Söz dergisi 11 sayı

Page 1


SÖZÜMÜZ VAR

SÖZ DERGİSİ’nin Bu Sayısı Gezi Şehitlerine İthaf Edilmiştir

MERHABA Söz Dergisi’nin 11.sayısını kişisel tarihimize ve Türkiye tarihine damgasını vuran Gezi Parkı Direnişi’e ayırdık. Haziran Direnişi tüm Türkiye Halklarına ve özelde tüm gençliğe çok şey kattı, çok şey öğretti. Yaşanılanlardan ve öğrenilenlerden sonra geçmiş sayılarla aynı minvalde bir dergi çıkarmak bu dönemi karşılayacak bir yayın olamazdı, ancak çağın gerçeklerine göz yummak olurdu. Biz dönemin dilini anlamaya ve yakalamaya çalışanlar olarak, geçmiş terminolojiyi kullanmamız söz konusu olamazdı. Söz Dergisi de bu ayaklanmadan etkilenmeden bizim meramımızı anlatamazdı. Bundan böyle dergimiz, gençliğin ritmine ayak uyduran, tüm gençliği kucaklayan, daha renkli bir yapıda olacak. Tüm bu değişikleri Söz Dergisi’nin çizgisinden saptığı şeklinde yorumlayanlar olacaktır. Fakat bizler bu değişikleri sapma olarak değil çağı yakalamak olarak görüyoruz. Ayrıca bir kesim bizi tutarsız olmakla itham edecektir. Lakin bizler tutarlılıktan ne anlıyoruz, ne anlamalıyız? Biz geçmişe ve onun yöntemlerine sadakati tutarlılık değil, gerilik olarak görüyoruz. Bizim tutarlılık anlayışımız geçmişi bilmek, ondan ders çıkarabilmek ve en önemlisi onu temel alarak üzerine koyabilmektir. Peki, bu sayımızda siz değerli okuyucularımız neler bulabilecek? Dergimizde Haziran Direnişine bizleri nelerin nasıl getirdiğini, medyanın olaylara nasıl yaklaştığını, direnişe damgasını vuran kişi ve grupları, göstericilerin en önemli halkalarından birini oluşturan Anti-kapitalist Müslümanlar oluşunun yapısını, direnişin sahibi kadınları, duvarlarda bulabileceğimiz gençliğin kültürünü ve onun mizah anlayışını, direniş sanatçılarını ve elbette ; Ali İsmail Korkmaz’ı, Ethem Sarısülük’ü, Medeni Yıldırım’ı, Mehmet Ayvalıtaş’ı, Ahmet Atakan’ı, Abdullah Cömert’i, Hasan Ferit Gedik’i bulabileceksiniz.

İ Ç İ N D E K İ L E R Merhaba................................................................2 Korkaklar Her Gün Ölür, Mert ve Cesur İnsanlar Bir Defa Ölürler.............................................3-4-5 Ne Yazsak la Duvarlar.......................................6-7 Bu Barikat Bi harika Dostum...............................9 Klavye Şaha Kalktı.............................................10 Taraf’tarlar Karşı Tarafa.....................................11 Ulrike Meinhof; Gerillaların Tarihleri Vardır.....12 haziran kadınları.................................................13 Ana Akımını Al Git............................................14 Gezi de Sanatçı Duruşu......................................15 Postallara İnat Yalın Ayak..................................16 Uyur İdik Uyardılar............................................17 İnşallah Sosyalizm Gelecek...............................18 Bağzı Haberler....................................................19

Su Yayıncılık sahibi ve sorumlu yazı işleri müdürü : Erman CAN İletişim: İstiklal Cadesi Rumeli İşhanı No: 88/18 Beyoğlu - İstanbul (0212) 252 44 90 Baskı: Hormes Ofset Büyük Sanayi 1. Cadde No: 105 İskitler / Ankara Tel: (0312) 384 34 32 E- posta: sozumuzvar@yahoo.com facebook.com/soz Fiyatı: 2.00 tl’dır Hesap Numarası : İş Bankası Mithatpaşa Şubesi - Erman Can 4228 0918632


SÖZÜMÜZ VAR

KORKAKLAR HER GÜN, MERT VE CESUR İNSANLAR BİR DEFA ÖLÜRLER! H Abdullah CÖMERT, Ethem SARISÜLÜK, Mehmet AYVALITAŞ, Medeni YILDIRIM, Ali İsmail KORKMAZ, Ahmet ATAKAN. Kimi var olan yaşam alanlarına sahip çıkmak için kimi kurmak istediği dünya için, düşünceleri için sokağa çıktı

iç biri öldürülmek için gitmedi oraya. Ölümü göze alarak gitti. Bir bedenin kaybının sokağa çıkan halk yığınlarını durduramayacağını, düşerlerse arkalarından gelecek olanların onlara sahip çıkacağını bilerek çıktılar sokağa. İlk gaz kapsülü atıldığında elindeki bezi yanındaki arkadaşının yüzüne kapatacak kadar düşünceli, bir sokak köpeği yoğun gaza maruz 3

kalınca kucaklayıp kendi kurdukları revirde iyileştirecek kadar saftı yürekleri. Ortaklaştıkları tek bir nokta vardı, hepsi insandılar ve bunun farkındaydılar ve hiç biri diğerinin acısına sırt çevirmeyecek kadar yürekliydiler. Sömürüye dayalı düzenlerde insanlar sürekli susturulmuştur. Bu düzene karşı çıkan toplumsal olaylarda hep kayıplar verilmiş ama daha cesurca yola

devam edilmiştir. Tarihin ilk isyancısı Spartaküs yüce Roma’nın köleliğine karşı çıktı ve öldü. Ardından İsa köleliğe karşı mücadele etti ve çarmıha gerildi. Yüce Roma ve onun kölelik vahşeti de öldü… Gezi’de de 18-20 li yaşlarındaki kardeşlerimizi katlettiler ve tarih de bize gösteriyor ki bu gencecik yaşta ölenlerin boşuna ölmediğidir, çünkü gerçekler ve bizler varız. İnsanlar


SÖZÜMÜZ VAR turacaklarını düşündüler. Gaz fişeklerini atarken bizzat insanları hedef aldılar, gözlerini kaybedenler ayaklarından vurulanlar, mafya gibi korku salıp susturacaklarını sandılar ve bir genç daha öldürüldü kafasına yediği gaz fişeği ile. Ne tuhaftır ki akrepte üç kişi

ölülerinin karalanmasına izin vermeden ve birbirlerine sırtlarını dayayarak her gün biraz daha çoğalarak devam ettiler direnişlerine. Her gün bir yenisi eklense de ölülerimize, ölülerimizi sırtımıza alıp yürümesini bildik. Ölenlerin üzerine yazılmaya çalışan tüm senaryoların karşısında verecek doğru cevaplarımız hep vardı ve bunu birbirimize yabancılaşıp yalnızlaşarak değil birlikte tek bir vücut olarak başardık. Gezi’de katledilen ilk kardeşimizi bir arabanın otoyolu kapatan halk kitlesi içerisine sürülmesi sonucu kaybettik. İstedikleri bizi korkutup evlerimize girmemizi ve yapılan haksızlıklara, öldürülen gençlere “vah vah yazık oldu” deyip sahip çıkmamızı istediler. Biz korkup susacak, evlerimize girecek, kapımızı örtüp birbirimizin acılarına göz yumacaktık, onlar bizim suskunluğumuzdan daha çok güçlenip, nefes alabildiğimiz tek tük kalmış alanları da çok rahat bir şekilde yok edeceklerdi. Öyle olmadı! Önce trafik kazası süsü verip üzerini örtmeye çalıştılar. Herkes arabanın tüm uyarılara rağmen kitlenin içine doğru ve hızlıca sürdüğünü biliyordu. Halk içindeydi olayın ve bizzat yaşamıştı. Yani başaramadılar. Buna rağmen durmadı kan akıtmaya devlet. Bu sefer de başka bir senaryo yazdı. Çünkü halk gittikçe uyanıyordu, öfkeleniyordu ve çoğalarak geliyordu. Daha da korktular, başka bir çözüm üretmelilerdi, bahane sunacakları başka başka ölümler ve bahane sunduklarını çok rahat bir şekilde gösterebilecekleri başka ölümler. İnsanlara ‘sizi istediğimiz şekilde öldürür ve katillerini sizlerden koruruz’ diye korkutup sus-

olmasına rağmen kimin vurduğu bir türlü bulunamadı, hatta bulunamamakla beraber üçü hakkında da her hangi bir işlem başlatılmadı. Hem de tüm direniş süresince, birçok bilgiyi açığa çıkaran Redhack üç kişinin de ismine ulaşıp yayınlamasına rağmen hiçbir şey yapılmadı! İnsanlar artık yeni bir yaşamın mümkün olduğunu daha iyi görebiliyordu. Hatta bu yaşamı bizzat Gezi Parkı’nda hayata geçirmişlerdi. Kısa süreli de olsa birlikte büyüdükçe, güçlendikçe saldırganlaşan her şeyden arınmış bir yaşamı tattılar. İnsanlar, birbirlerine yabancılaştırmaya çalışan, bireyselleştiren bu kirli sistemden bir süreliğine de olsa arınmış oldu ve birlikte yaşamın güzelliğini ve imkanını görmüş oldu..

4

Eli kanlı katiller ise denedikleri yollar işe yaramayınca, aslında altında direk bir tehdit yatan bir ölüm gerçekleşti. Silah ile öldürüldü bir direnişçi. Artık gaddar yüzünü daha net görebiliyorduk devletin. Gösteriyordu. Aslında o silahı orada bulunan insanları koruması için üzerinde taşıyan polis, silahını orada bulunan insanlara yöneltecek kadar düşman bellemişti bizleri. Açıklamaları da bir o kadar trajikomikti. Polisin eline göstericilerin attığı bir taş gelmişti ve silah ateşlenmişti. Artık ölümler sokağa çıkan halk kitlelerinin üzerine yıkılmaya çalışılmaktaydı. Çünkü kendi kendileriyle çeliştiklerini içeride tuttuklarını söyledikleri yüzde elli de fark etmeye başlamıştı. Suriye’de ölen insanlar için üzülen devlet kendi ülkesinde iç savaş çığırtkanlığı yaparak insanları öldürmekteydi ve bu artık göze batar hale gelmişti bile. Bu yüzden ölümleri kendi içimizde yapılan bir şey olarak göstermeye çalıştılar. Biz yapıyorduk ve suçu devlete atıyorduk. İçeride tuttuklarını söyledikleri yüzde elli buna inanıp bize lanetler okuyacaktı. Yanımızda bizimle mücadele eden insanı çelişkiye düşürebileceklerini sandılar. Fakat hepimiz doğruları biliyorduk. Artık insanlar bir olay olduğunda polisi değil, direniş boyunca her yerde bir şeyler yapmaya çalışan Beşiktaş taraftar grubu çArşı’yı çağıracaklarını söylüyordu. Artık insanlar var olan kurumlardansa birbirlerine güvenmeyi tercih etmişti. İnsan daha çok özüne dönmeye başlamıştı ve bu yüzden bu olaylar taht sahiplerine daha bir korku salmıştı. Artık daha başka yollar bulmaya çalışacaklardı. Ama tek yumruk olarak kenetlenmiş insanlar gereken cevabı vermeye daha bir hazırlardı. Silahta çare etmeyince iyice öfkelendiler, sinirlendiler, kinlerini kusacak yer bulamadılar ve bir kardeşimizi sokak ortasında döverek öldürdüler. O kadar acımasızlaşmışlardı, o kadar gaddarlaşmışlardı ki, kendilerini o kadar çok yüceltmişler ve bir anda bir vuruşla o kadar dibe çökmüşlerdi ki bir yerden sıçrayıp olaylara dur demeye çalıştılar. Fakat yıllardır zaten bir korku


SÖZÜMÜZ VAR imparatorluğunda yaşayan insanlar karşılarına dikilmeye devam etti.

