Sıvadık Fanzin 27

Page 1



basım yeri izmir

efe

kapak-tasarım

çizenler

burcu erim yiğit tarık yetiş serbest efe zeynep yıldırım

karalayanlar

oğuzhan kayacan zeynep yıldırım efe gökhan toker hande çevikkol serkan üstündağ göktürk yaşar deniz burnaz saltuk doğan

Kızaran gözlerde farklı bir mana var. Bu ne bir haykırış ne de kin... Bu huzursuzluğun verdiği genel, depresif bir hâl. Kimse kimsenin elinde, umurunda veya cebinde değil. İlişkiler direkt ve dolaysızken sabit bir piyasa ağzı bütün meydanlarda konuşulmakta. Köşeyi dönmeyi bekleyenler şirket kapılarında uzun kuyruklar oluştururken, satıcı ve alıcılar yeni pazarcıların kapılarını arşınlamaktalar. Herkes ama herkes kendi imajını pazarlarken geldiği, çıktığı, gittiği yolları unutmuş. Belki de böylesi yaşanılır kılıyor yarınları. Bir profil, bir maskeyi millet göt cebinde gezdiredursun; kalkan gibi arkasına sığınıldığı zaman, yalandan bir güllük gülistanlık her yeri etkisi altına almakta. Tabii nezaket önemli. Elbet güzel cümleler sarfedilmeli ama çıkar kokan bu yapışık yılışıklığı ne etmeli? En iyi ilaç zaman ve sığınaklarımız. Biraz nefes almalı, hepsi bu.


yağlıca yağlı aşk şiiri sayısı âşıklara oranla epeyce fazla kafam pek katlanası değil uyku yetmedi yine yola düşeceğim üstelik samimi olmayan “edebi” üretimler zar sesi kadar gereksiz ve ılık su kadar iğrenç gelir bana aşk şiiri yazayım bak aklıma “kırlangıç tarlaları narinliğinde bir nadide güzellik sendeki ey sevgili” diye bi satır geldi bu iş böyle yürüyorsa şiir harbiden işgal altında ırkınla niye övünürsün ayrıca ey müstakbel boş beleş bürokrat ayrıca sağdan ne sanat gibi sanat çıkar ne yanık bir türkü aynı numarayla birkaç kadınla flörtleşmek gibi sıkıcı bir hava tacizi, tecavüzü meşrulaştıran bu düzendir böylece sosyal psikoloji deneyi yapılabilir aynı numarayla beynim ağır gelir ve uykum gider gelir elime para geçtiği an gelir gider, gider gelir keyifle yaşamak bu memlekette meziyettir neyse çekeriz montu da ankara’ya geçince ne dedi şarkıcı “e bu mendili icat edene...” diye başlayan cümleler söyledi kim istemez tofaşla yanlamayı aynı zamanda bülent gökçe dinlerken lütfen kimse istemesin müdür koltuğuna oturup camdan aşağı tüküren adam kim sıçtırmayın kültürünüze dedi ugandalı lezbiyen yani ben yine uymadım hazır olan papaza

oğuzhan kayacan


burcu erim


Kalp Üzerine Düsünmek , 1980’li yıllar. Bir gün Bostancı’daki meyhanede rakılarını tazeleyip meze ardı yemek söyleyecekler. Rebiçko sokağa yakın oturuyor, karşı iskemlede Haldun abi ve diğer arkadaşları. Avukat Necdet biraz geç geliyor hep. Yengeç ise öğlen rakısı ile başlayanlardan. Hafif bir şeyler söyleyecek oluyor kimileri, garson not alıyor. Haldun abi, ızgara et ve türevlerinden sipariş veriyor. Arkadaşları takılıyor “lan yeme bu kadar, kalp hastası olacaksın” diyorlar. Gülerek karşılık veriyor, “kanser olacağıma kalp hastası olur giderim” diyor. Gülüşüp kadehleri tokuşturuyorlar yaklaşıp tüm gençlikleri boyunca semt arkadaşlarıyla her akşam yaptıkları gibi. Rebiçko’nun çocukluk arkadaşı Haldun abi. Rebiçko ona “deve” diyor. Çünkü acayip uzun boylu ve kocaman elleri, ayakları var. Herhangi bir problem olsa Rebiçko “durun lan, Haldun gelir racon keser şimdi, ” diyor. Öyle bir güven ilişkisi aralarında. Gel zaman, git zaman yıllar geçiyor. Rebiçko sirozdan vefat ediyor. Cenazesi Bostancı’dan kalkıp mezarlığa götürüldüğünde Haldun abi son kez racon keserek, imamı ve mezarcıyı koca eli ile durdurup, “durun, o tahtalar öyle dizilmez” diyor. Çukura inip kucaklıyor Rebiçko’nun kefenli cenazesini. Yatırıp tahtalarını diziyor bir bir. Dua ediyoruz sonra. Sonra zaman geçiyor, Haldun Abi’nin kalp krizi sonucu vefat haberi-

ni alıyoruz. Sene doksanların sonlarına doğru. Racon kesince ona uymak adettendir derler. O da kalp ile ilgili ölüm sözünü tutuyor. Arkadaşlık, dostluk, yarenlik adına ne çok “kalp”ler uçuşuyor yeni zamanlarda. Mesajlar, emojiler, uygulamalar içinde. Hiyeroglifler ya da çivi yazısı gibi acaba yüzyıllar sonra insanlar bu işaretleri çözmeye çalışacaklar mı bilinmez. “kalp” imgesi reklam/grafik/dijital yaşam/yazı kültürü vesairesi içinde rastladığım o küçücük kırmızı şekil acaba nasıl yaşantımıza girdi merak ediyorum. Biçimin günümüz algısına doğru olgulardan yola çıkarak beraber bir göz atalım.

