Y. Yurdakul: Atatürk'ten hiç yayınlanmamış anılar

Page 1

ATATÜRK'TEN H i ç YAYINLANMAMIŞ

ANILAR

TRUVAYAYINLARr


TRUVA YAYINLARI® Yayıncı Sertifika No: 12373 Yayın No: 37 Truva / Tarih: 10 Atatürk'ten Hiç Yayınlanmamış Anılar Yazarı: Prof. Dr. Yurdakul Yurdakul Genel Yayın Yönetmeni : Hüseyin Movit Yayın Editörü : Hüseyin Movit Düzelti : Gülten Akderin M. Kapak Tasarımı : GDA Creative Design & Media Plain Baskı-Cilt : Kilim Matbaacılık Ltd. Şti. Litros Yolu Fatih Sanayi Sitesi No: 1 2/204 Topkapı-İstanbul (O 212) 612 95 59 1. Baskı Nisan 2005 8. Baskı Ocak 2009 ISBN: 975-6237-37-6 Kitabın telif hakları, Truva Yayınları'na aittir. Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çogaltılamaz ve yayımlanamaz. © Truva Yayınları, 2009 Okul Caddesi

Mutlu Sokak No: 48

Güler Apartmanı

Daire: 17

34110 Kavacık/İSTANBUL Tel: (0216) 537 70 20 (3 hat) Faks:(0216) 537 70 23 www.truvayayinlari.com e-mail: info@truvayayinlari.com


Prof. Dr. Yurdakul Yurdakul

ATATÜRK'TEN H i ç YAYINLANMAMIŞ

ANILAR


Sevgili eşim Ayşe'ye, çocuklarım Nuri Atilâ ve Tolga Engin'e...


İçindekiler ÖNSÖZ/9 BAŞLARKEN/İl GÎRlŞ/13 Halil Nuri Yurdakul'a verilen Takdirname Takdirnamenin Bugünkü Türkçe ile Açıklaması A l l ^ l , ÖZEIXÎKLERİ VE ARKADAŞLARI / 35 Atatürk'ün Ailesi Atatürk'ün Çocukluğu Atatürk'ün Özellikleri Atatürk'ün Sofra Arkadaşları (Zevat-ı Mutade) Mareşal Fevzi Çakmak Atatürk'ün Sevdiği Şarkılar ANILAR/51 Ramazanlarda Atatürk Kurtuluş Harbi İçinde Halkın Durumu Fedakârlıkların Boyutu. Samsun Yolculuğuna Hazırlık Samsun Yolculuğu ve Samsun'a Varış Atatürk'le Beraber Samsun'a Çıkanlar Atatürk'ün Kurtuluş İçin İlk Hareketleri Erzurum'a Geliş ve Ordudan Ayrılma Kâzım Karabekir Paşa'nm Ziyareti Atatürk'ün Nöbet Tutması Ankara'ya İlk Geliş Ani Kararları

. 23 25

. 37 . 39 .40 • • • • "^5 48 49

53 55 56 . 58 60 62 65 68 70 72 74 76


Ali Fuat Cebesoy'a Ait Anılar Çankaya'da Hediye Edilmek İstenen Ev Sakarya Harbi'nde Olaylar Kuran Okuyana Saygı Bir İmama Yapılan Öneri Satı Kadın Büyük Taarruz Tarihinin Geri Bırakıirnası 31 Ağustos 1922 Günü İzmir'in Alınması Atatürk'ün Zaferden Sonra Ankara'ya Gelişi Atatürk'ün Duygusal Tarafı Atatürk ve Abdülhalim Çelebi Efendi. Atatürk'ün Annesinin Ölümü Atatürk'ün Evlenmesi ve İlk İnkılap Hareketi Atatürk'ün Evlilik Sorunlan Latife Hanım'm Vefatı Latife Hanım Topal Osman Olayı Neyzen Tevfik Kolaylı'ya Ait Bir Anı Doğru Konuşanlara Ödül Rabbi'l-Ud Binbaşıya Verilen Acı Bir Ders Tahtakale Yangını İnönü'nün Attan Düşmesi Çopur Albay'm Terfi İşlemi Hoşa Gitmeyen Gösteriş. Ülkemizde Gül. Dünyanın Ortası Neresidir? Cami Yaptırma Derneğine Yardım Ani Teftişleri Atatürk'ün Uyarıları Atatürk'ün Dikkatleri Mevlevi Ayinlerine Hayranlık

78 81 85 87 89 91 94 97 98 100 102 104 107 . 110 112 114 116 120 134 137 ......139 141 144 146 . 148 150 153 155 156 157 159 161 163


Çanakkale'de Okunan Mevlid-i Şerif 164 Çanakkale'yi Ziyaret ..167 Çanakkale Şehitlerini Ziyaret 169 Şehitlerimizi Ziyaret 171 Kuran'm Tercümesi 173 Yerebatan Camii'nde Türkçe Yasin Okunacak 174 Türkçe Kuran Dün îlk Defa Okundu 175 Dini Bir İnkılap: Türkçe Kuran ; . . . 177 İlk Türkçe Hutbe Dün Okundu 179 Kuran Tercümesinin İlk Defa Camide Okunması 180 Radyo ile Yayınlanan Dünyadaki İlk Mevlit 182 Türkçe Kuran Okunan Camiler Dolup Taşıyor! 185 Bugün Fatih Camii'nde İkindi Ezanı Türkçe Okunacak 187 70 Bin Kişinin İştirak Ettiği Dini Merasim 189 Dini Ayinin Ankara'da Husule Getirdiği Tesir 192 Onuncu Yıl Balosu 193 Sırp Kralının Ziyareti 195 Atıf Bey'e Ait İki Hatıra 197 Ölen Kardeşi Naciye'ye Benzeyen Hanım 200 Atatürk'ün Bağlılık ve Kıymet BiUrliği 202 Radyolarda Hastalık Haberinin Söylenmesi 205 Atatürk'ün Cenaze Merasimi, Muzaffer Kılıç ve Menderes . . . 207 Muzaffer Kılıç'm Ölümü 211 Atatürk'ün Yanından Bir An Bile Ayrılmayan Yaveri Muzaffer Kılıç Atatürk Bulvarı'nda Vefat Etti 213 A T A T O R K L E ÎLGttİ KO^fULARDA, Y A Z A R I N Ç E Ş Î T Ü YAZIŞMALARI / 217

Mehmet Ali Birant'a . Halik Refiğ'e Açık Mektup Latife Hanım'm Salih Bozok'a Mektubu Cumhuriyet Gazetesine İnsan Atatürk

218 220 223 226 235


ÖNSÖZ

Bir emeğin değerlendirme zorluğu... ATATÜRK hepsi hepsi 57 yıl yaşadı. Şahsiyeti, başarıları, aldığı sonuçlar önünde asırlar önce gelmiş geçmiş bir mitoloji kahramanının izlerini yaşıyoruz. Yaşamaya da devam edeceğiz. Günümüzde Mustafa Kemal'e erişebilmiş olanlar parmakla sayıla­ cak kadar az. Özellikle bunların anıları engin denizlerdeki inci taneleri­ ne rastlayabilmek kadar nadir... Elinizdeki kitap bu mutluluklardan biri... "Yurdakul" sözcüğü tek başına olduğunda bir özlem ifade eder. Benim için "Yurdakul" sözcüğü Halil Nuri Yurdakul olunca gerçek an­ lamını bulur. Çünkü şu an bir vatandaş ismi olmanın yanında 19 ya­ şında bıyıkları henüz yeni terlemiş bir gencin kişiliğinde, vatana "kul olma"nın hayat hikâyesidir. Bu kitaptaki Atatürk amlannıjderleyen de o Halil Nuri Yurdakul'un oğludur. Ve babası ona Yurdakul olmayı, hem özad hem de soyadı olarak vermiştir. Halil Nuri Yurdakul, Mondros'tan sonra Anadolu'da kendi irade ve tercihiyle vatanın elde kalan bölümlerini korumak için toplananların en genci ve en erken karar verenlerindendi. 20. Kolordu ve Kuva-yı Milliye ilk umum kumandanı olan rahmetli Ali Fuat Cebesoy, anıların­ da ondan, "Şahsını daha sonra tanıdığım ve ilk karşılaşmamda çocuk


yaşında bulduğum, harbiyenin ilk sınıfından ayrılmış ve etrafına topla­ dığı bir avuç yurtseverle kurduğu kuvvetle gerilla savaşını ilk tatbik eden bu genç adamdan aldığım, düşmanın ilerleyişine karşı koymanın safhalarım dinlemiştim. Kendisiyle, o Niğde MiUetvekih, ben İstanbul Milletvekih olarak 1950 Millet Meclisinde buluştuğumuzda, o günleri heyecanla yad etmiştik," der. *

:î: *

Oğlu, Ünlü hekim Prof. Dr. Yurdakul Yurdakul'un babası ve baba­ sının arkadaşlarından derlediği bu kitapta sanıyorum ki, "Mustafa Kemal-devri-kişileri" için çoğunlukla ilk defa okuduğunuz, söylenecek anekdotlar, anılar, olaylar bulacaksınız. Bunların tümü yaşanılmış ger­ çeklerin belleklerde hatırlanabilecek ve belki de yadırganacak olaylar­ dır. Bu "yadırgama"ya şaşmıyor ama şuna inanıyorum ki, anlatılan olaylar ve kişileri 1998 Türkiyesi'nde "efsane" sayılacaktır. Cumhuriyetimiz de, böylesine efsane sayılacak yiğitlik, cesaret, öngörülülük terkibi değil midir? Tebrikler ve en iyi dileklerimle. Tarihçi - Yazar Cemal Kutay 26 Ocak 1998


BAŞLARKEN

Atatürk'e ait, babam ve arkadaşlarmm anlattıkları anıları dinlerken "Bunları niye yazmıyorlar?" diye düşünür, hatta bunu kendilerine söy­ lerdim. Her biri bir bahane bulur ve benim önerimi geçiştirirlerdi. Ba­ zıları da, "Sen yaz," derlerdi. Babam gençliğinde "Askeri Vecizeler", "Neferin Defteri", "Muhare­ be Araçlarından Güvercin", "Bombalarla Eğitim" gibi birçok kitap yaz­ mıştı. Aynı şeyleri ona söylediğimde, "Oğlum sen gençsin, bunlan sen topla, sen yaz," derdi. Ben de anlatılan bu olayları hep yazdım. Anlatılan bu anılar, hem bana hem anlattığım dost ve arkadaşları­ ma çok ilginç geldi. Atatürk'e ait yazılan anıların hemen hepsini oku­ dum. Bu anıların hiçbirisinin, herhangi bir yerde yayımlanmadığını gördüm. Bunun üzerine bu anıları, 1919-1938 yılları arasım kapsayan "Ata­ türk'ün Nöbet Defteri"nden, Prof. Dr. Utkan Kocatürk'ün "Kaynakçalı Atatürk Günlüğü"nden ve o zaman çıkan gazetelerdeki haberlerden araştırarak olayları günü gününe oturtmaya çalıştım. Tarihte yaşamış olan bütün büyük insanların yaptıklan ve yaşayışla­ rı araştırılır ve bir de büyük Atatürk'ün yaptıkları gözden geçirilirse, onun hiçbirisiyle ölçülemeyecek kadar büyük bir insan olduğu anlaşıhr. Büyük Atatürk'ün çok hareketli hayatı içinde engin görüş, düşün­ ce ve davranışları, herkes için ibret alınacak olaylarla doludur.


Okuyacağınız bu anılar, onu bir kere daha tanımaya ve her konu­ yu ne kadar çok boyutlu ve dengeU düşündüğünü görmemize yardımcı olacaktır. Bunları yazarak, hem anlatanların isteklerini yerine getirip ruhları­ nı şad ediyor, hem de ölümsüz Atatürk'ün sağlam kişiliğini yansıtan bu olayları hiçbir katkıya gerek duymadan sizlere sunuyorum. Kitabın hazırlanmasında yazılarıma yardımcı olan sekreterlerimiz Sevgi Aslan, Gülten Aslan ve Öznur Atalara teşekkür ederim. Yazım kurallarında bir aksaklık olmaması için müsveddeleri okuyan Edebiyat Öğretmeni Perihan Yiğenoğlu'na, eserin kusursuz olmasını isteyen ve taslağı okuyan dostum Yazar Prof. Dr. Gürsel Aytaç'a, eserin son baskısmdaki tashihleri yapan Gülten Akderin M. ve titiz çalışmalarını takdir ettiğim Gn. Yay. Yön. ve Editör Hüseyin Movit'e burada teşek­ kür ederim. Anı derlemelerime -yoğun söyleşi isteklerine karşın- çok anlamlı bir önsöz yazarak, kendisine olan saygı, sevgi ve hayranhğı arttıran ba­ ba dostu Tarihçi-Yazar Sayın Cemal Kutay Beyefendi'ye sonsuz teşek­ kürler sunarım. Prof. Dr. Y. Yurdakul 1998


GİRİŞ

Babam Halil Nuri Yurdakul, teğmenken henüz düzenli ordu ku­ rulmadan önce, Bozüyük'ü işgal etmek isteyen Yunanhiara karşı oradan topladığı gönüllüler ile savaşmıştı. Daha sonra Ah Fuat Cebesoy, Batı Cephesi Kumandanı olunca onun emrine girmiş ve yapılan birçok gerilla muharebelerine iştirak ede­ rek Bursa cephesinin kurulmasında çok büyük yardımı olmuştu. Düzenh ordu kurulduktan sonra da Birinci ve İkinci İnönü Savaş­ larında kahramanca yararhklar göstermiştir. Büyük Taarruz öncesi gizli bir emirle Yunan işgal bölgelerine köy­ lü kıyafeti (tebdil-i kıyafet) ile gidip haber toplayacak gönüllü subaylar aranır. Babam bu görev için Genelkurmay Başkanhğı na başvurur. Ya­ nma bir Rumca bilen, bir de muhabere subayı verilir. Bu üç kişi köylü kıyafetleri giyip yanlarına fotoğraf makinesi gibi birçok da malzeme alarak eşeklere binip Yunanhlarm işgal ettiği bölgelere giderler. Surdan hurdan aldıkları kömür, odun, tezek, tuz gibi şeylerle ticaret yapıyor şekli içinde, o bölgeleri gece ve gündüz iyice tararlar. Yunan birlikleri­ nin nerelerden nerelere kaydırıldığı; nerelere yığmak yapıldığı, bu bir­ liklerin sayısı ve savaşma gücü hakkında bilgiler edinirler. Sonra Yunan komutanlığı ile cephe arasındaki telefon hattını bu­ lurlar. Bir gece bu hattan orman içine paralel bir tel çekerek, komutan­ lığın verdiği bütün telefon emirlerini günlerce dinlerler, tercüme edip not alırlar.


Bir gün komutanlıktan cepheye şöyle bir emir geçilir: "Gizli örgüte bağlı bazı Türk subaylarının köylü kıyafetlerine gire­ rek Yunan işgal bölgelerine geçtiği ve komutanlık telefonlarını dinleme isteğinde bulundukları adamlarımız tarafından haber verilmiştir." (Adamlarımız denen kişiler Yunanlıların işgal ettiği bölgelerde, pa­ ra, altın vs. ile kandırıhp kendilerinden haber aldıkları, kandırılmış Türk vatandaşlarıdır. Babamların hareketlerinden şüphelenen bu vatan hainleri, Yunan komutanlıklarına bu hareketleri haber verirler.) Bu nedenle "Derhal atlı birlikler çıkarılarak telefon hat boyu 24 sa­ at aralıksız kontrol edilecek, şüpheli görülenler, kim olursa olsun yaka­ lanıp kurşuna dizilecektir," emri verilir. Babamlar bu emri duyunca, hemen telleri keserek oradan kaçarlar. Sonra da gece-gündüz yürüyerek Türk bölgesine geçip kurtulurlar. Topladıkları ve Genelkurmay Başkanlığı'na teslim ettikleri bu as­ kerî sırlar, Büyük Taarruz planlarının başarıyla hazırlanmasında çok yardımcı olmuştur. Kurtuluş Harbi bittikten sonra da bu üç korkusuz askere yaptıkla­ rı kahramanlıklar için, TBMM'nin takdirnamesi verilmiş, ayrıca İstiklal Madalyaları ile takif edilmişlerdir. Daha sonra da, bu üç kahramanın köylü kıyafetli resimleri, Ata­ türk'ün emri ile İstanbul'da Askerî Müze'ye konulmuştur. Resimler ha­ len orada sergilenmektedir. Halil Nuri Yurdakul, Kurtuluş Harbi bitince, 1927 yılma kadar Harp Okulu'nda öğretmenlik yapmış, o seneden sonra da Atatürk'ün Muhafız Alayı'na alınmıştır. 1927-1933 yılları arasında arahksız yedi seneye yakın, Atatürk'ün koruma alayı kumandanı İsmail Hakkı Tekçe Paşa'nm ve muhafız alayının genel sekreterliği görevini yürütmüştür. Bu senelerde, Atatürk'le birçok seyahate çıkmış ve onun korunma­ sında görev alan koruma kıtalarına bizzat komutanlık yapmıştır. Bu arada Atatürk'ün emri ile Hitler Almanyası'm görmek ve tetkik etmek için altı ay müddetle Berlin'e gönderilmiş, askerî açıdan gördük­ lerini rapor hâlinde Genelkurmay Başkanhğı'na bildirmiştir.


Ben, Adana'da henüz Use talebesiyken bir gün babam çok müteva­ zı evimizde alabildiğine bir hazırhk yaptırıyordu. "Buraya çok büyük bir misafir gelecek," diyordu. Üç gün sonrada evimize Atatürk'ün kız kardeşi Makbule Hanım'ı misafir olarak getirdi. Babam Muhafız Alayında görevliyken Makbule Hanım'la olan bir yakınlıkları vardı. Makbule Hanım Dörtyol'daki Atatürk'ten kalan por­ takal bahçesine kışı geçirmek üzere gelmişti. Babam da orada albay ola­ rak alay kumandanlığı yapıyordu. Dörtyol'da lise olmadığı için bizler Adana'daki liseye gidiyorduk. Makbule Hanım'ı Adana'daki mütevazı evimize davet etmiş, o da bu daveti kabul ederek bize misafir gelmişti. Evimiz sadece iki odadan ibaretti. Büyük odayı Makbule Hamm'a ha­ zırlayıp vermiştik. Küçük odada ise annem, ağabeyim, ben ve kız kar­ deşim kalmıştık. Babam da orduevinde kalmıştı. Makbule Hanım ilk geldiğinde beş gün kalıp gitti. Sonraları defa­ larca bize gelip misafirimiz oldu. Biz de sömestir tatilinde Dörtyol'a gi­ dince onun evinde yemekler yerdik. Adana'da iken birçok defa babamm Kayseri'den beri tanıdığı ve dostu Hacı Ömer Sabancılara (Sakıp Sabancı'nm babası) gidip misafir olmuştuk. O zamanlar her evde buzdolabı yoktu. Makbule Hanım'm cam, özellikle, soğuk bir şey içmek istediği zaman, "Hadi çocuklar, Hacı Ömer Ağalara gidip birer ayran içelim," diye bizleri de alır ve hep bera­ ber arabasına dolarak, Sakıp Sabancılara gider, soğuk ayran veya limo­ natalar içerdik. Makbule Hanım, bu gelmelerinde, hep Atatürk'ün gençlik ve ço­ cukluk yıllanna ait hatıralar anlatırdı. Biz de etraftna toplanır onu din­ lerdik. Anlattıklarını babam kaleme alır, bizim de bunları yazmamızı isterdi. Bu arada, birçok kez hse talebeleri ve tarih öğretmenleri, gruplar hâlinde Makbule Hanımı ziyarete gelmiş, elini öpmüşler, ondan büyük Atatürk'e ait anılar dinlemişlerdi. Bunların arasında zamanın DYP Genel Başkan Yardımcısı Esat Kıratlıoğlu da bulunmuştur.


Daha sonra Makbule Hanım'ı babam Bor'a getirmiş, evimizde gün­ lerce misafir etmiş ve ona, yöreyi gezdirmişti. Oralarda da tarih öğret­ menleri ve öğrenciler gelip elini öpmüşler ve Atatürk'e ait yine birçok anı dinlemişlerdi. Sonraları üniversite yıllarında, İstanbul'da da Makbule Hanım'ı birçok defa ziyaret etmiştim. 1956 yılında son hastahğı nedeniyle Gülhane Hastanesi'nde yatar­ ken, defalarca yine babamla beraber onu ziyarete gitmiş ve elini öperek teselli etmiştim. O zamanlar ben de artık doktor olmak üzereydim. Makbule Hanım o tarihte eski Gülhane Hastanesi'nde yatarken, aynı tarihte Dr. Alaeddin Yavaşça da yedek subay talebesi olarak bitişik binada eğitim görüyordu. Hatta, Makbule Hamm'a Ata'nm sevdiği par­ çalardan ufak bir konser vermesi de istenmişti. Alaeddin Yavaşça, ken­ disine eşlik edecek saz arkadaşları olmadığı için bunu gerçekleştireme­ mişti. Yaşım ilerlemişti, babamın diğer arkadaşları ve dostları ile tanışı­ yordum. Onların konuştuklan hep Ata'ya ve Kurtuluş Harbi'ne ait hatı­ ralardı. Çünkü hem babam hem arkadaşları o yıllarda Ata ile çok yakın il­ gileri olan kişilerdi. Onun için pek çok hatıra taşıyorlardı. Onları dinle­ dikçe hepsini yazdım. Özellikle, ta Filistin cephesinden, Çanakkale'den beri ve Cumhurreisi olduktan sonra da yıllarca Atatürk'ün yaverliğini yapan Muzaffer Kılıç'tan pek çok anı dinledim. Sonradan babam, ordudan ayrılmış milletvekili olmuştu. Yaz ayla­ rında annem Niğde'ye giderdi. Ben stajlarım için Ankara'da kalırdım. Biz evde babamla yalnız kalırdık. Babamın bir sözü vardır, hâlâ unuta­ mam, "Kimseyle ona taviz verecek şekilde samimi olma," derdi. Kendi­ si de hiç kimse ile aşırı derecede samimi değildi. Herkese karşı saygı­ lıydı. Kimseyi kırmaz, kimseye kaba davranmazdı. Bize karşı bile ayak­ larını uzatıp yattığını hatırlamam. Atatüirk'ün yaveri Muzaffer Kılıç da, çok kibar ve nazik bir insan-


dı. Fevkalade temiz ve zevkli giyinirdi. Kendisine bir bardak su götürsem veya kahve ikram etsem, toplanır ayağa kalkar ve ikram edileni ayakta alırdı. Her defasında, "Aman efendim, lütfen rahatsız olmayın," dememe rağmen, mutlaka ayağa kalkar, içtikten sonra da yine boşalanı ayakta iade ederdi. Babamın her seferinde, "Yahu Muzaffer Allah aşkına yapma. O da senin bir evladın," dese de, "Bırak Nuri, Doktora hürmet­ sizlik yapmayalım" derdi. Oysa ben, ilk zamanlarda sadece bir tıp talebesiydim. Muzaffer Kılıç, bazen babamla beraber yemeğe gelirdi. Annemler ol­ madığı için, ben evde yumurta, peynir, ekmek, zeytin, yoğurt, salata, ka­ vun, karpuz gibi basit şeylerle onlara yemek hazırlardım. Hatta bazen, onlar da yardım ederler, cacık yaparlar, domates doğrarlardı. Hep bera­ ber iştahla o yemeği yerdik. Sonra da onlara birer kahve yapardım. Tabii bu arada hep Kurtuluş Harbi ne ve Ata ya ait hatıralar konuşulurdu. Sonra babamla birer karyolaya uzanırlar; o iki çok saygılı insan, birbirlerine ayaklarını uzatıp yatarlar, bazen öğle uykusuna dalarlardı. BeUi ki Kurtuluş Harbi nde ve sonraki yıllarda bu vaziyette kaç defa ay­ nı çadırlarda ve ot yataklarda yatmışlardı. Atatürk'ten bahsederken, inanın sanki toplanırlar ve onu anarken daima, "Atatürk, geldiler. Emir verdiler. Beni çağırdılar," diye hitap ederlerdi. Ata'ya o kadar bağlıydılar ki, onu, "Öl!" demesiyle tereddütsüz ölümü göze alacak kadar sevdikleri her hallerinden belli olurdu. Bazen anılarını anlatırken gözleri dolar, o zaman birbirlerini teselli ederlerdi. Atatürk, Çanakkale'de taarruz emrini yazdırırken, "Yarın size taar­ ruzu değil, ölmenizi emrediyorum," demiş ya, işte bunlar daima böyle bir emre kayıtsız şartsız uyacak kadar Ata'ya bağlanan, onu seven ve ona inanan kimselerdi. Sonraları, onların tanıdıkları kişileri tanıdım. Ve birbirlerine anlat­ tıkları anıları dinledim. Hep yazdım. Önemsiz gibi görülen bu anılar, hem Atatürk'ü hem o zamanki yoklukları ve yapılan fedakârhkları ak­ settirmesi açısından çok önemli hatıralardır.


Hatıralarım dinlediğim kişiler alfabetik sırayla şunlardır: Abdulgafur Acatay Ali Fuat Cebesoy Ali Metin Ferudun Nafiz Uzluk Hafız Yaşar Okuyan Hikmet Ayhan Kayalı İsmail Hakkı Tekçe Makbule Atadan Melek Arıburun Tekçe Muzaffer Kılıç Sadık Atak Sırrı Akatay Şefik Kolaylı Ayrıca, doktor olmam nedeniyle bu kimselerin sağlık sorunlarıyla ilgilenip, onlara daha çok yakın oldum; onlarla daha çok konuşma ve onları dinleme imkânı buldum. Böylece merak edilen birçok konuyu en yetkili kişilerden öğrendim. Dinlediğim pek çok hatıra arasından seçtiğim bu anılar öyle zan­ nediyorum ki başka bir yerde yayımlanmamıştır. Olayları tamamen kendi ağızlarından dinlediğim şekilde, hiç bü­ yültmeden ve küçültmeden, tarih sırasına göre sizlere nakletmeye çahşacağım. Sonuçta bu anılar, ulu Atatürk'ün kişiUğini daha iyi yansıtacak ve onun şahsı hakkında yapılan tartışmalara açıklık getirecektir. Prof. Dr. Y. Yurdakul


Halil Nuri Yurdakul, Büyük Taarruz'dan önce bilgi toplamak için Yunan işgal bölgesine köylü kıyafeti ile gittiği günlerde. Bu resim, hâlen İstanbul'da Askeri Müze'de sergilenmektedir. Yıl 1922


iiiiiiiiiiiiiiii

Halil Nuri Yurdakul ve arkadaşları Büyük Taarruzdan önce düş­ man bölgesi içindeki komutanlık telefon hattından, dinlemek için tel çekerken. Sağ baştaki Halil Nuri Yurdakul. Bu resim de, halen İstanbul'da Askeri Müze'de sergilenmektedir. Yıl 1922


1^

• mm

•it

İsmet İnönü başbakanken sık sık Muhafız Alayfna gelir ve su­ bayları ile birlikte olurdu. Böyle bir günde çekilen bir resim. Sol başta ayakta duran Halil Nuri Yurdakul'dur. Yıl 1933

Halil Nuri Yurdakul, muhafız alayında Atatürk'ü koruyan diğer 12 muhafızı ile birlikte. En üst sırada ortada. (Orduda henüz kalpak giyildiği zamanlar.) Yıl 1927


Halil Nuri Yurdakul (solda) ve Harun Bey (sonra hava generali olan), Berlinde 1939yılında yıkılmış olan Wilhelm 1. heykeli önünde (ortadaki şahıs Alman mihmandardır). Açıklama, Dr. Erkmen Böke'den


23 • A T A T Ü R K ' T E N

ANILAR

HALİL NURİ YURDAKUL'A VERİLEN

*î'ürkij'-e BüTüfc M i l l e t olup metni nîücioir.cs

SO:

H-^clisi

tsJîtirnaniesi

ile

TAKDİRNAME

UÎÎI!İ,Ü

taltif

hakkında

e ş b u v a r ' - i k a z a f j r ı n d a m u h a r r e r bMİ^jn^ın^ 1 $ 2 nuır.eroly. k a a n u r î İstiklal

r.uharebelerinde b i l f i i l

^XB'{'

a l t ı n d a fevka.la«5e

ya-

116S

T ü r k i y e Bü^Kiiç M i l l e t

Keciisiain,

ikinci

i ç t i î 3 3 . s e n e s i n i n 5»'^»34X t a r i h i n d e celsesine.?, ruhsrrer

Miid&fa-i

Milliye

Y^kâletinitı

Hjiri e f e n d i y e , - İ s t i k l â l

y a r e r l ı ğ i tebcil«?n biriîici

intihap

dav r e s i f i n

ihhası

üaçrine

Kuharebati hidayetinde

alan

birinci

sirde

künyemi

ibras

eylediği

d e f a o l a r a k eşbu t a k t İ c n a m e i t a

•Türkiye C i i m h x ; r i y e t i r e s j n i jaühürü 14.5.İ34İ G a z i M. Kemal Tak-cii^nameyi

ikinci

m ü a a k i t 94 ü n c ü İ ç t i m a a t m

kılındı?

Siyaseti

zatın

münyesi; Piys.de MV.Tİ

Mülazım

Evvel

^,fendi Siîî

Halil

Kum K a p ı :5icil

No:

333T69

Sşbn -!;aktirnaî?e T ü r k i y e Büyük r-fillet M e c l i s i r i y a s e t i n d e n i r s a l i n i a a t ı k t e z k e r e n i n t a r i h ve nuaeros-Ji

As 1 ı n ı n ^ a y j ı ı d ı r

Bas

Vekâlete


T ü r k i y e Bü^nik M i l l e t

i û e c i i e i t a k t i r n a m e a i j l a -uaul-ü. t a l t i f

jıakkmda

kaa.x3n.

No:

153 ir'accle

1 — Mtiharebelerde

bilfiil

r e n l e r 'Tv.rki.ye

ateş

altında

Büyük M i l l e t

fe'^kalade

ivedisi

yararlık

taktirna.r;esiyle

göste­

taltif

olunur. 2 - "rürkiye Büyük K ü l e t M e c l i s i n i n olanlar '*

3 - 1*ürkiye Hüdafa-i

kıdealeri

Büyük M i l l e t Killiye

den maa t a h s i s a t "

Meclisi

"

5 - Büyük M i l l e t Csrids-t

6 - Büyük J 5 i l l e t

sine

i-îilii;ye

taktirna.'ne.si

i-j-^rPit

ile taltif

tavassutu

oiynvr,

înazhar o l a n l a r

i " e i l s n "'a k ü n y e l e r i r ı ^

isimleri

alrnur.

Bas Kmandanlık aarianlarda

i i ö 3ü.vük H i i l e t

Mecli­

?.rzcltııı;r.

"

7 -

İ ş b u kanun t a r i h ~ i n e h r i n d e n

*'

8 -

İ ş b u kanunun

itibaren meri-üi

i c r a s ı n a Müdafa-i

Milliye

X3.3ylül.l327 Kaydına (nuvafıktır Kavanin

tertibin­

i t a oltinur.

isim 're.n^mercsu dere

taktinnaTesine

VokÂletinin

edenlere

nakdiye

Kam-unii r n e r ' i o I d v k ç a o makâs-^am v e m e r ' i o l m a d ı ğ ı MÜdafa-i

mezhar

ederler,

i l e rsühar^^benin m a h a l v e t a r i h i

oldu|;i5. k ı t * a n ı n

Meclisi

i k i defa retbe

ihraz

..nıükâfatfi

i k i maaf n ı k d a r ı n d a mükâfat

Meclisinin

J^s-.rye

t a k t ı m aknesini

bütçesinda

4 r TaktirnaiBe saiıibinin künyesi v u k u u v e Kîensup

taktirnansesine

h e r n e oi-s^rsa o l s w n t e r f i - i

30.4.1341

ve

icradır. merıturdur,

İ.i4uharr«ma340

'.^esmi fnanür v e

Hüdürü

imza Aslının

Vekâleti

aynıdır

2.3.19Ğ7

iînsa


HALİL NURİ YURDAKUL'A VERİLEN TAKDİRNAMENİN BUGÜNKÜ TÜRKÇE İLE AÇIKLAMASI KOPYA TBMM takdirnamesi ile onurlandırma şekli hakkmda içeriği aşağı­ daki yazı içinde bulunan 152 numaralı kanuna uyularak, İstiklal Har­ binde bizzat ateş altında fevkalade yararlıklar gösterenlere ait. TAKDİRNAME No: 1168 TBMMnin ikinci seçim devresi ikinci toplantısının 5.4.1925 tari­ hinde yapılan 9 4 uncü oturum birinci celsesinde Savunma Bakanlı­ ğının teklifi üzerine aşağıda hüviyeti yazılı Nuri Efendiye İstiklal Mu­ harebeleri sonunda kanıtladığı yararlığın kabul edilmesiyle ilk defa ola­ rak bu takdirname kendisine verildi. Türkiye Cumhuriyeti Reisliği Resmi Mührü 14.5.1925 Gazi M. Kemal İmza Takdirnameyi alan kişinin hüviyeti: Piyade Üsteğmen Nuri Efendi Halil oğlu Kum Kapı Sicil No: 333-69 İşbu takdirname TBMM reisliğinin Baş Vekâlete verilen yazının alınma tarih ve numarası. Aslının aynıdır.


Türkiye Büyük Millet Meclisi Ödüllendirme Şekli Hakkmda Kanun No: 153 Madde 1: Muharebelerde bizzat ateş akmda fevkalade yararlık gös­ terenler TBMM takdirnamesiyle ödüllendirilir. Madde 2: TBMM'nin takdirnamesine iki defa layık görülenler kı­ demleri ne olursa olsun terfi ederler. Madde 3: TBMM takdirnamesini hak edenlere Milli Müdafaa büt­ çesinin nakit mükâfatından başka iki maaş tutarında mükâfat verilir. Madde 4: Takdirname alanın hüviyeti ile muharebenin yeni tarihi ve bağh olduğu birUğin isim ve numarası kayıt ediUr. Madde 5: TBMM takdirnamesini alanların isimleri Resmî Gazete ile ilan ediUp, nüfuslarına kaydedilir. Madde 6: TBMM takdirnamesi ile Taltif Başkumandanlık Kanunu yürürlükte olduğu sürece o makamın, o kanunun yürürlükten kalktığı zamanlarda. Millî Müdafaa Bakanlığı'nm yardımı ile TBMM'ye sunulur. Madde 7: İşbu kanun yayınlandığı tarihten itibaren geçerlidir. Madde 8: Bu kanunun yürütülmesinde MiUî Müdafaa Bakanlığı görevlidir. 13 Eylül ve 1 Ekim 1925 Kaydına Uygundur 30.4.1926


Atatürk ve maiyeti, bir tören sonrası Medis^ıcn çıkarlarken. Sol taraftan itibaren sırayla Başvekil İsmet İnönü, Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, Atatürk, Meclis Başkanı Kâzım Paşa, Koruma Alay Komutanı İsmail Hakkı Tekçe Paşa ve Koru­ ma Alayı Genel Sekreteri Halil Nuri Yurdakul Yıl 1932

Makbule Hanım, Atatürk ve Türk kuşu pilotlarıyla. Makbule Hanım'm yanındaki Sabiha Gökçen Hanım.


Makbule Hanimi DĂśrtyoVdaki evinde ziyaretimizde, babam, annem ve bizlerle. Y. Yurdakul saÄ&#x; tarafta ayakta duran. YÄąl 1947


Makbule Hanım, Bor'da misafir kaldığı bizim evden ayrılırken. Borlular kendilerine çiçek vermiş ve avluya hah sermişlerdi. Yıl 1948


Makbule HanÄąm, Halil Nuri Yurdakul'la. YÄąl 1948


IIMIP

: SUBAYLIK H Â T i R Â t A a i

İNKILAP ^^K^ K t f A B E V L E E ! K^ll $"l

Orgeneral Ali Fuat Cebesoy'un yazdığı "Sınıf Arkadaşım Ata­ türk" isimli kitabın, Halil Nuri Yurdakul'a ithaf yazısı. "Milli Mücadelenin zayıf günlerinde pek genç olmasına rağmen, tek başına Bursa cephesini kurmayı başarmış olanlardan cesur ve fedakâr emekli Albay Halil Nuri Yurdakul'a sevgilerimle." 1 Temmuz 1967 Ali Fuat Cebesoy


a^J^^-^^

Makbule Hanım'm bize yazdığı mektuplardan biri.


Atatürk'ün kardeşi Makbule Hanım'm, Adana'da, Sakıp Saban­ cı'nm annesi ve akrabalarıyla çekilen bir resmi, iki beyaz giysili hanımın arasından başı görülen Sakıp Sabancı'nm annesi Sadıka Hanım. En yukarıdaki hanım 1997'de vefat eden Hacı Meh­ met Sabancı'nm eşi Aysen Hanım ve Makbule Hanım'm arka­ sındaki ise Aysen Hanım 'ın kız kardeşi. Yıl 1948


Makbule Hanım, Bor'da babam, annem, kız kardeşlerim, teyzem ve anneannemle. Yıl 1948

Makbule Hanım, 1956 yılında Gülhane Hastanesi'ne son yatı­ şında kahvaltı ederken. Sol tarafta ayakta duran Sabiha Gökçen Hanım.


Ailesi, Özellikleri ve Arkadaşları



Atatürk'ün Ailesi

(Makbule Atadan Hanım'dan) Atatürk, 1881'de Selanik'in Islahane Caddesi, Ahmet Subaşı Mahallesi'ndeki evde doğmuş ve kendisine Mustafa adı konulmuştur. Ba­ bası Ali Rıza Efendi Anadolu'dan Rumeli'ye geçen Yörüklerden, Hahz Ahmet Efendi'nin oğludur. Ali Rıza Efendi'nin Salih isimli bir erkek, Rukiye isimli bir de kız kardeşi vardır. Annesi Zübeyde Hanım, Hacı Sofu ailesinden Feyzullah Ağa'mn kızıdır, annesinin adı Ayşe'dir. Zü­ beyde Hanım'm bir kız kardeşi, Hasan ve Hüseyin isimli iki de erkek kardeşi vardır. Atatürk'ün ise, Makbule ve en küçükleri olan Naciye isimli bir kız kardeşi vardır. Atatürk'ün dedesi Hafız Ahmet Efendi, kı­ zıl saçlı, kızıl sakallı bir bey olduğu için ona Kırmızı Hafız denilirmiş. AU Rıza Efendi, bir kazada gümrük memurluğu yaparken istifa edip bir müddet kereste ticareti yapmış. Atatürk mahalle mektebinden sonra, "Şemsi Efendi Mektebi"ne gittiği sırada babası ölmüş. Ali Rıza Efendi ölünce geçim sıkıntısına dü­ şen Zübeyde Hanım, çocukları da alıp Lângaza köyündeki dayısının yanma taşınmışlar. Dayısı bir çiftlikte kahyalık yapıyormuş. Bu köy ha­ yatı çocukları okumadan yoksun bırakacağı için, Zübeyde Hanım bir müddet sonra çocuklarıyla beraber Selanik'e gelmiş. Orada ev kiracıları Binbaşı Kadri Bey'in yardımıyla, Mustafa askeri rüştiye imtihanlarına girerek bu imtihanları kazanmış. Eakat Zübeyde Hanım devamlı harp-


1er olduğu ve birçokları geri dönmediği için oğlunun subay olmasını is­ temiyormuş. Mustafa'nın okumasını istediği bu kararsız günlerinde bir gece rüya görmüş. Rüyasında, oğlu bir akm tepsi ile minareye çıkıyor­ muş. Bu rüyayı komşuları, askeri okulun Mustafa için çok hayırlı ola­ cağı şeklinde yorumlamışlar. Bunun üzerine Zübeyde Hanım da Musta­ fa'nın askerî okula gitmesine razı olmuş. Böylece Mustafa'nın askerlik hayatı başlamış.

MAKBULE ATADAN: İki küçük kız kardeşi olan Atatürk'ün Naciye isimli kardeşi 16-17 yaşında iken ölmüştür. Makbule Hanım ise Atatürk'ün kendinden sonra uzun süre yaşayan tek kardeşidir. 1956 yılında Gülhane Hastanesi'nde ölmüştür.


Atatürk'ün Çocukluğu

(Makbule Atadan Hanım'dan) Babam öldükten sonra dayımın köyüne yerleştik. Dayımın büyük tarlaları vardı. Orada çoluk çocuk hepimiz bir işe yardımcı oluyorduk. Ben ve ağabeyim Mustafa küçük olduğumuz için, bize de bakla tarlasına gelen kargalan kovalama görevi verilmişti. Sabahları annem bize yiyecek bazı şeyler hazırlar ve bizi tarlaya yolcu ederdi. Biz orada ağaç dallarından yapılmış bir gölgeliğin altında akşama kadar görevimizi sürdürürdük. Bir gün yoğurt yerken ağabeyimle aramızda kavga çıktı. Ağabeyim sinirlenip kafamı yoğurt tasının içine sokmuştu. Sonra da katıla katıla gülüşmüştük. Annem ağabeyim Mustafa'yı çok severdi. Belki ilk çocuğu oldu­ ğundan, belki de iki kızma karşılık bir oğlu olduğu için ağabeyime çok düşkündü. Ona bir şey olacak, ona bir şey söylenecek diye aklı çıkardı. Ağabeyim de annemi çok sever ve sayardı. Ağabeyim küçükken de çok temiz giyinmeyi isterdi. Her çocukla konuşmaz, çocukların haşin davranışlarına, sapan taşı atma, çelme tak­ ma gibi oyunlarına hiç iltifat etmezdi. Böyle oyunlara çağrıldığında, on­ ları gayet kibar bir şekilde geri çevirirdi. Sokakta iki eli cebinde ve başı dik yürürdü. Herkesin dikkatini çekmekle beraber, sıkılgan bir çocuktu. Kendisi, daha rüştiye mektebinde (15-16 yaşında) iken, Selanik eşrafından Evranoszadelerin oğluna ve komşumuz Şevki Paşa'nm kızı­ na ders verirdi.


Atatürk'ün Özellikleri

(Muzaffer Kılıç ve Halil Nuri Yurdakul'dan) Atatürk'ün boyu 1.74 cm. kilosu 70-74 arasında değişmiştir. Yüz rengi yanmış pembe, alnı çok geniş, kaşları çok gür ve kalkıktı. Elma­ cık kemikleri hafif çıkık, dudakları ince, saçları akm sarısı, gözleri ma­ vi, göğsü kabarık, omuzları geniş, elleri ince ve zarifti. Çok canlı, çok hareketli, yerinde duramayan yapıda, çok ciddi bakışh, kararlı ve müthiş itimat veren davranışlar içinde idi. Çalışkanlığı, zekâsı, kibarhğı, mertliği ve dürüstlüğü, hiç kimse­ den çekinmeden, her şeyi herkesin yüzüne karşı söylemesi ta ilkokul hayatından beri bilinmektedir. Sigara ve kahveyi çok severdi. Günde 10-15 fincan kahve ve 4 0 50 sigara içtiği olurdu. Kumardan hoşlanmaz, kumar düşkünü olanlara nasihatler ederdi. İçkiyi kesin olarak gündüz almaz, gündüz içenlere de müthiş kızardı. Kendileri de içki masasında çok uzun kalmasına karşın, az içki içerler­ di. Ciddi askerî ve politik meseleler konuşulacağı günler, kesin olarak içki almazlar ve o işe o kadar konsantre olurlardı ki, yemek ve uyku sa­ atleri akıllarına bile gelmezdi. Uyanınca derhal kalkar, kahve ve sigara içerken bütün gazetelere göz atar, sonra banyo yapıp tıraş olur, giyinip salona inerlerdi. Çok temiz giyinirler; bazı sıcak günlerde iki üç defa banyo yapar­ lardı.


Sakarya Harbi nin en kritik günlerinde bile ve bütün yokluklara karşın ne yapıp edip tıraşını olmuş, iki teneke su ısıttırıp çadırın içinde banyo yapmışlardır. Hiç yemek meraklısı değillerdi. Sabahları hiçbir şey yemez, sadece kahve ve sigara içer; öğle üzerleri bir iki dilim ekmek, peynir, ayran ve­ ya limonata alırlardı. En çok sevdiği kuru fasulye ve pilavdı. Bunu her akşam yemekte ister, bazen yatarken bile yerlerdi. Bunun dışında peynirli omlet, etli bamya yemeklerini sever, meyvelerden de kavunu tercih ederlerdi. Misafirlerini, bazen köşkün dış kapısına kadar uğurlar, herhangi bir nedenle onları kırmışsa, mutlaka özür dilerdi. Bulunduğu yerlerde emniyet önlemleri alınmasından hiç hoşlan­ mazlardı. Bazen etrafındaki emniyet önlemlerini, emir verip kaldırtır ve "Bu asil millet bana ne kurşun atar, ne de attırır," derlerdi. Fakat bizler onu korumak için her türlü önlemi alırdık. Bütün git­ tiği yerlerde polis teşkilatı ayrı, gizli emniyet ayrı ve Muhahz Alay Komutanhğı ayrı önlem alırdı. Hatta birçok defalar birbirimize hüviyet sorduğumuz zamanlar olmuştur. Ayrıca Atatürk'ün yakın arkadaşları Nuri Conker, Ali Kılıç, Salih Bozok devamh olarak silah taşırlardı. Atatürk'ün uykusu fevkalade hafifti. Çanakkale'de olsun, Sakarya'da olsun, bütün harplerde, yatağına ceketini çıkarıp elbisesi ile uzanırdı. Çadıra birimizin girmesi ile hemen gözünü açar, "Bir şey mi var çocuk?" diye sorardı. Bizlerin herhangi bir haberi, telgrafı vs. varsa, onu iletirken yatağından hemen doğrulup onu ahrdı. Eğer önemU bir haberse, hemen ayağa kalkar, ceketini giyip ha­ zırlanırlardı. Reisicumhur olduktan sonra Çankaya ve diğer kaldığımız yerlerde ise kapıyı tıklatmamızla uyanır ve aynı suali sorarlardı. Eğer görüşül­ mesi gereken ciddi bir durum varsa, "Bir dakika bekle çocuk," der ve pantolonlarını giyip üzerlerine ropdöşambrlarını alır; sonra bizleri ka­ bul ederlerdi.


