin ezberini bozmuştur. En başta Orhan yoldaşımızın direnişi karşısında nutku tutulan kifayetsizler “şaşıran eşek kar yer” misali ne yapacaklarını bilmeden devletin ucuz oyunlarına alet olarak “o” taraftan beslenmekte hiçbir behis görmemişlerdir. Polis imalatı belgeleri ilgili-ilgisiz bilgileri baskıya hazırlamayı gazetecilik marifeti zannedenler öznellikten beslenerek devrimci bir örgütün çizgisini gazetecilik maskesi altında karalamaya kalkmışlardır. Ne yazık ki değerlerin bulandırılıp, yabancılaşmanın akılları ve yürekleri teslim aldığı bu koşullarda iliştirilmiş gazeteci sayısı artmış, meslek etiği ve tutarlılık kimileri için ikincil plana düşmüştür. Ne var ki, devrimci iradeyle ve can bedeliyle oluşturulan değerler, her türlü sahte bilgiyi ve belgeciyi etkisiz kılacak niteliktedir. Bu bilinçle hareket eden ve leninci marksizm çizgisinde savaşkan sosyalizmin mevzilerini bütün karalama kampanyalarına karşı adım adım örmeye çalışan örgütümüz, devrimci çizgisini dosta da düşmana da kanıtlamış ve kurucu komutan Orhan Yılmazkaya’nın ağzından, şehadetinin hemen öncesinde tüm dünya halklarına duyurmuştur. Hareketimiz pratiği ve vuruş gücüyle kendini devlete kanıtlamışken. Ahmet Şık ve benzeri “kendine demokrat” olan iliştirilmiş gazetecilere kanıtlamak durumunda değildir. Kafası hem bilim olarak hem de ahlaken karışıktır. Devrimciler, asıl muhataplar dururken polis fezlekelerinin veya fezlekeleşmiş kişilerin ölçü alınmasının başka bir izahatı olamaz.


Ne yazık ki, sistemin yarattığı bu bulanıklık kimi kesimlerce içselleştirilerek ahlaki değerlerden yoksunluğu doğurmuştur. Bunun sonucunda efendi-uşak ilişkisinin çeşitli biçimlerdeki türevleri artarak kimlik iddialarının tersi yönünde savrulmalarını beraberinde getirmiştir. Bu nedenle, eğer iliştirilmiş değilse bir gazeteci, yaptığı her çalışmada ve değerlendirmede objektifliği gözetmek zorundadır. Elbette tutarlılık hiç kimsenin tekelinde değildir. Gazeteciliğin ve demokratlığın tek bir tarifi de yoktur. Ama örgütsel bir yapıya karşı hoyratlığı da aşan karalamaların ve özensiz üretimin bir açıklaması olmak zorundadır. Devrimci Karargâh ilk çıkışı itibariyle olduğu gibi kararlılıkla yoluna devam etmektedir. Bu yoldan korkanlara tek tavsiyemiz ise gölge etmemeleridir.

SONUÇ Buraya kadar aktardıklarımızın ardına virgül koymadan önce son olarak bir iki hususu belirtelim: Burada yaptığımız şey esasen bir “savunma”nın ötesine hareketimizin ne olduğunu ortaya koymaktı. Gerçek anlamda bir “savunma” görmek isteyen, Devrimci Karargah’ın niteliğini öğrenmek isteyen varsa 27 Nisan 2009 sabahındaki Orhan yoldaşın destansı direnişine dönüp bakmalıdır. Onun ötesine geçen bir savunmaya girişmek haddimiz bile olamaz.

İkincisi: Devrimciler unutmaz ve affetmez… 18 Mayıs 1973’te İbrahim Kaypakkaya yoldaşın şehadetine yol açan süreci başlatan muhbir TKP/ML TİKKO tarafından cezalandırılmıştı. CIA ve MİT’in piposu Hiram ABBAS Dev-Sol tarafından infaz edildi. Diyarbakır zindanında yaptığı zulümle nam salan Esat Oktay Yıldıran’ı da PKK gerillaları cezalandırmıştı. Keza TİKB savaşçısı Remzi Basalak’ın şehit olmasındaki birinci sorumlu olan Adana Başsavcısı Ethem Ekin de TİKB tarafından cezalandırıldı. Devrimciler unutmaz ve affetmez. Hareketimize dair kirli senaryoları, kara propagandaları üreten, MOSSAD ve Fethullah Gülen’e kadar bir dizi karanlık ilişkiler ağında yer alan Önder Aytaç’ı, karalama senaryolarının pratik uygulayıcısı olarak misyon yüklenen ve Yargıtay üyeliğiyle ödüllendirilen Kadir Altınışık’ı da biz cezalandıracağız, yaptıklarının hesabını soracağız. Son olarak sizler, mahkeme heyeti olarak hareketimize dönük kirli siyasete bilerek ve isteyerek ortak oldunuz. Bu devlet Ethem Eken’i bodyguardlarıyla beraber bile devrimcilerden koruyamamışken sizleri emekliliğinizde nasıl koruyacak. Elbette sizlerden de yaptıklarınızın hesabını soracağız. Son sözümüzü söylemediğimizi bilin. Biliyoruz ki uzun yılları bulan cezalar verecek, bizleri faşizmin zindanlarında çürütmek isteyeceksiniz. Belki sağlam belki de sakat çıkacağız buralardan. Ama siz de şunu bilin ki, bir elimizde baston diğer elimizde silahlarımızla yeniden karakollarınızın karşısına dikileceğiz!..


Kahrolsun T.C. Oligarşisi!.. Katil devlet hesap verecek!.. Yaşasın devrim ve sosyalizm!.. Yaşasın Devrimci Karargah!..


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.