Avcılık/ Bedensel açıdan insan hayatının en önemli organının biçimsel keşfi, hayvan avları dolaylı gelişmiş; Bazen avcılar, ölmekte olan kalbin büzülmesini görürlermiş. Gırtlağı kesilmiş veya boğazı sıkılmış bile olsa, kalp durmaktan hiç hoşlanmaz. İnsan, bu sıcak, hareketli ve çarpmakta olan hayvani şeyle, kendi göğsünün içinde hissettiği şey arasında büyük bir olasılıkla bağlantı kurmuştur. İnsanlığın ilkelden bu yana modern tıbbın olanakları ile otopsi deneyimlerini yaşaması tarih süzgecinde elbette küçük


adımlarla başlamıştı. Yaşamanın koşulu olan bir organın av sonrası parçalama eyleminde dahi hareket ediyor oluşu kabul edelim ki ilk karşılaşma için büyük bir etkidir.

bu durum açıkça görülür.(3) Nitekim insan vücudunda belli enerji merkezlerinin varlığına dayanan çakra öğretisine göre tüm çakra sisteminin merkezini oluşturan dördüncü çakra, kalp çakrasıdır. Popüler kişisel gelişim aktiviteleri içinde kalp çakrasındaki çarklarda bir eğrilik, Tıp/ büğrülük duyumsayıp da “nasıl düzelir ki Kalbin yapısını anlamaya yönelik belge bu” demeyen var mıdır? niteliğindeki eski bir yazıt yirmi metre uzunluğunda, “İÖ 1550 yılına ait Ebers Papirüsü’nde yer alır. Bu yazıtta kalbin yolları ve damarlardan bahseder.” Tıp biliminin insan bedeni keşfi içinde İbn-i Sina ise “kalbin, diğer organların kaynağı olduğundan hareketle, bedenin merkezi ve canın ikametgahı olduğuna karar vermiştir. Kalp, deniz gibidir, rüzgârla çalkalanır ve kalpten üç büyük nehir akar, nehirlerden Antik Kültür/ birine aort denir ve aort tüm bedeni dolaşarak, hava ve kan taşır”, diyerek ifade Eski Yunan’da ise ruhun, kalbin içinde eder. yerleştiğine inanılıyordu. Homeros ve Hareket ederek yol almak bir meseleydi Hesiodos’un yazılarında ve trajedilerde ve ne ilginçtir ki damarların kalp ile bağ- kalb (kardia), ruhun merkezi, irade, arzu lantısını keşfetmek de bir anlamda insan ve duygunun kaynağı olarak görülmüşbedeninden yola çıkarak dünyayı, hayatı, tür. Kalbin kan pompalama fonksiyonun ruhaniyeti ve dünyevi her türlü yolculu- farkında olan Hipokrat ve Aristo, kalbin ğun haritalarını yaratmaktaydı. aynı zamanda duygu ve düşünce yeteneklerinin de merkezi olduğunu düşünüyordu. Antik Yunan düşüncesi Roma Ruhaniyet/ İmparatorluğu döneminde de etkisini İnsanın Manevi Yolculuğunda bir hayli sürdürmüş. Romalı otorite Ovid, yaşailgi gören meditasyon teknikleri içinde mın devamı için en önemli organ olan kalbin yaralanmalarında ilaçların bir işe şöyle bir anlamı vardır; “Kalb mefhûmu, Hinduizmin kutsal yaramayacağını söylemiştir. kitâbelerinde de önemli yer tutar. Me- Bir kalbin yaralanması cümlesi günüsela onların meditasyon tekniklerinde müzde iki türlü anlam taşır; ya fiziksel


bir etki alarak yara almıştır ya da manevi anlamda ruhani bir etki alarak içsel bir tahribatı nüvesinde taşımaktadır. Yara biçimsel/fiziksel ya da ruhsal her iki ihtimalde de yaşarken deformasyon yaratır.(emoji hâli kırık kalp olabilir)

İnanç ve Tek Tanrılı dinler/ Tarihin daha sonraki dönemlerinde (M.Ö. 2500-1000), eski Mısır’da kalp ruhun ve vicdanın merkezi olarak kabul ediliyordu. Ölümden sonra kalp dışındaki tüm organlar çıkarılıp bir seramik kâse içinde ölüyle birlikte gömülüyor, sadece kalp yerinde bırakılıyordu. İnanışa göre ölümden sonra kalp, adalet tanrısı Maat’ın huzurunda tartılıyordu. Eğer kalp Maat’ın tüyünden hafif gelirse, ölen kişi Osiris (yeraltı tanrısı ile) yaşamaya devam ediyordu. Aksi halde Ammut (şeytan) kalbi yiyor ve böylece o insanın ruhu yokluğa mahkûm edilmiş oluyordu. (Bu anekdot bana edebiyat içerisinde William Beckforth’un Vathek’ini anımsatır. Cehennem tasviri içinde kitapta kalbin büyük günah ile sonsuz bir alev içinde yanmakta oluşu ve bununla var olarak o kalpten kurtulmak için kubbeler içinde koşturan çaresiz döngü tasvirine oldukça benzerdir.) Antik Mısır medeniyetinde de (M.S.100900) bazı ruhsal güçlerin kalple ilişkili olduğu düşünülmüş ve bu güçlerin ölünceye kadar kalbi terk etmediklerine inanılmıştır. Düşmanın gücünü kazanmak için onun kalbini yeme geleneği, bu anlayışın belirgin göstergelerinden birisi

olarak kabul edildiği gibi Aztekler’de ve onlardan daha önce Mayalar’da görülen insan kurban etme âdeti bu düşüncenin bir uzantısı sayılmıştır. M.Ö. 2700’lerde metinlerde “Ptah” adında bir tanrı göze çarpar. Bu tanrı Mısır Mitolojisi’nin en büyük tanrısıdır. Atum sadece ilk tanrı çiftini yaratır; sonrasındaki tanrıları, dünyayı ve insanları yani her şeyi yaratan Ptah tanrısıdır. Orijinal metin şudur: “Atum’un görüntüsü altında kalp (=ruh) olarak tecelli eden, dil (=söz) olarak tecelli eden, çok eski tanrı Ptah’tır…” Ptah her şeyi, ruhuyla ve sözüyle yaratmıştır. Mısır’da kalp, ruh anlamına geliyordu ve aynı zamanda “Düşüncenin Merkezi” idi. Ayrıca Mısır yazılarında tanrıya şu şekilde seslenilir “Kalbime gerçeği ver!”. İncil’de, her şeyin “Söz” ile yaratılması yazmaktadır. Kur’an’da “kalple düşünme” ve “kalple görme” ve de “kalp gözü” kavramları yazmaktadır. Anlaşılıyor ki Mısır Mitolojisi, İncil ve Kur’an’da devam etmiştir(1) Hıristiyanlıkta kutsal kalp kavramı vardır. 17. yüzyılda Azize Margaret Marie Alacoque rüyasında dikenli bir taçla çevrelenmiş, ışık saçan bir kalp görmüştür. Kutsal Kalp olarak adlandırılan bu sembol Katolik kilisesi tarafından kabul edilmektedir. Sevgi ve yardım severliği


temsil eden kutsal kalp aslında 17. yydan çok önce de Hristiyan ikonalarında Hz. İsa’nın kalbini temsil etmek için kullanılıyordu.