Yanlarında 13-14 sene çalışan kimseler bile Atatürk'ü bir defa ol­ sun pijama ile görmemişlerdir. Atatürk, poker oyununu çok sever ve çok güzel oynarlardı. Oyuna başlarken herhangi birimizden 10 lira ister ve onunla oyuna girerlerdi. Ekseriya oyunu kazanır ve kazandığı parayı ya he­ men orada veya ertesi günü sahiplerine ve etraftaki hizmetkârlara da­ ğıtırlardı. Bizlerden aldığı 10 lira ise, ertesi günü başyaver Celal Bey'den ahnırdı. * ** Atatürk, herhangi bir yerde kalacakları zaman odasının eşya tanzi­ mini beğenmezlerse, onu bizzat değiştirtir sonra orada kahriardı. Pek çok defa, bir gece kalacağımız yerlerde bile, kalacağı odasın­ daki karyolayı, masa ve iskemleleri, hatta duvardaki resim ve tabloların bile yerlerini değiştirttiklerine şahit olmuşuzdur. Bazı geceler saat 11-12 sularında yatacağımız yere gelmiş ve sa­ bah erken ayrılacağımız hâlde, yine odanın tanzimini en güzel şekil­ de yaptırmış sonra yatmışlardır. Hakikaten büyük Atatürk'ün yaptır­ dığı oda tanzimi pek güzel olur, duvardaki resimler tablolar ve her eşya yerli yerini bulurdu. Bunu hep aramızda konuşurduk. Toplantılarda, yemeklerde, balolarda bizim kendilerine bir şey söyleyeceğimizi anladıklan zaman, hemen başları ile işaret edip yanla­ rına çağırır ve "Bir şey mi var çocuk?" derlerdi. Bize verilen emirlerine göre, çok önemli haber ise biz, "Evet Paşam," der, fakat haberi söyle­ mezdik. O zaman, hemen yerlerinden kalkar, salonun kimsesiz bir ye­ rine gelir ve haberi alıp emirlerini verirlerdi. Yok önemsiz bir haberse, orada yavaşça yanma yaklaşır, haberi ile­ tirdik. Hiçbir gün, büyük Atatürk'ün, "Bunun için beni sofradan kaldır­ maya veya salondan çıkartmaya değer miydi be çocuk?" dediği hatır­ lanmaz. Atatürk, gezip dolaşırken yanındakilere birçok şeyler söyler ve


emirler verirdi. Bazı olaylarda ise bize gözucuyla bakarlardı. Biz o ba­ kıştan bunun sonra hatırlatılmasınm gerektiğini anlar, ya "Başüstüne Paşam," derdik veya başımızla selam vererek onu hatırlatacağımızın ge­ rektiğini ifade ederdik. Bu gibi emirlerin veya olayların yazılmasına müthiş kızardı. "İlko­ kul talebesi gibi, peşimde yazıp durmayın şunları. Zaten kaç şey hatır­ latacaksınız?" derlerdi. Halbuki bazen 5-6 saat dolaşılır ve hatırlatılması gereken pek çok olayla karşılaşırdık. Böyle olunca, bizler kendilerine göstermeden bunları not ahr, biri­ miz onun yanında kalırken diğerimiz kaydeder, o gelince diğerimiz ay­ nı işi yapardı. Kendileri söyledikleri ve emrettiklerini kesin olarak hiç unutmaz­ lardı. Onun için bizler, ne yapar eder bu olayları ve emirleri kendileri­ ne göstermeden not alırdık. Atatürk sonradan bunları tek tek sorar ve gereken emirleri bizlere yazdırırlardı.


(Muzaffer Kılıç'tan) Ben, Atatürk'ün en eski yaveriydim. Onunla birlikte Filistin'de, Çanakkale'de bulundum. Atatürk, gittiğimiz ve göğüs göğüse muharebelerin olduğu yerler­ de bile, gelen ve giden yazıh hiçbir emri, telgrafı ve pusulayı atmamış ve bunları zarflatarak saklamışlardı. Bu evraklar, her gittiğimiz yere, sandıklara, bavullara konularak atlara, katırlara yüklenir taşınırdı. Atatürk'ün en kıymetli eşyaları bu evraklardı. Kimsenin olmadığı ve neşeli oldukları zaman bizleri karşısına alır, çocukluk anılarından gençlik anılarına, hiçbir şeyi saklamadan anlatır­ lardı. Hatta, bazen bizlere de sorar ve anlaulan anılarımızı gayet nazik bir şekilde dinlerlerdi. Böylece hep beraber yer, içer, eğlenirdik. Fakat, iş ciddiye gelince şöyle bir kendini toplar ve sanki az önceki insan o değilmiş gibi, birden bir kumandan, bir amir havasına girer; biz­ ler de onun emrinde insanlar olduğumuzu derhal anlardık. Atatürk çok kibar bir insandı. Kendisiyle görüşmek isteyen her­ kesle vaktinin elverdiği ölçüde görüşmek isterlerdi. Gelen ziyaretçilere bir şey ikram edileceği zaman bir defa zile ba­ sar ve bizi içeri emrederlerdi. Eğer gelenin ziyareti bitmiş ise zile iki de­ fa basar ve bizlere herhangi bir randevularının olup olmadığını sorar­ lardı. O zaman ziyaretçi bu kırıcı olmayan uyarıyı anlar ve hemen izin alıp yanlarından ayrılırlardı. Bir şey isteyecekleri zaman isteklerini, "Bir kahve yaptırır mısınız? Bir bardak su getirtir misiniz?" şeklinde yapardı. Hiçbir gün yanında çalışan er veya garsonlara değişik şekilde bir istekle emredip arzusunu belirtmemişlerdir. Çok sinirlendiği zamanlar bile küfretmezlerdi. En ağır küfürleri: mendeburlar, beyinsizler, kafasızlardı. Daha çok kızarlarsa, hayvan he­ rifler diye çıkışırlardı.


Atatürk'ün Sofra Arkadaşları (Zevat-ı Mutade)

(Muzaffer Kılıç ve Halil Nuri Yurdakul'dan) Atatürk'ün, özellikle akşam sofrası, çok konuşulmuş ve hâlâ da konuşulan bir konudur. Halbuki, bu sofrada, yapılacak bütün işler ele alınır ve enine boyuna ciddi olarak konuşulurdu. Ayrıca, hangi konu ele almacaksa, o konuyu iyi bilen üniversiteden veya dışarıdan şahıslar da yemeğe çağrılır ve o konu iyice tartışıhp karara bağlanırdı. Toplantı­ yı Atatürk idare eder ve konuşmaları da kesinlikle şahsiyete döktürmezlerdi. Eğer o konuyla ilgili kişi orada yoksa, hemen getirtilir veya o konu başka bir güne bırakılarak o kimse de toplantıya çağrılırdı. Toplantılarda, daima bir kara tahta ve tebeşir bulundurulur, bazen de dünya ve Türkiye haritaları astırıhrdı. Genellikle bazı kimseler, Atatürk'ün sofrasında hemen daima bu­ lunurlardı. Atatürk, bu kişilere ya not aldırır ya makale yazdırır veya elçi gibi kullanarak gidip araştırma ve tetkik etme görevi verirlerdi. Sof­ rada bulunan bu kimselere, her zamanki kişiler; bilinen, belirli kişiler anlamında "Zevat-ı Mutade" denirdi. Bu kimseleri tek tek inceleyecek olursak, görürüz ki bu kişiler ya hükümet üyesidirler veya zamanın en ileri gelen fikir ve kalem üstatlarıdır. Bu kişiler şunlardı: Celal Sahir Erozan: Gazeteci-Yazar. Falih Rıfkı Atay: Bolu Milletvekili ve Hakimiyet-i Milliye gazetesi başyazarı.


Fuat Bulca: Türk Hava Kurumu Başkam. Hakkı Tarık Us: Vakit gazetesi başyazarı. İbrahim Aleâttin Gövsa: Yazar. İrfan Ferit Bey. Mehmet Emin Yurdakul: Büyük Türkçü şair ve yazar. Mahmut Bey: Siirt Milletvekili ve Milliyet gazetesi başyazarı. Mithat Alam: Maraş Milletvekih. Necmettin Sadak: Hariciyeci (İnönü zamanında Hariciye Bakanı ve Başbakan olmuştur). Recep Peker: Halk Partisi Genel Sekreteri (İnönü zamanında Baş­ bakan olmuştur). Recep Zühtü Bey: Atatürk'ün Selanik'ten arkadaşı. Şükrü Saraçoğlu: İzmir Milletvekili (İnönü zamanında Başbakanlık yapmıştır). Şükrü Kaya: Dahiliye Vekili. Dr. Tevfik Rüştü Aras: Hariciye Vekili, ayrıca Atatürk'ün Sela­ nik'ten beri arkadaşı. Yusuf Akçora: Araştırmacı ve tarihçi. Bunların dışında sofrada sıkça bulunan kişiler de şunlardı: Ziya Gökalp Özer: Büyük Türkçü ve filozoL Ahmet Ağaoğlu: Edebiyatçı, yazar. Ali Çetinkaya: Emekh albay, Ulaşürma Bakanı. AU Kıhç: Emekli subay, Gaziantep kurtuluşu gazisi. Ruşen Eşref Ünaydm: Gazeteci-yazar. Yunus Nadi: Cumhuriyet gazetesi kurucusu ve başyazarı. Nuri Conker: Emekli binbaşı, Atatürk'ün Selanik'ten beri arkadaşı. Cevat Abbas: Başyaver. Salih Bozok: Başyaver ve Atatürk'ün Selanik'ten beri tanıdığı arka­ daşı. Muzaffer Kılıç: Yaver (Atatürk'ün Filistin'den beri yaveri). Ayrıca Ata'nm sofrasına her zaman gelebilen kişiler de şunlardı: İsmet İnönü: Başvekil.


Mareşal Fevzi Çakmak: Genelkurmay Başkanı. Celal Bayar: İktisat Vekili, İş Bankası kurucusu. Bu sofra başı sohbetleri bazen sabaha kadar sürerdi. Herhangi bir konu görüşülürken o konuyu iyi bilene Atatürk sual yöneltir ve onu konuşmaya zorlarlardı. Bilmediği konuları can kulağı ile dinler ve öğ­ renmek isterlerdi. Sofrada genellikle mevsim sebzeleri dışında, pilav ve kuru fasulye mutlaka yemekte bulunurdu. Lüks sayılan yemekler genellikle sofrada bulunmazdı. Kendileri meze olarak peynir, leblebi ve kavunu tercih ederlerdi. Hâlâ da konuşulanların tam aksine, böyle gecelerde, en az eğlenceye yer verilirdi. Sırf misafir ve dostları için çağrılan ses ve saz topluluklan, pek çok defalar hiç sazlarını bile açmadan evlerine dön­ müşlerdir.


Mareşal Fevzi Çakmak

(Muzaffer Kılıç, Halil Nuri Yurdakul'dan) Fevzi Paşa çok iyi yetişmiş bir asker olmasından başka çok dürüst ve başarılı bir kumandandı. Osmanlı İmparatorluğu'nun son hüküme­ tinde Harbiye Nazırı olmuştu. Bu mevkide iken, Kuva-yı Milliyecilerin İstanbul'da bulunan birçok silah ve mermi depolarını basarak silahları Anadolu'ya kaçırmalarına göz yummuştu. 23 Nisan 1920'de TBMM'nin ilk defa açılmasından ancak dört gün sonra Ankara'ya gelmiş ve kurulan ilk hükümette kendisine Milli Mü­ dafaa Bakanlığı verilmişti. Atatürk Mareşal Fevzi Çakmak'a ayrı bir hürmet beslerdi. Mareşal içki içmez, beş vakit namazında, çok dürüst ve faziletli bir kişi idi. Ata­ türk ve Mareşal seyahatlerinde hiç harcırah (yolluk) almamışlardır. Mareşal'e yolluk teklif edilince, "Biz oraya askerî araçlarla teftişe gittik. Orduevinde yedik içtik, yattık kalktık. Görev yapıp döndük. Ne harcırahı!" der ve yollukları daima orduya kalırdı. Bu nedenlerle Atatürk'ün Mareşal'e çok değişik bir hürmeti ve say­ gısı vardı. Paşa'nm yemekte olacağı zaman, kesin olarak masaya içki konul­ maz, sadece limonata içilirdi. Atatürk, Mareşal'in yemeğe her geUşinde, bizlere bunu tekrar tek­ rar hatırlatır, herhangi bir yanhşlık yapıp masaya içki getirilmesini ön­ lerlerdi.


Atatürk'ün Sevdiği Şarkılar

(Makbule Atadan, Muzaffer Kılıç ve Halil Nuri Yurdakul'dan) Atatürk, Türk Halk Müziğini ve Klasik Türk Sanat Müziğini çok severdi. Birçok defalar kendileri de plak veya söyleyen sanatkara iştirak eder, kusursuz ve eksiksiz şarkıyı tamamlarlardı. En sevdiği şarkı ve türküler şunlardı: Cana Rakibi Handan Edersin Nihansm Dideden Ey Mest-i Nâzım Sevdiğim Cemalin Ela Gözlerine Kurban Olduğum Mani Oluyor Halimi Takrire Hicabım Şahane Gözler Şahane Habıgâhı Yare Vardım Arz İçin Ahvalimi Bade-i Vuslat İçilsin Kâse-i Fağfurdan Kaçma Mecburundan Ey Ahu-yı Vahşi Ülfet Et Gayrıdan Bulmam Teselli Sevgilim Pencere Açıldı Bilal Oğlan Piştov Patladı Alişimin Kaşları Kare Köşküm Var Deryaya Karşı Vardar Ovası Havada Bulut Yok Bu Ne Dumandır



Anılar



Ramazanlarda Atatürk

(Hafız Yaşar Okuyan'dan) Atatürk, Ramazan ayma çok büyük bir önem verir; bu ay içinde ince saz heyeti saraya kesin olarak sokulmazdı. Akşamlan, beni huzur­ larına çağırır ve Kuran-ı Kerim'den sureler okutur, kendileri de bunu derin bir hazla dinlerlerdi. Ramazan aylarında, Hacı Bayram Veli ve Zincirlikuyu Camilerinde şehitlerimizin ruhu için hatim okumamı emrederlerdi. Ben de, tıklım tıklım dolu olan bu camilerde emirlerini yerine getirir, hatim okur­ dum. Peygamberimiz Efendimizden bahsederken, "Hazret-i Peygambe­ rin Zaman-ı Saadetlerinde" diye, daima saygı ifade eden kelimeler kul­ lanırlardı. Peygamber Efendimizin, ayrıca, çok yetenekli bir devlet adamı ve iyi bir başkomutan olduğunu daima söylemişlerdir. Din işlerinin cahil kimselerin kontrolünden alınıp, bu işi iyi bilen âlimlere verilmesinin gerekliliğini ifade eder; "Mukaddes Mihrabı, ceh­ lin cahillerin elinden alıp ehlin (konuyu iyi bilen) eline vermek zamanı çoktan gelmiştir," derlerdi. En uzun tatillerin dinî bayramlarda yapılmasının da şart olduğunu söyleyip, "Herkes, dini vecibeleri, görevleri yerine getirecek, sonra da dinlenecek," derlerdi.


HAFIZ YAŞAR OKUYAN: Bahası Sancaktar Flayrettin Dergâhından ohıp, oğlu Yaşar Okuyan da bu dergâhta tekke hayatı içinde yetiş­ miştir. Sesinin çok güzel olması nedeniyle hemen dikkat çekmiş ve 29 yaşında iken 19M'te üsteğmen, daha sonra Sultan Reşat zama­ nında saray baş müezzini yapılmıştır. Halifelik ve padişahlık kaldırılınca Ankarada kurulan Reisicumhurluk İnce Saz Heyeti fasıl şefliğine yüzbcm rütbesiyle tayin edilip orada çalışmalarını sürdürmüştür. Böylece Atatürk'ün yanında ve yakınında olan Hafız Yaşar Okuyan'ı, Atatürk ölümüne kadar yanından aprmamıştır.


Kurtuluş Harbi İçinde Halkın Durumu

(Halil Nuri Yurdakurdan) İnönü Harpleri öncesi birliklerimiz, çok ciddi bir askeri eğitime ta­ bi tutulmuşlardı. Ayrıca, askeri bölgelere. Yunanlılara haber ulaştırırlar korkusuyla hiçbir sivil şahıs sokulmazdı. Bir gün karargâh penceresinden, eğitim yapan askerî birliğin atları arkasında koşuşup, eteklerine, birbirlerini iterek ve kapışarak bir şeyler dolduran kadınlar gördüm. Hemen emir erime emir vererek, o kadınla­ rı, ne topluyorlarsa onlarla beraber karargâhıma alıp geürmesini emret­ tim. Az sonra emir erim dört beş köylü kadınını eteklerine topladıkları şeylerle beraber odama alıp getirdi. Kadınlar iyice korkmuş, renkleri sapsarı, bana yalvarmaya başla­ mışlar ve suçsuz olduklarını söylemeye çalışıyorlardı. Zavallıların, renkleri belli olmayan yüzlerce yamalı giysileri içinde, üstleri başları âdeta dökülüyordu. Eteklerini açtırdığımda eteklerinin at pislikleri ile dolu olduklarım gördüm. Bunları ne yapacaklarını sordum. İçlerinden birisi dışkı içinden bir arpa tanesi bulup bana göstere­ rek, "Ha bunları toplar, hşkıdan (at pisliği) ayırır, temizler, yıkar öğü­ tür ekmek yaparız. Babasız yetimlere yediririz," diye cevap verdi. Hakikaten dört sene süren Birinci Cihan Harbi, yüzbinlerce can al­ mış ve ülkede yüzbinlerce öksüz, yetim ve dul bırakmıştı. İşte Kurtuluş Harbi böyle yokluklar içinde kazanılmıştır.


Fedakârhklarm Boyutu

(Sadık Atak'tan) Sakarya Harbi, Atatürk'ün büyük Nutku'nda ifade ettiği gibi, "Sa­ karya Savaşı subay ve yedek subayı savaşı" olmuş, subaylar askerlerin cesaret ve maneviyatını arttırmak için onlarla beraber ve onların arasın­ da savaşmışlardı. Muharebe bittiği zaman, bana, üsteğmen rütbesi ve­ rilmiş ve İstiklal Madalyası'yla şereflendirilmiştim. Sakarya Harbi'nden önce Türkiye fevkalade yokluk içinde idi. Türk halkı, yaşlısıyla, genciyle, kadınıyla, çoluk çocuğuyla kağnılarla silah ve cephane taşıyordu. Çıkan kanunla herkes, malının yüzde onu­ nu ordu emrine verecekti. Tabii bizler de dört ay hiçbir kuruş aylık al­ madan oradan oraya koşuşturuyorduk. Sakarya Harbi'nden önce gö­ revle Eskişehir'den Ankara'ya geldim. Dönmek için yolluk ve birliğime para alacaktım. Maliye Bakanlığı'na gittim. Şimdiki Ankara Valiliği bi­ nası, hükümet binası idi. Zaten oralarda ondan başka bina da yoktu. Binanın üst katında yalnız Atatürk'ün ve bir de başbakanın ayrı odaları vardı. Öteki odalarda, bakanların ikisi üçü, bir odanın birer köşesinde oturuyorlar ve çalışıyorlardı. Odacıya, Maliye Bakanı nerededir diye sordum. Binanın sokak kapısının üstündeki odayı gösterdi. Bu odanın üç köşesinde birer küçük masa ve her masanın başında bir bakan otu­ ruyordu. Odacı, Maliye Bakam'm, kapı aralığından bana gösterdi. Tam karşıdaki köşede idi.


Kapıyı vurup içeri girerek selamladım ve tasdikli kağıtlarımı baka­ na verdim. İnceledi. Sonra arkasına dönüp kasayı açtı ve benim yüz on bir liralık alacağımı verdi. Hayretler içinde kalmıştım. Demek ki bakan hem muhasebeci, hem kontrolör, hem de veznedarlık yapıyordu. (1920)

EM. KUR. ALBAY SADIK ATAK: Kurtuluş Harbi'nde ikinci ordu kumandanı Yakup Şevki Paşa'nm emir subaylığını yapmış ve onun­ la beraber birçok defa Atatürk'le toplantılara katılmıştır, İstiklal Ma­ dalyasıyla taltif edilen Sadık Atak, albay olarak emekli olduktan sonra Hukuk Fakültesini bitirmiştir. M tane askerî ve siyasi kitabı vardır, pek çok da makale yazmıştır. Uzun yıllar eski Muharipler Dernek Başkanlığı yapmış ve 1967yılında vefat etmiştir.


Samsun Yolculuğuna Hazırlık

(Muzaffer Kılıç'tan) Ben Atatürk'ün Çanakkale'den, Halep'ten beri yaveriydim. Onunla birlikte birçok defa ölüm kalım savaşma girmiştik. Birinci Cihan Harbi bitmiş, Osmanh ordusu yenilmişti. Ben de Atatürk'le İstanbul'a gelmiş­ tim.. Atatürk, dikkat çekmeden, Osmanh Devleti ileri gelenlerine gidi­ yor, geliyor; ecnebi elçileriyle temas ederek, Sevr Antlaşması'm daha öl­ çülü bir şekilde uygulatmaya çalışıyordu. Osmanh orduları dağıtılıyor; askerler terhis ediliyordu. Herkes gi­ bi ben de bir köşeye çekilmiş olacakları bekliyordum. Arada sırada Ata'nm Şişh'deki evine gidip geliyordum. Atatürk, dikkat çekmemek için bizleri, "Gidin bir yerlerde yatın kalkın, kimseye görünmeyin" diye adeta azat etmişti. 1919 yılının Nisan ayının son günleriydi. Galata Köprüsü'nden ge­ çerken Atatürk'ü öteki kaldırımda karşıdan gelirken gördüm. Koşarak o tarafa geçtim. Yüzü çelik gibi gergin ve gözleri tunç gibi parlak yürü­ yordu. Karşılaşınca durakladı. "Paşam, sizi fazla rahatsız etmemek için evinize sık uğrayamıyorum. Bir emriniz olur mu?" dedim. Durdu, gö­ zümün içine canımı alacak gibi baktı, baktı sonra, "Birkaç gün sonra Anadolu'ya gidiyorum," dedi. Bakışlarıyla benim eğilimimi öğrenmek istiyordu.


"Paşam, ben sizinle olmayacak mıyım?" dedim. Elim omzuma koyup gözlerini g ö z l e n m e dikti ve "Tehlikeli bir yolculuk yapacağız. Belki hiç d ö n m e m e k üzere çocuk..." dedi. "Olsun Paşam. Sizinle ben ölüme bile giderim," dedim. Şöyle bir durdu, "Öyleyse" dedi. Bana biraz da acır gibi bakarak, "Kimseye bir şey söyleme. Seni de heyete dahil ediyorum. Ailenle helalleşecek, bana uğrayacaksın," deyip, yürüyüp gitti.


Samsun Yolculuğu ve Samsım'a Vanş

(Muzaffer Kılıç'tan) Galata rıhtımından, 16 Mayıs günü akşamüzeri kalkan bir motorla Bandırma vapuruna geldik. Vapur, Kızkulesi açıklarında demir atmış bizi bekliyordu. Hemen hareket ettik. Karadeniz'de müthiş bir dalga vardı. Vapurumuz, denizde fındık kabuğu gibi sallanıyordu. Bizleri deniz tutmuştu. Boyuna kusuyorduk. Kamaramızdan dışarı çıkamaz hâle gelmiştik. Deniz biraz durulunca güverteye çıkıyor, biraz hava alıyorduk. O zaman Atatürk de kaptan köşküne çıkıyor kaptana emirler veriyordu. 18 Mayıs günü, öğleye doğru Sinop'a gelindi. Deniz biraz sakinleş­ mişti. Sinop açıklarında vapurumuz demirledi. Atatürk, Samsun'da ordu müfettişi olarak gösterişli bir karşılama ya­ pılsın istiyordu. Bu ilgiyi kendisi için istemiyordu; fakat hem dış güçlere karşı bir gözdağı olur, hem de morali bozulmuş halk üzerinde etkileyici bir rol oynar düşüncesinde idi. Çünkü Samsun'da bile bir İngiUz kontrol birliği yerleşmiş; yöredeki bütün millî hareketleri kontrol ediyor ve gerekh önlemleri Osmanlı hükümetine aldırıyordu. Bu nedenle, gemiye is­ tenen bir sandalla sahile çıkıp telgrafhaneden, Samsun Tümen Komutanhğı'na, Samsun'a gelmekte olduğumuzu bildiren bir telgraf çektik. Bazı


ihtiyaçları da alarak gemiye geri döndük. Hemen hareket edildi. * Fakat denize açılınca vapur yine sallanmaya başladı. Hepimiz sarhoş gibiydik. "Allahım, sahile hayırlısı ile bir çıksak!" diye dua ediyorduk. Nihayet 19 Mayıs 1919 günü sabah saat altı sularında gün ağarır­ ken Samsun görüldü. Deniz de iyice sakinleşmişti. İnmek için hazırlık­ lara başladık. Hepimiz perişandık. Sağ salim karaya çıkacağımız için Allah'a şükrediyorduk. Bir ara vapurun güvertesine bir göz attım. Bir de baktım ki, Ata­ türk tıraş olup, tertemiz paşa elbiselerini giyinmişler; sapasağlam ve dipdiri, bir heykel gibi, bir kuvvet ilahı gibi elleri arkalarında Samsun'a bakmıyorlar mı? Sanki hndık kabuğu gibi üç gündür sallanan bu vapurla o yolcu­ luk yapmamışlardı. Ben, onu görünce hâlimizden utandım. Çünkü, Atatürk de bir ka­ ra subayı idi. Kendileriyle ta Halep'ten beri beraberdim. Belki de, on defa açık denizde yolculuk yapmamışlardı. Hemen kamaralarımıza koşarak kendimize çeki düzen verdik. Tıraş olup, kılık kıyafetimizi Atatürk'e uyacak şekilde düzelttik. Sonra küçük bir san­ dalla sahile çıktık. Sahilde bizi, derme çatma bir bando ve oradan buradan toplanan denne çatma küçük bir askerî birlik ve halk karşıladı. Sahile çıkar çıkmaz, emrindeki bütün askerî birlik ve idare amir­ liklere telgraf çektirerek son askerî durum hakkında acele rapor ve bil­ gi vermelerini emrettiler. Ertesi gün, İzmir'in işgali nedeniyle Sadrazam Damat Ferit Paşa'ya, "İzmir'in Yunanlılar tarafından işgali; yakından ilgilendiğim ordu men­ suplarını ve milleti düşünülemeyecek derecede üzmüştür. Bu gibi hare­ ketleri kesinlikle kabul etmeyeceklerdir," diye bir telgraf çekmişlerdir.** Kaynakçah Atatürk Günlüğü (KAG), sayfa 80: Bandırma vapurımun saat 12 sularında Sinop'a varışı.

Kaynakçah Atatürk Günlüğü, sayfa 81: Atatürk'ün Samsun'a çıkması ve Sadrazam Ferit Paşa'ya telgraf çekilmesi.


Atatürk'le Beraber Samsun'a Çıkanlar

(Muzaffer Kılıç'tan) Atatürk'le beraber Samsun'a çıkan kişiler birçok kimse tarafından bilinmemektedir. Bunların çoğu Atatürk'le uzun yıllar çalışmış, onun ölümünden sonra da ülkeye büyük hizmetler vermişlerdir. Bu kişiler şunlardır: Mustafa Kemal Paşa: Dokuzuncu Ordu Müfettişi. Refet Bele: Üçüncü Kolordu Kumandanı. Kâzım Dirik: Karargah Kurmay Başkanı Yarbay (sonra vah). Arif Bey: İkinci Kurmay Başkanı. Hüsrev Gerede: Bnb. Harekât Sb. Şeft, siyasi ve millî propaganda memuru. Kemal Doğan: Topçu Binbaşı. Dr. İbrahim Tali: Karargâh Sıhhiye Reisi. Dr. Refik Saydam: Karargâh Sıhhiye Reis Muavini Yüzbaşı. (İnönü zamanında Başvekil). Kur.Yzb. Mümtaz Bey: Erkân-ı Harbiye Genel Sekreteri. Kur.Yzb. İsmail Hakkı: Erkân-ı Harbiye Genel Sekreteri (sonra Muhafız Alay Komutanı, General). Yzb. Arif Hikmet: Hâkim General. Üsteğmen Hayati: Emir Subayı (sonra Cumhurreisi Özel Kalemi).


63 • A T A T Ü R K ' T E N A N I L A R

Yzb. Ali Şevket: Gümüşhane Milletvekili. Cevat Abbas Gürer: Başyaver, Ata'nm Çanakkale'den beri yaveri. Muzaffer Kıhç: Yaver, Ata'nm Çanakkale'den ben yaveri (sonra Giresun Milletvekih). Mustafa Bey: Tokat Milletvekili. Abdullah Bey: Erzak Subayı. Eaik Bey: Şifre kâtibi. Memduh Bey: Şifre kâtibi. Mazhar Müfit: Sinop Mutasarrıh (Bölge Valisi).


O.

2


Atatürk'ün Kurtuliış İçin İlk Hareketleri

(Muzaffer Kılıç'tan) Samsun'da altı gün kaldıktan sonra bir alay merkezinin bulundu­ ğu Havza'ya gelmiştik. Fakat alay dağıtılmış, asker sayısı hiç yok dene­ cek kadar azaltılmıştı. Havza'da Ali Baba'nm oteline yerleştik. Az sonra Havza Belediye Reisi ve Havza ileri gelenleri Paşa'ya hoş geldiniz demek için otele gel­ diler. Ertesi akşam da Atatürk, Havza ileri gelenlerinin toplandığı Beledi­ ye Reisi İbrahim Cebeci'nin evine gitti. Atatürk orada toplanan Havza ileri gelenlerine son durum hakkın­ da bilgi vermiş ve "Bu durumu tenkit (tel'in) için bir mevlit okutahm, bir de miting yapalım, halkı aydınlatalım," dediler. Herkesten olumlu cevap alınınca tellal ve davullarla bu durum halka duyuruldu. Cuma günü aziz şehitlerimiz için bir mevlit okutulmuş, şeker ol­ madığı için İzmir üzümü dağıtılmıştı. Sonra da bir miting yapıldı. Top­ lanan büyük kalabalığa o yörenin en etkili konuşan hocası Merzifonlu Sıtkı Hoca çok güzel bir konuşma yapmış ve "Güzel İzmir'imizi kıırtaracağız," deyince bütün halk, "Kurtaracağız, kurtaracağız!" diye bağır­ mıştı. Mitingde konuşmalar yapılırken Atatürk otelin balkonunda paşa elbiseleriyle heykel gibi durmuş onları seyretmişti. Halk Mustafa Kemal


Paşa'ya merakla bakıyor ve onun Çanakkale Muharebeleri'ndeki kahra­ manlıklarından bahsediyorlardı. O günlerde Ermeni çeteler her gün bir iki Müslüman Türkü gece baskınlarıyla öldürüyorlardı. O gün de iki Türkü öldürmüşler ve ölüler Havza'ya getirilmişti. Havzahlar koşarak bunu gelip Atatürk'e anlatmışlardı. Atatürk de onla­ ra sabırh olmalarını söylemiş, fakat olaylara çok üzülmüş ve kızmışlar­ dı. Aynı gece yarısı İngilizlerin Sevr Antlaşması gereği Diyarbakır, Ma­ latya, Çukurova bölgelerinden toplattıkları tüfek mekanizmalarının yüklendiği 40-45 katırlık bir konvoyun iki saat kadar uzakhktaki Cerdek'te gecelediği ve ertesi gün Samsun'a doğru gidecekleri haberi geldi. Bu bilgiyi veren eski alayın tabur komutanlarından Sami ve Kâmil Bey­ lerdi. Korktukları için bu haberi gizli olarak otelci AU Baha'ya söyleyip gitmişler. Bu bilgi çok önemliydi. Çünkü tüfek mekanizması mermiyi tüfe­ ğin namlusuna süren küçük bir demir alettir. Bu parçanın olmaması tüfeği kullanılmaz yapar. İngiUzler de bunu bildiklerinden işgal ettik­ leri bölgelerdeki asker tüfeklerini toplama yerine sadece bu tüfekle­ rin mekanizmalarını alarak binlerce tüfeği etkisiz hâle getirmeyi amaçlamışlardı. Bu nedenle toplanan mekanizmalar fevkalade önemli idi. Atatürk bu haberi duyunca derhal Belediye Reisi ibrahim Cebeci ve Bayram Con Bey'i çağırmamızı emretti. Hemen Ali Baha'yla gece ev­ lerine gidip her ikisini de uykularından uyandırıp otele getirdik. Atatürk onlara, hemen 8-10 süvari ile gidip çeteci gibi katırları ka­ çırmalarını fakat hiç kimseyi kesin olarak yaralayıp öldürmemelerini emretti. O gece bu emir yerine getirilmiş, mekanizma yüklü katırlar kaçı­ rılmıştı. Ertesi gün bu 40-45 katırın mekanizma yükleri alınmış olarak Samsun'a gidecekleri yerde Havza'ya geldiklerini ve belediyece mezat


meydanında satıldıklarını gördük. Bu kadar mekanizma birkaç bin ki­ şiye yetecek kadar silah demektir. Bu hareketleriyle Atatürk ilk kurtuluş hareketini başlatmış oluyor­ du. Olayların duyulması Havza'da bomba tesiri uyandırmıştı. Atatürk bir anda yücelmiş ve çok büyük bir güven kazanmıştı. Herkesin yüzü gülmüş ve bir cesaret gelmişti. Havza'ya girerken kimsenin dikkatini çekmeyen Atatürk'ü halk Havza'dan ayrılırken uğurlamak için yollara dökülmüş ve Atatürk'ü ya­ kından görmek için otelin önündeki meydanı tıklım tıklım doldurmuş­ tu (24 Mayıs 1919).


Erzurum'a Geliş ve Ordudan Ayrılma

(Muzaffer Kılıç'tan) Çok sıcak bir temmuz gününde Rauf Orbay'la beraber Erzurum'a geldik (3 Temmuz 1919). Kâzım Karabekir, Erzurum Vali Vekili Münir Bey ve Bitlis Valisi Mazhar Müfit Bey, Erzurum'un ileri gelenleriyle bir­ likte 8-10 km uzaklıktaki Ilıca'da bizi karşıladılar. Atatürk onları gö­ rünce otomobillerinden inip teşekkür etti. Sonra hep beraber Erzu­ rum'un İstanbul kapısına geldik. Burada Atatürk'ü şeref kıtası, bando ve kalabalık bir vatandaş topluluğu karşıladı. Oradan Ata'nm kalacağı Müstahkem Mevkii Komutanlık Binası'na yöneldik. Halk yollara dökül­ müş, gençler ağaçlara tırmanmış, kadınlar damları doldurmuşlardı. Atatürk bu ilgiden çok duygulanmışlardı. Atatürk'ü ilk defa böyle bir kalabalık karşılıyordu. Erzurum'da, Erzurum'un ileri gelenleriyle sık sık toplantılar yapı­ yor; fırsat buldukça da civardaki birlikleri teftiş ediyorlardı. Bu arada Atatürk'ün İstanbul'la sürtüşmeleri olduğunu duyuyor ve buna hepi­ miz çok üzülüyorduk. Bir sabah Atatürk hepimizi topladı. Tabancalarımızı almamızı ve iki araba ile şehre ineceğimizi emrettiler. Hepimiz heyecanla hazırlandık ve iki araba ile yola çıktık. Ne yapılacağını hiçbirimiz bilmiyorduk. Elenüz Atatürk hiçbir şey yapmadığı halde Erzurumlular bizleri al­ kışlıyorlar ve "Yaşa, Mustafa Kemal Paşa!" diye bağırıyorlardı. Doğruca PTT binası önüne geldik. Atatürk bir kısmımızı kapı


Önünde emniyet için bımkıp, bir kısmımıza binayı tamamen boşakmamızı emrettiler. Verilen emri tutarak memurlar ve müdür dahil bütün binayı hemen boşalttık. Sonra, Atatürk muhabere subayı Osman Beyle binaya çıkarak, sa­ rayla ilişki kurdular ve padişahla görüşmek istediklerini bildirdiler. Önce Tevfik Paşa, sonra Gahp Paşa, daha sonra Sadrazam Damat Ferit Paşa telgraf başına geldikleri ve ne istediği sorulduğu hâlde Atatürk ıs­ rarla "Zat-ı şahane" ile görüşmek istediklerini bildirdiler. Bir saat kadar bekledikten sonra padişahın telgraf başına geldiği bildirildi. Bunun üzerine Atatürk, dört maddelik isteklerirn tek tek sa­ raya iletti. İlk üç maddeye hemen cevap verildiği hâlde, son maddeye ancak üç gün sonra cevap verileceği bildirilince muhabere kesilerek kaldığı­ mız yere dönüldü. Üç gün sonra bir akşam yine aynı şekilde PTT binasına gidip bina­ yı boşalttık ve sarayla iletişim kuruldu. Atatürk'ün cevap beklediği son maddeye cevap gelecekti. Atatürk fevkalade gergindi. Hiç durmadan sigara içiyor ve eğilip gelen şifreli telgraf işaretlerine bakıyorlardı. Telgrafın sonunda, derhal İstanbul'a dönmesi, eğer gelmezse tevkif edilerek İstanbul'a getirileceği bildirildi. Bunun üzerine Atatürk hemen orada, "Bütün rütbe ve nişanların­ dan ayrılıp milletin bir ferdi olarak ülkenin kurtuluşu için çalışacağım," bildirdi. Herhangi bir cevap verilmesini beklemeden muhabereyi kes­ tirdiler ve ordudan böylece ayrılmış oldular (8-9 Temmuz 1919). Kaldığımız binaya gelince vali paşadan gelen sivil elbiseyi giyip as­ kerî elbiselerini kaldırttılar. "Kısmet olursa tekrar giyeriz," dediler. Aynı gece, ilk defa sivil elbise ile bir toplantıya gittiler ve 23 Temmuzda ya­ pılacak Erzurum Kongresi hazırhklarma başladılar. Ertesi gün, bir bildiri yayınlayarak bunu bütün ülkeye duyurdular. Kciynakçah Atatürk Günlüğü, sayfa 94: Atatürk'ün istifasını bildiren genelge yayınlaması.


Kâzım Karabekir Paşa'mn Ziyareti

(Muzaffer Kılıç'tan) Üçüncü ordu müfettişliği görevi elinden alınmış, kendisi de mille­ tin bir ferdi olarak mücadeleye karar vermişlerdi. Erzurum'a geldiği­ mizden beri oturmakta olduğumuz askerî karargâhtan ayrılmış, Erzu­ rum valisi iken istifa edip İstanbul'a giden Münir Bey'in evine yerleş­ miştik. Atatürk fevkalade üzüntülü ve kederliydi. Rauf Bey ve bizlerin de bulunduğu odada oturmaktaydık. İçeriye telaşh bir vaziyette Yaver Ce­ vat Abbas koşarak girdi, "Efendim, Kolordu Kumandanı Kâzım Karabe­ kir Paşa, sizi ziyarete geliyorlar," dedi. Ben, Atatürk'ü, ta Halep'ten Çanakkale'den beri tanırdım. Kendi­ siyle girdiğimiz birçok ölüm-kalım savaşlarında bile ümitsizliğe düşme­ miş ve cesaretini kaybetmemişti. Her zaman cesur, kararlı ve etrafına emniyet veren bir karakter ve yapıya sahipti. Fakat büyük Atatürk bu­ nu duyunca birden sarardı ve telaşlandı. Çünkü, Harbiye Bakanlığı'ndan üçüncü ordu müfettişhğinin kendi üzerinden alınıp Kâzım Karabekir Paşa'ya verildiğini ve kendisinin tev­ kif emrinin de Karabekir Paşa'ya iletildiğini biliyordu. Bu nedenle, çok endişeh ve çok şüpheh bakışlarla, "Artık her şey bitti," der gibi hepimi­ zi tek tek süzdü. Çünkü, Kâzım Karabekir Paşa, gelen emri tutarsa her şey o anda


başlamadan bitmiş olacaktı. Bu nedenle fevkalade yumuşak bir sesle, "Buyursunlar," dedi. Kâzım Paşa odaya hışımla girip askerce bir selam vererek, "Paşam" dedi, "Bütün subay, er, erat ve birhğimle yine emrinizdeyim ve emri­ nizde olmaya devam edeceğim," deyince Atatürk birden heyecanla aya­ ğa kalkıp Kâzım Paşa'ya sarılıp yanaklarından öptü. Derhal eski komutan ve güç timsali hâline gelivermişti. Artık baş­ lanılan kurtuluş hareketine devam edilebilecekti.


Atatürk'ün Nöbet Tutması

(Muzaffer Kılıç'tan) Erzurum Kongresi bitmiş ve Sivas'ta ikinci bir kongrenin yapılma­ sı kararı alınmıştı. Bu karar bütün yurda bir beyanname ile duyuruldu. 29 Ağustos 1919 günü sabah erkenden, üç otomobil ve bir de yiyecek yüklü kamyonetle Sivas'a doğru yola çıkıldı. Kafile, Atatürk, Rauf Bey, Hoca Feyzullah Efendi ve biz yaverlerle 14 kişiydi. Sabahın erken saatleri olduğu hâlde, halk bizi pek coşkulu şekilde uğurladı. Aynı akşam Erzincan'a geldik. Orada da halk bizi alkışlar ve "Yaşa, var ol!" sesleri ile pek içten karşıladı. Ordudan ayrıldığı hâlde halkın böyle içten gelen güven ve sevgisi Ata'yı çok memnun ediyordu. Bir gece Erzincan'da kahp ertesi gün Suşehri'ne doğru yola çıkıldı. Fakat Suşehri'ne varmadan, yolda Atatürk'ün arabası bozuldu. Araba tamiri ile uğraşırken ortalık iyice karardı. Atatürk bu durumda yola çıkmamızın tehUkeU olduğunu, geceyi ormanda geçirmemiz gerektiğini söyledi. Karanlıkta yolu kaybetmekten korkuyorduk. Çünkü o zamanların yolları hemen hepsi birbirine benzeyen köy yollarıydı, rastladığımız köylülere sorarak tozlu köy yollarından sürüp gidiyorduk.


Ayrıca dağlarda kol gezen eşkıyanın baskınına uğramak da söz ko­ nusu idi. Ormanda bir şeyler yedikten sonra, Atatürk konaklamak için plan yaptılar. Plana göre her iki saatte değişmek üzere ikişer kişilik nöbet tutulacaktı. Nöbet yerlerini bizzat kendileri tayin ettiler. Bütün ısrarla­ rımıza karşın kendilerini de sabaha karşı saat 3-5 arasında Dr. Yüzbaşı Rehk Bey le beraber nöbete koydular. Böylece herkes ve Atatürk nöbe­ tini tutmuş, elde silah sabahı etmiştik. Güneş doğarken uyandığımızda Atatürk ve Refik Bey'in nöbet yerlerinde nöbetlerini tuttuklarını gör­ dük. Ufak bir kahvakıdan sonra, Suşehri'ne doğru hareket edildi.


Ankara'ya İlk Geliş

(Muzaffer Kılıç'tan) Atatürk ve beraberindeki Heyet-i Temsiliye üyelerinin bazıları ve biz yaverler, 19 Aralık 1919'da Sivas'tan Kayseri'ye on dört kişi ile ha­ reket ettik. Şoför Balıkesirli Mehmet'in kullandığı birinci arabaya Ata­ türk, Dr. Refik (Saydam), Cevat Abbas (yaver), Ahmet Rüstem ve ben (Yaver Muzaffer Kılıç) binmiştik. İkinci arabada Rauf Bey (Orbay), Yüz­ başı Hüsrev (Gerede), Yarbay Kâzım (Dirik), Yaver Hayati vardı. Üçün­ cü arabaya, Recep Zühtü, Hoca Feyzullah Efendi, Yaver Bedri ve Ah Çavuş binmişlerdi. Bir gün Kayseri'de kalındı. Atatürk şehir ileri gelen­ leriyle son durum hakkında bir görüşme yaptı. Ertesi gün Mucur'a ora­ dan da Hacıbektaş'a geçildi. Atatürk bir an önce Ankara'ya gelmek isti­ yordu. Hem kış gelip, yolların kapanmasından korkuyor, hem de Anka­ ra'dan bütün yurda seslenmek daha kolay olur diye düşünüyorlardı. Oradan hemen Beynam köyüne geçtik. Fakat yollar iyice karla kapan­ maya başlayınca geri dönerek geceyi Kaman'da geçirdik. Ertesi günü sabah yola tekrar koyulduk. Arabalar dolma lastik tekerlekliydi. Saatte en fazla 30-40 km sürat yapabiliyordu. Her taraf donmuştu. 27 Arahk 1919'da Gölbaşı'na geldiğimizde bizi Ali Fuat Paşa ve Ankara Vali Vekih Yahya Gahp ve maiyeti karşıladılar. Atatürk Ah Fuat Paşa ile uzun uzun kucaklaşıp öpüştüler. Daha sonra yalnız ikisi Atatürk'ün


arabasına binerek Dikmen Pınarına gelindi. Orada atlı seymenler ve et­ raftan gelen köylüler bizi karşılayıp, hoş geldiniz dediler. Sonra da Dik­ men sırtlarından Ankara'ya yöneldik. Şimdiki Genelkurmay Başkanlığı binası önünde bizi yine atlı seymenler ve kalabalık bir halk topluluğu davullar ve zurnalarla fevkalade coşkulu bir şekilde karşıladılar. Burada birçok da kurban kesildi. Daha sonra kendisi ve arkadaşlarına ayrılan Keçiören'deki Ziraat Okulu'na giderek odalarımıza yerleştik.