Ölenler DÖVÜŞEREK öldüler Güneşe gömüldüler Vaktimiz yok onların matemini tutmaya Akın var güneşe akın, Güneşi zapt edeceğiz Güneşin zaptı yakın!

Üzerine sayısızca yalan yapıştırdıkları bir ölüm daha, çatıdan akrebin önüne düşen bir genç kardeşimiz. Yine kafasına gaz fişeği geliyor ve bulunduğu çatıdan yere düşerek ölüyor. Nedense sadece düşme anı videosu var. Üzerine türlü türlü yalan yapıştırılabilir lekelenebilir bir ölüm. Görünmesede, kask numarası olmadığı gerekçesiyle bulunamasa da, bulunsa bile hak ettikleri cezayı almasalar da, hatta bizlere koruma müdürü olarak atayıp bizlerle dalga geçtiğinizi sansanız da, yanında bulunan arkadaşları gibi bizlerde biliyoruz katillerinin kimler olduğunu. Katil eli, yüreği, dili kanlı bu sistem ve onun günümüzdeki yansımalarıdır. Ve her günü ölüm günü olan, çocukları ölüme doğan bir halk. Kalekol yapılmasını istemeyip barış isteyen bir kitleye jandarma ateş açıyor ve bir genç yaşamını yitiriyor. Sıkılan gaz aynı biber gazı, tayzikli su, coplar ve ölüm nedeni aynı. Artık görülmesi gerekiyor, tüm yabancılaşmaya karşı bilinmesi gerekiyor ki, o insanlar yaşam alanları için sokağa çıkıyorlar. Gezi parkını savunmak gibi, emek sinemasının yıkılmaması için direnmek gibi, tarihi bir garın yok olmaması için sokağa dökülmek gibi. O insanlar da kendi yaşam alanları için mücadele ediyor, sokağa çıkıp sesini duyurmaya çalışıyor ve vuruluyor. İnsanlar artık ölülerini öldükleri yerde bırakmayacak, o öldürüldüğü yerde de kalmayacak. Devam edecek bulduğu yolda emin adımlarla yürümeye. En azından artık susmayacağını göstermek istiyordu. Çünkü sustukça kendi yaşamından kayıplar veriyordu; tarihi bir gar ve daha sonra tarihi bir sinemayı yitiriyordu. Ormanlık alanları elinden alınıyor, yapılan HES’lerle doğası talan ediliyordu. Ama haykırdıkça haklılığını hiçbir güç önünde engel olamıyordu, birleşerek geliyordu. Onlar hep bir şekilde korktular bizden. Önce canlarımızı aldılar sonra katillerini mahkemeye perukla getirerek bizden saklamaya çalıştılar. Önce korkacağımızı susacağımızı sandılar, korkmayınca işin ciddiye bindiğini anladılar ve onlar korkmaya başladılar. Karşısında ölüleriyle birlikte tek bir vücut olmuş insanlar duruyor ve bu onları korkutuyor. Biz karıncalar tek tük olan böceklerin dünyasında bir arada durunca birlikte olunca nasıl sarsabileceğimizi hatta yeri geldiğinde yıkabileceğimizi de görmüş olduk. Bir arada oldukça kazanacağız!

5


SÖZÜMÜZ VAR

Onurhan Demirkol

ÇAPULCUNUN DİYALEKTİĞİ B

irikmiş öfke, çok çeşitliydi. O yüzden doğal olarak bu isyan, biçim olarak bir kaos formunda başladı ve şimdi özünde tutarlılığı arıyor. İsyanın daha ilk günlerinde bu başkaldırının neye karşı olduğu ve amacının ne olması gerektiğine dair tartışmalar masa üstünde yerini aldığında, sokaktaki “kendiliğindenlik”, teorinin kendisini pratikle sınamasıydı. Gerekli olan tutarlılık kendisini koşulların belirleyiciliğinde bulacaktır. O yüzden tartışma, hareketin yönüne bakacak tevazüyü ve sabrı göstererek ve onunla kol kola ilerlerse eğer, tutarlılığa ulaşmak kolaylaşır. Mesele neydi mesela? “Mesela mesele: Yatak odama kadar uzanan elin, Arsız dilin, İnsanları öldürmeye kadar varan kinin, Özür bile dilemeye engel olan kibrin!” …öfkesiydi bir kadının diliyle. Mesele, misallerin, meselenin kendisi olacak kadar, gündelik hayatı işgal etmesiydi. Mesele, bireysel hayata müdahalenin, bireyi çoğunluğa ezdirmenin, bir oy çokluğunun faşistçe kullanımındaydı mesela. Ama asıl mesele, yukarıda sayılanları mesele edinen bilinçten ibaret olmamasıydı öfkenin. Bugün sokakta, meselesinin adını koyma fırsatı bile bulamamış ama yine de bir derdin boğazlarından fışkırdığını hisseden bir çoğunluk var. Onuncu Yıl Marşı söyleyenlerin ve türbanlıların, kurt işareti yapanların ve sosyalistlerin, polis her ses bom-

bası attığında bir an ürküp anında devlete küfür edenlerin ve kadınların, “ibn. Tayyip” diye bağıranların ve LGBT bireylerinin, tüm bu çelişkinin ardında hepsini aynı güçle iten, çoğunlukla düşünce yerine duyguya dayanan bir güç var. Mesele, bu gücün, pratikte hedefini tanımlarken, zamanla kendi bilincine varacak olduğunu görmeye çalışmayan, sabırsız ve kendi öfkesinin sıkıştırdığı alanda sonuç görmek isteyecek kadar bencil bir ideologlar azınlığının halkı küçümsemekle sonuçlanacak bir yanlış ideolojiye sürükleniyor olmasıdır. En başta daha eylemin ilk günlerinde Türk bayraklı kitleyi görüp bunu Cumhuriyet Mitingleri ’ne benzeten ve katılmama kararı alan bakış açısı, bu ülkenin dinini hiçe sayan cumhuriyetçi bakış açısı kadar sakatlanmıştır. Bu ülke çoğunlukla bayrağını seven ve bir şekilde dinini sahiplenen bir ülkedir. Mesele, bayrağa ve dine dokunmadan, bu kültürel kavramlara gücünü veren üretim ilişkilerine dokunacak pratiği örememektir. Cumhuriyet Mitingleri, bir ideolojinin başka bir ideolojiye karşı kitlesini toplamasından ibaretken, bu başkaldırıdaki kendiliğindenlik, henüz düşmanının adını koyma fırsatı bulamamış bir çoğunluğun, bildiği imgeye sarılmasıdır yalnızca. Mesele, halkın bilincinde yer edinememişlerin, doğrudan halkı suçlayan bakış açısındaki üsttenliktir mesela. Oysa bu başkaldırıyı bir ilk yapan şey, tüm bu karma kitlenin ilk kez doğrudan devleti, otoriteyi,

6


SÖZÜMÜZ VAR isimsiz öfke, kendisini yine bu eylemlerde yer yer gösteriyor: lümpenlikle suçlanan ve fırsat bulduğu yerde isimsiz öfkesini dile getirmek için yıkma ihtiyacı duyan varoş çocuklara iyi bakan, onların dilini anlayabilir: Hiç bir zaman değişmeyecek bir ezilen olma kaderinin, hep dışarıdan izleyecek ve yarı aç olacağını bilmenin, umutsuzluğun küfrüdür onun dili. AVM’lerin, hizmet sektörünün, fabrikaların, medyanın, hayatlarının tamamını asgari ücretle satın aldığı milyonların içindeki saklı öfke, adını sınıf olmanın bilincinden alacak, sınıfın değişmez kaderindeki umutsuzluğun dile getirilmesinden alacak. Bu çoğunluk, şu andaki eylemleri kazansalar da hayatları değişmeyecek. Hayatlarının işten arta kalan zamanlarını, kafası faturalarıyla meşgulken, bir AVM’de şuursuzca dolaşırken, barlar sokağındaki gürültünün içinden geçerken, hayat sandığı şeye katıldığını zannederek geçiren kitle, umutsuzluğunun ve mutsuzluğunun adını koymak için, sistemin kültürel olanaklarını yıkıp aşmak zorunda. Gezi Parkı’na, AVM mi yoksa başka bir yapı mı yapılacağından emin olma gereği bile duymadan çıkan isyanın, şimdiye dek AVM olgusuna doğrudan tavır almamış bir toplum yapısından çıkmış olması ilginç bir tesadüf değildir. Dilin bilinçaltı vardır: “üç beş ağacı” koruma isyanının bilinçaltında, varlığının tümden sermayeye peşkeş çekilmekte oluşunun kaygısı ve isyanı vardır halkın; polisin, sermayedar azınlığın vahşi koruyucusu olarak tanımlanmışlığı vardır bu bilinçaltında; kültürel bir kapitalist yemi tatmaktan vazgeçiş vardır. İşte bu yüzden şu an sokaktaki öfke, bir aşamadır; yıkılmaz bilinenin yıkılma olanağıdır, adı konulmayanın adlandırılması sürecidir, çaresiz imgeleme çare arayışıdır, düşüncenin damıtılması için gerekli kafa karışıklığıdır, doğrunun adlandırılacağı kaos halidir, hakkın küfür şeklindeki antitezidir, senteze ulaşmanın olası tek tezidir. Çapulcunun, baskı altındaki ilerleme olanağıdır.