Ölmüş ve bir daha asla geri gelmeyecek bir sevgilinin kurutulmuş kalbi! Ne kadar kurutulmuş da olsa, onun bir zamanlar sizin için çarptığını da gayet iyi biliyorsunuz ama.”(4) Yahudi, Hristiyan ve İslam inanışında da Böylesi bir bağ kimilerine çılgınca gelse kalbin aynı anlam ve kavramları sembol- de, kalbin bir yangından kurtuluşu dost leştirdiği görülür. Her üç dinde de kalp eli ile oluşu ne kadar manidar. sevgi, merhamet, hayırseverlik, derin bir anlayış gücü gibi ruhsal duygu, düşünce Eski medeniyetler ve Roma dönemi süsve davranışlarla özdeşleştirilmiştir. Hris- lemelerden ilham alan manastır tasvircitiyanlık ve Müslümanlıkta kalp, Allah leri kalp şeklinde yapraklı Hayat Ağacı sevgisinin yeri ve ebedi mutluluğun aracı motiflerini resmetmişler. 12. ve 13. yüzyıl olarak nitelendirilmiştir. İslam tasavvu- resminde sarmaşık yaprakları (kalp forfunda kalp gözünden bahsedilir. Biyolo- muna benzerliği vardır) iyi şans sağlık ve jik göz dış dünyayı, kalbin gözü (basiret) aşkı ifade etmiştir. 
Bir sembol olarak kivarlık ve olayların iç yüzünü, gerçek ma- lise resminde kalbin yer alması ile katolik hiyetini, görmeyi, anlamayı sağlar. kilisesi bu sembolü benimsemiştir.

Sanat yolu ile imgeleme/ Edebiyat tarihinden bir anekdot ise şöyledir, “Percy, İtalya’da bir deniz kazasında boğularak öldü.
Ölümünden sonra dostları ve Mary, boğulduğu sahilde onu yakarak sonsuzluğa uğurlamayı düşündüler.
Garip fikirlerin insanı Lord Byron, Percy’nin kafasını mumyalatarak saklamayı önerdi.
Böylece o güzel yüz ve o muhteşem beyin, sonsuza kadar onlarla birlikte kalacaktı.
Bu çılgın fikir, hepsinin ortak dostu, denizci ve roman yazarı Edward Trelawny tarafından şiddetle reddedildi.
Ama o da Percy’nin kalbini ateşten son anda kurtardı, kuruttu ve Mary Shelley’ye verdi. Shelly hayatının sonuna kadar o kurutulmuş kalbi bir kitap ayracı olarak yanında taşıdı.

Kalbin, iskambil kâğıt takımının içine alınması ise 15. yüzyıl sonuna rastlar. Kartlar, özellikle simgeleri, standartlaşmaya başladı. Kırmızı kalp, İtalyan tarot kartlarında bulunan kadehlerin yerini aldı. (2) Buna karşın hâlâ deste sembolü kalp olan grup “kupa” olarak adlandırılır. Kupa bir nesne olarak ayaklı bir kadehtir aslen. Anlamsal açıdan ise kadeh, içine akışkan olanın dolacağı bir boşluğu da barındırır yapısı itibarı ile. İçeceğin şey kadehine dolan şey ya da boşluğu olacaktır haliyle. Kadehimiz de ne var?


Tarih yolculuğunda kalp anlamlarına göz gezdirdikten sonra günümüze geri dönelim. Üzerinde kalp motifleri olan eşyalar, giysiler, biblolar, kırtasiye ürünleri vb.) yoğunluklu popülerdir. Aşk ile ilgili kartpostal, hediyelik ürünler, bir zemine kalp motifi çizmek popülerdir. Günlük mesaj emojilerinde kalp popülerdir. Kısacası kabul görmüş belki en eski imgedir kalp. Dostluk, sevgi, aşk, paylaşmak, hoşgörü, bütünleşmek bu değerleri hayatına katmak istemeyen bir insan düşünebilir miyiz? Telefon rehberlerimizde kaydedilmiş insanların sayısı her gün biraz daha artıyor. Kalpli emojilerle yazılmış mesajları yollamak için ise sadece parmağımızın ucu ile ekrana dokunuyoruz/ yaptığımız hareket aslen dokunmak değil itmek (push it) dijital tüm aygıtları push it/iterek çalışmasını sağlıyoruz hareketin özünü düşündüğümüzde. Bir nesneyi çalıştırmak için onu kavramamızı gerekli kılmıyor çünkü teknoloji. Coşku ve tutku ile başlayan aşkların aniden kopuşuna, evliliklerin gitgide boşanmalarla sonuçlanmasına aşinayız. Dostlukların, arkadaşlıkların kalabalık içinde dâhil olma arzusu ile körüklenip kurulduğu, çıkarlara uymadığında bir tıkla silinebildiği tuhaf sergüzeştliğine yabancı değiliz. Kültürel anlamda toplumu besleyecek damarlar TV dizi kültürüne indirgenip, kişisel özgüvenin beğeni sayısı ile tavan yapıp, aniden çökebildiği hezeyanlı bir yaşama biçimini dayatıyor çağ çünkü.