Ani Kararlan

(Halil Nuri Yurdakul'dan) İnönü Muharebeleri'nden önce idi. Düzenli ordu kurulmuş ve Batı Cephesi Komutanhğı'na AU Fuat Paşa getirilmişti. Ben de Paşa'nm emir subayıydım. Yunanlılar devamh olarak birUklerimize saldırıyorlar ve birliklerimize kendilerini toplama imkânı vermiyorlardı. Devamlı ateş altında idik. Her an Yunanlıların büyük bir taarruza kalkması söz ko­ nusu idi. Böyle bir günde AU Fuat Paşa bana, "Mustafa Kemal Paşa ve ku­ mandanlar Batı Cephesi'ni görmek amacıyla Eskişehir'e gelecekler. Ara­ ziyi görmek ve tanımak için Eskişehir'den cephelere kadar belki atlarla, belki de trenle gitmek isterler. Her ikisini de hazırlattırınız," emrini verdiler. Hemen birliklerden 20 at seçtik. Diğer taraftan, uzun, kalın bacah altı tekerlekli eski model lokomotife de iki küçük yolcu vagonu bağla­ tarak hazır hâle getirdik. O zamanlar lokomotifler odunla çalışırdı. Et­ raftan temin ettiğimiz kuru odunlarla lokomotifin odun stokunu da ta­ mamladık. Birkaç gün sonra Atatürk, Fevzi Paşa (Çakmak), İsmet (İnönü, o zaman albaydı) ve yaverleri Eskişehir'e geldiler. Her an Yunanlıların büyük bir taarruzu söz konusu idi. Bu nedenle zaman çok kıymetliydi. Atatürk ve beraberindeki komutanlar Eskişehir'e gelir gelmez Ali


Fuat Paşa Atatürk'e, "Paşam cepheye gitmek için hem at, hem de tren hazırlattım. Hangisi ile gitmeyi arzu ederseniz?" dediler. Atatürk, hem cepheyi ve araziyi görmek, hem de kısa zamanda ateş bölgelerinden uzaklaşmak zorunluluğunda idi. Birkaç saniye durakladı ve "Atla gideriz, trenle döneriz; atla gider­ ken de bütün araziyi görüp tanır, değerlendiririz," dediler. Bu karar fevkalade yerinde bir karardı. Çünkü hem bütün birlikler ve arazi görülecek, hem de en erken bir şekilde tehlikeli ateş bölgele­ rinden uzaklaşılmış olacaktı. Biz atlara binerken, trenin de bizleri almak için cepheye hareketi emredildi (27 Ağustos 1920).


Ali Fuat Cebesoy'a Ait Anılar

(Ali Fuat Cebesoy'dan dinlediklerim) Babam 1950'de emekli olmuş ve Niğde milletvekili seçilmişti. An­ nemler henüz Ankara'ya gelmemişlerdi. Ben babamla birlikte Fosta Caddesi'nde bir pansiyonda kalıyordum. Babam beni sık sık Meclis'e götürür ve arkadaşlarıyla tanıştırırdı. Bu arada Faruk Nahz Çamlıbel, Behçet Kemal Çağlar gibi yazarlan da tanımıştım. Ali Fuat Cebesoy da milletvekiliydi. Onunla da birçok karşılaşma­ mız olmuştu. Bozüyük'ün kurtuluşunda Cebesoy ve babam çok büyük hizmet verdiklerinden, o ilçenin kurtuluş gününe davet için özel olarak Bozüyük'ten heyet gelir ve birlikte Bozüyük'ün kurtuluşu kutlamaları­ na gider, gelirlerdi. Ali Fuat Cebesoy, Ankara Palas'ta kalmakta idi. Bazen oraya da gi­ derdik. Yazdığı kitaplarla Ata'ya ve Kurtuluş Harbi'ne ait pek çok bilgi aktarmıştı. Benim onları okuduğumu öğrenince çok memnun olmuştu. Ayrıca hastalanıp Ankara Hastanesi'nde yatarken yine birçok defa ziya­ retine gitmiştik. O zamanlar ben doktor olmuş ve genel cerrahi ihtisası­ nı yapmakta idim. Bu nedenle Sayın Cebesoy hekim olarak da benim gelmemi istemekte idi. Babamla karşıhklı konuşmalarında pek çok kez, "Biz Kurtuluş Savaşı'nı beş bekâr başlattık. Onlar da şunlar..." derdi: "Mustafa Kemal Paşa, ben (Ali Fuat Cebesoy), Kâzım Karabekir Paşa, Refet Paşa, Rauf Orbay."


"Eğer Atatürk başa geçmese idi, hiçbirimiz bu işi götüremezdik. Çünkü, hiçbirimiz diğerinin liderUğini, kumandanhğım kabul edecek karakterde kişiler değildik. Ancak Atatürk'ün üstün kudret ve kuvveti, cesareti, mertliği ve dürüstlüğü hepimizi bir araya getirmiş ve bir arada tutmuştur" demiştir. (Bu beş bekârdan Atatürk evlenip ayrılmış, Ali Fuat Cebesoy ve Rauf Orbay hiç evlenmemişlerdir.) Ah Fuat Paşa'nm, Harp Okulu'nda tanışmalarından itibaren olan, Atatürk'e ait çok enteresan hatıraları, ''Sınıf Arkadaşım Atatürk' kita­ bında vardır. AU Fuat Cebesoy 1957 yılında hastalanıp Ankara Hastanesi'nde yatarken, babamla beraber ziyaretine gittiğimiz zaman anlattığı ve ki­ taplarında olmayan şu açıklamayı kendisinden dinlemiştim. Onu, tari­ hi önemi nedeniyle nakletmek isterim: Benim Moskova büyükelçisi olarak tayinim söylentileri dolaşırken bunu duymuş ve çok üzülmüştüm. Çünkü Batı Cephesi Kumandanlığı, yapmıştım. Moskova'ya niçin gidecekmişim diye düşünüp, "Bunu Ata­ türk'ün kendisine soracağım," dedim. Ve Atatürk'ün yanma gittim. "Pa­ şam, benim Moskova Sefirliği'ne tayinim söylentileri var. Bu doğru mu­ dur?" dedim. "Fuat Paşa" dedi. "Eiz seninle en eski arkadaşız. Senin neler yapa­ bileceğini benim kadar kimse bilemez. "Biliyorsun Rusya'da çarlık yıkıldı ve komünist gruplar iktidara geldiler. Bütün Avrupa ülkeleri bu olayların kendi ülkelerine yayılma­ sından korkmaktalar. Hele krallıkla idare edilen ülkeler çok büyük te­ dirginlik içinde. Rusya ihtilalcileri de kendi komünist görüşlerini bü­ tün Avrupa'ya yaymak istiyorlar. Bu arada bizim Anadolu'da başlattığı­ mız kurtuluş hareketini de kendi amaçları doğrultusunda yönlendir­ mek arzusundalar. Yapacakları siyasi ve iktisadi yardımlar için de bu doğrukuda bir eğilim görmek istiyorlar. Ayrıca biliyorsun Enver Rusya'da. Türkistan'da bir devlet kurma hayali içinde. Ülkeyi bu hale getirdiği yetmiyormuş gibi vatanı ikinci


bir maceraya sokmak istiyor. Orada sen Anadolu'nun tek ve yetkili ki­ şisi olacaksm. Ben her gün Meclis'teyim. Her an batı cephesindeyim. Ama hiçbir zaman Moskova'da olamam. Orada sen Ankara'nın hem gö­ zü, hem kulağı, hem eli olacaksın. Moskova'ya Batı Cephesi Kumanda­ nının elçi olarak gitmesinin anlamı çok farklı olacaktır. Bu tayinde üzülecek değil, övünülecek bir taraf olduğunu bilmeni isterim." diye beni ikna etmişlerdi. Hakikaten, Moskova Anadolu'nun tek temsilcisi olarak Ali Fuat Paşa'yı görmüş; Ali Fuat Paşa Moskova'da fevkalade başarılı çalışmalar yapmış; yapılan her türlü cephane ve silah yardımının artmasında etkili olmuştur. Daha sonraları Atatürk, bizzat Refik Koraltan'a bir komünist parti­ si kurdurmuş, hatta kardeşi Makbule Hanım'ı bile bu partiye kayıt etti­ rerek Rus komünist idaresi istekleri doğrukusunda hareket ediyor gö­ rünmüş, fakat hiçbir zaman bu idare şekline sempati duymamıştır.

ALİ FUAT CEBESOY: Atatürk'ün Harp Okulu'ndan sınıf ar­ kadaşı. Kurtuluş HarbTnde ilk batı cephesi kumandanı ol­ muş, sonra Moskova Büyükelçiliğine gönderilmiş, daha son­ ra Meclis İkinci Başkanlığı yaparak orgeneralliğe kadar yük­ selip, ordudan ayrılmıştır. Atatürk öldükten sonra siyasi hayata girip milletvekih olmuş, Bayındırlık ve Ulaştırma bakanlıkları yapmıştır. Meclis baş­ kanlığına seçildikten sonra herhangi bir partiye bağlı olmak­ sızın serbest olarak Mleclis'te milletvekilliği görevi yapmıştır. 86 yaşında ölen Cebesoy, vasiyeti üzerine Ah Fuat Paşa kasa­ basına gömülmüştür. (Cumhuriyet Ansiklopedisi, cilt 3, say­ fa 860-861.)


Çankaya'da Hediye Edilmek îstenen Ev

(Muzaffer Kılıç'tan) Atatürk ve beraberindekiler, 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara'ya ilk geldiklerinde, Keçiören'deki Ziraat Okulu'na (bugünkü Meteoroloji Binası olan yer) yerleşmişlerdi. O zamanlar isyancılar, her tarafta, özellikle Bolu'da, Düzce'de bir­ çok olay çıkarıyorlardı. Olaylar Polatlı'da bile görülmüş, hatta bir gece Ata'nm yatıp kalktığı binaya bile kurşunlar atılmıştı. Bina çok geniş ve etrah da açık olduğundan korunması çok güçtü. Bu nedenle, sonradan istasyondaki, bugün müze olan binaya taşımlmıştı. Bu bina, hem Meclis'e yakın, hem korunması kolay sağlanıyor, hem istasyonun telefon ve telgrafhanesinden istenildiği kadar isüfade edilebiliyordu. Ayrıca Ankara'ya gelenleri, istasyonda karşılamak rahat oluyordu. Bu nedenle, Atatürk bu binaya, "Direksiyon" ismini vermiş­ lerdi. Atatürk, istasyondaki bu küçük binaya taşındıktan sonra, binanın üst katını evi gibi döşetmiş; alt katını da çalışma yeri olarak kullanıyor­ lardı. Bu yer tabii ki, çok küçüktü. Atatürk'ün de pek çok resmî ve özel kişilerle görüşme zorunluluğu doğmuştu. Artık TBMM Başkanı idi. Bunu düşünen Ankara müftüsü ve Müdafaa~i Hukuk Cemiyeti Başkanı Rıfat Börekçi başta olmak üzere, zengin Ankaralılar, Atatürk'e bir ev ahp hediye etmek isterler. Bu nedenle, aralarında para toplayarak


belediyeye yatırırlar. Belediye de üç ev seçip pey vererek, Atatürk'ten bunların birisini seçmesini ister. O zamanlar Ankara, kale ve civarından ibaretti. Dikmen, Keçiören, Etlik ve Çankaya'da zenginlerin bağ ve bahçeleri vardı. Zenginler yazın oralara taşınır, kış gelince Ankara'ya dönerlerdi. Atatürk 1921 yüınm Mayıs ayında bir gün beni çağırdı ve "Çocuk Ankara Belediyesi bize bir ev bağışlamak istiyor. Üç tane ev seçmişler. Git gör. Hangisi bize uygunsa, bana gizlice söyle. Onu kabul edelim ve oraya taşınalım," dediler. İşleri çok yoğun olduğundan gidip eve, bahçeye bakacak zamanla­ rı hiç yoktu. Fakat belediyenin de bu kibarca hareketine karşı kabalık yapmak istemiyorlardı. Bu nedenle, kendisine, "Gidip görmeden binayı birisine seçtirdi," dedirtmemek düşüncesiyle, benim yaptığım seçimin gizli kalmasını istiyorlardı. Evlerden biri Etlik'te, biri Keçiören'de biri de Çankaya'da idi. Ben gidip üçünü de gördüm. GeUp hepsini tek tek ve etraflıca Ata'ya anlat­ tım. Her zaman olduğu gibi bana sordular ve "Sence hangisi en uygu­ nu?" dediler. Çankaya'daki ev Çankaya'nın en yüksek yerinde, bahçesinde gayet güzel yetişmiş mey\T ve kavak ağaçları olan, tahta kepenkli bir bağ eviydi. Daha önceleri bir İngiliz deri tüccarı oturduğu ıçm de bayağı ba­ kımlıydı. Bu nedenle ben de, "Çankaya'daki ev en uygun olanıdır Pa­ şam," dedim. "Öyleyse, Çankaya'daki evi beğendiğimizi teşekkürlerimizle birlik­ te belediyeye yazmalarını söyleyiniz," dediler. Ben de yazıyı hemen yazdırdım. Böylece Çankaya'daki bugün müze olan ev beğenilince, sahipleri olan Bulgurluzade Rıfat ve Mehmet Efendilerden Atatürk'e hediye edil­ mek üzere hemen satm alındı. Fakat Atatürk, hediye edilmek istenen bu evi hediye olarak alm_aktan rahatsız oluyor, bütün ısrarlara rağmen evin tapusunu kendi üzer­ lerine yaptırmak istemiyorlardı.


Birinci İnönü Muharebesi yeni kazanılmıştı. Büyük kahramanlık gösteren ordumuzu onurlandırmak için, bu evi orduya bağışlamak is­ tiyordu. Bu nedenle, hayat boyu kendilerinin oturmaları kaydıyla, evm tapu tescilini Millî Savunma Bakanhgma yaptırmışlardı (31.5.1921). Bu şartla alman evin onarımını önce Mimar Vedat Bey üstlenmiş, sonra da Sarı Hikmet diye tanınan Hikmet Koyunoğlu tamamlamıştı. Köşkün tamiri aynı yıl sonbaharda bitirilmiş ve oraya taşınılarak orada oturulmaya başlanmıştı.


Atatürk'e armağan edilmek istenen ve bugün müze olan Çankaya'daki evin o zamanki hali. Yıl 1921

23 Nisan 1920'de Meclis açılırken yapılan duah merasim. Ön sırada, Atatürk'ün sol tarahnda Rauf Orbay, sağında ise Ali Fuat Cebesoy var.


Sakarya Harbfnde Olaylar

(Muzaffer Kılıç'tan) Sakarya Harbi'nin en şiddetli günlerinden birinde idik. Akşam olmuş, etraf kararmış, silah sesleri de kesilmişti. Atatürk'le beraber gemici feneri ışığında cephelerden gelen telgraf, şifre ve haberleri de­ ğerlendiriyorduk. Bir cepheden haber gelmemişti. Geciken bilgi için Atatürk sabırsızlanıyorlardı. Telgraf başına gitmek istediler. Hem bek­ ledikleri haberi almak, hem de bazı emirler vermek istiyorlardı. Eli­ mize gemici fenerini alarak telgraf makinesinin bulunduğu çadıra yö­ neldik. Çadıra yaklaşırken muhabere subaylarının, yıpranmış ve bozuk aletlere, eskimiş batarya ve pillere küfürler yağdırdıklarını duyduk. Tabii ki subaylar haklıydı. O kadar yokluk içinde çalışılıyordu ki, yemek olarak bile dağıtılan sadece yarım kuru çavdar ekmeği ve beşer tane zeytindi. Tabii bu yokluk içinde telefon ve telgraf makineleri kırık dökük şeylerdi. Teller fare kemirmiş gibi, eski ve yıpranmış aletler bin çaba ve uğraşma ile çalıştırılabilecek kadar harap ve kırık dökük şeyler­ di. Haklı olarak subaylar da her şeye küfrediyorlardı. Ben, bu küfürleri duyunca utancımdan ne diyeceğimi şaşırdım. Ata da biraz yavaşladı. Fakat çadıra biraz daha yaklaşınca küfürler iyice kabalaşmıştı.


Çadıra iyice yaklaşmıştık ki, Ata, şöyle bir durdu ve bana dönerek, "Küfür müfür ederler ama, yine de görevlerini yaparlar değil mi çocuk? Bırak fazla sıkıştırmayalım çocukları," diyerek, küfürlerin arasında ça­ dıra girmemiş, en sıkışık ve acil durumda dahi subayların mahcup ol­ masına gönlü razı olmayarak çadırlarına geri dönüp haberlerin gelme­ sini orada beklemişlerdi (23 Ağustos-13 Eylül 1921).


Kuran Okuyana Saygı

(Muzaffer Kılıç'tan) Sakarya Harbi 22 gün 22 gece devam etmiş, tam deyimle kan göv­ deyi götürmüştü. Bu nedenle tarih kitapları Sakarya Harbi'ni en kanlı muharebelerden biri olarak yazmıştır. Bu muharebe içinde, mermilerin üzerimizden geçtiği günlerden bir gün, Atatürk beni çadırlarına emretüler. Çadıra koştum, Atatürk ayakta ve masada açılmış harita başında çok gergin ve sinirliydi. Çadı­ ra girer girmez, bana hemen Fevzi Paşa'yı çağırmamı emrettiler. "Baş üzerine Paşam." diyerek çıktım, atıma atlayarak Fevzi Paşa'mn çadırı­ na aumı yıldırım gibi sürdüm. Artık neredeyse düşman mermileri bi­ zim çadırlarımıza düşecekti. O toz toprak arasında, Paşa'mn çadırına nefes nefese geldim ve hemen içeri daldım. İçeri girince bir de baküm ki, Fevzi Paşa arkaları kapıya, yüzleri kıbleye dönük, diz çökmüş vazi­ yette kendilerinden geçmiş ve vecd içinde yüksek sesle Kuran-ı Kerim okuyorlardı. Kendilerinden o kadar geçmişlerdi ki, arkaları da kapıya dönük olduğundan benim içeri girdiğimi görmediler ve duymadılar bile. Ben hiç ses çıkarmadan ağzımı elimle tutarak geri geri yavaşça ça­ dırdan çıkıp, atıma atlayıp Ata'ya yıldırım gibi geri geldim. Geldim ama, attan inerken aklım başıma gelmişti. Ata'ya ne diyecektim. Emrine ne cevap verecektim. Fakat bunları düşünmeye bile zaman yoktu. Fle-


men Ata'nm çadırma daldım. Çadıra girdiğimde Ata hâlâ ayakta ve açık harp krokisi önünde idi. Girer girmez, "Nerede Fevzi Paşa?" diye gürle­ di. "Paşam" dedim "Fevzi Paşa'nm çadırına gittiğimde, Fevzi Paşa Kuran-ı Kerim okuyorlardı. Beni görmediler, ben de hiçbir şey söyleme­ den geldim. Emrederseniz tekrar gidip emrinizi bildireyim," dedim. Atatürk şöyle bir durdu, "Bırak Paşa Kuran'ım okusun. Allah'ın iz­ ni ile biz düşmanı yeneceğiz. Rahatsız etmeyelim Paşamızı." buyurdu­ lar (1921).


Bir İmama Yapılan Öneri

(Muzaffer Kılıçtan) Savaş hazırlıklarının yapıldığı bir gün askerî birliklerimiz bir köy yakınında mola vermişti. Biz de Atatürk'le o köye gelince bir kahvede oturduk. Bütün köy halkı, merakla bizlere bakıyorlardı. Köyün orta yaşh imamı da geldi. Atatürk'e, "Paşam, Allah sizi bizlere ve memlekete bağışlasın. Muvaffak ve muzaffer kılsın. Hepimiz sizin başarılarınız için dua ediyoruz. Bizler de elimizden geldiği kadar sizlere destek olup yar­ dım ettik. Yine de ederiz," gibi güzel sözler söyledi. Sonunda da, "Pa­ şam köylümüzün sizden bir maruzatı var, onu iletebilir miyim?" dedi. Atatürk, "Söyle bakalım imam efendi, neymiş maruzatınız?" deyince, imam efendi, "Paşam kışmki sel bizim dağ köprümüzü yıktı. Köprünün ayakları sağlam, fakat düşen kütükleri bu ayaklara yerleştirecek adamı­ mız yok. Gençlerin hepsi askerde. Bu köprüden karşıya çoluk çocuğu­ muz, kadınımız ormana gider gelirdik. Hayvanları geçirir otlatırdık. Şimdi yaz. Dere kuru. Kışın sular artınca köprüsüz, köylümüz hiçbir şey yapamaz. Emir verir, 8-10 askerle köprünün düşen kütüklerini köprü ayaklarına yerleştirirsek gerisini biz onarırız. Paşam sizin de kö­ ye bir yadigarınız kalır," diye cevap verdi. Bu Atatürk'ün çok hoşuna gitti ve isteğinin yapılması için emir verdi. Bir bölük asker, düşen kütükleri köprü ayaklarına bir çırpıda koydular. İmam Atatürk'e teşekkür edip, uzun ömür ve sağlık diledi.


Atatürk imam efendiye, "İmam efendi, evli misin?" diye sordu. "Evli­ yim Paşam. Elinizi öper dört de köleniz var," dedi. Atatürk, "Niçin kö­ lem olacakmış. Onlar sizin çocuklarınız, bizlerin de evlatları. Yok böyle şeyler imam efendi. Ben evli değilim. Evlenirsem seni Ankara'da karınla misafir etmek isterim. Bana gelir misin?" diye sordu. "Emriniz olur Pa­ şam," diye cevap verdi imam. "Ama bir şartım var. Karın peçesini çıka­ rırsa," İmamm şaşırıp, sanki dünya tersine dönmüş gibi Atatürk'e bir bakışı ve "Aman Paşam!" deyişi vardı ki, onun yüz ifadesini hiç unuta­ mam. Atatürk gayet sakin bir sesle, "Bunlar olacak imam efendi. Bunla­ rın hepsi olacak," dedi.


Satı Kadın

(Muzaffer Kılıç ve Ali Metin'den) Sakarya Harbi kazanılmış, fakat Büyük Taarruz yapılmamıştı. Ata­ türk'ün İstanbul'dan Adapazarı'na gelen annesi ve kız kardeşini Adapazarı'ndan almış, onlarla birlikte geri dönüyorduk. Çok sıcak bir yaz günü olduğu hâlde, halk her uğradığımız köy ve kasabalarda yollara dökülüyor ve Büyük Kumandan'ı görmek için bir­ birleriyle âdeta yarışıyordu. Atatürk de birçok yerde arabalarından ine­ rek onlarla konuşuyor, hâl hatır soruyorlardı. Ayaş'ı geçtikten sonra Kazan köyüne gelindi. Orada da halk, Ata­ türk ve ailesinin geleceğini duymuş, yollara dökülmüştü. Köye gelince Atatürk arabalarından inerek köylülerle konuştular ve bir ağaç altında biraz dinlenmek istediler. Bu arada köy muhtarını sordular. Esmer, or­ ta boylu bir kadın, elinde ayran güğümleri olduğu hâlde, "Muhtar be­ nim Paşam," dedi. Muhtar olan kocası askere gitmiş. Köylüler de bu kadını muhtar olarak tanımışlar. O da kocasının muhtarlığını sürdürüyormuş. Bu cevap, Atatürk'ün çok hoşuna gitti. Bu köylü kadını, gayet rahat bir şekilde, "Paşam köyümüze hoş geldin, safa geldin, şeref getirdin," diyerek, güğümlerden bir tasa ayran doldurup ayakta ve Ata'nm huzurunda rahatça içti. Sonra da başka bir tasa ayran doldurup, "Paşam ayranımız temizdir. Rahatça içebilirsiniz," diyerek Atatürk'e ve etrafındakilere ayrandan eliyle ikram etti.


Eski Türk âdetkrine göre ev sahibi, çok sevdiği, saydığı bir kişiye yenilecek veya içilecek bir şey ikram edecekse, önce ondan kendi yer veya içer; sonra misafirine ikram edermiş. Hatta ikram edeceği şey ye­ nilecek bir şeyse, tepsi veya tabaktan önce ev sahibi kendi bir lokma alır, onu yutar, sonra da kaşıkla aldığı o tarah misafirine çevirir, "Buyrun başlayalım," dermiş. Bunun manası bu yemekte sana zarar verecek herhangi bir şey yok. Eğer varsa önce bana zarar versin. Öldürecekse önce ben öleyim. Sen yeme ve ölme manasını taşırmış. Eğer ikram edilecek şey ayran gibi, süt gibi içilecek bir şeyse Satı Kadının yaptığı gibi önce ev sahibi ondan bir tas veya bardak ahp içer, sonra misafirine ikram edermiş. Satı Kadın da böyle yaparak Ata'ya ayranını ikram etmişti. İlk bar­ dağı kendi içerek, senin sağ kalman için ölünecekse ben öleyim, sen yaşa, demek istedi. Bu bilmiş ve erkek gibi olan kadın, Satı Kadm'dı. Atatürk, bu Satı Çırpan isimli kadını unutmamışlardı. 12 yıl sonra 5 Aralık 1934 yılında çıkan, 2598 sayılı yasa ile kadınlara seçme ve se­ çilme hakkı verilince, Atatürk tarafından buldurulmuş ve milletvekili adayı gösterilmişti. Böylece ilk kadın milletvekillerinden biri olarak Meclis'e giren Satı Kadın, Meclis'te birçok çalışmalara katılmıştır.

T 4 B İ I Î T E BÜCm

Mimi AZ AniKAS . , f^»#';£ «fc-fScV, r^j^zn^^ye. SLfr:cif!:Mfu£'^&-^&cı.fS^'''^'^ü of^A^^-A^fj

Cumhuriyet Gazetesi'mn "Tarihte Bugün" adlı köşesinde yer alan "Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkı"nın tarihçesini anlatan yazı ve Satı Kadm'ın resmi.

^ssf^

\


KADINLARA SEÇME VE SEÇİLME HAKKI.. 1934'te bugün, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde onaylanan 2598 sayılı yasa ile, kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmış­ tı. Bu tarihten hemen sonra Mustafa Kemal'in aday gösterdiği bazı kadınlar, milletvekili olarak Meclise seçilecekti. Ancak, ka­ dınların seçme ve seçilme hakkına (Türkiye'de) "alınmış" değil, "verilmiş" gözüyle bakılabilir. Çünkü, aradan elli yıl geçse de, gerçek anlamda toplum yaşamına katıldıkları söylenemeyecek­ tir. Öncelikle, Türk erkeğinin ekonomik egemenliği bütün yo­ ğunluğuyla sürecek, kadınlar çeşith haklarını alma konusunda edilgen tavırdan sıyrılamayacaktı.


Büyük Taarruz Tarihinin Geri Bırakılması

(Sadık Atak'tan) 1922 yıhnın Mart ayında bir gün Başkumandan Atatürk'ten bir "Tehiri Mucibi İdamdır." (Geç gitmesine sebep olanlar idam edilirler.) kaydı olan bir telgraf geldi. Telgrafın birinci maddesinde, "Bu emirden sadece ordu komutan­ ları ve kumiay başkanları haberdar olacak, kolordu komutanlarına bile bilgi verilmeyecektir," deniyor; ikinci maddesinde ise. Büyük Taarruz'un nisan ayı içinde yapılacağı ve ona göre hazırlıkların tamamlan­ ması emrediliyordu. Bu emri okurken odada sadece İkinci Ordu Ko­ mutanı Yakup Şevki Paşa ile birlikte ben vardım. Büyük Taarruz haberini duyunca ben çok heyecanlanmıştım. Hat­ ta elimden, okuduğum kâğıt masanın üzerine düşmüştü. Yakup Şevki Paşa gayet sakin bir sesle, "Oğlum, bir kâğıt kalem al. Buna bir cevap yazalım," emrini verdi. O zamanlar cephelerde daktilo bulunmazdı. Bu nedenle ordunun bütün emir ve yazılarını, sır sakladığım ve yazım güzel olduğu için, ben yazardım. Kâğıt kalemi alıp Paşa'nm söylediklerini yazmaya başladım. 24 sayfayı bulan çok uzun ve çok geniş kapsamlı bir cevap yazdırdı. Cevapta, "Böyle bir taarruzun nisan ayında yapılması doğru olmaz. Havalar yağmurlu, etraf çamur içinde olur. Ulaşım ve erzak temini fev­ kalade zordur.


Halbuki, ecdadımızın daima tercih ettiği gibi ağustos ayı, taarruz için fevkalade uygundur. Her taraf kuru ve ulaşım çok kolay olur. Zaptedilen bölgelerdeki üründen askere yetecek kadar yiyecek bulmak da çok kolaylaşır. Ayrıca makineli tüfeklerimiz yeterli sayıda değildir. Mutlaka her bölüğe en az bir makineli tüfek verilmelidir. Top mermilerimiz de azdır. Bu şartlarda taarruz başarısız olur," diye bütün sebepleri ve eksik­ likleri madde madde yazdırdı. Cevap, Ankara'ya kurye ile acele yollandı. Aradan dört gün geçmişti. Ordu komutanı nöbetçi emir subayı bendim. Bu nedenle uyanık­ tım. Sabahın saat dördünde bir motor sesi duydum. Hemen binamızın sokak kapısına fırladım. Küçük, dört kişilik bir Ford otomobilin kapıya yanaşmakta olduğunu gördüm. Otomobil ordu karargâhımızın kapısı­ nın önünde durdu. İçinden, bir de baktım Atatürk indi. Bize doğru dönerek kendisini ordu komutanının yanma götürmemizi emrettiler. Ben heyecanla koşa­ rak elini öptüm. Sonra Atatürk'ü merdivenlerden çıkarak ordu komutanının yatak odasına götürdüm. Biz odaya girince, Yakup Şevki Paşa yataktan heye­ canla fırladı. Atatürk'le öpüştüler. Atatürk, "Bizi yalnız bırakın," dedi. İki general sabaha kadar taar­ ruzu tartıştılar. Sabah saat sekize doğru, bir kahvaltı ve Ordu Kurmay Başkam Hüseyin Hüsnü Erkilet Paşa'yı da emrettiler. Üçü birlikte öğleye kadar çalıştılar. Öğle ve akşam bizler dâhil, hep birlikte yemek yedik. Akşam yemekten sonra, yine Şevki Paşa'nm odasına çekilip gece saat dörde kadar haritalar üzerinde tartıştılar. Durumu sadece ben biliyor, fakat bana sual soran hiç kimseye bir şey söylemiyordum. Çünkü öyle emir almıştım. Sabaha karşı saat dört sularında Atatürk, Ankara istikametine doğ-


m yeniden yola çıktı. Önde şoför ve muavini, arkada Atatürk ve jan­ darma yaver Siirtli Binbaşı Mahmut Bey oturuyorlardı. Yanlarında sadece bir muavinde, bir de Mahmut Bey'de olmak üzere iki küçük fiUnta bulunuyordu. Bu kış kıyamette, martın en soğuk ve karh günlerinde, kağnı yollarından geçerek, kimselere görünmeden, bir gece ewel gelip ertesi gece hiç uyumadan geri dönmek ne büyük bir güç ve ce­ saretti. Bu seyahatin sebebi, daha önce yazdığımız 24 sayfahk gerekçe idi. Atatürk, Ankara'da bizim cevabımızı alır almaz, trenle Biçer istas­ yonuna, oradan da otomobille Bolvadin'e gelmiş ve bizim karargâhta Paşa yla son durumu yüz yüze tartışmışlardı. Atatürk, Ankara'ya varınca, ordulara ve batı cephesine bir şifre göndermişler ve şifrede, "İkinci ordu komutanının teklifleri uygun gö­ rülmüş ve eksikliklerin tamamlanması için gerekli yerlere emir verilmiş ve taarruz tarihi ertelenmiştir," diyerek Yakup Şevki Paşa'nm önerileri­ ne uyulduğunu açıklamaktan çekinmemişlerdi. EM. KUR. ALBAY SADIK ATAK: İnönü ve Sakarya harplerinde bü­ yük yararhklar göstermiştir. Büyük Taarruz'dan önce kurulan, ikin­ ci ordunun komutanı Yakup Şevki Paşa'nm emir subaylığını yap­ mıştır. Sonra kurmay olup albaylıktan emekh olmuş ve ölünceye kadar Harp Gazileri Derneği Başkanhğı'nda bulunmuştur. Yakup Şevki Subaşı 1910-12 yılları arasında kurmay yarbay olarak Harp Okulu'nda "tabya" öğretmenliği yapmıştır. Bu nedenle bütün subaylar onu tanır ve çok takdir ederler. Sakarya Harbi'nden sonra yeni kurulan ikinci ordunun komutanlı­ ğına getirilmiş Büyük Taarruzda çok üstün yararlıkları görülerek örgen eralliğe yükseltilmiştir. Yakup Şevki Paşa, Harp Okulu çıkışı itibarıyla Atatürk ve İnö­ nü'den kıdemli olduğu için Atatürk, Paşa'ya ve hkirlerine çok hür­ met eder ve kendisine daima, "Hocam" diye hitap ederlerdi Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, sayfa 193: Atatürk gece saat 23.00'te Ankara'dan batı cephesine hareket etmiştir (6 Mart 1922).


31 Ağustos 1922 Günü

(Muzaffer Kılıç'tan) 26 Ağustos'ta 1922 tarihinde şafakta başlayan Büyük Taarruz altı gün altı gece devam etmiş ve Mehmetçiklerin aslanlar gibi saldırmalarıyla düşmanın büyük kısmı küıçtan geçirihnişti. 31 Ağustos'ta güneş Türklerin büyük zaferiyle doğmuştu. Aynı günün sabahı Atatürk'le harp sahasını dolaşıyorduk. Etraf bin­ lerce insan ve hay\^an ölüleriyle âdeta bir mahşer yerini hatırlatıyordu. Büyük asker bu manzara karşısında çok rahatsız oldular ve "Bu fe­ ci manzara, bütün insanhk için utanç verici bir olaydır. Ama biz vatanı­ mızı korumak için gerekli savunmamızı yaptık. Buna bizi zorladılar," demiş ve ölüler kaldırılıp gömülünceye kadar hiçbir yerli ve yabancı gazetecinin bölgeye sokulmamasım, kesin olarak emretmişlerdi. "Bu feci manzarayı gören ecnebiler, yarın bizim için neler söyle­ mezler," demişlerdi. Bunun üzerine, Atatürk'ün emri tutulmuş ve ölüler gömülünceye kadar bölgeye hiçbir gazeteci ve fotoğrafçı sokulmamıştır. Böylece, o durum hiçbir gazetede resimlenmemiş ve fotoğrafla bel­ gelenmemiştir. Hâlâ da o manzarayı gösteren bir resim de yoktur. Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, sayfa 203: Atatürk lin muharebe mey­ danını gezmesi (31 Ağustos 1922).


İzmir'in Aimması

(Sadık Atak'tan) Dumlupmar'da düşmanın çok büyük bir kısmı yok edilmiş, birçok Yunan generali ve Başkomutan Trikopis esir alınmış; bozguna uğrayan Yunanlıların geriye kalan birlikleri İzmir'e doğru hezimet hâlinde kaçı­ yorlardı. Atatürk'ün emriyle birinci ordu birUkleri İzmir'e, ikinci ordu birUkleri de Balıkesir'e doğru düşman artıklarını temizleyerek ilerliyorlardı. 9 Eylül 1922 günü erken saatlerde Atatürk, Fevzi Çakmak, İsmet İnönü ve beraberindekiler İkinci Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa'mn karargahının olduğu Adala'ya (Salihli) geldiler. Atatürk fevkalade neşeliydi. "Beni, Türk Orduları Başkomutam'm bütün dünya telsizlerle arıyor. İlerlememizi durdurmamızı isteyecekler. Fakat ben kesin emir verdim. Cevap vermeyecekler ve yerimi belli et­ meyecekler. Onlarla 13 Eylülde İzmir'i kurtardıktan sonra orada görü­ şeceğim." diyordu. Bütün komutanlar bu nahiyenin sıradan bir odasında sedirlere oturmuşlar, konuşuyorlardı. Biz yaver ve emir subayları da kapı ve pencere önlerinde onlardan gelecek emirleri bekliyorduk. Az sonra, gelen telgrafla atlı öncü birliğimizdeki Mehmetçiklerin, İzmir'e girdikleri ve Konak'taki Flükûmet Binası'na şanlı Türk bayrağı­ mızı çektikleri haberi geldi.


Atatürk ve bütün paşalar, rütbe gözetmeksizin, hep beraber coş­ kuyla ve sevinç gözyaşları arasında birbirimize sarılıp zaferimizi kutla­ dık. Atatürk hemen, "Bütün ordulara!" başlığı ile şu mesajı yayınlattı: "İlk verdiğim Akdeniz hedefine varmış olan orduların gösterdiği gayret ve fedakârlığı hürmet ve takdirle anıyorum. Ordularımızın bundan sonra gösterilen hedeflerin almışında da aynı istek ve fedakârlığı göste­ receklerine güvenim tamdır," diyerek, hem Mehmetçiklere moral ver­ miş, hem de kesin zaferin kazanılmak üzere olduğunu bütün ülkeye duyurmuştu.


Atatürk'ün Zaferden Sonra Ankara'ya Gelişi

(Halil Nuri Yurdakul'dan) Büyük Taarruz başarılmış ve düşman denize dökülmüştü. Ülkenin her yerinde bu bayram kutlanıyordu. Davullar çalmıyor, zeybekler oy­ nanıyordu. Her evde, her ocak başında bu konuşuluyor; herkes birbiri­ ne sarılıp bunu kutluyordu. Ben, bu son büyük muharebede yaralanmış, Ankara'ya gönderil­ miştim. Ankara'da Numune Hastanesi'nde yatıyordum. Bizler bu olay­ ları gazetelerden ve gelen hasta bakıcılarından öğreniyorduk. Bir ekim günü Ata'nm Ankara'ya döneceği haberi hastanede yıldı­ rım gibi duyuldu. Bu haber bütün hastalara bir hayat iksiri gibi tesir et­ miş ve herkes iyileşmıişti. Hepimiz Ata'yı karşılamaya gitmek istiyor­ duk. Fakat hastanedeki doktor ve bakıcılar tabii ki buna izin vermek istemiyorlardı. Biz birkaç gazi asker ve subay arkadaşla beraber istasyo­ na gizUce gitmeye karar verdik. O gün sabahleyin kendimize çeki dü­ zen vererek; yarı sivil, yarı asker, yarı hastane kıyafeti ile istasyona koş­ tuk. İstasyona bir geldik ki, mahşeri bir kalabalık bugünkü Gençlik Parkı ve Paraşüt Kulesi'nin olduğu yeri hıncahınç doldurmuştu. Yüz binlerce kişi, kadını, erkeği, ihtiyarı, genciyle civar köy, kasaba ve vila­ yetlerden; atlarla, arabalarla, kağnılarla, eşeklerle gelmişler, Ata'yı gör­ mek için meydanları doldurmuşlardı.


Adım atacak yer yoktu.. Davullar çalmıyor, zeybekler oynanıyor, halaylar çekiliyordu. Az sonra sesler kesildi. Herkes trenin istasyona girmekte olduğunu söyledi. Sonra da tren istasyona girdi. "Yaşa, var ol!" sesleri, davul zur­ na seslerine karışıyordu. Atatürk trenden inmiş ve istasyondan Meclis'e kadar yürüyerek kumandanlarıyla beraber ilerliyordu. Kurbanlar kesili­ yor; herkes ve bizler gözyaşları ile bu sevince katılıyorduk. Ata'nm adı­ mının önüne kundaktaki çocuğunu, "Sana bu evladım veya torunum da feda olsun," demek için koyan kadınlar, nineler gördüm. Bizler bu coşku içinde erlerle sarıhp ağlaşıyorduk. Atatürk, bir ilah gibi, bu coş­ kulu karşılama arasında, hiçbir aşırı hareket göstermeden rüzgâr gibi tak, tak, tak, tak diye askerce yürüyerek geçip, Meclis'e gitti. Bizler bu mutlu sonu bir muhteşem ftim gibi seyrederek ve gör­ düklerimizi birbirimize anlatarak hastaneye döndük. Hastaneye bir gel­ dik ki, hastanede birkaç ağır hasta ve birkaç bakıcıdan başka hiç kimse kalmamış. Sargılarla, alçıh ayaklarla, koltuk değnekleriyle herkes bizler gibi bu muhteşem merasimi görmeye koşmuştu. Bu karşılamayı anlatan babam, bir gün Ata'nm yaveri M. Kılıç'm yanında da karşılamadan söz etmişti. O zaman M. Kılıç, "Bu kalabalığı gören Atatürk çok duygulanmışlar ve bana, 'Ankaralılar bizi ilk geldiği­ miz gün de böyle karşılayarak bağlılıklarını ispat etmişlerdi. Böyle bir merasime hiç gerek yoktu. Çünkü bizi şimdi herkes böyle karşılar,' de­ mişlerdi," diye anlatmıştı. Hakikaten Ankara'ya ilk geldiğimiz gün çok soğuk bir aralık günü olduğu hâlde, Ankaralılar bizi çok içten karşılamışlardı.


Atatürk'ün Duygusal Taran

(Muzaffer Kılıç'tan) Bir gün Atatürk'le birlikte Çankaya'daki köşkte çalışmaktayken dı­ şarıdan bağırmalar, tokat ve küfür sesleri gelmeye başladı. Atatürk ve salonda olan bizler pencereden bakınca gördük ki, alaydan yetişme emekli ve yaşlı bir subay olan ve dış hizmetlerde çalışan kişi, bazı işçi­ leri sille tokat dövüyor ve küfürler yağdırıyordu. Bu arada işçilerin tor­ baları ellerinden düşmüş ve etrafa eski çamaşırları ve eşyaları saçılmıştı. Ata'nm bu olaya müthiş canı sıkıldı. "Şu edepsize, beyinsize bakın. Neler yapıyor. Koşun durumu öğrenin, bana bildirin," dediler. Hemen koşarak dışarı çıktık. İhtiyarı yatıştmp olayı öğrendiğimizde durum şu idi: Kurtuluş Harbi'nin henüz bittiği yıllarda, bazı Yunan esirleri, ülke­ nin birçok yerinde çalıştırılmakta idi. Köşkte çalışan Yunan esirleri, köşkün bahçesinde ücretle çalıştırıl­ mışlar ve işleri bittiği için dönüyorlardı. Üstleri arandığında, torbaların­ dan. Gazi markalı birkaç paket sigara çıkmıştı. Bunları da, bizim hiz­ metkarların verdiği muhakkaktı. Sigaraları bulan yaşh subay, esirleri, "Bunları nereden aldınız?" diye dövüyordu. O sırada Atatürk de antreye inmişlerdi. Biz, esirlerle beraber Ata'ya doğru yürürken, esirlerden biri Ata'yı uzaktan görünce korkudan dü­ şüp bayıldı. Atatürk bu olayı görünce çok müteessir olmuşlar ve esirin


yüzüne kolonya ve su serptirerek kendine getirtmişlerdi. Olayı kendile­ rine arz edince, Ata daha çok duygulanmış ve tercüman aracılığı ile esirlerden özür dilemiş, birkaç paket daha sigara ve bir miktar da para vererek esirleri yollamışlardı. Esirler gözyaşları ve minnet duygulan ile ayrılıp giderlerken, Ata'nm hâlâ siniri yatışmamıştı. Sonra, o emekh subay Çankaya'daki görevinden alınarak Millî Sa­ vunma Bakanlığı'ndaki görevine iade edilmiş ve daha aklı başında biri aynı görev için köşke getirilmişti (1922).


Atatürk ve Abdülhalim Çelebi Efendi

(Muzaffer Kılıç'tan) Bir gün Atatürk'le beraber Abidinpaşa'dan gelip Samanpazarı yo­ luyla Ulus'a geçiyorduk. O zamanlar Samanpazarı'nda bulunan üç beş dükkândan birisi Ali Efendi isimli bir kitapçıya aitti. Kitapçı dükkânının kepenklerinde, nefis bir halı asılmış duruyordu. Harp yıllarının sonu ol­ duğundan hiçbir yerde, hele Ankara'da, böyle güzel bir şey görmek pek şaşırtıcı olduğu için, bu hah Atatürk'ün de dikkatini çekti. Hemen ara­ bayı durdurup indik. Beraberce dükkâna yürüdük. Kitapçı Ata'yı gö­ rünce, "Buyrun Paşam." diyerek heyecanla bir emri olup olmadığını sor­ du. Paşa da bu halıyı çok güzel bulduklarını ifade ettiler ve ne için dur­ duğunu sordular. Kitapçı, "Paşam, bu hah bir müşterimin. Paraya ihti­ yacı olmuş, satılması için bana bıraktılar. Benimle bir ilgisi yok," dedi. Atatürk, böyle güzel bir halının çok kıymetli olduğunu, bunu hah sahibinin nereden almış olabileceğini öğrenmek istediler. Kitapçı ezile büzüle, "Paşam, emanet koyan isminin söylenmemesini özellikle rica ettiler, müsaade ederseniz ismini söylemeyeyim," dedi. Bu sefer Atatürk daha çok merak edip, "Çocuk, belki halıyı almak isteyeceğiz. Kimin ve kaça olduğunu öğrenmek isteriz," dediler. Kitap­ çı, "Paşam 40 lira istemişlerdi," deyip yine halı sahibinin ismini verme­ di. Atatürk, halı sahibini iyice merak edip ısrar edince de, kitapçı iste­ meyerek ve sıkılarak Abdülhalim Çelebi Hazretleri'nin, Paşam," dedi.


Abdülhalim Efendi, Mevlânâ sülalesinden gelmiş, Konya milletvekiU olarak Meclis'te görev yapıyordu. Kapısı herkese daima açık, cö­ mert, gayet güzel konuşan, Mevlevi kalpağı ile gezen, akıllı, sevimh hoş sohbet, özü sözü doğru bir kişiydi. Atatürk, bu cevabı alınca çok duygulandı ve bana dönerek dükka­ na 40 Ura bırakmamı emretti. Hemen parayı bıraktım. Kitapçı halıyı koşarak indirip paket yapmaya koyuldu. Bu arada Atatürk, Abdülhalim Efendi'nin kişiliğinden övgüyle bahsederek, "Abdülhalim Efendi, evde halısını satacak kadar parasız kalıyor ama, kapısını kimseye kapamıyor," diyerek onu övdü. Sonra da kitapçıya dönerek, "Bana bak, halıyı biz alıyoruz. Fakat halıyı Abdülha­ lim Efendi'nin evine yollayınız, biz oradan aldırırız. Akşamüzeri de kendilerine bir kahve içmek için geleceğimizi söyleyiniz," dediler. Ki­ tapçı bu davranışa şaşırmış bize bakarken, arabaya binip uzaklaştık. Aynı akşam Abdülhalim Efendi'nin evine gittik. Abdülhalim Efen­ di, bizi avlu kapısında karşıladı. Eve girince baktım halı, kapı arkasın­ da paketli olarak duruyordu. Mütevazı evinde minderlere oturuldu. Kahveler içildi. Abdülhalim Efendi, "Paşam halıyı almışsınız. Fakat halı evime geri geldi. Müsaade ederseniz, arabanıza koyduralım," dedi. Atatürk de, "Abdülhalim Efendi, halı yine bizim olsun. Biz arada sırada sana kahve içmeye geldikçe onun üzerinde kahvemizi içeriz," diyerek halıyı açtır­ dılar ve odaya serdirdiler. Kahveler içildi ve sohbet edildi. Giderken Abdülhalim Efendi yine bizi kapıya kadar uğurlayarak, "Paşam," dedi, "eğer müsaadeniz olursa halıyı..." derken Atatürk sözünü keserek mütebessim, "Abdülhalim Efendi, onu sana emaneten bırakıyoruz. Her gelmemizde onu burada görmek ve üzerinde oturmak isteriz," diyerek veda edip ayrıldılar. Böylece Atatürk, Abdülhalim Çelebi Efendi'ye, kitapçıya bile belli etmemeye çalışarak ihtiyacı olan yardımı yapmış, fakat halıyı almamış­ lardı. Bir bayram günü babamla, Eski Eserleri Koruma Derneği'nde bir-


likte çalıştığı ProL Dr. Ferudun Nafiz Uzluk'u evinde ziyarete gittik. Nafiz Bey Mevlevi sülalesinden olup, Abdülhalim Efendi'nin de yeğeni oluyordu. Benim de Tıp Fakültesi'nden hocamdı. Konuşma sırasında babam bu olayı anlattı. Ferudun Nafiz Hoca çok duygulandı. Gözleri dolu dolu oldu ve "Evet, evet biliyorum, biliyorum, Abdülhalim Efendi o halıyı Konya Mevlânâ Müzesi kurulunca oraya armağan etmiştir. O şimdi oradadır," dedi. Görülüyor ki, Abdülhalim Efendi de bu asil davranışı kötüye kul­ lanmamış ve halıya sahiplenmeyip, layık olduğu yere armağan etmiştir (1922).


