Devrimci Cephe Sayi 2

Page 1


İÇİNDEKİLER

3

Mücadelenin gerekliliklerine ve yarına hazır olmalıyız... - Bedir Aydın

5

Devrimin 51. Yılında Küba: NEP mi Perestroyka mı? - Ayşe Baran

7 10

Dün bir arayışla değil, dağınıklığı ve eylemsizliği statüko haline getiren Türkiye devrimci hareketinin bugününe bir müdahaleydi.

Biz Türkiyeli devrimciler için Küba ve Castro emperyalizme direnmenin bayrağıdır, sosyalizm inadımızın gücüdür, devrimin mümkün olduğunun simgesidir Küba…

Kürt Halkı Özgürlük Sürecini Derinleştiriyor! -Ali Efe

Geride bıraktığımız ay içinde İmralı’dan gelen değişik mesajlar hem sol hem de burjuva kesimler içinde önemli tartışmalara neden oldu.

Emperyalist Kriz Derinleşiyor... Türk Burjuvazisi Bıçak Sırtında Yürüyor… Toplumsal Muhalefet Yükseliyor… YA DEVRİM? -Tahsin Doğan

Siyasal ifşaatlar, yani yönetici sınıflara ait sırların piyasaya dökülmesi, egemenlerin artık eskisi gibi yönetemediklerinin, bir yönetim krizine girdiklerinin önemli bir belirtisidir

13

İdeolojik Politik Üretim ve Eğitim Sorunu Onur Yücel

17

Ekim Ruhunu Kuşanmak - Sinan Can

18 19

Bilimsel sosyalizm, doktrin değil, harekettir, ilkelere değil, kanıtlara dayanmaktadır. Çıkış noktaları, şu ya da bu felsefe değil, şimdiye kadar ki tüm tarihtir ve özellikle bu tarihin uygar ülkelerdeki çağsal gerçek ürünleridir.

Özellikle Kürt özgürlük mücadelesinin yükselişe geçtiği yıllarda kemalizm ile kısmi bir kopuşma yaşar gibi görünse de, kemalizm ile istikrarlı bir mücadeleye girişememiş ve köklü bir kopuş sağlayamamıştır.

19 Aralık ve Mücadele Mevzileri - Birindar

19 Aralık 2000… Devlet, alay edercesine „Hayata Dönüş“ adını verdiği operasyonda o güne kadar görülmedik bir şiddet ve pervasızlıkla tüm cezaevlerine bombalarla, yangınlarla, gazlarla, kurşunlarla saldırdı… 28 tutsak öldü, onlarcası yandı, yaralandı, sakat kaldı…

Faşist Darbeye Giden Yolda Maraş Katliamı - Feza Yılmaz

23 Aralık’ta Kahramanmaraş’taki olaylar karşılıklı çatışma boyutunu tamamen yitirerek, bütün solculara ve alevilere dönük bir kıyama dönüştü

Devrimci Cephe - Aylık Siyasi Dergi - Aralık 2010 -Sayı : 2 Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü : Okan Duman Bülbül Mahallesi, Küçük Şişhane cad, No:3-5 Daire 4, Beyoğlu/ Taksim, Tel: 0212 297 70 97 www.devrimcicephe.org

-

info@devrimcicephe.org

Avrupa İletişim: Limmatstrasse 206, 8005 Zürih/ Isviçre avrupa.zh@devrimcicephe.org Basım Yeri Gün Matbaacılık ltd. Şti. Beşyol Mahallesi Akasya Sokak No 23/a Küçükçekmece İstanbul


Devrimci Cephe

Mücadelenin gerekliliklerine ve yarına hazır olmalıyız... Bedir Aydın Yaşadığımız süreç mücadelemizin önüne koyduğu kimi hedefler ve yaşanan koşulların aşılmasında belirlediği politikalar, sancılı ve çalkantılı bir sürecin ardından güç ve olanaklarını, dinamiklerini daha bir açığa çıkarmıştır. Bundan sonraki süreç, kendine güveni esas alan bir temelde, dinamiklerini iyi istihdam eden, güçlendiren bir örgütlenmeye tekabül edecektir.

tecrübeden geçtik. Şimdi tüm bunları devrimci hareketin daha ileri bir adımı için kullanmanın zamanıdır. Bunu yaparken bulduğumuz cevaplar, bizim tarih karşısında sorumluluklarına sahip çıkan bir yapı olduğumuzu belirleyeceği gibi, geleceğimizi belirleyen, bize adım attıran, nitel değişimlere uğratan bir gelişmeyi de beraberinde getirecektir.

Dün bir arayışla değil, dağınıklığı ve eylemsizliği statüko haline getiren Türkiye devrimci hareketinin bugününe bir müdahaleydi. Türkiye sosyalizminin birleşme ve ayrılık kültürüne bir müdahaleydi. Toparlanmayı ve bu toparlanmanın etrafında kendini yeniden tanımlamayı hedeflerken, bugün içinde bulunduğumuz aşama, kendini tanımlamayla işe başlayacaktır. Bu tanımlama, tarihedir. Bu tanımlama, toplumsal ve sosyal sürecin çatışmasında oynanan roledir, bu tanımlama, hedef ve amaçların belirlenmesinedir. Dünün sancılı, sıkıntılı sorunları, yeni bir yönelimin kaçınılmaz sonuçlarıydı. Bu sonuçlar bilimsel düşünülmez, ele alınmazsa, pratik sonuçlardan olumsuzluklara varmak kolay olur. Ya da kendini tekrar eden gelişmelerle düşünmeye varır. Bunu aşan ve kolay kolay bu cendereye hapsolmayacak bir deney ve Artık kitlelerin karşısına, onların dünyasını da darlaştıran dünün sorunlarıyla ve “nasıl yapacağız?”, “ne diyeceğiz?” vb. baskılan­malarıyla, güvensizlikler taşıyan sorularla değil, yeni süreci onlara da kavratmaya dönük bir bilinçlenme eylemi ile çıkacağız.

Artık kitlelerin karşısına, onların dünyasını da darlaştıran dünün sorunlarıyla ve “nasıl yapacağız?”, “ne diyeceğiz?” vb. baskılanmalarıyla, güvensizlikler taşıyan sorularla değil, yeni süreci onlara da kavratmaya dönük bir bilinçlenme eylemi ile çıkacağız. Ve geleceğimizin teorik ve pratik projesini insanlarımızın önüne koyarak, eylemini ve yaşamını buna göre ayarlamasını isteyeceğiz. O yüzdendir ki, artık geçmişin çarpık ve zaaflarla dolu ilişki biçiminden hareketle, ne bugünü açıklama ne de geleceği bunun üzerinde temellendirme yöntemi benimsenmelidir. Geçmiş, sadece deney ve tecrübeler ışığı altında, irdelenerek, bugünün dinamiklerine hizmet eder hale getirilmelidir. Bizim hedefimiz, bilimsel düşünüş ve eylemimiz bu yönde olmalıdır.

“Devrim yaptık diye sevinen insanlar, daima ertesi günü, ne yaptıklarını kendilerinin de bilmedikleri sonucuna varırmış. Çünkü gerçekleştirilen devrim, yapmak istediklerine hiç benzemiyormuş.” (Engels) Engels’in bir devrim karşısında insan topluluklarının karşılaştığı hayal kırıklığına yaptığı bu vurgu, bizlerin hareket olarak, toparlanmaya dönük hedeflerinin ne denli gerçekleştirilip, gerçekleştirilmediğine dair bir sonucu çağrıştırır. Hayatın karşımıza çıkardığı yeni sorunlar, her zaman, bizim yeni bir sürece girerken beklediğimiz koşullardan bambaşka bir tabloyu karşımıza çıkaracaktır. Her yeni gelişme, eskiye ait kimi sorunları ortadan kaldırırken, ondan daha karmaşık yeni sorunları ortaya çıkaracaktır. Ve bu yeni sorunlarla boğuşurken, geçmişte karşımıza çıkan ve çözdüğümüzü, artık geride bıraktığımızı düşündüğümüz bir çok sorunun farklı bir boyutta yeniden karşımıza geldiğine de tanık olacağız. Tarih biraz da budur. Ve hiçbir zaman düz bir hatta yürümüyor. En mükemmel düşünceler, belirlemeler bile, insanlığın çatışma, ilerleme-gerileme diyalektiği içerisinde pek anlamlı olmuyor. Ve “neden böyle?” demekle tarihin akışı değiştirilemiyor. Tarih, niyetlerden, düşüncelerden, belirlemelerden bağımsız, bu çelişki ve çatışmalar içerisinde ilerliyor. Böyle olduğu için tarih olmuştur. Yoksa tarihin ve insanlığın zenginliği olmazdı. İşte önümüzdeki süreçte, “nasıl başlamıştık, hedeflenen neydi, sonuç ne oldu?” vb. sorularını yeniden sorarken kendimize, hayal kırıklığı yaşamak istemiyorsak, materyalist tarih anlayışının 3


Aralık 2010 gerektirdiği bilimsellikle olaylara bakmalıyız. Sürecin başlangıç evresinin koşulları, dinamikleri, insan unsuru, vb. ile hedeflenenler, ve bugün gerçekleşip gerçekleşmemesinin sonuçları arasındaki bağı iyi görmeliyiz. Olay ve olguların gelişim diyalektiği, kendini sarmalayan koşullar içerisinde bütünlüklü biçimde ve gelişim çizgisini kavrayacak tarzda ele alınmalı ve sürecin analizi bunun üzerine oturtulmalıdır. Yoksa sürecin salt pratik sonuçları ile “başarı-başarısızlık” ekseninde ele alınması, sağlıklı ve bilimsel sonuçlara varmayı engeller. Böyle bir yaklaşım, geçmiş hedeflerin dar bir çerçeveyle sınırlandırılmasını getireceği gibi, yeni hedeflerin de belirsizleşmesine neden olur. Gebelde ideolojik-felsefi gerilikten kaynaklı olarak, pratik sonuçların başarısı ve başarısızlığını “ölçme” eğiliminin yaygın olduğu bir sır değildir. Bu yanlarımızı görmeli, eksikliklerimizi gidermeli, geriliklerimizi aşmalıyız.

açıkladığımız oranda, sorunların çözümünde yol açıcı işlev gördüğü oranda hem bilimsel, gerçekçi olmakta, hem de yaşama cevap vermektedir.

Bugün “nereden başlamalıyız” sorusu bizim için geride kalmıştır. Artık yeni bir sürece “nasıl” başlayacağımızı

rum, değişimleri yaşadığı oranda, kendi aralarındaki iç dengeyi etkilediği oranda burjuva partilerine de yansıyor.

tartışacağız. “Neden böyle oldu” sorusunu yakınmacı bir tarzda değil, sonucu yaratan gelişmeleri değerlendirip sonuçlar çıkarmak açısından ele alacağız. Elbette yaşamla teorik belirlemeler arasında her zaman bire bir örtüşme sağlamak, beklemek mümkün değil. Teori daha çok, soyuttur. Yaşam ise zengin ve karmaşıktır. Bu bilinçle olgular, olaylar ele alınmalıdır. Ancak önümüzde karmaşık ve zorlu görevlerin, sorunların beklediği bir aşamada, teori bunlara çözüm bulmada anahtar rolü oynar. Olayları, olguları 4

Zira ülkemiz oldukça karmaşık bir süreçten geçiyor. Sistemin oluşumunda belirleyici bir rol oynayan emperyalizmin Yeni Dünya Düzeni adı altında sürdürdüğü politikalara paralel, oligarşinin, Türkiye’nin ekonomik, siyasi hayatına yeni bir çehre kazandırmayı hedeflediği görülüyor. Bu sürecin geleneksel politikalarına yansıyan bu duBugün “nereden başlamalıyız” sorusu bizim için geride kalmıştır. Artık yeni bir sürece “nasıl” başlayacağımızı tartışacağız. “Neden böyle oldu” sorusunu yakınmacı bir tarzda değil, sonucu yaratan gelişmeleri değerlendirip sonuçlar çıkarmak açısından ele alacağız

Emperyalizmin uluslararası düzlemde attığı her adım ve Türkiye’nin ekonomik-siyasi hayatı üzerinde yarattığı her etkilenme, doğaldır ki Türkiye burjuvazisini zorlamakta, bu gelişmeye ayak uydurmaya yöneltmektedir. Ve bugün sistem kendini yeniden yapılandırmaya kilitlenmiştir. Burjuvazi cephesinden yaşanan bu karmaşık sürecin analizi yapılmadıkça, sürecin önünü açmak, mücadelenin bütün boyutlarında ilerleme kaydetmek mümkün değildir. Bu, sorunun bir cephesidir. Diğer cephesini ise, Türkiye solunun içinde bulunduğu ideolojik bulanıklık oluşturmaktadır. Dünya çapında sosyalist hareketin yaşadığı yenilgiyle birlikte, 12 Eylül yenilgisinin yarattığı şiddetli etkiler ve sorunlar iç içe geçerek, Türkiye solunun

kendini yeniden yapılandırması için bir zemin sunmuş durumdaydı. Ancak bu başarılamamış, bu zeminin sunduğu olumlu koşullar, yeni yeni gelişmelerle kendini yok etmiştir. Burjuvazi, Kürt hareketini sistem içine çekmeye çalışırken, sola yönelik daha şiddetli bir saldırının da ön adımını atmış durumda. Ve bu şiddetli saldırının asıl ayağını ideolojik boyutu oluşturmaktadır. Sorunlarını yıllardır çözemeyen sol, karşısına çıkan yeni sorunlarla gündemi belirlemekten tamamen uzaklaşmıştır. Bu ise, sol açısından yeni sorunlar demektir. Kısacası, solun kendini yeniden yapılandırmada ve mücadelede asli unsur haline gelmede atması gereken ilk adım, bu süreçlerin karmaşıklığına getireceği teorik aydınlanma olmak zorundadır. Bu teorik aydınlanma sağlanamadığı sürece, sistemin karşısında bir duruş sergilemek istense de, neticede onun değirmenine su taşıyan olmaktan kurtulunamaz. Bugün sol cephede sosyalizm adına sistemi aklayan kimi değerlendirmeler, belirlemeler bu karmaşanın bir sonucudur. Keza sosyalizm savunusuna rağmen mücadelede ve sistem karşısında bir işlev taşımayan, adeta sistemin istediği bir çerçevede duran kimi sol yapılanmalar da sonuçta aynı noktadadır. İdeolojik ve teorik mücadelenin asıl görevi, bu karmaşık süreçlerin tanımlanması ve devrimci alternatif bir gücün yaratılmasına hizmet etmesidir. İçinde bulunduğumuz sürecin esas olarak bu noktada kendini dillendireceği açıktır. Birincisi, hem burjuvazi cephesinden, hem de sol cepheden yaşanan karmaşık sürecin tanımlanmasıdır. İkincisi, devrimci hareket yönelik saldırı, komplolar karsısında bunları boşa çıkarma becerisi. Üçüncüsü, gelecek projesini ortaya koymada daha atılgan olmak. Kendimizi bu üç cephede her boyutta hazırlamalıyız. Kısır ve dar bir dünyaya kendimizi hapsedersek, bırakalım ön açıcı olmayı, kendimizi tanımlama becerisi bile gösteremeyiz.☆ bediraydin@devrimcicephe.org


Devrimin 51. Yılında Küba: NEP mi Perestroyka mı?