zor gücü reddetmesidir. Bu halkçı bir sürecin ilk ve aşılması en zor ayağıdır. Aşılmış olan şey, doğrudan devlete ve polis baskısına karşı, korkuya karşı, sindirilmeye karşı büyüyen tepkinin, cumhuriyet tarihinin en güçlü devlet gücü zamanında gerçekleşmiş olmasındaki diyalektik sentezdir. Bunu göremeyen, tarihin gerisinde kalır. Asıl mesele bir devrimci için Marksizm’i anlamamak ve somut koşulların somut tahlilini yapmamış olmak değildir; ekonomik sınıfların karakterini ve üst yapısal kurumların konumundaki değişiklikleri tahlil etme fırsatı bulamamış bir geleneğe sahip olmak da değildir asıl mesele, ya da bunun sonucu olarak toplumuna arkasını dönerek marjinalleşmek de değil, bunu sürdürmekteki konformizmdir asıl mesele. Bu yönüyle bu mesele hepimizin meselesidir: Sorunun gerçek adı, birbirimize bakışımızın gerçekliği doğrultusunda doğru konulacaktır. Sorunun adı, şu an için tamamen üst yapısal araçlarla ilişkili. Ortaya çıkan öfke, var olan öfkenin çok küçük bir kısmı, kültürel bağlam-

daki görüntüsü yalnızca. Çünkü sistem hem kültürel hem de ekonomik biçimde sürdürdüğü baskı mekanizmasını, doğası gereği önce kültürel alanda tanımlanabilir kılıyor: tüm ideolojilerin adı bellidir, sistem yalnızca kendi ideolojisinin propagandasını yapar, ama ezilen kültürel kavramların da adı vardır. O yüzden de ezilen kültür, isyanını kendi dilinde kurabilir. Dil, din, ahlak, yaşam biçimine dair tehditler, ideolojiye dair faşizan tutumlar, halkın bir kısmını, bir bireysel yaşam özgürlüğü ideolojisi altında birleştirdi ama öfkenin kendisinde bulduğu güç, zor gücüne karşı çıkma ve varlığını diretme güdüsüne dayalı. Bu anlamıyla boyun eğmeme, cesaret gösterme tutumu, bir toplumsal değişmenin lokomotifidir. Fakat asıl büyük öfke, belirlenmiş bir ekonomik alanda halen devasa bir potansiyel şeklinde çıkacak yer arıyor. Eylemin kenarlarında 8-10 yaşındaki tek başına geçen bir çingene çocuğu var gücüyle kepenkleri tekmelerken çıkacak yer arayan

7


SÖZÜMÜZ VAR

NE YAZSAK LA DUVARLARA Haziran Direnişi’nin zihnimizde en çok kalan, üzerine belki de en çok konuştuğumuz ve açık ara bizi en çok gülümseten kısmı elbette duvar yazılarıydı. Devletin, iktidarın ve onun polisinin, karşısında ne yapacağını bilemediği, aciz kaldığı konuların başında geliyordu mizah dolu ve yaratıcılıkta sınır tanımayan duvar yazıları. 7’den 70’e Türkiye insanlarının ilgisini çeken ve bir kuşağı kalbinden yakalayan duvar yazıları. Direnişe damga vuran bu yazılar elinizdeki dergimizde de gördüğünüz gibi kendine epeyce yer buldu. Yüzünüze bir küçük tebessüm yerleştirebildiysek ne ala. Elbette içimizi yakan, haklı öfkemizi kabartan, cinsiyetçi küfürler içeren ve ya tasvip etmediğimiz duvar yazıları da vardı. Fakat dediğimiz gibi biraz gülümsemek için onlardan bahsetmeyi diğer yazılara bıraktık. Peki, ‘’Çare Drogba’’, ‘’Al Sana Gündem’’, ‘’Rabbime Sordum Diren Dedi’’, ‘’Huzur İsyan’dadır’’ diyerek siyasetle ve siyasetçilerle alay eden, ‘’Korkma la Biz Halkız’’, ‘’ Biber Gazı Cildi Güzelleştirir’’, ‘’Gazın mı Bitti Abisi’’ diyerek polisle dalga geçen ve dergimizde de gördüğünüz gibi daha niceleri… Duvar yazıları geçmiş dönemin katı siyasi propaganda aracı iken nasıl bir evrim sonucu mizah dolu yeni versiyonuna kavuşmuştu? Nasıl bu kadar popülerleşmiş nasıl direnişçileri ellerinde sprey boyalarla gezer hale gelmiştir? Kişisel bir kanaatim olduğu ve hiçbir bilimsel veriye (en azından şimdilik) dayanmadığını belirtmekle beraber ‘’duvar yazısı yazma arzusu’’ konusunda ki fikrim şu: Hepimiz ya da çoğumuz diyelim küçüklüğümüzde bir dönem evin duvarlarını karalamışızdır ya da karalamaya teşebbüs etmişliğimiz vardır. Bunun sonucunda da evdeki otorite figürlerinden azar işitmişizdir. Ve yine çoğumuz azar yeme korkusuyla bu arzumuzu içimize gömmüşüzdür. İşte Haziran Direnişi’de korku duvarlarının aşılmasıyla bu içgüdümüz, bu içimize gömdüğümüz arzumuz gün yüzüne çıkma fırsatı bulmuştur. Buradaki otorite figürünün kim olduğundan bahsetmeme gerek yok herhalde. Kısacası psikolojik temelli olduğunu düşünüyorum. Bu fikre mantıklı ve ya saçma diyebilirsiniz ama ben buldum, fikrimi seviyorum. Bu arada teorime deli saç-

ması der ve üzerime çok gelirseniz haberiniz olsun bir duvarın önünde spreyle bekliyorum. Yazacağım da bellidir. ‘’Allah’ını seven defansa gelsin.’’ :) Beğenin ya da beğenmeyin duvar yazılarının bu derece çoğalmasına ve popülerleşmesine şöyle böyle bir açıklama getirmiş oldum. Peki ya mizah ögesi duvar yazılarına nasıl bu derece hakim olabilmiştir? Bunu da direnişteki hakim kuşağın –ki görece az tanınan yeni kuşak oluyor- yaşam tarzına bağlıyorum. Herhangi bir şey yaparken eğlenmeyi, yaptıklarının sonuçları kadar önemseyen bir kuşağın duvarları sert siyasi sloganlarla doldurması beklenemezdi. Matrak adamlarız işte :) Emma Goldman’ın sözüyle birazcık oynayarak bitirelim. ‘’ Ee biraz da gülemeyeceksek, neyleyelim devrimi.’’ Bu arada dergi için daha çok yazıya ihtiyaç var, mizanpaj işi var ‘’Neredesin Sparataküs’’ :)

8


SÖZÜMÜZ VAR

BU BARİKAT BİR HARİKA DOSTUM!

B

arikat, bir yolu veya geçidi kapamak için her türlü araçtan yararlanılarak yapılan engele denir. Gezi olaylarında, dört tarafta kurulan barikatlar devletin tomasından, akrebinden, polisinden kendisini korumaya çalışan insanların ne bulurlarsa onlarla oluşturduğu engellerdi. Kimsenin can güvenliğinin olmadığı sokaklarda insanlar kendi güvenliklerini barikatlarla, birliktelikle ve orantısız zekâlarıyla sağladılar. Barikatın arkası kurtarılmış bölge olduğundan insanlar, barikat oluştururken her şeyin sıkı sıkı vidalandığı şehirlerde elektrik süpürgesi, çamaşır makinesi, koltuk hatta banyo küvetini dahi barikat oluşturmakta kullandı. Barikata konulan bir çamaşır makinesi artık kirlenen elbiseleri temizleyen değil de, elbise sahibinin can güvenliğini sağlamaktan sorumlu tutuldu. Barikatı oluşturan eşyaların bile sorumluluklarını değiştiren bu durum barikatın arkasındaki

insanı değiştirmez mi? İnsanlar tehlikede olan canlarını barikat arkasında kendisine düşman bellediği devletten korumaya çalıştı. Kendisine düşman belledi çünkü yıllardır farklı kılıklara giren bu katil o gün makyajsızdı… Tüm imkânlarıyla, gücüyle, kiniyle, etrafa öfke saçıyor, alıkoyuyor, biber gazı fişeğiyle öldürüyor, palasıyla üstüne yürüyor, gazıyla soluğunu kesiyor, sopasıyla acımadan vuruyor, mermisini gözünü kırpmadan sıkıyordu. Uzun zamandır biriktirdikleriyle, geçip giden hayat öyle bir değişmişti ki; sokaklar, diyaloglar, dertler, ölümler… Bulunduğu ortamdan ayrı tutamayacağımız, o her şeyin içinde, her şeyden etkilenen insan da değişti. Değişti çünkü aslında hep bildiği ama bunlardan sonra emin olduğu, belki de hatırladığı devletin ceberut yüzünü gördü. Kendi gücünün yüceliğini gördü, birçok imkanı olan devlet aygıtını nasıl da

9

öfkelendirdiğini, onun kendisinden korktuğunu, birlikte olmanın verdiği cesareti, pervasızlığı gördü. Bütün kavgaların ona karşı yapılması gerektiğini anladı. Şehirlerini, sokaklarını, insanlarını tanıdı.. Tü m b u d eğ i şi ml erl e ö l ü t o pra ğ ı ü z e ri n d en a t an ; ka d ın ı y l a, e rk eğ i y l e , ç o cu ğ u y l a , y a şlı sı y la g e n ç l e şe n i n sa nl a r hi ç b ir z a m an e sk i si g i b i o l m a ya c ak t ır. Çü nk ü n e d e n b a ri k a t k u rd u ğu n u ? , Ki m i n le ka rşı k a rşı y a g e l d i ğ i n i? Öfk e le n d i ği n d e y ü z y ı ll ard ı r i n sa n l ı ğ ı n i ll e t i o la n d e v l et i n a sı l da k ö şe y e sı kı şt ı rd ı ğ ın ı , b a ri k a t ı n a rk a sı n d a o n u n ta m k a rşı sı n d a y k e n n a sı l d a di k d urd u ğ u n u e lb e t t e u n u t m a ya c a kt ı r. İnsanlar, kendi güçlerinin yüceliğini öğrendiler, ellerini taşın altına koydular. Sahip oldukları gücün yüceliğinde karar kılmanın sorumluluğu altına girdiler.


SÖZÜMÜZ VAR

KLAVYE ŞAHA KALKTI!

