İlhan selçuk köşe yazıları

Page 1

1 - Anayasanın Önündeki Engel Meclis

08-02-2010 03:46

Yine yağmurlu, soğuk ve hüzünlü bir İstanbul sabahı... Son aylarda en çok tartışılan konu demokrasi ve özgürlük. Kimilerine göre, demokrasi ve özgürlükler genişliyor Türkiye’de. Oysa her şey yerli yerinde, değişen bir şey yok. İlhan Selçuk’la birlikteyiz Koç Vakfı Hastanesi’ndeki odasında... Kız kardeşi Ülfet Ertel, İbrahim Yıldız ve Alev Coşkun da var yanımızda... Önce Cumhuriyet gazetesini konuşuyoruz... İlhan Ağabey, “Geçen hafta gelecektim gazeteye, olmadı ama yakında gelip arkadaşlarımla sohbet edeceğim” diyor. İlhan Ağabey’le demokrasiyi ve özgürlükleri konuşuyoruz. Diyor ki: “Türkiye’de demokrasinin önündeki engel ne MGK’dir, ne Genelkurmay’dır; ülkemizde demokrasinin önündeki engel, Meclis’i oluşturan ‘seçilmişler’dir. Hem yalnız bu Meclis değil, 12 Eylül’den bu yana seçilen Meclislerdir. Hepsi de 12 Eylül hukukuna titizlikle sahip çıktılar. 1982 Anayasası’nı tümden değiştirmeye hiçbiri yanaşmadı. İnsan hakları ve özgürlükler yolunda yeterli siyasal değişikliklerin hiçbiri yapılmadı. Sadece bazı maddeleri değiştirildi, o kadar.” İlhan Ağabey, kimi örnekler verdi dünkü sohbetimiz sırasında... Dedi ki: “Demokrasinin olmazsa olmaz koşulu sayılan genel seçimlerin toplum yapısında demokrasi getirmediği, dünyanın çoğu ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de yaşanarak kanıtlandı.” İlhan Ağabey sözü TEKEL işçilerinin direnişine getiriyor: “TEKEL işçileri neredeyse iki aya yakın süredir, Ankara’nın kışına soğuğuna karşın eylemlerini sürdürüyor. Siyasal iktidara bakıyorum umurunda değil. Türkiye’de işçi sınıfı 20 yıldır ilk kez gündeme geliyor TEKEL işçilerinin direnişiyle. Halk destek veriyor. Ama medyamız bu olayı bile pek görmüyor. İşin acı yanı bu.” *** İlhan Selçuk on yıl önceye gidiyor, yazdığı yazılardan örnekler veriyor. 2000 yılında ekonomide yapısal uyum yasalarının hızla çıktığına değinip bir örnek veriyor:


“O tarihte Başbakan, Bülent Ecevit’ti... Demokratikleşme ve özgürlüklerin geliştirilmesi konusunda Ecevit’in elini kolunu bağlayan mı vardı? Daha açık söyleyeyim asker baskı mı yapıyordu? Hayır! Başbakan yardımcıları Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz’dı. Bahçeli ve Yılmaz demokrasi istediler de karşılarına asker çıkıp ‘olmaz’ mı dedi? Çok partili rejimin yasal yapısını Avrupa ölçütlerine göre düzenlemek isteyen Meclis’in önüne topla tüfekle çıkan bir güç mü vardı? Hayır! Bugün 2010 Türkiyesi’ni yaşıyoruz. Meclis’te tek parti iktidarda. Demokrasiyi geliştirmek için ne yaptı söyler misiniz. Hiçbir şey! Önünde top, tüfek yok! Engel yok! Engel Meclis’te! Kimse kimseyi aldatmasın...” İlhan Selçuk, liderlerin, seçilmiş milletvekillerinin demokrasiyle başlarının hoş olmadığını söylüyor. Ardından sözü yaşadığımız coğrafyaya getirip ekliyor: “Türkiye’de seçim coğrafyasıyla demokrasi coğrafyası birbiriyle örtüşmüyor. Bütün sorun burada. Bir ülkede toplumsal yapı ve ekonomik yapı geriyse, seçim sandığına olduğu gibi yansıyor. Halkın oylarıyla iktidara gelen partilerin parlamentodaki çoğunluğu, Avrupa’da oluşmuş evrensel demokrasi hukukuna karşı çıkıyor. Azgelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerdeki bu çelişki Türkiye’de en çarpıcı biçimde yaşanıyor. Bugün 12 Eylül’ün getirdiği Partiler ve Seçim Yasası’nın değişmesini, yüzde 10’luk seçim barajının kaldırılmasını ne AKP istiyor, ne CHP, ne de MHP. Bunu sorgulamak gerekmez mi? 1999 seçimlerinde CHP barajın altında kaldı. 2002 seçimlerinde DSP, MHP, ANAP ve DYP. Yarın AKP de aynı durumla karşı karşıya kalmaz mı?” *** Sohbetimiz uzayıp gidiyor...


Saatime bakıyorum... Neredeyse 40 dakikadır konuşuyoruz... Azgelişmiş ya da gelişmiş ülkelerdeki çelişki... Türkiye’de tarikat-cemaat örgütlenmesi... İlhan Ağabey’in sık sık değindiği, “kul” ve “yurttaş” kavramları... Tarikat-cemaat örgütlenmesinin ağır bastığı bir toplumda demokrasi ve özgürlükler neden olanaksızdır? Çünkü demokrasi, yurttaş adı verilen özgür istençli (iradeli) kişilerin toplumunda geçerli olabilir! Bir devlet içinde “medeni ve siyasal haklara sahip kişidir” yurttaş! Türkiye’de Yurttaşlar Yasası 1926’da çıktı... Az gittik uz gittik, bunca yıl ne kadar yol gittik? Sanırım bir arpa boyu kadar! ……………………………………………… 2 - Tarihin Seyrine mi Bakacağız?

07-01-2010 04:24

“Enel Hak”, yani “Ben Hakk’ım” diyen Hal-lac-ı Mansur’a biri sormuş: - Mademki Allah olduğunu söylüyorsun, niçin namaz kılıyorsun?.. Hallac: - Değerimizin, demiş, ne kadar olduğunu biliyoruz da ondan... * Eskiden sokaklarda, elinde bir yay ve tokmakla dolaşan adamlar görülürdü; bunlar evlere bakarak bağırırlardı: - Hallaç!.. Tıkızlaşan yorgan ya da yatakların yün veya pamuklarını atarlardı... Mansur’un babası da hallaç imiş, 9’uncu yüzyılın ortasında bir oğlu olmuş... Ünlü mutasavvıf Mansur’a “Hallac-ı Esrar” da denir; öğretisine “Hallaciye” adı verilmiş... * Hallac’a demişler ki: - Bize bir öğüt ver!.. Mansur yanıtlamış: - Nefsine dikkat et!.. Sen onu Allah’a kul etmezsen, o Allah’ı dışlayıp seni kendine kul eder... *


Hallac-ı Mansur “Enel Hak” dediği için şeriata kurban edildi; bu acımasız son onun istediği bir şeydi... Ne diyordu: “Öldürün beni ey sadık dostlarım Zira öldürmek yaşatmaktır beni Hayatım ölümümdedir benim Ölümüm de hayatımda” Hallac softa, yobaz, egemen takımı tarafından önce kırbaçlandı, ardından kolları bacakları kesildi, asılarak halka seyrettirildi, başı kesildikten sonra yakılarak külleri havaya savruldu... * Aristo ile Heraklit, felsefenin doğuşunda mantığın peşrevini yaparlar; biri ‘an’ın gerçeğini yakalamaya çabalar; ikincisi sürecin gerçekliğini diyalektikle dile getirmeye çalışır. Hallac-ı Mansur diyalektik düşünce kapsamında evrenin gizemini çözmeye yönelirken, insanın tanrılaşıp tanrının insanlaştığı sonsuz süreçte evrenin birliğini ve bütünlüğünü sezebilen bir Müslümandı... Özgür düşünmenin bedelini hayatıyla ödemeyi de bilinçle göze almıştı... İnsan, tanrı ile hesaplaşmaya çabalarken kimi zaman “Enel Hak” der, kimi zaman da aklı kulluğun hiçliğine dönüşür... Hallac-ı Mansur’un felsefesine çoğu Bektaşi fıkrasında rastlamak doğaldır!.. Alevinin Sünniden farkını tohumlayan düşünce biçiminin kökenleri İslam tarihinin derinliklerine iner... * Bugün Müslüman coğrafyasında yaşananlar, inanç, akıl, eleştiri, hoşgörü gibi iç içe kavramlar dünyasında geçerli hoyratlığın ürünlerini sergiliyor... Anadolu İslamı bu hoyratlıktan kendisini sakınabilirse başarısı çok büyük olacak!.. Bugün insanlık, uygarların çıkarları, hırsı ve zulmüyle donanmış emperyalizm ile ilkellerin acımasız şeriatı arasındaki savaşı seyrediyor... “Enel Hak” diyen Hallac-ı Mansur’un kanla aptes aldığı yaygın bir tevatürdür... Ama, günümüzde emperyalizm Müslümanlara kanla aptes aldırıyor... Tarihin coğrafyasında Hıristiyan ile İslam dünyaları arasındaki tek özel rejim Anadolu laikliğiyle yerli yerine oturmuştu. Şimdi bu özellik elimizden gitti gidecek... Peki, biz yaşadığımız güncel tarihe yabancı gibi bakıp, yazgımıza mum mu yakacağız?..


(10 Eylül 2006 tarihli yazısı) ………………………………………………. 3 - Mim Noktası

14-08-2009 23:32

Özgen Acar’ın dünkü yazısını okudunuz mu?.. Okumadınızsa okuyun derim... Cumhurbaşkanı Gül Kürt açılımına Norşin’den başladı... Neden?.. Özgen Acar yazısında nedenleri bilimsel kaynaklara dayanarak sayıp döküyor... * Önce Norşin Kürtçe değil, Ermenice... Sonra Norşin Feto’nun kâbesi... Vakti zamanında Saidi Nursi’nin karargâhı imiş... Yetmez mi?.. * Peki, Abdullah Gül neden Norşin’le yakından ilgili?.. Anadolu çeşitli uygarlıkların beşiği, Osmanlı’dan beri de Rum, Ermeni, Kürt, Zaza, Arap, Türk vesaire bu topraklarda al gülüm ver gülüm yaşamışlar... Bu coğrafyada isim bolluğu doğal ve ibadullah... Norşin’i öne çıkarmak neden?.. Gül zaten tarafsız değil, AKP’nin ikinci başkanı gibi çalışıyor, siyaset yapıyor... RTE ile Gül’ün son zamanlardaki derdi gücü Kürtlerle, Ermenilerle Obama’nın istediği gibi hemhal olmak... Kolay iş değil, ama iktidarda kalabilmek için AKP Amerika’nın talimatına uygun politikaları uygulamak zorunda... * Bugün Türkiye’de oy toplamı AKP’yi aşan iki muhalefet partisi var... Bunlardan biri AKP’nin son günlerdeki “açılım” stratejisi üzerine kısaca dedi ki: “- Vatan ihanetidir...” Şaka değil... MHP düpedüz AKP’yi vatan ihanetiyle suçluyor...


Gerekçeleri bu yazıda irdelemeyeceğim; ama olayın, üzerinde durulması gereken yanı şu: - MHP liderinin, Kürt sorunu üzerinde anlaşılmaz manevralar yapmaya çalışan AKP’yi vatan ihanetiyle suçlamasının toplumdaki yankıları nedir?.. Siz yalaka medyaya bakmayın!.. Bu konuda elimizde bir ölçü var mı?.. * Cumhurbaşkanı’nın AKP’nin açılımına AKP’liden daha çok sarılması; ama, bu işe Norşin’in adından başlaması ilginçtir... MHP’nin bu işe girişenleri vatan ihanetiyle suçlaması da ilginçtir... Türkiye olağanüstü bir döneme doğru sürükleniyor... Vaktiyle Anglo-Amerikalılar ülkedeki Ermeni ve Rumları kışkırtıp kullanarak Sevr’i tezgâhlamak istediler... Bu kez de Kürtleri kullanmak üzerine bir strateji göze çarpıyor, Anadolu’yu bölen haritalar elden ele dolaşıyor... * İşte bu ortamda MHP’nin AKP’yi vatan ihanetiyle suçlaması siyaset hayatında, demokratik düzende ve partiler rejiminde ilginç bir dönüm noktası oluşturuyor... MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli bir noktaya mim koydu.. ……………………………………………………………………………………………….. 4 - Meşhur ‘Belge’ye Ne Oldu? Gazetelerde haber:

14-08-2009 00:29

“Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklandıktan sonra tahliye edilen Deniz Kurmay Albay Dursun Çiçek’in RTÜK üyeleri hakkındaki suç duyurusuyla ilgili Başbakanlık’tan soruşturma izni istedi.” * Şimdi yukardaki haberi açmaya çalışalım... Açmak için de önce olayın anımsanmasında yarar var... İşe Taraf gazetesindeki bir manşetten başlamak gerekiyor... Taraf gazetesi ilginç bir ceride... İki CIA ajanının iki hanımı ve iki polis gazetede köşe yazarlığı yapıyorlar... (Polislerden birisi yasaklandı.) İşte bu gazetede Türkiye’yi velveleye veren bir manşet yayımlanmıştı... Verilen haber gazete kadar ilginçti... *


Neydi haber?.. Bir belge ele geçirilmişti... Genelkurmay’da görevli Deniz Kurmay Albay Dursun Çiçek, sureti gazetede yayımlanan belgeye göre AKP’yi ve Fethullahçıları yıkmak için Genelkurmay’da hazırlanıyordu. AKP - FETO medyasında yandaşlar kıyametler kopardılar, ülkenin altını üstüne getirdiler... * Genelkurmay Başkanlığı harekete geçti, görevli birimlerini çalıştırdı... Sonuç: - Genelkurmay’da böyle bir belge yoktur, bu bir kâğıt parçasıdır... Ne var ki Ergenekon savcılığı fırsatı kaçırmamış, Kurmay Albay Dursun Çiçek tutaklanmış, ardından tahliye edilmişti. Belge aslı astarı bulunmayan bir kâğıt parçasıydı, sahteciliğin tezgâhını AKP - FETO cephesinin medyası, Albay Çiçek, asker ve Genelkurmay aleyhine kullanmıştı... * Gelelim şimdi RTÜK’e... RTÜK, Radyo Televizyon Üst Kurulu demek; daha düne kadar Başkanı RTE’nin adamı Zahid Akman’dı... Zahid Akman adı Almanya’daki meşhur dolandırıcılığı vurgulayan Deniz Feneri davasıyla özdeşleşti; öyle ki AKP’nin Bülent Arınç’ı bile Akman’ın RTÜK Başkanlığı’ndan çekilmesini istemişti... Zahid Akman bugün RTÜK üyesi... Ve yalaka medyanın günlerce süren asılsız saldırı ve iftiralarına karşı Deniz Kurmay Albay Çiçek, RTÜK’ten mi medet umuyor?.. Albay’ın başvurusu RTÜK hakkında suç duyurusudur... * Nereden nereye?.. Türkiye öylesine bir kördüğüm oldu ki medyanın sahte ve aşağılık yayınlarına maruz kalan Albay’ın başvurduğu kurumun da iler tutar tarafı kalmamıştır... Neyi neresinden tutarsan tut, karşına çıkan takıyye partisinin uzantısıdır... * Peki, Albay Çiçek’i ve Genelkurmay’ı suçlayan sahte belge işi ne oldu?.. Sahte belge işinde Albay Çiçek’i tutuklayanlar ne oldu?..


…………………………………………………………………………………………. 5 - TSK Silahlarını Bıraksın... mı? 01:06 TSK ne demek?..

13-08-2009

Türk Silahlı Kuvvetleri.. Ordu.. Asker.. Ancak bugünkü Türkiye’de TSK’ye yer yok... Bizim kafadan frikler artık ülkeye egemen olduklarından TSK’nin toplumda yeri yok... Ordusuz ülke ve devlet olur mu?.. Olur mu olur... * Son günlerde ortalıkta bir laf dolaşıyor... - Silahları bırakalım... Dinci, liboş, PKK tayfası bu lafı çok seviyor, sürekli yineliyor: - Silahlara veda... Kim bırakacak silahları?.. TSK.. Ve PKK.. Bizim kafadan friklerin içinden bir teki çıkıp da şunu söylemiyor: - Ey terörist PKK, silahlarını bırak... TSK silahını PKK’ye karşı keyfinden mi kullanıyor?.. * Bir yabancı devlette örgütlenmiş ve üslenmiş terör örgütü Türkiye’ye saldırıyor; Türk topraklarında üslenmek, vatanı parçalamak istiyor; hedefi Türkiye Cumhuriyeti’dir... TSK ne yapsın?.. Gereğini yapıyor... Bu durumda silahlı terör örgütüne dönerek “Kayıtsız şartsız silahlarını bırak” demeyen kişi nedir?.. Vatan hainidir... *


Şaka maka iş geldi TSK’nin varoluşuna dek dayandı... Kendi ordusuna düşman halk, ulus, devlet olur mu?.. Döndük dolaştık nereye geldik?.. Artık düşmanımız PKK değil... TSK... * Elimizden gelse kendi askerimizi bir kaşık suda boğacağız... Dincisi, takıyyecisi, liboşu, vesairesi TSK’ye neden düşman?.. Çünkü TSK Atatürk Türkiyesi’nin ordusu ve laik... Bu iktidar TSK’ye PKK ile birlikte düşman... Tarihte çok olay görülmüştür, ama, sanırım böylesine ilk kez rastlanıyor... Dincilikle etnikçilik TSK’ye karşı birleşti... * Bugün Türkiye Büyük Millet Meclisi demokratik yelpazesinde Kürtlerin haklarını savunan etnik karakterli bir parti var... Peki, niçin hâlâ terör?.. Niçin hâlâ silah?.. Niçin hâlâ ölüm?.. Niçin hâlâ şehit?.. Neymiş?.. Karşılıklı olarak silahlar bırakılacakmış... Meclis’te Kürt partisi varken PKK’ye “Derhal silahını kayıtsız şartsız bırak” demeyen, bugün vatan haini, cinayet ortağı, demokrasi düşmanı ve aşağılık katildir... …………………………………. 6 – 3. İddianameden Sonra

11-08-2009 23:54

Ergenekon tertibinin önce dökümünü yapmak, anlamını ve amacını ortaya çıkarmak için gereklidir. Anımsayalım: • Ergenekon’da “12 dalga” yaşandı. • 1’inci iddianame 2455 sayfa ve 448 ek dosyanın oluşturduğu 172.000 sayfadan oluşuyor...


• 2’nci iddianame 1909 sayfa ve 249 ek dosyanın oluşturduğu 76.000 sayfa daha... • 3’üncü iddianame 1454 sayfa ve 185 ek dosyanın oluşturduğu sayısı belirsiz sayfalardan meydana geliyor... * Ergenekon’a özgü bir deyimle davanın “ucu açık”... Ne demek “ucu açık”?.. Ergenekon’da yaşanan “12 dalga”, daha somut deyişle “12 polis harekâtı”nın devamı var demek... Peki, bu ne anlam taşıyor?.. Bir polis devletinde faşist korku düzeni yaratılıyor, herkes “Sıra bana ne zaman ve nasıl gelecek” diye bekliyor... Toplam 5868 sayfalık üç iddianame daha işin başlangıcı... Çünkü davanın “ucu açık”... * 3’üncü iddianameden sonra Ergenekon operasyonu artık tartışmaya yer bırakmayacak biçimde aydınlandı... İddianamede yazılı “iddialar” daha önce ayarlanmış, kotarılmış, satın alınmış AKP ve Fethullah medyasında haftalarca tefrika ediliyor... Peki, iddianameleri kim hazırlıyor?.. F polisi... Yaklaşık 6000 sayfalık üç iddianamede yöntem aynı... Yalan, dolan, uydurma, iftira ve özel konuşmalarla telefon muhaverelerinde dile gelen gayri ciddi ne varsa iddianamelere polis marifetiyle tıkıştırılıyor... Ve bunlar iktidar medyasının propaganda malzemesi olarak kullanılıyor... * Ergenekon tertibi usta profesyoneller tarafından icat edilmiş bir operasyon... • İddianameleri hazırlayanların hukuk, yasa, usul üzerine hiçbir kaygıları yok... Tersine, hukuk, yasa ve usul kanunları belirli bir siyasal amaç için tepe tepe kullanılıyor... • İddianameler mahkemede dava konusu olunca yargıçlar da ister istemez tertibin tuzağına düşmüş oluyorlar... • F polisi ve savcıları, Ergenekon davalarının bir ömür boyu süreceğini ve asla sonuçlanmayacağını bildiklerinden bu yöntemi cüretle benimsemişlerdir... • Amaç adaleti yerine getirmek değil, bir siyasal kavgayı polis ve yargı marifetiyle


yürütmektir... • “Ucu açık” dava yöntemi içerdeki ve dışardaki usta profesyonellerin harika bir icadıdır... * Bu icadın mucidi kimdir?.. AKP’nin gerisinde duran bir güç merkezi mi?.. Fethullahçılar mı?.. CIA mı?.. Amerika’da konuşlanmış ve henüz deşifre edilmemiş yeni bir merkez mi?.. Kim olursa olsun Türkiye’nin güncel şartlarına göre hazırlanmış harika bir operasyon kuvveden fiile geçirilmiştir... * Bu operasyonun asıl hedefi nedir, kimdir?.. Elbette TC... Atatürk’ün kurduğu laik cumhuriyet... Ve hiç kuşkunuz olmasın: TSK... Tertip öylesine ustaca hazırlanmış ki aynı ustalıkla göğüslenmezse vereceği zarar çok büyük olacaktır... ……………………………

7 - İslamcı Burjuvazi

10-08-2009 23:42

Kimi gazetelerin yazdıklarına bakılırsa ve de inanmak gerekirse bir “İslamcı Burjuvazi” oluşmuş... Amerika’nın desteğiyle Türkiye’de “Ilımlı İslamcıların” iktidara geçtikleri bir gerçek... Peki, bizde “iktidar” ne demek?.. Para.. Vurgun.. Sermaye.. Yolsuzluk.. Soygun... Devleti ele geçiren “Ilımlı İslamcı”ların akıllara durgunluk veren bir patlamayla


zenginleştikleri doğrudur... Hiç kuşkusuz böyle “tepeden inme” bir zenginlik, görgüsüzlüğü de beraberinde getirir... Ama “burjuvazi” sözcüğüyle “İslamcılık” nasıl bağdaşacak?.. * Sıradan birine deseniz ki: - Bana Avrupa’dan birkaç edebiyatçı say... Aklına ne gelir?.. - Victor Hugo, Goethe, Balzac, Schiller, vesaire... Unutulmasın ki Batı’da sanayi burjuvası kendi tarihsel kültürünü, edebiyatını, sanatını yaratarak oluşmuştur... Burjuvazi yalnız para demek değil... * Yine sıradan bir okumuşa sorsanız: - Bana Türkiye’den birkaç edebiyatçı say... Aklına ne gelir?.. - Tevfik Fikret, Namık Kemal, Yakup Kadri, Reşat Nuri, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, vesaire... Türkiye’de burjuva kültürü Osmanlı’da uç vermeye başladı; çağdaş dünyaya dönük fikir ve sanat hayatının Cumhuriyet devrimindeki işlevi sanıldığından büyüktür... Devleti ele geçirip soyarak zenginleşen ılımlı İslamcıların önde gelenlerine bakınız, bunların burjuvayla murjuvayla, Cumhuriyet kültürüyle mültürüyle ilişkisi yok; üstelik canına okudukları proletaryayı da sadaka ekonomisi ve dincilik siyasetiyle uyutmaya çalışıyorlar... * Ama gazetelere büyük çapta yansıyan deyimiyle “İslami burjuvazi” hevesi de doğrusu azımsanamaz... İktidar onlarda... Para onlarda... Görgüsüzlük de onlarda... “İstanbul Boğazı sırtlarına saray yavrusu ev” yaptırıp yeni zengin görgüsüzlüğünde tesettüre heveslenmekle burjuva olunur mu?.. Batı’da burjuva devrimi kilise iktidarını yıktı; bizim İslamcılar cami iktidarını kurarak mı burjuvalaşıyorlar?..


……………………………………… 8 - Boru Hatları Haritası?

08-08-2009 23:17

Nabucco mabucco derken gazetelerde yayımlanan fotoğraflar şıppadak değişiverdi... Rusya Başbakanı Putin uçağına atlayıp Türkiye’ye geliverdi; İtalya Başbakanı Berlusconi’nin de katılımıyla Türkiye Başbakanı RTE ile “samimi pozlar”da resimler çektirdiler... Ne oluyordu?.. * Soruya yanıt vermek için biraz geriye gitmekte yarar var; işe Bağdat demiryolundan başlayalım... Osmanlı’da Bağdat bizimdi... Avrupa devletleri Ortadoğu’nun zenginliklerine -en başta petrol- kapıları açmak için Bağdat’a dek tüm Anadolu’yu kateden demiryollarına talip oldular... Almanlar, İngiliz ve Fransızları atlattılar, Osmanlı’yı avuçlarının içine aldılar... Anadolu’da demiryolu öyküsü böyle başladı... * Ya karayolu seferberliği ne zaman başladı?.. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu kez de Amerika, Türkiye’yi avcunun içine aldı... Demiryolu tu kaka oldu... Dışa bağımlı karayolları seferberliğinde petrol, otomobil, kamyon, otobüs, köprü möprü derken bir de baktık ki ülkemizde ulaşımın ancak yüzde 10’u demiryollarıyla yapılıyor... Yüzde 90’ı karayoluna bağlanmış... Batı’da ise bu oran yüzde 50 karayolu, yüzde 50 demiryoluyla dengesini korumuş... Hem kazıklanmış, hem dışarıya bağlanmışız... * Gelelim günümüze... Son günlerde iki kez öpüldük... Birincisi Nabucco idi... İkincisi Putin’in öpüşüdür... Türkiye üzerine yine büyük devletler arasında rekabet başladı... Çünkü bugünkü dünyada Anadolu, Batı’ya petrol ve doğalgaz aktaracak enerji trafiğine aday görünen tek coğrafyadır...


* Ne var ki medyanın yayınlarına bakarsanız yine sapıtıyoruz... Sanılıyor ki Nabucco’nun tezgâhlanması ya da Putin’le kucaklaşma AKP’nin ya da RTE’nin marifetidir... Oysa marifet bizde değil... Coğrafyamızda... Anadolu Doğu ile Batı arasında bir köprü... Batı’nın bize ihtiyacı var... Ya Rusya?.. Rusya birbirine boru hatlarıyla bağlanacak Avrupa ile Türkiye yakınlaşmasında dışlanmak istemiyor... Vaktiyle büyük devletler Anadolu üstüne çok hesaplar yapmışlardı... Bugün de yapıyorlar... * Türkiye, demiryolu ve karayolu dönemlerinde Batı’nın, daha açık deyişle emperyalizmin çok kazığını yedi... Bu kez durum vaziyeti değişik. Avantadan para gelecek diye ellerimizi ovuşturuyoruz. Ancak Anadolu’da boru hatları haritasını çizerken de şunun ya da bunun oyuncağı olmayalım... Uluslararası gerçeklere dayalı ve ulusal çıkarları gözeten bir boru hatları haritasına gereksinmemiz var... Batı ile Rusya bu alanda iki rakip... Peki, Anadolu’da petrol trafiğinin haritasını kim çizecek?.. Batı mı?.. Rusya mı?.. Biz mi?.. ………………….. 9 - Yozlaşmaya Diyecek Yok Eskiden ne denirdi: Dalkavuk.. Soytarı..

07-08-2009 23:19


Dönem değişti, artık ne dalkavuk kullanılıyor, ne soytarı; yalaka sözcüğü geçerli oldu... * Dalkavuk Doğu’nun ürünüdür... Soytarı Batı’nın... Her ikisi de eski çağlardan beri kurumsallaşmıştır... Kralın soytarısı neredeyse sarayda özel yeri olan biridir, protokolün hem içindedir, hem dışında... Soytarı kimi zaman efendisini bile iğneler, Batı dünyasının hoşgörü kuyusundan çıkrıkla çekebildiği yergileri dile getirir... Herkes de der ki: - Soytarı soytarılığını yapıyor... * Dalkavuk ise Doğu’ya özgüdür, işi gücü ‘evet efendim, sepet efendim’ havası içinde maskaralık yapmak, efendisini güldürmek, şaklabanlık türetmektir... Dalkavuk soytarıdan da beter bir kimliği simgeler... * Peki, yalaka kimdir?.. Sözlükler yalakalaşmayı utanma duygusunu yitirerek ‘dalkavuklaşmak’ diye tanımlıyorlar... Bugünkü Türkiye’de artık dalkavuk ile soytarı sözcükleri unutuldu... Eskiden basında dalkavukluk çok ayıp bir şey sayılırdı, iktidara yamanan gazeteciler de parmakla gösterilecek kadar az olurdu... Ya bugün?.. İktidara yamanıp mesleğini yalakalığa dönüştürenleri say say bitiremezsin... * Bugünkü iktidarın basındaki yalakalarında artık utanma arlanma da kalmadı... Bunlardan biri ne demişti: “- Recep Tayyip Erdoğan benim idolüm, ben ona tapıyorum...” Bu kadar açık dile getirmeseler de iktidara yamanıp işini iş yapan o kadar çok yalaka gazeteci var ki... İktidar, para, pul, zenginlik, tatlı yaşam, rezillik, soytarılık artık mesleğimizde doğal sayılan geçerli akçedir...


* Dalkavuk.. Soytarı.. Yalaka.. Bu üçünü kimliğinde eski deyişle “mezceden” gazeteci artık açık seçik iktidara yanaşıp çalışıyor, işbirliği adı altında iktidara hizmet ediyor, iktidar ile yalakası arasında hiçbir “mesafe” yok, iktidara hizmetle yalaka zenginleşiyor... Gel keyfim gel... Bugünkü medyanın zaten yarısı doğrudan iktidara bağlı... Yalakalık resmiyet kazandı, iş hayatının gereği sayılıyor, iktidarın rozeti artık dalkavuğun yakasında da dağil, alnına tükürükle yapıştırılmış... * Olayın en acı yanı da vaktiyle doğru dürüst gazetecilik yapan kimi meslektaşların da ‘zamane’ye uyup yalakalaşması... Daha başka deyişle soytarılaşması... Eee üzüm üzüme baka baka kararır, yalaka da yalakaya bakarak yalakalaşır... ………………………………, 10 - Bütçesiz Devlet Üzerine Dikta

05-08-2009 23:43

İşsizlik olimpiyatında ön saflardayız, birinciliğe doğru koşuyoruz, 6.5 milyona ulaştık... Aferin bize... Ama işsizliği kimse takmıyor... Ya bütçe açığına ne demeli?.. Boş ver bütçe açığına... Ekonomi tepetaklak çıkmaza saplanmış... Saplansın... * Bizim derdimiz ne?.. Derdimiz yok... Cumhurbaşkanı yalnız AKP’nin oylarıyla seçilmişti... Şimdi Meclis Başkanı da yalnız AKP’nin oylarıyla seçiliyor... Başbakan malum... Her üçünün karısı da türbanlı imişler...


Demek ki bütçesiz devletin tepesinde türban devrimi gerçekleşti... * Bu karşıdevrimin üstüne bir de Ergenekon tezgâhını oturttun mu, gel keyfim gel... Ya yurttaşın hali?.. CHP ile MHP’nin oy toplamı son yerel seçimlerde AKP’yi geçti... Acaba neden?.. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Meclis Başkanı’nın eşleri türbanlıyken AKP’nin oyları düşüyorsa, bu işte bir iş var... * İş nerede?.. Aile bütçesinde... Ve devlet bütçesinde... Diyelim işsizlik ailenin yakasına yapıştı, ne olur?.. Aile bütçesi su koyverir... Bütçede açık vardır... Aile ne yapacaktır?.. Yaşamında kısıntı yapsa da kâr etmez, borçla harçla bir süre idare etse de sorun büyüyecektir... Ne olacaktır?.. Aile ya gayrimeşru yollara sapacaktır ya da dağılacaktır... * Peki, devlet bütçesinde açık varsa ne olur?.. Devletin elinde yetkiler vardır... Açığı kapatmak için bir yandan borç harç ararken öte yandan kendi halkına yüklenecektir... Devlet bütçesindeki açığı devlet kapatmaz... Halk kapatır... Bizim işsizlikten kırılan zavallı halkımızın gö-revi de budur: - Bütçedeki açığı kapatmak... *


Bugün Türkiye’de devlet, AKP sayesinde inanılmaz bir bütçe açığıyla karşı karşıya... Açığı nereden kapatacak?.. Şaka değil, uzmanlar 60-70 milyar liraya ulaşan bir bütçe açığından söz açıyorlar... AKP ne yapacak?.. Cumhurbaşkanı ve Başbakan’dan sonra Meclis Başkanı’nın karısı da türbanlı olursa, belki bütçe açığı mintarafillah kapanır... Halk bir yandan bütçe açığını kapatmak için zokayı yerken öte yandan Ergenekon’la oyalanır... AKP de görülmemiş bütçe açığı üzerine tek parti diktası programını yürütür... Fethullah’ın medyası da Albay Çiçek terfi etmedi diye çığlık çığlığa gazetecilik yapar... * Evet, Türkiye’de bugün devlet bütçesi yok... Ama AKP’nin sultası var... Bütçesiz bir devlette tek parti sultasına gönül vermiş türbancıları kutluyorum... ……………………………………………… 11 - Gizli Tanık Numarası

05-08-2009 02:36

Ölüm kalım hesaplaşmasıdır savaş... İnsanoğlu ölmemek ve öldürmek için ne gerekiyorsa yapar, elinden geleni ardına koymaz... Türkiye’de yıllardan beri süregelen bir terör savaşı var... Terör savaşı, klasik savaştan daha kahpecedir, çünkü sivilleri de kapsar ve cephesi yoktur... * Peki, Türkiye’de terör savaşını kim istemiştir?.. Ben mi istedim?.. Biz mi istedik?.. TSK mi istedi?.. Terör savaşını isteyenlerin lideri bugün hapishanededir; gerçekte sivil halkı, suçsuz insanları, kadını, çoluğu çocuğuyla, annesi ve bebeğiyle katleden terörist bir canidir... Bir cani rahat uyuyabilir mi?.. Rüyalarında ne görür?..


Yoksa kâbus mu görür?.. * Önünde kimi engeller bile olsa, demokratik yol ve yöntemleri zorlayacağına terörü yeğleyen ve kullanan kişilere söylenecek laf yok... Biz daha Anadolu’daki terörün gerçek öykülerini bilmiyoruz; çünkü terörle görevi gereği çatışmak zorunda kalanların, hayatta kalmak için yeğledikleri açık ya da gizli eylemlerinden haberimiz yok... Kim bilir neler oldu, neler yaşandı?.. İnsanların kimliğinde saklı canavarlık eğilimleriyle merhamet duygularının kördüğümleri kim bilir nasıl ve hangi yöntemlerle çözüldü?.. Kin ve intikamla sevecenlik ve bağışlayıcılık duygularının karmaşasında kördüğümleşen kişiliklerin öyküleri binlerce Holivut filminin senaryolarını oluşturabilir... * Peki, ama bu can pazarında yaşamış insanımıza bugün reva gördüğümüz muamele nedir?.. Bir terörist postu kurtarmak için teslim oluyor... F Devleti el altından kurcalıyor: - Gizli tanık olabilir misin?.. Ne demek gizli tanık?... Kimliği açıklanmayan terörist düşman saydığı askeri görevliyi mahkemede kötüleyecek, suçlayacak, jurnallayacak, mahkûm edecek... Hayatını barış için, Cumhuriyet Türkiyesi için, görev için, bu topraklar için tehlikeye atan her rütbeden askerler topun ağzındalar... * Çıldırdık mı biz?.. Kim icat etti şu ‘gizli tanık’ numarasını?.. Kimsenin bilmediği kuytulara sığınmış bir eski teröristin öç almaya şartlanmış tanıklığıyla mahkeme karar verebilir mi?.. * Ordumuz sanki düşman ordusu... Teröre karşı görevini üstlenen asker de düşman askeri... AKP Türkiyesi’nde F polisi, F savcısı, F cemaati orduyu göçertmek istiyor... Bu oyunu göremeyen Türklere gelince...


Vah bizlere... …………………….. 12 - Takke Devrimi

01-08-2009 23:36

Âşık Veysel, Atatürk Türkiyesi’nde halkçılığın simgesi gibiydi... Aydınların baş tacı olmuştu... Köy Enstitülerinde sazın, sözün, halk türkülerinin hocasıydı Âşık Veysel... Şiirlerinde, türkülerinde Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan göreneğini sürdürüyordu; 10’uncu yılda söylediği “Cumhuriyet Destanı’yla ünlenmişti... Veysel; doğa, toplum, dincilik ve siyasete kimi zaman ince bir alayla yaklaştı; tutuculuğu, ırkçılığı, din ve mezhep ayrımcılığını şiirleriyle yargıladı... * Yedi yaşında bir çiçek salgınında gözleri kör olan Âşık Veysel, pos bıyıkları, sazı, fötr şapkasıyla daha yaşarken efsane gibiydi. Anadolu’nun bilinciydi... Tasavvuf diyalektiğinin mantığıyla âşık göreneğinin şiirini benliğinde özdeşleştirmiş Veysel, Cumhuriyet Aydınlanması’nın halk katlarındaki temsilcisiydi... * Veysel’in, memleketi Şarkışla’ya yeni bir heykeli dikilmiş... Nasıl?.. Heykelinde Veysel’e takke giydirmişler... Oysa köylü filozofun taştan yontma izlenimi veren çehresiyle bağdaşan fötr şapkası Veysel’in kişiliğiyle yaşamında bütünleşmişti... Ölümünden sonra Şarkışla’da Âşık Veysel’e takke giydirecek kadar bu toplumun kültürüne saygısızlık edebilecek siyasetin Müslümanlık nu-marasına Müslümanlığa saygı adına ‘dur’ diyebilecek halimiz kalmadı mı?.. ** Ne var ki takke yalnız Veysel’e giydirilmiyor... Ilımlı İslam Devleti modelinde şapka devrimi ne yazar?.. Takke devrimi yaşıyoruz... Toplumun iktidarlaşan bir bölümü ortalıkta görünür ve görünmez takkelerle salınmayı Müslümanlık sanıyor... Oysa Veysel tüm yaşamında bu tür yobazlığa karşı savaşım vermiştir... *


Ilımlı İslam Devleti modeline kaykılan Türkiye’de iki eğilim ortalığı sardı... Türban.. Ve takke... Haydi ikisine de eyvallah diyelim, ama, bu yoldaki tercihi yaşayanlara bırakalım... Hayatında şapka giyen bir yüce âşıka ölümünden sonra takke taktırmak yaşadığımız devrin gradosunu sergileyen olağanüstü bir geri zekâlılıktır... ……………………….. 13 - Enkaz’ın Mimarı AKP

01-08-2009 00:46

Perşembe günü bu köşede çıkan yazının başlığı “Enkaz”dı... Enkaz Osmanlıca bir deyiş, sözlüklere bakarsanız birkaç anlamı var... 1) Yıkılmış bir yapıdan arta kalanlar... 2) Yıkılmaya yüz tutmuş bir yapı... 3) Bir yönetimin ya da devletin yıkımından geride kalanlar... Gerçekte enkazın daha başka anlamları da var; ama, bu üçü bize yeter... * Perşembe günü bu köşede çıkan yazıda AKP’nin 7 yıllık iktidarında yaptıkları sıralandıktan sonra şöyle bir tümce ekleniyordu: “AKP giderken bir enkaz bırakıyor...” Yazıyı okuyan bir dost dedi ki: - AKP gidiyor mu?.. Yanıtladım: - Her iktidar gidicidir... * Ne var ki AKP iktidara sanki hiç gitmeyecekmiş gibi oturdu... Çünkü ABD Başkanı Bush yönetiminin desteğinde 1923 Cumhuriyeti’nin köküne kibrit suyu ekmek istiyordu. Bir ölçüde kibrit suyunu ekti de... Ama yol göründü... Gidiyor... Giderken de bir enkaz bırakıyor...


* AKP’nin oyları yüzde 47’ye kadar tırmanmıştı... Yerel seçimlerde yüzde 38’e düştü... İki muhalefet partisinin oy toplamı AKP’ninkini geçti... Bu durumda ne olur?.. Önümüzdeki seçimde AKP’nin oyları ya yükselir... Ya da düşer... Göstergeler ne diyor?.. AKP’den ayrılan Abdüllatif Şener bir parti kurdu... Hüsamettin Cindoruk da DYP - ANAP ortaklığıyla bir parti kurdu... Demek ki her ikisi de AKP’nin inişe geçtiğini gördüler... Seçimlerde AKP’nin yüzde 38’inden ne kadarını alabilirler?.. * Evet, AKP son yerel seçimde RTE’nin tüm çabalarına, Fethullah Gülen’in büyük desteğine karşın yükselmedi... Düştü... Piyasanın eski kulağı kesikleri hemen buna mim koydular... Biri dedi ki: - AKP şimdi azgınlaşacak... Ve AKP azgınlaştı... Ergenekon tertibi bunun göstergesidir... Gidiş o gidiş ki AKP genel seçimlere kadar daha da azgınlaşacak... Azgınlaştıkça kendi kuyusunu kazacak... * RTE ekonomik kriz için ne demişti: “- Türkiye’ye teğet geçecek...” Laf tutmadı... Önümüzdeki günler daha beter mi olacağız?.. Türkiye ekonomik krizde ve işsizlikte dünya şampiyonlarıyla yarışıyor... Halkın canına okunuyor...


Bu süreç, AKP’nin gidiciliğini ikirciksiz pompalıyor... * Ufukta iyi şeyler görünmüyor... Ne yapalım ki gidişat şimdilik böyle... AKP gidici... Türkiye büyük bir sınav karşısında... AKP kendisinin de altında kalacağı büyük bir enkazın mimarlığını yapıyor... ……………………………………………….

14 - F Tipi Teftiş

31-07-2009 01:22

Bekliyordum... Neyi?.. Neyin ne olduğu dün bizim gazetenin birinci sayfasındaki başlıkta çok güzel özetlenip vurgulanmıştı... Üst başlık: “Adalet Bakanlığı, ‘Gül yargılansın’ diyen Sincan Ağır Ceza Mahkemesi’ne 3 müfettiş gönderdi.” Alt başlık: “Gözdağı gibi teftiş...” Haberden birkaç satır: “Adalet Bakanlığı, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ‘Kayıp Trilyon’ davasından yargılanmasına karar veren Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde baskın gibi teftişe başladı.” * Olayı okurlarımız biliyorlar; pek meşhur “Kayıp Trilyon” davasında Erbakan yargılanıp mahkûm olmuştu. Şüphelilerden Abdullah Gül, o dönemde dokunulmazlığı olduğu için yargılanamadı... “Şüpheli” sıfatıyla Cumhurbaşkanı oldu... Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Osman Kaçmaz, Abdullah Gül’ün yargılanması gereğini karara bağlamıştı... Haberi gazetelerde okuyunca kendi kendime demiştim ki: - Eyvah... Neden eyvah?..


* Çünkü AKP, iktidarına ters düşenlerin canına okumak için elinden geleni yapıyor, devlet yetkilerini de bu amaçla kullanıyor... Gazeteci mi?.. İşadamı mı?.. Şirket mi?.. Yargıç mı?.. Savcı mı?.. Rektör mü?.. Profesör mü?.. Sendikacı mı?.. Birdenbire hiç beklemediği bir yerden saldırıya uğruyor... Şu sırada denetçiler, müfettişler, savcılar, görevliler AKP iktidarına ters düşen kişi ve kurumların açıklarını yakalayabilmek için seferberlik halindeler... * F polisi bütün bu işlerde gizli açık AKP’nin emrinde... Herkes korkuyor... Korku devleti olduk... Teknolojik olanaklar da F polisi marifetiyle devreye sokuluyor... Devletin yargıcına teftiş baskını yaptıran iktidar, sıradan yurttaşa neler de neler yapmaz?.. Ergenekon davasında yüz binlerce sayfa, kişilerin özel telefon görüşmeleriyle dolup taşıyor... Peki, devlet adına bu işleri kimler yapıyor?.. * Günün sorusu bu... Poliste gizli bir kadro mu oluştu?... Dünya çapında örgütlenen Feto’nun Türkiye’deki teşkilatı mı bu işleri çeviriyor?.. Artık bir devlet memuruna, savcısına ya da polisine bakan yurttaşların aklına şu soru takılıyor: - Acaba Fetocu mu?..


………………………………….. 15 - Dokunmayın Savcımıza

26-07-2009 00:09

Aman o savcıya ilişmeyin... Hangi savcıya?.. Daha önce bu köşede dökümünü verdiğimiz Ergenekon iddianamesini yazan savcıya... * Unutanlar ya da es geçenler olmuştur, anımsamakta yarar var... * 1’inci iddianame 2455 sayfa, ek dosyaları 172.000 sayfa... * 2’nci iddianame 1909 sayfa, ek dosyaları 76.000 sayfa... * 3’üncü iddianame 1454 sayfa, ek dosyaların oluşturduğu sayfa adedi şimdilik belli değil... * 4’üncü, 5’inci, belki de 6’ncı iddianameleri savcımız hazırlıyor... Hukuku, yasaları, yargıçları ve savcıları bir ömür boyu ketenpereye bağlayan bu savcıya aman sakın dokunmayın... Dokunursanız, yargı bağımsızlığı elden gider... * Peki, ilk üç iddianamede toplam 5868 sayfayı bu savcımız mı yazmış?.. Yok canım... F tipi polisin izlediği telefon konuşmalarını savcımız iddianamelere doldurmuş... Binlerce sayfa özel telefon konuşması... Aman, bu savcımıza dokunmayın... Dokunursanız Başbakan bozulur... Yalnız Başbakan mı?... Yargı bağımsızlığı da bozulur... * İddianameye kendi eliyle kattığı belgeler bu savcımızın Atatürkçülüğe düşman olduğunu açık seçik sergiliyor... Ama bu savcımıza dokunmayın... Başbakan’a yakışıyor... *


Aydınlanmacı rektörler, profesörler, gazeteciler, yazarlar, televizyon patronlarını terör ve darbe suçlamasıyla hiçbir delil olmadan karalayan, Silivri’de koca bir hapishane kışlası oluşturan, F polisinin güdümünde icat edilen “ucu açık dava”ları birbirine ekleyen bu savcımıza sakın dokunmayın... Dokunursanız, olmayan yargı bağımsızlığına dokunmuş olursunuz... * Peki, ne yapmanız gerekiyor?.. Türkçesi bozuk, mantıktan yoksun, hukuktan nasipsiz, dünyada eşi emsali bulunmayan iddianameleri ve eklerini kaide yapıp üstüne de bu savcımızın heykelini dikin... Neden?.. Eğer Türkiye bir gün hukuk devletine yakışır bir aşamaya ulaşırsa, yargıç, savcı ya da avukat olmak isteyen gençlere hukuksuzluğun abidesini göstermek için... Ama, bugün Türkiye öyle bir noktada ki bu savcıya dokunduğunuz zaman Başbakan’a dokunmuş oluyorsunuz... ………………………….. 16 - Kuzey Irak Gırgırı

25-07-2009 00:33

Hüseyin Obama bizimkilere ne dedi: - Ermeni ve Kürt davalarını çözün... Bizimkiler ne dediler: - Başüstüne... Önce Ermenistan’dan işe başladılar... Sonuç ortada... Şimdi de Kürt konusuna el attılar, neler de neler duyup işitiyoruz; ama, hele sonucu bekleyelim... Bakalım neler olacak?.. * Geçen gün bir dostumuz dedi ki: - Canım, Kuzey Irak’la bir sorun yok... Sınır kapıları vızır vızır işliyor, bizim işadamları Kuzey Irak’ta iş tutuyorlar, on beş bini aşkın Türk işçisi Kuzey Irak’ta çalışıyor, muhabbet gırla... Amerika bölgeye egemen... - Peki, sorun nerde?.. - Güneydoğu Anadolu’da... Bak sen şu işe!..


* Kimi zaman geleceğe dönük zar atmak yararlıdır... Diyelim ki Amerika Kuzey Irak’tan çekildi... Ne olacak?.. Ne mi olacak?.. Araplar, Şiisiyle, Sünnisiyle Kuzey Irak’ın tepesine binecekler; üstelik Müslüman kardeşlerimiz Türkler gibi uslu akıllı olmayacaklar... Irak’ın bugünkü haline bakın!.. Peki, Amerika çekildiği zaman Kuzey Irak’ı Araplara karşı kim koruyacak?.. Tevatüre bakarsanız Türkler!.. * Yanlışlıklar komedyası sürüyor... Kuzey Irak’ta üslenmiş PKK Türkiye’de terör yaparken biz de Kuzey Irak’ı Araplara karşı koruyacak mıyız?.. Kafanız karışmadı mı?.. Aziz Nesin’in dediği gibi: - Türkler aptal mıdır?.. * Başkenti Diyarbakır olan ‘Büyük Kürdistan’ı elbirliğiyle kuracak mıyız?.. Sanırım Amerika da İsrail de derslerini aldılar, iki aşiret reisinin eli altındaki Kuzey Irak’ta ‘Büyük Kürdistan’ı kurmak için bölgeyi altüst etmekten vaz mı geçiyorlar?.. Ama, gazetelerin yazdıklarına göre Amerika ne diyormuş: - Biz çekiliyoruz, yerimizi Türkiye doldursun... - Neden?.. - Bölgede göz dolduran tek ordu TSK’dir... Oh... Ne güzel iş... Türkiye hem Kuzey Irak’a vaziyet edecek hem de kendi içinde Güneydoğu’dan bölünecekmiş... Peki, kafanız karışmadı mı?.. Sakın bu kez de Kuzey Irak için Irak Araplarıyla savaş başlamasın... * Sanırım kafalar karışık...


Zaten bizde kafa mı kaldı?.. Nato kafa.. Nato mermer... Hüseyin Obama bizimkilere ne buyurmuştu: - Ermeni ve Kürt sorunlarını çözün... Ermenistan’la sorunumuzu, bildiğimiz gibi çözdük... Sıra geldi Kürt sorununu çözmek için Apo ile müzakereye... ……………………………………. 17 - Bozkurt Tilki mi Oldu, Sırtlan mı?

24-07-2009 02:01

Ergenekon destanı, adı üstünde destan... Geçmiş yüzyıllarda, tarihin derinliklerinde, Çin-i Maçin’de yaşanıp ağızdan ağıza tevatürle beslenen bu destan, biz Türkler için önemli mi önemli bir anlam taşıyor... Neden?.. Çünkü Ergenekon’un bozkurt olduğu üzerine geçmişten bugüne bir fikir birliği var... Söylenceye göre bir çıkmaza saplanan Türklerin önüne bir bozkurt düşüyor... Yol gösteriyor... Daha başka deyişle kurtarıcımız, rehberimiz, kılavuzumuz bozkurt... * Ergenekon yalnız eski zamanlarda Çin-i Maçin’de mi yaşandı?.. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda Türklere kim yol gösterdi?.. Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti nasıl kuruldu?.. Atatürk’le ikinci Ergenekon destanını tarihimize yazdık... * Doğrusu ya ulusların destanlara gereksinmesi vardır... Yalnız bizde değil başka ülkelerde de toplumların geçmişini güzelleştirip insanları bütünleştiren masalsı öykülerin işlevi büyüktür; bu efsanelerde düş ile gerçek, tarih ile hayat birbirine karışır, kuşaktan kuşağa aktarılan bilincin zincirleme mirasında insanlar birbirlerine bağlanır; ulusal istenç elle tutulacak kadar somutlaşır, onurlu birlikteliğin gücünde geleceğe dönük el ele yürüyüşün ayak sesleri bugünden duyulur... * Ergenekon’un da Türklerin tarihinde ve bilincindeki işlevi buydu...


Ama, ne oldu?.. Kim Ergenekon’a düşmanlaştı?.. Kim Ergenekon destanını geçmişimizden söküp güncel politikanın pisliğine, rezilliğine, haksızlığına, hırsızlığına alet etmek için yaşadığımız iğrenç tertibi tezgâhladı?.. * Ergenekon bugün neyi vurguluyor?.. Bozkurtu mu?.. Tilkiyi mi?.. Çakalı mı?.. Sırtlanı mı?.. Yılanı mı?.. Kertenkeleyi mi?.. El ele, onurlu bir toplum gibi geleceğe yürüyüşü mü?.. Yoksa kutsal İslamı kullanıp Türklüğün köküne kibrit suyu ekmek isteyen bir güruhun Türkiye’yi parçalamak isteyen dış kökenli tezgâhını mı?.. * Tarihimize kara çalarak, destanlarımızı kirleterek, hırsızlık, dolandırıcılık, üçkâğıtçılık, sahtekârlık üzerine yükseltilen deniz feneri rejiminin iktidar tezgâhı Türkiye’yi hiçbir yere taşıyamaz, çukura gömer... Ne kadar kirletip pisletmeye çalışsalar da Ergenekon destanı bugün de ulusun var oluşunda gerekli işlevini yerine getirecektir... ……………….. , 18 - F Tipi Davalar

22-07-2009 00:52

Bizim gazete dün haberi şöyle sunuyordu: “3’üncü iddianame (Ergenekon adıyla meşhur) davaya bakan 13’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunuldu. Mahkeme 1454 sayfalık iddianameyi 15 gün içinde inceleyerek ya kabul edecek ya da geri gönderecek...” Peki, 4’üncü iddianamenin haberi ne zaman?.. Ya 5’incinin?.. Şimdi bu ortamda 13’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nin durumuna bir göz atalım... *


13’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki yargıçların durumunu anlatmak için fazla söze gerek yoktur; şimdilik mahkemeye yüklenen Ergenekon davalarının sayısal dökümünü yapmak yeter... • 1’inci iddianame 2455 sayfa... Ve 448 ek dosyanın oluşturduğu 172.000 sayfa daha... • 2’nci iddianame 1909 sayfa... Ve 249 ek dosyanın oluşturduğu 76.000 sayfa daha... • 3’üncü iddianame 1454 sayfa... Ek dosyaların oluşturduğu sayfa adedi şimdilik belli değil... • 4’üncü iddianamenin hazırlıkları sürüyor... * Yalnız ilk üç iddianamenin sayfa toplamı 5868... Peki, bu nasıl bir iş?.. Bu işin mucidi kim?.. * Herkes çok iyi biliyor ki bizim Türkiye’de davalar bitmez, sonuçlanmaz... Yargıçlar ihtiyarlar... Savcılar yaşlanır... İçlerinde -sizlere ömür- davayı birbiri ardına terk edenlere teşekkür edilir... Dava sürer... Ya sanıklar ne olur?.. * Ergenekon davasına bu yapıyı yükleyen her kimse doğrusu tebrike şayandır... Yüz binlerce sayfalık dosyaları okuyup inceleyebilmek kimsenin haddi değildir; ama F polisi midir, F savcısı mıdır, davayı icat edenin tertibi ayan beyan ortadadır... F rumuzlu kişi diyor ki: - Ben F polisinden gelen bütün dosyaları iddianameye yüklerim... Sanıkları bir ömür boyu suçlarım... Dava bitmeyeceğine ve kimse yargıç kararıyla aklanma fırsatı bulamayacağına göre karar zaten başlangıçta verilmiş olur... Bu yöntemle ömür boyu terör ve darbe sanığı yaftasını boynuna astığın kişinin icabına savcı sıfatı ve yetkisiyle bakmış olurum... * 5868 sayfalık iddianameyle yüz binlerce sayfalık eklerini kim okur, kim dinler?...


Türkiye 21’inci yüzyılda F tipi çılgınlığa kurban ediliyor... Daha dava açılırken sanığı savcı iddianamesiyle ömür boyu cezalandırmanın formülünü biz bulduk... Bu davanın başını çeken F tipi kişiler Atatürk Cumhuriyeti’nin kökünü kibrit suyuyla kurutmaya çalışanlardır... Hukuk mu?.. Adalet mi?.. Güldürmeyin beni... ……………………………….. 19 - Yedi?

21-07-2009 01:41

Kırık dökük bir tatil sürecinden sonra ‘ilk yazımın konusu ne olsun’ diye düşünürken yine takıyyeci iktidar imdadıma yetişti... Meğer AKP iktidara geçeli yedi yıl olmuş... Zaman ne çabuk geçiyor... * Ama biz takıyyecilerin hakkını yemeyelim. AKP, Gül’üyle RTE’siyle az zamanda çok büyük işler yaptı... Ne yaptı?.. Bir köşe yazarının kaleminin ucuna hemen takılıverenler neler?.. Bir yazar, yedi yılın sonundaki toplam hanesinin çizgisini çektiği zaman ilk akla gelen nedir?.. Ekonomi yüzde 13 küçülüverdi.. Kim yaptı bunu?.. Tayyip mi?.. Gül mü?.. Bülent mi?.. Ekonomi yüzde 13 küçülünce -ne gariptir- bizimkiler yüzde 13 büyüyüverdiler... Öyle ya bu ülkenin hesabı AKP’den sorulmaz... Kimden sorulur?.. * Türkiye Cumhuriyeti devletinde her dört gençten biri işsiz...


Kimin marifeti bu?.. Kimin suçu?.. Yineliyorum: Bir ülkede her 4 gençten 1’i işsiz kalınca hesabı kimden sorulur?.. İktidardan mı?.. İktidar koltuğunda kasım kasım oturan herif-i naşeriflerden mi?.. Yoksa bunların her biri yerle yeksan olduklarına göre, Türkiye Cumhuriyeti devletinde hesap sorulacak kimse yok mudur?.. Oh ne âlâ memleket... İddiaya bakılırsa demokrasi var... Ama işsizin hesabını iktidara soracak emekçi muhalefeti yok... * Ya öğretim?.. Ya eğitim?.. Tartışmasız ortaya çıktı ki eğitim son yedi yılda iyice çökmüş... Peki, sorumlu kim?.. Suçlu kim?.. Öğretmenin canına okumak yetmedi, öğrencinin de canına okundu... Son yedi yılda ortalıkta kasım kasım kasılan bir Milli Eğitim Bakanı vardı... Şimdi nerede o?.. AKP iktidarı bu Milli Eğitim Bakanı’yla son yedi yılda öğretimi toprağa iyice gömmedi mi?.. * Geriye ne kaldı?.. ‘Yedi’ yıllık iktidardan geriye bir sözcük kaldı: ‘Yedi’... Peki, kim yedi?.. Sorulur mu?.. Hısım, akraba, taallukât, yenge, yeğen, damat, yandaş, yalaka kim varsa yedi... Yiyerek yedinci yıla ulaştılar AKP kodamanları...


Şimdi ne yapıyorlar? Memleketi tümüyle satıyorlar... Hiç utanma arlanmaları da yok, ortalıkta dolaşıp nutuk atıyorlar... * Eğer bir süre sonra bugünlerin tarihi yazılırsa özeti tek tümcedir: - AKP yedi yılda ne varsa yedi... Bu marifetlerinden dolayı hepsini tebrik ederiz... Tatilden sonra ilk yazının başlığına koyduğum ‘yedi’ sözcüğü zamanı vurgulayan bir rakamı değil, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde lüpçülüğün daniskasını vurguluyor... …………………………………………………………. 20 - Ay Yürüyüşü

09-07-2009 02:14

Genelde medya Michael Jackson’ı nasıl anıyor?.. “- Popun ikonu...” İkon ya da ikona ne demek?.. İkon, “Ortodoks Hıristiyanlarda, Hazreti İsa, Meryem Ana ya da Hıristiyan ermişlerinin, geleneksel olarak tahta üzerine yapılmış ve kutsal kabul edilen resimlerine verilen ad...” Jackson’ın adı da neredeyse kutsal bir mertebeye ulaştı... Cenaze töreni de bu kutsallığa yakışan havada gerçekleşti... Amerika’da doruğa tırmanan sanatçı bütün dünyada meşhur olur, geçmişte Elvis Presley, Frank Sinatra ve benzerlerini dünya öpüp başına koymamış mıydı?.. Ne var ki Michael Jackson hepsini solladı... * Dünya patronu Amerika dünyanın gündemini de saptıyor. Çok değil kısa bir süre önce, medyada Obama’dan başka bir şey konuşulmuyordu... İşin ilginç yanı ne?.. Michael Jackson da zenci... Obama da zenci... Daha dün köle sayılanlar bugün doruklarda dolaşıyorlar... Ne var ki “popun ikonu” hiç alışılmamış, görülmemiş biçimde dolaşıyor... *


Nasıl?.. “Ay yürüyüşü” dedikleri bir yöntemle gösterilerini donatıyor... Konuya merak sarmayanlar bile TV’lerde izlemişlerdir, çünkü Michael Jackson’ın gösterileri son günlerde bütün televizyonları sardı, “ikon”un akıl sır ermeyen dans figürlerinden birine ne ad veriliyor: “- Ay yürüyüşü...” Sanki bu yürüyüş yerçekimine aykırı gibi görünüyor, şaşkınlık ve hayranlık uyandırıyor... İnsan yapısına ters ya da yerçekimine kafa tutan bir çabuklukla sahneleniyor... * Oysa Amerikalılar daha önce Ay’a gitmişlerdi... Uzayda yıldızlara ulaşıp yürümeyi denemişlerdi, yerçekimi olmadığı için bu işin kolay olmadığını hep birlikte TV ekranlarında izlemiştik... O deneylerde başarı kazanılamadı... “Ay yürüyüşü”nü Michael Jackson dünyada ve sahnede gerçekleştirdi... Zaten bu işler böyle yürüyor... İnsanlar Ay’a gittiler, ama Ay’ın romantizmini çiğneyip yok edemediler... Ay yürüyüşünün de Ay’da değil dünyada, hem de pop gösterisinde gerçekleşip meşhur olması romantizmin sürdüğünü göstermiyor mu?.. Not: Beş on gün tatil için okurlarımın iznini rica ediyorum... Görüşmek umuduyla... …………………………………… 21 - Mumcu’nun Saptamaları

08-07-2009 03:00

Güldal Mumcu, Uğur’un yanı başında, sessiz, sakin, kararlı, bilinçliydi; ailede orta direk gibiydi, çevresine güven aşılıyordu. Yaşadığı trajediyi soylu bir serinkanlılıkla sineye çekti... Uğur’dan sonra da değişmedi... Bugün Meclis Başkanvekili... Geçen gün Cumhuriyet’e verdiği demeçte Ergenekon için ne diyor?.. * “- Güç odaklarına, yolsuzluklara, uygulamadaki usulsüzlüklere gazetecilik yaşamı boyunca belgeleyerek karşı duran bir gazetecilik anlayışı sergilemiş olan Uğur yaşasaydı, sıranın ona gelebileceğini düşünmemek elde değil...”


Güldal Mumcu ekliyor: “- Cemaatler, Türkiye Cumhuriyeti’ne kendi ülkesi değil de fethedilmesi gereken bir ülke gibi bakıyorlar.” (Cumhuriyet, 06.07.2009) * Güldal Mumcu konuşmasında herkesin bilmesi ve benimsemesi gereken ülke gerçeklerinin altını sade bir serinkanlılıkla çiziyor. Bugün Türkiye siyasal yaşamına damgasını vuran, demokrasi değil, cemaatçiliktir. Gerçeğin altını bir kez daha çizelim: Cemaatçilik dinciliktir; birey, yurttaş, kişilik ve çağdaş değer yargıları bu örgütlenmede geriye itilir... Demokrasinin d’si cemaatçilik düzeninde ve felsefesinde yoktur. Günümüzdeki cemaatçilik Türkiye’de devleti ele geçirip para musluklarını istediği gibi açıp kapayan bir içeriği benimsemiştir... * Polis içinde bir polis daha oluşmuştur: - F polisi... Türkiye Cumhuriyeti’nin polis devletine dönüşmesine ramak kalmıştır... Cemaate dayanan bugünkü siyasal iktidarın şimdi iki hedefi var: Yargı.. Asker.. İşin garip ve ustaca yanı, yargı-asker üzerine kurgulanmış cemaatçilik düzeninde demokrasi üzerine boş nutuklar atılıyor... * Batı’da sermaye sanayileşmiş burjuva sınıfının eline geçtiği gün laiklik ve demokrasiye kapılar açıldı... Bizde şimdi sermayenin cemaatçilik düzenine teslim olması süreci yaşanıyor. Bu süreç gerçekleştiği zaman Atatürk Cumhuriyeti Fethullah Cumhuriyetine dönüşecektir... Bu yazıyı Güldal Mumcu’nun yukarıya aktardığım açıklamasıyla noktalamak istiyorum... Mumcu diyor ki: “- Cemaatler, Türkiye Cumhuriyeti’ne kendi ülkesi değil de fethedilmesi gereken bir ülke gibi bakıyorlar...” * Cemaat başının niyeti, amacı, hırsı, ülküsü ne:


İş tamamlandığı, kendisine güvence sağlandığı zaman Amerika’dan uçup fethin lideri olarak âlâyı vâlâyla Türkiye’ye konmak…

…………………………………………….

22 - Kadının İnsanlığı Ne Zaman?

7 Şubat 2010

John Stuart Mill İngilizlerin ünlü filozof ve ekonomisti; ama, bu kimliğinin rotasında bir devrimci girişimi de var; 1865’te parlamentoya seçilince, Mill, kadınların oy hakları için bir tasarı hazırlıyor… Sonuç?.. 194 hayır.. 73 evet. O yıllarda Amerikalı kadın, hem köleliğin kaldırılması için uğraşıyor, hem de kendisine oy hakkı verilmesi yolunda çalışıyor. Amerika’da zenciler oy hakkını kazandıkları zaman, kadınlara sandık yasak… Batı’da kadın, haklarını çekişe çekişe, didişe didişe koparıyor; kadın önderler öncü gösterilerinde polislerce yakalanıp içeri atılıyorlar; Birinci Dünya Savaşı’nda erkeklerin cepheye gönderilmeleriyle kadınlar iş yaşamında öne çıkıyorlar; barış döneminde geriye itiliyorlar; hakları esirgeniyor. Türkiye Cumhuriyeti’nde kadın 1934’te oy hakkını kazanıyor; Avrupa’nın çoğu ülkesinde, başta Fransa, kadın seçim sandığından uzak tutuluyor. Mustafa Kemal ne büyük adam.. Hayır “adam” değil, insan!.. * Kadın hakları bugün bile yerkürenin çoğu yerinde ya yok ya da kâğıt üzerinde… Peki “erkek hakları” ne durumda?.. Düşünürken, fikirde saydamlaşmak yolunda, bir deyişi yinelemek zorundayız: “Aydınlanma Devrimi”. Bir ülkede kadının, erkeğin, özetle insanın haklarını kazanması için Aydınlanma Devrimi’nin gündeme girmesi gerektir; yoksa demokrasidir, çok partili rejimdir, kadın haklarıdır, rafta kalır, hayata geçirilemez. Uygarlık tarihindeki “Aydınlanma Devrimi”nin Anadolu’daki adı “Kemalizm” ya da “Atatürkçülük”tür. Batı’da Aydınlanma Devrimi “İnsan Hakları Bildirisi”nin felsefesini yarattı… “Bildiri”de önce erkek vardı..


Ardından kadın gündeme girdi.. Avrupa’da “insan hakları” sanayileşme devrimi gerçekleşip toplumda iki yeni sınıf, burjuva ile proletarya hayata kavuşunca bildirileşti. Türkiye’de sanayileşmeden Aydınlanma Devrimi’ni yaşamak zorundaydık; asker-sivil aydının başını çektiği bu devrim kadın haklarını savunurken yukarıdan aşağıya doğru bir yöntemi kullanmaktan başka bir yordam icat edemezdi. Şeriat hukukunun mirasını 1926’da “Yurttaşlar Yasası” (Medeni Kanun) ile reddeden Kemalizm, 1934’te kadınlara oy hakkını da tanıdı… Ama o dönemde Anadolu’da kadın erkeğin kölesiymiş, ne çıkar, ne yazar… Kadının uyanmasını beklemek, bu işin “reddiye”sinden başka bir anlam taşımazdı. * 21’inci yüzyılın başında tüm İslam dünyasının yaşamını büyük çapta düzenlemeyi sürdüren şeriat hukuku, kadını köle sayar ve “taife-i nisa”nın sokakta güneş ışınlarına açılmasını yasaklar… Müslüman kadın daha tesettürden kurtulamadı… Daha da beteri, tesettürün karanlığından kaynaklanan türban köleliğini savunmayı özgürlük eylemi sayıp demokratik hak gibi algılamak yanılgısının politikasını yürütmek için sokaklara dökülüyorlar kızlarımız… 8 Mart 2003’te, Türkiye kadını, Aydınlanma’nın ışığını yaşarken şeriatçı karanlığın zifirine çekilmek tehlikesiyle göğüs göğüsedir… “Aydınlanma Devrimi” kolay değil, uygarlık alınteri dökmeden yaşanamıyor. (8 Mart 2003 tarihli yazısı) ………………………….. 23 - Yüz ve Surat… 6 Şubat 2010 Savaş lânet olası felâket… Ancak her lânetliğin bir de yararı olduğunu söyleyebilmek olası… Nedir Irak savaşının yararı?.. Savaş ‘küreselleşme’ nin maskesini düşürdü, Amerika’nın suratını ortaya çıkardı. Her yüzün bir de suratı vardır. Çağdaş insan, her ikisini birden görebilen mantığı özümsemiş kişidir. * “Amerika’nın keşfi” beyaz insana özgü bir deyiş!.. Yoksa keşfedildiği zaman bu ‘Yeni Kıta’ da insanlar yaşıyorlardı ve Kolomb’un Amerika’ya ayak basması yerliler için inanılmaz bir felâket oldu.


Avrupa’da ‘aristokrasi’ toprak ağalığından kaynaklanan sınıfsal adaletsizliğin adıdır; bu düzenin dışlayıp aşağıladığı halk katmanlarından gözü pek olanlar ’Yeni Kıta’ ya akın ettiler; hem Kızılderilileri soykırımla tükettiler, hem Afrika’dan zencileri getirip köleleştirdiler; akıl ve havsalaya sığmayacak cinayetler üzerine kuruldu Amerika’nın ‘Birleşik Devletler’ düzeni… ABD’nin suratı bu!.. Ya yüzü?.. İnsan hakları habercisi ilk anayasa, Amerikan toplumunun marifetidir… Aydınlanma devriminin Avrupa ile birlikte ışıdığı kıta Amerika… * Batı bir yandan evrendeki her şeyi Kant’ın deyişiyle “aklın mahkemesi”nde yargılayarak çağdaş uygarlığı ve demokrasiyi yakalarken, öte yandan sömürgecilikle dünyayı yağmaladı. Osmanlı’nın imparatorluk düzeni, Avrupalı’nın yerküre egemenliğinin yanında çocuksu ve saf kalır… Peki, bu bir tarih mi?.. Hayır… Adına ‘Küreselleşme’ denen kavram, günümüzün icadı değil ki… Dünyanın yuvarlak olduğunu keşfeden Batılı, oldum bittim gezegenimizi küreselleştiriyor… Günümüzün en hızlı Batılısı ABD’dir; Irak’ta dünyayı küreselleştirmek için savaşıyor; yüzü demokrasinin ve teknolojinin simgesi; ama, suratı tam emperyalist, sömürgeci, insanlık dışı bir felâket… Şaşılacak bir şey değil bu… Türk aydını yeryüzünde bu gerçeği köküne dek duyumsayacak bir tarihe sahip; laik cumhuriyet emperyalizme karşı bir ulusal kurtuluş savaşıyla kurulduktan sonra uygarlığın Aydınlanma devrimini benimsedi… Ne demektir bu?.. Batı’nın suratına şamarı vurduktan sonra yüzüne bir öpücük kondurduk… * Avrupa ya da Amerika’nın her lâfı geçtiğinde kendimizden geçip aklımızı Batı’ya emanet edersek çağdaş uygarlığa erişemeyiz… Çağdaş uygarlık adına yürütülen dünya yağmasına ‘Küreselleşme’ diye alkış tutamayız… Doğu-Batı Bloklarının -Sovyetler’in yıkılmasından sonra- yalnız birisi kaldı; Küreselleşme bu çöküşün ardından ortaya çıktı; son on yıllık süreçte, dünya kapsamında, yoksul daha yoksul, zengin daha zengin oldu… Amerika’ya bu da yetmedi; Sam Amca gezegenimizde kendine özgü bir imparatorluk kurmaya girişti.


Ancak Avrupa, Rusya, Çin bu gidişata seyirci kalamayacak; paylaşım güdüsü tek durmaz… Irak savaşı Amerika’nın yüzünden maskesini düşürüp suratını ortaya çıkardı… Surat ki ne surat… (26 Mart 2003 tarihli yazısı) …………………………………. 24 - İşimiz Allah’a mı Kaldı?..