Devrimci Cephe

Ayse Baran

Biz Türkiyeli devrimcilerin yüreğinde Küba her zaman yumuşak bir yer tutar. Küba değil midir efsanevi Che Guevara’yı duvarımıza poster yaptıran; Küba değil midir Domuzlar Körfezi’nde emperyalizmi dize getiren; Küba değil midir, Birleşmiş Milletler toplantısında Fidel Castro üzerinde yeşil üniformasıyla kürsüye çıkıp kükrediğinde yüreğimize yağ bağlatan; Küba değil midir, Sovyetler Birliği çöktüğünde sosyalizmi her şeye rağmen dimdik tutan? Biz Türkiyeli devrimciler için Küba ve Castro emperyalizme direnmenin bayrağıdır, sosyalizm inadımızın gücüdür, devrimin mümkün olduğunun simgesidir Küba… Geri ülke devrimlerine “daha fazla Vietnam” sloganıyla kattığı üslup yeniliğiyle özgündür Küba devrimi, devrime sadece proletaryayı değil en geniş kesimleriyle küçük-burjuvaziyi de katarak estirdiği heyecan rüzgârıyla eşsizdir… Bütün bunlardan ötürü bizler Küba’ya bakarken nesnel olmakta güçlük çekeriz. İnancın ve umudun simgesi Küba’nın herkese ve her şeye rağmen ilelebet dimdik ayakta kalacağı fikrine toz kondurmak istemeyiz. Bu yüzden, Castro geri çekilip yerini kardeşi Raul Castro’ya bıraktıktan sonra açıklanan ekonomik önlemlerin yarattığı “Küba kapitalizme mi geçiyor” kuşkusu hepimizi derinden sarstı. Bu korkunun üzerine uluslararası büyük medya da hemen atladı ve Castro’nun bertaraf edildiği, Küba yönetiminde büyük ayrılıklar yaşandığı çarşaf çarşaf yayınlandı, Fidel Castro ile Raul Castro arasında düşmanlık olduğu, kardeş Castro’nun Çin modeline yakın olduğu üzerine ayrıntılı analizler yapıldı, Fidel Castro elden ayaktan ve de iktidardan düşmüş bir ihtiyar olarak lanse edildi. Gazeteci Goldberg, Fidel Castro ile röportaj yaparken, Castro’nun “Küba modeli artık bizim işimize bile yaramıyor,” sözü,

aslında Küba’nın devrim ihracı teorisiyle ilgiliyken ve sosyalizm çalışmıyor demek değilken, kelime anlamıyla alındı ve Castro’nun sözleriyle, “Fakat kapitalizmin destekçileri ve Küba Devrimi’nin düşmanları kötü niyetle, kasten, medya şantajını kışkırtmak ve karışıklık ekmek için bu söylemi yaymakta hızlı hareket ettiler.” Uluslararası büyük medya, Castro’nun kapitalizmin Küba’ya girmesinin önündeki tek engel olduğu düşüncesinden hareketle, Fidel’i karalama kampanyasına iyiden iyiye hız verdi. Peki aslında Küba’da neler oluyor? Kapitalizm borazanlarını sevinçten havalara zıplatan ve Küba dostlarını üzen bu haberler ne dereceye kadar doğru? Küba gerçekten bir yol ayrımında mı? Bazı koşullarda devrim bir adım geri gidebilir. Buna Lenin’in NEP’ini de (Yeni Ekonomik Politika) örnek verebiliriz. Ama dönemsel ve taktik bir geri çekiliş ile teslim olmak birbirine karıştırılmamalıdır. Küçük bir ülke olan, ekonomisi dünya pazarlarına bağımlı, kapitalist ekonominin hamlelerinden etkilenen ve devrimden bu yana emperyalizmin kuşatması altında olan Küba küçülen ekonomisini kurtarmak için taktik bir hamle mi yapıyor, yoksa ülkeyi kapitalizme mi açıyor? Raul Castro, Goldberg söyleşisinin hemen öncesinde Küba’nın son iki yıldır yaşadığı ekonomik krizin gerekli kıldığı yeni reform paketini açıklamış ve kamu sektöründe çalışanların sayısının düşürüleceğini, küçük işletmelerin destekleneceğini ve yabancıların Küba’dan anlaşmalar yaparak 99 yıllığına toprak kiralayabileceklerini, yatırım yapabileceklerini duyurmuştu. Yeni düzenlemelerle bireylerin işyeri açması ve işçi çalıştırması üzerindeki denetimler azaltılmakta, özel mülkiyet ve pazar mekanizmaları desteklenmektedir.

Aslında ekonomik önlemler Küba’da Sovyetler Birliği’nin çöküşü ertesinde de bizzat Fidel Castro tarafından da uygulanmıştı. Sosyalist bloğun çöküşü Küba’yı derin bir krizin içine sürükledi ve Küba ekonomisi 1990’da %2,9, 1993’te de %14,9 oranında küçüldü. Yiyecek kıtlığı baş gösterdi, enerji tüketimi %50 azaltıldı. Fidel Castro krizden çıkmak için bir dizi reform gerçekleştirdi ve bu “özel dönem” sürecinde dolarizasyon sonucu paralel bir ekonomi gelişti, 1995’te yabancı yatırımcıların yatırımlarının yüzde yüz sahibi olmalarına izin verildi ama bu uygulanmadı. Yaklaşık 350 şirkete ithalat ve ihracat izni verildi. Raul Castro’nun açıkladığı yeni düzenlemelerde ise küçük işletmelere Küba tarihinde ilk kez ücretli işçi çalıştırma izni veriliyor, kendi işinin sahibi olanlar ve aile işletmeleri yeni bir vergi sistemine göre vergilerini ödeyecek, ayrıca sosyal güvenlik katkısının %25’ini karşılayacak. Küba bu önlemle küçük işletmelerden alınan gelir vergisini %400 artırmayı hedefliyor. Evlerinin odalarını kiralayanlar gelirlerinin %20’sini, lokantalar ise %40’ını vergi olarak verecek. Küba’da hâlihazırda 170 bin cuenta propista (kendi işinin sahibi) var ve bu yasal rakam. 1990’ların başında bu rakam 210 bine çıkmıştı. Küba’da nakdi ücret görece düşük, ama Kübalılar büyük yardımlar alıyor ve ücretsiz ev, ulaşım, eğitim, sağlık bakımı ve karne sistemiyle yiyecek olanaklarına sahip. Burada sorun sosyal ücretlerin artık Kübalıların yaşamlarını sürdürmesine yetmemesi ve temel ihtiyaç maddelerinin büyük kısmı başka döviz kurlarına çevrilebilir (CUC) peso’larla yapmaları. Bu CUC’lar 24 Küba peso’suna eşdeğer. 5


Aralık 2010 Alınan diğer bir önlem de yabancı yatırımcıların toprak kiralama sürelerinin 50 yıldan 99 yıla çıkarılması. Küba yönetimi bunu özellikle turist sanayinde “yabancı yatırımcılara daha fazla güvenlik ve garanti” sağlamak olarak açıklıyor ve Kanada şirketlerinin adada büyük golf alanlarına sahip lüks tatil siteleri kurma çalışmalarına başladığından söz ediliyor. Açıklanan ve açıklanması beklenen önlemlerin eşitsizliği artırmasından, özel sermaye birikimine yol açmasından ve planlı ekonomiye büyük zarar vererek kapitalizme geçiş yönünde çok güçlü bir süreci başlatmasından korkuluyor. Aslında bütün bu önlemler akla öncelikle Rus devriminin 1920’lerdeki NEP politikasını getiriyor. Yeni Ekonomik Politika (NEP), Lenin tarafından Rus ekonomisini yaşadığı zorluklardan kurtarmak için uyguladığı bir programdı. NEP döneminde özel üretime (özellikle tarım sektöründe) tavizler verildi ve yabancı sermayeye de tavizler sunuldu. Devlet bankaların, dış ticaretin ve büyük sanayilerin denetimini elinde tutarken küçük işletme ve dükkânların özel kâr edinmelerine izin verdi. Genç Sovyet devletinin yoksulluğu nedeniyle Bolşevikler Sibirya gibi muazzam büyüklükte bir bölgenin gene muazzam maden potansiyelini işleyecek güce sahip olmadığından Lenin Sibirya topraklarını yabancı kapitalistlere kiralamaya bile hazırdı. NEP süreciyle Küba’daki yeni ekonomik önlemler paketi arasındaki benzerlikten yola çıkarsak, ekonominin kilit noktaları devlet denetiminde kaldıkça ve iktidar işçi sınıfının elinde oldukça böyle bir paketin kendi başına sosyalizme karşı bir tehdit oluşturmayacağını söyleyebiliriz. Ama bu cümledeki hayati nokta “ekonominin kilit noktaları devlet denetiminde kaldıkça ve iktidar işçi sınıfının elinde oldukça” kısmıdır. Ancak ve ancak bu yapılırsa, Lenin’in yaptığı gibi küçük bir özel sektöre izin verilebilir. Sosyalist bir ülkenin, hep tekrarlıyoruz, emperyalizmin ağır kuşatması altında bunca yıl ayakta kalabilmesi bile başlı başına bir başarıdır ve bu başarıda siyasi iradenin ve onun öncülük ettiği Küba halkının devrimci dirayetinin payı birinci sırada gelir. Küba, Sovyet sisteminin çökmesinden sonraki 6

ekonomik sıkıntılar yüzünden 90’lardaki “özel dönem”den bu sağlam tavırla çıkmıştır çıkmasına, ama aynı devrimci insan maddesi sağlamlığını, üstelik küresel krizin ağırlığı da binmişken, örneğin önemli bir yer tutan turizm gelirleri hatırı sayılır ölçüde azalmışken, bir kez daha bambu ağacı gibi esneyerek gösterip gösteremeyeceğini izlemek gerekiyor. Çünkü Küba’nın önündeki yol ayrımı iki yöne açılır: daha önce yazdığımız gibi NEP gibi bir yan yoldan ana sosyalizm yoluna ya da perestroyka benzeri bir kapitalizme geçiş yoluna… Küba’nın eşiğinde durduğu bu yol ayrımında güvenilmesi ve yaslanılması gereken en temel dayanaklardan biri, Küba halkının daha önce defalarca gösterdiği gibi devrimi savunmak adına fedakârlıkta bulunmasıdır, daha net bir ifadeyle Küba halkının sosyalist sağlamlığı

ve kolektif yaşama içkinleşmiş insan üretici gücü, insan maddesidir. Yalnız akılda tutulması gereken nokta, bu yolun aynen NEP gibi uzun süre alabilecek olması, sosyalizm karşıtı sınıfları güçlendirebilecek böyle süreçleri yönetmenin de, bu süreçlerden çıkışın da bir nevi devrimsel özellikler taşıyacak olmasıdır. Dolayısıyla siyasi önderlik bu süreçte çok büyük önem taşımaktadır ve sürecin sıkıntılarının halkın psikolojik direnç noktalarında kırılmalara yol açmasının önüne geçmek için devrimi varlıklarıyla bütünleştirmiş bir kitle ve kadro yapısına ihtiyacı olacaktır. Tıpkı Lenin sonrasında olduğu gibi Castro’nun olası yokluğunda da kitlenin devrimci ruhunu yüksek tutmak devrimin bu süreçten çıkmasının nirengi noktalarından biridir. Küba’daki siyasi kadrolar bu devrimsel ruhu taşımaz, aksine son dönem sosyalizminde olduğu gibi sosyalizmi post-modern post-marksist

ideolojiler eşliğinde pazar ekonomisiyle bütünleştirmeye çalışırsa, o zaman bu süreçten karşımıza yeni bir prestroyka örneği çıkartabilirler. Küba devrimi 51 yıl ayakta kaldıktan sonra bütün kuşatılmışlıklar altında şimdi böyle bir sınava koşulmaktadır. Bu bağlamda geleceğe dair umut veren bir olgu da, Latin Amerika’da yükselen sol iktidarlar ve sol hareketlerdir. Venezuela’da, Bolivya’da, Ekvator’da ve öteki Latin ülkelerinde yükselen sosyalizm, eğer birleşik bir hareket yaratabilirse, hem bölge halklarının hem de Küba halkının ekonomik kalkınmasında büyük rol oynar, emperyalizme karşı güçlü bir blok da oluşturulmuş olur. Özellikle Chavez’in bu yöndeki çabaları göz ardı edilmemelidir Küba devriminin bu zor sınavı, tüm dünya devrimcilerine Küba devrimine olan borçlarını hatırlatmalıdır. Küba ABD emperyalizminin burnunun dibinde devrim yaparken ve bu devrimi sürdürürken tüm dünya devrimcilerine de motivasyon, güç ve inanç aşılıyordu; Küba bize gerçekçi olmanın sınırlarının imkânsızı istemekte bulunduğunu gösteriyordu… Bugün aynı Küba gene emperyalizmin kuşatması altında gene imkânsızlıkları arıyorsa, biz devrimcilerin görevi de ondan aldığımız devrimci enerjiyi bu devrimci ülkenin işini kolaylaştıracak şekilde devrimci akıma dönüştürmektir. Bölgesel dayanışmayı yükseltmek ve devrimci özünü artırmak, Küba’dan devrimci mücadele ve devrimci inat adına çok şey öğrenen dünya devrimcilerinin enternasyonal dayanışmasını sağlamak sadece Küba’nın ekonomik zorluklarından kurtulmasına yardımcı olmakla kalmaz, bu çabaları küresel bir devrimci akıma dönüştürme görevini de önümüze koyar. Küba devrimine olan borcumuz, bizi devrimci görevlerimize on kat daha inatla, on kat daha hırsla ve devrimci öfkeyle sarılmaya sevk etmeli, sosyalist bir ülkenin yaşadığı sıkıntıdan tüm dünyayı saracak devrimci bir ateş yakmaya yöneltmelidir. Viva Cuba demek, yaşasın işçilerin ve yoksulların devrimci iktidarı demektir, bunu asla göz ardı etmemek gerekir.☆ aysebaran@devrimcicephe.org