Gecenin hangi saatinde olursa olsun arayabileceğiniz kaç kişi var? Bir şeyi başardığınızda sizin sevincinize sevinen kaç kişi var? Sosyal medyada instagram bir gönderiyi beğenmenizin ikon simgesi kalp. Görsel odaklı bir mecrada simgenin “kalp” olarak seçilmiş olması bir sevimlilik göstergesi ya da tesadüf olmamalı. Kitlelerin bilinç düzeyindeki beğenme ve beğenilme arzusu onaylanma isteği ile de paralel. Bir gün içinde kaç kere “beğeniyoruz” ve “beğeniliyoruz”, bu gerçek mi? Farketmediğimiz bir biçimde aslında bu küçük kırmızı kalp sembolü ile aşırı derecede haşır neşiriz. İlginçtir ki sözlüğe baktığımızda kalp sözcüğü için; hem vücudumuzda ki bir organın ismidir hem de “sahte” manasına da gelebilir. Ancak telaffuzda “kalp” derken “a” harfini incelikli(şapkalı) okuduğumuzda göğsümüzde taşıdığımız organımızı ifade ederiz, “a” harfini kalın okuduğumuzda ise sahte anlamına gelir (örnek; kalpazan, kalp para vs.) Buradan yola çıkarsak hayatımızdaki dostluklar, sevgiler, arkadaşlıklar, aşklar, bağlılıklar incelikli midir, değil midir, bunun ayrımını yine bizim iç sesimizisöyleyecektir. alıntılar 1/(Mircea Eliade, “Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi”, Cilt 1: Taş Devrinden Eleusis Mysteria’larına, Çeviri: Ali BERKTAY, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2003, s. 112-1469 2/fwmail.net/ - Kalp Sembolü nereden geliyor?
 3/ Dharma Yayınları/ Kalbin Kitabı, Lousia Young 4/T24 Mehmet Y. Yılmaz/ Biliyordu ki Kalplerin Kalbi Onun için atmıştı, makalesi.

Zeynep Yıldırım


yiÄ&#x;it


kh

an

To k

er

Biraz Hüzün Ç

okça Rock

1- My Dying Bride- A Doo med Lover 2- Black Sabbath- Black Sa bbath 3- Anathema- A Simple M istake 4- İlhan İrem- Sürgün Gi bi Masallarda 5- Pentagram-Dark Is Th e Sunglıght 6- Karapaks- Zararlı Hay atlar 7- Teoman- Güzel birgün 8- Turizas-Endles s 9- Cragastaska- Basmadan Geç Üstümden 10- Hypocrisy- Slipp ing Away 11- Atilla Tutumlu - Seni Sevmeyi Ölümle Bir Tuttum 12- Volkan CebeciSis 13- Umay Umay- D üşmedim Daha 14- Opeth- A Faır Judgemend 15- Moğollar- Yaln ızlığın Acıklı Güldürüs ü 16- Azam Ali-In O ther Worlds 17- Objektif- Beni Yalnız Bırakma 18- Orphaned Land - Never Ending Way 19- King CrimsonEpitaph 20- Deep Purple- Ch ild In Time

Playlisti Sıvadık Fanzin Youtube Kanalından da dinleyebilirsin


tarÄąk yetiĹ&#x; serbest


Cennete Giden Yürüyen Merdivende Yaşlanmak Metroya inen o harika kalabalığın içerisinde tek bir şey düşünüyorum: Gerçekten bir arada yaşamak zorunda mıyız? Sanırım bu sorunun cevabının, cümle yapısı bağlamında olumsuz ancak benim için olumlu şekilde yanıtlanması için keşfedilmemiş kıtalara kadar yayılmamız gerekebilir ve bu kadar geniş alanlara yayılmaya hazır değiliz. En azından metro halkı olarak. Metro halkından ayrılınca karşıma bir yürüyen merdiven çıkacak. Cümlelerin kopukluğunun arasına bir tutam bağlantı halkası serpiştirmek için evime giden yolda taş merdivenler olduğunu eklememde fayda var. Neden onlar da yürümüyor? Neden onlar da yürümüyor? Neden onlar da benim yerime yürümüyor? Neden ben yürümek zorundayım? ‘’Stairway to Heaven’’ klasiğine klişesine göndermeye yapmayacağım, yaratmaya asla da çalışmadığım ve tahminimce kazara çoktan yarattığım önyargının aksine. Benim derdim, metro halkına karışırken düşündüğüm ve onlardan ayrılmış olmama rağmen hâlâ düşünmekte olduğum yürümekten kaçmak sorunsalı üzerine. Çağın sorunu ne bilmiyorum ama sorunlarından birini kazara buldum galiba, teşekkürler metro halkı ve yaşlı bakışlarınız. Heyecan yok, yanılgı da yok, henüz başlığın tamamını vermiş

değilim, bahsedeceklerim de bundan ibaret değil. Teşekkür ettiğim noktadan geri almam gerekirse – ve kulaklarda bir geriye sarılan teyp kaseti sesi – sorunlarımızdan birinin cennete merdivenin değil, yürüyen merdivenin gideceğini bulmam olduğunu açıklayabilirim. Bunu açıklayabilirim, ilan edebilirim ve kimse inkâr edemez. Bu benim fikrim değil, yürüyen merdiveni arıza yapınca olduğu yerde çakılı kalan ve panikleyen insanların gerçeği. Çağın gerçeği. Kabul edelim, merdivenin ucunun cennete çıkacağı fikri, sadece bizim algımız, hayalimiz bile değil, algı, inanç büsbütün. Hayallere benim evin oradaki gibi taş merdivenlerle kan ter içinde kalarak gitmek zorunda da değiliz belki ama yürüyen merdiven konforundan vazgeçemediğimiz sürece hayal kurmak yerine sağdan yavaş yavaş yükselen şehir profilini izlemeye devam edeceğimiz kesin. Cennetime giden yolu ve cennetimin gerçekliğini sorgularken Esin’in dün söyledikleri geldi aklıma; Yaşlanmanın en güzel yeri, mutlu olmak için insanlara gerek olmadığını ve bunu ancak kendi başına halletmen gerektiğini anladığın nokta oluyor. Tamam, zirveye beni yürüyen merdivenin taşımayacağını ve zirve=mutluluk olmadığını ve bu iki kuramın ‘’Nasıl mutlu olunur


bilmem ama nasıl mutsuz olunmaz?’’ kitabının temel ilkeleri olduğunu biliyordum. Ama bu cennetimsi mutluluğun ya da huzurun içinde insanlara yer vermek ya da insanlardan parçalar taşımak zorunda olduğumu düşünmüştüm. O an anladım, merdiven bunun için fazla kalabalıktı ve bir yürüyen merdivene çok yük verirseniz, tepeye varamadan bozulacaktı. Kişisel cennetimizin belki bu denli sportif bir elektronikle ilişkilendirilmesi gülünç ancak tarafımca iliklerime kadar çıkarım yapabildiğim bir alanda fazla teşbih aracım olmamasından dolayı ‘’Hatice’ye değil neticeye’’ bulaşmamı takdir edersiniz. Merdiveni nasıl tırmandığımız önemli mi bilmiyorum ama malum zirvelerin anlık tat vereceğini unutmamak, her çıkışı nereye varacağını bilmeden arzulamak, daha da kötüsü bu ‘’ya öyleyse, öyle olsun istiyorum’’lara merdivenin bizi çıkarmasını beklemek, sizce de hepimizin hastalığı değil mi? İlişkileri sağa ve sola kaydırarak elde ettiğimiz, değil çeyiz tenceresini, evcil hayvanları tek tuşla oturarak satın aldığımız, evet bir de o var, arkadaşlarımızı satın aldığımız bir dünyada hunisiz delirmelerden sonra ikinci sırada merdivenin kendi kendine gitmesini bekleme şizofrenisinin gelmesi normal değil mi? İroni yok, sadece sordum… vikkol Hande Çe