4 Şubat 2010

Her şeyi bilip önceden gören aklı evvel birine Türkiye’nin halini sordum: - İşimiz Allah’a mı kaldı?.. Güldü: - Bak, dedi, sana bir öykü anlatayım. * Bektaşi Babası’nı kahvede pineklerken görenler koluna girmişler: - Haydi camiye!.. Bizimki zora dayanamamış, camiye girip oturmuş, dinlemeye başlamış; kürsüdeki Hoca konuşuyormuş: - Her kim fukaraya ne sadaka verirse, Allah ona yüz mislini ihsan eder!.. Bektaşi hemen eve koşmuş, bir köşede sakladığı yüz lirayı çıkarıp yoksullara dağıtmış; ama, az sonra işin farkına varan karısı ‘Senden hayır yok’ diye Baba Erenler’i pataklayıp, sokağa atmış… Bektaşi yola koyulmuş, kasabadan uzaklaşıp bir kırlık yerde yükselen koca bir meşenin altına oturmuş, olanları düşünmeye başlamışken uzaktan kopup gelen bir atlıyı görünce ‘ne olur, ne olmaz’ diye ağaca tırmanıp yapraklar arasına saklanmış… Atlı -rastlantı bu ya- bir Alevi imiş, ağacın altına yayılıp heybesini açmış, mis gibi bir taze somun çıkarıp parçalamış… Birinci parçaya ‘Bu Ebubekir’ demiş, ikinci parçaya ‘Bu Osman’, üçüncü parçaya ‘Bu Ömer’, dördüncüsüne ‘Bu Muhammet’, beşinci parçaya ‘Bu da Allah’ dedikten sonra ilk üçüne sormuş: - Ulan, sizler neden Ali’nin hakkını yediniz?.. Birer birer hepsini gövdeye indirdikten sonra sıra Hazreti Muhammet’e gelmiş: - Sen neden olacakları önceden sezip tedbir almadın?.. Alevi, somunun dördüncü parçasını da yemesinin ardından beşinciye dönerek: - Hey büyük Allah’ım, demiş, kudretine payan yoktur, sen her şeye kadirsin, her şeyi evvelinden âhirine biliyordun, öyleyse ben seni yemiyeyim de kimi yiyeyim?..


Ağacın tepesindeki aç biilaç Bektaşi yutkunarak olayı izlerken sıra son parçaya gelince bağırmış: - Aman ona dokunma!.. Yukardan gelen sesi duyan Alevi, ödü koptuğundan, olduğu yere yığılmış… Bektaşi bakmış ki adam sizlere ömür, aşağı inip heybesini karıştırınca bir kese de altın bulunca, ellerini gökyüzüne kaldırmış: - Kurban olduğum, demiş, sözünü fazlasıyla tuttun, ama, itiraf et ki ben olmasam bu herif de seni yiyecekti. (15 Ocak 2003 tarihli yazısı) ………………………………. 25 - Zamanın Köşeleri…

3 Şubat 2010

Masamın üzerinde bir faks iletisi: “Kimden: Seda Arun. Gönderme Tarihi: 4 Şubat” Birlikte okuyalım: “Adım Seda Arun, Özdemir Asaf’ın kızıyım.” Özdemir Asaf Türkiye’de ‘yaşadığımız durumla ilgili acaba neler yazmış’ diye tekrar okudum yazdıklarını… Yazdıklarından ilk okuduğumu sizinle de paylaşmak istedim. Kitabın adı: ‘Yuvarlağın Köşeleri’ – Etikalar. Bölüm başlığı: Akıldan, Okuldan Yana “Okula ilk başladığımız yıllarda şunları hatırlıyorum, öğretmenlerimizden biri: - Tanrı o kadar büyük, o kadar büyüktür ki, insan göremez, demişti. Başka bir öğretmen de: - Mikrop o kadar küçük, o kadar küçüktür ki insan göremez, demişti. Başka öğretmenlerimiz de, iyilik, doğruluk, kahramanlık, yüreklilik, vatan, nüfus.. gibi göz ile görülemeyen, el ile tutulamayan kavramlar üzerinde bizi düşünmeye zorlamışlardı. Sonra, bizlere, görebileceğimiz, tutabileceğimiz, taş, demir, tahta, toprak gibi şeyleri gösterip öğrettiler. Şimdi bakıyorum da.. görüp öğrendiklerimizden çok göremediklerimiz bizleri bugün de tartışmalara sürüklüyor.


Görülmeyenleri öğretmeye çalışırken bizleri görünenlerle mi oyaladılar yoksa! Yoksa görülenleri öğretmek isterlerken görülmeyeceklerle mi oyaladılar bizi?” * Ne tuhaf rastlantı, geçen gün kitaplığımda elime “Yuvarlağın Köşeleri” geçmişti.. Kapağını açıp bir kez daha baktım, Özdemir’in işlek el yazısı: “İlhan Selçuk’a, Kelimeler kelimelere insanlarla ulaşırken.. 2.12.1961” Babıâli’de Molla Fenari Sokağı’nda Vatan ve Milliyet gazeteleri sağlı sollu yer almışlardı; bu ikisine doğru yürürken, solda, bir evin bodrum katında “Sanat Basımevi”ni kurmuştu Özdemir… “Basımevi” dediğimiz bir pedal makinesiyle hurufat kasalarıydı; ama, ‘U’ biçimindeki alçak tavanlı bodrum katı şairlerin, yazarların uğrağıydı. * Sonra Özdemir, Cağaloğlu’ndaki ‘basımevi’ni kapatıp, Bebek’te ‘tabir caizse’ bir ‘meyhane’ açtı… Neden?.. Soruyu bir yana koyup en iyisi ‘Yuvarlağın Köşeleri’nden birkaç deyişle yazıyı bitirelim: “Köksüz bir ağaç olmaz, çünkü kökü vardır: Evet. Soysuz bir insan olmaz, çünkü soyu vardır: Hayır.” “Bir insan treni kaçırırsa başka bir tren gelir onu alır.” “Bir ulus treni kaçırırsa başka bir ulus gelir onu alır.” (9 Şubat 2003 tarihli yazısı) ……………………………… 26 - Tetikçi ile Etikçi…

2 Şubat 2010

Medya piyasasında iki sözcük revaçta; bunlar kafiyeli, yani uyaklı: Tetikçi.. Ve etikçi.


Tetikçi, patron hesabına sağa sola saldıran köşe yazarı ya da muhabir anlamına geliyor; mafya kesimindeki gibi ‘baba’ nın emrindeki vurucu… Tetikçiler artık şöhret oldular… Kimi çok satışlı gazetede tetikçiliği genel yayın müdürü de yapıyor… Ya etikçiler?.. Medyada ahlâkî değerleri savunmaya çalışanlar az da olsalar eksik değiller… Tetikçiler etikçilere çok kızıyorlar; veryansın ediyorlar bu safoşlara… * Küreselleşmenin medyaya yansıyan dalgalarında tekelleşme hızlı… Avrupalı da bundan yakınıyor: “İnternet salgını ve sayısal devrim, medyalar kesiminde görülmemiş bir sarsıntı yarattı. Elektrik, bilişim, silah, inşaat, telefon ya da su sektörlerinde faaliyet gösteren büyük sanayi devleri, iktidar hırsının ve kolay kazancın çekimine kapılarak habercilik sektörüne hücum ettiler. Kısa sürede devasa imparatorluklar kurdular. Kaliteli habercilik başta olmak üzere birtakım temel değerleri de bu arada çiğneyip geçtiler.” (Le Monde Diplomatique- Ignacio Ramonet ) Anlaşılıyor ki dert yalnız Türkiye’nin başında değil; Batı’daki gelişme de kaygı vericidir; düşünebiliyor musunuz, koca bir silah tekeli Batı’nın “uygar” bir ülkesinde medyayı ele geçirmiş; savaş propagandasını ustalıkla yaygınlaştırıyor… Olur mu olmaz mı?.. Fransa’da bu tehlikenin varlığı öne sürülüyor. * Peki, bizdeki durum ne?.. Tekelleşme ‘had safha’ da!.. Pislik gırtlağa dek… Rezillik doğallaştı… Medyamızın paçalarından lağım suyu akıyor, şantajcılık çoğu gazetecinin mesleği oldu… Etikçi ve tetikçi kavgası da bu yüzden gazete sayfalarına yansıdı… Bizdeki tekelleşme bir yandan namuslu bürokratlara şantaj, öte yandan rakip işadamlarını tehdit, beri yandan siyasal iktidar kesiminden politikacılarla pazarlık piyasasında doruğa tırmanınca, gazetecinin kendi gitti, adı kaldı Babıâli’de yadigâr… Bugün aynı gruptan ve aynı patrona bağlı iki gazetenin iki gazetecisi kıran kırana kavga etse ne yazar?.. Kayıkçı kavgası denir buna… *


Ancak medyada veya basında kavga yalnız köşe yazarları arasında değil ki… Patronlar arasında!.. Sürmanşetlerde… Manşetlerde… Neden?.. Okurun ‘neden’ i anlaması için devlet ile patron ve patron ile patron arasındaki ilişkilere girecek kadar bu işlere yumulması gerek… Bu da güç iş!.. Manşetlere tırmandırılan kavganın arkasında neler olduğunu kavramak kolay değil; ancak okurun bir gerçeği algılamasında yarar çok… Bir medyada fikir özgürlüğünü tehdit eden iki tehlike vardır: Bir: Devlet!.. İki: Tekel!.. Tekel kimi zaman devletten beter olur.. Eğer bir gazeteci (ya da gazete) etikçi ise tekele karşı çıkar… Tetikçi ise tekelden yana çıkar. (4 Ocak 2003 tarihli yazısı) …………………………………….. 27 - İnsan Sıcağı

31 Ocak 2010

Yazının başlığındaki deyişi ilk kez Erdal Atabek’in bir yazısında okumuştum.. Unutamadım.. Aklımda kaldığınca, becerebildiğimce “insan sıcağı”nı özetlemeye çalışayım… Yer bir siyasal hapishanenin koğuşu… Bir gün görevliler gelirler, tutuklulardan bir genci alıp götürürler… Aradan iki gün geçtikten sonra getirip koğuşun ortalık yerine atarlar… Belli ki çocuk işkenceden geçirilmiştir… Kanı revan içindedir… Yatağına uzatılır, ama, zavallı tir tir titriyor, inliyor… Üşüyor mu?.. Peki, nedir bu sürekli ispazmoz?..


Belki de yaşadıklarından utanıyor, kendisiyle yüzleşmek istemiyor, bedeni arada bir kasılıyor, sorulara yanıt vermiyor, kimseyle ilişki kuramıyor, arada bir ağlıyor mu?.. Yatakta iki büklüm… Koğuştakiler ne yapacaklarını bilemiyorlar, sessizlikle bakışıyorlar… O sırada içlerinden birisi yavaşça çocuğa sokuluyor, hiçbir şey söylemeden, koğuş arkadaşına sevecenlikle sarılıyor… Biraz sonra çocuktaki titreme yavaşlıyor, ispazmoz duruluyor, genç sakinleşiyor, kasılmalar geçiyor, uykuya dalıyor… İzleyenlerden biri Erdal’a gülümseyip duyulur duyulmaz bir sesle diyor ki: - İnsan sıcağı!.. * Anımsayabildiğim kadar yazabildim, kim bilir belki Atabek’in güzelim yazısının canına okudum; ama bu “insan sıcağı” deyişinin güzelliğini azaltamaz, silemez; hepimizin insan sıcağına ihtiyacı var… İnsan sıcağı günlük yaşamda bile hiç beklenmedik yerde ortaya çıkıverir… Havadaki titreşimlerle kişiden kişiye geçer… Yolda karşılaşan iki kişiden biri, ötekine beklenmedik biçimde gülümseyiverir… Sevecenliğin ısısı duyumsanır… Bir gösteri yürüyüşünde el ele tutuşulur… Bir toplantıda yan yana oturulur… Yürürken el ele tutuşulur… * Geçen akşam AKM’nin büyük salonunda Ruhi Su adına türküler imecesi yapıldı… İğne atsan yere düşmezdi… Her yaştan, her baştan insanların sıcaklığı soluduğumuz havayı ısıtmıştı… Toplantıda bana da söz verildiğinde dedim ki: Türküler bestelenmez.. Türküler yakılır.. Sen yanmasan.. Ben yanmasam.. Biz yanmasak.. Nasıl yakılır türküler?


Koca Ruhi Su yattığı yerden dirilip türküleriyle yüreklerimizi ısıtıp, bilincimizi ışıtıyordu; birdenbire 2003 yılında insanımızın insan sıcağına ne kadar gereksinmesi olduğunu düşündüm; belki en büyük eksiğimiz buydu… * Ülkemizde insan soğuğundan tir tir titriyoruz.. Yüreklerimiz soğumuş.. İnsanın insana sıcaklığını yok eden bir dünyada yaşamak, insanı insanlığından yoksun bırakır. (9 Ocak 2003 tarihli yazısı) ……………………………. 28 - Herkes İsmiyle Müsemmadır… 30 Ocak 2010 Hava sıcak, bizim çocuklar arada bir bahçeye çıkıyorlar, birkaç kişi toplanmış dünya ahvalini konuşuyorlar… Seslendim: - Hikmet!.. Hikmet Çetinkaya baktı: - Geliyorum abi!.. Toplulukta adı Hikmet olan kişi Çetinkaya idi, kırk yıllık Cumhuriyetçi… İnsanlar adlarıyla çağrılırlar, yoksa iş karışır, ‘Süleyman’ diye seslensem Hikmet bakar mı?.. * Sevgili Hasan Pulur başımı derde soktu, geçen gün köşesinde (23 Temmuz 2003) not düşmüştü: “Ne zaman ‘birisi’ ni ya da ‘birileri’ ni yazıp anlatsak, hemen telefonlar başlar, yolda, sinemada, kahvede çevirirler: ‘Kim o yahu?’ Sanki biz, adamın adını yazmayı unutmuşuz da, o sordu diye söyleyeceğiz! Ağzımızdan lâf alamayınca üsteler: ‘Madem adını vermeyecektin, ne yazıyorsun?’ Bazı uyanıklar zarf atarlar: ’Ben onun kim olduğunu çıkardım, şu değil mi?’ Uzar gider bu muhabbet… Sanıyoruz ki, bugünlerde aynı şeyler, sevgili İlhan Selçuk’un da başına gelmektedir.


Zira geçen pazar günü ‘birisi’ ni yazdı: ‘68’de kıpkızıl solcu geçinir, burnundan kıl aldırmaz, Kemalizme burun büker, devrimle sosyalizme geçileceğini söylerdi; zoru görünce döndü, kendisini sattı, sermaye uşaklığında para kazanmaya başladı; yine Kemalizme atıp tutarak dincilere göz kırpıyor…’ Şimdi İlhan Selçuk’a soracaklar: ‘Kim bu?’ diye.” * Pulur başımı derde soktu, o soruyor, bu soruyor, “prototip” diyorsun kimse aldırmıyor; konuyu tartışmak üzere genel yayın müdürümüzün odasına girdim: - İbrahim!.. Yıldız yanıtladı: - Efendim.. O zaman Pulur’a verilecek yanıtı buldum, birisine adıyla seslendin mi yanıt veriyor; ‘Mustafa’ dedin mi, adı ‘Abdullah’ olan üstüne alınır mı?.. * Hasan Pulur yazısında ne diyordu: “Sanki biz adamın adını yazmayı unutmuşuz da, o sordu diye söyleyeceğiz.” Oysa ben kendi yazımda adamın adını unutmamış, açıkça yazmıştım: Adı: Satılmış.. Soyadı: Dönek!.. Sevgili Pulur, kim fıkradaki bu seslenişime yanıt verdi ise, adam odur; yoksa adam deli ya da çatlak mı ki başkasının adıyla çağrıldığı zaman üstüne alınsın?.. (27 Temmuz 2003 tarihli yazısı) ………………………………….. 29 - Pis..

29 Ocak 2010

1960’larda Almanya, işçi gereksinimi yüzünden, Türk köylüsünü Avrupa’ya taşımaya başlayınca biz bu köşede karşı çıkmıştık… Neden?.. Yurttaşına kendi vatanında iş yaratamayıp garibi yâd ellere postalayan yönetimler elbette eleştirilir… Batılının bir yolda siciline yazılan sabıka kaydında iyi şeyler okunmuyordu; Anadolu’dan -İstanbul’u bile görmeden- Avrupa’ya postalanan eğitimi kıt köylü gurbette aşağılanacak, horlanacak, ezilecekti…


Ayrıca Avrupa’nın büyük bir ayıbı vardı… İkinci Dünya Savaşı’nda kırk milyon genç insan, uygarlık coğrafyasında hangi nedenle yitirilmişti?.. Avrupa sermayesi bu yüzden emekçi arıyordu… Anadolu insanı bilmediği bir serüvene doğru itiliyordu… * Büyük şairimiz Fazıl Hüsnü Dağlarca, o günlerde “Almanya’larda Çöpçülerimiz” adında bir şiir yazmıştı… Anımsayalım mı: “Gün ışır ışımaz alın yazımız parlar, Ne alın yazısı, el yazısı be. Sökemeyiz ki, biz ilkokul aydınlığı bile gösterilmeyenler, Biz, pis yöneticilerin mutsuz kişileri, Süpürürüz, yaban ellerinin sokaklarını pis el, pis yürek. Sığmazken Atalarım güne, yarına, Düşmüşüm vay düşmüşüm ben el kapılarına Daha üç yüz yıl önce, omuzlarımızda gök yarısı bayraklar, Eğilirdi bu ülkelerin burçları uygarlığımıza. Şimdi ta Bünyan’daki üç çocuk, ağızları açlıkla büyümüş, Şimdi ta Ereğli’deki dört çocuk, gözleri açlıkla iri iri, Alır, karanlıklar karanlıklar ardından gönderdiğimiz kara lokmasını. Sığmazken Atalarım güne, yarına, Düşmüşüm vay düşmüşüm ben el kapılarına. Ne duruyoruz, aylık bin yeşil mark,


Varalım, dağılalım, kartal Anadolu’dan yeryüzüne. Beyler altın uykularından uyanmak üzre, hadi yollarını temizleyelim, Süpürgeler kocaman, çöpler kocaman, Al güneşten bile utanmadan, pis el, pis yürek. Sığmazken Atalarım güne, yarına, Düşmüşüm vay düşmüşüm ben el kapılarına.” * Gerçi Almanya’da kısır döngüyü kırıp başarıyı yakalayan çok Türk var; bizim insanımız üretici ve yaratıcıdır. Ama sürecin sonunda ne oldu?.. Aradan geçen sürede yalnız Avrupa’ya yolladığımız köylüler değil, koskoca Türkiye ‘el kapıları’na düştü, 70 milyonluk ülkenin ekonomisi tam anlamında IMF yönetimine emanet… Bugün de durum değişmedi.. “… Bünyan’daki üç çocuk, ağızları açlıkla büyümüş.. … Ereğli’deki dört çocuk, gözleri açlıkla iri iri…” Avrupa bugün de açsa kapılarını, benim fakirlerim yine her şeye katlanarak kapağı dışarı atmak için kuyruğa girerler… Fazıl Hüsnü Dağlarca dün ne diyordu: “Biz, pis yöneticilerin mutsuz kişileri…” Bugün değişmiş ne var?.. Pislik yoğunlaştı, o kadar… (12 Kasım 2005 tarihli yazısı) ……………………………… 30 - İçki Yasakları…

28 Ocak 2010

İtalyan yazarı Giovanni Papini ‘Tersine Tarih’ başlıklı yazısında özetle der ki: - Tarihi anlayabilmek için tersinden okumalı, bugünlerden geçmişe doğru gitmeli… 20’nci yüzyılın ortasında birisi çıkıp İsmet Paşa’ya: - Paşam, deseydi, çok partili rejime geçiyoruz; ama 21’inci yüzyılın başında iktidara geçecek bir parti içki yasağına başvuracak… İnönü’nün yanıtı ne olurdu:


- Haydi canım sen de!.. * Bugünden geçmişe baktığımızda içki yasağını Dördüncü Murat döneminde görüyoruz; o çağda bile toplumun sağduyusu konuyu mizaha dönüştürmüştür… Dördüncü Murat zamanında Bektaşi’yi rakı içerken yakalamışlar… - Ulan, seni bırakırız, ama, bundan sonra içmeyeceğine ant iç bakalım… Bektaşi’nin yanıtı: - Vallahi de içmem, billahi de içmem!.. * Dördüncü Murat tüm meyhaneleri kapatmış, içki gizli gizli kahvehanelerde içilir olmuş… Padişah tebdil geziyormuş, bir kahveye dalmış, bakmış ki Bektaşi önüne kırmızı şarabını koymuş içiyor… Sormuş: - Bardaktaki nedir?.. Baba Erenler durumu çakmış, karşısındakinin Dördüncü Murat olduğunu anlayıp yanıtını vermiş: - Sudur Sultanım!.. - Be adam!.. Hiç kırmızı su olur mu?.. Bektaşi: - Sizi görünce utanç ve korkusundan kızardı Padişahım!.. * İslam kültüründe içki üzerine nice şiir, fıkra, özdeyiş var, bu yoldaki edebiyat zengin mi zengin… Ömer Hayyam’dan bir dörtlük: “Dünyaları değişmem kızıl şaraba; Ay da ondan sönük, çoban yıldızı da. Şarap satanların aklına şaşarım Ondan iyi ne alacaklar acaba?” * Dördüncü Murat, Bektaşi’nin bağ evine uğramış… Baba Erenler’e sormuş:


- Bağın büyük, bu kadar üzümü ne yapıyorsun?.. - Biz kalabalığız, yeriz sultanım… - Yemekle biter mi?.. - Yiyemediğimizi sıkıp suyunu içeriz sultanım!.. - Bu kadar üzüm suyu içilir mi?.. - İçemediğimizi fıçılara doldurup kaldırırız… Padişah: - Peki, üzüm suyu fıçıda dura dura şarap olmaz mı? Bektaşi lafın nereye gideceğini anladığı için: - O Allah’ın bileceği iştir sultanım, demiş, biz fıçılara doldurup üzüm suyunu Allah’a havale ederiz; sirke mi yapar, şarap mı yapar, kendisinin bileceği iştir, biz ona karışmayız… * Bir softayla bir Bektaşi yan yana dua ediyorlarmış: Softa: - Allahım, demiş, beni dinden imandan yoksun kılma!.. Bektaşi: - Allahım, demiş, beni rakısız bırakma!.. Softa kızmış: - Bre!.. Bu ne biçim dua?.. Bektaşi: - Kızma be imanım, herkes Allah’tan kendinde olmayanı ister, sana iman lazım, bana da rakı!.. (4 Aralık 2005 tarihli yazısı) …………………………….. 31 - Cumartesinin Eli Kulağında…

27 Ocak 2010

Ahretteki sorgu sual üzerine üretilen edebiyat, İslamın mizah söylenceleri arasına kat kat istif edilmiştir; öteki dünyada hesap vermek korkusu kulun karabasanlarından biridir… * Herifi naşerifin biri mübarek cuma günü sizlere ömür…


Adam lanet, vurguncu, soysuz, mafiozi, üçkâğıtçı kişiliğiyle ünlüymüş; üstelik dinciliği siyasette kullanarak yapmadığını bırakmamış… Herifi naşerifin suç ortağı, en yakın yardımcısı, içtiği su ayrı gitmeyen bacanağı cenazeyi kaldırmak görevini üstlenmiş ama, içi pır pır ediyormuş… Neden?.. Çünkü bacanak amcasının günahlarını bir bir biliyor… Çevrede dolaşan bir açıkgöz akraba sözüm ona bu işlerden anlarmış, yeğenin kulağına fısıldamış: - Merak etme!.. Rahmetli mübarek cuma günü öldü… Cuma günü ölen Müslüman ayrıcalıklıdır, öteki dünyada sorguya suale tabi tutulmaz!.. Bacanak sevinmiş: - Deme!.. * Bacanak cenazenin kaldırılacağı gün imamın çevresinde dolanıp durmuş… Durmadan sorarmış: - İmam Efendi, mübarek cuma günü ölen Müslüman ahrette sorguya tabi tutulmuyormuş; değil mi?.. İmam: - Haaa… Bacanak biraz sonra yinelermiş: - İmam Efendi, cuma günü ölene ahrette sorgu yokmuş.. İmam: - Hııı.. Kabrin başında bacanak yine imama asılmış: - İmam Efendi, mübarek cuma günü ölen sorgudan sualden geçmeyecek, değil mi?.. İmam yine atlatmış: - Hiii… Sonunda cenazeyi çukura sallandırmışlar, üstünü toprakla örtmüşler; mezarlıktan ayrılırken bacanak yine imamı yakalamış: - İmam Efendi, cuma günü öteki dünyaya gidene bir şey yokmuş, değil mi?.. İmam, herifi naşerifi gömdü ya, görevini yapıp işini bitirmiş bir kişi rahatlığıyla bacanağa dönmüş: - Ulan, demiş, cuma günü bir şey yapmazlar; ama, cumartesi günü anasını bellerler…


* Cuma mübarek gündür.. Mübarek ‘kutsal’ demektir.. İslamda mübarek ne varsa iktidar koltuğu için kullanan takıyyeciler kutsal Müslümanlığı batasıca özçıkarları için tepe tepe kullanıyorlar… Ama, cumadan sonra ne gelir?.. Cumartesi… Haber vereyim.. Cumartesinin eli kulağında… (27 Aralık 2005 tarihli yazısı) ……………………………….. 32 - 159 ya da 301 Üzerine…

24 Ocak 2010

Son günlerde Türk Ceza Yasası’nın 301’inci maddesi gündemde… Eski yasadaki 159’uncu madde yenisinde 301 oldu… Orhan Pamuk şimdi bu maddeden yargılanıyor.. Çünkü ne demiş: “- Türkler 1 milyon Ermeni’yi, 30 bin Kürt’ü kestiler…” AB şimdi bununla uğraşıyor, bizimkiler ne yapacaklarını bilemiyorlar, koskoca Yargıtay da işin içine girince insan şaşıp kalıyor… Öyle anlaşılıyor ki Adalet Bakanı CÇ (Cemil Çiçek) son Yargıtay kararından sonra yetkisini kullanmaya cesaret edip Pamuk davasını kapatacak… * Vaktiyle 159’uncu (yenisi 301) maddeden kaç kez sorgulandım, kaç kez yargılandım, bilemem; avukatım Gülçin Çaylıgil de bilemez… Yargılanma alanında bir rekora sahip olmakla övünebilirim… Nasıl?.. İlk basın davasına 1952’de girdim, son kez 1991’de yargılandım; mahkeme koridorlarını bir ömür boyu aşındırdım… Ama bir tek kez bile mahkûm olmadım… Tüm davalardan aklandım… Olur mu böyle şey?.. Olur!..


Ağır Ceza, basın, sıkıyönetim mahkemelerinde kırk yıl yargılanma sonucunda tek sabıkam yoktur. * Son dava 1991’deydi.. 1991-2005.. Demek mahkemesiz 14 yıl geçirmişim… Peki, davalar neden kesildi?.. Çünkü 1991’de Sovyetler Birliği sizlere ömür.. Ondan önce devletimiz bendenizi sakıncalı buluyordu.. Komünistlikten iki kez yargılandım.. Sonuç: İkisinden de beraat!.. * Çok partili rejim demokrasiye terfi etmek istiyorsa fikir suçunu elbette kaldırmalıdır; hakaret suçu ayrıdır, özel şikâyete bağlı olmalıdır… Şaka değil Türkiye büyük bir devrim yaşadı, bugünlere gelmesi kolay olmadı… Falih Rıfkı anlatır: Efendiden bir adamın evlere şenlik bir hanımı varmış… Adamın canına tak etmiş, Cumhuriyetin ilk döneminde bir gün: - Bre kadın, demiş, seni talak-ı selase ile boşuyorum!.. Kadın ellerini beline dayayıp ne desin beğenirsiniz: - Herif!.. Geçti o günler… Artık Medeni Kanun var, Gazi Paşa’nın kanunu var!.. Cumhuriyetimiz var, devletimiz var; sen beni talak-ı selaseyle boşayamazsın, haddine düşmemiş… Adam çileden çıkmış: - Hay senin o Gazi Paşa kanununa da, Cumhuriyetine de, devletine de… Kadın pencereyi açmış: - Huuu.. komşular!.. Bu adam Gazi Paşa kanunlarına, Cumhuriyete, devlete küfrediyor… Adamcağızı 159’dan alıp götürmüşler, içeri atmışlar; zavallı en sonunda Atatürk ’e mektup yazıp kurtulmuş… Koskoca bir tarih yaşandı ve yaşanıyor; devrim ve karşıdevrim gelgitlerinin ayırdına varabilemezsek sonumuz iyi olmaz. (30 Aralık 2005 tarihli yazısı)


……………………………….. 32 - Ömer Hayyam’dan Dağlarca’ya… 23 Ocak 2010 İlerici-gerici çatışmasının tarihteki değişmez göstergelerinden biri de içki üzerine tartışmada ortaya çıkar… Ömer Hayyam bin yıl önce İran’da yaşamıştı; rubaileri (dörtlükleri) çok ünlüdür: “Biz hırkadan sonra küpe gelmişiz; Kıpkızıl şarapla abdest almışız. Medresede kaybettiğimiz ömrü Meyhanede aramaktır işimiz.” Bin yıl önceki Hayyam’a bir bakın, bir de bin yıl sonraki İran’a ve Türkiye’ye… Hayyam’dan bir dörtlük daha: “En büyük söz denen Kuran bile Arada bir okunur besmeleyle. Kadehteyse öyle bir âyet var ki Okur insan her zaman, her yerde.” * Bizim Hayyam’ımız yok mu? Fazıl Hüsnü Dağlarca!.. “İçtiğimiz Karanlık korkusundan İki akşamda bir batsa güneş İki akşamda bir içsek” Hayyam bin yıldan beri var, Dağlarca bin yıl sonra olacak; Fazıl Hüsnü meyhanenin tam Türkçe’sini yeğliyor: İçkievi!.. “Katık” başlıklı şiiri: “Peynirle mi kavunla mı leblebiyle mi İçki denilen Neyle içilir - Usla”


* Kim derdi ki Hayyam’dan bin yıl sonra Dağlarca gelecek, Türkçe’nin şiirini doruğa çıkaracak.. Kim derdi ki Hayyam’dan bin yıl sonra Türkiye’ye bir Atatürk gelecek… Akşamları dorukta sofrasını kuracak.. Kim derdi ki Atatürk’ten sonra bir takıyyeci siyasal iktidar gelecek.. Elinden gelse içkiyi yasaklayacak… Fazıl Hüsnü ne yazmış?.. Şiirin adı: “Üzüm’le Erik…” “Bilseydi sevinirdi Asma’yla Dal Ta nerelerde Başlarının döndüğünü” * Batı’nın 21’inci yüzyıla erişmiş toplumunda iki tartışma yok: İçki ve tesettür!.. Bir ülkenin düzeyini anlamak istiyorsan, politikada tartıştığı konuların içeriğine bak!.. İçki yasağı.. Ve türban!.. Zavallı Türkiye’m!.. Sen bu hallere mi düşecektin!.. “Bu kör ışık ne mi Bardakta kımıldayan? En eski günlerden kalma Gecenin biri” * Uygarlık eski Ege’de şarap testisini yudumlamış, Hayyam’ın dörtlüğünde demini sürmüş: “Seni kuru softaların softası seni! Seni cehenneme kömür olası seni!


Sen mi Hak’tan rahmet dileyeceksin bana? Hakk’a akıl öğretmek senin haddine mi?” İçki yasağı.. Ve tesettür.. Laik Cumhuriyet’in ‘Aydınlanma’ döneminde yaşadığımız bu karabasana ‘irtica’ yerine ‘demokrasi’ adını takmak isteyenler ayık mıdırlar?.. Sarhoş mu?.. (31 Aralık 2005 tarihli yazısı) ………………….. 33 - Yılbaşı Nasıl Geçti?..

22 Ocak 2010

19’uncu yüzyılda yaşamış Amerikalı kadın şair Emily Dickinson’un ömrü 1830’da başlamış, 1886’da noktalanmış… Şair elli altı yaşında gözlerini hayata yummuş… Ama, bir anlamda hiç yaşamamış… Doğduğu kentten dışarı adımını atmamış.. Evlenmemiş.. Aşk yaşamı belli belirsiz ya da yok… (Yedisi dışında) bütün şiirleri ölümünden sonra yayımlanmış… Ancak bugün dünya edebiyatında Emily Dickinson’un yeri var… Peki, Emily yaşamamış mı?.. * “Kır Yaratmak İçin” başlıklı şiiri Emily’nin hayatını -ya da nasıl yaşadığını- vurgulamak için yeterli: “Bir yoncayla bir arı Yaratır en güzel çayırı Bir yonca, bir arı Bir de insanın hülyaları. Olmasa da arı Elverir insanın rüyaları.” Dickinson kendi benliğinde devinip bilincinde yaşayan, duyularının evreninde uçsuz bucaksız gezilerini gerçekleştiren türden bir kadın…


Kimine göre hiç yaşamamış sayılabilir.. Kimine göre yaşamı derinliğine algılamış, unutulmayan dizelere dökebilmiş… * Dün geceniz nasıl geçti?.. Vur patlasın çal oynasınla kafayı çektiniz mi?.. Yoksa düşüncelerinizin denizinde hayatı duyumsamaya mı çalıştınız?.. Eskiden yılbaşına doğru çevremdeki kimileri garip bir telaşa düşerlerdi: - Yılbaşında ne yapıyorsun?.. - Hiç… - Ne demek hiç?.. Yeni yıla nasıl gireceksin?.. Yeni yıla nasıl girilir?.. Müzik, içki, dans, kahkaha, oyun, vesaireyle yaratılan sanal bir dünyada sanrılaşan sarhoşlukla sarmallaşıp felekten bir gece çalmakla mı?.. * Sabahattin Kudret, Sait Faik’in yaşamını anlatırken diyor ki: “- Bir tek gününü anlatmak on beş yılını anlatmaya eşittir, o denli tekdüze bir yaşamdı bu…” - Nasıl? “- Sabahleyin on bire doğru Osmanbey’deki evinden çıkar, Beyoğlu’na gelir, caddede bir iki volta attıktan sonra bir birahaneye girer, sinema kapılarında bir süre durakladıktan sonra iki buçuk matinesine kendini atardı. Sinema çıkışı yine caddede birkaç volta, ardından bir pastaneye kapılanış. Hava kararınca, bira ve yemek, yine bu kez bir başka sinemanın suaresi…” Sait Faik’e soruyorlar: - Sizce yaşamak nedir?.. “- Balık tutmak, kahvede oturmak, yanında çok sevdiğim köpeğim. İnsan tanımak. Beyoğlu’nda bir aşağı bir yukarı dolaşmak, arada içmek, hikâye yazmak…” * Yılbaşı bir insanın yaşamında nedir ki… Cim karnında bir nokta!.. İster dışa dönük yaşayın, ister içe dönük bir ömür sürün, hayatın sonundaki bilançoda ele gelen nedir?.. Yılbaşında vur patlasın çal oynasından çok düşünülmesi gereken şeyin bu soru olması gerek…


(1 Ocak 2006 tarihli yazısı) ………………………….. 34 - Tıpış Tıpış…

21 Ocak 2010

Dolmuş mizah dergisinin ilk sayısı 5 Ocak 1956’da çıktı. İmtiyaz sahibi Osman Asaf Kermen, Yazıişleri Müdürü İlhan Selçuk… 6-7 Eylül olaylarının daha dumanı tütüyor… Derginin ilk sayısında Şinasi Nahit Berker yazıyor: “Ulus gazetesi ilk defa kapatılmıştı. Sebep İsmet İnönü’nün ‘Çetin İmtihan’ başlıklı makalesiydi. Aradan iki gün geçmişti… Büyük odada kapının ağzına yakın oturmuş, yeşil masa üzerinde, neşrine müsaade edilen gazetelere, yarı gıpta, yarı lakaydi ile bakıyordum… Birden İsmet Paşa içeri girdi. Girmesiyle de çıkışması bir oldu: - Tembel tembel ne oturuyorsun?.. Hemen ayağa fırladım, hazırol vaziyeti aldım, yüksek sesle cevap verdim: - Sayenizde Paşam!” * Derginin 3’üncü sayısında “Birisinden Mektup” başlığı altında bir yazı yayımlanmıştı, kimin yazdığı açıklanmıyor, imza yok… Mektubun giriş bölümü: “Azizim İlhan, Dolmuş’a başarılar dilerim. ‘Dolmuş’ sahiden tıka basa dolmuş, doldurulmuş…” Kim yazmıştı mektubu?.. Aziz Nesin!.. Nereden yazmıştı?.. Hapishaneden.. 6-7 Eylül olaylarıyla İstanbul baştan aşağı talan edilip Hıristiyan yurttaşların canlarına kastedilmişti; şehir yağmalanınca ilan edilen sıkıyönetimin komutanı, Aziz’le birlikte solcuları (onların deyişiyle komünistleri) toplayıp içeri atmıştı… Aziz Nesin içerden Dolmuş’a yazı göndermeye başladı; kuşkusuz adını açıklayamıyorduk. * Bir ülkenin en büyük kenti yağmalandığı zaman baştaki hükümet ne yapar?.. Dünya çapında ünlü İstanbul’da Hıristiyanlara dönük saldırıyı “komünistler yaptı” diye geçiştirmek isteyen Başbakan kimdi?..


Adnan Menderes!.. İsmet Paşa’nın makalesi yüzünden Ulus gazetesini kapatıp İstanbul’daki yağma yüzünden Aziz Nesin’i içeri attıran Menderes birazcık sorumluluk üstlenip çekildi mi?.. Yok canım… Milletvekillerine “Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” deyip koltuğunda oturdu. Oktay Ekşi yeni TCY’nin (Türk Ceza Yasası) yürürlüğe girmesi üzerine (Dünya Basın Konseyleri Birliği Başkanı sıfatıyla) Başbakan Erdoğan’a gönderdiği mektupta demiş ki: “Merhum Adnan Menderes de sizin gibi ve çevrenizde bulunanlar gibi ‘gazetecilerin yalan yazdığından, insanların şereflerine, özel yaşamlarına haksız saldırıda bulunduğundan’ şikâyetçiydi. Buna çare olarak, o da, aynen şimdi sizin izlediğiniz yolu izledi ve 1956 yılında 6733 sayılı Yasa’yı çıkarttı.” * Adnan Menderes de Recep Tayyip gibi karikatürlere bozulurdu; 1956’da İstanbul Basın Savcısı Hicabi Dinç ‘Dolmuş’u üst üste toplatmaya başlayınca görüşmeye gittim… Dedim ki: - Bu böyle gitmez, sürekli toplatacaksanız, söyleyin!.. O zaman dergiyi çıkarmayalım, kapatalım!. Hicabi Dinç babacan adamdı; gözlerime baktı.. - Sen, dedi, akıllı bir gence benziyorsun, söylediğimi anlarsın, Başbakanın karikatürlerini derginin kapağına koymayın!.. Dostum Oktay Ekşi’nin mektubunu okuyunca aklım geçmişe takıldı, Erdoğan karikatüristlere ilişkin tepkilerinde Menderes’e benziyor. * Fransızların ünlü karikatürcüsü Plantu referandumdan bir gün önce Le Monde’da çıkan karikatüründe Başbakan Raffarin’i köpek gibi çizmişti… Aklıma Musa’nın karikatüründeki kedi biçimiyle Recep Tayyip geldi… Plantu’nun başına bir şey geldi mi?.. Haaa.. bu arada “Yeni TCY” yalaka medyamıza mübarek olsun!.. AKP’nin eline böyle bir araç geçti mi, “Ilımlı İslam Devleti Modeli”ne doğru tıpış tıpış gider.. miyiz?.. (3 Haziran 2005 tarihli yazısı) …………………………… 35 - Avrupalı Bizim Gibi Davranmazdı… 19 Ocak 2010 Çocuktum, babam subaydı, arada sırada kışlaya gider, askerin talimini bir oyun seyrediyor gibi izlerdim…


Bir gün garip bir manzara ile karşılaştım; çavuş bir eri ortaya çıkarmış, çömeltmiş, tuvaletlerde nasıl davranılacağını erata uygulamalı ders yöntemiyle öğretiyordu… Şaka değil, köyden dağdan gelen Mehmetçik ‘adabı muaşeret’e yabancıydı; elle yemek yiyen köylü, çatalı bıçağı asker ocağında görüp tanıyordu. * ‘Vaktiyle Avrupalı dışkıyla dolu oturağını saray penceresinden dışarı dökerken biz alaturka helalarda taharetlenirdik’ diye övünebiliriz; geçmiş zamanın hayali cihan değer… Ancak Batı, köylülüğü tarihe gömdü; biz ilkelliğin mirasını omuzlarımızda taşıyoruz… Muaşeret, zarafet, incelik, yaşama biçimi, uygarlıkta bir kültür aşamasıdır, eğitim sorunudur… İnsan bir yakını öldüğü zaman çırpınıp, yırtınıp, bağırıp, çağırıp dövünmeye de koyulabilir… Gözyaşlarını içine akıtıp soylu bir duruşla acısını yüreğine de gömebilir… Uygarlığın süzülmüşlüğünü içine sindirmek ve davranışlarına yansıtmak kolay değildir; bu yolda incelikli bir öğretimden geçmek gerekir. * Eski dönemlerde birisini övmek için kullanılan bir deyiş vardı: ‘- Avrupa görmüş adamdır!..’ Geçti o günler… Artık Avrupalı turist Türkiye’de sıradan, alelade, doğal sayılıyor; en başta Almanya, çeşitli Batı ülkelerinde milyonlarca Türk yaşıyor… Peki, Avrupalı olabildik mi?.. Dünkü gazetelerimizin birinci sayfalarını gördükten sonra çarpıldım ve Kemal Tahir ağzıyla dedim ki; - Olabilemeyiz!.. Görgüsüzlük.. Zevksizlik.. Şişirme.. Abartma.. Estetikten nasibi olmayan kırmızı, mavi, yeşil, turuncu renk cavalacicozuyla içeriğinde gerçek dışı bir övünme ve şişinme… Biz Türkler kendimizi nasıl bir aşağılık duygusuna kaptırmışız ki çeşitli olumsuz koşullara bağlanmış olan, sonu da belirsiz, ‘ucu açık’ bir müzakere sürecine başlamayı okurlarımıza görgüsüzlerin düğünü gibi sunabiliyoruz?..


“Avrupalılık” mı bu?.. * İnşallah AB’ye gireriz.. Ne var ki manzaramız hiç de iç açıcı değil.. Avrupa bizim için bir ‘medeniyet’ dünyasını vurguluyorsa, önce kendi içimizde ‘uygar’ olalım.. Medyada alaturka şamata utandırıcı boyutlarda.. Daha ortada hiçbir şey yokken zil takmak.. Göbek atmak.. Belki bize yakışıyor.. Ama, benzemeye çalıştığımız Avrupalı, bizim yerimizde olsa, bizim gibi davranmazdı. (5 Ekim 2005 tarihli yazısı) ………………………. 36 - Pislik Üzerine Laflama…

17 Ocak 2010

Pis bir dünyada yaşıyoruz.. Pislik her yandan fışkırıyor.. Şu Irak’taki Angloamerikan işgali nedir?.. Pislik!.. Ya Türkiye’de Yüce Tanrı’yı ve kutsal Müslümanlığı iktidar koltuğu için kullananların aşağılık politikaları ne?.. Pislik!.. Her türlü hortumculuğu yaptıktan sonra dokunulmazlığın arkasında saklanmanın adı ne?.. Pislik!.. Bir yandan uygarlık taslayıp öte yandan dünyayı sömürüp insanlığın çoğunluğunu yoksullaştırmak ve aç açına süründürmek ikiyüzlülüğüne ne denir?.. Pislik!.. Medyamızın havsalaya sığmaz kokuşmuşluğu nasıl vurgulanabilir?.. Pislik!.. * Nereye baksan pislik..


Zaten dünya pis olmasa insan sabunu icat etmek zorunda kalmazdı… Tuvalet sabunu, yeşil sabun, beyaz sabun, kokulu sabun, killi sabun, katranlı sabun, arapsabunu, çamaşır sabunu, yüz sabunu neyi temizlemek için üretiliyor?.. Pisliği!.. Koskoca fabrikalar hiç durmadan, ara vermeden, paydos etmeden leke tozu, deterjan, şampuan, bulaşık temizleme suyu ve daha nicelerini, pislikleri temizlemek için piyasaya sürüyorlar… Dünya pis olmasa, bütün bunlara ne gerek var?.. * - Oğlum burnunu sil.. - Kızım ellerini yıka.. - O pis lakırdıyı kimden öğrendin?.. - Pis pis sırıtma!.. - Evi bok götürüyor.. - Bu düzen kokuşmuş.. - Siyaset leş kokuyor.. * Dünya öylesine pistir ki bir yakının hastalansa hastanede yer bulamazsın, otobüste yeni ayakkabının hemen üstüne basarlar, lokantada yemek tabağından saç çıkar, tam uyku bastırırken komşu kapıyı çalar, telefonu çevirsen yanlış numara düşer, banyoya girersin sular kesilir, uçsuz bucaksız göklerde uçaklar çarpışır, düz yollarda arabalar birbirine girer, evden çıkıp kapıyı kapadığın zaman anahtarı içerde unuttuğunu anımsarsın… Dünyanın pisliğiyle başa çıkılmaz… * Ancak 21’inci yüzyılda bu işin dibini bulduk.. İnsan artık dünyayı içinde yaşanılmaz boyutta kirletip pisletmeye başladı; tüm doğa, denizler, bulutlar, bitkiler, hava, toprak kirleniyor… Pis dünyanın, pis huylu, pis ağızlı insanları pisi pisine konuşup sözde politika yapıyorlar, pisi pisine yaşayıp pisi pisine ölüyorlar… (24 Eylül 2005 tarihli yazısı) …………………………….. 37 - Hop Mop, Altın Top…

15 Ocak 2010


Şeyh Sadi-i Şirazi , Doğu ve Batı coğrafyasında el üstünde tutulur, 13’üncü yüzyılda yaşamış bir İran şairidir, “Gülistan”, “Bostan” gibi yapıtları Türkçeye de çevrilmiştir ve dillere destandır. Peki, bunca değerli Şeyh Sadi’nin kadınlara dönük yargıları nasıldır?.. İşte birkaç örnek!.. Diyor ki Sadi: “- Kadın senden ziyade kabul ve saygı görürse, sen erkekliğinden utanmaz mısın?.” “- Kadınlar, kadınlık icabı, bazen namaz kılamazlar. Sende bu yoktur. O halde niçin ibadeti bir yana bırakıyorsun?.. Yürü hey kadına yetişemeyen kişi!.. Üstelik bir de erlik lâfı etme!..” “- İyi huylu kadın odur ki kocasının elinden sirkeyi helva yer gibi içer; kötü huylu kadın odur ki meyvayı yerken suratı sirke satar.” “- Kadını çarşıya pazara bırakma!.. Söz dinlemezse, döv!.. Sözünü yürütemezsen, karı gibi evde otur; o erkek gibi gezsin, yürüsün…” “- Yabancılara karşı kadının gözleri kör olmalıdır; evden çıkınca doğru mezara girmelidir.” “- Hanımına (yabancılara) yüz açtırma!..” “- Hanım sözünü dinlemezse, o erkek, sen kadın olmuş olursunuz.” “- Kadın kaşlarına rastık çekecek olursa, söyleyin kocasına, yüzüne allık sürsün!..” “- Ey zengin!.. Her baharda yeni bir kadın al!.. Zira geçen seneki takvim işe yaramaz!..” Beğendiniz mi Şeyh Sadi’yi?.. Şairin suçu yok, 13’üncü yüzyılda toplumun kadına bakışı din öğretisine bağlıydı. Peki, bugün İran’da kadın nasıl?.. Bizde nasıl?.. * Bizim medyada kimi gazete çıplak kadın pazarlıyor, kimisi için çıplak kadın günah… Medya iki kutup gibi.. Ya tesettür.. Ya da kadını metalaştırıp erkek piyasasında pazarlama borsası.. Ya kadınlarımız?.. Onlar da şaşkın.. Kimisi dağıtık..


Kimisi derli toplu.. Kimisi edepsiz.. Kimisi olgun ve dolgun.. Kimisi hercai.. Kimisi gündüz sefası.. Kimisi şatıfilli.. Kimisi zilli.. Kimisi tango tango fiyango; kimisi hoppa moppa, kimisi top mop altıntop.. Kimisinin eli maşalı.. Kimisinin gözü kapalı.. Kimisinin hayatı iştir, düştür.. Kimisi ne yazdır, ne kıştır.. Kimisi ev kadınıdır, kimisi iş kadını, kimisi sokak kadını, kimisi mahalle karısı.. Kimisi de insan kadındır.. Ama tam insan!.. * Tarih boyunca kadın nereden yola çıktı, nereye geldi, nerede duracak?.. Başlangıçta erkeğin malı, kölesi, cariyesiyken, kadın az buçuk özgürleşmedi mi?.. Başlangıçtan bugüne kadın kadınlaştı mı?.. İnsanlaştı mı?.. Şeyh Sadi’nin 13’üncü yüzyılından 21’inci yüzyıla dek 800 yıl geçti; Türkiye’deki çok partili rejimde tesettür kavgası sürüyor… Vah kadınımıza.. Ah erkeğimize!.. (8 Ağustos 2004 tarihli yazısı) ……………………………… 38 - Sınıf ve Demokrasi?..

14 Ocak 2010

Aydın Ilgaz’ın ‘gecikmiş ilk kitabı’nın adı: “Sınıf’ın Efsanesi.” (Çınar Yayınları)


Bir zamanlar Türkiye’nin demokratik olmayan çok partili düzeninde ‘sınıf’ sözcüğü belasına ne korkular yaşanıyor, insanlar nasıl harcanıyordu?.. Aydın’ın kitabı bu konu üzerine elle tutulur bir belgeleme… Değeri büyük!.. * Haftalık ‘DOLMUŞ’ mizah dergisinin ilk sayısı 5 Ocak 1956’da çıkmıştı… İmtiyaz sahibi: Osman Asaf Kermen. Yazarları, çizerleri arasında kimler yoktu ki?.. Türk mizah edebiyatının en değerli adları bir araya toplanmıştı; bunların arasında Rıfat Ilgaz da vardı.. Rıfat Ilgaz tepeden tırnağa aydın sorumluluğu taşıyan bir güzel adamdı.. Şairdi.. Öğretmendi.. Yazardı.. Bugün birisi kalkıp da bana “Rıfat Ilgaz gibi bir adam göster” dese gösteremem.. Para, pul, gösteriş, görgüsüzlük, hırs, üçkâğıt medya dünyasında öylesine ağır bastı ki, insan bozuldu.. Rıfat, bugünden düne bakınca, eski zaman senyörleri gibi kalıyor. * Rıfat Ilgaz’ı uzun boylu tanıtmama gerek yok; Türk edebiyatına biraz meraklı olan, şairi iyi tanır; Dolmuş’ta yazmaya başladığı zaman ‘mimli’ idi; daha önce çıkardığı ‘Sınıf’ adlı şiir kitabı yüzünden adı komüniste çıkmıştı. Dolmuş’u ben yönetiyorum; bir gün Ilgaz dergide yeni bir öykü dizisine başladı: Adı: ‘Hababam Sınıfı’. Ilgaz gibi ‘Hababam Sınıfı’nı da tanıtmaya gerek yok!.. Bugün bile televizyonun düğmesine dokunsanız, Rıfat’ın öykülerinden biri film olarak karşınıza çıkar… ‘Sınıf’ adlı şiir kitabı yüzünden başı belaya girmişti Ilgaz’ın.. Ama ‘Hababam Sınıfı’ bir tuttu ki sormayın!.. * Rıfat Ilgaz’ın oğlu Aydın Ilgaz’ın yazdığı “Sınıf’ın Efsanesi” adlı kitap, bu iki sınıfın basın tarihimize geçen romanını anlatıyor… Peki, roman bunun neresinde?.. Çünkü Rıfat Ilgaz, Dolmuş dergisine yazdığı ‘Hababam Sınıfı’ öykülerinin altına imzasını atamıyor; bir ‘müstear’ ad kullanıyordu…


Neydi o ad?.. ‘Stepne!..’ Üstelik öyküleri derleyip bir de kitap çıkarmıştık; Rıfat’a dedim ki: - Hiç olmazsa kitaba adını koyalım!.. Olmadı. * 1950’li yıllar.. Çok partili rejim.. Demokrat Parti iktidarda.. Başbakan kim?.. Adnan Menderes!.. Dolmuş mizah dergisine biz yalnız Rıfat Ilgaz’ın değil, Aziz Nesin’in adını da koyamıyorduk; iki büyük ustanın her ikisi de sakıncalı idiler; işte böyle bir demokrasi yaşanıyordu… Aydın Ilgaz’ın yazdığı “Sınıf’ın Efsanesi” okununca 1950’lerdeki demokrasinin de efsane olduğu anlaşılır; yazık ki bu tür demokrasi anlayışı Türkiye’yi döndürdü dolaştırdı, sonunda takıyyecilere teslim etti. (19 Ağustos 2004 tarihli yazısı) ………………………………….. 39 - Kabahat ya da Suç Kimde?..

13 Ocak 2010

İstanbul’un su altında kalmasının tadını medya çıkarttı; birbirinden güzel fotoğraflarla “felaket” sergilendi; yazılar da etkiliydi; hepimiz her şeyi biliyorduk; gizlisi saklısı yoktu ki bu işin… * İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra nüfus patlaması.. Köyden kente göçün başlaması.. Tapulu ya da tapusuz arazide kondulaşma süreci.. Plansız yerleşimin salgınlaşması.. İktidara geçen siyasal partilerin seçim kazanmak için başıbozuk yerleşime göz yummaları.. Hukukun, yasaların çiğnenmesi.. Gecekondu mafyasının oluşması.. Oy uğruna her şeye göz yumulması..


İstanbul’da kanun dışı hemşeri mahalleleri, kondu bölgeleri, dinci yerleşim birimleri, yağma düzeni.. Yasadışı yerleşimlerde cami yaptırma dernekleri.. Kondulardan apartmanlara geçiş süreci.. Kat sayılarının arttırılması.. Bileği güçlü olanın üste çıkması.. Zenginlerin şehrin merkezini, yoksulların çevreyi yağmalayıp paylaşarak yeni bir yaşam modeli yaratmaları.. Kamu düzeni, şehircilik, imar, yasa masa gibi kavramların güçlü-güçsüz dalaşmasına dönüşmesi.. 12 Mart ve 12 Eylül gibi olağanüstü dönemlerde yoksul kesimlerden solculuğun tasfiyesi.. Solculuğun yerini dinciliğin doldurması.. İstanbul’un en büyük kent olarak örnek oluşturup çığrından çıkması.. Ve yağmurun yağması.. Sellerin ortalığı basması.. Altyapısız, tapusuz, plansız, programsız bir keşmekeşte çığlık çığlığa imdat sesleri.. Ne var ki yapılacak hiçbir şeyin olmaması.. Allah’a emanet koca bir kent.. Sokak manzaraları.. İnsan görüntüleri… * Çok uzun sayılabilecek bir süreçte göz göre göre yaşanan yağmacılık düzeniyle vardığımız bugünkü evlere şenlik sonuçta kimsenin kimseden şekvaya hakkı yoktur… Herkes olanbiteni sineye çekecek… Bektaşi bir gün bakmış ki köylüler köy meydanında bir araya gelmişler, yola düzülüyorlar… Sormuş: - Nereye?.. - Yağmur duası için karşı tepeye.. Kalabalığa karışan Baba Erenler yolda tarlasının yanından geçerlerken elindeki sopayı toprağa daldırıp başını göğe kaldırmış; yukarıdakini uyarmış: - Bizimki de burası!..


Yağmur duasından sonra birden gök boşanmış, ortalığı seller kaplamış, Bektaşi dönerken görmüş ki tarlasında ne var ne yok sular götürmüş, ne tohum ne filiz kalmış, felaket mi felaket… Ellerini açıp yukarıya seslenmiş: - Kabahat sende değil, sana burayı gösteren pezevenkte!.. (20 Ağustos 2004 tarihli yazısı) ………………………………… 40 - Yurttaş ve Mürit…

12 Ocak 2010

Babam, Birinci Dünya Savaşı ve İstiklal Harbi’ne katılmış asker kuşağındandı; Araplara ilişkin düşünceleri olumsuzdu; arkadaşlarıyla söyleşirken kulak misafiri olurdum; Araplara güvenmezlerdi… Nasıl güvensinler ki?.. Araplar İngilizlerle bir olup Türkleri arkadan vurmuşlardı. Osmanlı’da İkinci Mahmut zamanında başlayan dönüşüm, Tanzimat’la sürmüş, 20’nci yüzyılın başındaki çalışmalarla Türk askeri savaşmanın koşullarını öğrenmişti; ama, Arap’ta böyle bir disiplin yoktu. * Peki, bugün Irak’ta yaşanan ne?.. Bir savaş var.. Ama cephe yok.. Birlikler yok.. Üniforma yok.. Komutan çok.. Peki, bu savaşın adı ne?.. Ulusal bilince erişememiş yoksul halkı güdüleyen ortak bir ülkü var mı?.. * Türkiye’de ‘Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın bir ‘Millet Meclisi’ vardı.. Düşmana karşı birlik olan halkta ulusal bilinç zamanla oluştu; başlangıçta fikirler dağınıktı. ‘Halife’ yi düşmanın elinden kurtarmak amacında olanların ufukları dinsel düzeyde kalıyordu. Irak’ta ulusal bilinç gelişebilir mi?.. Araplar; mezhep, aşiret, tarikat inancıyla öylesine şartlanmışlar ki toparlanıp tek amaç ve hedefte bütünlüğe erişmeleri çok güç…


Ancak halkta direniş güdülenmesi egemenleştikçe, bağımsızlık ve kurtuluş fikrinin çevresinde toparlananların zamanla bir potada kaynaşmaları beklenebilir. * 1923 Cumhuriyeti, Anadolu’da ulus bilincinin üstüne kuruldu… Mezhep, tarikat, cemaat, aşiret koşullanmasını aşıp ortaklaşa bilincin paydasında uluslaşmak, laiklik ve demokrasi için önkoşuldur. Avrupa’da demokrasi, laiklik üzerine yurttaşların kurduğu bir tarihsel olgu… Ne yazık ki Türkiye’de çok partili rejim laikliğe karşı tepkiyi gündeme getirdi; tarikat, cemaat, aşiret şartlanmaları çağdaş öğretim seferberliğiyle aşılamadı; cemaat ve tarikatlar ekonomik açıdan da örgütlenerek ülkeye egemen oluyorlar… Ya medya?.. Tarikat ve cemaat gazeteleri artık açıkça kimliklerini sergiliyorlar; çağdaş demokrasinin sosyal güçleri Türkiye’de geri çekiliyorlar.. Gidişat kaygı verici!.. * Laik ve demokratik Cumhuriyetler ‘yurttaşlık’ kavramı üzerine kurulur. Ama Türkiye’de ‘yurttaş’ gün geçtikçe azalıyor.. Yurttaşın yerine kim geçiyor?.. Mürit!.. Demokrasi müritlerden oluşan bir toplumda yaşayabilecek rejim değil.. Tüm İslam coğrafyasının demokrasiden uzak yaşaması bu bakımdan doğaldır. (5 Ağustos 2004 tarihli yazısı) ……………………………………… 41 - Acaba Şair Haklı mıydı?.. Bir dost telefonda: - Bugün, dedi, hava çok sıcak.. - Ağustosta, dedim, hava sıcak olur.. - Ama, dedi, yalnız sıcak değil, ağır… Gerçekten ağır bir hava vardı.. - Nâzım’ı anımsadım.. * “Hava kurşun gibi ağır

10 Ocak 2010


Bağır bağır bağır bağırıyorum Koşun kurşun eritmeğe çağırıyorum…” Şair 1930 Mayısı’nda yazmış bu şiiri.. Peki, bugün kimse dönüp bakıyor mu?. Çağrıya kulak asıyor mu?.. El vermeye koşuyor mu?.. * Teknolojik devrimin iletişimine diyecek yok!.. Lübnan’da bombalarla öldürülen, yıkıntıların içinden çıkarılan, annesinin koynundan koparılan bebeklerin cesetleri daha soğumadan fotoğrafları televizyonlara ve gazetelere yansıtılıyor… Bilim ve teknoloji ne kadar gelişti, değil mi!.. Beş kıtaya yayılmış; Avrupa’da, Amerika’da uygarlığın tadını çıkarıp, emperyalizmin lezzetini duyumsamış kişi bu manzara karşısında ne yapıyor?.. “O milyonların milyonda biridir O bir sıra neferidir Damarlarındaki bilmem hangi suyun kanı değil.. O bir yarış hayvanı değil, Yüzü herkesin yüzüne benzer Su içer ağzıyla ayaklarıyla gezer… Onun için; başlayan biten, başlayan iş var.. Sorgu soruş yok… Gidiş var. Duruş yok… O milyonların milyonda biridir.


O bir sıra neferidir…” Sıradan kişi televizyonların karşısında ağzı açık, gözleri açık, toplu cinayeti izlemekten gayrı ne yapabilir ki… Şair bu şiiri de 1930 Mayısı’nda yazmış… Yıl 2006!.. Evet, sıradan kişi su içer ağzıyla, ayaklarıyla gezer, gözleriyle Ortadoğu’da insan katliamını izler, uygarlığına da doğrusu diyecek yoktur… * Dostum telefonda: - Bugün, dedi, hava çok sıcak.. - Ağustos’ta, dedim, hava sıcak olur.. Ama, dedi, yalnız sıcak değil, ağır.. Nâzım’ı anımsadım: “Hava kurşun gibi ağır.. Bağır bağır bağır bağırıyorum..” Nâzım’ın çığlıklarını kimse duymadı, duymak istemedi, şairin sesi ağır havada dağıldı gitti… Acaba şair haklı mıydı?.. Şu dünyanın haline bak!.. Teknolojik devrimin pazarında satılan son model televizyonun ekranında ne seyrediyorsun?. Çocuk ölüleri… Hamile cesetleri.. Bebek naaşları.. Uygarlığın teknolojik devriminin son silahlarının marifetleri.. Acaba şair haklı mıydı?.. Hiroşima’ya atılan atom bombasından sonra ne demişti: “İnsanlar sizleri çağırıyorum:


Kitaplar, ağaçlar ve balıklar için, buğday tanesi, pirinç tanesi ve güneşli sokaklar için.. Üzüm karası saçlar, saman sarısı saçlar ve çocuklar için..” Acaba şair haklı mıydı?.. * Evet, Ortadoğu’nun kara üzüm gözlü çocukları için ağlarken durup düşünmenin zamanıdır: Acaba şair haklı mıydı?.. (15 Ağustos 2006 tarihli yazısı) ………………………………………. 42 - Alevi Nasıl Düşünür?..

9 Ocak 2010

Sağda, solda, basında, televizyonda, siyasette, şurada burada Alevilere ilişkin çok yayın yapılıyor… Alevi – Bektaşi kesimini birbirine düşürmek için elinden geleni ardına koymayanlar var… Tüm oyuncular sahnede… Peki, bunların çürüğünü temizinden ayırmak için elde bir ölçüt, Frenkçesiyle ‘kriter’ yok mu?.. Var!.. * Alevi – Bektaşi her şeyden önce kendi kendisine bir soruyu sorup yanıtlayacak: - Bu durmadan konuşan ya da yazan kişi Atatürk’ten yana mı?.. Ya değilse?.. O zaman çekiver kuyruğunu!.. * Alevi Osmanlı’dan çok çekti… Neden?.. Osmanlı kötü müydü?.. Yok canım…


Osmanlı İmparatorluğu bir din devletiydi; şeriatçıydı, Sünniydi, bu yüzden Alevi’ye düşman gibi bakardı… Bu iş bu kadar ‘basit!..’ Ve de Türkçesiyle yalın. * Peki, sonra ne oldu?.. Başta İngiltere, Avrupalılar Türk’ü tepelemek için ülkemizi 1919’da işgal ettiler… Mustafa Kemal Atatürk, Milli Kurtuluş Savaşı’nın bayrağını açtıktan sonra Hacıbektaş’a geldi… Alevi – Bektaşi önderleriyle anlaştı… Söz kesiştiler.. Bir: Ulusal Kurtuluş Savaşı, elbirliğiyle yürütülecek… İki: Zaferden sonra Cumhuriyet ilan edilecek… * Cumhuriyet’in ilanı, Sünni şeriatını devlet düzeni olmaktan çıkardı.. Sünni halifesini ve padişahını tasfiye etti.. Aleviliğin tepesindeki zulüm kalktı.. Laiklik Alevi – Bektaşileri özgürlüğe kavuşturdu.. Alevi misin? Bektaşi misin? Atatürk’le birsin!.. Mustafa Kemal’le birlikte hem Milli Kurtuluş Savaşı vermiş, hem laik Cumhuriyet’i kurmuşsun.. Evet Alevi kardeş, Atatürk’e ilişkin sözlerinde, konuşmalarında, yorumlarında kem küm eden birini gördün mü çekiver kuyruğunu… * Üstelik bugünkü durum vahim.. Laik Cumhuriyetin köküne kibrit suyu ekmek isteyenler iktidara geçtiler; Amerika ile anlaştılar… Ne yapacaklarmış?.. “Ilımlı İslam Devleti modeli” kuracaklarmış… Peki, bu Ilımlı İslam Devleti nasıl bir ‘model’ olacak?. .


‘Hanefi – Sünni modeli’ mi olacak?.. ‘Alevi – Bektaşi modeli’ mi olacak?.. * Alevi – Bektaşi inancına bağlı yurttaşların şu günlerde gözlerini dört açması gerek!.. Birlik ve bütünlük içinde Anadolu’yu, Türkiye’yi, laik Cumhuriyeti korumak için elden ne gelirse yapmak, geçmişten geleceğe yürüyüşte Aleviliğin özgünlüğüne alınyazısı olmuş… (18 Ağustos 2006 tarihli yazısı) …………………………………………. 43 - ‘Bilimsel Devrim’ ve Kemalizm…

8 Ocak 2010

Copernicus, Keppler, Galileo, Bacon, Vesalius, Newton, Leibnitz, vb… 16’ncı ve 17’nci yüzyıllarda bu adların başını çektiği ‘Bilimsel Devrim’ insanlığın 2000 yıllık geleneklerini 150 yılda değiştiriyor; ‘Aydınlanma’ sürecini gündeme getiriyor… 1789’da ‘İnsan Hakları Bildirisi’ Fransa’da yayımlanıyor… Dinci hukuk (şeriat) yerine insanın insanlaşmasında büyük atılımı gerçekleştiren yeni kurallar geçerli oluyor… * Osmanlı o dönemde uykudadır… Ama Osmanlı’yı suçlamayalım… Bütün dünya uykudadır… Halklar ne yapıyorlar?.. Hiç!.. Ancak Rusya’da Çar Büyük Petro ve Almanya’da İmparator 2’nci Joseph Bilimsel Devrim’in ve Aydınlanma sürecinin bilincine varıp “tepeden inme” reform yönetimiyle halklarını silkeliyorlar… Ve Aydınlanma tarihine yazılıyorlar… Osmanlı mışıl mışıl… * 16 ve 17’nci yüzyıllarda gerçekleşen ‘Bilimsel Devrim’ ve ‘Aydınlanma’ Türkiye’de ancak 20’nci yüzyılda hayata geçirilebiliyor… Nasıl?.. ‘Kemalist Devrim’le!..


Sanayileşmemiş bir İslam ülkesinde Bilimsel Devrim’in ürettiği Aydınlanma felsefesini ve fikirlerini devlette ve toplumda yaşam düzenine dönüştürmenin adıdır Kemalizm… * Bu yıl Hacıbektaş Şenlikleri sırasında “Bilimsel Devrim ve Kemalizm” konulu bir açık oturum vardı… Prof. Ali Naki Selmanpakoğlu’nun yönettiği panelde, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Rektörü Prof. Ferit Bernay, Gazi Üniversitesi Rektörü Kadri Yamaç ve Mustafa Balbay konuştular… Konu felsefi, bilimsel, siyasal, güncel boyutlarıyla irdelendi… Ortadoğu Savaşı, Üçüncü Dünya Savaşı tehlikesini gündeme getirirken Türkiye kendine özgü büyük bir tehdit altında bulunuyor… Nedir o?.. Bilimsel Devrim’ini çoktan gerçekleştirmiş Batı’nın emperyalizmi ile Aydınlanma’nın dışında kalmış İslam dünyası arasında sıkışarak Kemalist Devrim’in kazanımlarından uzaklaşmak tehlikesi toplumu kuşatmıştır… * Bu çelişkiyi çözmek Türkiye için insanlığa bir armağan, uygarlığa bir katkı sunmak olacaktır… İslam dünyasında ‘Aydınlanma’yı, geç de olsa ‘Kemalizm’le benimseyen Türkiye tektir… Bu tekliği, özelliği, onuru ‘ılımlı İslam devleti modeli’- ne dönüşerek tarihe gömmek, uygarlığa aykırı gidişatın akrebiyle yelkovanını tersine çevirmek utancını alnımıza yazar… Anadolu’da Bilimsel Devrim ve Aydınlanma anlamına gelen Kemalizmden vazgeçmek, Türkiye için irticanın ta kendisidir. (19 Ağustos 2006 tarihli yazısı) ………………. 44 - Hamamböceği!..

2 Ocak 2010

Emily Dickinson büyük bir şair, Amerika’nın 19’uncu yüzyılda yetiştirdiği büyük ozanlardan… Ama, yaşamında şiirlerini yayımlamaya pek heves etmemiş ya da aradığı ilgiyi bulamamış… Dostlarının bütün çabalarına karşın şiirlerini yayımlamamakta direnmiş… 1886’da gözlerini yaşama kapayan şairin kız kardeşi Lavinia, 1890’dan sonra Dickinson’ın şiirlerini yayımlayınca Emily dünya çapında ün kazanmış… * Geçmişte edebiyat dünyasının girdisi çıktısı bugünkünden çok değişik..


Franz Kafka 20’nci yüzyılda çarpıcı bir örnek… Ölümünden sonra yakması için yazar, bütün yapıtlarını dostu Max Brod’a bırakmıştı… Ama Brod kendisine emanet edilen yapıtları yakmadı; yayımladı.. Kafka gözlerini yaşama kapadıktan çok sonra Fransa, İngiltere ve Amerika’da ün kazandı; Almanya’da 1950’den sonra tanınabildi… ‘Değişim’ adlı romanı pek ünlüdür… Gregor Samsa bir sabah yatağında uyandığında kendisini hamamböceği olarak bulur; sırtüstü yatmaktadır… Yüzükoyun dönmek ister, ama nafile… * Dickinson veya Kafka uç örneklerdir; kitabını yayımlatmak için çırpınan çoğu yazarın öyküleri de elbette var… Ama geçmiş dönemde edebiyat piyasasının koşulları bugünkünden çok farklıydı… Bugünkü durum ne?.. Piyasa.. Pazarlama.. Sermaye.. Tezgâh.. Reklam.. Günümüzde “Neocon” dünyasının “Küreselleşme” sürecinde edebiyatı da kafakola aldığı, istediğince kullandığı görülüyor… Reklam ve pazarlama araçları öylesine gelişti ki bir kitabı piyasada satmak marifeti uzmanlığa dönüştü… Cinfikir edebiyatçı türü de bu piyasada ortaya çıktı… Türkiye, Batı karşısında kişiliksiz bir ülke olmak yolunda adım adım ilerleyerek bugünlere ulaştı… Şu dönemde Batı’ya açılmak için en kolay ve etkili yöntem ne?.. Batı’nın ilgisini ne çeker?.. Hangi kitabın pazarlaması Batı’da geçerli olabilir?.. Küreselleşen dünyada bugün Avrupa ve Amerika’da Ermeni soykırımı savından daha çok pazarlaması yapılabilecek hangi konu var?.. Günümüzün yazarı da doğal olarak bu yöne yatırım yapmayı öngörecektir…


Ancak bu tutumun edebiyat sanatı açısından değeri nedir?.. * Sermaye medyası çoktan beri edebiyat sanatına yüz vermiyor; edebiyatın pazarlamasını yeğliyor… Toplumda yaşanan bu değişme, siyasal ve ekonomik hayatımızda Batı tarafından ‘hacir’ altına alınmamızın bir sonucudur… Yazarlarımızdan kimilerinin Batı’da geçerli soykırım savlarına sarılmalarında garipsenecek bir yan yok… Bu tutum piyasa ve pazarlama stratejisinin gereğidir… Emperyalizm egemenleştiği ülkede ekonomiyi eline geçirmekle kalmaz, sanat ve edebiyat kesimini de etkileyip biçimlendirir… * Ve o ülkede kimileri bir sabah hamamböceği gibi uyanırlar… Kafka’nın romanı güzeldir… En ilginç yanı nedir?.. Gregor Samsa’nın hamamböceği olması mı?.. Hayır!.. Gregor Samsa’nın ailesi, çevresi, patronu, arkadaşları kısa bir şaşkınlıktan sonra onu bu yeni kimliğinin konuşlanmasıyla benimser… Farkında mısınız? Takıyye iktidarından sonra Türkiye’de ne de çok kişi hamamböceğine dönüştü!.. (29 Eylül 2006 tarihli gazete) ………………………………. 45 - Kadının Adı…

31 Aralık 2009

Sigara kutularının üstünde ne yazıyor: “Zehirdir.. Öldürür..” Eskiden sigara modaydı, Holivut filmlerinde ünlü yıldızlar fiyakalı biçemleriyle sigara yakar, püfürdetip dumanını havaya savururlardı… Erkekler sokaklarda elde sigara dolaşırlardı… Ya kadınlar?.. Kadınların sokakta sigara içmeleri ayıptı…


Geçmiş zamanda bir gün New York sokaklarında sigara içmeye yeltenen bir kadını erkekler dövmüşler.. Vay sen misin döven?.. Ertesi günü şehrin bütün kadınları sokaklarda sigara içerek dolaşmaya başlamışlar… * Öykü gerçek mi bilmiyorum; gerçek olan kadın-erkek eşitliğinin Batı’da kolay kazanılmadığıdır… Göze göz dişe diş bir savaşımla, Avrupa’da kadın, haklarını zamanla sağladı; bu yolda kitaplar dolusu öykü vardır… Ya bizde?.. Laik Cumhuriyet devrimiyle kadına hakları verildiği yıllarda Anadolu alfabesizlikten kırılıyordu; ‘okuma-yazma’dan yoksun bir toplumda yaşanıyordu… Kadının adı yoktu!.. * Bugün ise acıklı bir çelişki içinde kıvranıyor bizim toplum!.. Erkek egemenliği iliklere işlemiş… Mantık tepetaklak olmuş… Demokrasi mi?.. Haydi canım sen de… ‘Tesettür’ neredeyse kadının ‘demokratik hakkı’ sayılacak… Türban siyasal kavgamızın gündeminde birinci madde… Töreler çağdaş yasaları rafta bırakıyor, dincilik kadın-erkek ilişkilerinde kuralları saptıyor… Anadolu’da kadın ikinci sınıf yaratık.. Ya Ankara’da?.. AKP hükümetinde tesettür egemen!.. Daha ne olsun?.. * Kadının dinci toplumlarda adı yok… Kadın günahla özdeş… Dinci toplum düzeninde erkek ‘birey’ değildir.. ‘Kişi’ değildir..