Devrimci Cephe

Kürt Halkı Özgürlük Sürecini Derinleştiriyor! Ya da Türk Solunun Kürt Özgürlük Hareketine Bakışı Üzerine… Ali Efe Geride bıraktığımız ay içinde İmralı’dan gelen değişik mesajlar hem sol hem de burjuva kesimler içinde önemli tartışmalara neden oldu. Öcalan’ın yakın zamanlı birkaç görüşme notunda devletin bazı kesimlerinin Kürt sorununun çözümünde AKP’den daha ileri tutum aldığını belirtmesi üzerine, BDP önümüzdeki seçimlerde CHP’yle bir ittifak yapılıp yapılamayacağını yoklarken, hemen ardından gene Öcalan’ın bu kez fethullahçı kesimle ittifak arayışlarına kapı açan değerlendirmeleri tartışmaları hâlâ süren bir gündem oluşturdu. Bütün bunlar olurken gene Öcalan, daha önce Haziran’a kadar verilen eylemsizlik sürecinin Mart’a çekilebileceğini söyledi, ardından bir düzeltme yaparak eylemsizliğin Haziran’a kadar geçerliğine bir daha vurgu yaptı. Bütün bu salınımlı veriler, aslında Kürt siyasetinin manevra genişliğinin bir taramasından ziyade, bu geniş yayılımlı mücadeleyi izleyen devrimcisinden burjuvasına kadar Türk siyasetinin bakış dağınıklığını ortaya koyan özel bir örnek kesit elde etmemizi sağladı. Kürt özgürlük hareketine yakın duran devrimci kesimler genellikle bu konuları tartışmaktan uzak dururlarken, Kürt özgürlük çizgisine mesafeli duran kesimler Türk burjuvazisinden beklentili buldukları bu yaklaşımlarda Kürt halkının özgürlük arayışlarının karşılığını göremediklerini belirttiler. Türk burjuvazisi ise eylemsizliğin Mart’a çekilmesi sonrasında felaketini görmenin karamsarlığına doğru yuvarlanmışken, yeniden uzatılmasından derin bir oh çektiler. Hele ki üstüne fethullah teması önermesi gelince büyük bir keyif ve iştihayla konunun üstüne atladılar. TC’nin Hegemonya Yitimi Bundan tam bir yıl önce, DTP’nin kapatılması üzerine Kürt milletvekillerinin

meclisi terk etmelerinin yarattığı korku, sonra BDP milletvekilleri olarak yeniden meclise dönmeleriyle nasıl engelleyemedikleri sevinç çığlıklarına dönüştüyse şimdi de yeniden Haziran garantisi verilen eylemsizlik ve aynı zamanda CHP ve fethullaha yönelik esneklikler de benzer tepkilere neden oldu. Türk burjuvazisi Kürt halkının artık istediği anda çekip gidebileceğini anlamış durumdadır. Kürt halkının TC sistemi içinde kalmasının yegâne koşulunun onların bunu böyle istemeleri olduğunu artık gizli açık ifade ediyorlar. Bu yüzden de özellikle liberallerden tutun AKP’nin danışmanlarına kadar herkes, Kürt özgürlük hareketinin CHP’yle, olmadı, ama özellikle fethullahla ilişkilenmesini özel bir durum olarak niteleyerek olumlu anlamlar yüklüyor. Örneğin Serdar Turgut, cemaatin Öcalan’ın bu teklifine olumlu yaklaşmasını istiyor, Ruşen Çakır bu yaklaşımı Kürt hareketinde “stratejik bir değişiklik” olarak görüyor. Sistemin kalemşörleri, oluru olmazından öte, böyle bir yakınlaşma ihtimalinin bile sistem açısından hayati öneminden bahsediyor, çünkü sistemi oluşturan politik kurumlarla yakınlaşma politikası öncüleyin Kürt halkının sistem içinde kalma iradesi olarak kabul edilmektedir. AKP’nin siyasal danışmanları ise Kürt hareketinin kendi siyasal yaklaşımlarını onu sistem içinde tutmanın araçları kılma doğrultusunda akıl yürütüyorlar. Örneğin, Erdoğan’ın “CHP danışmanı” olarak bilinen Ertan Aydın,

CHP’nin BDP’yle birleşmesinden %6,5 oy kazanacağını ve konuya AKP oyları açısından bakmamak gerektiğini söylüyor. Önemli olanın “milli birlik projesi” olduğunu, “BDP’nin CHP’yle ittifak yaparak Türkiye’ye entegre olması”nın iktidarı memnun edeceğini söylüyor. Erdoğan’ın başdanışmanı Yalçın Akdoğan ise, peş peşe dile gelen geniş salınımlı öneriler karşısında “Öcalan’ın şifreleri”ni çözmenin derdine düşerek, Kürt hareketinin sistem içinde kalabilmesi için BDP’nin “Türkiye partisi” olmasını ısrarla istiyor. Kürt İllerinde İkili İktidar Gerçeği Türk burjuvazisi ve onun organik aydınları “Öcalan’ın şifreleri”ni çözmeye çalışırken, bu arada Kürt halkı, öğrencisi,

kadını ve genciyle dur durak vermeden sokak gösterilerini sürdürüp, bunları kendi “asayiş” örgütlülüğü içinde yönetiyor; anayasa’sından ekolojiye birçok konuda toplantılar ve kurumsal çalışmalar geliştiriyor, yerel ve uluslararası otoritelerin katılımlarıyla kendi konuları üzerinde derinleşirken sürekli halk toplantılarıyla kolektif bilinç her gün yeniden üretiliyor. 7


Aralık 2010 Ve en nihayetinde KCK Yüksek Adalet Divanı, “Kürt düşmanlığı yaptığı için” AKP’li yöneticiler hakkında soruşturma başlatıyor. Ve sürecin gerçek karakteri burjuva yazarlar tarafından çaresizlik içinde itiraf edilmektedir. Yalçın Doğan, Milliyet gazetesindeki sütununda ayrı bir devlet işlevi açısından sadece ayrı para basılmadığını belirttiği Kürdistan’daki gelişmeleri sıralayıp, “farkında mısınız arkadaşlar, Kürtler gidiyor” diye şaşkınlıkla bu gidişten bir çıkış aranırken, Akşam gazetesi bir sempozyumda gündeme getirilen ve “terör uzmanı polis müdürü Fatih Özgül”ün hazırladığı bir raporu manşete çekiyor: “Adamlar de facto devlet kurdu” diye yırtınıyor, polis memuru. Bu artık bir “ikili iktidar” durumudur, sömürgecilerle kurtuluş hareketi arasındaki mücadelede “stratejik denge”nin oluşturulması demektir. Hatırlanacağı gibi Öcalan, TC çözüme yönelmediği takdirde “ikili iktidar”ın gelişeceğini Eylül başında belirtmişti, şimdi Kürt illerindeki siyasal aşama budur.

8

Devrimci Hareketin Analitik Yöntemsizliği Türkiye devrimci hareketi, olayları kendi tarihsel süreçleri içinde kavramakta gösterdiği yetersizliği en çok da Kürt özgürlük mücadelesini değerlendirirken göstermektedir. Kürdistan’da gelişmeler, Kürt özgürlük hareketinin öncülüğünde son derece istikrarlı bir süreçte, son derece bilinçli bir yönlendirmeyle bir halkın özgür “devletleşme”sine doğru giderken, İmralı’dan yapılan önermeleri bu tarihsel bağlamından kopartarak kolaycı suçlamalara yönelmek, pratikle bağı oldukça zayıflamış Türk solcusunun kaba doktriner tutumu olmaktadır. Devrimci hareketin küçük burjuva yapısında kolayca yer tutan kemalizm ya da vülger marksizm gibi ideolojik ve tarihsel arka planları bir kenara bıraktığınızda bile, Türkiye devrimci hareketinin Kürt özgürlük hareketinin politika tarzı konusunda asgari bir analitik bakış geliştirmediği ortadadır. Türkiye devrimci hareketi Kürt hareketini kendi gerçeği ve tarihsel süreci üzerinden değil, daima kuru, içi boşalmış kavramlar üzerinden değerlendirmeyi tercih etmiştir.

Bu yüzden de, bütün kesimleriyle kendi iç dengelerinde çaresizlikle boğulan Türk burjuvazisi, sisteme bağlı kalması için sadece ve sadece Kürtlerin kendi yönelimleri üzerine hesap yapar durumdadır. Bu yüzden Kürtler tarafından geliştirilen CHP yönelimine, fethullah yönelimine sistemin can simidi olarak asılırlar. Ama bütün bu yönelimlerin Kürt özgürlükçülüğünün “demokratik özerklik” programına giderek temel oluşturmakta olan demokratik komünalizme tabi süreçler olabileceğini bir tek bizim devrimcilerimiz görmez.

Kürt özgürlük hareketinin özellikle paradigmal değişim sonrasında post modernizmden ödünç aldığı kimi kavramlarla kendi gerçeğini izah çabası marksizmin teorik zemininde karşılık bulamasa da, Kürt özgürlük mücadelesinin bu kavramlara yüklediği pratik politik karşılıkları, eğer ki Kürt özgürlükçülüğünü Türkiyeli bir devrimin strateji planına yerleştiriyorsanız, Türkiye devrimci hareketince mutlaka anlaşılmak zorundadır.

Bu artık bir “ikili iktidar” durumudur, sömürgecilerle kurtuluş hareketi arasındaki mücadelede “stratejik denge”nin oluşturulması demektir. Hatırlanacağı gibi Öcalan, TC çözüme yönelmediği takdirde “ikili iktidar”ın gelişeceğini Eylül başında belirtmişti, şimdi Kürt illerindeki siyasal aşama budur.

Bu konuda Kürt özgürlük hareketinin kendi siyaset tarzını tarifi “Apocu siyaset tarzı” olmaktadır. Türkiyeli bir devrimci, dışarıdan bir bakışla, Apocu siyaset tarzını, olumsuz koşullarda tedrici politikalarla en devrimci sıçrayışları yapma birikiminin sağlanması olarak tanımlayabilir. Hareketin Ankara’da devlet kontrolünden çıkışla partileşmesi, o dönem itibariyle Kürt halkının en geri konumda tutulduğu bir ülkede, Suriye’de ordulaşmasıyla bir taraftan bu siyaset

Özgürlük Hareketinin Siyaset Tarzı ve Önderlik Tandemi

tarzı oluşturuldu, bir taraftan gelişmeler bu siyaset tarzına göre yönlendirildi. Aynı siyaset tarzı anlayışıyla yapılan Avrupa çıkışı, kuramla her zaman doğrusal bir politik karşılığı olamayacağını ağır bir şekilde kanıtladıysa da özellikle 1 Haziran atılımı, İmralı koşullarında bile bu siyaset tarzına inisiyatif üstünlüğü getirdi. Denebilir ki, 1 Haziran atılımından itibaren Kürt özgürlük mücadelesinde bir önderlik tandemi oluştu. Bilindiği gibi tandem, takip destekli bitişik sistemleri tanımlamak için kullanılıyor. Örneğin çift pervaneli ağır nakliye helikopterleri ya da çift kişilik bisikletler ya da futbolda kanatlardaki orta saha ve defans oyuncularının birbiriyle destekli olarak hücum ve savunma yapmalarında bu kavram kullanılıyor. Kürt özgürlük hareketinin Haziran rönesansından sonraki kurmay tarzını en iyi bu kavramla tarif edebiliriz. Kürdistan’da gelişmeler, Kürt özgürlük hareketinin öncülüğünde son derece istikrarlı bir süreçte, son derece bilinçli bir yönlendirmeyle bir halkın özgür “devletleşme”sine doğru giderken, İmralı’dan yapılan önermeleri bu tarihsel bağlamından kopartarak kolaycı suçlamalara yönelmek, pratikle bağı oldukça zayıflamış Türk solcusunun kaba doktriner tutumu olmaktadır Bu sistemin açıklamalarını Öcalan’ın görüşme notlarında bulmak mümkündür. Öcalan İmralı’da kendini “barış pozisyonu”nda tutarken, barış koşullarının gelişmediği süreçlerde “savaş kararı”nı PKK’ye bırakıyor. PKK ise, önderliğini “asla boşa düşürmeyecek” bir bağlılıkla ama “eylemsizliği uzatma kararını alırken zorlandıklarını” belirtme ihtiyacı duyacak kertede savaş kararı alma inisiyatifini ne zaman kullanacağını bir kuyumcu hassaslığıyla ölçtüğünü ifade ediyor, çünkü Öcalan, devleti yeteri kadar barışçı olmamakla suçlarken, PKK’yi de “yeteri kadar devrimci olmamakla” eleştirebiliyor. Dolayısıyla Kürt halkının özgürlük mücadelesinde Öcalan’ın zorladığı barış ve demokrasi çizgisiyle, bu çizginin sömürgecilik tarafından geçersiz kılındığı koşullarda PKK eliyle yükseltilecek “görkemli direniş” perspektifi bir arada yürütülüyor.


Devrimci Cephe diğerleri yanında, bir nedeni de budur. Kavrayamazlığın getirdiği gevşeklik gündemdeki düşman saldırıları karşısında sıkı barikatlar kurmanın önünde engel olacaktır. Kürt Liberallerinde Savrulmalar Kürt özgürlük hareketinin politik önermelerine karşı benzer bir yaklaşım, benzeşik sınıfsallıklar itibariyle Kürt liberallerinde de görülmektedir. Lafzı Değil Ruhu Türkiye devrimci hareketi, o dönem için belki biraz da haklı görülebilecek nedenlerle uzak durduğu için, Kürt özgürlük hareketinin Ferhat-Botan döneminden sıyrılışını, özgürlük mücadelesi tarihinde neredeyse bir Kültür Devrimi niteliğinde yer alan 1 Haziran hamlesini anlamlandıramadı. Öcalan’ın sözlerini mücadelenin amaçlarından ve tarihsel gereklerinden kopartarak içkin ruhuyla değil lafzi olarak ele alan Ferhat-Botan pratiği, mücadeleyi ucuz pahalı pazarlamaya kalktığında gerillanın ve diğer öncülerin direnişine tosladı ve mücadelenin özgürlükçü ruhu sadece tasfiyecileri tasfiye etmekle kalmadı, 1 Haziran rönesansına yol açtı. Türkiye solcuları, Kürt özgürlük hareketinin bu özgün dinamiklerinin ve otuz yılı aşkın bir zamandır mayalanan gerilla dokusunun henüz ayrımında değiller. Gerillanın, tarzı gereği bir emek hareketi olduğunu unutup, bir de üstüne tarihsel koşulların emperyalist saldırı altındaki bölgelerde ya devrimci ya hiç olma ikilemine mahkûm ettiğini görmezden gelince Kürt hareketinin siyasal tarzı kolay mahkûm edilebilir kavramlar olarak görülüyor. Türkiye devrimci hareketinde Kürt özgürlük hareketine uzak durmayı sürdüren kesimler bu hareketin siyasal tarzını anlamamaktaki ısrarlarını doktriner eleştirellikle sürdürürken, yakın durmaya özen gösteren kesimlerin büyük bölümü de bu yakın duruşu, yaşamı açıklayamamanın ürünü bir politik suskunlukla sarmalanmış pragmatik bir pratik olarak uyguluyor. Türkiye devrimci hareketinin Kürt özgürlükçülüğü ile kalıcı beraberlikler kuramamasının, herkesin her fırsatta yinelemesine rağmen Kürt özgürlükçülüğüyle cepheleşememesinin,