İĞNE VAKTİ Duvarlara rengârenk kalemlerle, estetik açıdan yoksun fakat anlamsal bakımdan oldukça dolu, eserini resmetmiş çocuk en azından ufak bir alkış bekliyordu. Tamam, kabul edilebilir, bu eseri tamamlamaya çalışırken birkaç vazoyu kırmıştı, televizyonu yanlışlıkla düşürmüştü ve babasının ödül vitrini de devrilmişti fakat tüm bu olumsuzluklar, ortaya çıkan eserin parlaklığında kaybolacak türden gölgelerdi. Böylesi olumsuzluklara “gölge” betimlemesini yaptıran da annesiydi. “Gölgeler, başarıların arkasında kalan karanlık bölgelerdir. Unutma! Elde ettiğin başarının parlaklığı, tüm bu gölgeleri yok edebilir.” Annesinden öğrendiği bir başka gerçek varsa o da “iğne vakti”ydi. İğne vakti, çocuğun kendisine yapılan tanımlamaya bakılacak olursa, başarının oldukça düşük ve gölgelerin her yeri kapladığı durumlarda gelirdi. Çocuk bu tanımı ilk kez annesine bağırdığında işitmişti. Annesi onun için bir ayakkabı almıştı ama hem rengi hem de tasarımı tam bir felaketti. Çocuk da bu ayakkabıyı giymek istemediğini belirtmişti ve annesi biraz ısrarcı davrandığı için “Giymem ben bunu, LANET KADIN!” diye çığlık atmıştı. “İğne vakti gelmiş anlaşılan. Dur, ben doktoru çağırayım.” cevabını almıştı çocuk. Otoriteyle her zaman aynı fikirde olamazsın, bazen istemediğin şeyler seni bulur ve bu durumda küfre kaçarsan iğne vakti gelir. Şu doktorun yapacağı iğnenin de ne işe yaradığı belli midir? “Boyun eğdiren iğnesi” falan mı bu? Ne diye o gün annesine sormadı ki bu çocuk? Hasta olan kendisi mi yoksa oluşturduğu gölgeler mi? Buradaki hastalık ne? O iğnenin içinde ne var? Çocuk, ailesinden öğrendiği tüm kavramları duvara çizmişti. Kendisine sorulsa hepsinin kompozisyonunu çıkarır veya senaryosunu canlandırırdı. Sol baştaki ejderhalar, parıldasın diye şövalyeleri yakarlardı ama bu parlaklığı taşıyamayanlar ölür ve gölge olurlardı. Şu üçlü koltuğun arkasındaki cinlerin çuvalları gölge doluydu, vicdanı rahat olmayan insanların başlarına bu gölgeleri serperlerdi ve şu


ötedeki şaman da bu gölgeleri ateşiyle süpürmeye çalışırdı. Babasının vitrininin devrildiği yerdeki kuş da yavru bir anka kuşuydu, bazen gölgelenir ve bazen parlardı; hiçbir canlı her zaman parlak olamazdı ya, bazen de gölgelenirdi... Duvarın bir köşesinde de şırınga çiziliydi. İşte o şırınganın olduğu yerden Doktor belirdi ve duvardan geçerek evin içine girdi. Kocaman beyaz gözleri, soluk ten rengi, sipsivri dişleri ve kendisinden büyük iğnesiyle birlikte çocuğa birkaç adım yaklaştı ve “Sen hastasın.” dedi. Doktor korkunç bir şekilde kahkaha atarken çocuk da “Hasta olan ben değilim, sensin!” diyerek çıkıştı. Doktor, sağ elinin avuç içi yukarı bakacak şekilde elini açtı ve odayı baştan sona işaret edecek şekilde kolunu dolaştırırken çocuğa sordu “Bundan emin misin? Kimse senden bir şey anlatmanı beklemiyorken sen anlatmaya çalıştın ve bunu yaparken de etrafına oldukça fazla zarar verdin. Burada iğne vakti kimin için gelmiş olabilir? Benim için mi yoksa senin için mi?” Yaratıcı kişilerin genel bir sorunudur bu. Hiç kimse onlara “Bu konu hakkındaki görüşlerini bizimle paylaşabilir misin?” diye sormaz ama onlar anlatmaya başlar. Burada meydana çıkan şeye “sorun” diyorsak bu da Doktor’un etkisinde olduğumuzdandır; Doktor bize böylesi sorgulamaların hastalık olduğunu ve bu hastalık sonucunda da insanlara bir şeyler anlatma isteğinde bulunduğumuzu ifade eder. Kendimizi olduğumuz gibi ifade etme hastalığından bizi otorite kurtaracaktır ve yeterince sağlıklı olursak bir gün biz de otorite olabileceğizdir. “Senin için!” dedi çocuk. Doktor yine gülmeye başladı. “Sen kendi isteğinle kimseye iğne yapabiliyor musun yoksa birilerinin anneleri seni çağırmak mı zorunda?” diye sordu çocuk. Doktor bir ara gülmeyi bıraktıysa da sonra devam etti. “Ben sana iğne yaparım. Hem de annenin beni aramasını beklemeden!” diye bağırdı çocuk, yumruğunu sıkmıştı ve sinirden yere tekmeler savuruyordu. Gölgelerin ortasında bir mum yansa etrafını ne kadar aydınlatabilir? Mum gereğinden fazla uzun olsa kendi dibini aydınlatabilir mi? Gölgeler, gölgeler, gölgeler, iğneler... “Senin yaptıkların gölge değil, çocuk. Gölge olan sensin ve bu-