‘Kul’dur.. Kadın da erkeğin kuludur.. ‘Kul’un kulu olmak İslamcılıkta kadının alnına yazılmış yasadır… * Tesettür, Afganistan’dan İran’a, İran’dan Suudi Arabistan’a kadının kanunu… Türban tesettürün simgesi… Kadının saçının teli görünmeyecek!.. Çünkü günah!.. Şimdi bu saçının teli görünmeyen kadın ‘hükümet’ten sonra ‘devlet’in başına geçecek… Çankaya’da oturacak… Ne adına?.. Demokrasi adına… Kadının adının olmadığı yerde demokrasinin adı mı olurmuş… (19 Kasım 2006 tarihli yazısı) ……………………………… 46 - Töre Cinayetlerinin Sorumlusu?..

30 Aralık 2009

Geçmişteki kadın düşmanlığının kökeninde ne yatıyor?.. Yasak meyve!.. İsterseniz ‘memnu meyve’ de diyebilirsiniz; Havva, yasak elmayı yedirmek için Âdem’i baştan çıkardı, ikisi de Cennet’ten kovuldular… Eskiden beri kadının erkekten aşağı, tehlikeli, ikinci sınıf, günah kaynağı sayılması dönüp dolaşıp bugün Anadolu’da töreye sızıyor, cinayetlerini üretiyor… Çocuk yaşta kız göreneğe uygun olarak evlendiriliyor, daha doğrusu satılıyor… Sonra?.. Bakire çıktı ya da çıkmadı davasının gerilimi başlıyor… Kızcağız kız çıkmazsa moda deyişle infaz edilecek… Katil kim olacak? Kızcağızın erkek kardeşi ya da abisi görevi yerine getirecek… *


Gazeteler töre cinayetlerine ilişkin haberler ve yorumlarla dolup taşıyor; ülke zaten çığrından çıkmış, iktidarın yolsuzluk, hırsızlık, soygun, rüşvet ve de üçkâğıttan oluşan iskambil falında geleceğimizi görmeye çalışıyoruz… Dinciliğin siyasal yaşamda egemenleştiği bir süreçte töre cinayetlerinin azması doğal değil mi?.. Gazeteleri enfiye koklar gibi içimize çekiyoruz; bir yanda ünlü piyasa yıldızlarının flörtleriyle cinsel dedikoduları; öte yanda töre cinayetlerinin ayrıntıları, ilkellikleri, dehşeti… * Günümüz Türkiyesi’nde makbul kız modeli nedir?.. Okuması yazması olsun, yeterli. Az buçuk hesap bilsin.. Ev işlerini öğrensin.. Erkeğe saygı ve itaat şart.. Örtünecek!.. Tesettür, çarşaf ya da türban geçerli.. Kız olacak.. Sonuncu koşul özellikle önemlidir; bakire çıkmayan kıza töreyi uygulamak haktır!.. * Vaktiyle Köy Enstitüleri’nin kapısına kilit vuran karşıdevrim, dinciliğin körü körüne siyasetini Anadolu’da yoğunlaştırıyor… Töre cinayetlerinden de gazetelerde geçilmiyor… Zenne düşmanlığının mirasıyla dinciliğin çarpık softalığını içeren alt kültürde zavallı kızları alım-satım metaına dönüştüren ilkelliğin ürünüdür töre cinayetleri… Günahı vebali Aydınlanma’nın karşısına çıkarak dinciliği iktidarlaştıran politikacının sırtındadır. (17 Kasım 2006 tarihli yazısı) 47 - İnsana Layık Değil…

29 Aralık 2009

Kimi zaman şu çivisi çıkmış dünyayı çekip çevirmek için formüller bulunur. Komünizm -beğenmediyseniz- sosyalizm gizemli bir buluştu; ileri sürülen savlara bakarsanız, inanırsanız, insanlık hep birlikte köşeyi döndü, dönüyordu… Düşünmesi kolay!.. Almanya’nın ortalık yerinden ta Japon adalarının kıyılarına dek kuzey yarımküresinde sosyalist ülkeler üzerinden yürümek olanağı vardı… Düş değil.. Eski deyişle hayal değil.. Palavra değil..


Burjuva sınıfı yok.. Sermayedar yok.. Kamu var.. Özel yok.. Sonra ne oldu?.. Eski deyişle ‘tabir caizse’ -1991’de gong vurdu- tümü birden gümbür gümbür, gümbür gümbür… * Şu garip dünyamızda kimileri sevinçten öleyazdı… Eşitliğe boş ver… Sosyalizm tu kaka… Komünizm?.. Kulaklarım duymasın… Sosyal adalet?.. Haydi canım sen de! Peki, ne var, ne geçerli ve de ne egemen bundan sonra insanlıkta?.. Neoliberalizm!.. Türkçesi ne bunun?.. Para.. para.. para!.. * Çok geçmedi, ben diyeyim on, siz deyin on beş sene bile yaşanmadan şu kavanoz dipli dünya yaşanmaz duruma düştü… Bir 68’li tanıyorum… 68’de sosyalistti.. Sovyetler yıkılınca kafayı değiştirdi, döndü; hazret dün sapına kadar komünistken bu kez de sapına kadar neoliberal olmaz mı?.. Geçen sefer tutkusu gerçekleşmemişti… Bu kez de tutkusu tutacağa benzemiyor… İnsanlık, rezalet, kepazelik, ahlaksızlık, acımasızlık, acı, düzensizlik, merhametsizlik, adaletsizlik üzerinde dörtnala koşturan cehennemin canavarlarıyla altüst olmuş bir canlı coğrafya gibi dalgalanıyor… Patron Amerika, bu coğrafyanın tepesinde tepiniyor… *


Cehennemin canavarlarıyla dünyanın insanlığı yönetilemez… 1991’de girilen süreçte ‘Küreselleşme’nin içeriği belli olmuş, ‘Yükselen Değerler’ alçalmış, ‘Yeni Dünya Düzeni’ kurulamamıştır… Dünya egemeninin çapı ne olursa olsun, bu düzeni sürdürmeye gücü yetmeyecektir… İnsan böyle bir düzene layık değil!.. ‘Küreselleşme’nin içeriği belli olmuş, ‘Yükselen Değerler’ alçalmış, ‘Yeni Dünya Düzeni’ kurulamamıştır… Dünya egemeninin çapı ne olursa olsun, bu düzeni sürdürmeye gücü yetmeyecektir… İnsan böyle bir düzene layık değil!.. (6 Aralık 2006 tarihli yazısı) 48 - Ilımlı-Köktenci?..

27 Aralık 2009

Televizyonlarla, radyolarla, gazetelerle, örgütlerle, tarikatlarla, cemaatlerle Türkiye’nin çoğunluğuna büyük ölçüde aşılanmak istenen ham ervah dinciliği politikada tabandan tavana yükselmek stratejisini ustalıkla uyguluyor.. Çünkü dincilik sandıktan çıktığı için demokratik sayılacak… * Peki, İslamcılık nereye dek sızıp işliyor?.. İçtiğimiz gazoz var ya… Gazoz bile dincinin elinde şeriatın piyasasına göre değerlendiriliyor… Nasıl?.. Geçenlerde bir dinci gazetenin birinci sayfasından verdiği görkemli haber: “Diyanet’ten Gazoza Sessiz Tavır…” Neymiş?.. Gazoz ve kolada alkol varmış… Diyanet bu nedenle gazetecilere verdiği iftar yemeğinde gazoz ve kola değil, portakal suyu, soda ve çay ikram etmiş… * Peki, gerçekliği ‘meşkûk’ bu haberin altında yatan dincilik kurnazlığı nereye dek uzanıyor?.. “Ey Müslümanlar!.. Sakın ola ki gazoz ve kola içmeyin, dinimizin yasakladığı alkolü almış olursunuz!..”


Eh, gazoz ve kola piyasası dünya çapında bir pazarın rekabet dalgalarını içermiyor mu?.. Kim bilir dinci iktidar ve medya kesiminde bu minval üzere el altından ne pazarlıklar dönüyor?.. * Dün bu köşede Ömer Hayyam’ın dörtlüklerinden örnekler yayımlandı; bin yıl önce yaşamış şair ve bilim adamı, alkollü içkiye nasıl bakıyor?.. Bir dörtlük daha: “Sarhoş diye çıkmışsa bir kere adım, Halkım neden kınar beni, anlamadım. Her haram şarap gibi sarhoş etseydi; Dünyada tek bir ayık bulamazdın.” Bizim dinci iktidar bin yıl önceki Müslümanın hoşgörüsünden bile geride konuşlanıyor… * İstanbul Bağcılar’da dinci belediye ‘Kadınlar Parkı’ yapacakmış… Erkekler parkı.. Kadınlar parkı.. Dinciliğin dibi yoktur.. Van’da gebe kaldığı için töreye göre ailesi tarafından “infaz (idam) edilen” 15 yaşındaki kız çocuğunu, yapacakları kadınlar parkına gömüp üstüne de görkemli bir taş diksinler!.. ‘Gazoz’u ve ‘kola’yı alkollü olduğu için tüm Türkiye’de yasak etsinler… Ve dinen yasak olduğundan tüm Türkiye’de Atatürk heykellerini kırsınlar… Yine yetmez… Neden yetmez?.. Çünkü bu tür siyasada dinciliğin dibi yoktur… Ilımlı diye başlarsın.. Köktencisi de yetmez… (27 Ekim 2006 tarihli yazısı) 49 - Ölüler Bile Eşit Değil…

26 Aralık 2009

Saldırıya karşı direniş, şu ya da bu biçimde, yolunu, yordamını, yöntemini arayıp sonunda bulur… Gazetelerin yazdıklarına göre Irak’ta ekim ayı Amerikalılar için pek kötü geçmiş…


Neden?.. Amerikalılar bir ayda yaklaşık seksen ‘kayıp’ vermişler… Biz Türkler bu konuda nasıl düşünürüz?.. - Püf!.. deriz, bizde yalnız Şeker Bayramı’nda tatile çıkanlar 100’den fazla ölü verdiler. * Her ölünün değeri bir değildir.. Türk ölüsü.. Iraklının ölüsü.. Amerikan ölüsü.. Vesaire.. Ölü var, ölü var.. Irak savaşında Amerikan ölüsü beş, on, yirmi, otuz; çoğalmaya başlayınca dünya çapında habere dönüşüyor, Amerikan kamuoyu ayaklanıyor… Üstelik Irak’ta ölen Amerikalılar çerden çöpten, fasafisodan, cebi deliklerden oluşuyor… Yine de Amerikalı değil mi!.. Ölme de yanında yat!.. * Peki, Irak’ta Amerikan ölüleri neden artıyor?.. Çünkü işgal altındaki ülkede bir dizi keskin nişancı Müslüman Arap türemiş… Attığını vuran keskin nişancı neredeyse bir kilometre öteden hedefe yöneliyor… Göz.. Gez.. Arpacık.. Nişancılığın raconu değişti mi bilemiyorum, ama, eski moda Kırıkkale mavzerleriyle böyle nişan alınırdı… Sağ gözün bebeği.. Gezin üst kenarı ortası.. Arpacığın tepesi.. Tüfek omuzda..


Sağ elin şahadetparmağı tetikte.. Soluğunu keseceksin.. Sonra?.. * Teknoloji ilerliyor, çoktandır dürbünlü tüfekler üretildi; ama, iş yine insanda… Irak’ta El Arabiya TV’sinin yansıttığı video görüntülerinde Arap direnişçilerin Amerikan askerlerini nasıl avladıkları sergileniyormuş… Olacak iş mi?.. Bir yanda teknoloji devi Amerika… Öte yanda Arap’ın keskin nişancısı… Dengesizliğin bu derinlemesine çarpıcılığı düşündürücüdür. Irak’ta Amerikan işgali 650 bin kişinin kaybına yol açtı, insan hayatı üç kuruş otuz para bile değil… Ama iş dönüp dolaşıp Amerikan askerinin hayatına dayanırsa ne olacak?.. * Irak işgalini kayıtsız gözlerle seyreden, üstelik utanmadan destekleyen Batı uygarlığının ajanslarında Arap keskin nişancıları çarpıcı bir haber gibi kamuoyuna duyuruluyor… Yukarıda söylediğim gibi Amerikan ölüsü değerlidir… “İnsanlar eşittir” kuralına ya da ilkesine sakın inanmayın, yaşayan insanlar bir yana, ölülerin bile eşit olmadığı bir ilkel dünyada yaşıyoruz. (2 Kasım 2006 tarihli yazısı) 50 - İstiskal…

25 Aralık 2009

Dilimiz bir yandan fakirleşiyor. Öte yandan zenginleşiyor; eski kelimeler kullanımdan kalkarken yeni sözcükler üretiliyor… Unutulan sözcüklerden biri de ‘istiskal’… Nedir anlamı?.. Ali Püsküllüoğlu’nun ‘Türkçe Sözlük’üne iyi ki bakmışım; istiskalin karşılığına bir yeni sözcük oturtulmuş: “Kovumsama” … Sözlüğün sayfalarını çevirdim, karşılığını okudum: “Hoşlanmadığını belli ederek soğuk, kovar gibi davranmak.” Daha altta yeni sözcükler de vardı: “Kovumsanmak: Kovumsamak eylemine uğramak.”


“Kovuntu: Kovulmuş kimse…” İstiskal demek ki yeni sözcükler doğurmuş… * Bizim tarihimizi renklendirip bugünkü hayatımızı güzelleştiren halk mizahımızın bir benzeri dünyada yoktur… Ne Nasrettin Hoca gibisine ne de Bektaşi’nin bir eşine Batı’da rastlayabilirsiniz… Nasrettin Hoca, bir zenginin iftarına davetsiz gitmiş; sofraya kurulmuş, biraz sonra evin kâhyası bizimkini uyarmış… Hoca aldırmamış… Aradan bir süre geçince kâhya, Hoca’nın kulağına sofrada istenmediğini bir daha fısıldamış… Bu kez de duymazlıktan gelen davetsiz konuğu biraz sonra uşaklar kucaklamışlar, konağın sokak kapısının önüne bırakmışlar… Hoca Nasrettin sokaktan sesleniyormuş: - Eee… Bu kadarına da istiskal derler… * Bizim AB ile ilişkilerimiz, Avrupa ülkelerinin Türkiye’ye karşı tutumu, en son Fransa’da alınan karar, sürekli horlanıp kovumsanmamız, kişide ister istemez bir tepki yaratıyor… Atatürk Türkiyesi’nin insanı bu istiskale ille de dayanmak zorunda mı?.. Doğrusu benim de canım alabildiğine sıkkın… İstiskal edilmek hoş bir şey değil… Bizim kuşak böyle yetiştirilmedi; ama, durun bakalım daha nelere katlanacağız!.. Peki, Avrupa’ya karşı bir başka yolu yordamı, siyaseti, stratejisi, üslubu, adam gibi davranışı yok mu bu işin?.. Adına ister istiskal deyin, ister kovumsama, böylesine aşağılanmaya Türkiye layık değil… (13 Ekim 2006 tarihli yazısı) 51 - Uygarlık Sınavında Türkiye’nin Yeri?.. 24 Aralık 2009 İnsanlık tarihi bir bütündür; ama, uygarlık tarihini ve yaşadığımız çağı anlayabilmek için ‘dinci devlet – laik devlet’ ayrımı arasına kara tahtada tebeşirle bir dikey çizgi çekmenin yararı tartışılmaz… Bu çizginin anlamı ne?.. Sayalım:


Aydınlanma.. Bilimsel – teknik devrim.. Sanayileşme.. Kul’dan Birey’e geçiş.. Laik devlet.. Demokrasi.. Yukardaki altı satırın tek bir tümcede birleşmesi çağdaş dünyayı yarattı… Ve -ne yazık ki- bu dönüşüm Müslüman dünyasında değil, Hıristiyanlık coğrafyasında gerçekleşti… İnsanlığı bugün çekip çeviren güç ‘Batı’da odaklanmıştır… Batı ile Doğu arasındaki bugünkü çatışma üzerine çeşitli yorumlar yapılıyor… Yorumların sağlıklı, gerçek ve doğru olabilmesi için her şeyden önce kara tahta üzerinde ‘dinci devlet – laik devlet’ arasındaki tarihsel farkı dikey bir çizgiyle ayırmak zorunludur… Aynı zamanda yaşanan çağ farkıdır bu… * Türkiye tebeşirle çekilen dikey çizginin hangi yanındadır?.. Batı‘da mı?.. Doğu’da mı?.. Laik mi?.. Dinci mi?.. Ülkemizde sözüm ona demokrasi kapsamında yoğunlaşan tartışmanın içeriğini oluşturan ‘muhteva’ ne yazık ki bu… Avrupa’da bu tartışma geçmiş yüzyıllarda kalmış, çoktan noktalanmıştır, ‘dinci devlet’ sorunu Avrupalı için tarihe gömülmüştür… Bizim için ise günceldir… * Türkiye’de asker ne diyor: İki kırmızı çizgi var: Bölünmezlik.. Ve laiklik.. Peki, Amerika ne diyor:


‘Ilımlı İslam devleti modeli!..’ Askerin bu konuda konuşmasını demokrasiye aykırı bulup engellemek isteyenler rüya görüyorlar… Bir ülkenin varoluşu -laik Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı- tartışılmaya başlandı mı sıradan koşullar rafa kalkar; olağanüstü tehlikenin yarattığı tehdit yaşamsal güdülenmeyi devreye sokar; ‘hayatın kanunu’ işlemeye başlar… Türkiye dinci devlet mi olacak?.. Kara tahtadaki dikey tebeşir çizgisinin belirlediği ayrımda ‘dinci devletler’ bölümüne mi kayacak?.. ‘Ilımlı İslam devleti modeli’ni mi benimseyecek?.. Soru işareti ABD ve Türkiye’deki ‘mürteci’ ve ‘takıyyeci’ iktidar marifetiyle hükümet düzeyine tırmanmıştır… * Peki, yüzde 25 oyla iktidara geçen bu hükümet devleti de ele geçirebilecek midir?.. Gelecek yılın eli kulağında!.. Dış desteğini de sağlarsa, AKP hükümetinin Çankaya’ya çıkarak devletin tepesine oturması kaçınılmaz hırsa dönüşecek… Türkiye Atatürk’le sağladığı uygarlık düzeyinden vazgeçerek İslam dünyasındaki öteki devletlerin çağdışı konumuna mı kayacak?.. * Bu temel soruyu iyice kavramak gerekiyor… Bugün İran nükleer teknolojiyle oynuyor… Ama, kadını köleleştiriyor… Kendi kadınını tesettüre mahkûm ederek erkekten aşağı gören bir iktidarın Başbakanı Türkiye’de Cumhurbaşkanı olursa, demokrasi değil, dinci devlet yolunda önemli bir adım daha atılacaktır. * Avrupa’da, Amerika’da, topyekûn Batı‘da uzaktan yakından buna benzer bir kaygı, tartışma, sorun yok!.. Türkiye’de var… Ülkemiz dünya çapında çatışmanın ortasında, odak noktasında, tarihsel kavşağında, uygarlık sınavındadır… Yalnız Doğu’ya değil, Batı‘ya da doğruyu biz göstereceğiz ve öğreteceğiz. (11 Kasım 2006 tarihli yazısı) 52 - Eyvah!.. Haklı Çıktık…

23 Aralık 2009


Herifçioğlu sofrada karşısındakilerle al takke ver külah tartışıyor, arada da atıştırıyordu, son lokmasını yutup son noktasını da koyduktan sonra elini kapamaya bile gerek görmeden ağzını açıp yüksek sesle geğirdi: - Gaaaarç… - Ne oldu?.. - Kazandım… - Neyi?.. - Tartışmayı… - Peki, bu geğirti ne?.. - Keyiflendim… * İnsan haklı çıktı mı keyiflenir; ama bunun dışavurumu değişiktir… Haklı çıkmak kişiyi sevindirir, mutlu eder, neşelendirir, çünkü insanın savunduğu ‘doğru’ çıkarsa kişiliği de yücelmiş olur… Ne var ki kazın ayağı her zaman böyle değil… Nasıl?.. * İnsan kimi zaman haklı çıktı mı mutsuzlaşıyor… Buruklaşıyor.. Hüzünleniyor.. Acı çekiyor.. Dövünüyor.. - Ah, diyor, keşke haklı çıkmasaydım… - Haksız çıkaydım… - Savlarım haklı çıkmasaydı… - Yenilgiye uğrasaydım… - Yazıp söylediklerim, savunduklarım, ileri sürdüğüm fikirler madara olsaydı… Hayatın bu garip çelişkisi çoğu zaman gerçekleri benimseyenler ve doğruları savunanlar için yazgıya dönüşüyor…. * Türkiye’nin bugünkü hal-i pür melaline baktıkça keyiflenemiyorum…


Söylediklerimiz doğru çıktı.. Haklı çıktık.. Ve haklı çıktım.. Ne yapmalı? Yazar olarak bunca yıldır yazdıklarımızın haklılığı sergilendi ve kanıtlandı diye doğrularımızın tadını mı çıkaralım?.. Keyifle geğirelim mi?.. - Gaarrç… Yoksa hüzünlenelim mi?.. Bu gidişle Türkiye’nin sonu çıkmaza saplanır dedik, haklı çıktık!.. Nice yıl sonra bugün iki kırmızı çizginin arasına sıkışan ülke bölücülükle, dincilikle, borçla harçla, sosyal adaletsizlikle al takke ver külah… Evet, haklı çıktık… Geriye kalan acı.. Hüzün.. Burukluk.. Tepki.. * Ancak çok iyi biliyoruz ki Türkiye’yi özellikle bu hale düşüren işbirlikçileri ve ortakları medyada ve politikada, hem dışarda hem de içerde gek gek geğiriyorlar. (5 Aralık 2006 tarihli yazısı) 53 - Gazetecilik Nereye Gidiyor?..

22 Aralık 2009

İnanılır şey değil, geçen gün Genel Yayın Müdürümüz İbrahim Yıldız’la bedava dağıtılan dinci gazetelerin dökümünü yaptık… Sonuç?.. 1 milyon 200 bin!.. Evet, yanlış okumadınız, günümüzün Türkiye’sinde her gün 1 milyon 200 bin gazete parasız dağıtılıyor… Bu ne büyük parasal güç?.. Parayı kim sağlıyor?.. Akıl durdurucu bir büyük operasyon medya-basın dünyasında gerçekleştiriliyor ve işin ilginç yanı, bu dünya çapında medya, basın, gazete olayı, devlet, hükümet, medya, kamuoyunca görmezlikten geliniyor…


* 1 milyon 200 bin parasız gazete… Bedava… Yaşadığımız olaya baktıkça diyorum ki: - Vah benim zavallı “Cumhuriyet”im… En pahalı gazete biziz!.. - Vah benim zavallı Cumhuriyet okurum!.. Biz neden Cumhuriyet’i bütün Türkiye’ye her gün parasız dağıtamıyoruz?.. * Ülkemizde dinci gazeteler (ve de TV’ler) gün geçtikçe çoğalıyorlar… Dinci kesim dışında üç medya grubu var: Doğan Grubu.. Sabah Grubu.. Akşam Grubu.. Cumhuriyet hiçbir gruba bağlı değil, yalnız ve tek… Tüm gazeteleri yurt düzeyinde dağıtan, bayilere, bakkallara ulaştıran iki kuruluş bulunuyor: Merkez Dağıtım.. Ve Yaysat… Gazeteleri ülkenin en uzak yörelerine bu dağıtım şirketleri taşıyorlar; ama, diyelim ki Mersin, Burdur, Antep ve başka yerlere bir dinci gazete ulaştırıldığında tarikat ya da cemaatin görevlisi bayie gidiyor, gazete paketini alıyor, sonra kapı kapı dolaşıp bedava dağıtmaya başlıyor… Ancak dağıtım şirketine parası, karşılığı, komisyonu ödeniyor, faturası kesiliyor… * Peki, bu 1 milyon 200 bin gazeteyi tüm yurtta her gün bedava dağıtan (yalnız Zaman’ın dağıtımı 650 bin) gücün başındaki yaman kişi kimdir?.. Pek yakından tanıyorsunuz onu, artık cümle âlemin bildiği pek meşhur Fethullah Gülen’in ta kendisi… Kendileri Amerika’da kaçak yaşıyorlar… Said-i Nursi’nin bendesi, Türkiye’ye gelmekten çekiniyor, korkuyor… Garip bir ülkeyiz..


Eşimiz menendimiz yok… Medyadaki patronların patronu kaçak… Peki, bunca para nereden?.. * Yaşanan olay yasalara, kamu düzenine, serbest rekabet kurallarına, meslek ahlakına, etik ölçülere sığıyor mu?.. Devlet bir yana!.. Çünkü başımızdaki iktidar Türkiye’yi belli bir zamanlama içinde “Ilımlı İslam Devleti” ne dönüştürmek yolunda Amerikan Bush yönetimiyle anlaşmış… Ancak basın kendi özdenetimi, ahlak yasaları, meslek kaygısıyla, bu önemli konuya neden eğilmez?.. Dikkat: Basın basın olmaktan çıkıyor, kaynağı belirsiz parasal gücün dinci propagandasında bedava varakparelere dönüşüyor. (27 Ocak 2007 tarihli yazısı) 54 - Ilımlı-

20 Aralık 2009

Televizyonlarla, radyolarla, gazetelerle, örgütlerle, tarikatlarla, cemaatlerle Türkiye’nin çoğunluğuna büyük ölçüde aşılanmak istenen ham ervah dinciliği politikada tabandan tavana yükselmek stratejisini ustalıkla uyguluyor.. Çünkü dincilik sandıktan çıktığı için demokratik sayılacak… * Peki, İslamcılık nereye dek sızıp işliyor?.. İçtiğimiz gazoz var ya… Gazoz bile dincinin elinde şeriatın piyasasına göre değerlendiriliyor… Nasıl?.. Geçenlerde bir dinci gazetenin birinci sayfasından verdiği görkemli haber: “Diyanetten Gazoza Sessiz Tavır…” Neymiş?.. Gazoz ve kolada alkol varmış… Diyanet bu nedenle gazetecilere verdiği iftar yemeğinde gazoz ve kola değil, portakal suyu, soda ve çay ikram etmiş… * Peki, gerçekliği ‘meşkûk’ bu haberin altında yatan dincilik kurnazlığı nereye dek uzanıyor?..


“Ey Müslümanlar!.. Sakın ola ki gazoz ve kola içmeyin, dinimizin yasakladığı alkolü almış olursunuz!..” Eh, gazoz ve kola piyasası dünya çapında bir pazarın rekabet dalgalarını içermiyor mu?.. Kim bilir dinci iktidar ve medya kesiminde bu minval üzere el altından ne pazarlıklar dönüyor?.. * Dün bu köşede Ömer Hayyam’ın dörtlüklerinden örnekler yayımlandı; bin yıl önce yaşamış şair ve bilim adamı, alkollü içkiye nasıl bakıyor?.. Bir dörtlük daha: “Sarhoş diye çıkmışsa bir kere adım, Halkım neden kınar beni, anlamadım. Her haram şarap gibi sarhoş etseydi; Dünyada tek bir ayık bulamazdın.” Bizim dinci iktidar bin yıl önceki Müslümanın hoşgörüsünden bile geride konuşlanıyor… * İstanbul Bağcılar’da dinci belediye ‘Kadınlar Parkı’ yapacakmış… Erkekler parkı.. Kadınlar parkı.. Dinciliğin dibi yoktur.. Van’da gebe kaldığı için töreye göre ailesi tarafından “infaz (idam) edilen” 15 yaşındaki kız çocuğunu, yapacakları kadınlar parkına gömüp üstüne de görkemli bir taş diksinler!.. ‘Gazoz’u ve ‘kola’yı alkollü olduğu için tüm Türkiye’de yasak etsinler… Ve dinen yasak olduğundan tüm Türkiye’de Atatürk heykellerini kırsınlar… Yine yetmez… Neden yetmez?.. Çünkü bu tür siyasada dinciliğin dibi yoktur… Ilımlı diye başlarsın.. Köktencisi de yetmez… (27 Ekim 2006 tarihli yazısı) 55 - Semih’in Kahkahaları…

19 Aralık 2009


Ne zaman, nerede tanışmıştık?.. “Mazi”nin kuytuluklarına sığınmış, yanıtını çoktandır yitirmiş bir soru işaretinin ne değeri var ki!.. 50’li yıllarda Semih’le bir ortak mizah dergisi bile çıkarmıştık… Balcıoğlu’nun ünlü kahkahasının yankıları şimdi göğün yedinci katında çınlıyor; karikatürleri de “çizgiyle mizah” edebiyatımızda istiflendi… * Semih her canlının başına geleni yaşadı; istemeden bu dünyaya geldi, istemeden gitti!.. Bıraktığı “iz”in anlamı ne?.. Karikatür sanatı “Aydınlanma Devrimi”nin ürünüdür. Eleştirel aklın mizah faslında çizgiye yansıması, insanlık tarihinde laiklik ve demokrasi açılımını bekliyordu… “Modern zamanlar”ın gazete, basın, yayın dünyasında, karikatürün güzel sanatlara dönük özelliği, insanları büyüledi… Nerede oldu bu gelişme?.. Avrupa’da!.. Resim sanatının öteden beri vatanı sayılan Avrupa’da “Aydınlanma”yla siyasal yaşama yansıyan özgürlüğün çizgiyle mizaha yeşil ışık yakması karikatürü yarattı… Bu sanatın Türkiye’ye ayak basması ne zaman?.. * 1870’li yıllarda Teodor Kasap Diyojen mizah dergisini yayımlıyor… 1908 Meşrutiyeti, karikatürist Cem’i üretiyor… Cumhuriyet’in tek partili devrim döneminde Cemal Nadir var… İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan karikatür patlamasında Semih’in de adı duyulmaya başlıyor… Balcıoğlu katıksız bir Aydınlanmacı’dır.. Karikatürün doğası bu!.. * Peki, karikatürün doğasına ters düşen nedir?.. İrtica.. Dincilik.. İslamcılık.. Yobazlık.. Softalık..


İslam dünyasında resim yasaktı.. Resmin yasaklandığı yerde karikatür haydi haydi yasaklanır, çizgiyle mizahın üstüne bir çarpı işareti konur… Resimde, eski ve dinci çağlar sürecinde, duygu ve inancın aklı sollaması doğaldı; karikatür kapsamında bu olanaksızdır… Eleştirel aklın türetimidir mizah ve çizgiyle mizah… Semih Balcıoğlu, Aydınlanmacılığın Türkiye’deki tarihsel sürecinde kendine özgü çizgisini buldu; türetti, yayımladı… * Karikatür bir tür keyiftir… Balcıoğlu’nun ünlü kahkahası, bu keyfin tadından yenmez hicvinde türeyen esprinin sesli dışavurumuydu; yankıları tükenmeyecektir… Acının sarkacı yaşam sürecinin gelgitleriyle birlikte deviniyor.. Gonk vurduğu zaman da durmuyor… Çizgiyle mizah, bu gerçeğin alın yazısı gibi hayatımızdaki çelişkileri sergiliyor… Yaşamın kendisi karikatürdür. (1 Kasım 2006 tarihli yazısı) 56 - 4.000 Eczacı

18 Aralık 2009

Eskiden eczacı, doktor reçetesindeki okunmaz yazıları söküp, küçük laboratuvarında ilaca dönüştüren adam demekti. Garip duygular, bilinmez korkular ister istemez saygılarla girilirdi eczanelere.. Raflardan birindeki kavanozda ilaçlı su içinde “cenin” durur, kırmızı kapaklı dolapların üstünde “zehir” yazısı okunur, bir yüksek sehpadan bir kuru kafa seyrederdi olan-biteni… Eczanenin arkasındaki bölmede, havanlar, tüpler, şişeler göze çarpar: İlaç kokusu, tapınaklardaki buhur gibi ortalığı sarardı. İlin, ilçenin saygıdeğer adamıydı… Devlet eczanelerin sayısını dondurmuştu. Şaka değildi bu iş! Eczane sayısının artması, rekabete; rekabet, halk sağlığıyla tehlikeli oyunlara yol açardı. Sorumu çok büyüktü ve aynı zamanda bir küçük üreticiydi eczacı… Aradan zaman geçti; hazır ilaçlar dünyayı sardı. Büyük fabrikalarda üretilen renk renk ilaç dünyayı sardı. Türkiye de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, “Hür Dünya”nın akıntısına kapılmıştı. “Hür Dünya” dediğimiz kapitalist bloktu. Kısa sürede yabancı ilaç kumpanyalarının sömürgesi haline düştü ülkemiz… Yabancı kumpanyalar ilaç hammaddesini dışardaki fabrikalarında imal ediyorlar, Türkiye’ye ihraç ediyorlardı; ve ülke içindeki şubelerinde, kutulama, şişeleme, kapsülleme, ambalajlama yöntemleriyle ürettikleri ilaçları, “propagandistler” aracılığıyla her yana yayıyorlardı. Doktorlarımız, propaganda ateşi altındaydılar. Renkli broşürler, “doktorlara mahsus numune”ler hekimlere yağmur gibi yağdırılıyor; karşılıklı ilişkiler kapitalizmin kurallarına göre oluşuyordu. Görünüme bakılırsa tıp biliminin son verileri sunuluyordu doktorlara; ama gerçekte yaman bir satış tezgâhının örgütü kurulmuştu. Eczacıların da yaşamı değişmişti artık. Eczane sayısı serbest bırakılmış, her yanda cicili-bicili “dükkân”lar açılmıştı. Eczacı, hazır ilaçları raflardan kutusuyla alıp


“müşteri”ye satan adamdı artık… Diş fırçası, plaj malzemesi, güzellik müstahzarı, şampuan, sabun, tuvalet eşyası eczane vitrinlerinin başköşelerini süslüyordu. Başlangıçta iyi gidiyordu her şey… 1950’Ierin eczacısı pek memnundu, ülkede eczane sayısı giderek çoğalıyor, büyük kentlerin her sokağında, her köşebaşında cicili-bicili eczanelerin açılışına halk tanık oluyordu. “Kapitalizm”in koşulları azgelişmiş Türkiye’yi hastalık gibi sarıp sarmalıyordu. Banka şubeleriyle eczaneler çoğalmakta birbirleriyle yarış eder oldular bu dönemde… “Nurlu ufuklar”a doğru koşuyorduk. Ama 1960’ların sonlarına doğru deniz bitti. Bir yandan eczane sayısının çoğalması, bir yandan eczane masraflarının yükselmesi, eczacıları sıkıntılara düşürmeye başladı. Büyük kentlerdeki arsa – apartman spekülasyonu öylesine yoğunlaştı ki, eczacı mal sahibine 5 binden 15 bin liraya kadar kira ödemeye başladı. İyi kazanan eczacı, mesleğinin ehli değildi artık; açıkgöz tüccardı. İlaçları iyi tanıyan, kimya bilen, fakülteyi iyi dereceyle bitiren, mesleğini seven eczacı ne işe yarardı? Bugün Türkiye’de aşağı-yukarı dört bin eczane var. Bu 4.000 eczane ile birlikte 50 kadar imalatçı ve 60 kadar depocu Türkiye’nin ilaç kesimindeki kârı paylaşırlar. Ama tümü, yabancı ilaç kumpanyalarının egemenliği altındadır. Yabancı ilaç kumpanyalarının belirlediği bir piyasada şimdi kârı paylaşma kavgası sürmektedir. Dün ülkedeki bütün eczaneler Sağlık Bakanlığı’nın kâr oranlarını düşürmesini protesto etmek için eczanelerini kapamışlardır. Kim bilir içlerinde yüzde kaçı öğretmen boykotlarını kınamış, üniversite gençliğinin eylemlerine öfkelenmiş, işçi grevlerine kızmıştı vaktiyle… Ama şimdi haklı bir direnişe geçtiklerini söylüyorlar eczacılarımız. Öyleyse, öğretmenin, öğrencinin, işçinin, köylünün de haklı olabileceğini düşünmek için iyi bir fırsat kazanmışlardır. Demek ki bıçak kemiğe dayandığı zaman, yasal olsun olmasın eyleme geçilebiliyor. Eczacılarımıza eylemlerinde başarı dilemekle birlikte, bu noktayı iyice düşünmelerini tavsiye ederiz. Çünkü bozuk-düzen sürüp gittikçe, kâr oranını yüzde 16’dan yüzde 26’ya çıkarsalar da mutlu olamayacaklardır. (12 Aralık 1974 tarihli yazısı) 57 - Öğretim Düzeni Düşman Üretiyor..

17 Aralık 2009

24 Kasım “Öğretmenler Günü” idi… Nasıl kutlandı?.. Şanlıurfa’daki toplantıyı, bilinçli değil, “Şuurlu Öğretmenler Derneği” düzenlemiş… Nasıl düzenlemiş?.. Harem-selamlık düzeninde düzenlemiş… 13 yaşındaki örtülü (tesettürlü) bir kız öğrenci şiir okumuş… Saidi Nursi’nin kitapları dağıtılmış… Aferin!.. *


Atatürk Cumhuriyeti 29 Ekim 1923’te kuruldu, dört ay sonra 3 Mart 1924’te “Öğretim Birliği Yasası” çıkarıldı… Gerekçesi neydi yasanın?.. Perihan Ergun 24 Kasım günü Cumhuriyet’in ikinci sayfasında çıkan yazısına gerekçenin bir bölümünü almış: “Ulus bireyleri ancak bir tür eğitim görebilir. Bir ülkede iki türlü eğitim iki tipte insan yetiştirir. Duygu ve düşünce birliğini, dayanışmayı bütünüyle yok eder bu…” ‘Öğretim Birliği Yasası’ bugün ‘fiilen’ rafa kaldırılmıştır… İki türlü eğitim (akıl bilim eğitimi-dinci eğitim) iki türde insan yetiştiriyor… Bu iki türde insan birbirine düşmanlaşıyor… Ulusal birlik yok ediliyor… Ulus ikiye ayrılıyor… * 2 Temmuz 1993’te, Sıvas’ta, birbirine düşmanlaşan yurttaşlardan dinciler laikleri yaktılar… Madımak Oteli’nde bir toplu-öldürüm gündeme girdi… ‘Edebiyatçılar Derneği’ bu ‘katliam’ üzerine bir kitap çıkardı… Kitabın arka kapağında “Hiçbir Şey Birdenbire Olmadı” başlığı altında ne yazıyordu?.. “Önce ezanı Arapçaya çevirdiler.. Dinlediniz. Sonra ‘Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz’ dendi.. Demokrasi sandınız. Sonra bir çığ gibi Kuran kursları, imam hatip okulları açıldı… Din dersleri anayasal zorunluk oldu.. Kabullendiniz. Tesettür arttı, cami sayısı okulları geçti.. İnanç özgürlüğü saydınız. Daha sonra bilim adamı ve yazarları vurdular.. Şairleri ve dansçıları yaktılar.. Kimin yaptığını düşünüp durdunuz.


En sonunda kapınızı çalacaklar.. Size kendinizden başka.. Yardım edecek kimse kalmayacak.” * Aymazlık sürüyor… ‘Takıyyeci-dinci iktidar’a karşı bilinçlenip birleşme gerçekleşemiyor… İki türlü eğitim iki türlü insan yetiştiriyor… İki tür insan birbirine düşmanlaşıyor… Ulusal birlik yok ediliyor… Yazık değil mi Türkiyemize?.. Yazık değil mi insanımıza?.. (26 Kasım 2006 tarihli yazısı) 58 - İnsana Layık Değil…

15 Aralık 2009

Kimi zaman şu çivisi çıkmış dünyayı çekip çevirmek için formüller bulunur. Komünizm -beğenmediyseniz- sosyalizm gizemli bir buluştu; ileri sürülen savlara bakarsanız, inanırsanız, insanlık hep birlikte köşeyi döndü, dönüyordu… Düşünmesi kolay!.. Almanya’nın ortalık yerinden ta Japon adalarının kıyılarına dek kuzey yarımküresinde sosyalist ülkeler üzerinden yürümek olanağı vardı… Düş değil.. Eski deyişle hayal değil.. Palavra değil.. Burjuva sınıfı yok.. Sermayedar yok.. Kamu var.. Özel yok.. Sonra ne oldu?.. Eski deyişle ‘tabir caizse’ -1991’de gong vurdu- tümü birden gümbür, gümbür, gümbür, gümbür… * Şu garip dünyamızda kimileri sevinçten öleyazdı… Eşitliğe boş ver…


Sosyalizm tu kaka… Komünizm?.. Kulaklarım duymasın… Sosyal adalet?.. Haydi canım sen de! Peki, ne var, ne geçerli ve de ne egemen bundan sonra insanlıkta?.. Neoliberalizm!.. Türkçesi ne bunun?.. Para.. para.. para!.. * Çok geçmedi, ben diyeyim on, siz deyin on beş sene bile yaşanmadan şu kavanoz dipli dünya yaşanmaz duruma düştü… Bir 68’li tanıyorum… 68’de sosyalistti.. Sovyetler yıkılınca kafayı değiştirdi, döndü; hazret dün sapına kadar komünistken bu kez de sapına kadar neoliberal olmaz mı?.. Geçen sefer tutkusu gerçekleşmemişti… Bu kez de tutkusu tutacağa benzemiyor… İnsanlık rezalet, kepazelik, ahlaksızlık, acımasızlık, acı, düzensizlik, merhametsizlik, adaletsizlik üzerinde dörtnala koşturan cehennemin canavarlarıyla altüst olmuş bir canlı coğrafya gibi dalgalanıyor… Patron Amerika, bu coğrafyanın tepesinde tepiniyor… * Cehennemin canavarlarıyla dünyanın insanlığı yönetilemez… 1991’de girilen süreçte ‘Küreselleşme’ nin içeriği belli olmuş, ‘Yükselen Değerler’ alçalmış, ‘Yeni Dünya Düzeni’ kurulamamıştır… Dünya egemeninin çapı ne olursa olsun, bu düzeni sürdürmeye gücü yetmeyecektir… İnsan böyle bir düzene layık değil!.. (06 Aralık 2006 tarihli yazısı) 59 - Oflu Süleyman ve Sol…

11 Aralık 2009

Oflu Süleyman hışımla gelip ranzada yanıma oturdu: - Abi, dedi, elimden bir kaza çıkacak…


12 Mart döneminde Maltepe Tutukevi’ndeyiz; ünlü sabıkalı kabadayı Oflu Süleyman’ı solcuların koğuşuna vermişler; “kabadayı“, rahmetli Basri Dede, Şevki Erencan gibi sosyalistlerle birlikte yaşayacak… Ne demek bu?.. Rahmetli Ecevit’in deyişine göre her şey hakça olacak, dışardan meyve, tatlı, yoğurt, falan filan geldi mi paylaşılacak… Oflu’ya büyük kâseyle yoğurt gelmiş, ama, Basri Dede diyor ki: - Paylaşılacak!.. Süleyman’ı yatıştırdım; sabıkalı öfkelenmişti; barut gibiydi… Dedim ki: - Kardeşim Oflu, solculuk böyledir, biri yer biri bakar, kıyamet bundan kopar; dünya düzeni de sol olacak… Ne keyif!.. Dünya düzenini koğuştaki düzene çevirdik mi, bu iş tamamdı… * Ecevit’i kaybedişimiz üzerine solculuk tartışmaları başladı, sömürüye ve emperyalizme karşı hep birlikte değil miyiz?.. Dünya düzeni, hem de bizim coğrafyamızdan başlayarak yine foslamış ve kanlanmış olduğuna göre ‘Karaoğlan’ nedeniyle her kafadan bir ses çıkması doğal… Ancak bu arada Karaoğlan’ın Kıbrıs’ı elden gitti, gidiyor… AB başımıza iş açıyor… Ülkemizdeki katıksız AB yandaşları diyorlar ki: “- AB yolunda ilerlerken bir tren kazasına uğramayalım!..” Neden “tren kazası“ diyorlar?.. Otomobil var.. Otobüs var.. Uçak var.. Kaza eski bir deyişle “türlü çeşitli” dir… Oflu Süleyman’ın elinden ne kazası çıkacaktı?.. * Kaza bize vız gelir… Hem ne kazalar yaşadı insanlık, yine de trafik devam ediyor, çoğu zaman engellense de akıyor…


Ne yöne doğru?.. Eskiden bir tarihsel gerçek öykü sık sık anlatılırdı: Sol siyasada ilk kez Fransız Meclisi’nde gündeme girdi. 28 Ağustos 1789 günlü oturumda, Kralın vetosuna karşı çıkmak üzere, başkana göre salonun sol tarafında oturan milletvekilleri için bu deyiş kullanıldı… Sol o günden bu yana sürekli değişti ve gelişti… Tarihsel doğrultuda insanlık sola doğru gitmek zorundadır… Ecevit’in ölümüyle solun gündeme girmesi de doğal… Küreselleşme yoğunlaştıkça, insanlar solunu sağını öğrenecek… Arada sırada solda sağda kazalar olsa da gidiş yönümüz insanın insanlaşması doğrultusundadır… Ecevit bu süreçte bir tek ömür… Bir tek hayat… Daha nice insanın yaşamı bu yolda harcanacak, yücelecek ya da dökülecek ve aşağılanacak… Oflu Süleyman solu bir türlü öğrenemedi… Gün gelecek öğrenen öğrenecek… İsmet Paşa ‘nın dediği gibi: - Yeni bir dünya kurulur… Türkiye orada yerini bulur!.. (9 Kasım 2006 tarihli yazısı) 60 - ‘Bu Ne Biçim Tarihin Sonu?..’

10 Aralık 2009

Ketempere hoş laf!.. Argoda gözünü boyamak anlamına geliyor; çok değil, 10-15 yıl önce, en başta bizim gözümüzü boyamış; tüm dünyayı da kafakola almışlardı… Nasıl?.. “Tarihin sonu” gelmemiş miydi?.. * • “Küreselleşme..” “Yeni Dünya Düzeni…” “Yükselen Değerler..” Üçü de ketempere!..


Al birini, vur ötekine!.. Bugün dünya düzeni yok! Dünya düzensizliği ya da cehennemi var… • Ortadoğu’da Amerikan projesi çöktü!.. Bush yönetimi Irak’ta çuvalladı ki ne çuvalladı!.. Filistin, İran, Suriye, Lübnan vb. coğrafyalarda alabildiğine tedirgin.. Amerika’ya düşmanlık dorukta!.. • Bölgedeki Amerikan projesine göre Türkiye ne olacaktı?.. AKP iktidarıyla “Ilımlı İslam Devleti” olacak, Anadolu’dan Kuzey Irak’a Amerikan askerine geçiş verecek, “Soğuk Savaş”ta Sovyetler’e karşı bir “ileri karakol” sayıldığı üzre bugün de Ortadoğu’da İslama karşı bir “ileri karakol” işlevi görecekti… Sonuç tam bir fiyasko! • Peki, AB kapsamında AKP’nin “Ilımlı İslam Devleti Projesi” ne anlam taşıyor?.. 10 ya da 15 yıllık sonu belirsiz bir süreçte Türkiye’yi denetim altında tutabilmek için AB’ye gerek var… Dünyanın gelişmiş kapitalizmi AB’de örgütleniyor; bunların zorbalıkları İngiltere’nin Irak macerasında da inanılmaz bir cüretle sergilendi… Üstelik AB Türkiye’den almak istediğini bir an önce derdest edebilmek için olağanüstü sabırsızlıkla davrandı.. Peki, AB Türkiye’yi alacak mı?.. • Batı Bloku Türkiye’yi Sovyetler’e (komünizme, Doğu Bloku’na) karşı kullanırken ülkenin bütünlüğünü korumak zorundaydı… Bugün bu zorunluk kalkmıştır… Sovyetler ve Balkanlar’dan sonra Ortadoğu haritalarının değişmesi yönündeki göstergeler gün geçtikçe yoğunlaşıyor… Türkiye’yi parçalayacaklar mı?.. • Artık iyice su yüzüne çıkan Ermenistan ve diasporası, Kıbrıs Rum Devleti ile Rum diasporası, Yunanistan ve diasporası, Amerika’nın üslendiği Kuzey Irak’taki Kürt bölgesi ile laik Türkiye Cumhuriyeti’ne düşman iç ve dışardaki irticayı bir araya toparladığımızda manzara neyi gösteriyor?.. Dost bir coğrafyayı mı? Düşmanca bir kuşatmayı mı?.. • Tüm dünyada ve Avrupa’da Ermeni soykırımı iddiası neden parlamentoların malı oluyor?.. 20’nci yüzyılın başındaki bir facia, neden 21’inci yüzyılın başında gündeme giriyor?..


* Göstergeleri üst üste koyduğumuz zaman ortaya çıkan garip kâbusa söylenecek ne var?.. Ülkenin içindeki irtica ve terörü de bu tabloya kattın mı, yeme de yanında yat!.. Ancak asıl önemli olan, içinde yaşadığımız hab-ı gaflet!.. Yeni kuşaklar deyişin anlamını öğrenmeli!.. (8 Aralık 2006 tarihli yazısı) 61 - Anadolu’nun Çilesi…

8 Aralık 2009

12 Eylül’den sonra Diyarbakır’a gitmiştim, dostlarla bir araya gelmiştik; kişiliğinde şeytan tüyü bulunan bir sevimli Kürt, askeri yönetim sırasında gördüğü işkencelerden dolayı yakınıp duruyor, susmak bilmiyordu… Sonunda sabrım tükendi… 12 Mart’ta ben de işkence görmüştüm… Meşhur Ziverbey Köşkü’ndeki bir hücrede, tam bir ay, eller ayaklar zincirliyken yatır kaldır, falaka falan filan, vesaire… Birden patladım: - Ulan, dedim, ben Türk’üm, bana işkencenin daniskasını yaptılar, sen Kürt’sün, sana haydi haydi yaparlar… Gülüşmeye başladık… * Yaşadığımız coğrafya öteden beri tekin değil… Emperyalizm buralarda vaktiyle dört kol çengi, çok iş tutmuş, Ermeni’yi, Rum’u, Yunan’ı, Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı birbirine düşürmüş, sonra da bölgede keyfince mum yakıp tepeden seyrine bakmış… Kör olası emperyalizm şimdi de bir yandan eski defterleri karıştırırken, öte yandan Türklerle Kürtleri birbirine düşürmek için neler yapıyor neler; maydanozlu köfteler… Oysa Türk ile Kürt iç içe, kapı komşu, hısım akraba!.. İkisini yan yana koy, sonra sokaktan geçen birini çağırıp sor: - Ulan, bunların hangisi Kürt, hangisi Türk… Vallahi billahi ayırt edemez… * Bugün Meclis’te Kürt partisi var; mübarekler ağızlarını açtılar mı öylesine esip savuruyorlar ki insanın kulaklarına inanası gelmiyor… Olsun… Demokratik haklarıdır, Kürtler kurtlarını döküp rahatlasınlar…


Ama, bunun üstüne PKK terörü ne halt etmek istiyor?.. PKK emperyalizmin maşası… Terör örgütü, Türk ile Kürt’ü birbirine düşman etmek istiyor… * Başta Angloamerikan emperyalizmi, insanlık düşmanları, ellerini kollarını sıvamışlar, bölgede seferberlik ilan etmişler… Yoksul halkları birbirlerine düşürüp çatıştırdıktan sonra kapitalizmin emperyalist sömürüsünü yürüten bu oyun eski mi eski, cılk mı cılk… Peki, bizler bu bilinen tuzağa yine düşecek miyiz?.. * Bir de bu oyunun medyada hınk deyicileri var… Bizim mandacı enteller.. Nam-ı diğer dönekler.. Amerikan emperyalizminin uşakları bu dönekler, Türklere dönüyorlar, “Ulus devlet bitti” diyorlar… Dönekler, Kürtlere dönüyorlar, bu kez de “Ulus devletini kur” diyorlar… Zavallı Kürt nüfus dört devlete yayılmış… “Modası geçmiş ulus devleti” kurmak için Amerikan emperyalizminin güdümünde bu sefer de perişan mı perişan olacaklar… * Anadolu Türk’e de yeter, Ermeni’ye, Rum’a, Çerkes’e, Arap’a, Fellah’a, Laz’a, Kürt’e, Süryani’ye, Nasturi’ye de yeter… Yeter, ama, emperyalizmin güdümüne girip birbirimize düşmanlaşmazsak yeter… (03 Kasım 2007 tarihli yazısı) 62 - Kümes Devri Bitti mi?..

6 Aralık 2009

Her gazetede biraz değişik biçimde yayımlandı; ama, tümcenin özündeki anlam bir… Vatandaş kuş gribi nedeniyle tavuklarına el koymak isteyen yetkililere demiş ki: ‘’- Karılarımı alın, tavuklarıma dokunmayın!..’’ Kimi gazetede haber biraz değişik biçimde verildi: ‘’- İki karımı alın, tavuklarımı bırakın!..’’ Hangisi doğru olursa olsun, anlam değişmiyor… Tavuk mu, kadın mı, diye sorarsanız vatandaş diyor ki:


- Tavuk!.. Bir akl-ı evvel çıkıp diyebilir ki: - Ne farkı var?.. Ha tavuk, ha kadın; al birini, vur ötekine!.. * Gerçekte bir ilginç devrime mi tanık oluyoruz?.. Gazetelerde başlıklarla manşetler aynı yönde birbirine karışıyor: “- Kümes devri bitti!..” Ne demek kümes?.. Yemlik.. Tünek.. Folluk.. Horoz.. Dikkat edin kuş gribi salgınında öne çıkan tavuğun yanında horozun esamisi bile okunmuyor… Peki, horoz kuş gribine aşılı mı?.. * “Kümes devri bitiyor…” - Peki, ne olacak?.. - Evlerde, bahçelerde tavuk beslenmeyecek!.. Dikkat edin horozdan kimse söz açmıyor… Herkesin aklı fikri tavuklarda… Kümes dönemi noktalanacakmış.. Kadınları erkekle eşit olmayan bir ülkenin koskoca bir kümesten ne farkı olacak?.. * Kuş gribi dincilerin ya da takıyyecilerin iktidarına kuş kondurdu… Horozların egemenliğindeki aile yaşamında her ev bir kümestir… Kümeste demokrasi yoktur!.. Olamaz!.. Kadın-erkek eşitliği üzerine kurulan insan onurunu, işin başında çiğneyen bir kümes rejiminde horozların egemenliğine dayalı iktidar kuş gribinde fosladı…


Gazeteler manşet atıyorlar: - Kümes devri bitti!.. Haydi canım sen de!.. * Takıyyeci takımın iktidarı Türkiye’yi ülke çapında tam bir kümese çevirmek için elinden geleni ardına koymuyor… Devlet sanki koca bir yemlik.. Dev bir folluk.. Yurttaşın gözü bağlanmış; din iman pazarlamasında vakitsiz öten horozlar doğmayacak güneşin şamatasını yapıyorlar… Ama, kuş gribi araya girince geleceğin kuluçkasına oturmuş cahil birdenbire kendine mi geldi?.. Adam ne diyor: ‘’- Karılarımı alın, tavuklarımı almayın!..’’ Bütün gazetelerde yayımlanan bu olağanüstü deyiş, Türkiye’nin nereye doğru sürüklendiğini vurgulayan en çarpıcı uyarıcıdır… Akılsız horozların öttüğü yerde sabah geç olur!.. Türkiye akılsız horozların öttüğü bir kocaman kümes… ‘Kümes devri bitti’ diyorlar… İnanalım mı?.. (12 Ocak 2006 tarihli yazısı) 63 - Fes-Türban…

5 Aralık 2009

Sokakta yürürken sağa sola bakıyorum, çoğu erkeğin başı açık!.. Tek tük kasket giyen var; ama, takkeli ya da sarıklılar gibi seyrek!.. Erkekte serpuşun artık kıymeti harbiyesi yok!.. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar da başları açık dolaşıyorlar… Erkeğin serpuşunda sorun çoktan çözüldü… * Oysa Osmanlı’da erkeğin serpuşu, yani başlığı, bayağı tarihsel inceleme isteyen bir alandır; yeniçerilerin başlarının ardından kol yeni gibi sarkan serpuşlarının anlamı neydi? Anlatırlar ki Hacı Bektaş, kutsamak için, elini yeniçerinin başının üstüne koyunca sarkan kol yenini simgelermiş o bez parçası… Osmanlı’da her bir kavuğun da kendine göre bir töresi, değeri ve dili vardı..


İkinci Mahmut 1829’da fesi serpuş olarak benimseyince halkça ‘Saçlı Şeyh’ diye anılan bir şeriatçı hoca Galata Köprüsü üstünde padişahın atının dizginini yakalamış: “- Gâvur Padişah” diye bağırmış “bu saygısızlığının hesabını Allah senden soracak!.. İslamlığı yıkıyorsun, peygamberin lanetini hepimizin üstüne çekiyorsun!..” (M. Kemal ve Uyanan Doğu-Paul Gentizon, Bilgi Yayınevi) İkinci Mahmut yolundan dönmedi, kavuğu kaldırdı, fesi getirdi; bu yeni serpuşu giyenler de daha sonra Atatürk’ün şapka devrimine uyanlar da ‘gâvur’ olmadılar; Müslümanlık sürüyor… * Peki, ya kadınların baş giysileri, serpuşları ya da başlıkları nasıl bir dönüşüm izledi?.. Günümüzdeki kavganın adı ne?.. Türban!.. Erkekler bugün başları açık dolaşıyorlar… Kimi kadınlar -ve de erkekler- ‘taife-i nisa’ nın tesettüründe diretiyorlar… Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın eşi tesettürde inadını sürdürüyor; çoğu bakan hanımı gibi başını örtüyor… Başbakan Erdoğan’ın sayın zevcesi erkek-kadın eşitsizliğine ilişkin çoğu şeriat kuralını çiğniyor, Kuranıkerim’in emirlerine boş veriyor; ama türban da türban… Bir gün gelecek bugün başını örten hanımların türban öyküleri de İkinci Mahmut’un fes devrimi gibi anlatılacak… İnsanlık halleri bunlar… Garip.. Mizahi.. Gülünç.. Yaşarken olayın mizahını anlayabilmek ise elbette bir gelişmişlik göstergesidir. (11 Ocak 2006 tarihli yazısı) 64 - Türk mü Dedin?..

4 Aralık 2009

İnsanın kendi kendisiyle alay edebilmesi gelişmişlik göstergesidir, bir toplumun yergi oklarını kendisine çevirebilmesi uygarlığını vurgular… Mizahı olmayan ülkenin çekiver kuyruğunu… Salt övgüyle yetinmek küt kafalı ve geri zekâlı olmakla birdir… Türkleri hep övecek miyiz?.. Yergi de gerek.. *


Anadolu mizahında öyle bir yaratıcılık var ki, kutsal Müslümanlık bile halkın yergisinden kurtulamamış… Yüce Tanrı Alevi-Bektaşi mizahında hicvin diline dolanmış… Çünkü nükte dilinin ucuna geldi mi Anadolu insanı kendini tutamaz… Ne pahasına olursa olsun söyleyeceğini söyler… * Son günlerde Türk ve Türklük üzerine çeşitlemeler basın-yayın yaşamında çoğaldı… Allah artırsın… Türklüğe ve Türklere veryansın etmek bir tür entellik sayılıyor; ama, bu saldırılarda yerginin ya da başka deyişle nükte ve mizahın pırıltısı yerine hamakatın kısırlığı çoğu zaman ağır basıyor… * Türklere öteden beri düşmanlık Avrupa’da makbul sayılmış, Haçlı Seferleri’nden başlayan düşmanlık saldırıları çeşitli biçimde dile getirilmiş… Daha Türkler kendilerine Türk demeden Avrupalı Türklere söylemediğini bırakmamış; bu alanda kitaplık raflarında ciltler dolusu malzeme var… Bırakın Hıristiyan Avrupalıyı bir yana… Türkleri Müslüman Osmanlı da aşağılamış… * Türk’ün Türklüğünü bilip öğrenip benimsemesi şunun şurasında daha yüzyıl bile olmadı… Bu işin başlangıcı hangi yıl?.. Diyelim ki 1910… O yıllarda Türkler birbirlerine soruyorlardı: - Sen kimsin, nesin?.. - Müslümanım!.. - O senin dinin, sen kimsin?.. - Osmanlıyım… Kimsenin “ben Türk’üm’ demeye dili varmıyordu; aklı ve bilinci de yetmiyordu… Şunun şurasında Türklüğümüzü öğreneli daha yüz yıl bile geçmemişken Türklükten bıktık… Yeni kimlik aramaya başladık… Ne maymun iştahlı insanlarız canım…


* Hem ‘’bir milyon Ermeni’yi, otuz bin Kürt’ü kesen’’ bizler soykırım suçlamasıyla hırpalanıp AB kodamanları tarafından sürekli horlanırken kim Türk olmayı ister?.. Türklük entelimizde aşağılık duygusu.. Halkımızda gurur… Bu ikisi arasında kurulmuş salıncakta kolan vuruyoruz… Haydi hayırlısı.. (3 Ocak 2006 tarihli yazısı) 65 - Layık Olmak!..

3 Aralık 2009

Faşizm nedir?.. En kısa tanımıyla sermaye diktasıdır… Faşizm Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da ortaya çıktı; 1922’de İtalya’da, 1933’te Almanya’da iktidara tırmandı… Bir noktaya dikkat: Faşizm Avrupa’da yayılırken kıta ‘Aydınlanma Çağı’nı yaşamıştı… Ne demekti bu?.. Aydınlanma “aklın inançtan, bilimin dinden bağımsızlaşması” diye tanımlanabilir… Bir anlamda laiklik demektir. * Avrupa’da faşist rejimler yıkılınca yerine nasıl düzenler kuruldu?.. Dinci (şeriatçı) rejimler mi toplumları ele geçirdi?.. Hayır!.. Çünkü Avrupa ‘Bilimsel Devrim’le birlikte ‘Rönesans’ı ve ‘Aydınlanma Devrimi’ni yaşamış, Hıristiyan şeriatını siyasal yaşamda tarihe gömmüştü… Hıristiyanlık dünyasında geçmiş yüzyıllarda gerçekleşen bu tarihsel olaydan İslam coğrafyası -Türkiye dışında- bugün bile uzak yaşamaktadır. ‘Laik faşizm’ olabilir… Bu durumda faşizm yıkıldığı zaman toplum demokrasiye kavuşur… Birinci Dünya Savaşı ertesinde Avrupa’da kurulan faşist rejimler yıkılınca kıta Aydınlanma’yı yaşadığı için- demokrasiye geçti… Batı’da dinci rejimlere dönüşülmedi. *


Avrupa’da tarihe gömülmüş bulunan Aydınlanma kavgası Türkiye’de güncel… Bugün ülkemiz ne durumda?.. Takıyyeci bir parti iktidarda… AKP dincilik savaşımı veriyor… Batı’da, daha somut deyişle Avrupa’da, böyle bir durum, tehdit, tehlike var mı?.. Avrupa’daki çok partili rejimlerde ‘dinci-laik partiler’ -Erbakan’ın SP’sini işin içine katın- birbirinin seçeneği (ya da alternatifi) mi?.. Bugün Türkiye’de yaşanan olaylara doğru ve sağlıklı “teşhis’’ koyabilmek için önce aradaki ‘farkı fark etmek’ gerekir. İnsanlık ya da uygarlık açısından çok önemli olan Türkiye’deki bu fark ne Avrupa’nın bilincindedir, ne de Amerika’nın umurundadır. * Faşizm bir siyasal sorundur.. Demokrasi problemidir… Ama ‘laik-dinci’ çatışması bir uygarlık davasıdır… ‘Kemalist Devrim’ bir siyaset konusu değildir… ‘Atatürkçülük’, uygarlığa erişmek için gerçekleşmesi kaçınılmaz bir aşama içeriğini taşır… Avrupa’da üniversite ‘aklın inançtan, bilimin dinden bağımsızlaşması’ ile kurulabilmiştir; Türkiye’de 1933 Üniversite Reformu bu amaçla yapıldı… Bugünkü takıyyeci iktidarın üniversiteye karşı savaşımının anlamı ne?.. * Takıyyeci iktidar akla ve bilime dayalı üniversiteleri medreseleştirmek istiyor… Bu kavgayı da hiç gizlemeden yürütüyor… Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde yaşanan olay bu kavganın en çarpıcı ve utanç verici sayfalarından biridir… Bu kavgada üniversite genel sekreteryasından Enver Arpalı intihar etti, Rektör Yücel Aşkın hapishanelere ve hastanelere düşürüldü… Bu kavganın tarih, Bilimsel Devrim, Aydınlanma ve Atatürkçülük kapsamında ne olduğunu bilmeyen, kavgayı kazanmaya layık değildir. (6 Ocak 2006 tarihli yazısı) 66 - Irak Bir Ders Kitabı!.. Aklı evvel bir dost sordu:

2 Aralık 2009


- Irak’ta hiç Arap yaşamıyor mu?.. - Ne demek istiyorsun?.. - Bütün haberlerde Arap lafı yok, Sünni ile Şiilerden söz açılıyor… Irak bizim için bir ders kitabı gibi… Komşumuzda Arap yok.. Müslüman yok.. Mezhep var.. Dün bu köşede yayımlanan yazıda şu tümce yer alıyordu: “Bir ümmet toplumu laikleşmeden uluslaşamaz…” İşte Irak örneği!.. * Irak’ta yaşayan Şii Arap değil mi?.. Ya Sünni?.. Şii de Arap, Sünni de… İkisi de Müslüman!.. Ama laiklikten yoksunluk, işgalde bile Müslümanı körleştiriyor, Arap ulusu oluşacak yerde mezhep ayrımcılığı ağır basıyor… Angloamerikan Hıristiyanı tarafından işgal edilmiş bir ülkede yaşanan facia Müslümanın Müslümanla boğazlaşmasına yol açıyor… Oysa ulusal bilinç gelişseydi, Sünni-Şii kavgası yerine milli birlik ve beraberlik düşmana karşı direnişin itici gücünü yaratacaktı… Evet, burnumuzun dibinde yaşanan olayın öyküsü okulda belletilecek bir ders kitabı gibi… * Belli ki Irak’ta Arap yok.. Sünni var.. Şii var.. Oysa Avrupa’da İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, vesaire var… Mezhep savaşları Avrupa’nın tarihinde solmuş yapraklar… Ümmet toplumu ise İslam dünyasında ağır basıyor… Peki, Batı’da tarihe gömülmüş ümmet toplumunu Türkiye’de hortlatmak için Amerikancı emperyalist güçlerle iktidar partisi AKP’nin işbirliği ne anlama geliyor?..


* Dışa bağımlı dincilik Türkiye’de ulusalcılığı püskürtüp iktidara geçtikten sonra Sünni mezhebine dayalı tarikatçılık ve cemaatçilik aldı başını gidiyor; bunlar devlet ve belediyelerde de egemenleşince bütün para musluklarını ellerine geçirdiler… Bush yönetiminin “Ilımlı İslam Devleti Modeli” adı verilen tasarımı, AKP’yi iktidara geçirdi… Irak’ı parçalayanlar, Türkiye’de benzeri yöntemleri uyguluyorlar… Ulusal bilinç tu kaka!.. * Dünkü yazımın başlığı “Na To Kafa, Na To Mermeri” idi… Düzeltme’den dediler ki: - Nato bitişik yazılır… Boş verdim, hecelerin ayrı ayrı vurgusu aklımızın başımıza gelmesine belki yardımcı olabilir diye düşündüm… Irak burnumuzun dibinde tarihsel, siyasal ya da toplumsal bir ders kitabı gibi… Cumhuriyet’in köşe yazarları her gün bu ders kitabından sayfaları bizim topluma yansıtıyorlar, sunuyorlar… Gerçekler “2 kere 2 dört” gibi açık seçik… Peki, her şey bu kadar açık seçikken başımızdaki ümmetçi iktidara karşı ulusal güçlerimiz birleşemeyecekler mi?.. (4 Ocak 2007 tarihli yazısı) 67 - Dayak Salgını Bir Yaşam Biçimi…

1 Aralık 2009

Dayak cennetten mi çıkmıştır?.. Soruya yanıt vermek zor!.. Ama “Dayak cennetten çıkmadır” özdeyişini azımsamak da kolay değil… Edebiyatı sevenlerin okumaya doyamadığı Anton Çehov dayakla yetişmiş… Nasıl?.. * Anton Çehov’un dedesi köle imiş… 19’uncu yüzyıl Rusyası, Avrupa’dan çok ama çok geridedir… Kölelik düzeni o dönemde Avrupa’da tarihe karışmış… Çarlık yönetiminde ise geçerli…


Efendi Rusya’da kölesini istediği gibi döver… Bu, bir haktır… Toprak sahibi efendi, Çehov’un dedesini kıyasıya dövüyor… Çehov’un dedesi, oğlu Pol Egoroviç’i dövüyor… Pol Egoroviç de oğlu Anton Çehov’u dövüyor… Dayak hem bir hak… Hem terbiye aracı.. * Baba Pol Egoroviç hem aşırı sofu, hem acımasızmış, daha beş yaşına bile basmayan oğlu Anton’u ‘eğitmek için’ sık sık dövmeye girişince, araya anne giriyor… Egoroviç kadına diyor ki: “- Ben de böyle yetiştim, görüyorsun ki yediğim dayaklar hiç de boşa gitmemiş!..” Demek ki dünya edebiyatının sayılı kalemlerinden Çehov dayakla büyümüş… Çehov anılarında yazıyor: “Büyüklerimizden bize neler geçmedi ki!.. Ne sinirler, ne huylar…” * Dayak, günümüz Türkiye’sinde geçerli yaygın modadır; medyada her gün dayak üstüne haberler gırla… Çocuğunu döveceksin… Nişanlını döveceksin… Karını döveceksin… Karını yalnız dövmekle de kalmayacaksın, tesettüre mahkûm edeceksin; çarşaf, peçe, başörtüsü, türban; Allah ne verdiyse… İslamda kadına “dayak hakkı”nın Kuran’dan kaynaklandığını ileri sürenler az değil… Nisa Suresi’nden: “- Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, nihayet dövün!..” * Peki, “vurduğun yerde gül biter…” Kadını dövmek, kökeni din kültürüne dayanan bir eylem… Bu işin içinden nasıl çıkılır?..


Türkiye gibi ‘mazi’nin mirası iliklerine işlemiş bir toplumda ‘şiddet’ eğitimin bir aracı olmaktan tasfiye edilebilir mi?.. Doğrusu çok güç!.. Eski adıyla ‘mazi’ yeni adıyla “geçmiş” günümüze dişlerini geçirmiş, bırakmıyor… * Eski bir özdeyişe göre “istisnalar kaideyi bozmaz”… Anton Çehov’un dayakla eğitilmiş olması da ancak bir ‘istisna’yı sergiliyor; toprak kölesinin torunu Çehov ‘müstesna’ bir örnek… Yaşayışımızdan bir an önce dayağı tasfiye etmeliyiz; çünkü dayak yalnız hayatımızın ayıbı değil, geleceğimizin gericilik yatırımı… Türkiye bugün dayak salgınına tutulmuş bir hasta gibi… Bu hastalıktan bir gün önce kurtulmalıyız. (24 Aralık 2006 tarihli yazısı) 68 - Bilimsel Düşünce?..

