Enstitü Dergisi Aralık 2009

Page 1


T

TÜRK DEMOKRASİ VAKFI ÜCRETSİZ AYLIK ULUSAL DERGİSİDİR SAHİBİ TÜRK DEMOKRASİ VAKFI ADINA YÖNETİM KURULU BAŞKANI ÖMER LÜTFÜ AVŞAR SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ MURAT ŞENGÜL muratsengul@demokrasivakfi.org.tr TDV DEMOKRASİ ENSTİTÜSÜ YAYINLARI BEHİÇ ÖZEK GENEL KOORDİNATÖR behicozek@demokrasivakfi.org.tr GENEL YAYIN YÖNETMENİ BALİA BAYKAL baliabaykal@armedya.com.tr REDAKTÖR BERK YAĞCIOĞLU YAPIM ARmedya Ar Ar-Ge Medya Yayın Org. Reklam Tic. Ltd. Şti. www.armedya.com.tr Telefon: 0 312 336 64 47 REKLAM DİREKTÖRÜ NİLGÜN ÇELEBİOĞLU nilgun.celebi@demokrasivakfi.org.tr TASARIM BITTER ADWORKS KYM Reklam Prod. Paz. Tic. Ltd. Şti. www.bitteradworks.com Telefon: 0 312 491 00 79

Türkiye Cumhuriyetinin Demokratik Anayasa ülküsünü;

BASIM Dumat Ofset Matbaacılık Dumat Ofset Matbaacılık San. Ve Tic. Ltd. Şti. www.dumat.com.tr Telefon: 0 312 257 11 79

eşit haklara sahip şerefli bir üyesi, vatandaşlarını ebedi refah,

Basım Yeri : Ankara Basım Tarihi : 01.12.2009

düzeyine ulaştırma azmi, görevimizdir.

TÜRK DEMOKRASİ VAKFI Ahmet Rasim Sok. No:27 Çankaya 06550 ANKARA T: (0.312) 438 67 44 (pbx) F: (0.312) 440 91 06 e-mail: tdv@demokrasivakfi.org.tr www.demokrasivakfi.org.tr

Türkiye Cumhuriyeti’ni dünya milletleri ailesinin maddi ve manevi mutluluk ile çağdaş medeniyet

Enstitü dergisinde yayımlanan yazılar, içerdikleri bilgiler ve yaptıkları değerlendirmeler bakımından yalnızca yazarlarını bağlar. “Enstitü Dergisi”nde yazılan yazılar kaynak gösterilmeden hiçbir şekilde izin almaksızın kullanılamaz, yeniden yayımlanamaz.

ürkiye’nin demokrasi sürecinde hazırlanan anayasalar; bireye karşı devletin yanında yer alan aşırı otoriter ve merkeziyetçi bir zihniyet üzerine inşa edilmiş, bireyi değil devleti yüceltmiştir. Çağdaş bir demokrasiye sahip olabilmenin ön koşulunun; insan haklarına saygılı, temel hak ve özgürlükleri koruma altına alan bir anayasaya sahip olmaktan geçtiği hepimiz tarafından kabul edilmektedir. Bireylerin eşitlik ilkesini benimseyen temel hak ve hürriyetleri garanti altına alan yeni bir anayasa yapma arayışları içerisinde Türkiye’nin hukuk devleti olma yolundaki çabasına Enstitü Dergisi olarak katkıda bulunmak istedik. Bu sayımızı “Anayasa ve Demokrasi” Dosya konusuna ayırdık. Sayın Prof. Dr. Levent Köker “Neden Yeni Bir Anayasa, Nasıl Bir Kurucu İktidar?”, Sayın Prof. Dr. Can Aktan “İktidarın Sınırlandırılması ve Anayasal Demokrasi”, Sayın Doç. Dr. Serap Yazıcı “MGK’nın Otoriter Mirasının Tasfiyesi ve Demokrasinin İnşası İçin Yeni Bir Anayasa”, Sayın Av. Şahin Mengü “Demokrasi ve Yargı”, Sayın Atilla Kart “Anayasa Değişikliği” yazılarıyla katkı sağlarken, Hukuk Devleti, Türkiye Cumhuriyeti Anayasaları, Anayasaların Öncelikleri ve Uluslararası Yasal Düzenlemeler, Anayasaların Taşıması Zorunlu Temel Hukuki Kriterler, Hukuk Devletinde Anayasanın Meşruiyet Zemini başlıkları 21-22 Aralık tarihleri arasında Rixos Hotel’de alanında uzman ve yetkililerin, sivil toplum kuruluşu temsilcilerinin ve bilim adamlarının katılacağı “Demokrasi ve Anayasa” başlıklı sempozyumda ele alınacaktır. Sizleri dergimizin konu ve konukları ile baş başa bırakırken demokrasinin, hukuk ve barışın egemen olduğu bir Türkiye için demokratikleşme çabalarına katkıda bulunma çabamızın önümüzdeki sayılarda da devam edeceğini bildirir, bu çabamıza ortak, katılımcı okurlarımızın görüş ve düşüncelerini yayınlanmak üzere iletmelerini umut ederiz.

Editör...


ile gerçekleşen ve zımnen bu yönde bir anlaşma yapmış oldukları kabul edilen, “bütün vatandaşların uymak zorunda olduğu” toplum olarak “bir arada yaşama sözleşmesi”, toplum sözleşmesidir. Toplum sözleşmesinin nüvesi belirlendiği noktada devletin doğum süreci başlar;

DEMOKRAT MI? DEMOKRATİK Mİ?

D

emokrasi yanlısı ve/veya demokrat olmakla, demokratik olunamaz…

Krallar bile bazı uygulamaları kapsamında demokrat olabilir, fakat asla demokratik olmazlar/olamazlar, çünkü varlık nedenleri demokrasiye uygun ve demokrasiyle ilgili bir temele dayalı değildir. Demokratlık kişisel, demokratiklik ise demokrasiye aykırı hiçbir fiil ve anlayışı kabul etmeyen kurumsal ve kamusal bir anlayıştır. Devletin temel esaslarını, yönetim biçimini, temel organlarını ve yasama, yürütme, yargılama güçlerinin nasıl kullanılacağını, birbiri ile ilişkilerini, yurttaşların devlete karşı, devletin de yurttaşlara karşı mükellefiyetleri ile kamu haklarını bildiren, düzenleyen en üstün ve temel yasa; anayasadır. Anayasanın demokrat (demokrasi yanlısı) bir anlayışa sahip olması, o anayasanın bu nedenle demokratik olmasını sağlayamaz. Anayasalar toplum sözleşmesinin var olan ve belirlenmiş iradesini sadece yansıtırlar, anayasal bir devlet olmak demokrasi ile yönetildiğinizi belirten bir işaret değildir. İnsanların açıkça söylenmemiş de olsa, üstün otorite altında yurttaş olarak yaşamalarına ilişkin, karşılıklı ve birbirine uygun iradeleri

Anayasanın demokrat (demokrasi yanlısı) bir anlayışa sahip olması, o’ anayasanın bu nedenle demokratik olmasını sağlayamaz. Anayasalar Toplum sözleşmesinin var olan ve belirlenmiş iradesini sadece yansıtırlar, Anayasal bir devlet olmak demokrasi ile yönetildiğinizi belirten bir işaret değildir.

Devlet; toplum sözleşmesini oluşturan halkın ülke, egemenlik ve ülkü birliği öğelerinin ortak bir noktada bir araya gelmesi ile topluca ve kamu yararını (sözleşmenin) sağlamak amacıyla örgütlenerek, sınırları belirli bir yurt ve kamu düzeni içinde, toprak bütünlüğüne de bağlı olarak, siyasal bakımdan ve millet veya milletler topluluğu olarak bir yönetim altında örgütlenmelerini oluşturup, yurttaş haline gelip, benzeri topluluklarca bağımsız ve siyasal kişiliği tanınmış birlik, tüzel kişilik haline gelmektir. Tüzel kişilik oluştuğu anda ise ilk sorun şudur; egemen / yöneten / hâkim /… kim olacak? Tüzel kişiliği (devlet) kuran irade tek bir kişi, aile, zümre, cemaat, sınıf, ırk (Sadece, kalıtımsal olarak ortak fiziksel ve fizyolojik özelliklere sahip insanlar topluluğu) v.b. ise egemenlik millete geçmeyeceğinden, demokrasiye, demokratik bir anayasaya ihtiyaç duyulmaz. Göstermelik bir anayasa olacaksa da böyle bir yapıda anayasanın en fazla demokrat, yani demokrasi yanlısı olması söz konusu olabilir. Ancak, toplum sözleşmesini akdeden temel irade; aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil ve/veya tarih ve/veya duygu ve/veya gelenek ve/veya görenek ve/ veya din, bunların içinden birden fazla ortak özelliği ve her halükarda ülkü birliği olan insan topluluğu, ahali, halk, ulus yani millet ise egemenlik de tartışmasız milletin olacaktır.

Tüzel kişiliği (Devlet) kuran irade tek bir kişi, aile, zümre, cemaat, sınıf, ırk (Sadece kalıtımsal olarak ortak fiziksel ve fizyolojik özelliklere sahip insanlar topluluğu) v.b. ise egemenlik millete geçmeyeceğinden, demokrasiye, demokratik bir anayasaya ihtiyaç duyulmaz, göstermelik bir anayasa olacaksa da, böyle bir yapıda anayasanın en fazla demokrat, yani demokrasi yanlısı olması söz konusu olabilir.

Türk Milleti’nin; amaç edinilen, ulaşılmak istenen hedefi, ideali, mefkûresi, kılavuz ilkesi, yargı ölçü-sü, vizyonu, yurt-taşlarını umut içinde yaşatan ve varılmak istenip de varılması zor olan amacı, ulaşmak istediği son mevki, yani ülküsü; adil olmanın üstün ahlak, adaletin üstün değer ve adaletin sağlanmasının da şart olduğuna dair “ortak adalet” duy-gusudur. Misak-ı Milli sınırları üzerinde yaşayan, aralarında dil ve/veya tarih ve/veya duygu ve/veya gelenek ve/ veya görenek ve/veya din ve her halükarda ülkü birliği olan insan topluluğu = Türk Milleti, ülküsü olan ortak adalet duygusu ile milletleri sömürge, vatanları koloni yapan emperyalizm ile özgürlük ve bağımsızlık savaşı vermiş, ülküsü bu şekilde tüzel kişilik kazanmış;

Devlet, adalet temelinde inşa edilmiştir. Milletin egemen olduğu bir devletin yönetim biçimi; ancak, milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimi olan Cumhuriyet ve halkın egemenliği temeline dayanan, halkın kendi kendisini yönetmesi veya halkın halk adına yönetilmesi biçimi; halk erk’i, yani Demokrasi ile mümkün olabileceği gibi egemenliğin millete ait olduğu cumhuriyet ve demokrasinin de anayasası bu nedenlerle demokratik olmalıdır. Sadece demokratik cumhuriyet yönetim şeklinde hükümet, gücünü (erk) yurttaşların tümünü içine alan milletin yaşam sözleşmesinden (toplum sözleşmesi) alır. Ancak bu yönetim şekli, insanın saygınlığına değer veren, belli bir yerde (ve/veya

kurumda) orayı oluşturanların görüşlerinin alındığı ve onlara saygı duyulduğu, kişilerin karşılıklı anlayış içinde birbirlerine özgürlük tanımalarını ve kamu için sorumluluk duymalarını, birlikte yaşam temelinin karşılıklı hak ve özgürlüklere saygı esasına dayandığı yaşama biçimini sağlayabilir. Erkin yurttaşların tümünün bir araya toplanması ile (eski Yunan kentdevletlerinde olduğu gibi) değil, doğrudan doğruya yurttaşların seçtiği temsilciler ya da görevliler eliyle kullandığı temsili demokrasiyi, milletvekilleri adaylarını yurttaşların belirlediği ve milletvekillerinin, esas itibariyle kendilerini seçen seçmenleri değil, tüm milleti temsil ettiği temsili vekalet ile, yani halk oyu ile iktidara gelen temsili hükümet, iktidarın halkın denetimine tabi olduğu, demokrasiye uygun davranan demokratik hükümet olacaktır. Değilse; erkin doğrudan doğruya yurttaşların seçtiği temsilciler ya da görevliler eliyle kullandığı temsili demokrasiyi, sadece temsili hükümeti yurttaşların belirlediği, (milletvekili adaylarını, muhtemel hükümet başkanı ve/veya üst yönetiminin atadığı) yine her halükarda milletvekillerinin sadece kendilerini seçen seçmenleri ve atayanları değil, tüm milleti temsil ettiği emredici vekalet ile, yine halk oyu ile iktidara gelen temsili hükümet ise, kendi iradesinin uygun bulduğu sınırlar içinde demokrasi ile ilgili olan yani sadece demokrat hükümet olacaktır. Hangi metni, manzumeyi v.b. anayasa yaparsanız yapın, içeriğine ne yazarsanız yazın; yaşam sözleşmesini akdedenlerin ülküsüne sadakatle hareket edilmesi ilk koşul olmakla birlikte, sadece ve yıllarca bu çerçevede tartışmak beyhude olduğu gibi, asla demokrasi istemi göstergesi olamaz, olmamalıdır. Emredici vekâleti esas alan anayasa, demokrat anayasa, temsili vekâleti esas alan anayasa, demokratik anayasa olacaktır. Yaşam sözleşmesinin emanet ettiği ilkelerin gereği ile Türk Demokrasi Vakfı’nın ideali demokratik anayasadır… Ömer Lütfü AVŞAR Türk Demokrasi Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı


DOSYA

8

AKADEMİ

NEDEN YENİ BİR ANAYASA, NASIL BİR KURUCU İKTİDAR? Prof. Dr. Levent KÖKER

ANAYASAL DEMOKRASİ

İKTİDARIN SINIRLANDIRILMASI VE ANAYASAL DEMOKRASİ Prof. Dr. Coşkun Can AKTAN

SÖYLEŞİ DÜNYADAN DOSYA

Valeh ALESGEROV

AZERBAYCAN CUMHURİYETİ MİLLİ MECLİSİ’NİN BAŞKAN YARDIMCISI

PARLAMENTO

ÖZBEKİSTAN CUMHURİYETİ

ATATÜRK

ATATÜRK’LE İLGİLİ YASANIN KORUDUĞU DEĞER VE ATATÜRK’ÜN UZAK AMACI Prof. Dr. Sami SELÇUK

TARİH

HAYATI BOYUNCA ÇOK YÖNLÜ KİŞİLİĞİ VE ENGİN BİLGİSİYLE TOPLUMU AYDINLATMAYA ÇALIŞMIŞ BİR ANAYASA HOCASI VE HUKUK ADAMI: ORD. PROF. DR. ALİ FUAT BAŞGİL Av. Funda ERDEM

TARİH DOSYA

MİRAS

GALATA KULESİ

ANAYASA

12 16

DEMOKRASİ VE YARGI Av. Şahin MENGÜ

DOSYA SÖYLEŞİ

ANAYASA

ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ HAKKINDA ÇALIŞMA NOTLARI

İL GENEL YÖNETİM SAMSUN VALİSİ

Hasan Basri GÜZELOĞLU

YEREL YÖNETİM

KAYSERİ BELEDİYE BAŞKANI Mehmet ÖZHASEKİ

YEREL YÖNETİM

ISPARTA BELEDİYE BAŞKANI Yusuf Ziya GÜNAYDIN

YEREL YÖNETİM

BELEN KAYMAKAMI Mehmet ÖZ

34 44 52

58

ESATLI KÖYÜ (ORDU-MESUDİYE) KAYA ÜSTÜ RESİM VE YAZITLARI İLE BUNLARIN TARİHÎ ALT YAPISI

Av. Atilla KART

30 40

PETROGLİF

Prof. Dr. Necati DEMİR

22

MİLLİ GÜVENLİK KONSEYİ YÖNETİMİNİN OTORİTER MİRASININ TASFİYESİ VE DEMOKRASİNİN İNŞASI İÇİN YENİ BİR ANAYASA Prof. Dr. Serap YAZICI

TARİH

YEREL YÖNETİM

AKKÖSE KÖYÜ MUHTARI Muzaffer GÜR

TANITIM

STK (SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI) TÜKETİCİ HAKLARI DERNEĞİ Turhan ÇAKAR

KİTAP

ENGELLİLERİN EĞİTİM HAKKI VE DEVLETİN YÜKÜMLÜLÜKLERİ Yrd. Doç. Dr. Selda ÇAĞLAR

ETKİNLİK

74 86 98 104 108 114 120

KÜLTÜR - SANAT

“ DEMOKRASİ VE ANAYASA” 21–22 Aralık 2009

124 128


NEDEN YENİ BİR ANAYASA, NASIL BİR KURUCU İKTİDAR? Prof. Dr. Levent KÖKER Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi

Neden Yeni Bir Anayasa?

8

İlân edildiği târihî ân için türdeş bir ulus oluşturma hedefiyle belirlenmiş olan Türkiye Cumhuriyeti, zaman içinde ve paradoksal olarak bu hedefin imkânsızlığı ile yüzleşmek durumunda kalmıştır. Bu yüzleşme paradoksaldır çünkü türdeş bir ulus oluşturma hedefi, cumhuriyetin zorunlu olarak demokratikleşmesini yâni çoğulcu bir siyâset anlayışına sâhip olmasını gerektirmekteydi ve özellikle 1950 sonrası demokratikleşme süreci, Türkiye toplumunun siyâsî katılım imkânlarının artması ölçüsünde türdeşlik hedefinin de imkânsızlaştığını ortaya çıkarmıştı. Hâl böyleyken, sözünü ettiğim paradoksu görme yeteneğinden yoksun askerî ve sivil bürokratik seçkinler, unutulması imkânsız toplumsal trajedilere yol açan son bir hamle ile tüm toplumu Türklük ve devletçe uygun görülen içerikte bir “Müslümanlık” kimliği temelinde türdeşleştirmeye gayret etmişlerdir. 12 Eylül askerî rejiminin 1982 Anayasası ile getirmek istediği, özünde siyâsî çoğulculuğu basit bir iktisâdî politika tercihi ile sınırlamayı öngören otoriter “devletçi” düzen, Türkiye toplumunu “Türkİslâm Sentezi” uyarınca türdeşleştirmeyi hedeflemekteydi. Türkiye toplumunun bu hedefe adetâ içten gelen bir direnç oluşturan heterojen yapısı, özellikle 1990’ların ikinci yarısından itibâren gelişen ve 2001’den sonra AB üyeliği hedefinin itici gücüyle hızlanan demokratikleşme reformları

bağlamında siyâsî-kamusal bir görünüm kazanmıştır. Cumhuriyet’in en eski ve en köklü sorunu olan Kürt sorunu, Cumhuriyet’in dinî devlet kontrolü altına alma ısrarının tezâhürü neticesinde karşımıza çıkan Alevî sorunu, Lozan’ın bilinçli bir biçimde yanlış yorumlanıp uygulanmasından kaynaklanan gayrimüslim azınlıklar sorunu, bu bağlamda hemen ilk akla gelenler. Bunlara, devletin uygun gördüğünden farklı bir içerik ve pratiğe sâhip Sünni Müslüman toplulukların mevcudiyetinden kaynaklanan resmî lâiklik anlayışını sorgulayan hareketlerin siyâsî görünürlüklerindeki artışı ve 1995 sonrasında siyasî iktidarı elde etme mücadelelerini de ekleyebiliriz. Türkiye toplumunun târihî olarak taşıya geldiği bu sorunların çözümü, dünyanın bugün var olan en ileri demokratik sistemlerindeki evrensel standartların hayata geçirilmesiyle çözülebilecektir. Beşeriyetin geldiği 21. yüzyıl dünyasında, apaçık bir biçimde önümüzde duran gerçeklik, 19. Yüzyılla 20. Yüzyılın ilk yarısına özgü türdeş ulusal siyâsî kültür temeline dayalı devlet düzenleri, yerlerini kültürel çoğulculuk veya çok kültürlülük ilkelerine bırakmaktadır. Yine aynı dönemlere âit en üstün, mutlak, bölünemez ve sınırsız iktidar diye tanımlanan “egemenlik” anlayışının yerini de, ulus içinde kurulan kuvvetler ayrılığı, uluslararası hukukun hâkimiyeti ve nihâyet Türkiye’nin tam üye olmayı amaçladığı AB gibi “ulus üstü” yeni tarz örgütlenmeler almaktadır. 21.

yüzyıl başlarının bu iki gerçekliği, Türkiye’nin kültürel ve siyâsî çoğulculuğun ilkeleri üzerine inşâ edeceği yeni bir demokratik düzenin imkânlarını da aslında ortaya koymuş bulunmaktadır. Nitekim, 12 Eylül rejiminin Türkiye için otoriter düzenin daha demokratik bir düzene doğru değiştirilmesi yönünde epeyce yol alınmıştır. 1995, 2001 ve 2004 tarihlerinde gerçekleştirilmiş olan kapsamlı ve derinlikli anayasa reformlarını bu bağlamda zikredebiliriz. Bütün bunlara rağmen, 1982 Anayasası ile getirilmiş olan otoriter sistemin temel kurumsal özelliklerini tamamen ortadan kaldırmak mümkün olmamış, hattâ yapılan reformlar, Anayasa’yı kendi içinde tutarsız hâle getirmiş, özellikle 2007 Baharı’ndan itibâren yaşananlar, bu tutarsızlıkları iyice gözler önüne sermiştir. Bir örnek vermek gerekirse, Anayasa Mahkemesi’nin her türlü hukukî ve mantıkî yorum ilkesini hiçe sayarak vermiş olduğu ünlü “367 Kararı” sonrasında, Anayasa’nın değiştirilerek Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesinin benimsenmesi, Cumhurbaşkanı’na 1982 Anayasası ile tanınan geniş ve “vesâyetçi” yetkilerle birleştiğinde, sistemin parlâmenterdemokratik niteliği önünde kurumsal bir tehdit oluşturmaktadır. Bir diğer örnek, Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişikliklerinin esastan denetleyemeyeceği kuralının artık işleyemez olmasıdır. Anayasa Mahkemesi, 2008 yılında verdiği bir kararla Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerindeki değişiklikleri iptâl ederken, gelecekteki tüm anayasa değişikliklerini de öngörülmesi mümkün olmayan bir sübjektif takdir yetkisinin

kontrolü altına almış bulunmaktadır. Böylece, Türkiye toplumunun kültürel ve siyâsî çoğulculuğunun gereği olan pek çok reform için gerekli olan anayasa değişikliklerini yapmak artık Anayasa Mahkemesi’nin “vesâyeti” altına alınmış bulunmaktadır. Daha demokratik bir Türkiye için elzem olan Kürtçe başta olmak üzere Türkçe’den farklı dillerde eğitim yapılabilmesi, içinde zorunlu din kültürü ve ahlâk derslerinin de yer aldığı din ve vicdan hürriyeti ile ilgili anayasal düzenlemelerin gerçekleştirilmesi veya yerel yönetimlerle ilgili merkeziyetçi düzenlemelerin daha ademimerkeziyetçi bir biçimde yeniden yapılandırılabilmesi gibi önemli reformlar da bu arada zikredilmelidir. Tabiî temel mes’ele, Türkiye Cumhuriyeti’nin doksan yıla yaklaşan târihî serüveninde, kuruluştaki temel felsefenin öngördüğü türdeş toplum anlayışı ve hedefinden ve bu esas üzerine inşâ edilmiş vesâyetçi devlet-toplum ilişkilerinden ne derece kurtulana bileceği noktasında düğümlenmiş bulunmaktadır. Düğümün çözülmesi, daha demokratik, daha çoğulcu ve çok kültürlü, daha ademimerkeziyetçi ve daha katılımcı bir devlet-toplum ilişkisini kurabilmekle gerçekleşecektir. Bunun da vazgeçilmez önşartı yeni bir anayasa düzeninin oluşturulmasıdır. Şimdi böyle bir yeni anayasa düzeni oluşturacak gücün, yâni kurucu iktidarın nasıl kavraması gerektiği ve buna bağlı olarak da yeni anayasa düzenini oluşturacak olan kurucu iktidarın mevcut anayasadaki sınırlamalarla bağlı olup olmayacağı sorularına bakabiliriz. 9


Nasıl Bir Kurucu İktidar?* Bu tanıma göre “aslî kurucu iktidar”, savaş, devrim, darbe vb. “hukukî olmayan”, sosyal ve siyasî olaylar neticesinde bir devletin ortadan kalkması, yeni bir devletin kurulması gibi “olağanüstü” tarihî şartların ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Buna karşılık, aslî kurucu iktidarın yaptığı bir anayasa düzeni içinde, o anayasanın ku-rallarıyla bağlı olarak, “anayasa Ülkemizdeki değişikliği yapma” anayasa yetkisine sâhip olan ve kamu hukukçuları, iktidar ise “türev “kurucu iktidar” kurucu iktidar” olarak kavramını daha ad-landırılmaktadır. çok, kendisini hiçbir hukuk Kavramın târihî olarak kuralı ile bağlı hangi şartlarda ve ne saymayarak bir gibi bir anlam içeriği anayasa yapan ile ortaya çıktığına iktidar olarak dikkât etmeyen tanımlamakta bu yaklaşım, önce ve buna kavramın hukukî “aslî kurucu olmayan niteliğini iktidar” adını ortaya koymakta, vermektedirler. sonra da hukukun pozitivist yorumuna bağlı kalarak, kurucu iktidarın hukuk dışı niteliğiyle hukukun ilgilenemeyeceğini ileri sürmektedir. Hâl böyle olunca da, ortaya bâzı sorunlar çıkmaktadır ki, bunlar güçlü pratik-siyasî etkileri olan teorik sorunlardır. Bu bağlamda, kurucu iktidar ile ilgili olarak öncelikle ele alınması gereken sorun, özellikle Türkiye anayasacılık tecrübesi bakımından, kurucu iktidarın, örneğin 1960 ve 1980 örneklerinde, sanki sadece askerî darbe ve müdahale dönemlerinde ortaya çıkan ve dolayısıyla sanki sadece “darbeci güçlere” âit bir güç olduğunun düşünülebilmesidir. Nitekim Anayasa Mahkemesi de, 2008 tarihinde verdiği kararın gerekçesinde kurucu iktidar ile ilgili olarak, “Bir devletin hukuksal yapısının temelini oluşturan, ulus adına yetki kullanacak anayasal organları, yetkilerin sınırlarını ve birbirleriyle olan ilişkilerini belirleyen, hak ve

10

özgürlükleri düzenleyen anayasayı yapma veya değiştirme işlevi asli ve tali kurucu iktidar işlevidir. Asli kurucu iktidar ülkenin siyasal rejiminde çeşitli etkenlere dayalı olarak ortaya çıkan kesintilerin ürettiği ve ortaya çıkış biçimi itibariyle hukuksal çerçeve dışında yer alan, yeni hukuksal düzenin temel esaslarının ne olacağını belirleyen anayasa koyucu iradedir” dedikten sonra, türev kurucu iktidarın aslî kurucu iktidar tarafından çizilmiş sınırlar dâhilinde hareket etmeleri gerektiğini belirtmektedir.** Buradan özellikle Türkiye’nin 1982 Anayasası ile ilgili tecrübesine ilişkin olarak çıkarılacak sonuç, askerî darbe yapanların aslî kurucu iktidara da sâhip oldukları, buna göre Türkiye’ye yeni bir anayasa düzeni getirdikleri, bu getirilen yeni düzen içinde “değiştirilemez hükümleri” de belirledikleri, dolayısıyla bundan sonra ortaya çıkacak olan yasama, yürütme ve yargı erklerini kullanan “kurulu iktidar”ın anayasayı değiştirirken bu sınırlar içinde kalmak zorunda olduğudur. Böylece, iktidarı zorla ele geçiren darbeciler hiçbir sınır tanımadan anayasa yapmakta ve sonradan halk tarafından seçilecek olan temsilcilerin iradesi üzerinde sınırlamalar koymakta ve bu da “meşrû” addedilmektedir. Aşırı pozitivist öğretiye de, kurulu düzeni muhafaza etmeye yönelen yargı organına da hâkim olan bu yaklaşımın aksine, kurucu iktidar kavramı Avrupa anayasacılığının bir ürünüdür ve ilk kez dile getirildiği 17. Yüzyıl İngiliz tecrübesinde halkın temsilcilerinin kral üzerindeki üstün gücünü vurgulamak için kullanılmıştır. Kavramın daha sonraki kullanımı Fransız Devrimi’ne tekâbül eder ve Sieyes’in millete âit olması nedeniyle ancak temsil mekanizması aracılığıyla kullanılabileceğini söylediği bir üstün anayasa yapıcı gücü anlatır. (Hemen belirteyim ki, yukarıda atıf yaptığım kararında Anayasa Mahkemesi, “katılımcı, müzakereci ve uzlaşıyı esas alan demokratik ülkelerde asli kurucu iktidarın sahibi halktır” ibaresini de ekleyerek bu durumu tesbit etmektedir ama bu tesbit cümlesine neden ihtiyaç duyulduğu anlaşılamamaktadır.)

*Bu kavramla ilgili olarak bkz. Kemal Gözler, Kurucu İktidar, Bursa: Ekin Kitabevi yay., 1998 ve Martin Loughlin and Neil Walker, eds, The Paradox of Constitutionalism. Constituent Power and Constituted Form, Oxford: Oxford University Pres, 2007. ** AYM, E. 2008/16, K. 2008/116, Karar Tarihi: 5.6.2008.

Kurucu iktidar kavramının bu târihî anlamı, pek çok anayasa ve kamu hukukçusu ile siyaset kuramcısının dile getirdiği üzere, kendi içinde bir paradoks taşımaktadır. Buna göre kurucu iktidar, hiçbir norm ile kendisini bağlı saymayan ve bu anlamıyla “egemen” nitelikte olan, dolayısıyla da “halka” veya “millete” âit bir üstün hukuk yaratma gücüdür ama bir kez bir hukuk düzeni yarattıktan sonra, kurulu iktidar hâline gelerek ortadan kaybolmakta, varlığı sona ermektedir. Buradaki paradoks önemlidir, zira kurucu iktidarın kurulu iktidar içinde kendisini yok edişi kabul edilirse, mevcut bir anayasa düzeninde yenileşme ihtiyacının karşılanması da sınırlanmış olacaktır. Böle bir sınırlama da, aynı zamanda, kurucu iktidarın varlığına bağlı olarak oluşan hukuk düzeni temelinde meşrûiyet kazanabilecek olan bir siyâset pratiğinin de imkânsızlaşması değilse de, kötürüm edilmesi anlamına gelecektir. Kurucu iktidarın hukukî olmayan niteliği ile hukuk oluşturma süreçleri içindeki konumunu birlikte düşünmeyi öneren değişik yaklaşımlar, sorunu pozitivist olmayan bir çerçevede ele alarak, bâzı yeni yaklaşımlar geliştirmişlerdir. Bunlar arasında en dikkât çekici olanlardan biri, kurucu iktidarın, kurulu anayasa düzeni içinde, o düzeni yaratan halka âit temel bir güç olarak varlığını muhafaza ettiğini ileri sürmektedir. Buna göre, kurulu bir anayasa düzeni, her zaman, halkın sâhip olmaya devam ettiği kurucu iktidarın kullanılmasıyla radikal bir biçimde değiştirilebilir, daha doğrusu yenilenebilir. Halk egemenliğinin devrimci potansiyelinin kurulu bir anayasa düzeni içinde muhafaza edildiğini ileri süren bu görüşe ek olarak, Avrupa dillerinde kurucu sözcüğünün karşılığı olan “constituent” kavramının sâdece Türkçe’deki “kuran, yapan” anlamında “kurucu”yu değil, ayrıca, “bir bütünün bileşenlerinden biri” olma anlamına da geldiğine dikkat çeken bir yaklaşım daha bulunmaktadır. Buna göre bir değil birden fazla “kurucu iktidar”, yani bir anayasa düzenini “oluşturan güçler” anlamında “kurucu iktidarlar” vardır. Bunlardan biri ulus veya halk olarak tanımlanabilecek olan “toplum” ise, diğerleri bir ülkenin anayasa düzeninin oluşmasında etkili olan uluslararası sosyal, siyâsî, hukukî güçleri işâret etmektedir.

Bu yeni yaklaşım açısından bakılırsa, Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu sorunların çözümü bakımından ihtiyaç duyulan yeni anayasa düzeninin oluşturulmasında, (1) Türkiye toplumunun kurucu irâdesi, (2) Türkiye’nin kendisini bağladığı temel hak ve hürriyetlerle ilgili Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi başta olmak üzere, temel hak ve hürriyetlerle ilgili uluslararası normlar ve bu normları uygulayan uluslararası organların irâdeleri, (3) AB kurumlarının Türkiye’nin tam üyeliği ile ilgili olarak sâhip bulundukları irâde gibi kurucu bileşenlerden söz etmek mümkün görünmektedir. Böyle olunca da, sonradan yapılan anayasalara yerleştirilen “Türk milleti adına” türü referanslara rağmen aslında çıplak güç kullanımı anlamına gelen askerî darbe dönemlerinin ürünü olan “anayasa” düzenlerinde kurucu iktidara ilişkin olarak getirilen sınırlamaların anlamı kalmamaktadır. Özetle, Türkiye’nin bugün ihtiyaç duyduğu yeni bir anayasa düzeni, Türkiye toplumunun çoğulculuğunu azamî ölçüde yansıtan, Türkiye’nin uluslararası temel hak ve hürriyetlerle ilgili kurallara olan bağlılığını tam olarak içeren ve hem katılımcı demokrasinin ve hem de Türkiye’nin tam üye olmayı hedeflediği AB’nin ulus üstü formasyonuyla uyumlu bir demokratik ademimerkeziyetçilik ilkesini hayata geçirebilen, bir yeni anayasanın yapılması hem mümkündür, hem de elzemdir.