gün annen beni çağıracak.” Bu cümleyi dudaklarından dökmesi güç oldu Doktor’un. Öylesine derin kahkahalarla gülmeye başlamıştı ki konuşamıyordu bile. Hoş; bu doktoru yaratan çocuk değil, annesiydi. Yaratıcı kişilerin genel bir sorunudur bu. Kendisinin değil de başkalarının yarattığı karakterlerle boğuşmak. Burada meydana çıkan şeye “sorun” diyorsak bu da otoritenin etkisinde olduğumuzdandır; otorite bize böylesi Doktor karakterleriyle dost olmamızı, kendisini daha da yüceltmemizi öğütler ve eğer bunu başaramazsak tüm sistem çöker gider... Otoriteyi doğuran sistemdir. Doktoru doğuran otoritedir. Çocuğu doğuran anne gibidir, doğruları ve yanlışlarıyla. Bu döngüdeki tehlike, adaptasyon sorunu olan çocuktur. Sisteme dahil edilmesi ve devam ettirmesi beklenir. Çocuk, kabullenmede güçlük çekiyorsa gölgelidir. Gölgeler doğal şeylerdir ama çocuk üzerinde istenmeyen türdedir. İğneler, sistemin başarısıdır ve eğer bu başarı olması gerekenden daha parlaksa arkasındaki gölgeleri yok edebilir. Bir çocuğun bilinçaltı, sistemin başarısının aydınlığı ile görünmez olan gölgelerle dolu olabilir fakat bu sorun değildir. Çöpü halının altına süpürmek, bu sistem için yeterlidir. “Çağırsın da o zaman görüşelim. DEFOL GİT BU EVDEN!” diye bağırıyordu ki çocuk, kapının açıldığını işitti. Koşarak kapıya gitti ve elleri poşetlerle dolu olan annesine zıplayıp sarıldı; “Sana muhteşem bir sürprizim var, anne!”

serkan üstündağ


efe


Alfredo Jaar’ın Yakına Getirdiği İnsanların ne düşündüğünü gerçekten bilmiyorum. Bildiğim tek şey, çoğu insanın artık bundan daha fazla umursamaz olamayacadır (Alfredo Jaar) Dünyanın geldiği konuma bir bakın. Bir parmaklık kaydırmayla güncel habere erişebildiğimiz, fotoğraf ve videolar, hatta canlı yayınlarla her an, her yerde, milyonlarca insana ulaşabildiğimiz bir akış. Önümüze gelen her görüntü, bir başka zamanın, başka bir coğrafyasındakilerle benzer. Yani bilindik bir kanıksama haliyle farkındalık yitimi üzerinden her geçen gün başka bir gündemin bilindik şekliyle karşı karşıyayız. Şaşırma yetimiz günden güne ölürken, insan türünün de kaybeden tarafta olduğunun ne kadar farkındayız? Bazen gerçek o kadar nesnel ve soğuktur ki; algılayabilmek, hayatımızdaki yansımalarını hissedebilmek için başka şekiller, formlar gerekmektedir. Sanatın sihirli elleri… Alfredo Jaar’dan bahsetmek istiyorum. Sanatını politik mevziden üreten ve disiplinler arası düzlemde kavramsal sanat alanında adından söz ettiren, başarılı bir sanatçı. Her ne kadar kendinin başarılı olmadığını ve dünyayı değiştiremeye gücünün yetmediğini ifade etse

de, devam edeceğini çünkü yapmayı bildiği tek şeyin bu olduğunu söyleyen biri. Açıkça ifade etmek gerekirse, yaptığı eserlerle beynimizde çarpışmalara sebep olduğu açık. Şili doğumlu (1956) olan ve ülkenin politik anlamda en çalkantılı yıllarında dünyaya gelen Jaar, Pinochet darbesinden 10 yıl sonra New York’a gitti ve orada hayatını sürdürmeye başladı. Şili’de yaşadığı yılları yok saymak yerine, siyasal farkındalığını harmanlayarak sanatına yansıtma çabasına girişen Jaar, kendini farklı şekillerde ifade etme çabasıyla birçok alanda çalıştı ve çeşitli disiplin-


lerden bileşimler üreterek yeni tarzlarda eserler verdi. Mimar, fotoğrafçı, film yapımcısı, heykeltıraş olan Jaar’ın ifade olanaklarını zengin bir yelpaze zemininde kullandığı açık. Dünyadaki boğucu gerçeklikleri anımsatma, farklı formasyonlarda açığa çıkarma ve soykırım, kıtlık, yolsuzluk, küreselleşme, savaşlar gibi ağır konularda hatırlatma misyonunu üstlenmesiyle sesini duyurdu. Elbette bir kişinin her yere yetişmesi, her konu hakkında içerik üretmesi veya her şey hakkında üretim yapması beklenemez ama çağrıştırdığı, işaret ettiği noktalar birçok acıyı işaret eder nitelikteydi. Ruanda Soykırımı bunlardan biriydi. 1994 yılında Ruanda’daki soykırımda 100 günden daha az bir sürede 1 milyon insanın hayatını kaybetmesi ve dünya kamuoyunun bu duruma sessiz kalması Jaar’ı harekete geçirdi ve vahşetin en sıcak olduğu günlerde oraya gitti. Ruanda’da çektiği fotoğraflar, yaptığı röportajlarla bu konuda çalışma yapan az sayıda insandan biriydi. Bir gazetecilik faaliyeti gibi başlamasına rağmen yaptığı işi bambaşka bir noktaya evriltti. Sadece gazetecilik yetmiyor muydu? Kendisi bu konuda aynen şöyle diyor: “ Herhangi bir foto muhabiri gibi oradaydım ve çok az kişi vardı. Bu yüzden bilgilendirmek istedim. Ve elbette, şiirle, sanatla bunu yaptım. Sadece gazetecilik bilgisi gibi bir bilgi değildi. Gazeteci-