B

u bir klavye hikâyesidir. Desek başlama noktası için en azından doğru bir tespit diyebiliriz. Gezi olayları halkın öfkesinin yanı sıra diktatörün diktatörlüğünü de apaçık gözler önüne sermiş oldu. Başta yaklaşık 50 kişilik bir çevreci grubun olduğu gezi parkında, BDP İstanbul milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in de kepçenin önüne geçip durdurmasıyla medyaya yansıyan olayda bir anda beklenmedik bir şekilde tüm Türkiye’nin tepkisini çekti. Bu ülke de birçok ağaç kesildi hatta ölümler bile bu noktaya getiremezken halkı 3-5

ağaç getirdi demek son derece yanlıştır. Bir öfkenin patlama anı demek daha doğru olacaktır. Peki, bu noktaya kadar gelmesi nasıl oldu? Her iş için örgütlülük yani birlik gereklidir. Bu örgütlülüğü gençler oluşturdu. Hem de hiç beklenmeyen bir gençlik. Bilgisayar başında, klavye gençliği, asosyal gençler diye ümitsiz bakılan gençlik fitili ateşledi ve 3,5 milyon kişiyle sokağa inildi. Twitter üzerinden örgütlenilerek büyüyen bir isyana dönüştü. Milyonların öfkesi sokağa dökülmeye, polisin, AKP’ nin, devletin karşısına başları dik, haklarını almak için dikildiler. Twitter da #direngeziparkı en çok kullanılan tag yani etiket olarak kullanıldı ve günlerce kaldı. Tabi sadece bu değil birçok tepkili etiket sürekli gündemde kaldı. Direnişin olduğu her yer için bunun gibi etiketler kullanıldı. #direnankara, #direnizmir, #direnarmutlu, #direngeclikparkı gibi birçok şehir, semt ve park için yani çatışmaların olduğu her yer için kullanıldı ve tüm Türkiye’nin gündeminde yer aldı. En çok konuşulanlarda yer almaşı birlikteliği göstermekle birlikte bu bilgiler tüm herkesin haberdar olmasını ve katılımın artmasını sağladı.Twitter da

siyasi bir olayın bu denli günlerce hatta aylarca konuşulması binlerce kullanıcının canlarına tak ettiğinin bir göstergesidir. Twitter’ı olanlar bilir 3-4 tane en az futbol fanatiklerinin o ilk 10 gündem listesinde takımlarının adını geçirme yarışı olan, takipçi arama etiketleri, diziler vs siyasetten uzak etiketlerle dolu olur. Ama gezi sürecinde her zaman yer aldı hatta neredeyse 10 etikette gezi olayları yer buldu.35 ağaç için bu kadar gündemde olmayacağı açıktır. Gezi olaylarının bir özgürlük isyanıdır. Buna doğa katliamları, cinsiyetçilik, eğitim siteminde ki bozukluk, içki yasağı, dil yasağı, kültür yasağı gibi her türlü özgürlük isteklerinin birlikteliğinin öfkesidir. Her türlü haberlerin, olayların anında paylaşıldığı twetterda polislerin, sivillerin, palalı adamların şiddetini, eylem saatlerini, eylem fotoğraflarını, barikatları, duvar yazıları gibi birçok olayın anında paylaşılması, Türkiye’nin hatta Dünya’nın görmesi; öfkeyi, haklılığımızı göstermiştir. Korku değil cesaret vermiş; sokaklar dolmuştur.

Facebook yapısı bakımıyla arkadaşlarının ve beğendiğin sayfalarının paylaştığı haberlerden başka bir haber alma kısıtlığı olduğu için Twitter’ın gerisinde kalmıştır. Tabi doğru sayfaları beğendiğinde haber bazında geri kalmamış fakat insanların tepkisinde bir eksiklik kalmış olacaktır. Açlık grevleri için açılan “açlık grevi postası” grevin sonuçlanmasıyla adını Ötekilerin Postası olarak değiştirmiş ve gönüllü muhabirlik çerçevesinde haber paylaşımında bir fenomen olmuştur. Defalarca kapatılan ve hala kapatılan sayfa sürekli takip-

10

çisini bulmasını bilmiştir. Bu da doğru bir iş yaptıklarını ve doğru haber almanın ne denli büyük bir ihtiyaç olduğunun bir göstergesidir. Yine gezi olayları için“ diren gezi parkı” adıyla açılan sayfa örgütlenmenin başka bir ayağını oluşturmuştur. Dergimizin sayfası olan “Söz Dergisi” sayfası da her zaman olduğu gibi güncel haberlerin paylaşıldığı bir sayfa olarak elinde geldiğince bilgi paylaşımını artırmıştır. Twitter, Facebook gibi sosyal medyanın yanı sıra birçok sitelerde, forumlarda konuşulmuş ve tartışılmıştır. Ekşi sözlükte bu süreçte tartışma ve bilgi paylaşım konusunda birçok başlıkta konuşulmuştur. Sosyal medyanın etkisi muazzamdır. Bir çok gözaltı, tutuklama, işten atma, yaralanma ve ölümlerle devam eden bu süreçte bunu durdurmanın yolunu hükümet şiddetle, yasakla ve haksızlığını kabul etmeden bastırmak için bir çok farklı yönteme girişmektedir. Baskıyı baskıyla susturmak, ateşi ateşle söndürmeye benzer yani imkânsızdır. Sosyal medya da yazdığı yazı yüzünden gözaltı sayısı 150’ye yaklaşmıştır. Veya işten atılan kesimden insan bulunmaktadır. Buna sanatçılar, gazeteciler, oyuncular hatta Leyla ile Mecnun dizisini yayından kaldırmaya kadar giden bir baskı politikası. Sosyal medyanın öneminin herkes farkındaydı bu denli siyasi bir örgütlenme beklenmiyordu sadece. Hükümet daha önce birçok olaya tepki olarak önemli siteleri hacklemiş, hükümetin yaptığı yolsuzlukları, sakladıkları belgeleri ortaya çıkaran muhalif hacker gruplarına karşı 200 kişilik siber ordu kurarak internete el atma ihtiyacı duymuştur. Tabi birçok siteleri, hesapları, sayfaları, grupları kapatmanın yanı sıra, 6 bin kişilik kendi ideolojisini, yalanlarını, provakasyonunu sağlaması için sosyal medyayı paralı sahte profillerle doldurmuş durumda. Korkuları her noktaya ulaşmış ve bunun için bizlerin yani herkesin olduğu gibi vergileriyle yapılmaktadır. Benzinin 5 tl olmasının sonucu iyi hizmet yerine bu tarz baskıcı uygulamalarla geri dönmektedir. Fakat konumuz şu anlık bu olmadığı için bu konuyu açmıyoruz. Peki, sosyal medya neden bu kadar kullanılıyor. Türkiye de neler olduğunu merak eden neden tv kanalları yerine sosyal medyaya bakıyor? Bu konu ayrı bir başlık altında bu sayımızda değerlendirdik. Haber alma hakkımız engellenemez! Özgürlüğümüz engellenemez!


SÖZÜMÜZ VAR

TARAF’TARLAR KARŞI TARAFA İnsan, varoluşundan itibaren birlik ve beraberliğe, ortak hareket etmeye içgüdüsel olarak eğilimlidir. İnsan bir gruba, bir kimliğe ait olmak ister ve bu isteği gerçekleşince kendisini daha güçlü hisseder. İster ortak hedefler, ister ortak çıkarlar, isterse taraf seçmek olsun tüm bunların altında bu içgüdüsel yanımız yatar. Taraf olmak, taraf tutmak, taraftar olmak bu olgunun bir parçasıdır. Bir mücadelede bir tarafın galip gelmesini dilemekten çok daha fazla anlam ifade eden taraftarlık ülkemizde nasıl gelişmiştir? Devletin de desteklediği ve gelişmesine büyük katkı verdiği örgütsel yapılardan olan taraftarlık nasıl olmuştur da Haziran Direnişi'nin en önemli halkalarından biri haline gelmiştir? Yukarıda da söylediğimiz gibi taraf tutma içgüdüsüyle ortaya çıkan taraftarlık, devletin şehir takımları oluşturup, bunları maddi ve manevi olarak desteklemesiyle doruğa çıktı. Devlet, futbol takımlarının dolayısıyla taraftarlık duygusunun ilerlemesine büyük önem verdi. Çünkü futbol afyondu, futbol sayesinde insanları uyutmak, duyarsızlaştırmak mümkündü. Bunun yanında devlet tribünlere kendi savaşçı, ırkçı ve şovenist yanlarını taşıdı. Asker selamlarının verildiği, mehter marşının çalındığı, intikam haykırışlarıyla geçen birçok futbol maçı yaşadık. İnsanların bu uğurda birbirlerine düşman olduğu, birbirlerini yaralayıp öldürdüğüne dahi şahit olduk. Futbolun içine girmek için harcanan çabanın nedeni yalnızca bunlar da değildi. Devlet ideolojisinin yaşatıldığı futbol bir spor dalı olarak içi boşaltılmış, büyük paraların döndüğü bir sektöre dönüştü. Ancak son yıllarda siyasetin futbola gözle görülür şekilde müdahil olması, ortaya çıkan şike ve yolsuzluk olayları futbolu gerçekten seven ve takımına can-ı gönülden bağlı insanların bu durumu sorgulamasına neden oldu. Devlet, kendine yedeklediği ve birçok yönden faydalandığı taraftarlık olgusunu, yaşattığı sistemin sınırsız sömürüsüyle, karşısında olacak şekilde değişmesine sebep oldu. Kapitalizm doğası gereği sürekli artarak fayda elde edemediği durumda kendi elleriyle yarattığı bir şey de olsa düşman edinmekten çekinmez, çekinmediler. Sonuç olarak futbol afyon olmaktan çıkmaya başlamış, siyasetin futbola çeşitli müdahaleleri sonucu kitlelerin uyanmasına aracı olmuştur. İnsanlar, futbolda yaşanan haksızlıklara duydukları öfkenin yanına toplumda bir birey olarak karşılaştıkları haksızlar da eklenince artık bir direniş ve diriliş kaçınılmazdı. Gezi Parkı'nda polisin gadrine uğrayan insanlar cevabı sonraki günlerde örgütlü olduğu, kendini bir bileşeni olarak gördüğü, söz sahibi olduğu taraftar gruplarıyla hare-

ket ederek, Gezi Parkı direnişlerinde yer alarak vermiştir. O güne dek birbirlerinin renklerine dahi tahammül edemeyen siyah-beyazlılar, sarı-lacivertliler, sarı-kırmızılılar, kırmızı-yeşilliler, bordo-mavililer ve niceleri artık omuz omuza verip direnişte önemli bir unsur oldular. Örgütlü olmalarından kaynaklanan güçlerini kullanan taraftar grupları korku duvarlarının aşılmasında ve kitlelerin büyümesinde önemli katkılar verdi. Taraftar kimliğini diğer kimliklerin üstünde gören insanlar bu grupların çağrısıyla, alt kimliklerinde birçok farklılık olmasına rağmen bir araya gelip mücadele edebilmiştir. Bu mücadele bir mesajdı iktidar güçlerine. Yeşil sermaye gelirlerine, yeşil sahaları teslim etmeme çağrısıydı. Siyasetin kirli ellerini futboldan çekmesini istemekti bu direniş. Hepsinden öte, faşist diktatör rejimlerin halkı uyuşturmak için kullandıkları 3F'den biri olan futbol, uyuşturucu olmaktan çıkıp günümüzde direnişin en büyük simgelerinden biri haline gelmiş; istenildiğinde oluşturulan birlikteliğin ve mücadelenin ne kadar önemli olduğunu ortaya koymuştur.