11


İKTİDARIN SINIRLANDIRILMASI VE ANAYASAL DEMOKRASİ Prof. Dr. Coşkun Can AKTAN Dokuz Eylül Üniverstesi Öğretim Üyesi

Bütün insanlarda bir tehlike mevcuttur. Özgür bir devlet için tek kural şu olmalıdır: Güce sahip olan herkes halkın özgürlüğü için bir tehlikedir.* John Adams Güç söz konusu olduğunda, insanlara fazla güvenme ve onları anayasanın zincirlerine bağla** Thomas Jefferson

D

emokrasinin en klasik tanımını Abraham Lincoln yapmıştır: “Halkın, halk için, halk tarafından yönetimi.” Ancak, Lincoln tarafından ifade edilen “gerçek demokrasi” yüzyıllar boyunca insanlığın hep “ideali” olmuş, gerçek yaşamda ise bir “fantasma” olmanın ötesine geçememiştir. Büyük Fransız filozoflarından Jean-Jacques Rousseau’nun dediği gibi “gerçek demokrasi sadece bir idealdir.” Demokrasi uygulamada halk için, halkı yönetenlerin despotizminden başka bir şey olmamıştır.

12

Günümüzde “temsili demokrasi” olarak ifade ettiğimiz siyasal sistemi “gerçek demokrasi” olarak görmek trajik bir yanılgıdır. Temsili demokrasi anlayışında seçimden galip çıkan temsilciler kendilerini halkın hür iradesi ile seçilmiş vekiller olarak görmektedirler. Siyasal iktidarın meşruiyeti, seçim ve oylama mekanizmasına bağlanmıştır. Bu meşruiyet inancı, siyasal iktidarların sahip oldukları güç ve yetkilerin de sınırlanmasının doğru olmadığı düşüncesini yaygınlaştırmıştır. Öyle ki, bugün seçimi kazanan her parti kendisini halkın “hür irade”sinin temsilcileri olarak görmektedir.

*“There is danger from all men. The only maxim of a free government ought to be to trust no man living with power to endanger the public liberty.” Notes for an Oration in Braintree Massachusetts (Spring 1772) bkz: http:// johnadamsweb.com/adamsquotes.html ** “In questions of power, then, let no more be said of confidence in man, but bind him down with the chains of the Constitution.” Draft of the Kentucky Resolutions: October - 1798 bkz: http://www.yale.edu/lawweb/avalon/ jeffken.htm

Aşağıda sıralayacağımız nedenlerden ötürü iktidarın sınırlandırılması demokrasi için vazgeçilmez bir şarttır: Asla unutulmaması gereken; hiçbir siyasal iktidarın halkın hür iradesini yansıtamayacağıdır. Seçimi kazanmış olsa da hiç bir iktidara sınırsız yetkiler içere bir “yönetim vekâletnamesi” verilemez.

• Siyasal İlgisizlik. Seçim ve oylama mekanizmasının varlığı demokrasi için gerekli, ama yeterli bir koşul değildir.

Gerçek demokrasi için halkın tümüyle siyasete ilgili olması gerekir. Siyasal katılım eksikliği ya da siyasal ilgisizlik halkın “tüm” iradesini sandığa yansıtmaz. Ayrıca depolitizasyon politikası da seçmenleri siyasal katılımdan uzaklaştırabilir. • Siyasal Bilgisizlik. Seçmenlerin bir kısmı siyasete ilgisiz iken, bir kısmı da bilgisizdir. Okuma yazma oranının düşük olduğu

bir “cahil” toplumda seçim sonuçlarını halkın “gerçek” iradesi olarak görmek ve kabul etmek ne ölçüde doğrudur? Eksik enformasyona, taraflı enformasyona (propaganda ve medyanın yönlendirmesi ile ) ve aşırı enformasyona sahip seçmenler sonuçta gerçek tercihlerini ortaya koyamazlar. Özetle, siyasal manipülasyon metotları kullanılarak seçmene gerçek enformasyon sunulmamakta, bu da seçmenlerin bilgisizliğini artırmaktadır. • Siyasal Miyopluk. Sadece kendi önünü gören seçmenlerin var olduğu bir toplumda halkın doğru tercihlerde bulunduğunu söylemek gerçekçi değildir. • Siyasal Unutkanlık (Amnesia). Seçim ve oylama mekanizması bir iktidarın gücünü kötüye kullanma eğilimini ortadan kaldırmak için yeterli değildir. Politikacı, seçmenin miyop olduğu kadar unutkan olduğunu da çok iyi bilir ve ona göre davranır. Seçim yaklaştıkça kendisi de miyoplaşan politikacı para musluklarını açar ve böylece seçmen, daha önce kendisine “kaşıkla verip, sapıyla çıkaran” politikacının yaptıklarını unutur

13


(!). Özetle, sadece siyasal unutkanlık bile tek başına iktidarın ekonomik alandaki güç ve yetkilerini sınırlamak için yeterli bir gerekçedir. • Çoğunluk Despotizmi. Seçim sonunda en fazla oy alarak iktidar koltuğuna oturanlar halkın değil, olsa olsa çoğunluğun çıkarlarını temsil eden kimselerdir. Çoğunluk kuralına dayalı bir yönetimi (Çoğunlukçu Demokrasi/ Majoritarianizm) gerçek demokrasi olarak değil “çoğunluk despotizmi” olarak görmek gerekir. Çoğunlukçu demokrasi, köklerini Rousseau’nun “genel irade” görüşünden almaktadır. Oysa “genel irade”, halk iradesi demek değildir. • Plütokrasi. Bugün adına demokrasi dediğimiz siyasal sistemde gerçek yönetici

sınıfın, hem ekonomiyi hem de devleti denetim altında tutan plütokratlar olduğu görüşü de iktidarın meşruiyetine bir gölgedir. Plütokrasi, (etimolojik kökeni eski Yunanca ploutos (zenginler) +cratos (iktidar) kelimelerine dayalıdır.) bugün için parasal gücü elinde tutan çıkar ve baskı gruplarının egemenliğini ifade etmektedir. Çıkar lobileri ile oluşturulmuş bir parlamentonun kapısında yazılı; “egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir” sözünün gerçeği ne kadar yansıttığının üzerinde düşünülmesi gerekir. • Lider Diktası. Bugün adına demokrasi dediğimiz yönetimde lider sultası ya da lider diktası, egemenliğin gerçekten halkın elinde olmadığının bir diğer açık kanıtıdır. Halk, vekillerini kendisi seçmemektedir; halk, parti başkanlarının önceden seçtikleri

Adalet Tanrıçası kimseler arasında seçim yapma hakkına sahiptir. Böylesine bir demokrasi anlayışı despotizmden başka nedir ki? • Elitizm ve Oligarşinin Tunç Yasası. Pareto, Mosca ve Michels gibi teorisyenlerin ifade ettikleri gibi çağdaş demokrasilerde parti kadroları belirli “elit” kesimlerin elinde toplanmıştır. Michels Yasası’na göre partilerde başta genel başkanlar olmak üzere sınırlı bir kesim parti üzerinde hegemonyaya sahiptir. Tunç kadar katı ve sert olan bu oligarşik yapı, demokrasinin parti içerisinde dahi var olmadığını göstermektedir. • Bağımlı Yargı. Kuvvetler ayrılığı ilkesi de demokrasi için gerekli, ancak yeterli bir koşul değildir. Bugün çağdaş demokrasilerde gerçek anlamda bir kuvvetler ayrılığından söz etmek mümkün değildir. Yargı, iktidara bağımlıdır ve “bağımsız yargı” işlerlikten yoksundur. Bu nedenle, hiç bir iktidarın eylem ve davranışları sadece yargıya ve göstermelik denetimlere teslim edilemez. 14

Magna Carta

• Yozlaşmaya Eğilimli Siyasal Güç. Tüm yukarıda saydığımız nedenlerin, bugün temsili demokrasilerde iktidarların güç ve yetkilerini niçin sınırlamamız gerektiğini, yeterince ortaya koyduğu düşüncesindeyim. Demokrasi cahillerinin yukarıda saydıklarımızın yanı sıra tarihten öğrenmeleri gereken en önemli ders şudur: Sınırsız iktidar, yozlaşmaya eğilimlidir. Sınırsız demokrasi, despotizm demektir. Tarih, otorite ve güç delisi zalim Ciddi bir yöneticilerin, despot yozlaşma ve kralların halka yaptığı deformasyon baskı ve eziyetlerle içinde olan dopdoludur. “Temsilsiz demokrasi vergileme olmaz” bugün için halk sözü despot kralların egemenliğini vergileme yetkilerinin ifade sınırlandırılması için etmekten çok verilen mücadeleler uzaklaşmıştır. neticesinde kazanılaDemokrasiyi bilmiştir. Vergileme yeniden inşa yetkisi kralların elinden etmek için alınabilmiştir, ama bu mücadele kez de bugün olduğu etmeden önce gibi parlamentodaki demokrasiyi sözüm ona halkın yeniden vekillerinin keyfiyetine tanımlamalıyız. terk edilmiştir! 18. yüzyılda halk “temsilsiz vergileme olmaz” diye haykırıyordu. Bugün ise “temsilsiz ve sınırsız vergileme olmaz” demeli ve bunun için mücadele etmeliyiz. Gerçek demokrasi idealine daha fazla ulaşabilmek için “anayasal demokrasi” nin gerekli olduğuna inanmalıyız. Anayasal demokrasi, iktidarı anayasa ve anayasacılığın teknikleri ile sınırlamayı amaçlamaktadır. Öncelikle, “iktidarları niçin sınırlamamız gerekir?” sorusunu kendi kendimize soralım. İktidarların güç ve yetkilerinin sınırsızca ve sorumsuzca kullanılmasının doğru olmadığına inandıktan sonra, iktidarları sınırlayacak araçlar ya da yöntemleri bulmak her zaman mümkündür. 15


VALEH ALESGEROV AZERBAYCAN CUMHURİYETİ MİLLİ MECLİSİ’NİN BAŞKAN YARDIMCISI

Sayın Alesgerov 1985 yılında Mihail Gorbaçov’un Sovyetler Birliği’nin başına geçmesi ile yeniden yapılanma siyaseti diğer Türk Cumhuriyeti Ülkeleri’nde olduğu gibi Azerbaycan’ı da derinden etkilemiştir. En büyük halk hareketlerinden biri olan ‘Halk Cephesi Hareketi’ 18 Ekim 1991’de Azeri Meclis’inin ilanı ile kesinleşmiştir. Azeri Tarihi’nde hakların kazanımı konusunda bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Mihail Gorbaçov’un 1985 yılında Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri görevine gelmesinden sonra dünyanın siyasi haritasını değiştirecek ve uluslararası sonuçlar doğuracak bir süreç yaşanmış, bu süreç SSCB’nin 21 Aralık 1991’de dağılması ve cumhuriyetlerin bağımsızlık elde etmeleri ile sona ermiştir. Doğal olarak Azerbaycan da bu sürecin dışında kalmamış, üç yıl süren çok ciddi bağımsızlık mücadelesi dönemi yaşamıştır. Bağımsızlık mücadelesine paralel olarak Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi’nde yaşayan Ermeniler’in Ermenistan’ın siyasi, ekonomik ve askeri desteğini arkasına alarak Azerbaycan’dan ayrılmak talebinde bulunmasıyla, bu süreçte bağımsızlık talepleri ile beraber, ülkenin toprak bütünlüğü de gündeme gelmiştir. Bağımsızlık mücadelesinin 1989 yılı ikinci yarısına kadar olan dönemi ‘Meydan Hareketi’ olarak tanımlamak mümkündür. Bu dönemde insanlar belli bir siyasi örgüt çerçevesinde değil, kitle olarak vatan ve millet duygularının yükselmesiyle itiraz seslerini duyurmaya çalışmıştır. Aynı zamanda Gorbaçov’un Sovyetler Birliğini yönetmesindeki aciziyeti, Dağlık Karbağ sorununu çözümündeki başarısızlığı milli bağımsızlık mücadelesini te-tikleyen diğer bir olgu olmuştur.

16

Bu ağır dönemde Temmuz 1990’da Moskova’dan Nahçivan’a geri dönen ve bağımsızlık mücadelesinin lideri rolünü üstlenen Ulu Önder Haydar Aliyev’in Azerbaycan SSC Yüksek Sovyet’i ve Nahçivan Özerk Cumhuriyeti Yüksek Sovyeti’ne milletvekili seçilmesiyle, Haydar Aliyev’ın siyasi faaliyetinde, Azerbaycan’ın devlet geleneğinde ve halkın bağımsızlık mücadelesinde yeni bir süreç

başlamıştır. Dönemin Azerbaycan’ın muhafazakâr Yüksek Sovyet’i SSCB’nin devlet olarak devamı yönünde 17 Mart 1991’de yapılan referanduma onay verirken, ‘bizim umumi ittifaktan nicatımız yoktur’ diyen Ulu Önder’in girişimleri ile Nahçivan Meclisi, Özerk Cumhuriyet’te referandum yapılmasına izin vermemiştir. Haydar Aliyev’in çalışmalarısonucunda Nahçivan’da milli devlet gelenekleri yeniden canlanmaya başlamıştır. Özerk Cumhuriyet’in adından ‘Sovyet Sosyalist’ kelimeleri çıkarılmıştır. 19181920 yılları arasında bağımsızAzerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin üç renkli bayrağı ilk defa Nahçivan’da göndere çekilmiş, resmi devlet bayrağı olarak kabul edilmiş ve bu konuda yasama organı karşısında mesele kaldırmıştır. Azerbaycan Meclisi de 5 Şubat 1991’de Cumhuriyet’in adının değişmesi ve devlet bayrağı hakkında kanun kabul etmiştir. Devlet Bağımsızlığı Hakkında Anayasa Belgesi’nin 18 Ekim 1991’de kabul edilmesi ile Azerbaycan resmi olarak bağımsızlığını ilan etmiştir.

Halk Cephesi adıyla Temmuz 1989’da örgütlenen siyasi hareket 1992 yılında iktidara gelse de dış güvenlik ve ekonomi politikasında bölgesel ve uluslararası realiteyi dikkate almadığı için Azerbaycan’ın bağımsızlığı çok ciddi tehlikelerle karşılaşmıştır. Bu süreçte Azerbaycan iç savaş tehlikesiyle karşı karşıya kalmış, devletin bölünmesi söz konusu olmuştur. Bu ortamda Azerbaycan’da iktidar ve diğer siyasi partiler Ulu Önder Haydar Aliyev’i Bakü’ye davet etmiştir. Bakü’ye dönen Haydar Aliyev 15 Haziran 1993’te Milli Meclis Başkanı, 24 Temmuz’da ise devlet başkanı seçilmiştir. Uzun yıllar devlet yönetimi deneyimine sahip olan Ulu Önder Azerbaycan’ın karşılaştığı iç ve dış sorunları kısa sürede hallederek Azerbaycan’ın bağımsızlığını daha da pekiştirmiştir. 17


Yaklaşık 80 yıl devam etmiş Sovyet yönetiminde kalıplaşmış değerlerin değiştirilmesi ve batı dünyası ile işbirliğinin geliştirilmesi konusunda 18 yıllık bağımsızlık döneminde Azerbaycan önemli adımlar atmıştır ve atmaya devam etmektedir. Azerbaycan ciddi siyasi, ekonomik ve toplumsal değerlerin dönüşüm sürecini yaşamıştır. Bu değişimlerin hemen sonuç vermesini beklemek şüpheci bir yaklaşım olurdu.

Yeni Dünya düzeninin getirdiği koşullar karşısında Azerbaycan nasıl bir değişim içerisindedir? Globalleşen dünya ile ekonomik ve siyasi açıdan entegrasyon sağlanabildi mi? Azerbaycan bağımsızlığını ilan ettikten sonra genel olarak uluslararası denklemde yaşanan gelişmelere ve Yeni Dünya düzeninde kendine yer edinmeye çalışmıştır. Sovyet ekonomik ve siyasi felsefesinden kendini kurtarmaya çalışan Azerbaycan, ülkenin ekonomik, toplumsal, siyasi, sosyal, güvenlik ve diğer alanlarında karşılaştığı sorunları çözmeye ve batı toplumsal değerlerine önem vermeye başlamıştır. Tabii ki Azerbaycan bu süreçte bazı sorunlarla karşılaşmıştır.

Bütün bunlara rağmen özellikle, Hazar Havzası’ndaki enerji rezervlerinin dünya piyasalarına ulaştırılması, özelleştirme, serbest piyasa ekonomisinin yerleşmesi, ekonomik ve sosyal reformların yapılması, bölgede gelişen ve her gün bir az daha tırmanan güvensizlik ortamında kendi güvenliğini korumaya ve pekiştirmeye yönelik çalışmalara başlamış ve ciddi sonuçlar elde etmiştir.

18

Azerbaycan siyasi anlamda batı değerlerinin ülke genelinde yerleş-mesine, demokratikleşmeye, insan haklarının korunması ve geliştirilmesine önem vermiş ve bu yönde reformlara ciddi şekilde halen devam etmektedir. Azerbaycan bağımsızlık süreci ve sonrasında karşılaştığı so-runları hallettikten sonra ekonomik, dış politika, enerji ve mali konularda qloballeşen dünya ile entegrasyon olmaya çalışmış ve başarılı sonuçlar elde etmiştir. Azerbaycan Devlet

Başkanı Sayın İlham Aliyev bu işbirliği ve entegrasyona bü-yük önem verdiğini çeşitli vesilelerle dile getirmiştir. Azerbaycan ciddi enerji rezervlerine sahiptir ve bu enerjinin güvenli ve alternatif ulaşım hatları ile dünya piyasalarına ulaştırmaya ça-lışmaktadır. Bu bağlamda enerji rezervlerini Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru, Bakü-Tiflis-Erzurum doğalgaz boru hattı ile taşınması örnek olarak gösterilebilir. Azerbaycan aynı zamanda Bakü-Tiflis Kars demiryolu hattının tamamlanmasına, henüz müzakere aşamasında olan bazı projelerin gerçekleşmesine destek vermek-tedir. Azerbaycan globalleşen dünya ile ekonomik ve siyasi açıdan tam olarak entegrasyon sağlayamak için bu yönde ciddi siyasi irade beyan etmiştir ve bunu temin etmeye çalışmaktadır. Azerbaycan Parlamentosu’nun çalışma şekli, üyelerin oluşumu, çalışma takvimi, Azerbaycan Anayasası’ndaki yeri, değeri, uyguladığı usul ve esaslar hakkında bizi aydınlatır mısınız? Azerbaycan Anayasası’nın 81. maddesine göre yasama hâkimiyeti Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Milli Meclisi tarafından gerç e k l e ş t i r i l m e k t e d i r. Meclisin yönetimi, Meclisin seçtiği Başkan ve üç yardımcısı tarafından üstlenmektedir. Meclis 125 milletvekilinden oluşmaktadır. Milletvekilleri dar bölge çoğunluk seçim sistemi, genel, beraber ve direk seçim hukukuna göre serbest ve gizli oy verme yolu ile seçilirler. Milletvekilleri beş yılda bir, Kasım ayının ilk pazar gününde yapılan seçimlerle belirlenir. Yasal engeli bulunmayan 25 yaşını tamamlamış her bir Azerbaycan vatandaşı Meclis seçimlerinde aday olabilir. Meclis seçim sonuçlarını

Son 6 yılda Azerbaycan’ın ekonomik, sosyal ve siyasıi hayatında yapılan reformlar daha da hızlanmış, vatandaşların sosyal refahının yükseltilmesine yönelik çalışmalara önem verilmiş, bölgelerin ekonomik ve sosyal kalkınmasında yeni süreç başlamıştır. Azerbaycan’ın makroekonomik istatistik verileri bunu kanıtlamaktadır.

Azerbaycan Ana-yasa Mahkemesi denetliyor ve onaylıyor. Milletvekillerinin yetkisi yeni seçilen Meclis’in ilk toplantısında sona ermektedir. 83 milletvekilinin yetkileri Anayasa Mahkemesi tarafından onaylanırsa Meclis bir haftadan geç olmamak şartıyla toplanma yetkisine sahiptir. Meclis yılda iki kere ilkbahar (1 Şubat-31 Mayıs) ve sonbaharda (30 Eylül-30 Aralık) toplantılar yapmaktadır. Meclis seçimlerinden sonra Mart ayının 10’na kadar 83 milletvekilinin yetkileri Anayasa Mahkemesi tarafından onaylanmazsa, Meclisin ilk toplantısının yapılma tarihini Anayasa Mahkemesi belirler. Meclisin olağanüstü toplantısı Meclis Başkanı, Devlet Başkanı ve 42 milletvekilinin talebi üzerine çağrılabilir. Meclis toplantıları genelde açık yapılır ancak devlet başkanının ve 83 milletvekilinin talebi üzerine kapalı toplantı da yapılabilir. Milletvekilleri dokunulmazdır. Milletvekilleri suçüstü yakalanırsa Başsavcının müra-caatına dayanarak Meclis kararıyla dokunulmazlığı kaldırılabilir. Milli Meclisin faaliyetinin esasları Azerbaycan Ana-yasası’nın 7. maddesinin IV şıkkı ve Anayasa tarafından Meclis’e verilen yetkilere dayanmaktadır. Meclis’te milletvekillerinden oluşan Doğal Rezervler, Enerji ve Ekoloji, Hukuk Siyaseti ve Devlet Kuruculuğu, Güvenlik ve Savunma Komiteleri olmakla toplam 11 Komite faaliyet göstermektedir. Aynı zamanda milletvekillerinden oluşan Disiplin Komisyonu ve Hesaplama Komisyonu Meclis bünyesinde yer almaktadır. Meclisin organları Azerbaycan gazetesinden ve Hesaplama (Sayıştay) Palatası’ndan (Anayasa’nın 92. maddesine göre) oluşmaktadır. Hesaplama Palatası Meclise rapor veren, daimi faaliyet gösteren devlet bütçesini denetleyen kurumdur. Milli Meclis Aparatı’nda kanun önerileri hazırlayan veya verilen önerileri hukuki açıdan değerlendiren

toplam 13 şube ve Meclis Başkanı karşısında sorumlu olan İşler İdaresi bulunmaktadır. Azerbaycan’ın bağımsızlığını tanıyan ilk ülke Türkiye olmuştur. Azerbaycan Cumhuriyeti de ilk Büyükelçiliğini Türkiye’de açmıştır. Dil, kültür ve tarih birlikteliği olan iki ülke olarak gelişen yeni süreçte Sn Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ‘Türkiye’nin hangi şartta olursa olsun Azerbaycan’ı yalnız bırakmasının söz konusu olmayacağını, iki ülkenin kaderlerinin ayrılmaz şekilde birleştiğini’ ifade etti. Sizin Parlamento’nuzda bu yeni süreç nasıl değerlendiriliyor? Azerbaycan Cumhuriyeti 18 Ekim 1991 yılında bağımsızlığını ilan ettikten sonra onu ilk tanıyan Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. Karşılıklı ilişkilerin geliştirilmesi için Azerbaycan da ilk olarak Türkiye Cumhuriyeti’nde Büyükelçiliğini açmıştır. Azerbaycan ve Türkiye devletleri ortak tarih, kültür, dil ve din, gelenek, örf ve adetleri paylaşmaları bakımından oldukça avantajlı bir konumdalar. Son onsekiz yılda iki ülke arasında siyasi, ekonomik, güvenlik bağlamında birçok antlaşmalar imzalanmış ve yürürlüğe girmiştir. Azerbaycan’ın enerji rezervlerini Türkiye üzerinden dünya piyasalarına taşıyan Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru ve Bakü-Tiflis-Erzurum doğalgaz boru hattı iki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin temelini teşkil etmektedir. Bölgesel ve uluslararası politikada, uluslararası örgütler nezdinde her iki devlet birbirilerini desteklemektedir. Bugüne kadar Türkiye’de iktidarda hangi siyasi parti olursa olsun, iki devlet arasındaki ilişkiler karşılıklı güven ve anlaşmaya dayanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti özellikle, Azerbaycan topraklarının Ermenistan tarafından işgal edilmesi konusunda hiçbir zaman Azerbaycan’dan desteğini esirgememiştir

19


ve bundan sonra da esirgemeyeceğine inanıyoruz. Son yüz yılda Türkiye’yi sözde Ermeni Soykırımı ile suçlayan,Ame-rika veAvrupa’da birçok devletlerin yerel ve ulusal meclislerinde sözde Ermeni soykırımı konusunda kararların alınması için geniş çaplı propaganda yapan Ermenistan ile ilişkilerde Türk Hükümeti herhalde bu gerçekleri dikkate alacaktır. Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tanımayan, ‘Bağımsızlık Bildirgesi’nin 11. maddesinde ‘Ermenistan 1915 yılında Türkiye’de ve Batı Ermenistan’da Ermenilere kar-şı yapılmış soykırımın uluslararası alanda tanınmasına ça-lışacaktır’ diyen, 12. maddesinde ise ‘Bağımsızlık Bildirgesi, hazırlanacak Ermenistan Cumhuriyeti Anayasası’nın te-melini teşkil eder’ ifadesini kullanan Ermenistan’ın Tür-kiye’ye yönelik politikasında bu-günde ciddi bir değişimin söz konusu olmadığı bilinmektedir. Azerbaycan devleti bu süreci dikkatlice izlemektedir ve Türk devlet resmilerinin Azerbaycan’a yönelik açıklamaları Azerbaycan’ın Türkiye’ye güven-mesinin esasını teşkil etmektedir. Türkiye devlet resmilerinin verdiği açıklamalar bizim için önemlidir. Türkiye Ermenistan ile diplomatik ilişkiler kurarak sınırları açacaksa bu, Ermenistan’ın işgal ettiği Azerbaycan topraklarından geri çekilmesinden sonra gerçekleşmelidir. Türkiye resmilerinin verdikleri beyanatlardan da bu anlaşılmaktadır. Azerbaycan’da demokratikleşme yükselişi içerisinde sivil toplum kurumları ile işbirliğini hangi boyutta gerçekleştiriyor? Azerbaycan bağımsızlığını ilan ettikten sonra ekonomik, siyasi, güvenlik ve demokratikleşme alanında birçok sorunlarla karşılaşmıştır. Bu sorunların halledilmesinde ciddi adımlar atmıştır ve reform çalışmalarına halen devam etmektedir. Azerbaycan devleti demokrasinin temel prensibi olan çoksesliliğin ülke genelinde yayılması, insan hak ve özgürlüğünün devlet tarafından güvenceye alınması, demokratik yaşam tarzı, basın ve yayın özgürlüğünün sağlanması, korunması ve geliştirilmesi yönünde çalışmalarını sürdürmektedir. Azerbaycan’da sosyal, ekonomik, demokrasi ve güvenlik ala-nında yüzlerce sivil toplum kuru-luşları faaliyet göstermektedir. Azerbaycan devleti bu kuruluşlarla her zaman işbirliği içerisinde olmuş, onların makul görünen teklifleri hükümet ve Milli Meclis tarafından değerlendirilmiştir. 20

Azerbaycan özellikle Batı dünyası ile bütünleşmede, demokrasinin benimsenmesi ve ülke genelinde uygulanması yönünde sivil toplum inisiyatifine büyük önem vermektedir. Azerbaycan Devlet Başkanı Sayın İlham Aliyev’in kararına uygun olarak Azerbaycan’da faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarını projeler bazında maddi açıdan destekleyen Ulusal Sivil Toplum Forumu kurulmuştur. Devlet tarafından sivil toplum kuruluşlarına sağlanman bu destek onların yurt dışından maliyeleşmesinin bağımlılığını azaltmış, sivil toplum kuruluşlarının gelişmesine daha rahat bir ortam sunmuştur.

Ulu Önder Atatürk “Azerbaycan‘ın sevinci bizim sevincimiz, kaderi bizim kaderimizdir.” diyerek iki milletin ayrılmaz bir bütün olduğunu vurgulamış, Ulu Önder Haydar Aliyev ise AzerbaycanTürkiye ilişkilerini ‘Bir millet iki devlet’ olarak tanımlamıştır. Bu tanımlamanın devam ettiği sürece Azerbaycan ve Türkiye ilişkilerinin her geçen gün bir az daha gelişeceğini gayet rahatlıkla söylemek mümkündür.

Azerbaycan, sahip olduğu stratejik konumu, doğal enerji kaynakları özellikle Avrupa için hayati değerdeki enerji nakil hatları ve Türkiye ile olan bağları tarih sahnesinde yeni bir yol üstleniyor olabilir mi? Azerbaycan coğrafi, nüfus, ekonomik, mali, doğal zenginlikleri bakımından Güney Kafkasya’nın en büyük devletidir. Azerbaycan’ın stratejik konumu, sahip olduğu enerji rezervleri, yerleştiği coğrafya itibarıyla güney-kuzey, doğu-batı enerji ulaşım hatlarının (yapımı tamamlanan veya ileride yapılabilecek) üzerinde yerleşmesi sadece bölgesel değil, uluslararası önem taşımaktadır. Azerbaycan doğalgazını mevcut 4 boru hattı üzerinden Türkiye’ye, diğer komşu devletlere ve Avrupa’ya ithal edebilir. Petrolü ise 3 boru hattıyla Karadeniz (Supsa,Novorosiysk) ve Akdeniz (Ceyhan) üzerinden dünya piyasalarına ithal edilmektedir. Bu boru hatlarından Azerbaycan ve Hazar havzasında yerleşen diğer devletler için en önemlisi Bakü-Tiflis-

Ceyhan petrol boru ve Bakü-Tiflis-Erzurum doğalgaz boru hatlarıdır. Bu boru hatları ile Avrupa ve dünya piyasalarına yılda 60 milyon ton petrol ve 25-30 milyar metreküp doğalgaz ithal etmek mümkündür. Eminim ki doğal-gaz üreticileri için kabul edilebilir ticari ve transit şartlar oluşursa, Bakü - Tiflis - Erzurum doğalgaz boru hattıyla istenilen zaman Avrupa piyasalarına ek talebe dayalı olarak yılda 14-24 milyar metreküp doğalgaz ithal etmek mümkün olabilir. Hiç şüphesiz bölgede diğer doğalgaz boru hattı projeleri de gerçekleşebilir. Ancak bu zaman doğalgazı üreten şirketler, devletler için uygun olan ticari, transit şartların temin edilmesi gerekmektedir. Azerbaycan doğalgazının Avrupa piyasasına açılması için güvenli, sağlam, menfaatli projeler uygulanırsa, eminim ki Hazar havazasının diğer devletleri için de bu güzel bir örnek olabilir ve bu devletlerde doğalgaz üretimini Avrupa piyasalarına ulaştırabılır. Bölge ve Dünya siyasetinde Azerbaycan’ın nasıl bir belirleyici rolü olabilir? Azerbaycan bölge ve dünya siyasetinde öncelikle enerji, ulaşım ve güvenlik bağlamında belirleyici olabilir. Azerbaycan bu konularda ulaşım, devletlerinin enerji ihtiyacının karşılanması, bölgesel ve uluslararası güvenliğin sağlanması konusunda büyük devletlerle işbirliği içerisindedir. Bu bağlamda bölgesel ve uluslararası terörizm, silah kaçakçılığı, narkotik mad-delerin yasadışı ticareti ve diğer konulara özel önem vermekte, işbirliği imkânlarını değerlendirmektedir. Dağlık Karabağ sorununun uluslararası

Bağımsızlık Hareketi

hukuk prensipleri ve Azerbaycan’ın toprak bütünlüğü çerçevesinde halledilmesi bölge güvenliğinin sağlanmasına yeni bir boyut kazandırmaktadır. Zira Güney Kafkasya’da istikrarın, güvenliğin ve barışın temin edilmemesi ekonomik, siyasi ve güvenlik projelerin gerçekleşmesini engellemek potansiyeline sahiptir. Bu bakımdan Azerbaycan ekonomik ve siyasi bağlamda devletler bazında ABD, Rusya, Türkiye ve diğer ülkelerle, bölgesel ve uluslararası örgütler bazında Birleşmiş Milletler, N ATO , Av r u p a Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü, İslam Konferansı Örgütü, GUAM ve diğer örgütlerle işbirliğini genişlendirmeye ve kurumsallaştırmaya çalışmaktadır.

Son dönemlerde dünyada enerji rezervlerine talebin artması üzerine, Azerbaycan’ın Avrupa’nın enerji güvenliğinin sağlanmasında üstlendiği rol mevcut durum bakımından önemlidir ve yeni enerji projelerinin müzakere edilmesinde Azerbaycan kilit ülke konumundadır.

Sayın Valeh ALESGEROV’a Enstitü Dergisi olarak teşekkür eder Özgürlük ve Demokrasi mücadelesinde başarılar dileriz. Bende sizlere teşekkür ediyor, Türk Demokrasi Vakfı’nın yayın hayatına kazandırdığı Enstitü Dergisi’nin devamını diliyor çalışanlarını kutluyorum.

21


ÖZBEKİSTAN CUMHURİYETİ

÷

zbekistan Cuhhuriyeti Karakalpakistan Cumhuriyeti’nin yanı sıra; bölgeler (vilayetler), ilçeler (tumans), şehirler (shararlar), kasabalar, köyler (qishloglar) ve mahallelerden (alular) oluşur. (Özbekistan Cumhuriyeti Anayasası Madde 68)

Bu dönemde ortalama sıcaklık 30 - 40 °C civarındadır. Kış döneminde sıcaklık - 8 °C’a kadar düşebilir. Yıllık ortalama yağış miktarı 250-300 mm’dir.

Genel Ülke Profili Yüzölçümü: 447,4 bin km2 Nüfusu: 27, 3 milyon Başkenti: Taşkent Coğrafi konumu: Özbekistan Cumhuriyeti Orta Asya’da Sirderya ve Amuderya adı verilen iki büyük nehir arasında yer alır. Kuzey ve kuzeybatıda Kazakistan, doğuda Kırgızistan, güneydoğuda Tacikistan, güneyde Afganistan ve güneybatı da Türkmenistan ile komşudur. Özbekistan, Orta Asya yüzölçümünün % 11’inden fazlasını kapsamaktadır ve Orta Asya nüfusunun % 41’i Özbekistan’da yaşar.

22

Özbekistan Cumhuriyeti haritası

Büyük şehirleri: Semerkand, Namangan, Andican, Nukus, Buhara, Kokand, Karşi, Termez, Fergana, Margelan, Urgenç, Nevai, Şahrisabz, Hiva, Cizzak, Gülistan.