Kürt liberaller, statükoda kendilerine yer açacak bir uzlaşma düzeyini yeterli gören sınıf eğilimleri nedeniyle, Kürt halkının daha ileri özgürlük taleplerinden ve bunu zorlayan mücadele perspektiflerinden rahatsız oluyorlar. Örneğin, Öcalan’ın ya da özgürlük hareketinin kurmaylarının demokratik cumhuriyet paradigmasına, ortak yaşama, barışa ilişkin yapılabilecek en ileri fedakârlık hamlesine ilişkin, silahların susturulmasına ilişkin bir ifadesini sürecin ana doğrultusu olarak bayraklaştırabiliyorlar. Kürt liberaller, “demokratik barış” politikasına güç veren “görkemli direniş” tandemini kopartarak barış politikalarını mutlak uzlaşmacılığa dönüştürmek istiyorlar. Futbolda, tandem kopukluğunda gol atmakta oldukça zorlanırken, çok kolay gol yersiniz. Liberaller, demokratik barış programını kendi orta sınıf eğilimleri gereği eksikli kavrayıp, eksikli kavratmaya çalıştıkları için Öcalan’ın ve KCK kurmaylarının tepkisi bu uzlaşmacı sınıf eğilimine karşı haklı olarak yükseliyor.

vazisinin siyasal temsilcisidir. Dolayısıyla geleneksel ümmetçi ideolojik yapısı ve söyleminin yan sıra geleneksel Türk sömürgeciliğinin de bir parçasıdır. Yeni Türk burjuvazisi ve AKP, bezirgân orta Anadolu’daki sermaye yoğunlaşmasını islami ideolojik akışkanlık içinde Ortadoğu’ya yayabilmek için Kürt topraklarını aşmak zorundadır. Referandum haritası yeni Türk burjuvazisinin pazar egemenliğinin nasıl bir kuşatma altında olduğunu göstermektedir, aynı zamanda. Dolayısıyla yeni Türk burjuvazisi, Kürt topraklarını kendi sermaye ve siyasal hinterlandı kılmak ve öyle tutmak zorundadır. AKP, bu nedenle, Kürt sorununu kendi pazar egemenliğini kurumlaştıracak tarzda yönetmek istemektedir. Bu nedenle Kürt sorununun çözümünü bölgenin orta Anadolu sermayesine entegrasyonu süreci olarak değerlendirmektedir. İmralı görüşmelerine hiç yanaşmaması, seçimlerle kendi önünü görecek bir düzlüğe çıkmayı beklemesi bu nedenledir.

Duran Görüşmeler ve 1 Mart

AKP’nin Çözümü: Sömürgeciliğin Çözümü

Bu durum, aynı zamanda İmralı görüşmelerinin müzakereye geçemeden, diyalogdan da geriye düşmesini açıklamaktadır. Zaten Devrimci Cephe sütunlarında da sürecin donma gösterebileceğine ilişkin ön belirlemeler yapmak bu veriler eşliğinde mümkün olmuştu. AKP’nin sürecin derinleşmesine ihtiyaç duymamasının yanı sıra, görüşmeleri zorlayan Amerikan eğiliminin de Irak’taki hükümet süreci sonrasında geri çekilmesi, daha ileri görüşme düzeylerini sömürgeciler açısından dayanaksız kılabilecek faktörlerdir. Hele ki, 13 yıl aradan sonra yapılan KDP kongresinde Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı öne çıkan bir söylem olduktan sonra, Türkiye zeminindeki Kürt sorununun çözümünde emperyalistlerin ve işbirlikçilerin durağanlığı yoğunlaştırmaya, Kürt özgürlükçülüğünün ise süreci zorlamaya daha da asılacağı söylenebilir.

Bilindiği gibi AKP, küresel sistemin, klasik TC’yi ılımlı islam ve devletçi Kürtle yeniden yapılandırmasının bir aygıtı olarak ortaya çıktı. AKP, 7 bin yıllık Anadolu tüccarlığının 80 süreciyle şirketleşmesiyle oluşan yeni Türk burju-

Her ne kadar eylemsizlik Haziran ayına kadar uzatılmışsa da, 1 Mart tarihinin öyle ya da böyle önümüzdeki döneme ilişkin düşülmüş bir not olduğu unutulmamalıdır.☆ aliefe@devrimcicephe.org

Kuşkusuz Kürt liberallerin bu tutumunda sadece Kürt özgürlük hareketinin siyaset tarzını anlayamamak gibi bir masumiyet yoktur. Kürt liberallerin ümmetçi ideolojisini öne çıkardıkları AKP’ye umutvar bakışları daha belirleyici bir nedendir.

9


Aralık 2010

EMPERYALİST KRİZ DERİNLEŞİYOR… TÜRK BURJUVAZİSİ BIÇAK SIRTINDA YÜRÜYOR… TOPLUMSAL MUHALEFET YÜKSELİYOR…

YA DEVRİM ?

Siyasal ifşaatlar, yani yönetici sınıflara ait sırların piyasaya dökülmesi, egemenlerin artık eskisi gibi yönetemediklerinin, bir yönetim krizine girdiklerinin önemli bir belirtisidir. Bu veri ışığında, uluslararası gündemin zirvesine yerleşen Wikileaks rüzgârı, uzun süredir kendini yenilemekte tıkanan küresel sürecin sanki yeniden düzenleme hamlesinin bir işaret fişeği gibi değerlendirilebilir. Uluslararası burjuvazinin yönetim krizi, bunu bir genel krizin yansıması olarak görmemizi sağlayacak derinlikte uluslararası bir mali kriz eşliğinde gündeme gelmektedir. Uluslararası mali krizin savaş arayışları

2008 mali krizi bütün verileriyle sürmektedir. Emperyalistler el ele vererek bu büyük krize çözüm arama girişimlerinde başarılı olamamışlardır, çünkü başarılı olmalarının emperyalizmin yapısal özellikleri gereği imkânı yoktur. Sermayenin her gün büyümek zorunda olan doğasının ve kapitalizmin eşitsiz gelişiminin gereği finans kapitalizmin merkezi grupları arasındaki çelişkiler zaman zaman sadece “savaşlar arası dönemlerin mütarekeleri” (Lenin) olarak dinginleştirilebilir. Latin Amerika’dan Uzak Doğu’ya kadar masa altından tekmeleşmeler şeklinde sürdürülen emperyalistler arası didişmeler, kendi nihai duruşlarını kur savaşlarında açığa vurmaktadır. Seul’de tam da uluslararası “para bunalımı”nı konuşmak üzere G20’nin toplandığı bir momentte, Vietnam savaşı nedeniyle altının “genel eşdeğer” kimliğini yerle bir eden Amerika, uzun süre kontrol altına alınmaya çalışılan dolar hovardalığına bir kez daha kendi başına karar vererek yönelmekten geri durmadı. Piyasaya 600 milyar dolar sürmeye karar verdi. Ardından dolara biraz spekülatif değer katabilmek için Kuzey Kore’ye provokasyona yöneldi. 10

Bu sırada, esas olarak Amerika kaynaklı 2008 mali krizine trilyon dolarlık katkı sunarak çözüm bulmaya çalışan Avrupa ve elbette esas olarak Alman ekonomisi, euro bölgesini vurmaya başlayan kriz darbeleriyle sendelemeye başladı. Yalanlanmasına karşın, Merkel’in euro’dan çıkılabileceğine dair sözleri Avrupa’nın ciddi basınında yer aldı. İrlanda’sı, Yunanistan’ı ve Portekiz’i derken İspanya’nın ciddi bir darboğazla sırada olması, Almanları bir kez daha ceplerine davranmak zorunda bırakıyor. Krizin etkisini yumuşatmak üzere Almanlarla IMF’nin pazarlıkları oldukça sert geçiyor. Piyasaya dolar sürmenin Amerikan ekonomisine hiçbir rahatlama getirmeyeceğini, 2008 krizinin ertesinde gene piyasaya sürülen iki trilyona yakın doların hiçbir iyileşme yaratmamasından bilebiliyorsak ve ikinci paylaşım savaşından bu yana sindirilmiş Alman sermayesinin pazar rekabetini sürdürürken kendini gizlemeye dikkat ettiği Avrupa kabuğu altından çıkma işaretleri vermekte olduğunu gözleyebiliyorsak emperyalist yeniden paylaşımda mütareke süreçlerinin giderek sonlarına doğru gelinmekte olduğunu söyleyebiliriz. Ya eski İngiliz başbakanı Gordon Brown’un sözlerine ne demeli? Batı sürece müdahale etmezse on yıl içinde Asya’ya üstünlüğünü yitirecekmiş… Emperyalist birikimin mütareke süreci bitmekte derken, elbette görülebilir bir vade için kastımız büyük emperyalist devletlerin yalın kılıç birbirlerine dalacakları değildir. Emperyalizmin krizden çıkış yöntemi olarak sürekli devreye soktuğu “düzeltici

Tahsin Doğan

savaş” konseptinin giderek pratik politik bir muhtevaya dönüştürülmesinin emperyalistler açısından ne kadar dayatıcı olduğunu söylemeye çalışıyoruz. Türk burjuvazisi efendilerine karşı bayrakları indiriyor Son Nato zirvesinde kararlaştırılan “füze kalkanı” düzenlemesi İran’a karşı yapılan mevzilenmede ileri bir hamle oluşturdu. İran müdahalesinin en önemli en önemli önkoşullarından biri olarak görülen İsrail-Filistin barışında Yahudi yerleşimlerini konu olmaktan çıkaran demagojik bir barış düzeyinin oluşturulacağı basında yer alıyor. Ve bölgede başat aktör olma sevdalısı yeni Türk burjuvazisinin yol açtığı çatlaklar gene ona doldurtuluyor. Lizbon öncesi “komşularıma karşı olmaz, kumanda bizde olur” türü bütün kabadayılıklarını tebessümle hafife alan Nato genel sekreterinin “biz onu hallederiz” dediği gibi, Erdoğan sessiz sedasız imzasını atıp yerine oturdu. Şimdi de İsrail’le yeniden tokalaşma ödevi önünde duruyor. Erdoğan gene “özür” diyor, “tazminat” diyor, söylemi yukarıdan tutmaya çalışıyor

ama artık emperyalistler hem onun karakterini, hem de iktidar sınırlarını çoktan ölçmüş durumdalar. Clinton’la yapılan Wikileaks diyaloğundaki gibi “üzüntü”yle


Devrimci Cephe “özür”ü birbirine katıp kendi pozisyonunu aklayan bezirgân ahlâkına yol verdikleri sürece elde edemeyecekleri hiçbir sonuç kalmamış durumdadır. Değerlendirmesi sadece sürecin siyasal okunması üzerinden Devrimci Cephe sütunlarında başarıyla yapılan Toronto buluşmasında Erdoğan’a diplomasi kurallarının ötesinde bir yönelmede bulunulduğunu yakın zamanda Birant’ın Amerika notlarından okumak mümkün oldu. Hatırlanacağı gibi, Erdoğan bu toplantı sonrasında uzatılmış bir tatille ortalıklarda gözükmedi ve ardından siyasal varlığını 2011 seçimlerine endeksleyen bir yol haritasıyla piyasaya çıktı. Korku Erdoğan’ın ağzından ta Lübnan’da dile getirildi: “Sıcak parayı kontrol edemezseniz o sizi kontrol eder, durumunuz felaket olur,” dedi. Tarif ettiği kendi durumuydu. İktidarda kalabilmek için burnuna gönüllü olarak taktırdığı çengel, Erdoğan’ı artık emperyalistlerin tefi nasıl çaldığına bağlı olarak dans ettirecektir. Toronto buluşmasında emperyalistler yeni Türk burjuvazisine Ortadoğu’nun değneksiz dolaşabilecekleri bir yer olmadığını hatırlattılar. O zamandan bu yana, referandum başarısına karşın AKP kendi pozisyonunu efendilerinin gösterdiği doğrultuda ayarlamaya başlamış durumdadır. Çünkü AKP iktidarı, emperyalizmin TC devletinden, medyasına, sermayesinden parlamentosuna kadar doğrudan Türkiye’nin bir iç olgusu olduğunu bilmenin ötesinde, kendini ayakta tutabilmek için kapıları sonuna kadar açtığı sıcak para girişinin, kumandası emperyalist merkezlerin elinde olan bir bomba olduğunu ve kendisine karşı kullanılacağı tehdidini algılamaya başlamış durumdadır. “Türk parası namustur, değerini düşürmeyiz” sözleriyle ülkeye giren yabancı paranın Türk parası karşısındaki değerini koruma sözü veren Erdoğan, bu sayede üretim değerleri sürekli negatif gösteren Türkiye’yi belki bir zamanlar Demirel’in söylediği gibi “70 sente muhtaç” hale getirmedi, ama kırıldığında milyarla onarılamayacak bir kristal saray haline dönüştürdü. Ülke ekonomisinde hovardalığını sürdüren

sıcak para miktarının 150 milyar dolar civarında olduğu belirtiliyor. Bunun sadece %20’si kadarı doğrudan yatırım halinde, geri kalanı hemen kaçmaya hazır kâğıtlar halinde bulunuyor. Geçen yıl küresel çapta 800 milyar dolar dolayındaki para akışının yaklaşık % 7 si Türkiye’ye olmuş durumda. Finansal genişlemenin bu boyutları Türkiye’yi bankacılık sektöründe küresel bazda ön sıralara tırmandırırken, reel ekonomi temelinde ise hızla diplere çekiyor. Yapılan bir araştırmaya göre ekonomik veriler, geçtiğimiz yıl bankacılıkta 50 sıra birden yükselirken, zaten iyice diplerde olan reel ekonomi sektöründeki düşüşünü 7 sıra daha (139 ülke içinde 127. sıraya) ilerlettiğini gösteriyor. Giren sıcak para miktarı bütçe açığını yarı yarıya azaltırken karşılığında döviz açığı denilen cari açık 4 katı birden artıyor. Ekonomistler, bu yılın cari açığının 2008 kriz yılındaki 48 milyar dolarlık rekoru kıracak diye tahminler yürütebiliyorlar. 80’lerle birlikte Türkiye’nin de bir parçası kılınan neo-liberal ekonomik sistemin para hareketlerine neredeyse kontrolsüz bir serbestiyet tanıması geri ülke ekonomilerini küresel finans kapitalist odakların tercihlerine mahkûm etmiş durumdadır. Amerika’nın piyasaya dolar sürmesiyle, uluslararası para sistemine bindirdiği yükü azaltmak için bu dolarları yeniden FED’in kontrolüne çekmesi zorunluluğu, geri ülke ekonomilerinde para piyasası oyunlarının da vaktinin geldiğini bize göstermektedir. Tüm bu işaretler nedeniyle Erdoğan “Türk parasının değeri namusumdur” demesine karşın Türkiye Merkez Bankası faizleri yükseltme ihtiyacı duydu, hatta Merkez Bankası başkanı enflasyon değerlendirmelerimizi gözden geçirmeliyiz, diye mırıldanmaya da kalktı, ama yetersizdir, çaresizdir. Korku Erdoğan’ın ağzından ta Lübnan’da dile getirildi: “Sıcak parayı kontrol edemezseniz o sizi kontrol eder, durumunuz felaket olur,” dedi. Tarif ettiği kendi durumuydu. İktidarda kalabilmek için burnuna gönüllü olarak taktırdığı çengel, Erdoğan’ı artık emperyalistlerin tefi nasıl çaldığına bağlı olarak dans ettirecektir. İran ve İsrail politikalarındaki dümen kırışlar Erdoğan’ın ipliğini, tribünlerine oynadığı Ortadoğu ülkelerinde bile açığa çıkartmaktadır. Artık