lik bizi bilgilendiremedi. Yani gazeteciliğin yerini almayacaktım. Daha kişisel bir düzeyde, oradaki insanlarla dayanışmamı ifade etmek istedim. “ Milenyumun eşiğinde yaşanan bu katliamı hep sıcak tutmak adına, tam 6 yıl boyunca 25 farklı eser ortaya koydu ve orada yaşadığı zamanlarda yaptıklarıyla batı ülkelerinin kamuoyunun dikkatini buraya çekti. Bu eserlerden en bilinenlerinden biri Gutete Emerita’nın Gözleridir. Bir Pazar sabahı, Ntarama’daki bir kilisede 400 Tutsi erkek, kadın ve çocuk Hutulu militanlar tarafından palalarla saldırıya uğradı. Kocasını ve iki oğlunu bu saldırıda kaybeden Gutete, kızıyla kaçmayı başardı ve tam üç hafta boyunca bataklıkta saklandı. Yalnız geceleri yemek bulmak için çıkan ve yaşadıklarının dehşetiyle olduğu yerden uzaklaşamayan Gutete’yi Jaar buldu. Ailesinin nerede olduğunu sorduğunda kilisede yatan ve Afrika güneşinin altında çürümeye terk edilen cesetleri gösteren Gutete’nin o gözleri, modern zamanın en önemli eserlerinden biri haline dönüşür. 3,6 metreye 5,5 metre, yüzeyi tamamen ışıklandırılmış bir masa üzerine tam 1 milyon adet küçük slayta basılan o gözler, bu katliamda ölen her bir insanı simgeliyordu. Seyirciler eserin yanına geldiklerinde Gute-


te’nin öyküsünü dinliyor ve küçük büyüteçlerle o gözlere bakılması isteniyordu. Tabii ki onları görmek için yakından bakmak gerekiyordu. Jaar’ın vermek istediği mesaj buydu. Acıları görmek için onlara yakından bakmak gerek, sayılar sadece sayıdır. Dünyanın birçok şehrinde sergilenen ve her ziyaretçide derin izler bırakan bu eser aynı zamanda Jaar’ın da beklemediği bir şeyle karşılaşmasına sebep olmuş. Her sergide 5 bin ile 10 bin arasında slaytın kaybolduğunu, seyircinin o slaytlardan alarak yanlarında, Gutete Emerita’nın Gözleri’nden bir parça götürdüklerini gözlemlemiş ve bu beklenmeyen durum onu oldukça mutlu etmişti. Gerçekler bazen oldukça sert veya karmaşık olabilir. Sayılar bir ölçü gösterse de acıları kavramak adına yetersiz ve güçsüzdür. Hissetmek için yakınına gelmek gerekir. Yakına… En yakına…

efe



efe


iniltili insan derisi Bir fotoğrafı çürüttük onunla, Soluk benizli çocuğun bir ihtiyar doğurması gibi… Balığa çıkıp, otları düzdük. Gözlerimiz papanın burçlarında, Tuzlu ve devrik modern çağ denizlerinde Ve bir kül yığınının içinde uyudu. Derinin verdiği saf hazdan sevinç duyduk, Yenildiğimiz tutkularımız bizi diriltti, Başkaldırıya, öfkeye, saçmalıklara Umudumuza nasıl sarıldıysak öyle sarıldık. Ey heybetli zaman söyleyecek neyin var daha Yetişemeyeceğimiz bir gün başlatıyorsun tekrar. Aradığım şey ne incir yapraklarında yazılı ne de Bakterilerin işgal ettiği bir bedende artık… Gravürün içinde ölüm hayalet gibi dolaşıyor. İşte koltukaltımda bir oyuk, Yaşamı tersten öğreniyorum.

göktürk yaşar


(ben)siz İçimde sanki çıkmayı bekleyen bir kelime varmış gibi hissediyorum, size ait olmayan, yalnızca bana özel, bana dair bir kelime. Beni anlatan ve bu sefer sizi dışlayan… Öldürdüğümüz bebekler yerine o kelimeyi doğurmak için bu ıkınışlarım belki. Ne çok sevsem ve ne çok sarmalasam da kendimi; bu dil hiç bana ait olmadı ki. Cümleler bana özgüydü belki ama sizin harfleriniz, sizin kelimelerinizdi kalemimden dökülen. Hep farklı sandım kendimi, ama konuştukça bile, her sarf ettiğim kelimeyle, sizin dilinize alıştım ben de. Sizin kalıplarınızda yaşamaya başladım. Kelimelerle ifade etmedim nasıl üzüldüğümü aslında, kelimelerin ta kendisi oldu beni nasıl üzülmem gerektiğine dair kodlayan. Aşkımı enlerde, uçlarda ve farklılıklarda yaşamaya çalışırken, kendime engel olamayıp her yazı yazışımda bizim hakkımızda, biraz daha yaklaştık ‘onlar’a. Ne zaman konu etsem şiirime seni ve bahsetsem ne denli farklı güzelliklerde olduğundan ne mavi ve ne yakıcı güldüğünden, herhangi biri olmaya biraz daha yaklaştın aslında sen. Tekdüzelikten kaçmak için yazarken, tekdüzeliğe koşmak oldu belki yazmak. Konuşmak. Ve herkes aynı dilde susarken yine tekdüze olurdu susmak. Bütün bu aynılık, utançla fark ediyorum ki; biraz ferahlatıcı ama aynı zamanda ne boğucu sizinle aynı olmak. Buydu belki de on dokuz yıldır bulamadan aradığım, neyi bilmeden aradığım, bulamadıkça acıdığım, acıdıkça bulandığım. Aşk sanmıştım bir süre, anne sanmıştım ya da arkadaş… Ama hiçbiri ve hepsiymiş aslında peşinde koştuğum; kendi kelimemmiş, kendi çocuğummuş. Yirmi birinci yüzyılda orijinal eser üretebilmek mümkün mü tartışmalarına dalarken, asıl olayın orijinal kelime üretebilmek olduğunu ıskalamışım. Bir gün kendi kelimemi doğuracağım Adını koymayacağım Sizinle paylaşmayacağım.

deniz Burnaz


efe



Zeynep Yıldırım


Bakış ve Algı Aldatmaca bir büyüme modeli-

lıklar

dir. Çarpıtma ve dolaylı anlatım-

onlarla mücadele çabasına giri-

la,

evriltilen

şirler. Amaçları kafalarındaki so-

zaman, başka çıkmazlara kapı aç-

rulara cevap bulmak, tamir etmek

mak için ortaya saçılır. Kimin ne

veya uzlaşma değildir. Karşı ta-

söylediği önemli değildir, önemli

rafı kendi aleyhine provoke ede-

olan kimin ne anlamak istediğidir.

rek saldırmasını, kendisine cevap

Geniş zamana yayılan yaşanmış-

vermesini hatta saçma iddialar

lıklar bir iki kelimeyle yaftalana-

karşısında kendini aklama girişi-

rak, içi boşaltılma derdine düşülse

minde bulunmasını sağlamaktır.