Ulusal ve uluslararası tatiller: Kurtuluş Günü (1-Eylül), Anayasa Günü (8 Ekim), Yeni Yıl (1 Ocak), Dünya Kadınlar Günü (8 Mart), Nevruz (21 Mart), Hatıra ve Anma Günü (9 Мауıs), Öğretmenler Günü (1 Ekim), EidAI-Fitr (Roza Hayiti) ve Kurban Bayramı (Kurban¬ Hayit). İklim: Oldukça karasaldır. Bu da yaz ve kış sıcaklıklarının yanı sıra gece ve gündüz sıcaklıkları arasında belirgin farklar oluşturur. Temmuz yazın en sıcak ayıdır.

Tabii kaynaklar: Yüzden fazla tür ham mineral maddenin yanı sıra geniş miktarlarda mineral reservleri vardır. Özbekistan doğal gaz üreten ülkeler arasında ilk onda yer alır. En geniş doğalgaz yatakları Kaşkaderya ve Buhara bölgelerinde yer alır. Orta Asya bölgesinde çıkarılan doğal gazın % 40’ını Özbekistan üretmektedir. Ülke ayrıca, bakır, gümüş, altın, kurşun, çinko ve volfram yatakları açısından da zengindir. Örneğin altın, Muгuntau, Maгjonbuloq ve Chodaq gibi 41 sahada çıkarılmaktadır. Muгuntau altın sahası Avrasya’daki en büyük sahadır. Özbekistan, ülke altın çıkarımı sıralamasında dünyada sekizinci sıradadır.

Ayrıca Özbek bölgesinde geniş oranlarda tuz, alüminyum ham maddesi, kesme taş, değerli taşlar, demir, krom, manganez ve çeşitli nadir bulunan metal türleri vardır. Çok zengin kömür reservlerine sahiptir. Örneğin, Angren, ve Şargun kömür yatakları gibi. Özbekistan Orta Asya’da çıkarılan kömürün % 55’ini çıkarmaktadır. Özbekistan ayrıca, dünyanın en büyük pamuk ve ipek üretici ve ihracatçıları arasında yer alır. Orta Asya’da yetişen pamuğun % 75’i Özbekistan’da üretilir ve dünya pamuk ipliği ihracatı sıralamasında dördüncü sıradadır. Sanayi potansiyeli: Otomobil üretimi, havacılık, gaz yağı çıkarımı ve işlenmesi, kimya sanayi, hafif ve ağır sanayiler ve ekonominin diğer dalları ülkede başarılı olarak işlemektedir. Tarım sektörü: Özbekistan’ın tarım sektörü sulu tarıma dayanır. Son yıllarda ekili 23


alanların üçte biri pamuk tarımına ayrılmıştır. Bir o kadar alan da tahıl özellikle de buğday tarımına ayrılmıştır. Kalan alanlar patates, sebze, meyve, su kabağı, üzüm, tütün ve tohum hasadına ayrılmıştır. Turizm: Ülke’nin büyük bir turizm potansiyeli vardır. Dünyanın dört bir köşesinden yılda 300 bini aşkın turist Özbekistan’ı ziyaret etmektedir. Semerkand, Buhara, Hiva, Kokand, Margelan, Şahrizabz ve Termez gibi ünlü tarihi şehirlere sahiptir. Demografik özellikler: Özbekistan SSCB’den ayrılan ülkeler arasında en yüksek doğum oranına sahiptir. Rusya ve Ukrayna’dan sonra en yüksek üçüncü nüfusa sahiptir. Ortalama yıllık nüfus artışı 300 bindir. Ruslar, Ukraynalılar, Tacikistanlılar, Kazaklar, Kırgızlar, Karakalpaklar, Koreliler, Tatarlar, Türkmenler, Uygurlar ve Yahudiler gibi 130 etnik kökenden insan yaşamaktadır. Ulusal para birimi: Özbekistanın para birimi Soum’dur (UZS). Özbekistan’ın uluslararası üyelikleri: Özbekistan, Birleşmiş Milletler üyesidir (2 Mart 1992’den bu yana), SSCB’den ayrılan

Bağımsız Devletler Topluluğu üyesidir, ayrıca Avrasya Ekonomik Topluluğu, Şangay İşbirliği Teşkilatı, Ortak Güvenlik Antlaşması Örgütü, İslami Konferans Örgütü, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve benzer uluslararası örgütlere üyedir. Özbekistan ayrıca, Dünya Ticaret Örgütü üyeliğine hazırlanmaktadır. Özbekistan’ın makro ekonomik gelişimi, gayri safi yurtiçi hâsıla büyümesindeki istikrarlı oranlar, ihracat, altın ve döviz kaynaklarındaki artışı ve ödemelerin her yıl düzenli olarak yapıldığını onaylayan IMF (DPF) ile yakın işbirliği göze çarpmaktadır. Yabancı yatırımcılar için Özbekistan’a 20 milyar dolardan fazla yabancı sermaye çeken uygun koşullar yaratılmıştır. Bu, ayrıca yabancı ortaklı yeni projeler ve Özbekistan’ın küresel pazarda daha geniş yer edinmesi demektir. Anayasaya göre, Özbekistan Cumhuriyeti kendi hükümeti olan özerk bir devlettir. Özbekistan Cumhuriyeti kuvvetler ayrılığı ilkesi, hukuk ve insan haklarının korunması şartına göre yönetilen demokratik bir yapı inşa etme yolundadır. Yasama Organı: 2007 yılı verilerine göre Parlamento aşağıdakilerden oluşur:

- Oliy Majlis Senatosu (Parlamento’nun üst meclisi) - 100 senatör; - Oliy Majlis Yasama Meclisi (Parlamento’nun alt meclisi) - 120 vekil; - Djokarghi Kenes (Karakalpakistan Parlamentosu) - 86 vekil; - Bölgeler ve Taşkent Kengasheleri milletvekilleri (ülke çapında) - 734 vekil; - Bölgelere bağlı şehirlerin Kengasheleri milletvekilleri (ülke çapında) - 806 vekil; - Bölgelerin Kengasheleri milletvekilleri (ülkeçapında) - 4,494 vekil. Yukarıda belirtildiği gibi tüm seviyelerden vekillerin ve yerel yönetimlerin temsil organlarının aktif katılımıyla Özbekistan Cumhuriyeti’nde önemli gelişmeler yaşanmıştır. Devlet erkinin yürütme organının başı Özbekistan Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu’dur. Yerel düzeyde yönetim birimi bölge, şehir ve ilçe иу khokimiats (hükümet yöneticileri) tarafından temsil edilir. Devlet erkinin yargı organı Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Yüce Ekonomi Mahkemesi ve bunların yerel düzeydeki alt dalları tarafından oluşturulur. Yönetimsel-bölgesel anlamda Özbekistan Cumhuriyeti, Karakalpakistan Cumhuriyeti ve 12 bölgeden oluşur: Andican, Buhara, Cizzak, Kaşkaderya, Namangan, Nevai, Semerkand, Suгhanderya, Sirderya, Taşkent, Harezm, Fergana ve Тaşkent. Özbekistan’da Parlamenter Rejimin Gelişim Tarihi 1.1. 1991-2004 arasındaki tek meclisli parlamenter sistemden iki meclisli parlamenter sisteme geçilmesi 15 Eylül 1991 tarihinde Özbekistan’ın bağımsızlığını ilan etmesiyle ulusal parlamentonun Sovyet-sonrası dönemi başlamıştır. Bu dönem, dünyadaki parlamenter sistemlerin karşılaştırmalı bir analiziyle, yeni

24

Özbekistan Cumhuriyeti Parlamentosu

parlamento gelenekleri ve özellikleri göz önüne alındığında karmaşık ancak başarılı ve dinamik bir dönemdir. Özbekistan’daki kurumsal devlet Bu, bir yasal yapılanması çerçeveden, tamave parlamento men farklı başka tarihi üzerine bir yasal çerçeveye kısa bir bakış bir geçiş dönemiydi. gerçeği gözler Yeni devletin yasal önüne serer. temelinin oluşÖzbekistan’da turulması kolay bir parlamenter rejim çok yeni süreç değildi. Her bir olgudur ve zaman bir sonraki bu nedenle, adım düşünülmeli yasama organının ve demokratik teetkinliğinin mele dayalı hızlı arttırılması ve daha da önemlisi yakın zamanda devamlı bir piyasa oluşturulan iki ekonomisi inşa meclisli sistemin edilmeliydi. geliştirilip güçlendirilmesinin Bu aşamanın yanında Yasama Meclisi ve zorluğu ve benSenato’nun zersiz yapısı, belirişlevinin kaliteli lenen hedefleri ve sürdürülebilir başarmanın yanı kılınması hâlâ sıra reformları uyönemli konulardır. gulama ve yeni bir yasal sistem oluşturma, politik kültürü değiştirme ve yeni standartlar oluşturarak halkın bilincini arttırma çalışmaları ve yaşam standartlarını iyileştirme çalışmalarını bir arada yürüterek oluşturma gerçeğinde dayanıyordu. Amaç, bireylerin toplumda daha etkin bir rol almasını, temel insan haklarını güvence altına almayı, vatandaşlar için daha fazla imkân yaratmayı ve bunları yasal güvence altına almayı sağlamaktı. Bu aşama hala devam ediyor; ülke kendi çizdiği yolda diğer ülkelerin tecrübelerinden faydalanarak ve kendi tarihi köklerine bağlı kalarak ilerliyor. Devlet gücünün en önemli kurumlarından biri olan Oliy Majlis’in (Ulusal Parlamento)

25


Özbekistan Cumhuriyeti Anayasası’nı kabul etmiştir. Bu genç devletin egemenliğini güçlendirmek için Parlamento «Özbekistan Cumhuriyetinin Devlet Bağımsızlığı Temelleri Üzerine», «Özbekistan Cumhuriyeti Devlet Başkanı’nın Seçilmesi Üzerine», «Özbekistan Cumhuriyeti Ulusal Marşı Üzerine», «Özbekistan Cumhuriyeti Devlet Bayrağı Üzerine», «Özbekistan Cumhuriyeti Ulusal Meclisi’nin Seçilmesi Üzerine » ve bunlar gibi bir dizi yasayı kabul etmiştir.

Tek meclisli Oliy Majlis’in yasama işlevinin genel bir analiziyle aşağıdaki belirgin özellikler çıkarılabilir:

23 Eylül 1994 tarihinde, Özbekistan Cumhuriyeti Yüksek Şurası on altıncı dönemde 25 Aralık 1994’te ilk Ulusal Meclis için seçim kararı aldı. Seçimler, üç aşamada yapıldı (25 Aralık 1994, 8 ve 22 Ocak 1995) ve 245 seçilmiş vekilden oluşan Parlamento’nun kurulmasıyla sonuçlandı. Seçimler çok partili sistemde gerçekleşti.

Üçüncüsü, yasa tasarıları, sayıları artmakta olan pek çok komite ve komisyonla ortak olarak tabana (parlamento oturumu) sunulmaktadır.

İkinci Dönem: 1995-2004:

çok yeni olan tarihi bugün üç ana dönemde incelenmektedir. İlk dönem: 1991-1994, iknci dönem: 1995-2004, üçüncü dönem: 2005’ten günümüze. Birinci Dönem: 1991-1994: Son toplanan Yüksek Şura ki bir geçiş dönemi parlamentosu olarak da adlandırılabilir, yönetim yapısının yeni organlarının oluşturulması, sivil toplumun inşası ve toplum odaklı bir ekonominin tesisi için bir hukuki çerçeve teşkil eden 26

İkinci dönem 1995’te başladı ve on yıl sürdü. Yüksek Şura yerine yeni Özbekistan Cumhuriyeti Tek Meclisli Parlamentosu kuruldu. Ulusal Meclis’in İlk Dönemi’nde (1995-1999) parlamentoyu 4 siyasi partiden (Özbekistan Halkın Demokrasi Partisi, Sosyal Demokrat Parti «Adolat» (Adalet), «Vatan Taraqqiyoti» (Vatan Terakki) ve «Milliy Tiklanish» (Milli Uyanış) vekiller oluşturuyordu. Ulusal Demokratik Parti «Fidokorlar» (Vatanseverler)’nin kurulmasıyla Özbekistan Cumhuriyeti Ulusal Meclisi İkinci Dönem seçimlerine (2000-2004) bu sefer beş siyasi parti katıldı. Dahası, bu seçime sadece iktidarın temsilcileri ve siyasi partiler değil aynı zamanda, seçmenler tarafından oluşturulmuş, ulusal parlamentoyu halkın temsilini sağlayan demokratik bir yapı olarak tanımlayan ilerleme yanlısı girişimci gruplar da katıldı. Özbekistan Cumhuriyeti Ulusal Meclisi İkinci Döneminde 250 vekil, 13 komite ve 3 komisyon vardı.

İlk olarak, ülke yeni gelişim ve yargı yönetimi süreçlerine girdiğinden daha önce benimsenen yasaları geliştirmek için artan bir çaba göze çarpmaktadır. İkincisi, farklı alanlarda yasal düzenlemelerin yürürlüğe sokulmasıyla yasama süreci daha uzmanlık temelli hale geldi;

Taşkent

Bu dönemin tek meclisli parlamentosu kalıcı bir temele dayalı olarak çalışan (kural olarak parlamento yılda dört kez toplanırdı) profesyonel bir parlamento değildi ancak, işleri dinamik bir şekilde ele alması ve yasal temelin olmadığı süreçte önemli yasal görevleri yerine getirmesiyle göze çarptı. Bu süreçte kalite anlamında acil bir yasal temele ihtiyaç vardı ki bu nedenle yasama işlevi parlamentonun tüm etkinliklerinin üzerindeydi. Özbekistan Cumhuriyeti Oliy Majlisi 1995’ten 2004’e kadar 240 yasa çıkardı. Mevcut yasalar üzerinde 1573 yasa değişikliği yaptı ve 130’dan fazla uluslararası antlaşma ve sözleşmeyi onayladı. Bu süre boyunca, yargı organı ülkedeki demokratik ve sosyoekonomik reformların yoğunlaştırılmasının yanı sıra daha çok devlet egemenliğinin güçlendirilmesi için yasaların uyarlanması, toplum barışı ve toplumsal istikrar üzerinde çalıştı. Sonuç olarak, parlamento demokrasi ve ilerleme yolunda ülkenin bağımsız gelişimi için oldukça geniş ve güçlü bir yasal temel oluşturmayı başardı. Parlamenter denetim, ikinci görevi komite ve komisyonlarının yasaların, anlaşmaların ve ulusal programların uygulanmasının takibi çerçevesinde yıllık yaklaşık 60 konuyu gündeme almak olan tek meclisli Ulusal Parlamento’nun en önemli etkinlik alanı haline geldi.

Semerkant

Dördüncüsü, her geçen gün daha fazla sivil toplum örgütü temsilcisi, vatandaşların şahsi kuruluşları, bilim adamları, uzmanlar, işçi birlikleri ve ticari birliklerin yasa tasarım aşamasına katılmasıyla, parlamento ve halkla ilişkilerin gelişmesi sağlanmıştır. 27


Bukhara Camii

İki meclisli parlameпtoya geçiş ve Özbekistan Cumhuriyeti Ulusal Meclisi’nin kurulması (Aralık 2004 - Ocak 2005). Devletin yeniden inşası ve Anayasa ve önemli kanunlarda yapılan değişiklikler temelinde tek meclisli parlamentodan iki meclisli parlamentoya geçiş çerçevesinde, ilk adımı Devlet Başkanı tarafından atılmış önemli bir reform olan ulusal referandum, ülkenin en yüksek yasama organları olan Yasama Meclisi (alt meclis) ve Senato’nun (üst meclis) Ocak 2005’te kurulmasıyla sonuçlandı. Yasama Meclisi ve temsil organlarının seçimleri ilk aşamada yerel düzeyde yapıldı ve Oliy Majlis’in alt meclisine 120 vekil seçildi.

28

Parlamento’nun üst meclisi Senato, Karakalpakstan Cumhuriyeti’nin Djokarghi Kenese ve Kengashenin bölgesel temsiline

dayanarak, Ocak 2005’in ikinci yarısında kuruldu. Bu süreçte ortak oturumlarda seçilen 84 üye Senato’da desteklendi ve Özbekistan Cumhuriyeti Başkanlığı tarafından ülkenin önemli vatandaşları arasından yönetim tecrübesi olan bilim, edebiyat ve sanayi çevrelerinden 16 senatör atandı. Oliy Majlis Parlamentosu’nun gelişim süreci seçimlerin tüm Özbek halkının temsiline dayandığının bir kanıtıdır. Bu nedenle, o dönemdeki yasama organı iki meclisli sisteme geçişe hazırdı denilebilir. Üçüncü Dönem: Parlamentonun üçüncü dönemi Yasama Meclisi ve Senato’nun ortak oturumu ile 28 Ocak 2005 tarihinde başladı. Senatörler ve vekillerin görevleri bu sürede başladı. Özbekistan Devlet Başkanı İslam Kerimov 2005’teki tarihi stratejik konuşmasında

Bugünkü yasa yapma sürecinde, yasalar ilk olarak Yasama Meclisi’nden üç mütalaada geçer. Genellikle ilk mütalaada hukukçular genel içerik ve önergenin maddelerini ayrı ayrı kabul ederler. İkinci mütalaada her bir madde detaylı olarak incelenir ve tek tek oylanır. Üçüncü mütalaada değiştirilen yasa tasarısı tartışılır. Bundan sonra alt meclisten geçen yasa onay için Senato’ya gönderilir.

toplumun modernleşmesi konusunda toplumsal yenilenme ve demokrasinin önemini belirtti. İki meclisli sistemin kurulması yasal organı, gelişiminde bir sonraki adıma itti. En üst yasama organı klasik anlamda profesyonel, ulusal ve geniş yönetim fonksiyonları olan temsil organıdır. Yeni bir parlamenter modele geçiş, parlamentonun toplumsal anlamda kurumsallaşması ve kontrol sağlayan organ olarak, yeni yasaların oluşturulmasında, yerel düzeyde vekillerle işbirliği içersinde çalışılmasını sağlamıştır. Şüphesiz ki yasama süreci çok daha karmaşık bir hal almıştır.

İki meclisli sistemin yeni çerçevesinde siyasi partilerin aktif çalışması, baskı unsuru olaylar ve yeni güçlükler, Özbekistan Devlet Başkanı İslam Karimov tarafından 2007’de parlamentoya sunulan «Daha demokratik bir ülke yönetimi ve ülkenin modernleşmesinde siyasi partilerin rolünün güçlendirilmesi üzerine» Anayasa maddesinin kabul edilmesinde etkili olmuştur.

Semerkant Merkez İstasyonu

zorunda olduklarından önerge inceleme konusunda tecrübe edinmişlerdi. Ortak denetleme ve izleme faaliyetlerinin her iki meclis tarafından yönetilmesi; Senato ve bölgesel temsil organları arasındaki etkileişmi garanti altına almış ve ulusal parlamentonun başka başarılarının yasallaşmasını sağlamıştır. Ulusal Parlamento Senatosunun görevi bellidir. Üst mecliste, alt meclisden geçen yasalar tartışılırken, bunların Özbekistan’ın tüm bölgelerinin yararına olmasını sağlamaktır. Senato, bunu yaparak bölgesel ve ulusal faydanın yasal açıdan uyumlu olmasını garanti altına alan özel bir «süzgeç» görevi yapar. 2005-2007 arasında Ulusal ParlamentoYasama Meclisi ve Senato’nun ortak eylemleri, 96 yasanın kabulüyle sonuçlanmıştır. Düzinelerce yeni önerge ve yasa şuan her iki meclisin komite ve komisyonlarında incelenmektedir ki bunlar bir sonraki planlama oturumda tartışılacaktır.

Parlamento, Yasama Meclisi’nin oturumları sırasında, siyasi partiler fikirlerini sunmak 29


ATATÜRK’LE İLGİLİ YASANIN KORUDUĞU DEĞER VE ATATÜRK’ÜN UZAK AMACI

Birinci fıkradaki suçun “nesnel cezalandırılabilme koşulu” olan ikinci nedenin ayrıca ağırlaştırıcı neden sayılması, bir çelişki olmaktan da öte, tam bir hukuk bilgisizliğidir.

Prof. Dr. Sami SELÇUK

A

vrupa Birliğinin “2009 İlerleme Raporu”nda ve kimi çevrelerde sık sık dile getirilen 1951/5816 sayılı “Atatürk’e Karşı İşlenen Suçlar Hakkında Yasa”nın 1. maddesi anlaşılır dille şöyledir: “(1)Atatürk’ün anısına herkese açık yerde (hatırasına alenen) hakaret eden ya da söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (2)Atatürk’ü simgeleyen (temsil eden) heykel, büst ve anıtları (abideleri) veyahut Atatürk’ün kabrini yıkan (tahrip eden), kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir. (3)Yukarıdaki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını özendiren (teşvik eden) kimse asıl fail gibi cezalandırılır.” Yasanın 2. maddesi, suç açısından dört ayrı ağırlaştırıcı neden öngörmüştür. Birinci fıkradaki üç neden söz konusu olduğunda ceza yarı oranında artırılacaktır: 1-Suçun etkin özne (fail) sayısının çokluğu açısından, yani suçun iki ya da daha çok kimseyle, 2-Yer açısından, yani suçun herkese, halka açık yerlerde, 3-Araç açısından, yani suçun basın yoluyla işlenmesi. İkinci fıkradaki iki nedenden biri bulunduğunda ise ceza bir 30

kat artırılacaktır: 1-Zor (maddi ve manevi şiddet) kullanılması, 2-Zor kullanılmaya kalkışılması.

Geçelim. Suç kendiliğinden soruşturulacak ve kovuşturulacaktır (m. 3). Kuşkusuz, hiçbir suç normu yasa koyucunun kafasından bir çırpıda sökün ediveren Minerva değildir. Her suç normu bir gereksinmenin sonucudur. Her normun kesinlikle bir amacı vardır, bir de kaçınılmaz olarak koruduğu değer. Bu değerler, toplumun bilincinde dirilebilir, yitebilir, yeniden dirilebilir; değişkendir. Toplumdaki titreşimleri gözetmek zorunda olan akılcı bir yasa koyucusu, belli bir düzeye ulaştığında bu değerleri hukukun koruması altına alabilir, alacaktır, almalıdır da. Yeter ki ölçülülük ilkesine uysun ve kimi yazarların dedikleri gibi topluma ve bireye karşı bir “düşman suç hukuku” yaratmasın. 1951 yılında iktidarda Demokrat Parti bulunmaktadır. O yılda yaşanan kimi eylemler ve toplumdaki tepkiler karşısında zamanın yasa koyucusu bu Yasa’ya gereksinme duymuştur. Amaç, Atatürk’ün kişiliğinde O’nun Devrimi’ne karşıt eylemleri önlemektir. Zira devrimlere karşıt her eylem, her zaman ve her yerde devrimi gerçekleştiren devrimcinin kişiliğine yönelerek başlar. Hangi devrimcinin düşmanı yoktur ki? İşte Türk yasa koyucusu da bu tür eylemleri önlemek istemiştir. Yasanın “öznel, yakın amacı ve mantığı, vesile iradesi” (occasio legis), budur. Ancak her yasanın bir de bütün zamanlar için geçerli uzak nesnel amacı, iradesi

ve mantığı (ratio legis) vardır. Bu nokta, o suç normunun koruduğu değerde, suçun hukuksal konusunda saklıdır. Doğru yoruma ve sağlıklı uygulamaya yön veren de bu değerdir. Konuya bu ön açıklamanın ışığında yaklaşmak gerekir. Acaba 1951/5816 sayılı Yasa’nın bütün zamanlar için geçerli “uzak nesnel amacı, iradesi ve mantığı” (ratio legis) nedir? Bu soruyu doğru yanıtlarsak, hem Yasa’nın hükümlerini doğru yorumlar ve uygularız, hem de düşünceyi açıklama özgürlüğüne kıymayız. Yıllardan bu yana sıklıkla vurguladığımız üzere kimilerince yanlış biçimde “Atatürk’ü Koruma Yasası” diye adlandırılan bu düzenleme; bedensel olarak ölümlü bir insanı, yani Atatürk’ü ya da O’nu simgeleyen resim, heykel gibi maddi nesneleri korumak için çıkarılmamıştır. Eğer birincisi, yani ölümlü bir insan, yani birey Atatürk korunmak istenseydi, Türk Ceza Yasasının hakaret (ve sövme); ikincisi, yani Atatürk’ü simgeleyen resim, heykel gibi maddi nesneler korunmak istenseydi, yine aynı Yasa’nın mala zarar verme (ızrar) suçlarıyla ilgili maddelerine özel birer ağırlaştırıcı neden eklenir geçilirdi. Öyle yapılmamış, ayrı bir yasal düzenleme yapılmasına gereksinme duyulmuş, ayrıca Atatürk karşıtı eylemlerde fail sayısının, eylemin yapıldığı yerin ve eylemde kullanılan araçların toplum üzerindeki sarsıcı etkileri gözetilerek bunlar, ağırlaştırıcı neden sayılmıştır. En önemlisi de ilk maddede “Atatürk’e hakaret eden ya da söven” denmemiş, “Atatürk’ün anısına (hatırasına) (…) hakaret eden ya da söven”; ikinci fıkrada “Atatürk’ün heykel, büst ve anıtlarını …” denmemiş, “Atatürk’ü simgeleyen (temsil eden) heykel, büst ve anıtlarını…” denmiştir. 31


Buradan çıkan sonuç şudur: Normun koruduğu değer, şeref, malvarlığı gibi “bireysel” değil, “toplumsal bir değer”dir. Bu toplumsal değer de şudur: “Türk toplumunun Atatürk’e karşı duyduğu sevgi, minnet, saygı”. Yasa işte bu toplumsal değeri korumaktadır. Ağırlaştırıcı nedenler de bunun kanıtı.

32

Eğer eylem nicelik açısından bu değeri ihlal boyutuna ulaşmamışsa, sözgelimi eleştiri düzeyinde kalmışsa suç oluşmayacaktır. Tersi benimsenirse kurulan hüküm, hem yasaya aykırı olacak, hem de düşünceyi açıklama özgürlüğünü çiğneyecek; AB’nin vurguladığı gibi eleştirilere yol açacaktır. Aslında Avrupa Birliği’nin “2009 ilerleme raporu”nun siyasi ölçütler bölümünün, “yargı ve temel haklar” başlıklı 23. kesiminde denilen de budur: “Ancak, yasal çerçeve şimdilerde düşünceyi açıklama özgürlüğüne ilişkin yeterli güvenceyi sağlayamamakta ve sonuç olarak yargıç ve savcılar, anlatım özgürlüğünü dar bir biçimde yorumlamaktadırlar. Özellikle 301’inci maddeyi temel alan kimi kovuşturmalar yapılmakta ve hükümlülük kararları verilmektedir. Ayrıca, T. Ceza

Yasasının (TCY) şeref ve saygınlığa karşı işlenen suçlar (TCY, m. 125-131), kamu düzeni (m. 214, 216, 217, 218, 220) devlet güvenliği (m. 305), anayasal düzen (m. 312, 314), müstehcenlik (m. 226) başta olmak üzere, başka birtakım hükümleri anlatım özgürlüğünü sınırlamaktadır. Ayrıca, TCY’nin 318. maddesi (halkı askerlikten soğutmak), Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Yasa, Türk Harflerinin Kabul ve Uygulanması Hakkında Yasa uyarınca, soruşturmalar, kovuşturmalar ve hükümlülük kararları sürmektedir. Bu hukuksal belirsizlik, gazetecileri, yazarları, yayıncıları, siyasetçileri, bilim insanlarını ve öbür meslek gruplarını soruşturma, kovuşturma, hükümlülük ve hapis cezası tehlikesiyle karşı karşıya bırakmakta ve dolayısıyla öz sıkı denetime (otosansür) yol açabilmektedir.” Görüldüğü üzere Avrupa Birliği, Yasa’nın kaldırılmasından söz etmiyor. Sadece doğru uygulanmadığı için düşünceyi açıklama özgürlüğünün çiğnenmesinden yakınıyor. Özünde eleştiriyi suç sayan bir uygulama Atatürkçülük’e de, Atatürk’ün vazgeçilemez uzak amacına da aykırıdır.

Şu iki anı bunu açıklamaya yeterlidir, sanıyorum. Birinci anı şu: Batıda tümelci rejimlerin yükseldiği dönemde, 1930 yazında Atatürk, Yalova’da Ali Fethi Okyar’a şöyle der: “...bugünkü manzaranız, diktatörlüktür. Gerçi bir Meclis vardır. Fakat içte ve dışta bize diktatör gözüyle bakıyorlar. Geçen yıl Ankara’ya gelen Alman yazarlarından E. Ludvig, bana idare şeklimiz hakkında tuhaf sorular sormuş ve diktatörlüğümüze kanaat ederek geri dönmüş, bunu da yazmıştır (...) Oysa ben Cumhuriyet’i kişisel çıkarım için kurmadım. Hepimiz ölümlüyüz. Ben öldükten sonra arkamda kalacak kurum, bir istibdat kurumudur. Ben ise millete miras olarak bir istibdat kurumu bırakmak ve tarihe o suretle geçmek istemiyorum...” (Fethi Okyar’ın Anıları, Atatürk, Okyar ve Çok Partili Türkiye, T. İş Bankası Kültür Yayınları, 1997, s. 98). İkinci anı da şu: CHP Genel Sekreteri Recep Peker, Avrupa, özellikle İtalya ve Almanya gezisinden sonra toplanacak olan parti kurultayına –ki, bu Atatürk’ün yaşamında 9.5.1935’te toplanan son kurultaydır- sunulmak üzere, İtalyan Faşizmi’nden esinlenilen yeni bir tüzük ve çok ayrıntılı bir izlence hazırlar. Partinin eylemli Genel Başkanı İnönü’nün incelemesinden sonra Atatürk’e sunulur, metinler.

Atatürk uyumaz, sabaha dek bunları kitaplığında inceler. Bu girişime ve sakat düşüncelere çok öfkelenmiştir: “Görülüyor ki, der Genel Sekreter’ine, varmak istediğimiz hedef, henüz en yakın –İnönü’yü amaçlamaktadır- arkadaşlar tarafından bile zerrece anlaşılmış değildir.” Bu hedefi de şöyle açıklar, Atatürk: “Biz öyle bir idare, öyle bir rejim istiyoruz ki, bu ülkede padişahlığa yandaş olanlar bile bir parti kurabilsinler.” (Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, YKY, İstanbul, 2004, s. 61-62). Dikkat edilsin, lütfen. Atatürk, demokraside hiçbir yasak, sınır tanımamakta, bütün dogmaları reddetmektedir. Çocuğu gibi elinde büyüttüğü, üzerine titrediği “Cumhuriyet” karşıtı görüşlere de özgürlük istemektedir. Çünkü Atatürk, dönemindeki bütün baskıcı, buyurgan tümelci rejimlere karşıdır. Nitekim demokrasiye geçmeyi denemiş, başaramamıştır. “Kalfalar, çıraklar yetersizdirler”. Ancak Usta, demokrasi amacından asla vazgeçmemiş, bunun gerçekleştirilmesini gelecek kuşaklara bıraktığını sürekli söylemiştir. Mirasçıları Atatürk’e hesap vermek zorundadırlar. Bu da Yasa’nın doğru uygulanmasıyla başlar.

Atatürk ve Fethi Okyar

33


Av. Funda ERDEM TDV Mütevelli Heyet Üyesi

T

üm üye veya vatandaşların, organizasyon veya devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimi olarak tanımlanan demokrasi, diğer yönetim şekillerinin arasından sıyrılarak günümüzde en yaygın olarak kullanılan devlet sistemi haline gelmiştir.