gün geçmiyor ki bir Arap basınında Erdoğan’ın ikiyüzlü politikalarına karşı bir değerlendirme çıkmasın. Tefeci bezirgân şirketleşme üzerinden yürütülen ekonominin reel üretim sektörleriyle ilişkisini çoktan kesmesi içerde istihdam oranlarında büyük düşüşler getirdi. Ekonomik büyüklük olarak dünyanın ilk onuna girme mavallarının yanı sıra Türkiye işgücü istihdam sıralamasında bir yılda 11 sıra birden düştü. Kadını ev ekonomisinin esiri haline getiren ideolojik yapılanma üretimde kadın istihdamında Türkiye’yi dünyanın neredeyse en geri ülkesi konumuna getirmiş durumdadır. (136 ülkenin 131.si) Türkiye’de artık dört kişilik bir ailenin açlık sınırı (922 lira) asgari ücretin (518 lira) neredeyse iki katı durumdadır. Dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı (yaklaşık 2500 lira) ise asgari ücretin beş katı durumdadır. Açlığın, yoksulluğun, adaletsizlik ve ahlâksızlığın zirve yaptığı ve daha da derinleşeceği gün gibi açık olan bir kriz konjonktürü yaşamaktayız. Toplumun bütün ezilen kesimleri bu gidişe karşı muhalefetlerini gün güne yükseltmeye başlamıştır. Barış görüşmelerindeki tavsamaya karşı, KCK operasyonlarının sürmesine karşı kendi “demokratik özerklik” programını hayata geçirmek için Kürt illerinin sokaklarında Kürt sivil toplumunun egemenliğini kurmaya yöneldi bile. Kürt illerinde serhildan artık günlük bir yaşam tarzı olmuş durumdadır. Kürt halkı demokratik komünalizm yolunda Kürt halkı İmralı görüşmelerinin müzakereye geçeceğine dair barış umudu dolu beklentilerini, daha evvelki umutlu süreçlerde olduğu gibi uzun uzun zamana yaymıyor artık. Kürtler, AKP’nin, geleneksel TC’den on kat daha istismarcı olduğunu kavrayalı çok oldu. Barış görüşmelerindeki tavsamaya karşı, KCK operasyonlarının sürmesine karşı kendi “demokratik özerklik” programını hayata geçirmek için Kürt illerinin sokaklarında Kürt sivil toplumunun egemenliğini kurmaya yöneldi bile. Kürt illerinde serhildan artık günlük bir yaşam tarzı olmuş durumdadır. Kürt illerini kazanmak11


Aralık 2010 tan umudunu kesen AKP iktidarı, Kürt halkı üzerindeki statüko egemenliğini doğrudan geleneksel TC anlayışına terk etmiş görünüyor. Bir yandan TSK, hiç aralıksız medya savunma alanlarını top atışına tutarken, geleneksel devletçi aydınlar ve kimi Kürt liberaller Kürt hareketinin ileri hamlelerini siyasal ve ideolojik düzeyde durdurma görevini üstlenmeye çalışıyorlar. Kürt halkının sivil yönetim talep ve girişimlerine karşı yasadışılık suçlamalarıyla sanki yeni iddianameler hazırlamaktalar. Ama bütün bu girişimler, Kürt halkının Kürt illerinin sokaklarında öz yönetimsel, özerk egemenliğini gün be gün inşa etmesinden ve bunu için mücadeleyi yükseltmesinden başka bir sonuç vermiyor. Sınıf, toplumsal muhalefetini, geleneksel tarzda gerekenin gerisinde ve var olanın arkasında tutturduğu pozisyonuyla sürdürürken DİSK’in “acil demokrasi” programı, önümüzdeki seçimlere kadar sosyal demokrasinin belki de emek eksenli yeniden yapılandırılmasının tohumlarını ekiyor.

Gençlik “Dev-Genç” tarihiyle buluşma yolunda Metropol kitlelerinde ise devrimci aydın gençlik, referandum sürecinde kazandığı siyasal ivmeyi kendi demokratik mücadelesinin bir parçası haline dönüştürerek kendi devrimci tarihiyle buluşmaya doğru hızlı bir seyir tutturmuş durumda. Erdoğan’ın rektörlerle yaptığı toplantıyı protesto eylemleri, toplumun geniş kesimleri tarafından özlenen muhalefet düzeyine bir gösterge oluşturduğu için en geniş kesimlerin meşruiyet algısında kendine önemli bir yer buldu. “İleri demokrasi”nin, en demokratik hak olan toplantı ve gösteri hakları konusunda Fethullahçı polis eliyle yürürlüğe konması, AKP’nin liberal maskesini biraz daha düşürdü. AB baş müzakerecisi sıfatındaki Egemen Bağış’ın “polise yönelik orantısız güç kullanımı” ironisi, yetmez ama evet’çi liberal aydınları bile irkilten bir kara mizah örneği oluşturdu. Gençlik, aydın sosyalliğinden ve tarihsel devrimci köklerinden getirdiği 12

mirasla önümüzdeki sürecin en önemli devrimci kitle ve kadro gücü oluşturmaya aday olduğunu, YÖK vb gibi sistem örgütlenmeleriyle aydın gençliğin tarihsel potansiyellerinin üstesinden gelmenin mümkün olamayacağını kanıtlarcasına “üniversiteler bizimdir” sloganını, kentli bir devrimci demokratik muhalefetin başlangıç dizeleri olarak haykırmaya başlamıştır. Aleviler Pir Sultan’cı özünü yokluyor Bütün açılım programlarının temelinde olduğu gibi Alevi açılımında da Alevi halkın sünni devlet dini tarafından asimilasyonunu esas alan AKP’nin takiyeci kimliğini iyi kavrayan Alevi kitleler demagojik vaatlere karşı kendi istemlerini yükselterek somut programlar için mücadeleyi öne çıkartmaya başlamışlardır. Zorunlu din derslerinin kaldırılması, diyanetin lağvedilmesi, cem evlerinin ibadete açılması gibi istemler gerici AKP iktidarınca küfür sayılarak reddedilmiştir. Referandum döneminde Sünni gerici seçmeni etrafında kilitlemek için geliştirdiği Alevi düşmanı üslup AKP iktidarında giderek derinleşecektir, çünkü gündemdeki seçimlerde Erdoğan referandumda kendine oy veren tabanın bütün temel eğilimlerini ön planda tutma kararlılığındadır. Ankara’da gerçekleştirilen oturma eylemiyle dile getirilen zorunlu din dersinin kaldırılma talebi AKP kurmaylarınca “dinsizlik” olarak nitelendirildi. Diyanetin başında az çok ılımlı tavırlar sergileyen Ali Bardakoğlu tasfiye edilerek yerine hem Kürdistan’da, hem Alevi halk içinde sünni inkârcılığı örgütlemekte kararlılığını gösteren Mehmet Görmez’in getirilmesi AKP’nin önümüzdeki siyasal süreçte gerici sünni tabanı daha pekiştirerek kendine bağlamak istediğinin somut göstergesidir. Bu gösterge aynı zamanda başta Aleviler olmak üzere sünni olmayan inanç kesimlerine yönelik baskıcı, en hafifinden görmezden gelen bir tutum alınacağının ön verisi olmaktadır. Bu yüzden önümüzdeki 24 Aralık Maraş katliamına ilişkin kitlesel Alevi tepkisini Erdoğan hükümetinin nasıl karşılayacağını gözlemek önemli olmaktadır. İşçiler, içlerindeki “proleter”i arıyor Ve işçi sınıfımız... Tekel direnişiyle önemli bir silkinme yaşayan işçi mu-

halefeti, o günden bu yana henüz bütün ülkeyi etkileyen genel çarpışmalar içine girmedi, ama bir genel mücadelenin fitilini hep yanık tutacak kertede mevzi mücadelelerden de eksik kalmadı. Buca’da belediye işçilerinin, Mersin’de metal işçilerinin yanı sıra, Kardemir işçilerinin kendi sınıf güdüleriyle yükselttikleri direniş hattı, ülkede her an yeni bir Tekel coşkusuna dönüşecek proleter bir muhalefetin kurgulanmakta olduğu bir esinti sağlıyor. Sınıf, toplumsal muhalefetini, geleneksel tarzda gerekenin gerisinde ve var olanın arkasında tutturduğu pozisyonuyla sürdürürken DİSK’in “acil demokrasi” programı, önümüzdeki seçimlere kadar sosyal demokrasinin belki de emek eksenli yeniden yapılandırılmasının tohumlarını ekiyor. Devrimci hareket kitle eyleminin çok gerisinde bulunuyor Bütün bu potansiyellerin emekten ve halklardan yana özgürlükçü ve demokratik gelişmelerin dinamiği olabilmesi kuşkusuz ki devrim ve demokrasi güçlerinin cepheleşmesini, kolektif yapı ya da davranış blokları oluşturabilmesini şart koşuyor. Bu nokta ise Türkiye devrim ve demokrasi güçlerinin en zaaflı yanını oluşturuyor. Üzerine çok konuşuldu, aşılamadı. O zaman konuşmaktan ziyade yaşamda bu kolektiviteyi zorlamak, uzun yıllardan sonra belki yeniden meydanlarda, üniversitelerde oluşturduklarıyla, yaptıklarıyla Türkiyeli proletarya aydınlarını örnek almak daha somut yol almamızı sağlayabilir. Sınıf, toplumsal muhalefetini, geleneksel tarzda gerekenin gerisinde ve var olanın arkasında tutturduğu pozisyonuyla sürdürürken DİSK’in “acil demokrasi” programı, önümüzdeki seçimlere kadar sosyal demokrasinin belki de emek eksenli yeniden yapılandırılmasının tohumlarını ekiyor.

Konuşmaktan ziyade yaşamda bu kolektiviteyi zorlamak, uzun yıllardan sonra belki yeniden meydanlarda, üniversitelerde oluşturduklarıyla, yaptıklarıyla Türkiyeli proletarya aydınlarını örnek almak daha somut yol almamızı sağlayabilir.☆ tahsindogan@devrimcicephe.org


Devrimci Cephe

İdeolojik Politik Üretim Ve Eğitim Sorunu “Bilimsel sosyalizm, doktrin değil, harekettir, ilkelere değil, kanıtlara dayanmaktadır. Çıkış noktaları, şu ya da bu felsefe değil, şimdiye kadar ki tüm tarihtir ve özellikle bu tarihin uygar ülkelerdeki çağsal gerçek ürünleridir.” (F. Engels, “Komünistler ve Karl Heinzen”, aktaran: Aforizmalar, Marx ve Engels, s. 73) Yaşadığımız çağın gelişmeleri, olağanüstü ve baş döndürücü bir hızla, insan toplulukları üzerinde önemli bir etki yaratırken, yaşam ve alışkanlıklardan, değer ve ideallere kadar bir dizi değişmeyi de beraberinde getirmektedir. Bu, insanın ve tarihin gelişim yasasıdır. Emperyalist-kapitalist kampın, yaşanan çağı “bilgi çağı” diye adlandırması, üretim ve bölüşüm sorunlarından, pazarlama sorunlarına kadar birçok konuyu bilgiyle bütünleştirmesi, kapitalist sistemin temellerini güçlendirmeye dönük bir amaç yanında, bu bilgi sayesinde, insanın sistem içerisindeki yerini belirleyerek sisteme daha bir sarılmasını sağlama amacını da taşımaktadır. Yoksa artık, insanları sisteme bağlamada klasik söylemlerle yetinilmiyor. Sisteme bağlanmada o kadar çok araç devrede ki, kişi bu araçların dışında kendisine yer bulamamakta, adeta bir çember içinde, doğal ama zorunlu bir yaşayışı tercih noktasına gelmektedir. Öyle ki, uzay teknolojisi ve internet kavramı, bilgi çağını nitelendirmektedir. Ve bu sayede insanlık üretim, bölüşüm yanında haberleşme, alışveriş, vb. her konuda manipüle edilebilmekte, sistem adeta, çatışma, kavga ve rekabeti, bilgisayar ekranlarında yaşatmaktadır. Sosyalizmin yenilgisiyle birlikte, kapitalizmin kendi üstünlüğünü gösterdiği alan daha çok bu alanda hissedilir oldu. Kapitalist-emperyalist sistem düne göre

kendini daha güvende hissetmekte ve dün sosyalizmin kötülükleri, kapitalizmin erdemleri üzerine anti-propaganda amaçlı reklamlar, dezenformasyon çalışmaları artık ikinci planda kalmaktadır. Şimdi bilgi çağının tüm

Onur Yücel

konumda. Her türlü sapkın akım sosyalizmin hataları derken aslında sosyalizmi reddetmekte. Dünya devrimci hareketleri içerisinde güçlü bir akımın olmayışı, bu gelişmelerin önünü almada devrimci güçleri zorlamaktadır. Daha doğrusu bu olumsuz gidişata, yığınların daha fazla sistemin kölesi olmasına, sosyalizmden uzaklaşmasına dur diyebilecek bir irade zayıflığı söz konusudur. Bu nedenledir ki, sosyalizm adına bir çok akımın söz söyleme, değerlendirme, analizlerde bulunma ya da mahkûm etme yaklaşım ve tavırları ön plana çıkabilmekte.

Artık üstün ve yenilmez bir sistem olarak, kapitalizmin temellerini güçlendirmeye çalışan burjuvazi, insanlığın karşısına, demokrasi, barış vb. kavramlarını da kullanarak çıkabilmekte, sosyalizm düşüncesi içerisinde bulunan kesimleri etki altına alarak, sistem karşısında tehlike olmaktan çıkarabilmekte...