29 Kasım 2009

Ahmedinejad herkesin alıştığı tipte bir devlet başkanı değil; İran’da (ya da Anadolu’da) sokakta köşebaşında hemen karşınıza çıkacak türden gösterişsiz bir halk çocuğu… Gazetelere yansıdığı kadarıyla yaşamı da alçakgönüllüymüş… Ama, dünyaya meydan okuyor! “- Nükleer araştırmalarımız sürecek!..” Ve ekliyor: “- (Batı) Ortaçağ zihniyetine sahip!.. Bu ülkeler bilimsel alanda ilerlemeye hakkımız olmadığını söylüyorlar, bizimle uğraşıyorlar…” * Ortada ilginç bir durum var.. İran, ortaçağa yakışır din devleti değil mi?.. Evet!.. Komşumuzun tüm kadınları kara çarşafa bürünmüş… Geçenlerde bir İran filmi seyrettim; sokak, meydan, caddelerde ilaç için bir tek başı açık kadın yok!.. İlkokul öğrencileri de örtünüyor, el kadar çocuklar tesettüre uyuyorlar, yürekler acısı bir manzara… İran’da bilimsel araştırma özgürlüğü var olabilir mi?.. *


Kiminin aklı karışabilir… Diyebilir ki: - Komşumuz nükleer teknoloji alanında ilerliyor, Batı bu nedenle korkuyor!.. - Evet… - Uranyumu zenginleştirmek, nükleer silah üretmeye çalışmak bilim özgürlüğüne mi giriyor?.. - İşin püf noktası da bu ya!.. Ahmedinejad teknolojiyi bilim sanıyor ya da sayıyor… * Molla rejimi İran coğrafyasında bir petrol hazinesi üzerine oturmuş, Ahmedinejad’ın fikri ve zikri bilim üretmek değil silah üretmek üzerine… Türkiye ise bu çatışma ortasında iki arada bir derede… Bir yanda emperyalizm.. Öte yanda dincilik.. 20’nci yüzyılın ilk çeyreğinde Milli Kurtuluş Savaşımız emperyalizme, laik Cumhuriyetimiz dinciliğe karşı zaferdi… İkisinin de tehlikesi, 21’inci yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye’nin gündemine yerleşti. * Ortadoğu, emperyalizmle dinciliğin fink attığı bir keşmekeşin coğrafyasına dönüştü… Türkiye bu keşmekeşte yolunu bulabilmek için bilimsel düşünceye her zamankinden daha çok muhtaçtır… Ne demişti Gazi: “- Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” (19 Ocak 2006 tarihli yazısı) 69 - Vatandaş!..

28 Kasım 2009

Arkadaşlarla birlikte şairin Kadıköy’deki evindeyiz, Dağlarca karşımızda Buda heykeli gibi oturuyor, biz çaylarımızı yudumluyoruz… Dedim ki: - Belki saçta, başta, kaşta, gözde zamanla değişiklik var; ama, bilincinizde yok!.. Şiir devam ediyor sizde!.. Şiirin sürmesi bilinci de sürdürüyor… Dağlarca neredeyse sözümü keserek yanıtladı: “- Bilinç bıçak ya da keman gibidir, ne kadar kullanırsanız o kadar bilinçtir.”


Özlemiştik şairi, görmeye gelmiştik; ama, Cumhuriyet’e yazmaya başlamasını da istiyorduk… Şairin ulusal bayramlarda gazeteye şiir yollama göreneği sürüyordu, süreyi haftada bire dönüştürsek nasıl olurdu?.. * Dağlarca için evrende her şey şiirdir… Türk Lirası’nın ve Amerikan Doları’nın üzerine ekonomi sayfalarında uzmanların bitmez tükenmez yazılarını okursunuz, oysa her şey o denli açık seçiktir ki!.. İşte Fazıl Hüsnü’nün “Para” adlı şiirinden iki dörtlük: “Değerim düştü demektir Paranın düştü değeri. Yine bölüştü demektir Açla çıplak geceleri. Sararmadı, kurudu yaz Geldi beterin beteri. Nere gider anlaşılmaz Ata ters vurmuş eyeri.” “Ağa” başlıklı şiir: “Suyun kuşu varsa Kuşun göğü var. Kuşun göğü varsa Göğün gecesi var. Göğün gecesi varsa Gecenin yıldızı var. Gecenin yıldızı varsa Yıldızın çobanı var. Yıldızın çobanı varsa Çobanın ağası var.” Fazıl Hüsnü Türk dilinin şairidir, evrensel ozanıdır, yeryüzü yurttaşıdır, insanlığın vatandaşıdır, sınır tanımayan sanatsallığın pasaportunu yüreğinde taşıyan Dağlarca, Atatürk devriminin bize armağanıdır… Şiirleriyle birinci sayfamıza buyur etmek istedik onu…


Kırmadı bizi… Tüm alçakgönüllülüğüyle ‘evet’ derken Cumhuriyet için güzel sözler söyledi… * Fazıl Hüsnü’nün evinden ayrıldık, arkadaşlarla birlikte yürürken binbir düşünce geçiyor kafamdan… İçim rahat değil.. Hepiniz gibi kaygılıyım.. Karamsarlık kuşu yüreğimde kanat çırpıyor.. Ama kendi kendime diyorum ki: Bir ‘Ulusal Kurtuluş Savaşı’ ardından bir ‘Aydınlanma Devrimi’ni gerçekleştirmiş Türkiye, varoluşunu uygarlık boyutlarında koruyabilecek birikimlere sahiptir.. Neden?.. Çünkü Dağlarca gibi bir şair yetiştirmiştir… * Öyle zaman gelir ki bir toplumun bir şaire kaçınılmaz gereksinmesi olur… Fazıl Hüsnü Dağlarca’yla Cumhuriyet’te sık sık buluşmayı yaşamın umuduna, güzelliğine, güvenliğine eşanlamlı sayacağımıza inanıyorum… Şairin “Vatandaş” adlı şiiri: “Sabah vakitler ağarmadan, Açmadan dağlar yeryüzünü; Hanginiz uyanır, Uyanırım. Tarlalarda rüzgâr, çarşılarda ses, Bir yeniliği var yaşamanın; Hanginiz acıkır, Acıkırım. Ne kadar çirkin olursa olsun ayırdedilmez Fark edilir üşüyen sıcaklığı; Hanginiz sever, Severim.” (19 Mart 2006 tarihli yazısı)


70 - Kurban Bayramı?..

27 Kasım 2009

Eskiden hediyelik ipek mendiller gibi mis kokulu bayram yazıları yayımlanırdı; Şeker ya da Ramazan bayramlarında, yavaş ateşte pişirilmiş köpüklü kahveyi yudumlarken gazete okumasına da doyum olmazdı… Kurban Bayramı’nda işin azıcık tadı kaçsa da, bayram bayramdı, seyran da seyran… Geçti o günler… Yalnız bayramlar değil, tövbe estağfurullah Allah, Peygamber, Kuranıkerim, cami, namaz, niyaz ve daha başka kutsal ne varsa din iman faslından çıkarıldılar… Politika metaı gibi kullanılıyorlar. * Herifin biri çıkıp diyor ki: “- Faiz haramdır…” Adam göz göre göre, içerde ve dışarda faizsiz para topluyor saf Müslümanlardan, üç, beş, on, yüz, milyon, milyar, trilyon… Faiz haram ya, bizim sahteci Müslüman sözüm ona sevabından paraya para katıyor… Sonra paralarını topladığı ehli sünnet zavallısının tümünü birden kazıklıyor… Herifin biri çıkıp diyor ki: “- Laiklik haramdır…” Adam piyasadan topladığı faizsiz para gibi sandıkta oy topluyor… Sonra oylarını topladığı ehli sünnet zavallısının tümünü birden kazıklıyor… * Anadolu’nun saf Müslüman halkı, tarihinin hiçbir dönemindeki iman borsasında bugünkü kadar kazıklanmadı… Her birinin sırtındaki yolsuzluk kamburu Notre Dame Kilisesi’nin kamburundan beter olanlar, ‘dokunulmazlık’ şemsiyesinin arkasına geçmişler, vuruyorlar, çırpıyorlar, çalıyorlar; uzak yakın, akraba taallukat, Avrupa’larda, Amerika’larda fink atıp keyif çatıyorlar… Eski yolsuzluk dosyalarını dondurmuşlar… Yeni yolsuzluk dosyalarını fitilliyorlar… Dini imanı kullanarak Türkiye’yi kazıklayan bu gözü pek takımının namazından niyazından geçilmiyor… Haramzadeler halkı uyutup kafakola almak için hiç çekinmeden Müslümanlığı tepe tepe kullanıyorlar… Dine küfür, hiçbir dönemde bugünkü gibi tezgâhlanmadı…


Tevfik Fikret’in deyişi ünlüdür: “- Kanun diye, kanun diye, kanun tepelendi…” Fikret bugün yaşasaydı ne söylerdi: “- İslam diye, İslam diye, İslam tepelendi…” * Bugün bayram… Ortalık kokuşmuş… Pislik, çirkef, kirlilik, hastalık yere göğe bulaşmış; civcivden ördeğe, tavuktan horoza, yumurtadan çamura, kurbanlıktan kanatlıya, koyundan ineğe, öküzden mandaya ortalıkta pazarlanan ne varsa korkulu ve kuşkulu… Yüce Allah’ın adını mekruh ağzından düşürmeyen dinci tayfası, memleketin başına geçip iktidar koltuğuna oturduğundan bu yana Müslümanlığı pazarlaya pazarlaya ülkeyi haraç mezat satıyor… İkiyüzlülük yere göğe sığmıyor… Halkımız Müslüman olalı böyle bir bayram görmemişti!.. Dincilik, sonunda böyle bir Kurban Bayramı‘nı da bu ülkeye yaşattı!.. (10 Ocak 2006 tarihli yazısı) 71 - Tarikat Koalisyonu ve Ulusal Koalisyon… 26 Kasım 2009 Hazreti Muhammet döneminde, Müslümanlıkta tarikat yoktu; İslamda bu marifet sonradan ortaya çıktı. ‘Tarik’ yol anlamına geliyor, sözüm ona yol gösterici bir ‘şeyh’ ortaya çıkıyor, Müslümana diyor ki: - Ben Allah ile senin aranda komisyoncuyum!.. Cennet’e gitmek istiyorsan benim örgütüme gir!.. Peki, tarikata girmeyen Müslüman Cehennem’e mi gidecek?.. * Zamanla İslamda bir araba dolusu tarikat oluştu… Atatürk bunları yasaklamıştı, ama şimdi ortalıkta tarikattan geçilmiyor, ülkemizde bugün için en etkilisi ve geçerlisi Nakşibendiliktir… İki meşhur şeyhinin adını bilmeyen yoktur… Kim bunlar?.. Mehmet Zahit Kotku .. Ve Esat Coşan .. Necmettin Erbakan, “Mehmet Zahit Kotku Hoca Efendi”ye biat edenlerdendir…


Peki, “Fethullah Gülen Hoca Efendi” nerede?.. Nakşiliğin Said-i Nursi kanadından Nurculuğun bir yerinde… Ya RTE nereden geliyor?.. Sorulur mu!.. Erbakan’ın tilmizi Erdoğan’ın kimliği belli değil mi?.. * Tarikatçılığın iyice dal budak saldığı Türkiye’de bir de cemaatçilik mesleği gelişti… Cemaat çok geniş yelpazeli bir sözcük; ‘İslam cemaati’ dediğiniz zaman dünyadaki tüm Müslümanlar anlaşılır; ama bir camide toplananlara da ‘cemaat’ denir.. Günümüzde, bir tarikata bağlı bulunmakla birlikte, kendi tezgâhını kuranların çevresinde toplananlar da ‘cemaat’ diye vurgulanıyor… Sözgelimi: “Fethullah Gülen Cemaati!..” Bilmem dikkat ettiniz mi, ‘Hoca Efendi’ kimi zaman ‘Hocaefendi’ diye bitişik yazılıyor… Tarikatın başına ‘şeyh’ denir; cemaatin başına da ‘Hocaefendi’ demek münasip kaçıyor… * Ülkemizde tarikatçılık ve cemaatçilik öyle bir palazlandı ki tutabilene aşkolsun!.. Çünkü eski tarikatların tasavvuf erbabı sizlere ömür!.. Artık bu tezgâhta ticaret ve siyaset var!.. Eskiden tarikat şeyhleri saf Müslümanı Allah’a ulaşmak yolunda ‘itikâf’a çağırırdı, şimdiki Hocaefendi’ler ‘iktidara’ ulaşmak yolunda kullanıyor… Bugün Türkiye’ye egemen tek parti olan AKP tarikatlar ve cemaatler koalisyonudur… * Laik Türkiye Cumhuriyeti elden gitti gidiyor… Deniyor ki: - Dinci koalisyonun karşısında alternatif olarak bir ‘ulusal koalisyon’ oluşturulamaz mı?.. Kolay değil… Dinci koalisyondaki şeyhler, hocaefendiler politikayı ve stratejiyi laik kesimdekilerden çok daha iyi biliyorlar; amaçta birleşebiliyorlar… Bizim kesimde ise burnunun ucunu göremeyen takımı ya da tayfası en yakınındakilere saldırmayı bireysel doyumu için bir marifet sayıyor… (7 Nisan 2006 tarihli yazısı)


72 - Burnumuzun Dibindeki Cinayet…

24 Kasım 2009

Irak’ta Amerikan işgali 3’üncü yılını doldururken ölümün kol gezdiği ülkede hayat tam bir kâbusa dönüştü… Göz göre göre bir vahşet sürüyor Irak’ta… Sorumlusu kim?.. Başkan Bush yönetimindeki Amerika ile yârı vefakârı İngiltere… Burnumuzun dibinde dünyanın en büyük cinayeti işleniyor… Angloamerikan ortaklığı ortalığı kana buluyor… Bu ortaklığın dünya görüşü, insanlığa bakışı, felsefesi savaşçılık üzerine oturuyor; Birleşmiş Milletler dünyasında insanları düpedüz boğazlayan uygarlar şaşılası bir ilkelliği benimsiyorlar… Osmanlı devleti de ABD gibi savaşçıydı… * Osmanlı döneminde erkeğin askere gidişi savaşa gidişiyle eşanlamlıydı; bunun üzerine nice nice şiirler yakılmıştır: “Kışlanın önünde çalınır sazlar yüreğim yanıyor ciğerim sızlar Yemen’e gidene ağlıyor kızlar” Gerçi halk ozanlarının savaşa karşıtlığı dizelere yansıyordu; ama, barışçılık diye bir felsefeye kimse göz kırpamazdı; bu nedenle savaşı yeren ozanın adı çoğu zaman gizli kalırdı… “Bizlere istikbal önce açıktı Şu harbe girmemiz uğursuz çıktı Felaket rüzgârı bu mülkü yıktı” Yine adı bilinmeyen bir halk ozanı savaştan şöyle yakınıyordu: “Savaş bitti hani yurduna giden gelmedi yiğitler tutsakta kaldı yâd illere düştü kurtar Yaradan kimi yaylak kimi kışlakta kaldı.” * Osmanlı Devleti savaşçıydı.. Ya Cumhuriyet nasıldı?..


Atatürk’ün savaşa ilişkin görüşleri açık seçiktir: “- Meclisimiz ve hükümetimiz cenkçi ve maceracı olmaktan uzaktır, bilakis sulh ve selâmeti tercih eder.” “- Millet hayatı tehlikeye maruz kalmayınca harp bir cinayettir.” “- Dürüst ve açık olan dış siyasetimiz özellikle barış fikrine dayanır.” “Yurtta sulh, cihanda sulh!..” * Eski çağlarda bir devletin savaşçı niteliği doğal görülürdü; insanlık saldırı, harp, ganimet, yağma, fetih kavramlarıyla haşır neşirdi… Osmanlı’nın fetih üzerine bir dünya görüşüne sahip olması, dinci kimliği de göz önüne alınırsa eleştirilemez… Ancak bugünkü Amerika (ve de İngiltere) Osmanlı’dan bin beter bir ilkellik ve canavarlık üzerine dünya görüşlerini oturtmuşlardır… Üstelik Angloamerikanların savaşçı politikalarını İslam coğrafyasında yürütmeleri olaya dinci bir içerik de kazandırıyor. * Ne yazık ki ilkellik yalnız Angloamerikanların dünya görüşleriyle sınırlı kalmıyor; Irak’ta yaşanan olayların İslamı bölen mezhep çelişkisi yüzünden bir iç savaşa dönüşmesi olasılığı, ülkenin uygarlığa ne kadar uzak olduğunu vurgulayan bir hazin gösterge… Türkiye’nin Irak savaşına uzak kalmasındaki barışçılık sağduyusunun direnişi üç yıl içinde daha çarpıcı biçimde ortaya çıktı. (23 Mart 2006 tarihli yazısı) 73 - Babamın Kuran-ı Kerim’i!..

22 Kasım 2009

Ne zamandı?.. Unuttum.. Daha önce bu köşede bir kez daha yazmıştım, bugün yineliyorum… Kitaplığımın bir köşesinde Kuran-ı Kerim’ler durur. İçlerinde biri var ki ne zaman elime alsam yüreğimi garip duygular sarar, nefti renkte bez ciltli Kuran’ın iç kapağına babam eski yazıyla not düşmüş… Aktarıyorum: ‘’Birinci ‘Cihan Harbi’nde Cebelilübnan ve havalisi 43’üncü Fırka Erkânıharbiye Reisi Kıdemli Erkânıharp Yüzbaşısı olup 1333 (1917) senesi Arabistan ricatında Baalbek şimalinde (kuzeyinde) bir gece yürüyüşü (çekilişi) sırasında, benimle helalleştikten ve öpüştükten sonra şakağına dayadığı tabancasıyla kamyon içinde intihar eden merhum Bahaeddin Bey’e ait olup tarafımdan muhafaza edilmiştir. İmza:


Kasım Selçuk.’’ Yaşanan olaya ilişkin ek bilgim yok, babam bu konularda çocuklarıyla pek konuşmazdı. * Doğrusunu isterseniz ben de bu köşede eski defterleri ancak gerektiği zaman karıştırırım; bugün nedense içimden geldi, babamın öyküsünü de anlatayım… Birinci Dünya Harbi patladığı zaman babam Harbiye’de öğrenci… Sınıf arkadaşlarıyla birlikte zabit vekili olarak Şark cephesine gönderiliyor… Sonuç?.. Bozgun!.. Sonra 43’üncü Fırka’ya, Cebelilübnan’a yollanıyor… Sonuç?.. Ricat!.. Sonra Milas’ta Kuvayı Milliye’ye katılıyor; daha sonra Uşak’ta cepheye gönderiliyor… Sonuç?.. Zafer!.. * Cumhuriyet’in ilanından sonra bakıyorlar ki Ordu’da Harbiye’den mezun olmamış bir sürü subay var. Hepsini jandarmaya atıyorlar, emir yukardan geliyor: - Haydi eşkıya takibine!.. Bu da yetmiyor, ülkede güvenlik sağlanınca bir emir daha: - Siz Harbiye’yi bitirmeden subay olmuşsunuz!.. Eksik kalan öğreniminizi tamamlayacaksınız!.. 1936-1937 yıllarında babam ve arkadaşları Harbiye’de özel bir tabur oluşturmuşlardı. Yüzbaşı rütbesindeki öğrenciler omuzlarında mavzer, sırtlarında çanta Şişli tramvay caddesinde rap rap yürüyerek Hürriyet-i Ebediye Tepesi’nin ötelerinde tatbikata çıkarlardı; ardından Maltepe Atış Okulu’nu da bitirdiler… * Yazıya Erkânıharp (Kurmay) Yüzbaşı Bahaeddin Bey’in Kuran-ı Kerim’inden başlayışım boşuna değil!.. Türkiye’nin askeri ne dinsizdir ne de dincidir; bugün AKP iktidarının hedef tahtasına dönüştürülmesi neden?.. Çünkü bugün takıyyeciler kutsal Müslümanlığı kullanarak ele geçirdikleri iktidarlarında ülkeyi soyuyorlar ve sömürüyorlar; yolsuzluk ve rüşvet ‘arş-ı âlâ’ ya çıktı!.. Yakında bu yoldaki gerçekler tüm çıplaklığıyla ortaya dökülecek…


AKP bu süreçte İslamcı devlet modeli peşinde… * Askerin laik Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında, kurumlaşmasında ve savunulmasında özel bir yeri var… Türkiye’nin en büyük güvencesi halk ile askerin birliğidir; takıyyecilerin bu birliği baltalamasına elbirliğiyle karşı çıkalım… (24 Mart 2006 tarihli yazısı) 74 - Kabadayı ile Külhanbeyi…

21 Kasım 2009

İnsanlar gibi sözcükler arasında da akrabalık vardır… Sözgelimi “kabadayı” ile “külhanbeyi” hısım sayılırlar… Kabadayı sözcüğü insanın bilincinde elbet daha olumlu bir yankılanma yaratır… Ya külhanbeyi?.. Osmanlı’nın İstanbul’un fethinden sonra ilk yaptığı hamam Gedikpaşa’ymış… Hamamın külhanını mesken tutan yersiz yurtsuz takımı nasıl anılmış?.. Külhanbeyi!.. Zamanla külhanbeyleri çoğalmış, başıboş takımı bir yandan hamamın külhanını gözetirken tulumbacılık işlevini de üstlenirler, argo konuşmalarıyla tanınırlar, giyim kuşamlarıyla da fiyaka yaparlarmış… * Peki, ya kabadayı?.. Kabadayı sözcüğü kuşkusuz külhanbeyinden daha olumlu bir yankılanma yapar, anlamı da değişiktir… Osmanlı’da kabadayı mahallede yaşar, konu komşunun, çoluk çocuğun ırzını, namusunu gözetir, ortak yaşamın ahlak düzenini koruyup bir tür bekçiliğini yaparmış… Vaktiyle hem kabadayı hem külhanbeyi yangın tulumbalarında çalıştıklarından toplum yaşamında olumlu işlevleri de varmış… Ya sonra ne olmuş?.. * Bugün kabadayının kendi gitmiş, adı kalmış yadigâr… Peki, külhanbeyine ne olmuş?.. O da sizlere ömür… Ancak her iki sözcüğün anlamları dilimizde yaşıyor…


Kabadayı daha çok mert, içi dışı bir, güvenilir, sözünün eri kişiler için kullanılıyor… Ya külhanbeyi?.. Ağzı bozuk.. Sinirli.. Fırsatını buldu mu kendinden küçük olan ya da zor durumda bulunan veya güçsüz kimseye posta koyan.. Çevreye hava atan.. Kendini bir halt sanan.. Yürüyüşü ve salınışıyla kabadayı taklidi yapıp içinden pazarlıklı kişiliğiyle takıyyeciliğini sürdüren.. Para pul işinde üçkâğıtçılarla birlik olup dürüst davranmayan.. Ve de zoru gördü mü pısan kişi bugünkü toplumun külhanbeyidir… * İnsanlar gibi sözcükler arasında da akrabalık vardır… Ve insanlar gibi sözcükler de zamanla yüklendikleri anlamlar bakımından değişebilirler… Peki, ya kişiler?.. Biri ortaya atılıp kabadayı taklidi yapmaya kalkışırsa… Ve kısa sürede külhanbeyi olduğu anlaşılırsa.. O zaman ne denir: - Foyası meydana çıktı!.. (12 Mart 2006 tarihli yazısı) 75 - ‘İslamofaşist Darbe’ Üzerine…

20 Kasım 2009

Birkaç gün önce bizim gazete birinci sayfanın göbeğinden ilginç bir haber yansıttı.. Başlık: “Erdoğan’a Ağır Suçlama” “Washington Times gazetesi Erdoğan’ın İslamcı-faşist bir darbe istediğini, Büyükanıt ve Aşkın olaylarının da bunun bir parçası olduğunu ileri sürdü.” * ‘İslamofaşizm’ ilginç bir deyiş… İslam bir din!..


Yine birkaç gün önce Cumhuriyet’e açıklama yapan Diyanet İşleri Başkanı Profesör Ali Bardakoğlu ne diyordu: “- İslam bir dindir.” Ve ekliyordu: “- İslamı siyasi bir rejim olarak algılama çabaları doğru değildir.” Ancak anlaşılıyor ki AKP iktidarı Türkiye’ye bir siyasal düzen olarak Müslümanlık üzerine rejim biçmek hevesine kapılmıştır… AKP iktidarının bu hedefe dönük gözü kara!.. Cumhurbaşkanıyla, yargıyla, orduyla, üniversiteyle, laik öğretimle, devlet bürokrasisiyle çatışmalarında pervasız… İlginç olan ne?.. Amerikan gazetesi Türkiye’ye yakıştırılan yeni rejime “Ilımlı İslam Devleti Modeli” adını münasip görmüyor… Daha yakışanını bulmuş: “İslamofaşizm…” * Avrupa’daki faşizm Aydınlanma devriminden sonra ortaya çıkıp Birinci Dünya Savaşı ertesinde ortalığı haraca keserek kasıp kavurduğu için “Hıristiyanofaşizm” diye anılmadı; Almanya ve İtalya gibi gelişmiş ülkelerin doğasında gelip geçici bir kara salgın işlevi gördü… Türkiye’deki İslamofaşizm düpedüz dinci sermaye diktası içeriğini taşıyacaktır… Çünkü adı üstünde: İslamofaşizm!.. Bugün AKP iktidarının gidişatını ilgisiz gözlerle seyredip yan gelen kimi laik işadamı iş işten geçtikten sonra dövünebilir… * Peki, Washington Times AKP’yi neden “İslamofaşist darbe” ile suçluyor?.. “İslamofaşist”i anladık.. “Darbe” neyin nesi?.. Neresinden bakarsanız bakın yaşanan sürece “darbe” sözcüğü de yakışıyor… Yüzde 25 oranında oyla Meclis’in yüzde 65’ini, başka deyişle azınlık oylarıyla çoğunluğu ele geçiren AKP’nin bu kez yukardan aşağıya uyguladığı operasyon Türkiye’de anayasal rejimi oldubittiye getirmek üzerinedir. Ne diyor Amerikan gazetesi:


“…Erdoğan’ın ülkedeki laik kurum ve geleneklere karşı giriştiği İslamofaşist darbe isteğinin karşısındaki ordunun…” * 21’inci yüzyılda “durum vaziyeti” değişti.. 20’nci yüzyıl Türkiyesi’nde ordu darbe yapardı.. 21’inci yüzyılda “orduya karşı darbe” yapılıyor.. Hem de “anti-laik” darbe… Cümlenin haberi ola!.. (17 Mart 2006 tarihli yazısı) 76 - İnsan Ne Zaman İnsanlaşacak?..

19 Kasım 2009

İlin ve Segal’in yazdığı ünlü kitabın adını unutmadım: ‘’İnsan Nasıl İnsan Oldu?..’’ Bir zamanlar gençlerin elinden düşmezdi… Kuşkusuz insan birdenbire insan olmadı… Ama “birdenbire oldu” diyenler de var; Âdem’in şıp diye yaratıldığını, Havva’nın erkeğinin kaburgasından türetildiğini ileri sürenleri kendi hallerine bırakırsak, biliyoruz ki insanın insanlaşması bugün bile noktalanmadı… Daha erkek bile insanlaşmadı… Ya kadın?.. Üstelik biri insanlaşmadan ötekinin insanlaşması olanaksız… * Gazeteler, televizyonlar, birkaç gündür ‘8 Mart’ üzerine yayınlar yapıyorlar; dünyadaki kadınların ezilmişliği, zavallılığı, sömürülmüşlüğü bilinmeyen bir şey değil; ama, sayılar, istatistikler, çeşitli kanıtlarla yoğun biçimde ortaya konunca daha çarpıcı oluyor… Ancak Türkiye’de bu iş biraz karışıyor gibi… Çünkü kafalar karışık.. Soru: - Bir kişi, kurum, parti ya da gazete, hem AKP’yi destekleyip hem 8 Mart’ı kutlayabilir mi… Evet mi?.. Hayır mı?.. Doğru yanıtı vermek için önce küçük bir açıklamaya gerek var…


* Kadın-erkek ilişkileri arasında gerçekten eşitlik fikri ne zaman ortaya çıktı?.. Yanıt: - Avrupa’da kilise hukuku geçerliyken kimse böyle bir eşitliğin rüyasını bile göremezdi… - Peki, ne oldu?.. - Kilisenin iktidarı yıkıldı, laik devlet kuruldu, din hukuku kaldırıldı, kadın-erkek eşitliği ancak bu olayla gündeme girebildi… Fransa’da 1802’de yürürlüğe giren yasaya ‘Code Napoleon’ (Napolyon Kanunu) derler, ‘İmparator’ bunun için büyüktür, kadın-erkek ilişkileri, toplum ve aile yaşamında eşitleşme yoluna böyle girmiştir, insanın insanlaşma yolunda 1789 büyük bir adımdır. * Soru: - Ya Türkiye’de bu iş nasıl oldu?.. Yanıt tek sözcük: - Atatürk!.. Yıl 1926… Medeni Kanun yürürlüğe giriyor… 1923 Cumhuriyeti kadın-erkek ilişkileri, aile hukuku, miras, vb. düzenleyen ne varsa laikleştirmiştir; Batı’da yaşanan uygarlık atılımı emperyalizme karşı Ulusal Kurtuluş Savaşı vermiş Türkiye’de bir hukuk devrimine dönüşmüştür. * Kadın-erkek eşitliği için Avrupa’da -bu alanda geçerli- kilise hukuku kaldırılmıştır.. Ve kadın-erkek eşitliği için Türkiye’de -bu alanda geçerli- cami hukuku kaldırılmıştır. Bu gerçeği es geçerek kadın-erkek eşitliğinde neyin ne olduğunu anlatmak olanaksızdır… Peki, hem AKP’yi tutup desteklemek, hem de 8 Mart Kadınlar Günü’nde nutuk atmak sahtecilik değil midir?.. Türkiye bu ikiyüzlülüğü daha ne kadar süre yaşayacaktır?.. İnsan insanlaşma yolunda yürüyor.. Ve yürüyecek.. Kadın ile erkeğin eşitleşmediği bir dünyada insan insan olamaz..


Peki, kadını erkekle eşit saymayarak tesettüre mahkûm eden bir dünyada insan nasıl insan olacak?.. (10 Mart 2006 tarihli yazısı) 77 - Ümmetçilik mi, Milliyetçilik mi?..

18 Kasım 2009

Ötede beride, gazetede televizyonda, köşe yazısında açık oturumda fena halde konuşulmaya, tartışılmaya, yazılmaya, çizilmeye başlandı… Sorunumuz ne?.. Ulusalcılık!.. Ya da ulusçuluk.. Bu sözcükleri beğenemediniz mi?.. Milliyetçilik!.. Derdimiz ne?.. Dediklerine göre ulusalcılık ya da milliyetçilik Anadolu’da yükseliyormuş.. Ve korkuyorlar… * Korkalım mı?.. Korkmadan önce burnumuzun dibindeki Irak’a bir göz atalım; komşumuzda dincilik yüzünden halk çoğunluğu iki şak: Sünniler.. Şiiler.. Irak’ta ulusçuluk bilinci yükselse, işgalciye karşı direniş ikiye katlanacak… Ama Arap’ta ulusçuluğu ara ki bulasın!.. Peki, Arap’ta ulusçuluk neden yok da dincilik var?.. Milliyetçilik niçin yok da ümmetçilik geçerli?.. Çünkü Arap “Aydınlanmamış”!.. * “Aydınlanma Devrimi”nin beşiği Fransa’da 1789 İhtilali nur topu gibi yavrular doğurdu: Laiklik.. İnsan hakları.. Demokrasi.. Liberalizm..


Vatan.. Ulusçuluk.. Fransız “Ben Fransızım” diyemeden, Hıristiyanlığın aşıladığı “ümmet” fikrini aşıp kilise egemenliğini yıkarak laikliğe erişemeden ne demokrasiye kavuşabilecekti; ne de “kul” değil, birey, kişi, yurttaş olduğunun bilincine varabilecekti… Ulusçuluk, Aydınlanma Devrimi’nin doğal üretimidir. * “Ulusal”dan zinhar korkmayın!.. Laik Türkiye Cumhuriyeti nasıl kuruldu?.. Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla!.. Varoluşumuzun kökenindeki “ulusal” (milli) sözcüğünden ve kavramından neden korkacakmışız? Nedir bu telaş?.. Nedir bu ürkü?.. Ortaçağı vurgulayan ümmetçiliği devletin tepesine oturtmayı siyasetlerinin ideolojisi yapanlar ulusalcılıktan elbette hoşlanmazlar, çekinirler, ürkerler; çünkü onlar Aydınlanma’ya karşıdırlar. * Kutsal İslamı dinciliğe dönüştürmek ne denli ilkellikse; bireye, insana, yurttaşa dönük Türk ulusalcılığını faşizme dönüştürmek de o denli kötüdür… Ama ülkeyi dış destekler ve dayatmalarla İslamcı (dinci) devlet modeline oturtmak isteyen AKP iktidarına karşı demokratik direnişin ulusalcı birlikte seçenek yaratması “eşyanın tabiatı” gereği değil mi!.. (19 Şubat 2006 tarihli yazısı) 78 - Müslümanın Kendine Kastı mı Var?.. 2009

17 Kasım

İslam tarihinde olmadık işler yaşanmış, şaşılası kişiler gelmiş geçmiştir; bunlardan biri de meşhur Muaviye’dir… Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye, Hazreti Muhammet’e uzun süre direnmiş, ancak Peygamber’in son yıllarında Müslümanlığı benimsemiş, üstelik halife olmasını da bilmiş bir yaman adamdır… Hazreti Ali’nin halifeliğine karşı duran bu cingöz Muaviye’dir… Ali Kûfe’de.. Muaviye Şam’da.. Bir Arap, satacağı malları devesine yükleyip Şam’a varmış..


Bir Şamlı Müslüman, deveye sahip çıkmış: - Bu dişi deve, diyormuş, benimdir… Kûfeli: - Bu deve benimdir, hem elimde büyüdü hem de erkektir… Dava büyümüş, Şam ile Kûfe karşılıklı birbirlerine diş bileyip düşmanlaştıklarından, herkes merak içinde olacakları görmek için sabırsızlanıyormuş… * Dava başlamış, Muaviye davacıya sormuş: - Bu dişi deve kimindir?.. Şamlı: - Benimdir!.. Muaviye kararını açıklamış: - Bu dişi deve Şamlınındır… Sonra cemaate sormuş: - Ey cemaat, bu dişi deve kimindir?.. Cemaat bir ağızdan: - Bu dişi deve Şamlınındır. Deve davacıya verilmiş, Kûfeli şaşkın şaşkın bakarken Muaviye adamı bir yana çekmiş… - Bana bak, demiş, sen de ben de biliyoruz ki deve erkektir; ama, Kûfe’ye dönüşte olayı Ali’ye anlat ki ayağını denk alsın!.. * Kimi Müslüman duyduğunu işitmez, kokladığını duyumsamaz, baktığını görmez… Halil Cibran yazmış: “Bir gün ‘Göz’ demiş ki: - Bu vadilerin ötesinde mavi sisle örtülü bir dağ görüyorum; ne güzel değil mi?.. ‘Kulak’ dinlemiş ve bir süre dinledikten sonra demiş ki: - Ama dağ nerede? Onu işitemiyorum… Ardından ‘El’ konuşmuş: - Onu duyumsamak için dokunmaya çalışıyorum, boş yere çabalıyorum, dağı bulamıyorum…


‘Burun’ seslenmiş: - Dağ yok; kokusunu alamıyorum… Göz başka bir yana dönmüş… Ötekiler kendi aralarında ‘Göz’ün tuhaf düşlemine ilişkin bir konuşmaya dalmışlar… Sonra ağız birliğiyle demişler ki: - ‘Göz’ün bir sorunu olmalı!..’’ * Amerika ile İngiltere cabası; ama, dünyadaki Müslümanların aymazlığına baktıkça insanın ünlü deyişi yinelemekten başka çaresi kalmıyor: Bu çağda bu zekâ.. Akıllara seza!. (26 Şubat 2006 tarihli yazısı) 79 - Vatan?..

14 Kasım 2009

‘Vatan’ kavramı Osmanlı’da 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında oluşmaya başladı; ondan önce ‘mülk’ vardı… Ulus kavramını da 20’nci yüzyılın ilk çeyreğinde bellemeye başladık… Namık Kemal ‘Vatan şairi’ diye önce bilinçlere sonra belleklere yazıldı: “Ölürsem görmeden millette ümit ettiğim feyzi.. yazılsın seng-i kabrime vatan mahzun ben mahzun..’’ Ne var ki Namık Kemal Osmanlı mülkünde ‘vatan’ı dile getirmekle imparatorluğu parçalamaya dönük bir edebiyat yapmıyor muydu?.. * Tarihsel süreçleri kesin sınırlarla birbirinden ayırmak çok güçtür, belki de olanaksızdır; ama, Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra verdiğimiz ‘Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla kendimizi bir vatanda uluslaşmış olarak bulduk… Çağdaşlaşmanın da gereğiydi bu aşama; her iki kavram da Fransa’nın ‘Aydınlanma Devrimi’nde oluşmuş, sonra dünyaya yayılmıştır… Üstelik vatan (yurt) ve millet (ulus) sürecimizin pekişmesi yalnız bizim bilincimizde yaşanan bir serüven değildir; dünya âlemde dost düşman, ‘Lozan Konferansı’nda bu aşamayı uluslararası bir belgeye bağlamak zorunda kaldı… Oysa elâlemin gerçek niyeti bozuktu…


Bozuk niyetin belgesi Sevr’dir.. Lozan’da da iyi niyet değil, zoraki onay vardır… * ‘Mülk’ten ‘vatan’a geçtikten sonra, tek yurt bize yetmediğinden, bir aşamaya daha yönelmekten kendimizi alamadık… Bir vatanla yetinmedik.. Üç vatanımız oldu.. Biri ana-vatan: Orta Asya!.. İkincisi vatan: Türkiye!.. Üçüncüsü yavru-vatan: Kıbrıs!.. Hepimiz çok vatansever olduğumuzdan üç vatanımız olmasına şaşılmaz… Ne var ki bu vatanlardan Orta Asya zaten vaktiyle elden çıkmıştı; daha doğrusu biz onu terk etmiştik.. Yavru vatan Kıbrıs’a bir türlü doğru dürüst sahip olamadık.. Geriye kaldı Türkiye.. Yani Anadolu!.. Gidişata bakarsanız bu vatanımız da elden çıktı, çıkacak… * Sevr’den bu yana Anadolu’yu Türklere çok görenler artık göz göre göre birleşmiş durumdalar.. Lozan artık tu kaka!.. İçerde buna yakın bir hava var, toplumda garip rüzgârlar esiyor… Millet ya da ulus üzerine de yorumlar ilginç mi ilginç… İslamcı diyor ki: “- Ulus yok, ümmet var..” Entel diyor ki: “- Ulus devletin modası geçti..” Dışardan ve içerden esen rüzgârlar bir yönde birleşiyorlar..


Ne dersiniz?.. Yoksa Namık Kemal’le başlayan vatan öyküsü Tarih Baba’nın beşiğinde görülmüş kısa bir düş müydü?.. (15 Nisan 2006 tarihli yazısı) 80 - Ulusal Bilinçten Yoksunluğumuz…

13 Kasım 2009

Tevatür hoş bir sözcük… Bir dostuma dün AB’den söz açacak oldum… Tepki gösterdi: - Bırak şu tevatürü!.. AB Türkiye için tevatüre mi dönüştü?.. Hayır!.. Biz AB’yi bıraksak bile Avrupa bizi kesinlikle bırakmaz!.. Osmanlı’dan bu yana iç içe, sarmaş dolaş, al takke ver külahız… AB ile daha çok işimiz var. * AB bir uygarlık tasarımı!.. Ne yazık ki çağımızda bile uygarlık sömürücü ve emperyalist içeriğinden kurtulamadı; AB’nin de ister istemez bu kusurları var… Ama, ulus devletleri bir araya toplayıp ortak bir çatı kurarak özgürlükçü ve demokratik hukuk düzeni altında tek yönetime dönüştürmek tasarımı hiç de fena sayılmaz… 1917’de Sovyetler de buna pek benzemese de ilginç bir girişime geçmişlerdi; onlarınki sosyalist iddia güdüyordu; yıkıldı… AB kapitalist bir yapıyı öngördüğünden dışa dönük yüzünde yoksul dünya açısından ehven sayılmayabilir… Şu İngiltere AB üyesi değil mi?.. Haline bakın!.. Sözüm ona uygar AB’nin içinde tek bir üye ağzını açıp konuşmuyor: - Bu ne rezillik?.. demiyor. AB’nin derdi şimdilik Irak’la değil, Kıbrıs’la… * Avrupa “Aydınlanma”nın beşiğidir; insan hakları, laiklik, demokrasi, ne varsa AB’nin tarihinden kökenleniyor…


Ama, bütün bu süreçlerde de Avrupa hem insanlığın hem de kendi kendisinin canına okuyordu… Yalnız 20’nci yüzyılda 50 milyon insanın hayatına mal olan iki büyük dünya savaşını Avrupalı Avrupa’da çıkardı… Peki, Avrupalı, AB’ye nasıl geldi? Avrupalıya mintarafillah, gökten Avrupa’da barış tebliği mi indi?.. Yok canım… AB’nin kökeninde ağırlıklı bir sözcük var: Sermaye!.. Uluslararasılaşıp palazlanan sermayenin AB işine geliyor… AB’yi oluşturan gücün kökenindeki gizem kimsenin meçhulü değil!.. * Biz AB’nin vazgeçemediği bir baş belasıyız… AB’ye girip de Avrupa Parlamentosu’na bir yayılsak, Türk kalabalığı hepsinin iflahını keser… O Avrupa Parlamentosu ki üyeleri arasında Ermeni soykırımı iddiasını kendisine dava edinmiş olanları saymakla bitiremezsin… Avrupa’nın patronları Türkiye’yi şimdilik ellerinin altında tutmakla birlikte içlerine almak niyetinde değiller… Ama herkesin çok iyi bildiği bu durumu “müzakere” sürecini on yıl uzatarak sürdürebilirlerdi… Yine de sürdürebilirler… Müzakere “görüşme” demektir… Görüşmenin ne sakıncası olabilir?.. * AKP iktidarının üstünde ABD’nin “Ilımlı İslam Devleti Modeli” tasarımı gün geçtikçe koyulaşıyor… AB ise büsbütün tevatürleşti… Türkiye bu dış koşulların ortasında etnik ve dinsel iç çatışmanın geriliminde sürüklenmekte… Ulusal bilinçten yoksunluğumuza ise diyecek yok!.. (21 Aralık 2006 tarihli yazısı) 81 - ‘Saat Kaç?..’

10 Kasım 2009


Atla deve değil, gözünüzde büyütmeyin, insanlık tarihini ele alırken dönüm noktaları vurgulandı mı iş kolaylaşır… Geçmişte insanın tohumlanmasından sonra başlayan göçerlik süreci insanın toprağı tohumlamasına dek sürdü… Sonra?.. Bir arada yaşamanın zorunlu kıldığı kurallar devlet düzenini ortaya çıkardı… Sonra?.. Akıl devreye girinceye dek devlet düzeni inançla, dinle özdeşti… Ne zamana kadar? * Tarih krallar, imparatorlar, şahlar, padişahlar, savaşlar, istilalar falan, filan meşheri… Ezber.. ezber.. ezber.. Canımıza okunuyor… Tarihin anlamını açıklamadan öğrenciye yaşanan olayları ezberletmek, belleğe işkencedir… Başlangıçtan 1789’a dek geçmişte kurulan tüm devletler dincidirler… İster Hıristiyan olsun.. İster Müslüman.. İster başka dinden.. Ne olursa olsun.. Ne fark eder ki?.. İnsan birey değil, kuldu geçmişte; kralın, imparatorun, senyörün, padişahın, prensin, şahın emrinde kul… * Koskoca tarih kapsamında insan bilim devrimiyle birlikte sanayileşme sürecine girmiş; ‘Rönesans’ı, ‘Reform’u, ‘Aydınlanma’yı yaşayarak laikliği benimsemiş, demokrasi düzenini kurmuş… Nerede?.. Hıristiyanlık dünyasında!.. Nerede?.. Avrupa’da.. Ya İslam coğrafyasında ne var ne yok?..


Dinci devlet sürüyor… Ve sürmekte.. * Bir tek istisna Türkiye!.. Ve müstesna Atatürk !.. Ülkede en bilimden uzak kişinin bile bu olanağanüstü durumu öğrenmesi, bilmesi, kafasına çakması geleceğimizin güvencesi için gerek… * Batı‘daki gibi bilimsel devrim, Reform, Rönesans, sanayileşme, Aydınlanma evrelerini yaşamadan çağdaşlaşmak için, hem emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşı veren, hem savaşı Aydınlanma Devrimi’ne dönüştürerek laik Cumhuriyet devleti kuran lider Mustafa Kemal Atatürk’tür… Ve bu nedenledir ki Türkiye bugün Avrupa Birliği’ne üye olabilecek kimliğe erişmiştir. Gireriz, girmeyiz.. O başka iş!.. * Reform, Rönesans, Bilimsel Devrim, sanayileşme, endüstri burjuvasının ve proletaryanın oluşmasıyla tabandan tavana doğru dinci devleti yıkarak laikliği benimsemek ve demokrasiye geçmek bir başka tarihsel süreç… Emperyalizme karşı Milli Kurtuluş Savaşı’yla tavandan tabana laiklik ve demokrasiyi kurmak bir başka tarihsel süreç… Atatürk zorunlu olarak ikinci süreci yeğledi ve hayata geçirdi… Tarihte bir eşi daha yoktur… Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin de tarihte ve günümüzde bir eşi daha yoktur… * Her devrimin ‘eşyanın tabiatı icabı’ bir karşıdevrimi oluşur… Bugün Türkiye’de imam okulunda şartlanmış bir kişinin iktidara oturması karşıdevrimin başarısını vurgulamaktadır… Karşıdevrim tabanını oluşturdu, iktidara geçti… Biz buna karşı ne yapıyoruz?.. Türkiye bugün uygarlık kapsamında topun ağzındadır… Dinci devlete geri dönüşü savunan partiler, gazeteler, televizyonlar, tarikatlar, cemaatler, kurumlar, okullar seferberlik durumundadırlar… Tümü de Atatürk düşmanıdırlar…


İnsanlık tarihinde bir olağanüstü uygarlık devrimini gerçekleştirmiş kişiyi yıkmak istiyorlar… Evet, tekrar soruyorum: Biz bu seferberliğe karşı ne yapıyoruz?.. Türkiye topun ağzındadır.. Top ne zaman patlayacak?.. Saat kaç?.. (10 Kasım 2006 tarihli yazısı) 82 - Türk mü Dedin?..

8 Kasım 2009

İnsanın kendi kendisiyle alay edebilmesi gelişmişlik göstergesidir, bir toplumun yergi oklarını kendisine çevirebilmesi uygarlığını vurgular… Mizahı olmayan ülkenin çekiver kuyruğunu… Salt övgüyle yetinmek küt kafalı ve geri zekâlı olmakla birdir… Türkleri hep övecek miyiz?.. Yergi de gerek.. * Anadolu mizahında öyle bir yaratıcılık var ki, kutsal Müslümanlık bile halkın yergisinden kurtulamamış… Yüce Tanrı Alevi-Bektaşi mizahında hicvin diline dolanmış… Çünkü nükte dilinin ucuna geldi mi Anadolu insanı kendini tutamaz… Ne pahasına olursa olsun söyleyeceğini söyler… * Son günlerde Türk ve Türklük üzerine çeşitlemeler basın-yayın yaşamında çoğaldı… Allah artırsın… Türklüğe ve Türklere veryansın etmek bir tür entellik sayılıyor; ama, bu saldırılarda yerginin ya da başka deyişle nükte ve mizahın pırıltısı yerine hamakatın kısırlığı çoğu zaman ağır basıyor… * Türklere öteden beri düşmanlık Avrupa’da makbul sayılmış, Haçlı Seferleri’nden başlayan düşmanlık saldırıları çeşitli biçimde dile getirilmiş… Daha Türkler kendilerine Türk demeden Avrupalı Türklere söylemediğini bırakmamış; bu alanda kitaplık raflarında ciltler dolusu malzeme var… Bırakın Hıristiyan Avrupalıyı bir yana… Türkleri Müslüman Osmanlı da aşağılamış…


* Türk’ün Türklüğünü bilip öğrenip benimsemesi şunun şurasında daha yüzyıl bile olmadı… Bu işin başlangıcı hangi yıl?.. Diyelim ki 1910… O yıllarda Türkler birbirlerine soruyorlardı: - Sen kimsin, nesin?.. - Müslümanım!.. - O senin dinin, sen kimsin?.. - Osmanlıyım… Kimsenin ‘ben Türk’üm’ demeye dili varmıyordu; aklı ve bilinci de yetmiyordu… Şunun şurasında Türklüğümüzü öğreneli daha yüz yıl bile geçmemişken Türklükten bıktık… Yeni kimlik aramaya başladık… Ne maymun iştahlı insanlarız canım… * Hem “bir milyon Ermeni’yi, otuz bin Kürt’ü kesen” bizler soykırım suçlamasıyla hırpalanıp AB kodamanları tarafından sürekli horlanırken kim Türk olmayı ister?.. Türklük entelimizde aşağılık duygusu.. Halkımızda gurur… Bu ikisi arasında kurulmuş salıncakta kolan vuruyoruz… Haydi hayırlısı.. (3 Ocak 2006 tarihli yazısı) 83 - Karatepeli Fıkraları…

7 Kasım 2009

Karatepe’yi bilir misiniz?.. Benim için Halet Çambel’in Adana yöresindeki ünlü köyüdür Karatepe… * Karatepelinin kırkı arkadaş olmuşlar, bir memlekete gelmişler, topraktan yapma harabe bir dam çıkmış karşılarına… Damı görünce tuhaflarına gitmiş, üzerine çıkmışlar, sonra o yana bu yana koşuşmaya başlamışlar… Dam zaten harabe bir şey, göçmüş…


Göçünce otuz dokuzu ölmüş… Bir tanesi sağlam kalmış… Geri dönmüş, bir bakmış arkadaşlarına: - Ulan, demiş, az kaldı bir sakatlık çıkarayazdık… * “Karatepeli Fıkraları”nı ‘Arkeoloji ve Sanat Yayınları’ çıkarmış… Derleyen: Halet Çambel. Altmış yıla yakın bir süre Toroslar’ın eteğinde Kadirli’ye yakın Karatepe’deki arkeoloji çalışmalarını sürdürürken köylülerle hemhal, omuzdaş ve dost olan Çambel, bir ömür boyu insanlığın erdemleriyle düşüp kalkarken yaşamın mizahından ilginç damlaları da derlemiş… Köylülerin anlatımını koruyarak birkaç tanesini aktarıyorum. * Karatepelinin biri un çuvalını direğin arka tarafına koymuş. Karısı, hamur yoğurup ekmek yapmak için un alırken un çuvalının içine direğin iki tarafından iki elini sokmuş… Unu alıp çekmek isteyince de direk engellediğinden ellerini kurtaramamış… Çevresindekileri imdada çağırmış: - Elim burda kaldı, ne yapayım?.. Gelenler ne yapacaklarını ne edeceklerini bilememişler, akıldânelerine gitmişler… Akıldâne gelmiş bakmış ki direk kesilirse ev yıkılacak… Demiş ki: - Bunu burdan kurtarıp çıkarmak için karının elini kesmek lazım gelir… * Batı’dan aktarılan sanatsal deyişler bizde çok kullanılır; ‘sürrealizm’ ya da ‘postmodernizm’ gibi laflar bu yolda revaçtadır; peki, Karatepe köylülerinin mizahı hangi marifettendir?.. Yoksa kendine özgü içerikte midir?.. * Birisini evermişler, evlendiği gün de kabağ aşı pişirmişler… Oğlana hiç vermemişler kabağ aşını, hep kendileri yemişler… Vakit geçmiş, oğlan küsmüş, ‘bana vermediler’ diye hiç yekinmemiş, vakit geçmiş, gece saat 10-12’ye gelmiş, aha kalkmamış yerinden… Söylemişler buna:


- “Kalk da gelinin yanına git!..” - “Ben gitmiyorum” demiş… Bakmışlar ki oğlan gitmiyor gelinin yanına; bu kez babası söylenmeye başlamış; - Anasını avradını… Sizin gibi delikanlılar dururken benim gibi bir koca mı girsin gelinin yanına?.. Baba giderken de söyleniyormuş: - Bütün işin zorunu bana tutturursunuz… * Karatepelilerin çoğu ustaya toptan postal sipariş ediyor. Usta hepsine aynı renkten birer çift yapıyor. Bunlar da bir araya gelip ayaklarını uzatıp oturuyor; bir bakıyorlar, hepsindeki aynı ayak… Diyorlar ki: - Ayaklarımız karışmış, şimdi nasıl seçeceğiz bunları?.. Ayaklarını nasıl seçeceklerini bilemiyorlar, seslenip akıldânelerini çağırıyorlar: - Gel hele, biz ayaklarımızı karıştırdık seçemiyoruz… Adam geliyor, bakıyor bunların ayaklarına… Sonra gidiyor, bir sopa alıp dönüyor; hangisinin ayağına vurduysa o ‘of’ deyip sıçradıkça herkes ayağını buluyor… * Karatepe’dekiler ayaklarını yitirmişler, sopayı yedikçe ‘of’ deyip sıçrayarak buluyorlar; ülkemizde çoğu kişi kafasını yitirmiş… Kafayı bulmak için de sopa mı yemek gerek?.. (3 Aralık 2006 tarihli yazısı) 84 - ‘Divan Nadi’nin Sırrı?..

5 Kasım 2009

Divan Oteli 50’nci yaşını kutladı, çağrılıydım, ama törene gidemedim, toplantıya ilişkin haberi Cumhuriyet’te okudum… Okuduklarımdan birkaç satır aktarıyorum: “…Türk özel sermayesiyle kurulan ilk otel olan Divan, 1956’dan başlayarak İstanbul’un sosyal hayatında önemli bir yer edindi.” Divan Grubu Başkanı Semahat Arsel, otelin Yahya Kemal’den Nadir Nadi’ye, Attilâ İlhan’a dek Türk kültür ve sanat dünyasının buluşma noktası olduğunu söyleyerek eklemiş: “- Bütün Babıâli burada toplanırdı. Nadir Nadi en sık gelen isimler arasındaydı. Öyle ki Divan’ın adı ‘Divan Nadi’ diye anılır olmuştu.” Divan artık ülke çapında bir gruba dönüşmüş ve yurtdışına da açılmış…


Nereden nereye?.. * İstanbul’da İkinci Dünya Savaşı ertesine dek dört ünlü otel vardı: Perapalas, Tokatlıyan, Tarabya, Parkotel… Divan, Taksim İnönü Parkı’nın karşısında açıldı; Hilton’a doğru yürürken üç apartıman sonrasında Nadir Nadi oturuyordu. Peki, Semahat Arsel’in dediği üzre Divan Oteli neden Divan Nadi diye anılırdı? Sorunun yanıtı bir sırdır; ancak bugün açıklanabilir… * O yıllarda Babıâli vardı.. İstanbul’da trafik sorunu yoktu.. Akşamüstü gazetelerden çıkan ünlü yazar, çizer, gazeteci, edebiyatçı takımı çoğunlukla Divan’ın barında toplanmayı severlerdi; ayaküstü bir tek atmak usuldendi… Çetin Altan, Doğan Nadi, Mücap Ofluoğlu, Baki Süha Ediboğlu gibi nice dostu vakt-i kerahette Divan’ın barında görebilirdiniz; iç açıcı bir yerdi burası; doğrudan meydana açılır, karşıdaki parkın yeşilliğine bakardı; yazar, gazeteci, sanatçı takımı da bir kadehin buğusunda insanlık, dünya ve siyaset üzerine yarenliği koyulaştırırlardı… * Divan’ın barında görev yapan Avni herkesin huyunu suyunu, ne içeceğini bilirdi… Nadir Nadi haftanın kimi günü uğrar, oturmaz, barın kenarında ayakta, durgun, sessiz, dikkatli, viskisini yudumlar, belli bir süre sonra ayrılır; üç blok ötedeki evine yürüyerek gider… Kapıyı Berin Nadi açar… Berin Hanım, Nadir Bey’in gazeteden çıktıktan sonra Divan’da mola verdiğini bilmez, eşine evde ilk kadehi sunduğunu zanneder… Kimi zaman Divan’dan ben de Nadir Bey’le ayrılırım, evde Nadi’lerle otururken ser verip sır vermem… Berin Hanım bu sırrı hiç öğrenemedi; Divan’ın neden Divan Nadi diye anıldığını da bilemedi. * Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer… Bir gün Divan fiyatlara zam yaptı, Doğan Nadi ateş püskürdü. Kararı protesto için Parkotel’e -bir süre için- taşındı… Ama, Nadir Nadi Divan’daydı… Şimdi ikisi de anılarda…


O günlerde Divan’da konuşulanlar, tartışılanlar, dile gelen nükteler, çıkan zekâ kıvılcımları, patlayan kahkahalar, söylenen şiirler, bir kadehin buğusunda sıcaklaşan dostluklar göğün bilmem ki kaçıncı katına istif edilmiştir?.. (18 Ocak 2006 tarihli yazısı) 85 - Medyasız Medyatikleşme..

3 Kasım 2009

Eskiden gazetelerde gırgır bir haber çıktı mı, kahvehane halkı damgayı yapıştırırdı: - Tam Aziz Nesin’lik!.. Şu gazete başlığına bakın: “Başbakan Erdoğan zina için AB’den ayrıcalık isteyecek…’’ Tam Aziz Nesin’lik, değil mi!.. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ülkede sorunlaşan zina konusunu “ılımlı İslam modeli’’ üzerine bir sonuca bağlamak yolunda Brüksel’e gidiyor… Zina İslamda suçtur!.. AB müfettişi Verheugen belki bu konuda Tayyip Erdoğan’a anlayış gösterir, bir ayrıcalık tanır, Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya kalkışmaz; bizimki de Hıristiyandan aldığı ruhsatı cebine koyup gelir. Evet, tam Aziz Nesin’lik bir iş!.. * Bektaşi manava uğramış: - Eve misafir gelecek, iyi karpuzun var mı?.. Manav: - Kurabiye gibi Baba!.. - Peki, bir tane seç bakalım!.. Erenler karpuzu alıp eve varmış; yemekten sonra konukların önünde bıçağı vurunca içi çürümüş karpuzdan etrafa pis bir koku yayılmış: Bektaşi ertesi günü manava uğramış: - Seni, demiş, tebrik ederim!.. - Hayrola Baba, neden tebrik ediyorsun?.. Baba Erenler: - Ulan, demiş, hiç delmeden o karpuzun içine nasıl sıçtın?.. Seni kutluyorum!.. AKP’nin kokusu çıktı!.. Kokuyu hâlâ duymayanlar varsa, yakında şu garip memleketin örekesine kar yağdığı zaman durum vaziyetinin farkına varırlar.


* Cumhuriyet’in dünkü manşeti: “Küresel isyan’’ “Açlığa karşı savaşım tasarısına 110 ülke destek verdi. ‘Küreselleşmenin geleceği yok’ diyen Chirac, Lula ve Annan, ABD politikalarını topa tuttu.’’ Fransa Cumhurbaşkanı, “Sosyal dengeleri ve çevreyi yok eden, yoksulları ezen, insan haklarını reddeden bir küreselleşmenin geleceği yoktur’’ demiş… Her sabah bakkal koca bir tomar gazeteyi eve bırakır; aradım, taradım, medyatik ceridelerden hiçbiri tınmamış, dünya çapındaki haberi yok saymışlar… 59’uncu Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun açılış toplantısı öncesinde ve sonrasında yaşanan olaylara bizim medya sağır duvar!.. ‘Medyasız medyatikleşme’ buna denir.. Birleşmiş Milletler’in açılışında Fransa ve Brezilya’nın hazırladığı ‘açlık ve yoksulluğa karşı savaşım’ tasarısına 110 ülke destek verirken ABD karşı çıkmış… Bektaşi’ye sormuşlar: - Baba, Allah var mı?.. Bizimki: - Hiç olmaz olur mu, demiş, hayatım boyunca iddialaşıyoruz, hep onun dediği oluyor… Yoksa bu Amerika Allah mı?.. (23 Eylül 2004 tarihli yazısı) 86 - Avrupa Bizi Ne Tutar Ne Bırakır… 31 Ekim 2009 Ünlü ‘’Tezkere Krizi’’ neydi?.. Türkiye Amerika’nın yedeğinde Irak savaşına katılmalıydı; değil mi?.. Bu yoldaki ‘’tezkere’’ Meclis’te oylandı; AKP’den katılanlarla CHP’nin oyları birleşince reddedildi… Kıyamet koptu!.. Türkiye artık bitmişti; Ortadoğu’da hiçbir kıymeti harbiyesi kalmamış, stratejik değeri sıfırlanmış, ABD’nin gözünden düşmüş bir ülke olarak defteri dürülmüştü; Bush Irak’ı avucunun içine alınca bu coğrafyada bize ne gerek vardı? Kimler söylüyordu bunu?.. Merak eden gazete koleksiyonlarını şöyle bir karıştırır… Peki, sonra ne oldu?.. Amerika’nın bugün Türkiye’ye dünden kat kat fazla ‘’ihtiyacı‘’ var!..


* Türkiye’de Cumhuriyet devletinin kendi ayakları üstünde durup yaşayamayacağını savunan ‘Mütareke artığı siyasetin lobisi’ olağanüstü bir güç kazandı; dışarıya midesinden bağımlı bu kesim, ülkede sağlıklı karar verme olanaklarını ‘tahrip’ etmekte birebir.. Bu kesimin ölçüsü nedir?.. Türkiye’de hükümet ABD’nin, IMF’nin güdümünde, verilen talimatı harfi harfine uyguladıkça iyidir… Yoksa kötüdür!.. AKP hükümeti bugüne dek iyiydi.. Artık kötü!.. Yaşanan olaylar bağımsız ve çağdaş insanın terazisinde tartılmayıp yabancı güçlerin yargılarına göre kantara vuruldukça, sonuç doğru da olsa, yanlış da olsa gerçek bir değer taşımaz; devlet hayatında uşaklığın âlemi yoktur. * AKP iktidarı ABD’nin desteğiyle oluştu; ekonomide IMF’nin tam denetimiyle yönetiliyor; AB’nin şemsiyesi altına girmeye de çabalıyor… Ancak AKP’nin yapısal konuşlanması ABD’nin ‘’ılımlı İslam modeli’’ ne uygun olsa da ‘’laik Cumhuriyet felsefesi’’ne ters düşüyor… Bu terslik zina olayında ortaya çıkınca AB ile AKP iktidarı arasındaki çelişki ortaya çıktı; ve dışa tam bağımlı kesimde kıyamet koptu; medyanın her köşesinde şaşkınlık, düş kırıklığı, kuşku, tepki, ağlama, sızlanma başladı; bu durumda AB bize müzakere tarihi vermezse ne olacak, başımıza neler gelecekti?.. Oysa uzun boylu bir değişiklik olacağını düşünenler -tezkerede olduğu gibi- yine aldanıyorlar; AB’nin Türkiye’ye dönük temel politikası açıktır: Avrupa bizi ne tutar, ne bırakır… AB Türkiye’yi gözden çıkaramaz.. Müzakere tarihi verse de konuyu zamana havale edecekti.. Müzakere tarihi vermese de konuyu zamana havale edecek.. AB, çağımızın uygarlık projelerinden biridir.. Ama bu uygarlığın içe dönük yüzü uygar.. İnsanlığın tümüne dönük yüzü uygar mı?.. (22 Eylül 2004 tarihli yazısı) 87 - Sen Gel de Bu İşe Şaşma!.. Geçen gün ‘Nutuk’ un ‘Belgeler’

30 Ekim 2009


bölümünü gelişigüzel karıştırıyordum, Mustafa Kemal’in 22.8.1919’da Erzurum’dan yayımladığı ‘genelge’si karşıma çıkıverdi; bir bölümünü birlikte tekrar okuyalım: ‘’Elde edilen pek güvenilir bilgilere göre, İstanbul Rum Patrikhanesi’nde Mavri Mira adında bir kurul oluşmuştur. (…) Kurul doğrudan doğruya Venizelos’tan talimat alıyor. Rumların ve Yunan hükümetinin para yardımı ile pek büyük bir anamalı vardır. Görevi, Osmanlı illerinde çeteler kurmak ve yönetmek, mitingler ve propagandalar yapmaktır. Yunan Kızılhaçı da bu Mavri Mira kuruluna bağlıdır. Görevi görünüşte göçmenlere bakmak gibi insancıl bir perde altında çete örgütleri kurmak, ayaklanma düzenleri hazırlamaktır. Böylece ilaçlar ve sağlık gereçleri adı altında silah, cephane ve teçhizatı Osmanlı ülkelerine sokmaktır. (…) Ermeni Patriği Zaven Efendi de Mavri Mira kurulunca satın alınmıştır.’’ * Rum ve Ermeni patrikhanelerinin yakın geçmişinde ne yazık ki bu sabıka kayıtları vardır; ama, diyelim ki bunlar artık tarih olmuştur.. Olmuş mudur?.. Bizim Kurtuluş Savaşımız çok yönlüdür; eşi emsali o tarihe dek görülmemişti: 1) Kurtuluş Savaşımız emperyalizme karşıydı.. 2) Ulusaldı.. 3) Hıristiyan ile Müslüman arasındaydı.. 4) Dışa karşıydı.. 5) İç savaştı.. Bu mirasın ağır yükü günümüzde de karşımıza çıkıyor; Yunanistan’la, Ermeni ve Rum diyasporalarıyla dünya ölçeğinde sorunlarımız sürmektedir; Amerika’da, Fransa’da, öteki Avrupa ülkelerindeki parlamentolar 1915’te yaşanan sözde soykırım iddialarının peşini neden bırakmıyorlar?.. Yunanistan Ege’de, Rumlar Kıbrıs’ta niçin Türkiye ile inatçı bir savaşımı sürdürüyorlar?.. * Son günlerde Rum Patrikhanesi ve Heybeli’deki papaz okulu üzerine tartışmanın geldiği nokta ilginç!.. Bu konudaki talepler malum!.. Türkiye’de kimileri diyorlar ki: - Karşımızdakiler düşman değiller, dünya değişti, ulus devlet tarihe gömülüyor, bizden ne istiyorlarsa verelim, ne diyorlarsa yapalım, AB’ye girdiğimiz zaman bütün bu sorunlar zaten çözülmüş olacak; Kıbrıs mıbrıs, patrikhane matrikhane, Ege mege aşılacak; artık ulusalcı kafayı değiştirelim… Doğrudur.. Ama, bir şartla..


Nedir o şart?. Bizi önce AB’ye alsınlar, sonra dostlarımızın her istediklerini yerine getirelim… Ulus devlet mademki tarihe gömülüyor, biz de AB içinde eriyip gideceğiz, dostlarımızın bu acalesi ya da telaşı neden?.. Eğer müzakere tarihi verilirse Türkiye AB’ye girmek için en az 10-15 yıl bekleyecekmiş… Peki, patrikhane ile papaz okulu talepleri neden beklemiyor?.. (15 Eylül 2004 tarihli yazısı) 88 - Kıyamet Savaşçıları!..

28 Ekim 2009

Sıradan bir insan, ama aklı başında bir kişi, günümüz dünyasına nasıl bakar?.. Soruya yanıt vermeden önce iki alıntı yapmakta yarar var; Korkut Boratav, “1 Eylül Dünya Barış Günü” “Söyleşiler” köşesinde çıkan yazısına şu tümceyle giriyordu: “Amerika Irak’ı satışa çıkardı.” “Petrol dışında Irak devletine ait tüm varlıklar, işletmeler ve hizmetler hızla yabancılara satılacak. Telekomünikasyondan hastanelere, sanayi tesislerinden okullara, santrallardan kentlerin su şebekelerine kadar uzanan ucu açık bir listedeki ‘kelepir mallar’ı satın alan şirketler, istedikleri fiyatları uygulayacak, kârlarını kısıtsız dışarıya transfer edebilecekler; bir yıllık vergi muafiyetinden sonra da vergi oranları yüzde 15’i aşmayacak.” Ne tezgâh değil mi!.. Boratav soruyor: “Petrol (en azından şimdilik) niye dışarda bırakılıyor?” * “Saddam’ın zulmü” altında dünyadan “tecrit” edilen Irak, demek ki küreselleşecek!.. Ama ne küreselleşme?.. Reşit Aşçıoğlu, “Bilimsel çevre sağlığı gazetesi Gözlüklü Martı”nın özel sayısını çıkardı; okurken altını çizdiğim kimi satırları aktarıyorum: “Bir Amerikalı 40-50 Afrikalıdan daha çok petrol tüketir; ortalama olarak azgelişmiş ülke insanından 25-30 misli fazla petrol kullanır. Bu nedenle dünyanın en çok siyah duman çıkaran ülkesidir. ABD’nin tüm yaşamı -gerek sosyal, gerek ekonomik, gerek teknolojik- hepsi petrole bağlı!.. Kendi özkaynaklarını ‘yarın’lara saklıyorlar; şimdilik Ortadoğu’ya, Irak’a ve Kuveyt’e sarkmaları bu yüzdendir.” Peki, bu tüketim hırsı bizi nereye götürüyor?.. “Gözlüklü Martı” diyor ki: “1850’lerde her milyon hava molekülünde 285 karbondioksit (CO2 ) molekülü vardı; bu şimdi 350’nin üstüne çıktı.”


* Şimdi yazımızın başındaki soruyu yineleyebiliriz: Sıradan bir insan, ama aklı başında bir kişi, günümüz dünyasına nasıl bakar?.. İnsanlığın köküne kibrit suyu eken bir çılgın tüketim düzeni, ABD’nin başına çöreklenmiş neoliberal Bush tayfasının teknolojik üstünlüğünde, silah zoruyla dünya çapında hızlandırılırsa kıyametin tarihi yakınlaşır!.. Irak’taki direniş -ve dünyadaki öteki direnişler- artık yalnız emperyalizme karşı olmak niteliğini aşmıştır… İnsanlığın hakça bir düzene kavuşması güzel bir amaçtır; ama, emperyalizm yalnız insanı sömüren bir içerik ötesinde; doğayı tüketen, gezegenimizi yok eden, kutsal kitaplardaki kıyamete çağrı çıkaran bir anlam kazandı… Küreselleşmeyi bu içeriğinden kurtarıp insanca ilişkiler yumağına dönüştürmek yolundaki her direnişi desteklemek gerek… ABD’nin Irak’taki tezgâhını bozan direnişin “dinci” ya da “milliyetçi” dokusundaki yerelliğin, küresel ya da gezegensel boyutu ve doğasal anlamı, ancak insanca bir mantığın terazisinde tartılabilirse gerçek değerini bulabilir. (2 Eylül 2004 tarihli yazısı) 89 - Kabahat ya da Suç Kimde?..

24 Ekim 2009

İstanbul’un su altında kalmasının tadını medya çıkarttı; birbirinden güzel fotoğraflarla “felaket” sergilendi; yazılar da etkiliydi; hepimiz her şeyi biliyorduk; gizlisi saklısı yoktu ki bu işin… * İkinci Dünya Savaşı‘ndan sonra nüfus patlaması.. Köyden kente göçün başlaması.. Tapulu ya da tapusuz arazide kondulaşma süreci.. Plansız yerleşimin salgınlaşması.. İktidara geçen siyasal partilerin seçim kazanmak için başıbozuk yerleşime göz yummaları.. Hukukun, yasaların çiğnenmesi.. Gecekondu mafyasının oluşması.. Oy uğruna her şeye göz yumulması.. İstanbul’da kanun dışı hemşeri mahalleleri, kondu bölgeleri, dinci yerleşim birimleri, yağma düzeni.. Yasadışı yerleşimlerde cami yaptırma dernekleri.. Kondulardan apartmanlara geçiş süreci.. Kat sayılarının arttırılması..


Bileği güçlü olanın üste çıkması.. Zenginlerin şehrin merkezini, yoksulların çevreyi yağmalayıp paylaşarak yeni bir yaşam modeli yaratmaları.. Kamu düzeni, şehircilik, imar, yasa masa gibi kavramların güçlü güçsüz dalaşmasına dönüşmesi.. 12 Mart ve 12 Eylül gibi olağanüstü dönemlerde yoksul kesimlerden solculuğun tasfiyesi.. Solculuğun yerini dinciliğin doldurması.. İstanbul’un en büyük kent olarak örnek oluşturup çığrından çıkması.. Ve yağmurun yağması.. Sellerin ortalığı basması.. Altyapısız, tapusuz, plansız, programsız bir keşmekeşte çığlık çığlığa imdat sesleri.. Ne var ki yapılacak hiçbir şeyin olmaması.. Allah’a emanet koca bir kent.. Sokak manzaraları.. İnsan görüntüleri… * Çok uzun sayılabilecek bir süreçte göz göre göre yaşanan yağmacılık düzeniyle vardığımız bugünkü evlere şenlik sonuçta kimsenin kimseden şekvaya hakkı yoktur… Herkes olanbiteni sineye çekecek… Bektaşi bir gün bakmış ki köylüler köy meydanında bir araya gelmişler, yola düzülüyorlar… Sormuş: - Nereye?.. - Yağmur duası için karşı tepeye.. Kalabalığa karışan Baba Erenler yolda tarlasının yanından geçerlerken elindeki sopayı toprağa daldırıp başını göğe kaldırmış; yukarıdakini uyarmış: - Bizimki de burası!.. Yağmur duasından sonra birden gök boşanmış, ortalığı seller kaplamış, Bektaşi dönerken görmüş ki tarlasında ne var ne yok sular götürmüş, ne tohum ne filiz kalmış, felaket mi felaket… Ellerini açıp yukarıya seslenmiş: - Kabahat sende değil, sana burayı gösteren pezevenkte!..