34

Türk siyasi tarihi açısından durum ele alınacak olursa; Osmanlı Devleti döneminde başlayan çok partili siyasî hayat, 19081913 döneminde çok partili; 1913-1918 arasında tek partili bir durum almıştır. 1918 yılı şartlarında ise çok partili siyasî hayat yeniden başlamıştır. Anadolu’da başlayan siyasî hareketlenme İstanbul’a karşı üstünlük sağlayarak, 1923’ten sonra yeni bir döneme girmiştir. Anadolu ve Rumeli Müdafa-i

Hukuk Cemiyeti, Halk Fırkası’na dönüştükten sonra, 1924 Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve 1930 Serbest Cumhuriyet Fırkası muhalefet süreçleri çok kısa yaşanmıştır. İnkılâp aşaması ve II. Dünya Savaşı sebebiyle çok partili siyasî hayat tam olarak tesis e d i l e m e m i ş t i r. Cumhuriyet Halk Fırkası, 1945 yılına kadar tek parti

Bir toplumun demokratik olup olmadığını gösteren en önemli hususlardan biri ise çok partili sistemdir. Çünkü sadece çok partili siyasi sistemlerde dinsel, etnik veya sınıfsal düşünceleri temsil ettiğini düşünen partiler bulunur ve bu sayede düşünceler daha doğrudan temsil edilir. Ayrıca toplumdaki birçok düşünce gurubu mecliste temsil şansı bulabileceği için çok partili sistem demokratik toplumlar için olmazsa olmazdır.

olarak kalmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası, ülke içinde ve dışında oluşan gelişmeler, çok partili hayata geçişi mecbur kılmıştır. Çok partili hayat denemelerinin yaşandığı bu süreçte pek çok hukukçu ve siyaset adamı Türk Hukuk ve Siyaset Tarihi’ne damgasını vurmuştur. Bunlardan biri de Atatürk Türkiye’sinde üniversite ıslahatının öncülüğünü yapmış seçkin bir hukukçu olan Ord. Prof. Dr. Ali Fuad BAŞGİL’dir. 1893 yılında Samsun’un Çarşamba ilçesinde doğan Başgil, ilköğrenimini Çarşamba’da, orta öğreniminin bir kısmını İstanbul’da yapmıştır. 21 yaşında (1914 yılında) tahsilini yarım bırakarak yedek subay olarak askerlik görevine başlayan Ali Fuat Başgil, dört yıl Kafkas cephesinde savaşmıştır. 1921 yılında Paris’e giderek, yarım kalan tahsilini Buffone Lisesi’nde tamamlamış, yüksek öğrenimine ise Grenoble Hukuk Fakültesi’nde devam etmiştir. Paris Hukuk Fakültesi’ni, “Boğazlar Meselesi” hakkındaki

panoramio

HAYATI BOYUNCA ÇOK YÖNLÜ KİŞİLİĞİ VE ENGİN BİLGİSİYLE TOPLUMU AYDINLATMAYA ÇALIŞMIŞ ANAYASA HOCASI VE HUKUK ADAMI: ORD. PROF. DR. ALİ FUAT BAŞGİL

Paris Hukuk Fakültesi

35


doktorasıyla, başarıyla tamamlamıştır. Paris Edebiyat Fakültesi’nin Felsefe Bölümü’nden ve Paris Siyasi İlimler Mektebi’nden de diploma alan Başgil, ayrıca Lahey Devletler Hukuku Akademisi’nin kurslarına devam ederek şahadetname almıştır. Başgil, böylece üç fakülte ve bir yüksek okuldan diploma sahibi, Hukuk Doktoru ve Batı kültürünü hakkıyla özümsemiş bir aydın olarak, 1929 sonlarında yurda dönmüştür. Rönesans ve reform hareketlerinin, merkezi olan Fransa’da yetişmiş olmak, Başgil’in fikir yapısını önemli derecede etkilemiştir. Hürriyet, eşitlik, milliyetçilik, demokrasi ve laiklik gibi kavramların Fransa’da gelişip şekillenmesi, Başgil’in bu konulardaki fikirlerinin oluşmasında ve batı kültürüne yakınlaşmasında önemli rol oynamıştır. Çağdaşları, köklü bir medeniyeti tamamen reddederken, Başgil, bu medeniyeti, gelişmenin kaynağı olarak kabul etmiştir. 1930 yılında Ankara Hukuk Fakültesi’nde

doçent olarak akademik hayatına başlayan ve ilerleyen süreçte İstanbul Hukuk Fakültesi ile Mülkiye Mektebi de dâhil Esasiye Hukuku Profesörlüğü ve dekanlık görevlerinde bulunan Ali Fuat Başgil, 1939 yılında ordinaryüs profesör unvanını almıştır. “Darbe” söylentilerinin ayyuka çıktığı 1955 yılında, böyle bir ortamda siyasi tansiyonun düşmesi için, hükümetin hemen istifa etmesi gerektiğini dile getirerek yanlışı yanlışla düzeltmenin doğru olmadığını savunmuş ve öğrencileri başta olmak üzere her

Türkiye’de milli kültürün gelişimine ve özgürlük anlayışının yayılmasına önemli katkı sağlayan ve yurt dışında da ülkemizi başarıyla temsil eden Ali Fuat Başgil, Hatay’ın Türkiye topraklarına katılması için, 1937 yılında Cenevre’de toplanan Milletler Cemiyeti Komisyonu’nda, Türk heyetinin Hukuk Müşavirliği’ni yapmıştır.

Başgil’in en önemli özelliklerinden biri de sahip olduğu fikri namus haysiyetidir. Her daim söylediği sözlerin arkasında durmuş, hayatı boyunca çizgisini korumuş, çelişkili bir hayat tarzından uzak kalmıştır. Darbe döneminde bile yazılarına devam etmiş hatta ‘Kurucu Meclis’ aleyhindeki bir yazısından dolayı, 1961 yılının Ocak ayı başlarında tutuklanmıştır. “Bilmediklerim, bildiklerimin yanında, denizde katre mesabesindedir” diyecek kadar, alçak gönüllü bir insandır.

fırsatta topluma doğru düşünmeyi öğretmeyi amaçlamıştır. Ülkenin demokratikleşme sürecinde yaşadığı 1960 askeri darbesine şiddetle karşı çıkan ve bu durumun ülkeyi en az 50 sene geriye götürdüğüne inanan Ali Fuat Başgil’in ne ilginçtir ki o yıllarda sarf ettiği “… Memleket azgın dalgalarda sürüklenen kırık bir tekne gibidir. Su almakta ve limon kabuğu gibi sallanmaktadır. İstikrarsız bir ortamda sisler içinde kalmıştır yurdumuz…” şeklindeki sözleri bugünün hala en önemli konuları arasındadır.

Her daim ülkesine hizmet etme gayesi ile yaşamış olan Ali Fuat Başgil, doğru bildiğini savunmaktan hiçbir zaman çekinmemiş, hukuki ve siyasi tüm meselelerin ilmin ışığında çözülebileceğine inanmıştır. Milletini çok seven; milletinin yükselmesini, refah ve mutluluğa erişmesini, demokratik esaslar çerçevesinde gelişmesini arzulayan, Doğu ve Batı kültürünü hakkıyla birleştiren, engin bir bilim adamıdır. Geniş bilgi birikimi ve engin kültürü, kendisini halktan koparmamış, tam aksine, onlarla güçlü bir iletişim kurmasını sağlamıştır. 36

Ebulula Mardin, Ali Fuat Başgil hukukçular gecesinde 1939 yılı.

Bulunduğu yerin hakkını vermeye çalışmış, daima haktan ve halktan yana olmuştur. 15 Ekim 1961’de Adalet Partisi Samsun listesinden bağımsız aday olarak Cumhuriyet Senatosu üyesi seçilen ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasından sonra Cumhurbaşkanlığı’na adaylığını koyan Ali Fuat Başgil, o zamanki şartların gereği olarak adaylıktan çekilmek zorunda kalmıştır. Bunun akabinde Cumhuriyet Senatosu üyeliğinden de istifa eden Başgil, yurt dışına giderek Cenevre Üniversitesi’nde Türk Tarihi ve Türk Dili Kürsüleri’nde başkan olarak görev yapmış ve 1965 yılında, yaş haddinden emekliye ayrılarak Türkiye’ye gelmiştir. Daha ilk gençlik yıllarında, öğrenim hayatını yarıda kesip kendini savaşın içinde bulan Ali Fuat Başgil’in yaşadığı dönem, Türk toplumunun buhranlı, askeri darbelerle 37


adamlarının, genellikle sıkıntılı dönemlerde ve kriz ortamlarında ortaya çıktığı dikkate alınırsa; Ali Fuat Başgil’in, ülkemizin, ilim ve düşünce alanında, yetişmiş örnek şahsiyetler içinde sayılması yanlış olmayacaktır.

Nadir Topsen ( T.M. Ofisi ) Personeli Sendikası Başkanlığı Yönetim Kurulu Adına Hilmi Özdoğan ve Fethi Alaçam’ın imzalarıyla dönemin İstanbul Milletvekili Ali Fuat Başgil’e “... her yönü ile memleketimizin yararına olacak böyle adil bir kanunun çıkması hususunda sendikamızın binlerce üyesi adına yaptığımız bu hakli talebi, tasarının tadili ve çeşitli safhalarında savunacağınızdan emin olarak derin saygılarımızı sunarız” Tevfik Fikret Resimli, 10 Kuruş Ederindeki Pulu Ve Ankara-10.12.1966 Tarihli Damgasıyla

gölgelenmiş bir dönemine rastlar. Toplum hayatında beliren sarsıntılar, toplumsal ve ekonomik krizler, Başgil’i harekete geçirir ve mücadele süreci başlar. Büyük devlet ve ilim 38

Başgil’e, yaşadığı dönemde, hak ettiği değer verilmese de Başgil, son nefesine kadar milleti için çalışmış, yeni ve orijinal fikirlerini gelecek nesillere bırakarak 17 Nisan 1967’de hayata gözlerini yummuştur.

Tam anlamıyla istikrar adamı olan Başgil, insanların her ne şartla olursa olsun, hür olması taraftarıdır. Demokrasiyi, en ideal rejim olarak görmüş, demokrasi ve hürriyetin konjonktüre göre yorumlanan elastiki kavramlar olmadığını ifade ederek bu kavramları, hukuk devleti temeline oturtmak suretiyle sağlam bir zemine inşa edilmesi için büyük gayret göstermiştir. Başgil, tek ses ve tek parti anlayışına karşı çıkmış, her zaman çoğulculuk fikrini savunmuştur. İnsan hak ve özgürlükleri açısından büyük gayret göstermiş, 1924 Anayasası’nda bu sebeple değişiklik önermiştir. Başgil, dil hususunda çok hassas davranmış, Türkçeleştirme çalışmaları sırasında, Türkçe’yi bozma niyetlerine karşı çıkmıştır. ‘Hükümet’, ‘Adalet’, ‘Demokrasi ve Müsavat’, ‘Sosyal Adalet’, ‘Hürriyet’, ‘Hürriyet, Müsavat, Hükümet ve Fert’, ‘Devlet’, ‘Meclis’, ‘İnsan Hakları’, ‘Din ve Laiklik’, ‘Din Hürriyeti ve Hududu’, ‘Türkiye’de Din-Devlet İlişkileri’, Diyanet’in Muhtariyeti Meselesi’, ‘Türkiye’de Laikliğin Anlaşılamamasının Sebepleri’, ‘Millet ve Milliyetçilik’ vs. gibi bugün dahi içeriği tam olarak bilinemeyen konularda ciddi çalışmalar yapmıştır. Başgil milletini seven, bu uğurda her türlü fedakârlığı gösteren bir kişiliğe sahiptir. İnsan egosunu dizginleyen, manevi görüşleriyle de topluma yol göstermiştir. Eğitim hususunda gençlerle ilgilenmiş, bu konuda eşsiz tavsiyelerde bulunmuştur. Doğru bildiklerini söylemekten çekinmeyen 39


İSTANBUL’UN TACI, GALATA KULESİ

D

ünyada bir İstanbul, İstanbul’da bir Beyoğlu, Beyoğlu’nda bir kule… Uzaktan öyle yorgun ve yaşlıca göründüğüne bakmayın siz; tarihin, İstanbul’un omzuna yüklemiş olduğu ağır sorumluluğu taşıyor sırtında yüzyıllardır.

G

alata’nın gökyüzünü perdeleyen bakımsız apartmanlarının yer aldığı iç içe girmiş, birbirini enine ve dikine kesen eski sokakların arasında gezerken onu yakından görürseniz hiç şaşırmayın! Bütün ihtişamıyla karşınızda keşfedilmeyi bekleyen, mıknatıs gibi insanı kendine çeken gizemli ve etkileyici bir görünüşü; etrafına mağrur mağrur bakışı ve başından geçen talihsizliklere rağmen ‘ben hâlâ ayaktayım’ diyen asil bir duruşu vardır onun. Yüzyıllardır fotoğrafçıların, ressamların, seyyahların/gezginlerin uğrak yeri olmuştur Galata Kulesi. Dibinde adeta randevulaşmışçasına birleşen cadde ve sokakların içinden kulenin eşsiz perspektifini izlemek kadar, tepesine çıkıldığında bizi karşılayan eski İstanbul’un ve Boğaziçi’nin panoramik manzarasını seyretmek de ulaşılması zor bir keyif veriyor insana: Denizin gökyüzü ile kesiştiği noktada Adalar’ın silueti, Saray Burnu, Aya Sofya, eski İstanbul’un yedi tepesine dizilmiş tarihi camileri, Pier Loti’nin mekânı, balıkçı motorları ve yolcu vapurları, Haliç’in üzerinde uçuşan martıları, muhteşem Boğaziçi’nin mavi sularında arkasında iz bırakarak yol alan gemileri; İstanbul’un modern yüzünün yansıması olan gökdelenleri... Üç yüz altmış derece kuş bakışı İstanbul’u görme imkânı… Zaman alıp götürür içimizden bize dair ne varsa. Zamana ve mekâna karşı bir yarış, bir direnmedir hayata anlam katan. Çeşitli dönemlerde farklı işlevler görmüştür Galata Kulesi. Bir dönem, kendisini bile korumaktan aciz, yangın gözetleme kulesi olarak hizmet görmüş, alevler, dumanlar başından hiç eksik olmamıştır. Savaş esirleri barınağı, levazım ambarı, kârantina derken 20.

40

yüzyılın başlarında saatleri ayarlama kulesi olarak kullanılmıştır. Geçirdiği onca tadilat ve değişiklikler onu zaman denen canavarın dişleri arasında ezilmekten kurtarmış ve onun günümüze sağ salim ulaşmasını sağlamıştır. Galata Kulesi’nin bugünkü hâli pür melâline geçmeden önce, kulenin puslu merdivenlerini tırmanarak kısa bir tarihi yolculuğa çıkmaya ne dersiniz? Kule, 1348 yılında, Bizans’ın en buhranlı döneminde, Cenevizliler tarafından savunma amaçlı inşa edilmiştir. Yapımında her yaştan Cenevizlinin kadınlı erkekli, geceli gündüzlü çalıştığı kule, zeminden 60, denizden 140 metre yükseklikte olup ilk 7 katın duvar kalınlığı 3,75, çapı ise 8 metredir. Yapılan statik hesaplamalara göre ağırlığı yaklaşık 10 bin ton olan kulenin kalın gövdesi

41


işlenmemiş moloz taşındandır. O zamanlar İsa Kulesi olarak bilinen Galata Kulesi’nin etrafına derin hendekler kazılmıştır. Zamanla kulenin etrafında yapılan imar faaliyetleri sırasında doldurulmuştur. Günümüzde kulenin etrafındaki sokak ve cadde isimlerinin Büyük ve Küçük Hendek olması buradan gelmektedir. İlk zamanlar zindan ve gemi ambarı olarak kullanılır. İstanbul’un fethi sırasında tarafsız kalan Cenevizliler’e

42

Fatih, görece bazı haklar tanımış; öte yandan Galata’nın Türkleşmesine girişmiştir ve geleneklere uyarak Kule’nin üst kısmını 1,5 metre kadar yıktırmıştır. 15. yüzyılın ortalarında Kule, kentin Türk yapımı diğer kuleleri gibi sivri, konik külahlı bir Osmanlı kulesidir artık. Tersanede çalıştırılan savaş esiri Hristiyanlara barınak, araç ve gereç deposu olmuştur. 1509 yılında İstanbul’da büyük bir deprem olur. “Kıyamet Sugra” (küçük kıyamet) adı ile bilinen bu depremde, Galata Kulesi ve Galata Surları büyük zarar

görmüştür. Galata Kulesi’ne eskiler Galata Yangın Kulesi derlermiş. Lale devrinde ilk resmi itfaiye birliğinin kurulmasıyla kule yangın gözetleme yeri olarak kullanılmış; ancak ne yazık ki yangınlardan en çok nasibini alan binalardan biri olmuştur. 17. yüzyılda İstanbul’u kasıp kavuran yangınlardan herkes haberdar olsun diye kulenin tepesine büyük bir kös yerleştirilirmiş. Yangını gözetleyelim derken yüzyılın sonunda Kule’nin kendisi de yanmıştır. III. Selim döneminde taş duvar üzerine ahşap iki oda ve kurşun kaplı bir çatıdan oluşan bir bölüm eklenir kuleye, ciddi bir yangın sonrası bu ahşap bölmeler de tamamen yanmıştır ve dört tarafa çıkıntılı dörtlü köşk bölümleri yapılmıştır. Buraya bir de sofa eklenerek Fransız yazarlarının da ziyaret ettikleri kahvehane haline getirilmiştir; fakat 1831’de çıkan yangın sonucu bu kısımlar da yanınca üst kısım tamamıyla değiştirilerek bugünkü görünümü kazandırılmıştır. II. Mahmut (1808–1889) dönemi onarımında üst katına, İstanbul’u panoramik görme imkânı sağlayan bir gezinti yeri eklenince, kule turistik bir mekâna dönüşür. Kulenin tepesine kös yerine, bayrak ve fener asılmaya başlanır. Yangın olduğu anlaşılınca önce top atışı yapılır, sonra yangın semtini öğrenmek için İstanbul halkı ‘köşklüleri” beklermiş; ancak bu top atışları yüzünden halk düşman geliyor zannettiğinden II. Abdülhamit tarafından kaldırılmıştır. 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde kulenin işlevlerine bir yenisi daha eklenmiştir: Saatleri ayarlama… Tepesinde bulunan vakit küresi yerel saatin 12:00 olduğunu gösterir siyah topu, bayrak direğinden indirip öğle vaktinin geldiğini bildirirmiş. O vakit bütün gözler kulenin tepesine çevrilir, şehirde hayat iki dakikalığına dururmuş.

dönemin hükümetinin izni ile halka önceden ilan edilerek gerçekleştirilir. O gün bütün İstanbul halkı dışarı koşarak seyre dalmış, padişah Topkapı Sarayı’nın sahil köşkünden bu uçuşu seyretmiştir. Hezarfen Ahmet Çelebi iki yanına taktığı tahta kanatlarla Galata Kulesi’nin tepesinden kendisini boşluğa bırakmıştır. Sultan Murat, kendisine korkulacak adam nazariyle baktığından bir kese altın hediye ederek Hezarfen Ahmet Çelebi’yi Cezayir eyaletine sürgün etmiştir. Bu uçuş Avrupa’da ilgiyle karşılanmış, İngiltere’de bu uçuşu gösteren gravürler yapılmıştır.

1874–1831 yangınlarının ardından günümüze gelene kadar çeşitli onarımlardan geçmiş olan yapının 3. katına kadar olan bölümü Ceneviz yapısı, yukarısı ise Osmanlı dönemi onarımıdır. Kulenin etrafı 19. yüzyılda başlayan imar faaliyetleri sırasında özgün görünümünü tamamen kaybetmiştir. Galata Kulesi 1968 yılında, duvarları aynen muhafaza edilerek büyük bir tadilattan geçirilerek turistik hizmete açılır, tepesine de yeni bir külah yapılır. 1999 depremi sonrası kapsamlı bir restorasyon geçiren yapının, bugün yedinci katına kadar asansör, son iki katı için merdiven kullanılarak çıkılmaktadır. 9. katın balkonundan İstanbul’un eşsiz manzarasını izlemek mümkündür. Kule, sabah 09:00’dan akşam 19:00’a kadar gezi için açık olup, 9. katı gündüzleri kafeterya ve lokanta olarak hizmet vermektedir. İlk uçan Türk Sultan Murat (1623–1640) zamanında Hezarfen Ahmet Çelebi’nin Galata Kulesi’nden Üsküdar’a 2 km uçması ona tarihte ilk uçan insan unvanını kazandırmıştır. Uçuş,

Kimi tarihçilere göre bu olay bir efsaneden ibarettir. Gerekçe ise, değil o dönemde, günümüzde bile teknik olarak böyle bir uçuşun gerçekleşmesi olanaksızdır. Uçuş gerçekleşmişse bile bu Üsküdar’a kadar değil, Kule’nin dibinde, daha yakın bir yere olabileceği yönünde. Hezarfen Ahmet Çelebi’nin ilk uçan kişi, ya da ‘İlk uçan Türk’ olarak söz edilmesine yol açan ‘uçuş olayı’ ile ilgili tek bilgi Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde yer alır. Bu olayın varlığına işaret eden tarihi herhangi bir başka kayıt yoktur. Var olanlar ise kaynak olarak Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’ni göstermektedir. İstanbul’un tacı gibidir O. Galata’sız İstanbul, kendinden, güzelliğinden çok şey kaybedecektir. Yüzyıllardır güneş, her yeni bir güne doğup sabaha merhaba dediğinde eski Pera’nın bıçkın delikanlısı Galata Kulesi ile Osmanlı hanımefendisi Kız Kulesi’nin uzaktan gizliden gizliye icra edilen flörtüne şahit olur.

43


MİLLİ GÜVENLİK KONSEYİ YÖNETİMİNİN OTORİTER MİRASININ TASFİYESİ VE DEMOKRASİNİN İNŞASI İÇİN YENİ BİR ANAYASA

yetkisi, Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Kenan Evren’e sunulmuştur. Böylece Anayasa, halkın temsilcilerinden oluşmayan bir organ tarafından, demokratik olmayan yöntemlerle hazırlanarak, serbest olmayan bir ortamda halk oyuna sunulmak sureti ile %8,63 hayır oyuna karşılık, %91,37 evet oyu ile kabul edilmiştir. Şüphesiz, evet oylarının oranı, Anayasa’nın temelinde güçlü bir oydaşmanın varlığından değil, Anayasa’nın hazırlanması ve kabulü sürecinde plebisitçi yöntemlerin mevcut olmasından kaynaklanmaktadır.2

Doç. Dr. Serap YAZICI İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi

T

ürkiye uzun bir süreden beri, insan hakları ve demokrasinin evrensel standartlarına uygun yeni bir anayasanın hazırlanması gerektiği tartışmalarıyla karşı karşıyadır. Aslında bu tartışmalar, 1982 Anayasası’nın yürürlüğe girdiği günlerden başlayarak günümüze kadar uzanmıştır. Yeni bir anayasanın hazırlanması gerektiği yönündeki düşünceler birbiri ile bağlantılı iki nedene dayandırılmaktadır. Bunlardan ilki, yürürlükte bulunan Anayasa’nın yapımı sürecine demokratik yöntemlerin hâkim olmaması, ikincisi ise hazırlanma sürecinde izlenen otoriter yöntemin, Anayasa’nın içeriğine de yansımış olmasıdır. 1982 Anayasası, 12 Eylül yönetiminin olağanüstü şartlarında, askeri liderlerin iradesi doğrultusunda hazırlanmıştır. Bu Anayasa’yı hazırlayan organ, demokratik bir anayasanın yapımının gerektirdiği gibi halkın gerçek temsilcilerinden oluşmamaktadır. Anayasa’yı hazırlayan Kurucu Meclis, iki meclisten müteşekkildir. Bu meclislerden

44

biri, Türk Silahlı Kuvvetleri adına 12 Eylül müdahalesini gerçekleştiren Milli Güvenlik Konseyi üyelerinden, yani Genelkurmay Başkanı ile dört Kuvvet Komutanından oluşmaktadır. Danışma Meclisi olarak adlandırılan diğer Meclis ise, tümü Milli Güvenlik Konseyi tarafından atanan 160 üyeden oluşmaktadır. Konsey, bu üyelerin 40’ını doğrudan doğruya, 120’sini ise dolaylı olarak atamıştır. Bu nedenle Anayasa’yı hazırlayan Kurucu Meclisin teşekkülünde halkın iradesi asgari düzeyde dahi rol oynamamıştır. Öte yandan Kurucu Meclis Hakkında Kanun, Danışma Meclisine, yeni Anayasa taslağını hazırlamak şeklinde istişari bir yetki sunmuş, bu taslağa nihai biçimini verme yetkisini ise, Milli Güvenlik Konseyine tanımıştır. Böylece 1982 Anayasası, Türk Silahlı Kuvvetlerinin iradesi doğrultusunda son şeklini almıştır. Bundan başka, Anayasa’nın hazırlanma sürecinde tüm sivil ve siyasal haklar, Konsey yönetiminin çeşitli kararlarıyla askıya alındığından, bu süreç halkın

Kenan Evren

katılımına açık olarak cereyan etmemiştir. Üstelik Konsey yönetimi, Anayasa’nın yapımı sürecinde siyasi partilerin asgari düzeyde dahi etkisinin olmasını engellemeyi hedeflediğinden, evvelce faaliyetleri askıya alınan siyasi partiler, Anayasa’nın yapımı süreci başlamadan 2533 sayılı Kanunla, MGK tarafından feshedilmiştir. Siyasi partilerin fesih kararının, Anayasa’nın yapımı sürecini, partilerin etkisinden uzak kılmak amacından kaynaklandığı bizzat Kenan Evren tarafından anılarında dile getirilmiştir.1 Nihayet Anayasa’nın halk oylamasına sunulması aşamasında da, seçmen iradesinin serbestçe şekillenmesi tümüyle engellenmiştir. Konsey yönetimi, yayınladığı 70 ve 71 sayılı kararlarla Anayasa taslağı üzerinde yapılacak her tür düşünce açıklamasını yasaklayarak, ancak Anayasa’ya yönelik olumlu nitelik taşıyan düşünce açıklamalarına olanak tanımıştır. Üstelik yeni Anayasa’yı halka tanıtma

Anayasa genel olarak incelendiğinde, bu belgenin bireyin varlığını ve özgürlüklerini, devletin üstün otoritesi karşısında korumak yerine, devleti, bireyler ve özgürlükler karşısında korumaya odaklanan bir zihniyetle hazırlandığı görülmektedir. Anayasa’nın devlet odaklı bu tutumu, aslında metnin tümünde gözlemlenmektedir. Böyle olmakla beraber, Anayasa’nın Başlangıcı, devletin temel amaç ve görevlerini düzenleyen 5. maddesi, Anayasa koyucunun asıl amacının, devletin üstün otoritesini korumak ve güçlendirmek olduğunu daha da somutlaştırmaktadır.

1 Kenan Evren, Kenan Evren’in Anıları, Cilt 2, Milliyet Yayınları, İstanbul, Ocak 1991, s.411-416. 2 Ayrıntılar için bkz., Serap Yazıcı, Yeni Bir Anayasa Hazırlığı ve Türkiye: Seçkincilikten Toplum Sözleşmesine, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2009, s. 22-32.

45


Milli Güvenlik Konseyi

1982 Anayasası’nın Başlangıç bölümü devlet otoritesini, bu otoritenin kaynağında yer alan resmi ideolojiyi yücelten ifadelere yer vermektedir. Bu bölümde, insan haklarının ve demokrasinin evrensel değerlerine referans veren ifadelere rastlanmamaktadır. Üstelik Anayasa, 176. maddesi ile Başlangıcın Anayasa metnine dâhil olduğu hükmüne yer vermektedir. Bu hüküm, uygulamada Başlangıçta yer alan ve esas itibarıyla normatif nitelik taşımayan otoriter ifadelerin, Anayasa Mahkemesi kararlarına gerekçe teşkil etmesine yol açmıştır. Gerçekten Anayasa Mahkemesi, gerek kanunların anayasaya uygunluğunu denetlediği davalarda, gerekse siyasi partilerin kapatılması istemiyle açılan davalarda, Başlangıcın bu ifadelerine pek çok kez referans vermiştir. Böylece Anayasa’nın Başlangıç bölümü, özgürlüklerin sınırlanmasında etkili bir faktör haline gelmiştir. Oysa, demokratik anayasaların başlangıç bölümleri incelendiğinde, bu bölümde insan haklarının ve demokrasi değerlerinin önemini vurgulayan ifadelere yer verildiği görülmektedir.

46

Anılan maddeye göre, devletin temel amaç ve görevi, devletin varlığı ve bağımsızlığı ile ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunmasıdır. Oysa, bu görevler, anayasada açıkça zikredilmeseler dahi devlet olmanın icapları arasın-da yer almaktadır. Bu nedenle, demokratik anayasalar, benzer nitelikteki hükümlerinde, devletin temel amaç ve görevleri arasında insan onurunun, insan haklarının, hukuk devleti mekanizmalarının ve temsili demokrasinin korunması gibi kavramlara yer vermektedir. Zaten anayasa yapmanın amacı da, doğası gereği üstün bir otoriteye sahip olan devlet yetkilerini sınırlamak, bu yetkiler karşısında özgürlükleri korumaktır. Bu yönüyle 1982 Anayasası, anayasacılık kavramının gereklerinin aksine bir zihniyetle hazırlanmıştır.3 Nihayet, Anayasa’nın devlet odaklı ruhunu 1982 gösteren bir başka veri Anayasası’nın ise, devletin ülkesi ve devletin temel milleti ile bölünmez amaç ve bütünlüğü kavramının, görevlerini bu Anayasa’nın orijinal düzenleyen 5. metninde, çeşitli hü- maddesi de, bu kümlerde, toplam 16 Anayasa’nın kez tekrarlanmasıdır. ne ölçüde Nitekim Milli Güvenlik devlet odaklı Konseyi Başkanı Orbir zihniyet ile general Evren de hazırlandığını 1982 yılında Anayasa gösterMahkemesinde yapmektedir. tığı bir konuşmada, Yüksek Mahkeme üyelerinden asıl beklentilerinin, kendilerine intikal eden uyuşmazlıklarda hukukilik denetimi yapmak yerine, “devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğünü, Cumhuriyetin ve milli egemenliğin üstünlüğü ve milli güvenliği” korumak olduğunu vurgulamıştır.4 Anayasa Mahkemesi ise, müdahale liderinin kendisine tevdi ettiği bu görevi sadakatle yerine getirerek, gerek kanunları iptal ederken,

3 Ayrıntılar için bkz., Yazıcı, a.g.e. 2009, s.63-82. 4 Türkiye Cumhuriyeti Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in Söylev ve Demeçleri (12 Eylül 1981-12 Eylül 1982) Başbakanlık Basımevi, Ankara, 1982, s.238.

gerekse siyasi partilerin kapatılmasına hükmederken, gerekçelerinde devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunmasına sıklıkla atıfta bulunmuştur. 1982 Anayasası’nın yapımı sürecinden kaynaklanan bir başka özelliği, bu Anayasa’nın temel hak ve hürriyetleri aşırı ölçüde sınırlaması ve hukuk devleti güvencelerinden yoksun bırakmasıdır. Anayasa genel olarak incelendiğinde, demokratik bir anayasa düzeninin gerektirdiği tüm hakları içerdiği görülmektedir. Ne var ki, Anayasa geniş bir haklar listesi yaratmak ve bunlara etkin güvenceler sunmak yerine, hakların hangi sebeplerle sınırlanabileceği, askıya alınabileceği ve durdurulabileceği konusunda etraflı düzenlemelere yer vermiştir. Ancak otoriter sistemlere özgü olan bu anlayış, temel hakların niteliği başlıklı 12. maddede ve hak ve özgürlükleri düzenleyen tüm bölümlerin başlıklarında açık olarak gözlemlenmektedir. Öte yandan Anayasa, bütün özgürlükleri, 13. maddenin orijinal metninde yer alan düzenleme ile kümülatif bir sınırlama sistemine tabi kılmıştır. Bu

5 Ayrıntılar için bkz., Yazıcı, a.g.e., 2009, s.85-128.

madde, tüm hak Anayasa, ve özgürlüklerin her şeyden sınırlanmasında başönce hak ve vurulacak sınırlama özgürlükleri nedenlerini hükme kişinin topluma, bağlamak yanında, ailesine ve her hak ve özgürlüğün, diğer kişilere aynı zamanda kenkarşı olan disini düzenleyen sorumlulukları maddedeki sebeplerle ile sınırlamıştır. de sınırlanabileceği hükmüne yer vermektedir. Öte yandan, temel hakların kötüye kullanılması yasağını öngören 14. madde, bu kavramı evrensel anlamına uygun olarak bir hak güvencesi şeklinde değil, özgürlüklerin sınırlanmasında kanun koyucuya yetki sunacak bir düzenleme şeklinde hükme bağlamaktadır. Böylece hak ve özgürlüklerin istisna, sınırlamaların ise asıl kural haline dönüştüğü otoriter bir anayasa düzeni yaratılmıştır. 2001’de yapılan değişiklikler, genel bir sınırlama maddesi olan 13. maddeyi, genel koruma maddesine dönüştürmüş, 14. maddeye de

47


özgürlüklere güvence oluşturacak bir içerik kazandırmayı hedeflemişse de, Anayasa’nın tümüne hâkim olan yasakçı ruh nedeniyle, bu hedefin ne ölçüde gerçekleşebildiği tartışmalıdır.5 Nihayet Anayasa, hak ve özgürlüklerin en önemli güvencesi olan hukuk devleti mekanizmalarını da zayıflatmıştır. Hukuk devleti ilkesi, devlet otoritesinin hukuk kuralları ile sınırlanmasını, böylece, yönetimde keyfiliğin önlenmesini ifade etmektedir. Bu tür bir sistemin kurulabilmesi için, devletin tüm organ ve makamlarının eylem ve işlemlerinde hukuka uygun hareket etme yükümlülüğünün mevcut olması gerekir. Bu yükümlülük ise, devletin tüm eylem ve işlemlerinin hukuk kurallarına uygunluk yönünden yargı denetimine tabi olmasını gerektirir.6 1982 Anayasası ise, Cumhuriyetin niteliklerini düzenleyen 2. maddesinde hukuk devleti kavramına yer verdiği halde, devletin bazı işlemleri için yargı denetimi olanağını ortadan kaldırmıştır. Örneğin, idari yargı yolunu düzenleyen 125. madde, tüm idari eylem ve işlemlerin yargı denetimine tabi olduğu hükmüne yer verdikten sonra, Cumhurbaşkanının tek başına yapacağı işlemlerle, Yüksek Askeri Şura kararlarının bu denetimin dışında

48

olduğunu düzenlemektedir. Böylece bu işlemler yönünden, hukuka uygun davranma yükümlülüğü ortadan kalkmaktadır. Benzer şekilde, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunu düzenleyen 159. madde, HSYK kararlarının yargı denetimi dışında olduğu kuralına yer vermektedir. Bundan başka, Anayasa Mahkemesinin yetkilerini düzenleyen 148. madde, olağanüstü yönetim usulleri altında kabul edilen kanun hükmünde kararnamelerin Anayasa Mahkemesince denetlenemeyeceği kuralını içermektedir. Nihayet, geçici 15. madde son fıkrasında, Milli Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilen kanunlar ve kararnameler için yargı denetimini engelleyen bir hükme yer vermektedir. Bu düzenlemelerin tümü, hukuk devleti ile çeliştiği halde, bunlardan sadece geçici 15. maddenin son fıkrası 2001’de ilga edilerek, bu işlemler için yargı yolu açılmıştır. Şu halde, Türkiye’nin, hukuk devletinin evrensel anlamına uygun bir anayasa düzenine sahip olmadığı açıktır. Hukuk devletinin, devlet organlarına yüklediği hukuka uygun davranma yükümlülüğünün yerine getirilmesi için tüm kamu işlemleri üzerinde yargı denetimine olanak tanınması da yeterli değildir. Bu denetimi yapacak organların, bağımsız

6 Hukuk devleti konusunda ayrıntılı bir çalışma için bkz., Serap Yazıcı, “Avrupa Birliği Süreci: Ulus Devletten Ulusüstü Devlete Geçişte Hukuk Devletinin Değişen İçeriği”, Demokratikleşme Sürecinde Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2009, s.291-342.

olmaları da garanti edilmelidir. Yargı bağımsızlığı, yargı faaliyetinin tarafsızlığı ilkesini gerçekleştiren en önemli araçtır. Yargının bağımsız ve tarafsız hareket edebilmesinin ön şartlarından biri ise, yargı mensuplarının mesleki güvencelerinin anayasa ile garanti edilmesidir. Bu güvencelerden biri, yargı mensuplarının kendileri talep etmedikçe, anayasada öngörülen yaşı doldurmadan önce, emekliye sevk edilememeleridir. Nitekim, Anayasa’mız 139 ve 140. maddelerinde yargı mensuplarının 65 yaşı doldurmadan önce, kendileri talep etmedikçe, emekliye sevk edilemeyecekleri hükmüne yer vermektedir. Yargı mensuplarının bir başka mesleki güvencesi ise, hakim ve savcıların özlük hakları konusunda karar verme yetkisinin özerk kurullara ait olmasıdır. Anayasa’mız, bu yetkiyi 159. maddesiyle HSYK’ya tanımıştır. HSYK benzeri kuruluşların yargı bağımsızlığını güvence altına alacak bir biçimde işleyebilmesi için belirli yapısal özelliklere sahip olması gerekir. Uluslararası belgeler 7 ve demokratik dünyadaki örnekler dikkate alındığında, bu tür kurullarda karma bir yapının hakim olması gerektiği anlaşılmaktadır. Karma model, sözü geçen kurulların bir kısım üyelerinin yargıçlık mesleğinden gelmelerini, bir kısım üyelerinin ise, yargıç olmayan, hukuk alanında profesyonelleşmiş kişiler arasından seçilmelerini gerektirmektedir. Öte yandan, kurulun üye sayısının yargının tümünü temsil edecek bir oranda olması da gerekmektedir. Bu raporlara göre, kurulun yargıç üyeleri, yargı mekanizmasının her basamağında yer alan hakimler arasından, kendi eşitleri tarafından seçilmeli ve bu üyelere, kurulda çoğunluk tanınmalıdır. Yargıç olmayan üyeleri seçme yetkisi ise, parlamentoya sunulmalı, parlamento bu yetkisini, nitelikli çoğunluk oyu ile kullanmalıdır. Bundan başka, kurulun tüm kararları itiraza ve yargı

denetimine konu olmalıdır. HSYK ise, bu standartların hiçbirini karşılamamaktadır. 159. maddeye göre, HSYK, Adalet Bakanı ve Müsteşarı ile Yargıtay ve Danıştay’ın kendi üyeleri içinden gösterecekleri adaylar arasından, Cumhurbaşkanınca seçilen 5 asıl ve 5 yedek üyeden oluşmaktadır. Her şeyden önce Kurulun üye sayısı, Türkiye’nin yargı mekanizmasının tümümün temsiline olanak tanımamaktadır. Öte yandan, Kurulun yargıç üyeleri, yargının

tüm kademelerini değil, ancak yüksek yargının bir kısmını oluşturan Yargıtay ve Danıştay’ı temsil etmektedir. Bundan başka, yargıç üyeler, kendi eşitlerince sadece aday gösterilmekte, bu adaylar üzerinde seçme yetkisini Cumhurbaşkanı kullanmaktadır. Bundan daha da önemlisi, Kurulda yargıçlık mesleğinden gelmeyen, parlamento tarafından seçilen üyeler yer almamaktadır. Bu ise, HSYK’yı demokratik meşruiyetten ve hesap verirlikten yoksun bırakmaktadır. Nihayet, HSYK kararlarının yargı denetimine tabi olmaması, Kurul kararlarında keyfiliği teşvik eden bir başka faktördür. Görüldüğü gibi HSYK, bu yapısal özellikleriyle, yargının bağımsız ve tarafsız

7 Consultative Council of European Judges (CCJE), Opinion no.10, 23 November 2007; European Commission For Democracy Through Law (Venice Commission), Judicial Appointments, 16-17 March 2007.