Atatürk'ün Annesinin Ölümü

(Muzaffer Kılıç ve Halil Nuri Yurdakul'dan) Atatürk'ün annesi, Ankara'ya gelip yerleşmiş, fakat kısa bir süre sonra zaten bozuk olan sağlığı iyice bozulmuştu. Doktorların, Anka­ ra'nın yüksek ve sert iklimi yerine deniz havasının daha iyi geleceğini ısrarla söylemeleri üzerine, onu İzmir'e göndermişti. Orada Uşakizadeler'in yazlık köşkünde ve müstakbel gelini Latife Hanım'm dikkatli ba­ kımına karşın 15 Ocak 1923 günü vefat etmişti. Atatürk o gece Eskişehir'de bulunuyordu. Bu haberi kendisine İz­ mir'de bulunan Başyaver Salih Bey (Bozok) telgrafla bildirmişti. Derhal cevap verildi. "Verdiğiniz elim haber beni çok müteessir etti. Merhumenin mü­ nasip bir tarzda merasimi tedfiniyesini ifa ettiriniz." Birkaç gün sonra İzmir'deydik. Trenden iner inmez, annesinin Karşıyaka'da mezarını ziyarete gitti ve büyük bir teessür ve heyecan içinde, gözleri dolu dolu, "Annem ölmüş, bu hazin hakikat karşısında benim için teselliye sebep bir nokta var: Kurtuluşu hepimiz için, gaye-i emel ifade eden bu güzel İzmir'in mukaddes topraklarına gömülmüş olmasıdır. Annem benim için çok sıkıntılar çekti. Allah orada rahat uyumasını nasip etsin," diye içini döktü. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra, bir gün annesi için galiba Latife Hanımefendi tarafından yaptırılan mermer sandukalı ve uzun kitabeli


kabrin fotoğrafını görmüş, hiç beğenmemiş, hele kitabede, "Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri nin Valide-i Muhteremleri Zübeyde Hanımefendinin..." diye başlayan cümleden hiç hoşlanmamışlardı. Bir gün Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak Bey e, "İlk fırsatta İzmir'e gidersin, bu sandukayı ve kitabeyi kaldırtırsm, dağdan iki büyük ve uzun taş getirtirsin, birini olduğu gibi bir temel üzerine tespit ettirir, diğerini baş tarahna diktirirsin. Bir yerini de biraz düzelttirerek, 'Ata­ türk'ün anası Zübeyde burada gömülüdür,' diye yazdırırsın, altına da ölüm tarihini koydurursun, yeter," emrini vermişti. Bir gün İzmir Belediye Reisi Dr. Behçet Uz, Dolmabahçe Sarayı'na geldi. Beraberinde Atatürk'ün annesi için. Belediye Meclisi kararı ile, hazırlattığı bir türbe projesi getirmişti. Bu tatbik edilirse, abide hâlinde, muazzam bir eser olacaktı. Etrafında bir park bir de çocuk bahçesi yap­ tırılacaktı. Bu proje Atatürk'e sunuldu. Bir an göz ucuyla projeye baktı. "Ha­ yır..." dedi, "ben size mezarın nasıl yapılacağını tarif etmiştim; gene öy­ le yapılmalıdır. Hem belediyenin masraf etmesine lüzum yoktur, bunu biz yaptıralım." Atatürk'ün bu isteği belediye reisi ve üyelere bildirilince çok üzü­ lürler. "Arzu ettikleri mezar 1500-2000 lirahk küçük bir masrafla yapı­ labilir. Lütfetsinler, hiç değilse bu küçük gideri İzmirUlere bıraksınlar," diye rica ederler. Durum Atatürk'e bildirilince olumlu cevap vermiş ve böylece Atatürk'ün isteğine uygun mezar yapılıp, yazı da onun isteğine uygun şekilde yazılmıştır.


=3

N

0-1

s N

ir.

I .1


Atatürk'ün Evlenmesi ve İlk İnkılap Hareketi

(Makbule Atadan ve Muzaffer Kılıç'tan) Kardeşi Makbule Hanım'm söylediklerine göre, annesi, Atatürk'e izmir'den yolladığı mektuplarda Latife Hanım'ı çok beğendiğini, kendi­ ne çok iyi uyan bir eş olacağını, artık beklememesini, onunla evlenme­ sini istemişti. Annesinin ölümünden birkaç gün sonra, Atatürk İzmir'e gelmiş ve çok üzüntülü olarak hiçbir yere uğramadan doğruca annesinin mezarı­ nı ziyarete gitmiş, oradan başkomutanlık karargâhına gelmişti. Bir gün Latife Hanım, başkomutanlık karargâhına gelerek, Ata­ türk'ü, "Bir gün de kendi konaklarında misafir etmek istediklerini," söyler. Atatürk, bu cesur, kendine güvenen genç kızın davetini kabul eder ve konaklarında misafir olur. Tanışmaları da böyle olmuştur. Latife Hanım, Uşakizade Muammer Bey'in üç kızından biridir. Uzun süre Avrupa'da tahsil görmüş, Fransızca ve İngilizceyi kusursuz konuşan ve yazan, hakikaten saygın, kültürlü bir Türk kızıdır. Ülke kurtulmuş, düşman denize dökülmüştür. Latife Hanım da Atatürk'ün evlenmek için içine sineceği bir hanımefendidir. Onunla ev­ lenmeye karar verir. Annesinin ölümünden 12 gün sonra 29 Ocak 1923 günü, saat 17.00'de Uşakizadeler'in evinin salonunda az bir misafirle toplanıldı. Eskiden nikâh töreninde evlenecekler bulunmaz, onların yerine çok saçma bir uygulama ile, vekillerine nikah kıyılırdı. Bu nedenle, o zamanlar birçok istenmeyen olaylar yaşanmıştır. Gösterdikleri kız veya


oğlan yerine başka kişilerle nikahı kıyılıp mutsuz olan pek çok kişi var­ dı. İstenilen kız yerine, ablası; damat yerine ağabeyi ile emrivaki yapıla­ rak evlendirilmiş aileler çoktu. Alışılan ve usulden olan bir nikah şekli için bizler de, aramızda Atatürk'ün kimi vekil tayin edeceğini; Latife Hanım'm vekilinin kim olacağını merak edip tartışıyorduk. Ayrıca, nikâhlar, genellikle perşem­ be günleri kıyılırdı. Halbuki o gün pazartesiydi. Atatürk ve Latife Ha­ nım herhangi bir vekil tayin etmeden kendileri gelmişler ve şahitlerle birlikte, kadının bulunduğu bir masa etrafına oturulmuştu. Latife Hanım gayet sade bir kıyafetle ve başında ipek bir başörtüsü ile geldi. Atatürk lacivert kruvaze bir elbise giymişti. Atatürk kadıya, "Efendi Hazretleri, biz Latife Hanım'la evlenmeye karar verdik. Lütfen lazım gelen işlemi yapar mısınız?" demişti. Kadı Efendi, Latife Hanım'a dönerek, "On dirhem gümüş mihr-i müeccel ve aranızda kararlaştırılan mihr-i müeccel ile burada hazır bulunan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri'yle evlenmeyi kabul ediyor musunuz?" diye sormuş. Latife Hanım, "Kabul ettim," cevabını verince. Kadı Efendi aynı suali Ata­ türk'e de sormuş ve "Evet kabul ettim," cevabını alınca nikah kıyılmış­ tı. Atatürk evlendiği zaman 42 yaşındaydı. Atatürk'ün şahitliğini Mareşal Fevzi Çakmak'la, Kâzım Karabekir; Latife Hanım'm şahitliğini ise İzmir Valisi Abdülhalik Renda (daha son­ ra TBMM reisi olmuştur) ve Başyaver Salih Bozok yapmışlardır. Nikah o zamana göre çok değişik bir şekilde kıyıldıktan sonra, sa­ londa bulunanlar Atatürk'ü ve Latife Hanım'ı tebrik etmişlerdir. Sayın Abdülhalik Renda, Dekanımız Sayın ProL Dr. Yavuz Renda'nm amcasıdır. Yavuz Bey'in ifadesine göre o zaman hem İzmir Vali­ si, hem de İzmir Belediye Reisi vekiU olan amcası, Atatürk'ü tebrik etti­ ği zaman, Atatürk ona, "Bundan sonra inşallah bütün nikâhlar böyle kıyılacak ve bu saçma şeylerin hepsi kalkacaktır. Nikâhları da sizler ve­ ya seçeceğiniz yetkililer kıyacaktır," diyerek yapılacak inkılapların ilki­ ni kendi nikâhında yapmış olan Atatürk, diğer yapılacak değişikliklerin işaretini de vermiştir.


Atatürk'ün Evlilik Sorunları

(Ferudun Nafiz Uzluk'tan) Atatürk evlendiği zaman 42 yaşmdadır. Karısı Latife Hanım ise 2830 yaşlarında kadardır. Latife Hanım, geniş bir çevresi olan, İzmir'den Avrupa'ya gitmiş, orada okumuş, modern görüş ve düşüncede, çok gü­ zel piyano çalan, evine dönük bir yaşam isteyen bir hanımefendidir. Fakat Ankara'da yalnızdır. Yakın dostu ve arkadaşı yoktur. O zamanın Ankara'sında ise ne gi­ dilecek ne de gelinecek bir yer vardır. Latife Hanım'm tek tanıdığı Ata­ türk'tür. Atatürk ise çok yoğun bir çahşma içindedir. Ne gecesi ne gündü­ zü; ne yemek saatleri ne uyku saatleri belUdir. Bazen sabahlara kadar masa başında arkadaşları ile çakşır. Ayrıca, Latife Hanım, Atatürk'ü herkesten ve arkadaşlarından bile kıskanır. Özellikle o sıralarda birçok yabancı hanım gazeteci Ata ile rö­ portaj yapmaya gelir. Onun yanında resimler çektirmek isterler. Hatta resmini ve büstünü yapmaya gelen, birçok kadın sanatkâr vardır. Bazı­ ları Ata'nm koluna girip resim çektirirler. Bu olaylardan Latife Hanım hiç hoşlanmaz. Fakat Atatürk, yine de Latife Hamm'a anlayış gösterir. Ona nasi­ hatler eder. Ama bunların bile yetersiz olduğunu görünce, Abdülhalim Çelebi Efendi'den yardım rica eder. Abdülhalim Çelebi Efendi, aynı za-


manda Meclis ikinci başkanlarmdan biridir. Ailesiyle beraber Çanka­ ya'da, Ata'ya yakm bir yerde oturmaktadır. Eşi de Latife Hanım'la ah­ baplık etmektedir. Atatürk, Abdülhalim Efendi'den, bir beş çayına eşi ile Latife Ha­ nım'ı ziyarete gitmesini ve ona biraz nasihat edip, yoğun çalışmaların­ dan bahsetmesini ister. Abdülhalim Efendi ve eşi birkaç gün sonra Latife Hanım'ı ziyarete gidip, ona Ata'nm işlerinin yoğunluğundan, çalışmalarının çokluğun­ dan uzun uzun bahsettikten sonra, "Hanımefendi," derler, "siz büyük Atatürk'ü dilediğiniz gibi, istediğiniz gibi yönlendiremezsiniz. Çünkü o bir aslandır. Siz bir aslanla evli olduğunuzu unutmamalısınız. Aslana gem vurulabilir mi? Bunu kabulleneceksiniz. Aslan gem tutmaz," diye­ rek konuşmalarını bağlar ve büyük Atatürk'ün kabına sığmayan, ölçü­ süz çalışma ve enerjisini dile getirirler. Fakat bunların da hiçbirisinin etkisi olmamış 29 Ocak 1923'te ku­ rulan evlilikleri, iki buçuk sene kadar sonra, 5 Ağustos 1925'te son bulmuştur. Evliliklerinin devam etmemesinde belh başlı bir sebep yoktur. En önemli sebep, birlikte geçirecekleri evlihk hayatı hakkındaki değişik beklenti ve yorumlarıdır.


LATİFE HANIM'IN VEFATI lATlFE HANIM 1975 YILINDA VEFAT ETTİĞİ ZAMAN, KENDİSİ HAKKINDA BAZI GAZETELERDE ÇIKAN YAZILAR

(3 Temmuz 1975 - Milliyet Gazetesi) Latife Hanım Vefat Etti Atatürk'le iki yıl evli kalan Latife Hanım'm cenazesi bugün Teşvi­ kiye Camii'nde kılmacak öğle namazmdan sonra kaldırılacak. İki yıl kadar Atatürk'le evli kalan Latife Uşşaki, dün gece sabaha karşı kalp yetersizliği sonucu ölmüştür. 75 yaşında bulunan Latife Ha­ nım'm cenazesi bugün Teşvikiye Camii'nden öğle namazından sonra alınarak Edirnekapı'daki şehitliğinde toprağa verilecektir. Atatürk, İzmir'in tanınmış ailelerinden Uşakizadeler'in gayet iyi yetişmiş, birkaç dil bilen, kolej mezunu kızı "Latife Hanım"ı 1922 yı­ lında İzmir'deki konaklarında misafir kaldığı sırada tanımıştı. Düşm.anm denize dökülüp İzmir'in ve Anadolu'nun Yunanlılardan kurtarılma­ sından sonra Mustafa Kemal, 29 Ocak 1923'te Latife Hanım'la evlen­ miş, yurt gezilerinde bir süre eşi ile beraber bulunmuştu. Ancak Devlet Başkanı Atatürk'ün bu evliliği uzun sürmemiş 5 Ağustos 1925 tarihinde Latife Hanım'dan, anlaşamadıkları nedeniyle ayrılmıştı. Bu tarihten sonra Latife Uşşaki tam 50 yıl bütün ısrarlara rağmen hiç kimse ile evlenmemiş, Atatürk'ün hatıraları ile baş başa, bir kenara çekihp sakin bir hayat sürmüştü. Latife Hanım kendisine gerek ıç basından, gerekse dış basındaki ünlü gazetelerden yapılan hatırat yazması yolundaki tekUfleri de büyük meblağlar verilmesine rağmen kabul etmemişti.


AtotOrkle îkı yıl mü kûlon latife hanımın cmümsi bugün Teşvikiye Camii'nde kılınocok öğle mmmmûm sonm kûldırıkıcak

İ

Kİ yü kü<ii)T Auılurk'k evi? kslsrs Läufig if^j^şâicî. âi>n gec?' karşs kalp yt»-

7f> yyxärKJa '»usanan Lâtife h«r,î-

Oc?.'<2Lmj

i^^, Sti,

Latife Hanım 1975 yılında vefat ettiği zaman. Milliyet gazetesinde çıkan yazının kupürü.


Latife Hanım

(16 Temmuz 1975 - Milliyet Gazetesi / Burhan Felek) Basmm belki de en mevsuk haberleri arasında, Atatürk'ün sabık eşi Latife Uşşaki Hanımefendi'nin irtihalini teessürle öğrendik. Türkiye'de zaman zaman şayan-ı dikkat ve hürmet kadınlar gelip geçmiştir. Latife Hanım, bütün inzivasına ve uzun sürmemiş kırık bir şerefli saadetin hazin ağırlığına rağmen, bu kadınlardan biri olarak, ta­ rih yoluyla ebediyete intikal etmiştir. Birleşmiş Milletlerce kadın senesi ilan edilen 1975'te Meksiko şeh­ rinde tertip edilip, reislerini bile kadından seçmeden ve kadmhk mese­ leleriyle asla meşgul olamadan, büyük bir fiyasko ile biten, 132 milletin kadınlarından mürekkep büyük kongre kapanırken. Latife Hanım'm hayata gözlerini yumuşu düşündürücü ve acıkh bir tesadüftür. Gözü­ müzden kaçmadı. t. • *

Latife Hanım'm, bundan 52 yıl evvel Türkiye'nin kurtarıcısı, dün­ yaya gelmiş geçmiş büyük kumandan ve dâhilerden Gazi Mustafa Ke­ mal Paşa ile, Türkiye'nin Kurtuluş Zaferi'ni hemen takip eden günlerde evlenme cesaretini kendinde görmesi, nefsine ve kadınlığına olan güve­ ninin delilidir. Takdire değer. Latife Hanım, meziyet ve kusurlarıyla şayan-ı dikkat çocuklar ye­ tiştirmiş olan Uşşaki ailesine mensup, müstesna bir kadın olarak, so-


yunun meziyetlerinden kendine düşenden fazla pay almıştır kanısın­ dayım. Kültürlü, bilgili, birkaç lisana vâkıf ve aydın bir Türk hanı­ mıydı. Kendisini bir defa 20-25 sene kadar evvel bir vapur seyahatinde tanımıştım. Bilgisi, edası, yerini dolduruşu beni tesir altında bırakmıştı. Hangi konuya değinseniz, selahiyetle mütalaa beyan edebilecek kadar geniş bilgi sahibiydi. O kadar ki, bu bilgi bazen onun "feminite=kadınlık" hasletlerini ikinci plana itecek kadar ağır basıyordu. Kendisini o vapur seyahatinden sonra bir daha görmedim. Fakat pek mazbut ve mehcur hayatının kapandığı bugün, onun vaktiyle Atatürk'ün zevcesi olarak taşıdığı şerefli mevkiin icaplarını sonuna kadar muhafazaya mu­ vaffak olduğu inancına varmış bulunuyorum. t- *

^

Çünkü kaderin, herkesin alnına ne yazdığı bilinmez. 1923 yılmm Ocak ayında Gazi Paşa ile izdivacından, 1925 yılının Ağustos ayındaki ayrılışlarına kadar, Türkiye'nin bu "Devlet Hatun"u, Gazi Mustafa Ke­ mal Paşa dan ayrıldıktan sonra da öyle kaldı. Nice şen dul cumhurbaş­ kanı karılarının neler yaptığını dünya görürken, ne Latife Hanım, Gazi'den sonra bir izdivaç düşündü, ne Gazi ondan sonra bir kadın... t. ^- •

Acaba bu imtızaçsızlık neydi? Bence bu, bir husumet dünyasını mağlup edip Türkiye'yi kurtarmış, zaferden henüz ayağının teriyle dönmüş olan Mustafa Kemal Paşa, yeni Türkiye'yi Batı uygarlığı âlemi­ ne sokacak devrimlere henüz başlayamamış, fakat Latife Hanım'm, Batı'da bir devlet başkanının eşine düşen vazifeleri yüklenme arzusu, eski Osmanh kırması; pederşahilik atmosferi içinde göze batacak mahiyet alınca, birleşmedeki uyumsuzluğun dışarı vurmasıdır. Ama bunların hepsi bir kader meselesidir. Latife Hanım'la muarefem yoktu. Sadece kültürü ve kimseye nasip olmamış, fakat daha başlangıçta kırılmış bir saadetin vakur üzgünlüğü­ nü büyük bir vakar ile kalbine basıp, hayatının sonuna kadar bir keli­ meyle bile hatıralarından bahsetmemesi, bütün ısrarlara rağmen, bu


hicranlı sükûtu muhafaza etmesi karşısmda duyduğum hürmeti bu sa­ tırlarla ifadeyi vazife bildim. • t- ^

Birkaç sene evvel gene izni ve haberi olmadan, onun hatıraları di­ ye yayınlanan bir tefrikanın önüne geçmemi, Gazeteciler Cemiyeti Baş­ kanı sıfatıyla ve bilvasıta benden istemişti. Bir şey yapabildiğimi hatırla­ mıyorum. Basın hürriyetinin bu çeşitli uygulanması arasında, kime fer­ man okuyabilirdiniz?

•^^ Kısacası, ne Gazi Mustafa Kemal bir hünkâr olabihrdi, ne Latife Hanım bir kadmefendi... İki Türkiye vatandaşı gibi birleşmelerine de, günün Osmanlı tortusuyla bulanmış suları asla müsaade etmedi. Biz buna kader diyoruz. Latife Hamm'a Allah'tan gani gani rahmetler dilerim. NOT: Bu satırlar uzaktan bakan yaşlı bir yazarın duygu ve dü­ şüncelerini özetlemekten başka kıymet taşımaz.



Topal Osman Olayı

(İsmail Hakkı Tekçe ve Halil Nuri Yurdakul'dan) Birinci Cihan Harbi sonrası, Rum ve Ermeni çetecilerinin en fazla faaliyet gösterdikleri yerlerden birisi de Giresun'du. Onlarla en etkin şekilde mücadele eden de, bir ayağı sakat olduğu için Topal Osman Ağa adıyla tanınan kişi ve onun adamları idi. Giresunlu Topal Osman Ağa, o yörede, cahil, cesur, kurnaz, bece­ rikli, cüretkâr ve insafsız, adam öldürmekten de hiç çekinmeyen bir ki­ şi olarak tanınmıştı. O yörede, Türkler dahil, bütün Giresun halkı üze­ rinde müthiş bir korku ve dehşet yaratmıştı. Mustafa Kemal Paşa'nm, Samsun'dan sonra uğradığı Havza'da, To­ pal Osman'la görüştüğü ve onu Ankara'ya çağırdığı rivayet olunur. Çoğu asker kaçağı olan adamlarıyla Ankara'ya gelince, Atatürk'ün korunmasıyla görevlendirilmişti. Atatürk'ü çok seven ve ona çok bağh bir kişiydi. Meclis açıldıktan sonra da bu işine devam etmiş ve ömrü dağlarda geçmiş bir çeteci olmasına rağmen, kendisine TBMM kararıyla yarbay­ lık rütbesi verilmişti. (Eskiden başarılı askerlere, başarılarına göre uy­ gun rütbeler verilirdi.) Topal Osman, bu durumundan çok istifade ederek, Fuat Bulca, Ali Kılıç, Rauf Orbay gibi zamanın birçok tanınmış kişileriyle de dost­ luk ve arkadaşlık yapmakta idi.


Çerkez Ethem, Bolu ve Düzce isyanlarını bastırdıktan sonra Anka­ ra'ya çağrılmış, 6-7 bin atlısı ile Ankara'ya gelince, Meclis onu ayakta karşılamıştı. Çünkü o zamanlar 6-7 bin atlı değil, 60-70 atlı bulmak bir mesele idi. Dört sene süren Birinci Cihan Harbi'nde, milletin neyi var neyi yok, hepsi yok olmuştu. Böyle bir yokluk içinde, 6-7 bin giyimli kuşamlı birUk etrah titretirdi. Çerkez Ethem, Ankara'da, Atatürk'ü istasyonda kalmakta olduğu yerde (şimdi müze olan bina) ziyarete gelirken bile 200 kadar atlısı ile beraber gelmiş, Ethem üst kata çıkarken merdivenlere adamları yerleş­ tirilmiş, binanın etrah da yine adamları tarahndan çepeçevre sarılmıştı. Bu görüşmeden sonra Yüzbaşı İsmail Hakkı Tekçe, Atatürk'e baş­ vurarak, "Paşam, bu ne, Çerkez Ethem bile her gittiği yere 2 0 0 atlısı ile beraber gidip geliyor. Sizi koruyacak hiçbir şeyimiz yok. Emrederseniz ben de bir muhafız kıtası kurayım," der. Atatürk'ten olumlu cevap alın­ ca, önce bir muhafız kıtası, sonra bir m.uhafız bölüğü ve sonra da mu­ hafız taburu teşkil eder (18 Temmuz 1920). Böylece, hem Atatürk'ün hem de TBMM'nin korunmasını ilk defa bu birhkler üstlenir. O zamana kadar, bu görevi yapan Topal Osman'ın adamları da, o sıralarda Ankara'da her gün bir olay çıkarırlar. Kahve basmak, bakkal kasaptan mal kaldırmak, ona buna sarkıntılık etmek gibi. Bu nedenle, onlardan hem yararlanmak hem de şehirden uzaklaş­ tırmak için, Atatürk'ün Çankaya'da yeni taşındığı evin korunması da. Topal Osman ve adamlarına verilir. Çünkü Çankaya, şehirden 8-10 km uzakhkta bir bağ evidir. Anka­ ra'da ise, birisi Atatürk'ün diğeri de Rus sefirinin olmak üzere sadece iki otomobil bulunmaktadır. Bu nedenle, uzak yerlere ulaşım çok zor­ dur. Bu arada, Meclis'te, ülke çıkarları için çok ateşli konuşma ve tartış­ malar yapılmaktadır. O kadar ki, milletvekilleri bu tartışmalar içinde birbirlerine silah çekip birbirlerini Meclis'te vurmaktadırlar. TBMM'nin o yıllarında, Trabzon Milletvekili olan Ali Şükrü Bey,


adeta tek başına Meclis'te hükümete karşı muhalefet yapan bir millet­ vekilidir. Ali Şükrü Bey, güzel İngilizce bilir. Öteden beri takip ettiği İngiliz­ ce gazetelerini alır. Özellikle "Times" gazetesini Ankara'da bile temin eder. Bu nedenle, âdeta Avrupa penceresinden Ankara'yı seyreder ve bir gezici ajans gibi Türkiye'nin Avrupa'daki sesini her gittiği yere iletir. Ayrıca, çok güzel konuşan ve sözünü hiç kimseden sakınmayan mert, per\^asız, gür sesU, iri yarı bir vatanperverdir. Her vekil onun ten­ kitlerinden çekinir. O günlerde Ali Şükrü Bey ve arkadaşlarmm çıkarmakta olduğu Tan isimli gazetede Topal Osman ve yandaşlarına hücum eden yazılar yazılmıştır. Böyle olayların yaşandığı günlerden birinde, Ali Şükrü Bey'in ya­ kın dostu ve Trabzon yöresinde büyük etkisi olan Kayıkçılar Kahyası Yahya Efendi öldürülür. Yahya Efendi'yi, Topal Osman Ağa'nm adamlarmm öldürdüğü söylentileri duyulur. Ali Şükrü Bey de, bu konuyu Meclis'e getirip derinleştirmek ister. Katillerin bulunması için her tarafa başvururken 1923 yılının 27 Martında Ali Şükrü Bey ortalıkta görün­ mez olur. Birçok kimsede. Ah Şükrü Bey'i, tenkit ettiği karşıt fikirli vekiller tarafından öldürtüldüğü şüpheleri belirir. Aradan geçen üç gün içinde bütün araştırmalara karşın Ali Şükrü Bey bulunamayınca, olay polise intikal eder. PoUsler olayı araştırırlar­ ken, konu MecUs'te dile getiriUp ateşli konuşmalarla tartışıhr. Erzurum MilletvekiU Hüseyin Avni Bey kürsüde, "Efendiler bu bir cinayetse, cinayete sebep olanlar, kim olurlarsa olsunlar, onları kahre­ deceğiz. Onları kanun önünde diz çöktürüp geberteceğiz," diye konuş­ muş ve bütün Meclis, "Geberteceğiz, geberteceğiz," diye bağırmıştır. Mechs'te bu tartışmalar olurken, Topal Osman'ın yakınlarının Meclis koridorlarında dolaşıp tartışmaları merakla dinledikleri dikkati çeker. Bu arada Topal Osman'ın en yakın dostu ve Meclis'teki kolu sa­ yılan Mustafa Kaptan, sessizce polis karakoluna çağrılıp ifadesi alınınca


ve biraz da sıkıştırılınca 27 Mart akşamı Ali Şükrü Bey'i Topal Os­ man'ın evine yemeğe davet edip onu götürdüğünü söyleyince, derhal tevkif edilir. Topal Osman'ın komşularının ifadesinden de Ali Şükrü Bey'in o gece Topal Osman'ın evinde yemek yediği, gece yansından sonra da evde boğuşmalar olduğu, ondan sonra da büyük bir torba ile bir şeyin arabaya yüklenerek götürüldüğü öğrenilmiştir. Şükrü Bey'i, Topal Osman'ın arkadaşlarıyla evinde öldürdüğü iyi­ ce anlaşılınca. Topal Osman aranmaya başlanır. Evi de ablukaya alınır. Bu arada Ali Şükrü Bey'in cesedi, Topal Osman'ın bağ evine 300-500 metre uzaklıkta, Mahye köyü yakınlarında bir çukurun içinde yarı gö­ mülü ve çift iple boğulmuş olarak bulunur. Topal Osman'ın bağ evi, Atatürk'ün Çankaya'daki köşküne yakın ve kirası Ankara Belediyesince ödenen bahçeli bir evdir. Olayın bundan sonraki kısmını muhafız alayı muhafız taburu üçüncü bölükten Er Süleyman oğlu Ali'nin ağzından dinleyelim: "Ben, olay gecesi Atatürk'ün istasyonda bulunan eski evi önünde nöbetçiydim. Atatürk bu binadan çıktıktan sonra, burasını muhafız ala­ yı kumandanı İsmail Hakkı Bey ve yaverleri büro olarak kullanıyorlar­ dı. Gece yarısına doğru bir de baktım Atatürk birden karşıma çıktı. He­ men tanıyıp esas vaziyetimi aldım. Ata binaya çıkıp derhal İsmail Hak­ kı Bey'i çağırttı. Tekçe gelince üst katta uzun uzun konuştular. Az son­ ra bütün birlik uyandırıhp ilave ve hakiki mermiler dağıtıldı ve Çanka­ ya'ya doğru yürüyüşe geçtik. Hiçbirimiz nereye gittiğimizi ve ne yapıla­ cağını bilmiyorduk. 'Gece tatbikatı yapılacak,' dediler. Seri yürüyüşle sabaha karşı Çankaya sırtlarına geldik. Topal Os­ man'ın Papazın Bağı'ndaki evinin yakınma gelince İsmail Hakkı Tekçe, bizzat dolaşarak bizlere tek tek bütün bahçeyi ve binayı çepeçevre ku­ şattırdı. Herkes kendine bir siper seçip tüfeklerimizi doldurduk ve bi­ nayı gözetlemeye başladık. Gün ağarmış ve uyanan Topal Osman'ın adamları iyice seçilmeye başlanmıştı. Ellerinde ibriklerle tuvalete gidip geliyorlar ve bahçe mus­ luklarında yüzlerini yıkıyorlardı.


Ortalık iyice aydınlanmaya başlayınca birden binadan silah sesleri gelmeye başladı. Topal Osman'ın adamları, silah seslerini duyunca ba­ rakalarına ve sağa sola koşuşturmaya başladılar. Fakat bizim birliğin askerleri, silahhğı zaptetmiş ve karşı koymak isteyen Topal Osman'ın adamlarından on ikisi öldürülmüştü. Diğerleri etkisiz hâle getirilmişti. Bu arada teslim olmayınca, Topal Osman da, yaralı olarak teslim alınmıştı. Az sonra Topal Osman, bir sedyede oturur vaziyette binadan dışa­ rı çıkarıldı. Tsmail Hakkı! Bana kancıkça iş yaptın. Bu erkeklik değiL' diye bağırıyor, küfürler ediyordu. Bu vaziyette sedye ile bahçeden çı­ kartıldı. Hâlâ küfürleri duyuluyordu. Sonra işittik ki, Topal Osman hastaneye götürülürken yolda öl­ müş. Meclis, ittifakla Topal Osman'ın cesedinin Meclis önüne asılması­ na karar verdi ve cesedi Meclis önüne kurulan darağacma asıldı." Daha sonraları, olayın Çankaya'daki kısmının aşağıdaki şekilde ce­ reyan ettiği anlaşılır. Topal Osman ve adamlarının suçlu olduğu anlaşılınca, önce hiç dikkat çekmeden Çankaya'daki Atatürk köşkünü koruyan Topal Os­ man'ın adamları, Meclis Muhafız Taburu askerleriyle değiştirildi. Ertesi gün de kendisinin tevkifi yapılacaktı. Fakat bu hareketlerden ve Mechs'teki konuşmalardan iyice şüphelenip korkan Topal Osman, katil zanlısı olarak yakalanacağını anlayınca, o gece Mustafa Kemal'in yanma çıkar ve "Paşam, şimdiye kadar ben sizi korudum. Şimdi de siz beni koruyacaksınız. Eğer benim ölmem gerekiyorsa, bunu siz yapınız. Beni alçaklara teslim etmeyiniz," diyerek tabancasını çıkarıp Ata'nm masası­ nın üzerine bırakır. Aynı gece Atatürk, Latife Hanım'la beraber köşkün arka kapısın­ dan gizlice çıkmış ve Latife Hanım'ı bir dost evine bırakıp, doğru istas­ yona gelmiş ve İsmail Hakkı Bey'in yaptığı operasyonu bizzat planla­ mıştı. Topal Osman, teslim ol çağrısına silahla cevap verince, çatışma çıkmış, yaralanarak yakalanmıştı.


Adamlarından da suçlu görülenler cezalandırılmışlar, diğerleri bi­ zim birliklere kaydedilmişlerdi. Hakikatte Topal Osman, çok cesur, mert; memleketini seven ve Atatürk'e son derece inanan ve bağlanan bir kişidir. Atatürk'ün de tam olarak itimadını kazanmıştır. Ne var ki bütün Karadenizliler gibi çabuk sinirlenip, kızan ve he­ yecanlanan bir tabiata sahiptir. Kazandığı şöhret ve itibar bu karakteri­ ni daha çok su yüzüne çıkarmış ve yandaşlarının bazı hareketlerini gör­ mezlikten gelmiştir. Cumhuriyetin kurulmasının ilk yıllarında ülkeye büyük hizmetler yaptığı kesindir. İSMAİL HAKKI TEKÇE: 1919 yılında kurmay yüzbaşı olarak Atatürkle birlikte Samsuna ilk çıkanlardan biridir. Ankarada muhafız kıtasını, bölüğünü, taburunu ve en sonra alayını kurup en uzun süre muhafız alayı komutanlığı yapmıştır. Yarbayken Melek Anbumuyla evlenmiş, Atatürk'ün hemen hemen bütün seyahatlerine katılmıştır. General olduktan sonra Dersim Ha­ rekâtına iştirak etmiştir. Sonraları emekli olan Tekçe Paşa 1973 yı­ lında İstanbul'da vefat etmiştir. Halil Nuri Yurdakul, Muhafız Alayı Genel Sekreterliği yaptığı yıllar­ da, onun da komutanı olmuştur.

1. 2. 3.

"TOPAL OSMAN OLAYTYLA İLGİLİ DAHA GENİŞ BİLGİ İÇİN KAYNAK ESERLER Bayraktaroğlu, Ş.: "Osman Ağa", Kardeş Matbaası, 1975 İstanbul. Coşar, Ö. S.: "Atatürk'ün Muhafızı Topal Osman", Har­ man Yayınlan, Garanti Mat., 1971 Giresun. Giresun Belediyesi: "Araştırma Basın Yayın Organizas­ yon", sayfa 24-26, İsmet Han No. 20/3 Sirkeci/İstanbul.


4. 5.

6. 7.

Goloğlu M.: "Erzurum Kongresi", sayfa 13, Nüve Matba­ ası, 1968 Ankara. Kandemir K.: "Cumhuriyet Devrinde Siyasi Cinayetler", sayfa 3-57, Ekicigil Yayınları, Nuru Osmaniye, 1955 İs­ tanbul. Meneşoğlu E.: "Osman Ağa", Yeşil Giresun Matbaası, 1991 Giresun. Şener C: "Topal Osman Olayı", Ant Yayınları, No: 16, Anadolu Matbaası, 1992 CihangirAstanbul.


Atatürk lin Çankaya'da oturduğu ev ve bu olaylardan önce Karadeniz kıyafetiyle nöbet tutan Topal Osman müfrezesindeki askerlerden biri. Yıl 1920


1927yılında anıt dikildikten sonraki Ulus meydanının onarılması. Ulus'tan İstasyon Caddesinin görünümü. Solda ilk ve ikinci Meclis binaları, tam karşıda yeni yapılan Ankara Palas.

Aynı yıllarda onarılan Ulus meydanından İstasyon Caddesinin görünümü.


Ulus meydanına anıt dikildikten sonra, anıtın uzaktan görünümü.

Aynı yıllarda, îş Bankası Genel Müdürlüğü binası tamamlanmış ve Dışkapı'ya giden cadde yapılmakta.


1927yılında bugünkü Yenişehir tren köprüsünün bulunduğu yer­ den, Yenişehir ve Bakanlığa bakış. Bilindiği gibi, o zamanlar bu cad­ denin genişliği çok tenkit edilmişti.

Aynı caddenin Kızılaydan görünüşü, 1. Yapı Kredi Bankası Genel Mü­ dürlüğü ve 3. Kızılay Genel Müdürlüğü binasının bulunduğu yerler.


Aynı yıllarda, bugün Emlak Kredi Bankası ve tiler Bankası Genel Müdürlüklerinin bulunduğu, o zamanki adı ile Hergele Meydanı'nm o günkü hâli.

Aynı yıllarda Hamam önünde, bir bayram günündeki eğlence alam.


1934yılında Ankara İstasyonumdan kaleye doğru çekilen bir resim. On yıl önce cadde kenarlarına ve ortasına dikilen ağaçlar büyümüş ve çok modern bir görünüş vermekte. Yolun bu tarafında bugünkü 19 Mayıs Stadyumu yapılmadan önce yapılan muntazam ve geniş parklar, karşıda Gençlik Parkı yapım çalışmaları yeni başlamış.

Taksim AnıtTnm yapıldığı günlerde Taksim Meydanfnm

görünümü.



Neyzen Tevfik'e Ait Bir Anı

(Şefik Kolaylı'dan) Kurtuluş Harbi sonrası yıllarında, Ankara'nın en renkli kişilerin­ den birisi de şüphesiz Neyzen Tevfik'tir. Neyzen Tevfik, isminden de anlaşılacağı gibi, ney çalan, hicivler yazan, içkiye aşırı derecede düş­ kün, nerede akşam orada sabahı olan değişik bir kişidir. Abdülhamit zamanında, onun baskısından korkarak Mısır'a kaç­ mış, o devrilince de diğer kaçanlar gibi tekrar yurda dönmüştü. O zamanlar ise ülkenin en güçlü kişileri: Talat, Enver ve Cemal paşalardı. Neyzen'i çok seven hocası Musa Kâzım Efendi, bir gün Neyzen'i alıp Dahiliye Vekili Talat Bey'e götürüp onun yardımını sağlar. Neyzen Tevfik bu olayları daha sonraları şöyle anlatır:* "Midemi ispirto ile ıslattıktan sonra, kafama kuvvet versin diye bir de sigara (esrar) sarardım. Sarıkızdan (esrar) bir iki nefes çeker, yola koyulurdum. Doğruca, Sadrazam Talat Paşa'nm kapısına varırdım. Kendisine haber yollardım. Dünyalığımı gönderirdi. Böylece geçinip gi­ derdik." diye anlatır. Fakat, Talat Paşa ve arkadaşları Cemal ve Enver Paşalar, Birinci Ci­ han Harbi'ni kaybedip yurtdışına kaçınca. Cumhuriyet Gazetesi, 30 Ocak 1991, sayfa 15.


Güvendiği dağlara kar yağınca mert Enver Cemali, Talat'ı aldı bu diyardan etti sefer. diye onlarla alay eder. Hatta hızını alamaz. Fırka, parti diye halkın boğazını sıkarak Milletin on senedir olmuş idi mengenesi Kazdığı cah-ı belaya yine kendi düştü Örsünü, kıskacını gebertügimin Çingenesi diye Trakyah olduğu için (kimileri burahlara Çingene dediği için) Talat Paşa'yı bu şekilde hicvetmekten çekinmez. Böyle her yönü ile şöhret olan Neyzen'i, tabii ki Çankaya da du­ yar. Bundan sonraki olayları kardeşinden dinleyelim: "Bir gün Atatürk neyini dinlemek ve sohbet etmek için Neyzen'i köşke davet etti. Ağabeyimin üstünü başını iyice temizleyip, Atatürk'ün huzuruna yolcu ettik. Atatürk, Neyzen'e iltifat ederek masasına oturtmuş, birlikte ye­ mişler, içmişler, konuşmuşlar. Sonra da Neyzen Tevfik, ney ile Ata'yı da büyüleyen parçalarından uzun uzun çalmış. Atatürk, bu gösteriden çok memnun olmuş ve 'Üstat Neyzen,' demiş. 'Bize müstesna bir gece geçirttiniz. Biz de size yardım etmek isteriz. Dilediğiniz bir şey varsa, size yardımcı olalım,' deyince. Neyzen, 'Anneme, kardeşlerime söyle­ yin, benim nüfus kağıdımı bana versinler Paşam,' cevabını vermiş. Atatürk bu cevabı alınca önce şaşırmış. Sonra da kanla katıla dakika­ larca gülmüş ve 'O kolay, onu hallederiz. Başka bir dileğiniz varsa onu yapalım,' diye ısrar edilmesine karşın başka hiçbir şey istemeden çıkıp gelmiş. Tabii yine de zarf içinde kendisine küçük bir hediye takdim edil­ mişti. Sabahleyin ağabeyim olayı bize anlatınca annem, 'Be oğlum, görü­ yorsun oturduğumuz ev bir harabe. Ata'dan güzel bir ev isteseydin de


orada otursaydık olmaz mıydı?' diye çıkışmış. 'Başına bir devlet kuşu konmuştu, onu da mı kaçırdın!' diye kızmış bağırmıştı. Hakikaten ağabeyim, 'içip sağda solda düşer kalır, cebinde duran nüfus kağıdını da düşürür, üstüne kayıtlı evi kandırır elinden alırlar di­ ye nüfus kağıdını kendisine vermezdik. Bu olay onun çok gururuna dokunur ve aklına geldikçe nüfus kağıdını ister ve bizlere kızardı. Ata'­ dan da bu nedenle nüfus kağıdından başka bir şey istememişti ve bize olan kızgınlığını bu şekilde cevaplamıştı." (1924)


Doğru Konuşanlara Ödül

(Prof. Dr. Abdulgafur Acatay'dan) Ben orman mühendisi olarak Kastamonu bölgesinde çalışıyordum. Atatürk 1924 tarihinde Kastamonu'ya geldiğinde vilayette bir toplantı yapmışlar ve her dairenin müdür ve ileri gelenlerine, "Cumhuriyetin ilanından sonra ne gibi aşamalar ve ilerlemeler oldu, eksikliklerimiz nelerdir, sonuçları nasıldır?" gibi sualler sorarak cevap istemiş ve nok­ sanlıkları tespite çalışmışlardı. Fakat toplantıda her yetkili ayağa kalkıp ciddiyetten uzak bir şe­ kilde Cumhuriyet dönemini övüyor, eskiden hâlimiz yürekler açışıydı, perişandık gibi dalkavukça ifadelerle Cumhuriyet devrini methedip, övgüler yağdırıyorlardı. Önceleri Atatürk bu konuşmaları ciddiyetle dinlerken sonraları üzüntülerini her hallerinden belli etmeye başlamış ve memurlara aynı sualleri alay ederek tekrar tekrar sorup, onlara aynı şeyleri tekrar tekrar anlattırmıştı. Fakat her hâllerinden üzüldükleri ve kızdıkları belli olu­ yordu. Sıra bizim Orman Baş Müdürü Avni Bey'e geldi. Avni Bey çok ze­ ki, akıllı ve konuşmaları olsun, hareketleri olsun çok kontrollü bir ki­ şiydi. Durumu hemen fark etti. Sualler kendisine yöneltilince gayet so­ ğukkanlı bir şekilde, "Paşam," dedi, "inanın eskiden personelimizin bir kısmını tanımazdık. Zamanında aylıklarını veremezdik. Şimdi bütün


personelimizi tanıyor, biliyor ve hak ettiklerini zamanında ödeyebiliyoruz. Fakat bir çok eksikliklerimiz var," diye bütün eksikhkleri sıraladı. Sonra da konuşmasına şöyle devam etti: "Paşam, ormancılıkta emeğin meyvesi kısa zamanda alınmaz. Biz­ ler elimizden geldiği kadar çalışıyoruz. Bu çalışmaların meyvelerini görmek için uzun bir zamana ihtiyaç var. Öyle zannediyorum ki, ileri­ de iyi haberler vereceğiz, kalıcı ve güzel eserler sayılacak bir çalışmanın başlangıcındayız. Şimdiden kesin bir şey söylemek mümkün değildir," diyerek bağladı. Bu konuşma Ata'nm çok hoşuna gitmiş, bütün söylenen eksikhk­ leri tek tek not ettirmiş ve Ankara'ya gittiklerinde bu noksanlıkları yeri­ ne getirmeye çalışmışlardı. Daha sonraları Atatürk, bu sözü ve özü doğru olan Avni Bey'i unutmamış, merkeze aldırmışlardı. Avni Bey, orada da ciddi çalışmalar yaparak Türk ormancılığına unutulmayacak hizmetler ve eserler vermiştir.