de, gerçekliğin gösterimi, görmek

Bu yolla çevresindeki atıl kitleleri

isteyen gözler için her ne olursa

konsolide ederek, onları da söz-

olsun devam etmekte. Şayet kişi

de mücadelesinin önüne katarak,

kendi değerlerine ters gelmese

yeni bir dalga yaratma ümidi taşır.

de, karşısına aldığı tarafın sözle-

Buradaki en önemli nokta bah-

rini çarpıtarak oradan devşirdiği

si geçen hareketin çevresindeki

çarpık gerçekliği, onlar söylemiş-

kitlenin karşı taraftaki toplamı al-

çesine ortaya koyarak, ona zıt ar-

gılama niteliğindedir. Şayet kitle

gümanlarla suçlamaya kalkıyorsa

içindekiler gerçek bir değerlen-

bilinmelidir ki; kişi kendi gerçekli-

dirme çabasındaysa önüne sunan

ğinden rahatsızdır ve kendini giz-

argümanlar oranında karşı tarafı

lemek adına karşı tarafın gerçek-

da araştırma çabasına girişirler.

dışı durumuna ihtiyaç duyuyordur.

Hatta sorgularlar. Eğer kitlenin

Bu gerçekdışı iddialar ne kadar

çoğunluğunda böyle bir çaba yok-

keskin ve çelişkiliyse, o kadar ilgi

sa neredeyse bir hiç uğruna tek-

çeker ve taraftarlarını kendi çev-

rardan bahsi geçen hareket lehi-

resine toplar.

ne konsolide olurlar ve yeni bir

kendi

Özellikle

koşullarına

ömrünü

tamamlamış

ve

“düşmanlar”

bularak,

düşman bulununcaya kadar yavaş

(yani belli bir düşünce üzerinden

ölüm kendini zamana yayar.

çıkarak,

sönümlenen)

Tehditler, küfürler, agresif çıkış-

yeni

lar… Bunların hepsi karşı tarafı

girişimler

zamanla kendine

karşıt-


hataya sürüklemek, bir cımbızlık kelime çekmek için yapılan taktiksel manevralardır. ”Ne de olsa cihat uğrunda her yol mubah”. Bu fanatizm ve koşullanmışlığın zararlarını ülkenin siyasal arenasından tutun da, takım, mezhep, ırk ayrımlarına kadar, her türlü karşıtlıkta görmek mümkündür ve tabanın devinen, bağımsız yayınları olan fanzinlerde bu türlü ayak oyunları sürdüğü sürece genel çerçevede bir iyileşmenin beklenmesi boştur. Kaldı ki; bu türlü çekişmelerde, hangi taraf olursa olsun bir arpa boyu yol ilerleyememektedir. Kişilerin artık bunu görüp kendi egolarını başkalarının üzerine fışkırtmayı bırakarak, yapmak istedikleri şeylere odaklanmaları en güzelidir. Kimse kimseyi sevmek zorunda değildir ama yapılan işler fanzin olgusu sınırları içinde kalıyorsa saygı duyulması zorunludur. Bu dediğim ince husus aynı zamanda herkesi içine alan bir varlık teminatıdır.

efe


GRİ

Korna sesleri, bağrışmalar ve ayrıştıramadığım bir ses cümbüşü. Perdeyi aralamak için kalktığımda hiç bir şey yoktu zifiri karanlık dışında. Bir rüyadan uyandığımı o zaman anlama fırsatım oldu. Saat 04:13 ve sadece saniyenin ilerleme sesi vardı. Kâbus... Şafak söküyordu. Her Eylül olduğu gibi huzursuzca karşılıyordum. Yaşadığım “déjà vu” değildi. Gerçeğin ta kendisiydi. Dışarısı, ev sessizdi. Aklım okuduğum romanda kalmış olmalı ki. Ölümü düşünüyordum. O tabutun içinde de bu kadar sessiz olacaktı her şey. O andan sonra yapamayacaklarım geliyordu. Canlandırmaya çalışıyordum somut olaylarla. Fakat kocaman hiçlik duygusu bütün bedenimi sarıyordu, ‘’ en kötüsü ise hatırlanmama hissiydi ‘’ bir ölü başka ne isterdi, monami. Yollar bomboştu, rüzgâr hafiften esmeye güneş de benle beraber olduğunu göstermeye başlamıştı sigara dumanında. Bilincimin bir tarafında hâlâ yaşamaya dair yeşillikler, mavilikler diğer tarafında ise grilikler ölüme yüz tutuyordu. Kâbustan uyanmış olduğumu içtiğim sigara izmaritinin yanması ve akşamdan kalma iğrenç anason kokusundan anlayabiliyordum.

Sanki içimde ‘’benler’’ arasında bir anlaşmazlık vardı. Hayal, yaşam ve ölüm, siyah ve beyaz, gri ve mavilikler... Bir beden sigarasını içiyor, zihin ise uçuyordu özgürlüğünü anlatırcasına. En azından bir tarafım özgürdü monami... Ruhun bedenden ayrıldığı doğruydu belki de. Ya da bir yan kesicinin “ya canını, ya malını” diye sorduğunda ki düşündüğün durumdaydı. Sen ne söylerdin, monami? Gerçi senin bir canın yok değil mi.... Her yaşadığımız olay, okuduğumuz gazete küpürü, bir anı veyahut kulak misafiri olduğumuz konuşma bakış açılarımızı değiştirmeye müsait. Yasalar, koşullar veya yazılı olmayan dediğimiz kurallar bunların hepsi mezara girmekten korkanlar için değiştirilemez gerçekler bunlar, monami. Gerçeğin seni ele geçirmesinin yerine senin o gerçeği yazman gerekir. Işık artıyor, karanlık azalıyordu. Yaşayanların dünyasına adım atma zamanım da geliyordu demek. İçim tıklım tıklım insan doluydu. Fakat Cesetler içinde yürürken sadece ‘’lavinia’’ kokusunu alabilmeye alışmıştım. Bu da benim özgürlüğümdü.

saltuk doğan



YENİ ÇIKANLAR-YENİ FANZİNLER-YENİ FANKİTLER-YENİ GELENLER-YERİ GELENLER

LAGARİ BİLİMKURGU FANZİNİ SAYI 4

ESKA

GÖKTÜRK YAŞAR

KENT SÜRÜNGENİ-2 SYLVAN CLOWNSON

SELLY’NİN GÖZYAŞLARI EFE ELMASTAŞ




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.