49


işleyişine güvence oluşturamamaktadır. Son yıllarda, Kurul kararlarının kamuoyunda sık sık tartışılır hale gelmesi şaşırtıcı değildir. Türkiye’de hukuk devleti güvencelerini zayıflatan bir başka faktör de, anayasa yargısı alanında karşımıza çıkmaktadır. Anayasa yargısı aslında, hukuk devletinin en önemli güvencesini oluşturmaktadır. Çünkü anayasaya uygunluk denetimi, bir devletin temel normu niteliği taşıyan anayasaya uygun davranılmasının en güçlü teminatıdır. Ancak Anayasa Mahkemesi’nin bu fonksiyonu icra edebilmesi, Mahkeme’nin yapısı ve üye kompozisyonuyla yakından ilişkilidir. Anayasa yargısını kabul eden demokratik örnekler incelendiğinde, Anayasa Mahkemesine üye seçme yetkisinin tümüyle veya büyük ölçüde parlamentolara tanındığı, böylece bir tür negatif yasama fonksiyonu icra eden bu organın, demokratik bir meşruiyete sahip kılındığı görülmektedir. Örneğin Alman Anayasa Mahkemesi’nin toplam 16 üyesinin tümü, parlamento tarafından seçilmektedir. İtalyan Anayasa Mahkemesi’nin toplam 15 üyesinden, 5’i Parlamento, 5’i Devlet Başkanı, 3’ü Temyiz Mahkemesi, 1’i Danıştay, 1’i Sayıştay tarafından seçilmektedir. Başkanlık sistemini benimseyen ABD’de Yüksek Mahkemenin tüm üyeleri, Başkan tarafından seçilmekte, ancak bu işlem Senato’nun onayına tabi kılınmaktadır. 9 üyeden oluşan Fransız Anayasa Konseyinin 3 üyesi Cumhurbaşkanı, diğer 6 üyesi ise Meclis ve Senato Başkanları tarafından seçilmektedir. 1982 Anayasası ise, 11 asıl 4 yedek üyeden oluşan Anayasa Mahkemesi’nin tüm üyelerini seçme yetkisini Cumhurbaşkanına tanımıştır. Türk Anayasa Mahkemesi bu yapısı ile demokratik meşruiyetten yoksun olan yegane örnektir. Bu ise, Yüksek Mahkeme’nin verdiği çeşitli kararlarda hukuka uygunluğun ötesine geçmesinde, kimi kararlarında ise anayasal yetkilerini açıkça aşarak jüristokratik bir tutum izlemesinde en etkili faktörlerden biri olarak değerlendirilmektedir.

50

Türkiye’nin anayasal gelişmeleri içinde, evrensel anlamından ve fonksiyonundan

uzaklaşarak, tamamen Türkiye’ye özgü bir uygulama bulan diğer kavram ise, siyasi parti yasakları ve bu yasakların ihlalinin kapatma yaptırımına bağlanmasıdır. Alman hukukundan mülhem olan ve ilk kez 1949 tarihli Bonn Anayasası’nın 21. maddesiyle düzenlenen parti kapatma yaptırımının asıl amacı, hürriyetçi demokrasiyi korumaktır. Bu yüzden, Alman hukukunda asıl olan, siyasi parti hürriyeti, istisna olan ise, bu hürriyetin kapatma yaptırımı ile sınırlanmasıdır. Nitekim Almanya’da 1949’dan bu yana sadece iki siyasi partinin -Nasyonal Sosyalist Parti ve Komünist Parti- kapatılmış olması bu gözlemi doğrulamaktadır. Türkiye’de ise, parti kapatma yaptırımı 1961 Anayasası’ndan bu yana, siyasi parti hürriyetinin aşırı ölçüde sınırlanması sonucunu yaratacak biçimde uygulanmaktadır. Anayasa Mahkemesi kararlarıyla kapatılan partilerin sayısı dahi, bu yasağın çoğulcu demokrasiyi koruyacak biçimde değil aksine, demokratik çoğulculuğu ortadan kaldıracak biçimde uygulandığını göstermektedir. Gerçekten Türk Anayasa Mahkemesi, 6’sı 1961 Anayasası, 18’i 1982 Anayasası döneminde olmak üzere, bugüne kadar 24 partinin kapatılmasına hükmetmiştir. Ülkemizde parti kapatma mekanizmasının demokrasinin standartlarını ortadan kaldıracak biçimde işlediğini gösteren bir başka kanıt ise, bireysel başvuru hakkının tanındığı 1987’den bu yana, Anayasa Mahkemesi tarafından verilen kapatma kararlarının, -Refah Partisi hariç olmak üzereAvrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı bulunması ve bu kararlar nedeniyle Türkiye’nin tazminata mahkum edilmesidir. Nihayet, Avrupa Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu (Venedik Komisyonu)’nun 19998 ve 20099’da yayınladığı raporlar da Türkiye’deki parti yasaklarının demokratik standartlara uymadığını göstermektedir. Komisyonun 1999 tarihli raporu, parti kapatma yaptırımının ancak şiddet kullanan veya açıkça şiddet çağrısında bulunan partilere uygulanmasının meşru görülebileceği ifadelerine yer vermektedir.

Rapora göre: ‘’Siyasi partilerin yasaklanması veya zorla sona erdirilmesi, ancak şiddet kullanımının savunuculuğunu yapan veya demokratik anayasal düzeni yıkmak için şiddeti bir politik araç olarak kullanan ve böylece anayasa tarafından güvence altına alınan hakların ve özgürlüklerin altını kazıyan partilere ilişkin olarak mazur görülebilir. Bir partinin, Anayasanın barışçıl bir şekilde değiştirilmesinin savunuculuğunu yapması, bu partinin yasaklanması veya kapatılması için yeterli olmamalıdır’’. Komisyonun 2009’da yayınladığı rapor ise, sadece Türkiye’deki parti yasaklarını ve bunların uygulanışını konu almaktadır. Anılan rapora göre, Türkiye’de parti yasaklarının çokluğu ve Cumhuriyet Başsavcısının kapatma davası açılmasında tek yetkili olması, Türkiye’de demokrasinin önündeki önemli engellerden biridir. 2009 raporu, Türkiye’de parti yasaklarının, Venedik Komisyonu’nun 1999 tarihli raporuna ve AİHM kararlarına uygun olarak tekrar gözden geçirilmesi ve kapatma davasını açma yetkisinin siyasal sorumluluğu olan kurumlarla paylaşılması gerektiğini vurgulamaktadır. Kapatma davasını açma yetkisinin sadece Cumhuriyet Başsavcısına tanınması, bu yetkinin keyfi olarak

kullanılması ihtimalini yaratmaktadır. Nitekim, son günlerde Cumhuriyet Başsavcısının, AKP için yeni bir kapatma davası açma hazırlığında olduğuna ilişkin basında yer alan ifadeler10 bu sakıncanın ciddiye alınması gerektiğini göstermektedir. Bütün bu örnekler, 1982 Anayasası’nın, demokrasinin asli unsuru olan kurum ve mekanizmaları ne ölçüde kendine özgü bir modele dönüştürdüğünü göstermektedir. Bu vahim tablonun kısmi anayasa değişiklikleriyle ortadan kalkması mümkün görünmemektedir. Bu yapı, ancak demokratik ve özgürlükçü bir zihniyetle, yeni baştan hazırlanan bir anayasa ile tasfiye edilebilir. Ne var ki, Türkiye’de demokrasinin asgari standartlarına uygun bir sistemin yaratılması, sadece yeni bir anayasanın hazırlanmasıyla gerçekleşemeyecek kadar güç görünen bir hedeftir. 1982 Anayasası’nın anormal olanı normalmişçesine takdim etmesi, bu anormalliklerin devlet elitleri tarafından normal olarak algılanması ve genç kuşaklara bu biçimde aktarılması, Türkiye için tasfiyesi çok daha zor olan bir zihinsel enkaz yaratmıştır.

8 Guidelines on Prohibition and Dissolution of Political Parties and Analogous Measures, 10-11 December, 1999, CDL-INF (2000), www.venice.coe.int 9 Türkiye’de Siyasi Partilerin Yasaklanmasına İlişkin Anayasal ve Yasal Hükümlere Dair Görüş http://www.tesev.org. tr/default.asp?PG=DMK02TR11 10 Fikret Bilâ, “Başsavcı Yalçınkaya: Siyasi Partiler Hukuku Açısından İnceliyoruz”, Milliyet, 14.11.2009,

51


DEMOKRASİ VE YARGI

Av. Şahin MENGÜ CHP Manisa Milletvekili Anayasa Komisyonu Üyesi

D

emokrasinin en basit ve yalın tanımı; halkın çoğunluk tarafından yönetilmesi olarak yapılabilir. Demokrasinin bu kadar yalın ve hiç bir sınırlama getirilmeden yapılan tanımına uygun devlet yönetimleri sonucunda insanlık, Almanya ve İtalya’da çoğunluğun diktasının neden olduğu büyük acılar yaşamıştır. Bu nedenle günümüzde demokrasi; temel hak ve özgürlüklerin teminat altına alındığı, azınlığın da görüş ve düşüncelerini serbestçe ifade edebildiği ve bu yolla da bir gün çoğunluk olma hakkının önündeki bütün yolların açık olduğu, muayyen zamanlarda yapılan açık, adil ve özgür seçimlerle iktidarı ele geçiren yönetimlerin de yönetilenler gibi kendilerini hukukla bağlı saydıkları ve bunu içselleştirebildikleri rejimin adıdır. Nitekim Hint asıllı Amerikalı siyaset bilimci Fareed Zakaria Özgürlüğün Geleceği/ Yurtta ve Dünyada Liberal Demokrasi isimli eserinde demokrasiyi “…hem açık, özgür

52

ve adil seçimdir ve hem de hukukun Sadece üstünlüğü, kuvvetler seçimle ayrılığı ilkeleri ile çoğunluğa birlikte ifade, toplantı, dayanarak girişim, örgütlenme, iktidara seçme, din ve vicdan gelmek, özgürlüğü gibi temel tek başına hak ve özgürlüklerin demokrasi tanındığı ve güvence demek değildir. altına alındığı, yani siyasal iktidarların bu hakları çiğnemeyeceği, çiğneyemeyeceği, seçimi kazananın her istediğini yapamayacağı, kendi değerlerini ve doğrularını topluma dayatamayacağı, her istediği kararı alamayacağı, istediğini istediği kişilere veremeyeceği bir sistemin kurulması, çalıştırılması ve kurumsallaştırılmasıdır.” diye açıklamıştır. Yukarıda belirttiğimiz her iki tanımlamada en kritik nokta temel hak ve özgürlüklerin teminat altına alınmasındır. Hitler

Almanya’sındaki Faşist yönetim de seçimle iktidara gelmiş ‘çoğunluk desteğine’ sahipti ama demokratikti demek mümkün değildir. Yukarıda belirttiğimiz, bir demokraside olmazsa olmaz koşulları nasıl güvence altına alacağız? Anayasayla güvence altına alacağız. Nedir anayasa? Anayasa bir devletin temel yapısını, kuruluşunu, iktidarın devrini ve devlet iktidarı karşısında bireylerin özgürlüklerini düzenleyen belgedir. 1982 Anayasası’nın “Başlangıç” bölümünün üçüncü paragrafında “Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milleti’ne ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasa’da gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkmayacağı”nı belirttikten sonra da 2. maddesinde de Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olduğunu hüküm altına almıştır.

Anayasa Mahkeme’miz 29.12.1999 gün ve 33/51 sayılı Kararı’nda hukuk devletini “Anayasa’nın 2.maddesinde Cumhuriyet’in nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti; insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, YASALARIN DA ÜSTÜNDE YASA KOYUCUNUN DA BOZAMAYACAĞI temel hukuk ilkeleri ve Anayasa bulunduğu bilincinde olan ve hukuk güvenliğini sağlayan devlettir.” şeklinde tarif etmiştir. Yukarıda belirttiğimiz tanımı özetlemek gerekirse; HUKUK DEVLETİ, FAALİYETLERİNDE HUKUK KURALLARINA BAĞLI OLAN, VATANDAŞLARINA HUKUKİ GÜVENLİK SAĞLAYAN DEVLETTİR.

53


Diğer bir deyişle hukuk devleti sadece yönetilenlerce uyulacak kurallar koyan devlet olmayıp, aynı zamanda koyduğu hukuk kurallarına kendini de bağlı gören devlettir. Hukuk devletinin faaliyetleri dediğimiz zaman öncelikle Anayasa’daki sırasına göre, yasama, yürütme ve yargı organlarının faaliyetleri anlaşılır. Bu üç organında hukuka uygun davranmak mecburiyeti vardır. A) Yasama organı hukuka bağlı olmalıdır. İşin doğası gereği yasa yapma yetkisini elinde bulunduran yasama organı, istediği anda yasaları değiştirme yetkisine sahip olduğundan, o sadece Anayasa’ya ve hukukun evrensel kurallarına bağlı kalmak zorundadır. Nitekim Anayasa’mızın 11. maddesi Anayasa’nın yasama organını da bağlayacağını belirttikten sonra, 2. fıkrasında da “Kanunlar Anayasa’ya aykırı olamaz” hükmünü getirmiştir. Bu anayasal düzenlemeden sonra Yasama Organı yasa yaparken Anayasa’ya ve hukukun evrensel ilkelerine aykırı yasa yapmamak zorundadır. Eğer böyle bir davranış içinde bulursa yasa Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilir. B) Yürütme organı hukuka bağlı olmalıdır. Yürütme organı da hukuka bağlı olmak zorundadır.

54

Anayasa’nın 8. maddesi yürütme yetkisinin de Anayasa ve kanunlara uygun olarak kullanılıp yerine getirileceğine amir olduğu gibi Anayasa’nın 11. maddesine göre de Anayasa hükümleri yürütme organı ile idare makamlarını da bağlar. İşte, idarenin hukuka uygunluğunu sağlamak için Anayasa’nın ünlü “İdarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolu açıktır” hükmünü taşıyan 125. maddenin 1. fıkrası getirilmiş ve fakat aynı maddenin 2.fıkrasında Cumhurbaşkanı’nın tek başına yapacağı işlemler ile YAŞ kararları yargı denetimi dışında bırakıldığı gibi Anayasa’nın 129. maddesinin 4. fıkrası ile silahlı kuvvetler mensupları hakkındaki disiplin suçları 159. maddenin 5. fıkrası ile HSYK’nın hâkim ve savcıların özlük işleri ile ilgili olarak aldığı tüm kararlar yargı denetimi dışında tutulmuştur. C) Yargı organı da hukuka bağlı olmalıdır. Bilindiği üzere Anayasa’mızın 11. maddesi

Anayasa hükümlerinin yargı organlarını da bağlayan temel hukuk kuralları olduğuna amirdir. Diğer yandan Anayasa’nın 138. maddesine göre “hâkimler… Anayasa’ya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler” diyerek, hâkim kendi hukuk hissi ve anlayışına göre değil, Anayasa’ya, kanuna ve uluslararası genel kabul görmüş hukuk kurallarına göre karar verecektir. Yargı, demokratik ve sosyal bir hukuk devletinde, bireyin hak ve özgürlüklerinin ve toplumun temel değerlerinin koruyucusu ve teminatı olabilmesi için yargısının da hukuka bağlı olması gerekliliği Anayasa emridir.

Hukuk Devleti hukuk kurallarının belirliliği ilkesini gerektirdiğinden, yargıçlar karar verirken yerindelik açısından değil hukukilik açısından değerlendirirler. İşte yukarıda üç madde olarak belirttiğimiz üç başlık

hukuk devleti olmanın genel şartlarıdır. Bu üç genel şartı anlatırken ve yazımızın en başında belirttiğimiz Anayasa Mahkemesi Kararı incelendiğinde hukuk devleti olmanın, idarenin yargısal denetimi, yargı bağımsızlığı, devlet faaliyetlerinin belirliliği, temel hak ve özgürlüklerin teminat altına alınmış olması ve idarenin tazmin sorumluluğu gibi bazı özel şartları da vardır. İşte bütün bu saydığımız genel ve özel şartların teminat altına alınmasının olmazsa olmaz ön koşulu bağımsız yargının varlığıdır. Nedir yargı bağımsızlığı? Yargının hiçbir organ ya da makama bağlı olmadan, emir veya talimat almadan, siyasal/sosyal ekonomik güçlerin baskısı olmadan özgürce karar verebilmesi olayıdır yargı bağımsızlığı. BAĞIMSIZ YARGI Kuvvetler ayrılığı ilkesinin doğal bir sonucu olarak, parlamenter demokratik rejimlerde, mahkemelerin, aslında olması gereken şekliyle, hâkimlerin yasama ve özellikle de

55


Montesquieu

yürütme organına karşı bağımsızlıklarının korunması gerekmektedir. Mahkemelerin başka amaçlar güden hiçbir yabancı müdahale olmaksızın, hukuka bağlı bir şekilde karar verebilmeleri, yargı erkinin temsilcileri durumundaki hâkimlerin bağımsızlıklarının sağlanmasına bağlıdır. Çağdaş parlamenter sistemlerde maalesef, yürütme yasamaya egemen olmaktadır. Bu durumda oluşan BU GÜCÜ BAĞIMSIZ YARGI İLE DENETLEME-DİĞİMİZ ZAMAN Montesquieu’nun dediği gibi, “yasama kuvvetiyle yürütme kuvveti aynı kişi ya da aynı memurlar topluluğuna veri-lirse, ortada özgürlük diye bir şey kalmaz.” Sayın Tansel ÇÖLAŞAN’ın 20.11.2009 tarihli Cumhuriyet Ga-zetesi’nde çıkan yazısında belirttiği gibi “Topluma acilen, yargı siyasal-laşırsa bunun demokrasinin sonu 56

demek olduğu, böyle bir ülkede adaletin, kişi hak ve hürriyetlerinin olmayacağı, hukuksuzluğun herkesi etkileyeceği ve bir gün onun kapısını da mutlaka çalacağı ama o zaman çok geç olacağı, halkın oyu ile iktidara gelenlerin bu oya saygısızlık etmeye hakları olmadığı, halkın oyunu hiçe sayıp ülkeyi sadece kendi çıkarlarını gözeterek yönetemeyecekleri, ‘yargı reformu’ adı altında yapılmak istenenin aslında bu olduğu anlatılmalı, halk; nedir bu aldatmaca, asıl amacı ne, başına neler gelecek öğrenmeli, kendi geleceği için doğrudan tehlike oluşturan bu gidişe ‘oy’u ile dur diyebilmelidir” diyerek durumun vahametini ortaya koymuştur. Hâkimlerin, yasama, yürütme organlarına, davanın taraflarına ve çevreye karşı bağımsızlıklarının korunması gerekmektedir. A) Yasama organına karşı bağımsızlık

Yargı bağımsızlığına karşı en büyük tehdit daima yürütme organından gelmiştir. Bu hususta Anayasa’nın 138. maddesinin 1. fıkrasında; hâkimlerin görevlerinde bağımsız oldukları, Anayasa’ya kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanatlarına göre hüküm verecekleri ifade edilmiş, 4. fıkrasında ise yasama ve yürütme organları ile idarenin mahkeme kararlarına uymak zorunda oldukları, bu organların ve idarenin mahkeme kararlarını hiçbir surette değiştiremeyeceği ve bunların yerine getirilmesinin geciktirilemeyeceğinin ifade edilmesi, YETERLİ DEĞİLDİR.

Bir hâkim karar verirken tam bir bağımsızlık içinde olmalıdır. Nitekim, Anayasa’mızın 138. maddesinin 1. fıkrasında “Hakimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasa’ya kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler” dedikten sonra 3. fıkrasında ise “Görülmekte olan bir dava hakkında yasama meclisinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamaz, görüşme yapılamaz veya herhangi bir beyanda bulunulamaz” yazar. B) Yürütme organına karşı bağımsızlık

olarak görmeyeceği bir sükûn ortamında karar vermesini sağlamak gerekmektedir. Gerçek bir demokrasi için en büyük güvence yargı bağımsızlığıdır. Bu bağımsızlığı temin etmekte milli iradeyi temsil eden parlamentodur. Bugün ülkemizin de 1982 Anayasası ile yürütme lehine sınırlandırılmış olan yargı bağımsızlığını gerçek bağımsız yargıya çevirmek tüm parlamenterlerin görevidir.

Bugün yargıda yaşanan olayların temelinde yatan en önemli husus, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulundan Adalet Bakanı ve Adalet Bakanlığı müsteşarının çıkartılması, Adalet Bakanlığı teftiş kurulunun ve Personel Genel Müdürlüğünün doğrudan HSYK’na bağlanması ŞARTTIR. Zira, şu anda Türk Yargısı’nda birçok yargıçta “BAKANIN EMRİNDEKİ ADALET MÜFETTİŞLERİ YANLI SORUŞTURMALARLA SİCİLİMİZİ BOZARLAR” korkusuyla, savcılar açılması gereken birçok davayı açamamışlar, hâkimlerimiz de her davada vicdani kanaatlerine göre karar verememişlerdir. C) Yasama, yürütme ve yargı dışında kalan kişi ve kurumlara karşı bağımsızlık Yargı, devletin adaleti gerçekleştiren organıdır. Adalet dağıtmak ise adalet isteyene hakkı olanın verilmesidir. Bunu kim yapacaktır, elbette ki kanun ve vicdani kanaati dışında her türlü nüfus etkisinden, baskıdan etkilenmeyen yargıç yapacaktır. Tehdit ve baskı ister yanlardan, ister siyasal/ sosyal ve ekonomik güç odaklarından gelsin, ne amaçla olursa olsun, doğrudan ya da dolaylı olsun hâkimin bunları bir tehdit

YARARLANILAN ESERLER Erdoğan TEZİÇ Anayasa Hukuku 8. Baskı Kemal GÖZLER Türk Anayasa Hukuku Dersleri Genişletilmiş ve Güncelleştirilmiş 4. Baskı TBB Yargı Reformu Sempozyumu Notları TBB Eksiksiz Demokrasi Sempozyumu Notları TBB Uluslararası Anayasa Hukuku Kurultayı Notları

57


ESATLI KÖYÜ (ORDU-MESUDİYE) KAYA ÜSTÜ RESİM VE YAZITLARI İLE BUNLARIN TARİHÎ ALT YAPISI Prof. Dr. Necati DEMİR Cumhuriyet Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi

ÖZET

B

u çalışmada 1994 yılında Ordu ili Mesudiye ilçesi Esatlı köyünde alan araştırmaları yaparken rastladığımız kaya üstü resimler tanıtılacaktır. Miladın ilk yüzyıllarında yazıldığını/çizildiğini düşündüğümüz bu resim ve figürler, Sibirya’dan başlayıp Fransa’ya hatta Portekiz’e kadar uzanan coğrafya içinde bulunanların en önemlilerindendir. Gök Tanrı (Şamanizm) inancına bağlı Türkler tarafından yazıldığını/çizildiğini düşündüğümüz bu yazıtların çevresinde, eski Türk yerleşimleri ve eski Türk mezarları olan tümülüsler de bulunmaktadır. Esatlı kaya üstü resimleri ve kitabelerinin diğer önemli bir özelliği de petroglif, ideogram, piktogram, damga, hece, yarı hece ve harfe doğru olan yolculuğunun takip edilebilmesidir. Yani petrogliften harfe doğru yolcululuğun pek çok aşamasına burada rastlamak mümkündür. Anahtar Kelimeler: Türkiye, Türk kültürü, Kaya üstü resim ve figürler (Petroglif).

58

GİRİŞ

milattan önceki dönemlerin özelliklerini taşımaktadır. Giresun’da bulunan kitabe de Ordu Mesudiye’deki kitabelerle aynı alfabe ile yazılmıştır. Resim ve figürler ise Türk dünyası içerisinde çokça rastlanan ortak motiflerdir.

Bu durumda dar anlamda Karadeniz Bölgesi, geniş anlamda ise Türkiye hakkında daha önce bildiğimiz tarihî ve etnik konularla ilgili bilgilerin tamamının yeniden gözden geçirilmesi gereği, kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Mesudiye ilçesi Esatlı köyü kaya üstü resimleri, dünya üzerindeki benzerleri ile karşılaştırıldığında ve dahi yazıtlar, Türk dilinin gelişme seyri dikkate alınarak değerlendirildiğinde, M.S. I veya II. yüzyılları işaret etmektedir. Resim ve damgaların tamamı Türk kültürünün unsurlarıdır. Aslında Mesudiye, Sinop, Giresun’da bulunan kitabe, resim ve figürler ile aynı özellikleri gösteren kitabe, resim ve figürlere Türkiye’nin hemen hemen her ilinde tarafımızdan rastlanmıştır.

Konunun bir başka yönü ise hemen hemen bütün ülkeler, kaya üstü resim, figür ve yazıların araştırılması için enstitüler ve araştırma merkezleri kurmuşlardır. Şimdiye kadar yaptığımız araştırmalardan anladığımıza göre, kaya üstü kitabe, resim ve figürler konusunda dünyanın en zengin ülkelerinden birisi, belki de en zengini Türkiye’dir.2 Durum böyle iken bu konuda tek bir enstitü veya araştırma merkezinin kurulmaması gerçekten çok ilginçtir.

Ordu ili ve Yöresi Ağızları ve Ordu İli ve Yöresi Halk Kültürü adlı çalışmalarımı hazırlamak üzere 1994’te Ordu’da detaylı bir alan araştırmasına başlamış idim. Alan araştırmasına çıkmadan önce tarafımızdan Ordu ili ve çevresi hakkında çok yönlü bir kaynak araştırması yapılmıştı. Fakat alan araştırmasına başlayınca bölge hakkında okuduklarımızın çok yetersiz olduğu ortaya çıkmıştır. Zira gittiğimiz hemen her köyde yeni bir Türk kültürü unsuru ile karşılaşılmıştır. Bunlardan bir tanesi de Ordu ili Mesudiye ilçesine bağlı Esatlı köyünde tespit ettiğimiz kaya üstü resim ve yazılardır.1 Burada bulunan resim ve figürleri dünya üzerinde bulunan benzerleri ile karşılaştırdık ve 10 yıl gibi uzun bir zaman içerisinde burada bulunan kitabeleri de çözdük. Bölgede ayrıca başka kitabeler de bulduk. Bunlardan Sinop’ta bulunan yazı,

1 Esatlı köyündeki kaya üstü figür ve yazıtları pek çok araştırmacı kendisinin bulduğunu ilân etmiştir. Biz, 11 Temmuz 1994’te tespit ettik. Bu tarihten itibaren bir yandan kitabeleri okumaya çalışırken diğer yandan çalışmalarımızda ve konferanslarımızda kitabelerden sık sık bahsettik. Ayrıca bk. Necati Demir, “Selçuklu Öncesi Türkiye Türkleri ve Türkiye Türkçesi”, V. Uluslararası Türk Dili Kurultayı Bildirileri, Ankara 2004, s. 697-732.

2 Geniş bilgi için bk. Ersin Alok, Anadolu’da Kayaüstü Resimleri, İstanbul 1988; Servet Somuncuoğlu, Sibirya’dan Anadolu’ya Taştaki Türkler, Ankara 2008; Necati Demir, “Selçuklu Öncesi Türkiye Türkleri ve Türkiye Türkçesi”, V. Uluslararası Türk Dili Kurultayı Bildirileri, Ankara 2004, s. 697-732.

59


Biz bu çalışmamızda sadece ana hatlarıyla resim ve figürler üzerinde duracağız. Mesudiye Esatlı köyünde yer alan ve tarafımızca okunan kitabeler ile figürler konusunda hazırladığımız detaylı araştırmalar, daha sonra yayımlanacaktır. 1. Ordu İli Mesudiye İlçesi Esatlı Köyünün Konumu

çizilen resimlerden anlaşıldığına göre kimisi atın, kimisi keçinin, kimisi sığırın, kimisi de geyiğin ruhundan medet ummuşlardır. Esatlı köyünün güneyinde bulunan kaya üstü resimleri ve yazıtlar, çevreye hâkim yüksek bir noktadır. Resim ve yazıtlar, muhtemelen arazinin yüksekliği dikkate alınarak buraya nakşedilmiştir.

Fotoğraf 4:

Ordu iline bağlı Mesudiye ilçesi, Karadeniz Bölgesi’nin Orta Karadeniz Bölümü’nde yer almaktadır. Köyün Ordu iline uzaklığı 122 km, Mesudiye’ye uzaklığı ise 7 km’dir. Tokat Ordu karayolunun 5 km kadar güneyindedir. Konumu şöyledir: 40°25ı33ıı (40 derece 25 dakika 33 saniye) kuzey (enlemi) paraleleli ile 37°42ı37ıı (37 derece 42 dakika 37 saniye) doğu meridyeni (boylamı) nın kesiştiği yerdedir. Güneyinde Türk köyü, Kışlacık ve Göçbeyi köyleri, kuzeyinde de Çaltepe ve Ilışar köyleri bulunmaktadır. 2. Kaya Üstü Resim, Figür (Petroglif) ve Yazıların Bulunduğu Alan Ordu ili Mesudiye ilçesine bağlı Esatlı köyünün güneyinde bulunan kaya üstü resimleri ve yazıtlar, burada bulunan resim ve kitabelerden anlaşıldığına göre, Gök Tanrı inancına bağlı Peçenek Türkleri’nden kalmış olmalıdır. Bunun en önemli delili, kaya üzerinde nakşedilmiş ongunlardır.3 Gök Tanrı inancına bağlı Türkler; ayı, yerin sahibi ve koruyucusu kabul ediyorlardı. Bazı dağların tepelerine obo (oba) kuruyorlardı. Özellikle günahkâr kişiler, işleri ve sağlıkları iyi gitmeyenler, günahlarından arınmak, işlerini düzeltmek ve sağlıklarına kavuşmak için yüksek dağlardaki obalara kurban getiriyorlar, aya burada dua edip, kurban sunuyorlardı.4 Kurban sunulan hayvanların resimlerini de kayalara çiziyorlardı. Burada

60

Kaya üstü resim ve yazıtların bulunduğu alana çok yakın yörelerde eski yerleşim merkezleri ve hemen bitişik köyde eski Türk mezar biçimi olan tümülüs/kurgan da tespit edilmiştir. Burası, eski yerleşim yerleri ve tümülüs/kurgan ilgili bilim dallarında çalışan bilim adamlarının ilgisini beklemektedir.