Rabbil-Ud

(Halil Nuri Yurdakul'dan) Eskiden Ankara'da hiçbir eğlence yeri yoktu. Doğru dürüst yemek yenecek bir yere ise ancak Karpiç ve Ankara Palas lokantaları açıldıktan sonra kavuşulabildi. Ankara 30-40 bin nüfuslu küçük bir Anadolu şeh­ ri olduğu için Ankara'ya gelen herkes hemen tanınır ve haber Çanka­ ya'ya kadar ulaşırdı. O zaman Ankara'ya Mısırlı, ut çalan bir sanatkar gelmişti. Kendisi­ ne Arap âleminde, "Rabbi'l-Ud" (Udun Allah'ı) denildiği halk arasında yayılmıştı. Biraz da şişman, iri yarı biri olduğu için olacak Ankara'da birkaç konser verdikten sonra bu isimle Ankara'da da hemen tanınmış ve herkes duymuştu. Bu misafirden Atatürk'e de bahsetmişler. Atatürk de bu ut ustasın­ dan bir ut ziyafeti dinlemek istemiş. Gidip üstada söylemişler. Güzel Türkçe de bilen üstat davet edenlere, "Sayın Mustafa Kemal Paşa'ya hürmetimiz sonsuzdur. Bu isteği emir sayarız," deyip udunu alarak Çankaya'ya gelmiş ve Atatürk'ün huzurlarında nehs bir ut ziyafeti çek­ miş. Atatürk de kendilerine ikifat ederek teşekkür etmişlerdi. Aradan biraz zaman geçtikten sonra ve Ankara'da hiçbir eğlence yeri olmadığı için üstat Çankaya'ya tekrar davet edilmiş. Ut üstadı Udi Neşet yine udunu alıp Çankaya'da sanatını icra etmişti. Aradan 8-10 gün geçtikten sonra Atatürk'e yaranmak isteyenler


Atatürk'ün hoşlandığını ve takdir ettiğini de bildiklerinden, sanatkârı, tekrar köşke çağırmak istemişler. Hatta bu davetten Atatürk'ün haberi bile olmadığını söyleyenler olmuş, ama emir emirdir diye haberi Mısırlı'ya yollamışlar. Mısırh kapıyı açıp yine böyle bir davetle karşılaşınca, "Efendiler," demiş, "Paşa Hazretleri'ni çok sever, sayar ve hürmet ede­ rim. Kendileri de bizim sanatımızı takdir etmişlerdir ki tekrar çağırı­ yorlar. Fakat bizim her gece istenilen şevk ve heyecanla sanatımızı icra edemeyeceğimizi bileceklerini tahmin ederim. Bu nedenle bugün sizle­ re iştirak edemeyeceğim, özür dilerim," diye öneriyi reddetmiştir. Bu daveti yapanlar, zaten konudan pek haberi olmayan Ata'ya so­ nucu hiç söylememişlerdi (1925).


Binbaşıya Verilen Acı Bir Ders

(Muzaffer Kılıç'tan) Muhafız Alayı Kumandanı İsmail Hakkı Tekçe henüz yarbaydı. Al­ baylığa terfi zamanı gelmişti. Fakat albayhğa yükselmesi için askerlik şubesi gibi, askerî depo gibi, geri bir hizmette çalışması, sonra albaylığa terfi etmesi gerekiyordu. Bu nedenle İsmail Hakkı Tekçe'nin bir yere tayin olacağı söylenip duruyordu. Onun yerine gelecek kişinin de yine muhafız alayında terh edecek binbaşılar arasından birinin olmasını Ata­ türk'ün arzu ettiği şeklinde söylentiler yayılmıştı. Alayda bulunan ve yarbaylığa yükselecek olan binbaşılardan birisi bu komutanlığa kendisini pek uygun görmüş ve kendisini bu mevki için hazırlamaya başlamıştı. Bir gün nasıl bir fırsat bulduysa, Ata ile de görüşmek istemiş ve bunu temin etmiştik. Esasen Atatürk, kendisiyle görüşmek isteyen her­ kesle böyle bir görüşmeyi sağlamaya çalışırdı. Bu nedenle binbaşı, Ata'nm huzuruna kabul edildi. Binbaşı, Ata'nm huzurunda kendisinin bu yıl terfi edeceğinden söz ederek, eğer arzu ederlerse muhafız alayında kalarak, kendilerine şeref­ le ve zevkle hizmet vereceklerinden bahsetmeye başladı. Atatürk önce binbaşıyı samimi bularak gayet olgun bir şekilde dinliyorlardı. Fakat binbaşı bu yakınlığı suiistimal ederek başladı muhafız ala-


ymda olan aksaklıkları anlatmaya. Yok filan yerde şu olmuş, yok filan bölükte bu olmuş. Eğer kendisi olsa imiş bu işi çok başka türlü yapar­ mış. İsmail Hakkı Tekçe filan gün şöyle emir vermiş, halbuki o iş öte­ ki türlü yapılsa imiş çok daha isabeth olurmuş. Kendisi olsa daha iyi­ sini yaparmış gibi birçok örnekle, başladı komutanın da aleyhine konuşmaya. Ben, bunları duydukça yerimde duramıyordum. Atatürk'te de o yumuşaklık ve hoşgörülülük kalmamış, yüzü değişmiş, kaşları çatılmıştı. Adamın anlattıklanm öfkeh bir şekilde dinliyor; hatta bazen değişik sualler sorarak binbaşının daha çok konuşmasını sağlıyorlardı. Binbaşı saçmaladıkça saçmaladı. Atatürk iyice sinirlenmişti. "Peki, bunları bir de İsmail Hakkı Bey'den dinleyelim," diyerek bana dönüp İsmail Hakkı Bey'i derhal çağırmamı emrettiler. Atatürk'ün huylarından birisi insanları yüzleştirmekti. Hele sevdi­ ği, saydığı bir kimse aleyhine bir şey söylensin; hemen onu çağırtır ve "Bak senin için neler söylüyorlarmış?" diyerek olayı kişinin yüzüne anlattırırdı. Tabii şimdi de öyle yapacaktı. Ben telefon ederek İsmail Hak­ kı Bey'i çağırdım. Az sonra İsmail Hakkı Bey de huzurlanna geldi. Atatürk fevkalade sinirliydi. Binbaşıya dönerek, "Anlat bakalım neler neler olduğunu da, İsmail Hakkı Bey de duysun. Meğer neler olu­ yormuş da hiçbirimizin haberi olmuyormuş?" diye gürledi. Tabii binbaşıda şafak atmıştı. İsmail Hakkı Bey'in yanında onun hakkında konuşmak her babayiğidin harcı değildi. Onun için rengi uç­ muş, dih dolaşmaya başlamıştı. Bu sefer lafları döndürmeye çahşıyor; efendim böyle demek istemedim de, şöyle demek istemiştim gibi şey­ lerle lah ağzında dolaşürıyordu. Eakat Atatürk bırakır mı? "Onu bırak. Felanı anlat. Hakkı Bey'in falan günkü davranışını söyle," diyerek âdeta gürlüyor ve adamı yerden yere vuruyordu. Adam kan ter içinde kalmış, kızarmış, bozarmış bayılacak hâle gelmişti. Ama Atatürk her şeyi anlat­ tırmıştı. Sonra İsmail Hakkı Bey'e dönerek bağırmaya başladı. "İsmail Hakkı Bey, İsmail Hakkı Bey, maiyetinizi tanımıyorsunuz. Maiyetinizdeki bir adam çıkıp bana geliyor. Komutanı olan sizi tenkit ediyor.


Yaptığınız işlerin hatalarını söylüyor. Sizin askerliğinizi de, komutanlı­ ğınızı da tenkit ederek tutar yerinizi bırakmıyor. Siz de ne gariptir ki, bu adamı terhye layık görüp sicil vermiş bulunuyorsunuz. Bu mu ko­ mutanlık? Bu mu askerhk?" diye bir gürledi ki, hepimiz kaçacak delik aradık. Tabii binbaşı renkten renge giriyor bu şimşeklerin arasında kü­ çüldükçe küçülüyordu. İsmail Hakkı Bey ise hiddetU, fakat sessiz. Şoke olmuş durumda salondan dışarı çıktık. Sigara üzerine sigara içerek sinirlerimizi yatıştır­ maya çalıştık. Aradan bir zaman geçti. İşittik ki, binbaşı o yıl terfi edememiş, do­ ğuda bir yere tayin edilmiş, İsmail Hakkı Tekçe, muhafız alayında kala­ rak terfi etmiş ve yine alayın komutanlığında bırakılmıştı.


Tahtakale Yangını

(Muhafız alayı ikinci tabur, üçüncü bölükten Er, Hamza oğlu Mustafa'dan) Ben Hamza oğlu Mustafa, muhafız alay ikinci tabur üçüncü bölük­ te 1929 yılında askerlik görevimi yapıyordum. O sene Ankara'da çok büyük bir yangın oldu. Tahtakale yangını. Bu yangınla o zamanki An­ kara'nın büyük bir kısmı yanmış, yüzlerce kişi evsiz barksız kalmıştı. Bu yangın kısmen söndürülmüş, kısmen de devam ederken hem emniyet açısından hem de herhangi bir yağma olmasın diye yangın ye­ rini askerî birlikler 8-10 metre ara ile çepeçevre emniyete almıştı. İçeri­ ye de kimsenin sokulmaması için kesin emir verilmişti. Aynı günün gecesi, sabaha karşı şimdiki Numune Hastanesi istika­ metinden, arkasında birkaç ath ile birisi geldi. Ben uzaktan onları fark ettim. Onlara doğru, 'Tangm yerine yaklaşmak yasak, yaklaşmayın," diye bağırdım. Onlar hiç aldırış etmeden bize doğru ilerleyince süngülü tü­ feğimi çıkarıp tekrar bağırdım. "Yaklaşmayın, yasaktır!" O zaman önde­ ki atlı, "Peki, peki evladım," deyip atını Abidin Paşa tarafına yöneltip gittiler. O sırada yanımdaki er bana bağırdı, "Ne yaptın hemşehrim. Gelen Gazi Paşa idi, baksana," dedi. Ben de yandan bakınca Ata'yı karanlıkta tanıdım. Eakat olan olmuştu. O zaman gazeteler az, televizyon zaten


yok. Bizler de Gazi Paşa'yı duyuyoruz, ama nereden tanıyalım? Hele karanlıkta tanımamız mümkün değildi. Beni bir korkudur aldı. Kendi kendime, "Ulan yarın bizi kurşuna dizerler," diye düşünerek elim ayağım titriyordu. Nöbetim bittikten sonra koğuşa gidip yattım. Fakat sabaha kadar uyuyamadım. Yanımda­ ki arkadaşlar da önlerine gelene olayı anlatıyorlardı. Saklamam, inkâr etmem mümkün değildi. Öğleye doğru, "Seni teğmen çağırıyor," dediler. Teğmene gittim. Gittim ama ben değil, ölüm gitti. Yanma gidince komutan, "Sen miydin hamam önündeki iki dört nöbetçisi?" diye sordu. "Evet bendim komutanım," dedim. "Seni binba­ şı çağırıyor, bekle gideceğiz," dedi. Bekledim. Biriikte binbaşının yanı­ na gittik. Fakat bende renk uçmuş, elim ayağım titriyordu. Düşüp ba­ yılacaktım. Binbaşının huzuruna çıktık. Binbaşı da aynı şeyi sordu. "Hamamın yanındaki iki-dört nöbetçisi sen miydin?" dedi. "Evet komutanım, ben­ dim," dedim. Fakat baktım binbaşı öyle sinirli minirli değil, hatta güler yüzlü idi. "Ulan," dedi, "akşam Gazi Paşa ada yangın yerini gezmeye gelmiş, sen süngü takıp Paşa'yı yangın yerine sokmamışsın doğru mu?" "Vallahi tanımadım komutanım. Gece karanlıkta yüzünü bile gör­ medim. Tanısam bırakmaz mıydım?" dedim. "Aferin. Bu davranışın Gazi Paşa'mn çok hoşuna gitmiş; seni mü­ kafatlandırıyor, on gün de izin vereceğiz, git köyünde gez," dedi. Gidip vezneden 5 Urayı ahp on gün de izinle köyüme gidip, bir güzel dinlendim.


İnönü'nün Attan Düşmesi

(Muzaffer Kılıç'tan) Bir gün İnönü ile Çankaya sırtlarında gezinti yapıyorduk. O za­ manlar Çankaya, Dikmen, Keçiören sırtları bomboş tarla, kır, bayırdı. İyi havalarda birçok defalar Atatürk'le olsun, İnönü ile olsun ata biner, tepeleri dolaşırdık. İnönü ata çok güzel biner ve atı koşturmayı ve mania atlatmayı çok severdi. Hava da pek güzeldi. Yukarılara çıkınca İnönü atı mahmuzladı. Ben de arkasından atımı dört nala kaldırıp peşinden gidiyor­ dum. Biraz gittikten sonra, birden ne oldu bilmiyorum, İnönü'nün atı ürküp birden yön değiştirdi. İnönü de dengesini kaybedip, sola doğru düştü. Fakat sol ayağı üzengiye takılı kalmıştı. Ürken at yan yan Paşa'yı sürüklemeye başladı. Ben şaşırmıştım, hemen atımı o atın yanma sürüp durdurdum ve Paşa'nm atma atladım. Atın gemini yakalayıp atı kont­ rolüme aldım. At neden ürktü ise ürkmüş; İnönü'nün yerde sürüklen­ mesi de onu iyice korkutmuştu. Gözleri açılmış, burun deliklerinden körük gibi hava çıkarıyordu. At biraz sakinleşince Paşa'nm ayağını üzengiden kurtardım ve attan inip Paşa'yı yerden kaldırdım. Paşa'nm rengi uçmuş ve tabii olarak çok korkmuştu. Ben de çok korkmuştum. Çünkü oralarda Paşa'ya herhangi bir şey olsa ben yalnız ne yapabilirdim? Hemen orada bir çeşme bulup elimizi yüzümüzü yı-


kadık. Atlar da biraz sakinleştL Yine de Paşa yla atları değiştirip yavaş yavaş köşke geldik. Atatürk terasta idiler. İnönü Ata'yı görünce, "Paşam, Muzaffer bu­ gün benim hayatımı kurtardı," diye olayı anlattı. Ata da telaşlanmıştı. Hemen doktor çağırttırmışlar ve İnönü'yü kontrolden geçirttirmişlerdi. İnönü de bana birkaç defa teşekkür etmişler ve olayın değerlendirmesi­ ni yapmışlardı (1929).


Çopur Alba/ın Terfi İşlemi

(Muzaffer Kılıç'tan) Atatürk, üst seviyede siviller ve askerler arasında yapılacak yer de­ ğiştirme ve terfilerin isabetli olmasına çok dikkat ederlerdi. Subayların, özellikle paşa olacak albayların, mümkün olduğunca kusursuz birer as­ ker ve sağlam bir karakter sahibi olmasını çok arzu ederlerdi. O zamanlar Çopur ismiyle tanınan Neşet isimli bir albay vardı. Bu bey Ata'nm eskiden beri yakını olmuş, her bahane ile onun yanma sokulabilmişti. Halbuki astları ve üstleri tarahndan hiç de sevilen ve sayı­ lan bir kimse değildi. Fakat Ata ile olan bu yakmhğmdan çok iyi yarar­ lanmayı bilmişti. Herkes onu Atatürk'e çok yakın olarak tanır, Ata­ türk'ün de kendisini çok takdir ettiğini zannederdi. Bir de yakım (bal­ dızı veya yeğeni) genç güzel bir hanım vardı. Onu da birçok defa Ata'nm bulunduğu toplantılara sokmuş, eşini ve o güzel hanımı Ata ile karşılaştırmayı başarmıştı. Bu Çopur Neşet albaylığını tamamlamış ve paşalığı gelmişti. Bu karakter ve davranışları ile diğer üstlerine de etki etmeyi başarmış ve paşa olmaya aday gösterilmişti. Paşalık elbiselerini diktirmiş, yanında geniş kırmızı bantları olan pantolonları hazırlattığını duymuştuk. 30 Ağustos'un yaklaştığı günlerde. Genelkurmay Başkanlığı'ndan Cumhurbaşkanlığına, terh edecek ve emekh olacak general ve amiralle­ re ait imza edilmek üzere bir liste geldi. Bu listedeki albayların bütün


İşlemleri yapılmış, paşa olmaları için sadece reisicumhurun onayı kal­ mışa. Ben bu Üsteyi Atatürk'e götürüp durumu arz ettim. Listeyi alıp incelediler ve her generalin üzerinde duruyor, biraz düşünüp, sonra öteki isme geçiyorlardı. Sıra, paşa olacak albaylara kadar geldi. Aynı ti­ tizlikle okumaya devam etti. Çopur Neşet Albay'a gelince durdu ve kır­ mızı kalemini aldı. Üzerini çizdi ve yanma imzasını attı. Bana şöyle bir baktı, göz attı ve dudak büktü. Hareketi ile, "Nasıl beğendin değil mi?" demek istemişti. Hakikaten ben de herkes gibi bu işi çok beğenmiştim. Böylece albayın paşalığı, bütün işlemler tamam­ landığı halde cumhurreisinin tasdikinden geçmemiş, paşa olamamıştı.


Hoşa Gitmeyen Gösteriş

(Prof. Dr. Abdulgafur Acatay'dan) Ankara'da 1923 - 1933 yıllan arasında en çok göze batan çalışma­ lardan biri de Atatürk Orman Çiftliği'nin bulunduğu yerde yaşanıyor­ du. Eskiden burası Karanhk Dere diye anılan ve isminden de anlaşıla­ cağı gibi, Karanlık Dere'nin çevresi bataklık, sazlık, sivrisinek ve kurba­ ğa yatağı, üst tarafları ise çorak ve bozkırlık bir alandan ibaretti. Burala­ rın bir kısmı Hazine'nin bir kısmı da sahipli araziydi. İlk önce 20.000 dönüm, sonra da 15.000 dönüm arazi, sahiplerinden o zamanki değer­ lerinin üzerinde fiyatlar verilerek alınmıştı. Atatürk, parayı, kendi ma­ aşlarından bizzat ödüyorlardı. , 5 Mayıs 1924 Hıdrellez günü bu berbat araziye iki çadır kurulup ve yanında da iki traktörle işe başlandı. Önce kanallar eşilerek su akıtıl­ mış, sonra da ağaç dikimine geçilmişti. ÇiftUk arazisine, yörede gelişe­ cek bütün ağaçlar dikiliyor ve iklim koşullarına uygun at, tavuk, inek, koyun gibi çeşith hayvanlar yetiştiriliyordu. İstanbul Üniversitesi'nden de birçok profesör Ankara'ya getirilmiş ve onların da fikirleri alınıp yardımları sağlanmıştı. Yüksek Ziraat Enstitüsü'ne girecek liseyi bitiren her öğrenci, bura­ da bir yıl tarım işçisi olarak çalışmak zorunluluğunda idi. Çiftlik genel müdürü olarak görev yapan İhsan Özkan isimli yük-


sek mühendis de çok çahşkan ve bilgih bir kimse idi. O da bu yoğun ve bihmsel çahşmaları, titiz çabalarıyla götürüyordu. 1933 yılında o çorak toprakların yerini, bakımlı ve yemyeşil görü­ nümlü bir çifthk almış ve modem ziraat, modem hayvancılık, modem arıcılık uygulanmaya başlanmıştı. • Bu yoğun çalışmalar içinde müsteşar olan Veteriner İhsan Bey de. Ata ile çiftliğe gelir, hep beraber çifthk dolaşılırdı. Atatürk hemen her gün, bazen günde iki defa çiftliğe gelir, çalışmaları bizzat takip ederek emirler verirlerdi. Ben de 1928-30 yılları arasında Atatürk Orman Çifthği'nde mü­ hendis olarak görev yapmaktaydım. Müsteşar olan İhsan Bey'in milletvekili olmak istediğini işitmiştik. Bu nedenle Atatürk'e çalışkan, iş bitirici görünmek için büyük bir gay­ ret içinde olduğunu iyice fark ediyorduk. Hatta milletvekili olma isteği­ nin Atatürk'e de ulaştığını duymuştuk. Bir gün yine Atatürk çiftliğe gelmişler, grup hâlinde çiftlik dolaşılı­ yordu. Atatürk her yerde durarak bilgi alıyorlardı. O zamanlar çiftlikte fıskiyeh bir havuz vardı. Sular fışkırır, bizler de zevkle bunu seyrederdik. Gezilerek oraya gelindi. Bir de baktık, hskiye yere düşmüş ve su fışkırmıyor. işçiler de hskiyeyi havuzun orta­ sındaki borunun tepesine geçirmeye çalışıyorlar, fakat takamıyorlardı. Havuz çok derin değildi, ancak 70-80 cm kadar derinhkte idi. O gün havuz iyice dolmamış 3-5 cm kadar su bulunuyordu. Atatürk havuzun önünde dump bu çalışmaya baktılar. Tam o sıra­ da bizim genel müdür pantolonunun paçalarını eliyle tutarak havuza atladı. 3-5 cm'hk su içinde şapır şupur yürüyerek merkeze doğru yö­ neldi ve işçilerin yapamadığını kendi yapacak ve düşen fıskiye başlığını yerine takıp çalıştıracaktı. Bu olay ve gösterişU işgüzarhk Ata'nm hiç hoşuna gitmemiş ve ne­ şesi kaçmıştı. Bizlerin de duyacağı bir şekilde, "Sen bu vaziyetinle mil­ letvekih değil, olsan olsan tulumbacı başı olursun," diyerek, onun gel­ mesini bile beklemeden yürüyüp gitmişlerdi.


Hakikaten de az bir zaman sonra milletvekili listeleri yapılmış ve bizim genel müdüre aday listelerinde yer verilmemişti. Diğer taraftan çok çalışkan ve ciddi çalışmaları olan İhsan Öz­ kan'ın çalışmaları büyük Atatürk'ün gözünden kaçmamış ve onu Tarım Bakanlığı müsteşarlığına getirmişlerdi. Orada da büyük eserler veren Özkan, daha sonraları Tarım Bakanı olmuştu.


ülkemizde Gül

(Prof. Dr. Abdulgafur Acatay'dan) Çiftlikteki bu yoğun çalışmalar birkaç yıl sonra meyvelerini ver­ meye başlamıştı. Gayet sağlıklı şekilde yapılan pastörize süt, yoğurt, peynir, tereyağı ve çok kaliteli, sağlıklı yetiştirilen sebze ve meyveler halkın istifadesine açılmıştı. Ankara Belediyesi bu ürünleri satmak için şehirde iki mağaza aç­ mış ve çok ucuz fiyatlara satış yapmaya başlamıştı. Ağaçtan yoksun Ankara bu çalışmalarla yeşile bürünüyor ve hal­ kın bütün fidan, tohum ihtiyacı en kaliteli seviyede buradan karşılanı­ yordu. Ülkemizde, eskiden gül denilince, İsparta, Burdur, Denizli yöre­ sinde yetişen ve bugün sadece yağı için yetiştirilen pembe güller anlaşı­ lırdı. Diğer renkli güllerin hiçbirisini halkımız tanımazdı. Atatürk, Orman Çiftliğini kurdururken bir de gül fidanlığı kurul­ masını istemiş ve Avrupa'da gördüğü renkh güllerin burada üretilmesi­ ni emretmişlerdi. Biz hazırlıklanmızı yaptıktan sonra, Almanya ve Hollanda'dan bir vagon dolusu değişik renkU gül fidanları getirildi. Bizler tarafından ço­ ğaltılarak sefaretlere, halkımıza, park ve bahçelere çok uygun fiyatlarla satıldı.


Bugün ülkemizin hemen her yerinde gördüğümüz değişik renkli güllerin çoğu, o zaman Atatürk'ün getirttiği ve bizler tarahndan çoğaltı­ larak dağıtılan ürünlerin nesilleridir.


Dünyanın Ortası Neresidir? (Sırrı Akatay'dan) Atatürk ve Latife Hanım, 30 Eylül 1924'te Pasinler'e geçerken Er­ zincan yolunda Aşkale'ye uğramışlardı. Ata'nm karşılanışında bazı ko­ nuşmalar yapılmış ve ilkokuldan da bana uzun bir kahramanlık şiiri okuma görevi vermişlerdi. Ben şiiri avazım çıktığı kadar bağıra bağıra, hiç yanlışsız ve duraklamadan okudum. Atatürk ve Latife Hanım şiiri­ mi sonuna kadar dinlendiler. Şiirim bitince Atatürk beni yanma çağırdı ve bana, "Şiiri çok güzel okudun, aferin sana, senin adm ne bakayım?" diye sordu. Ben de, "Sırrı efendim," diye bağırdım. "Şimdi sana bir sual soracağım, bakalım bunu bilebilecek misin?" dedi. "Sorun efendim," dedim. "Dünyanın ortası neresidir?" dedi. O zamanlar hep Ankara'dan ve Atatürk'ten konuşulurdu. Anka­ ra'da şu olmuş, Ankara'da şu kararlar alınmış, Ankara'ya şu devlet bü­ yükleri gelmiş. Her şeyde, her konuşmada Ankara geçerdi. Bizlerin de Ankara'dan başka duyduğu bir şey yoktu. Hocalar da hep, "Bizim mer­ kezimiz Ankara, artık her şey Ankara'dan idare ediliyor," dediklerin­ den, hiç tereddüt etmeden bütün gücümle "Ankaraaaa!" diye bağırdım. Atatürk bu cevaptan pek mutlu olmuş ve Latife Hanım'la beraber katıla katıla gülmüşlerdi.


Cami Yaptıraıa Demeğine Yardım

(Ali Metin'den) Ben Erzurum'da Kâzım Karabekir Paşa'nm karargâhında çavuş ola­ rak görev yapmaktaydım. Atatürk, Erzurum'a gelince, Karabekir Paşa beni, Atatürk'ün emrine verdi. Atatürk'ün yanında bütün muharebeler­ de gece ve gündüz ona hizmet ettim. Soyadı kanunu çıkınca, bana uygun gördüğü Metin'i soyadı olarak verdi. Ondan sonra adım Ali Metin oldu. Bir gün bana Mihallıççık köyünden askerlik arkadaşlarım ziyarete gelmişlerdi. Köye bir cami yaptırmak istediklerini, mümkünse Ata­ türk'ün demeğe biraz yardım yapmasını istediler. Ben de Atatürk'ün en eski yaveri Muzaffer Kılıç Yüzbaşı'ya konuyu açtım. O da, "Uygun bir zamanda bunu Atatürk'e söyleyelim," dedi. Birkaç gün sonra uygun bir zamanda. Muzaffer Yüzbaşı'yla birlikte Atatürk'e konuyu açtık. Atatürk köydeki caminin ne durumda olduğunu sordular. Mi­ hallıççık Eskişehir'e yakm bir köy olduğu için, Atatürk Kurtuluş Harbi'nden oraları çok iyi biliyordu. Bizler yıkık dökük bir camii olduğunu bildirdik. Hiç tereddüt etmeden hemen Mihalhççık köyü cami yapımı için beş bin lira bağış yapılmasını emrettiler. Biz de emrini yerine getirip beş bin hrayı hemen benim aracılığım ile cami yapımı için köye yolladık. O zaman değerlerine göre, beş bin lira çok büyük bir kıymet ifade ederdi (1930).


Ani Teftişleri

(Halil Nuri Yurdakul'dan) Ben, muhafız alayı (mülhak) genel sekreteri iken bir gece beni uyandırıp, alaya çağırdılar. Vakit gece yarısını epeyce geçmişti. Ben böyle çağırmalara pek alışık olduğum için, olayı hiç yadırgamadım. O zamanlar muhafız alayı ve alayda görevli subayların evleri, bugünkü Tandoğan Meydam'ndaki boş tarlalarda kurulan barakalardaydı. Alaya gelince Tekçe, Paşa'nm telefonla verdiği şu emri bildirdiler: "Atatürk trenle seyahate çıkacaklardır. Bütün hazırlıklar derhal yapılsın ve bütün önlemler derhal alınsın." Doğru Ankara istasyonuna koştum. Ve tren hazırhklarma başladım. Ayrıca Ata'nm seyahatlerinde daima bir koruyucu birhk de beraber giderdi. Bu birUğin de hazırhklarma başla­ dık. Fakat nereye gidileceğini bilmediğimiz için askerî yiyecek evrakını dolduramıyorduk. İstasyondan kumandanı aradım. "Kumandanım, nereye gideceğiz, hem treni o istikamete hazırlattıracağım hem de askerin yiyecek evrakını o yöndeki birliklere kestireceğim," dedim. Komutan telefonda bana ba­ ğırdı. "Ne yaparsan yap, biz istasyona geliyoruz," dedi. Anladım ki du­ rum çok kanşık. Atatürk de çok kızgın ve sinirli ki, komutan da bir şey soramıyor. "Acaba askerî bir hareket mi var?" diye aklımdan geçti. Çün­ kü o zamanlar İtalyanlann Antalya'ya asker çıkaracağı veya Fransızların Hatay'ı vermemek için oraya birUk kaydıracağı söylentileri dolaşıyordu. Ben, koruyucu birliğin yiyecek evrakının her şeyini hazırlatıp gi-


deceği yerin ismini boş bıraktım. Trenin de iki tarafına birer lokomotif hazırlattım, fakat bağlatmadım. Bütün hazırlıklar iki taraf için yapıldı. İki yöne de telgraflar çekildi. Koruma birliği de vagonlara yerleştirildi. Vakit gece yarısını çoktan geçmiş saat iki-üç olmuştu. Az sonra Atatürk istasyona geldiler. Her hâllerinden çok sinirli ol­ dukları belh oluyordu. İsmail Hakkı Bey de arkalarında idi. Doğruca trene yürüdüler. Biz hâlâ hangi yöne hareket edeceğimizi bilemiyor­ duk. Tekçe komutana yaklaşıp, "Kumandanım hangi tarafa gidiyoruz. Ben her iki taraf için de hazırlıklarımızı yaptırdım," dedim. O da çok gergin ve sinirliydi. "İyi şimdi öğreniriz. Ben hâlâ Ata'ya soramadım," deyip trene bindiler. Az sonra Tekçe beni emretti, koşarak trene çık­ tım. Tekçe, "Hareket Polatlı istikametine," dedi. Hemen koşup o taraf lokomotifini bağlattık ve Polath yönüne hareket edildi. Hemen telefon ve telgraflarla Ata'nm Polatlı'ya doğru hareket ettiği bildirildi. Atatürk ertesi gün Sakarya'ya gelmiş ve askerî birlikleri teftiş ede­ rek aynı gün Ankara'ya dönmüşlerdi. Sonradan öğrendik ki, o zamanlar çok konuşulan Hatay meselesi ve İtalyanların Antalya ve yöresine saldıracakları konuları Atatürk'ün yanında da konuşulmuş. O da müthiş sinirlenmiş ve kalkmış ayağa, "Geleceklerse gelsinler. Ne göreceklerini düşünemezler bile!" diye kük­ remiş ve böyle bir geziyi düzenlemişlerdi. Tabii ertesi gün bütün gazeteler baş makalelerinde bu haberi ver­ mişler ve Atatürk'ün askerî birlikleri gece teftiş ettiğini o günün şartla­ rına göre yorumlamışlardı. Bunları bütün sefirler, bu arada Fransız ve İtalyan sefirleri de okuyarak hükümetlerine bildirmişlerdi. Tabii ki bu hareket Türklerin her şeyi düşünerek, âdeta alarmda bekledikleri görünümü ile dış basma yansımış ve onlara iyi bir gözdağı olmuştu.


Atatürk'ün Uyanları

(Melek Arıburun Tekçe'den) Kızılay Demeği yararına 31 Aralık 1 9 3 r d e Ankara'da ilk defa bir kıyafet balosu verilecekti. Ben de böyle bir baloyu ilk defa görecektim. Bu nedenle herkes gibi heyecanla ve merakla güzel bir kıyafet seçmek için aylar önce hazırhklara başladım. Sonunda altıma bir şalvar, üstüne de sim işlemeli antika bir bluz giyip, üzerine de bir gömlek almıştım. Bu kıyafetim şimdiki ölçülere göre bayağı kapalı, o zamanki ölçü­ lere göre açık sayılabilecek bir kıyafetti. Balo pek neşeh geçiyor, ben de kocamla gayet güzel eğleniyor­ dum. Bir ara Atatürk, beni ve kocam Tekçe Paşa'yı yanma çağırdı. Birlik­ te Amerikan bara doğru yöneldik. Fakat Atatürk biraz sinirii gibiydi. Bara yaklaşınca Atatürk, "Oğlum bizlere birer şampanya," dediler. Garson içkileri doldurup Ata'ya ikram etti. Atatürk içki kadehini ahrken bana, "Hanımefendi buyurmaz mısınız?" dediler. Ben de kadehi almak için bara uzanınca, bana eğilerek, "Bir daha böyle açık saçık bir kıyafet giymeyiniz," buyurdular. Ben neye uğradığımı anlayamadım. Kıpkırmızı oldum. Ezihp bü­ zülerek gidip yerime oturdum. Erkenden baloyu terk ettik. O ikaz üzerine bir daha öyle açık kıyafetler giymedim.


Büyük Atatürk, çok yoğun çalışmaları arasında bizleri bile her yer­ de kontrol eder, hareketlerimizi ve hatalı kıyafetlerimizi böyle uyararak düzelttirmeye çalışırlardı.


Atatürk'ün Dikkatleri

(Muzaffer Kılıç'tan) Atatürk çok dikkatli bir insandı. Herhangi bir yere girildiğinde et­ rafa şöyle bir göz atar, bütün eksiklikleri hemen görürlerdi. Gezilerde ve toplantılarda bizleri bile kontrol eder, kılık kıyafetimiz ve hareketle­ rimizle ilgilenir, hatalı bir tutumumuzu görünce daha sonra uyarır, düzelttirirlerdi. Bazen öyle şeyleri ikaz ederdi ki, biz ve arkadaşlarımız bi­ le o şeyin farkına varmamış olurduk. Ne bizlerin, ne başkalarının sar­ hoşluğunu kesin olarak hiç affetmezlerdi. Bir gün birlikte baloya gidilmişti. Bizler de Ata'nm yaverleri ve ya­ kınları olarak genç hanımlardan ve kızlardan pek ilgi görürdük. Baloda genç bir hanımla tanıştırıldım ve birkaç defa dans ettim. Bu arada vakit epey geçmiş, hanım da ben de biraz alkol almıştık. Neşeli bir vaziyette dans ediyorduk. Atatürk de pek neşeliydi. Etrafına espriler dağıtıyor, bizlerle hiç ilgilenmiyorlardı. Ben bu fırsattan istifade ederek hanımı salonun arka taraflarına doğru bir köşeye dans ederek götürdüm. Zaten bekârdım. Orada biraz şakalaşmak istedim. Fakat gitmemizle Atatürk'ü karşımda görmem bir oldu. Bana kızgın bir şekilde, "Herkesin sizi takip ettiğini görmüyor musunuz? Çabuk yerinize dönünüz," deyip, geçip gitti. Tabii benim aklım başıma gelmiş, hemen salona dönmüştüm. Dönmüştüm ama, balo dağılıp Çankaya'ya dönerken, "Şimdi Ata'nm yüzüne nasıl bakacağım?" diye düşünüyordum.


Az sonra veda ederek balodan ayrıldık. Ben utancımdan Ata'nm yüzüne hiç bakamıyordum. Arabanın önüne mecburen bindim. Kendi­ leri de arkaya bindiler, biraz ilerledikten sonra, "Muzaffer" dedi. Ben hemen arkama döndüm. Baktım yüzü pek yumuşaktı. Hahf gülerek, "Toplantı iyi geçti değil mi?" diyerek bana bir göz attı. Anladım ki, bu hatalı davranışımı, gençliğime ve bekârlığıma ver­ miş; hoşgörü ile karşılayıp beni affetmişlerdi. Ondan sonra da herhangi bir şekilde bu olaydan hiç bahsetmemiş, babacan bir davranışla unutup gitmişlerdi (1931).


Mevlevi Ayinlerine Hayranlık

(Halil Nuri Yurdakul ve İsmail Hakkı Tekçe'den) Tekke ve Zaviyeler 1925 yılında kapatılmıştı. Buna karşın Atatürk, 1931 yılında gittiğimiz Konya'da Mevlevi ayinlerini görmek istedikleri için Mevlevilerin ayin davetlerini kabul etmiş ve oraya giderek bütün ayinleri dikkat ve hayranlıkla seyretmişlerdi. Ayinlerin sonunda, bir Mevlevi, sütunlardan birine dayanarak da­ vudi sesiyle çok güzel bir semai okudu. Bu semai, okuyanın çok gür ve davudi sesi, ortamın loş ve mistikliği içerisinde hepimize çok etki et­ mişti. Atatürk de salonda akisler yapan bu mistik semaiden çok etkile­ nip duygulanmışlardı. Ayinler bitip salondan ayrılırken Atatürk, "Ne yazık ki, biz bu iba­ det yerlerini ve kuruluşları kapadık. Ama bir amaç uğruna yaptık. Hal­ kı kandıran, cahil din adamlarından, zavallı vatandaşları kurtarmak için yaptık. Keşke her dinî hareket, böyle ulvi gayeli olsa idi, biz tekke­ leri kapatır mıydık?" demişler ve başvekil İsmet Paşa'ya Konya'dan, "Ülkemizin her tarahnda bulunan eski eser ve uygarlıklarımızın ilmi olarak korunması ve bakımı gerekhdir. Bu abideleri onaracak uzmanla­ ra kesin olarak ihtiyaç vardır. Gerekiyorsa, bu işleri yapacak öğrencile­ rin, Millî Eğitim Bakanhğı'nca dışarıya gönderilip eğitilmesi gereklidir." diye telgraf çektirmişlerdi. Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, sayfa 314: Atatürk'ün Konya'dan Baş­ vekil İnönü'ye telgraf çektirmeleri (21 Şubat 1931).


Çanakkale'de Okunan Mevlid-i Şerif

(Hafız Yaşar Okuyan'dan) Atatürk, her yıl Çanakkale'de şehitlerimiz için bir mevhd-i şerif okuttururlardı. 1932 yılında okunacak mevlitin, Şehit Mehmet Çavuş Abidesi önünde ve İstanbul'un en meşhur hafızlarının iştirakiyle, görkemh bir şekilde yapılmasını emretmişlerdi. Bu durumu, aynca İstan­ bul Müftüsü Hafız Fehmi Efendi'ye de telefonla bildirmişlerdi. Mevhtten bir gün önce bu iş için ayrılan ve Atatürk'ün kendi seyahatlerinde kullandıkları lüks Gülcemal vapuruna gittik. Süleymaniye baş müezzini Hafız Kemal, Saadettin Kaynak, Beşiktaşh ve Sultan Selimli Rıza beyler, Hahz Burhan, Beylerbeyli Fahri, Vaiz Aksaraylı Cemal, Muallim Nuri gibi birçok ünlü hafız, birçok gazeteci ve fotoğrafçılarla vapur hıncahınç dolu olarak akşam saat yedide Ça­ nakkale'ye doğru hareket ettik. Gece yatsı namazından sonra vapurun salonunda iki hatm-i şerif ve bir mevlit okundu. Sabahleyin Gelibolu'ya geldik. Büyük bir kalabalık bizi iskelede karşıladı. Sonra, otobüslere bi­ nilerek Şehit Mehmet Çavuş Abidesi'ne gidildi. Etraf bayraklar ve defne dallarıyla süslenmiş; kadın, erkek çok bü­ yük bir kalabahk etrah doldurmuştu. On hafız hep bir ağızdan önce tekbir aldık. Sonra tevşih okundu. Sonra da hafızlar sırayla kürsüye çı­ kıp mevhdi okumaya başladık. Ben Veladet Bahri'ni okurken kapalı ve bulutlu olan hava birden bozdu ve bardaktan boşamrcasma yağmur


yağdı. Ben okumaya, hiç kesmeden devam ettim. En sonunda, İstanbul Müftüsü Hafız Fehmi Efendi çok güzel bir dua ile mevlidi bağlatıp şe­ hitlerimizin mezarlarını da ziyaret edip, İstanbul'a döndük. Ertesi ak­ şam Dolmabahçe Sarayı'nda Ata'nm huzuruna çıkıp mevUti etraflıca anlattım. Ayağa kalktı ve heyecanla elini masaya vura vura "Aferin hafı­ zım. Aferin sana. Din ve vazife ciddiyetini herkese göstermişsin, yağ­ murda bile görevine devam etmişin. Aferin sana. Aferin sana!" diye be­ ni defalarca tebrik etmiş ve kutlamışlardı.


teşkil «sden Parİa^lar Ue îiyu|.arak Hîn4îat&a*Jn «iyasî mukadderatîm kendi ellerine almaktır.

MUHARREM FEYZİ

Çanakkale'yi Ziyaret Gülcemal bu akşam hareket ediyor Seyrisefain İdaresinin Gülcemal vapuru b u a k ç a m saat y«dide Ça « ııakkale Şehitliklerini ziyaret ede cek olan heyeti hiBimîieıı Galata rıh» tımından hareket edecektir. Gülcemal yarın sabah Çanakka le*de bu.'unacak. Cumhuriyet Halk Fırkası Meclisi îdare Reisi Cevdet nlarâan hir gruj) Kerim Bey vapurun a^ır seyri es nasında harekâtın cereyan ettiği sa­ niyet salonlarmda ayrıca ala hayı gröstermek suretil« safahatı har­ ve alafranga konserler verile bi anlatacaktır. Diğer taraftan yarın şehrimize gfr ı kanunla ecnebilere menediien lecek olan İngUîz filosunun da Ça­ ;nlçthk ve dansösr.îük san'atla* nakkale'de kendi ölüleri için mera­ Türk'ler p.rasmda tamimi içîn sim yapacağı haber verilmektedir. iiYı hocalarm idaresi aitmda bir Bu merasim için İngiliz askermin si(kî ve balet mektebi) açtlacaklâhsız olarak karaya çıkmasına u mektepte san'atkâr yetiştîrilmüsaade edilmiştir. çalışılacaktır. Biri galip, diğeri mağliap iki mil­ ngre, a y n c a , ehliyetsiz musikîlet mensuplarmm Çanakkale'yi bu arm »an'altan menedÜmeleri ziyaretleri aynî zamana tesadüf et­ gelecek sene haziranda hükû • mektedir. Yalnız ne gariptir ki İngi­ müracaat etmeğe k a r a r ver liz'ler bu merasimi Çanakkale'ye çı­ karak abidelerinde yapacaklardır. ngrede, ruznamedekî maddeîeMaalesef Şüheda komisyonu henüz iîzakeresi tamamlandıktan son­ Çanakkale'de Türk abidesini vÜcude getiremediği için bizim ziyaretimiz ni idare heyetinin intihabma ge sadece vap«rdan şehitliği seyretmek­ «elîcede alaturka kı«nî;ndan le kalacaktır. nî Necati, udì Fa?ıri ve kemanı ?t Beyicrîe, alafran^ra kjsmm alih ve Yanko Beyler yeni he Malta'dan gelecek o l a n İngiliz fi­ eçilmişlerdir, l o s u yarın öğleden s o n r a limanımızı sî idare heyetinden Maiîhar, ziyaret edecektir. !n İhsan ve viyolonist Nahit îngîlÎK. filosuna kumanda eden Ar idaye heyetinde îpka edil miy&l Tottenham'în zevcesi ânn Prardir. g a vapurile fehrîmâze gelmiştir.

İngiliz filosu yarın geliyor

dane mesai ?-ar^ yelin vabamerir münün husule g: akisleri na atari : onu serbest bir^ addetmektedir. Gattdi>i «çil mege ikna etmı «zz&m miting l Bununla b«t h a t t a «dokunu desler) arasmd dır. Bu smıfm olup Yuvarlak iîrak etmiş ola mecusi cemaat nen Gandi'nîn veccühle kar^» l>eyan etmiştir. MumaîleyK, jesİne hasım o kat Gandi'nîn mâni olmak içi nakaşadan im

CVMHVRt

Biri Bunu l»lmek yor. F a k a t bîı hüngür hüngi lıyorum. SCÎ bir kız İzmit' O ölüm beni tün kadınları — Hayret —. Benim tim... Fakat hîmdir, değ» —~ ManaÎJ nursek ay» ehemmiyetsi — ÂK bu de en igrew«; buluyofut«, — BüHin

—~ Eîjstn

O gün çıkan gazetelerde Çanakkale seyahatine büyük yer verilmiştir. Cumhuriyet Gazetesi, 1932


Çanakkale'yi Ziyaret

Gülcemal bu akşam hareket ediyor. Seyrisefain (Denizyolları) İdaresi nin Gülcemal vapuru bu akşam saat yedide Çanakkale Şehitliklerini ziyaret edecek olan heyeti hamilen (alarak) Galata rıhtımından hareket edecektir. Gülcemal yarın sabah Çanakkale'de bulunacak, Cumhuriyet Halk Fırkası (Partisi) Meclisi İdare Reisi Cevdet Kerim Bey vapurun ağır sey­ ri (gidişi) esnasında harekâtın cereyan ettiği sahayı (alanı) göstermek suretiyle safahat-ı harbi (harbin bölümlerini) anlatacaktır. Diğer taraftan yarın şehrimize gelecek olan İngiliz filosunun da Çanakkale'de kendi ölüleri için merasim yapacağı haber verilmektedir. Bu merasim için İngiliz askerinin silahsız olarak karaya çıkmasına mü­ saade edilmiştir. Biri galip, diğeri mağlup (yenilen) iki millet mensuplarının Çanak­ kale'yi bu ziyaretleri aynı zamana tesadüf etmektedir. Yalnız ne gariptir ki, İngilizler bu merasimi Çanakkale'ye çıkarak abidelerinde yapacak­ lardır. Maalesef şüheda komisyonu (şehitler heyeti) henüz Çanakka­ le'de Türk abidesini vücuda getiremediği için, bizim ziyaretimiz sadece vapurdan şehitliği seyretmekle kalacaktır.


rkî tesiıkat

Çanakkale

Âinmnya

Şehitlerini ziyaret

anya hükümeti yem Mîsli göHUmetnfş bir ka­ labalık heyete iltihak etti îblîgatta bulundu I'm 16 (AaT) — Wolff AJan:: Terki T«*Iîİiıat konf«ran»ı rijtv«nmtn tçtîm*tn« dah olarak i ka1»me*i, dön konferans r e m ttd«ru>n'& hitaben bîr tnektup rmiftir. Mektubun buylîn mu'be tevdii ve «hztns mvleaktp tiyalınm Cenevre'de neşredil' nuhtemeldtr. :ete1er, bu mektubun, A!manTerklTcslikaf konferannna I f ?t;ıniyece$İ bakkında tebligatı etmekte eİdrığ'una hemen he«min bulunduklarmt >rl*r. tra 16 ( A . A . ) Reuter Ajanx: Reuter Ajanımın mevsuk bir adan îstihbartna » « s a r a n A! a'nın yeniden t»«1İhata ait mu­ ti mes'eleti »on iki iiç gün zar* Harieijre Neaaretinde münakaİmiktir. amaf ıh, tn«nt«r«'nîn bu b'apU c edeceiî Tasiyet henüs tetkik ekte b»Ianmu«tıır.

»rtyetle

Henderson'a gündsriien mektup !»we 1« { A . A . > — Terki te«Honferan»! tahdidi tealihat W nUdara Almanya c«n«ral konmdan. Almanya hakûûmeti t a ­ lan M. Hend«r«on'a hitaben nif bir mektup almıştır. Bu öiekeytûlün 21 İnde toplanacak konferan» bürosuna tflîrakten nya'yı meneden »ebepler ixaK laktadır.