11


SÖZÜMÜZ VAR

Ulrike Meinhof;

Gerillaların Tarihleri Vardır Evren Barış Yavuz

İ

nsanların bir tarihi vardır. Gerillaların ise başka tarihleri… Başka zaman tanımları vardır onların. Kentlerin devasa uğultusunu çığlıklarıyla yırtanların bambaşka bir tarihleri olur. İyi ki doğdun Ulrike. Bir asrın orta yerine kurulmuş bir saat gibi, hoş geldin. Kalem ve kabza arasında bir med cezir. Senin dalgın ve kırık fotoğraflarına bakıyoruz uzun. Alışveriş mabetleri yükseliyor. Büyüyor düzenin küstah yapıları, ışıltılı binaları büyüyor. İyi ki Ulrike. Sen savaştın. Bizimkiler gibi soluksuzca savaştın, bizimkiler gibi yepyeni bir insanı müjdeleyerek savaştın. Bizim metropol kıyılarında ıssız ve geçimsiz solgunluğumuza bir yanıt verdin. İşte mülteciydik, işte göçmen işçiydik, işçi yetimhane çocuğuyduk, işte masa başı işlerde solmuş genç kızlardık. Sen bize bir yanıt verebileceğimizi müjdeledin. İyi ki. Sen Ulrike. Ulrike. Dünyanın üzerine bırakılmış bir molotof kokteyli. Düşürülmüş bir tetik, kasılmış bir kol, dikilmiş bir göz. Milyonlarca asinin kan damarlarının demirden ağır nabzı. Seninle atan, seninle yırtılan, seninle kan olup atlaslara boşalan… Bizdik Ulrike. Yoldaşındık. Aşk olsun. İnce bir sızı gibiydin. Ulrike iyi ki. Senin soluk verdiğin öyküyü biz mayamıza kattık. Bir serüven, bir ateşli heves değil… Bir iman. Bir kara imandır bizim bu yaşadıklarımız. Biz şimdi işçilikte, işsizlikte, çarşılarda, okullarda, tımarhanelerde, yetimhanelerde bir ülkeyiz. Bir tanımız biz. Bir aşk, bir kahır, bir ömür parçalanmasıyız Ulrike. Boğucu masalar, geveze entelektüeller, kalın kitaplar… Yok Ulrike. Bize bir lanet gerekli… Bize delice sebepler gerekli Ulrike. Dik durmak için. Dimdik. Bir çağın yüzüne tükürebilmek için… Ulrike, senin vazgeçişin gerek bize, senin kadim sabrın, delice sabırsızlığın, yüzünü bir dağlı akşama bırakışın lazım bize. Ulrike. Biz kuyuların dibine doğduk. Savaşa doğduk, iç. İtilip kakılmaya doğduk, aç. Uzun yollara doğduk, karlı. Ölmüş babalara doğduk, genç. Dövülmüş ablalara doğduk, narin. Doğduk intikamlara, doğduk isyanın kırık sesine, yıkılan

12

duvarlara, yenilen dostlara, dünyanın en esmer halkının açılmış göğsüne doğduk… Açılmış göğsüne! Ulrike sen doğdun. Senin doğum gününü kutluyoruz, zindanlarımız dolu, sokaklarımız pusu, evlerimiz dağınık, kuşlarımız fırtınada. Bu nasıl bir dem, bu nasıl devrandır Ulrike. Senin elinden tutup yürüdüğümüz bu büyük kentlerin canını yakacak şeyi bulduk. Bu kentleri, bu düzenleri, bu dirlikleri… Bu kahredici yalan ve alçaklık düzenlerine yanıt verecek iksiri seninle bulduk. Doğdun bize bir hediye. Bize bir imla vererek… İyi ki. Silahlara veda. Silahlar bize veda etmezken. Ulrike. İyi ki doğdun. Sen bizi ellerinle örttün. Silahın bırakılacağı zamanlardan söz ediyorlar. Oysa silahların üzerinde ayakta duruyor bu dünya. Sorun silahların demiri değil, barutu değil, ateşi değil, mermi değil, çekirdek değil, tetik değil! Bilmiyorlar Ulrike. İnsanın yarattığı o vuruş gücünü bilmiyorlar Ulrike. Cümle silahtan daha tahrip edici, bilinen en saklı, en sayılmaz silah. İnsan. İnsanlaşmak isteyen o sızı dervişi. Sızısını, tanıklığını, adaletini, biriktirdiklerini zerresiyle damıtan, insan… İsyan. “Kinleri henüz tüfek biçimini bulamamış olmakla…” demişti Ece Baba. Buldu. Şimdi o silahları kim bırakır Ulrike, kasılmış bir beden, tüfekleşen bir öfke nasıl bırakılır, ateşten bir silahı kim tutabilir ki bıraksın… İnsanların tarihleri vardır; üç kuruşlar, iki koltukları, birkaç anahtarları, yağlı tabakları, ütülü giysileri, direnmesiz bakışları vardır. Gerillaların tarihleri vardır; kuş lokmaları, kuru ekmekleri, uyudukları kardeş omuzları, onları öperek uyandıran rüzgârları vardır. Ulrike vardır. İyi ki. Doğdu. “Nereden geliyoruz? Ayrı ayrı bitişik evlerde izole olmaktan, beton varoş şehirlerden, hapishane hücrelerinden, yetimhanelerden ve özel ünitelerden, medyanın beyin yıkamasından, tüketicilikten, bedeni cezadan, şiddeti reddeden ideolojiden, depresyondan, hastalıktan, rezaletten, utançtan, insanların alçalmasından, emperyalizm tarafından sömürülen bütün bir halktan geliyoruz.” Ulrike Marie Meinhof


SÖZÜMÜZ VAR

haziran kadınları

madem güller ayrıldı dallarından, o vakit çiçekçilerin değil kadınların olmalı.

i.a.özkul devletin yaşam alanlarına müdahalesine, iktidarın kişiliğe, bedenlere, varoluşa yoğun saldırılarına karşı kadınların ‘’yeter’’ diyerek kendilerini sokağa atmalarının üzerinden üç ay geçti. kırmızılı kadın, tomanın önünde cesurca duran siyah elbiseli kadın, başbakana ‘’soru’’ soran muhabir kadın, başbakan-taksim dayanışması görüşmesinde başbakana hesap soran sendikacı kadın, gazdan göz gözü görmezken elindeki spreyle size yardım etmek için çırpınan kadın, ‘’küfürle değil inatla diren’’ diyerek duvarlardaki cinsiyetçi küfürleri silen kadın, tüm bunlara ve direnişçilerin yarısından fazlasını oluşturmalarına rağmen ‘’biz de varız’’ demek zorunda bırakılan kadın… haziran direnişi’ni kadınların hesabına yazmak için çok fazla nedenimiz var. peki kadınları türkiye yakın tarihinin en önemli olaylarından birinde başrol oynamaya iten sebepler neydi? çok uzaklara gitmeden tarihimizde kadınlarla ilgili neler olduğuna şöyle bir bakarak başlayalım. elbette kadın cinayetleri bu tablonun en acı taraflarından, rakamlara dökerek için vahametini matematiksel boyuta indirgemek istemiyorum. ‘’erkeğin sevgisi her gün 3 kadın öldürüyor’’ sloganı hala akıllarda. ayrıca yaşamasına ‘’müsaade’’ edilen fakat tüm yaşamı boyunca taciz ve tecavüzün ağırlığıyla yaşayacak olan kadınlara ait veriler de maalesef hiç iç açıcı değil. ayrıca toplumsal baskılardan, korkudan, ve ya başka sebeplerden taciz-tecavüz vakalarını dillendiremeyen kadınları da düşününce işin ne derece korkunç boyutlarda olduğunu bir nebze olsun anlayabiliriz. kadına karşı uygulanan fiziksel, toplumsal, psikolojik şiddet ile beraber kadının hayatının her alanını işgal eden ataerkil sistem ve onun devlet ile bütünleşikliği, tabiki ataerkil sistem ve onun devlette vücut bulması çok uzun bir geçmişe dayanıyor fakat ilk defa kadınların gözünde bu kadar belirginleşiyor. bunu başbakanın söylemlerinde tüm çıplaklığıyla görebiliyoruz. sezeryan, kürtaj tartışmaları sırasında söyledikleri, kadın eylemci hakkında ‘’kız mıdır kadın mıdır bilemem’’ söylemi ve hafızalarımız da yer etmiş daha onlarcası… Tüm bunları düşününce kadınların isyan etmesi çok doğaldı. Fakat yine de tüm bunları bilimsel bir temele oturtmakta fayda görüyorum. kitlesel eyleme katılım konusunda çeşitli teoriler mevcut, bunlardan biri –ki bizim üzerinde duracağımız- sosyal psikoloji kuramıdır. bu yaklaşıma göre kitlesel eylemlere katılım nedenleri üç temel nedene dayanıyor. birincisi bireyin kendini ait gördüğü grup-kimlik üzerinden hissettiği adaletsizlik duygusu, ikincisi bireyin o grupla-kimlikle kedini özdeşleştirme derecesi ve üçüncüsü ise bireyin kendini ait hissettiği grup-kimlik üzerinden algıladığı yeterlilik hissi. Şimdi bu sebepleri