Esatlı Kaya Üstü Resim ve Yazıtların Bulunduğu Alanda Geyik Figürü

3.1.b. Türk Kültüründe Geyik:

Fotoğraf 3:

Esatlı Köyüne Yaklaşık 1 km Uzaklıktaki Türk Köyü Tümülüsü/Kurganı

Fotoğraf 1:

Kaya Üstü Resim ve Yazıtların Bulunduğu Alan *Resim ve yazıtlar, fotoğrafın ortalarında yer alan çıkıntı kayalıkların üzerindedir.

Esatlı köyünde yer alan yüksek kayaların kuzeye bakan bölümünde resim ve figür ile onlarca kitabe bulunmaktadır. Biz bu çalışmamızda sıra ile sadece resim ve figürler üzerinde duracağız. 3. Esatlı Köyü Yazıtlarında Bulunan Resim ve Figürler: 3.1.a. Geyik:

Fotoğraf 2:

Kaya Üstü Resim ve Yazıtların Bulunduğu Alan *Resim ve yazıtlar, fotoğrafın ortalarında yer alan çıkıntı kayalıkların üzerindedir.

3 Necati Demir, “Türk Tarihinin ve Kültürünün Kaynağı Olarak Kaya Üzeri Resimler (Petroglifler) ve Yazılar”, Zeitschrift für die Welt Der Türken / Journal of World of Turks, Vol. I, No 1, Münih-Almanya, s. 5-19. 4 Murat Adji, Kıpçaklar (Türklerin ve Büyük Bozkırın Kadim Tarihi), Ankara 2002, s. 44.

Esatlı köyü yazıtları arasında bulunan figürlerin en önemlilerinden birisi geyiktir. Geyik figürü, toz tabakası tarafından örtülmüş olduğu için 1994’te yaptığımız ilk incelemelerimizde tespit edilememişti. Daha sonraki araştırma ve incelemelerimizde fırça ile kayalar özenle süpürülmüştür. Süpürme sırasında ortaya çıkan figürlerden birisi de geyiktir.

Şimdiye kadar tespit edilen Türk karakterli kaya üstü resimlerde, en yaygın olarak karşılaştığımız figürün geyik olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Hatta geyik figürü, kaya üstü resimlerinin Türk karakterli olduğunu ortaya koyacak kadar da önemli bir unsurdur. Geyik motifinin bu kadar yaygın olması, Türklerin yaşadığı hemen her yere resminin çizilmesinin elbette bir alt yapısı bulunmaktadır. Geyik motifinin Moğolistan ve Yakutistan’dan başlayıp batıya doğru yaygın biçimde kaya üzerlerine çizilmesi ve resimlenmesi, konunun değerlendirilmesi için aslında önemli bir ipucudur.5 Türklerin ana yurdunun Kazakistan, Çin, Moğolistan ve Rusya Federasyonu’nun sınırları içerisinde kalan Altaylar bölgesi olduğu bir gerçektir. Buradan göç eden Türkler, gittikleri her yere inanış ve geleneklerini götürmüşler, böylece inanış ve gelenekleri Asya ve Avrupa’da yaygınlaşmıştır. Anadolu’da ise Erzincan ilimize bağlı Kemaliye ilçesinin Dilli Vadisi’nde6, Van iline bağlı Çatak ilçesi Narlı Dağları’nda7,

5 Geniş bilgi için bk. Servet Somuncuoğlu, Sibirya’dan Anadolu’ya Taştaki Türkler, Ankara 2008. 6 Osman Mert, “Dilli Vadisi’ndeki Petroglif ve Damgalar”, Bilim ve Ütopya, S. 163, Ocak 2006, s. 5. 7 Ersin Alok, “Anadolu’da Kaya Üstü Resimleri”, Bilim ve Ütopya, S. 163, Ocak 2006, s. 24.

61


Kars Kağızman Geyiklitepe’deki8 kayaların üzerinde bulunan geyik resimleri, kaya üstü figürleri arasında geyiğin ne kadar önemli olduğunu gözler önüne sermektedir. Karadeniz Bölgesi’ne geyik ile ilgili inanış ve gelenekler de büyük bir ihtimalle ata yurdumuz Orta Asya’dan gelmiştir. Zira yıllardır yaptığımız araştırmalarda gördük ki Karadeniz Bölgesi, Orta Asya Kültürü’nün en canlı olarak yaşadığı bölgelerden biridir. Orta ve Doğu Karadeniz Bölgesi’nde geyik ile ilgili inanış ve kültürün muazzam bir alt yapısı bulunmaktadır. Pek çok yer adı, geyik veya geyik ile ilgilidir. Konu ile ilgili olarak tarafımızdan çok sayıda efsane de derlenmiştir. Bazen keçi, bazen de geyiğe bağlı anlatılan şu efsane gerçekten ilgi çekicidir:

“Rivayetlere göre, köyde bir ailenin dokuz oğlu vardır. Dokuzuncu oğul, altı aylıktır. Yani çok küçüktür. O dönemlerde geçim bilek gücüne dayandığı için herkes bu aileye imrenerek bakar. Yaylaya gitme vakti gelince, herkes gibi bunlar da hazırlığa başlar ve yola çıkarlar. Yolda, en küçük çocuk hastalanır. Anne: “Benim sekiz tane oğlum var. Bunlardan birisi olmasa ne olur, diyerek çocuğunu yolun kenarındaki bir ağacın kovuğuna bırakır.” Yaylaya geldiklerinde bulaşıcı bir hastalığa yakalanarak bu çocukların hepsi ölür. Üzüntülü olan anne, daha fazla yaylada kalamayarak zamanından önce tekrar evine dönmek ister. Yolda, çocuğunu bıraktığı yere gelince:”Ben buraya hasta çocuğumu bırakmıştım, acaba ne oldu, diyerek ağaca yaklaşır. “Kadın, ağaç kovuğunun yanına yaklaşınca oradan bir geyik çıkıp hızla uzaklaşır. Anne bir de bakar ki hastalıktan

62

ölmek üzere olan çocuğu iyileşmiş, serpilmiş, sağlıklı bir çocuk olmuş. Çocuğu hemen kovuktan alarak eve döner. Geyiğin beslediği bu çocuktan, “Yaylaoğulları” sülâlesi türer. Rivayete göre, bugün bu sülâlenin geyik eti yemesi yasaktır”.9 Konunun bir başka yönü de Orta ve Doğu Karadeniz’de anlatılan Elik Keçisi / Ana Geyik Efsanesi ile Türeyiş Destanı’ndaki benzerliklerdir. Çin kaynaklarında şöyle bir efsane geçmektedir: “Wu-sun’ların Kralına Kun-mo derler. İşittiğimize göre, bu kralın babasının, Hunlar’ın batı sınırında küçük bir devleti varmış. Hun Hükümdârı, bu Wu-sun Kralına taarruz etmiş ve Kun-mo’nun babası olan bu kralı öldürmüş. Kun-mo o sıralarda çok küçükmüş. Hun Hükümdarı ona kıyamamış. Çöle atılmasını ölümü ile kalımının kendi kaderine bırakılmasını emretmiş. Çocuk çölde emeklerken, üzerinde bir karga dolaşmış ve gagasında tuttuğu eti, ona yavaşça yaklaşarak vermiş ve uzaklaşmış. Az sonra çocuğun etrafında, bu defa dişi bir kurt dolaşmaya başlamış. Kurt da çocuğa yanaşarak memesini çocuğun ağzına vermiş ve iyice emzirdikten sonra yine oradan uzaklaşmış. Bütün bu olan biten şeyleri, Hun Hükümdarı da uzaktan seyredermiş. Bunları görünce, çocuğun kutsal bir yavru olduğunu anlamış ve hemen alıp adamlarına vermiş. İyi bir bakımla da büyütülmesini emretmiş. Çocuk büyüyerek bir yiğit olmuş. Hun Hükümdarı da onu ordularından birine komutan yapmış. Gittikçe gelişen ve başarı kazanan çocuğa gönül bağlayan Hun Hükümdarı, babasının eski devletini ona vererek, onu Wu-sun Kralı yapmış ...”. 10

kalan çocuğa kuş ve kurt yardım eder. Orta ve Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki bu ailenin yaşamasını ise kuş ile keçi / geyik sağlar. Türk kültürünün binlerce yıl sonra bir başka coğrafyada bilinçaltının ortaya çıkması gerçekten ilginçtir. Kutsal sayılmasından dolayı Orta ve Doğu Karadeniz Bölgesi’nde geyik avlanmaz. Geyik avlayan veya öldüren

3.1.c. Dünya Üzerinde Bazı Geyik Figürleri

kişinin çok büyük belalarla karşı karşıya kalacağına inanılır. Geyiğin kutsal ve önemli olması ile ilgili olarak Karadeniz Bölgesi’nde tarafımızdan onlarca efsane derlenmiştir. Bunlar, ayrı bir başlık altında başka bir çalışmada incelenecektir.

Fotoğraf 5: Rusya-Sibirya – IRKUTSK- Lena Kaya Resimleri

(Fotoğraf: S. Somuncuoğlu, Sibirya’dan Anadolu’ya Taştaki Türkler, s. 47)

Her iki efsanedeki benzerlikler gerçekten dikkat çekicidir. Uluğ Türkistan’da yalnız

8 Alparslan Ceylan, “Doğu Anadolu’da Kaya Resimlerinin Türk Tarihi Açısından Önemi”, Bilim ve Ütopya, S. 163, Ocak 2006, s. 29. 9 Bilgehan Atsız Gökdağ-Cengiz Coşkun, “Giresun Efsaneleri”, Giresun Kültür Sempozyumu (30-31 Mayıs 1988) Bildirileri, İstanbul 1988, s. 211-212. 10 Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, C. I, Ankara 1993, s. 14.

Fotoğraf 6:

Fotoğraf 7:

(Fotoğraf: S. Somuncuoğlu, Sibirya’dan Anadolu’ya Taştaki Türkler, s. 352)

(http://www.europreart.net/slide.htm)

Kırgızistan- Kazarman Saymalıtaş

İtalya

63


Fotoğraf 8: Avusturya

(http://www.europreart.net/slide.htm)

3.2.a. At ve Avcılık:

3.2.b. Türk Kültüründe At ve Avcılık:

Esatlı köyünün güneyinde bulunan kaya üstü resimlerden en fazla dikkat çekenlerden birisi, atlar ve avcılık ile ilgili sahnelerdir:

At, yaygın bir kanaate göre Türkler tarafından evcilleştirilmiş ve dünyaya hediye edilmiştir. Binlerce yıl, dünya tarihinde en önemli rolü oynayan unsur olarak tarihe geçmiştir. Medeniyetler kurup medeniyetler yıkmıştır. At, binlerce yıl uzakları yakın eden yegâne unsur olmuş, ere ve beye yol arkadaşlığı yapmıştır. Sevgilileri kavuşturmuş, bazen de dostları ayırmıştır.

Fotoğraf 9:

Esatlı Kaya Üstü Resim ve Yazıtların Bulunduğu Alanda Atlar ve Avcılık

64

Türk kültüründe atın çok önemli bir yeri vardır. At, Türklerin ufkunu ve hudutlarını açmıştır. At, uzak yolların kapısını açan bir taşıt aracı ve güç kaynağıdır. Türk milleti at vasıtasıyla ileriye doğu yürümeye başlamış, dünyaya atın sırtında açılmıştır. Eski çağlarda küçüğünden büyüğüne herkes binicidir. Yaya yürümek utanç sebebidir. Çocuğa önce ata binmeyi, sonra yürümeyi öğretirlerdi. At, hayatı boyunca Türk’ün yanındaydı. Hatta mezara bile birlikte giriyordu.11

11 Murat Adji, Kıpçaklar (Türklerin ve Büyük Bozkırın Kadim Tarihi), Ankara 2002, s. 74.

İlk yazılı metinlerimizden Orhun Yazıtları’nda at ile ilgili şu ifadeler çok önemlidir: “Kül Tigin ilk önce Tadık Çor’un boz atına binip hücum etti. O at orada öldü. İkinci olarak İşbara Yamtar’ın boz atına binip hücum etti. O at da orada öldü. Üçüncü olarak Yigen Siliğ Bey’in giyimli doru atına binip hücum etti. O at da orada öldü”.12 Bilge Kağan Türk halkının refah seviyesini nasıl yükselttiğini anlatırken; “Sarı altınlarını, beyaz gümüşlerini, kenarlı ipek kumaşlarını, ipeklerini, has atlarını, aygırlarını, kara samurlarını... Türkler’ime ve halkıma kazanıverdim, ediniverdim, dertsiz kıldım” 13 diyerek refah ve güç unsurları içerisinde atı da saymaktadır. Bilge Kağan’ın babası öldüğünde cenaze törenine getirilen hediyelerden, “Cins has atlarını, kara samurlarını, gök sincaplarını, sayısız olarak getirip bıraktılar”14 şeklinde bahsetmiş, Türklerin cenazede de hediyeleştiğini ve hediyelerden birinin de at olduğunu bildirmiştir. Atın Türk tarihinde ve kültüründe bu kadar önemli olması, elbette kâğıt öncesi tarihine de yansımıştır. Bu resim ve figürlerin dünya üzerindeki benzerlerinden bazıları şunlardır:

Fotoğraf 11:

Mojbro Kayası -İsveç (http://www.hunturk.net/forum/k-futhark-alfabesinin-gizemi-1015.0.html-10.5.2008)

3.2.c. Dünya Üzerinde Bulunan Bazı At ve Avcılık Figürleri:

Fotoğraf 10:

Fotoğraf 12:

(Fotoğraf: S. Somuncuoğlu, Sibirya’dan Anadolu’ya Taştaki Türkler, s.51)

(Fotoğraf: S. Somuncuoğlu, Sibirya’dan Anadolu’ya Taştaki Türkler, s. 382)

Rusya-Sibirya – IRKUTSK- Lena Kaya Resimleri

12 Telât Tekin, Orhun Yazıtları, Ankara 2008, s. 32-33. 13 Tekin, s. 48-49. 14 Tekin, s. 68-69.

Kırgızistan-Saymalıtaş

65


3.3.a. Doğan ve Doğanlı Beyler: Esatlı kaya üstü yazıtlarında hemen başlangıçta yer alan resim ve figürlerden birisi de Doğanlı Bey’dir. Bu figür, av ve avcılıkla ilgilidir.

Fotoğraf 13:

Esatlı Kaya Üstü Resim ve Yazıtların Bulunduğu Alanda Doğanlı Bey

3.3.b. Türk Kültüründe Doğan ve Doğanlı Beyler: Doğan (Kıpçak Türkçesi’nde ve Yeni Uygur Türkçesi’nde Şunkar, Anadolu’da Sungur), Türkler’de soylu bir kuş olarak kabul edilmektedir. Peçenek boyunun ongunu, Ala Toğan yani Doğan’dır. Atilla’nın kalkanının üzerinde bir doğan resmi vardı ve bu doğan resmi onun hükümdarlık arması idi. Atilla’nın arması Macarlar’da da devam etmiştir.15 Doğan, Manas’ın av arkadaşıdır. “Kazları ve kuğuları toplayan” doğan, Manas öldükten sonra yas tutar, evin üstüne tüneyip durur.16 Macar Kralı Almos’un annesi rüyasında bir doğan görür. Doğan, kadının etrafında uçarak dolanır. Bir süre sonra kadın hamile kalır. Çocuk doğarken olağanüstü olaylar meydana gelir. Kadının karnından seller 15 Ögel, age, s. 593. 16 Ögel, age, s. 519. 17 Ögel, age, s. 588. 18 Ögel, age, s. 595. 19 Ögel, age, s. 128.

66

boşalıp çağlayanlar halinde akmaya başlar. Bunu duyanlar, büyük ve muzaffer bir hükümdar doğduğunu müjdelerler. Çocuk büyüyünce gerçekten ümit edildiği gibi kral olur. 17 Kaynaklara göre Kırgızlar’ın bir kabilesinin atası da Doğan’dır, “Kırgız kabilelerinden birinin bir atası ve bu atanın da üç karısı varmış. Bu üç kadından en küçüğü, gece uyurken bir rüya görmüş. Çadıra bir avcı doğan gelmiş ve yatağının etrafında uçuşarak dolaşmış. Sonra da nasıl olmuşsa gebe kalmış. Bu Kırgız kabilesini idare eden reislerin hepsi de bu küçük kadının soyundan gelirmiş”. 18

Fotoğraf 15:

Göktürk Dönemi-Gümüş Tabaka-Av Sahnesi (Türkler Ansiklopedisi, C. 2, s. 91)

“Tuna Bulgarları’na ait yazılı kayalarda, Türk soyundan gelen Bulgar Hanları, sembol olarak elerinde birer doğan tutuyorlardı. Orta Avrupa’da bulunmuş Peçenek Türkleri’ne ait eserler üzerinde de ellerinde doğan tutan atlılar görülüyordu”. 19

Altay Dağları’nın zirvesindeki “Üç Sümer Tepesi”, Altaylar’ın en kutsal dağı sayılır. Zira kutsal sayılma, Üç Sümer Tepesi’nden başlamış ve dünyaya buradan yayılmıştır.

3.3.c. Dünya Üzerinde Bulunan Bazı Doğanlı Bey Figürleri:

Fotoğraf 16:

Kırgızistan-Issıkgöl Mezar Taşı

(Fotoğraf: Necati DEMİR)

3.4.a. Güneş ve Ay: Peçenek ve Bulgar Kabartmalarında “Doğanlı Bey”ler (Ögel, Türk Mitolojisi, C. I, s.

519)

Esatlı kaya üstü resim ve yazıtların bulunduğu alanda güneş ile ay

3.4.b. Türk Kültüründe Güneş ve Ay:

Esatlı köyü kitabelerinde yer alan Doğanlı Bey figürü, aşağıda yer alan Doğanlı Bey’e şaşırtıcı şekilde benzemektedir: Doğanlı beylerin dünya üzerindeki benzerlerinden bazıları şunlardır:

Fotoğraf 14:

Fotoğraf 17:

Esatlı köyü kaya üstü yazıtlarının önemli parçalarından birisi, güneş ve ay figürüdür. Gök Tanrı inancına bağlı toplulukların en önemli motifleri arasında yer alan güneş ve ay, İslamî dönemde de unutulmamıştır.

Türkler daha sonra “Ay motifini” kabile reislerinin bayraklarına ve savaş bayraklarına da yerleştirmişlerdi. Yanına da yıldız… Ay’dan savaşta başarı için yardım isterlerdi. Türk bayraklarındaki ay motifleri hep bu unutulan inanç siteminin devamı olmalıdır. Başta Osmanlı Devleti Gazneliler, Altınordu olmak üzere, Devleti, Türkiye Cumhuriyeti, Azerbaycan Cumhuriyeti, Özbekistan Cumhuriyeti, Türkmenistan Cumhuriyeti, Doğu Türkistan, Batı Trakya Türkleri, Karakalpakistan, Irak Türkmenleri, Karaçay Çerkes Cumhuriyeti, … Yunan kökenli diye iddia edilen M.Ö. 7 yüzyılda kurulan Trabzon Devleti’nin bayrağı, ay ve yıldızdan oluşuyordu. Bazı Türk devlet ve boylarının bayraklarında dolunay bulunmakta… Bazılarında ise güneş, diğer bazılarında ise yıldızlar… Ay yıldızı Köktürkler, paralarının üzerine de 67


koymuşlardır. Tıpkı Türkiye Cumhuriyeti paralarında olduğu gibi… Eski Altayca’da Bayrak, ruh anlamına gelmektedir:

Fotoğraf 18:

Üzerinde ay yıldız motifi bulunan köktürk paraları Ay Dede/Baba’ya kurbanı sunmak20 için Şaman çağrılması şarttır. Şaman, kurban kesecek kişinin daveti üzerine gelir. Davet; olmuş veya olması muhtemel felaket, aileden birinin hastalığı veya ölümü, hayvan hastalıkları gibi zarurî hallerde yapılır. Kendisine küçük hediyeler verilir. Kurban ayini, tenha bir yerde ve kayın ormanlarında yapılır.21 Kurban sunulan hayvanların resimlerini de kayalara çiziyorlardı. Anlaşılan kimisi atın ruhunun, kimisi keçinin, kimisi sığırın, kimisi de geyiğin ruhundan medet ummuşlardır. Gök Tanrı inancına bağlı Türk ve Moğol kavimlerinde, Güneş Anne ve Ay Baba

68

önemli bir kültür unsurudur. Güneş dişi, ay ise erkek olarak kabul edilmiştir. Ay kültü (Ay Tanrı, Ay Baba, Ay Dede), güneş ve mağara kültü ile bağlantılıdır. Bir başka söyleyişle, bu üç unsurun Türk kültüründe yer alışı aynı olaya bağlanmaktadır. Bu kültlerin tamamı Türklerin İslamiyet’ten önceki dini, Şamanizm ile ilgili görünmektedir. Gök Tanrı inancına göre tanrıların en yükseği, bütün varlıkların başlangıcı, insanoğullarının ata ve anası Tengere Kayra Kan, semanın on yedinci katında oturur ve oradan kâinatı idare eder. Tengere Kayra Kan’dan aşağıda üç yüksek ilah meydana gelmiştir. Bay Ülgen, semanın on altıncı katında, altın bir dağ üzerindeki altın bir tahtta oturur. Dokuzuncu katında oturan Kudretli Kızagan Tengere, semanın dokuzuncu katında; akıllı Mergen Tengere ise semanın yedinci katında yaşar. Gök ile yeri aydınlatan Güneş Ana (Kün Ana) da burada bulunur. Altıncı katta ise Ay Baba (Ay ada) oturur. Beşinci katta en yüksek yaratan, Tanrı (Kuday Yayuçi) oturur. 22 İnanca göre, dünya ilk yaratıldığında güneş ve ay yoktur. Gök Tanrı, iki ayna koyarak gece ve gündüz dünyanın aydınlatılmasını sağlamıştır. Şamanların cübbesinde güneş ve ayı sembolize eden levhaların bulunması, bu düşünce ile ilgilidir.23 Ay Tanrı, İslamiyet

20 Kurban, felâketlerden ve kötülüklerden korunmak için Erlik’e de sunulur. Fakat bu, felaketin olduğu yerde veya ölünün mezarının başında gerçekleştirilir. 21 W. Radlof, Sibirya’dan (Seçmeler), (Çeviren: Ahmet Temir), İstanbul 1976 s. 218-219. 22 Radlof, age, s. 218-219. 23 Cemal Şener, Türklerin Müslümanlıktan Önceki Dinleri Şamanizm, Ad Yayıncılık, İstanbul 1997, s. 41. “Yakut Türkleri, ilk yaratıcıya Ürüng – Ayıg- Toyon derlerdi. Ürüng beyaz, Ayıg yaratan, Toyon ise Tanrı anlamlarına gelmektedir. Ayıg, yaratıcılık ve iyilikle ilgili şeyleri temsil eden iyi ruhların ve meleklerin adıdır. O, istediği zaman insanlara şu veya bu iyilikleri yapabilir. İstemezse yapmaz. Bunlardan iyilik dilemek için Yakutlar, onlara ateş vasıtasıyla veyahut da eski Türk âdetlerine uygun olarak kurbanı kansız olarak sunarlardı. Beyaz yaratıcı tanrı, diğer yaratıcı ruhların üstünde olur. O, büyük bir varlık ve iyi bir ruhtur. Dünyayı idare eden odur. İnsanlara yaratıcı gücü ve çocukları o verir. Yerin ve toprağın verimli olmasını o sağlar. Hayvanların çoğalması ve bolluk da onun desteği ile olur. Yeri, havayı ve insanları o yaratmıştır. İnsana can (kut) veren de odur. Fakat bu büyük yaratıcı, diğer küçükler gibi özel işlerine karışmaz. Onların zengin olması için özel bir etkide bulunmaz. Şahsi dileklerini de dinlemez. Ancak insanlara yardım ederek, onları çaresiz bir ölümden kurtarabilir. Bu yardımı da her zaman yapmaz. Ancak bu lütfunu büyük efsane kahramanları için gösterir. Bu sebeple Yakutlar, bu büyük yaratıcıyı diğerinden ayırırlar ve ona “Canlı Kurban” verirlerdi. “Canlı Kurban”, hayvanları başıboş bırakmaktır. Kurban olarak başıboş bırakılan hayvanlardan artık istifade edilmezdi. Onların ne eti yenir, ne sütü içilir ve ne de yük hayvanı olarak kullanılırdı. Eski zamanlarda Yakutlar at sürülerini canlı olarak doğu bölgelerine sürerlerdi. Büyük yaratıcıya kurban olsun diye. Unutmayalım ki doğudan güneş doğuyordu. Büyük yaratıcının da doğu ile ilgisi vardı. … Eski Yakutlar bu büyük yaratıcı için “Ayıg Tangara” yani “Yaratıcı gök” terimini de kullanırlardı” (Ögel, Türk Mitolojisi, C. I, s. 430-431)

öncesi inançlarında Gök Tanrı’dan sonra gelir ve güneşle beraber anılır, insanoğlunu babası ve ilk insan kabul edilirdi. “Ay Tanrı”, “Ay Ata” ve “Ay Dede” adının ortaya çıkışı, bu olaya bağlanmaktadır . 24

sonraki yıllardaki bir paralelidir.25 Yine Ögel’e göre, Uygur dönemine kadar Türkler Tanrı’ya Kök Tanrı derken Maniheizm’in kabulünden sonra Ay Tanrı demeye başlamışlardır.26

Türk kültüründe ay, erkek; güneş ise dişidir. Türklerde büyük devlet adamların atalarının mukaddes köklere dayanması gelenektir. Cingiz Han’ın ilk ataları, erkek kurt ile dişi maral idi. Atası, ay ışığıdır. Ay ışığı pencereden girmiş, çıkarken de kurt şeklinde çıkıp gitmiştir. Annesi, ay ışığından hamile kalmıştır. Oğuz Han’ın oğullarının birinin adı, Ay Han’dır. Manas, Altın Ay ile evlenmiştir. Gelininin birinin adı ise Ay-çörek’tir. Manas’ın torununun birine ad bulunamamıştır. Gökten bir Ay Koca gelir ve Manas’ın torununa ad verir. Türk inanışına göre ay ile güneş, insanları her zaman gözaltında bulundurur ve onların kötü yola sapmalarını önlerdi. Güneş sıcağın, ay ise soğuğun sembolüdür. Türkler genel olarak kuzey bölgede yaşadığı için ay’a daha fazla önem verilmiştir. Türk inanışına göre, Ay’ı da yaratan bir ulu Tanrı vardır. Fakat Uygur metinlerinde “Ay Tengri” sözü sık sık geçmektedir. Bahaeddin Ögel’e göre bu söz “Kök Tengri” sözünün 24 “Çok çok eski çağlarda, çok yağmurlar yağmış, çamurlar sürüklenmiş. Sellerin önündeki çamurlar, bir yol bularak, Kara dağ adlı bir dağın içindeki, bir mağaraya dolmuştur. Mağaranın içindeki kayalar yarılmış. Kaya yarıklarının bazıları, bir insanı andırıyormuş. Sürüklenen çamurlar gelip, bu ‘insan kalıplarını’ doldurmuşlar. Aradan çok zaman geçmiş. Yarıklardaki toprak, sular ile benzeşmiş ve hâllolmuş. Saratan burcuna gelince havalar çok ısınmış. Kalıplardaki toprak, sular ile pişmiş. Halka göre bu mağara, tıpkı bir kadın gibi imiş. İçi de insanlara can veren bir kadın karnı gibi imiş. Dokuz ay, hiç durmadan bir rüzgâr esmiş. Su, ateş, toprak ve rüzgâr (yani dört unsur, insana can vermek için birleşmişler. Ay Atam adlı ilk insan böylece oluşmuş. Ay Atan, gökten inmiş, yere konmuş. Bu yerin suyu tatlı, havası ise çok serinmiş. Sonra yine yağmurlar ile seller başlamış. Mağara, yeniden killer ve çamurlar ile dolmuş. Bu kez güneş gelip Sünbüle burcu’nda durmuş. Bu burç Saratan’dan daha aşağıda durmuş. Sünbüle burcu’ndaki güneşin sıcaklığı ile çamurlar, sular ile pişmiş. Bir hatun kişi çıkmış. Adına da Ayva demişler. Ay-Atam ile Ay-va birleşip evlenmişler. 40 çocukları olmuş. Bunların yarısı erkek; diğer yarısı kız imiş. Onlar da evlenip soyları çoğalmış. Ölümlü kişiler olan Ay Atam ile Ay-va hatun, ölüyorlar. Çocukları anne ve babalarını türedikleri mağara’ya gömüyorlar. Mağaranın kapısını da, altın kapılar ile kapıyorlar” (Ögel, Türk Mitolojisi, C.II, Ankara 1995, s. 200-201). 25 Ögel, Türk Mitolojisi, C. II, s. 202-203. 26 Ögel, Türk Mitolojisi, C. I, s. 129.

69


Ay ve Güneş ile ilgili olarak Anadolu’da da çok sayıda efsane anlatılmaktadır. Bizim derlediğimiz bir efsanede, ay ile güneşin ilişkisi şöyle yorumlanmıştır27: Sümerlerin Ay Tanrısı’na çeşitli hayvanları kurban verdikleri tarihi kaynaklarda geçmektedir .28 Köktürklerin ataları (Koo-çı (Töles)’ların beş büyük grubunun 450’de bir araya geldiğini ve büyük dinî törenler yaptıklarını Bahaddin Ögel söylemektedir. Bu tören sırasında, bilhassa göğe verilen kurbanlar başta geliyordu . 29

Kesilmiş kurban piştikten sonra yüzünü doğuya çeviren Şaman, kurbanı şu dua ile evin atalarına ve koruyucu ruhlara sunar:

3.5.a. Balık:

Ayın temiz ışığında Güneşin parlak ışığında Eski yılı geçince Yeni yılı gelince Onun yılı değişince Sonbaharda her şey ala olunca, Kamışın başı geçince Tabak dolusu için, Yemek kokusu için, Kayra Kan sana bunu sunarım! 30

Esatlı kaya üstü resimleri arasında dikkat çeken figürlerden biri de balıktır. Balık figürü de Gök Tanrı inanç sisteminin bir unsurudur.

Yoktur bu dünyanın ucu bucagı, Sarı öküzden, balıklar asağı (Kayıkçı Kul Mustafa)

3.4.c. Dünya Üzerinde Bulunan Ay ve Güneş Figürleri:

Fotoğraf 21:

Esatlı kaya üstü resim ve yazıtların bulunduğu alanda balık

3.5.b. Türk Kültüründe Balık:

Fotoğraf 19:

Ay ile Güneş (İtalya) (http://www.europreart.net/slide.htm)

70

Fotoğraf 20:

Ay ile Güneş (Portekiz) (http://www.europreart.net/slide.htm)

27 Ay ile Güneşin Aşkı: Ay, yakışıklı bir erkekmiş. Güneş ise güzel bir kızmış. Güneş, ayı çok severmiş. Ay da güneşi severmiş. Bir gün ay, güneşe: “Seni çok seviyorum” demiş. Güneş buna çok sevinmiş: “Ben de seni çok seviyorum” demiş. İkisi arkadaş olmaya karar vermişler. Her gün buluşuyorlarmış. Ay ile güneşin mutluluğu gece de ışık saçıyormuş. Geceleri de gündüz gibi aydınlık oluyormuş. Onların birbirlerini sevmelerini kıskanan kötü bir kadın varmış. Bu kötü kadın bir gün güneş ile konuşmuş. Güneşe ay hakkında yanlış bilgiler vermiş. Güneş de kötü kadının verdiği bilgilere inanmış. Ay, kötü kadının söylediklerini bilmiyormuş. Olup bitenden habersiz güneşin etrafında dolanıp duruyormuş. Fakat güneş, ay ile konuşmuyormuş. Ona ışık da vermiyormuş. Ay, güneşten ışık alamamış. Geceleri, dünyayı aydınlatamaz olmuş. Geceler, karanlık olmuş. Artık kimse kimseyi göremiyormuş. Ay, güneşin kendisi ile konuşmamasına çok üzülüyormuş. Bir gün güneş, aya: “Boşuna etrafımda dolaşma. Seni artık sevmiyorum. Bundan sonra sana ışık da vermeyeceğim. Benden umudunu kes” demiş. Bu sözlere anlam veremeyen ay, güneşe seslenmiş: “Sonsuza kadar senden ümidimi kesmeyeceğim. Bari birkaç gün ışık ver de geceleri dünyayı aydınlatayım. Nasıl olsa bir gün suçsuz olduğumu anlayacaksın” Güneş:”ski arkadaşlığımızdan dolayı sana birkaç gün ışık vereyim” demiş. Ay ile güneşin arkadaşlığı böylece sona ermiş. Güneş, sadece her ayın on ikisi ile on sekizi arasında güçlü ışık veriyormuş. Ay da bu günlerde geceleri, gündüz gibi aydınlık yapıyormuş. Güneş, diğer günler çok ışık vermiyormuş. Ayın ışığı olmadığı için geceleri dünyamızı aydınlatamıyormuş. Güneş, kötü kadının yalan sözlerine inanmasaymış, dünyamız gece ve gündüz aydınlık olacakmış. İnsanlar, gece de çalışabileceklermiş. Kuşlar gece de uçabileceklermiş (Efsanenin Almancası için bk. Necati Demir, Die Liebe vom Mond und der Sone, (çeviren İbrahim Özbakır), Willebadessen 2009, s. 16-17. 28 Ögel, Türk Mitolojisi, C. I, s. 193 29 Ögel, Türk Mitolojisi, C. I, s. 17. 30 W. Radlof, Sibirya’dan (Seçmeler), s. 247.