Vtt ticn<ì«r ««.{«sbîy^t E<i(rh!î«rV<?r.. ruçv kî alacak ha yeni unvanı h^tn» v<-j-«îri Çanakkale 1 6 (HuMsİ) ^ Çanak­ ktymiîtlt «àh»ìy^X'mìzc kerşt; Uenirî? ta­ kale şeKtlîkîerinî »yaret heyeti busun rafımdan vakJ (<bedî hk cemile v?; Gükemal vaporile btocaya muvasalat »ükn»n n;şan«9t oîavak, im^iiniittn iti etti. Dün gece TekirdasıVdan. bu »abab Ib'aren yaTjfönmm alttna (Iwrk Şiir Kraî») namım. - haktkr hh i}y»k«t$K-:î th.tic Geltbohı ve Çanakkale'den vapura etsin, etmesin - teb<îrrük«n mnmnìxy&derce tiyaretçi daba ütîhak ettiler. nen yajmağa bacjadtw. Şimdiye kadar mtdİ göriihnemîs dsre. cede kalababk bn- kafile halinde >ehH« Bun», en îfüieÎ hır l-;sşb5''i» ointnk ilkleri nvarele sîdildİ. Vapurda KıtkÜ2cr« de. Türkün rnhî. manevî jjiîîc^lfareli. Edime. Çanakkale, Tekîrdagi ilgini, necip v«t ^»zihriii şaHsiyetUc biivaCIert ve belediye reîcleri de vardı. tün dünyaya tanıUn Kerimar, H»-»iw Ma­ CSleemal Romeìt harp «ahini sahi • nın» vasFmda yazdxgmi ve h'Ha^p Ibi lakî» ediyordu. Akbat omindc dSeden Üu n>ekt«bııml* beraber CwmHudiik u m a r a k «eUtler «elâmlandt, İtriytst «a2et«r»«înd« neşir buyıuMÎmak rltİklâl marfî çahndı. fCìHtbahir önünde casUe takdim ettîgirn hir şiirmt «Uma, H. F . idare heyetinden Alı R » a B^^ btı '(yeni «nvanımO koyduni. bir konferans vererek Bâyük Caxi'nm Bakî samimî teşekkür ve hürRvrfle Çanakkale muoliWriyetindeki rolimu riradİT efendim.'» Flturinah: f/dam »iletti. Askerlik tarihînin en parlak, «ayanî hayret sahİfelertni tetkH eden Dünya aüzeUmiz<f btt muaafferiyetin «anh hatırakri »Sy Ey, öz benli^îmin • t.emıt {«nirken bİr çok kim*e1«r beyecanUırîna Güzenigi - yanşîle hMtim olamrt'arak aftlıyorlardi. Ohana meydan okuyan. 4 Alî RtM Beyden sonra Talebe BîrÖnalan - ilâhî ,u*le - ! Ayın koynundan «Tran liirînden VeeîKe Haı^m da bir nuUtk Bîr {nur) oldun dUnyAya? söyledi. Müteakiben mevfit okundu ve Yıldızlan. ?evkİndir: kahraman askerlerİmİnn nAIan' taàx Garkeylîyen xìyayat.. Üsküdar im/m Saat on Keşte merasûne nihayet ve­ Türk Süt Kralu rilerek aynen sahili takiben avdet vâHFilorina'lı Hnzım di. Anohtrtalardan Gazi Haxretlerme «Türk Şîîr Kralı» unvanım böytamet, K&nn v« Fevaî Çafalam ta»m t<!ce k«bult«nen Fi!orina*!mm h » ' telğraHari çekildi. şına tAç koymak yaintz Abdtjl > HİKMET MONİF hak Hémid'e d ü f c r , değil mi?

Ankara'da kamyon kazası

ltviııofCen«vr8*y8 flidSıor

Ankara 1 6 (TelefonlaV — Bu^Sn saat dörde dofru tstaayon caddesinde »kova 1« ( A . A . V - Mİ Utvİ fecî bîr kaxa olmuftur. Tanzifata ilâhlart bırakma konfer«B»« bu­ ait bir kamyon devrilmif ve içindeki na îçlîmalarmdm bulunmak Uvefat etnîftir. Cenevreye fitmi^tûr.

fS-YunaiiIsi» münastbat! M 1 « ( A ^ . ) — Atina A>ttw yor: lat Nesareti, T u r k i c île Yana • «msmda öcarf mwn»»«batm inRtnkattiwnni tetkik e«nı«k »Mfe bîr konusyon »«id! «»««f»ir.

«debî ihhni hü«v>aîn» ürküUn^ls ve «a-

Aimanya'da kapatılan gazstaiar

Berim 1 « <A.A.) — Bafvefeîî Von Pape», hükümeti k . » t m i « » « y ¡ SıUI cttmy ohmkî»! .th«m eden bStSn xeleìen bâr hafta tmaéà^iAU tatti et -

Hayır, bence bu şerefi ifi yap * mıya daha »«lâhîyeti olan bîr l a l var: Mazhar 0«mao. PEYAMI

SAFA

Amerika'da içki memnuiyetinin refine doğru Şİkaıro î « { A , A . ) ~ ~ Amerikan lejyonu konvansiyon» müskirat nyetinin ilgawai tavsiye den takriri 133 mahalif reye muktubtî 1144 reyle kabuî «tmîştir.


Çanakkale Şehiderini Ziyaret

Misli görülmemiş bir kalabalık heyete iltihak etti. Çanakkale 16 (Hususi)- Çanakkale şehitliklerini ziyaret heyeti bu­ gün Gülcemal vapuru ile buraya muvasalat (geldi) etti. Dün gece Tekirdağı'ndan bu sabah Gelibolu ve Çanakkale'den vapura yüzlerce ziyaret­ çi daha ikihak ettiler (katıldılar). Şimdiye kadar misli görülmemiş dere­ cede kalabalık bir kafile halinde şehitlikleri ziyarete gidildi. Vapurda Kırklareli, Edirne, Çanakkale, Tekirdağı valileri ve belediye reisleri de vardı. Gülcemal, Rumeli harp sahası sahilini takip ediyordu. Akbat önünde düdük çalınarak şehitler selamlandı, İstiklal Marşı çalındı. Kilitbahir önünde H. F. İdare heyetinde Ali Rıza Bey bir konferans vere­ rek Büyük Gazinin Çanakkale muzafferiyetindeki (zaferindeki) rolünü zikretti. Askerlik tarihinin en parlak, şayan-ı hayret (dikkat çeken) sahifelerini teşkil eden bu muzafferiyetin şanh hatıraları söylenirken bir­ çok kimseler heyecanlarına hâkim olamayarak ağlıyorlardı. Ali Rıza Bey'den sonra Talebe Birligi'nden Vecihe Hanım da bir nutuk söyledi. Müteakiben mevlit okundu ve kahraman askerlerimizin ruhları taziz olundu. Saat on beşte merasime nihayet verilerek aynen sahili takiben av­ det edildi. Anafartalardan Gazi Hazretlerine, İsmet, Kâzım ve Fevzi Pa­ şalara tazim telgrafları çekildi.


R A F L A Q

Şehitlerimizi 2ayaret...

hîlî

harp

iarebe başladı, Manı askeri çarpışıyor

Çanakkale'ye giden he -i yet dün avdet etti m«J vctpurile hareket eden heyet dün »ÜMÜb SMt onda avdet «tni^tir. Bu setteki raera»îm «m»a!(nden çok par lak ofaaoftur. Oulceotal rılitisndan aynldtktan «oora bafif btr seyir iie Doİıtiabahçe'y« kadar çtktni}; Ga«J Hx. Bİ «elâsttaoMt; havaya renkli H fekİiKr atılarak yoU devam edümutir. Akbaf <m6nde hir konferans veren fıHca -vilâyet idare heyeti avaaından AK Rıza Bey, hiiha««a 18 mart 1915 Amiral Drobek taarruaçuna tema» et­ miş ve hu taarruzda 316 dü»man to pıma karfI «3 Tttrk topunun »Uda • faada fonlunduKunu; neUcede dUf , hatt.6m.î be, t harp harici kaidıfım; kırk iekât edüdiiînî ve ikİ dSrt öldüiUnii aöyliyerek tncilix re»»î harp Urîfainden hİr <»hife okmnoftur. Burada kayma kam Moataf a Kemal Beyin Aaaf ar talar ^mptt kmnandanhima tayini d«ktka«ından itibaren makû* Türk tanhinîn deüstíÜ xätredUmektedtr. ,în hitamın, müteakip âli kamata taaeimat telgraf lan çekiJmiçth-. fUamı Paşa da fu cevabı yollamış­ tır.

Felsefî îîiesîekî Buffìm, »an'at v« edebiyat *»h» smm bira* haricinde kaUn »KI Vier­ den bahtedeceğim. Buniardan BIRI Namdar Rabmi'nm :Ffi»«^f; mc» lekler voh&bÖlerii dJr, öteki d<? .f*bah İsmit m « b W Mehmet Fa^a'.n «Vî«din»îr Potners^ den tercihní? írttägS ^S<»vy«tî«r«NI dir.

Namdar Rahmi velâ, muhtelif m« özlü felsefe vo »an'at ya«ı!ar<«m al­ tında görmüşfiîm; »onra, kcm^iiitnin yalnis fcîkemî, kimyevî ve hayati d«EtftaaoH'aen «<>n4«nt«n t«kvİye kiğjl, ruhî ve İçtimaî hâdiseleri de «kudret» esassna irca etmek îçİn bif felsefe sietemî hazırladığmı ve buna iWİM»M«bl ecodbt kMublosUri. «anerjetiam» dedİRÎnî ofirendînv Vahvyáotfarft ktttt tedbir ittihaz edSme. kıâ, Namdar Rahmi'den evvel, ma­ nevi hâdiselerin kÖkün<l^e «nerji prenaipîni arayanlar olmamış de ; Anutriha Mançuri'yi ^Idir; fakat bunlar birer «es«aı> ve tamyacak mt? ancak yarım - filozoflara ha», usuJW«»l>m«t«» 17 ÎAJ^.) — New silz ve serbei»t: bir düşüniifihı hudut­ York Tin»M s»s«U«mm yaxdii»* «Slarını aşsnamıştır. Namdar Rahmi, r» WuMnctoo bSkâiMti, İSnım bu da^bnık fikirleri miisbet ilim «»uîteriie tam bir sistem haline koytnagfa tí ile ff«yn re«ı»î «oridSt« ı çahşmtş olacak; zira bu »abadaki rle hîae bildirme diği için Kakkmda fazla btr ş«y bil. miyorınn. Bh- felsefe voijabüleri. Namdar Rahmİ'nİn kâtabmdnki tabîHl* «ka^ fanın iyi hh- disiplin almaaı, yatıİ birzat hayatm doj^urdugu mefhumİart kavraması» içîn faydalı ve nu^tepler C«vd«t Kerim Beyefetidiyot i<;În elzem bîr kitaptır. Evvelâ, fel İki kişi öldü on iki yokru Stmnmî duy^Umnıza taşefcfcür «- aefe tarihi «emşledîkçe, h»r gihı, muhtelif memleketlerde yeni bir ağar y a r a k n d ı KAZIM çok mekteplerin, ««»teklerîn e«k. akkide şehitİİkhrİnden BaySk l«rine illlve «dtidiğiai ve felsefe BuTM 17 (Ku*««t) — Dün « * c . tahirlerratn, tattlahlarınm zapled»tazimler Remmi lemiyecefe kadar çoi:aldıkhuruu «iiÇanakkale şehitliklerini nyarete rîiyoruz. Her büyük wUtefekkJr. ken­ giden heyet namına Cevdet Kerim di «îitemi etrafında, bîr çok «nooJopaırgıtİMHatufl^. tkt yolcu olrt&ş^ a - Bey Göleemal vapurundan, Reî»i jiamsı 1er, yeni kelİm«l«r îeat ediyor; cumhur H». ne şu telgrafı çekmiştir î étitr tlaraftan, aynî iahir, aynı tAtcR^meomİmr Gazİ Mttüafa Ke­ lah f«l«rf*i«, metafizikte, «»antıkta, mal HaxretUrineT bediiyatta, fİzİk ve it&h... i!e hal . WAMtàmamA nuuiTİtti Fcrít B«y. fam «lîlmde başka başka »»analar aU Anafarta'ler ónündey». Vatanı ilk dıgî giW, a* çok her «ıttelIJf ta bu def» kortardıgın «rtlann kelimeleri 1«mdi «isteminht kaltbma ; dofere yííkaelen oaaarlart BuTM 17 (Hımuî) — lUx« Ut!» - zm ÖBÜade T&V äbide« oWak yalwz gîfe* hírax dejfişth^yor. Böylece taa^İ ^«yeünizfe k«r« kat?sy»yız. YüV^ , birler ve »»tılahiar ço^aldıtı gibi. attk »evfc ve idarenle vatan» kttrtamk«n !her birerlerinin ilîn» şahelerin* ve mah teltf MÖellİf fere «»re «Idıi;. ıt«»n»î«r enuT ve kumandan aitrad» *»!v#, mcve da zewgmlesiyw, hatta hírWín» az m>^, K W m»h»ma^ BOMBIR MKI x«tx ^evİctleıine »oo«w minnet v« ^ nateeeden »»ef humlar halini »1»yor. F«l«4sfe tarlinnin k«mt»lıV ve raol«n»«mn «wtifc haJstìyana, d*. Ç»r»»k«iik»'A* Mikm ÎÎ^AK töecmn kanşık vakıalar» aruMnda »erb) C. i!. Ftrl-fSM iítwrsmi iàare he»eíi Ab«ttb«m V« Bwrwunt M m ^ a ££«»dolnfosa^a alışmam»^ imaenlam ve ieat/İökîer Ctfwííwíi reifi ^«»Kir. A)»«]b«m Ef«a«w>m «bK«rmt»|ı yeri «Srebîlmeleri v« hu »stil ah Cíx«ísí Karim «t« 500 lir» iMura iraİaBMttttftar. YATkaJahahi» «cinde yoîlann» şaş»rT»ACMcemcd vopanmda Cettd^ malan İçin bu tribi vokabm^rtet* p«k Kerim Bey^endiyeı R«L»IY«, Sı^âtim H»>>«K7«. Narodiar Rabtni hemen bÖtön eTtrWww» ve lú»leñmz« te^CKKÖ» Çm éttmytAa

ntnteSaamm bîr $ok

Bursa yolunda Eeci bîr kaza

€iAZÎ MUSTAFA KUS AL

»aı»lf ilim ve f«Tisef* «»©»leklerîle t»bá-ler5«j on «İti forWjÍí HER kitap


Şehitlerimizi Ziyaret

Çanakkale'ye giden heyet dün avdet etti. Çanakkale şehitlerini ziyaret etmek üzere perşembe akşamı Gülce­ mal vapuru ile hareket eden heyet dün sabah saat onda avdet etmiştir (dönmüştür). Bu seneki merasim, emsalinden (benzerlerinden) çok par­ lak olmuştur. Gülcemal rıhtımdan ayrıldıktan sonra hafif bir seyir (iler­ leme) ile Dolmabahçe'ye kadar çıkmış; Gazi Hazretlerini selamlamış; havaya renkli fişekler atılarak yola devam edilmiştir. Akbaş önünde bir konferans veren fırka (parti) vilayet idare heyeti azasından Ali Rıza Bey, bilhassa 18 Mart 1915 Amiral Drobek taarruzuna temas etmiş ve bu ta­ arruzda 316 düşman topuna karşı 93 Türk topunun müdafaada bulun­ duğunu; neticede düşmanın üç zırhlısının battığını; beş gemisinin harp harici kaldığını; kırk dört topunun iskat (kullanılmaz) edildiğini ve iki bin askerinin öldüğünü söyleyerek İngiliz resmî harp tarihinden bir sahife okunmuştur. Burada Kaymakam Mustafa Kemal Bey'in Anafartalar grubu kumandanlığına tayini dakikasından itibaren makus (kötü) Türk tarihinin değiştiği zikredilmektedir. Merasimin hitamını müteakip âli makamata (üst makama) tazimat (bağlılık) telgrafları çekilmiştir. Kâzım Paşa da şu cevabı yollamıştır. Cevdet Kerim Beyefendiye: Samimi duygularınıza teşekkür ederim efendim.

KÂZIM Çanakkale şehitliklerinde Büyük Reisimize tazimler

Çanakkale şehitliklerini ziyarete giden heyet namına Cevdet Kerim Bey Gülcemal vapurundan, Reisicumhur Hazretlerine şu telgrah çekmiştir:


172.YURDAKUL

YURDAKUL

Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Hazretlerine; Anafartalar önündeyiz. Vatanı ilk defa kurtardığm sırtlarm eteklerin­ den tepelerine doğru yükselen nazarlarmızm (bakışlarmızm) önünde Türk abidesi olarak yalnız asil şahsiyetinizle karşı karşıyayız. Yüksek sevk ve idarenle vatanı kurtarırken emir ve kumandan altında seve se­ ve can veren büyük şehitlerin huzurundan zat-ı devletlerine sonsuz minnet ve şükranlarımızın arzı ile bahtiyarız. C. H. Fırkası İstanbul İdare Heyeti ve Şehitlikler Cemiyeti Reisi Cevdet Kerim Büyük Atatürk o kara günleri tekrar hatırlatmadan ve yüzlerce şe­ hidin yakınlarının acılarını tazelememek için çok anlayışlı ve çok kısa şu telgrafı çekmişlerdir: Gülcemal vapurunda Cevdet Kerim Beyefendi'ye: Telgrafınıza ve hislerinize teşekkür ederim. Selamlar. GAZİ MUSTAFA KEMAL


Kuran'ın Tercümesi

(Hafız Yaşar Okuyan'dan) Hafız Saadettin Kaynak, Süleymaniye Camii Baş Müezzini Kemal, müzik okulu üyelerinden Öğretmen Zeki ve Nuri beyler, Sultan Selimli Rıza, Beylerbeyli Fahri 1932 yılı Ramazan ayında bir akşam Dolmabah­ çe Sarayı'na davet edildik. Bizleri Bolu Milletvekili Cemil Bey karşıladı ve Millî Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip Bey'e götürdü. Ben dâhil hiçbirimiz saraya ne için davet edildiğimizi bilmiyorduk. Hep beraber Ata'nm huzuruna çıkıp bir masanın etrafına oturduk. Ata­ türk, Cemil Sait Bey'in Kuran tercümesini getirttiler. Bizlerin tercüme konusunda tek tek fikirlerini aldıktan sonra, hemen hemen sabaha ka­ dar tartıştık. Daha sonra, ayağa kalkarak ceketlerinin önünü iliklediler. Kuran-ı Kerim'i ellerine alıp Fatiha süresinin Türkçe tercümesini açıp halka okuyormuş gibi ağır ağır okudular. Bu hareketleriyle, bizlerin, halka nasıl.hitap etmemiz gerektiğini göstermek istiyorlardı. Sonra Atatürk, "Sayın hafızlar, içinde bulunduğumuz bu kutsal ay içinde camilerde okuyacağınız mukabelelerin tamamını okuduktan sonra, Türkçe olarak da cemaate açıklayacaksınız. İncil de Arapça ya­ zılmış, sonradan bütün dillere tercüme edilmiştir. Bir İngiliz Incili'ni İngilizce, bir Alman Incili'ni Almanca okur. Herkes okunan mukabele­ lerin manasını anlarsa dinine daha çok bağlanır," dediler. Sonra yanındakilere, "Gazetelere haber verin, yarın camilerde oku­ nacak olan surelerin Türkçe tercümesi de okunacaktır," emrini verdiler. Ertesi gün gazeteler bu havadisi verince, etrafta şok etkisi yaptı.


Yerebatan Camifnde Türkçe Yasin Okunacak Dün de yazdığımız üzere, bugün, Ayasofya'daki Yerebatan Camii tarihi bir gün yaşayacaktır. Riyaset-i Cumhur mızıkası alaturka kısmı şefi Hafız Yaşar Bey cuma namazından sonra Yerebatan Camii'nde ev­ vela bir mevlit okuyacak, sonra Yasin suresinin Arapçasım ve Türkçe tercümesini kıraat edecektir (okuyacaktır). Bu tercüme çok güzel bir tarzda (şekilde) yapılmıştır. Türkçe Kuran okunacağı haberi halk arasında büyük bir alaka uyandırmıştır. Bugün Yerebatan Camii'nin çok kalabalık olacağı ve hal­ kın kendi öz dili ile okunacak Kuran-ı dinlemeye şitap edeceği (koşa­ cağı) muhakkaktır.

¥erebatan camisinde Türkçe Yasin okunacak Dün de y&zdığımız üzere, hu * gön, Ayasafya'daki Yerebatan camisi tarih! bir gün yaşıyacaklır. Riy&fteticumhuır mızıkası ala turka kısmı şefi Hafız Yaçar Bey cnma namazından sonra Yereba» tan camiinde evvelâ bir mevlit o» kuyacak, sonra Yasin suresinin a^rapçasmı ve türkçe tercümesini kıraat edecektir* Bu tercüme çok güzel bir tarzda yapılmıştır. Türkçe Kur'an okunacağı ba beri halk arasında büyük bir a» lâka uyandirmiftır. Bugün Yere­ batan camisinin çok kalabalık o» lacağt ve balkın k^mdi öz dili İle okunacak Kurbanı dinlemeğe şi* tap edeceği mubakkaktır.

Bt^gün Yerehatan camiinde iürkçe olömfti


Türkçe Kuran, Dün İlk Defa Okundu Halk, Yasin sinesini

hüyük

bir vecd ü heyecanla dinledi.

Kuran-ı Kerim'in Türkçe tercümesi dün ilk defa olarak Hafız Yaşar Bey tarafından çok beliğ (açık) ve müessir (tesirli) bir surette, Ayasofya'da Yerebatan Camii'nde okunmuştur. Matbuatın (basının) birkaç günden beri verdikleri haberler üzerine Yerebatan Camii halkın tehacümüne (hücumuna) maruz kalmıştır. Da­ ha sabahleyin saat onda cami dolmuştu. Küçücük caminin içinde kadın ve erkek büyük bir kalabalık vardı. Avluda ve sokakta birçok kimseler pencerelere tırmanmış içeriden gelecek sesleri işitmeye çalışıyorlardı.

T ü r k ç e kurban, d ü n , İlk defa okundu Halk^ Yasın suretini büyük bir vecdü heyecanla dinledfi

Sün mftz Yaşar Se}f Yermm dtmmnd« Mtrkçe Kur'm (Ot^küK: Upum ma^m ara$md4t TneVtuUirtmtsaan. doktor Re^t Oiüîp m JTtftç 4U S^utttr vor^). t


fİUmh»m ^

di! jıldı, I I D U ıM

leler

EYIZ!»

al etmedi arak »ktedil leîerle teyit ehlâî edecek hal leyiz, tamirata edtimesme müarp leî »ketine i karşı muzaaf Bu d« iffet va. »orçîarımısKdan t yapılmadıkça ç bir ?ey feda Müstakbel ne* ârîîk vazifesi > »onira beynci nda dun bir için bülün »ti )»a1 şartlarınm jftîne tâbi tut « rçları hakkında İtilâfları ikti » » intibak eltîr « ^Mtün müasakeun her ataman .remSplere bar« r.

5

h e r YERDE'

I

KURUŞTUR ^

J

D i n î bir i n k ı l â p : T ü r k ç e Kur'an Yarın Yeraltı camünde mevlit ve Kur'an okunacak Kur*anm türkçeye müteaddit ve çok dikkatli tercümeleri yapılmış oldu^u malûmdur- Dîn kitabı Türfi;*ler arasmda dahî kendi oz dillerinde yazılmış ve basılmış bulunuyor. Eskiden bazı Kurban kitaplannm kenarlarında türkçe tercümeleri de yazılı îdi. Şimdiki vaziyet bütün met* nîn yalmz türkçe tercüme olarak tabı ve neşredilmesinden ibarettir. Bu va» ziyetî pek tabiî olarak Kur'anın türfe. çe olarak okunması ve hatta ibadet» terimizde din kitabımızm kendi dili­ mizdeki îfadeaînin kullanılması takip edecektir. Müterakki milletlerin kaffesi bu yoldan yürümüşler ve bu safhalar • dan geçmişlerdir.. Mesela İncilin ter­ cüme olunmadığı hiç bir dil yoktur. Hatla bizim türkçeden gAyn dil bifmîyen Anadolu Hıristiyan ortodoks»lan ibadetlerini türkçeye tercüme olunmuş tncîl ile yaparlardı. Hakikat' te bundan daha tabii bir şey olamaz. İnsanların itikada müstenit ibadet lerini kendi dillerinde yapmamaları bilâkis anlaştimıyacak bir şeydir. Din kitabımızın türkçeye tereSme edilmemiş olması ve ibadetlerin oz dilimizle yapılmaması cehalet ve taa«aup devirlerinin manasız ve batta muzır bîr dalâleti îdi. Gazi İnkılâp, lart mînet« bu yolda dahi nurin bîr şahrab açmıştır.

Bunéari scmrıı Küt^aıün terkçe oUtiSk oieurması ffîbi hütfûk hir irtkOâba 3ahi6 Silacak comflcriwtteden: Ayasofya'nm' danm mamartm Mevlidin Süleyman Çelebi tara • ìfìadan Türk lisantle tertip olunan e» serden okunması ne kadar boçtur. Mevlitten zevk almkahgımtz onun ö« düimizde ta|r«nnt olunan ruhani bir ( MtCbaài 6 trtct sahifede

)

vasîîyetİ» ecnebi mtas bir vazîyet aiîîî ikibadİyal dbtrler almak

Samsun Heykeli Heykeîtraş M. Krippel'in en güzel


Dini Bir İnkılap: Türkçe Kuran

Yarın Yeraltı Camii'nde mevlit ve Kuran okunacak. Kuran'm Türkçeye müteaddit (birçok defa) ve çok dikkatli tercü­ meleri yapılmış olduğu malumdur (bilinmektedir). Din kitabı Türkler arasında dahi kendi öz dillerinde yazılmış ve basılmış bulunuyor. Eskiden bazı Kuran kitaplarının kenarlarında Türkçe tercümeleri de yazılı idi. Şimdiki vaziyet bütün metnin yalnız Türkçe tercüme ola­ rak tabı (basılması) ve neşredilmesinden ibarettir. Bu vaziyeti pek tabii olarak Kuran'm Türkçe olarak okunması ve hatta ibadetlerimizde din kitabımızın kendi dilimizdeki ifadesinin kullanılması takip edecektir. Müterakki (ilerlemiş) milletlerin kâffesi (hepsi) bu yoldan yürü­ müşler ve bu safhalardan (devrelerden) geçmişlerdir. Mesela İncil'in tercüme olunmadığı hiçbir dil yoktur. Hatta bizim Türkçeden gayrı dil bilmeyen Anadolu Hıristiyan Ortodoksları ibadetlerini Türkçeye tercü­ me olunmuş İncil ile yaparlardı. Hakikatte bundan daha tabii bir şey olamaz. İnsanların itikada müstenit (inanışa dayanan) ibadetlerini ken­ di dillerinde yapmamaları bilakis anlaşılmayacak bir şeydir. Din kitabımızın Türkçeye tercüme edilmemiş olması ve ibadetle­ rin öz dilimizle yapılmaması cehalet ve taassup devirlerinin manasız ve hatta muzır bir dalaletiydi. Gazi inkılapları millete bu yolda dahi nurlu bir şah-rah (ufuk) açmıştır. Mevlitin Süleyman Çelebi tarafından Türk lisanıyla tertip olunan eserden okunması ne kadar hoştur.


ilk Türkçe Hutbe Dûn Okundu= SüIe3nnamyeMe tükçe hutbe Harp devam e Cami lebalep dolmuşto^hutbe okunur­ Japon'lar Çap^gr*! böoıl» ken bir taraftan da tekbir almıyordu yor>JDevletW l»r teşd^b Dun bülün camile kmcaKmc dolmuş, halk türkce Kur'an dinle

Samt »

dm W»9 •

Ğa^ta'dakî y«mgmda hin kân yandı, d ^ ı # r yt

TütîınctHügümüzÜRttkfave inkişafı

Tütün kongresi dün son liçtimaını yaparak dağıldı Hükümetçe tetkik edilmek üzere temenni mahiyelmde kararkr veıildi Tütüneüîük Banka»!

EtrvdU «««• MİmlM Uf«ı

«

Reıucurnkor Hz.

HM

bir ««U«t «mim «fa.

Tayyarecilik âi Dün Acsro kulüpte haşlad

,«1rf..*»<»..&<mîr* «c<t...,:. !k«c«t

tayyareci Nuri Bey


îlk Türkçe Hutbe Dün Okundu

Süleymaniye'de Türkçe Hutbe Cami lebalep dolmuştu, hutbe okunurken bir taraftan da tekbir almıyordu. Dun bütün camiler hmcahmç dolmuş, halk Türkçe Kuran dinle­ miştir. Dün Ramazan'm son cuması olduğu için camiler her günkünden daha kalabalıktı. Bu ramazan halkın Türkçe Kuran a karşı gösterdiği büyük alaka ve tezahürü (ilgi göstermesi) yüzünden mabetlerimizde hasıl (meydana gelen) olan izdiham (kalabalık) dünkü cuma namazın­ da Ayasofya'da, Beyazıt, Fatih, Süleymaniye gibi camilerimizde en aza­ mi şeklini almış bulunuyordu. Bilhassa Süleymaniye Camii nde sesinin güzelliği ile de maruf (ta­ nınan) Hafız Sadettin Bey tarafından Türkçe hutbe okunacağını haber alanlar cuma namazından çok evvel camiyi doldurmuşlardır. Namaz saati geldiği zaman izdiham (kalabahk) öyle bir hâl almıştı ki, camiye namaz kılmak için girenlerin hatta kıpırdamalarına imkân kalmamış ve yüzlerce kişi içeri giremeyerek avluda kalmışlar.

Bu gazete sayfası dikkatle incelenecek olursa Atatürk'ün din konu­ suna ne kadar önem verdiği hemen anlaşılmaktadır. Gazete, tam sayfa olarak 6 sütunda, hutbenin Türkçe okunduğunu yazmakta, buna karşı Atatürk'ün bürolarındaki çalışmalarını ise en ak sırada tek bir sütunda kısa bir bilgi olarak vermektedir.


Kuran Tercümesinin İlk Defa Camide Okunması

(Hafız Yaşar Okuyan'dan) Ben Ata'nm emri ile o cuma günü, Yerebatan Camii'nde Yasin su­ resini, önce Arapça, sonra da Türkçe olarak okuyacaktım. Cuma gü­ nü camiye gittiğimde çok büyük bir kalabalıkla karşılaştım. Halk yol­ lara taşmış ve trafik durmuştu. Polislerin yardımıyla camiye girebil­ dim. İçeride, iğne atılsa yere düşmeyecek kadar kalabalık vardı. Gaze­ teciler ve fotoğrafçılar da içeriye dolmuştu. Sonradan, Gaziantep Mil­ letvekili Kılıç Ali Bey ve Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip Bey de geldiler. Namazdan sonra zorlukla kürsüye çıkıp Yasin suresini, önce Arap­ ça, sonra da tercümeden Türkçe olarak okudum. Cemaat bunu çıt çıkarmadan dinlemiş ve pek duygulanmıştı. So­ nunda da, "Ulu Tanrım. Bu okuduğum Yasin'in sevabını, önce, Hazreti Muhammet Efendimizin aziz ruhlarına ulaştır; sonra da Türkiye Cumhuriyeti'ni devamlı kıl ve muhafaza et. Vatan için ölen şehitlerimi­ zin ruhlarını şad eyle. Topraklarımıza huzur, bol bereket ve refahlık eyle," diye uzun bir dua yapıp, "Amin!" diyerek bitirdim. Aynı akşam Atatürk beni emrettiler ve yanlarına gittim. "Halk dualarınızdan çok memnun olmuş ve çok ilgi göstermiş. Fa­ kat cami küçük olduğu için pek çok kişi dışarıda kalmış. Bu duayı da­ ha büyük olan Sultanahmet Camii'nde yapalım," dediler.


Biz de bir hafta sonraki cuma günü Sukan Ahmet Camii'nde yine önce Arapça sonra da Türkçe olarak Kuran'ımızı okuduk. Halk bu açıklamalı okumalarımıza fevkalade çok ilgi göstermiş ko­ ca caminin içini ve dışını hıncahınç doldurmuştu. Yapılan uygulama­ lardan çok memnun oldukları her hallerinden belli oluyordu.


Radyo ile Yajmılanan Dünyadaki İlk Mevlit

(Hafız Yaşar Okuyan'dan) Sukanahmet Camii'ndeki büyük ilgiden birkaç gün sonra Atatürk beni çağırtıp, "Sukanahmet Camii"ndeki dinî merasim çok güzel olmuş ve halk da çok ilgi göstermiş. Bunu daha büyük bir camide yapıp (rad­ yo ile) bütün ülkeye dinletelim, ne dersiniz?" dediler. "Emredersiniz Paşam." dedim. Hemen emir verip hazırhkları başlattı. Ben de 1932 yıh Ramazanın 26. Kadir gecesi olan gecede, o zaman cami olan Ayasofya'da yapılacak mevlit için hazırhklara başladım. Altı kişilik hafızlar grubunu. Hafız Yaşar Okuyan, Hafız Burhan, Beşiktaşlı Hafız Rıza, Beylerbeyi Hafız Fahri, Muallim Hafız Nuri, Sukan Selimli Rıza olarak seçtim. Ayrıca, yirmi hafız daha seçerek kadroyu tamamla­ dım. O gün, akşam namazından sonra camide okunup radyo ile yayın­ lanacak mevlit nedeniyle, cami içinde ve dışında mahşeri bir kalabalık vardı. Bu mevlit, islam âleminde ilk defa radyo ile yayınlanacaktı. Teravi namazından sonra ilahî ve ayin-i şerif okundu. Caminin, her tarahna hoparlörler konulduğu"için, bu dinî ses, herkesi ürpertecek yükseklikte, cami içine ve dışına yayılıyordu. Hele, yirmi hafızın okuduğu mevlit pek mükemmel olmuş, halk âdeta bu coşkulu ve yüksek sesle kendinden geçmiş, âdeta sarhoş ol­ muşlardı.


Atatürk bu mükemmel mevlidi radyoları başında dinlemiş ve bü­ tün hafızları ertesi akşam iftar yemeğine davet etmişlerdi. Ertesi gün bütün hafızlar toplanıp Dolmabahçe Sarayı'na gittik. Sarayın üst katında mükemmel bir iftar sofrası hazırlanmıştı. Atatürk de bizlerle beraber sofraya oturdular. Birlikte yemek yedik. Paşa bütün hafızlara teker teker iltifatta bulundular. Sonra da, "Dünkü dinî merasimi ben de radyodan dinledim. Fevkalade memnun oldum. Hepiniz ayrı ayrı büyük başarı gösterdiniz, teşekkür ederim," buyurdular. Yemek bitince bütün hahzlara tek tek Kuran okutup dinlediler. Sonra hafızları baş yaverin odasına götürdüm. Her birine ayrı ayrı zarflara konulmuş yirmişer lira para verildi ve geç saatlerde otomobil­ lerle evlerimize gönderildik.


Sabah m ataUtlnüş

.

Tayyare şehitleri

İçin

hükûmetiniıi' Türkçe Kur an okunan jlİraıı (Resmî teUiğî camiler dolup taşıyor!

dmd»în htâtin* Dün d e bir çok camilerde güzel sesfi n tu«$*t V«bni. hafızlar türkçe Kıir'an

okudulaur

Kmr« lf»«mmıxs

RAAA P A R ^

VER%OR

,<U«İ MtMtaf* IU«*I H«. » k 9ıık iHfckakkmdm KM!«d<k}«l kud«r(

k| t«lı«lia!n İt»». >!rİM I*slMt »d*!! . (fnn1hı|ıı Tttrk miüct kKk^MMtİ tmfndkiı b r a mülot v* lıakft.

m umntal m*n 4tl«a bu huytrU

Ifiiİm Tlhkfy* ««VKIT* V«k»} 1 iT«ffik JRİMa««r*f«ttdİ ]RM U t . l | k M dca&û « İ r * ^ «ttikNa »• [^^k*)«tk» MI*Ura« {kl waı««a

%rwi hir Uiblr> I ««Bİttn m «ok

4lrm*k tiMksadO* UM .m&ukW

«ûufaıki d«ttkık

krİ* ktdımdıdrt*» ««ar» İr»» £kı j tMOrm «nuRui»» kndtrt k»ihaw^

«MblÜM BiOte«litk MmtU»m htSi 00 Hafit Zfüet, OıtneUl Sabatai eanMH*^toM Safu mBMum. JMyttnOr.» 4 ^ w««md» ^

•T» t*»«m«a t«-

ILK Mu aiuntk Rly»«rtîcı«NIMIR « s KEI)tr«H «I»TWRK* ştti Y«f«r Bvy la> RTTFMDıUT O K M M tOrkv* Ktır'ANM halk »»UMDITTTYKB<IıRDı«T«Uk« T« t«»}râ«nua«tm«kt«İir.

ı TIS«RTN(!« IBTI •

Kafiz BurhaR Beyin mukabelssl

NJ«N tatkîk «dil» ««, t«ı>Icltt«r r««

>m (mmm <İ«fra

Türkçe «ırdbrde Tm»lme liatası yoklar Tftrks« K«r'M «MVR»» . aMt

»U« »DBHR «d«kn«e<&

' lU»t«ı»l«7k!k!aı«n!dk»tİaM ,^ttaAf»kt«da«i,tir.

K«!K fc«ı» «AL«r{IM, («kacB» «derde sO»*! «4MH U » K<AU» dUi Q* «KODOKIMI %ft bttttmd» kss

tâa$mfK

*ftxttr!ı>n(uı r«|kir. Diftvr «^KCT > HNOTLN LTT«<}III

ııltıltt» ««i»}fa)«.

dbi tfirkç» oUnOt «kıtmuftar.

KmatnİBİ» tOrkt* Kar*«> «kuya. «»jnn KakM- «Un kalk c«mK «ük<m> d«n «toIdanmtşUr» kürfik bîr k>ia . k«l>KU3BTSI<

imnn, 4*k ^ t««{x ciymım» kaurn . }«NB t«|kn «ttiİİ cSrttlmfiftar. H«Fı« B l h W B«T EifSrkM. «Bre. «îoi tark«« oUrdk I» |«küâ« «kat .

MÜICTT OIKTKIC tur-

S«ıa* nmkakO TBH(f]r« MI-

»ureJerde, I>*sılannra a»fi dÜİ »t!>l. k«l khA»{ klf ««««fiM* »nı«1d«n Ur KMMMM W * KIRSK* vSetMfat m«r»r« KakSı «MtkUdtır. Motdttdttttft dotîr-^. 8« cfttei v« t«M{< esc» yaad« «î«r »wtUk«- » r k a m mûtUnUU» kk itiUf lenx» «dS » e TM>ktn»d* de^S, <ı>icl» fc«» »İftk. tkf k^kteiMâıı mfiaymlSa kdkader ddb« tSrk«d^.

nadtfmm

Ei«fc

mmifm

-

- lâ-

k«IS»« xid«r«lc kttdnt te«İ«ın««

«auk«^

Darülaceze gezildi Himaye komitesi azası dün teikScat

CMT »II««« . pt! hu OMITÜ ît-

d«iif{kmt ei-.

yaptılar, ihtr^çhn öğrendiler

W IK IK»»MT. Ik»t«t y» !»D«{ I«R£R.


Türkçe Kuran Okunan Camiler Dolup Taşıyor!

Dün de birçok camilerde güzel sesli hafızlar Türkçe Kuran okudular. Hafız Burhan Bey'in mukabelesi. İlk defa olarak Riyaseticumhur Orkestrası Alaturka Şefi Yaşar Bey tarafından okunan Türkçe Kuran'm halk arasında uyandırdığı alaka ve tesir devam etmektedir. Dün de şehrimizin büyük küçük muhteUf camilerinde muktedir hahzlar tarafından Türkçe Kuran okunmuştur. Bu meyanda Hafız Burhan Bey, Kabataş Camii'nde "el-Furkan" su­ resini Türkçe olarak okumuştur. Hafız Burhan Bey, Davutpaşa sultanisinden mezundur. Bir zaman­ lar Mabeyn mızıkasında bulunmuştur. Sesi çok güzeldir. Kendisinin Türkçe Kuran okuyacağını haber alan halk camiyi er­ kenden doldurmuşlar, büyük bir kalabalık da mukabeleyi kapıdan ve pencerelerden dinlemeye mecbur kalmışlardır. Cemaat arasında ekseriyeti kadınların, şık ve temiz giyinmiş ha­ nımların teşkil ettiği görülmüştür.


mmmsi mm •»

mn

Cumhuriyet B ı ı g U n F a t i h CamMûm

İkindi E z a n ı T ü r i c ç s

Türkçe Kur'anla mukabele on binlerce halk Sulta eaiBİine hııtcalııııç doİMiiştii!

Kadbfi erkek iiahmet

OkusMuak'ı

ı/da harp bM**'

Fakkt ha i » » ^ V» hSgş «««sıdb

Nasılmgcadele ediyc

**Yıldi2;„ koridorlannda hafif fırtına var!..

|&fu!g«r v« Arnavut'larla Strp heyetleri i « r a ^ mitoakaçabr olacak

f25

^ ^ ^ ^

jJ^r^fTİSt^-Sll


Bugün Fatih Camii'nde İkindi Ezanı Türkçe Okunacak

Türkçe Kııran'la Mııkabele Kadın erkek on binlerce halk Sultanahmet Camii'ne hmcahmç dolmuştu! Kadir gecesi için şimdiden hazırlıklar yapdıyor. Dün Sultanahmet Camii bir asırdan beri görmediği kalabahğa ve din inkılabının emsalsiz (benzeri olmayan) bir tezahürüne (gösterisine) sahne oldu. On binlerce halk daha sabahleyin saat dokuzdan itibaren muazzam ibadetgâha (camiye) dolmaya başlamıştı. Kadın, erkek, çocuk hatta gayrimüslim birçok vatandaşlar da fevc fevc (grup grup) camiye doluyorlardı. Sultanahmet Camii bundan yüz sene evvel şahit olduğu yeniçeri inkılabından sonra Türk tarihinde Türklerle beraber bütün dünya Müslüman Türklüğünü alakadar eden daha muazzam bir inkıla­ ba sahne oluyordu. Caminin içerisi dolduktan sonra müezzin mahhlleri kubbelerin yanlarındaki kayyum yolları caminin minber, mihrap, kürsü ve bütün insan alabilen yerleri hep dolmuştur. Altı minarenin on sekiz şerefesinden semaya doğru yükselen ezan sesleri namaz vaktini ilan etti. Halk huşu ile cumayı kıldı. İmam efendi hutbede Türkçe olarak çok behğ bir hutbe irad (oku­ du) etti. Binlerce halk Allah'ın huzurunda cuma ibadetlerini yaptılar. Nihayet sıra hafızlara geldi.

Bu gazete de incelendiğinde görülür ki, ezan ve Kuran 6 sütun ha­ linde ve tam sayfa olarak yazılmakta, 'Atatürk'ün ziyaretlerine ise tek sütun olarak alt sıralarda kısacık yer verilmektedir.


«as «lyj

Cymhuriyit

mim

->»

7 0 Bin Kişinin İştirak Ettiği Dinî Rflerasim Dün g e c e  y a s o f y a Caoîii şiındliye k a d a r tariMm Devletler Japonya ire kaydetmediği e m s a k i z d İ B Î te;zahiirata s a h n e oldj Çîn'esîdhtdyif ettiler |8lr Kaar ge«e«

Ayasofya'da 40 bin kîşî vardb

Camiye sığamıyan 30 bin kişilik bîr halk kütlesi meydanlan doldıımıııştuı


70 Bin Kişinin İştirak Ettiği Dinî Merasim Dün gece Ayasofya Camii şimdiye kadar tarihin kaydetmediği emsakiz dinî tezahürata sahne oldu. Ayasofya'da 40 bin kişi vardı. Camiye sığmayan 30 bin kişilik bir halk kütlesi meydanlan dol­ durmuştu. Namaz kılınırken secde edilemiyordu, Türkçe tekbir, haUa ağlatı­ yor, amin sadalan asumana (göklere) yükseliyordu... Dün gece Ayasofya Camii'nde toplanan elli bine yakm kadm, erkek, Türk Müslümanlar, on üç asırdan beri ilk defa olarak Tannlarma kendi lisanları ile ibadet ettiler... Kalplerinden, vicdanlarından kopan en sami­ mi, en sıcak muhabbet ve ananeleri ile Tanrılarından mağfiret dilediler... Ulu Tann'mn Ulu adını, semaları titreten vecd ve huşu ile dolu olarak tekbir ederken, her ağızdan çıkan bir tek ses vardı... Bu ses Türk dünyasının Tann'sma kendi bilgisi ile taptığını anlatıyordu... Bir ihtiyar annenin gözlerinden çağlayan (akan), bir genç delikan­ lının kirpiklerinde titrer gibi parlayan ve kalp kaynağından kopup ge­ len sevinç ve huşu (heyecan) ifade eden yaşlar bütün bu samimi teza­ hüratın (görünenlerin) çok kıymetli birer ifadesiydi. Ayasofya Camii daha gündüzden saat dörtten itibaren dolmaya başlamıştı. Mihrabın bulunduğu hattan da son cemaat yerine kadar ca­ minin içinde iğne atılsa yere düşmeyecek derecede insan vardı. Kadın erkek hep bir arada idi. Herkes birbirine müşfik (sevecen) bir lisan ile muamele ediyor, yer olmadığı halde çekilerek yer vermeye çalışıyor. Bu mukaddes gecenin ruhaniyetinden (ruhlara ait olan) istifade etmek için koşup gelen herkes en ufak hareketlerinde büyük bir samimiyet ile meşbu (dolu) bulunuyordu.