gezi parkı direnişi ve kadınlar üzerinden incelemeye çalışalım. türkiye’de yaşayan bir kadın yine aynı coğrafyada yaşayan bir erkekle kendini kıyasladığında bir eşitsizlik, adaletsizlik olduğunu düşünebilir ve bunun bir haksızlık olduğu çıkarımını yapabilir. haksızlığı giderme duygusu eyleme katılmayı tetikleyebilir. fakat kadın bu topraklarda ‘’doğal olarak’’ birçok haksızlığa uğramasına ve bunları görmesine rağmen neden bu haksızlıkların bir kısmı kolektif eylemlere sebep oluyorken bir kısmı olmuyor? Bu sorunun cevabı duygu ve aidiye . kendini tam anlamıyla ait hissettiği grubun haksızlığa uğradığına inanan birey öfke geliştirir ve bu öfke eyleme katılımın ana nedeni olur. grupların direnişe neden katıldığını açıklamaya çalıştık fakat ortak kimlikleri kadın olanların bir kısmı eylemlere katılmayı yeğlerken bir kısmı katılmamayı tercih etti. neden? bu sorunun cevabını kuramın ikinci maddesi yani kendini ait hissettiği grupla özdeşleştirme derecesi açıklıyor. şöyle ki yukarıda da söyleğimiz gibi eyleme katılım için adaletsizliğe uğramış bir grup ve sizin o grupla kendinizi özdeşleştirmeniz gerekiyor. işte bu özdeşleştirmenin derinliği sizin eyleme katılım gösterip göstermeyeceğinizi belirliyor. yani kadın kimliği geçirgen –istenildiğinde sökülüp atılan- bir kimlik değildir. bu nedenle kendiniz kadın kimliği içine koyanlar ve kendini kadın kimliğiyle özdeşleştirenler ayrılıyor. bu da kadınların eyleme katılım kararını belirleyen bir etmen oluyor. peki, gezi parkı direnişinin farkı neydi? sorumuzu netleştirirsek bazı kadınlar başbakanın söylemleri olsun, kadın cinayetleri, taciz tecavüz vakaları karşısında ses çıkarıyorlar ve tepki gösteriyorlardı ama hayatları boyunca pek de eyleme katılmayan kadınlar gezi parkında ne gördü? Kuramımızın üçüncü ve son bölümü olan bireyin ait hissettiği grup üzerinden algıladığı yeterlilik hissi bu sorumuza bir cevap teşkil edebilir. şöyle ki kadın kavramı bu süreç içerisinde politikleşti, daha doğrusu politik yönü öne çıktı. kadınların feminist kadın, solcu kadın vs. olarak değil gezi parkı kadınları olarak algılanması ‘’bu sefer yapabiliriz’’ hissiyatı oluşturdu ve kadın katılımın artıran temel sebep oldu. belki de bir kadının direnişin ardından neyi özleyeceksiniz sorusuna verdiği cevap yukarıdaki tüm yazılanlardan, analizlerden çok daha açıklayıcı ‘’sokaklarda saatin kaç, saat kaçta hangi sokağın karanlık hangi sokağın güvenli olduğunu, oturduğum yerden kaçta çıkarsam eve gidebileceğimi düşünmeden sokakta olmayı özleyeceğim.’’ belirtmek lazım bu yazı sınırlı bir zihinsel kapasitenin ürünüdür ve hata yapmak göze alınarak kaleme alınmıştır.

13


SÖZÜMÜZ VAR

ANA AKIMINI AL GİT

Medya ölü doğdu, Türkiye cenazesini gezide kaldırdı. Medyanın hiçbir toplumsal olayı, bir isyanı, doğru ve ya istekli yayınlamadığı ve yayınlayamıyacağını muhalif olarak adımız gibi biliyorduk. Gezi olaylarında tüm Türkiye görmüş ve ikna olmuştur. İkna olmak için birazda işin içinde olmak gereklidir. Yaklaşık olarak 4 milyon kişi sokağa çıktı bizzat içinde yer alan bir durum medya tarafında gösterilmedi ya da kötü olarak gösterildi. Tüm Türkiye bir şeyler olduğunu biliyor ama medyadan göremediği için sadece 4 milyon değil milyonlarca kişi medyanın halkın yanında olmadığını görmüş oldu. İlk 3-4 gün medyadan hiçbir haberin yer almadığını ve buna tepkilerin artması sonucu dayanamayıp bu seferde olayları sahte haberler, pasifize eden haberler yer bulabildi azda olsa. CNN Türk penguen belgeseli verirken sokakta çatışma vardı. Diğer kanallarda diziler, programlar varken sokakta yaralılar vardı. Eylem ortasında haber yapan bir medya kanalının haber muhabiri şu şekilde anlatıyordu olayı” marjinal gruplar” diye söze giren ve bunu duyan marjinal olmayan bir vatandaşın ensesine şaplak atması iyi bir cevap olmuştu. Bu olaylar karşısında kayıtsız kalamayan onlarca medya görevlisinin de işine son verildi. Gezi olaylarına sempatiyle bakıyor diyerek işten atılan medya çalışanları dahi oldu. Toplumsal olaylardan bu kadar uzak, satılmış, yandaş medyada çalışmak istemeyen onurlu çalışanlarda istifalarını verdi. En son nokta olarak Kanal D’nin yaptığı Hasan Ferit Gedik’in ölümü üzerine haber pes dedirtti. Uyuşturucu çetelerini mahallesinde istemeyen Hasan’ın buna karşı mahallelinin yaptığı eylemde çetelerin açtığı ateşle 6 kurşunla öldürülme haberini. Uyuşturucu pazarlığında anlaşmazlık sonucu öldürüldü demesi acizliklerinin çok açık bir göstergesidir. Medyanın bu kadar hükümetten korkmasının nedeni devletleşen bir partinin olması, güçlü bir partinin olmasıdır. Ama artık sonunun geldiğinin bir göstergesidir bu Gezi olayları. Medya için AKP ve ya CHP fark etmez. CHP’nin lider olması durumunda her medya ona göre şekillenecek yine halktan uzak bir konumda devletçi bir yerde konumlanacaktır. Asıl mesele paradır. Kapitalizmin gereğidir bunlar; şirketler, medya, holdingler iktidarla bağlantılı, anlaşmalıdır. Klasik gelecek belki ama gerçek budur, sömürenler ve sömürülenlerin olacağı bir sistemde yaşıyoruz. Halk ezilecek ki birilerinin banka hesaplarındaki rakamlar büyüsün. Medya Geziden önce nasıldı ? Düşünmek gerekli bizlere neler gösterdi, neleri kötü neleri iyi, nelerle uyutup, nelerle beynimizi öldürdü. Bizlere dillerini, kültürlerini isteyen Kürt’leri terörist diye gösterdi. Alevileri ahlaksız diye tanıtan medya aynı medya. Geziye katılanlar sadece Aleviler, Kürtler veya solcular değildi. Bu öfke herkesin isyanıydı. Kürt’ün olduğu kadar Türk’ün de, Sünni’nin olduğu kadar Alevi’nin de, Rum’un oldu kadar Çerkez’in de , kadının ,erkeğin olduğu kadar eşcinsellerinde eylemiydi. O yüzden Türkiye’nin her kesimine ulaşan ve medyayı da, polisi de, devleti de, AKP’yi de isteklerimizi, özgürlüğümüzü hatta canlarımızın önemsiz görmelerinin tam anlamıyla yüzlerimize açık şekilde çarparak göstermesi oldu. Artık farklı bir Türkiye var! Daha bilinçli ve bu yüzden daha öfkeli bir Türkiye!

14


SÖZÜMÜZ VAR

GEZİ’ DE SANATÇI DURUŞU

G

eziden yola çıkarak birçok noktayı tekrar düşünmek zorunda kalırken kafamızda soru işareti yaratan meselelerden birisi de sanatçılardır. Mesele gezi de sorgulanan sanatçı kavramıysa sanatçı, doğası gereği muhalif, görevi gereği halkın önünde yerini almalıdır. Bu vesileyle de geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Tuncel Kurtiz’i ve onun nazarında tüm diğer Devrimci Sanatçıları onurla anıyorum. Sayılıdır hafızalara kazınan sanatçılar. Belki üç belki beş tanedir sayılacak isim. Ahmet Kaya, Yılmaz Güney, Kazım Koyuncu belki biraz daha ama liste inmez çok fazla aşağılara… Bu ülke de herkesin bir anısına eşlik etmişlerdir kimi acılara kimi dertlere, aşklara. Kurtiz de gerçek bir sanatçıydı hem duruşuyla hem de yaptıklarıyla. Hep ezilen mazlum halklardan yana taraf edindi kendini. Para, şöhret kaygısı çekmeden ne kadar işi olursa olsun öncelikli derdi hep halkı oldu. İşini hakkıyla yapan Kurtiz namı değer DAYI’nın duruşu netti hep Devrimciydi. Günü geldi ölüm orucu gazileri için çıktı sahneye gah şiir okudu gah sözü hançer eyledi vurdu yerden yere. Seçim vakti ‘’başkaları’’ gibi tarafını söylemekten çekinmedi tarafı halkın tarafıydı bağımsız

adaylara destek istedi. Emek sinemasının yıkımına direndi. Daha çok sayarız da mesele Dayı’yı övmek değil duruşundan sanatçı kişiliğinden bahsedebilmekte. Biraz buradan bakmak lazım geziye katılan sanatçılara. Kazım Koyuncu’ nun Karadeniz sahil yolu için çabaları, bölgedeki kanseri gündeme getirmesi, sorulduğunda tarafını net söylemesi. Kürtlerin medyada karalanıp terörist ilan edilmeye çalışıldığı dönemde Ahmet Kaya’ nın ‘’Kürt Mücadelesini Destekliyorum Kürtçe bir albüm yapmak istiyorum’’ demesi nasıl bir sanatçı duruşunun örneğiyse. Bugün de Gezi Park’ ı sanatçılar için bir turnusol kağıdıydı. Ülke böyle baştan sona toplumsal bir olayla sarsılırken, sosyal medya sadece geziyle çalkalanırken ve sokaklarda insanlar barikat kurarken tarafını seçmeyip orta yolculuğu oynayanlar Tayyip’ten ve ya onun hükümetinden yana tarafını seçenler aynı çöplüğe gidecektir. Bizlerle birlikte alanlarda olan bizimle birlikte çadırlarda kalan barikatlarda nöbet tutan sanatçılar elbette ki unutulmayacaktır ve sadece onlar halkın sanatçılarıdır. İster geziye katılan dizi oyuncularından ötürü diziyi yayından kaldırın, ister programları iptal edin, ister twiter hesaplarını silin. Sosyal ağlarda ve medyada yapılan bu karalamalarla ‘onları tanıyın görün’ gibi sanatçıları tecrit etme çabaları boşa düşecektir. Nasıl ki bugün Ahmet Kaya’lar unutulmadan hala dinleniyorsa. Bugün bu duruşu gösteren sanatçılar diğerlerinden ayrı bir yerde duracaklardır. Diğer yandan hükümet ne zaman yalanlarını halka inandırmak istese her fırsatta sanatçılara yönelmiştir. Çünkü sanatçı yaptığı sanattan ötürü halkın saygısını kazanmıştır. Malum ki akil insanlarda da açılımlarda da seçimlerde de kendi sözcülüğünü yaptırmak için sanatçıları kullanmak istemesi sonucu ret cevabı alınca epey zoruna gitmiş olacak ki hemen çizilen karizmasını toparlamak için Ustanın Hikayesi diye bir belgesel çekerek sanatçı dediğin Başbakanını ve hükümetini sever isyan etmez söz dinler mesajıyla insanların eylemlere katılmak yerine sürüye katılmalarını öğütleyen bir belgesel çektiler. Çok abartmamak gerekir sanatçıyı. Apayrı bir yere koyup yücelterek ‘’o da yapıyorsa vardır bir iş’’ demek değil. Yine de sanatçının toplum üzerinde ki etkilerini gören, hükümetin oyunlarını boşa düşürecek ve olduğu konumun bilinciyle davranan sanatçıların yanındayız.