(20 Ağustos 2004 tarihli yazısı) 90 - Eski Bir Yazıdan Esinti…

23 Ekim 2009

Kitap rafını karıştırırken elime eski bir yazı kesiği düştü, adına baktım: ‘’Kavanoz dipli dünya düzeni’’ Kaç yıl önce yazmışım?.. 2002’nin mart ayında!.. Yazıda dökümü yapılan ‘Küreselleşme’ üzerine vurgulamaları bugün de anımsamakta yarar var… * ‘’Yeni Dünya Düzeni nedir?.. 1) Dünya tek pazardır.. 2) Sosyal devlet ölmüştür.. 3) Ulus devlet bitmiştir.. 4) Devlet küçülmelidir.. 5) Devletin gücü yerine şirketler, holdingler, karteller geçmiştir.. 6) Tekelci sermaye doruklaşmış, yerkürede egemenleşmiştir.. 7) Sermaye özgürdür.. 8) Emek bağımlıdır..’’ Aradan geçen sürede bu saptamaların yerküre çapında daha çok ve zorla dayatıldığı izleniyor… * Yine aradan geçen sürede 11 Eylül terörünü bahane eden Bush yönetimi Irak’ı işgal etmiş; ama, sonuç tam bir felaket olmuş… Eski yazıda ‘’Emperyalizm nedir?..’’ diye soruluyor… Ve şu yanıt veriliyor: ‘’1) Üretimin ve sermayenin yoğunlaşmasıyla ekonomide tekelleri yaratacak yüksek düzeye erişilmesi… 2) Banka sermayesiyle sanayi sermayesinin bütünleşip kaynaşması ve ‘finans kapital’ temelinde ‘mali oligarşi’ nin oluşup güçlenmesi.. 3) Mal ihracatının önemini yitirmesi, sermaye ihracının önem kazanması.. 4) Dünyayı paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birliklerin oluşması.. Gözünüz ısırıyor mu emperyalizmi?..


‘Küreselleşme’ yoksa ‘emperyalizm’ in hıh demiş burnundan mı düşmüş?..’’ * Eskiden ‘’uygar emperyalistler’’ dünyanın geri ülkelerine selamsız sabahsız girerler, kimse sesini çıkarmaz ya da çıkaramazdı; küreselleşmenin tarihinin sömürgecilikle başladığını hiç unutmayalım… Bugün iş değişik!.. Ortadoğu, en başta Irak ve Filistin’de durulamayıp çırpınan bir kan bataklığına dönüşüyor; egemenler bu coğrafyaya bir türlü egemen olamıyorlar… Bu gidişle de egemen olamayacaklar… İnsanlık Küreselleşme’nin bu türlüsüne boyun eğmeyecek gibi görünüyor. * Bu yazıyı eski yazıdan son bir alıntıyla bitirmek istiyorum.. Dünyanın en zengin 200 kişisinin sahip oldukları servet, yeryüzündeki en yoksul 2.5 milyar insanın toplam gelirinden fazla.. Ve bu 200 kişinin 112’si Amerikalı.. Ve Amerika Irak’ta.. Afganistan’da.. İnsanlığın haline bak sen!.. (13 Ağustos 2004 tarihli yazısı) 91 - Çok Alâmet Belirdi…

22 Ekim 2009

İlginç sözcükler ve deyişler kozasını yeni yırtan kelebekler gibi ortalıkta kanat çırpmaya başladılar; gazetelerin köşelerinden göz kırpıyorlar: - Ademi merkeziyet.. federal devlet.. federe düzen.. eyaletler.. bölgesel yönetim.. Nerden çıktı bu?.. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, AKP’nin ‘Kamu Yönetimi Temel Yasası’nı yeniden görüşülmek üzere Meclis’e geri verdi… Vay sen misin bu işi yapan!.. Medyada ne kadar dinci ve yalaka takımı varsa, Sezer’e saldırmak üzere tam bir ittifakın içine girdiler; veryansın ediyorlar… * Adına ister ‘federe devlet’ deyin, ister ‘eyalet’ deyin, ister bir başka şey deyin; devlet içinde ikincil devlet düzeni, sözgelimi ABD’de var.. Almanya’da var..


Çok mu güzel?.. Bizde de olsun mu?.. Olsun!.. Yani?.. Hukuk ukalalığına gerek yok; Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir bu durumda “Eyalet Reisi, Federe Devletin Cumhurbaşkanı’’ ya da “Bölge Devletinin Başkanı” olsun… Üstü örtülü ya da açık (destekçilerine bakarsanız) gidişatın pusulası bu yolu gösteriyor. * Ancak AKP’nin aklı etnikçi yana yatmıyor; onun yeni kamu düzeninden ya da ‘ademi merkeziyet’ten muradı kendi raconuna göre… Nedir o?.. Yapılan bütün araştırmalar gösteriyor ki, Türkiye, kırk yıldan beri yapılan yatırımlarla toplumsal yapısında tarikatlara ve cemaatlere bölünüyor. Daha birkaç gün önce AKP iktidarının gazetesi ‘Yeni Şafak’, “Güneydoğu’da Nakşilik’’ diye bir inceleme yayımladı; “Etnik Milliyetçiliğe Karşı Nakşi Tarikatı” nı çıkarmak niyetindeler; yapılan araştırmaya göre tüm müritler cemaatin başındaki şeyhin önünde mum gibi imişler… Şeyh ne derse önü de ardı da o!.. Şeyhlerin postlarında oturduğu eyaletlerden oluşan bir demokratik Türkiye’de ‘kamu düzeni’nin manzarası, doğrusu iştah kabartıyor. * Yurttaş’ı mürit’le birbirine karıştıran siyasal bilinçsizliği topluma aşılayan yalaka medyanın takıyye iktidarına sonsuz desteği, Cumhurbaşkanı Sezer’in üstünde yoğunlaşan bir saldırıya dönüştü… Hayra alâmet değil bu!.. Ne Van’da yaşananlar iç açıcı ne de Diyarbakır’dan İstanbul’a dek ülke coğrafyasındaki terör göstergelerinin hesabında ortaya çıkan kanlı ipuçları olumlu görünüyor… Üniversite reform tasarısına imam okullarını sokuşturan, hızlandırılmış tren kazasını mintarafillah sayan, ülkeyi cemaatler harmanında ele alıp etnikçiliğe karşı Nakşiliği güvence gibi gören, iktidara geçtiğinden beri askere bozuk çalan bu iktidarın, yasal hakkını kullanan Cumhurbaşkanı’na tutumu iyiye işaret değil… AKP iktidarı, Kuzey Irak’a Amerika yerleştiğinden bu yana Beyaz Saray yönetiminin PKK’nin icabına neden bakmadığını Bush’a sorsa ya… (12 Ağustos 2004 tarihli yazısı) 92 - Zamanın Ortaklığında Yaşamak…

20 Ekim 2009


Işık Öğütçü babası Orhan Kemal ‘in hiçbir yerde yayımlanmamış günlüklerini ve şiirlerini derlemiş, ortaya ilginç bir kitap (Yazmak Doludizgin, Tekin Yayınları) çıkmış; geçmişten bugüne pulsuz mektuplar… * 23 Mayıs 942.. Hapishanede Nâzım Hikmet ile Orhan Kemal birlikteler, Orhan Kemal günlük tutmuş: “Gece… Dışarda ilgisiz bir kurbağa peydahlandı. ‘Vırak vırak vırak’ diye bağırıp duruyor. Öyle bed bir sesi var ki cenabetin. Sanki gırtlaklanıyormuş gibi. Buna Nâzım Hikmet de alınıyor: - ‘Kendini kuş zannediyor pezevenk’ dedi. ‘Böyle kendi sesi hakkında iyiniyet sahibi hayvan olmaz…’ Tam bu esnada -Cenabı Allah’ın işi yok- hayvan büsbütün yüksek perdeden bağırmaya başladı. Nâzım Hikmet ilave etti: - ‘Bak, duymuş gibi kerata’ …’’ Kurbağanın ‘bed’ sesi, altmış yıl öncesinden, gece vakti, bugüne yansıyor… * An geçer, yazı kalır… 21 Haziran 942, Cumartesi.. Orhan Kemal yazıyor: “Beyaz bir tavşan yavrusu satın aldım. 50 kuruş verdiğim bu tavşana Nâzım Hikmet’in ne kadar sevineceğini iyi hesap etmişim. Hapishaneye geldiğim zaman üstat radyo dinliyordu. Arkası bize dönüktü. Bulgaryalı Memet dürtüp de döndüğü ve elimde tavşanı gördüğü zaman: - Vay, vay, vay! diye hayvanı kaptı. Radyoyu falan unuttu. Revir merdivenlerinden koşarak çıkmaya başladı. Öyle seviniyordu ki her önüne gelene gösteriyor, herkesin sevinmesini istiyordu. Tavşanı karyolanın üstüne bıraktı. Hayvan fena halde titriyordu. - Bu, dedi, korktuğu için titremiyor, titrediği için korkuyor…’’ Nâzım Hikmet bu deyişini daha sonra Kuvayı Milliye Destanı’nda şiirleştirmemiş miydi?.. * Orhan Kemal’in ilk şiirleri yapay; ama, düzyazısı Allah vergisi gibi doğal… 10 Şubat 943, Çarşamba “Kar yağıyor, Nâzım Hikmet de ben de onu geçe uyandık. Dün gece Sovyetler yine bir resmi tebliğ verdiler. Onu dinledikten ve bir süre okuduktan sonra yatmıştım. Gece


yarısı revir maltasından gelen iri iri konuşmalarla uyandım. Bu konuşma, gürültü, şamata bir hayli sürdü. Bir ara oda kapımız açıldı. İçeriye iki kişi girdi. Oda karanlık olduğundan bunların kim olduğu belli değildi. Nâzım Hikmet yaygarayla yataktan fırladı. Gelenler ses verdiler. Meğer bizim Ertuğrul’ la Recepmiş. Mesele anlaşıldı. Revir meydancısı Nuri delirmiş.’’ * 19 Ekim 946, Cumartesi “Islak ve buz gibi bir sabahla gün başladı.’’ * Yazıya geçirdin mi “an’’ sonsuzlaşıyor… 19 Ekim 946’da, sabah erken, Orhan Kemal’in teninin üşüdüğünü düşünmek de yaşamaktır… İnsan yalnız kendi zaman diliminde yaşamaz ki… Nâzım’ın beyaz tavşanı gördüğü andaki sevinci bugün de birlikte duyumsanamaz mı?.. Fazıl Hüsnü Dağlarca, çağlar boyu ortaklaşa yaşanan zamanın şiirini yazmış: “Vakti gagasından aldık Bir sabah vakti bir acaip kuşun. Ne kadar güzel işliyor Şimendifer saati çavuşun.’’ (17 Mart 2002 tarihli yazısı) 93 - Düşmansız Yaşayamayan İnsan…

16 Ekim 2009

İnsan düşmansız yaşayabilir mi?.. Peygamberlere düşman gerekti, şeytan insanı ağına düşürmek için aleste bekleyen düşmandı… Haçlı Seferleri’ne çıkan Hıristiyan için düşman, kutsal toprakları eline geçirmiş Müslümandı… Sanayi kapitalizminin tohumladığı Avrupa’da ulus devletler birbirine düşmandı… 20’nci yüzyılda tekelleşen kapitalizmde en büyük düşmanın adı neydi: - Komünizm!.. Gorbaçov Sovyetler’in ipini çekerken Batı’ya dönerek ne demişti: - Hepinize kötü bir haber vereceğim, sizi bir düşmandan kurtarıyoruz… Büyük düşman komünizm yıkılınca, küçük düşmanlıklar fişteklendi, etnik çatışmalar kışkırtıldı…


Anadolu da bundan payını aldı… * Amerika Türkiye’den başlayarak Güneydoğu Asya’ya dek “komünizm düşmanlığı” üzerine şartlandırdığı bir “Yeşil Kuşak” oluşturmuştu… “Kızıl komünizm”e karşı türbe yeşiline boyanan koskoca İslam coğrafyası şimdi ne yapacaktı?.. Humeyni ne demişti: “- En büyük şeytan Amerika’dır!..” Sakın doğru olmasındı?.. New York’taki “İkiz Kuleler”i yıkmak, İslamın yeni düşmanına ilan-ı harp etmek demektir… * Ancak bütün bunlar tarihin lunaparkındaki boy aynalarında seyredilen görüntüler… Bugün dünyadaki gerçek düşman kim?.. ABD neden çeliğine yüzde 30 koruma duvarı getiriyor?.. Neden mağaraların derinliğine işleyecek nükleer bomba yapmaya yöneliyor?.. Yeryüzünde neden silah üretimi körükleniyor?.. Gerilim niçin yoksullar dünyasından çok zenginler coğrafyasında tırmanıyor?.. ABD yoksullar coğrafyasından toplayıp getirdiği teröristler için neden askeri mahkemeler kuruyor; Başkan Bush ne sayıklıyor: “- Dünyada şer odakları var!..” Öyle bir dünya ki 20’nci yüzyılı 21’inci yüzyıla bağlayan son 10 yıl zengin daha zenginleşmiş, yoksul daha yoksullaşmış… Tedirginliğin nedeni bu!.. Gerilimin niçini bu!.. ABD “şer odakları”nı tepelemek için Türkiye’ye açıkça bastırıyor: - Sen de savaşa gireceksin!.. Sözümona uygar dünya keçileri kaçırmış!.. * Musevi ile Müslüman düşman.. Müslüman ile Hıristiyan düşman.. Yeni dinler savaşı mı?.. Ulus devletin bittiği yerde tarih karşı dinden olanların savaşlarını mı yazacak?.. Küreselleşme’yi yalnız ‘neoliberalizm’ ya da ‘serbest piyasa’ diye allayıp pullayarak ‘insan’ı hiçe sayanlar, yeryüzündeki servet-sefalet uçurumunun son 10 yılda neden


bu kadar derinleştiğine ilişkin soruları yanıtsız bırakıyorlar; oysa paylaşımın adil olmadığı bir dünyada barış ve huzuru aramak nafiledir. Uygar insan tüm insanlığın mutluluğunu düşünür, yalnız kendisininkini değil… (26 Mart 2002 tarihli yazısı) 94 - AB Müslümanlığa Kapalı mı?..

15 Ekim 2009

Avrupa Birliği’ne (AB) giriş hazırlığı için gerekli ikinci ‘uyum yasası paketi’ bir haftalık gecikmeyle Meclis’ten çıkmış.. Meclis çalışıyor… Kolay değil, ama, gerekli koşulları yerine getirmek çok zor da değil… Zor olan ne?.. * Gazetelere üstünkörü bir göz atan sıradan bir kişi, zorluğun nerelerde düğümlendiğini hemen görecektir; üç noktada AB ile aramıza kara kedi sokmak isteyen çabalar açık seçik: Bir: Kıbrıs.. İki: Ermeni savları.. Üç: PKK.. Her nedense Kıbrıs’ı üye yazmak için büyük bir telaşı var AB’nin… Türkiye’yi sıkboğaz ediyor.. “- Dur bakalım, önce Kıbrıs sorunu çözülsün, Ada’da karşı karşıya gelen Rumlarla Türkleri anlaştırıp kaynaştıralım, sonra da nasıl olsa AB’ye katılım gerçekleşir” demeye gelmiyor… Ya Ermeni sorunu?.. Geçen yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğu döneminde Doğu Anadolu’da yaşanmış “Ermeni Tehciri” olayını “soykırım” sözcüğüyle 21’inci yüzyılın başında pazarlamak girişimi nenin nesidir?.. AB’nin çeşitli kesimlerinde ikide bir bu yolda tezgâhlanan girişimlerin anlamı nedir? PKK bir ayrı öykü?.. ABD ve AB “benim teröristim, senin teröristin” ayrımı yapıyorlar… Terörist teröristtir!.. Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan (yalnız Kürtlerin değil) tüm etnilerin her türlü haklarını çağdaş boyutlarda sonuna dek savunmak demokrasinin doğal gelişimini oluşturur… Ne var ki Avrupa’nın PKK’ye dönük tutumu bunu çoktan aşan bir sevdayı vurguluyor…


* Herkes bilir ki buzdağının büyük bölümü, su yüzünde değil, su altındadır. Yeryüzünde en yaman diyasporalar sayılan Yunan – Rum ve Ermeni buzdağlarının su altındaki bölümleri de metropolleri aşan iktidar güçleri… Sovyetler yıkılmadan önce, Türkiye, “komünizm tehlikesi”ne karşı Batı’nın “ileri karakolu – ucuz asker deposu” işlevini gördüğünden tarihsel düşmanlığı günümüzün stratejisine dönüştürmüş bu diyasporaların sesleri pek duyulmuyordu… İş değişti… Onlar dışardan; bizim dinci, etnikçi, dönek entel takımı içerden hızlandılar… * Avrupa Birliği’nin yalnız bir boyutu yok, boyutları var; tarihte ulus devlet kapsamını aşan çok devletli bir demokratik yapılanma ilk kez sınanıyor… Ancak bu yapılanma ‘Yeni Dünya Düzeni’ ve ‘Küreselleşme’ sürecine oturduğundan, içeriğinde yeryüzü yoksullarının sömürülmesi işlevi de ister istemez yapılacaktır; günümüzde Batı’nın Müslüman dünyaya kuşkusu, hatta düşmanlığa erişen içgüdülenmesi de buna katılırsa, olumsuzluk kefesi ağırlık kazanmış olacaktır. Hıristiyan Avrupa Birliği Türkiye’yi içine alırsa, Müslüman bir toplumu içlediğinden, laik uygarlığa uyumlu bir nitelik kazanır; tarihte bir ‘ilk’i gerçekleştirir; insanlığa daha çok yakışır… (28 Mart 2002 tarihli yazısı) 95 - Bugünküler Yakup Cemil’e Benzemiyorlar…

14 Ekim 2009

Kim ne derse desin, Süleyman Bey renkli bir kişilik sahibidir, mizah yeteneği vardır, lafı gediğine oturttu mu basından ses getirir… Yine ortalığı birbirine kattı… Ne söyledi: “- Türk basınında bazı köşe yazarları Yakup Cemil’e dönüştüler…” Yakup Cemil kimdi?.. * 20’nci yüzyılın başında Balkanlar komitacı kaynıyor; Yakup Cemil bu ortamda gözüpek, attığını vuran, kıyıcı bir savaşçı olarak ünleniyor; İkinci Meşrutiyet’te İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin vurucu üyesi kimliğini kazanıyor; Trablus Harbi’ne katılıyor; “Babıâli Baskını”nda Harbiye Nazırı Nâzım Paşa ’yı vuruyor; “Teşkilâtı Mahsusa”ya giriyor; Kafkas Cephesi’nde vuruşuyor; ama, Yakup Cemil gözünü budaktan esirgemez kimliğine karşın laf anlamayan başıbozukluğu yüzünden Bağdat’a sürülüyor… Sonunda su testisi su yolunda kırılıyor; Enver Paşa’ya suikast hazırlamakla suçlanan Yakup Cemil 1917’de tutuklanıp idam ediliyor. Tarihten bugüne kalan ünü ilginç:


“İttihat ve Terakki’nin tetikçisi!..” * Süleyman Bey diyor ki: - Gazete köşelerinde Yakup Cemil’ler var!.. Hürriyet gazetesi Demirel’in sözü üzerine “var mı, yok mu” diye bir soruşturma yaptı… Sonuç ne çıktı?.. - Var!.. Herkesin bildiği, söylediği, yinelediği gerçek ortaya döküldü… Peki, tetikçi ne demek?.. Tetikçi, birisinin emriyle eyleme geçen kişidir, adama derler ki: - Şu kişiyi vur!.. Emir uygulanır!.. Tetikçinin arkasında kim vardır?.. Yakup Cemil’in arkasında kim vardı?.. İttihat ve Terakki!.. Yakup Cemil, İttihat ve Terakki’yi boşlayıp da kendi başına buyruk tetikçilik yapmaya kalktığı zaman idam fermanını kendi elleriyle yazdı… Yalnız Yakup Cemil mi?.. Kim ki hesabına tetikçilik yaptığı “Baba”ya kafa tutmaya kalkışır, harcanır… * İlginç soru bu durumda kendiliğinden ortaya çıkıyor, gündeme giriyor; yineleyelim: - Tetikçi köşe yazarları var mı?.. - Var!.. - Öyleyse kimin hesabına tetikçilik yapıyorlar, arkalarında kimler var?.. Üstelik bugünkü tetikçiler Yakup Cemil olamazlar, Süleyman Bey’in benzetmesi tam yerine oturmuyor; çünkü Yakup Cemil iş dünyasında, para piyasasında, politika borsasında çıkar uğruna tetikçilik yapmazdı. Gözümüz yok, ama, maşallah tetikçi köşe yazarlarımız tetikçilikten çok para kazanıyorlar… (30 Mart 2002 tarihli yazısı) 96 - Ah Şu Avrupa!..

13 Ekim 2009


Corc İkinci Dünya Savaşı’nda askere alınmış, üç yıl sonra evine dönmüş, bakmış ki iki yaşında bir bebek halının üzerinde emekliyor… Tepesi atmış: - Bu ne?.. Karısı: - Bir bebek!.. Corc öfkeli: - Ben bunun babası olamam!.. Kadın: - Canım kocacığım, demiş, sorun çıkarma, o da sana baba demiyor ki… Olaylara bakış açısı değişik olunca, fikirler arasındaki çelişki insanları şaşırtabilir… * Osmanlı’nın deyişi: Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar!.. Türkçesi: Gerçeğin şimşeği fikirlerin çatışmasından çıkar!.. Mizahçı buna eklemiş: - Balkabaklarının çatışmasından da ancak kabak çekirdekleri çıkar!.. Avrupa tartışması, çatışması, kavgası ya da bilmem nesinde ortalığa saçılan kabak çekirdeklerinin kıymeti harbiyesini tartan kantarın ibresi sıfır göstergesinin üzerinde titreşip duruyor… * Peki, Avrupa Birliği’ne girelim mi?.. Elbette!.. Bizim adam olacağımız yok, umudumuzu dışarıya, IMF ile AB’ye bağlamışız, hemen girelim… AB’ye girmek için ne gerekirse yapalım… Ama sorun şu: Bizi alacaklar mı?.. Belli değil!.. *


Belli olsa da olmasa da tarihsel yörüngede AB’ye dönük çalışmaları yürütmek, ilişkileri sürdürmek, gerekenleri yapmak doğru yoldur… Ancak bu yolda yürüyen Türkiye’nin çok boyutlu dünyada tek yönlü politikaya şartlanması da gerekmiyor; Avrupa Birliği bizim dış politikamıza ipotek, savunma stratejilerimize ambargo koymuyor, Türkiye’yi tek seçeneğe bağlamıyor… Serkisofu çalıştıralım!.. Eski bir Amerikan cumhurbaşkanı adayına ilişkin alengirli bir laf vardı: - Herif öyle geri zekâlı ki çiklet çiğnerken yürümesini beceremez… AB çikletini kırk yıldır çiğniyoruz.. Yürümesini de öğrenelim!.. * Kemal Tahir’in bir öyküsünde geçer: Fransa’dan yeni gelen biri kahvede arkadaşlarına anlatıyormuş: - Gece yürürken çukura düştüm… Dinleyenlerden biri: - Ulan, Avrupa’da çukur var mı?.. Ah, bir AB’ye girsek, neler olmaz!.. Sınırlar kalktı mı, bizdeki işsizler gürrr Avrupa’ya!.. Tuttuğumuz altın olur, hep birlkte kekâ… Ah, bir AB’ye girebilsek; ah, şu Avrupa PKK’yi terör örgütü saysa; ah şu Avrupa Ermeni soykırımı yalanını 20’nci yüzyılın başından 21’inci yüzyılın başına taşımasa; ah şu Avrupa ah… (10 Mart 2002 tarihli yazısı) 97 - Avrupalı Olmak Nicedir?..

10 Ekim 2009

Bir laf çıktı: “Avrupa düşmanlığı!..” Boş laf!.. Bizimki gibi yoksul ülkelerde büyüyen zavallıların çoğu Avrupa’da yaşamak için can atar!.. Çürük teknelere doluşup, Avrupa’da ikinci sınıf insan gibi de olsa yaşamak için hayatını tehlikeye atanların öyküleri medyada sergileniyor… Avrupa’ya ne hacet!.. ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin doğu ve güney sınırlarını bir açın; görürsünüz gününüzü!.. Kapağı şu beğenmediğimiz Anadolu’ya atmak için can atanların sürüsüne bereket!..


* Avrupa’da yaşayan milyonlarca Türk var; ama, Avrupalı olmak çok güç… Bir dostu Sokrates’e demiş ki: - Tatile gittim, dinlenemedim. Filozof: - Kafanı da birlikte götürmüşsündür, ondandır!.. Pazar günü Cumhuriyet’te yayımlanan Fadime Şahindal’ın öyküsü, ne kadar çarpıcıydı!.. Yirmi yıl önce Elbistan’dan İsveç’e göç eden ailenin kızı Fadime, Uppsala’da Patrick’le arkadaşlık etmeye başlayınca ölümüne aile fermanı çıkıyor; töre yasası uygulanıyor, karar baba tarafından infaz ediliyor. Aile Avrupalı olamamış; baba Rahmi Şahindal Anadolu’dan götürdüğü kafasını, yirmi yıldan beri İsveç’te omuzlarının üstünde gezdiriyor… Avrupa’da yaşayıp Avrupalı olamamak diye bir gerçek var, değil mi?.. * Ya biz Anadolu’da nasıl Avrupalı olacağız?.. Ölüm cezasını kaldırmak için ille de ‘Avrupa Birliği’ne girmek şart değil… Ölüm cezası zaten Türkiye’de uygulanmıyordu, çoktan beri ülkede askıya alınmıştı; şimdi AB’ye girmenin koşullarından biri, yasadan da çıkartılması… Ancak DYP’nin başındaki Tansu Çiller, bu yolda parlak bir buluşla ortaya çıktı: - AB’ye girmek için önce Apo’yu asalım, sonra idam cezasını kaldıralım!.. Peki, bu kafa ne kafası?.. Avrupalı kafası mı?.. Öyle görünüyor ki biz AB’ye girsek bile Avrupalı olmak bir başka şey… * Son dönemde medyanın havasında bir dizi birbirinin benzeri sözcük uçuşmaya başladı; ulusal, milli, ulusalcı, millici, milliyetçi, ulusçu… Kim bunları dile getirirse tepki uyandırıyor; Avrupa Birliği’ne karşı sayılıyor… Yok canım… Ulusa ilişkin ne kadar kavram varsa, tümü bize Avrupa’dan geldi; çünkü bu sözcükler uygarlığın bir aşamasında Avrupa’da keşfedildi… Üstelik AB’ye ‘ulus devlet’ olarak girmekten bir başka çare yoktur… Hem de laik devlet olacaksın!..


Din devleti kimliğiyle AB’ye zinhar giremezsin; Avrupa’da din devleti de yok!.. * AB’ye üye olmadan “Avrupa Gümrük Birliği”ne girmiş bizden başka enayi var mı?.. Yok!.. Öyle görünüyor ki biz bu kafayla ‘Avrupa Birliği’ne girebilsek bile Avrupalı olmak için önümüzde çok uzun ve ince bir yol uzanıyor… (5 Mart 2002 tarihli yazısı) 98 - Chomsky’nin İlginç Fikirleri…

8 Ekim 2009

Noam Chomsky’yi artık Türkiye’de tanımayan yok!.. Bilim dünyasında ünlü dilbilimci, bayram öncesi elimize düştü; adamı Türkiye’yi gagalamak için tepe tepe kullandık; helal olsun!.. Eh Chomsky’nin ülkemize yönelik fikirlerine mademki bu kadar değer veriliyor, ünlü bilim adamının ‘Küreselleşme’nin patronu ABD’ye ilişkin görüşlerine de yer vermek gerekmez miydi? İşin bu yanı medyada bilerek atlandı. Bayram günü-muziplik olsun diye- Chomsky’nin 11 Eylül’den bu yana yaptığı konuşmalarından ABD’ye ilişkin sözlerini gelişigüzel derledim… * Chomsky diyor ki: • “ABD’nin dünyanın pek çok kesiminde en büyük terörist devlet olarak görüldüğünü ve bunda haklı olduklarını kabul etmek zorundayız.” • “ABD hükümeti şimdi fırsat bu fırsat deyip kendi planlarını gerçekleştirmeye çalışıyor. Yani: Askeri projeleri hayata geçirmek; sosyal demokratik programları baltalamak; küreselleşmenin olumsuz etkilerine karşı olanları, çevrecileri ve sağlık sigortasıyla ilgilenenleri vs. susturmak; salt küçük bir azınlığın zenginleşmesini sağlamak ve de toplumu, tartışmaların ve protestoların çıkmasını önleyecek şekilde düzenlemek istiyor.” • “Batı modeli, özellikle de ABD modeli, hükümetin ekonomiye büyük çaplı müdahalelerde bulunabilmesi üstüne kuruludur.” • “Neoliberal kuralların eski kurallardan pek farkı yok. İki tarafı keskin kılıç gibi: Pazar disiplini senin için iyidir, ama, benim için iyi değildir; ancak rekabette kazanacak kadar iyi durumdaysam, bana geçici avantaj sağlar.” • “Vietnam yarası, emperyalizmin yüzlerce yıldır sürdürdüğü şiddetin, Batı’nın entelektüel ve ahlaki kültürünü ne kadar derinden etkilediğinin bir göstergesidir.” • “Dünya Mahkemesi’nin uluslararası terorizmden suçlu bulduğu tek ülke ABD’dir.” • “ABD ayrıca, Güvenlik Konseyi’nin tüm devletlerin uluslararası hukuka uyması yolundaki açık çağrısını da reddetmiştir. • “ABD uluslararası terorizmi sürdürüyor.”


• “(11 Eylül’den sonra) Washington, şiddete başvurmasına taraftar olmayan herkese savaş ilan ettiğini açıkladı. Dünya ülkelerine iki net seçenek verildi: Ya Haçlı Seferimize katılırsınız ya da sizi yok ederiz.” • “İslam dünyasında, Taliban’dan sonra en aşırı köktendinci hükümet olan Suudi Arabistan, kuruluşundan beri Amerika’ya bağlı ve muhtaç olmuştur; aslında Taliban, Suudilerin İslam versiyonunun bir uzantısıdır.” • “Radikal İslamcı aşırı uçlar (bunlara genellikle köktendinci denir) 1980’lerde ABD’nin gözdesiydi, çünkü Amerika’nın bulabileceği en iyi katiller onlardı.” * Yukarda siyah puntoyla dizilmiş alıntıları “Om Yayınevi”nin çıkardığı “11 Eylül – Noam Chomsky” adlı kitaptan derledim; bunlara benzer daha bir araba dolusu fikir sayfalara serpilmiş… Merakım şu: Bizdeki küreselleşme yandaşları Noam Chomsky’nin yalnız Kürt sorununa ilişkin savlarının altını çiziyorlar; “Globalizasyonun Patronu Amerika”ya dönük düşüncelerini ise es geçiyorlar… Neden?.. ABD gerçekten ünlü bilginin tanımladığı gibi bir emperyalist canavar mı?.. Öyle ise bu canavar, yerküreye demokrasi ve insan haklarını nasıl getirebilir?.. Yoksa Chomsky keçileri kaçırmış mı?.. Çağdışına düşmüş bir bunak mı?.. Emperyalizmi hâlâ neden sayıklıyor?.. Neoliberalizme ilişkin “aykırı düşünceleriyle çağdışı suçlamaları(!)” nedir öyle?.. (26 Şubat 2002 tarihli yazısı) 99 - Makyavelsıfat…

7 Ekim 2009

Hayvanlar çok saftır, en kurnazları tilki, insanın yanında solda sıfırdır. Hayvan tek boyutludur; deve kin tutar, tavşan korkaktır, bülbül güzel şakır, karga uzun yaşar, köpek sadıktır, at ürkektir, boğa kösnüktür, yarasa ışıktan kaçar, sırtlan leş yer, kaplumbağa yavaştır, koyun aptaldır, akrep zehirlidir, yılan soğuktur, maymun taklitçidir, kedi nankördür… Hepsinin bir niteliği var; ancak iki ayaklı insan renkten renge, kişilikten kişiliğe girebilir, sağı solu hiç belli olmaz… Ne diyorlar: - Babana bile inanma!.. Hele günümüzde sağıma soluma sobe!.. Hepimiz öyle akıllandık ki şeytana külahını ters giydirebiliriz. *


Eskiden bir ara İran’a gitmiştim, Tahran’ın büyük bir lokantasında dostlarla yemek yiyecektik, sordular: - Ne yiyeceksin?.. - Sen seç!.. Yanımdaki Azeri dost, garsona döndü: - Beye bir bukalemun!.. Bozuldum: - Ben bukalemun yemem!.. Güldü Azeri: - Bizim burada hindiye bukalemun denir… - Peki, bukalemuna ne denir?.. - Makyavelsıfat!.. Sonra açıkladı: - Vaktiyle bir politikacı varmış; yerine, durumuna göre renk değiştirirmiş, bir bakarsın liberal, bir bakarsın sosyalist, ertesi gün kapitalist!.. Bukalemun da yerine ve zamanına göre renk değiştirdiğinden bu hayvana makyavelsıfat adını vermişiz… Harika bir açıklama değil mi!.. O yıllarda bu öyküyü konu edinen bir yazı yazmıştım; bukalemun çok sevimsiz bir hayvandır. Ya insan?.. * İnsanlara göz atınca içlerinde makyavelsıfatlar hemen belli oluyorlar… Adama bir bakıyorsun, akrepleşiyor, fırsat bulunca sokmaya çalışıyor… Sırasında ödü kopuyor, tavşanlaşıyor… Ya köpekleşene ne dersiniz?.. Karşınızda finolaşıp kuyruk sallayandan korkun, bir süre sonra yılanlaşabilir… Peki, eşekleşene ne diyeceksin?.. Timsahlaşıp gözyaşı dökenlere de mukayyet ol, hayat bir tiyatrodur, ağlamasına kanma!.. * Zamanımızda insan çok akıllandı, zekileşti, kurnazlaştı; siyaset kirlendikçe, ekonomi pislendikçe, medya kokuştukça çürüyüp yozlaşan ortamda yetişenlerin yüzü makyavelsıfata dönüştü…


Ağlayalım mı?.. Gülelim mi?.. Dövünelim mi?.. Hayat sürüyor, sokaklarda kalabalıklar dalgalanıyor, yaşamın kahredici itici gücünde nasıl bir gizem var ki insan ancak insanla birlikte yaşayabiliyor, birbirimizi yiyerek doymaya çalışıyoruz, Makyavel bugün aramızda olsaydı, amatör kalırdı; hepimiz bu yolda öylesine ustalaştık ki bukalemun yanımızda halt etmiş!.. Ne dersiniz, sözlükteki “insan” sözcüğünü silip yerine “makyavelsıfat” yazalım mı?.. (20 Şubat 2002 tarihli yazısı) 100 - Haymatlos Devleti mi Kuracağız?..

6 Ekim 2009

Ulus devlet dedikleri nedir?.. Eflatun’un ‘Devlet’i değildir, 14’üncü Louis’nin devleti değildir, Kraliçe Elizabeth’in devleti değildir, Dördüncü Murat’ın devleti değildir… Tarım çağının dinsel devletleri 19’uncu, bilemediniz 20’nci yüzyılda dökülmüşlerdir; ulus devletlere dönüşmüşlerdir; sanayi devriminin ürünüdür bu… 1789’la vurgulanan ‘Aydınlanma Çağı’nda bir dizi sözcük toplum yaşamında kavramlaşıyor: Laiklik, demokrasi, insan hakları, Cumhuriyet, yurttaş vb. ulus devlet sürecinin türetimidir; ‘ulus’ (millet) oluşmadan ‘ümmet’ bilinci aşılamaz; daha başka deyişle demokrasiye kavuşulamazdı… Şimdi de deniyor ki: “- Ulus devlet bitti!..” Evren değişiyor, insan aydınlanıyor, sürekli evrim ve devrim sarmalında yaşanıyor; ama, bu işin zamanlaması nasıl gerçekleşecek?.. * “Ulus devlet bitti’’ diye kına yakanlar, bizim ülkede en çok ‘Kemalizm’ e diş bileyenler… Oysa Kemalizm “Aydınlanma Devrimi” nin Anadolu’da gerçekleşmesinin adı… 1923 Cumhuriyeti günahıyla sevabıyla tarihe oturmuştur; hiçbir devrim gülsuyuyla yapılmadı; ‘aydınlanma’nın da insanlığa bir bedeli vardır; ama, Anadolu’da Sevr rüyasını görenler, Türkiye Cumhuriyeti’nden hiç hoşlanmadılar; bunu da doğal görmek tarihsel bilincin olgunluğundan sayılır. Peki, şu TC ne zaman bitecek?.. Fransa, Almanya, Kazakistan, Çin, Rusya, Ukrayna vb. ne zaman biterse… Ne var ki “Ulus devlet bitiyor” derken 1991’den bu yana (Sovyetler yıkılınca) ulus devletler çoğaldılar; tarihsel süreçler iç içe yaşanıyor… * Tarihi bir yana bırakalım, yaşadığımız hayat ne söylüyor?..


Ortadoğu’da kan gövdeyi götürüyor; Balkanlar barut fıçısı; İran-Irak Savaşı ortalığı mezbahaya çevirmişti; İsrail-Filistin haritası insan salhanesi; Anadolu’nun güneydoğusunda on binlerce yurttaşımız neden can verdi?.. ABD Afganistan’a el koydu; ikinci Körfez savaşına hazırlığını sürdürüyor… Peki, bu savaşlar niçin? * Türkiye Cumhuriyeti ulus devlettir; hem de taşında toprağında servet yatıyor… Kavga bu servetin üstüne!.. Yaşadığımız coğrafyada su kavgası, petrol savaşı da cabası!.. Cumhuriyet Türkiyesi PKK’nin defterini silaha karşı silahla dürdü; dış destekli bu kanlı deneme fiyaskoyla sonuçlandı; ancak Türkiye’deki özelleştirmeleri han-ı yağmaya çevirip tüm stratejik ve ekonomik dorukları yabancılaştıran bir süreç sonunda durum ne olur?.. Türkiye “Yağmur yağdı, böyle oldu” diyen bir zavallı satıcı… Ve yabancı tekeller alıcı kuş!.. “Ulus devlet bitti’’ diye içerde tamtam çalanlar da birer haymatlos… * Haymatlosun karşılığı nedir?.. Vatansız!.. Ulus devlet gelecekte bitebilir; ama, Türkiye’yi şimdiden bitirmek isteyene ne demeli?.. Gerçekten birey isen adam ol, kişiliğini koru!.. Çünkü bugünkü dünyada ‘ulus devlet’ dışında bireyin varlığı yok!.. Haymatloslar devleti daha kurulamadı. (19 Şubat 2002 tarihli yazısı) 101 - Gazete!..

3 Ekim 2009

Çocukluğumuzda bir laf vardı: “Bilmece, bulmaca.. Dil üstünde kaydırmaca!..” Gazeteler artık tepeden tırnağa bilmeceyle bulmacayla dolup taşıyorlar; milyonlarca işsizi sokaklarında ne yapacağını bilmeden dolaşan bir ülkede bulmaca cankurtaran… Al bir gazete.. Tepe tepe kullan!.. Bulmacayı çözmeye çalışırken boş saatler can sıkıntısının ne yelkovanına takılır ne de akrebine… Sayfa sayfa bilmece..


Sütun sütun bulmaca.. Bir elinde gazete.. Bir elinde kalem.. Ne Irak savaşı.. Ne seçim dalaşı.. Yaşam bir rüya.. Umurunda mı dünya.. * Bizim medya işini biliyor.. Mustafa Balbay’la konuşuyorduk, bilmece, bulmaca, derken konu güncel medyanın haberlerine dayandı… Balbay: - İlhan abi, dedi, bizim gazetelerde her sözüm ona haber, sanki bir bilmece!.. Yayımlanan konu niçin, neden, ne amaçla tezgâhlanmış, arkasında ne tuzak var, bileceksin!.. Bizim medyada bir devrime gerek var!.. Çöken bir ekonominin girdisini çıktısını batan geminin malları gibi paylaşmaya çıkanların şamatasında bütün gerçekler buharlaşıyor… * Peki, ne yapmalı?.. Biri dedi ki: - Bu memleket bir yolla düzelir, sahil-i selamete çıkarız.. - Nedir o yol?.. - Savaş!.. - Yapma!.. - Milyonlarca işsiz genç sokaklarda dolaşıyor, batık bankalar devletin sırtında, IMF ekonominin tepesinde, siyasal partiler zıvanadan çıkmışlar, Meclis kapalı, hükümetin önünde birkaç hafta kalmış, ekonomi ha baba de baba yürümüyor, bu durumda bir ülkeyi kurtaracak tek çare savaştır!.. - Çıldırdın mı? - Milyonlarca genci askere aldın mı ortalık durulur, herkes futbola değil savaşa konuşlanır, sen bu savaş neden çıkıyor biliyor musun?.. - Hayır!..


- ABD bir taşla kaç kuş vuruyor?.. Hem büyük şirketlerinin bozuk durumlarını düzeltecek, hem ekonomisinin başı göğe erecek, hem Irak petrollerine konacak, hem… * İnsan kanı, canı, yaşamı ne ki?.. Üç kuruş otuz para… Eskiden naylon maylon, plastik torba morba yoktu; kasap dükkânlarında müşteriye verilen et gazete kâğıdına sarılırdı. Bugünkü basının haline bakıyorum, Türkiye savaşa girdi girecek, ne bir ses, ne bir nefes, ne doğru dürüst bir protesto!.. Gazetelerimiz gençlerimizin eti için kasap dükkânlarında kullanılacak kâğıtlar gibi… (15 Ekim 2002 tarihli yazısı) 102 - Bilimsel Kurgu Roman Gibi…

2 Ekim 2009

Paul Valéry , Fransız şair, yazar, düşünür, bir ara matematiğe merak sarmış, bu yöntemle bir de roman yazmayı düşünmüş; vaktiyle bir uzun yazı okumuştum bu konuda, Profesör Cahit Arf’a da sözünü açmıştım… Matematik dünyasında ünlü Sevgili Arf gözlerindeki mizah parıltısıyla: - İlhan, dedi, bu kadar basit matematikle roman bile yazılmaz!.. Bir kahkahadır koptu. * ‘Uzmanlık’ çağımız dünyasında her zaman öne çıkıyor; bir alanda bilimsellik, derinlik, yetkinlik kolay değil; konuları gerçekliği koruyarak saydamlaştırmak ise olağanüstü yetenek istiyor… Aptallık ise bir ayrı konu!.. Geri zekâlı olmayan bir insanın bugünkü dünya düzenine katlanması olanaksızdır; “Küreselleşme” adı altında insanlığa sunulan düzen, bir ‘yaşanan olgu’ olsa da, hışım gibi üstümüze gelse de, alkışlayacak değiliz… Küreselleşme’nin patronu Amerika’nın da her yaptığı hesaplı kitaplı mı?.. Yoksa ABD zıvanadan çıkmış mı?.. * Hiroşima Japonya’da bir kent, 1594’te kurulmuş, İkinci Dünya Savaşı’nda nüfusu 400.000’di, 6 Ağustos 1945 günü saat 8.15’te bir Amerikan uçankalesinin attığı atom bombasıyla haritadan silindi; çoluk çocuk, genç yaşlı, erkek kadınla birlikte yok oldu… ABD bunu yapmakta zorunlu muydu?.. Hayır!..


Savaşın yazgısı zaten noktalanmıştı; ama, Amerikan ruhuna sinmiş hınç, bilimin son buluşunu kullanarak insanlığın alnına kara bir leke gibi yapışacak bu cinayeti güdülemişti… Aradan kaç yıl geçti?.. Takvimde yarım yüzyıl yedi sene aşılmışken, bugün Amerika’nın yaptığı nedir?.. ABD yeni bir bomba peşinde… Öyle bir bomba ki karanlık mağaralara saklanmış olan düşmanı yok edecek… Tımarhanelik mi olacak bu Amerika?.. * Bilimin, uzmanlığın, gücün, üretimin, ekonominin, lüksün, sanatın, bilgisayarın, gösteri üretiminin, parasal egemenliğin, sermaye tekelleşmesinin doruk noktasına tırmanan Amerika insanlık için bir tehlikeye mi dönüşecek?.. Yıldızlara yönelirken Asya’nın karanlık mağaralarında düşman avına çıkmak için yeni tür nükleer bombalar üretmeye kalkışmanın anlamı nedir?.. En üst düzeyde matematikle yazılacak bilimsel kurgu roman bu sorulara yanıt verebilir mi?.. Yoksa insanlık dinsel öngörülerde adı geçen ‘kıyamet’e doğru mu gidiyor?.. * ABD savunma harcamalarını gelecek yıl yüzde 30 arttırmaya yöneldi; Amerikan savaş bütçesi tüm Avrupa’yı sağdan sıfırlıyor; çelik endüstrisini desteklemek için devlet müdahalesini öngörüp gümrükleri yüzde 30 yükseltiyor; düşmanını Asya’nın ilkel mağaralarında yok etmek için yeni nükleer silahlara yöneliyor… Ne biçim ‘Yeni Dünya Düzeni’ bu?.. (12 Mart 2002 tarihli yazısı) 103 - Döner Kebap Dönmez Olsun!..

1 Ekim 2009

Kemal Derviş ODTÜ’de (Orta Doğu Teknik Üniversitesi) konuşuyor, gençler sol sloganlar atıyorlar, “Ben TKP’liyim” (Türkiye Komünist Partisi) diyen genç sert bir dille Bakan’ı sorguluyor: “- Ekonomik krizden devleti nasıl çıkaracaksınız?.. ABD ile emekçi çocuklarını Irak’a, Afganistan’a göndermek üzere yaptığınız kan pazarlığıyla mı?.. Türk tarımını AB’ye peşkeş çekerek mi?.. Emekçilere açlık ve işsizlikten başka şey vaat etmeyen özelleştirmeyle mi?..” Derviş sabırlı ve hoşgörülü: “- Ben herkesin görüşüne saygılıyım. Hayatım boyunca da sosyal adaleti önemsedim. Siz de deneyimleri ciddi şekilde inceleyin. Hangi ülkede emekçinin daha müreffeh yaşadığını araştırın!..’’ (Sabah 28.2.2002). Lafı mı olur!..


Dünya emekçileri arasında en “müreffeh” yaşayanlar elbette Amerika’da ya da Avrupa’dadır; araştırmaya, incelemeye gerek var mı?.. Kafayı mı yedin sen kardeşim?.. Bugün dünya nüfusunun yüzde 5’inin yaşadığı Amerika, yerkürenin tozunu atıyor; yediği, içtiği, tükettiği, savunmaya harcadığı kaynaklar yüzde 30’ları aşıyor, gezegenimizin canına okuyor… Sorun da bu ya!.. * Peki, ODTÜ’deki bu çocuklar nereden çıktılar?.. Büyüyünce ne olacaklar?.. Dönecekler mi?.. Dönmek nedir?.. Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçişe ‘ihtida’ etmek denir, Müslümanlıktan Hıristiyanlığa geçiş ‘tenassur’ sözcüğüyle vurgulanır, Tanrı’yı yadsıyan da ‘mülhid’dir; ya komünist veya sosyalist dönerse ne diyeceğiz? İsim babası kim bilmiyorum, bizim 68’li döneklere bir ad kondu: Liboş dönek!.. İnsan din değiştirebilir; fikir, sevgili, elbise, araba veya ideoloji de değiştirebilir, ama, bizim liboş döneklerin konuşlanmaları bir başka bunalımı içeriyor… Dönmeyen kişi “liboş dönek” için bir karabasan, eski deyişle kâbus, sanki bir düşman, yok edilmesi gereken bir varlık!.. Dönekliğin patolojisinde ruhbilim bu marazın açıklamasını yapabilir… Liboş dönek, dönmeyene kafayı takar… Sürekli saldırır… Hem bu saldırılarla efendisine yaranacağını düşünür, hem de benliğine çöreklenmiş aşağılık duygularını yelpazelemeye çalışır… 68’den 2002’ye acıklı bir güldürü bu… * ODTÜ’de Kemal Derviş’e karşı çıkıp tepki gösteren öğrenciler ilerde ne olacaklar?.. Küreselleşmenin maskesi çabuk düştü, yaşadığımız dünyada insanlığa kan kusturan adaletsizlik ve eşitsizlik öylesine çarpıcı ki çağımıza hiç yakışmıyor!.. Ancak insanlığın önünde bu adaletsizlik ve eşitsizlikten kurtulmak için uzun ve ince bir yol uzanıyor… Peki, ODTÜ’lü gençlerin bu çetin yolda yürüyebilecek yürekleri ve istençleri var mı?.. Yoksa ilerde onlar da birer dönek mi olacaklar?..


Tarih Baba dedi ki: - İlhan!.. Bu yolda yürürken dönekleri de hoş görmek gerekmez mi?.. Ben yine de Kemal Derviş’i protesto eden öğrencilere bugünden sorayım: Yarın dönecek misiniz?.. (8 Mart 2002 tarihli yazısı) 104 - Yaşanan Olayın Anlamı Ne?..

30 Eylül 2009

Son günlerde medyada yayımlanan bana ilişkin köşe yazılarını ve haberleri bizim gazetede biriktiriyorlar; koskoca bir dosya oluştu. Ne yapmalı?.. Sıkıp suyunu mu içmeli?.. Yoksa tüm yazıları bir araya getirip bir kitap mı çıkarmalı?.. İlhan Selçuk hakkında yazanlar arasında saygın kalemler var, körkütük dinciler var, uçuk enteller var, satırlar boyunca hastalıklı ruhunu dile getirenler var… Nedir bu olayın anlamı?.. İlhan Selçuk önemli değil.. Olay önemli!.. * Cumhuriyet bir grubun gazetesi değil, çalışanların gazetesi… Tek bağımsız gazete!.. Patronsuz gazete!.. Bu durum ister istemez bir soru işareti oluşturuyor; ben Cumhuriyet’e karşı sistemli, planlı bir düşmanlığın bu olayı yarattığını düşünmek istemiyorum; dostlarımız var… Öyleyse köşelerden bana ve Cumhuriyet’e yönelik saldırıların altında yatan ne? Bir korkudan söz açabilir miyiz? 1) Ya sol birleşirse?.. 2) Ya solun birleşmesini sağın ulusal kesimiyle dayanışma izlerse?.. Telaş bundan mı kaynaklanıyor?.. Türkiye’de bugün geçerli “teslimiyet siyaseti”ne karşı bilinçli bir başkaldırının toplumda tohumlanması düşüncesi bile kimileri için bir ‘kâbus’ mu oluşturuyor?.. * Bu ortamda bizim döneklerimiz de köşelerinde fırsatı değerlendirmeye çalışıyorlar; çalakalem yazıyorlar, saldırıyorlar, içlerindeki hıncı ne kadar yelpazeleseler nafile!..


Çünkü döneğin benliğine onulmaz bir aşağılık duygusu yuvalanır; dönmeyene kini, kişiliğinin güdülenmesinde ağır basar… Dönekler “Tarihin sonu geldi” diye çok seviniyorlardı, ama iş tersine döndü… Dönmeyen, döneğin karabasanıdır… Yakın bir geçmişte beni de sollayıp çevremde “İlhan Abi” diye dönenenlere ne yazık ki artık bir yardımım dokunamaz… Çünkü dönmeye niyetim yok!.. * Cumhuriyet gazetesinin kuruluşundan mayalanan yöntemi, iç siyasete ve dünya politikasına ‘ulusal çıkarlar’ açısından bakmaktır… Atatürk’ün ‘Çağdaş Uygarlık’ mantığını benimsiyoruz.. ‘Tanzimat Batıcılığı’nı değil.. Kimileriyle farkımız bu!.. Avrupa Birliği’ne karşı olmak yok!.. Böyle bir rota sapması bize göre değil… Girelim Avrupa Birliği’ne; ama, kendimizi bilerek girelim, adam gibi girelim!.. En azından Fransa, İtalya, İspanya gibi çıkarlarımızı kollayarak Avrupa Birliği’ne girmek başka, şamar oğlanına döndürülüp sonu bilinmez bir siyaset anaforunda irademizin dışına yuvarlanmak başka… “Ulus devlet bitti” diye ulusal çıkarların aleyhine dönmek aptallığı ve hainliği de ancak döneklere yakışır; bunlar vaktiyle “Kapitalizm bitti” diye komünist enternasyonalizmi de hemen ilan edivermiş uçuklardır… * Türkiye’de çok ciddi bir medya sorunu var; benim adımla vurgulanan son olay da bunun bir dışavurumu olarak gündeme girdi. (1 Mart 2002 tarihli yazısı) 105 - Edep!..

27 Eylül 2009

Yıl 2003.. Ocak’ın 16’sı.. Gazetelerde fotoğraflar, haberler, televizyonlarda filmler, çekimler.. Bu kaçıncı?.. Yine bir tarikat basılmış.. Kadınlar yakalanmış.. Kadınlar.. Bizim kadınlarımız..


Tesettürlü.. Örtülü.. Yüzlerini, saçlarını, burunlarını, ağızlarını, boyunlarını kapamışlar.. Hepsi Şeyh’in malı.. Şeyh, kimini imam nikâhıyla nikâhlamış.. Kimini nikâhlamamış.. Okumuş, üflemiş.. Kadınlar.. Bizim kadınlarımız.. Üniversite kapılarını şeriat siyaseti üzre talimatla zorlayan kızlarımızın kardeşleri.. Gönüllü cariye adayları.. Erkeklerin köleleri.. Şeyh’in haremleri.. Şeyh’in adı Yaşar Yılmaz.. Tarikatın adı: “Edep Grubu” Oysa Şirazlı Sadi’ye sormuşlar: “- Edebi kimden öğrendin?..” Demiş ki: “- Edepsizlerden!..” * Cumhuriyet Devrimi 1925’te çıkarılan bir yasayla tekke, zaviye, dergâhları kapatmıştı. Kemal Atatürk ne demişti: “- Baylar ve ey Ulus!.. Biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar ülkesi olamaz!.. En doğru ve gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır. Tarikat başkanları, bu dediğim gerçeği bütün açıklığıyla anlayacak ve kendiliklerinden hemen tekkelerini kapatacak; müritlerinin artık ‘rüşte’ kavuştuklarını elbette kabul edeceklerdir. Biz uygarlıktan, bilim ve fenden güç alıyoruz ve ona göre yürüyoruz.


Başka bir şey tanımıyoruz. Tekkelerin amacı, halkın ussal dengesini yitirtmek ve onları aptal yapmaktır. Oysa halk, ussal dengesini yitirmemeye ve aptal olmamaya karar vermiştir.’’ (Atatürk’ün “Söylev ve Demeçleri”nden) * 1925’ten bu yana 78 yıl geçti… 1950’den bu yana, çok partili rejim, Türkiye’de demokrasiyi yaratacağına karşıdevrime dönüştü… Bu gidişatın üstesinden “muhakkak’’ gelmeliyiz. (19 Ocak 2003 tarihli yazısı) 106 - Dünya Dönüyor!..

25 Eylül 2009

Osmanlı’daki atalarımız Müslümandılar ve namaz kılarlardı… Onlardan bize bir özdeyiş kaldı… Ne demişlerdi: “- İbadet de mahfidir, kabahat de…’’ ‘Mahfi’ ne demek?.. Gizli!.. Peki, Tayyip ve şürekâsı AKP’li politikacılar, bir yandan siyaset yaparken neden öte yandan gösteriş olsun diye toplu namaz kılıyorlar?.. * Yazının tam burasında telefon çaldı… Reşit Aşçıoğlu.. Sandım ki her zamanki gibi Galileo Galilei’den söz açacak; ama bu kez başka bir şey söyledi… Ne söylediğini yazının sonunda açıklayacağım; önce Galileo’ya gelelim… Aşçıoğlu, Galileo’nun 476 sayfalık yapıtını Türkçeye çevirdi. Çeviri sürecinde sürekli konuştuk, tartıştık, muhabbet ettik… Pek mi önemli?.. Evet!.. Çünkü Galileo’nun yapıtı 370 yıldan beri ilk kez Türkçeye çevrildi. *


Yapıt ‘Çizme’de Latinceden İtalyancaya dönüşümün başlangıcında yazılmış; öyle bir zaman ki dilin incelikleri ve kuralları daha pekişmemiş; ilk İtalyanca kitap Machiavelli’nin, ikincisi Galileo’nun… Kitabın adı şöyle: “Dünyanın İki Ana Sistemi, Dönen ve Duran Sistemler Hakkında Diyalog’’ Reşit, çeviri sürecinde hem bir uzmanla iletişim içindeydi, hem de bir İtalyanla al takke ver külâh çeviriyi tartışıyorlardı. İtalyan kızıyordu: - Reşit, benim anlayamadığım metni sen nasıl anlarsın?.. Yanıt belliydi, Reşit hem İtalyanca, hem Latince biliyordu; ama, İtalyan Latinceyi bilmiyordu. Onların kaç yüzyıl önce yaşadıkları bu sorun, Osmanlıcadan Türkçeye geçerken bizim başımıza gelecekti. Galileo ne diyordu?.. Duran dünyanın bilimi başkaydı, dönen dünyanın bilimi başka!.. Evren insan aklınca yeniden keşfediliyordu; bu arada İngiltere’de çok saygın ünlü Thomas Hobbes, Galilei’yi görmek için İtalya’ya geliyordu. Hobbes ne demişti: “- İnsan insanın kurdudur.’’ (Homo homini lupus) Sözün doğruluğu, kilisenin papazları Galileo’yu yemeğe kalkışınca kanıtlandı. * Telefonda Reşit’in sesini duyunca yine Galileo’dan söz açacak sandım… Ama ilk kez başka bir şey söyledi: - Çok üzüldüm, dedi, sahte fatura düzenlemekten yargılanan Maliye Bakanı Kemal Unakıtan Meclis’te AKP tarafından affedilmiş; sanırım dünyanın hiçbir parlamentosunda böyle bir şey olamaz. Güldüm… Toplu namazlarıyla ünlenen AKP’lilerin cüretlerini düşündüm; bunlarda ne ibadet mahfi, ne de kabahat; ikisi de açık!.. Kendilerini dönen değil, duran dünyada sanıyorlar. (18 Ocak 2003 tarihli yazısı) 107 - Uygarlar ile Barbarların Kısa Tarihi…

24 Eylül 2009


Geçenlerde bir emekli elçimiz Cumhuriyet’e geldi; hoşbeş, söyleşi, ülke sorunları derken iş Kıbrıs’a dayanınca dedi ki: - Korkarım, Ada’da yine kan dökülecek bir ortam oluşmasın!.. Düşündüm: Ada’da ilerde neler olur bilemem; ama, Kıbrıs yüzünden bizim medyada neredeyse kan dökülecek!.. Kavga müthiş!.. İki cepheye ayrılmışız; veryansın ediyoruz birbirimize… Kıbrıs davası mı?.. Boşversene sen!.. Avrupa kapılarını açtı mı, hiç kimseyi tutamazsın, öteden beri barbarlar, ne pahasına olursa olsun, kapağı uygarlar coğrafyasına atmak için ölümü bile göze almaktan çekinmezler… Türkiye’nin yüzde kaçı AB’ye girmek için can atıyor… Ben diyeyim yüzde 70, siz deyin yüzde 90, belki de yüzde 100!.. Kırk yıllık şeriatçı bile kuyruğa girmiş, beklemiyor mu?.. Avrupa mı?.. Ohooo… Onlar uygar.. Biz barbar!.. * Öteden beri yerküre bu iki sözcük üzerine kurulu düzenlerde yaşadı. Eski Yunanlılar kendilerinden olmayanları aşağılamak için dudak bükerlerdi: - Barbar!.. Roma İmparatorluğu, sınırları dışında kalan tüm toplumlara “barbar” adını taktı. Ancak yerkürede yaşayan bu iki dünya ilişki kurmadan da hayat süremezdi. Uygar, sırasında barbarı köle diye kullandı, sırasında asker… İnanılır gibi değil, ama, bir ara Hıristiyanlık barbarlara da kucağını açmaya çalıştı… İslam çıkınca, bu kez barbar “Hıristiyan Avrupa”nın dışındakiler oldu. * Peki, günümüzde ne var ne yok?.. Uygar kim?.. Barbar kim?.. Sorulur mu canım, “Avrupa Birliği” uygarlık üzerine kuruluyor… Gezegenimizde her şey orda, bir küçük kıtada, avuç içi kadar bir yerde, bir vakitlerin Grek’i, Roma’sı, kendi dışındaki dünyanın yargıcı olmuş, ahkâm kesiyor!.. Avrupa


kapılarını bir açsa, bütün dünya insanları doğdukları toprakları bırakıp uygar -ve de zengin- dünyaya sığışmak için birbirlerini yiyecekler… Ama yağma yok!.. Uygarlar yerkürede avuç içi kadar yere sığışıp, barbarları sömürecek ki uygarlık olsun… Uygar sömürmese, bu kadar zenginleşemezdi; barbarlık uygarlığın sömürgelerini oluşturuyor; barbarlar hem birbirlerini yiyorlar, hem de uygarların çiftliği olmayı yeğliyorlar… Barbar bir ara komünizmle kurtulmak istedi; ama, olmadı, tutmadı, güç yetmedi… * ABD ile AB, barbarların tepesinde ve ensesinde daha çok boza pişirecek!.. Kıbrıs’taki Türkler elbette AB’ye girmek isterler, hem de çuvallamasına… Sanki biz istemiyor muyuz?.. İnsanın insan olması için daha çok uzun yol var; barbarlar akıllanıp uygarları adam edinceye kadar bu yolda yürünecek… (22 Ocak 2003 tarihli yazısı) 108 - Müslümanlık Ham Ervahlık Değildir…

20 Eylül 2009

Mehmet Barlas dünkü ‘Akşam’da Prof. Bernard Lewis’ten bir alıntı yapmıştı: “Amerika’da yerliler ve Avrupa’da Ortaçağ varken, Bağdat, müspet ilimler ve felsefe alanında ‘Aydınlanma Çağı’nı yaşıyordu… Ne oldu da, Batı Rönesans’a geçerken Bağdat’ta ‘Bab-ı İçtihat’ kapatılıp karanlık çağa geçildi? Tarih Batı’da neden ileri ve Ortadoğu’da geriye doğru çalıştı?” * Camilerimize bir bakın!.. Bir yenilere bakın.. Bir de eskilere.. Minareleri bir kıyaslayın, eski müminler geçmiş dönemlerin ilkel yapım koşullarında öyle minareler yapmışlar ki rüzgârda söğüt ağacı gibi nazlı nazlı salınıyor, ‘alem’ lerinin izdüşümü bulutlara vuruyor, şerefeleri dua için göğe açılmış avuçlar gibi duruyor… Üç şerefeli kimi minarede üç müezzin ezan okumak için üç ayrı merdivenden tırmanabiliyor, yüzlerce yıl inile çıkıla aşınmış basamakları rüzgâr gülünün ortasında birleşen yapraklar gibi dönerek yükseliyor. İnceliğin, mimarlık sanatının, estetiğin örnekleri eski minareler.. Ve camiler.. Ya yenileri?..


* Yenilere çıkarcı politikacı gözüyle baktın mı cami kışla binası, minareler süngü, kubbeler miğfer gibi görünür; bu tür ham ervahlık, ancak iktidar piyasasında siyasetin pazarlanmasına yarar. Ancak yapı dünyasında ve mimarlık sanatında bu kadar ilerleyen bir çağdaş dünyada yeni camilerin zevksiz, orantısız, estetikten yoksun görüntüleri nasıl açıklanabilir?.. Müslümanlık ticaret aracı mı?.. Camilerin altına dükkânlar dizerek, İslamcı şirketler kurarak, yeşil sermaye numarasına girerek, Müslümanlığı koltuk sevdasına alet ederek dincilik yapmanın kutsal inançla ne ilişkisi var?.. Peki, Müslüman nasıl Müslüman olacak?.. Ömer Hayyam’ın rubaisindeki gibi olacak: “İnciyi isteyen dalgıç olacak; Varı yoğu dosta verip salacak. Canı avucunda, soluğu göğsünde; Ayağı baş olacak, başı ayak.” * Bayram günleri televizyonlarda sergilenen görüntüler irkilticiydi… Develerin, öküzlerin, sığırların ve sözüm ona insanların kameralara takılan acıklı fotoğraflarındaki işkembelerle bağırsakların yanı sıra politikacılarımızın suretlerini de yansıtan ham ervahlığın sinemasında Müslümanlığın soylu inceliğini ara ki bulasın!.. Eski zaman bilgesi bugünkü ham ervahları görse, Hayyam’a nazire, şu dörtlüğü yazmaz mıydı: Girme şu alçalışın hizmetine Konma sinek gibi pislik üstüne İslamı kullanma bir koltuk için Yazık kutsal dinin inceliğine * İslamı yüceltmek istiyorsak, bayram namazını siyaset reytingi yolunda pazarlayan politikacı ham ervahına ‘yuh’ demesini bilmeliyiz. (13 Şubat 2003 tarihli yazısı) 109 - Uzayın Fethinde Yedi Şehit Daha…

19 Eylül 2009


Turhan’ın dün birinci sayfadan yayımlanan karikatürü, mavi uzayda yıldızlarla özdeşleşmiş astronotların grafik sanatta evrenle bütünleşmesiydi. Karikatürün altyazısı: “Yedi Uzay Yıldızı” Turhan altyazıyı özellikle “yedi uzay şehidi” diye yazmak istiyordu… Uyardım… Bilindiği gibi “şehit” ancak Müslümandan çıkar, Turhan’ın esprisini şeriatçılar anlamazlar; yobazlık ağır basar, nükte güme giderdi. Turhan: - Bu astronotlar , dedi, bizim kafası ütülenmiş İslamcıdan daha Müslüman sayılır… Bir inanılmaz dönem yaşıyoruz; yaklaşık 70 milyonluk ülkede halk yüzde 99 Müslüman iken birileri çıkıp İslamı tekeline almak istiyor; sonra da bu dinci azınlığın iktidarı, Amerika’nın emrinde Müslümanlara saldırmakta başı çekmekten gayrı bir iş yapamıyor. * Amerika’nın bir yandan uzay fethine çıkıp öte yandan Irak’a saldırması neyi simgeliyor?.. Yeni bir şey değil… Batı uygarlığındaki bu ikilem tüm tarihte yazılıdır; bir yandan Avrupa’da bilime açılırken öte yandan sömürgecilik yapan Batı değil miydi!.. Amerika’yı, Avustralya’yı, kutupları keşfeden Batılı bu yolda diyalektiğin kanlı tarihini yazdı. Üniversite dediğimiz bilimsel kurum, kilisede tohumlanarak istavrozun insan aklı üzerine çaktığı çarmıhı parçalamıştır. Ne yazık ki medresede camiye meydan okuyan bilimsel bilinç yeşeremedi. 21’inci yüzyıla ayak bastık ama, Müslüman çoğunluğu, bilimin öğrettiğini değil, kutsal kitabın aşıladığı inancı devlet ve toplum düzeni yapmakta direniyor; bu gericiliğin karanlığında Batı’ya karşı ne yapacağını bilemiyor. Amerika uzayın fethine Hıristiyanın yanı sıra bir Museviyi de katmıştı… Astronotların hepsi şehit oldular. * Karl Marx hayatın eytişimi üzerine oluşan çelişki yasalarını iyi yakalamış, “sömürüsüz bir uygarlık” üzerine tohumlanan öğretisini 19’uncu yüzyılda yayımlamıştı; bu rüzgârla Avrupa hop oturup hop kalkmış, 20’nci yüzyılda Sovyetler kurulmuştu. Emek üzerine kurulmak istenen devlet başarıya ulaşacak mıydı?.. Uzaya ilk insanı komünistler yolladılar; adı Yuriy Gagarin’di…


Alın terine bel bağlayıp sömürüye karşı çıkanlar, bayram ediyorlardı… Ne yazık ki bu düşlem uzun sürmedi; Amerika karşısında Sovyetler yenildiler; şimdi Amerikan kapitalizmi tekelciliğin doruğunda Küreselleşme’yle dünyaya egemen olmaya çalışıyor; bu nedenle gözü dönmüş, ‘savaş’ diyor… Hem de Müslümanla savaş!.. Peki, Gül ile Tayyip İslamcı değiller mi?.. Müslümanlığın politikasıyla yoksul halkı kandırıp iktidar koltuğuna oturmadılar mı?.. Niçin Müslüman Irak’a saldırıda Amerikan maşalığını üstleniyorlar?.. * Uygarlığın bugünkü ikilemi, toplum düzenindeki çelişkiden kaynaklanıyor. ABD bir yandan Irak’a asker yollayacak, öte yandan uzaya astronot gönderecek… Yalnız bilime dönük ve barışa koşullu toplum düzeni için sosyalizme erişmek gerek… (4 Şubat 2003 tarihli yazısı) 110 - Bak Sen Şu Sözümona Müslümanlara…

18 Eylül 2009

Çok önceleri bu köşede bir kez daha yazmıştım; kitaplığımın bir gözünde çeşitli boylarda dört Kuranıkerim durur; babamdan kalmış anılardır bunlar… Zaman dördünün de rengini dönüştürmüş, yapraklarını sarartmıştır. Nefti bez ciltli bir tanesinin iç kapağına babam eski yazıyla şöyle yazmış: “Birinci Cihan Harbi’nde Cebellübnan ve havalisi 43’üncü Fırka Erkân-ı Harbiye Reisi (Kurmay Başkanı) Kıdemli Erkân-ı Harp Yüzbaşısı olup 1333 (1917) senesi Arabistan ricatında Baalbek şimalinde (kuzeyinde) bir gece yürüyüşü çekilişi sırasında benimle helâllaştıktan sonra şakağına dayadığı tabancasıyla intihar eden merhum Bahaettin Efendi’ye ait olup tarafımdan muhafaza edilmiştir.” İmza: Kasım Selçuk. Ricatın kahrına mı dayanamamıştı Erkân-ı Harp Yüzbaşısı Bahaettin Efendi?.. Babam Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Kuvayı Milliye’ye katılmış, Kurtuluş Savaşı’nda çarpışmıştı; kendi kuşağından tüm subaylar gibi Arapları pek sevmezdi; nedeni sorulunca, yanıtı hazırdı: “- Bizi arkadan vurdular!..” * 21’inci yüzyılın üçüncü yılına girdik; Müslümanda değişmiş bir şey yok… Frengin paryası durumundadır bizim sözümona Müslüman kardeşimiz… Türkiye’nin Aydınlanma Devrimi’yle gözü açılıyordu; İslamcı, kapamaya çalışıyor… Kanıt meydanda:


AKP, hükümetini kurar kurmaz, iki kuruma karşıtlığının altını acele çizdi: Biri üniversite.. Öteki ordu!.. Üniversite “nakli bilgi”yi değil, “akli bilimi” yeğledikçe “dinci” ye ters düşer… Ordu “Aydınlanmacı” dır.. “Atatürkçü” dür. Bizim asker de -Müslümana değil- dinciye, daha başka deyişle İslamcıya ters düşer… İslamcının amacı Müslümanlık değildir!.. “Dindarlık” başka.. ‘’Dinci” lik başka.. Dindarlık, Müslüman için, Müslümanlıktır!.. Dincilik İslamcılıktır.. Daha açık deyişle, politikacılıktır!.. Kutsal dinimizi iktidar koltuğu için kullanmanın öteki adı üçkâğıtçılıktır. * Zavallı Müslüman, dünyanın her yanında İslamcıların elinden daha çok çekecek… Müslüman, İslamcıdan çektiğini göğsü istavrozlu papazdan bile görmemiştir… 1917’de İngiliz’in hizmetinde Türk’ü arkadan vuran Arap kimdi, neydi? Müslüman mı?.. Peki, bugün Amerikalı ile İngiliz’in yanında Arap’ı vuranın adı ne olacak?.. El Tayyip mi?.. Türkiye “İslamcı”nın, yani “dinci” nin gerçek yüzünü önümüzdeki günlerde daha açık seçik görecek; bunlar Müslümanlığa gereken saygıyı göstermeyen iktidar düşkünü politikacılardır. Müslümanı Müslümana kırdıracak savaşa “hayır” diyecek yürekleri bile yok… (2 Ocak 2003 tarihli yazısı) 111 - Tetikçi ile Etikçi…

17 Eylül 2009

Medya piyasasında iki sözcük revaçta; bunlar kafiyeli, yani uyaklı: Tetikçi .. Ve etikçi .