İslamiyet öncesi Türk inanç sitemine göre dünya, bir balık ve balığın üzerinde olan bir öküzün boynuzları üzerinde durmaktadır. Kırgız Türklerine göre, yerin en altında büyük bir deniz, bu denizin içinde bir balık, balığın üzerinde ise çok kalın bir bulut dolaşırdı. Bulutun üzerinde çok büyük bir kaya, kayanın üzerinde de bir ‘Boz Öküz’ vardı. Dünya bu boz öküzün boynuzları üzerinde dururdu. Altay Yaratılış Destanı’nda oluşması şöyle anlatılmaktadır:

Dünya’nın

“Ülgen yere bakarak: ‘Yaratılsın yer’ demiş Bu istek üzerine denizden yer türemiş Ülgen göğe bakarak. ‘yaratılsın gök’ demiş. Bu buyruk üzerine üstünü gök bezemiş Tanrı Ülgen durmamış, ayrıca vermiş salık, Bu dünyanın yanına, yaratılmış üç balık Bu büyük balıkların, üstüne dünya konmuş Balıklar çok büyükmüş, dünyaya destek

olmuş Dünyanın yanlarına iki de balık konmuş Dünya gezer olmamış, bir yerde kalıp donmuş, Bir başka balık ise yere gerilmiş imiş, Oradaki balığın başı tam kuzeydeymiş Tufan hemen başlarmış, yönü az değişseymiş, Bu yön hiç değişmeden kuzeyde olmalıymış, Onun başı az düşse, tufanlar başlar imiş, Bu yön hiç değişmeden, kuzeyde olmalıymış, Onun başı az düşse, tufanlar başlar imiş, Tufanla taşan sular, dünyayı kaplar imiş, Başı zincirler ile, bu yüzden bağlanmıştı Başın oynamamsı, bu yolla sağlanmıştı, Zincirler bağlanmış ortadaki direğe Balık n’olur ne olmaz, kımıldamasın diye”.31 Altaylılar, dünyayı üç balığın taşıdığına inanmaktadır. Tarih boyunca sık sık depremler yaşayan Çinliler’e ve Japonlar’a göre yer sarsıntısının sebebi, dünyayı taşıyan balığın harekete geçmesidir. Müslüman Türklere göre ise yer sarsıntısının sebebi dünyayı boynuzları üzerinde tutan öküzün kıpırdamasıdır. Fin-Ogur kavimlerinden Votyaklar, yer altındaki üç balığın, Mordvinler göre ise dünya bir balığın üzerinde durmakta ve zelzeleyi o yapmaktadır. Bu inanç, FinOgur ve Macarlar arasında, ayrıca onlara akraba olan kavimler arasında da yaygındır. Buryatlara göre ise Ortadeniz’de yüzen bir balık, aynı zamanda dünyayı da taşıyordu. Japonya’nın kuzeyinde yaşayan Anyu halkı da dünyanın büyük bir balık üzerinde durduğuna inanıyordu . 32 Altay Türkleri’nin Gök Tanrı inancına bağlı inanç sistemini içeren Maaday Kara’da ise dünyayı ayakta tutan iki balinadan bahsedilmektedir. 33 Yakut Türkleri’ne göre, Doydu -Balıga denen bu dünya balığının ağzı, gırtlağının altında, gözü de ensesinde idi. Yakutlar aynı balığa Ölüg-balıga, yani ‘Ölüm Balığı” veyahut da “Ölüm Yeri Balığı” derlerdi . 34

31 Ögel, Türk Mitolojisi, C. I, s. 433-434. 32 Ögel, Türk Mitolojisi, C. I, s. 440-449. 33 Geniş bilgi için Altay Destamı Maaday Kara, Hazırlayan: Emine Gürsoy Naskali, , İstanbul 1999. 34 Ögel, Türk Mitolojisi, C. I, s. 440.

71


Anadolu’da ve kültür bakımından Anadolu’nun tesiri altında bulunan Kırım’daki durum daha başkadır. Türkiye’deki inanışa göre, en altta bir deniz vardı. Denizin içinde büyük bir balık, balığın üstünde bir öküz, öküzün boynuzları üzerinde de dünya duruyordu. Kırım Türkleri arasında bu efsane, biraz daha değişik olarak anlatılır. Onlara göre, “Dünya, bir boğanın boynuzları üzerinde duruyordu. Boğa ise, büyük denizde yüzen, büyük bir balık üzerinde idi. Denizin altında rüzgârlar ve onun altında karanlık bir dünya uzanırdı. Boğa yorulup da, boynuzlarını kımıldattıkça, büyük zelzeleler olurdu. Türk halk edebiyatında, dünyanın öküz üzerinde durduğuna dair pek çok örnek vardır. Bunlardan bir tanesi şöyledir: Hazret-i Ali, Anter isimli bir kâfir ile karşılaşır. Anter’e Müslüman olmasını söyler. Anter ise Müslüman olmaz. Olay daha sonra şöyle gelişir: “Çünki İmām-ı ‘Ali gördi ki (4) imāna gelmez, Zülfikār’ı havāle eyledi. Anter kalkan kodı başı üzerine. Hazret-i (6) İmām şöyle çaldı ki Zülfikār kalkanın kesüp tepesine ve omuzına, andan beline ve andan eyeri kesüp iki pāre eyledi. Zülfikār taşdan geçüp yere indi, fi’l-hāl Cebrāil -aleyhi’s-selām- yetişüp Zülfikār’ı tutdı. Eger tutmayaydı öküzi, balıġı keser idi” . 35 3.5.c. Dünya Üzerinde Buluna Bazı Balık Figürleri:

konumdadır. Zira Esatlı kaya üstü resim ve kitabelerinin doğuyu batıya, kuzeyi güneye bağlayan bir konumu bulunmaktadır. Esatlı kaya üstü resimleri arasında bulunan figürlerin Sibirya’dan Portekiz’e, İskandinav ülkelerinden Arabistan çöllerine kadar geniş bir alanda benzerlerinin bulunması dikkat çekicidir.

Fotoğraf 23:

Azerbaycan – Kubistan

(Çizim: İ. M. Caferzade, Kubistan, Bakü-1997)

Fotoğraf 26:

İtalya (http://www.europreart.net/slide.htm)

Sonuç:

Fotoğraf 24:

Kaya Üstü Balık Figürü - Fransa

(http://www.europreart.net/slide.htm)

3.6.a. Kurban Baltası: Esatlı köyü kaya üstü figürleri arasında yer alan kurban baltası figürü dikkat çekicidir. Kurban baltası, Gök Tanrı İnancı inanış siteminde önemli bir unsurdur.

Azerbaycan-Kubistan ve Fransa kaya üstü resimleri arasında rastladığımız balık, Esatlı köyündeki ile hemen hemen aynı özellikleri göstermektedir.

(Çizim: İ. M. Caferzade, Kubistan, Bakü-1997)

72

35 Necati Demir-M.Dursun Erdem, Hazret-i Ali Cenkleri, Ankara 2007, s. 159-160.

Esatlı köyü kaya üstü resim ve kitabelerin hakkında şimdiye kadar arkeolojik bir araştırma yapılmamıştır. Ancak kitabelerin vücut bulduğu dil özelliklerinden anlaşıldığına göre, M.S. I-II. yüzyılda yazılmış olabileceği düşünülmektedir. Dolayısıyla kitabeler, Orhun Abideleri’nden çok daha önce, yaklaşık 5 yüzyıl önce yazılmıştır. Burada yer alan kitabelerin diğer bir özelliği de Orhun Yazıtları’ndan sonra muhteva açısından ikinci büyük yazıt olmasıdır. Esatlı köyü kaya üstü resim ve yazıtları, resmilerdeki figürlerden ve metinlerden anlaşıldığına göre, Oğuzlar’dan önce Karadeniz Bölgesi’ne gelip boydan boya yerleşen Gök Tanrı İnancı hayat tarzı ile yaşayan Peçenek Türkleri’nden kalmış olmalıdır.

Fotoğraf 22:

Azerbaycan – Kubistan

Esatlı köyü kaya üstü resim ve kitabelerinin Türk karakterli olduğu, Türk kültürünün bir parçası olduğu hiç tartışılmayacak kadar açıktır.

Fotoğraf 25:

Esatlı Kaya Üstü Resim ve Yazıtların Bulunduğu Alanda Kurban Baltası

Esatlı kaya üstü resimleri ve kitabelerinin diğer önemli bir özelliği de motif ve figürlerin petroglif, ideogram, piktogram, damga, hece, yarı hece ve harfe doğru olan yolculuğunun takip edilebilmesidir. Yani petrogliften harfe doğru yolcululuğun pek çok aşamasına burada rastlamak mümkündür. Esatlı köyünde resim ve figürlerin dışında, Köktürk Alfabesi ile yazılmış çok sayıda metin bulunmaktadır. Burada yer alan metinler alfabe açısından figürler gibi Türk Dünyası içerisinde anahtar rol oynamaktadır. Ayrıca metinler, Türkçe’nin tarihî gelişim ve karanlıkta kalan konuları açısından son derece önemlidir. Esatlı köyü kaya üstü resim ve kitabeleri, farklı bilim dalları tarafından değerlendirildiğinde Türk tarihi, kültürü ve dili ile ilgili bilinenlerin yeniden gözden geçirilmek durumunda kalacağı açıktır. Türkiye’nin hemen her ilinde rastladığımız kaya üstü yazı ve kitabeler, bilim âlemini ve bütün dünyayı artık ziyadesiyle merak içerisine itmiştir. Türkiye sınırları içerisinde bulunan kaya üstü resim ve kitabelerin bir an önce okunması ve karanlık noktaların giderilmesi için Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara’da konu ile ilgili olarak bir Enstitü veya Araştırma Merkezi kurulmalıdır.

Esatlı kaya üstü resim ve kitabeleri, petroglif ve yazı açısından çok önemli bir 73


• Sivil ve çağdaş bir anayasa, • Temel hak ve özgürlükleri güvenceye alan ve genişleten bir anayasa, • Daha katılımcı bir sosyal yapı, • Sosyal adaleti, sosyal ve ekonomik gelişimi yaygınlaştırmayı amaçlayan bir anlayış, • Hukuk devleti yapılanması… Av. Atilla KART CHP Konya Milletvekili, TBMM Anayasa Komisyonu Üyesi

(1) Anayasa Değişikliği Hakkında Çalışma Notları; Bu kavram, talep ve amaçlara katılmamak mümkün değil... Peki, bu kavram ve talepleri hayata geçirecek mekanizmalar ve yasal altyapılar nedir? Bu konularda mutabık mıyız? Bu mekanizmaların hayata geçirilmesi konusunda samimi miyiz? Siyaseten dürüst ve tutarlı davranıyor muyuz? Akademik, soyut ve felsefi kavramlara yoğunlaşmak yerine, somut değerlendirmelerin yapılması gerektiği görüşündeyiz.Bunları açık bir şekilde konuşmalı ve tartışmalıyız. Türkiye’de 58. ve 59. Hükümetler döneminde, olağan ve mutat bürokratik yapılanma ve değişimin dışında kalan bir kadrolaşma süreci yaşanmaktadır. Kıdem ve liyakati dışlayan, işlem yapılan Kurumun teknik niteliğiyle bağdaşmayan, vasıfsız ve yandaş ilişkiler içinde gelişen bir süreç söz konusudur.

74

Öyle ki, bu dönemde ulaşılabilen bilgilere göre; müsteşar, müsteşar yardımcısı, genel

müdür, genel müdür yardımcısı, daire başkanı, il müdürü, il müdür yardımcısı düzeyinde olmak üzere 3719 bürokratın 3-4 yıldan bu yana vekâleten görev yaptıkları bilinmektedir. Vekâleten görevlendirmenin geçici ve istisnai olarak uygulanması gerektiği açıktır. Hem yargı kararları ve hem de doktrine göre bu sürenin 3-4 ayı geçmemesi gerekir.

devletinde uygulaması ve örneği olmayan durumlar söz konusudur. Kadrolaşma sürecinde; İmam hatip ve ilahiyat mezunlarının özel olarak himaye edildiği, belli görüşte olduğu bilinen vakıf - dernekler yoluyla referans ilişkilerinin kurulduğu, tarikat ve cemaat yapılanmasının yaygın hale geldiği, İhale süreçlerinde bu ilişki ve referansların etkili ve belirleyici olduğu (Kütahya milletvekilinin beyanı ve küçük Dilara’nın lagardaki ölümü ve yine İSKİ inşaatında meydana gelen Mühendis Gülseren Yurttaş’ın vincin altında kalarak hayatını kaybetmesi gibi); son 4-5 yılda Türkiye gerçekleri olarak karşımıza çıkmıştır. Bu kapsamda AİHM sürecindeki üye seçiminin de tam bir skandal olduğunu belirtiyoruz. Kadrolaşma anlayışının nasıl sınır tanımaz bir hal aldığını gösteren ve ülkemizin saygınlığını ihlâl eden bir süreç söz konusudur.

Bürokrasi ve kamu yönetiminde bu anlamda bir “dönüşüm-değişim” süreci yaşanmaktadır. Çıkar ilişkileri, cemaatsiyaset-yandaş ilişkiler ağı içinde çalışan bir çark söz konusudur. Bunun en vahim örneğini TÜİK bünyesinde görüyoruz. TÜİK; bilindiği gibi tamamen teknik ve istatistikî nitelikte görev yapan bir kurumdur. Objektif ölçü ve esaslara göre çalışması gereken bir kurumdur. Ancak, TÜİK’in, büyüme, enflasyon, gayrisafi milli hâsıla gibi hesaplamalarda; Hükümet’i başarılı göstermek amacıyla; evrensel ve teknik ölçülere uymayan parametreleri esas aldığı görülmektedir. Yine bu süreçte “yeşil kart” olayını da bir paragrafla ifade etmek gerekmektedir. 22 Temmuz seçimleri öncesinde 1-2 ay içinde yapılan düzenlemeler ile 8.683.377 adet olan yeşil kart sayısı bir anda 5.347.554 adet artmıştır. Çarpıcı olan husus 22 Temmuz seçimlerinden hemen sonra 31.08.2007 tarih itibariyle sözü edilen 5.347.554 adet tutarındaki yeşil kart hemen iptal edilmiştir.

Yukarıda sözünü ettiğimiz rakamlar HaziranTemmuz 2006 tarihlerine aittir. 60. Hükümet’e yönelik olarak aynı konuda yönelttiğimiz soru önergesine Devlet Bakanı Sn. Murat Başesgioğlu imzasıyla verilen 09.11.2007 tarih - 493 sayılı cevapta ise; vekâleten atamalar hususunda merkezi kayıt sisteminin bulunmadığı ifade edilmektedir. Tüm Bakanlıklardan bu konuda yazışma yapıp hemen gerekli ve doğru cevabı vermesi gerekirken; olayı geçiştirmek isteyen ve gerçekleri gizleyen bir yaklaşımı görüyoruz. Bu süreçte hukuk dışı uygulamalar yapılmaktadır. Mevcut kadro sayısının üstünde vekâleten görevlendirmelerin yapıldığı görülmektedir. Hiçbir hukuk

75


Takdir olunur ki; bu süreç beraberinde, kendi hukukunu ve ilişkilerini yaratmaktadır. Bu süreçtir ki, kaçınılmaz olarak, devlet memuru kavramı yerine, “partinin memuru” kavramını yaratmıştır. Bu anlayış ve kadro, kendisini “kamu hizmeti gören” bir görevli olarak görmekten önce, partinin talimatlarını ve çıkarlarını korumakla sorumlu gören bir anlayışı ve devamında da siyasi iktidarı başarılı olarak göstermek gayretkeşliği sürecini getirmektedir.

Mevcut emniyet yapısındaki kadrolaşma ve hukuk dışı yapılanma devam ettiği takdirde, 301. maddede yapılacak iyileştirmelerin hiçbir anlamı olamayacaktır. Çünkü mevcut kıdem ve liyakat dışı yapılanma sebebiyledir ki maddi gerçeği aramak durumunda olan emniyet birimleri, böyle bir arayışın içine girmemekte, hukuk dışı yapılanmaları kurumsallaştırmaktadırlar. Olayın esası ve özü bu yapılanmada yatmaktadır. Bu yapılanma değiştirilmeden, hukuk devleti amacına ulaşmak mümkün değildir. Hizb-ut Tahrir ve Fatih camiindeki linç olayında da benzer süreçler ve sonuçlar yaşanmıştır. Hükümet, bu süreçte “soruşturma izni” kurumunu hep istismar eden bir anlayış içinde olmuştur. Şikâyet, ihbar ve uyarılara rağmen; bariz ve fahiş olaylarda bile suç işleyen memuru koruyan ve kollayan bir anlayış sergilenmektedir.(TÜPRAŞ, Seydişehir, Yasin El Kadı ve Hrant Dink Suikastı olaylarında olduğu gibi). Yukarıda anlatımı yapılan sürecin kurumsallaşmasını sağlayan en son aşama ise Cumhurbaşkanlığı seçimi olmuştur.

Hrant Dink suikastı gibi Türkiye için uluslar arası camiada ve ilişkilerde belirleyici önemi olan bir olayda delillerin karartıldığı, kamu görevlilerinin korunduğu, soruşturma izninin verilmediği görülmektedir. Kamuoyuna yansıyan bilgilere göre olayın seyri görevli emniyet mensuplarının bilgisi dâhilinde gelişmesine rağmen; yukarıda anlatımını yaptığımız anlayış sebebiyle olay kapatılmak ve geçiştirilmek istenilmektedir. Hrant Dink suikastını ısrarla 301. madde boyutuyla yorumlayan ve eleştiren aydınlarımızın; bu aşamada özellikle Emniyet bünyesindeki kadrolaşmayı görmemezlikten gelmeleri düşündürücüdür. 76

3-4 yıldan bu yana Sn. A.Necdet Sezer döneminde yapılmayan asaleten görevlendirilmeler, Sn. Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığıyla birlikte hızla yapılmaya başlanmıştır. Haklarında yargılama süreçleri bulunan işlemleri tesis eden kamu görevlilerinin bile asaleten atanması yapılamaya başlanmıştır. Kamu yönetimi adına üzücü, düşündürücü ve kaygı verici bir süreç söz konusudur. 21 Ekim referandum metninde değişiklik yapan 5697 sayılı Kanun’un, Cumhurbaşkanlığı Makamı tarafından onaylanması süreci, endişelerimizi daha da arttırmıştır. Nisan-Mayıs 2007 tarihinden itibaren başlayan Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin odağı ve öznesi haline gelen Sn. Abdullah Gül, hukuku zorlayan süreçlerin

sonunda bu konuyu düzenleyen ve kendi siyasi geleceğini de doğrudan ilgilendiren bir konuda; yapılan yasal düzenlemeyi onama veya veto etme konumunda olmuştur. Böylesine garip bir tablo söz konusudur. Bu tablo ancak Türkiye’de yaşanabilmesini AKP İktidarı başarmıştır. Kamu Personel Rejimi taslak-tasarısına yönelik çalışmalar; AKP, 2002 seçimleri öncesi düzenlemiş olduğu acil eylem programında, 1 yıl içinde bu taslağı faaliyete geçireceğini söylemişti. Temmuz 2003 tarihinde TBMM Genel Kurulunda yaptığımız uyarı üzerine 2003 yılı sonunda çalışmaların biteceğini ifade etmiştir. Böyle bir çalışma yapılmadığı için 2004 yılında tarafımızdan bir kez daha uyarı yapılmış, konunun sorumlusu olan Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Sn. Mehmet Ali Şahin, tutanaklara geçen beyanlarında 2004 yılında çalışmaların biteceğini ifade etmiştir. 2006 yılında yaptığımız uyarılara verdiği cevapta ise, “bu çalışmaların son aşamaya geldiğini, Sn. Başbakanın konuyla bizzat ilgilendiğini, 1-2 nokta üzerinde tereddütleri olduğunu, 2007 yılı başında çalışmaların tasarı olarak TBMM’ye sunulacağını…” beyan etmiştir.

Önemle ifade ediyoruz; kamu yönetiminde kıdem ve liyakati esas alan, kamu çalışanları arasında mevcut olan haksızlık ve dengesizlikleri giderecek olan bir kamu personel tasarısını hayata geçirecek bir siyasi iktidar, bu ülkeye yapılabilecek en büyük hizmetlerden birisini başarmış olacaktır. Ancak 60. Hükümet programında da, Kamu Personel Rejimi çalışmalarına yönelik olarak hiçbir vaat de bulunulmamıştır. Kamu yönetiminde reformdan öte, gerçek anlamda devrim etkisi yaratacak böyle bir çalışmayı (Kamu Personel Rejimi Çalışması), yukarıda anlatımı yapılan anlayışa sahip bir siyasi kadronun gerçekleştirmesi beklenemez. Bilindiği gibi 1982 Anayasası’na yöneltilen eleştirilerin başında otoriter bir yapıya sahip olması gelmektedir. Özgürlükler ve otorite ilişkisinde, otorite lehine büyük bir dengesizliğin olduğu eleştirisi, 82 Anayasası’nın önemli bir zafiyetidir. 1982 Anayasası’nın orijinal haliyle varlığını sürdürmediğini; 1995-2001 ve 2004 yıllarında kapsamlı değişiklikler geçirdiğini de hemen hatırlatmakta yarar görüyoruz. Yürütme yetkisini genişleten ve otoriter anlayışı egemen kılan bir yapı söz konusudur.

77


Bu eleştiri yerinde ve doğrudur. Bu aşamada; şu sorunun değerlendirilmesinin yapılması gerektiği görüşündeyiz. Bireyin sadece hak ve özgürlükleri mi vardır? Yoksa ayrıca görev ve sorumlulukları da var mıdır? Anayasa çalışmalarında, temel hak ve özgürlükler konusu tartışılırken, bu sorunun irdelenmesi gerektiği görüşündeyiz. 1982 Anayasası’yla; yürütmenin gücü artırılmıştır. Yürütmenin yetkileri, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı arasında paylaştırılmıştır. Parlamenter sistemde, yasal ve siyasi sorumluluğu bulunmayan Cumhurbaşkanının, icra anlamda böylesine geniş yetkilere sahip olması, taraflı tarafsız çevreler tarafından hep eleştiri konusu yapılmıştır. Buna rağmen 1982Anayasası’yla yürütmenin gücü ve bu meyanda Başbakanın yetkileri öylesine çoğalmıştır ki; sisteme çoğu zaman “Başbakanlıkçı parlamenter sistem” denildiği ve hükümetlerin daha çok başbakanın adıyla isimlendirildiği bilinmektedir.

Toplu iş sözleşmesinin kanunla düzenlenmesi yolunda hiçbir çalışma yapılmadığı gibi, Anayasa’nın 90/5. maddesi gereğince uyulması gereken uluslar arası anlaşmaların gereği de yapılmamaktadır. Bu yönde bir iyileştirme yapılmadığı gibi, Anayasa’nın ve sendikal yasaların grevi zorlaştıran ve kısıtlayan hükümlerine rağmen yapılan grevler ise hukuksuz yöntemlerle kırılmaya ve etkisizleştirmeye çalışılmaktadır. Greve ilişkin 2822 sayılı yasa, grevci işçinin yerine bir başkasının çalıştırılmasını kesinlikle yasaklamışken, grevci işçilerin yerine kapsam dışı personel ve taşeron şirket işçilerini çalıştırmaya devam edilebilmektedir. Hükümet bir taraftan da grev yasaklarına ilişkin hapis cezalarını artırma gayreti içindedir. Temel Ceza Kanunlarına Uyum Amacıyla Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı ile; pek çok yasanın yanı sıra 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası’nda da değişiklik yaparak, grev yasaklarının ihlâli

78

ilişkileri) kontrol altına alınması yolunda ciddi mesafeler alınmış durumdadır.

60. Hükümet programında “sıfır işkence” diyerek, insan hakları ihlallerine karşı duyarlı olduğunu beyan eden Başbakan, Başbakanlık bünyesinde mevcut olan İnsan Hakları Danışma Kurulunun faaliyetlerine son vermiş, bu kurulu fiilen lağvetmiştir. “İnsan Hakları Danışma Kurulunun kaldırılması yönünde herhangi bir çalışma bulunmamaktadır.” diyen dönemin Dış İşleri Bakanı, yukarıda sözü edilen fiili süreci başlatmış ve uygulamıştır. Bu aşamada Hükümet’in sendikal haklara, toplu iş sözleşmesi ve grev hakkına yönelik anlayışını da sorgulamak gerekmektedir. Hükümet’in bilinçli ve tertipli olarak emeğiyle çalışanların haklarını törpülemeye ve kısıtlamaya devam ettiğini, kapitalizmi en acımasız şekliyle uyguladığını görüyoruz (Sn. Yiğit Bulut’un yazısı). Kamu kesiminde hem işçilere ve hem de memurlara yönelik olarak örgütlenme özgürlüğü ve hakkı engellenmektedir.

Teftiş Kurulları, Üst Kurullar ve Sayıştay sürecinde; bağımlılık ilişkileri yaratılmakta, özerk olması gereken kurullar işlevini kaybetmektedir. Teftiş yapılanmalarında, yeni kadrolar yaratılmaktadır. Geleneği olan bu Kurullar devreden çıkarılmaktadır. Üst Kurullarda ise, mevcut olan yasal düzenlemeler sebebiyle istenildiği gibi bir kadrolaşma yapılamadığı içindir ki; tüm üst kurulları (BDDK, SPK, Rekabet Kurumu, TMSF, KİK gibi) hiyerarşik bir yapılanma içinde, “Üst Mali Kurul” adı altında düzenleme yolunda çalışmaların yapıldığı bilinmektedir.

durumunda uygulanan hapis cezalarının üst sınırlarını da ciddi bir biçimde arttırma girişiminde bulunmaktadır. Hükümet’in sınıfsal kimlik ve ideolojisini bütün çıplaklığıyla gösteren bir tablo söz konusudur. “Sivil Anayasa” hazırlama iddiasındaki AKP, temel bir insan hakkı olan greve karşı daha fazla cezayı aynı dönemde Meclis’e taşıyıp, grevsiz bir dünya yaratmak istiyor. Kadrolaşmanın başka boyutları ve sonuçlarını irdelemeye devam ediyoruz; Siyasi İktidar; kamu yönetimindeki bürokratik kadrolaşma ile birlikte, kurumsal yapı değişikliklerini de kararlı bir şekilde sürdürmektedir. Siyasi İktidar’ın işlem ve eylemlerini, yasal denetime tabi tutacak idari denetim mekanizmaları bağımlı hale getirildiği gibi, mali yapının da (sermaye yapılanması ve

Sayıştay sürecinde ise kararlı bir şekilde seçimler engellenmektedir. 2004 ve 2005 yıllarında yapılan engelleme, 2006 Ocak ayından bu yana TBMM’de bekletilmekte olan seçimler yönünden sürdürülmektedir. 7 üyenin seçimi 2 yıla yaklaşan bir süreden bu yana yapılmamaktadır. Bu arada Sayıştay’da 5 üyeliğin daha boşaldığını, boşalan bu üyelikler yönünden de Sayıştay Genel Kurulunun üstüne düşen görevi yaptığını hemen ifade ediyoruz. Ancak, TBMM – Plan ve Bütçe Komisyonu Başkanlığı, Hükümet politikaları sebebiyle üstüne düşen görevi yapmamaktadır. YÖK’e yönelik olarak özel bir husumet ve tavır içinde olan Hükümet; anayasa değişikliğiyle ilgili çalışmalarda da, YÖK’ü doğrudan Hükümet’in kontrolüne alma çalışmalarını sonuçlandırmak amacındadır. YÖK’ün yeni bir yapılanmaya ihtiyacı vardır. Ancak bu yapılanma YÖK’ün; akademik, ekonomik ve idari anlamda özerkliğini sağlayacak şekilde yapılmalıdır. Hükümet ise bu yönde bir düzenleme yapmak yerine; YÖK’ü ekonomik ve idari anlamda bağımlılık ilişkisi içine sokmak istemektedir. 79


değerlendirmesini yapmak gerekmektedir; AKP, 2002’den itibaren iddialı ve gösterişli söylemlerle demokratikleşme kavramını dile getirmiştir. Bu söylemler gerek ülkemiz kamuoyunda ve gerek AB zemininde etkili olmuştur. Ülkemizdeki liberal-demokrat aydınların bir bölümü ve medyanın önemli bir bölümü de bu süreci topluma mal etmede önemli bir rol üstlenmiştir. Ancak yukarıda ana başlıklarıyla anlatımı yapılan gelişmeler sonucunda, AKP iktidarının “Tek Parti İktidarı” anlayış ve uygulaması içine girdiği görülmektedir.

İçtüzüğün 91. maddesindeki Temel Kanun kavramını genişletmeye ve bu suretle CHP’ni susturmaya yönelik değişiklik karşısında, CHP Grubu o gün Genel Kurul’a katılmadı. CHP’nin katılmadığı Genel Kurul’da, CHP’nin yokluğundan istifadeyle Belediye Mevzuatı, Özelleştirme, Cargill gibi kritik ve CHP’nin muhalefet ettiği bilinen birtakım yasal düzenlemeler yapıldığı gibi, Telekulak Yasası olarak bilinen 5397 sayılı Yasa da

(2) Anayasa Değişikliği ve Yasa Dışı Telefon – Ortam Dinleme; Yargı; Yargı bağımsızlığı ve yargıç teminatının önündeki en büyük engeller, bilindiği gibi; HSYK’nın yapısından kaynaklanmaktadır. Adalet Bakanı ve müsteşarının HSYK bünyesinde görev yapmasını bu aşamada ayrıca eleştirmiyor ve değerlendirmiyoruz. Ancak HSYK’nın, kendisine ait bir Sekretaryasının bulunmadığını, bu iş ve işlemlerin doğrudan Adalet Bakanlığı bünyesindeki Personel Genel Müdürlüğü tarafından sürdürüldüğünü hemen ifade ediyoruz. Yani HSYK’nın idari özerkliği yoktur. HSYK’nın mali özerkliğinin de olmadığı açıktır. HSYK bu yönleriyle doğrudan Adalet Bakanlığı bünyesinde görev yapmaktadır. Öte yandan, Adalet Bakanlığı Teftiş Kurulu doğrudan Adalet Bakanının emrinde görev yapmaktadır. Böyle bir yapının ne kadar büyük bir tezat teşkil ettiğini uzun uzadıya anlatmaya gerek yoktur. Kuvvetler ayrılığının özünü sakatlayan böyle bir yapı varlığını sürdürdükçe orada hukuk devleti yapılanmasından söz edemezsiniz. Teftiş Kurulu, mutlaka ve tartışmasız bir şekilde, Adalet Bakanının emrinde olmaktan 80

çıkartılıp, HSYK bünyesine alınmalı ve 1961 Anayasası’nda olduğu gibi 3’lü bir yapıya kavuşturulmalıdır. Hükümetin HSYK üyelerini ve Anayasa Mahkemesi üyelerini seçme konusunda çalışmalar yaptığı yine kamuoyunun bilgisinde olan bir husustur. Türkiye gibi demokratikleşme geleneği ve kültürünü tamamlayamayan, kuvvetler ayrılığı ilkesinin her türlü etkilemelere açık olduğu bir ülkede; yargı mensuplarının seçiminin, doğrudan veya dolaylı da olsa siyasi iktidarın inisiyatifine bırakılması hiçbir şekilde kabul edilemez. Hükümet, 12 Haziran 2006 tarihinde Adalet Bakanlığı aracılığıyla, Avrupa Birliği’ne Bağımsız Yargıç Birliği’nin kurulabileceğini bildirdiği halde; YARSAV’ın Hükümet’e tabi olmayan, Hükümet’in yargıyla ilgili eylem ve işlemlerini sorgulayan tavrı karşısında; Avrupa Birliğine verdiği sözü unutmuştur. Oysa, yargıda sivil ve serbest örgütlenme, tüm uluslar arası düzenlemelerle korunmaktadır.

Yasa dışı telefon dinleme mekanizmasının yasal (şekli anlamda) ve fiili alt yapısının oluşturulma çalışmaları Temmuz 2003 tarihine dayanmaktadır. Şöyle ki; 11 Temmuz 2003 tarihli Sabah Gazetesi’nde Yavuz Donat imzasıyla yayımlanan “Erdoğan’ın Özel Timi” başlıklı haber… Haber ve yorumda; doğrudan Başbakan’a bağlı, İçişleri veAdalet Bakanlığı bünyesinden oluşturulan bir organizasyondan söz edilmekte, çalışmaların TBMM’ye yürüme mesafesindeki bir mekânda sürdürüldüğü, operasyonel yeteneği yüksek çalışmaların yapılacağı, bu organizasyonun önünde “ sır kavramı” diye bir engelin olmadığı ifade ediliyor… Aynı gün verdiğim önerge, Devlet BakanıBaşbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin imzasıyla tarafıma verilen 30.09.2003 tarihli cevap ve bu cevap üzerine Yavuz Donat’a yazdığım 06.10.2003 tarihli mektup…

Değerlendirme;

Hükümet’in cevabı ve gelişmeler üzerine Yavuz Donat’a yazmış olduğum mektuba, arada yaptığım muhtelif çağrılara rağmen 6 yıldan bu yana cevap alınamadığını bilgilerinize sunuyorum.

