Sayi 42 web

Page 27

yevmiyeler dağıtılırken almayacak, ‘içerde’ bırakacaktım. Kumaşa, terziye yetecek kadar para biriktirdiğimde muhasebeye gittim. Parama üvey abim tarafından el konulduğunu söylediler. Yine yalın ayakbaşı kabak kalmıştım. Bir pantolonum vardı, Allah sizi inandırsın üstünde belki elli yama… Fakirlik işte! Pantolon yamalardan öyle bir kalınlaşmış ve sertleşmişti ki sanki bıraksan içinde bacaklarım varmış gibi ayakta duracaktı. Neyse… O arada nişanlandım. Nişanlım Rumeliliydi. Çok becerikli bir kadındı. Ben askerdeyken o harç karıp evimizi yaptı. Ev bitti, askerlik bitti, evlendik. Yedi yıl nişanlı, yetmiş yıl evli durduk. Üç yıl önce o da beni koyup gitti! Nur içinde yatsın! Üç oğlumuz olmuştu. Ailemi hayvancılıkla geçindiriyordum. Balıkesir’den üç beygir alıyor, onları kuyruklarından birbirine bağlıyor, Ayvalık’a kadar yayan geliyordum. Kamyona verecek para bulamıyordum çünkü. Bazen inek de getirirdim. Gece bastı mı nerede bir kuru ot varsa hayvanları oraya çekerdim. Yolculuk iki gün sürerdi. Cundalılar iyi müşterimdi. “Mehmet abi, senin beygirler çok güzel!” derlerdi. Atlarımın parasını yeni hayvanlara yatırırdım. Böyle böyle Balıkesir’den üç posta hayvan getirmiştim. Sığır yağı satıcılığı da fena iş değildi. Kasaplardan kilosu iki buçuk liradan yağı toplardım. Dört-beş çuval olduğunda akşamdan eczacı Zeki Bey’in karşısına gelen Balıkesir arabasının bagajına çuvalları yerleştirirdim. Balıkesir’de sucuk satan Rafet Abi yağın kilosuna dört lira öderdi. Cebime koyduğum parayla Kepsut’tan kuzucuk alırdım. Oradan da bir ekmecik çıkardı. Nail Ağa adında Balıkesir’de yaşayan uzun boylu, Ayvalıklı bir besici vardı. Bir gün beni çağırdı. Gittim. Çiftliğindeki altmış kuzuyu gösterip, “Bunları kaça alırsın?” diye sordu. “Benim paracığım yok!” dedim. Omuzunu silkti, kapıları açtı. “Ama herhalde bu kuzuları götürecek kamyona paran çıkışır!” dedi. Bir kamyon dolusu kuzuyla Ayvalık’a vardım. Postanenin önünde durduk. Genç Kasap peştamalı dolanıp geldi. Hâsılı kuzuları kestik, sattık. Paraları koynuma sokup Nail Ağa’nın çiftliğine doğru yola koyuldum. Yanına vardığımda emanetini masaya bıraktım. Nail Ağa saydı, saydı… Sonra bir kısmını bana uzattı: “Bu da senin harçlığın!” Ardından kızlarına döndü, “Mehmet abiniz geldiğinde ne isterse verin! Paraysa para… Yemekse yemek… Yataksa yatak!” dedi. Daha dün cenazesini kaldırdık. Genç Kasap da oradaydı. “Nerede o günler? O getirdiğin kuzular?” dedi. İşte ben böyle çalıştım hanım abla! Bu alnım açık! Bugün bile hangi kapıyı çalsam geri dönmem!

"BANA OTUZ TAYFA LÂZIM!" Artık Ayvalık gibi Macaron da değişti. Eskiden hayat çok zordu. Su, Yedi Kuyular’dan, Sütlü Kuyular’dan gelirdi. Dört saka; beygirler, merkepler, midillilerle varil varil evlere su taşırlardı. Milletin tek eğlencesi kapı önlerinde oturmaktı. Beş-

altı komşu sırayla birbirimizin kapısına misafir olurduk. Sererdik yere bir-iki çuval… Halı nerde? Saat on ikiye kadar oturur, muhabbet ederdik. Ne yapacaksın? Elektrik yok, su yok, zeytin yok, odun yok! Rezillikti yani... Ayakkabıcı Hüsnü’nün dükkânı az ötedeydi. Götürürdük ayakkabıları yamasın... “Bıktım sizin ayakkabılarınıza pençe yapmaktan. Artık tutmuyor!” diye söylenirdi. Bağı-bahçesi, tarlası-zeytinliği olmayanlar mevsimlik işlerde çalışırlardı. Ya zeytine ya da tütüne; Makaron’a, Kabakum’a, Dikili’ye, Bergama’ya giderlerdi. Mesela bir ağa gelirdi Dikili’den, “Bana otuz tayfa lâzım!” derdi. Otuz adamı toplar giderdi. İş bittiğinde tayfalar Ayvalık’a dönerlerdi. Bundan altmış, yetmiş sene evvel, benim

‘Mezarcı’ lakabı baba yadigârı!