Türkiye devrimci hareketi açısından da olumlu bir gelişmenin olduğunu söylemek mümkün değildir. Soldan etkilenen geniş halk yığınları, giderek soldan uzaklaşmakta, solun tabanı ve çalışma alanı daralmakta, bu daralmanın yarattığı olumsuz sonuç, bir yanıyla bir kısır döngü, bir yanıyla küçülme siyaseti olmaktadır. Dahası, burjuvazinin saldırılarının yarattığı bu sonuç, solda derin bir inanç yitimine yol açmakta, kadrolar üzerinde coşku havası, militan ruh, örgütsel çalışma, kitlelere siyaset götürme, propaganda vb. konularda gevşek, hantal bir etki bırakmakta.

Öyle ki, bugüne kadar sosyalizmin ve sosyalist güçlerin sahip çıktığı değerlere sahip çıkarak, sosyalistlerin elinden almaktadır. Ulusların kaderini belirleme hakkı, barış-demokrasi, hak ve özgürlükler, anti-ırkçılık, vb. birçok kavram, burjuvazinin vurguladığı kavramlar olmuştur. Günümüzde emperyalist kapitalist sistemin YDD adı altında gerçekleştirdiği bu atılım, sosyalist güçler üzerinde ideolojik kırılmalara yol açabilmektedir. Nitekim, bugün sosyalizm adına savunu içerisinde bulunan birçok kesim sisteme hizmet eden bir

Türkiye solunun felsefi gelişmişliğinin olmayışı, güncel pratik üzerine siyaset oluşturma anlayışı, konjonktürel olayların üzerine ya da kimi gündemlerin solun lehine hava yaratmasıyla kurulan kitle bağları yada kitle örgütlenmeleri, sol için yeterli görülmüştür. Bugün emperyalist-kapitalist sistem her açıdan saldırıya geçmiş, karşısında bir güç görmediği gibi, karşı koyacak bir taktik de söz konusu değildir. Tabi bu durum yenilgilerden başını kaldıramamış bir sol için, daha bir olumsuz sonuç doğurmakta. Yaşanılanlara

gelişmeleri, adeta sosyalizmin ne denli geri bir toplumsal sistem olduğunu ispat etmeye dönük bir içerik taşımaktadır.

13


Aralık 2010 doğru, yerinde tanı koymak, kadroları ve kitleleri eğitmek, bu noktada önem arz ediyor. Soruna yüzeysel ve soyut teorik belirlemelerle bakma dönemlerinden çok ilerideyiz. Ama ideolojik kırılmalara ve irade zayıflamasına da bir o kadar uğramış durumdayız. Kendimiz de dahil, bir bütün olarak sosyalist hareketin kalkış noktası, ideolojik sağlamlığı yeniden yaratmak ve irade güçlenmesini sağlamaktır. Bugün herkes yenilgiden, hatalardan söz ediyor. Ancak yeniden ayağa kalkış için ciddi bir yoğunlaşmadan söz etmek zordur. Yılgınların, inkârcıların, düzene dönüşlerini meşrulaştırma amaçlı çalışmaları ile kıyaslandığında, devrimci cephede bir araştırma, inceleme çabasının dahi yetersiz kaldığı görülecektir. Ülkemiz devrimci-sosyalist hareketinde, politik seviyenin oldukça düşmesinin ve var olan birikimin yetersiz kalmasının rolü büyüktür. Ancak kendimizi eğittikçe, ideolojik olarak sağlamlaştırdıkça, iradi olarak da güçlenmeye başlayacağımız unutulmamalıdır. Bu ilerlemeyi yakalayan bir devrimci kişi ya da örgüt, mücadele ve eyleminde de daha güçlü vuruşlar sağlayacağı gibi, sarsılmaz, iç tutarlılığı olan bir duruşa da sahip olmuş demektir. Sosyalizm ve eğitim sorununu bu denli iç içe almamız, savrulmaların, düzene dönmelerin veya ideolojik kırılmaların bu noktada başlamasındandır. O yüzdendir ki eğitim ve sosyalizm bilimi iç içe olgular olarak yaşadığımız dönemde önemle üzerinde durulması gereken kavramlardır. Bugüne nasıl gelindi? Bugün tartışılan kavramlar, içinde bulunulan sorunlara aranan cevaplar hangi düşüncenin ürünü olarak ortaya çıktı? Devrimci güçler sosyalizmin yenilgisinden bu yana nasıl Bugün her­kes yenilgiden, hatalardan söz ediyor. Ancak yeniden ayağa kalkış için ciddi bir yoğunlaşmadan söz etmek zordur. Yılgınların, inkârcıların, düzene dönüş­lerini meşrulaştırma amaçlı çalışmaları ile kıyaslandığında, devrimci cephede bir araştırma, inceleme çabasının dahi yetersiz kaldığı görülecektir. bir seyir içindeler, kısaca da olsa bunlara değinerek eğitim sorununu ele alalım. Bugünden geriye dönüp baktığımızda, olağanüstü hızlı değişimler 14

yaşandığını görüyoruz dünyamızda. Bu değişimler sadece hızlı olmakla kalmayıp son derece keskin dönüşlere de tekabül ediyor. 1989’la günümüz arasında bunca zaman dilimi var. Ama bu zaman dilimi içine tüm emekçiler ve ezilen uluslar açısından büyük önem taşıyan birçok olay sığdı. 1989-90 yılları hiç de beklenmeyen gelişmelere sahne oldu. Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerin birbiri ardına çöküşü, dünyanın çeşitli bölgelerinde birçok devrimciulusalcı hareketin silahlı mücadeleden uzaklaşması ve mücadeleyi kapitalizmin çizdiği sınırlara hapsetmesi sosyalizmin dünya genelinde yenilgisini getirdi. Küba, hala sosyalizmde yollarına devam etse de, emperyalizmin şiddetli saldırıları karşısında ciddi geri adımlar atmak durumunda kaldı. Açıkça kabul etmek gerekir ki, sosyalist güçler bu alt-üst oluş sürecine hazır değillerdi. Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerde yaşanan sürecin kapitalist restorasyon süreci olduğu ve bu sürecin bir yerde kapitalizme kesin olarak geçişle sonuçlanabileceği hemen herkes tarafından bilinse de ne yazık ki bu teorik bir tespit olarak kalmaktan öteye geçmedi. Bu teorik tespitin pratikte yol açabileceği sonuçlar ve bunun sosyalist güçler-örgütler üzerindeki etkisi kimse tarafından ciddi olarak ele alınmadı, hesaplanmadı. Daha da ötesi, teorik olarak tespit edilenlerin sonuçları bir gün ortaya çıkınca, neredeyse tüm sosyalistler sanki bir mucize karşısındaymış gibi şaşkınlığa düştüler. Gelişmelerin bu tarzda olacağı hayal bile edilmemişti; hazırlıksızdılar. Yenilginin sonuçları ve buna karşı önlemlere ilişkin fikir teatisi bile yapılmamıştı. Bunun sonucunda, sosyalizmin yenilgisine sahip çıkmak ve bu sonuca yol açan nedenleri analiz ederek aynı hataları tekrarlamamak yerine yenilginin inkârı yolunu seçtiler,

görmezden geldiler. Yenilen şu ya da bu ülkeydi; zaten onlar daha on yıllar öncesinden bunu görmüşler ve bu ülkeleri sosyal emperyalist ilan etmişlerdi. Gerisi onları ilgilendirmiyordu. Bu çarpık, gerçekleri görmezden gelen anlayış elbette ki kimseye bir şey kazandırmadı. Aksine, sosyalizmin yenilgisine sahip çıkmamak sosyalizme yönelik ideolojik-kültürel saldırıları en üst noktasına çıkardığı gibi emperyalizmin dünya halkları üzerinde inşa ettiği egemenliğin de daha fazla pekişmesini beraberinde getirmiştir. Sosyalizmin yenilgisi bir inanç-güven yitiminin yaygınlaşmasına yol açtı. Dünyanın sosyalizmin yenilgisinin ardından kavuştuğu yeni yüze hazır olan tek gücün emperyalizm olduğunu itiraf etmek durumundayız. Dünyayı nasıl bir görünüme büründüreceğinin politikalarını çoktan hazırlamıştı. Yeni Dünya Düzeni ile çıktı halkların karşısına. Dünyada iyi gitmeyen ne varsa hepsinin tek sorumlusu sosyalizmdi, sosyalistler kötülüklerin tek kaynağıydı. Sosyalizmin neden olduğu çarpıklıkların, dengesizliklerin tek bir çözüm yolu vardı, bu da her derde deva olarak sunulan YDD idi. Özgürlük-bağımsızlık istemek halkların birbirine düşman olması, boğazlaşmaları demekti. Demokrasi ve barış sömürü ve uzlaşmayı onaylayan kavramlara dönüşmüşlerdi sanki. Dev iletişim tekellerinin desteğinde sürdürülen dezenformasyon bombardımanı düzene uygun kafaları hazırlamaya hizmet ediyordu. Bunlarla da kalınmadı; sosyalizm hayaleti bir gün yeniden dirilirse korkusuyla umutlar bile öldürülmek istendi. Sosyalizmin tanımının dahi içi boşaltılıp soyutlaştırıldı, tanınmayacak hale getirildi; bir alternatif olmadığı düşüncesi pompalanarak hayallerden bile silinmek istendi. Beynimize her gün yenilgiyi işleyen, kazanamayacağımızı vurgulayan, darbelerle, saldırılarla aynı


Devrimci Cephe kısır döngüye hapseden düşman halk yığınlarında moral değerleri zayıflatarak, devrimci güçlere mesafeli bir tutum içerisinde olmalarını sağlamaya girişti. Durum bu kadar “umutsuz”sa her şeyden vazgeçerek, emperyalizm karşısında boyun eğip yenilgiyi kabul ederek onun istediği gibi bir dünyanın, YDD’nin hizmetine mi girelim? Sosyalizm bir ütopyaydı, tesadüflerle gerçekleşti ve sürdü, uğruna mücadele edilecek bir ideal değil mi diyeceğiz? Tüm sosyalizm düşmanlarının aralarındaki tüm çelişkileri bir yana iterek, tek bir ses halinde saldırdıkları büyük usta Lenin izlememiz gereken yolun ne olduğunu şu sözleriyle gösteriyor bizlere: Umutsuzluğa ve düş kırıklığına kapılmamak için, bunalım kaynaklarının derinliğini iyi bilmek gerekiyor. İnsan üzerinden atlayıverip bunalımdan kurtulamaz, ancak o bunalıma karşı kararlı bir savaş vererek ayakta kalabilir. Çünkü bu bunalım bir rastlantının ürünü değildir. Bizleri sarıp sarmalayan bu karamsar koşulları yerle bir edip insanlığı gerçek mutluluğa taşıyacak ve tarihsel olarak kaçınılmaz olan sosyalizmi yeryüzüne indirebilmek için gerekli olan ilk koşul, yaşanan yenilginin nedenlerini ve ortaya çıkardığı sonuçların olumsuz etkilerini bilimsel bir tarzda analiz ederek bilince çıkarmak ve bunların aşılması için gerekli pratik adımları atmaktır. Bir başka şekilde ifade edersek, bilinci yükseltmek üzere ciddi bir eğitim sürecinden geçmek ve bu doğrultuda mücadeleyi yükseltmektir. Çünkü “insan içinde bulunduğu koşulları ve sömürüye dayalı sistemi sorgularken, bu koşulları ve sistemi değiştirmeye dönük eylemi birbiriyle kopmaz bağ oluşturur. Bilinç iradeyi güçlendirir, güçlenen irade ise eylemin başarısında rol oynar.” Bizim gibi ülkelerde, bir insanın devrimci saflarda yer alması sürecinde hiç kimsenin reddedemeyeceği bir gerçeklik söz konusudur. İstisnai koşullar dışında, bizleri devrimci saflara taşıyan temel unsur bilinç değil, duygularımız ve çevre ilişkilerimiz olmuştur. Bunun sonucunda, örgütlenmelerin taraftarları, hatta kadroları bir ideolojinin savunucuları gibi değil, adeta sıradan bir taraftarlık gibi

davranışlar göstermişlerdir. Sonuçta ideolojik olarak kendini güçlendirmeyen, bilimsel bir eğitimi hedeflemeyen, tutarlı sağlam bir duruşu gerçekleştiremeyen devrimciler olarak, burjuvazinin en ufak bir saldırısında, ideolojik kırılmalara uğrayabiliyoruz. Sosyalizmin veya devrimci mücadelenin eksik-yanlış, ya da olumsuz kimi sonuçlarını değiştirme yerine, burjuvazinin sorgulayıcı anlayışına düşebiliyoruz. Ya da sosyalizm mücadelesinden uzaklaşarak, sisteme dönmeyi tercih ederek, sistemi güçlendirebiliyoruz. Tasfiyeci dalganın dünya sosyalist hareketine büyük ölçüde egemen olmasında bu gerçekliğin küçümsenmeyecek bir payı vardır. Bu aynı zamanda devrimci yapıların gerçek sınıf tabanlarıyla yani işçi-emekçi sınıflarla neden bir türlü bütünleşemediğinin nedenlerini de açığa çıkarır. Bu saptama önümüzde duran temel görevler arasında belki de en önemlisinin eğitim sorunu olduğunu reddedilemez bir şekilde kanıtlamaktadır. Bugün, yaşanan sosyalizm deneyimlerinin bilimsel bir araştırma-incelemeye tabi tutulduğu kapsamlı bir çalışmayı da içeren ideolojik-politik üretimle bütünleşmiş bir örgütlenme faaliyeti, devrimcilerin önündeki en önemli görevlerdendir. Kendisine sosyalistim diyen herkes, bireysel olarak yetenek ve kapasitesini bu noktada zorlamak ve bu yetenek ve kapasiteyi kolektivizme aktarmak yükümlülüğünü hissetmelidir. Eğitimin bugün her zamankinden daha bir gerekli olmasının en az diğerleri kadar önemli bir nedeni de MarksizmLeninizmin tarihte eşine az rastlanır ölçüde çarpıtılması, emperyalizmin ideolojik-kültürel saldırıları karşısında emekçi yığınlardan uzaklaştırılmasıdır. Sosyalizmin güçlü ve prestijli olduğu dönemlerde her fırsatta isimlerinin başına Marksist-Leninist, komünist sıfatlarını ekleyenler, sosyalizmin yenilgisi karşısında geçmişlerini toptan inkâr eder oldular. Sosyalizm adına yaşanan olumsuzlukları üstlenmek yerine kendilerini aklayabilme çabasına girişip günahları “reel sosyalizm” olarak aşağıladıkları sosyalizmin üzerine yıktılar. Bunu yapmakla, tasfiyeciliğe teslim olduklarını, emperyalizmle kol kola girip emekçi kitlelerden uzaklaştıklarını bile