15


SÖZÜMÜZ VAR

postallara inat yalin ayak Yıl 1981... YÖK postalların altındaki insan cesetleriyle, işkence hanelerdeki çığlıklarla, gözaltındaki kayıplarla geldi! 1982 anayasasının 131. maddesine bakarsak YÖK'ün tanımında bilimsellik, araştırma, eğitim, öğretim gibi kavramlar yer alır. Unutulan bir ibare dikkatimizi çekiyor; günümüzde paket paket dağıtılan; DEMOKRASİ! Ne kadar demokratik bir kurum olduğunu anayasada tartışılıp eleştirilmesi es geçiyorum- ibaresel olarak yer almadan 81’de kurulmuş 82’de anayasada yer alan bu kurumun öğrencilere hediye paketinde bir demokrasi sunduğu aşikâr. Yirmi iki yıldır tartışması yapılan, eleştirilen daha bu yıl Redhack tarafından açıklanan belgelerde kirlilikleri (öğrenci harçları ile şahsına araba alan rektörler, yolsuzluklar, akraba kadrolaşması) ortaya çıkmasına rağmen kapatılması için ne öğrencilerin ne de diğer insanların gerektiğince harekete geçmediği bir kurumdan bahsediyoruz. Öğrenciler ve diğer insanlar diyoruz. Çünkü bu Yolsuzluk Öğreti Kurumunun kökünü kazımak, üniversitelere Yozlaşmış Öğrenci Kabulünün önünü alabilmek bizlerin ellerinde. Eğer üniversiteler bizim alanlarımızsa o alanların Don Kişot'ları, İnce Memed'leri, Tyler Durden'ları biz olmalıyız. Yaşadığımız çevreyi güzelleştirmek için 'temiz çevre' naralarıyla rant sağlamaya çalışan sonrasında ağaçları katleden bir zihniyete, inat kendi alanlarımız olan üni-

versiteleri ellerimizle, emeğimizle ve hakkımızla güzelleştireceğimizi göstermeliyiz. Bu otuz iki yıldır tartışması yapılan kurumun bir de yönetimine bakalım istedik. YÖK; başkan, genel kurul, yürütme kurulu, denetleme kurumlarından oluşuyor. Genel hatlarıyla baktığımızda devletin, üniversitedeki suretini görür gibi olduk. YÖK’ün de, sistemin diğer kurumlarının genel karakteri ve işleyişinden farklı olmadığını; karar ve uygulamalarıyla devlet erkleriyle böylesine uyuştuğunu görmek bizleri şaşırtmadı. Tüm bu farkındalıklar bizi şöyle bir sonuca götürdü; değişim ve çözüm, genel ve köklü olmalı. Fakat bu sonuç bizi 'tüm sistemi biz mi değiştireceğiz' umutsuzluğuna sürükleyip hareketsizliğimize sebep olmamalı. Çünkü harekete geçince nasıl bir dinamik ortaya koyduğumuzu bundan beş ay önce başlayan Gezi sürecinde gösterdik. YÖK'ü kuranların bildiği gibi 'onlar' da biliyorlar ki gelecek gençlerin ellerinde. Bu yüzden korktular Eylül Forumlarından, bu yüzden yığdılar onca polisi üniversitelere, bu yüzden ÖSYM kılavuzunun köşesine sıkıştırdılar 'eyleme katılan, direnen öğrenciye burs yok' ibaresini. Onlar... Korkularıyla korkusuzluğumuzu pekiştirmeli. Üniversitelerde Ali İsmaillerin yetişmeye devam edeceğini bilmeli. Postallara inat yalın ayak öğrencilerin ayak seslerinin daha gür olduğunu duymalılar.

16


SÖZÜMÜZ VAR

UYUR İDİK UYARDILAR “Uyur idik uyardılar Diriye saydılar bizi Koyun olduk ses anladık Sürüye saydılar bizi” Pir Sultan Abdal Sevinç Koçak Yakınıp durduğumuz, ara ara zorlayıp da bir türlü başaramadığımız, birdenbire oluverdi. 12 Eylül’ün ölü toprağı denen suskunluk zırhı yırtıldı. Hem de hiçbirimizin tahayyül etmediği bir biçimde. Kendiliğinden oluverdi her şey. Sokaklar şenlendi. Uzun süredir beklenen toprak atma ritüeliydi bu. Beklediğimiz bundan ibaret değildi elbet ama bu silkinme hepimize iyi geldi. Milenyumun zeki çocukları, yaratıcı, eğlenceli, renkli zihinlerini akıttılar barikatlara. Birazcık deneyim eksikti. Ama deneyim denen şey de zaten pratikle edinilirdi. Geçmişin deneyimli ağabey ve ablalarına olan ihtiyaç, burada ortaya çıktı. Ağabey ve ablaların artık statükolarını yıkmaları gerektiği de aynı hızla sokaklarda adım attı. Görünen şuydu; gelenek denen şey geçmişin kaba bir tekrarı ve algısı değil, yeni olanın doğru çözümlenmesi, bugüne uygun örgütlenmesi demekti. Karşılıklı öğrenmeli, bundan gocunmamalı, kendini dayatmamalıydı. Bunun muhasebesi başladı, daha da sürer. Sürmeli. Kolay değil, onca yılın birikmiş öfkesi ortalığa saçılıverdi. Patlaması yakın zamanda beklenmeyen yanardağ, lavlarını birdenbire salıverdi eteklerinden aşağıya. Kimi zaman hedef şaşırdı ama patlamıştı bir defa. Önemli olan da buydu. Derlenip toparlanmaya ihtiyaç vardı yalnızca. Bunu da zaman gösterecekti. Sokaklara saçılan öfke karşılıksız kalmadı elbette. Gözdağı, sindirme, korkutma, tehdit, yalan haber, yeniden uyutma denemeleri, penguenler ve ölümler… Ethem, Mehmet, Medeni, Abdullah, Ali İsmail, Atakan, Hasan Ferit… Bu listenin evveli oldukça uzun. Üstelik daha uzayacak besbelli. Takvim yaprakları her geçen gün daha da ağırlaşırken, zamana takılı kaldı bizim çocukların gülüşleri. Yaşamayı en çok hak edenler, boğazımızda birer koca düğüme dönüşüyorlar. Öfkemiz, kinimiz, acımız, artıyor her bir ölümle ama zaman annelerin acısı hafifletmiyor… Bilen bilir, Mayıs ayından bu yana, kişisel tarihim tarihsel olarak beklenenle üst üste düştü. Gezi Direnişi benim kişisel direnişimle birbirini takip etti. Uyudum, uyandım “bi kapı kapandı geçmişe.” Uyanmamı beklerken dostum Barış Yıldırım yazmış: “Sevinç’le ilgili her haberi sosyalist devrimciliğin direnme ve zafer retoriğiyle vermemiz tesadüf değil. Gönlü devrimde olanın biyolojik süreçlerle ilişkisi bile devrimcidir, ideolojiktir. Başkasının yaşamayı seçeceği yerde ölümü seçebilen devrimciler, başkasını öldürecek bedensel darbeler karşısında “mucize”ler yaratıp yaşamın bayrağını yükseltebilir.” Ben uyuyordum ve nereden geldiği belli olmayan ölümcül bir mikrop, bütün vücut fonksiyonlarımı tekeline almış, çaresiz bir bekleyişle sonumu hazırlıyordu. Önce teşhis doğru konmalıydı ki tedavi de doğru uygulansın. Günlerce teşhis konulamadı. Teşhis beklenen günlerde teslim olunmamalıydı. Belki hayatta en iyi bildiğimiz şeydi direnmek. 19 günlük uyku yetti. Direniş yerini başkaldırıya bırakmalıydı artık. Ölü toprağımı attım, 19 günün sonunda uyandım. Ben uyandığımda, sokaklarda şenlik ateşleri de yanmaya başlamıştı. “Kelebek etkisi” dedi Süreyya hoca. İnandım. Bana “mucize” diyorlar beklenmedik bir uyanışı gerçekleştirdiğim için. Ama gülüşlerimize tahammülü olmayanları tarihin çöplüğüne atmak için mucize gerekmiyor. Ezberlenmiş kutsallarla değil, yeniyi doğru okuyarak çıkmalı yola. Yola çıkmışken durmamalı. Üzerimizden attığımız ölü toprağını ait olduğu yere, miadını çoktan doldurmuş köhne devletin üzerine atmalı şimdi. Kendimiz dahil, her şeyle hesaplaşmalı. Güzel gülüşlü gencecik çocuklarla değil de, gülüşlerimizi zamana asılı bırakanlarla vedalaşmalı. Gelenek ve geleceği buluşturmalı. Uyandık artık. Uyanık kalmalı.

17


SÖZÜMÜZ VAR

İNŞALLAH SoSYALİZM GELEcEK sömürüp, kimliksizleştirip öldürürler. Kendilerine karşı çıkan tüm muhalif kesimlere din üzerinden saldırıp, onları ’dinsiz’, ’kâfir’ olarak göstererek afyon haline getirdiği dinle insanları istismar etmekten çekinmediler. Bu topraklarda da solu hep din üzerinden lanetlediler. Gezi Parkı olaylarında Anti-Kapitalist Müslümanlar oluşumu sol ve insanlar arasında adeta bir köprü kurdu. Yıllardır bu ülkenin mazlum halklarıyla arasındaki bağları bir türlü kuramayan, egemenlerin lanetli dillerini onlara karşı yöneltemeyen sol ilk defa insanlarla bu kadar yakınlaştı. Müslümanlığı beş vakit namaza sığdırmayan, yalan karşısında susanın dilsiz şeytan olduğunu söyleyen Anti-Kapitalist Müslümanlar tüm farklılıklarımıza rağmen kardeşçe yaşamın mümkün olduğunu, Gezi’deki barikatlarda, komünlerde ve forumlarda gösterdi. Kitlesel ve egemenlere karşı olan Gezi olaylarında iktidar din üzerinden provokasyon yaratmaktan yine geri kalmadı. Camide içki içildi yalanlarıyla insanları galeyana getirmeyi, birbirlerine düşürmeyi planlayanların hevesleri kursaklarında kaldı. İnsanları din üzerinden kutuplaştırmaya götüremeyişlerinde AntiKapitalist Müslümanların da büyük önemi vardı. Gezi Parkı’nda kılınan cuma namazlarıyla tüm bu oyunlara cevap niteliğinde birlik ve beraberlik mesajları verdiler. Ramazan ayında sermayenin lüks otel iftarlarına ve egemenlerin iftar çadırlarına karşı halkın yeryüzü sofralarına çağrı yaptılar. Aynı barikatta ’hükümet istifa› ve ’Allah, ekmek, özgürlük’ diye bağıran direnişçilerin bir arada olması o barikatın çakıl taşlarıyla değil koca kayalarla örülmesi demektir. Asimile edilmiş, sömürülmüş, devlet vatandaşı haline getirilmiş Türk-Sünni kesimin direniş saflarında kendini bulabilmesi azımsanacak bir şey değildir. Birliğin ve mücadele ruhunun yüksek olduğu kendi renklerimizle devletin zulmüne, vahşetine karşı savaştığımız sürece insanca yaşana bilinir bir dünya uzak değildir.