Yatsı namazı yaklaşmıştı. Ayasofya artık dışandaki kapılarına va­ rıncaya kadar insanla dolmuştu. Ve bütün kapılar kapanmış ve binlerce halk dışarıda kalmıştı. Yalnız caminin içinde kırk bin kişi vardı. Dışarı­ daki avluda, şadırvanın bulunduğu meydanda da binlerce halk birik­ mişti. İçeride ve dışarıda olmak üzere yetmiş bin kişi bu yirmi asırlık ibadetgahı (ibadet edilen yeri) ihata etınişti (doldurmuştu). Ezan okundu... Otuz güzel sesh hafızın iştirak ettiği bir mezin (müezzin) heyeti ile teravi kılındı; halk o kadar mütekâsif (sıkışık) bir hâlde idi ki, herkes birbirinin arkasına, ayaklarının arasına, hatta neresi rast gelirse secde ediyordu... Bir kısım halk da ayakta veya oturduğu halde namaz kılıyordu. Teravi biter bitmez caminin içinde emsali (benzeri) görülmemiş bir uğultu başladı. Bu ne bir nehir uğultusuna, ne bir gök gürlemesine, ne de başka bir şeye benziyordu. Herkes ellerini semaya kaldırmış, dua ediyordu. Bu uğultu birkaç dakika devam etti. Müteakiben otuz güzel sesh hafız hep bir ağızdan tekbir almaya başladılar: Tanrı uludur Tanrı uludur TanrTdan başka Tanrı yoktur Tanrı uludur Tanrı uludur Hamt ona mahsustur. Bu Türkçe tekbir Ayasofya Camiini yerinden sarsıyordu. Halk da bu seslere iştirak ediyordu. Tekbir hitam (son) buldu. Hafız Yaşar Bey tarafından mevlid-i şerif okunmaya başlandı. MevUt en güzel sesli hafız tarafından okundu. Her bahis arasında Türkçe tekbir getiriliyordu. Peygamberimizin doğduğunu anlatan mısra okunmaya başlandı. Geldi bir ak kuş kanadıyla

revan...

Kırk bin kişi ayağa kalkmıştı Kırk bin kişi salavat getirdi. Kırk bin kişi Türkçe tekbir aldı. Kırk bin kişi heyecan duydu... Hafız beylerin lahutî sesleri bilhassa Hafız Kemal ve Hafız Burhan


Beylerin, bu binlerce senelik Tanrı ibadetgâhım velveleye veren sesleri Ayasofya'nm muazzam kubbesinden etrafa dağılıyor... Bütün kalpleri yeni yeni heyecanlarla dolduruyordu. Mevlitten sonra Hafız Yaşar Bey Türkçe Kurana başladı... Tebareke suresini okudu. Müteakiben Hafız Rıza, Hafız Seyit, Hafız Kemal, Burhan, Fethi, Turhan Beylerle otuz hafız hep birer birer muhteUf ma­ kamlardan Türkçe Kuran okudular. Her sureden sonra Türkçe tekbir almıyordu... Nihayet saat onda dinî merasim nihayet bulmuştu. Hafız İsmail Hakkı Bey tarafından Türkçe çok beliğ bir dua okundu. Bunu müteakip Hafız Yaşar Bey de gene Türkçe bir dua okudu. Duanın son­ larında Hafız Yaşar Bey, "Millet hâkimiyetinin teceUigâhı olan Türkiye Cumhuriyeti'ni ilelebet payidar eyle Yarabbi. Ulu Gazimiz Mustafa Ke­ mal Hazretleri'nin vücudunu sıhhatte daim eyle Yarabbi!" diyerek dua ederken gene kırk bin kişi hep bir ağızdan ve candan gönülden, "Amin!" diyorlardı... Dua bitti... Gene hafız beyler Türkçe tekbir aldı­ lar... Ve ibadet nihayet buldu. Ayasofya'daki bu merasim-i diniye (dinî töreni) radyo vasıtası ile İstanbul ve Türkiye'nin her tarafında, bütün dünyada dinlenmişti. Ev­ lerde bile hususi içtimalarda (toplantılarda) mevhd-i şerif dinlenirken herkes huzur ve huşu ile zevk ve heyecanla dinliyorlar ve camideki me­ rasime (törene) iştirak ediyorlardı. Ayasofya'da yer bulamayıp da bu dinî ihtifali (töreni) yakından gö­ remeyenler, şehrin muhtehf mahallerine (değişik yerlerine) konulan hususi (özel) radyolardan merasimi (töreni) takip etmişlerdir. Radyosu bulunan gazino ve kıraathaneler de hmcahmç dolmuş halk bu suretle dinî ihtifali (töreni) dinleyebilmiştir.

Bu akı sütunluk gazete manşetinden de, din konusuna Atanın ne kadar önem verdiği ortadadır. Kendi ziyaretleri ah sıralarda kısacık ve tek sütun hâlinde verilmiştir.


Dinî Ayinin Ankara'da Husule Getirdiği Tesir

Bu akşam Ayasofya Camii'nde yapılan büyük ihtifal (dinî tören) Ankara'nın her tarafında ehemmiyetle takip olunmuştur. Hemen her radyonun etrafında büyük bir kalabalık toplanmış ve mevlid-i şerifi, Türkçe Kuran surelerini derin bir tahassüsle (duyguyla) dinlemiştir. Bilhassa Gazi heykelinin duvarındaki büyük radyonun önünde muaz­ zam bir kalabalık toplanarak, yağmakta olan kara rağmen analisanlarıyla yapılmakta olan bu ilahî hitabeyi saatlerce dinlemiştir. Anadolu'nun her tarafından alman haberler, ahalimizin kemal-i te­ halükle (ciddiyetle) şurada burada bulunan radyoların etrafına toplan­ dıklarını bildirmektedir. Ajans (haber merkezi) bu büyük hadiseyi (olayı) daha evvelden Avrupa'nın her tarafına telgrafla bildirmiş olduğu için, ecnebi (yabancı) memleketlerin pek çoğunda da hadisenin ciddi bir alaka uyandırdığı tahmin edilmektedir.


Onuncu Yıl Balosu

(Melek Arıburun Tekçe'den) 1933 yılında kutlanacak olan Cumhuriyet Bayramı, Cumhuriyet'in ilanının onuncu yılı olması nedeniyle çok büyük hazırlıklarla kutlan­ maya çalışılıyordu. Büyük Atatürk, dönüşü olmayan bir yönetim şeklinin hem ülke içinde hem ülke dışında kabul edildiğini kanıtlamak amacıyla büyük kutlama hazırlıkları yaptırıyorlardı. Her şehir ve kasabaya, hatta köylere bile zafer taklan yaptırılıyor; resimler ve bayraklarla bu idare şeklinin, artık her Türk vatandaşının benimseyip sevdiği bir yönetim şekh olduğu anlatılmaya çahşıhyordu. Büyük ikramiyeli piyangolar ve her türlü spor faaliyetleri için hazırhklar yapılıyor, spor faaliyetlerinin her vilayette, hatta kasabalarda bile tertip edilmesi isteniyordu. Cumhuriyet Bayramı kutlamaları için birçok devletten heyetler gelmişti. Bu arada Rusya, Mareşal Voroşilof başkanhğmda çok geniş bir heyetle bayrama iştirak etmekte idi. Nihayet Cumhuriyet Bayramı günü geldi. Hakikaten kutlamalar çok görkemh olmuş, marşlarla, söylevlerle, fener alaylarıyla bayramı kutlamıştık. Aynı akşam Ankara Palas'taki baloya davetliydik. Yapılacak bu ba­ lo için herkes elbiseler diktirmeye aylar önce başlamıştı.


Ben de bu hazırlıklar içinde kendime güzel bir elbise diktirip kıya­ fetimi aylar önceden hazırlamıştım. O gece onu giyip Ankara Palas'taki baloya gittim. Voroşilof da yanındaki kurmaylarıyla o baloya gelmişlerdi. Ben de Dil Tarih Fakültesi'nde Fransızca öğrenmiş ve pek genç bir paşa hanı­ mı idim. Kocam da Atatürk'ün Koruma Alay Kumandanı İsmail Hakkı Tekçe Paşa olduğu için pek rahattım. Rus subaylarıyla konuşuyor, on­ lara bazı şeyler anlatıyordum. Genç Rus kurmay subayları da benim et­ rafımı sarmışlar ve benimle konuşuyorlardı. Bir ara Atatürk'ün yaveri Şinasi Bey yanıma gelerek bana, "Efen­ dim, sizi dansa kaldıracağım. Atatürk böyle emrettiler," dedi. Ben de tabii bu emre uyarak konuşmayı kestim ve Şinasi Bey'le dans etmeye başladım. Pistte bir iki döndükten sonra Ata'nm masasına yaklaştık. Şi­ nasi Bey, "Ata'nm masasında oturacaksınız. Bunu Atatürk emrettiler," deyip beni Atatürk'ün arkadaşlarıyla oturduğu masasına oturttu. Tabii ben de sessizce Atatürk'ün masasına, süklüm püklüm oturdum. Bir da­ ha da yerimden kalkamadım. Büyük Atatürk, o heyecan ve coşku arasında bile bizleri kontrol etmiş ve Rus subaylarıyla konuşurken ağzımdan bir şey kaçırır, bir pot kırarım korkusuyla benim onlarla daha fazla konuşmama engel olmuş­ lardı.


Sırp Kralının Ziyareti

(Melek Arıburun Tekçe'den) Sırp Kralı Alexandre ve Kraliçe Mari, 1933 yılında Türkiye'yi ziya­ rete gelecekti. Atatürk ve koruma kıtasından bir grupla bizler bu ne­ denle İstanbul'daydık. Kral Dolmabahçe'ye motorla gelecek ve Atatürk de onu rıhtımda karşılayacaklardı. Biz bu karşılama törenini iyice görmek için sarayın üst katındaki rıhtıma bakan odalarına yerleşmiştik. Oradan üç beş met­ re mesafeden motorun yanaşacağı rıhtım iyice görülüyordu. Az sonra motor uzaktan göründü. Atatürk de sarayın bahçesine çı­ kıp rıhtıma yaklaştı. Motor rıhtıma yaklaşıp, rıhtıma bağlanınca kral rıhtıma çıkmak için motordan çıkarken, Atatürk elini uzattı. Kralın bir anda Ata'nm yüzünü süzdüğünü, bir küçülme ve eziklik hissettiğini hepimiz fark ettik. Ah bu çok kısa, bir anlık zamanı, fotoğrafla, filmle tespit edip o durumu göstermek mıümkün olsa, ne fevkalade bir olay olurdu. Bir toplantıda, kadınlı erkekli birçok kimse ile beraber Ata'nm ma­ sasında oturuyorduk. Saygısız bir hanım, bacak bacak üstüne atarak bir sigara yakıp içmeye başladı. Atatürk bunu önce görmezlikten geldi. Fakat hanımın pervasız bir şekilde sigarasını içmeye devam etmesi kar-


şısmda, Atatürk hepimizin ve hanımm duyacağı bir şekilde, "Ne olursa olsun bir Türk hanımının bacak bacak üzerine atarak sigara içmesini, ben hanımefendihğine yakıştıramıyorum," demiş ve hanımı yerin dibi­ ne sokmuşlardı.


Aüf Be/e Ait İki Haûra

(Halil Nuri Yurdakul'dan) Atatürk'le çalışan ve Kurtuluş Harbi'nde büyük yararlıklar göste­ ren komutanlara bazı isimler takılmıştı. Mesela: Ayıcı Arif, Deli Halit, Giritli Atıf gibi... Atıf Bey, Atatürk'ten yaşça küçük olmakla beraber onu, askerî okullardan beri tanıyan ve onu sevip sayan bir kişiydi. İri yarı, sözünü hiç kimseden esirgemeyen, atılgan, cesur, mert, çok dürüst ve çalışkan bir kimse olarak tanınırdı. Söylenecek her şeyi hiç sakınmadan herke­ sin yüzüne söyler, yapılacak işleri de gece gündüz herkesi çalıştırarak yaptırırdı. İnönü harplerinden sonra bir sebep bulunup emekli edilmişti. Atatürk'e İzmir'de düzenlenen başarısız suikasti araştırmak için kurulan mahkeme heyeti, birçok kimseyi emniyete çağırmış ve ifadele­ rini almıştı. Bu arada Kâzım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa bile ifade için emniyete gitmişlerdi. Bu davranışların Atatürk'ün en yakm arkadaşlarıyla onun arasını açmaya yönelik maksath davranışlar olduğu daima söylenmiştir. Yapılan birçok tevkifler arasında Atıf Bey de İzmit'te gözakma alın­ mış ve emniyete götürülmek istenmişti. İfadesini almak ve bazı şeyler öğrenmek için Atıf Bey'e sual sorul­ duğunda Atıf Bey, "Bana bakın. Benim öyle dalavereli işlere aklım er-


mez. Eğer ben Atatürk'ün ölmesi gerektiğine inanırsam kimseye alet ol­ mam. Çeker tabancamı onu alnından vururum. Bunu Atatürk de çok iyi bilir. Eğer isterseniz kendisine sorun. Bunun aksini söylerse idam dahil ne cezam varsa çekmeye razıyım. Bunu böylece Gazi Paşa'ya ile­ tin," demiştir. Böyle bir cevap emniyet mensuplarını çok tatmin etmiş olmalı ki. Atıf Bey ertesi gün serbest bırakılmış ve bir daha da bu konu için hiç aranmamıştır. Atıf Bey emekli olduktan sonra.Mersin'e gidip yerleşmiş ve hiçbir şeye de karışmamıştır. Tabii ki bu ve buna benzer olaylar nedeniyle kırgındır. Atatürk, yurtiçi gezilerinde gittiği her yerde, özellikle Kurtuluş Harbi öncesi ve sonraki yıllarda yakınlıklarını ve yardımlarını gördüğü kimseleri aratır. Buldurur ve eski günleri anarak onları unutmadığını gösterirmiş. Mersin'e yaptıkları bir seyahatte, "Burada bizim eski arkadaşlardan kim varsa onları bulun, görüşelim," der. GiritU Atıf Bey'in burada olduğunu söylerler. Atatürk de Atıf Bey'le görüşmeyi ister. Atıf Bey'in evini arayıp bulurlar. Kendisini davet et­ mek için evine gidenlere Atıf Bey kapıyı açıp böyle bir istekle karşıla­ şınca, "Varın Gazi Paşa'ya benim selam ve sevgilerimi iletin. Ben emekli bir tümen komutanıyım. Hayatımdan da memnunum. Şan, şeref, tan­ tanada gözüm yok. Eğer Mustafa Kemal Selanik,* Giritli Atıfı görmek ve konuşmak isterlerse kapımız kendilerine daima açıktır," diyerek da­ vete olumlu cevap vermemiş, mertliğini ve eski kırgınlığını bir kere da­ ha hatırlatmıştır. GİRİTLİ ATİF BEY: Önceleri Askeri Lise komutanlığı, Birinci Cihan Harbi'nde de Medine'de Hiçin (Deve) süvari alay komutanlığı yapmıştr 21 Haziran 1934 tarihinde soyadı kanunu kabul edilmeden önce, kişiler vilayetleri ile tanınır ve çağrılırlardı.


Birinci Cihan Harbi bitiminde Eskişehir mmtıka komutanlığı göre­ vinde bulunmuş ve Kuva-yı MiUiyecilere yardım ettiği için İngilizler tarahnda tevkif edilmiştir. Fakat bu sıralarda Kâzım Karabekir'in tevkif ettiği İngiliz binbaşısı ile değiştirilerek serbest kalıp Anado­ lu'ya geçmiştir. İnönü Harplerinde 24'üncü fırka kumandanlığı yapmış ve bu mu­ harebelerden sonra emekh edilmiştir.


ölen Kardeşi Naciye'ye Benzeyen Hanım

(Makbule Atadan Hamm'dan) Bir subay hanımı vardı. Sık sık bana ziyarete gelir, ahbaplık eder­ dik. Bir gün 20-25 yaşlarında kadar olan kız kardeşini de beraber getir­ mişti. Bir de baktım bu hanım benim ölen kardeşim Naciye'ye o kadar benziyor ki. Saçlarının rengi, hareketleri, boyu bosu onunki gibiydi. Bunu kendilerine anlattım. Bu nedenle bana ziyarete geldiğinde onu da getirebileceğini ve çok memnun olduğumu söyledim. Bu iki hanım ba­ na birkaç defa daha ziyarete geldiler. Bu benzerliği bir gün ağabeyime de anlattım. O da bu hanımı merak etti ve görmek istedi. Yine bir gün hanımlar bana geldiklerinde ağabeyime haber ver­ dim. Ağabeyim de bir hrsat bulup bize geldi ve hanımlarla tanıştı. Son­ ra da bana, hanımın hakikaten Naciye'ye çok benzediğini ve onu çok sevdiğini söyledi. Onlar gidince oturup rahmetli Naciye'den uzun uzun bahsettik. Ona rahmet diledik. Ağabeyim çok duygulandı. Bu hanım gelince yine haberinin olmasmı, eğer hrsat bulursa gelip onu göreceğini, çünkü onu görünce Naciye ile yaşar gibi olduğunu söyledi. Aradan bir zaman geçti. Ben bir gün o hanımları yine çaya çağır­ dım. Geldiler. Ağabeyim de geldi. Hep beraber oturup çay içtik ve ko­ nuştuk. Ağabeyim pek neşeliydi. Az sonra ağabeyim birden kalkıp gitmek istedi. Ben uğurlamak


İçin kapıya koştum. Baktım ağabeyimin neşesi kalmamış, yüzü asık ve pek sinirliydi. Bana döndü ve "Artık bu hanımlarla ahbaphğm bence hiçbir değeri yoktur. Benim onlarla birkaç defa ilgilenmem ve yakmhk göstermemi çok başka türlü yorumladıklarını anladım. Bence görüşme­ mizde artık hiçbir sevimlilik kalmamıştır," diyerek gitti. Anladım ki bekâr olan ağabeyimin onlarla birkaç defa beraber ol­ masını ve oturup onlarla çay, kahve içmesini çok başka türlü yorumla­ mışlar, onun bu çok içten duygularını ve içten samimiyetini değerlen­ dirememişlerdi. Ağabeyim bunu derhal anlamış ve hem çok üzülmüş, hem de bir defa daha onlarla ne görüşmüş, ne de benim görüşmemi is­ temişti (1933).


Atatürk'ün Bağlılık ve Kıymet Bilirliği

(Muzaffer Kılıç'tan) Bir gün, Ata'yla Çankaya'dan Meclis'e geliyorduk. Ben arabanın önünde oturuyordum. Muharebeler bitmiş, Ankara hükümet merkezi olmuş, büyük bir yapılaşma faaliyetine girilmişti. Her taraf şantiye gibiy­ di. Çankaya yolunun sağma soluna birçok apartman ve sefaret binaları yapılıyordu. Bu arada birçok zengin ve milletvekilleri de arsalar almış­ lar ve oralara binalar yaptırıyorlardı. Atatürk arabayı yavaşlattı ve yapı­ lan binaların kimlere ait olduğunu bana tek tek sormaya başladılar. Ben de cevap veriyordum. "Efendim bu Bulgurluzadeler'in, bu filan sefaretin, bu Aydın mil­ letvekih filanın, şu İzmir milletvekih falanın..." diyerek Bakanlıklara kadar geldik. Bakanlıklara gelince Atatürk orada arabayı durdurup aşağı indiler ve bana dönerek, "Senin evin nerede?" dediler. "Paşam, benim buralarda evim yok. Ben verilen barakalarda oturup sağhğımza dua ediyorum," deyince biraz da üzülerek ve yapılan işlere sinirlene­ rek, "Sen korkma. Ben hayatta olduğum sürece sizleri namertlere muhtaç ettirmem," buyurdular. Ata'ya ben çok yakındım, ta Çanakkale'den, Halep'ten beri onun yaverliğini yapıyordum. 'Fakat zaman değişmiş, ister istemez etrafını birçok kişi almıştı. Yaverlerin sayısı artmış ve işleri nöbetleşe götürüyorduk. Tabii ki araya çekemezhk de girmişti. Özellikle benim Ata'ya


olan yakınlığımı arkadaşlar çekemiyorlardı. Ben bu arada Ata'nm emir ve isteğiyle girdiğim Ankara Hukuk Fakültesi derslerine de devam edi­ yordum. Atatürk, her yaz karargâhıyla beraber İstanbul'a giderlerdi. Biz ya­ verler de, sırayla İstanbul'a giderdik. Bir kısmımız da Ankara'da kahrdı. Bu seyahaüer için önceden listeler yapıhrdı. Tabii ki böyle bir seya­ hati de herkes isterdi. Hele o zamanlar Ankara'da hiçbir şey yoktu. O nedenle üç dört ay sürecek bu İstanbul gezileri, hepimize çok çekici gehrdi. Sıranın bende olduğu bir sene idi. Hiç düşünmeden hazırlıklarımı tamamlamıştım. İstanbul'a hareketten iki üç gün önce listeler çıkınca, bir de baktım ki ben Ankara'da bırakılmışım. Bu olay o kadar zoruma gitti ki, anlatamam. Hemen odama gidip ağlayarak bir istifa dilekçesi yazıp Ata'nm masasına bıraktım. Atatürk'e benim hukuk fakültesi imtihanlarım olduğu için kendi arzumla İstanbul'a gelmek istemediğimi söylemişler. Tabii Atatürk isti­ fayı görünce müthiş üzülmüş ve "Hem imtihanları olduğu için geleme­ yeceğiz derler, hem de seyahate gidileceği gün tatsızlık çıkarırlar," diye­ rek ve "Niçin gelip benimle konuşmuyor bu çocuk?" diye müthiş kıza­ rak dilekçeye "Uygundur," notunu koymuşlar. Bu oldu bitti ile ben ordudan ayrıldım. Bu arada hukuk fakültesi­ ne devam ediyor ve ufak tefek ticari işler yapıyordum. Birkaç sene sonra Atatürk İstanbul'da iken amcam Ali Kıhç'a, "Mu­ zaffer nerelerde?" diye sorar. Ben de tesadüfen İstanbul'da ve amcam­ larda kalmakta idim. Amcam, "Birkaç gündür bizde misafir kalıyor," deyince, "Öyleyse akşam yemeğe sendeyiz, Muzaffere de söyle bir yere ayrılmasın," demişler. Biz evde iken bu haber geldi. Evde herkes işin bir köşesinden tutarken ben büyük bir heyecan, utanç ve eziklik içinde şaşkın şaşkın o pencereden öbür pencereye koşuşturuyordum. Biraz sonra peş peşe arabalar gehnce koşup apartman kapısına in­ dim. Dış kapıda Ata'yı karşılayıp elini öpmek istedim. Elimi tuttu ve gözümün içine şöyle bir baktı ki, o bakışlar altında buz gibi eridiğimi


hissettim. Bu bakışlarda hem kızgınlık, hem sevinç, hem de sevgi oku­ nuyordu. Elimi ahp koltuğunun altına soktu. İkimiz en önde merdi­ venlerden çıkıyorduk. Başta İnönü olmak üzere diğer devlet ileri gelen­ leri arkamızdan geliyorlardı. Ta bizim kata kadar öylece çıktık. Hemen yemek odasına geçip masanın başına oturdular. Beni de yanındaki is­ kemleye oturttular. Tam karşıma İsmet Paşa oturdu. Benim yüzüme bakmadan, "Ne var ne yok, sen bizi unuttun çocuk," dedi. Ben hemen ayağa kalktım, kan terler içinde, "Bir şey yok Paşam. Sizin sağlığınız, sıhhatiniz, başarılarınız için dua ediyorum. Maddeten sizden ayrılsam da, manen sizinle beraberim," dedim. Yüzünde bir tebessüm belirdi. Bana yanağını uzatıp eliyle de yana­ ğını göstererek, "Öp bakim öyleyse," dediler. Ben hemen eğilip yanağı­ nı öptüm. "Şimdi de Paşa'nm yanağını öp bakayım," dediler. Ben de eğilip İsmet Paşa'nm yanağını öptüm. Sonra yerime oturmamı emretti. Kendileri pek neşeli idiler. Ben de rahatlamıştım. Yaptığım bu çok bü­ yük kabalığı affetmişlerdi. O sene milletvekili seçimleri vardı. Beni Giresun'dan milletvekili adayı olarak Üsteye koydurtmuşlardı. İnönü'nün yanağını öptürmeleri de aday olmama İnönü'nün karşı çıkmasını önlemek içinmiş. Çünkü İnönü o zamanlar Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı idi. Bunu sonradan anlamıştım. Birkaç ay sonra seçimler oldu. Ben de Giresun'dan milletvekili se­ çilerek MecUs'e girdim. Meclis'te, Atatürk ölünceye kadar onunla bir­ likte çalışmaya devam ettim.


Radyolarda Hastahk Haberinin Söylenmesi

(Hikmet Ayhan Kayah'dan) Bihndiği gibi Atatürk'ün çahşma, seyahat ve uyku saatleri hiçbir zaman smırh değildi. Gece yarısmdan sonra seyahatlere çıktığma, tef­ tişler yaptığma ve emirler yazdırdığma pek çok defa yakmlan ve emrindekiler şahit olmuşlardır. Hatay meselesi ile çok yakından ilgilenirken daima Avrupa radyo­ larını dinlerlerdi. Bizler de tercüman olarak, özellikle Fransızca yayın yapan bütün Avrupa radyolanm dinleyip, önemh noktaları kendilerine aktarırdık. 1938'in Mayıs ayında Ata ile birlikte bir radyo haber bükenini dinliyorduk. Spiker Fransızca olarak, "On dit que Atatürk est malade - Atatürk'ün hasta olduğu söyleniyor," diye bir cümle kullandı. Maalesef Atatürk de bu cümleyi duymuşlardı. Irkildi ve yerinden kük­ rer gibi kalkarak, fevkalade gergin ve işaretparmağı ile radyoyu göstere­ rek, "Atatürk hasta dedi, değil mi?" diye bana sordu. Ben şaşırmıştım, ne diyeceğimi bilemedim. Atatürk tekrar bağırdı. "Atatürk hasta dedi, değil mi?" deyince, "Evet Paşam," demek zorunda kaldım. "Ya, demek öyle," dedi. Biraz durdu, sonra bana dönerek, "Yarın trenle Adana'ya hareket ediyoruz. Hazırlıkları ona göre yapsınlar. Seyahatten doktorların da ha­ beri olsun," diye emir verdiler. Derhal hazırlıklara başlandı. Doktorlar uzun seyahatleri ve uzun yürüyüşleri kesin olarak yasaklamışlardı. Bu-


na rağmen ertesi gün trenle önce Mersin'e gelinmiş, burada hasta hasta askerî birlikleri teftiş etmiş, onlara geçit resmi yaptırmış ve sonra yor­ gun düşerek arabalarına binmişlerdi. Bu seyahati ve bu hareketi bütün basın ve radyoya bildirmiş, dolayısıyla da dış dünyaya da duyurulmuş­ tu. Böylece Atatürk, sağhğı pahasına bu yorgunluğa katlanmış, ama hâ­ lâ ayakta olduğunu ispat etmişti.


Ata'nm Cenaze Merasimi, Mıızaffer Kılıç ve Menderes

(Muzaffer Kılıç'tan) Atatürk'ün öldüğünü duyunca çok üzüldüm. Onu bir baba gibi sever ve sayardım. Ona tarif edemeyeceğim şekilde bağlı idim. Çünkü birçok defalar onunla kader birliği yapmıştık. Her defasında da onun ileri görüşü sayesinde, isabetli kararları ve dâhiyane yön göstericiliği ile hayatta kalabilmiştik. Birçok defalar aynı kaptan yemek yemiş, su iç­ miştik. Mermiler tepemizde uçarken ve etrafımıza düşerken, göz göze bakışarak birbirimize, "Çok şükür bu sefer de kurtulduk," demiştik. Şimdi yıllarca birlikte yaşadığım bu kişi artık ebediyen yok olmuştu. Büyük Ata'nm ölümü ülkede, hatta dünyada herkesi üzmüştü. Fa­ kat benim durumum çok farkh idi. Bütün arkadaşlar, babam ölmüş gi­ bi evime kadar gelip bana baş sağlığı diliyorlardı. Birkaç gün sonra cenaze merasimi programı ve korteji açıklandı. Aman Allahım, bir de baktım ki bana ve benim gibi Ata'nm yıllarca sağ kolu olmuş kişilere kortejde ayrı yer verilmemişti. Sadece bir yer vardı. Milletvekillerine ayrılan... Karakter olarak kaideleri bozan bir yapım yoktu. Bilakis büyük Ata'dan aldığımız eğitimle usul ve kaidelere harfiyen uymak artık yapı­ mıza geçmişti. Fakat ben ve Ata'nm diğer bazı arkadaşları milletvekili olmamızdan daha farklı bir durumda idik. Bunu herkes bilir ve kabul


ederlerdi. Ben de "Cenazenin Ankara'da Etnografya Müzesi'ne kaldırıla­ cağı gün fraklarımı giyerim, kortejin geçeceği yerde bekler, kendime uygun bir yer bulur, oraya çıkar; kortejle beraber yürürüm," diye dü­ şündüm. Öyle de yaptım. Elbiselerimi giyip kortejin geçeceği yol üze­ rinde toplanan halk arasına katıldım ve kortejin geçmesini bekledim. Aziz Ata'nm naaşmdan sonra geçen Reisicumhur, vekiller, general­ lerin arkasında kendime uygun bir yer seçip, "Ben burada yürümeliyim," diye halkın arasından çıkıp korteje girdim. Tabii ki milletvekilleri arasında olamazdım. Bu şekilde Ata'nm konulacağı Etnografya Müze­ si'ne kadar gelindi. İnönü'nün yakınları kenarda durmuşlardı. Beni ayn bir yerde görünce gözlerini bana şöyle bir dikip kızgın kızgın baktılar. İçimden, "Eyvah galiba bu adamları kızdırdık," dedim. Fakat olan ol­ muştu. Ata'nm ölümünden sonra yapılan ilk milletvekili seçiminde ben artık milletvekili adayı değildim. Böylece milletvekilhğim Ata'nm ölü­ müyle biriikte sona ermişti. İstanbul'a yerleştim. Emekh yüzbaşı maaşı ve hukuk fakültesi diploması ile bir şeyler yapıp ailemi geçindirmeye çahşıyordum. 1950 yılı olmuş, 14 Mayıs'ta Demokrat Parti iktidara gel­ miş, rahmetU Adnan Menderes de Başbakan seçilmişti. Kendisini pek gençken tanırdım. Çünkü benim Meclis'te daima özel bir durumum ol­ muştu. Arkadaşlar Ata'ya olan hizmetlerimden olsun, onunla 19 Mayıs 1919'da Samsun'a ilk defa çıkma cesaretini göstermemden olsun, bana daima hürmet ederler, bu hareketimi de daima söylerlerdi. Ben ise bu özel durumumu hiçbir zaman kötüye kullanmamaya çalışırdım. Öyle zannediyorum ki, hiçbir zaman da kötüye kullanmamışımdır. Benden küçüklere ağabey, büyüklere küçük kardeş gibi davranma nezaketini göstermişimdir. Bu davranışım nedeniyle de daha çok hür­ met sevgi ve saygı görürdüm. Adnan Menderes'i Başbakanhkta tebrike gidip kutlamayı, eğer ya­ kınlık görürsem bir de iş istemeyi düşündüm. Kalkıp Ankara'ya geldim ve Başbakanlığa gittim. Tabii iktidar değişmiş, hükümet yeni kurul­ muş, ülke çok büyük bir değişim içine girmişti. Menderes'in işleri yo-


ğun ve ziyaretçileri çoktu. Bekleme salonuna geldim. Birçok kimse ya­ nma girmek için koltuklara oturmuş, sıralarmı beklemekte idiler. Kartı­ mı sekretere uzattım ve "Sayın Başbakan'ı tebrik etmek için bir iki da­ kikalarını almak istiyorum," dedim. Kartımda, "Atatürk'ün eski yaveri Muzaffer Kıhç" yazıh idi. Sekreter kartımı alıp içeri götürdü. Ben de kendime uygun bir yer bulup henüz oturmuştum ki, sekreter Mende­ res'in yanından çıkıp bana, "Muzaffer Bey, Beyefendi sizi bekliyorlar," demez mi? Hem ben, hem de orada benden önce gehp bekleyen birçok bürokrat ve milletvekih şaşırmışlardı. İçeri girdim. Menderes beni ayakta karşıladı, "Buyrun Muzaffer Bey," diye karşısına oturtturdu. "Nasılsınız Muzaffer Bey?" dedi. Ben bu kadar sıcak ve candan bir kar­ şılamanın şaşkınlığından kurtulmamıştım. "Çok teşekkür ederim. Sizi kutlamaya ve ülke için, memleket için iktidarınızın hayırlı ve uğurlu olmasını dilemeye geldim," dedim. "Çok teşekkür ederim. İnşallah he­ pimiz için, herkes için, hayırlı uğurlu olur," dedi. Pek mesut görünü­ yordu. "Programımızı uygulamaya çalışacağız. Halkın teveccühüne layık olma çabası göstereceğiz," dedi. Böyle bir yakınlıktan cesaret aldım. İsteyeceğim işi de söyleyeyim dedim. "Sayın Başbakanım, sizin bu yoğun işleriniz arasında zamanını­ zı almak istemem. Biliyorsunuz, ben yıllarca Atatürk'le beraber yurdun her köşesinde görev yapmış, memlekete karınca kararınca hizmet etmiş kişiyim. Şimdi hiçbir işim yok. Ailemi ve çocuklarımı aldığım emekli yüzbaşı maaşıyla zor geçindiriyorum. Bana, ülkenin neresinde olursg olsun, geçmişime ve şerefime uygun ne iş verirseniz verin. Bu iş ülke­ nin neresinde olursa olsun, oraya gider çalışırım ve sizi mahcup et­ mem. Geçmişim, çalışmam, namusum hakkında bilginiz var zannedi­ yorum. Sizi bunun için rahatsız ettim," dedim. Bana aynen şöyle dedi: "Sayın Muzaffer Bey, siz bize Aziz Ata­ türk'ten kalan birer hatırasınız. Siz ve sizin gibi geçmişi memleket hiz­ metleriyle dolu herkese yardım etmek de bir ülke görevidir. Size bir devlet kuruluşunda yönetim kurulu üyeliği teklif etsem, acaba kabul


eder misiniz?" Ben çok şaşırmıştım. Doğrusu bana Menderes'in bu ka­ dar yakınlık göstereceğini hiç tahmin etmemiştim. Belki bir düşünme zamanı isteyecek, on gün sonra bir kere daha görüşelim diyecek, şu şu evrakları tamamlayın diyecek diye düşünmüştüm. Bu şaşkınlık içinde, "Pek tabii kabul ederim. Lütfedersiniz," dedim. Hemen zile bastı. Özel kalemden yönetim kurulu üyeliklerine ait dosyayı istedi. Dosya gelince açtı ve Sayın Muzaffer Bey, Toprak Mah­ sulleri Genel Müdürlüğü yönetim kurulu üyeliği sizin için uygun mu­ dur?" dedi. "Tabii, pek tabii, pek tabii, lütfediyorsunuz," deyince liste­ nin kenarına eliyle. Sn. Muzaffer Kılıç Bey diye not koydu ve imzaladı. Sonra da bana dönüp, "Yeni göreviniz hayırlı ve uğurlu olsun. Sizi her zaman bekleyeceğim," deyince gözlerim doldu. Heyecanla ayağa kalk­ tım ve "Sayın Başbakanım, ben büyük Atatürk'ün ölümünden beri işsiz güçsüz bir adam durumunda idim. Bizleri ne arayan oldu, ne soran ol­ du. Müsaade ederseniz, sizin elinizi öpeceğim," deyince o da ayağa kalktı. "Ne münasebet. Ne münasebet Sayın Muzaffer Bey," dedi. Ben de bu sefer sarılıp ağlayarak yanağını öptüm. Onun da gözleri sulandı. O da bana sarıldı ve yanaklarımdan öptü. İki arkadaş değil, iki kardeş gi­ bi candan sarıldık birbirimize. Böylece Toprak Mahsulleri Genel Müdürlüğü yönetim kurulu üye­ liğine atandım.


Muzaffer Kılıç'ın Ölümü

Bir Öğleden sonra, 1959 yılı Temmuz ayında evde babamla oturu­ yorduk. Babama bir otel personeli bir not getirdi. Babam yazıyı oku­ yunca birden sarardı ve olduğu yere yığıldı kaldı. Bizler hemen babama koşup, "Ne o, kötü bir haber mi aldınız?" deyince, babamın gözleri do­ lu dolu, "Muzaffer kaldığı otelde hastalanmış, hastaneye kaldırmışlar. Arkadaşlar beni çağırıyorlar," dedi. Olaya hepimiz çok üzüldük. Muzaffer Kılıç, babamın evimize en sık gelen arkadaşlarından birisiydi. Hepimiz kendisini çok sever, sayar ve hürmet ederdik. Çünkü kendisi fevkalade kibar, dürüst, mert bir ki­ şiydi. Ayrıca çok güzel konuşan ve Ata'ya ait, girdiği muharebelere ait bitmez tükenmez hatıralar anlatan çok saygıdeğer bir kişiydi. Hepimiz olaya çok üzülmüştük. Fakat babama belli etmemeye ça­ lışıyor, onu teselli ediyorduk. Çünkü babam da kalp ve şeker hastası idi. Özellikle üzüldüğü zamanlar şekeri çok yükselirdi. Ben de o tarihte çiçeği burnunda sayılacak genç bir doktordum. Üzüntümü gizlemek zorunluluğunda idim. Babama gerekh ilaçları verip, birlikte yola koyulduk ve beraber Guípalas oteline gittik. Orada Emekli General Abdülkadir Okyay, Emekli General Selahattin Karatamur, Kuva-yı Milliyeci Sait Yöner ve Fazıl Bilgel toplanmışlardı. Babamı görünce sarılıp babama baş sağlığı


dilediler. Meğer Muzaffer Kılıç iki saat önce ruhunu teslim etmişti. Bu kişiler Kurtuluş Harbi'nde birbirleri ile ölüm kalım savaşma katılan ki­ şilerdi. Ben de hepsini tanımıştım. Oturup uzun uzun Muzaffer Kıhç'tan bahsettiler ve birbirlerini teseUi ettiler. Sonra da İstanbul'daki eşine bu acı haberi nasıl vereceklerini tartıştılar. Hiçbiri bu işi üzerine almak istemiyordu. Nihayet bana dönerek, "Bu acı haberi versen versen sen verirsin," dediler. Ben ise genç bir doktordum. Meslek hayatımda böyle bir acıyla hiç karşılaşmamıştım. Bana, "Sen doktorsun, böyle şeylere alışman la­ zım. Bu işi sen yapacaksın," dediler. Doğrusu ben de çok müteessir­ dim. Fakat olan olmuştu. Belki ben, daha kontrollü şekilde, bu işi baş­ kasından daha iyi yapabilirim diye düşündüm. Hepsi de bana destek oldu. Muzaffer Bey'in hasta olduğunu ve Gülhane Hastanesi'ne kaldırıl­ dığını söyleyecektim. Muzaffer Kılıç'm istanbul'daki ev telefonu bulundu. Eşine kendimi tanıtarak Muzaffer Bey'in hastalanıp hastaneye kaldırıldığını söyledim. (Eşi ertesi gün gelip acı haberi duymuş ve fenalıklar geçirmişti.) Sonra otel odasının kapısı açıldı ve eşyaları tek tek tespit edihp zabıt tutula­ rak bir büyük kutuya yerleştirildi. Muzaffer Kıhç'm hâlâ Ata ile âdeta birUkte yaşadığını görmüştük. Yıllarca Ata'ya ait yazılan kitaplardan, gazete havadislerinden bıkma­ mış, usanmamış ve son nefesine kadar âdeta onunla soluk almıştı. Ne yazık ki Atatürk'e Filistin cephesinde, Çanakkale Muharebeleri'nde, Samsun'da, Erzurum'da, Sakarya'da can yoldaşhğı yapan; onu koruyan ve yanında kimselerin olmadığı zamanlar onu yalnız bırakma­ yan, kıhç gibi keskin ve doğru olduğu için de Kılıç soyadını bizzat Ata­ türk'ten alan Muzaffer Kılıç'm ölüm haberi ertesi gün yalnız akşamları çıkan gazetelerden birinde, Atatürk'le olan bir resmi ve aşağıdaki kısa açıklama ile yapılmış, soyadı da Atik olarak yazılarak bu büyük vatan­ perver ve vefakâr insanın hayatı böylece noktalanmıştı.


Atatürk'ün Yanından Bir An Bile Ayrılmayan Yaveri Muzaffer Atik,* Atatürk Bulvan'nda Vefat Etti. (14 Temmuz 1959 - Haber Gazetesi / Cevat Oktay) Otel odasındaki eşyalan hep Atatürk ve Millî Mûcadele'ye aitti... Dün akşam saat 20'de Guípalas otelinin 9 numaralı odasında, emekU General Abdülkadir Okyay, Emekli General Selahattin Karatamur, Niğde Eski Mebusu Emekli Albay Halil Nuri Yurdakul ve Umumi Harp ile Millî Mücadele kahramanlarından Sait Yöner, Fazıl Bilge, Ata­ türk'ün en yakın silah arkadaşı ve yaveri Giresun Eski Mebusu Emekli Topçu Yüzbaşısı Muzaffer Küıç'm eşyalarını tespit ediyorlardı.

Atatürk'le yan yana: Elli badireden sağ salim kurtulan sadık dostu ve yaveri Muzaffer Kılıç, dün Atatürk Bulvarı'nm üzerinde bir kalp krizi neticesinde ruhunu Allah'a teslim etti. Muzaffer Kılıç, ta Filistin cep­ hesinden beri bir an olsun Atatürk'ün yanından ayrılmamıştı. Resim­ de, Atatürk'ün, Millî Mücadelede kimbilir, kaçıncı uykusuz geçen gecelerinden sonra karlar üzerinde kısa bir istirahat anında hile sadık yaveri Muzaffer Kılıç'ı başında nöbet beklerken görüyorsunuz. Muzaffer Kılıç'm ismi, Haber gazetesinin 14 Temmuz 1959 tarihindeki sayısında yanlışlıkla Muzaffer Atik olarak çıkmıştır.


^^^''^"fe' l « ; m ı s a . | , i^^rk^ss^*^

Muzaffer Kılıç iki saat önce yani saat 18'de Gülpalas'tan çıkmış, yanında eski silah arkadaşları Emekli General Selahattin Karatamur ve Sait Yöner olduğu hâlde Bulvar Eczanesinin önünden geçerken fena-


laşmış ve bütün ömrünce kendisine bağh kaldığı Atatürk'ün adını taşı­ yan Atatürk Bulvan'mn kenarına yığılarak bir kalp sektesi neticesinde ruhunu Allah'a teslim etmişti. Fihstin cephesinden Erzurum Kongresi'ne, MiHî Mücadele'den Cumhuriyet'e kadar Atatürk'ün yanından ayrılmamış, her an yanında hazır bulunmuş olan Muzaffer Kılıç, Atatürk Bulvarı'nda ruhunu teslim etmiş, en yakm silah arkadaşları neye uğradıklarını şaşırmışlar ve onu bir taksiyle Belediye Hastanesi'ne, oradan da Gülhane'ye göndermişler­ dir. Şimdi bazı işlerini takip etmek üzere Ankara'ya gelerek ikamet etti­ ği otelin odasında eşyalarını tespite çalışıyorlardı. Ufacık otel odasında yakın tarih, dört beş silah arkadaşı arasında derinden derine yaşanıyor, ara sıra göz göze gelindiğinde sadece birer of... çekihp göz çukurlarında biriken damlalar şahadet parmağının ucuyla siliniyordu. İşte eşyalar: Bir tabanca, bir resim... Atatürk'le bera­ ber, bir mecmua... Atatürk'e ait bir kitap... Atatürk'ün hayatı... Hülasa eşya diye ne varsa Atatürk ve Millî Mücadele' ye ait. Bu kahramanlarımızın geriye bırakacakları başka neleri var ki? Allah rahmet eylesin... Ailesine ve cümle silah arkadaşlarına sabır­ lar versin.



Bu bölüm, Atatürk'le ilgili olarak konuşulmuş veya yazıl­ mış konulara, gazete veya ilgili kişilere yazdığmı cevaplan içermektedir. Her bölümdeki cevap niteliğinde olan kısımlar, Atatürk'e ait yazılmış dddi yapıtlardan yaym gösterilerek alınmıştır.


1.12.1992 Sn. Mehmet Ah Birand, Atatürk'ün evhhği konusunu işleyeceğini söylediğiniz programı yapm^ıdan önce Sn. Halit Rehg e yolladığım ve sizin için yazdığım yazı­ ları okumanız için size yolluyorum. Bu konuda dokümanlı bir yazı hazırlamaktayım. En kısa zamanda elinize geçmesi dileğiyle, hürmetler yollarım. Prof. Dr. Yurdakul Yurdakul 1.12.1992 Sn. Mehmet Ali Birand, 2 Kasım 1992 günü TV'de yayınlanan 32. Gün programınızla iyi bir gazetecilik ve yapımcılık örneği daha verdiniz. Fakat daha sonra yapacağınız programda, "Bugün Atatürk'ün za­ ferlerinden değil, bir kadına karşı yenilgisinden söz edeceğiz," diye başlayan sözlerinizle meslek hayatınıza kocaman bir soru işareti koy­ duruyorsunuz. Neden? 1. Önce, bu evliliğin bozulmasında eğer yenilgi söz konusu ise bu Atatürk'e değil Latife Hamm'a ait bir yenilgidir. 2. Atatürk'ün içki sofralarının neyinden bahsedilmedi şimdiye ka­ dar. Şarkı söylettiği de, şarkı söylediği de yazıldı, söylendi. Daha nesi varmış söylenecek? Kaldı ki, bugün bu yemek sofraları o kadar geçerii bir konuşma yeri oldu ki, her ülkede devlet adamları diğer devlet adamlarıyla, en hayati konuşmalarını yemek sofralarında ele alıyorlar.