görmezden geldiler. Marksist-Leninist, komünist sıfatlarını unutmak-unutturmak için demokrat etiketini iliştirdiler bu kez de yakalarına. Önce dünya halklarını faşizmin pençesinden kurtaran Stalin’e saldırdılar. Sonra sıra Lenin’e geldi. Adım adım ilerleyip son olarak da Marks’a çevirdiler oklarını. Basının köşe başlarını tutan dünün “Marksistleri”, solcuları Bizleri sarıp sarmalayan bu karam­ sar koşulları yerle bir edip insanlığı gerçek mutluluğa taşıyacak ve tarihsel olarak kaçınılmaz olan sosyalizmi yeryüzüne indirebilmek için gerekli olan ilk koşul, yaşanan yenilginin nedenlerini ve ortaya çıkardığı sonuçların olumsuz etkilerini bilimsel bir tarzda analiz ederek bilince çıkarmak ve bunların aşılması için gerekli pratik adımları atmaktır. günde beş vakit günah çıkarıp kapitalizmi, emperyalizmi kutsar hale geldiler. Utanmazlık öyle bir noktaya vardı ki, Hitler’leri, Mussolini’leri, Pinochet’leri, Mc Carty’leri yaratan kapitalizmi tarihsel olarak haklı ilan ettiler. Kimileri ise sosyalizm adına yeni dünyaların keşfine çıktılar. Devrimci şiddet, Leninist parti, proletarya diktatörlüğü gibi sosyalizmin onlar olmaksızın kazanılamayacağı ve korunamayacağı temel tespitleri suçlu ilan ettiler. Daha da ileri gidip, bunları tarihin rastladığı en korkunç diktatörlüğün gerekçeleri olarak mahkûm etmeye yeltendiler. Hiç kuşkusuz, bunlar sosyalizmi açıkça inkar edenlerden çok daha tehlikeliydiler, sosyalizme çok daha büyük zararlar verdiler. Öyleyse gerek emperyalizmin alçakça saldırılarına, gerekse döneklerin, sosyalizmin içinden çıkan yeni düşmanlarına karşı ayakta kalabilmek, sosyalizmi tüm sevapları ve günahlarıyla sahiplenerek onu Marksist- Leninist bilimin ışığında insanlığın hizmetine sunabilmek için önce işe kendimizden başlamalıyız. Çünkü sosyalizmin bilimsel ideoloji olması onun öğrenilmesi ve kavranılması demektir. Sosyalizmi bir inançlar kavgası olarak nitelemek onu bilimsellikten soyutlamak anlamına gelir. Oysa sosyalizm kavgası somuttur; bilimsel, akli ve gerçekçi bir kavgadır. Bireylerin iradeleriyle ortaya çıkmış, yine 15


Aralık 2010 karşıtlarının irade ve güçleriyle yok edilebilecek bir olgu değildir sosyalizm; tarihin akışının ve insanın kendi arayışının bir doğal sonucudur.

tikte yıkılması, sosyalizm ideolojisinin bittiği anlamına gelmez. Tarih de, bilim de sosyalizmden yanadır. Bu gerçekliği değiştirmeye kimsenin gücü yetmez.

Bu saptama temel, belirleyici bir öneme sahiptir. Bunun içindir ki, emperyalistler, sosyalizm düşmanları salvo atışlarını bu noktada yoğunlaştırırlar, çünkü sosyalizmin tarihsel bir zorunluluk olduğunu emekçilerin bilinçlerinden uzak tutabildikleri ölçüde kendi ömürlerini biraz daha uzatma şansını yakalayabilirler. Bunun içindir ki, sosyalizmi bilimsellikten uzak bir ütopya olarak gösterirler. Bugün sosyalizme yönelik her türlü saldırı bu doğruların ve bu kavganın yarattığı her türlü değerin yok edilmesine dönüktür.

Hiçbir toplumsal sistemden bir diğerine geçiş öyle basit bir şekilde olmamıştır. 1989-90’lı yılların yenilgisi son yenilgi olmayacaktır belki de. Ama tarih ileriye dönük akışını sürdürecek ve insanlığın tarihi komünizm aşamasına mutlaka ve mutlaka ulaşacaktır. Bu akışı hızlandırabilmek, insanlığın acısının olabildiğince kısa sürmesini sağlamak bizlerin sosyalist bilimi en iyi şekilde öğrenip bilince çıkarmamızla, bu bilim ışığında ezilen-sömürülen halkları ayağa kaldırmamızla mümkün olacaktır.

Onlar bilimin karşısına kendi aldatmacalarıyla çıkmaya çalışırlar.

Burjuvazinin ve her türden gericiliğin saldırdığı, devrim dalgasının giderek daha da düştüğü, insanlığın çürüme ve yozlaşmaya mahkûm edildiği böylesi bir süreçte, sosyalizm ve sosyalizm mücadelesi her zamankinden daha bir önem kazanmıştır. Bu da sosyalizmi istemek, ondan yana olduğunu söylemekle, eğitimle, mücadeleyle olur.

Ancak 70 yıllık sosyalizmin pratikte yıkılması, sosyalizm ideolojisinin bittiği anlamına gelmez. Tarih de, bilim de sosyalizmden yanadır. Bu gerçekliği değiştirmeye kimsenin gücü yetmez.

Sınıfların varlığını reddederler. En doğru ve gerçekçi verilerin kapitalist sistem içerisinde demokrasi, demokratik devlet vb. olduğunu ileri sürerler. En korkulu rüyaları olan proletarya diktatörlüğünü karalamak için burjuva liberalizmini göklere çıkarırlar. Oysa burjuva liberalizminin ne menem bir şey olduğunu tüm dünya emekçileri ve ezilen halkları yaşamlarının her anında acı bedeller ödeyerek öğrendiler. Bugün sosyalizm düşmanlarının, emperyalistlerin en “sağlam” dayanaklarını sosyalizmin hataları ve yenilgisi oluşturmaktadır. Sosyalist iktidarların yanlış uygulamaları, çağın gereklerine yanıt vermekten uzak, yasakçı yaklaşımları, emperyalizme karşı enternasyonalist dayanışma anlayışı temelinde ortak mücadeleyi yükseltmek yerine birbirlerini hasım ilan etmeleri ve en önemlisi sosyalizmi bir bilim olarak algılamaktan uzaklaşıp sübjektivizme düşmeleri bu yenilginin belli başlı gerekçelerini oluşturmaktadır. Ancak 70 yıllık sosyalizmin pra16

Bugün sapkın akımların daha güçlü, daha etkin olmaları, tasfiyeciliğin etki alanının büyük olması, her türlü burjuva akıma açık hale gelinmesi sürecin zayıflığındandır. Bu süreçte eğitim olayının önemi hem burjuva akımlara karşı ideolojik mücadele açısından, hem de kendi eğitimimiz açısından önemlidir. Okumak, kendimizi geliştirmek, araştırmak, sorulara cevap bulmak, analizler yapmak, sosyalizm kavgası önündeki engellerin kaldırılmasında, mücadele yöntemlerinde zenginlik yakalamak omuzlamamız ve üstesinden gelmemiz gereken yaşamsal görevlerdir. Tasfiyeciliğin etkisini kırmak istiyorsak atıl, durağan, cansız, adeta gelişmelere seyirci kalan devrimciler olmaktan çıkabilmeliyiz. Bunun için de okumak, öğrenmek bir zorunluluktur. Yaşanan tıkanıklığın aşılmasının tek bir yolu vardır: Yaşanan yenilginin sahiplenilmesi, yenilginin neden ve niçinlerine bulunan yanıtlarla geleceğin, yani sosyalizmin yeniden örgütlenmesi. Yaşayan ve yenilen sosyalizm deneyimlerinin

ışığında; aynı olumsuzlukları tekrar etmeme, sorunları aşma noktasında bir üretim ve örgütlenme faaliyetinin yarattığı dinamik bir zeminde, geçmişine olduğu kadar geleceğine de sahip çıkan, halk yığınları nezdinde saygınlığını yeniden kazanmış, başı dik sosyalistler olabilmenin yolu buradan geçiyor. Ama bu yolu güçlü kılacak olan şey her şeyden önce, sağlam bir dünya görüşü yanında onu tutarlı savunmak ve duruşunu net belirlemekten geçiyor. Dünya görüşümüz olan bilimsel sosyalizm hiçbir zaman dar-mekanik ve dogmatik kalıpların ürünü olmadı. Yaşamın hareketliliği, gelişim seyri, çelişkileri, bilimsel sosyalizmi geliştiren temel olgular olmuştur. Hiçbir zaman bitmiş, tamamlanmış, söylenecek ve eklenecek bir şey kalmamıştır tarzında bir dogmalar bütünlüğü de olmamıştır. Yaşam da var oldukça, bilimsel sosyalizm de gelişme seyri içerisinde olmaya devam edecektir. O yüzdendir ki, Marksizm-Leninizmin yaratıcı özünü kavrayamadığımızda, gelişen kimi olay Bu süreçte eğitim olayının önemi hem burjuva akımlara karşı ideolojik mücadele açısından, hem de kendi eği­timimiz açısından önemlidir. Okumak, kendimizi geliştirmek, araştırmak, so­rulara cevap bulmak, analizler yapmak, sosyalizm kavgası önündeki engellerin kaldırılmasında, mücadele yöntemle­rinde zenginlik yakalamak omuzlama­mız ve üstesinden gelmemiz gereken yaşamsal görevlerdir. ve olgularda kafa karışıklığı kaçınılmaz olacaktır. “Neden? niçin?” soruları kafa karışıklığının ve belirsizliğinin sonucunda bilimsel sosyalizmden uzaklaşmaya kadar varabilecektir. Bunun için de başından beri vurguladığımız eğitim, öğrenme, sosyalizmi kavrama sorunu bir devrimci için, mücadelesinde tutarlı kalabilmesinde elzem bir sorundur. Sosyalizme saldırılan bir dönemde sosyalist kalmak, bugün insanlık cephesini güçlendirmektir. ☆ onuryucel@devrimcicephe.org


Devrimci Cephe

Ekim Ruhunu Kuşanmak Reel sosyalizmin küresel çapta yenilgiye uğramasıyla birlikte gerek küresel ölçekte gerek sede ülkemizde sosyalizm mücadelesi önemli bir yara almış ve zaten 80 darbesiyle önemli ölçüde tasfiye edilmiş olan Türkiye sosyalist hareketi büyük bir krizin içerisine hızla sürüklenivermiştir ve hala da bu kriz durumu ne yazık ki aşılabilmiş değildir. Alınan yenilgiler neticesinde teorik, politik, örgütsel bir yeniden yapılanma sürecine girmesi gereken devrimci hareket, aksine bu yenilgi haleti ruhiyesini bir türlü üzerinden atamamış, yenilgilerden dersler çıkarmak ve bu dersleri yeniden pratikleştirmek, yerine toptan bir reddiyeye girişmiştir. Ve anakronik bir düzlemde varlığını koruma eğilimine saplanmıştır. 90’lı yılların başlarında kısmi bir toparlanma eğilimi gösterse de bu anakronik ve reddiyeci anlayıştan sıyrılamadığı ve ana saplanıp kaldığı için çıkış noktasının daha da gerisine düşmekten kurtulamamıştır. Devamında düzeni doğrudan karşısına alan Leninist savaşkan sosyalizm mücadelesinin yerini peyderpey yasalcı statükocu bir siyaset anlayışı almaya başlamış ve ne yazık ki gelinen noktada bu anlayış artık nerdeyse solun bütününe sirayet etmiştir. Artık kendisini dar bir alana (Taksim, Moda vb.) hapsetmiş, emekçi ve yoksul kitlelerle bağını bütünüyle koparmış, dar-grupçu pragmatist, ciddi biçimde deforme olmuş ve son derece manipülasyona açık bir hal almıştır. Devrimciliği bir tür kırtasiyeciliğe indirgemiştir. Pratiksiz devrimcilikte ısrarı ciddi bir güvensizlik ve özgüvensizlik algısı ve takvim devrimciliğine sadakatindeki özverisiyle bugün bütün hesaplarda toplama işlemindeki sıfır, içine dönük faaliyetlerde çarpma işlemindeki sıfır olmuştur. Düzeni doğrudan karşısına alan samimi devrimci mücadele örneklerine kürkü çizdirmemek kaygısıyla sırt çevrilir olmuş, hatta bu devrimci yönelimler boğulmaya dahi çalışılmıştır/çalışılmaktadır. Özellikle Kürt özgürlük mücadelesinin yükselişe geçtiği yıllarda kemalizm ile kısmi bir kopuşma yaşar gibi görünse de, kemalizm ile istikrarlı bir mücadeleye girişememiş ve köklü bir kopuş

Sinan Can

sağlayamamıştır. Bugün burjuvazinin kendi iç hesaplaşmalarına meze olup (küçük parti büyük siyaset ve burjuvazinin kendi iç çatlaklarına müdahale anlayışı) Kürt özgürlük hareketiyle kapanması kolay olamayacak bir mesafelenmeye girmiş ve ulusalcılık lanetini bir veba gibi saçar olmuştur.

dayalı ağır sömürü mekanizmalarının işletilmesi, diğer yandan emperyalist saldırganlığın aldığı açık seçik hal ve tek kutuplu dünyayla birlikte Ortadoğu’da oluşan boşluğa leş kargası gibi yeniden dalması, Irak ve Afganistan işgali ve şimdide İran halklarına yönelik saldırı hazırlığı.

Görece ulusalcılık rüzgarına kapılmayan ve Kürt özgürlük hareketine yakın duran kimi yapılar ise yine pratiksiz devrimcilikleri, sınıftan kaçma eğilimleri, toplumsal bağlarının zayıflıkları, örgütsel dağınıklıkları ve dolayısı ile sınıf mücadelesinin Türkiye ayağını örememenin eksikliği ile bir tür kuyrukçuluk görüntüsü arz etmekten bir türlü kurtulamamıştır.