Tetikçi, patron hesabına sağa sola saldıran köşe yazarı ya da muhabir anlamına geliyor; mafya kesimindeki gibi ‘baba’nın emrindeki vurucu… Tetikçiler artık şöhret oldular… Kimi çok satışlı gazetede tetikçiliği genel yayın müdürü de yapıyor… Ya etikçiler?.. Medyada ahlaki değerleri savunmaya çalışanlar az da olsalar eksik değiller… Tetikçiler etikçilere çok kızıyorlar; veryansın ediyorlar bu safoşlara… * Küreselleşmenin medyaya yansıyan dalgalarında tekelleşme hızlı… Avrupalı da bundan yakınıyor: “İnternet salgını ve sayısal devrim, medyalar kesiminde görülmemiş bir sarsıntı yarattı. Elektrik, bilişim, silah, inşaat, telefon ya da su sektörlerinde faaliyet gösteren büyük sanayi devleri, iktidar hırsının ve kolay kazancın çekimine kapılarak habercilik sektörüne hücum ettiler. Kısa sürede devasa imparatorluklar kurdular. Kaliteli habercilik başta olmak üzere birtakım temel değerleri de bu arada çiğneyip geçtiler.”(Le Monde Diplomatique- Ignacio Ramonet ) Anlaşılıyor ki dert yalnız Türkiye’nin başında değil; Batı’daki gelişme de kaygı vericidir; düşünebiliyor musunuz, koca bir silah tekeli Batı’nın “uygar” bir ülkesinde medyayı ele geçirmiş; savaş propagandasını ustalıkla yaygınlaştırıyor… Olur mu olmaz mı?.. Fransa’da bu tehlikenin varlığı öne sürülüyor. * Peki, bizdeki durum ne?.. Tekelleşme ‘had safha’da!.. Pislik gırtlağa dek… Rezillik doğallaştı… Medyamızın paçalarından lağım suyu akıyor, şantajcılık çoğu gazetecinin mesleği oldu… Etikçi ve tetikçi kavgası da bu yüzden gazete sayfalarına yansıdı… Bizdeki tekelleşme bir yandan namuslu bürok-ratlara şantaj, öte yandan rakip işadamlarını tehdit, beri yandan siyasal iktidar kesiminden politikacılarla pazarlık piyasasında doruğa tırmanınca, gazetecinin kendi gitti, adı kaldı Babıâli’de yadigâr… Bugün aynı gruptan ve aynı patrona bağlı iki gazetenin iki gazetecisi kıran kırana kavga etse ne yazar?.. Kayıkçı kavgası denir buna… *


Ancak medyada veya basında kavga yalnız köşe yazarları arasında değil ki… Patronlar arasında!.. Sürmanşetlerde… Manşetlerde… Neden?.. Okurun ‘neden’ i anlaması için devlet ile patron ve patron ile patron arasındaki ilişkilere girecek kadar bu işlere yumulması gerek… Bu da güç iş!.. Manşetlere tırmandırılan kavganın arkasında neler olduğunu kavramak kolay değil; ancak okurun bir gerçeği algılamasında yarar çok… Bir medyada fikir özgürlüğünü tehdit eden iki tehlike vardır: Bir: Devlet!.. İki: Tekel!.. Tekel kimi zaman devletten beter olur.. Eğer bir gazeteci (ya da gazete) etikçi ise tekele karşı çıkar… Tetikçi ise tekelden yana çıkar. (04 Ocak 2003 tarihli yazısı) 112 - İnsan Sıcağı ………………

16 Eylül 2009

Yazının başlığındaki deyişi ilk kez Erdal Atabek’in bir yazısında okumuştum.. Unutamadım.. Aklımda kaldığınca, becerebildiğimce “insan sıcağı”nı özetlemeye çalışayım… Yer bir siyasal hapishanenin koğuşu… Bir gün görevliler gelirler, tutuklulardan bir genci alıp götürürler… Aradan iki gün geçtikten sonra getirip koğuşun ortalık yerine atarlar… Belli ki çocuk işkenceden geçirilmiştir… Kanı revan içindedir… Yatağına uzatılır, ama, zavallı tir tir titriyor, inliyor… Üşüyor mu?.. Peki, nedir bu sürekli ispazmoz?.. Belki de yaşadıklarından utanıyor, kendisiyle yüzleşmek istemiyor, bedeni arada bir kasılıyor, sorulara yanıt vermiyor, kimseyle ilişki kuramıyor, arada bir ağlıyor mu?..


Yatakta iki büklüm… Koğuştakiler ne yapacaklarını bilemiyorlar, sessizlikle bakışıyorlar… O sırada içlerinden birisi yavaşça çocuğa sokuluyor, hiçbir şey söylemeden, koğuş arkadaşına sevecenlikle sarılıyor… Biraz sonra çocuktaki titreme yavaşlıyor, ispazmoz duruluyor, genç sakinleşiyor, kasılmalar geçiyor, uykuya dalıyor… İzleyenlerden biri Erdal’a gülümseyip duyulur duyulmaz bir sesle diyor ki: - İnsan sıcağı!.. * Anımsayabildiğim kadar yazabildim, kim bilir belki Atabek’in güzelim yazısının canına okudum; ama bu “insan sıcağı” deyişinin güzelliğini azaltamaz, silemez; hepimizin insan sıcağına ihtiyacı var… İnsan sıcağı günlük yaşamda bile hiç beklenmedik yerde ortaya çıkıverir… Havadaki titreşimlerle kişiden kişiye geçer… Yolda karşılaşan iki kişiden biri, ötekine beklenmedik biçimde gülümseyiverir… Sevecenliğin ısısı duyumsanır… Bir gösteri yürüyüşünde el ele tutuşulur… Bir toplantıda yan yana oturulur… Yürürken el ele tutuşulur… * Geçen akşam AKM’nin büyük salonunda Ruhi Su adına türküler imecesi yapıldı… İğne atsan yere düşmezdi… Her yaştan, her baştan insanların sıcaklığı soluduğumuz havayı ısıtmıştı… Toplantıda bana da söz verildiğinde dedim ki: Türküler bestelenmez.. Türküler yakılır.. Sen yanmasan.. Ben yanmasam.. Biz yanmasak.. Nasıl yakılır türküler?


Koca Ruhi Su yattığı yerden dirilip türküleriyle yüreklerimizi ısıtıp, bilincimizi ışıtıyordu; birdenbire 2003 yılında insanımızın insan sıcağına ne kadar gereksinmesi olduğunu düşündüm; belki en büyük eksiğimiz buydu… * Ülkemizde insan soğuğundan tir tir titriyoruz.. Yüreklerimiz soğumuş.. İnsanın insana sıcaklığını yok eden bir dünyada yaşamak, insanı insanlığından yoksun bırakır. (9 Ocak 2003 tarihli yazısı) 113 - Türkiye’yi Şairler Yarattı…

8 Eylül 2009

Milas Ören’indeyiz… Belediye Başkanı Kâzım Turan, Ataol Behramoğlu’nun dediği gibi bir “delilik” etmiş, “Melih Cevdet Anday Şiir Günleri” şenliğini düzenlemiş.. Oktay Akbal’a soruyorum: “- Namık Kemal ‘vatan şairi’, Tevfik Fikret ‘insanlık, özgürlük şairi’ !.. Melih Cevdet ne şairi?..” Akbal hiç duraksamadan diyor ki: “- Şiirin şairi!..” Anday’ın Oktay’ı kanıtlayacak dört dizesi: “Yaprağın altında yaprak Göründü görünecek ucu Uçan kuş gene uçuyordu Kendi gibi olmaya çalışarak” Ne var ki “şiirin şairi” yalnız şair değildi; düşünür, romancı, oyun yazarı, köşe yazarı; on parmağında on yetkinlik… Ören, 17 yıl her yaz birlikte olduğu Melih Cevdet’in heykelini Gökova Körfezi’ne karşı dikti… Melih Cevdet adına düzenlenen ‘Şiir Günleri’ nin ilk ödülünü de küçük İskender’e verdi… * Şiir, şair, şairler, şiir sevenler, aydınlar, edebiyatçılar, halk, Ören’de bir aradaydı… Ancak görünüşe aldanmayın!.. Türkiye’nin bir yüzü bu!..


Ya öteki yüzü?.. Türkiye’nin insanları gün geçtikçe birbirlerinden ayrılıyorlar; düşman kamplara yerleşiyorlar… Ören’deki şiir günleri ‘Aydınlık Türkiye’nin yüzüydü… Ya karanlık Türkiye’nin yüzü ne olacak?.. Karanlık yüz, Melih Cevdet’e katlanamıyor… * Ören’de Melih Cevdet adına düzenlenen “Şiir Günleri Şenliği”nde bana söz verilince şunları söyledim: “- Atatürk Namık Kemal’e ve Tevfik Fikret’e çok şey borçludur.. Namık Kemal vatan yokken vatan diyor.. Tevfik Fikret özgürlük yokken hürriyet diyor.. Başka ülkelerde bu yok.. Fransa, Almanya vb. gibi değiliz.. Biz özgünüz.. Türkiye’yi şairler yarattı.” Gerçekten Namık Kemal Osmanlı İmparatorluğu varken, vatan üzerine şiir yazıyordu.. Tevfik Fikret Osmanlı’da şeriat hukuku geçerliyken ‘mürit’ ten, ‘kul’ dan, “tebaa’dan değil, ‘insan’dan söz açıyordu.. * Türkiye’yi şairler yarattı… Edebiyatçılarımızın varoluşumuzdaki katkıları çok büyüktür… Mayamızda şiir var… Denebilir ki: - Şiir mi?.. Boşver!.. Bugünkü halimize bak!.. Oysa bizim mayamızda şiirin bulunuşu, kuruluşumuzun ve oluşmamızın ortak bilinç ve kültürümüzün şiirle yoğrulması, en büyük güvencemizdir… Ne diyor Kutsal Kitap: “Önce kelâm (söz) vardı” … Ne yazmış Melih Cevdet: “İşte o zaman akarsu


Geçtiği yerlerden bir daha geçti İsteyerek ikiledi kendini Gök bir daha, bulut bir daha” Cumhuriyeti kurarken geçtiğimiz yerlerden, şiirdeki akarsu gibi, bir daha geçmemiz gerek… (13 Ağustos 2006 tarihli yazısı) 114 - Irak’ta ‘Direnişçi’ Diye Biri…

6 Eylül 2009

Televizyonun düğmesine dokununca karşımıza Irak’taki kanlı çatışmalar çıkıyor… Hayret!.. Osmanlı İmparatorluğu’nun Arabistan coğrafyasındaki haritası üzerine kurulan devletler için bir İngiliz tarihçisi ne demişti: - Sınırları çöl kumları üzerine emperyalizmin bastonuyla çizilmiş ülkeler… Irak bunlardan biri… Peki, ne oluyor?.. Sınırlarını emperyalizmin çizdiği ülkede emperyalizme karşı milli direniş mi doğuyor?.. Çoğu Batılı yorumcu, dengeli bir dille, bu olasılıktan söz açmaya başladı. * Dostum Alev Coşkun Ödemişlidir. Alev’in “Kuvayı Milliye’nin Kuruluşu” adıyla yayımladığı kitabına yazdığım önsözde, Anadolu’nun işgalini anlatırken, şöyle demişim: “Ege’de kimi kasaba ya da kaza, kurşun atmadan teslim oluyor; çaresizlik burgu gibi yürekleri oyuyor. Ne yapmalı?.. İnsanların gönlünde hüzün yaprak yaprak dökülüyor. Yurtseverler toplanıyorlar. İçlerinde ‘Ya istiklal ya ölüm’ diyenler var; ama, boyun eğmekten başka seçenek bulunmadığını söyleyenler de var.” Coşkun’un ‘Cumhuriyet Yayınları’ndan çıkan kitabı, Ödemiş’in Kuvayı Milliye tarihine odaklanmasına karşın tüm Anadolu’yu saran direnişçi-işbirlikçi ikilemini kapsar; ulusallığın uyanışını dile getirir… Kitabın nabzı, düşman işgalinde umarsız Türk’ün ikilemini dile getiren Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şu dizelerinde vurmaktadır: ‘“Atım acından hasta, çalmışlar kılıcımı Üşürüm İçimde silah sesleri, Sabaha kadar, tövbe tövbe,


Gecelerle dövüşürüm.” Gecelerle dövüşenler, önce Kuvayı Milliye’de, sonra Kemalist orduda düşmanla dövüşmek üzere bilinçlenip örgütlendiler; bundan laik Türkiye Cumhuriyeti doğdu. Çünkü doğmak, bir fikrin ortaklaşa eyleme dönüşmesinin sonucunda olasıdır. * Başlangıçta kimileri halifeyi ya da padişah efendimizi kurtarmak için kıpırdamıştı, kimileri İslamın gereği ilk adımını atmıştı, kimileri “Türk’ün ‘istiklal’ bilincini” taşıyordu; sonuçta din duygularıyla vatanseverlik vicdanlarda yoğruluyordu; yeryüzündeki ilk ulusal kurtuluş savaşı böylece verildi. Fazıl Hüsnü diyor ki: “Vaktim bir ateşle kızıllaşır önce, Sonra tarihler döğer içimizdekileri” Şimdi Irak’ta neler oluyor?.. Çöl kumları üzerine emperyalizmin bastonuyla sınırları çizilen ülke, emperyalizmin bastonunu sırtında hissedince pısacak mı?.. * Amerika saldırınca Kuzey Irak’taki Kürtler (1919’daki Anadolu’nun Rumları ve Ermenileri gibi) işgalciyle işbirliği yapmışlardı; güneydeki Şiiler dincilik ayağına Bağdat merkezli Sünnilere posta koymuşlardı… Irak’tan hayır yoktu… Peki, Irak neden durulmuyor?.. Tarih Baba’ya sormalı.. Her şeyi en iyi o bilir.. Irak’ta ‘direnişçi’ diye biri türedi, kimliği çok yakında ortaya çıkacaktır. (18 Ağustos 2004 tarihli yazısı) 115 - Savaş Cinayettir…

1 Eylül 2009

Evet, savaş cinayettir… Gazi Mustafa Kemal Atatürk bu gerçeği en çarpıcı biçimde dile getiren büyük bir savaş kahramanıdır… Kuzey Irak’ta süregelen ‘Güneş Operasyonu’ tartışılmaz hukuksal niteliği ve ‘asimetrik’ içeriğiyle bir savaş sayılamasa da şehitler nedeniyle içimizde tarifsiz bir hüzün oluşturuyor… * Ancak bu hüznü sarıp sarmalayan olağanüstü bir gerçeğin iki gerçeklikten oluşan hakikatini algılamak zorundayız.


Birinci gerçeklik ordu, asker, Türk Silahlı Kuvvetleri diye vurguladığımız kurumun şaşırtıcı yapısından kaynaklanıyor… Ordu gücü.. Yetkinliği… Kendine güveni.. Teknolojisi.. Kurumsal ideolojisi.. Ulusla moral alışverişi.. Halkın gözündeki ağırlığı.. Dünya ölçeğinde yeri.. Ve yüreklerdeki kahramanlık bilincinin savaş koşullarında doğallaşarak eyleme dönüşen davranış biçimi… Askerle birliğin, bireyle örgüt bütünleşmesinde dayanışması, kurumsallaşması ve vazgeçilmezliği… Kim ne derse desin, Türk ordusuna 21’inci yüzyılın başında devletin, ulusun, halkın, yurttaşın ve dünyanın gözünde özel bir değer kazandırmaktadır… * Peki, bu gerçeğin ikinci boyutundaki şaşırtıcı derinliğin içeriği nereden kaynaklanıyor?.. Çok uzağa gitmeye gerek yok, şehit cenazelerindeki manzaralara bakınız… Şehidin arkasında kim kalmış?.. Ana mı?.. Baba mı?.. Eş mi?.. Yavuklu mu?.. Çocuk mu?.. Hüzün, gözyaşı, hıçkırık ve acının yanı sıra her şeye göğüs gerebilecek kudrette bir istenci vurgulayan ortak kültürün tek tümcesi: - Vatan sağolsun!.. * Bir yandan şehit cenazeleri gözyaşları ve hıçkırıklarla kalkarken, öte yandan askere alınan gençlerin davullu zurnalı bayram şenliğiyle uğurlanışlarına ne dersiniz?..


Anadolu’da tükenmeyen ortak kültürün birbirini tamamlayan tarihsel ve toplumsal gerçekliği paha biçilmez bir değerimizi vurguluyor… * Evet, savaş cinayettir… Ama Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, Anadolu’da barış içinde yaşamak için vuruşmak zorunda kalırsa ya da bırakılırsa ne yapsın?.. O zaman teröre karşı savaşın bayrağı, barış perisinin ellerinde yükselen hukuksal meşruluğun beratına dönüşür… (27 Şubat 2008 tarihli yazısı) 116 - Eğlendirici Pazar Yazısı… mı?

30 Ağustos 2009

Öteden beri görenektir.. Pazar günü köşelerde daha çok eğlendirici, oyalayıcı, hafif yazılara yer verilir… Bu göreneğe uygun olsun diye bu hafta ülkemizde pek meşhur Amerikalı Samuel P. Huntington’un pek ünlü kitabından alıntılar yayımlıyorum… Kitabın adı neydi?.. “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması…” Bakalım Amerikan usulü Yeni Dünya Düzeni’nin kurulmasında Türkiye’ye düşen rol ne?.. * Huntington kitabında “İslami Yeniden Doğuş” başlığı altında Suudi Arabistanlı bir yetkilinin şu sözüne yer veriyor: “- İslam bizim için sadece bir din değildir, aynı zamanda bir yaşam biçimidir.” Ve anlatıyor Huntington: “- Müslümanlar dini okulların kurulmasına ve devlet okullarında da İslamcı etkinin genişlemesine özellikle dikkat göstermektedirler.” Huntington “Müslüman sivil toplum”unda ortaya çıkan hareketin “laik sivil toplum”u solladığını vurgulayarak “devletin bıraktığı boşluğu” doldurduğunu belirtiyor… Ve ekliyor: “- Türkiye laikliğe inanmış eski kuşak kadınlarla, İslam dinine yönelmiş kızları ve torunları arasında kesin bir ayrıma tanık olmaktadır.” “İslamcı gençlik ‘İslamcı yeniden doğuş’a damgasını vurmaya devam etmektedir.” * “İslami tarzda sakal bırakanlar ve türbanlı kadınların sayısının hızla arttığı, camilerin sayısı gittikçe artan kalabalıkları topladığı, ……… Osmanlı İmparatorluğu’nun oynadığı rolü göklere çıkaran kitaplar, dergiler, kasetler, kompakt diskler ve videolarla


dolup taştığı bildirilmekte; 290 kadar yayınevi ve basımevi, dört gazete dahil olmak üzere 300 kadar yayın, yaklaşık 100 adet lisanssız radyo istasyonu ve yine 30 adet lisanssız televizyon kanalı İslamcı ideolojinin propagandasını yapmaktadır.” (Kitabın çıktığı tarih 1996…) * Peki, ne olacak?.. “… Türkiye’de İslamın yeniden canlanması… Atatürk’ün mirasını aşındıran eğilimlerin yükselişi, tüm bunlar Türkiye’nin bölünmüş bir ülke olmaya devam edeceğini garantiliyor gibidir.” * Sonuçta Huntington diyor ki: “Köktendincilik Türkiye’de tırmanışa geçmiştir; Özal yönetimi altında Türkiye, Arap dünyasıyla özdeşlik kurmak için büyük çaba harcamıştır.” “Türkiye …. laikliği kaldırıp, kendi medeniyet kümesinde bir parya konumundan çıkarak bu medeniyetin lideri haline gelebilir.” “Ama bunu yapabilmek için Atatürk’ün mirasını …. eksiksiz bir şekilde reddetmek zorunda kalacaktır. Böyle bir hamle aynı zamanda Atatürk kalibresinde bir lideri, Türkiye’yi bölünmüş bir ülke olmaktan çıkarıp çekirdek bir devlet haline getirmek için gerekli ‘siyasal’ ve ‘dinsel meşruluğu’ kendisinde toplamış olan bir lideri gerektirir.” * Sanırım o lider bulundu… RTE hem yüzde 47 oy aldı, ‘siyasal meşruluğu’ kazandı, hem de imam olduğundan ‘dinsel meşruluğu’ tartışılmaz… Samuel Huntington’ın programına göre bu iş kuvveden fiile dönüşüyor… (10 Şubat 2008 tarihli yazısı) 117 - Aleviliğin Özgünlüğü ve Özelliği…

27 Ağustos 2009

“Osmanlı padişahı Sünnilerin halifeliğini benimsedikten sonra, Aleviler, Şeyhülislam fetvalarıyla ‘Katl-i vacip Kızılbaşlar’ olarak nitelendirildiler; köylerde ve dağlarda içe kapalı bir gizemli yaşamı sürdürmek zorunda kaldılar… Mülkünde yaşayan Hıristiyanlara hoşgörüyle bakan Osmanlı, Aleviye horgörüyle baktı… Bir Mustafa Kemal çıkıncaya dek devlet düzeni Aleviyi dışladı..” * Yukardaki satırlar “Enel Hakk’ın Hakkı” adlı kitabımın (Cumhuriyet Yayınları) önsözündendir…


Enel hakk ne demek?.. Bu soruya yanıt vermeden bugün içinde yaşadığımız açmaz yanıtsız bilmeceye dönüşür; Batı uygarlığında yaşanan laikliğin Anadolu’da nasıl devletin temel ilkesine dönüştüğüne akıl erdiremeyiz… Yunus Emre ne demiş: “Yaratılanı hoşgör.. Yaratandan ötürü.” Yaratanla yaratılanın birliği, özdeşliği, tümlüğü, bütünlüğü, ayniyeti; insanın tanrılaşması, Tanrı’nın insanlaşmasındaki felsefenin özü yaşadığımız toprakların bereketidir, özgünlüğüdür, özelliğidir… * Bektaşi’ye sormuşlar: - Erenler tütün haram mı, helal mi? Bektaşi: - Helalse içiyorum, demiş, haramsa yakıyorum… Nüktenin diyalektiği Heraklites’in felsefesindeki özü vurguluyor; evrensel akışkanlıkta ayrı gayrı sanılanların birlik ve ayniyetle bütünleştikleri gerçeğini dile getiriyor… Aleviliğin evrensel içeriği, üç büyük dinden farklı bir tanrısal inanç yaklaşımını benimser… Alevilik Orta Asya’da Ahmet Yesevi’den Ortadoğu’da Hazreti Ali’ye dek Müslümanlık ikliminde boy atmıştır; Anadolu’da Hacı Bektaş’la toprağa kök salıp Balkanlar’a geçmiştir… Ama, Alevilik Anadolu’dur… Enel hakk temel ilkesiyle üç büyük dinden farklı bir felsefeye dayanan Alevilik, 1.5 milyarlık İslam dünyasında gerçekleşemeyen laikliğin Anadolu’da benimsenmesi gibi bir mucizeye temel dayanak oluşturmuştur. * Amerika’nın BOP’u kapsamında “Ilımlı İslam Devleti Modeli”ni Anadolu’ya uygulamakla görevli AKP iktidarının Aleviliğe el atmaya çalışması ne anlama geliyor?.. AKP iktidarı Sünni-Nakşi… Atatürk’ün laik Cumhuriyeti’ni Nakşiliğe kurban etmek için Aleviliği kullanmak kurnazlığına pesss… Yunus der ki: “Şeriat oğlanları Nice yol keser bana


Hakikat denizinde Bahri oldum yüzerim.” “Şeriat oğlanları” şimdi Alevilerin yollarını kesmek için ellerinden geleni yapacaklardır… Ne demeli bu şeriat oğlanlarına?.. - Bre oğlanlar!.. Aleviliğe hizmet etmek istiyorsanız, her şeyden önce İslamcılığı bırakıp laik ve Cumhuriyetçi olun!.. Sünni politikacının Alevilere yapacağı en büyük hizmet budur. (27 Ocak 2008 tarihli yazısı) 118 - Türkiye Cumhuriyeti Başkalaşıyor…

26 Ağustos 2009

Türkiye Cumhuriyeti Başkalaşıyor… Franz Kafka’nın ünlü roman kahramanı Gregor Samsa bir sabah uyandığında kendisini yatağında sırtüstü yatan bir hamamböceğine dönüşmüş olarak bulur… Hamamböceğini sırtüstü çevirdiniz mi işi bitiktir.. Yüzüstü dönüp ayaklarını kullanabilmesi için çırpınır durur… Peki, Kafka’nın buluşu özgün müdür?.. * Masal prensesinin öptüğü kurbağanın birdenbire yakışıklı bir prens oluvermesi özgün mü?.. Bizde ne örnekler var… Masal kahramanımız darı olsa, düşmanı tavuk olur, darı tilki kılığına girse, tavuk çoban köpeğine dönüşür, tilki serçeleşip göğe yükselmek için kanat çırpsa, çoban köpeği şahinleşiverir… Birdenbire ‘başkalaşmak’ son yıllarda Holivut filmlerinin en çok kullandığı yönteme dönüştü… İnsanların son teknolojiyle beyazperdede birdenbire kılık değiştirmeleri, canavarlaşmaları, sürüngenleşmeleri, şeytanlaşmaları, vampirleşmeleri, tek sözcükle başkalaşmaları artık sıradanlaştı… * Peki, hayatta neler oluyor?.. Değişim doğanın yasasıdır… Değişme iki yönlü de olabilir… İyiye ya da kötüye doğru dönüşümün gelgitleriyle yaşam sürer gider… Mustafa Kemal Osmanlı subayıydı, çağdaş Cumhuriyetin kurucusu oldu…


Galileo, Kant, Einstein gibi insanların yaşamları, beyinsel değişimin, dönüşümün, üretimin örnekleri olarak bizlere çok şey öğretir… Her şey değişir.. İnsan ve toplum.. İnsan da değişir.. Toplum da… * Türkiye son yıllarda birdenbire değişiverdi… İnsanlar da toplum da sanki değişmiyor, başkalaşıyor… Köşebaşındaki evin bacak kadar kızı birdenbire türban takarsa, bu değişim midir?.. Yoksa başkalaşım mıdır?.. Çağdaş, laik, akılcı bir cumhuriyetin bireyleri, inançlarını vicdanlarında içlerken birdenbire akıllarını tesettür gibi sararak dinci bir Cumhuriyet olma yolunda siyasete alet ederlerse, bu değişim midir?.. Yoksa bir başkalaşım karşısında mıyız?.. * Demokrasi nedir?.. Demokrasi, laiklik temelinde akılcı yöntemlerle tartışıp doğruyu aramanın siyasal rejimidir… Peki, insanların aklı değil dinciliği politikaya alet ettikleri bir toplumda demokrasi nasıl yürüyecek?.. Türkiye’de tüm göstergeler son yıllarda insanın ve toplumun dincilik yolunda başkalaştığını vurguluyor… * Evet, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti başkalaşıyor… Peki, ne olacak?.. Başkalaşmaya direnebilirsek… Değişime açılabilirsek… Türkiye kurtulur…

(19 Şubat 2008 Tarihli yazısı) 119 - Tezgâhın Yenisi miKuruluyor?..

25 Ağustos 2009


İş döndü, dolaştı, geldi, bir sorunun çengeline takıldı: - ABD gerçekten PKK’yi gözden çıkardı mı?.. Soru neden önemli?.. Çünkü arkasında bir devlet desteği olmadan PKK ayakta kalamaz… * Kuzey Irak’ta bir tür devlet ya da devletçik oluştu gibi… Eskiden Suriye PKK’nin başını hem barındırıyor, koruyor, hem destekliyordu… Meşhur ‘1 Mart Tezkeresi’nden bu yana da işgalci Amerika, Kuzey Irak’ta PKK’yi devlet gözetiminde himaye ediyordu… Bu dönem bitti mi?.. * ABD dünyanın patronu… Hem ekonomide patronu… Hem de siyasada patronu… Bağımsızlığını ilan ettiği gün Kosova meydanlarında Amerikan bayraklarından geçilmiyordu… Patron yaman mı yaman… Biz de Amerika izin vermeden Kuzey Irak’a giremedik; terörist PKK’ye dokunamadık… * Dünyada bir sürü küçüklü büyüklü devlet var.. Devlet nedir?.. Devlet insan toplumunun belirli bir gelişim basamağında ortaya çıkan örgüttür; ekonomik egemenliği elinde bulunduran sınıfların kurduğu devlet tarihsel zaman içinde evrilmiştir… Köleci devlet.. Feodal devlet.. Burjuva devleti.. Lenin sosyalist -daha başka deyişle proletarya- devleti kurmak istedi; ama, sonuç ortada… Demek ki insanlık henüz o aşamaya ulaşamadı… Buna karşılık nitelik bakımından çeşitli devletlerin bini bir para…


Burjuva parlamenter demokrasisinden tut, faşist diktatoryaya, monarşi, din devleti, oligarşik devlete dek beğen beğendiğini… * Peki, PKK ne yapmak istiyor?.. Kuzey Irak’ta aşiret reisleri Barzani ve Talabani, emperyalist Amerika güdümünde feodal yapı üstünde devlet mayasını tutturdular… PKK de Türkiye’de terör yaparak, Amerika’nın BOP tasarımındaki işlevini yürütüyordu… PKK milliyetçidir… Milliyetçi olmasa Kürtçülük sarmalında ve emperyalizmin hizmetinde devlet amacına dönük terör yöntemlerini yürütmezdi… * Diyelim ki Amerika güdümünde Kürt devleti BOP kapsamında kuruldu, kurulacak… Ne olacak?.. Egemen sınıflar emperyalizmin hizmetinde köylülerin, işçilerin, emekçilerin canına okumak yolunda daha beter örgütlenip kurumsallaşacaklar… Türkmüş, Kürtmüş, Çerkezmiş, Zazaymış, Süryaniymiş, Arapmış hiç fark etmeyecek… * Peki, Amerika PKK’yi harcayacak mı? Belki… Şu sırada “Hangi tezgâh kuruluyor” sorusuna yanıt bulmak zor… Kim bilir, ‘BOP’ artık su koyvermiştir de patron yenisini pişirmek üzeredir… Hele Dick Cheney bir Ankara’ya gelsin, saçımız önümüze dökülsün, ak mı kara mı görürüz…

(28 Şubat 2008 tarihli yazısı) 120 - ‘İslamcı Burjuvazi’

11 Ağustos 2009

Kimi gazetelerin yazdıklarına bakılırsa ve de inanmak gerekirse bir “İslamcı Burjuvazi” oluşmuş… Amerika’nın desteğiyle Türkiye’de “Ilımlı İslamcıların” iktidara geçtikleri bir gerçek… Peki, bizde “iktidar” ne demek?.. Para..


Vurgun.. Sermaye.. Yolsuzluk.. Soygun… Devleti ele geçiren “Ilımlı İslamcı”ların akıllara durgunluk veren bir patlamayla zenginleştikleri doğrudur… Hiç kuşkusuz böyle “tepeden inme” bir zenginlik, görgüsüzlüğü de beraberinde getirir… Ama “burjuvazi” sözcüğüyle “İslamcılık” nasıl bağdaşacak?.. * Sıradan birine deseniz ki: - Bana Avrupa’dan birkaç edebiyatçı say… Aklına ne gelir?.. - Victor Hugo, Goethe, Balzac, Schiller, vesaire… Unutulmasın ki Batı’da sanayi burjuvası kendi tarihsel kültürünü, edebiyatını, sanatını yaratarak oluşmuştur… Burjuvazi yalnız para demek değil… * Yine sıradan bir okumuşa sorsanız: - Bana Türkiye’den birkaç edebiyatçı say… Aklına ne gelir?.. - Tevfik Fikret, Namık Kemal, Yakup Kadri, Reşat Nuri, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, vesaire… Türkiye’de burjuva kültürü Osmanlı’da uç vermeye başladı; çağdaş dünyaya dönük fikir ve sanat hayatının Cumhuriyet devrimindeki işlevi sanıldığından büyüktür… Devleti ele geçirip soyarak zenginleşen ılımlı İslamcıların önde gelenlerine bakınız, bunların burjuvayla murjuvayla, Cumhuriyet kültürüyle mültürüyle ilişkisi yok; üstelik canına okudukları proletaryayı da sadaka ekonomisi ve dincilik siyasetiyle uyutmaya çalışıyorlar… * Ama gazetelere büyük çapta yansıyan deyimiyle “İslami burjuvazi” hevesi de doğrusu azımsanamaz… İktidar onlarda… Para onlarda…


Görgüsüzlük de onlarda… “İstanbul Boğazı sırtlarına saray yavrusu ev” yaptırıp yeni zengin görgüsüzlüğünde tesettüre heveslenmekle burjuva olunur mu?.. Batı’da burjuva devrimi kilise iktidarını yıktı; bizim İslamcılar cami iktidarını kurarak mı burjuvalaşıyorlar?.. 121 - Her Genelkurmay Başkanı Komutan Değildir…

29 Temmuz 2009

Her Genelkurmay Başkanı dört dörtlük olamaz… Orduda terfi süreci, karmaşık bir yapılanmanın içeriğini taşır… Değerli subaylar talihli ya da talihsiz rastlantılarla sicillerini belirleyen hayat ve meslek sınavından geçerek terfi süreçlerini yaşamak zorunda kalırlar… Askerlik bu… Barış zamanında yıldızı parlayan edilgin kişilikli bir subayın savaş zamanında ne yapacağı pek bilinemez… Savaş süreçlerinde komutanlığını kanıtlayan bir subay da barış zamanında yetilerini tam anlamında gösteremez… Eğer savaş süreçlerinde yaşamasaydı, Mustafa Kemal, Atatürk olabilir miydi?.. * Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök barış zamanında bu mertebeye yükselmiştir; savaş sınavında ne yapacağı elbette bilinemez; ama, komutanlık kimliğindeki eksiklikleri emekli olduktan sonra kendi ağzıyla dile getirmesi hazin bir manzara oluşturuyor. Olay nedir?.. Ergenekon davası olarak bilinen tertipte “Ayışığı, Sarıkız, Yakamoz ve Eldiven” adlı darbe planları olduğu ileri sürüldü… İddianameye göre bütün bu darbe planları Orgeneral Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanlığı zamanında hazırlanmıştı… Sayın Özkök bu yolda ifade vermek üzere savcılığa çağrıldı… * Eski Genelkurmay Başkanı şöyle bir ifade verdi: “- Ayışığı ve Yakamoz konularını biliyordum. Bilgi geliyordu, ancak delil bulamadığım için işlem yapmadım.” (Milliyet, 28 Temmuz 2009) Eğer bu ifade doğruysa, Hilmi Özkök’ün gradosu da ortaya çıkıyor… Nasıl?… *


Geçen gün Genelkurmay’da görevli bir kurmay albayın bugünkü iktidarı “bitirmek” için hazırlık yaptığı, bir belgeyle iddia edildi… Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ hemen yetkili görevlileri harekete geçirerek gerekli araştırmayı yapmalarını istedi. Araştırma sonunda anlaşıldı ki böyle bir şey yoktur. Orgeneral İlker Başbuğ kamuoyu önünde iddianın boşluğunu, asılsızlığını, belge denilen şeyin “bir kâğıt parçası” olduğunu açıkladı. * Oysa eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök “vahim” bir itirafta bulunuyor: “- Ayışığı ve Yakamoz konularını biliyordum. Bilgi geliyordu, ancak delil bulamadığım için işlem yapmadım…” Bu ifade bir Genelkurmay Başkanı’na, bir orgenerale, bir komutana, bir subaya yakışmıyor… Genelkurmay Başkanı böyle bir durumda “delil” aramaz; TSK’deki yetkili makamları harekete geçirir… Nasıl?.. Orgeneral İlker Başbuğ’un yaptığını yapar… Yapmazsa suç ortağı olur… Genelkurmay Başkanı “delil” aramakla yükümlü değildir… Genelkurmay Başkanı “delilini bulamadığı” kuşkulu bir darbe girişiminden yıllar sonra bu ağızla konuşursa etik olmaz, askerliğe yakışmaz, komutanlığa sığmaz… * Öyle görünüyor ki, Sayın Hilmi Özkök olayları değerlendirmekte yetersizdir… Demek ki her Genelkurmay Başkanı komutan olamıyor… 122 - Hukuk ve Ekonomi Yazısı

2 Temmuz 2009

Kıdemli Kurmay Albay Dursun Çiçek’in tutuklanmasına hiç şaşmadım… Ergenekon bu… Tüm şaşkınlığımı birinci iddianamede bana yönelik sayfaları okurken harcamıştım… Daha önce de söylemiştim, yarım yüzyıldan beri mahkemelere girer çıkarım; hepsinden aklandım, tek sabıkam yoktur; Cumhuriyet Türkiyesi’nde şimdiye dek hukuk ve yasa mantığına aykırı, gerçeklere ters ve uçuk böyle bir iddianame yazılmadı… Ya soruşturmanın gelişmesine ne demeli?.. Tutuklanıp içerde yatanlara bir göz atınca, Ergenekon’un hukuk dışı bir siyasal eylemin tertibine dönüştüğünü anlamak zor değil…


Kıdemli Kurmay Albay Dursun Çiçek’in adını da Profesör Dr. Türkan Saylan’ın isminin yanına yazın… Ergenekon tertibine hukuk ve yasalar açısından el konulmazsa, bu eylemler sürecek, yayılacak, tırmanacak… Tertip şimdi Ankara’da Genelkurmay’a yöneldi… Tertibin “ucu açık”… Ilımlı İslam Devleti projesine dönük tertibin cemaat lideri Amerika’da yerleşmiş Fethullah Gülen… Artık işin gizlisi saklısı da yok… Tertip şimdi Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’u hedefe oturttu… * Ya Başbakan RTE?.. Milli Güvenlik Kurulu’nun toplandığı, Albay Dursun Çiçek’in sorguya çekilip tutuklandığı gece, RTE, TV’lerde ulusa sesleniyordu… Program önceden hazırlanmıştı… Suratı gergindi RTE’nin… Yüzü asıktı… Ekonomideki başarılarını yere göğe koyamıyor, umutları pompalamaya çalışıyor, müjdeler veriyordu… Gerçeğin G’si bile yoktu konuşmasında… Ergenekon’da nasıl gerçeğin G’si yoksa, ekonomik durumda da gerçeğin G’si yoktu… Peki, bu halk, bu millet, bu toplum daha ne kadar süre Ergenekon masallarıyla uyutulabilecekti?.. * Ekonomik çöküntüye ilişkin rakam vermeyeceğim; TV’lerde, gazetelerde sayılar, çöküntü oranları, gerileme rakamları, korkutucu göstergeler sergileniyor… Ekonomik krizin dünya olimpiyatında birinciyiz… Halk RTE’nin “Kriz bize teğet geçecek” lafına inanmış mıydı?.. Ergenekon tertibinde RTE’nin laflarına ne kadar inanıyordu?.. “Eveleme, develeme, devekuşu kovalama, misk-ü amber, çengi çember” kabilinden palavralarla uyutulan bu millet elbette gerçeği görecektir… Çoğu gitti.. Azı kaldı…


Ergenekon tertibindeki sahtekârlıkla ve ekonomideki üçkâğıtçılıkla idare-i maslahat politikası sonuna yaklaştı… Hiçbir devlet, hiçbir millet, hiçbir halk böylesine kandırılamaz… 123 - Polis Devleti…

1 Temmuz 2009

Artık medyanın da diline pelesenk olduğuna göre “F tipi polis” yeterince meşhur oldu… Bilindiği gibi “F tipi” Fethullahçı demek… Fethullahçı, Said Nursi kolundan Nakşidir… Feto Amerika’ya postu sermişti, ama, artık Türkiye’de iktidara oynayacak kerteye ulaştı… * F tipi polis gün geçtikçe daha çok polis devletine dönüşen Türkiye’de yargı olanaklarını da kullanıyor… Ergenekon soruşturmasında, F tipi polis, savcının önüne içi boş da olsa şişkin bir dosya koydu mu, yeme de yanında yat… Başka yöntemler de kullanılıyor… Sonuncusu “belge” numarası… Bir avukatın yazıhanesinde polis “İrtica İle Mücadele Eylem Planı” adı verilen bir belge bulmuş… muş.. miş.. mış.. Belge gerçek belge değil… Fotokopi… Türkiye, şimdi bu sözüm ona belgeyle oturup kalkıyor… * Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ dedi ki: - Bu belge bir kâğıt parçasıdır… Başbakan “itiraz” etti: - Yooo, dedi, belgenin ne olup olmadığına bakacağız… Ve F tipi polis amacına ulaştı… F tipi polis, artık askeri izliyor, dinliyor, gözetliyor, denetliyor… Ergenekon’da ortaya çıkan bütün göstergeler bir gerçeği kanıtlıyor: - Türkiye artık bir polis devletine dönüşmüştür… Peki, hangi polisin devleti olduk!..


F tipi polisin… * Nasıl olduysa oldu, İstanbul’da F tipi polisin başını çektiği bir soruşturmada görevli savcılık, artık bütün Türkiye’yi avucunda tutuyor… Ergenekon’da ne coğrafya var ne de tarih… F tipi polis konuyu, olayı, belgeyi, kişiyi, kâğıt parçasını Ergenekon’la damgaladı mı, savcılık da malum Ergenekon’un gereğini yerine getiriyor… * Genelkurmay’da bir yazılı kâğıt parçası mı soruşturulacak?.. Kim soruşturacak?.. Ergenekon… İstanbul’daki savcı… F tipi polis… Olayın üstüne Ergenekon damgasını vurdun mu iş bitmiştir… Olay, Ergenekonlaşmıştır… * Artık Ankara’daki Genelkurmay da İstanbul’daki Ergenekon’a dahil edildi… Girişimci kim?.. F tipi polis… Fethullah sonunda muradına erdi, polisten sonra askeri de eline geçirdi, geçirecek… 124 - Olan Ne?..

30 Haziran 2009

Eskiden ekonomide sömürüyü ve adaletsizliği vurgulayan yazılar kıyamet koparırdı… Bugün dincilerin oy deposu sayılan gecekondu kesiminin komünistleşmesinden korkulurdu… Eski çamlar bardak oldu… * Tufan Türenç Hürriyet’teki köşesinde bir sürü rakam aktarıyor… İşsizlik yüzde 15.8… Son bir yılda işsiz sayısı 1 milyon 244 bin arttı… Genç nüfustaki işsizlik ise 27.8… Her üç gençten biri işsiz…


Çalışanların yarıya yakını sigortasız… Sendikalizm çöktü… Bugünkü reel ücretler 2000 yılı düzeyinden aşağıda… Ya umut?.. Ya tepki?.. İkisi de yok… Ne var?.. Ergenekon… * AKP gece yarısı operasyonuyla Meclis’ten bir yasa geçirdi… Topluma nasıl sunuluyor bu yasa?.. Askerler artık sivil yargı tarafından soruşturulup yargılanacak… Pek demokratik, değil mi?.. Ancak hukuka aklı ermeyenlere somut örnek vermek gerekirse olacak olan nedir?.. * İstanbul’da Ergenekon savcılığı diye anılan soruşturma merkezi tüm Türkiye’de eyleme geçebiliyor… Ne yapıyor?.. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin rahmetli Genel Başkanı Profesör Türkan Saylan’ın evini basıyor… Sonra?.. Türkiye’nin orasında burasında gözüne kestirdiği üniversite rektörlerini ve profesörlerini gözaltına alıyor, tutuklatıyor… TV patronları, gazeteciler, sendikacılar, siyasal parti başkanları, vb. de cabası… F polisi tüm operasyonlarda işin içinde… Peki, şimdi ne olacak?.. Benzeri olaylar bundan sonra Türk Silahlı Kuvvetleri’nin alanına yayılacak… Yol gösterici kim olacak?.. F polisi… * Demek ki Ordu içinde Profesör Türkan Saylan’ınkine koşut ve benzer operasyonlara olanak verecek kanun değişikliği bir gece yarısında gerçekleşti…


Bunun adına da ‘sivilleşme’ deniyor… Fetolaşma mı desek?.. Ergenekonlaşma mı desek?.. AKP-FETO iktidarı güdümündeki polis-savcı işbirliğinden “demokratik-sivil-hukuksal” sonuç bekleyenlere öğüt… Rüya görmeyin!.. * İstanbul’da Ergenekon soruşturma merkeziyle ülkede egemenleşenlerin aklını küçümsemek kökünden yanlıştır… Yaşadığımız olay hukuksal değil… Siyasal… Siyasalın da ötesinde bir rejim sorunuyla karşı karşıyayız… 125 - TSK ve Halk…

26 Haziran 2009

Öyle görünüyor ki TSK (Türk Silahlı Kuvvetleri) içerden ve dışardan bir kuşatma ve saldırı çemberine alınmıştır… Çemberi hangi güçler oluşturuyor?.. “Doğal düşmanları” bir yana bırakıp içimizdekileri saymaya başlayalım: • AKP patronları.. • AKP medyası.. • PKK’liler.. • DTP’liler.. • İslamcılar.. • Ergenekon tertipçileri.. • AKP’ye biat etmiş neoliberaller.. • Geçmiş askeri darbelerde canı yanmış aydınlar.. Listeyi daha zenginleştirebiliriz; Kuzey Irak’ta Türk askerinin başına çuval geçiren güçlerden söz açabiliriz… Ama gereği yok… Gerçek şu ki asker kendi yurdunda laiklik şiarına ve Atatürkçülüğe bağlı olduğu için zor durumda… * En başta iktidar partisi laik ve Atatürkçü bir Ordu’dan kesinlikle hoşlanmıyor…


Balbay’ın dizisini okuyor musunuz?.. Eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, Başbakan RTE’ye TSK’deki “rahatsızlık”tan söz açıyor… Peki, bugün durum nedir?.. Bilen var mı?.. * Ergenekon tertibi doğrudan Ordu’ya yönelik bir kurgu olarak çoğu kişiyi rahatsız etmişti… Ergenekon’dan hiçbir şey çıkmayacağı anlaşıldı… Üstelik bugünün Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, Ordu’nun hiçbir darbeye dönük durmadığı yolunda açıkça güvence verdi… Vay sen misin bunu söyleyen?.. Hemen bir sahte belge oyunu tezgâhlandı… Dediler ki: - Efendi, sen darbeye karşı açıkça teminat veriyorsun, ama bak bu Ordu tekin değildir, senin altında darbe hazırlanıyor… Oyun müthiş… AKP, AKP medyası, PKK’liler, DTP’liler, İslamcılar, Ergenekon tertipçileri, neoliberaller, geçmiş darbelerin anılarını unutmayan aydınlar… Tümü de TSK’ye saldırıyorlar… TSK’ye düşmanlığı demokrasi sayan safdiller bile var… * Peki, bu TSK nasıl ayakta duruyor?.. Ordusuna düşman bir iktidarın egemenleştiği bir toplumda Ordu’ya güç veren ne?.. Soruya yanıt şehit cenazelerinde veriliyor… Bu ülkede halk şehit cenazelerinde askerle bütünleşiyor… Ve askere giden oğullarını halk davul zurnayla uğurluyor… Türkiye Cumhuriyeti’nin mayası işte bu bütünlükte tutuyor, pekişiyor… * Günümüzde TSK’ye düşmanlık doğrudan Türkiye Cumhuriyeti’ne düşmanlıkla özdeştir… F tipi polis..


F tipi politikacı.. F tipi savcı.. F tipi gazeteci.. Yalnız TSK’ye değil, doğrudan Atatürk Cumhuriyetine düşmanlığı benliğinde taşıyor… F tipi dinci, Amerika’nın Pensilvanya’sında karargâhını kurmuş, TSK’yi eline geçirmek için bin bir oyun tezgâhlıyor… F tipi dinci, mübarek İslama çok uzaktadır; Papa’nın Hıristiyanlığından ilham alır… Ergenekon marifetiyle de başarı kazanamayacak… F tipi Ordu düşmanlığı, asker husumeti, TSK’ye karşı nefretinin pisliğinde boğulup gidecek… 126 - AKP-FETO İttifakı TSK’yi Bitirecek mi?..

24 Haziran 2009

Cumhuriyet’in dünkü manşeti, meşhur belge üzerine iki tümceydi: “Kim yazdı?” “Aslı nerede?” Tüm medya kaç gündür birinci sayfalarında neyle dolup taşıyor: “Belgenin altındaki imza kimin?” İmzanın fotokopileri, imza sahibi Kurmay Albay Dursun Çiçek’in eski imzaları, yeni imzaları, vesaire… Tümü de boş, fasarya, aldatmaca, sahtecilik üzerine dopdolu birinci sayfalar… * Cumhuriyet manşetinde özetle ne diyordu: - İmza gerçek olsa bile, kimin hazırladığı belli olmayan belge fotokopisinin üzerine ya bilgisayar yöntemiyle yapıştırılmışsa?.. Ve uyarıyordu: - Belgenin aslını bulun!.. Kopyası işe yaramaz.. Peki artık söylenecek başka laf kalıyor muydu?.. * İktidar partisine göre kalıyordu… Cumhuriyet, hemen manşetinin altında ikinci haber olarak o lafı da aktarıyordu… AKP ne diyordu: “- Belge üzerine soruşturmayı sivil savcı yürütsün…”


“Sivil savcı” olarak Ergenekon savcısı Zekeriya Öz’e ne dersiniz?.. * Anlaşılan AKP ile merkezi ABD’deki FETO ittifakı TSK’nin icabına bakmayı kararlaştırdı… Nasıl?.. Biz yine dünkü Cumhuriyet’e dönelim… Mustafa Balbay’ın “Gerilimli Yıllar” dizisinden birkaç satır: “Tayyip Erdoğan henüz Başbakanlık koltuğuna oturmadan, AKP Genel Başkanı olarak 10 Aralık 2002’de Beyaz Saray’ın konuğu oldu…” Ve bu resimaltının üstünde, zamanın ABD Başkanı Bush ile Erdoğan’ın el ele fotoğrafı yayımlanmıştı… Fotoğrafın tam da günüydü… * AKP’nin kurulur kurulmaz Türkiye’de ABD desteğiyle iktidara oturduğu kimsenin meçhulü değil… AKP iktidarının TSK’ye karşıt olduğu, laik orduyu bir türlü içine sindiremediğini de bilmeyen yok… AKP-FETO ittifakı, askerin icabına bakmak için elinden gelen her şeyi yapıyor.. AKP-FETO ittifakının marifeti gibi görünen belge düzenbazlığının sonu bakalım ne olacak?.. Bir dönüm noktasına doğru gidiyoruz… AKP-FETO ittifakı laik Türk ordusunun işini bitirebilecek mi?.. 127 - Tarih Baba ve Ergenekon…

23 Haziran 2009

Tarih Baba nasıl bir kişi?.. Herkes Tarih Baba’nın beyaz sakallı olduğuna inanıyor… Sanırım bu inanç da Tarih Baba’ya yakışıyor… Geçen gün bizim eve geldi Tarih Baba, kapıdan nasıl girdi, bilemiyorum, beni çalışma odamda masanın başında yakaladı, sakalını sıvazladıktan sonra dedi ki: - Seninle nasıl alay ediyorum, farkında mısın?.. Sustum… Tarih Baba: - Bak, dedi, sen kırk yıl önce, köşende, gereksiz ve haksız yere gözaltına alınan, içeri atılan, tutuklanan üniversite öğrencilerini savunurdun, değil mi?..


- Evet… - Şimdi üniversite hocalarını, öğretim üyelerini, profesörleri, rektörleri savunuyorsun… - Evet… - Gençlik ne yapıyor?.. - Bilmem… Tarih Baba güldü: - Bu ayıp sana da, bana da yeter… * Ülkemiz ne hale düştü?.. Çok konuşmaya hacet yok; Bursa Uludağ Üniversitesi eski Rektörü, Profesör Dr. Mustafa Yurtkuran’ın eşi Profesör Merih Yurtkuran diyor ki: “- Şu an tek derdimiz sağlığı… Yargılanması sürmeli ki yaşarken beraat ettiğini görelim.” Yargılanma nasıl sürebilirmiş?.. Mustafa Yurtkuran yaşarsa… Peki, Ergenekon’da böyle bir kaygı ya da mantık var mı?.. Yoksa Ergenekon’da sanıkların yaşamalarından korkulduğu için mi sağlıklarına özellikle aldırış edilmiyor?.. * Tarih Baba’nın Ergenekon tertibiyle özel bir alışverişi var. Sanırım bu tertibin yalnız Türkiye değil, insanlık tarihinde işlevi olduğuna Tarih Baba inanıyor… Soruyorum: - Neden?.. Yine sakalını sıvazlıyor Tarih Baba, biraz düşündükten sonra tane tane konuşuyor: - Çünkü ‘Ergenekon’ İslam dünyasında gerçekleşen tek Aydınlanma Devrimi’nin çanına ot tıkamak yolundaki bir tertibin adına dönüştü… * Üniversite profesörlerini, rektörlerini, bilim adamlarını askeri darbe yapacakları için tutuklayan bir siyasal soruşturmanın dalgalarını yaşıyoruz… Kırk yıl önce üniversite öğrencilerinin icabına bakan karşıdevrim, bu kez üniversite profesörlerinin icabına bakmak istiyor… Başaracak mı?..


Eğer başarırsa, İslam coğrafyasında ilk kez Anadolu’da yaşanan Aydınlanma Devrimi’nin uzun bir süre için defteri dürülür… 128 - Belgecilik Oyunu…

19 Haziran 2009

Gazeteleri, TV’leri, radyoları açıyorsun karşına tek bir sözcük çıkıyor… - Belge… Ne belgesi?.. Belge doğru mu yanlış mı?.. Sahte mi gerçek mi?.. Türkiye ‘belge’den başka bir şeyi konuşmuyor… * Bir dostum dedi ki: - Senin dünkü yazında (18 Haziran) ülkenin ve AKP iktidarının halini sergileyen karakalemle taslak gibi bir bölüm vardı… - Evet… - Sen onun bir kez daha altını çiz… - Çizeyim… Önce karakalemle bu köşede çiziktirilen taslağı bir kez daha anımsayalım: • Ermenistan macerası ne oldu?.. • AB ile ilişkiler berbat değil mi?.. • PKK ve DTP cephesinde çıkmaz sokak siyaseti egemen… • En başta Deniz Feneri olmak üzere yolsuzluklar AKP’yi boğdu, boğacak… • Ergenekon çuvalladı, çuvallayacak… • Ya ekonomik kriz?.. • Felaket.. Ekleyelim mi: • Mayınlı arazi işi ne oldu?.. * Başbakan RTE ne yapıyor?.. Sözüm ona öfkesi burnunda TV’lerde nutuk atıyor: “- Belgenin üstüne gideceğiz…” Başbakan dokunulmazlığa bağlanmış, RTE markalı yolsuzluk dosyalarının üstüne gidecek değil ya…


Üstelik Deniz Feneri davasını ne kadar uyutursan, AKP’nin paçasını o oranda kurtarırsın… Bizim demokrasimiz görülmemiş oranda hoşgörülüdür… Terör örgütünün sesi Meclis’tedir… Bir yandan Güneydoğu’da şehitler veririz, öte yandan Meclis’te nutuk atarız… İnsan hayatı ve nutuk… İnsan hayatının bu kadar ucuza harcandığı bir başka demokrasi var mı?.. Meclis’te bu kadar sorumsuz bir iktidar çoğunluğuna dünyanın neresinde rastlanabilir?.. * İktidar partisi AKP sanki iktidar partisi değil… Vatandaşın canına okunuyor… AKP’nin umurunda değil… Ülke soyuluyor, sömürülüyor… Kim bunun sorumlusu?.. AKP sanki sorumlu değil… İllede belge de belge… O biçim medya da belgeyle kalkıp belgeyle yatıyor… Peki, belge fos çıkarsa ne olacak?.. Halkı ülkenin gerçek sorunlarından soyutlamak için bir başka numara bulurlar… * Ancak AKP’nin işi zor… Daha da zorlaşacak… Ülkede Hükümetin düzeltmesi şart olan bütün sorunlar tepetaklak… RTE’nin AKP’si Amerika’ya da yeterince hizmet veremiyor… Ve RTE ne yapacağını bilemediğinden öfkesiyle burnundan soluyor… RTE’nin yerini, ağırlığını, işlevini, aynaya bakıp saptaması olanaksız… Bizimki Ortadoğu’da, İslam dünyasında, rol oynamak hevesine kapılmıştı, Hamas mamas, Hizbullah mizbullah, Filistin milistin… Obama kalkıp Türkiye’ye geldi, AKP ve RTE’ye dersini ve görevlerini verdi… Sonra ne yaptı?..


Mısır’a gidip İslam coğrafyasına yöneldi… Ne demek bu?.. RTE’ye ‘Otur oturduğun yerde’ demek… * Gazetelere bakılırsa Obama Amerikası için Türkiye’nin işlevi üç coğrafyada gerekliymiş… Irak. Afganistan.. Pakistan.. Peki, bu işlevin görevlisi kim?.. Türk askeri… Sen bu hesaplara gireceğine otur belgecilik oyna… 129 - Bizim Çete’den Tahliye Var…

17 Haziran 2009

Köşe yazarları bilirler, bir süre yazmadın mı okura yeniden merhaba derken lafa nereden başlayacağını bilemezsin… Oysa ortalıkta kızılca kıyamet kopuyor, laf pazarında karaborsa gırla… * Bereket versin, ben tam yazıya yeniden başlayacakken Adnan Akfırat imdadıma yetişti… Akfırat kim?.. Bizim çeteden… Gazeteci… Peki, şimdi aranızda kimileri merak edip soracaklar: - Bizim Çete hangisi?.. Sorulur mu?.. ETÖ!.. Yani Ergenekon Terör Örgütü… Başı mağrıpta, kuyruğu maşrıkta, boynuzları F tipi poliste bulunan ve neyin nesi olduğu belli olmayan bu masal canavarı laik Türkiye Cumhuriyeti’ni yuttu yutacak… Hiç durmadan büyüyor.. Yayılan..


Nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan ve olmayacak olan… ETÖ… Ergenekon iddianamesine göre Adnan Akfırat da ETÖ üyesi.. Ben de.. Nasıl olmuş bu iş?.. * 1998 yılında Akfırat bana bir mektup yazmış… Ergenekon’un birinci iddianamesi 1751’inci sayfasından aynen aktarıyorum: “Şüpheli Adnan Akfırat’a ait Quantum marka, seri numarası 168302767583 bilgisayar hard diski üzerinde yapılan incelemede İ. Selçuk ve M. Soysal’a soru metin belgesi içerisinde Adnan Akfırat tarafından yazılmış olan ‘Sayın İlhan Selçuk, Çevik Bir ekibinin 21 Aralık 1998’de bir darbe girişiminde bulunduğuna ilişkin çok ayrıntılı bir haber hazırlamaktayız. (…) Bu konuya ilişkin sizin açıklamalarınıza da yer vermeyi dileriz. Saygılarımızla…’ şeklindeki yazının bulunduğu, buradan da şüpheli İlhan Selçuk ile şüpheli M. Adnan Akfırat’ın 1998 tarihinde bazı olayları paylaştıkları görülmüştür. (…) Şüpheli Adnan Akfırat tarafından, şüpheli İlhan Selçuk’a gönderilen mektubun içeriğinde ERGENEKON terör örgütünde yönetici konumunda olan İlhan Selçuk ile örgüt üyesi Adnan Akfırat’ın irtibatlı olduğu görülmektedir.” * İster inan, ister inanma… İddianame böyle… Böyle iddianame olur mu?.. Bir gazetecinin bir haber için bir başka gazeteciye 11 yıl önce yazdığı açık seçik bir soru mektubundan terör örgütü irtibatı çıkaran Ergenekon savcılığı beni ve Akfırat’ı nasıl da çete üyesi yapabiliyor?.. Bu savcıya kim hesap soracak?.. Şimdi ne oldu?.. Akfırat tahliye edildi.. Doğrusu ben tatil sonrası ilk yazımı çete üyesi arkadaşımın dışarı çıkmasına ayırmak istedim… Öyle ya, ben savcıya göre çetenin liderlerinden biri değil miyim?.. * Türkiye’de büyük bir oyun tezgâhlanıyor, F tipi polis bu işin başını çekiyor… Her neyse, işin bu yanını daha sonra da konuşacağız…


Şimdilik Adnan Akfırat, dışarı çıkar çıkmaz konuşmaya, hukuktan, adaletten, yasadan dem vurmaya başladı… Demek ki bizim çete üyesinin içerde aklı başına gelmemiş… Ne diyelim?.. Allah ıslah etsin… 130 - Amerikan’ın Şamar Oğlanları…

29 Mayıs 2009

Ülkemizde çok şükür aklı başında kişilerin sayısı az değil… İşte bu kesimde gelişen bir çarpıcı ortak kanı var… Diyorlar ki: - AKP iktidarı Amerika’nın şamar oğlanına dönüştü… Ne dersiniz?.. * Bir ülke düşünün ki iktidarı ne yapacağını ne edeceğini şaşırmış durumda… Amerika, Kuzey Irak’ta teröre karşı mücadele etmek isteyen Türk askerinin başına çuval geçiriyor… Aynı Amerika, Kuzey Irak’ta başına çuval geçirdiği askerin devletine ne diyor: - Afganistan’da terörle mücadele için asker yolla… Peki, AKP iktidarı ne diyor: - Evet efendim.. - Sepet efendim.. * Ülkenin Başbakanı RTE yaman mı yaman… Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı’na posta koyuyor… Hem de az buz posta değil… İsrail Cumhurbaşkanı’na diyor ki: “- Sen adam öldürmesini iyi bilirsin…” Sonra bu RTE Türkiye’nin güneydoğusundaki en verimli topraklarını, bu “adam öldürmesini iyi bilen” İsrail’e yaklaşık yarım yüzyıl için satmaya çalışıyor… Zaten her şeyimizi sattık… Sıra geldi vatan toprağına… *


Amerika’nın yeni başkanı çikolata renkli Obama AKP iktidarına talimat veriyor: - Ermenistan ile ve de PKK ile anlaş!.. Bizimkiler ne diyorlar: - Evet efendim.. - Sepet efendim.. Ermenistan’la anlaşmaya çalışıyorlar; ama, bu kez Azerbaycan bozuluyor ve postasını koyuyor: - Benim toprağım Ermeni işgali altındayken sen Erivan’la nasıl anlaşıp da sınırlarını açarsın?.. Azerbaycan da Müslüman bir ülke… Orada da cami var… Amerika’nın şamar oğlanı AKP iktidarı iki cami arasında beynamaz kalıyor… * Ya PKK?.. Her şey çarpıklaştı ya, bu üsluba da yansıyor… Deniyor ki: - İki taraf da silahları bıraksın… Bir taraf Türk ordusu.. Öteki taraf PKK.. Diyelim ki terör örgütü silahları bıraktı… TSK nasıl bırakacak?.. Adı üstünde ‘Türk Silahlı Kuvvetleri’ değil mi?.. Yoksa bundan böyle Türk Silahsız Kuvvetleri mi olacak?.. * TC’ye ne dersiniz?.. 1923’te Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti ne hallere düştü?.. Amerika’nın şamar oğlanları içerde nasıl bir koro oluşturuyorlar: - Artık bırakın canım, şu faşist cumhuriyeti… Peki, Cumhuriyetimizin miadı doldu mu?.. Bilemiyoruz…


Ama anlaşılıyor ki ya AKP’nin miadı dolacak ya da laik Türkiye Cumhuriyeti’nin… 131 - Tarihsel Cehalet?..

28 Mayıs 2009

Geçenlerde televizyonu açtım, bir açık oturumda konuşmacılardan birinin Lozan’ı çekiştirdiğini gördüm… Öteki konuşmacı dedi ki: - Şimdi de Lozan’ı eleştirmeye başladık, yarın öbür gün Sevr’i övmek faslı başlayacak… * Lozan Antlaşması’nda gayrimüslimlerle ilgili maddeler vardır; Avrupa, Türkiye’deki azınlıkları, hukuklarını güvenceye alarak gözetmiştir… Osmanlı’da şeriat hukuku, daha başka deyişle dinci hukuk geçerliydi, imparatorluğun son dönemlerinde geçerli olan Mecelle de bu çerçevenin dışına çıkmamıştır… Lozan, savaşlardan artakalan Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin özel koşullarını korumaya almıştı… Peki, sonra ne oldu?.. Atatürk 1926’da Yurttaşlar Yasası (Medeni Kanun) devrimini gerçekleştirince gayrimüslimler azınlık haklarından vazgeçtiler… Müslim ve gayrimüslim tüm tebaa yurttaş oldu… * Tarihte Fransız devrimiyle devreye giren milliyetçilik Osmanlı mülkünü de karıştırdı; Ermeniler Ruslarla, Rumlar İngiliz ve Yunanlılarla ittifak ederek Anadolu’yu kana buladılar… Kapı komşu birbirine düşmanlaştı ve Hıristiyanlarla Müslümanların iç içe olduğu Anadolu’da yan yana yaşamaya olanak kalmadı… ‘Ermeni Tehciri’nin ve ‘Rum Mübadelesi’nin günahını yalnız Türklere yüklemek ya tarihsel cehaletten, ya kasıttan doğmaktadır… * Cehalet kimilerini de şöyle konuşturuyor: - Osmanlı’da gayrimüslim nazırlar (bakanlar) vardı, Cumhuriyette böyle bir şey görülmedi… Pesss… 1914’ten 1922’ye dek süregelen dış ve iç savaştan sonra kurulan milli Cumhuriyette böyle bir şeyin olanağı kalmış mıydı?.. * Tarihsel bilinçten yoksun bir sürü laf ebesi havanda, basında ve TV’lerde su dövüyor…


Başbakan RTE de bunlardan biri… Atatürk’ten sonra Türkiye’de azınlıkları ülkeden soğutup kaçırtacak nahoş olayların yaşandığı doğrudur… Ama, Anadolu Türklüğünün büyük çapta göçmenlerden oluştuğu da bir gerçektir… Çoğu göçmen Türk, Hıristiyan devlet ve toplumlarda yaşayamadığı için Anadolu’ya döndü… Bunlar da faşizmden mi kaçtılar?.. Anadolu’dan giden Hıristiyanların günahı vebali Türklerin… Peki, Hıristiyan ülkelerden kaçıp gelen Türklerin günahı vebali kimin omuzlarında?.. Son örnek Kıbrıs… Eğer Türk ordusu Kıbrıs’a çıkmasaydı, adada Türk mürk kalmayacaktı… * Türkiye bugün dışardan kuşatılmıştır ve ülke dinci faşizm tehdidi altında yaşamaktadır… Başbakan RTE ya bu siyasetin adamıdır ya da bilir bilmez konuşuyor… Halk büyük bir ekonomik krizin pençesinde kıvranıyor… Ama, demokrasi masalları söylenirken ‘Türkiye’nin tarihiyle yüzleşmesi’ sloganı altında palavralar gündemi işgal ediyor… Evet, her ülke tarihiyle yüzleşmeli… Bu yüzleşmede kılavuz, siyaset değil, bilim olmalı… Ve tarihiyle yüzleşen toplum -Hükümetin Başkanı başta olmak üzere- tarihine sahip çıkmalı… 132 - Uğur Dündar Örneği…

26 Mayıs 2009

Uğur Dündar’ı tanıtmaya gerek yok; medyanın pisliğe, rezilliğe, çıkarcılığa bulaşıp tam anlamında yozlaştığı bir dönemde dürüst gazeteciliğe örnek gösterilecek bir Atatürkçü… Uzun yıllardan beri bu kişiliğini çeşitli sınavlarda kanıtlamış bir gazeteci… * Savcı Zekeriya Öz ve arkadaşları Ergenekon’un ikinci iddianamesinde Uğur Dündar’a da yer vermişler… Neden?.. Bu ‘neden’ sorusunun yanıtı bellidir, Ergenekon tertibi yürüdükçe daha belirgin biçimde ortaya çıkacaktır… Olayın ilginç yanı şu:


Savcı Zekeriya Öz ve arkadaşları yalnız Uğur Dündar’ın adını geçirmekle kalmıyorlar, eşi Yasemin Baradan’a da iddianamede yer veriyorlar… Neden?.. * Uğur Dündar bu nedenle bir gazeteci ve yurttaş olarak sert tepki gösterdi ve savcıların amacını sorguladı… Ergenekon iddianamesi Uğur Dündar ve eşinin yurtdışına çıkışlarına ilişkin bir bölümü neden ele alıyordu?.. Niçin?.. Köktendinci Vakit gazetesi Dündar’lara ilişkin olduğunu ileri sürdüğü yurtdışı çıkış kayıtlarını yayımladı… Ve Uğur Dündar’a adeta bir saldırı savaşı açtı… Peki, iktidar yalakası Vakit gazetesinin kaynağı neydi?.. * Kaynak sonunda açıklandı: F tipi polis… Yapılan araştırmada Vakit’e bu yayını sağlamak için Uğur Dündar ve eşinin ülkeye giriş çıkış tarihlerinin 20 Şubat 2009 ile 14 Mayıs 2009 arasında tam 16 emniyet birimi tarafından incelendiği ve tam 56 kez sorgulandığı anlaşıldı… Kayıtları sorgulayanlar arasında Ergenekon soruşturmasını yürüten İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı birimler vardı… Milliyet gazetesi bu konuda ayrıntılı bir haber yayımladı… * Uğur Dündar olaydan sonra dedi ki: “- Bir gazetecinin özgürlük alanının, özel hayatının ne denli kuşatıldığını, ne denli büyük bir gözetim altında olduğunu gösteren hukuk ve ahlak dışı bir durumla karşı karşıyayız.” * Uğur Dündar’a uygulanan yöntem Ergenekon soruşturmasının amacını da vurguluyor… O amaç nedir?.. Ülkede dürüst, çağdaş, ağırlıklı, özgürlükçü ve laik kim varsa icabına bakmak… Uğur Dündar olayı tekil değildir…


Ekleriyle birlikte 300.000 sayfa tutan iki Ergenekon iddianamesinde nice kimsenin hayatı, onuru, güvenliği, saygınlığıyla oynamak için nice gerçek dışı dedikoduya yer verilmiştir. Bilindiği gibi adalet ile rezalet arasında büyük bir fark vardır… Bu farkın Ergenekon soruşturmasında ortadan kalktığı yadsınamaz bir gerçek… 133 - İnsanlık Tarihini Yaşamak…

24 Mayıs 2009

Tarihi bugün mü yaşıyoruz?.. Hayır, ama bugün yaşadıklarımız yarın elbette tarih olacak… Bu ikilem içinde dünle bugünü özdeşleştiren bir yaklaşım siyasal olayları daha gerçekçilikle algılamaya yol açar… Nedir sorun?.. Türkiye’de toplumsal örgütlenme sivil toplum örgütlenmelerine, partilere, sendikalara değil; tarikat ve cemaatlere dayanıyor… Tarikat ve cemaat örgütlenmesi ise demokratik değildir; dinci hiyerarşiye bağlı çağdışı örneklerdir… Dincilikle demokrasi bağdaşamaz… * Bizim bugün yaşadığımız siyasal çelişkilerin içe-riği, demokrasinin beşiği Avrupa’da çoktan tarihe karışmıştır… Çarpıcı örnek?.. 18’inci yüzyılın sonunda Avusturya’da yaşayan ilerici krallardan 2’nci Joseph toprak köleliğini kaldırmış, en başta Cizvitler olmak üzere tarikatları yasaklamış, kültürel reformları gerçekleştirip üniversiteler kurmuştu… Peki, ne oldu?.. O sıra Avrupa’da kimi devletler tarihsel zaman açısından dünü yaşıyordu; Aydınlanma kolay değildi; Joseph Avusturya’da “Aydın despotlar”ın simgesine dönüşmüştü; iç ve dış güçler birleşip icabına baktılar… Peki, 2’nci Joseph neden bu yola girmişti?.. Gençliğinde Cizvit öğretmenlerin uyguladığı baskıcı eğitim Joseph’in dinciliğe karşı cephe almasına yol açmıştı… * Benzer bir tarihsel olayı günümüzde hep birlikte yaşıyoruz… Atatürk devrimiyle Türkiye’de tarikatlar kapatılmıştır; bu yasak bugünkü anayasamızda da geçerlidir… Ne var ki ülkemizde bugün Nakşi tarikatının siyasal güçleri iktidarı ele geçirmişlerdir…


Tarikatın Fethullahçı cemaati, şeyhin yuvalandığı Amerika’ya dayanarak Türkiye’de dinci devletin yeniden kurulması için elinden geleni yapıyor; bu yolda iktidar partisiyle iç içedir… Dünyanın en büyük gücü Amerika ise 1.5 milyar nüfuslu İslam dünyasında dinciliği desteklemekten adeta haz duyuyor ve Ortadoğu çıkarlarını Türkiye’deki İslamcı iktidar eliyle yürütmeye bakıyor… Atatürk’ün kurduğu laik Cumhuriyet yıkılmak tehlikesiyle yüz yüze… * Tarihsel bilinç siyasal olayların nedenlerini dün-bugün-yarın üçlemesinde düşündüğü için akılcıdır… Dincilik bu akıldan yoksun… Yoksun olduğu içindir ki laikliğe ve laiklere karşı kin-nefret-düşmanlık akımı Türkiye’de bugün alabildiğine yoğunlaşıyor… Türkan Saylan’a dincilerin münafereti, yaşadıkları olayları tarihsel zaman içinde değerlendirmekten uzak kaldıkları içindir… * Peki, bu işin sonu ne olacak?.. Amerika tarihsel kapsamda utanç verici bir iş-levi Anadolu’da üstlenmiştir… İslam coğrafyasında laikliğe, asıl adıyla Aydınlanma’ya karşı çıkıyor… Uygarlık tarihi bakımından bu utanç, Amerika’nın siciline yazılacak… Amerika, Türkiye’de uygarlığa karşı savaşımını, kendi açısından çıkarcı ve düz siyaset sayarak 21’inci yüzyıla girdi… Tarih Baba diyor ki: - Olur böyle vakalar… 134 - Gül Sahtecilikten ‘Şüpheli’dir…

20 Mayıs 2009

Cumhurbaşkanı ‘evrakta sahtecilik’ suçundan ‘şüpheli’dir… Yargılanması gerekir… Suçlu mudur, suçsuz mudur ancak yargılandıktan sonra belli olabilir… Daha önce konuya ilişkin yazılar bu köşede yayımlanmıştı; Gül’ün yargılanması sonucunda aklanması dileğimizdir… Ancak bugün Çankaya’daki Cumhurbaşkanı, adıyla sanıyla ‘şüpheli’dir… * Olayı anımsayalım… 1997 yılında kapatılan Refah Partisi yöneticileri hakkında bir dava açılmıştı…


Neden?.. Çünkü Refah Partisi yöneticileri kendilerine verilen ‘1 trilyon liralık’ Hazine yardımını devlete geri vermemek için sahte faturalar düzenlemişlerdi… Kolay iş değildi bu… “Evrakta sahtecilik” suçundan açılan davada Parti Genel Başkanı Necmettin Erbakan iki yıl dört ay hapse mahkûm oldu… 68 Refah Partisi yöneticisi de bir yıl iki aya kadar hapis cezası aldılar… Partiden kimileri davada beraat ettiler… Ancak Refah Partisi Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül o sırada milletvekili olduğundan ‘dokunulmazlık’ nedeniyle yargılanamadı… Ama, hakkındaki ‘şüpheli’ sıfatı da kaldırılamadı… * Türkiye Cumhuriyeti Devleti gariplikler diyarıdır… Milletvekili Abdullah Gül AKP çoğunluğunun oylarıyla Cumhurbaşkanı olunca ne yaptı?.. Kendisinin de ‘şüpheli’ olduğu davada mahkûm olan eski Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ı Cumhurbaşkanı sıfatıyla affetti… Peki, bu davranış bir suç ortaklığının kefaretini ödemek mi oluyordu?.. Bir ‘şüpheli’ bir ‘mahkûmu’ nasıl affedebilirdi?.. Bu inanılmaz olay Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bugün ne hallere düştüğünü gösteren ibretlik bir tarihsel belgedir… * Bugün olay neden güncelleşmiştir?.. Sincan 1’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nin bir kararıyla Gül’ün dosyası yeniden açılmıştır… İyi de olmuştur… Çünkü Türkiye Cumhurbaşkanı ‘şüpheli’ sıfatıyla Çankaya’da oturamaz… Önce mahkemede ‘sanık’ sıfatını üstlenmesi, sonra da aklanması gerekiyor… Ama, aklansa bile kendisiyle aynı suçtan (evrakta sahtecilik) yargılanıp mahkûm olan eski Genel Başkanı Erbakan’ı Cumhurbaşkanlığı yetkisini kullanıp affetmesi bağışlanamaz… Evet, Türkiye bir garip ülke… Bu gidişle kimbilir daha neler göreceğiz?.. 135 - Cinayet?..