Gezi sürecinin içerisinde bulunan grup, topluluk, parti, dergi, taraftar, dernek ve birçok bağımsız insan vardı. Ama bir topluluk vardı ki eylemlerin başından beri kendi kimlik ve tarzlarıyla bulunan Anti-Kapitalist Müslümanlar. Kapitalizmle Mücadele Dernekleri çatısı altında bir araya gelen ’’kula kulluk edene yazıklar olsun’’ diyen Anti-Kapitalist Müslümanlar Gezi’de kendilerini duruşlarıyla farklı kıldılar. Devletin insanlara karşı kullandığı devletleşen İslamiyet’e karşı, gerçek Müslüman değerlerini driltmeye çalışan, Allah ile kul arasına giren sermayeyi karşısına alan, her türlü ezilen halkın ve grubun yanında onların haklarını savunmak için mücadele eden bağımsız bir harekettir. İslam dinini Hz. M Muhammed’in çağrısı üzerine ilk mensup olan dört kişi arasında bir kadın, bir köle ve bir çocuk vardır. Ezilenler için umut olan İslamiyet Hz. Muhammed’in çağrısı ile ilk olarak toplumun en ezilen kesimleri tarafından kabul edildi. Çünkü ’’Biz istiyoruz ki ezilenleri yeryüzünde önderler yapalım (Kuran:Kasas/5)’’ diyen İslamiyet diri diri toprağa gömülen kadınlara, insanlık onuru ellerinden alınmış kölelere, hep başkaları için çalışan yoksullara umut verdi. Ezilenlere özgürlük kapısını gösteren İslamiyet devrimci bir dindir. Sınıfsız ve sınırsız bir dünyada var olan insanı köleleştiren, birbirine düşmanlaştıran, kar ve hırsla hareket ettiren sistemi karşına alan İslamiyet, devrimdir. Doğuş noktalarında hep ezilenlere kurtuluşun mücadele ile geleceğini müjdeleyen tüm dinler egemenler tarafından öylesine kendi lehlerine çevrilmiştir ki insanları yüzyıllardır din ile uyutup, onu afyon haline getirmişlerdir. Yoksul varoşlarda yaşayanlara, yaşamak için durmadan çalışmak zorunda olan insanlara, aç sabahlayanlara ’’şükür’’ ederek gözünün gördüğü, kulağının işittiği adaletsizliklere karşı susmayı Allah’ın dini olarak göstermiştir. Tek derdi kendi ceplerini doldurmak olan sermayedarların Allah’ı yoktur. Ama Allah’ın adını zikredip insanları daha fazla

18


SÖZÜMÜZ VAR

İNSANLIK DAVASINA ÇAĞRI! Ethem Sarısülük’ü katleden, katilini koruyan, ailesinin acısını ve bizlerin öfkesini büyüten devlet erkleri şunu bilmelidir ki; halkla oyun oynanmaz, evladını katlettiğiniz anaların gözyaşlarına gülünmez, bu kadar vahşi ve acımasız olunmaz. Ethem’in yoldaşları ve arkadaşları olarak bizler; onu ve tüm katledilen gençleri unutmayarak mücadele etmenin sorumluluğu altında olan insanlar, bunlara göz yummayacağız. Ethem’in ailesinin yaptığı çağrı tüm yaptıklarınızı ve neden orada bulunmamız gerektiğini en iyi şekilde anlatıyor. O çağrıyı noktasına virgülüne karışmadan yayınlıyoruz.

ETHEM'İN YOLDAŞLARINA : Sarısülük Ailesi Ethem’in davasına çağrısıdır:

FAŞİZME SERBEST VURUŞ! 8-15 Kasım 2013 tarihleri arası Bornova ve Dikili'de, Aralık ayında Çeşme'de, Ali İsmail Korkmaz Futbol Turnuvası yapılacak. İzmir’in Bornova ilçesinde eleme karşılaşmalarının ve Dikili ilçesinde de yarı final ve final karşılaşmalarının oynanacağı Ali İsmail Korkmaz Futbol Turnuvası’na kadınlı erkekli takımlar kurup katılmak mümkündür. Turnuva fikrinin ortaya çıkış noktası iktidarın karanlığına karşı, halkın çeşitli kesimlerinin özgürlük talepleriyle yan yana geldiği ve aydınlık bir yarın için bir sıçrama rampası olarak tarihe geçen Gezi Parkı olaylarının ardından hayatın her alanında mücadeleyi ve direnişi büyütme, kaderlerimizi kendi ellerimizle tayin etmek için harekete geçmektir. ’’Gezi Parkı sürecinde polis şiddetinin aramızdan aldığı, bir kere bile selamlaşmadığımız ama aynı kavga için onlarla öldüğümüz dostlarımızdan Ali İsmail Korkmaz adını yaşatmaya devam etmek için, faşizmin karşısına daha güçlü, daha üretken, daha örgütlü bir şekilde dikilebildiğimizi hatırlatmak için bir halı saha futbol turnuvası düzenliyoruz. ’diyerek yola çıkan insanların gerçekleştirdiği bir çalışmadır. Bu da gösteriyor ki ALİ İSMALİ ve tüm gezi şehitlerini hayatımızın her alanında yaşatmaya devam edeceğiz.

GÜLSUYUN’ DA ÇETELER SALDIRMAYA DEVAM EDİYOR! Gülsuyu'nda uyuşturucu çetelerine karşı yapılan yürüyüşte açılan ateşle hayatını kaybeden Hasan Ferit Gedik’in cenazesi, vurulduğu yerde anması yapıldıktan sonra defnetmek isteyen ailesi ve arkadaşlarının isteğine karşı üç gün polis ablukası altında rehin tutuldu. Gedik’in vurulmasından sonra polisin, kaldırıldığı hastanede yoğun bakım ünitesine girerek aldığı elbise ve delillerden ise henüz bir haber yok. Gençleri böyle acımadan öldüren, delilleri karartan, varoş mahallelere uyuşturucuyu getiren devlet, varoş mahallelerden büyüyen mücadele karşısında daha çok korkacak daha çok sertleşecektir. Gülsuyun’daki çeteler tarafından Serhat Gül adlı bir genç de yaralandı. Toplumsal olaylarda gözaltına almakta, mahkemeye çıkartıp hüküm giydirmekte, delil toplamakta gayet hızlı olan yetkililer, adını sanını çok iyi bildiği çetelere müdahale etmekte hiç acele etmiyor. Gülsuyu’ nda daha kaç kişinin öldürülmesine, yaralanmasına izin vereceksiniz!!

İNSANLIK DAVASINA ETHEM’İN DAVASINA ÇAĞRIMIZDIR Taksim Gezi Parkı’nda çakılan kıvılcım 1 Haziran günü Ankara’da karşılık bulmuş Ankara halkı sokağa çıkarak demokratik tepkilerini var olan iktidara karşı haykırmaya çalışmışlardır. Ancak ne yazık ki demokratik hak ve taleplerini kullanan binlerce insanımıza, polis vahşice ve azgınca saldırmış, direnişçileri yaralamış, taciz etmiştir. Tüm bunlar yetmezmiş gibi sokağa çıkan halka hakaret etmiş, küçümsemiştir. İşte tam da burada Güvenpark’ta binlerce direnişçi gibi demokratik hakkını kullanırken katil Ahmet Şahbaz’ın tabancasından çıkan kurşun ile Ethem Sarısülük ağır yaralanmış akabinde hastaneye kaldırılmış fakat 14 gün yoğun bakımda yaşam mücadelesi vermiş, tüm çabalara rağmen hayatını kaybederek aramızdan ayrılmıştır. Tüm bu gerçeklere rağmen katil Ahmet Şahbaz günler sonra ifade vermiş ve işlediği cinayetin “meşru müdafaa sınırları içinde” olduğunu söylemiş ve kendini savunmuştur. Savcılık ise ifadesini alarak tutuklamaya gerek bile duymamıştır. Bu bize Erdoğan’ın “polisimizi yedirtmeyiz” açıklamasını hatırlatmıştır. Ve uzun bir bekleyişin ardından nihayet duruşma günü belirlenmiştir. 23 Eylül ilk mahkemedir. Ve önemlidir, biz ailesi açısından tarihi bir önemi vardır. Mahkemede yaşananları kısaca aktaracak olursak: En başından beri bir oyun tezgâhlanmış, aldırmak istedikleri kararları avukatlarımıza dahi sormadan uygulamaya geçmişlerdir. Katil Ahmet Şahbaz tutuklu olmamasına rağmen tutukluların getirildiği koridordan yoğun güvenlik önlemleri altında getirilmiştir. Mahkemeye peruk, takma kaş, bıyık ve gözlükle getirilmiştir. Bu bir suçtur, sanık olduğumuz duruşmada kimliğinizi gizlemek ayrı bir suçtur. Bu kamuoyundan ve mahkemeden kimliğini gizlemektir. Katil Ahmet Şahbaz, olağanüstü güvenlik önlemleri alınıp korunurken biz ailesi, avukatları, tanıklar ve bizlere destek için gelen onlarca kişiye azgınca saldırılmıştır. Karşı tarafın avukatları başta olmak üzere katili koruyan herkesin küfür, hakaret, fiziksel saldırılarına karşı mahkemenin ne kadar ‘tarafsız’ olduğunu gördük. Mahkemede çekilen görüntüler gerçeği yansıtırken, görüntüleri yandaş medya öyle pervasızca kullandı ki sanki uzman bilirkişilermiş gibi çözümleme yaparak, katili koruyarak onu mağdur durumuna getirdi. Biz aile olarak Erdoğancı yandaş medyayı kınıyoruz. Ve hukuki mücadelemizden vazgeçmeyeceğimizi bir kez daha vurguluyoruz. Duruşma yapılamadan ertelenmiştir. Biz Ethem Sarısülük’ün ailesi olarak bir sonraki mahkemeye, başta devrimci, demokratik kitle ve kurumları, sivil toplum kuruluşlarını, aydın ve sanatçıları, sendikaları, meslek örgütlerini ve tüm duyarlı halkımızı Ethem’in davasına, insanlık davasına sahip çıkmaya çağırıyoruz.

SARISÜLÜK AİLESİ

19



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.