-G

irit’te Savunaki adında çok zengin bir doktorun yanında çalışan babam, mübadele öncesi Rum çetelerin bir bardak su istemek bahanesiyle evleri bastıklarını; soygun, kıyım yaptıklarını, bu nedenle de tarlalarda saklandıklarını söyler ve şöyle anlatırdı: “Ayağa bile kalkmazdık, hemen vururlardı! Hatta bir gün arazisinin gözetleme kulesinden çevreyi kolaçan eden bir çiftlik sahibini öldürmüşlerdi! Can korkusundan ağanın cenazesini almaya kendi yanaşmaları bile gitmek istemiyordu. Zavallıyı orada öylece bırakmaya gönlüm razı olmadı. ‘Ben giderim yahu! Varsın beni de vursunlar!’ deyip ağayı sırtladım, getirdim. Bu olaydan sonra bana ‘Mezarcı Ali Ağa’ lakabını taktılar. Girit’te yaşadıklarımız bir mektupla Atatürk’e bildirilmişti. Ne kadar zaman sonraysa artık, ufukta büyük bir gemi göründü. Rumlar çanları çalarak halkı Yunanistan’a ait olduğunu sandıkları gemiyi karşılamaya çağırdılar. Limana akın eden Rumlar neşeyle bağırıyorlardı: ‘Bizim gemi geldi! Bizim gemi geldi!’ Ama gemi boğazdan girdiğinde baktılar ki gönderde Türk bayrağı dalgalanıyor… Bu kez sevinme sırası bizdeydi. Artık güvendeydik. Gemideki askerler bizi Ayvalık’a götüreceklerini bildirdiler. Bir hafta içerisinde eşyalarımızı toplamamızı istediler. Bunun üzerine babam büyük bir sandık yaptı. İçine üç keçicik koydu. Yola çıktık!” Hâsılı babamla birlikte lakabı da Ayvalık’a gelmişti. O vefat ettiğinde oğlu kim? Mehmet! Mehmet kim? Mezarcı Ali Ağa’nın oğlu! Yani kim? ‘Mezarcı Mehmet…’ Kısacası ‘mezarcı’ lakabı baba yadigârı!

gibi ekmek peşinde koşan adamlar bırakın kahveye gitmeyi, ortalıkta görünmeye bile korkarlardı. Zira ister işiniz olsun ister olmasın, ister geliriniz olsun ister olmasın herkesten ‘yol vergisi’ adı altında bir tür gelir vergisi alınırdı. Polislerle birlikte gezen tahsildarlara yakalanmamak için yapmadığımız numara, atmadığımız takla kalmazdı. Mesela zeytini toplar, merkebe yükler, hayvanı yola salardık. O evi bilir, bulur, gelirdi. Biz de tepelerden dolanırdık. Hiç unutmam, Ali Efendi’nin mengenesinde çalışırken baskın yemiş, mengene dönmeyi bırakıp arka kapıdan kaçmıştık. Allah rahmet eylesin, muhtar Recai Bey de tahsildardı. Ama fakirlikten anlardı. Kırk yılın başı Camlı Kahve’ye mi çıkmışız, hemen bize haber uçururdu, “Geliyorlar! Kaçın!” diye. Kahvenin camlarını kırar, kendimizi dışarı atardık. Hani hapse girmek neyse de, o vakitler hapistekileri hükümet de doyurmazdı. Şimdi ekmek verirler, yemek verirler… O zaman vermezlerdi. Kodesi boyladın mı açtın! Allah’tan hiç yakalanmadım. Hiç de vergi ödemedim.

CENAZE ARABASI FİLAN YOKTU Her şeyimiz eziyetti-çileydi be hanım abla! Öldüğümüz vakit bile bizi toprağa veren milletin canı çıkardı. O yıllarda bütün İzmir arabaları 13 Nisan Caddesi’nden geçerdi. Mezarlığa da bu yoldan gidilirdi. Cenaze arabası filan yoktu, tabutları omuzlarımızda taşırdık. Yol uzundu. Yokuştu. O nedenle Günebakan Pansiyon’un önüne cenazeyi koyup mola verebileceğimiz demirden bir kaide yapmışlardı. Rahmetliyi üzerine bırakır, biraz dinlendikten sonra yola devam ederdik. Ne günlerdi ama? Ne viranelikti buralar, bilsen? Dört-beş kahvenin bulunduğu Macaron’da bir polis noktası vardı. Buna rağmen delikanlılar yabancıları Macaron’a sokmazlardı. O günlerde kadınlar kesinlikle tek başlarına bu caddeden geçemezlerdi. Geçecek olsa, helikopter gibi uçardı o kadın buradan! Şimdi Macaron kadından geçilmiyor! Devir değişti tabii. Böyle daha iyi... Yavaş yavaş her şey düzeliyor, güzelleşiyor. Zamanın bıçkın delikanlılarının hepsi şimdi mezarda! Unutulup gittiler! Benim yaşımda olup da hayatta kalan kimse yok artık buralarda. Ben de ne yapayım, hâlâ çalışıyorum. Oğlum Taner, Komili’den emekliydi. O da vefat etti. Bana da ondan maaş bağladılar. Nur içinde yatsın! O maaşla idare ediyorum. Başımı sokacak bir evceğizim var Allah’a şükür! Hayvancılık yapıyorum yine. Mesela yeni taksi almış bir arkadaş kurban kesmek istiyor. Geliyor, “Mehmet abi, bir horozcuk var mı?” diyor. “E, var!” Gidip kesiyorum. Ama beş, ama on liracık kalıyor. Bir başkası, “Mehmet abi, kuzu var mı?” diyor. “E, var!” diyorum. Alıp kesiyorum bir kuzucuk. Etceğizimi de veriyor. Bir harçlık da oradan çıkıyor. Allah bin bereket versin! Sonra buraya, Camlı Kahve’ye geliyorum işte. Eski dostlar, yeni dostlar muhabbet ediyoruz. Vakit geçiyor.

27


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.