Bazen de müzikli salonlarda... Her gün televizyonlardan bunun örnek­ lerini pek çok defa görmüyor muyuz? 3. Sözlerinizin devamında, "Latife Hanım onu yatak odalarına dalıveren yaverlerden kurtaramamıştı," diyorsunuz. Bir reisicumhurun çalışma odasına bile bir yaver kapı vurmadan giremezken, hem de yatak odasına nasıl girer? Bu hiç mümkün olabilir mi? Bırakın reisicumhurun yatak odasına; sıradan bir karı kocalı insa­ nın yatak odasına, köylerde bile girilmez. Bunu nasıl kabullenir; nasıl söylersiniz. Hele askerlikte, bir binbaşının çalışma odasına, yüzbaşısı giremez. Bir reisicumhurun hem de yatak odasına, hem de karısıyla birlikte olduğu bir yatak odasına nasıl girer bir yaver. Bu mümkün ola­ bilir mi? Kaldı ki, Atatürk'ün bütün resimlerine bakınız. Atatürk'ün yanın­ da Başbakan İnönü, Genelkurmay Başkanı Mareşal Çakmak bile resim çektirirken dahi, bacak bacak üzerine atamamışlardır. Atatürk fevkala­ de ciddi ve sert tabiatlı bir insandır. Bunu birçok konuşmalarından da anlamak mümkündür. Nitekim Çanakkale taarruzunun yapılacağı günün öncesinde, "Ya­ rın size taarruzu değil ölmenizi emrediyorum," demiş; sultanlığın kal­ dırılması MecUs komisyonunda konuşulurken, "Sultanlık kaldırılacak­ tır, fakat korkarım ki, aranızdan birkaçınızın kafası koparılacaktır," di­ yecek kadar sert ve cesurdur. Öyleyse siz neleri araşurarak böyle bir programı hazırladınız. Dileriz ki, programınız Türklerin yetiştirdiği en büyük olan Aziz ölüye düşürülen kara bir sesin gölgesi olmasın. Saygılarımla Prof. Dr. Yurdakul Yurdakul


1.12.1992 Sn. Halit Refiğ'e Açık Mektup, Gazetelerde okuduğumuza göre Sn. Yönetmen Halit Re fiğ, siz; Atatürk'ün evliliği konusunu ele alan bir senaryo yazarak film yapacakmışsmız. Birçok filminizi zevkle ve takdirle izlediğimiz zatialiniz; öyle zan­ nediyorum ki Atatürk'ün evliliği konusunu kaleme alırken birçok kıy­ metli anı kitabını gözden geçiremediniz. Evvela bu konuyu işleyen Sn. İsmet Bozdağ, Atatürk'ün çok özel hayatını bilecek kadar onun yakını değildir. Çünkü, adı geçen Atatürk'ün özel kalemi değildir. Emir subayı de­ ğildir. Yaveri değildir. Ali Kılıç gibi, Salih Bozok gibi onun çok yakını kimsesi değildir. Yunus Nadi gibi, Behçet Kemal Çağlar, Falih Rıfkı At ay gibi sofrasında bulunan kimse olmamıştır. Ayrıca bu kişi yukarıda adı geçen kişilerin hiçbirisinin yakını da değildir. Öyleyse İsmet Bozdağ, okuduğu kitaplardan bazı bilgiler çıkara­ rak bir kitap yazmıştır. Fakat bendenizde Lor d Kinros'un kitabından sizin bahsettiğiniz Ali Fuat Cebesoy'un anılarına, Rauf Orbay'm, Ali Kılıç ve Salih Bozok'un hatıralarına, ta Erzurum'dan beri emir çavuş­ luğunu yapan AH Çavuş'un hatıralarına kadar hepsi vardır ve defalar­ ca okunmuştur. Hatta Atatürk Adana'da, SiUfke'de, Diyarbakır'a ka­ dar... Bu kitapların hiçbirisinde, evliliğine ait bahsettiğiniz bu büyütül-


müş bilgilerin hiçbirisi yoktur ve hatırladığıma göre hiçbirisinde ben­ deniz, Sn. İsmet Bozdagm ismine rastlamamışımdır. Latife Hanım'm topuk vurması sonucu avize sallanması olayı ise çok gülünç bir hayal ürünüdür. Çünkü, Atatürk'ün gerek Çankaya'da, gerek gittiği diğer yerlerdeki kaldığı evler, taştan yapılmış çok sağlam konaklardır. Latife Hanım ise çok ufak tefek bir hanımdır. Bu konakların sallanıp avizele­ rinin oynaması, ancak zelzele ile mümkün olabilir. Bir hanımın topuk vurması ile nasıl mümkün olabilir? Sonra Latife Hanım'm Salih Bozok'a yazdığı ve yayımlanan mek­ tupları ortadadır. Bu mektuplarda, "Sn. Salih Bey, Paşacığım sizin ta Selanik'ten beri arkadaşınız. Bir kere daha rica ediyorum, Paşacığım, beni affetsin," diye ona yalvarmış ve ona daima "Paşam" diye hitap et­ miştir. Hiçbir gün Atatürk'e Kemal dememiştir. Bunu ne kendisi de­ miştir. Ne de Atatürk dedirtmiştir. Atatürk'ün ehni kulağına atıp gazel okuması da nereden çıkmıştır. Çünkü Atatürk, radyolarda bile gazel okunmasını yasaklamış bir kişidir. Kendisi klasik Türk musikisi, Rumeli ve halk türkülerinin hayranı­ dır. Bunların birçok yerde ve bendenizde isimleri vardır. Bunların hiç­ birisinin gazel kısmı bulunmaz. Sizin, Atatürk'ün bir tabu olmadığını söylemeniz ise, özellikle için­ de bulunduğumuz bu ortam içinde ne derecede sevimlidir bilinemez. Kaldı ki. Latife Hanım büyük Atatürk'ten ayrıldıktan sonra, yapı­ lan çok çekici, pek çok evlilik taleplerini reddetmiş; Atatürk öldükten sonra da ona bağlılığını her hareketiyle ölünceye kadar sürdürmüş bir hanımefendidir. Zatialinize verilen bu imkân sizin için çok büyük bir talih ve im­ kândır. Eğer konuyu çok iyi araştırarak sonuçlandırmazsanız, hem si­ zin için hem Büyük Atatürk ve bütün Türkler için çok büyük bir talihsizhk olabilir. Size bu konuda -hiçbir şey beklemeden, birçok doküman göstere­ rek- yardım edecek benim gibi pek çok kişi çıkabiUr. Yazımı Büyük Atatürk'ün bir sözü ile bitirmek istiyorum.


"Tarih yazmak tarih yapmak kadar zordur. Eğer tarih yazan, tarih olan olaylara sadık kalmazsa bambaşka bir tarih ortaya çıkabilir." Bu sözü, özellikle sizinki gibi tarih olacak eserler yapanlar, fevka­ lade dikkatle uygulamak zorunluluğundadırlar. Hürmet ve saygılarımla Prof. Dr. Yurdakul Yurdakul Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Toraks ve Kalp-Damar Cerrahisi Öğretim Üyesi Not: Size Latife Hanım'm Atatürk'ten aynidıktan sonra yaveri Salih Bozok'a yazdığı ve gazetelerde yayımlanan iki mektubunun kopya­ sını yolluyorum. Ne kadar duygusal, kibar ve seviyeli olduğunun takdirini size bırakarak.


Latife Hanım mektubunda şöyle diyordu: Eminim ki, Paşa Hazretlerine karşı taşıdığım temiz ve ebedi sadaka­ ti hiç kimse sizin kadar takdir etmemiştir. Birkaç kelime ile sağlık durumları hakkında bilgi verin. Deh gibiyim, güneşin devamlı ışığı altında olanlar, karanlığın ne müthiş bir uçurum olduğunu bile­ mezler... Mustafa Kemal, Latife Hamm'dan ayrılmaya kesin karar verdikten sonra Latife Hanım, büyük bir üzüntü içinde İzmir'e dönmüştü. Bana, çeşitli tarihlerde mektuplar göndererek, üzüntüsü ve o an için­ de bulunduğu duygularını belirtiyordu. Bu mektuplardan biri, şöyleydi: 19 Ekim 338 İzmir, Göztepe Muhterem Salih Beyefendi, Sadakatinizin minnettarıyım. Ankara'ya selametle ulaştığınız habe­ rini bildiren telgrafınızla beni ne derece mesut ettiğinizi bilseydiniz, herhalde bir iki kelimecik daha lütfederdiniz. Bugüne kadar bütün ar­ kadaşların suskunluğunun, fazla meşguliyetlerinden ileri geldiğine ina­ narak, kendime teselU buluyorum. Esasen, işaretinizden beri bu bahti­ yar yuvayı süsleyerek pek muhterem ve pek mukaddes misafirimin gü­ zelliği seven gözlerini okşayacak ufak tefek hazırlıkla meşgul oldum. Gözlerim, devamlı olarak yolda, sizleri bekliyordum. Görüyorsunuz ki, hayalen ayrılmamıştık. Geçen gün, akrabanızdan bir zatın İzmir'de ol­ duklarını haber aldım. Derhal burada öğle yemeğine davet ettim. Maat-


teessüf, yatakta olmak münasebetiyle kendilerini göremedim. Kaptan aracılığıyla biraz bilgi alabildim. Burada eski debdebe yoktur. Fakat Başkomutanlık, boş olmakla beraber, şerefi muhafaza edilmektedir. Yalnız, içinde siyahlar giymiş üzgün ve kederli bir vücut vardır. Bu ka­ dar içtenlik ve özellikten sonra yapayalnız kalmak, hayatın kara sayfa­ larını tekrar açmaya ve birçok çirkinlikler düşünerek derin bir üzüntü­ nün akında ezilmeye mahkûm bir ben varım. Paşa Hazretlerine birçok mektuplar yazdığım halde, sunmaya cesaret edemedim. "Mektup iste­ mem, telgraf yeterhdir," buyurmuşlardı. Halbuki son telgrafıma da ce­ vap alamayınca, bir daha rahatsız etmekten çekindim. Büyük yerden gelen suskunluğa hürmet lazımdır. Ben de yalnız size cevap vermekle yetiniyorum. Sizin burada bırakmış olduğunuz hatıra, pek kıymetlidir. Eminim ki Paşa Hazretlerine karşı taşıdığım temiz ve ebedi sadakati hiç kimse, Seryaver Bey kadar takdir etmemiştir. Siz de beni mahzun etmeyin. Hiç olmazsa birkaç kehmecikle sağlık durumları hakkında bilgi verin. Olmaz mı Salih Bey? BENİ BEKLEYÎN. BUNU EMREDİYORUM. Gazeteleri muntazaman izliyorsam da, aldığım bilgilerle yetinmiyorum. Deli gibiyim. Ve işte bazen pek mesut günler yaşatanlar, aksini hissettirmekten hoşnut olurlar. Paşa Hazretleri de, rica ve istirhamıma rağmen, Ankara'da en ufak bir görev ile bile istihdam ederek beni bera­ berlerinde bulundurmak istememişlerdi. Yalnız bir gece, sonsuz deniz­ lere benzeyen, insanı öldüren o gözlerini bana dikerek, "Bir yere gitme­ yin. Beni bekleyin. Bunu emrediyorum," demişlerdi. Bu cümleyi hatır­ ladıkça, "Belki bir daha kavuşmak mümkün olacaktır," diyor, kemal-i memnuniyetle, yeni bir mutluluğu bekliyordum. PAŞA HAZRETLERİNİN ELLERİNDEN ÖPERİM. Bu satırlara gülerseniz, doğru olmaz. Çünkü güneşin devamlı ışığı altında yaşayanlar uzun bir karanhğm ne müthiş bir uçurum olduğunu bilemezler.


Bu akşam bizim muhafızları bahçeye davet ettim. Güzel güzel oyunlar yaptılar. Ben de kendilerine ikramda bulundum. Tabii mem­ nun oldular. Hepsi de hatırımı sayıyor. Paşa Hazretlerine ne kadar te­ şekkür etsem, azdır. Buraya Başkomutanlık bürosu adı vermekle benim üzüntü ve kederimi bir dereceye kadar haftfIettiklerine emin olsunlar. Zavalh babam son mektubunda, "Fakirhaneme bir levha asacağım ve bütün Müslümanların ziyaretgâhı olacaktır," diyor. Daha birçok sözleri vardır. Fakat başınızı fazla ağrıtmak istemem. Paşa Hazretlerine kemal-i hürmet ve samimiyetle iki ellerinden öptüğümü ve daima emirlerini yerine getirmeye hazır olduğumu söyler misiniz? Beni unutmadığınız­ dan dolayı teşekkürlerimi arz eder, hürmetlerimi tekrarlarım, efendim. Uşşaki Zade Latife


9.8.1990 CUMHURİYET GAZETESİ YAZI İŞLERİ MÜDÜRLÜĞÜNE, Birkaç ay önce gazetenizde tefrika edilen, Sn. Uğur Mumcu'nun hazırladığı "Kâzım Karabekir Anlatıyor," isimli tefrikanızı zevkle oku­ dum. Ancak bazı aydınlanma zorluğunda olan noktaları dile getirmek is­ tiyorum. Saygılarımla Prof. Dr. Yurdakul Yurdakul Toraks ve Kalp Damar Cerrahisi Öğretim Üyesi (Hacettepe Üni.) Önce saraydan bir kız isteme arzusunu ele alalım. Atatürk'ün saraydan bir kız isteme arzusu bilinen bir gerçektir. Hatta bunu arkadaşları bile birçok toplantıda kendisine söylemişler­ dir.^ Şüphesiz Atatürk'ün bu arzusu saraya yamanmak için değil, orayı ıslah etmek arzusuyla olmuştur. Nitekim saraya damat olan En­ ver Paşa genç yaşta Osmanlı orduları başkumandan vekili olmuş (ya­ salara göre başkumandan padişahtır) ve Osmanlı ülkesini dilediği gi­ bi idare etmiştir. Atatürk de tamamen bu arzu ile böyle bir fikir geliş­ tirmiştir. Hükümette yer alma eğilimi ise; Atatürk'ün, Birinci Cihan Harbi bittikten hemen sonra kurulacak hükümette Harbiye Nazırı olma isteği de tamamen bu arzu doğrultu­ sundadır. Nitekim 11 Ekim 1918'de Halep'ten Saray Başyaveri Naci Eldeniz'e çektiği telgrafta, "Vatan selametinin temini bakımından sadare-


tin derhal İzzet Paşa Hazretlerine verilmesi ve onun da Fethi (Okyar), Tahsin (Üzer), Rauf (Orbay), Canbulat, Azmi, Şeyhülislam Hayrı ve şahsımdan oluşacak bir kabine kurması zaruridir" diye telgraf çekme cesaretini göstermiştir. Ayrıca İzzet Paşa'ya da aynı şekilde bir telgraf çekerek Harbiye Nazırhğı'nı ister.^-^ Ancak, Ahmet İzzet Paşa'nm kabi­ ne kurduktan sonra Harbiye Nazırlığını kendi üzerine alması sonunda, Atatürk'e çektiği, "Barıştan sonra Tann'mn lütfü ile işbirliği yaparız," diyen telgrafına, "Banş gecikecektir. Barışa kadar çok buhranh anlar ge­ çireceğiz. Bu devrede vatana faydalı olabilir düşüncesiyle Harbiye Nezareti'ni istemiştim. Yoksa barıştan sonra bu işi benden çok daha mü­ kemmel yapacak kişiler bulabilirsiniz. Bu nedenle barıştan sonra işbir­ liğimizi hiç de gerekli ve zorunlu görmüyorum." diyecek kadar gururlu ve bilinçhdir.^-^ Ayrıca, bunu Yunus Nadi Bey'e, Ankara'da daha Mec­ lis açılmadan önce bir defa daha şöyle anlatmıştır:"^ "Pera Palas'ta gö­ rüştüğümüz zamanı düşün. O zaman hükümette ben bulunsaydım muhakkak memleketin sürüklendiği bu kötü durumun önüne daha orada iken geçerdim. Ahmet İzzet Paşa, teşkil edeceği kabinede bana Harbiye Nezareti'ni versin diye Adana'dan telgraf çektim. Kendisi bunu harishkle yorumlamış. Halbuki ben adamlarımızı biliyordum. Orada memlekete yapılacak hizmeti en büyük salahiyetle ancak ben yapabilir­ dim. Eğer ben o kabinede bulunsaydım, işi daha İstanbul'un eşiğinde iken hallederdim. Elbette karaya itilaf askerleri çıkartmamak için kâfi tedbirler alırdım. Ne olacaksa orada olurdu ve emin olabilirsin Nadi Bey ki karaya itilaf askeri dahi pekâlâ çıkmayabilirdi. Eğer ben o kabi­ nede bulunsaydım, hükümet padişahın keyif ve iradesiyle ve yaptıkları gibi defolup gitmezlerdi. İcap ederse tahtını padişahın başına geçirir­ dim*, fakat hükümet yerinde kalırdı. Budalalar... Bu kadar kritik bir za­ manda hiçbir milletin talihi şunun keyüne, bunun zaafına oyuncak ola­ bilir miydi? Hiç bırakır mıydım ki o işler öyle olsun?"^ diyerek isteğinin ne kadar zorunlu ve bir macera arzusuyla olmadığını dile getirmiştir. (Bu, defolup gitmezlerdi lah. Cemal, Enver ve Talat paşalar için söylenmiştir. Padişah henüz İstanbul'dadır.)


Atatürk'ün Anadolu'ya Karabekir'den sonra gelmesi ise çok iyi de­ ğerlendirilmelidir. Çünkü Ata Anadolu'ya geçmeden, acaba İstanbul'da bir şeyler yapabilir miyim, diye çırpmmakta, her taşa, âdeta başmı vur­ makta, hkrini söylemekte, ordunun dağıtılmasmı önlemeye çalışmakta, anlaşmaların uygun şartlarda tatbikini temine çalışmaktadır. İstan­ bul'da kaldığı 13 Kasım 1918'den, 16 Mayıs 1919 tarihine kadarki za­ man içerisinde, İngiliz gazeteci Ward Price ile, Rauf Orbay Bey'le, eski Sadrazam Ahmet İzzet Paşa ile. Padişah Vahdettin'le 20 Aralık 15 Ma­ yıs arasında akı defa görüşmüştür. İngiliz General William Birdwood ile, İsmet İnönü'yle, AH Fuat Cebesoy'la, Fethi Okyar'la, Dahiliye Nazın Mehmet Ali Bey ve Bahriye Nazırı Avni Paşa ile. Kâzım Karabekir'le, Harbiye Nazırı Şakir Paşa ile defalarca görüşmüştür.^-^ İstanbul'da bir sonuç alınamayacağını anladığı zaman da, artık Anadolu'daki çalışma arkadaşlarını seçmeye başlar. Bazılarını önceden gönderir. Kâzım Karabekir'in Erzurum'a, AU Fuat Cebesoy'un Eskişe­ hir'e gitmesini sağlar. Bazılarına arkamdan gelin der, Rauf Orbay gibi... Bu arada, kendisine olağanüstü yetkiler alır. Nitekim, o bir ordu müfet­ tişi değildir. Doğu vilayetlerinin mülki amirliklerine de emir ve komuta edecektir. Bu arada birlikte götüreceği arkadaşlarını seçer. Bu 20 kişi tek tek incelenirse oraya âdeta bir askerî karargâh git­ mektedir. Örneğin:^ Mustafa Kemal Paşa: Dokuzuncu Ordu Müfettişi Refet Bele: Kolordu Kumandanı Kâzım Dirik: Karargâh Kurmay Başkanı Yarbay Arif Bey: İkinci Kurmay Başkanı Hüsrev Gerede: Binbaşı, Hareket Şb. Şefi, Siyasi ve Millî Propagan­ da Memuru Kemal Doğan: Topçu Binbaşı Dr. İbrahim Tali: Karargâh Sıhhiye Reisi Dr. Refik Saydam: Karargâh Sıhhiye Reis Muavini, Yüzbaşı Yzb. Mümtaz Bey: Erkân-ı Harbiye Genel Sekreteri Yzb. İsmail Hakki: Erkân-ı Harbiye Genel Sekreteri


Yzb. Arif Hikmet Üsteğmen Hayati: Emir Subayı Yzb. Ali Şevket Cevat Abbas Gürer: Başyaver-Ata'nm Çanakkale'den beri yaveri Muzaffer Kıhç: Yaver, Ata'nm Çanakkale'den beri yaveri Mustafa Bey Abdullah Bey: Erzak Subayı Eaik Bey: Şifre Kâtibi Memduh Bey: Şifre Kâtibi Mazhar Müfit: Sinop Mutasarrıh olarak (Bölge Valisi) Bu kadronun da üç aylık ödeneklerini İstanbul'da iken aldırır.^ Ayrıca, fevkalade masraflar için bir miktar para da alarak Samsun'a doğru yola çıkar. Bu yolculuk bir macera yolculuğuna hiç benzemez. Fevkalade kapsamlı ve kurmayca düşüncenin bir ürünüdür. Kâzım Karabekir, Musul meselesinde Atatürk'ün kendisini harca­ ma eğiliminde olduğunu ifadeye çalışmaktadır. Halbuki bu mesele önemle ele alınmış Karabekir teklift reddedince görev Org. Cafer Tay­ yar Paşa'ya verilmiştir. Bilindiği gibi Atatürk'ün, Misak-ı MiUî sınırları olarak çizdiği tas­ lak hudutlarımız içinde Musul vardır. Fakat Lozan Konferansı'nda İngi­ lizler bunu kabul etmezler ve Cemiyet-i Akvam'm idaresine bırakırlar. Sonra da kendileri işgal ederler. Fakat Atatürk burayı bir oldu bitti ile geri almak ister. Kâzım Karabekir'e de bunu teklif eder. Karabekir bu teklih kabul etmez. (Öyle anlaşılıyor.) Fakat Atatürk Musul'un işgah üzerinde yine de durmaya devam eder. Nitekim, Rauf Orbay'm hatıra­ larında, bu olay aynen şöyle dile getirilir:'' "İkinci devrede Edime Mebusu olan Cafer Tayyar Paşa, Meclis'e gelip de teşrii vazifesine henüz başladığı günlerde, cephelerin lağvı ile kolordu teşkilatı yapılmasına karar verildiği için, onu da Diyarbakır'a kolordu kumandanı olarak göndermek isteyen Mustafa Kemal Paşa, ya­ nma davetle, pek ehemmiyetli olan Musul meselesinin hâlâ askıda ol­ duğunu, ne suretle halledileceği de henüz belli olmadığı için Diyarba-


kıra fazla kuvvet toplamak mecburiyeti duyulduğunu anlatarak: 'Bu kuvvetin başına itimat ettiğimiz kıymetli bir arkadaşın gitmesini istiyo­ ruz. Bu sebeple Fevzi Paşa (Mareşal) ile de mutabık kalarak zatialinizi intihap ettim. Kabul ederseniz memnun olurum,' diyor." Cafer Tayyar Paşa da, "Diyarbakır'a gitmeyi memnuniyetle kabul ederim," diye şu teklifte bulunuyor: "Ancak bilirsiniz ki İngilizler Musul vilayetini Mütareke'den sonra bir olup bitti ile işgal ettiler. Aynı hareketi ben de yapabilirim. Eğer bu hareketim, hükümetin pohtikasma uygun çıkarsa, Musul vilayeti kaza­ nılmış ve dava halledilmiş olur, aksi hâlde, tarihî mesuliyet benim üze­ rime yüklenir. Siz de, Kumandan hükümetin isteğine aykırı olarak bu hareketi yapmıştır. Kendisini Divan-ı Harbe verdik. Mesul edeceğiz, dersiniz ve işi yine politika yolu ile halledersiniz." Mustafa Kemal Paşa, bu tekhf karşısında, hiç tereddüt etmeden şu cevabı veriyor: "Zaten sizi, bu işi bu tarzda yapabileceğinizi düşünerek, seçtim. Rastgele bir kumandanın başarabileceği bir iş değildir. Bu hususta siz­ den eminim," der. Cafer Tayyar Paşa, bu cevap üzerine: "İtimadınıza teşekkür ede­ rim. İnşallah muvaffak olacağız. Yalnız herhangi bir sakathğa meydan vermemek için, siyasi duruma göre bana hareket zamanını tayin ede­ cek bir işaret verin kafi Paşam," der. Bu suretle tam bir mutabakat ile Mustafa Kemal Paşa'dan ayrılarak birkaç gün sonra Diyarbakır'a gider. Cafer Tayyar Paşa bunları anlattıktan sonra diyor ki: "Diyarbakır'a gidişimden bir müddet sonra, hiç hesapta olmayan bir Nesturi meselesi patlak verdi. Van'ın güneyinden, Siirt vilayetinin doğusunda ve Mardin vilayetinin kuzeyinden ve doğusundan Irak hu­ duduna kadarki geniş sahada bulunan Nesturiler Irak ve Musul'daki İngilizlerin kışkırtmasıyla, aralarına devlet memuru sokmak istemeye­ cek derecede başlarına buyruk hareket ederlerken, günün birinde iki jandarmamızın vurulması ile, iş büyümüş ve bütün o bölge ingilizlerin


gizlice verdikleri silahlarla ayaklanmıştı. Bunun üzerine kamilen hak­ kından gelmeye ve o bölgeyi İngilizlerin tesirinden kurtarıp nüfusumuz akma almaya muvaffak olmuştum. İşte bu harekat esnasında, bana An­ kara'dan en ufak bir işaret verilmiş olsaydı, Musul vilayetini bir hafta nihayet on gün içinde kamilen işgal edebilirdim. Herhalde o sıralarda siyasi durumun böyle bir teşebbüse elverişli olmadığı görülmüş olmak ki, Musul'u kurtaracak bu fırsat kullanılma­ mıştır."'' diyerek Musul meselesinin ne kadar ciddiye alındığını ifade etmiştir. Cumhuriyeti kurma fikrinin Karabekir'in kendisinden geldiği dü­ şüncesi ise, Atatürk'te, cumhuriyet kurma fikri sayın yazarın da ifade ettiği gibi çok öncelerden beri vardır. Ondan öte. Büyük Ata'nm her konuda, herkesin teker teker fikrini aldığı bilinen bir gerçektir. Nite­ kim Hasan Rıza Soyak^ "Atatürk alakah ve vazifelilerin düşüncelerini dinlemeden, hatta kendileriyle tartışmadan bir mesele hakkında kendi kanaatini bildirmezdi. Ben emrinde çalıştığım bütün görev hayatım es­ nasında konuşmadan ve fikir alışverişi yapmadan emir aldığımı hatır­ lamıyorum. Hatta fikrini söylemeyenlere 'Senin kafan işlemiyor mu? Bir mütalaan yok mu?' diye sinirlenir ve herkesin fikrini sorardı," di­ yor.^ Ben de Çanakkale'den Halep'ten beri yaverliğini yapmış olan Sayın Muzaffer Kılıç'tan bunu kanıtlayan pek çok hatıra dinlemişimdir.^ Bu nedenle birçok konuda Karabekir'in fikri alınmış hatta o fikir uygulan­ mış da olabihr. Cumhuriyetin ilanı gibi. Fakat Karabekir'in hahfeliğin kalması konusundaki önerisi kabul edilmez. Halifelik padişahlıktan ayrıldığı, fakat kaldırılmadığı, tartışmaların yapıldığı bir zamanda, Karabekir'in, onu ziyarete gidip birlikte yemek yemesi de herhalde çok büyük bir hata olmalıdır. Nitekim istiklal Harbi'ne Ata'yla beraber başlayan kişilerden olan Refet Paşa da Kurtuluş Harbi'nden sonra istanbul'a ilk girecek askerî birliğin komutanı olarak seçilirken Atatürk ona, "Sen hahfeyi ziyarete


gitmeyeceksin. Gerekirse o, komutanlığa gelecek, seninle görüşecek, seni kutlayacaktır," demiştir. Fakat Refet Paşa da bu emri veya tavsiyeyi dinlemeyerek Halife-i rûy-u zemini ziyarete gitmiştir. Bundan sonradır ki Samsun'a birlikte çıktığı arkadaşı Refet Paşa'yı bile Atatürk devreden çıkarır, ^^-il Kaldı ki Atatürk halifeliği kaldırmayarak yetkilerini "Büyük Millet Meclisi'nin şahs-ı manevisine" bırakıp, ileride, bu Meclis haUfelik ko­ nusunda ne gerekiyorsa onu yapar diye düşünüp, "Türkiye Büyük Mil­ let Meclisi, dünyevi ve uhrevi bütün yetkileri nefsinde toplar," şekUnde kanun çıkartmıştır. Atatürk'ün haUfe olma eğilimi ise, Atatürk'ün dini reformları te­ peden inme olarak yapma arzusundan kaynaklanmaktadır. Tıpkı "Luter"in yaptığı gibi.i^ Ben de haUfe olur istediğim dini reformu diledi­ ğim şekilde yaparım düşüncesiyledir.^^ Çünkü Karabekir'in hatırala­ rında da belirttiği gibi aynı günlerde, "Ben Arap yavelerini Türk oğul­ larına öğretmek için Kuran'ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutacağım, ta ki budalalık edip aldanmaya devam etmesinler," de­ miştir. Fakat sonradan birçok dost ve arkadaşı ile konuşup tartışarak ka­ rarını değiştirmesi ve "Ben Luter olmayacağım," demesi de eskiden bu fikirde olduğunu gösterir, Bu yazdıklarımla Kâzım Karabekir ve diğer arkadaşlarını küçült­ mek gibi bir niyetim asla olmadığını özellikle belirtmek isterim. Kâzım Karabekir de çok vatanperver, dürüst, cesur, halk tarahndan çok sevi­ len, bilgiH, okuyan hatta yazan bir kişidir. Ülkenin kurtuluşunda ve ileri adımların atılmasında katkısı tartı­ şılmaz. Ben, Ah Fuat Paşa'nm Kurtuluş Harbi'nde yanında çahşan Halil Nuri Yurdakul'la birlikte Paşa'yı ziyarete gittiğimiz birçok defa Cebe­ s o y , " B i z Kurtuluş Savaşı'nı üç kişi başlattık. Onlar da şunlar..." der­ di. "Mustafa Kemal Paşa, ben (Ali Fuat Cebesoy), Kâzım Karabekir Pa­ şa, Refet Paşa, Rauf Orbay.


"Eğer Atatürk başa geçmese idi hiçbirimiz bu işi götüremezdik. Çünkü hiçbirimiz diğerinin hderhğini, kumandanhğım kabul edecek karakterde kişiler değildik. Ancak Atatürk'ün üstün kudret ve kuvveti, cesareti, mertliği ve dürüstlüğü hepimizi bir araya getirmiş ve bir arada tutmuştur," demiştir.!^ Diğer taraftan Ş. S. Aydemir "Tek Adam" kitabında "Kurtuluş Har­ bi'ni ve inkılapları Atatürk yapmasa kim yapabilirdi?" sorusuna, Ata'nm etrafını iyice tahlil ederek, "Bu işi yapsa yapsa ancak Ali Fuat Faşa ya­ pabilirdi," diye bir sonuç belirtmiştir.^^ Atatürk'ün, askeri dehası, dürüstlüğü, cesareti, güzel konuşması yanında, her konuda ekonomi, sosyal, kültürel, dinsel, güzel sanadar vb. konularında büyük bir birikimi vardır. Ayrıca bunlara ait daha ge­ niş bilgiler toplama arzusundadır. Etrafındaki çok üstün meziyetli bu kişilerin kendilerini gösterememeleri ise, bence, Atatürk'ün dâhiliğinden kaynaklanmıştır. Saygılarımla Prof. Dr. Yurdakul Yurdakul Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Toraks ve Kalp Damar Cerrahisi Öğretim Üyesi BU YAZIDA BAŞVURULAN ESERLER L

2. 3. 4. 5.

Soyak, Hasan Rıza; 'Toioğraflarla Atatürk ve Atatürk un Hususiyetlerf\ sayfa: 21-22, Hayat Mecmuası Yayınları, Tifdruk Mat. San. A.Ş./lst. Cebesoy, Ah Fuat; ''Milli Mücadele Hatıraları\ s. 13, 4 3 5 , Vatan NeşriyaU, 1953/Ist. Kocatürk, Utkan; ''Kaynakçalı Atatürk Günlüğü'' s. 6 9 70-76-78, Iş Bankası Kültür Yayınları, No: 294 Nadi, Yunus; "Ankaranm İlk Günlerı\ Sel Yayınları, s. 94-96, Haldun Sel ve Ört. Hisar Mat. Çağ. 1955/Ist. Kılıç, A; "Atatürk'ün Hususiyetlerı\ Sel Yayınları, No: 2,


6. 7.

8. 9. 10. 11.

12. 13.

S. 45-47. Haldun Sel ve Şeriki Hisar Matbaası, 1955 Cağaloğlu/lst. "Mustafa Kemal ile Samsuna Gidenlef\ Tarih-Coğrafya Mecmuası, cilt II, s. 92. Kandemir F.; "Hatıraları ve Söyledikleriyle Rauf Orbay", Yakm Tarihimiz Yayınları 4, s. 121-123, Sinan Matbaası, 1965 "Yakınlarından Hatıralaf\ Sel Yayınları, s. 9, Haldun Sel ve Ört. Hisar Matbaası, 1955 Cağaloğlu/Ist. Ata'nm Yaveri Muzaffer Kılıç'la şahsi görüşme. Ah Fuat Cebesoy'la şahsi görüşme. Aydemir, Ş. S.; "Tek Adam" cik 111, s. 55-168, 170-171, 4 9 9 , 4 2 - 4 3 , 4 3 - 1 7 0 , Remzi Kitabevi, Ankara Cad. No: 93, 1964/lst. "Protestanlık'', Hayat Ansiklopedisi, cilt: 5, s. 2 6 6 3 - 6 4 , Hayat Yayınlan. Kandemir, F.; "Mustafa Kemal, Arkadaşları ve Karşısmdakilef, s. 142-148, Yakm Tarihimiz Yayınları, Pk. 4, Ercan Matbaası , 1 9 6 4 Erenköy/ist.


İnsan Atatürk

Sayın Turgut Özal bir konuşmasında, "Atatürk de bir insandı. Onun da hataları olmuştur," diye bir konuşma yapmıştı. Bu yazı o günlerde yazılmıştır. Sayın Turgut Özal'm Konya'da Atatürk hakkında söyledikleri tabii ki kimsenin gözünden kaçmamıştır. Bence, ona en güzel cevabı Meh­ met Keçeciler'in, atarız, tehdidi savurduğu işçiler vermektedir. Yürü­ yüşlerinde ellerine aldıkları ve en önde taşıdıkları Atatürk resmi ile... Bu, onun. gibi düşünenlere herhalde yeter. Çünkü sen atarız dedi­ ğin işçinin, memurun, emeklinin maaşını milletvekili aylıkları oranında arttırdm mı ki atacaksın? Hayır. Bunların düşüncesi, din istismarı yapa­ rak, halkımızı asırların gerisinde yaşatmaktır. Bu apaçık meydanda de­ ğil midir? Halbuki, işçi ve köylünün değerini, hataları var dedikleri Bü­ yük Atatürk, ta 1922 yılında İzmir'de toplanan İktisat Kongresi'nde şöyle dile getirmiştir: "Türkiye'nin asıl sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O hâlde herkesten daha çok refah, mutluluk ve servete hak kazanan ve layık olan da köylüdür."^ demekte, onların yıllarca harp alanlarında nasıl ziyan edildiklerini ise: "Yedi yüz yıldan bu yana dünyanın çeşitli yerlerine götürülerek kanlannı akıttığımız; kemiklerini değişik topraklarda bıraktığımız; yedi yüz­ yıldan beri emeklerini ellerinden alarak boş yere sarf ettiğimiz ve buna karşıhk devamh hakaret ederek küçük gördüğümüz; fedakârca ve karşı-


lıksız olarak verdiklerini, nankörce ve küstah bir zorbalıkla karşıladığı­ mız; kendisini uşak durumuna düşürmek istediğimiz bu gerçek mal sahi­ bi önünde, bugün büyük bir utanç ve saygıyla, gerçek yerimizin ne oldu­ ğunu bilerek esas duruşumuzu almalıyız.demektedir ta 1922 yılında. Yine 1921 yılında komünizmin dünyada süratle yayıhp ilgi buldu­ ğu; İtalya'da, Almanya'da, Fransa'da partilerinin kurulduğu ve Rusya'da süratle tutunup ülkeye hâkim olduğu bir zamanda; "Komünizmin ülke için, ulusumuz için, dinimiz için kabul edile­ mez olduğunu anlatmak, yani kamuoyunu aydınlatmak en yararlı çare görülmelidir."^'^ diyerek vatandaşı ve ülkemizdeki komünizm hayran­ larını ikna etmeye çalışmıştır. Bir gün Atatürk'ün dinî anlayışına şüpheyle bakanlar şunu çok iyi bilmeliler ki, Atatürk, Samsun'a çıktığı zaman Havza'da mevlit okut­ muş. Büyük Millet Meclisi'ni bir öğle namazı kılarak açmış ve yıllarca cuma ve bayram namazlarına gitmiştir.^ Tekke ve zaviyeleri 23 Aralık 1930 tarihinde, Kubilay olayı olup, genç asteğmen ve beş inkılapçının başı kesilince (evet Kubilay yere yatırılmış ve tavuk kesilir gibi başı ke­ silmiştir) kapattırmıştır."^ Dinsel kesim ve padişahların haremleriyle ve dört beş kadınla evh olma durumlarına, kendi daha 43 yaşında iken set çekmiş ve karısını hiçbir gün türbansız gezdirmemiştir.^ (Eğer türban isteniyorsa) Atatürk, 1932 yılında Ramazanın 26. günü Ayasofya Camii'nden, evet Ayasofya Camii'nden mevUt okutup radyo ile bütün ülkeye bunu dinletmiştir.^ Aynı gece hocaları yemeğe çağırıp kendilerine teşekkür etmiş ve dinî sohbetlerde bulunup, o zamanın ölçülerine göre büyük bir hediye­ yi zarf içinde verdirerek kendi otomobiliyle evlerine yolcu etmiştir.^ Doğu ile ilişkilerini hiçbir zaman kesmemiş ve Sadabad Paktı ku­ rarak Türkiye, İran, İrak ve Afganistan'ı bir İslam şemsiyesi altında top­ lama çabası göstermiş, o günlerde ülkemize gelen bu ülkelerin krallannı misafir etmiş ve Afgan Kralı'nı 16 gün gibi çok uzun bir süre yanın­ da alıkoymuştur.^


Bugünkü Rusya'nın acıklı durumu herkesin malumudur. Fakat hâlâ süper bir askerî güce sahip olduğu da tartışmasız kabul edilmekte­ dir. Fakat dâhi Atatürk bunu 50 yıl önce çok iyi tahlil etmiş ve "Zaferin aracı olan yalnız kılıçtan oluşan bir ulus, bir gün girdiği yerlerden ko­ vulur, aşağılanır, yoksul ve perişan olur. Böyle ulusların yoksulluğu, perişanhğı o kadar büyük ve acı olur ki kendi ülkesinde bile mahkûm ve tutsak kalabiHr,"! diyecek kadar ileri görüşlülük göstermiştir. Henüz devletlerin birbirinden borç para almaya yeni yeni başladığı bir zamanda ve henüz ülkemizde kapitülasyonların olduğu yularda, "Biz olağanüstü bir çalışma yapmak zorunluluğundayız. Ancak bu zo­ runluluğun yerine getirilmesi, kaybolanların sağlanması, bugünkü mah gücümüzün çok üstündedir. Bundan dolayı hükümetimizin öteki uy­ gar devletler gibi dış borç anlaşmaları yapma zorunluluğu vardır.

di­

ye, 1922 yılında yabancı sermaye gerekliliğini dile getirmiştir. Bu ne büyük bir görüştür. (Kapitülasyonlar 1923 yılında Lozan Antlaşmaları ile kalkmıştır.) Özel sektöre vereceği kredi ve imkânları hiç göz ardı etmemiş ve; "Ekonomik girişim kısmen devlet, kısmen özel girişimler tarafın­ dan ele alınmalıdır."^ diyerek bugün hemen hemen bütün uygar dev­ letlerin almış olduğu ekonomik modeh tarif etmiştir. Kendi asker olduğu hâlde, "Siyasi ve askerî zaferler ne kadar bü­ yük olursa olsun ekonomi zaferiyle taçlandırılmazlarsa elde edilen za­ ferler sürüp gidemez."1 "Düşmanlanmıza karşı en kuvvetli silahımız ekonomi hayatındaki genişleme, sağlamhk ve başarı olacaktır." diyecek kadar ekonomiye ağırhk vermiştir. 12 Ocak 1934'te Yunanistan Başbakanı Venizelos'un Nobel Ödülü komitesi başkanlığına, "Atatürk'ü Nobel Barış Ödülü'ne aday göster­ mekle şeref kazamnm" diyerek onun büyüklüğünü ve dâhihgini takdir etmiş. Kendi hasmına duyduğu büyük hayranlık dolayısıyla ona NO­ BEL BARIŞ ÖDÜLÜ verilmesini önermiştir. ^ 7 Ağustos 1930'ta, Fethi Bey'in yeni bir parti kurması karşısında


İnönü ve Fethi Bey'e "Ben şimdi bir babayım. Siz ikiniz de benim evladımsımz. İkiniz arasında benim gözümde hiçbir fark yoktur. Benim is­ tediğim sadece memleket işlerinin TBMM'de açıkça tartışılmasıdır. TBMM'de, Türk milletinin gözü önünde açıkça konuşulmayacak hiçbir iş yoktur."^ diyecek kadar reisicumhurun tarafsız olacağını ve Cumhuri­ yet Halk Partisi kökenli olduğu hâlde bu tarafsızhk tavrını alenen ifade etmiştir. Acaba hatası bu mudur? Reisicumhurun hiçbir zaman başvekil gibi görev yapamayacağını 4 Ekim 1930 tarihindeki basın toplantısında şöyle açıklar: "Milletin genel eğilimi benim şu veya bu gerekçe karşısında başve­ kil olmamı icap ettirirse bu görevi büyük bir olgunluk ve minnetle yap­ maya hazırım. Bu takdirde benim aynı zamanda reisicumhurluğu şah­ sımda bulundurmamın elbette ki kanuni imkânı yoktur. Amerikan sis­ temini memleketimizde tatbik etmeyi hiç hatırıma getirmedim. Sistem­ siz ve kanunsuz şekilde reisicumhurlukla başvekilliği birleştirmeyi asla düşünmedim,"'^ diyerek sorumluluklarının sınırını çizmiştir. 29 Ekim 1937'de Fransız Büyükelçisi Henri Ponsot'a, "Ben, TBMM kürsüsünden milletime söz verdim. Hatay'ı alacağım. Milletim benim dediğime inanır. Sözümü yerine getiremezsem onun huzuruna çıka­ mam. Yerimde kalamam,"^ demiştir. Bununla, bir devlet adamının verdiği sözü mutlaka tutma gerekliUğini vurgulamıştır. 11 Haziran 1937 tarihinde, "Kullanma yetkim altındaki çiftlikleri; bütün tesisleri, hayvanları ve bütün demirbaşları ile beraber Hazine'ye hediye ediyorum. Gereken kanuni işlemin yapılmasını dilerim,"^ diye­ rek neyi var, nesi yok her şeyini devlete vermiştir. 12 Ekim 1937'de, Ege manevraları dönüşünde Mareşal Fevzi Çak­ mak ve İsmet İnönü'yle görüşüp gazetecilere, "Büyük devletler arasın­ daki mücadele, gerginlik, düşmanlık o hâldedir ki bunların arasında bulunarak bir badireye karışmak ihtimaU vardır. Bu ihtimale karşı ise son derece dikkatli, tedbirli ve soğukkanlı bulunarak postu kurtarmaya çalışmak vaziyetindeyiz,"^ diyerek, bir sene sonra patlayan İkinci Dün-


ya Harbi'nin olacağını ve çizeceğimiz politikanın ana hattını belirleye­ cek kadar ileri görüşlüdür. 2.8 Mayıs 1935'te Fransa Cumhurbaşkanı Lebrun'un, Paris Büyük Elçimiz Suat Davas'a, "Gazi Mustafa Kemal emsalsiz bir asker ve dâhi bir komutan olduğu hâlde ne kadar barışsever, bunu takdir etmek la­ zımdır. Çünkü insaniyet barışa muhtaçtır," dedirtecek kadar da barış­ severdir.^ Ölümünden üç ay önce kendi el yazısıyla yazdığı vasiyetnamesinin ikinci maddesinde, kendisinden başka hiç kimsesi olmayan biricik kar­ deşi Makbule Hanım için yazdığı, şu bağlayıcı ifade hakikaten çok çok düşündürücüdür: "Kardeşim Makbule'ye şereft bana uyumlu olarak yaşadığı sürece İş Bankası hisselerimden ayda bin lira verilecektir,"^ diyerek, ölümün­ den sonra bile şeref ve haysiyetinin korunmasını istemektedir. Rahmeth Psikiyatri Profesörü Rasim Adasal bir yazısında, "İnsan politikada yükselir. Bir yüksek dağa çıkar, yükselir. Bunların hiçbirisi hakiki yükselme değildir. Hakiki yükselme insanın insan olarak yük­ selmesidir," der. Bu konuda Büyük Atatürk en güzelini söylemiştir: "Bir insan mebus olabilir, bakan olabilir, hatta başbakan ve reisi­ cumhur olabilir. Ama sanatkâr olamaz," diyecek kadar alçak gönüllü­ lükle. Bu güzel söze büyük sanatkâr Vash Rıza ise, "Paşam. Hakhsımz herkes reisicumhur olabilir. Fakat Atatürk olamaz," diye çok dâhiyane bir cevap vermiş ve sanki altmış yıl sonraki içinde bulunduğumuz bu zamanı ifade etmiş gibidir. İşte çağ atlamaya iki güzel ömek. Hem de altmış yıl önce verilen iki ömek. Evet Atatürk de bir insandı. Ama Edison gibi, Mozart gibi, Einstein gibi bir insan. O hiçbir zaman sıradan bir insan değildi. Atatürk her konuda insanüstü idi. Askeriik konusunda, politika konusunda, ileri görüşlülük konusunda, inkılapçıhk konusunda, güzel sanatlara ilgisi konusunda, hitabet konusunda vb.


Bu nedenledir ki, bütün dünya onu, iyice inceleyip tanıdıktan sonra DÂHİ İNSAN olarak değerlendiriyor. Herkes gibi sıradan insan olmadığı için. Yazımı bir atasözüyle bitirmek istiyorum. Cahile göre âlim bir hiçtir. Âlime göre ise, cahil zaten bir hiçtir. Prof. Dr. Y Yurdakul BU YAZIDA BAŞVURULAN ESERLER 1.

2.

3. 4. 5. 6. 7. 8.

Olken, Y.; "Atatürk ve îktisaf, Türkiye Iş Bankası Kükür Yayınlan. No: 224, s. 13, 64, 28, 4 3 , 10. Yonca Matbaası, 1984 Kocatürk, U; "Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, Iş Bankası Kültür Yayınları. No: 294, s. 342, 302, 3 7 7 , 3 7 2 , 3 7 6 , 356 Kılıç, A.; "Atatürk'ün Hususiyetlerf, s. 57-58, Sel Yayın­ ları, Hisar Matbaası, 1955 Cağaloğlu/Ist. "Elh Yılhk Yaşantımız^ cik 1, 1923-1933, s. 2 4 0 , Milliyet Yayınlan, 1975 Soyak, H. R.; "Atatürk'ün Hususiyetleri', s. 179-186, Ha­ yat Yayınları, Tifdruk Matbaası A.Ş. Basımevi Okuyan, H. V.; "Atatürk'le On Beş Yıl Dini Hatıralar", s. 19-21, Sabah Yayınları, Sıralar Matbaası, 1962 Cumhuriyet Gazetesi s. Ek 3, 4 Ekim 1990 Evliyagil, N.; "Atatürk ve Anıtkabir,^' s. 22, Ajanstür Ya­ yınları, 1988


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.