Bölgeyi yeniden yapılandırmaya girişimleri operasyonları noktasında Türkiye’yi ileri bir karakola dönüştürmek istemesi ve bu bağlamda kendi Kürdüyle barışık bir Türkiye yaratmak ve aynı zamanda sorunsuz bir Ortadoğu yaratmak için Kürt özgürlük hareketine yönelik tasfiye girişimleri, yepyeni devrimci olanakların yeşermesine imkan vermektedir. Bu olanakların yeşermesi elbette ki kendiliğinden olmayacaktır. Devrimci hareket bir sıçrama tahtasının daha yanından sürünerek geçmek istemiyorsa eğer, düzenin her fırsatta kendisini hizaya getirme operasyonlarına artık biat etmekten vazgeçmeli ve bilinç bulanıklığını alt etmelidir. Antiemperyalizmi ABD karşıtlığına indirgememeli ve ulusalcılık sosuna batırmamalı, kapitalizm karşıtlığını lâfazanlıktan çıkarmalı ve anti siyonizmi gündemleştirmelidir. Kadim ve kadük olmaktan çıkmalıdır. Bunun için de öncelikle teorik, ideolojik ve pratik-politik hatta bir yenilenmeye yönelmelidir

Ayrıca solun bir kısmı batıcıaydınlanmacı bir siyaset algısıyla gerici AKP iktidarına karşı mücadele etme adı altında hiç laik ol(a)mamış bir ülkede ‘’laik yapının’’ yılmaz savunucusu olurken, diğer bir kısmı da liberal bir hatta oturarak gerici AKP iktidarının değirmenine su taşımıştır. Yukarıda kısaca değindiğim sosyalist harekete dair bu resim, aslında öznel ve nesnel bütün yönleriyle birlikte üzerinde daha önce ve hala çok derinlikli tartışmalar/değerlendirmeler yapılan bir resimdir. Bu söylediklerim, bu resmin çok kısa bir özeti biçimindedir ve niyetim böyle bir değerlendirme daha yapmak değildir. Açıkçası çok fazla haddim de değildir. Derdim sosyalist hareketin bu kriz durumundan çıkış dinamiklerine dair mütevazı bir değerlendirmede bulunmaktır. Aslında ödev nettir: Kapitalizmin içinde bulunduğu kriz hali, bu kriz halinin her geçen gün daha da derinleşmesi krizin faturasının her fırsatta ezilenlere ve emekçilere kesilmesi, sosyal devlet anlayışının hızla terk edilmesi, emekçilerin her geçen gün yeni bir hak gaspına maruz bırakılması, zengin ve fakir arasındaki makasın hızla açılması, güvencesizleştirme, taşeronlaştırma, ırka ve cinsiyete

Türkiye ve Kürdistan devriminin geleceği savaşkan sosyalizm çizgisi, Türkiye işçi sınıfının mücadele araç ve gereçlerinin geliştirilmesi, güçlü bir iktidar perspektifi, teorik politik ve örgütsel yeniden yapılanma, ideolojik yerelleşme, devrimci harmanlanma, Kürt özgürlük mücadelesinin siper yoldaşlığı ve iki mücadele başlığının ortaklaştırılması aciliyetlerini dayatmaktadır. Bunun için de Türkiye devrimci hareketinin çizgilerinde çok net bir yarılma yaşaması ve bu yarılmanın sonucunda Türkiye emekçilerinin ve ezilenlerinin devrim partisini yaratması gerekmektedir. Yeni Ekimlere ancak Ekim ruhunu kuşanarak varabiliriz…☆ sinancan@devrimcicephe.org

17


Aralık 2010

19 Aralık ve Mücadele Mevzileri 19 Aralık 2000… Devlet, alay edercesine „Hayata Dönüş“ adını verdiği operasyonda o güne kadar görülmedik bir şiddet ve pervasızlıkla tüm cezaevlerine bombalarla, yangınlarla, gazlarla, kurşunlarla saldırdı… 28 tutsak öldü, onlarcası yandı, yaralandı, sakat kaldı… Oysa bir gün öncesine kadar aydınlar ve sivil toplum örgütleri hükümetle devrimci tutsaklar arasında arabuluculuk yapıyor, sokaklar her gece eylemlerle inliyor, Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk geri adım atacaklarını, F tipi cezaevleri konusunun geniş çevrelerle diyalog halinde yeniden ele alınacağını söylüyor, toplumun tüm kesimlerine cezaevlerindeki mücadelenin meşruluğu kabul ettirilmiş görünüyordu… Devrimci tutsakların zaferi bir adım mesafesi kadar yakındı adeta… O adım yerine, devletin bir yıldır planlamış olduğu açığa çıkan katliam geldi. Başbakan Bülent Ecevit, Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, Ceza ve Tutukevleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun ve bilumum medya aynı kanlı ağızları ve kanlı elleriyle görülmemiş vahşetteki katliamın savunusunu hep birlikte yaptılar. Tutsaklar F tipi cezaevlerine götürüldü, eylemler bitti, ölüm oruçları medyada yer almaz oldu… Direniş söndürüldü… Devlet aslında her zaman yaptığını, 19 Aralık’ta kendi „şiddet“ini bir adım öteye götürerek yaptı. Türkiye’de topyekun karşı-devrimci saldırı her zaman önce cezaevlerinden başlamıştır: 12 Eylül öncesinde Mamak ve Davutpaşa girişimleri, 1992’de kirli savaşın hemen öncesinde Eskişehir tabutluğu ve terörle mücadele yasasının çıkarılması, düşük yoğunlukla savaş döneminde 1996 ölüm orucu direnişine giden süreç… 19 Aralık katliamı da devletin cezaevlerini, devrimci iradenin geri18

ihtiyaçlarını mücadelenin genel ihtiyaçları gibi sunarak güçlerini bu uğurda seferber etmelerine yol açmıştır.

Birindar

ye düşen devrim mevzilerini yeniden kazanmak için mücadeleyi yeniden yaratma mekanizması olarak görmesinden ve bu iradeyi kırma kararlılığından kaynaklandı. Bu saldırının daha önceki saldırılarda olduğu gibi devrimcilerin zaferiyle sonuçlanmamasının çeşitli nedenleri vardır. Birincisi ve en belirleyicisi, devrimin ülke genelinde girdiği olumsuz, neredeyse tükeniş konjonktürüdür. 12 Eylül’den sonra Diyarbakır’ıyla, Metris’iyle, Bayrampaşa’sıyla devrimci mücadelenin ateşleyicisi konumundaki cezaevleri direnişlerine genel bir eylemlilikle karşılık verilirken, 19 Aralık’ta bu yapılamamış, devletin saldırıları püskürtülememiştir.

Ikincisi ve devrimciler için önemli bir özeleştiri noktası, devrimci tutsakların, devletin cezaevleri saldırısıyla eşzamanlı olarak bir Kürt operasyonu hazırlıklarına da giriştiğini ilk başta görmemesi, sürecin bölgede bir sertleşmeye doğru evrildiğini anlamaması ve bir anlamda kendi „gündem yaratma“ başarısının coşkusuna kapılarak Kürt hareketinin alanlardaki pratik dayanışma tekliflerini kabule yanaşmaması, en hayati nokta olarak da adalet bakanının F tipi uygulamasını erteleme önerisini tam da devleti durdurduğu anda reddetmesidir. Bu siyasal körlük, cezaevlerindeki direniş kadrolarının sınıf mücadelesinin verilerinden uzak, nesnel zemine oturan politikaların yokluğunda kendi öznel

Süreç iyi okunabilseydi, F tipine karşı geliştirilecek tutum sayım vermeme, dönüşümlü açlık grevleri, mahkeme tavırları gibi cezaevi kitlesini kapsayan eylem tarzlarıyla yaygın, kitlesel ve fiili direniş zemininde, sistemin iradesini kabul etmeyeceğini ilan ederek ve esas olarak bir savunma hattı üzerinden sürdürülebilirdi. Dışarıdaki muhalefet de buna göre şekillendirilebilir ve F tipi projesi teşhir edilebilirdi. Bütün bunlar 19 Aralık katliamını elbette ki engelleyemezdi, ama saldırıyı engelleyebileceği sanılan taktiğin yaşattığı hüsran daha da kötü oldu. Ayrıca savunma amaçlı direniş devlet saldırısının meşruluk iddiasını da boşa çıkaracak ve devlet saldırısına karşı ölüm orucu seçeneği gene de tutsakların elinde olacaktı. Bunların ardından şunu da söylemek gerekir ki, bu eleştirileri yapmamıza karşın, devrimci mücadele tarihimizin en kanlı yenilgi momentlerinden birinde katledilen, yaralanan, sakat kalan, sonuna kadar direnen yoldaşlarımızın devrimci kararlılık ve iradeleri bir yandan da hepimiz için örnek alınması gereken bir kahramanlıktır. Mücadele yolunda önemli olan, kuşku yok ki, devrimci insan malzemesinin en iyi şekilde kullanılmasıdır. Mücadele, doğrudan devrimci kadronun insan değeri üzerinden sisteme karşı koyma mantığıyla değil, sürecin siyasal gerekleri üzerinden verilmelidir. *** Katliamdan on yıl sonra açılan davada ne Ecevit ne Hikmet Sami Türk ne Ertosun ne de katliamın pratik sorumluluları yargılanıyor. Bir yandan büyük medyada katliamın vahşeti olanca çıplaklığıyla gözler önüne serilirken, öte yandan birkaç erin yargılanmasıyla üstü örtülmeye çalışılıyor. Mevcut gerici iktidar tüm medyasıyla katliamı vicdanlarda mahkûm ettirerek günahını CHP’ye yüklemeye çalışıyorsa da, Kılıçdaroğlu Ecevit’in kasketini taktığına göre o da bu günahtan kendini sıyıramaz, o da 19 Aralık’ın hesabını vermelidir. ☆ birindar@devrimcicephe.org


Devrimci Cephe

Faşist Darbeye Giden Yolda Maraş Katliamı Feza Yılmaz 19 Aralık gecesi saat 21:00’de daha sonra soyadı değiştirilen ve efendileri tarafından ödüllendirilerek milletvekili yapılan Ökkeş Kenger/Şendiller adlı faşistin faşist bir filmin oynadığı bir sinemaya yerleştirdiği tahrip gücü düşük bir bomba; katliama giden olaylar zincirinin ilk adımını oluşturdu. Faşistler MHP ve ÜGD üzerinden provokasyon hazırlıklarını merkezi şekilde yapmışlardı. Özellikle Ankara’dan önemli lojistik destek getirdiler. Ertesi gün Alevilerin oturduğu bir kıraathane bombalandı; peşinden 21 Aralık‘ta iki Töb-Der üyesi öğretmen öldürüldü. 22 Aralık günü, bu iki öğretmenin cenazesini taşıyan kalabalığa, faşistlerin “komünistlerin, alevilerin cenaze namazı kılınmaz” diyerek tahrik ettikleri kalabalık saldırdı. 23 Aralık’ta Kahramanmaraş’taki olaylar karşılıklı çatışma boyutunu tamamen yitirerek, bütün solculara ve alevilere dönük bir kıyama dönüştü. 24 Aralık’ta ilan edilen sokağa çıkma yasağına, yalnızca, kendi can güvenliklerini bile sağlayamayan güvenlik kuvvetleri uydular. Faşistlerin çevre köy ve ilçelerden getirdiği silâhlı grupların takviyesiyle, kıyam insanlık dışı boyutlar kazandı. „Komünistleri bırakmayın, Allah yoluna kesin, Sütçü İmam aşkına vurun”, “Bugün cihad günüdür, bir alevi öldüren cennete gider”, “Alevileri öldürelim, memleketten temizleyelim”, “Alevileri öldürün, şahit kalmasın” diye bağıran faşist ajitatörlerin sürüklediği kalabalıklar alevilerin yaşadığı Yörükselim, Yenimahalle, Serintepe, Mağaralı, Karamaraş mahallelerine saldırdılar. Bu mahalleler taranıp, bombalanıp, kundaklandıktan sonra muhasara altına alındı. Ölülerin taşınması, yaralıların hastanelere götürülmesi engellendi, hastaneler kuşatıldı; insanlar kadın, çocuk, hamile, yaşlı, hasta, yaralı ayrımı yapılmadan öldürüldü. Alevi mahallelerinin yanı sıra, Sünni mahallelerinde de önceden işaretlenmiş alevi evlerine baskınlar yapıldı.

25 Aralık akşamı tamamen yatışan saldırılarda, resmen saptanabilen ölü sayısı 111’di. Gerçek rakamların bunun iki katı civarında olduğu biliniyor, ama resmi ya da gayrı resmi sayının daha fazla yükselmesinin önüne geçen esas olarak Maraş’taki devrimci örgütlerin özellikle Yörük Selim mahallesinde kurduğu direniş mevzileridir. Bu direniş mevzilenmesi karşısında gözü dönmüş bir şekilde alevi kanı içmek için saldıran faşistlerden birçoğu da imha edilmiştir. Katliama uğrayan alevi halkın önemli bir kesimi ise devrimci direnişin koruması altına girmektense kendi imkânlarıyla çatışma alanlarının dışına çıkmayı tercih edenlerdi. Sonuçta 25 Aralık akşamı çatışmalar yatıştığında katledilen alevi halkımız dışında yüzlerce kişi yaralanmış, aralarında CHP, TİP, TKP, Töb-Der, PolDer binalarının ve Sağlık Müdürlüğü’nün bulunduğu 210 ev ve 70 işyeri yakılıp yıkılmıştı. Katliamın ardından, binlerce alevi Kahramanmaraş’ı terk etmek zorunda kaldı Bu katliam Aralık 1978’de, yani emperyalizmin dünyada ve Türkiye’de devreye soktuğu düşük yoğunluklu kontrgerilla faaliyetinin en yoğun döneminde yapıldı. Dönemin başat özelliklerini sıralayalım: 1 Mayıs katliamından itibaren derin devletin aleni çalışma yaptığı; TÜSİAD’ın Özal eliyle Ecevit’e karşı ilanlar verdiği, suikastler düzenlediği; darbe hazırlıklarının deşifre edildiği; Amerika’nın Türkiye’yi doğrudan askeri idarenin altına sokmaya çalıştığı bir dönem… Bu nedenle Maraş olayları, sadece yerli faşistlerin tezgâhı olarak değil, bir bütün olarak emperyalizm güdümündeki kontrgerilla operasyonu olarak algılanmalıdır. Bu bağlamda Maraş kıyımı, kitle kırımının büyüklüğünün yanı sıra, sıkıyönetimin ilânıyla yeni bir siyasal sürecinin önünün açılmasına, ordunun siyasetin meşru alanına yerleştirilmesine gerekçe

kılınmasıyla da diğer kentlerde yaşanan alevi-sünni temelli çatışmalardan farklılık gösterir. Türkiye Devrimci hareketi ise tarihinin en büyük kadro ve kitle birikimine karşın gündemine iktidar sorununu alamayan bir soyut direniş mantığı içinde, ama somut olarak sokak sokak, mahalle mahalle, kent kent bu direnişin içindedir. Malatya, Maraş, ardından gelen Çorum, Sivas ve Tokat’taki benzer katliam ve çatışmalarla faşizm, devrimci mücadelenin ilgisini metropollerdeki ayaklanma gereklerinden uzaklaştırarak doğrudan antifaşist mücadele düzeyine hapsetmiştir. Maraş ve öteki kıyamların diğer bir önemi de, karşı devrimin bunlarla meşrulaştırdığı kitle katliamcılığını, Gazi mahallesindeki olayların gösterdiği gibi yeni süreçlerde artık metropollerin içine

taşımış olmalarıdır. Türkiye devrimci hareketi, Maraş’ın bu yıldönümünü hakkıyla anmayı, ancak önümüzdeki sürecin hesaplaşmasında metropol kentlerinin içindeki Maraş’larda, Sivas’larda yaratılacak provokasyonlara karşı halkı koruyacak direniş sistemleri geliştirmeyi gündemine alarak yapabilir ve bu katliamdan gerekli sonuçları çıkartabilir.☆ fezayilmaz@devrimcicephe.org 19



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.