19 Mayıs 2009


Cinayet geniş kapsamlı bir sözcüktür, günlük dilde çeşitli anlamlarda kullanılır… Sözgelimi denir ki: - Kız çocuğunu okula göndermemek cinayettir… - Sarhoş araba kullanmak cinayettir… Eski dilde “cinayet fi’n nefs” bir kişinin ölümüne neden olma eylemidir. Yine Osmanlıcada “cinayetlerin tedahülü” ceza açısından birkaç cinayetin yalnız bir cinayet sayılması durumudur. * Peki, toplumda cinayetleri izleyip katillerin cezaya çarptırılmasını devlet adına kovuşturan kim?.. Savcı!.. Savcının işi kolay değil!.. Çünkü çok karmaşık cinayetler işlenmektedir; kimin birini nasıl öldürdüğü her zaman açık seçik değildir… Savcılar cinayetler konusunda uzman kesilmişlerdir… Kadın kocasının yemeğine azar azar zehir mi atıyordu?.. Koca ev yaşamında karısını intihara sürükleyecek bir ortam mı yaratıyordu?.. Savcı bu konularda uzman sayılabilecek kadar deneyime sahip olan kişidir… Çünkü cinayetlerin peşindedir, kendisine gelen olayların girdisini çıktısını hesap etmek “ferasetini” kazanmıştır… * Ergenekon davasında garip bir süreç yaşanıyor… Yaşını başını almış, toplum içinde itibar kazanmış, yeri yurdu, evi işi belli kişilerin evleri basılıyor, bunlar önce polis marifetiyle gözaltına alınıyor, sonra tutuklanıyor; tutuklanma bir tür yargısız infaza dönüşüyor… Sonra bu kişilerin kimi ölüyor, kimi hastalanıyor, kiminin yaşam olanakları kalmıyor… Peki, bu bir tür cinayet değil midir?.. * Son örnek Türkan Saylan.. Toplumun en gözde, en saygın, en güvenilir, en kişiliği belli bir profesörü… Evi basıldı.. Kurduğu dernek basıldı..


Gerek var mıydı?.. Saylan zaten hastaydı… Yaşadığı sarsıntı, deprem, maruz kaldığı muamelenin yarattığı sonuçlar Türkan Saylan’ın kanserli bünyesinde ne etki yaptı?.. Türkan Saylan bu olaydan sonra çok yaşamadı… Gözlerini kapadı… Bu olay bir cinayet değil mi?.. * Olayın yaşanması için hukuki, yasal, mantıksal, anayasal, cezai, akla sığan bir gerekçe olsa kimsenin diyecek lafı olamaz… Peki, Türkan Saylan durumunda kaç kişi var içerde?.. Kaçı aklandığı zaman sağlığında onulmaz yaralarla hayatına devam edebilecek?.. Kaçı ölecek?.. Kuddusi Okkır’ın ölümünde bir cinayet kokusu yok mu?.. Ergenekon davası gerçekten bir dava mıdır?.. Yoksa bir kan davası mıdır?.. 136 - Rektörlerin Durumu?..

14 Mayıs 2009

Türkiye’de durum ne?.. Birkaç gösterge: Önümüzdeki pazar günü Ankara’da ‘Cumhuriyet Mitingi’ yapılacak… Dileyen yurttaş mitinge katılabilir, değil mi?.. Demokratik bir hak ve girişim… Ne var ki Fethullahçı Samanyolu TV mitinge katılacak yurttaşları tehdit ediyor… Özetle, diyor ki: - 17 Mayıs’ta yapılacak mitinge katılacak olanlar PKK yandaşı, Ergenekon terör örgütü üyesi, darbeci sayılacaklar, tek tek görüntülenecekler, ceza görecekler… Aferin Amerika’da ‘mukim’ Feto’ya. * Türkiye’de durum ne?.. Eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt gazeteciye demeç veriyor: - Görevdeyken telefonum dinleniyordu… Kim dinliyordu?..


Polis… * Türkiye’de durum ne?.. Obama istedi ve bizimkilerin omuzlarına yükledi diye Cumhurbaşkanı’yla Başbakan’da bir telaş… Ne yapıyorlar?.. Obama’yı memnun etmek için çabalıyorlar; Ermenistan ve PKK ile anlaşmaya dönük uğraşları göz yaşartıyor… Ermenistan’ı yüzlerine gözlerine bulaştırdılar… Şimdi sıra PKK’de… Terör örgütünü ‘muhatap’ olarak kabul ederler mi dersiniz?.. * Türkiye’de durum ne?.. Üniversite rektörleri içeride… İçerisi neresi?.. Silivri kışlası… Gelen giden avukatlarla konuşuyorum, bir koğuşta üç rektör kalıyormuş… Mehmet Haberal.. Ferit Bernay.. Mustafa Yurtkuran.. Fatih Hilmioğlu ayrı yerde… Mehmet Haberal da hastaneye kaldırıldığı için bir bölümde iki rektör kalıyor: Mustafa Yurtkuran.. Ferit Bernay.. Suçları ne?.. Bilinmiyor; ama, Ergenekon’un “esprisi” malum: Darbe ve terör… İkisi bir arada… Eski ve yeni rektörler terör üretip darbe yapmakla suçlanıyorlar… *


Ülkenin aklı başında aydınları, hukukçuları, gazetecileri, baroları ve partilerinin yargıyı kullananlara karşı elleri kolları bağlı… İktidar çoğunluğuna dayalı dinci faşizm Ergenekon tertibini yürütüyor… Rektörlerinin darbeden kovuşturulduğu, dincilerin iktidarlaştığı tek ilginç demokrasiyiz… * Türkiye’nin suçu ne?.. 1.5 milyarlık Müslüman coğrafyasında tek laik devlet olmak… Bu suçun bedelini ödüyoruz… Dünyada üniversite rektörlerini siyasal bir davada içeri atan tek ülkeyiz… 137 - Polis Devleti Kuruldu Bile…

13 Mayıs 2009

Fatih Altaylı ‘Habertürk’teki köşesinde bir süreden beri Ergenekon’la ilgiliydi; dün noktayı şöyle koydu; kısaltarak aktarıyorum: “Birkaç gün boyunca Ergenekon Davası’nın bence en önemli noktalarını yazdım. Bu yazdıklarımda maksat ne birilerini karalamak, ne birilerini aklamak. Sadece ve sadece bilgi vermeye, kafalardaki Ergenekon tablosunu aydınlatmaya çalıştım. Davanın özünü aktardım. Yüzbinlerce sayfalık iddianamede bunların dışında da pek çok şey var ama işin özü, aslı bu. Gerisi kafa karıştıran, davayı sulandıran teferruat bence. Belli ki, Emniyet kendisine verilen görev doğrultusunda incelemeler, araştırmalar yapmış, savcılar da Emniyet’ten gelen bu bilgileri üstünkörü bir değerlendirmeden sonra iddianame haline getirmişler. Konunun mahiyetine tam olarak hâkim olamadıkları için de ilgili ilgisiz her şeyi koymuşlar. Herhalde ‘önemli bir şeydir de biz farkına varmamış olmayalım, başımıza iş açmayalım’ diye düşünmüşler.” * Fatih Altaylı’nın kimi savcıya ilişkin saptaması doğrudur. Bir savcı, önüne gelen dosyada polis turnikesinden geçmiş yığınla iddiayı görünce “önemli bir şeydir, biz farkına varmamış olmayalım, başımıza iş açmayalım” diye düşünebilir… Başbakan RTE, “Ben bu davanın savcısıyım” demedi mi?.. Üstelik bugünkü düzende savcının ve yargıcın yazgısı iktidarın elinde değil mi?..


* Ancak olayın bir başka yüzü de var… Ergenekon “siyasi bir dava” olarak tescil edildi… Bu siyasi davayı kim yürütüyor?.. Polis… Ne diyor Fatih Altaylı: “- Yüzbinlerce sayfalık iddianame…” Eklerini de sayarsak “yüzbinlerce sayfalık iddianame” ne anlam taşır?.. Hukukta böyle iddianame olur mu?.. Yine Fatih Altaylı yazıyor: “- Belli ki, Emniyet kendisine verilen görev doğrultusunda incelemeler, araştırmalar yapmış…” Kim vermiş bu görevi?.. Polisten savcıya, savcıdan yargıca uzanan bir yönlendirici süreçte oluşturulan davanın siyasallığında amaç nedir?.. * Bilmem ki kamuoyu farkına varıyor mu?.. Türkiye’de ‘polis devleti’ kuruluyor… Kuruldu bile… İşin ilginç yanı Türkiye’nin bir ‘asker devleti’ olduğunu söyleyenler ‘polis devleti’nden hiç şikâyet etmiyorlar… Polisin cemaatçilerin eline geçtiği iddiası da bu dönüşümde yerli yerine oturuyor… Polis askeri izliyor… Rektörleri, gazetecileri, profesörleri, e. askerleri, fikir adamlarını topluyor… Genelkurmay Başkanı’nın telefonlarını dinliyor… Ve Ergenekon tertibinde etkin rol oynuyor… * Polis devleti, asker devletinden daha mı ehven?.. Hele bu gidişat bir de Amerikan projesi ‘Ilımlı İslam Devleti’ modeline oturursa yeme de yanında yat… 138 - Takıyye mi?.. Gerçek mi?..

12 Mayıs 2009


Recep Tayyip ile Bülent Arınç’ta bir değişiklik mi var?.. Soruyu iki ayrı gazetenin haber başlıklarından yapacağım alıntılarla somutlaştırayım… * Birinci haber başlığı Posta’dan: “Ergenekon itirafı…” “Ergenekon davasının savcısıyım diyen Başbakan Erdoğan, Ergenekon soruşturması konusunda ilk kez aksaklık ve noksanlık olabileceğini söyledi.” (3.5.2009) İkinci başlık Vatan’dan: “Dönüşüme uğradım…” “Bülent Arınç, Milli Görüş çizgisinden geliyor olmaktan utanmıyorum. Ama dönüşüme uğradım. Bugün siyasi kimliğim muhafazakâr demokrattır.” (8.5.2009) * Bu haberleri okuyan kişinin aklına hemen bir soru geliyor: - Söylenenler doğru mu, yoksa takıyye mi yapıyorlar?.. * “Milli Görüş” nedir?.. Necmettin Erbakan’ın ve Saadet Partisi’nin görüşüdür… İslamcıdır… Ama ‘antiamerikan’dır… Bugün dünyada Müslümanlık coğrafyası ikiye ayrılmıştır; bir yanda Suudi Arabistan’ın temsil ettiği görüş, öte yanda İran’ın temsil ettiği görüş… Biri Amerika’ya el pençe divan duruyor… Öteki başkaldırıyor.. Saadet Partisi ile AKP arasındaki fark bu… * Amerika’da Başkan Bush zamanında tezgâhlanan BOP senaryosuyla AKP sahneye çıktı… Dünyanın en büyük gücü tarafından desteklenerek “Ilımlı İslam Devleti Modeli”nin Amerikancı aktörü rolünü hevesle üstlendi… Şimdi bu model çöküyor mu?.. Artık Bush yok…


Obama ne yapacak?.. Amerika, Türkiye’de merkez sağı tasfiye etti, ılımlı İslamcı partiyi destekledi… Ama, işler iyi gitmiyor… Ilımlı İslamcı devlet modeline geçmek kolay olmuyor… Acaba Gül, RTE ve Arınç’ın kulaklarına kar suyu mu kaçtı?.. * Belki bugünkü Amerikan yönetimi bir gerçeği sezinledi… Ortadoğu’da Türkiye’yi PKK terörüyle bölerek kurulacak “Büyük Kürdistan” haritasına yerleşmek tasarımı, ancak Bush’un iktidarında üretilen bir hayaldir… Kuzey Irak’ta iki aşiret reisine dayatılan bu hayal şimdiden yıkılmıştır… Türkiye’de laik Cumhuriyet ordusunun gücünü yok ederek kurulacak bir İslamcı devletin de Ortadoğu’da hangi maceraya yöneleceği kuşkulu bir bilmecedir… * RTE ile Arınç’ın ağız değiştirmeleri ya takıyyedir… Ya da kulaklarına üflenen, bu gidişata göre ayarlanma çabalarıdır… Deneyimler gösteriyor ki seçim sandığında gerilemeye başlayan bir iktidar ya azgınlaşır… Ya da gerçeklere göre ayağını denk alır… Hangisi?.. Göreceğiz… 139 - Mardin…

10 Mayıs 2009

Kız sorunu, kan davası, çıkar çatışması üzerine Mazıdağı ilçesi Bilge köyünde işlenen toplu cinayet gözleri Mardin’e çevirdi… Yorumların bini bir para… Gerçekler TV’lerde ortaya döküldükçe gözler şaşılaşıyor… Mardin’de yaşamı belirleyen neymiş?.. Töre ve din… Töre nerede başlıyor, dinle haşır neşir ilkellik nerede bitiyor, belli değil… Mardin’de ortaçağ mirası, en başta kadınlar olmak üzere, kişilerin yaşamında egemen… *


Cumhuriyet gazetesinde kırk yıl önce bu gerçekleri yazıp da reform isteyenlere ne deniyordu: - Komünist… Şıh, şeyh, aşiret reisi, cemaatin başı çok partili rejimde Ankara’ya gidecek milletvekilini tayin ediyordu… Dün “komünistlerin” yazdıkları, söyledikleri, uyarıları bugün dillerde sakız… Arada yazık oldu Türkiyemize… Amerikan marifeti dincilikle ülkeyi İslamcı iktidara teslim ederek en aşağı bir çeyrek yüzyıl daha yitirdik… Mardin’de yaşanan kanlı olay, bu aymazlığın karnını deşerek bağırsaklarını ortaya döktü… * Bilmeceleriyle meşhur Mardin’den bir örnek: “C iken O olur.. O iken C olur..” Bilin bakalım nedir?.. Yanıt: Ay… Bir Mardin bilmecesi daha: “Bir üzüm asılı.. Ortası nur basılı..” Nedir?.. Ampul!.. Ampulü parti markasına dönüştüren “ılımlı İslam” Mardin’e ne götürdü?.. Mardin kara yazgısıyla baş başa… * Mazıdağı’nın bir köyünde yaşanan kan davası katliamı nedeniyle medya etkili bir ‘reyting’ yarışına girdi… Ne söyleniyor?.. İki sözcük yineleniyor: Töre ve din… Kurbanlar namaz kılarken katledildiler…


Üstüne üstlük bugünkü iktidar seçim sandığında töre ve dini tepe tepe kullanıyor… Mardin’de töre ve din, bizim gerici iktidarlar için bulunmaz nimet… Ve bunun adı da demokrasi… * Mardin İsa’dan önce (İ.Ö.) üç bin yılından beri yerleşim odağı… Hititler İ.Ö. 1200 yıllarında Mardin’de… İ.Ö. 600’de Medler egemen…. İ.S. 640’ta Araplar var… Mardin Yavuz Sultan Selim zamanında (İ.S. 1517) Osmanlı yönetimine giriyor… Şemseddin Sami ‘Kamus ül Âlâm’da 1890’lardaki Mardin’i şöyle anlatıyor: “Nüfusu 193.022’dir. Bu nüfusun 3’te 2’si Müslüman, geri kalanı ise Ermeni, Rum, Süryani ve Keldanidir.” Bu kadar derinliğine bir tarihi olan Mardin’de bu kadar ilkel bir yaşam düzenini sürdürmek ise ancak utanılacak bir gericiliğin marifetidir… Özdeyişe göre “Marifet iltifata tabidir”… Adına demokrasi denen çok partili rejimde gericilik Ankara’da iltifat görmese, Mardin’de yaşayan kadınlar, kızlar bugün daha mutlu olmazlar mıydı?.. 140 - Çöküş ve Yükseliş…

9 Mayıs 2009

Hıncal Uluç Sabah gazetesindeki köşesinde dün yazısına şöyle başlamıştı: “Kapkara günler yaşıyoruz.. ‘Ne oluyor bize’ herkesin sorusu… Daha kötüsü.. ‘Yarın ne olacak?.. Yarın ne olacağız…’ Türkiye, resmi sivil yığınla kurumu ve örgütü ile bu soruları pompalıyor… Medyamız yangına körükle gidiyor.. Bu gidişe bir nebze ‘Dur’ demek, karanlığın içinde bir ışık yakmak için bu yazıyı öne aldım…” Hıncal’ın yazısının başlığı: “Türkiye’nin harika geleceği..” * Uluç, ülkenin her yanında, resmi ve özel çeşitli kesimlerde dile getirilen kaygıyı özetlemiş… Gerçekten herkes birbirine soruyor: “- Ne oluyor bize?..”


Yanıt: - Büyük bir çöküşü yaşıyoruz… Peki, çöken ne?.. Önce ekonomi… Pembe vaatlerle ülkeye güzel bir gelecek vaat ederek iktidara geçen AKP, ekonomik çöküşü halkın sırtına yükledi… Ama, dikkat: Dincilik gırla.. Tesettür, devletin başına geçirilen türban… İslamcılık yükseldi.. Ekonomi çöktü.. Çöküşün bedelini bu iktidar ödeyecek… * Çöküş yalnız ekonomide değil.. Başkan Bush’un Ortadoğu’ya ve Türkiye’ye yönelik projesi çöktü… Ne demek bu?.. ABD’nin PKK’nin arkasından desteğini çekmesi demek… Amerika Irak’tan çekilirken Türkiye’ye ihtiyacı büyüyecektir… TSK mi, PKK mi?.. ABD biliyor ki PKK’yi Afganistan’da kullanamaz… PKK ise durumu şimdiden kavradığı için telaşta… Ankara ile temas aranışında… * Çöküş aynı zamanda AKP’de… Yerel seçimde oy oranı yüzde 38’e inen yüzde 47’lik AKP’nin bugün yüzde 30’a düştüğü söyleniyor… ABD elini çektiği gün AKP’nin iktidarı çöker… Şu günlerde merkez sağda parti arayışları bu çöküşü vurgulayan ilk haberler… * Peki, çöküş başka nerede?..


Ergenekon kumpasında… 12’nci dalgasını yaşayan bu tezgâh 13’üncü, 14’üncü dalgasında daha da çökecek… Hukuk devletinde hukuksuzluğu pazarlayan Ergenekon, iktidarın desteğine karşın şimdiden çökmüştür… * Ya yeni anayasa projesi?.. Çöken bir iktidarın ülkenin geleceğini düzenleyecek anayasa girişimi “eşyanın tabiatına aykırı” bir göz boyama… * Ya yolsuzluklar… AKP iktidarı tepeden tırnağa yolsuzluklarla donanmış bir örgüte dönüştü.. RTÜK nedir?.. Radyo Televizyon Üst Kurumu… Başında kim var?.. Deniz Feneri dolandırıcılığının Almanya yargısı tarafından teşhis edilen şaibelisi… AKP iktidarı yolsuzluklarla kıvranan çöküşün çöplüğünde yaşıyor… * Çöküş listesini uzatmak kolay, ama, bu kadarı yeter… Türkiye’yi kim vurduya getirmek isteyen eski Başkan Bush projesi çöktü… AKP işte bu çöküşün çöküşünü yaşıyor… * Siyasette her çöküş, bir yükselişin habercisidir… Çanlar AKP için çalıyor… Dinciliği kullanıp Türkiye’yi eline geçirmek için Amerika’da tasarlanmış bu partinin çöküşü hayırdır… 141 - Elinizdeki Bu Gazete…

8 Mayıs 2009

Her gazete bir zaman ve mekânda kurulur… Cumhuriyet 20’nci Yüzyılın ilk çeyreğinde kuruldu… Şimdi 21’inci Yüzyılın ilk çeyreğini yaşıyoruz… Ancak, gazete olarak, geçmişimizi anımsadığımız ve geleceğimizi düşündüğümüz zaman hem özelliğimizi hem de kimliğimizi saptamak olanağını bulabiliriz…


* Cumhuriyeti -Atatürk’ün isteğiyle- kuran Yunus Nadi kimdir?.. Bir anı: 1920’de işgal polisi İstanbul’a egemendir. Türk subayları yolda gördükleri işgal subaylarına selam vermek zorundadırlar… İşte böyle bir zamanda ve mekânda bir gün işgal polisi Yunus Nadi’nin evini basar… Yunus Nadi bir sandığa saklanır, eşi Nazime Nadi sandığın üstüne oturur… Evi basan polis ortalığı denetlerken Nazime Nadi yerinden kımıldamaz… İşgal polisi gittikten sonra Nazime Hanım oturduğu yerden kalkar, sandığın kapağını açar… * Yunus Nadi, Nazime Hanım’ı ve çocuklarını İstanbul’da bırakarak Ankara’ya kaçar; o günlerde sonu belirsiz bir macera sayılan Kemalist direnişe katılır… Peki, bu anı bize neyi anlatıyor?.. Cumhuriyet gazetesinin tarihçesinde Ulusal Kurtuluş Savaşı direnişiyle Kemalist devrimin harcı karılmıştır… Bugün Cumhuriyet gazetesinde çalışanlar hangi tarihte ve hangi mekânda çalıştıklarını çok iyi biliyorlar… Bilmek yetmez… Bilginin bilincini hem beyinlerinde, hem yüreklerinde taşıyorlar… * Yunus Nadi Cumhuriyet gazetesini kurdu… Nadir Nadi bu kuruluşu binbir zahmet ve dirençle kurumlaştırdı… Bugünkü Cumhuriyet çalışanları bu tarihin mirasını üstlenmişlerdir… Cumhuriyet yalnız Türkiye’de değil, dünya ölçeğinde, bir eşi daha bulunamayacak bir tarihçeye sahiptir… * Bizim yüzümüz bu tarihçede mayalanmış bir geleceğe dönük… Okuruyla, yazarıyla, çalışanıyla kurumlaşan Cumhuriyet, kendi varlığının Atatürk Cumhuriyetiyle özdeş olduğunu çok iyi biliyor… Atatürk Cumhuriyeti bittiği gün Cumhuriyet de biter… Ve ne yazık ki 20’nci Yüzyılın ilk çeyreğinde kurulan gazetemiz, 21’inci Yüzyılın ilk çeyreğinde bu tehlikeyle karşı karşıya…


* Ancak biz, bugünkü koşullar ne olursa olsun, Atatürk Cumhuriyeti’nin yaşama gücünü koruduğuna ve varoluşunu savunduğuna inanıyoruz… İşte bu inancın heyecanıyla 85’inci yılımızı kutluyoruz… Okurlarımızla birlikte geleceğe Atatürk’ün laik Cumhuriyetinde yürümek istencimiz tamdır… 85’inci yılımız hepimize kutlu olsun… 142 - Gerçek Katiller Kimler?..

7 Mayıs 2009

Nereden nereye geldik?.. Soruya yanıt vermek için en çarpıcı gösterge ne?.. Medyada uçuşan sözcükler ve deyişler… Kan davası.. Cemaat.. Aşiret.. Töre cinayeti.. Tarikat.. Vahşet.. Bu garip toplumun reytingci medyası da birinci sayfalarında ve köşelerinde olağanüstü bir çabayla timsah gözyaşları döküyor… Neden?.. Mardin’in bir köyünde töre cinayeti işlenmiş… Bu kez öldürülenler kalabalık: 44 kişi… AB Komisyonu üyesi Olli Rehn Efendi bile “şok yaşadığını” açıklamış… * O günleri yaşayanlar bilirler, 1950’de Türkiye sözüm ona demokrasiye geçtikten sonra öğretmen düşmanlığı başlamıştı… Öğretmenler yurdun hangi köşelerinde ve niçin dövülüyorlardı?.. Artık iktidar, ağa, aşiret reisi, tarikat ya da cemaat başının etkisine girmişti… Öğretmene dayak haberleri basında sıradanlaşmıştı… *


Neden?.. Çünkü toplum uyutulmalıydı… Kişi aydınlanmadan uzakta yaşamalıydı… Aşiret reisi, cemaatin başı, tarikatın şeyhi hangi partiyi tutarsa sandıktan o çıkıyordu… Cehalet mi?.. Diz boyu… Kan davası mı?.. Pöh… Kadın özgürlüğü mü?.. Sakın ha… Cemaatin başı erkeklere, erkekler kadınlara hangi partiye oy verileceğini tebliğ ediyorlardı… Bugün de pek değişmiş bir şey yok; üstelik cemaatçilik, aşiretçilik, erkek egemenliği, kadın düşmanlığı bir ölçüde köylerden kentlere de taşındı… * Peki, Mardin’in Bilge köyünde 44 kişiyi öldüren katiller kimler?.. Siz bakmayın dökülen timsah gözyaşlarına… Katil sen.. Ben.. Biz.. Onlar.. Hele birinci derecede cinayet sorumluları nicedir ‘muhafazakârlık’ ayağına bu ülkeyi dinciliğin siyasetinde afyonlamaya çalışan politikacılar… İktidar sahipleri… Atatürk’ün Aydınlanma devrimine karşı çıkıp Türkiye’yi 21’inci yüzyılda kan davasının ilkelliğine bağlayan kadın düşmanları… * Ama, ilerlemiyor muyuz?.. Olur mu canım… Gazetelere bakarsanız Mardin’in Bilge köyündeki kan davası cinayetinde son model otomatik silahlar kullanılmış…


Peki, ne olacaktı?.. Anayasa Mahkemesi yargıcını son model dinleme aygıtlarıyla mandepsiye bastırmaya çalışanların iktidarında kan davası cinayetinin silahı da son model otomatikmiş… Çok mu?.. 143 - Sara Nöbeti Gibi…

6 Mayıs 2009

Politika bir bakıma yüzeyseldir; siyaseti anlamak için tarihsel ve toplumsal nedenlerini ve kökenlerini bilmek gerekir… Bugün Türkiye kişinin dudağını uçuklatacak bir hastalığı, rezilliği, hezimeti, çöküşü yaşıyor… Peki, anlamı nedir bu kıyametin?.. * Her zaman altını çizdiğim gibi, bugünkü Türkiye’yi anlamak için, önce bir kavramı tarihsel kökenleriyle kavramak gerekir… Nedir o kavram?.. Aydınlanma.. Bu kavramı dışlayan bir yaklaşım, yaşadığımız olayların yüzeysel kavgasını ve dedikodularını yansıtmak cüceliğini aşamaz… Hıristiyan Avrupa’da ilk Aydınlanma tohumları Luther’le topluma serpildi… Kanı revan içinde yaşandı Aydınlanma… Batı’da siyaset, kilisenin egemenliğinden kurtulup laikliğe kavuşulduğu zaman, demokrasi de toplumun yaşamında benimsenmeye başladı… * 21’inci yüzyıldayız… Tüm İslam dünyasında tek laik Cumhuriyet Türkiye… Cami tüm Müslümanlık coğrafyasında politikaya egemen… Şimdi anayasasını Kemalist devrimle laiklik temeline oturtan Türkiye’de dinci-İslamcı bir karşıdevrimin siyasal kavgası yaşanıyor… Olaylara, RTE’ye, MHP’ye, AKP’ye, Gül’e, CHP’ye, askere, Ergenekon’a, teröre vesaireye bu açıdan yaklaşamayan her yorum siyasetteki yüzeysel kavganın keşmekeşini yansıtacaktır… Cumhuriyet gazetesinin ötekilerden farkı da budur… Aydınlanma’yı telaffuz edemeyen, laikliğin, demokrasinin ‘olmazsa olmazı’ olduğunu vurgulayamayan her yaklaşım, şu gereksiz soruyu gündeme getirecektir: - Ne oluyoruz?..


Ne olduğumuz bellidir… * Aydınlanma kavgasını çok partili rejim ortamında yürütmeye çalışan Türkiye’de, iktidar, Amerika-Bush desteğiyle AKP’nin eline geçmiştir… MİT.. Jandarma.. Polis.. Yargı.. Ve asker üzerine yürütülen kavganın belli bir sürede dinci devleti yaratmak için verildiğini görmeden yapılacak her siyasal yorum, yüzeyselliği yansıtan şaşkın politikanın değerini ya da değersizliğini içerir… * Ergenekon davasına Mehmet Barlas köşesinde Estergon adını taktı… Estergon tertibi, ‘dincilik-İslamcılık’ siyasetini devletin anayasasına işlemek için büyük bir mücadele veren AKP iktidarının bilinçli marifetidir… Kavga ya da politikanın kökeni, içeriği, amacı, anlamı bir başka türlü anlaşılamaz… Biz, Avrupa’nın geçmiş yüzyıllarda yaşadığı kavganın güncelliği içindeyiz… * Bu kavgaya malzeme olsun diye Estergon tertibi 100.000 sayfalık bir malzemeyi piyasaya sürdü… Çoğunlukla telefon konuşmaları ve dedikodular… Medya her gün gizli dinlemelerin gayri ciddi ve kuşkulu içeriklerini ‘reyting’ için topluma pazarlıyor… Bugün Türkiye’de ahlak, ölçü, etik, ciddiyet, namus, kişi güvenliği rafa kaldırılmıştır; çöküş, hastalık, hezimet, sara nöbeti gibi yaşanıyor… Bakalım bu ortamda yürüyegelen kavganın sonuçları ne olacak?.. 144 - Gatakulli Programı…

5 Mayıs 2009

Fethullah Gülen bu ara kendi lakabını bizzat kendisi saptadı: - Gatakulli Fethullah… Bu sıfat, yüce İslam dinini kendi çıkarları ve siyaseti için kullanan Türkiye kaçkınına yakışıyor… Şaka değil… Merkez sağ yönetimleri şemsiyesi altında palazlanan ‘cemaatçilik’ şimdi koskoca Türkiye’yi avuçları içine almış durumda…


İskenderpaşa cemaatinin yetiştirmeleri AKP’de takıyye yöntemiyle politikayı evirip çeviriyorlar… Saidi Nursi – Fethullah Gülen cemaati ise doğrusu pek yaman bir stratejiyi uzun yıllar sabırla uyguladı… * Neydi o strateji?.. Devleti ele geçirmek için önce bürokrasiyi ele geçireceksin… Polis mi, asker mi, yargı mı, devlet memuriyeti mi, öğretim mi, ne varsa içine sızacaksın… Yıllar ve yıllar, sabırla, güleryüzle, gerçek kimliğini saklayarak, yumuşaklıkla, takıyyecilikle, cemaatçilikle örgütlenip önemli kazanımlar sağlayan Gatakulli Fethullah bir tek ‘ordu’ya sızamadı… Olsun… Cemaat, asker yerine polisi kullanırdı… Ve şimdi kullanıyor… * Gatakulli Fethullah zamanlamayı kaçırırsa, bugünkü fırsatın bir daha eline geçmeyeceğini biliyor… Kendisi ve medyası bu yüzden gerilimli… Ve saldırgan… Hazır İskenderpaşa cemaatinin yetiştirmeleri iktidardayken Ergenekon tertibiyle ilericileri temizlemenin tam zamanı… Şimdi dönüp dolaşıp nereye geldik?.. Sıra Anayasa Mahkemesi’nde… Ergenekon tertipçileri AKP’yi laikliğe karşı odak noktası sayan Anayasa Mahkemesi’nin icabına bakmak için harekete geçmiştir… * Saidi Nursi – Fethullah Gülen cemaati siyasi parti kurmadan; ama, iktidardaki AKP’yi kullanarak hedefine ulaşabilir mi?.. RTE, Gatakulli Fethullah’a mahkûm… Gatakulli Fethullah da AKP’ye mahkûm… Aradaki kutsal ittifak nasıl bozulabilir?.. AKP sandıkta inişe geçtiği zaman, Feto yenilgiyi paylaşmak istemez…


Şimdi yürürlükteki Ergenekon rejimini birlikte yürüten ortakların önlerindeki zaman dilimi pek geniş değil… Fırsat bu fırsat… * Ya Ergenekon tertibiyle bütün Atatürkçü Aydınlanmacıların icabına bakılacak… Ya da Türkiye ortaçağ cemaatçiliğinden kurtulup yüzünü çağdaş demokrasiye çevirecek… 145 - Sınıfsal Bilinç Gülhane Parkı’nda…

2 Mayıs 2009

Ülkemizde 2009’un 1 Mayıs’ı sanki unutulmuş anıları tazeledi… Nedir unutulan anılar?.. Emek.. İşçi.. Sınıfsallık.. Yine de dünyada işsizlik şampiyonluğuna oynayan bizimki gibi bir toplumda 1 Mayıs nasıl yaşandı?.. Gümbür gümbür mü?.. Yasaklı mı?.. Kısıtlı mı?.. Olsun… Emekçinin biraz olsun kıpırdaması, alınterine sevgisi ve saygısı olan çağdaş insanın gönlünü hoş eder… Mutluluk yaratır.. Umut tazeler.. “Umut fakirin ekmeği.. Ye Mehmet ye…” * Sosyalist döneklerin el üstünde tutulduğu bir komprador kapitalizm düzeninde dinci iktidar deneyimini yaşıyoruz… Ama, nasıl?.. Çırpınıyoruz.. Debeleniyoruz.. Alaturka kapitalizmin krizi, emekçinin gırtlağına yapışmış, sıktıkça sıkıyor…


Alınteriyle yaşayanlar soluksuz mu soluksuz… Peki, bu durumda bile neden çalışanları tümüyle sarmalayan sendikalarımız yok?.. Neden siyasal yaşamda ağırlığını duyurabilecek sol, sosyal demokrat, sosyalist partilerimiz yok?.. * 2009’da 1 Mayıs’ı sendikalar İstanbul’da kutladı… Emekçi deyince akla önce ne gelir: Sendika.. Toplusözleşme.. Grev.. Peki, tüm bu hakları, işçimiz, demokratik bir tarihsel savaşımla mı aldı?.. Yok canım… 27 Mayıs askeri müdahalesiyle bu temel emekçi hakları 1961 Anayasası’na yazıldı… * İşçinin bilinci sınıfsallaştığı zaman, alınteri savaşımı, toplumda ağır basabilir… Çağdaş demokrasinin anlamı ve içeriği budur… Peki, ya emekçinin bilinci, sınıfsallığı yok eden dincilikle uyutulursa ne olur?.. Sınıfsallığı silip süpüren ‘cemaatçilik’ bilinci oluşur… Türkiye’de emekçi işte bu tuzağın çukuruna itiliyor… “Ilımlı İslam Devleti Projesi” emekçinin, memurun, işçinin, köylünün bilincini körletmek üzerine iş tutan kurnaz emperyalistin akıldaneliğidir… Hangi sendika liderimiz bu işin farkında?.. Hangisi Gülhane Parkı’nda… 146 - Gömülü Silahlar Polisin mi?..

1 Mayıs 2009

Silahlı güç deyince herkesin aklına hemen asker gelir… Peki, ya polis?.. * Son günlerde polis deyince akla ne geliyor?.. Hakkâri’de Kürt çocuğunu silahının dipçiğiyle hastanelik eden polis mi?.. İstanbul’da teröristin şehit ettiği polis mi?..


Üniversite rektörlerinin, profesörlerinin, TV yöneticilerinin, yazarların, sendikacıların, E. generallerin kapısına sabahın köründe dayanan polis mi?.. * Polis deyince akla başka hangi soru geliyor?.. Cumhuriyet polisi mi?.. F tipi polis mi?.. * ETÖ ne demek?.. Fethullahçı ve yalaka takımının kullandığı bu rumuz “Ergenekon terör örgütü” demek… Polis ETÖ suçlamasıyla yüzlerce değerli insanımızı topladı… Çıt çıktı mı?.. Ama polis, İstanbul’da gerçek bir teröristin kapısına dayandığı zaman ne oldu?.. Altı saat çatışma, bir vatandaşın ve bir polisin öldürülmesi, yedi yaralı… Üniversite rektörünü terörist diye rahatça gözaltına alan polisin karşısına gerçek bir terörist çıkınca ne oluyor?.. Polise yazık oluyor… * Polis, İstanbul’da polis şehit eden teröristi daha önce dinliyor muydu?.. Gazetelerin yazdıklarına bakılırsa teknolojinin en son aygıtlarıyla 70 bin kişi Türkiye’de gizli gizli dinleniyormuş… Polis kimi dinliyordu?.. Rektörü.. Profesörü.. E. generali.. Yazarı, vb… * Yoksa F tipi polis, Emniyet örgütünde yönetici ve egemen mi?.. Polis Ergenekon soruşturması kapsamında kazı yapıyor, toprağın altında gömülü silah ve mühimmat buluyor… Genelkurmay Başkanı da diyor ki: - Bu silahlar bize ait değil…


Bir de rakam veriyor: - 1988 yılında MKE (Makine Kimya Endüstrisi) Kurumu’nun ürettiği 3300 el bombasının 300’ü orduya, 3 bini polise verildi… O zaman akla ne geliyor?.. Şimdi bin bir propaganda, tantana ve suçlamayla keşfedilen bu silahları sakın F tipi polis toprağa gömmüş olmasın?.. * Polisteki yönetimin ‘cemaat’, nam-ı diğer ‘Fethullahçılar’ın eline geçtiği iddiası yoğunlaşıyor… Necati Doğru’nun Vatan gazetesinde çıkan dünkü yazısından bir alıntı: “- Bugüne kadar yapılan 12 dalga operasyonla tutuklanan, gözaltına alınan, tutuksuz yargılanmak üzere haklarında dava açılan yaklaşık 350 kişinin arasında rektörler var. Profesörler, yazarlar, gazeteciler, parti başkanları, TV sahipleri, bilim adamları, ‘Baba beni okula gönder’ciler bulunuyor. 350 kişinin hepsinin özelliği; Cumhuriyetçi, Atatürkçü, laiklik savunucusu olmaları… Bu 350 kişinin arasında neden ‘Cumhuriyetçi, Atatürkçü olmayan ve laikliği savunmayan bir tek kişi’ bile yok?“ * Ve yazıyı bitirirken bir de ben sorayım: Ergenekon pazarlaması ‘Gatakulli Fethullah’ın Amerika’daki merkezi karargâhından mı yönetiliyor?.. 147 - Hilmi Özkök’e Köfte Ekmek…

29 Nisan 2009

Köfte ekmek sever misiniz?.. Bizim toplumun göreneksel öğle yemeğidir… Gazetelerin yazdıklarına bakılırsa Ergenekon savcıları İzmir’e köfte ekmek yemeye gitmişler… Kiminle?.. E. Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’le… Allah muhabbetlerini arttırsın… * Ne var ki bu arada Hilmi Özkök de Ergenekon sorgulamasında tanık olarak ifade vermiş… Hem köfte ekmek… Hem savcıya ifade…


Peki, bu köfte ekmek yemekli ifade ne anlam taşıyor?.. Olay bir kez usule aykırı… Açıkça vurgulamak gerekirse laubaliliğin tam kendisini dile getiriyor… Sonra ifadeye gölge düşürüyor.. Çünkü öğle yemeğinde köfte ekmekle alınan ifade, savcılarla tanık arasında özel bir yakınlığın sergilenmesidir… * Kimi E. orgeneralin sabahın köründe evini polise bastıran Savcı Zekeriya Öz’ün E. Orgeneral Hilmi Özkök ile bu muhabbetini kim, nasıl yorumlayacak?.. Ergenekon savcılığı, TSK’ye dönük tutumunda bu ayrımcılığı nasıl açıklayacak?.. Amaç nedir?.. * Gazetelerde çok yinelenen söylentiye göre, 2004 yılında, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök komutasındaki kimi üst rütbeli subaylar darbe yapmak istemişler… Gazeteciler geçen yıl bu iddiaları E. Genelkurmay Başkanı’na sordukları zaman şu yanıtı almışlardı: “- … bu olaylarla ilgili olarak, ne vardır derim, ne yoktur derim; ne teyit ederim, ne tekzip ederim…” Öğle yemeğinde köfte ekmek iyi gider; ama, böyle tanıklık olamaz… Darbe girişimi ya vardır, ya yoktur… Var olduğu zaman da komutan Hilmi Özkök bu girişimi yapanlar hakkında yasal gerekleri yerine getirmediği için tanık olamaz… Sanık olur… 148 - ‘Normal’ ile ‘Anormal’…

28 Nisan 2009

Fıkra, aklımda kaldığına göre şöyle: Temel, Ali Rıza’ya borç verir… Ali Rıza borç aldığı parayı afiyetle yer; ondan sonra da Temel’e boş verir… Temel de Ali Rıza’yı mahkemeye verir… Duruşma başlar, kimlik saptamasından sonra yargıç, Ali Rıza’ya sorar: - Bu adamı tanıyor musun?.. Anasının gözü Ali Rıza: - Hayır, der, ben bu adamı tanımıyorum…


Temel’in tepesi atar, güzelim şivesiyle yanıtlar: - Ulan, ben de seni hiç tanımayrum… * Tanımak yalnız kişiyle sınırlı değildir… Bir de sınır tanımak var… Ermenistan, Türkiye sınırını tanımıyor… Ne demek bu?.. Türk topraklarında iddiası, talebi, gözü var demek… Eh, bu işin gizli saklısı da yok; cümle âlem Erivan’ın Ağrı Dağı’na dek tırmanan niyetlerini biliyor… Ermenistan, bir de üstüne üstlük, Azerbaycan topraklarını işgal etmedi mi… El kadar ülkenin yaptıklarına bakın siz!.. * Obama şimdi bizimkilere diyor ki: - Ermenistan’la ilişkilerinizi normalleştirin… Bizimkiler Amerika ne derse kendilerini yapmaya mecbur sayarlar… Sanki Amerikan mandasıyız… Ne var ki bu kez ortaya çıkan sorun öyle böyle değil; düpedüz mantığa da aykırı… Neden?.. * Ermenistan Türkiye sınırını tanımıyor… Biz komşumuzun tanımadığı sınırı açacağız… Biz sınırı açacağız, ama, Ermenistan sınırı yine tanımayacak… Tanınmamış sınırı açmak, sınırın tanınmamışlığını sineye çekmek değil mi?.. Tanınmamış sınırı, sınırı tanımayana tanıtmak yerine açmak, normalleşmek mi?.. Yoksa anormalleşmek mi?.. * Bilmiyorum devletler arasında şimdiye dek, başka deyişle tarihte, böyle bir işlemin bir eşi daha var mı?.. Türkiye son yıllarda öylesine anormalleşti ki Ermenistan’la ilişkilerimizi normalleştirmek olanaksız…


Önce biz kendi içimizde normalleşelim… 149 - Ergenekon’un Keçileri…

24 Nisan 2009

Artık bu işin gizlisi saklısı, lamı cimi yok; her şey ayan beyan… Son hedef kim?.. Bedrettin Dalan… Dalan kim?.. Yeditepe Üniversitesi’nin başındaki adam… Ne olmuş?.. Dalan’ın arazisinde yapılan kazıda cephanelik bulunmuş… Bu cephanelikle Dalan ne yapacaktı?.. Sorulur mu… Darbe… * Beş nokta: 1) Ergenekon tertibi laik üniversiteleri, rektörlerini, profesörlerini sıraya koymuş… Hepsini tepeleyecek… Sırada Yeditepe var… 2) Bu tertip polis marifetiyle yeni yeni operasyonlar düzenlemeye mahkûm… Çünkü Ergenekon dava değildir.. Hukuk değildir.. Tertiptir.. Plandır.. Eğer yeni operasyonlarla beslenemezse yaşayamaz.. Çünk iş davaya kalsa, bu iş çoktan bitti.. Dava çökmüştür… 3) Ergenekon artık savcı ve yargıcın elinden çıkmış, F tipi polisle AKP iktidarının rejim üstüne bir büyük operasyonuna dönüşmüştür… 4) Adı konmamış, ama, iktidarın içine yerleşmiş bir merkez, Türkiye’yi polis devletine çevirmiştir… 5) Polis devletinin adı konmamış yöneticileri, adım adım TSK’yi, daha başka deyişle laik Atatürkçü Ordu’yu kuşatmak üzerine operasyonlarını yürütmektedir…


* Silivri hapishanesinde bir Ergenekon kampı ya da kışlası oluştu… İki yıldan beri sürdürülen polis soruşturması… Yaklaşık 200 kişi gözaltına alındı.. Ülkenin en değerli Atatürkçü, laik cumhuriyetçi kişileri gözaltında… Ve devamı var… Niçin?.. Yukarda vurguladığımız gibi Ergenekon tertibi, planlaması, tasarımı yeni operasyonlarla beslenmezse ve iş hukuka kalırsa yürüyemez… * Öyleyse yeni operasyonları beklemek gerekir… Fethullah bütün gücüyle bu tertibe asılmaktadır… Ya AKP?.. Ya RTE?.. RTE başından ilan etti: “- Ben bu davanın savcısıyım…” AKP çöküyor… İktidar çöktükçe azgınlaşacaktır… Bu alanda hiçbir freni, dengesi, seçeneği kalmamıştır; Ergenekon’la başlayan süreci sonuna dek götürmek zorundadır… * Tezgâha bak sen: Yeditepe Üniversitesi’nin başındaki adam darbe yapmak üzere arazisine silahlar gömmüş… Darbeyi ancak kim yapabilir?.. Ordu.. Asker.. TSK.. Yoksa hep birlikte keçileri kaçırıyor muyuz?..

150 - Ankara’da Hükümet Var mı?..

22 Nisan 2009


Ankara’da bir hükümet var mı?.. Soruyu sormanın zamanı geldi de geçiyor… * 21’inci yüzyılın başında iktidara geçen Recep Tayyip, AKP marifetiyle ve Amerikan desteğiyle Türkiye’yi ne hale getirmiştir?.. Bugün Türkiye’nin göbeğinde obezleşen dört öbek görülüyor… • Birinci öbek Ergenekon… Ergenekon gelmiş geçmiş tüm terör ve darbelerin suçunu laik-Atatürkçü aydınlara ve örgütlere fatura ederek Türkiye’yi AKP için dikensiz gül bahçesine çevirme operasyonudur… Ama, Ergenekon’un maskesi düşmüştür… Başbakan “Bu davanın savcısı benim” demişti… Dava iflas etmiştir… AKP hükümeti başbakanıyla, bakanlarıyla taraf olduğu bu davada yargı gücünün üstüne gölge düşürmekle kalmamış, Türkiye’yi güvenilir bir ülkeye dönüştürmek yerine bir korku imparatorluğu yaratmış, laik cumhuriyeti tehlikeye sürüklemiştir… • İkinci sorun PKK… Başbakan ülkeyi bölmek isteyen iç ve dış güçlerin karşısında iflas bayrağını çekmek zorunda kalmıştır… AKP’nin Güneydoğu’da Fethullah Gülen ile birlikte dincilik yaparak seçim sandığında PKK’yi yenilgiye uğratması planlanmıştı… Yerel seçim sonuçları ılımlı İslamcı devlete şartlanmış bulunan AKP’nin bu planının da suya düştüğünü gösteriyor… • Üçüncü konu ekonomi… Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en ağır ekonomik bunalımını yaşıyor… AKP hükümeti işsizlik patlamasının, sanayide yıkımın, tarımda çöküntünün, ekonomide iflasın bayrağını tek başına iktidarında dalgalandırmakta, çözüm için yetersizliğini neredeyse ilan etmektedir… • Dördüncü fasıl yolsuzluklar… Hükümet yakınlarının, iktidar çevresinin bu yıkım sürecinde alabildiğine zenginleşmesi bir yana, yolsuzluklar AKP’nin alameti farikasına dönüşmüştür… Soygunların Müslümanlığı kullanarak gerçekleştirilmesi hükümeti büsbütün damgalamaktadır… * Peki, Ankara’da hükümet adına layık bir hükümet var mıdır?..


Ortalıkta bir otokrat dolaşmaktadır… Hiç durmadan dinlenmeden sağa sola çatmakta; ülke genelinde gerilimi pompalamakta, devletin dış politikasını şirazesinden çıkarmakta; gerektiğinde hükümetin bakanlarını kapının önüne koymakla tehdit etmekte; iç siyaseti cadı kazanına çevirmek, dış siyaseti çığrından çıkarmak yolunda elinden geleni yapmakta; Türkiye’yi çok tehlikeli bir mecraya sürüklemektedir… İktidar her alanda yıkımın göstergelerini sergiliyor… Ankara’da bir hükümet yoktur… Bir otokrat vardır… 151 - F Tipi Ergenekon…

21 Nisan 2009

Cumhuriyet farkı ne?.. Cumhuriyet bir fikir gazetesidir, bu özelliğiyle geleceği kestirmek yetilerini de kazanmıştır… Fethullah Gülen olayı bugün gündemin birinci maddesine oturdu… Cumhuriyet, yıllarca önce, bugün olacakları haber vermiş, konuyu işlemişti… * Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ dört dörtlük son konuşmasında cemaat olgusundan söz açtı… Cemaat deyince akla ne geliyor?.. Fethullah cemaati… Ergenekon’un 12’nci dalgasında adı en çok geçen kim?.. Fethullah Gülen… F tipi Işık evleriyle genç kuşakları cemaatine katan Gülen’in rakip saydığı ÇYDD’yi polise vurdurduğu artık gazete haberlerine dönüştü… F tipi yargıç.. F tipi polis.. F tipi savcı.. F tipi öğretmen.. F tipi memur.. F tipi medya.. Yıllarca önce yürürlüğe konulan bir planlama başarıya doğru yürüyor… *


Saidi Nursi – Fethullah Gülen Nakşi cemaati, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin başına çökmüştür… Cumhuriyet’in çok önceden olacağını haber verdiği bir gerçektir bu… Fethullahçılar devlet kesiminde bir kuruma sızamadılar… Nedir o kurumun adı?.. TSK… * Cemaat çağdışı bir örgütlenmedir, din kapsamında bile sakıncalıdır, çünkü müritler yurttaş kişiliğini yitirir, bir şeyhin iki dudağının arasından çıkacak söze bakar, askerden bile daha çok hiyerarşiktir cemaat, devleti ele geçirdiği zaman olacakları bir düşünün… * Ergenekon’u kim yönetiyor?.. Savcı mı?.. Polis mi?.. Yoksa bu ikisinin de tepesinde, okyanus ötesinde bir şeyhin bugünkü iktidarla iç içeliği kapsamında bir dinci – siyasal operasyon mu söz konusu?.. Başbakan Erdoğan F tipi değil… Peki, F tipi kaç bakan var?.. Polis F tipi yöneticilerin elinde mi?.. Yargıyı Ergenekon adı altındaki bir operasyonla dinci siyasete bağlamak kimin planıysa kutlamalı… * Ne var ki bu planın yalnız içerde tasarlanması olanaksız… İnsanların “ismet-i harimi”ne girerek “mahremiyetlerini” suç delili sayarak, dinci-faşist bir korku devleti yaratmak fikrini kim keşfetmişse aşkolsun… 152 - Alevi-Bektaşiyle Fethullah Gülen… Aşağıdaki yazıyı 24 Mart 2007’de yazmıştım. Bugüne uyuyor… Değişen bir şey yok.. * Aşkolsun şu Fethullah’a!..

18 Nisan 2009


Ülkemizden kaçtı, Amerika’da oturuyor, Türkiye’de her gün milyonu aşkın bedava gazete dağıtıyor, TV’ler çalıştırıyor; dünya haritasının bilinmedik köşelerinde okullar açıyor, devlete sızdı, iktidarda gücü var; son marifeti de ne biliyor musunuz?.. Alevilere el attı!.. Vallahi bu adam çok marifetli!.. * Fethullah cemaat reisi… Fethullah Nakşi… Ve Nurcu.. Said-i Nursi’nin kulu, kölesi, şakirdi, tilmizi, öğrencisi, ayağının türabı… Sünni mezhebinden, Nakşibendi tarikatından, Gülen cemaati bir kol… Kutsal Müslümanlık artık dilim dilim paylaşılıyor; o şeyh, bu hocaefendi, şu bilmem ne sarıklısı parsayı vurmak için kendine özgü tekke kuruyor… Niçin?.. Paralar.. paralar.. paralar için.. Nereden geliyor bu paralar?.. Bilinmiyor, hesap sorulmuyor, sorulamıyor; devlet, dinci karanlık örgütler karşısında solda sıfır… * Fethullah’ın güdümünde her yıl ‘Abant Platformu’ toplanır… ‘Platform’ bu yıl Aleviliğe ve Alevilere el atmış… Para çok!.. Paranın çekimi, cazibesi, sıcaklığı her mezhepten ve meşrepten kişileri baştan çıkarabilir… Fethullah bizim Cumhuriyet’ten bile transfer yaptı… Alevi ya da Bektaşilerden yapabilir mi? * Alevi – Bektaşi felsefesiyle Sünni – Nakşi inancı arasındaki mantık çatışması nereden kaynaklanıyor?… “Enel Hak”tan… Tanrı ile insan birliğini vurgulayan bu sözü Sünni – Nakşi erbabı küfür sayarlar… Oysa tasavvufa göre ‘Enel Hak’ evrenin birliğini dile getiren diyalektiğin doğal sonucudur…


Alevi – Bektaşi mizahının en ünlü fıkralarından biri nedir?.. Yineleyelim: Bektaşi bir gün nasılsa camiye girmiş, imam efendi konuşuyor: - Allah ne yerdedir, ne göktedir, ne sağdadır, ne soldadır… Bektaşi: - Ulan, demiş, şuna yok diyeceksin, ama, dilin varmıyor… * Alevi – Bektaşi, paha biçilemeyen bir özgün felsefenin ve inancın ürünüdür; Gülen cemaatinin Saidi Nursi’ye bağlanan Nakşî anlayışı ise Islamın görkemli tuba ağacındaki en kısıtlı ve bağnaz dallarından birini oluşturur… Fethullah’ın Alevi – Bektaşi cemaatini parçalayıp dağıtarak yok etmek için yapmayacağı şey yoktur; bu yoldaki siyasetinde Gülen her şeyi mubah sayabilir. * Bektaşiye sordum: - Fethullah Gülen nasıl bir kişidir?.. Erenler başladı anlatmaya: - Fethullah ne yerdedir, ne göktedir, ne sağdadır, ne soldadır… Lafını kestim: - Baba, neredeyse Allah yapacaksın adamı… - Bektaşi: - Tövbe!.. dedi, ama baksana bu Fethullah Amerika’da, Afrika’da, Asya’da, Türkiye’de ve her yerde değil mi?.. 153 - Sıra CHP’ye mi Geliyor?..

17 Nisan 2009

Yalçın Doğan Hürriyet’teki köşesinde Ergenekon tertibinin dökümünü yapıyor: “Önce Kanal Biz, patronu Tuncay Özkan. Ardından ART, patronu Mustafa Özbek. Son olarak Kanal B, patronu Prof. Dr. Mehmet Haberal. Anılan kanalların ortak yanı AKP’ye muhalefet. Anılan patronların ortak yanı Ergenekon sanığı. Tesadüfe bakın.” * Ya gazeteler, dergiler, vb… Cumhuriyet… Doğan Grubu’nun gazeteleri…


Aydınlık… Belki unuttuklarım da vardır… * Sonra?.. Atatürkçü Düşünce Derneği… Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği… Çağdaş Eğitim Vakfı… İşçi Partisi… Eski Atatürkçü rektörler… ‘Ilımlı İslam Devleti Modeli’ne karşı çıkan profesörler… * Peki, sıra kimde?.. CHP’de mi?.. Baykal, Ergenekon tertibi için ne dedi: “- AKP darbesi…” AKP’li bakanlar, CHP Genel Başkanı’na veryansın ediyorlar… Doğrusu ya Ergenekon rejiminde CHP gibi bir partiye yer yok… * İstanbul’da mukim bir sıradan savcı, tüm yurt sathında polisi harekete geçirip gözaltılar yaptırabiliyor, ev ve işyerlerini bastırabiliyor, istediği kişiyi polisle İstanbul’a getirtebiliyor… Hukukçular bu eylemlerin yasalara aykırı olduğunu söylüyorlar… Ancak sıkıyönetim yasasında var olan yetkiler kullanılıyor… Aldıran yok… * Manzara ilginç… Bir Başbakanımız var, diyor ki: “Camiler kışlamız Kubbeler miğferimiz Minareler süngümüz


Müminler askerimiz” Hiçbir özeleştiri yapmadan, tövbe etmeden devletin başına geçiyor… * Anayasa Mahkemesi’nin kesin kararı: “AKP laiklik karşıtı eylemlerin odağıdır…” Anayasa Mahkemesi kararının konusu partinin lideri diyor ki: “- Ben Ergenekon’un savcısıyım…” Tablo bu kadar açık seçik, çarpıcı ve tartışmasız… * AKP’ye ilişkin yargı kararına kimse aldırmıyor, ama, yargının İstanbul’da mukim birkaç görevlisi siyasete giriyor, tüm ilerici, Atatürkçü, laik, demokrat muhalefetin icabına 2 yılda 12’nci dalgayı bulan eylemlerle bakıyor… Sıra nereye gelecek?.. Bu gidişle CHP’ye… İstanbul’da Ergenekon savcısı parti kapatamaz… Ama, CHP’ye de, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Atatürkçü Düşünce Derneği, İşçi Partisi, Çağdaş Eğitim Vakfı, Doğan Grubu, Cumhuriyet gazetesine öngördüğü yöntemi uygular; partinin önde gelen kişilerini bir sabah polis marifetiyle evlerinden toparlayıp Emniyet’te nezarethaneye kapatır ve der ki: - Sizler Ergenekoncusunuz… Gidiş o gidiş… 154 - Tuz Kokarsa……..

16 Nisan 2009

Bir dostum: - Eeee.. dedi, bu kadarı da olmaz… Hemen aklıma bir soru geliverdi: - Peki, şimdiye dek olanlar olur muydu?.. Toplum iki yıldan beri Ergenekon’da olan bitenlerin farkında mı?.. Değil… * Gidişata bakarsanız, toplum bugün bile olan bitenleri yeterince değerlendiremiyor… Bir ülkede üniversite rektörlerini, profesörleri, sivil toplum örgütlerinin liderlerini ülke çapında bir sabah toparlayıp evlerini basmak ne demek?..


Bırakın üniversite profesörünü, sıradan vatandaşı gözaltına alabilmek için gerekli kurallar yasalarda yazılı… Tüm yasalar çiğneniyor… Ergenekon rejiminin temel kuralı şu: - Amacına ulaşmak için hukuku ve yasaları gözünü kırpmadan savcılara çiğneteceksin… * “Eee.. bu kadarı da olmaz” diyen dostum ekledi: - Ama, bir bakıma Türkan Saylan’ın evini basmaları iyi oldu… - Neden? - Hiç olmazsa toplumun bir kesimi gerçeği gördü, işi anladı, az da olsa bir tepki gösterdi… - Yapma… * Peki, toplum neden çoğunluğuyla tepki göstermiyor?.. Çünkü toplum cemaatleşti… Cemaatte özgürlük yoktur.. Dinci hiyerarşi vardır.. Demokrasinin d’sinin lafı cemaatte olamaz… Avrupa tarihinde demokrasi, toplum ancak dinci hiyerarşiden kurtulunca yaşama biçimine dönüşebildi… * Ergenekon tertibi çok iyi hazırlanmış… Türkan Saylan’ın “Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği” yıkılıyor, meydan Fethullah Gülen’in cemaat örgütlenmesine bırakılıyor… Her şey hesaplı kitaplı… * Sıradan vatandaş nasıl düşünmeli?.. Savcı önce vatandaşı çağıracaktır… Vatandaş, hukuk diliyle “davete icabet etmezse” savcı polisi kullanabilir… Sabahın köründe polisi evin kapısına dayayıp odalarda ne var ne yok ortalığın altını üstüne getirmek, yasalara aykırı düşen bir eylemdir…


Bu eylem profesöre, yazara, emekli generale, gazeteciye, işçiye, esnafa, bozacıya, şıracıya, manava yapılsa da yasalara aykırıdır… * Ergenekon yasadışı eylemlerle yürütülen bir tertip… Yasadışı eylemi ister savcı yapsın.. İster yargıç.. Bir şey değişmez… Ya da değişir… Ne değişir?.. Hukuku, yasaları ve usul kanunlarını uygulamakla görevli kişi, hukuku, yasaları, usulü çiğnerse ne olacak?.. Et kokarsa bir şey değil… Tuz korkarsa ne olacak?.. 155 - Ucu Açık… Ve Yürüyor…

15 Nisan 2009

Ergenekon tertibini kim hazırlamışsa elini öpüp başımıza koymak gerekir… Tasarım başarı kazanacak mı?.. O ayrı bir konu… Ne var ki Ergenekon tertibini AKP projesini Türkiye’ye tezgâhlayan kafanın icat ettiğini düşünmek mantıklı sayılmalı… * AKP nasıl da birdenbire kuruldu, nasıl da hemen Türkiye’yi sarıp sarmaladı, göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede seçim sandığından çıkıp iktidara geçiverdi?.. Mucit Amerika… Herifler yaman.. Bizim İslamcılara dediler ki: - Antiamerikan dinci, Türkiye’de iktidara geçemez!.. Erbakan’ın hali pür melali ortada!.. - Ne yapalım?.. BOP kapsamına oturan ılımlı İslam devleti tasarımı, bir Amerikan icadıdır. * Ya Ergenekon?..


Ergenekon, tasarımın ikinci ayağıdır; bizimkilerin kafasından bu kadar gıllıgışlı bir proje çıkamaz… Kimi savcıları ve yargıyı kullanmak yaman bir fikir… Bu fikirde madde 1: Her şeyin ucu açık olacak… İddianamenin (ve iddianamelerin) ucu açık… Soruşturmaların ucu açık… İktidar Ergenekon tertibinin lideri ve desteği… İktidarın başı pervasız dile getiriyor: “- Ben Ergenekon savcısıyım…” Yandaş medya kıyameti koparıyor… Ergenekon tezgâhı açıklaması yasak soruşturmaları, telefonları, özel belgeleri, dedikoduları yandaş ve yalaka medyaya sürekli pazarlıyor… Zaten medyanın büyük bölümü planlamaya göre daha önceden satın alınmış… * Korku, yılgınlık, sindirme… Ergenekon tertibinin amacı, bu yöntemlerle amacına ulaşmak… İstanbul’daki bir odak noktasından bütün Türkiye’yi kapsayan polis operasyonları, aydınlar, ilericiler, demokratlar ve laik kişilerin yüreklerine şu çengeli takıyor: - Beni de alırlar mı?.. Filanca zamanda, filanca yerde, filanca kişiyle konuşmak, üç beş tepkisel laf etmek bile gözaltına alınmak için yetiyor… Ve bütün bu işlemlerin ucu açık… Ucu açık olunca, herkes “Sıra bana ne zaman gelir?” diye kuşkunun pençesine düşüyor… Demokratik toplum yerine korku toplumu yaratıldı… * Ergenekon Türkiye’de bugün geçerli rejimin adıdır… Polisle yürütülüyor… Şimdilik başarılı… AKP projesiyle birlikte Amerika tarafından tezgâhlanmıştı… Ve ucu açık…


156 - Türkiye’nin Yeni Rejimi: Ergenekon…

14 Nisan 2009

Kimi zaman sözün bittiği bir yer vardır… Sanırım söz bitti, bitiyor… Yazı mı?.. Yazı sözün beyaz kâğıda dökülmüş biçimi değil mi?.. Olayların diliyle hızı, sözü de yazıyı da sollayınca ne denir?.. Artık her şey öylesine açık, seçik, çarpıcı ki söylenecek laf yok… Yine de bir şeyler karalamaktan geri durmayalım… * Cumartesi günü bu köşede çıkan yazı, Ergenekon’un ‘Yavru vatan Kıbrıs’ta yavruladığını vurguluyordu… Pazar günü ne yazık ki yine Ergenekon’u ele almış, gazetelerde çıkan ‘3’üncü iddianame’ haberlerine değinmiş; çokbilmiş gibi, 4’üncü iddianameden söz açmıştım… Bugünkü yazı da Ergenekon’a ilişkin… Sıktı değil mi?.. Peki, ne oldu?.. 12 dalga Ergenekon bütün yurdu sardı… * Olan bitenler konusunda bir şey yazmayacağım, her şey herkesin gözleri önünde TV’lerde seyrediyor… Olan bitenler ne hukukla ilişkili… Ne yasalarla… Ne savcı… Ne dava… Ne yargıç… Ne yargı… Türkiye’de devleti ve ülkeyi kapsayan bambaşka bir operasyonun yürürlüğe konduğunu görmemek için artık kör olmalı… * Üzüldüğüm ne biliyor musunuz?.. Biz yine haklı çıktık…


Keşke çıkmasaydık… Ergenekon kapsamında da haklı çıktık; ama, doğrusunu isterseniz bu tertibi ya da operasyonu hazırlayanları tebrik ediyorum… Çok iyi düşünülmüş… Ve tasarlanmış… Ucu açık soruşturma… Dalga dalga… Hiç bitmeyecek bir davanın hukuk şemsiyesi altında aşama aşama sürdürülmesi… İnsanların yıldırılması, korkutulması, sindirilmesi… Ve ülkede sürekli geçerli Ergenekon rejimi… 157 - Polis Balosunda Bir Savcı…

12 Nisan 2009

Polis balosu.. Davetli Ergenekon savcısı Zekeriya Öz balonun gürültüsü patırtısı içinde gazetecilere diyor ki: “-Yarın bizi kapının önüne koyarlar…” Eh, insan hali.. Ruh hali.. Demek ki savcı Zekeriya Öz yarını düşünmeye başladı… * 29 Mart seçimlerinde AKP yüzde 38’lere düşmeseydi; ardından da Obama, Atatürk Cumhuriyeti’nde laiklik vurgusu yapmasaydı, Zekeriya Öz yarını düşünmeye başlar mıydı?.. Başbakan RTE, Zekeriya Öz’ü de sollayıp ne demişti: “- Ben Ergenekon’un savcısıyım…” Zekeriya Öz ikincil savcı… Birincil savcının iktidar, geleceği rizikoya girince, ikinci savcının da yarınını düşünmesi doğal… * Ancak aynı gün gazeteler şu haberi de veriyorlardı: “- Ergenekon’da 3’üncü iddianame yazılıyor…” Peki, 3’üncü iddianame nasıl olacak?.. Tıpkı 1’inci iddianame gibi…


Aynen 2’nci iddianame gibi… Ve belki de 4’üncü iddianame gibi… Binlerce sayfa, yüzlerce klasörle hukuk ve yasa açısından dipsiz kile boş ambar… Asla sonuçlanamayacak ve içinden çıkılmaz bir bilmece.. * Bu bilmecenin içinde Savcı Zekeriya Öz’ün “Yarın bizi kapının önüne koyarlar” diye geleceğini düşünmeye başlaması insani bir ruh halidir… Düşünün bir kez: Ölenler, kalanlar, hastalananlar, felç olanlar bir yana, yargısız infazla ceza çekenlerin beraat edip aklanarak dışarıya çıktıklarını bir düşünün… O zaman Zekeriya Öz ne yapacak?.. * Türkiye ‘ilanihaye’ hukukun geriye itildiği, yasaların hiçe sayıldığı, yargısız infazların rağbet gördüğü bir devlet olarak mı yaşayacak?.. Ya hukuk devleti yarın ağır basarsa?.. Ya başbakanların savcılık yapamadığı bir ülkeye dönüşürsek?.. O zaman ne olacak?.. * Polis balosu.. Maskeli balo muydu?.. Baloda kaç F tipi polis vardı?.. Zekeriya Öz ilk kez neden polis balosunda konuşup dert yanmak gereğini duydu?.. “Yarın bizi kapının önüne koyarlar…” Peki, Zekeriya Öz’ün çabasıyla bugün kapının ardında yargısız infazla çile çekenler yarın kapının önüne çıktıkları zaman ne olacak?.. Savcı Zekeriya Öz’ün düşünmeye başlaması, hem insani hem de geleceğe dönük olduğu için olumlu bir adım… 158 - F Tipi Yavru Vatan…

11 Nisan 2009

Fethullah Gülen’in gazetesi Zaman’ın herkesin bildiği gibi satış derdi yok. Her gün 800 bin nüsha bedava dağıtılıyor… Parasal güce şapo… İşte bu gazetenin dünkü sayısının manşeti:


“Ergenekon’un Kıbrıs ayağında ürperten iddialar…” Yalnız Zaman’da değil, o biçim basında bütün manşetler lebaleb şişirme Ergenekon… Ne diyorlar: “Yavru Ergenekon…” Anavatan’da Ergenekon… ‘Yavru Vatan’da yavru Ergenekon… Ergenekon yavruladı… * Türkiye’de 29 Mart yerel seçimlerinden önce Ergenekon’da Mustafa Balbay tutuklanmış, 2’nci iddianame piyasaya sürülmüş, seçim sandığı için gereken yatırım yapılmıştı… Şimdi Kıbrıs’ta seçim var… ‘Yavru Vatan’ iktidarı, anavatan iktidarını taklit ediyor… Anavatan Başbakanı RTE ne demişti: “- Ben Ergenekon’un savcısıyım…” Yavru Vatan’ın başbakanı Ferdi Sabit Soyer şimdi hangi role soyunuyor?.. Savcılık rolüne… Soyer kısaca diyor ki: “- Rauf Denktaş ve Derviş Eroğlu Ergenekoncudur, haklarında gerekli işlem yapılsın…” Derviş Eroğlu kim?.. Yavru Vatan’ın başbakanı Soyer’in seçim sandığındaki rakibi… Denktaş kim?.. Tanıtmaya gerek var mı?.. * Zaten bu Rauf Denktaş ulusalcı kimliğiyle ünlü bir zat-ı şerif değil mi?.. İcabına bakılmalı… Kıbrıs’ta Türk yönetimi de gereksiz; Türkler Rum devletine dahil olup AB’ye girseler bu iş biter; Ada’daki Türk askeri de işgalcidir, çekilmeli… Peki, Kıbrıs’taki İngiliz üssü?.. O başka…


‘Yavru Vatan’, Ergenekon yöntemiyle temizlendi mi; ihya olur… * Fethullah Gülen Amerika’da üssünü kurmuş, Ergenekon’u yönetiyor… F tipi polis.. F tipi savcı.. F tipi iddianame.. F tipi TC.. F tipi Yavru Vatan.. Fethullah Gülen Amerika’da çırpınıyor, ılımlı İslamla Türkiye’de ortalığı sarmışken Yavru Vatan’a mı giremeyecek?.. * Kıbrıs’ta seçim ne zaman?.. 19 Nisan… Başta Feto’nun gazetesi Zaman olmak üzere o biçim basın Ergenekon bayraklarını açtılar… Merak ediyorum… Ergenekon numarası Anavatan’daki 29 Mart seçimlerinde tutmadı… Bakalım, Yavru Vatan’daki 19 Nisan seçimlerinde tutacak mı?.. 159 - Yalakalık Kolay Değil…

10 Nisan 2009

Fıkra pek meşhurdur, bilmeyen yoktur, lafı gediğine koymak için sırası geldi diye bir kez daha anımsatayım… Padişah ile dalkavuğu söyleşiyorlarmış, sultan demiş ki: - Şu patlıcanla yapılan yemekler pek leziz olur.. - Olur padişahım… - Dolması tadından yenmez.. - Evet padişahım… - Kızartması nefis olur.. - Olur padişahım… - Ama, karnıyarıktan uzak dur.. - Uzak durmalı padişahım… - Türlüye de pek gitmez patlıcan..


- Gitmez padişahım… Padişah dalkavuğuna bozulmuş: - Bre demiş, ben ne diyorsam, sen de onu tekrarlıyorsun… Dalkavuk: - Elbette padişahım, demiş, bendeniz patlıcanın değil, efendimizin dalkavuğuyum… * Dalkavuğun bugünkü adı ne?.. Yalaka… Kim yalaka?.. Kimlerin yalaka olduğunu bilmeyen var mı?.. Bu sözde liberal yalakalar eski Amerikan Başkanı Bush’la İslamcı kesilmişlerdi… Bugünkü Amerikan Başkanı Obama ile Kemalist oluverdiler… Herkes şaşıyor: - Bu nasıl iş?.. Hiç utanma arlanma yok mu?.. * Şaşmak yersiz… Yalaka işini biliyor… Bu herif-i naşerifler ne Atatürkçüdürler, Kemalisttirler, ne İslamcıdırlar, dincidirler, ne sağcıdırlar, ne solcudurlar, ne de liberaldirler, demokrattırlar… Nedirler?.. Yalakadırlar… * Peki, Obama ne?.. Bush ile iflas edip çıkmaza saplanmış bir siyasetten Amerika’yı çekip çıkarmak istiyor… Nasıl?.. Amerika’nın tüm İslam dünyası ve Ortadoğu’daki çıkarlarını sonuna dek savunarak bu işi yapmaya çalışıyor… O kendi işini biliyor… Sen de kendi işini bil… Yalaka yalakalığını yapacak…


Sen ne yapacaksın?.. Soru ve sorun bu… * Yine de bizim yalakaların birdenbire nasıl döndüklerini, Obama’nın ziyaretinden sonraki yazılarında gördükçe diyorum ki: - Vallahi bu yalakalık da kolay değilmiş… 160 - ‘Proje’ Evlere Şenlik…

9 Nisan 2009

Aklı başında ya da ‘akîl’ kişiler, epey bir süreden beri Türkiye’de ileriyi görebilmek için iki olayın sonuçlanmasını bekliyorlardı: 1) Yerel seçim.. 2) Obama’nın ziyareti.. Neden?.. * Çünkü ülkede başını RTE’nin çektiği ve eski ABD Başkanı Bush döneminde tezgâhlanmış “beynelmilel kökenli bir planlama” uygulanıyordu… Nasıl?.. • AKP’nin yüzde 47 oy aldığı seçimle, planlama güç bulmuştu. • Yerel seçimde AKP’nin oyları yükselirse ülkede ‘Ilımlı İslam Devleti’ kurmak yolunda büyük bir aşama gerçekleşmiş olacaktı. • Ergenekon tertibi planın en önemli ayaklarından biriydi. • Medyayı tasfiye için Sabah Grubu’na el konmuş, Doğan Grubu’na 500 milyon dolarlık bir fatura yazılmış, Cumhuriyet baş hedef olarak Ergenekon’dan payını almıştı. • Güneydoğu’da etnikçilik, Fethullahçılıkla işbirliği yapan AKP dinciliğiyle tasfiye edilecekti. • F tipi polis ve MİT ile Ilımlı İslam derin devleti yaratılmıştı. • Yeni teknolojik atılımla telefonlar dinleniyor, aydınlar sindiriliyor, ilerici kesimlerde korku toplumu oluşuyordu. • Çağdaş örgütlenmeler yerine tarikat ve cemaat örgütlenmesi ülkede egemenleşmişti. • Hırslı ve dinci bir yeni sermaye sınıfı güçleniyordu. • Tayyip Erdoğan, Bush ABD’sinin desteğiyle gücüne güç katıyor, liderliğini partisinde ve ülkesinde pekiştiriyordu. * Bu programın ya da planlamanın demokratik görüntü altında uygulanması için ne gerekliydi?.. Yerel seçimlerde 66 miting yapan RTE’nin sandıktan güçlenerek çıkması bekleniyordu… O zaman ‘Ilımlı İslam Devleti’ görünüşte demokratik bir yöntemle kurulacaktı… Ülkede kendilerine liberal sıfatını yakıştıran bir entel grubu da bu projenin sadık hizmetkârıydı… * Ne var ki hesap tutmadı…


Yerel seçim sonuçlarında sandıktan RTE’nin yükselişini, liderliğini, tek adamlığını ve partisinin egemenliğini destekleyecek bir sonuç çıkmadı… Tersine, bir çöküşün ilk göstergeleri belirginleşti… Yerel seçimlerin sonuçları alındıktan hemen sonra Türkiye’ye gelen ABD Başkanı Obama da Bush döneminin BOP’unu ve Ilımlı İslam Devleti siyasasını savunmadı… Bu durumda, dünyanın en büyük gücü, Türkiye’de laik devlet düzenine karşıt tavrından vazgeçiyor demektir… Mart ayının sonunda ve nisan ayının ilk haftasında yaşananlar, Türkiye’nin yazgısında ve geleceğinde bir dönüm noktasını vurguluyor… * Her şey birdenbire düzelmez… Başbakan’ın kişiliği de bütün bu olan bitenleri değerlendirip gereken dersi çıkarması için elverişli değildir… Üstelik RTE’nin sırtına iki yük binecektir… 1) Obama’nın talepleri… 2) Ekonomik kriz… Dünyada ve Amerika’da bir devir kapanıyor, bir devir açılıyor… Bu süreçte Türkiye’nin eski hamam eski tasla yetinmesi olanaksızdır… 161 - Obama’nın Bizimkilere Verdiği Ders…

8 Nisan 2009

Obama’nın konuşmaları ve davranışları TV’ler sayesinde bütün Türkiye’ye neredeyse dakikası dakikasına yansıtıldı… Teknoloji güzel şey… Peki, aklımda ne kaldı?.. Bir sürü şey… Hürriyet’in Obama’ya ilişkin manşeti Başkan’ın bir sözüydü: “- Artık hepimiz değişmeliyiz…” Cumhuriyet’in manşeti: “- Laik demokrasi vurgusu…” İkisi birbirini tamamlıyor… Neden?.. Çünkü laiklik olmadan ne değişim olur, ne demokrasi… Suudi Arabistan, İran, Kuveyt vb. değişebilir mi?..


* Türkiye’de en büyük tarihsel değişim Atatürk devrimiyle gerçekleşti… Obama bunun farkında… Atatürk devrimi ülkemizde değişimin kapılarını açan bir değişimdir… Peki, Obama Atatürk için neler söyledi?.. Başkan, Gazi için dedi ki: “Kendisi tarihin şeklini değiştiren bir liderdir. Ama Atatürk’ün yaşamına ait en büyük anıt, hiçbir şekilde taştan ya da mermerden inşa edilemez… Kendisinin bıraktığı en büyük miras, Türkiye’nin canlı, laik demokrasisidir.” Obama olayın ardındaki gerçeğin altını da açık ve kesin çizdi: “Tabii ki bugünlere kolay ulaşılmadı. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, Türkiye rahatlıkla yabancı güçlere teslim olabilirdi; bunun yanı sıra, bir imparatorluğu devam ettirmeyi de tercih edebilirdi. Ama Türkiye farklı bir gelecek benimsedi. Kendisini yabancı kontrolden uzaklaştırdı… Bir cumhuriyet kurdu… Bu Cumhuriyet, hem ABD’nin hem de diğer dünya ülkelerinin saygısını kazandı.” * Bu tarihsel gerçeği yeni Amerikan Başkanı bizim Büyük Millet Meclisi kürsüsünde dile getirdi… Hayret… Neden ‘hayret’?.. Çünkü biz, ne bizim yeni Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den ne de Başbakan RTE’den Atatürk hakkında Meclis kürsüsünden böyle açık seçik, gerçekçi, övücü, Kemalist devrimi onaylayıcı sözler işitmedik… Peki ne oldu?.. Amerikan Başkanı kürsüde Atatürk hakkında konuşurken ikisi de Meclis’te idiler… Gül ve RTE… İkisi de “sessiz ve sakit” Obama’yı dinliyorlardı… Acaba kös mü dinliyorlardı?.. *


Her neyse, Başkan Obama Türkiye’ye boşuna gelmemiş… Hiç olmazsa bizimkilere bir ders verdi… 162 - Sorular Düşünmek İçindir…

7 Nisan 2009

Anadolu’da çoğu kahvede, lokantada, aşçı dükkânında, evde, Hazreti Ali’nin görkemli resmi vardır… Hiç düşündünüz mü, Hazreti Ebubekir’in, Osman’ın, Ömer’in neden hiç resmi yoktur?.. Türkiye’de bu gibi konular için serkisofu çalıştırmak yasak gibidir… Eskiden resim-heykel yasaktı, günahtı; Osmanlı’nın son dönemlerinde bu alandaki dinci sıkıyönetim kalktı… * NATO’da Rasmussen olayını bizim Başbakan RTE yarattı… Neden?.. Danimarka’da Hazreti Muhammet konusunda münasebetsiz karikatürler çizilmiş ve yayımlanmıştı… Yine aynı Danimarka’da PKK’nin organı sayılan Roj TV yayın yapıyordu… Ne istiyordu RTE: - Danimarka Başbakanı Rasmussen Roj TV’yi kapatsın, münasebetsiz karikatürcüleri de cezalandırsın… Peki, onlar ne diyorlardı: - Medya özgürlüklerine müdahale edemeyiz, Batı demokrasisinin temeli budur… * İtiş kakış, tartışma sürtüşme… RTE diretiyordu: - Ya öyle mi, ben de Rasmussen’in NATO Genel Sekreteri olmasını engellerim... İslam dünyasından ve bizden RTE’ye destek ve alkış gırlaydı: - Yaşa sen Davos kahramanı… - Kişilikli Başbakan… - Dik dur… Sonunda Obama araya girip sorunu çözdü… Çözdü mü?.. *


Avrupa deyince bizim ülkede akan sular durur… Peki, bu Avrupa fikir özgürlüğünde ak kaşık mı?.. Ak kaşıksa, İsviçre’de “Ermeni soykırımı tevatürdür” demek neden yasak?.. Doğu Perinçek bu nedenle niçin İsviçre’de yargılandı ve yargılanıyor? Bu yetmemiş gibi İşçi Partisi Genel Başkanı ve yazar Perinçek’i bir de biz Ergenekon tertibinde içeri attık… * Doğruya doğru.. Eğriye eğri.. Danimarka’da kimi karikatürist Hazreti Muhammet’e ilişkin münasebetsiz karikatürler çizdi diye öfkelenip tepki göstermek elbette yerden göğe hakkımız… Ama, Danimarka Başbakanı’nın bunda suçu ne?.. Adamın elinden ne gelir?.. Karikatüristleri tutuklatsa mıydı?.. Başbakan’ın böyle bir yetkisi var mıydı?.. * Biz bir de kendimize bakalım… Kırk yıldır mizah-karikatür dünyamızda yaşıyorum… Hazreti İsa, Meryem, istavroz üzerine bizde çizilen o biçim karikatürlerin haddi hesabı yoktur… Kimse farkında mı?.. * Yazımın başındaki soruyu yineleyerek yazımı noktalayayım… Anadolu’da Hazreti Ali’nin resminden geçilmez… Hazreti Ebubekir’in, Ömer’in, Osman’ın neden hiç resmi yoktur?.. Sorular düşünmek içindir… Düşünelim… 163 - Bugün Pazar…

5 Nisan 2009

“Bugün pazar.. Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar..” *


Yukardaki dizeleri bilmeyen var mıdır?.. Nâzım Hikmet’in hapishane serüveni, Türkiye’nin ‘Aydınlanma’ ve ‘Demokrasi’ tarihindeki şiirleşmeyi de vurgular… Zulüm ve fikir… Direnç ve kimlik.. Tarihsel bilincin gebeliğinden doğmuş ikiz kardeşler gibi insanı insan yapan itici gücün hayatımızdaki devinimine yol açarlar… * Türkiye’nin Aydınlanma tarihi, ne yazık ki, 21′inci yüzyılın güncelliğinde çatışmayla sürüyor… Nasıl?.. Cumhuriyet’in birinci sayfasında sağ alt köşeye göz attığınız zaman ne görüyorsunuz?.. “Gündem… Mustafa Balbay…” Ve altında bir tek tümce: “Mustafa Balbay 31 gündür tutuklu olduğu için yazısını yazamamıştır.” Balbay daha kaç gün tutuklu kalacaktır?.. Ve daha kaç gün yazısını yazamayacaktır?.. Cumhuriyet kararlıdır… Birinci sayfamızın sağ alt köşesi büyük bir haksızlığın ve görülmemiş bir hukuksuzluğun takvim yaprakları gibi her gün bu sağır toplumun gözleri önüne sergilenecektir… * Bugün pazar… Balbay içerdedir… Yazarımızın yargısız infazı sürüyor… Ergenekon tertibinde amacı belli ve içeriği şişirme iddialara bir de yalaka medyanın kaynatmak için çırpındığı cadı kazanını ekleyin… Kim suçlanıyor?.. Balbay… Ve Balbay köşesinde yazamıyor…


Peki, utanmazlığın doruğunda Balbay’ın yargısız infazına dümbelek çalan medya amacına ulaşabilecek midir?.. * Cumhuriyet’in birinci sayfasında eskiden Uğur Mumcu sağ alt köşede yazardı… Şimdi nöbeti Balbay devraldı… Uğur yaşıyor.. Balbay da yaşıyor.. Aydınlık Atatürk Cumhuriyeti’ni, yabancı ortaklarıyla birlikte ılımlı İslam devletine çevirmek isteyenlerin Cumhuriyet yazarlarıyla uğraşmaları, didişmeleri, Cumhuriyet’i yıkmaya çalışmaları yeni bir şey değil; bu tür saldırganlıklar gazetemizin tüm tarihinde ve yakın geçmişinde dışardan ve içerden tezgâhlanmıştır… Balbay dışarda da içerde de Cumhuriyet yazarı olmanın hakkını verecek, bedelini ödeyecek ve yücelecektir… * Evet.. bugün pazar… Balbay’ın güneşli aydınlığına selam olsun… 165 - Cumhuriyet Vakfı’nın Anayasası…

3 Nisan 2009

Cumhuriyet bir fikir gazetesidir. Hangi fikrin gazetesidir?.. Bu soruya yanıt vermeden önce bir gerçeğin altını çizmek gerek… Medyada bugün birbirine ters ve çok zıt fikirlerin çeşitli köşelerini oluşturduğu gazeteler geçerlidir… Hiçbiri fikir gazetesi olamaz; tersine, fikir karmaşasını sayfalarına yansıtan gazeteler olarak tanımlanırlar… * Şimdi yukardaki sorumuzu yineleyelim: Cumhuriyet hangi fikrin gazetesidir?.. Cumhuriyet bir vakıf gazetesidir… Çalışanların, öteki adıyla emekçilerin vakfı… Vakıf senedinin başlangıç bölümünde şu satırları okuyoruz… * “Cumhuriyet ne hükümet ne de parti gazetesidir. Cumhuriyet yalnız Cumhuriyetin, bilimsel ve yaygın anlatımıyla demokrasinin savunucusudur; Cumhuriyet ve demokrasi fikir ve esaslarını yıkmaya çalışan her kuvvete karşı mücadele edecektir;


ülkemizde her anlamıyla gerçek bir demokrasi kurulması için bütün varlığıyla çalışacaktır. Cumhuriyet, Atatürk devrim ve ilkelerinin açtığı ‘Aydınlanma’ yolunda, aklın bağnazlıktan, bilimin dinden bağımsızlaşması, laiklik ilkesinin toplumca benimsenmesi için çaba gösterecektir. ‘İnsan Hakları ve Temel Özgürlükler Bildirgesi’ni demokrasinin evrensel anayasası olarak benimseyen Cumhuriyet, amaçlarına ancak Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı ve bütünlüğü kapsamında ulaşılacağını temel ilke sayar.” * “Cumhuriyet Vakfı, bu amacı yerine getirmek için kurulmuştur.” Elinizdeki Cumhuriyet, işte bu fikrin gazetesidir. * Peki, bu durumda bugün Türkiye’de iktidara sahip AKP karşısında Cumhuriyet gazetesi ne vaziyet alabilir?.. AKP ülkenin ve devletin en yüksek yargı kurumu Anayasa Mahkemesi’nin kesin kararıyla “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olarak saptanmıştır… Mütareke basınından da daha beter olan bugünkü medyanın büyük bölümü, kimi gazeteleriyle birlikte, AKP’yi destekleyebilir… Ancak Cumhuriyet, vakıf senedinde yazılı temel ilkesine bağlıysa, bu iktidarı destekleyemez… Öteki gazetelerden farkımız budur… Cumhuriyet Anayasa Mahkemesi’nin ‘irtica odağı’ diye nitelediği bir iktidarı desteklerse, var oluşuna ters bir yörüngeye girmiş olur… * Cumhuriyet’te haberler Frenkçe deyişle objektiftir; okurlara gerçekleri olduğu gibi duyurmak dürüst gazetecilik görevidir… Atatürkçülüğü, Aydınlanmayı, çağdaşlığı savunmak ise Türkiye’de uygarlığa yüzü dönük gazetenin ve gazetecinin var oluşunda ‘olmazsa olmaz’ fikrin kaçınılmaz işlevi… 166 - Amerikan Raporunda F Tipi Demokrasi… 2 Nisan 2009 Elçin Poyrazlar, ABD’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından ‘Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi’ (CSIS) tarafından hazırlanmış “Türkiye’nin Değişen Dinamikleri” adlı bir raporun ilginç bölümlerini Cumhuriyet’e aktardı… * 100 sayfalık rapordan (1 Nisan 2009, Cumhuriyet) birkaç tümceyle ilginç yansımalar: • “Türkiye’de Gülen hareketinin etkisi AKP ile paralellik taşıyor…


• Gülen hareketi doğrudan iktidara ulaşma yerine Türkiye’de ve dışarda etkisini arttıracak yandaşlar kazanmaya odaklanıyor… • Gülen hareketi, meydan okuma yerine, uzun vadeli stratejisiyle sistemi içerden yavaş yavaş değiştirmeyi hedefliyor… • Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e Başbakan Tayyip Erdoğan’dan daha yakın olan Gülen hareketi: Eğitim sisteminde.. Polis gücünde.. Ve medyada.. Özellikle etkili…” * Hakkını yemeyelim, bizim Hikmet Çetinkaya yıllardan beri köşesinde bu gerçekleri yazar durur… Gerçekler sonuçta ABD’nin önde gelen stratejik düşünce kuruluşlarının ayrıntılı raporlarına geçti… Raporda ayrıca deniyor ki: “- Başbakan Erdoğan ‘Milli Görüş’ün kalbinde olan Türk – İslam sentezini savunuyor…” İyi mi?.. Bana sorarsanız İskenderpaşa cemaatiyle Gülen cemaatinin siyasadaki birliği, ABD’deki ‘Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi’nde de tescil edildiğine göre, Abdullah Gül’e yakınlığı (Amerika’da da) bilinen Fethullah Gülen’in Türkiye’ye gelip Çankaya’ya çıkarak Cumhurbaşkanı’nı ziyaret etmesi ve elini öptürmesi gerekiyordu… * Ama, ah şu 29 Mart… BOP son seçimde büsbütün su koyverdi… Oysa RTE – Gülen ikilisi Ergenekon tertibini ne güzel yönetiyorlardı… Peki, şimdi ne olacak?.. Hele ABD’nin raporunda bir tümce var ki mide bulandırıcı… Nedir o tümce?… “- Eğer Ankara’da daha milliyetçi sivil ya da askeri bir liderlik ortaya çıkarsa bu ABD ve Türkiye arasındaki ittifakı tehdit etmeyecektir; açıkça İslamcı olmuş bir Türkiye, (Amerika’yla) işbirliğini ciddi biçimde azaltarak, özellikle Ortadoğu’da ABD politikalarını engelleyebilir.” Bak, sen şu işe!..


Bu durumda Fethullah Gülen Türkiye’ye döner mi canım… Hoca şimdilik uzaktan, öğretmenleri, savcıları, yargıçları, polisi, gazetecileri, devlet memurlarını şavullamakla yetinir, F tipi demokrasinin altyapısını hazırlar.. 167 - Takıyyeci İktidar Foslayacak…

1 Nisan 2009

AKP’ye ‘Ak Parti’ mi demek doğru?.. Akepe mi?.. Yolsuzluklarla donanmış bir partiye ‘ak’ sözcüğü yakışıyor mu?.. AKP üstelik bir kelimeyle özdeşleşti: Takiye.. Ya da takıyye.. Eskiden siyasal hayatımızda böyle bir deyiş yoktu… * Takıyye ne demek?.. Rivayete göre bir Müslüman zorlanırsa yalan söyleyebilirmiş… Peki, siyasal yaşamda bunun simgesi ne?.. AKP… Ya SP?.. Erbakan’ın partisi?.. SP takıyye yapmadığı için takıyye yapan AKP’ye yerini kaptırmıştı… Erbakan Hoca’nın yetiştirdiği gençler dediler ki: - Amerika ile uzlaşmadan bu ülkede iktidar olunamaz; Hoca nafile yere çırpınıyor… Ve eski sözlerinden döndüler.. Ya da takıyye yaptılar.. * Şimdi birisi Başbakandır.. Öteki Cumhurbaşkanı.. Peki, takıyye yaptıkları nereden belli?.. Her ikisi de eski sözlerini kamuoyu önünde açık bir özeleştiriden geçirmedikçe kuşkular sırtlarında kambur oluşturacak… *


Takıyye sözcüğü politika hayatımıza girdikten sonra kimsenin kimseye güveni kalmadı… Kişiliğini gizlemek, kendini saklamak, köprüyü geçinceye dek ayıya dayı demek siyasette meşru ve doğal sayılıyorsa bu yöntemi tüm yaşamda kullananlar elbette çoğalacaktır… Hele İslamda bu işe cevaz varsa Müslüman neden Erbakan gibi davranıp da şimşekleri üstüne çeksin?.. Elbette RTE gibi davranmayı yeğlemek hedefe varmak için daha elverişlidir… * AKP, takıyyeleşen dinci siyasetle laik Atatürk cumhuriyetini Amerikan BOP tasarısında Ilımlı İslam Devleti’ne dönüştürmek üzerine iktidara geçmişti… Şaka değil… Hem İslam dünyasının şeriatçı devletlerinden destek… Hem ABD’den destek… Hem de saf Müslümanlardan destek… * Peki, başarı kazanacak mı?.. 29 Mart’ta ilk kez tökezledi… Kimse hafifsemesin… 29 Mart bir dönüm noktasıdır… Bu dönüm ya da kırılma noktasından sonra neler yaşanacağı bilinmiyor… Ancak bir ilk gerçek bu seçimlerde uç verdi: Takıyye siyasetiyle ve dış destekle oluşan siyasal iktidar bir noktada fosluyor… Daha açıkçası: Takıyye fosluyor… Yalakaları fosluyor… * Türkiye’ye gerçekçi politikalar gerek… Takıyye politikacıları önümüzdeki süreçte daha da çok foslayacaklardır… 168 - Hele Obama da Bir Gelsin…

31 Mart 2009

Turhan’ın bugün yayımlanan iki kareli karikatürü ilginç mi ilginç… Birinci karede atletli şortlu bir dinci elinde parlak bir ampulle koşuyor…


İkinci karede ne var?.. Bağlı bulunduğu kordonun prizi çıkınca ampul sönmüş, kararmış… * Bu öykü nasıl başladı?.. RTE (Recep Tayyip Erdoğan) daha bir hiçken ABD Başkanı Bush tarafından kabul edildi… Ampul partisi gündemdeydi… RTE kısacık bir süreçte başbakan oluverdi… BOP’un Türkiye’de “eşbaşkanı” olduğunu bizzat açıkladı… Eski Başkan Bush’un BOP’u, Türkiye’de “Ilımlı İslam devleti” tasarımını yürürlüğe koymuştu… Eh, hem dünya patronu Amerika.. Hem mübarek Müslümanlığın siyasette ve seçimlerde dincilik olarak kullanılması… İkisi bir araya gelip de RTE gibi bir ‘eşbaşkanı’ lider yapınca, AKP’nin oyları sandıkta yüzde 47’ye yükseldi… Öykü mü, rastlantı mı, masal mı?.. Yok canım… Özel vurgulamasıyla “ayniyle vaki”… * Ancak Bush’un BOP’u tüm Ortadoğu’da önce topallamaya, sonra çuvallamaya başlayınca, Amerika kendine yeni bir Başkan buldu: Obama… Obama’nın Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, 29 Mart’tan az bir süre önce Türkiye’ye geldi, Anıtkabir’e gitti, Amerika’dan da yeni bir ses yükseldi: - Artık biz Türkiye için ‘Ilımlı İslam Devleti’ deyişini kullanmayacağız… * Ne tuhaf rastlantı.. Eski deyişle tesadüf.. AKP’nin oyları seçim sandığında yüzde 47’den 39’un altına iniverdi… RTE’nin ‘kimyası bozuldu’… Daha da önemli olan olgu neydi?.. *


Güneydoğu’da AKP-ABD ortak dinci planı bozuldu… AKP ile yârı vefakârı Amerikancı Fethullah, Güneydoğu’da Kürtçüleri sandıkta bozuma uğratmak için, hem dincilik yaptılar, hem kesenin ağzını açtılar… Ama, ne para işe yaradı.. Ne dincilik kâr etti… Yenilgiye uğradılar… * Gerçekte demokratik bilinç toplumda ağır bassaydı, yüzde 39 oy almak şöyle dursun, AKP sandığa gömülürdü… * Peki, laik Atatürk Cumhuriyeti’ne karşı, içeriğinde Türkiye’yi parçalamak eğilimini de taşıyan bir “beynelmilel proje”ye, bir ölçüde de olsa ‘dur’ denilmiş midir?.. Seçim sonuçlarına bir referandum değeri yükleyenler şimdi bu sorunun yanıtını aramalıdırlar… * Yanıtı etkileyecek olan etkenlerden biri Obama’nın ta kendisidir… Önümüzdeki günlerde Türkiye’ye gelecek olan Hüseyin Obama, Turhan’ın karikatüründeki fişi ya prize takacak… Ya da takmayacak… 169 - Saksağan?..

29 Mart 2009

‘Cumhuriyet – Hafta Sonu’ndaki köşesinde karikatüristimiz Kamil Masaracı yazıyor: “Saksağan – Mart bitse de damdaki yerimizi alsak… Kedi – Terazi var tartı var, 2010’un da Mart’ı var… Muhabbet Kuşu – Kesin ulan!..” Peki, Kamil’e hangi ilham perisi bu tekerlemeyi aşılamış?.. Soruya yanıt verebilmek için saksağan üzerine halk özdeyişini anımsamak gerek: “Dam üstünde saksağan Beline vurdum kazmaylan…” Herkesin bildiği, anladığı, benimsediği bu harika deyiş, saçmalıkların egemenleştiği günümüzde “dinci demokrasi” adına özellikle tezgâhlanan yeni toplumsal gidişatımızın temel mantığını vurguluyor… * Herkes dinleniyor…


“Dinleniyorum” sözcüğünün bildiğiniz gibi iki anlamı var: Bir: Dinlenmek, dinlence, yan gelip yatmak.. İki: Konuşurken birilerinin seni dinlemesi… Biz Türkler ikisinde de şampiyon olduk… Ülkedeki dinleme merkezi yetkilisini saptayan ve atayan Başbakan RTE diyor ki: “- Beni de dinliyorlar…” Peki, akla ne geliyor?.. Dam üstünde saksağan.. Beline vurdum kazmaylan… * Ergenekon davasını gören mahkemenin başkanı da diyor ki: “- Bizi de dinleyebilirler…” Ve Ergenekon tertibinde ortaya çıkan binlerce sayfalık iddianamelere ve binlerce sayfalık eklerine bakarsanız dinlenmeyen kişi yok gibi… Türkiye’de toplum düzeni dinlenmekten korktuğu için konuşamayan F tipi bir cemaate dönüşüyor… * Cemaat nedir?.. Cemaat veya tarikat, dinsel emrü kumanda zincirinde müritlerden oluşur… Cemaatte ve cemaatle demokrasi olamaz… Olur, diyene verilecek yanıt: “Dam üstünde saksağan Beline vurdum kazmaylan…” * Ergenekon’da ikinci iddianamenin ilginç suçlamaları, iftiraları, uydurmaları medyada pazarlanıyor. Peki, ne oluyor?.. Ergenekon tertibinin amacı açık seçik ortada… Ama, tertipçilerin hesap edemedikleri bir şey var… Kimi zaman tertipçiler varmak istedikleri amacın tam tersi bir tuzağın içine düşebilirler…


Ve bu tuzağı farkına varmadan kendi elleriyle kazabilirler… İkinci iddianame, maşallah, bu yolda ilginç bir aşama… Allah üçüncü, dördüncü iddianameler için kolaylıklar versin… * Peki, ne demek mi istiyorum?.. Yanıt: “Dam üstünde saksağan Beline vurdum kazmaylan…” 170 - Gelsin 3’üncü, 4’üncü İddianameler…

27 Mart 2009

Ergenekon tertibinde ikinci iddianamenin açıklanması seçimden üç gün önceye rastlatıldı… Peki, bu planlamayı yapan kim?.. Yanıt yok… * İddianame mahkemeye verilmeden önce Mustafa Balbay’ın tutuklanması sağlandı… Çünkü iddianame kabul edildikten sonra tutuklama yetkisi 13’üncü Ağır Ceza’ya geçiyordu… Sekiz ay önce Balbay’ın tutuklanmasına gerek görmeyen mahkemeye.. Peki, bu planlamayı yapan kim?.. Yanıt yok… * İddianamede Uğur Dündar’ın da adı geçiyor… İddianamenin dedikodusuna göre Dündar’ın eşi sık sık Brezilya’ya gidiyormuş.. Uğur Dündar diyor ki: “- Eşim ömründe bir kez bile Brezilya’ya gitmedi, iddiayı kanıtlasınlar intihar ederim…” Bu pis dedikodusal yalancılığı iddianameye kim aşıladı?.. Yanıt yok… * Yanıt yok; ama, Ergenekon tertibinin ne olduğu konusunda artık açık seçik bir yanıt var…


Uğur Dündar olayı bir ölçüttür… Ergenekon tertibi iki yıl önce terzgâhlandı, birinci iddianame 2455 sayfa 450 klasör, ikinci iddianame 1913 sayfa, 250 klasör… Üçüncü iddianameyi hapishanede tutuklu bekleyenler kimler?.. Üçüncü iddianame diyelim ki 1300 sayfa olsun… Etti mi toptan 5000 küsur sayfa ve 1000 klasör… Ve arkası yarın tefrikası… * Artık şu lafı söyleyenlerin de külahlarını önlerine koyup düşünmeleri gerek… Diyorlar ki: - Dava mahkemeye intikal etmiştir, sanıklar suçsuz sayılmalıdır; ‘sonucu, kararı, neticeyi’ beklemeliyiz… Ergenekon’un sonucu, neticesi, kararı hiç olmayacaktır… Çünkü bu koşullarda “olabilemez”… * Peki, Ergenekon’un gerekçesi ne?.. Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nde iki kırmızı çizgi çiğneniyor: 1) Laiklik.. 2) Bölünmezlik.. Ergenekon tertibi bu siyasetin yürütülmesi ve yaptırımı için kullanılıyor… Son günlerde gelinen aşamaya bakınız: Kuyular kazılıyor, kemikler, kafatasları çıkarılıyor, subaylar tutuklanıyor… Asker ‘Terörle savaşıyorum’ derken meğer neler yapmış?.. PKK’ye bağışlama, Apo’ya af gerek… Asker kötü… PKK cici… Bu süreçte askerin sindirilmesi gerek… * Ergenekon’un hukukla, demokrasiyle bir ilişkisi yok… Yargılamanın yasal kuralları çiğneniyor…


Ergenekon’da iddianameler, delilsiz suçlama politikasının binlerce sayfalık kitapları… Ergenekon dinciliğe sürüklenen bir korku devletinde aydınlık yurttaşları sindirmek için kullanılan bir araç… 171 - Tezgâh Aleni…

26 Mart 2009

İş artık o kadar ayan beyan ki ve o kadar basitleşti ki on on beş tümcede özetlenebilir… Hangi iş?.. * Sovyetler yıkıldı ve parçalandı… Yugoslavya yıkıldı ve parçalandı… Sıra geldi Ortadoğu’ya, Türkiye’ye, Irak’a… Bush’un ‘BOP’u ve Türkiye’ye biçtiği “Ilımlı İslam Devleti” planı boşuna mıydı?.. Antiamerikan Erbakan’ın yerine, dışardan destekli Amerikancı İslamın AKP ile hayat bulması ve kurulur kurulmaz iktidara geçirilmesi boşuna mıydı?.. Amerika’nın Irak’ı işgali boşuna mıydı?.. * İşgal sırasında Türkiye’nin meşhur ‘tezkere’ olayıyla su koyvermesi de cezalandırıldı, Kuzey Irak’ta Türk askerinin başına çuval geçirildi, TSK’ye Kuzey Irak’a giriş yasaklandı, PKK himaye altına alındı, terör yeniden pompalandı… Amerika kışkırtıp pompaladığı PKK’yi bu kez Türkiye’ye satıyor… Satışın karşılığı ne?.. Kürdistan?.. Satışın aracısı kim?.. Talabani… İşgal ettiği Irak’ta Talabani’yi Cumhurbaşkanı yapan kim?.. Amerika… Talabani Amerikan uşağı değil mi?.. Vallahi insan parmak ısırıyor; Amerika’nın marifetlileri yaman mı yaman… Hem işine geldiği zaman terörden yakınır.. hem işine geldiği zaman terörü kullanır. PKK’yi Türkiye’ye karşı kullandı.. Şimdi de satıyor. *


Anadolu’nun Güneydoğu aşiretleriyle Kuzey Irak aşiretleri her bakımdan hısım, akraba… Güneydoğu’da su var… Irak’ın kuzeyinde petrol… Su ve petrol coğrafyası aşiret düzeninde birleşti mi, hem Irak parçalanmış olur hem Türkiye… Peki, Türkiye’nin avantası ne olur?.. Sorulur mu… Bediüzzaman Said Nursi’nin Amerika’da bekleyen veliahtı Fethullah Gülen ile AKP’nin paracı, dinci ve hırslı yeni sermaye sınıfına parçalanmış Anadolu’da “Ilımlı İslam Devleti” yeter de artar bile… * Bizim pek açıkgöz, aptal, kurnaz, güdümlü medyamızın hizmetlileri ise tartışıyorlar: - Gül, Bağdat’ta konuşurken Kürdistan dedi mi?.. Dese ne olur, demese ne olur.. ki?.. Amerika’nın Ortadoğu’da kurduğu tezgâh artık o kadar alenileşti ki lafügüzafın kıymeti harbiyesi kalmadı… 172 - Değişimin Anlamı…

25 Mart 2009

Aşağıda okuyacağınız yazı, 12 Ekim 1968 günü bu köşede yayımlandı… Noktasına virgülüne dokunmadan günahıyla sevabıyla yayımlıyorum… * “1- DEĞİŞİM İnsan toplumları devamlı değişim içindedirler. Bu değişimi hiçbir güç durduramaz. Evrenin kanunları evrenin bir parçası olan insan toplumunda da geçerlidir. Madenler ısıtılınca genişlerler; su belirli bir sıcaklıkta kaynar. Toplum işte bu soydan kanunlara bağlıdır. Ne var ki biz toplumun kanunlarını ancak tarihin laboratuvarında açık-seçik görebiliyoruz. Çünkü madenlerin ısınması için nasıl bir zaman parçası gerekiyorsa, insan toplumundaki değişiklik için bir süre gereklidir. Bu süre gereklidir. Bu sürenin bazen çok uzun oluşu insanları aldatabilir; ‘Hiçbir şey değişmiyor’ duygusu yaratabilir. Tarihin derinliklerine bakınız: İnsan toplumlarının ilkel yaşayıştan kölelik düzenine geçtiğini, kölelikten sonra feodalitenin başladığını göreceksiniz. Feodaliteden sonra gelen burjuvazi, uygarlık tarihinde kapitalizm aşamasına damgasını basmıştır. Kapitalizmin ardından sosyalizm gelmektedir. Her bir değişimde, insan toplumlarındaki imtiyazlar biraz daha tasfiye edilmiş, özgürlük biraz daha kazanılmıştır. 2- DEVRİM İşte yukarıdaki değişimi insan iradesiyle ileriye doğru hızlandırmak devrimi yaratır.


Demek ki kölelikten sosyalizme doğru yürüyen evrensel değişimde ileriye doğru her bir hızlı adım, bir devrim sayılır. Türkiye’de Atatürk devrimlerinin değeri işte buradadır. Kapitalizmin emperyalizmini Anadolu’da kan ve ateşle yenmek bir devrimdir; Cumhuriyeti ilân etmek bir devrimdir; Lâikliği devlet yönetiminde geçerli kılmak bir devrimdir. Geleceğin toplumu, Cumhuriyet biçiminde antiemperyalist ve lâik olacaktır. Geleceğin toplumuna giden yolun temel taşlarını büyük iradesiyle yerli yerine koyan Gazi Mustafa Kemal Atatürk Türk tarihinin yetiştirdiği en büyük devrimcidir. Eğer Atatürk olmasa idi, uzun bir tarih süreci içinde Türkiye gene Cumhuriyete kavuşacak, lâikliği gerçekleştirecekti. Çünkü yakın bir tarihte, dünyada ne şah, ne padişah, ne kral kalacaktır; yakın bir tarihte bütün insan toplumları lâik olacaktır. Ama Türkiyemizin bu gidişte şerefle öncelik alması Atatürk sayesindedir. 3- KARŞI-DEVRİM Yazımıza başlarken toplumun devamlı ve kaçınılmaz değişim içinde bulunduğunu söylemiştik. Bu değişim ileriye doğrudur. Bu değişimi sosyalizme doğru hızlandırmak insan iradesiyle nasıl mümkünse, ve bunu sağlamak nasıl devrimi yaratıyorsa; toplumun kaçınılmaz değişimini bir süre için geciktirmek veya geriye çevirmek de insan iradesiyle mümkündür. İşte toplumun ileriye doğru değişimini bir süre için geciktirebilen veya geriye çevirebilenler karşı-devrimci’lerdir. Toplumun tabiî değişim kanunları içinde bu irade çatışma halindedir. Nitekim Yunanistan’da karşı-devrimciler bir darbe yaparak toplumun ileriye gidişini bir süre için durdurmuşlardır. Ama nafile bir çırpınıştır bu… Yunanistan’da bir süre sonra ister-istemez engeller kırılacak, barajlar yıkılacak ve Yunan toplumu insanlığın tarihî gidişine uymak zorunda kalacaktır. Türkiye’de bugün ileriye gidişi durdurmak isteyen güçler dışardaki karşı-devrimci çevrelerle işbirliği halindedirler. Bunların husumeti, Türk tarihinin en büyük devrimcisi Atatürk üstüne yoğunlaşmaktadır. 4- EMPERYALİZM İnsanın insanı sömürmesi yanında bir yabancı devletin bir başka milleti sömürmesi vardır. Bugün Türkiyede emperyalizm -basit bir tarifle- yabancıların Türk milletini sömürmesidir, diye tanımlanabilir. Emperyalizm millî bilincin ve devrimci şuurun uyanmasını istemez. Çünkü bir toplumun millî bilinci keskinleşir, ve bir millette devrimci şuur uyanırsa, sömürücü güçleri tasfiye etmek imkânları kuvvetlenir. Bunun içindir ki, emperyalistler Türkiyede karşı-devrimcilerle ittifak halinde şu programı uyguluyorlar: a) Millî bilinci köreltmek için ümmetçiliği ve şeriatçılığı körüklüyorlar. b) Devrimci şuuru uyutmak için devrimci güçleri çürütmeye çalışıyorlar veya satın almaya uğraşıyorlar. Eğer milliyetçi güçler yabancı bir devletin nüfuzunu kabullenecek kadar yozlaşırsa Türk milleti emperyalizme tam anlamıyla teslim olacak ve uygarlık yarışında ileriye gidiş bir süre için karşı-devrimciler ve yabancı ortakları eliyle durdurulacaktır. İşte bu açık seçik tablo içinde ‘Atatürkçüyüm’ diyen kişinin, devrimcinin iradesini hangi yönde kullanacağı bilimsel bir gerçek olarak ortaya çıkar. ‘Atatürkçülük’ lâf ü güzaf değil, evrenin bilim kanunları içinde değeri, yeri ve anlamı olan bir tarihî olgudur.”


12 Ekim 1968 CUMHURİYET * Değişim evrenin değişmez yasasıdır. Kişiler için de geçerlidir… Peki, döneklik?.. O başka… 173 - Çarkıfelek?..

24 Mart 2009

Kerim Afşar tiyatro sanatımızın unutulmaz adlarındandır, sevgili dostumdu, en yasaklı dönemlerinde Nâzım Hikmet’in şiirlerini ‘müstesna’ sesiyle okurdu… Yıl sanırım 1973’tü, Devlet Tiyatrosu’nda Peter Schaffer’in meşhur ‘Küheylan’ını sahneye koymuşlar, beni davet etti… Gittim, seyrettim, iki kişi oyunda başı çekiyor, biri Kerim Afşar, öteki genç mi genç bir sanatçı!.. - Kim?.. diye sordum… Kerim: - Mehmet Ali Erbil, dedi, henüz öğrenci, ama öylesine yetenekli ki geçerli kuralı bozup rolü ona verdiler… Erbil ‘yılın en iyi oyuncusu’ seçildi o sene… * Mehmet Ali Erbil’in kökeni sağlam bir tiyatro kültürüne dayanıyor, bugün TV’de ‘Çarkıfelek’ programını sürüklüyor… İzliyorum… Neden?.. Çünkü iki üç boyutu var programın… En başta şov ve mizah… Hayatı ‘ti’ye almakla birlikte çelişkili toplumsal ve kişisel realiteyi gözler önüne seren yanı ilginç… Anadolu’da evlerin kapısını çalması, ülkedeki ‘aile gerçeği’nin manzaralarını sergilemesi cabası… Bizi bize tanıtıyor… * Şu günlerde sanırım Mehmet Ali Erbil’in başında bir bela dolaşıyor… Vatan gazetesi pazar günü ekinde konuyu ele aldı, Buket Aşçı sanatçıyla iki sayfalık bir konuşma yapmış…


Okurken altını çizdiğim satırları aktarıyorum… * Erbil diyor ki: “- Şu an programı ‘Çarkıfelek partisi’ diye adlandırıyorlar… İnsanlar aç, parasız ve çok şeye muhtaç; ama küçücük bir şeyle mutlu oluyorlar…” Buket Aşçı: “- Ergenekon davası sizi nasıl etkiliyor?” Erbil: “- Bütün diskler çözülüyor (gülüyor). ‘Endişe duymuyorum’ dersem yalan olur. Yarın öbürgün en ufak bir şeyden ötürü, bizim için de ‘Ergenekon’la bağlantısı var’ denilebilir. Hiç belli olmaz!.. Sanırım beni biraz da Ergenekon’dan tutun medya gruplarına yapılan baskılar rahatsız etti. Yani hepsi üst üste gelince tek partili bir döneme ya da diktatörlüğe gidiyormuşuz gibi…” * Asıl dava ne?.. Türkiye’de softalık yoğunlaşıyor, ham ervah takımının iktidarı mizaha düşmanlaşıyor, ‘Çarkıfelek’e bile katlanamıyor… Abus surat, öfke, kin, kıskançlık, düşmanlık, iktidar, para gırla… Peki, nereye gidiyoruz?.. 174 - Bektaşi Felsefesi Ağır Basacaktır…

22 Mart 2009

Ortalıkta kızılca kıyamet koptuğundan ve de haramzadelerle uğraşmaktan son günlerde Baba Erenler’i unuttuk… Oysa cemaatçi faşizm Anadolu’yu sardı, gidip gelenlerin anlattıklarına göre, artık meyhane bir yana, kimi illerde bir kadeh içki içecek lokantayı bile ara ki bulasın… Oysa Anadolu yeryüzünde ve İslam coğrafyasında Bektaşi’nin anayurdu değil mi… Osmanlı döneminde bile bizim toplum bugünkü gibi softalaşmamıştı… * Bektaşi on parasız kalmış, ne yapsın, camiye gitmiş, herkesle birlikte duaya başlamış: - Ey koca Allahım, bana para ihsan eyle ki doya doya bir rakı içeyim… Yanındaki softa duayı işitince köpürmüş, Bektaşi’ye: - Behey dinsiz imansız, demiş, Allah’tan rakı parası istemeye utanmıyor musun?.. Bektaşi softaya sormuş: - Peki, sen Allah’tan ne istiyorsun?.. Softa: - İman…


Bektaşi: - İyi ya, demiş, herkes kendinde olmayanı ister… * Bektaşi Babası’na sormuşlar: - Allah var mı?.. - Elbette var, seksen yıldır boğuşuyoruz, hep onun dediği oluyor… * Bektaşi’nin bir türlü ödeyemediği bir borcu varmış, camiye giderek duaya başlamış: - Ey Allahım, borcumu ödeyecek kadar para ihsan eyle!.. Ben bunlar gibi günde beş kez gelip seni taciz etmem, bir daha uğramam… * Bektaşi’nin evinin kapısını hırsız çalmış, Baba Erenler de mescidin kapısını söküp evine takmış… Komşuları öfkelenmişler: - Sen ne yaptın?.. Bektaşi: - İşi Allah’a havale ettim, demiş, hırsızı yakalasın, benim evin kapısını bulup kendi evine taksın… * Bektaşi’ye sormuşlar: - Dünya neden böyle?.. Hemen yanıt vermiş: - Altı günde yaratılan dünya bu kadar olur… * Mollanın biri Bektaşi’ye: - Sana günde beş lira vereceğim, ama, her gün namaz kılacaksın… Anlaşmışlar… Ancak Bektaşi’nin aptes almadan namaz kıldığını gören molla sormuş: - Erenler, neden aptes almadan namaz kılıyorsun?.. Bektaşi: - İmanım, o senin dediğin sulu namazdır, beş liraya kılınmaz…


* Bektaşi her cenazenin arkasından dermiş ki: - Yuh olsun gidene… Sonunda hastalanmış, yatağa düşmüş, çevresinde toplananlar sormuşlar: - Şimdi ne diyeceksin?.. Bektaşi hemen yanıtını yapıştırmış: - Kalanlara yuh olsun… * Bektaşi mizahının dünyada eşi menendi yoktur, bugün ülkeye egemen olan ham ervahların bu mizahın inceliğine ulaşmaları olanaksız… Dincilik vaktiyle Anadolu toplumuna aşılanan yaşama keyfine de düşman… Ne var ki, eninde sonunda, Alevi-Bektaşi hayat felsefesinin Türkiye’deki vazgeçilmezliği insanımızın bilincinde ağır basacaktır… 175 - Ergenekon Tertibi Bizi Solladı…

21 Mart 2009

“Perşembenin Gelişi Çarşambadan Bellidir” başlıklı yazı Balbay tutuklanmadan bir gün önce bu köşede yayımlandı… Yazının kimi satırlarını bugünkü köşeme aktarıyorum… * “…başkentte Cumhuriyet temsilcisi yazarın evine baskın yapanlar ne bulurlar?.. Elbette gazete kesiği, dergi yazısı, konuşma notları, mektup, arşiv malzemesi, anı kırıntıları, izlenimler, vesaire… Balbay’a dedim ki: - Bak, şimdi Ergenekon tertibinin usulünce, bunların içinden özellikle seçtiklerini medyaya moda deyişle ‘servis’ edecekler… - Abi, servis etsinler, gizli saklı bir şeyler yok ki… - Başka bir şey yapalım mı, onlar ‘servis’ etmeden, sen anılarını, notlarını, izlenimlerini yayımla… - Bir düşüneyim abi…” (Cumhuriyet, 06.03.2009) * Olay bilinen yöntemle ve hızla sahneye kondu… Balbay tutuklandı… Belli merkez, Balbay’ın evinde polis baskınıyla ele geçirildiği ileri sürülen ‘evrak’ı medyaya ‘servis’ etti…


Şimdi yandaş mı desem, yalaka mı desem medya çıldırmış gibi… Kanun dışı bir tezgâhla pazarlanan ve Balbay’ın notları olduğu söylenen günlükler üstüne Balbay’a, bana ve Cumhuriyet’e saldırıların bini bir para… Yalçın Doğan’ın geçen günkü köşe yazısının başlığı: “Medya Sehpaları Çoktan Kurdu…” * Eğer Türkiye hukuk devletiyse ve bu ülkede yasalar geçerliyse, Mustafa Balbay’ı kimse susturamaz… Ne türden olursa olsun saldırı ve şamata da gerçekler karşısında beş para etmez… Balbay’ın notları ya da günlüğü diye pazarlanan ne varsa okudum… Aklı başında bir yargıç, bu uydurma günlüklere göre bile Balbay’ı suçlayamaz, bir örgüt içinde olduğunu düşünemez, hele darbe safsatası Balbay için temelinden fostur… Peki, daha iddianame bile açıklanmamışken Balbay’ı suçlayanlar kimler?.. Saymaya gerek yok… * Akıl var, yakin var… Bir gazeteci “Ben darbe için çalışıyorum, hükümeti devireceğim” diye kendi kendisini suçlayan günlükler tutar mı?.. Balbay şimdi neyin ne olduğunu Cumhuriyet’te açıklayacak… İçeri girmeden önce ne demiştim Balbay’a: “- Onlar ‘servis’ etmeden, sen notlarını yayımla…” Ancak itiraf edelim ki Ergenekon tertipçileri bizden hızlı… Vallahi çok iyi çalışıyorlar… Medyada da öylesine hizmetkârları var ki pesss… 176 - Devrimcilik, Darbecilik ve Cumhuriyet… 20 Mart 2009 1968 yılının 12 Ekim günü bu köşede yazıya şöyle başlamışım: “İnsan toplumları devamlı değişim içindedirler; bu değişimi hiçbir güç durduramaz; evrenin kanunları evrenin bir parçası olan insan toplumunda da geçerlidir.” Yazı dört bölüme ayrılmış: 1) Değişim, 2) Devrim, 3) Karşıdevrim, 4) Emperyalizm… O günden bu yana da değişimin süregeldiğini görüyoruz; ne var ki Türkiye bugün bir karşıdevrimin çalkantısı içinde yaşıyor… *


Türkiye Cumhuriyeti Atatürk devrimiyle kuruldu… Şeriat hukukuna ve fetih ilkesine dayalı Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı; çağdaş evrensel hukuka ve “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesine bağlı laik ulusal bir devlet oluştu… Bu tarihsel olay değişimin devrimleşmesi sonucudur. Asker-sivil önderlerin başını çekmesiyle gerçekleşti bu olgu… * Laik Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş, çağdaş yasalar kabul edilmiş, kadın-erkek eşitliği benimsenmiş, kadınlara oy hakkı da tanınmıştı… Ancak değişim sürecekti… Ama, nasıl?.. Doğaldır, her devrim kendi karşıdevrimini de tohumlar… Bu ikisi arasındaki hesaplaşmadan doğacak ‘gelgit’lerle yaşar toplum… Bir siyasal gelgitte ne olduğunu anlamak için de olan bitenlerin içeriğine bakmak gerekir… * 27 Mayıs’ı sıradan bir askeri darbe olmaktan çıkarıp devrimleştiren nedir?.. 1961 Anayasası’dır… Saymakla bitmez; Anayasa Mahkemesi’nden sendikacılığa, toplusözleşmeden yargıç bağımsızlığına ve de sosyal devlete dek, bugünkü hayatımızı da belirleyen nice tarihsel ve toplumsal demokratik devrim 27 Mayıs askeri müdahalesiyle gerçekleşti… * Geçmişte Cumhuriyet gazetesi hep devrimlerin yanında oldu… Askeri darbelere karşı muhalefetini sürdürdü… Devrimden yanayız… Darbeye karşıyız… Karşıdevrime karşı çıkmak ise Cumhuriyet gazetesinin varoluş gereğidir… 27 Mayıs’ı destekledik… 12 Mart ve 12 Eylül’e direndik… Yönetim ister asker olsun, ister sivil, ölçütümüz Aydınlanma devriminin içeriğiyle özdeştir… * Bugün Türkiye düpedüz bir karşıdevrim yaşamaktadır…


• Bir vakitlerin merkez sağı (Doğru Yol Partisi ve ANAP) siyasetten tasfiye edilmiştir… • Tesettür politikası devletin tepesine tırmanmıştır… • Devlet kadroları dincilik üzerine hallaç pamuğu gibi atılmaktadır… • Özgür medya, daha başka deyişle iktidara bağlı olmayan medya göz göre göre tasfiye edilmektedir… • Öğretim Birliği yıkılmıştır… • Fazla söze ne hacet, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir karşıdevrim sürecini yaşadığı Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla kesinleşmiş; iktidar partisinin irtica odağı olduğu hukuken karara bağlanmış, tescil edilmiştir. * Karşıdevrimin, daha başka deyişle İslamcı-dinci kimliği Anayasa Mahkemesi kararıyla kesin hükme bağlanmış iktidarın yandaşları, Cumhuriyet gazetesini ve Cumhuriyetçileri darbecilikle karalamak için olağanüstü, daha doğru deyişle, çılgınca bir kampanya açmışlardır… Hemen söyleyelim ki çabaları nafiledir… Askeri darbelere karşı onlar pısıp otururken biz Atatürk devrimciliğini sonuna dek savunduk… Bugün herhangi bir askeri darbe olasılığı yoktur; söylentilere ve tüm iddialara karşın dün de yoktu… Bugün askeri darbe şöyle dursun, irticaya dönük karşıdevrimin sivil darbesini yaşamaktayız… Ancak bugün bir askeri darbe olsa, azgınlığın son perdesini yaşayan bu zavallıların tümü -vaktiyle olduğu gibi- pısıp sinecekler, iş gene Cumhuriyet gazetesinin omuzlarına binecektir… 177 - Doğan Grubu Dayanabilecek mi?..

19 Mart 2009

Gerçekte bugün, bir aralar konuşurken çok kullandığım sözcükler olan ‘üçgen, dörtgen, çember’ üzerine yazacaktım; Aydın Doğan’ın gazetesi Radikal, başyazısnı bu konuya ayırmıştı… İsmet Berkan’ın “Altın Müselles” başlıklı başyazısını okurken de epey gülmüştüm… Ne var ki yine Aydın Doğan’ın özellikle seçilmiş bir fotoğrafını Sabah’ın sürmanşetinde görünce bir kez daha güldüm… Ne diyordu Sabah sürmanşetinde: “Doğan’a haciz geldi…” Haberin ilk tümcesi: “Maliye ve Doğan Yayın Holding arasındaki teminat krizi gruba haciz kararı ile son buldu.” Demek ki başyazısında Cumhuriyet’le uğraşan Radikal’in tepesinde de haciz var…


* Aydın Doğan’ın gazeteleri Hürriyet, Milliyet, Vatan, Radikal, Referans, Posta… Doğan Grubu’nun tüm gazetelerinde kural şöyledir: Gazetede birbirine kökünden zıt köşe yazarlarına yer verilir… Aydın Bey’in bana söylediği: “- Ben habere bakarım…” Ama, olmadı, cemaat faşizminin iktidarı, Doğan Grubu’na haber özgürlüğünü de tanımadı ve dedi ki: - Seni tepeleyeceğim… Nasıl?.. Unakıtan maliyesi önce 500 milyon dolarlık vergi cezasını Doğan Grubu’na dayadı, grubun gösterdiği teminatı (İçinde Radikal de var) kabul etmedi, ardından da haciz kararı çıkardı… Peki, şimdi ne olacak?.. * Doğan Grubu’nda yöneticiymiş, köşe yaza- rıymış, kimin umurunda?.. Onların en aklıevvelleri Cumhuriyet’le uğraşıyorlar… Cumhuriyet darbeciymiş… Cemaat faşizminin tezgâhı bu… Sabah patronajı bugün iktidarın elinde, avucunda… F tipi medyayı zaten Fethullah Gülen Amerika’dan yönetiyor… Geriye ne kalıyor?.. AKP iktidarı için ilk hedef Cumhuriyet… Bir de Doğan’ı teslim alır ya da çökertirse… Gel keyfim gel… * Türkiye öyle bir noktada ki televizyonda Çiğdem Anad, programlarına katılan Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’e soruyor: “- İktidar diyet isterse Bekir Coşkun’u kovar mısınız?..” Düşündüm: Aydın Doğan’ın yerinde olsam ben ne yapardım?..


Koskoca bir holding, yüzlerce kişinin çalışıp ekmek yediği bir medya… Peki, siz olsanız ne yapardınız?.. Birisi çıkıp diyebilir ki: - Herkesin çoluk çocuğu var, kim takar Bekir Coşkun’u… Radikal’de İsmet Berkan’ı kurtarmak için Hürriyet’ten Bekir Coşkun’u kovmaya ne dersiniz?.. Türk medyası cemaatçi faşizm karşısında bu hale düştü… * Ya Cumhuriyet?.. Dedik ya ılımlı İslamcı devletin ilk hedefi Cumhuriyet… Ne hukuk, ne guguk… Bu devlet artık F tipi çalışıyor… Anasının gözü bir merkez var: Zamanlaması müthiş, devlet gücünü kullanıyor; durun bakalım 29 Mart’a dek daha neler yapacak?.. 178 - Koltuğunu Boş Bırakmayacaksın…

18 Mart 2009

İnsan her yaşta, her başta bir şeyler öğreniyor… Ben de son günlerde öğrendim ki eğer bir “makam”da oturuyorsan, ne odanı boş bırakacaksın, ne de koltuğunu… Yoksa alimallah odana girip, koltuğuna oturuveriyorlar… * Eksik olmasınlar, Balbay’la dayanışma adına Cumhuriyet’e gelen gazeteciler ve yazarlar, ben yokken odamı işgal etmişler… İşgal etmekle de kalmıyorlar, Akşam’da Tuğçe Tatari, Hürriyet’te Ahmet Hakan eylemlerini yazıya da döktüler… Tuğçe Tatari’nin köşe yazısının başlığı: “İlhan Selçuk’un odasına girdim” İyi mi?.. Ahmet Hakan daha açık konuşuyor ve diyor ki: “Geçen hafta ‘silahlı terör örgütü üyesi olmaktan tutuklu düşünce suçlusu’ şeklinde tuhaf tanımlamayla anılan meslektaşımız Mustafa Balbay’la dayanışma amacıyla gittiğim Cumhuriyet Gazetesi’nde İlhan Selçuk’un odasında boş duran ‘makam koltuğu’na oturtulduğumda… ‘Galiba bana da bu koltuk kaldı’ deyiverdim…


Peki, tutar mı? Olabilir mi böyle bir şey? Şu kadarını söyleyeyim: Emre Kongar bile yadırgamadı beni o koltukta… Ne ‘Bu bir karşıdevrimdir’ diyen çıktı… Ne de ‘Cumhuriyet Gazetesi de elden gidiyor’ yorumu yapıldı…” * Allah sizi inandırsın, bu arkadaşlar yazıncaya kadar hiç düşünmemiştim… Demek ki ben bir ‘makam’da oturuyormuşum… Kendime özgü odam varmış… Koltuğum varmış… Herkes bilir ki gazetede benim oturduğum odanın kapısı açıktır… Ben gazeteye gidinceye dek oda çeşitli amaçlarla kullanılır… Birisi çıkıp da sorsa: - Eeee.. peki sen ne yapıyorsun orada?.. Yanıtım hazır: - Vallahi Reis Bey, ben de ne yaptığımı biliyor muyum?.. * Sözün kısası ister Tuğçe Tatari, ister Ahmet Hakan, ister başka dostlar olsun, hepsine kapılar açık… Buyursunlar… Ancak bu Cumhuriyet garip bir gazetedir… Patronajı okurlardan oluşur… Vaktiyle ben gazeteden ayrılmıştım, okurlar işe el koydular, geri getirdiler… Cumhuriyet hepimizin -bu arada siyasi iktidarın- başına bela… * Neden bela?.. Çünkü bu gazeteyi, eski deyişle bir ‘fikr-i müdir’ yönetiyor, yürütüyor… O ‘fikr-i müdir’ Ahmet Hakan, Tuğçe Tatari ve eksik olmasınlar gazeteye dayanışma amacıyla gelen öteki arkadaşların çok iyi bildikleri bir Atatürk mirasıdır…


Atsan atamazsın.. Satsan satamazsın.. * Yine de şu günlerde basında kimin atılıp kimin satılacağına ilişkin geniş bir piyasa, iktidar marifetiyle kuruldu, borsası bile oluştu… En başta koltuğuma oturan Ahmet Hakan olmak üzere tüm dostlardan yanıt bekliyorum: - Nedir bu kızışan pazarlık, nedir bu piyasa, nedir bu borsa Allah aşkına?.. Dünyada neoliberalizm yıkılırken Türkiye medyasında üçkâğıtçı neoliberalizm neden modalaşıyor?.. 179 - Utanç Duvarına Adlarını Yazanlar…

17 Mart 2009

Medyada olağanüstü bir dayanışma gerçekleşti; bu ülkenin hatırı sayılır ne kadar gazetecisi ve yazarı varsa Cumhuriyet’te toplandılar, Mustafa Balbay’ın kitaplarını imzaladılar… Ne demek istiyorlardı?.. - Balbay suçsuzdur… mu diyorlardı?.. Yok canım… Balbay’ın tutuklanmasına karşı idiler… Balbay yeri yurdu, işi gücü belli bir ünlü gazeteci… Yargılanacak… Suçlu mu, değil mi?.. Peki, tutuklama nerden çıkıyor?.. * Ne var ki medyada bir dizi iktidarcı gazeteci yazar da Balbay’ın hapsedilmesine destek oluyorlar; Balbay’ın tutuklanmasına karşı çıkan gazeteci ve yazarları topa tutuyorlar… İnanılır gibi değil… Ama gerçek… Suçu kanıtlanmamış, davası bile başlamamış bir gazeteci-yazarın tutuklanması için çırpınan sözüm ona gazeteci-yazarlar 21’inci yüzyılda Türkiye’de yaşıyorlar… * Ergenekon tertibinde hiç bitmeyecek, sonuçlanmayacak, yargı kararına bağlanamayacak bir süreç kurgulanmış… Soruşturma hiç bitmeyecek…


Türkiye’nin neresinde vaktiyle ne olmuşsa, hangi suç işlenmişse, tertibe göre Ergenekoncuların marifeti… Örnek mi?.. - Üzeyir Garih’i kim öldürdü? Sorulur mu.. Ergenekoncular… Peki, kim bu Ergenekoncular?.. Belli değil… Daha doğrusu, ne sayısı ne adları belli… Soruşturma sürdükçe liste uzuyor, büyüyor, yayılıyor… İktidarı eleştiren herkes korku içinde… Nedeni belli: - Bana da bulaşır mı?.. Çünkü İstanbul’daki Ergenekon soruşturması tüm Türkiye’de zaman ve mekân ayrımsamadan insanları gözaltına alabiliyor… * İddianın iki boyutunu yerleştirmeye çalışan bir soruşturma yürütülüyor. Nedir o iki boyut: Darbe.. Ve terör.. Darbe edebiyatına diyecek yok!.. Bizim bildiğimiz askeri darbe Ankara’da olur, değil mi?.. Ankara savcıları ne yapıyorlar?.. Suç mahallindeki savcıların elleri armut mu topluyor?.. Darbe soruşturması neden İstanbul’daki üç savcı tarafından yürütülüyor?.. * Bizim Balbay da -yandaş medyanın edebiyatına bakılırsa- darbe yapacakmış… Peki, Ankara’da ‘mukim’ Cumhuriyet temsilcisi Balbay darbeyi İstanbul’da mı yapacaktı?.. Hem de Mustafa başkentte, görevini yapan, her gün gazeteye giden, köşe yazarlığı da yapan bir ünlü gazeteci değil mi?.. Peki, neden tutuklanıyor?..


* Neden mi tutuklanıyor?. Ergenekon tertibinin bir siyasal amacı da medyayı susturmak… Bakın Ergenekon’da kimler suçlanıyor: Tuncay Özkan.. Mustafa Özbek.. Ferit İlsever.. Doğu Perinçek.. Mustafa Balbay.. İlhan Selçuk.. İlk dördünün televizyonları, dergileri var… Son ikisi de Cumhuriyetçi… Eh, Ergenekon’un gerçek savcısı olduğunu açıkça dile getiren kişi, Doğan Grubu’na da 500 milyon dolar cezayı bindirdi mi, gel keyfim gel… Doğan Grubu da göçerse… Bütün medya AKP’ye kalır… * Balbay için Cumhuriyet’e gelip dayanışma sergileyen gazeteci-yazarlar, bu gerçekleri görüyorlar… Ama, ötekilere ne diyelim?.. Balbay, ille de tutuklu yargılansın, hapishanede yatsın diye çırpınanlar, basın tarihinin utanç duvarına adlarını yazdılar… 180 - Türkiye’de Asker Olmak?..

15 Mart 2009

Şu günlerde asker olmak istemezdim… ‘Asker’ deyince yanlış anlamayın, Ordu, TSK, daha açık deyişle Türk Silahlı Kuvvetleri’nden dem vuruyorum… Türkiye’de asker olmak mı?.. Neuzübillah… * • Batı’da Ege var… Yunan’la aramız hiç iyi değil, hava ve deniz üzerinde çatışma rizikosu gündemde… Eski deyişle 24 saat “müteyakkız” olmak zorundasın…


• Güney’de Kıbrıs… Rum fırsat kolluyor… Ada’daki Türk askeri birliğini işgalci sayıyor… Ne zaman ve nereden vuracağı belli olmaz… • Kuzey’de Karadeniz… Montrö Antlaşması’yla Boğazlar’dan geçiş bir bakıma zapturapta bağlanmış; ama, Gürcistan olayında gerilim doruğa çıktı… Karadeniz’e dikkat!.. • Kuzeydoğu’da Ermenistan… Ne diyor Erivan?.. Kars sınırını resmen geçerli saymıyor… • Ya Güneydoğu’da?.. PKK… Terör yöntemini benimsemiş PKK’nin nereden vuracağı belli değil… PKK’nin üsleri Kuzey Irak’ta… “Stratejik müttefikimiz” Amerika, bizim asker teröristi vurmak için sınırı geçmek istedi mi yasak levhasını asıyor: - Dur!.. * Yunan.. Rum.. Ermeni.. Ve PKK.. Asker yine de tüm dünyada ilk kez olmayacak bir iş yaptı; terör savaşının koşulları içinde umut arayan düşmana umutsuzluğu tattırdı… ABD, Irak işgaliyle PKK’nin imdadına yetişmeseydi; bu iş noktalanmıştı… * Şu günlerde asker olmak istemezdim… Çünkü yalnız Rum, Ermeni, PKK ve askerin başına çuval geçiren ABD yok… Asker düşmanlığı içerden, iktidar saflarından, F tipi polisten, F tipi yargıdan, F tipi medyadan pompalanıyor…


Piyasaya ne idüğü belirsiz bir sürü ses kaydı, zamanlaması gelince sürülüyor… E. generaller, albaylar gözaltına alınıp tutuklanıyor… Eski bir AKP’li Meclis Başkanı şu sözleri söyleyebiliyor: “- Emekli orgenerallerin ses kayıtları var. Aman Allahım, neler konuşmuşlar, neler söylemişler!.. Allah’a çok şükrediyorum ki Türkiye bunların zamanında savaşa girmemiş. Yoksa bunların savaşacak halleri yok. Askerlikten başka her şeyi yapmışlar…” * AKP’li eski Meclis Başkanı’nın gözlerini asker düşmanlığı köreltmiş… Yoksa bu AKP’li, yermek istediği o generallerin ilan edilmemiş bir amansız savaşta nasıl savaştıklarını bilirdi… Düzenli bir ordunun, düzensiz bir terör savaşının her türlü olanaksızlığı içinde, generaliyle, subayıyla, eriyle nasıl savaştığını bilmeyen birinin bu süreç içinde Meclis Başkanlığı koltuğunu işgal etmesi, Türkiye’nin en büyük talihsizliğidir… * Asker olmak istemezdim… Ola ki bir terör savaşında görevimi yaparken yürüttüğüm bir eylemden dolayı, yıllar sonra F tipi bir savcı beni gözaltına aldırıverirdi… Türkiye’de askerken, teröriste karşı ‘teyakkuz’ içinde yaşamak yetmiyor… Emekliye ayrıldıktan sonra F tipi savcıya karşı da ‘teyakkuz’ içinde yaşamak mı gerek?.. Evet… Asker düşmanlığının F tipi örgütlenmesini yaşayan Türkiye’de asker olmak istemezdim… 181 - Ilımlı İslam Derken…

14 Mart 2009

ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton geçenlerde Türkiye’ye geldi, zorunlu olmadığı halde Anıtkabir’e gitti; ayrıca (Bush yönetiminin tezgâhladığı) ‘Ilımlı İslam Devleti’ tasarımına sıcak bakmadığını da ekledi… AP (Avrupa Parlamentosu) da Türkiye için son bir rapor yayımladı.. ki metninde laiklik vurgusu var… * Ne yapalım?.. Laik Atatürk Cumhuriyeti hesabına düğün bayram mı edelim?.. Yok canım… Türkiye’deki laiklik ne Amerika’nın umurundadır, ne de Avrupa’nın teminatındadır…


Lozan Antlaşması’nda laiklik yoktur; Hıristiyan ve Musevi azınlıkların hakları vardır… Batı emperyalizmi tepe tepe kullandığı Suudi Arabistan ya da Kuveyt’ten çok memnundur… Amerika’nın işgali altında Irak’ta halkın oylarıyla “çok demokratik!..” bir yöntemle şeriat anayasası benimsenmiştir… * Ayrıca eski merkez sağ yerine Türkiye’de ılımlı dinci AKP’yi (çok demokratik bir yöntemle) yerleştiren büyük dış güç de Amerika’dır… Peki, ABD’ye ve AB’ye şimdi neler olmaktadır?.. İkisinin de kulağına kar suyu mu kaçmıştır?.. * Eskiden çok kullanılan bir deyiş vardı: - Nah şuraya yazıyorum… Vaktiyle çok yazdık, yazıldı, yazdım; ama, bir kez daha ‘nah şuraya’ yazıyorum… “İslamcı dincilik” öyle bir siyaset ki girdiği toplumda ne akıl bırakıyor, ne fikir; bireyleri cemaat örgütlenmesinde cennetlik robotlara dönüştürüyor… Bugün Türkiye’de egemenleşen siyasal örgütlenme cemaatleşmedir… * Cemaatleşme egemenleştikçe Türkiye siyasal yaşamında ne başka direksiyon kalacak, ne de fren… Bush yönetimi ne dedi: “- Ilımlı İslam…” Ne demek bu?.. Amerikancı İslam!.. Cemaatleşme seçim sandıklarında egemenleştikçe Türkiye’de ‘Ilımlı İslam’ lafügüzaftan başka bir şey olamaz… RTE Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Peres’e dedi ki: “- Sen adam öldürmeyi iyi bilirsin…” RTE üstelik Hamas’tan yana… “Ilımlı İslamcılık” bu mu?.. RTE sandığa oynuyor… *


Türkiye’yi ılımlı İslamcı dinci devlete yönlendiren Amerika bilmeli ki, Anadolu’da laik düzen elden gitti mi, yerine şeriatın Türk usulü gelecektir… O zaman da yalnız Ortadoğu’nun değil, ABD ve AB’nin kendine göre yaptığı tüm denge hesapları altüst olacaktır… Batı “Ilımlı İslamcı” dinciliği Türkiye’de kullanmaya kalkışırken tüm insanlık hesabına ne tehlikeli bir oyun oynadığının farkında mı?.. * Obama’nın Türkiye’yi ziyareti belki bu soruya verilecek yanıtı biraz aydınlatabilir… Yazıyı bitirirken son bir tümce: Kimse yanlış hesap yapmasın; ne RTE, ne de AKP Türkiye’de İslamın ılımlısı üzerine güvence olabilir…



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.