Yukarıdaki anlatım çerçevesinde ve gelinen sürecin sonunda İktidar’ın genel bir

3 Temmuz 2005 tarihli TBMM Genel Kurulu;

kanunlaştırıldı. Jandarma, MİT ve Emniyet’i dinleme yetkisini Telekomünikasyon İletişim Başkanlığında toplayan; Telekomünikasyon Kurumu bünyesinde, Kurum Başkanına doğrudan bağlı “Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı” kurulmasını, Kurum Başkanı ve Denetleme Kurulu yetkililerinin Başbakan tarafından atanmasını içeren yetkileri düzenliyordu. Muhalefetin bulunmadığı bu Genel Kurul’da AKP Ankara Milletvekili Ersözmez Yarbay yaptığı konuşmada; “CHP’nin yokluğunda böylesine önemli bir konuda yapılacak çalışmaların TBMM’nin saygınlığı ve meşruiyeti konusunda tartışma 81


Kanun’un yürürlük tarihi 5 Temmuz 2008’dir. Bu Kanun ile hem Mahkemelerin ve hem de Savcılık Makamının gizli tanık dinleyebileceği hüküm altına alınmıştır. Bu Kanun’dan evvel ceza muhakemesine göre Savcılık Makamının gizli tanık dinleme yetkisinin olmadığını takdirlerinize sunuyorum. Jandarma, MİT ve Emniyet’in Türkiye genelinde iletişimin tespitine yönelik yargı süreci hakkında;

yaratacağını…” ifade etmek durumunda kalmıştır. Kanun’un iptali için Grubumuz tarafından Anayasa Mahkemesine başvurulmuş, kompleks bir niteliği bulunmayan bu Kanun ve dava hakkında Anayasa Mahkemesi 3,5 yıl sonra iptal kararı verebilmiştir. Bu Kanun 3,5 yıl boyunca hükmünü aşağıda arz ettiğim şekilde ve fiilen yerine getirmiştir. Kanun, bu yönüyle istenilen amaca hizmet etmiştir. Telekomünikasyon İletişim Başkanı Fethi Şimşek’in halen bu görevi sürdürmesinin yasal ve anayasal dayanağı kalmamıştır. 5726 sayılı Tanık Koruma Kanunu; Gizli tanık dinleme esasını düzenleyen bu Kanun’da da ceza muhakemesinin temel ilkelerini alt-üst eden düzenlemeler yapılmıştır. Bu Kanun hakkında da Grubumuz tarafından Anayasa Mahkemesine iptal talebiyle başvuruda bulunulmuştur. Kabul tarihi, 27.12.2007’dir. 82

Adalet Bakanlığı tarafından; telefon izleme ve dinleme olaylarında, hakkında tedbir uygulanacak kişinin kimliği, iletişim aracının türü, kullandığı telefon numarası ile tedbirin türü, kapsamı vesaire bulguların bulunmasının zorunda olduğu, oysa Jandarma’ya tanınan genel anlamdaki izleme yetkisiyle Anayasa’nın 13. maddesindeki temel hak ve özgürlüklerin ihlâl sonucunun doğacağı ve ayrıca Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesinin ancak kendi yargı çevresiyle sınırlı karar vermesi gerekirken tüm ülkeyi kapsayacak şekilde karar vermesinin mümkün olamayacağı gerekçesiyle; CMK’nın 309. maddesi uyarınca anılan kararın kanun yararına bozulması için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına başvuruda bulunmuş, Yargıtay da başvuruyu kabul etmiştir. Jandarma için bu süreci işleten Adalet Bakanlığı, benzeri başvuruyu MİT ve Emniyet yönünden ise henüz yapmamıştır. Anayasal kurumlar arasında da ayrım yapılmış olunmaktadır. CHP sözcüleri tarafından ve sivil toplum tarafından bu konu ısrarla dile getirilmiştir. Ortam dinleme olayı; Türkiye’de mobil araçlar yoluyla özel donanımlı ve teknik dinleme, izleme, görüntüleme yapan araçların bulunduğu bilinmektedir. Ancak bu araçların hangi Kurum’un sorumluluğunda görev yaptığı bir türlü öğrenilememektedir. Ortam dinlemesinin yasal ya da anayasal dayanağı yoktur.

Muhtelif soru önergelerimize verilen cevaplarda tam anlamıyla belirsizlik ve çelişkiler mevcuttur. Sn. Mehmet Ali Şahin ve Sn. Cemil Çiçek; kamuoyuna yansıyan bazı telefon görüşmelerinin ortam dinlemesi yoluyla yapılma ihtimalinin yüksek olduğunu ifade ederken, Sn. Beşir Atalay; bu tür dinlemenin mümkün ve söz konusu olmadığını ifade edebilmektedir.

Ceza Mahkemesinin yukarıda sözü edilen kararı dışında; CMK’nın 137. maddesindeki yasal zorunluluklar yerine getirilmemiştir. Soruşturma konusuyla ilgisi olmadığı açıklık kazanan tutanaklar imha edilmediği gibi, yayın organlarına servis edilmek suretiyle kişi ve kurumların, Anayasa’dan kaynaklanan temel hak ve özgürlükleri organize bir şekilde ayaklar altına alınmıştır.

Benzeri değerlendirmeyi Telekomünikasyon İletişim Başkanı Sn. Fehmi Şimşek de ifade etmiştir. Fethi Şimşek; “… Bizim dışımızda da dinleme yapılıyor ve bunları tespit etme imkânımız yok. MİT, Emniyet ve Jandarma özel izinle teknik takip ve ortam dinlemesi yapıyorlar. Bizim yok, ama bazı Kurumlarda mobil dinleme cihazları olduğunu duyuyoruz...” beyanında bulunmuştur. Mobil dinleme araçlarına hiçbir kurum sahip çıkmamaktadır.

Mobil dinleme yoluyla ortam dinlemesi yaygın hale gelmiştir.

İstanbul 1 no.lu Sulh Ceza Mahkemesinin 19.07.2006 tarihli iletişimin tespiti kararı; Kararda da görüldüğü üzere; 25 telefonun dinlenmesi kararı verilmiş, ancak şüpheli hanesinde faili meçhul ibaresi kullanılmıştır. Ayrıca yüklenen suç sütunu da boş bırakılmıştır. Tedbirin süresi sütunu boş bırakılmıştır. Dinlenmesine karar verilen telefonların kime ait olduğu belli değildir.

Bu şekilde kişi ve kurumlar hakkında arşivleme yapılmakta ve duruma göre bu arşiv piyasaya sürülmektedir. Bu çalışmalar yerine göre tehdit ve şantaj aracı olarak kullanılma ihtimaline sahiptir. Yavuz Donat’ın 11 Temmuz 2003 tarihli haberine konu olan “Erdoğan’ın Özel Timi” başlıklı haberinin günümüz gelişmelerinde tekrar değerlendirmesi gerekmektedir. Tüm bu süreçte yukarıda genel başlıklarıyla arz ettiğim hususların temelinde “yasa dışı izleme-dinleme” fiillerinin kilit bir rol oynadığı görülmektedir.

İletişimin tespiti, dinlenmesi ve kayda alınmasını düzenleyen CMK’nın 135/3. fıkrası baştan sona ihlâl edilmiştir. İletişimin tespiti talebinde bulunanın Adalet Başmüfettişliği olduğu göz önüne alındığında ve keza bu taleplerin Bakanın bilgi ve onayı olmadan yapılamayacağı göz önüne alındığında, kurumsal olarak işleyen bir ihlâller silsilesinin bulunduğu gözlenebilmektedir. Adalet Bakanlığı kaynaklı bilgilere göre yasal dinleme yapılan kişi sayısı 70 bin kişi civarındadır. Ancak, açık olan gerçek şudur; bu dinlemelerde de yasallığın gerekleri yerine getirilmemiştir. İstanbul 1 no.lu Sulh 83


84

85


BÜYÜK TÜRK MİLLETİ’NİN BÜYÜK KURTULUŞ MÜCADELESİNDE İLK ADIMIN ATILDIĞI YER: SAMSUN

M

.Ö 7. yy Amisos adıyla kurulmuş olan Samsun’un bugünkü yüzölçümü 9.579 km2, nüfusu 1.228.959’dur.

Verimli Çarşamba ve Bafra Ovaları ile bu ovalara hayat veren Yeşilırmak ve Kızılırmak, Samsun’un belirgin coğrafi özellikleridir. Samsun Karadeniz Bölgesi’nin en büyük ili olmasının yanı sıra 1200 gemi kapasiteli Türkiye’nin en büyük limanına sahiptir. Samsun-Adana-Ceyhan Petrol Boru Hattı Projesi kapsamında; Samsun’da yeni bir yükleme terminali ve Ceyhan’da petrol depolama tesisleri dâhil olmak üzere, 550 kilometrelik petrol boru hattı yapılacak olması, boğazların güvenliği konusuna önemli bir çözüm getirecek ve 2,5 milyar dolarlık proje bittiğinde hattın kapasitesi günde 1,5 milyon varil petrol olacaktır. Samsun-Adana-Ceyhan Petrol Boru Hattı Projesi, Türkiye’nin bölgesel bir güç olma yolunda attığı en önemli adımlardan birisi olarak kabul edilmektedir. Ayrıca, Subasar Ormanı’nı da içine alan Kızılırmak Deltası, 318 kuş türü ve değişik bitki örtüsüyle meraklıların ilgisini çekmektedir. Bunun yanında, Amazon adı verilen efsane kadın savaşçıların Samsun Terme’de yaşamış olmaları kentin bir diğer kültürel zenginliğidir.

86

87


Antlaşması’yla tescillenerek, Anadolu’nun, her bir karışı parçalanmaya konu edilen bir ortamda, Atatürk’ün milletiyle beraber bu biçilmiş kaderi değiştirmek için bütünleştiği ve kucaklaştığı bir kenttir Samsun.

“BUGÜN SAMSUNLA İLGİLİ NE KONUŞUYORSAK VE YAPMAYI PLANLIYORSAK, BUNLAR, BENİM DEĞİL, ORTAK AKLIN SONUCU OLUŞAN GENEL DOĞRULARDIR”

Samsun, Cumhuriyet ile birlikte hızlı ve sürekli bir büyüme ivmesine kavuşmuştur. Çok açık bir şekilde bölgesinin her açıdan belirleyici, yönlendirici merkez kenti olmuştur. Bunu sadece büyüklük anlamında söylemiyorum. Bazı büyük ve buna ilişkin değerlendirmelerle tanımlanan kentlerin büyüklükleri kendi sınırları ve çevreleriyle sonludur. Etkilemesi ve yönlendirmesi sınırlıdır. Bu açıdan baktığınız zaman Karadeniz’de İstanbul-Artvin arasındaki tek Büyükşehir olan Samsun, sadece kendi büyüklüğüyle değil, bölgesini ve çevresini etkileyen, yönlendiren ve belirleyen bir kent konumuyla da bugün açık ara karşımızdadır.

SAMSUN VALİSİ Hasan Basri GÜZELOĞLU Sayın Valim, genel olarak Samsun 19 Mayıs 1919 tarihinde Cumhuriyet’imizin Kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün bu topraklara çıkışının simgesidir. İlinizin Kurtuluş Savaşı’nda oynadığı tarihi rol, Atatürk’ün buradan Anadolu’ya açılması mıdır? Geniş çerçevede nasıl bakmak gerekir?

mücadelesinin başladığı bir kent değildir. Bağımsızlık ve özgürlük yolunda, tarihin her döneminde özgür ve hür yaşama adına her şeyini feda eden ve bu noktada özgürlük ve bağımsızlığından asla taviz vermeyen bir ulusun, Türk Milleti’nin tarih sahnesinde sonsuza kadar var olacak, yeniden dirilişinin adı ve simgesidir Samsun.

“SAMSUN, TÜRK MİLLETİ’NİN TARİH SAHNESİNDE SONSUZA KADAR VAR OLACAK, YENİDEN DİRİLİŞİN ADI VE SİMGESİDİR”

Atatürk’ün mücadeleyi başlatmak ve Kurtuluş Savaşı’na Anadolu’da ilk adımı atmak için çıktığı İstanbul’dan, Türk Milleti’nin kurtuluşuna ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolda milletiyle buluşması ve bütünleşmesinin adıdır Samsun.

Öte yandan Samsun gerçekten çok güzel bir şehirdir. Mavi ve yeşilin kucaklaştığı, kentin sahil ve denizle yaklaşık kırk kilometre boyunca uzandığı ve her yerinden denize girilebildiği, sosyal altyapısı, üniversitesi, düzenleme alanları ve tarihe tanıklık etmiş Bandırma Vapuru ve Gazi Müzesi gibi kültür varlıkları, Karadeniz’in tek kayak ve kış turizmi merkezi iddiasını taşıyan Ladik Akdağ tesisleri, Havza Termal Turizm Merkezi, Bafra Kuş Cenneti gibi turizm altyapısı ile görülesi ve gelinesi bir kenttir Samsun…

1919’un o günlerini düşünün. Umudu nerdeyse tükenen, mücadeleye dönük her türlü maddi imkânları, değerleri ve araçları elinden alınan, siyasal anlamda yenilgisi uluslar arası Mondros

Kuruluş yolunda gösterilen milli birlik ve beraberlik kurtuluş mücadelesinin mayasını oluşturmuştur. Burada verilmek istenen mesaj günümüzde Samsun’da sizin üzerinizden nasıl bir uygulama alanı bulmuştur?

Samsun, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurtuluş tarihinde bir ilk adım kentidir. Kurtuluş Savaşı’mızın simge kentidir Samsun. Atatürk’ün doğum günüm dediği 19 Mayıs tarihiyle her Türk’ün zihninde simgeleşmiş bir kenttir. Aslında Samsun, sadece ilk adımın ve Kurtuluş Savaşı 88

Her şeyden önce nüfus yapısına baktığımız zaman bir çekim merkezidir. Karadeniz’in her kentinden aldığı büyük göçün yanı sıra, Amasya, Çorum ve Tokat’a kadar uzanan Samsun’a doğru bir iç göç olgusu yaşanmış ve devam etmektedir. Cumhuriyet’in kuruluşu sonrası Balkanlar’dan mübadele ile gelen vatandaşlarımız, gelişen ticaret ve ekonomik ilişkilerle ülkemizin her köşesinden yerleşmek ve çalışmak için gelen vatandaşlarımız Samsun’u gerçek anlamda bir büyük şehir yapmıştır. Bu durum eğitim konusunda da sağlık konusunda da ticaret konusunda da böyledir.

Saat Kulesi

89


Samsun olarak hepimizin bir hedefi var. Bu konuda Türkiye’de çok özel bir çalışma yaptığımıza inanıyorum. Biz Samsun’un 2023 hedefine, devlet adına benim temsilcisi olduğum tüm kamu kurumlarının temsilcileri, tüm yerel yöneticiler, sivil ve özel kesimin temsilcileri ile bir araya gelerek çalıştık ve hazırlandık. Bu hazırlık sürecine, Ankara’da ülkenin geleceğe taşınmasında stratejik belirleme kurumu olan devlet planlama teşkilatını da kattık. Bugün Samsun’da 2006 yılı itibariyle yürürlüğe girmiş bir gelişme, kalkınma planı ve buna ilişkin bir süreç var. Bu süreç Vali Hasan Basri Güzeloğlu ile sınırlı ve sonlu değildir. Buna özel bir önem ve değer verdik. Bizim yönetimdeki temel yanlışlarımızdan birisi budur. Her gelen veya sorumluluk üstlenen kişi, bir şeyleri değiştirmek ve yenilemek gibi ağır ve taşınamaz bir yükü sırtında hisseder. Bu doğru ve anlamlı olmadığı gibi mümkün de değildir. Her değişimi kişisel ve kurumsal anlamda sil baştan düşünürseniz her değişmeyi hedeflerde yenilenme olarak ele alırsanız ve buna ilişkin bir yaklaşımı genel anlamda savunursanız; o zaman sürdürülebilir olmayan, her seferinde yenilenen, yinelenen ama aslında kaynak, zaman ve imkân tüketen bir kısır döngüye konu olursunuz. Bizim yıllardır Türk kamu yönetiminde yaptığımız ve yaşadığımız budur. Bunu kıralım ve değiştirelim istedik. Gerçekleştirmek adına

yoğun bir çaba sergiledik. Kişisel değil toplumsal, geçici değil kalıcı, anlık değil uzun zamanlı düşündük ve davrandık… Hazırladığımız ve uygulamaya başladığımız Samsun Gelişme Planı böyle bir iddiayı taşıyor ve bugüne kadar da başarılı gidiyor. Samsun İlini markalaştırırken “GÜNEŞİN DOĞDUĞU ŞEHİR” sloganını kullanıyorsunuz. Samsun, Türkiye’nin kuzeyinde yer alıyor, Güneş ise doğudan doğmakta. Bu sloganla neyi kastediyorsunuz? “AMACIMIZ, TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN 100. YILINDA SAMSUN’UN TÜRKİYE’NİN İLK ON KENTİ ARASINDAKİ YERİNİ PEKİŞTİRMEKTİR” Marka yaratmak veya bir kenti marka haline taşımak sadece üst boyutta bir marka projesiyle mümkün değildir. Markalaşma süreci, o çerçeveyi çizer veya bu noktada sınırları, yapılması gerekenleri tanımlar. Aslında onun alt başlıklarında her alanda altını ve içini doldurmak diyebileceğimiz çok detay başlıklar, alanlar, ayrıntılar ve çabalar gerekmektedir. Şüphesiz bu bir bütün olarak önce inanmayı sonra da çalışmayı gerektirir. “GÜNEŞİN DOĞDUĞU ŞEHİR” başlığı altında tarihi geçmişinde Türkiye

Cumhuriyeti’nin kuruluş ve Türk Milleti’nin kurtuluşundaki simge kent olan, bağımsızlık güneşinin doğduğu Samsun’un, Türkiye Cumhuriyeti’nin kalkınmasında ve hedeflerine ulaşmasında da aynı düzeyde etkin, üretken ve verimli bir kent olması amaçlanmaktadır. Bizim amacımız, Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. kuruluş yılında yani 2023’de de Samsun’un Türkiye’nin ilk on kenti arasındaki yerini belirginleştirmektir, pekiştirmektir. Uluslararası düzeyde Karadeniz’in gelişen önemi ve değeri karşısında Samsun’un konumu nedir? Türkiye dünyanın değişen ticaret, üretim ve siyasal dengelerinde şüphesiz ki kilit ve çok önemli bir yerdedir. Ülke olarak kendimizi bu süreçle ilgili ve bağlantılı değerlendirdiğimiz takdirde Karadeniz, bizim için çok önemli bir denizimiz ve bu noktada ticarete konu edeceğimiz bir merkezimizdir. Bakın son yıllarda yaşanan ekonomik ve siyasal değişmeler dünyanın bilinen merkezleri Amerika ve Avrupa Birliği’ni etkilemiş, BRİC ülkeleri denilen Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’i ön plana çıkarmıştır. Zengin doğal yataklara ve stratejik enerji kaynaklarına sahip kardeş Türk Cumhuriyetleri, Körfez Ülkeleri ve ticaret bağlantıları ülkemizin konumu ve önemini pekiştirmiştir. Bu bağlamda Karadeniz bu açılım ve ticaret ilişkileri için hayati öneme sahiptir. Enerjide arz güvenliği, deniz taşımacılığı ve ticaret bağlantıları için vazgeçilmezliği ve lojistik zenginliği Karadeniz’i uluslararası alanda çok önemli bir konuma taşımıştır. Tam da bu noktada Samsun öne çıkıyor. Ülkemizin kara-deniz-hava ve demiryolu buluşmasına sahip sayılı kentlerinden olan Samsun köklü üniversitesi ve eğitilmiş insan gücü, ekonomik ve ticari ilişkiler zenginliği, ihracat ve ithalat açısından potansiyeli ve hızla artan ivmesi ve birikimleri ile ülkemizin bu bağlantı ve Karadeniz açılımının ilişki noktasıdır. Kente bu gerçeği ve geleceği anlatmak ve hazırlamak için çalışıyoruz. Halkın katılımını öngören şeffaf ve hesap verebilir bir temelde stratejik planlama yaklaşımıyla hedef, faaliyet ve projelerimiz nelerdir? “SAMSUN, 2023’E GİDEN YOLDA” DÜNYA KENTİ OLMA YOLUNDA

90

Samsun, Devlet Planlama Teşkilatı ile işbirliği yaparak İl Gelişim Strateji Planı’nı kamu, yerel, sivil ve özel kesimlerin katkıları ile Cumhuriyet’in kuruluşunun 100. yılını esas alarak yapan ve 27 Ocak 2007 tarihinde uygulamaya başlayarak kalkınma sürecini yerel dinamikleri ile planlayan bir kenttir. Vizyonumuz; ‘Türkiye’nin Karadeniz kıyısındaki ülkeler, Avrupa Birliği ve Türk Cumhuriyetleri ile olan ilişkilerinde önemli bir rol oynayan üretim, ticaret ve hizmet merkezi’ şeklindedir. İl gelişme planı doğrultusunda temel gelişme ve kalkınma alanlarımız; ‘Tarım ve Tarıma Dayalı Sanayi’, ‘Uzman İşgücü İstihdam Eden Sanayi’ ve ‘Uluslararası Ticaret ve İhtisaslaşmış Hizmetler’ olarak belirlenmiştir. Bu kalkınma alanlarını hayata geçirmeye yönelik potansiyeliniz hakkında bilgi verir misiniz? Samsun, Karadeniz’in ve Karadeniz’e kıyı ülkelerin Türkiye’yle bağlantısında bir lojistik, transfer, üretim ve ihracat - ithalat merkezi olmayı hedefliyor. Samsun 4 ulaşım alt yapısının buluştuğu stratejik konumu, tarihsel birikimi, tarım ve

91


Amisos Tepesi

sanayi potansiyeli, uluslararası ilişkiler ağına yakınlığı, enerji koridorları girişi ve üzerinde olması, insan zenginliği, ara eleman, eğitilmiş eleman ve hizmetler sektöründeki sağlık, turizm ve diğer bütün alanlardaki zenginliğiyle tartışmasız Türkiye’nin bu noktadaki belirleyici kentlerinden biridir. Bize düşen bu buluşmanın ve alt yapı zenginliğinin sağladıklarıyla yetinmemek, iddiamızı hazırlıklı olarak geleceğe taşımak ve sürdürülebilirliğini sağlamaktır. Samsun, Karadeniz’in en büyük şehri, Karadeniz çanağındaki ülkeler için bir çekim merkezi ve bölgesel kalkınma ve gelişmenin merkez kentidir. Coğrafi ve stratejik konumu, kamu ve özel sektöre ait limanları, uluslararası havalimanı, Karadeniz Bölgesi’ni Anadolu’ya bağlayan demir ve karayolu, üniversitesi ve kültürel alt yapısıyla bölgenin merkezi konumundaki ilimiz gelişim sürecini hızlı bir şekilde devam ettirmektedir. Samsun, illerin nüfus büyüklüklerine göre sıralamasında 1.233.677 nüfusuyla Ülkemizin 15. büyük ilidir. Samsun, DPT tarafından Türkiye’de ilan edilen 15 cazibe merkezi kentten birisidir. Sağlık Bakanlığı’nın markalaştırmayı hedeflediği 20 şehir arasında yer almaktadır.

92

Samsun, Amasya, Çorum ve Tokat illerini kapsayan TR 83 bölgemizde 22.11.2008

tarih ve 27062 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan Bakanlar Kurulu Kararı ile Orta Karadeniz Kalkınma Ajansı (OKA) Samsun merkezli kurulmuştur. Karadeniz Bölgesi’nin ilk ajansı olma özelliğini taşıyan ajansın genel sekreter ataması yapılmış olup, personel alımıyla 7 dilin konuşulduğu bir zenginlikle birlikte kurumsallaşma süreci hızlı bir şekilde sürdürülmektedir.

öncülüğünde ve ortaklığında Samsun-Havza Termal Su Yönetim Birliği kurulmuştur. Etkin bir çalışma süreciyle birlikte bölgenin tüm yeraltı su kaynakları en son teknolojiyle taranmış ve Akdağ Kayak Merkezi, Ladik Gölü, Akdağ Yaban Hayatı Avlanma Sahası, Vezirköprü Kunduz Yaylaları ve Şahin Kanyonu ile birlikte iç bölgemizde turizmi geliştirme senaryosu çıkarılmıştır.

Samsun Teknopark Bakanlar Kurulu’nca onaylanarak 3 Eylül 2009 itibariyle Resmi Gazete’de yayınlanarak kurulmuştur. Kurucu Heyet, Samsun Valiliği, Büyükşehir Belediyesi, Ondokuz Mayıs Üniversitesi ve Samsun Ticaret ve Sanayi Odası tarafından oluşturulmuştur.

Samsun Fuar Alanı Kongre Merkezi yapılacak 430 da alanın Büyükşehir Belediyesi’ne tahsisi yapılmıştır. 2010 yılında temeli atılacaktır. Anadolu’nun, Karadeniz çanağında bulunan ülkeler ve art bölgelere açılım kapısı olma jeopolitik önemi ile uluslararası fuar ve kongre merkezi olmayı hedeflemektedir.

Avrupa Konseyi Kıyı Bölgeler Konferansı(CPMR) ve Balkan ve Karadeniz Komisyonu (BBSRC) üyeliğine Valiliğimiz’in başvurusu doğrultusunda 27 Haziran 2008 tarihinde kabul edilmiştir. Bu yolla Karadeniz çanağındaki ülkeler ve Balkan Ülkeleri içerisinde aktif rol oynayan bir il konumu için çalışmalar sürdürülmektedir. Uluslararası RAMSAR Sözleşmesi’ne göre korunan, ekolojik denge ve kuş cenneti varlığı olarak ülkemizin ve dünyamızın sayılı zengin ve değerli yerlerinden biri olan Kızılırmak Deltası’nın tanıtılması için Kızılırmak Deltası Kuş Cenneti Projesi Valiliğimiz’in öncülük ve katkılarıyla hayata geçirilmiştir. Bugüne kadar Çevre ve Orman Bakanlığı ve İl Özel İdaresi kaynaklarıyla yaklaşık 1 Milyon TL yatırım yapılmış olup bu kapsamda; 1 adet Ziyaretçi Merkezi, 2 adet Kuş Gözlem Kulesi, 1 adet Yönetim Binası ve Kuş Gözlem Evi yapılmış ve hizmete açılmıştır.

Rusya ile ticaret hacmini artırmaya yönelik projelendirilen, Samsun- Kavkaz Demiryolu Projesi çerçevesinde trenferi seferlerinin hayata geçirilmesi adına başlatılan proje kapsamında sanayi rıhtımı ve feribot yanaşma rampa kapasiteleri genişletilmiş, sanayi rıhtımı üzerinde “boji değişim istasyonu” hayata geçirilmiştir. UPM Feribot ve Liman Hizmet Ltd. Şti. tarafından yapılmakta olan çalışmalar tamamlanma aşamasındadır. Samsun; başta Samsun Tıp Fakültesi, Özel Sektör ve Kamu Hastaneleri olmak üzere 190 sağlık kuruluşu, Anadolu’nun ilk ve tek ilaç fabrikası, tıbbi alet ve cerrahi el aletleri üretiminde Dünya’da 3. kümelenme merkezi vb. potansiyelleriyle bölgesel, ulusal ve uluslararası sağlık kenti olmaya adaydır. Samsun Sağlık Serbest Bölgesi kurulması başta olmak üzere bu kapsamda birçok

proje üzerinde çalışmalar özel sektör öncülüğünde ve Valiliğimiz’in himayesinde sürmektedir. Her kalkınma sürecini aynı zamanda bir eğitim hamlesiyle birleştirilerek gerçekleştirmek mümkündür. Bu doğrultuda ilinizin eğitim alanında geldiği noktayı nasıl tanımlayabilirsiniz? Samsun; 1.098 okul, 13.609 öğretmen, 300.000 öğrenci sayısıyla bölgemizin önemli bir eğitim merkezidir. Sadece öğrenci potansiyeli bile ülkemizin birçok ilinin nüfusundan fazladır. Burada sayıca üstünlüğün yanında parametreler çerçevesinde nitelik olarak da büyüklüğü yakalamanın önemi kaçınılmazdır. Okullaşma oranları bakımından okul öncesinde (6 yaş) % 87 (Türkiye ortalaması % 49’dur) ilköğretimde % 100 ortaöğretimde % 82 oranı yakalanmıştır. Mesleki eğitimin genel eğitime oranı % 45 (Türkiye ortalaması % 38) ve derslik başına öğrenci sayısı ortalaması ise ilk-orta öğretimde 25’dir (Türkiye ortalaması 32) İlköğretimde derslik başına düşen öğrenci sayısı 28, öğretmen başına düşen öğrenci sayısı ise 21’dir. Ortaöğretimde derslik başına düşen öğrenci sayısı 31 ve öğretmen başına düşen öğrenci sayısı 15’tir. Eğitime % 100 Destek Kampanyası’yla ilimize kazandırılan derslik sayısı 2.547’dir. İlimizde bulunan Ondokuz Mayıs Üniversitesi 2008 yılı “Uluslararası İndekse Giren Yayınlar” araştırma sonuçlarına

Lâdik Akdağ Kayak Merkezi Orta Karadeniz Bölgesi’nin tek kayak merkezidir. Türkiye Kayak Federasyonu ile yapılan protokol çerçevesinde İl Özel İdaresi bütçesiyle telesiyej yapımına başlanmış ve Kasım 2009 itibarıyla bitirilmiş ve kayak yapmaya uygun hale getirilmiştir. Atatürk’ün “Artık ben bağımsız bir şekilde Türk Milleti’yle birlikte kurtuluşa giden yolda bu mücadelenin liderliğini ve komutanlığını ele alıyorum” dediği ve kurtuluş mücadelesinin senaryosunun yazıldığı Havza’da tarih turizmiyle birlikte termal turizmin geliştirilmesi için altyapı hazırlanması amacıyla Valiliğimiz 93


Samsun’da; 5 tane organize sanayi bölgesi (OSB) vardır. Bunlardan üçü tamamlanmış ve üretim başlamıştır, İkisi ise yapım aşamasındadır. 16 adet küçük sanayi sitesi üretimdedir. Serbest bölge özelleştirilmiş ve faaliyeti devam etmektedir. MERKEZ OSB: Parsel sayısı 115, yatırımcı sayısı 88, (Üretime geçen 79, İnşaat halinde 9), istihdam sayısı 4.876 ve alanı 1.606.522 m2’dir. BAFRA OSB: Parsel sayısı 64, yatırımcı sayısı 9 (Üretime geçen 4, inşaat halinde 3, proje aşamasında 2) istihdam sayısı 100 ve alanı 561.922 m2’dir.

göre Türkiye’deki 130 Devlet ve Vakıf Üniversitesi arasında 21. sırada yer alan köklü bir üniversitedir. 1975 yılında kurulan üniversitemiz, 10 fakülte, 10 meslek yüksek okulu, 1921 akademik personeli ile 22.992 öğrenciye eğitim vermektedir. İlimizde 2. Üniversite kuruluş hazırlıkları ‘Canik Başarı Üniversitesi’ adıyla sürmektedir. Şehrin genel görünümüne hâkim kampusta konumlanacak olan üniversitemizin inşaatı ve resmi kuruluş işlemleri devam etmektedir. Bu üniversitemiz 4 fakülte ve 2 enstitüden oluşacak olup, 20112012 eğitim-öğretim döneminde faaliyete geçmesi planlanmaktadır. 2. üniversitemizin hayata geçmesiyle Samsun bir üniversite kenti haline gelecektir. Ulusal ölçekte marka olmuş birçok eğitim müessesesinin ilimizde yer alması ve bu yolda devam etmesi ilimizin bahsettiğiniz anlamda bir eğitim hamlesiyle birlikte kalkınma başarısını gerçekleştirme yolunda olduğunu göstermektedir. Samsun’un sanayi, ticaret ve turizm alanlarında bölgenin en büyük potansiyeline sahip büyükşehri olduğunu biliyoruz. Bu alandaki gelişmeler ve çalışmalar nelerdir?

94

Yakın gelecekte Karadeniz kıyısı ve çanağındaki ülkelerin buluşma merkezi olacak Samsun’da yatırım planlayan her girişimci her tür bürokratik işlemleri Samsun Valiliği Yatırım Koordinasyon Merkezi

Samsun Kalesi

aracılığıyla tek merkezden tamamlama imkânına sahiptir. Samsun, alternatifli ve gelişmiş ulaşım altyapısı, 10 milyon ton yükleme boşaltma kapasiteli 3 limanı, serbest bölgesi, lojistik köyü, 5 adet organize sanayi bölgesi ve geçmişten bugüne gelen ticaret geleneğiyle bölgenin dünyaya açılan kapısıdır. Bu önemli avantajlarıyla Samsun ülkemizin stratejik önemini arttıran illerin başında gelmektedir. İmalat sanayinde KOBİ ölçekli firmalar yoğun olup, gıda ürünleri imalatı, ağaç ürünleri ve mobilya imalatı ve tıbbi aletler imalatı alt sektörlerinde kümelenme ve uzmanlaşma oluşmuştur. Gemi inşa sanayi bölgesi Samsun Merkez ve Terme’de hayata geçmiş ve diğer yatırımcılara sunulmuştur. Karadeniz ve kıyı çanağındaki ülkeler için gemi inşa sektöründe lider üretim merkezi olmak hedeflenmektedir. 170.000-180.000 DWT Süveyş tipi gemiler ve petrol platformları üretmek hedeflenmektedir. İlimizde halen 10 büyük tersane alanından altısının yer tahsisi yapılmıştır. dördünün ise tahsis işlemleri devam etmektedir. İstanbul Sanayi Odası’nın her yıl düzenlediği ilk 500 ve ikinci 500 firma çalışmasında 1000 firma arasında 10 firmamız bulunmaktadır. Ayrıca 200 ihracatçısı, 100 ülkeye ihracatı ve 1500 sanayicisi ile bölgenin en büyük sanayi merkezidir.

KAVAK OSB: Parsel sayısı 51, yatırımcı sayısı, 11 (Üretime geçen 8, inşaat halinde 1, proje aşamasında 2) istihdam sayısı 252 ve alanı 419.595 m2’dir. GIDA OSB: Tekkeköy ilçesinde 45 hektarlık alanda 41 parselde kurulmaktadır. Bölge Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın 2009 yılı Yatırım Programı’nda yer almakta olup yeterli ödenekle buluşturulmuştur. Çok sayıda başvuru içerisinde öncelik tanınan 25 firmaya tahsis yapılmış, altyapı ve üstyapı çalışmaları birlikte başlatılmıştır. Kapasitesinin çok üstünde gelen başvuru doğrultusunda mevcut alanın bir buçuk katı büyüklüğünde genişleme çalışması başlatılmış olup, kabulü yönünde olumlu adımlar atılmıştır. HAVZA OSB: Havza ilçesi, Bekdiğin Beldesi’nde 110 hektarlık alanda kurulmaktadır. Bölge Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın 2009 yılı Yatırım Programı’nda yer almadığından dolayı mühendislik hizmetleri Müteşebbis Heyet tarafından yapılmaktadır. Parsel sayısı 75 ve alanı 440.878 m2’dir. Rusya üzerinden gelen ülkemizin en önemli doğal gaz hatlarından biri olan Mavi Akım Boru Hattı’nın Türkiye’ye Samsun’dan giriş yapması, buna bağlı olarak sanayi ve konutta doğal gazın kullanılması ve Bakü-Samsun-Ceyhan Boru Hattı’nın yanı sıra enerji sektöründe yatırım amaçlı yer tespit çalışmaları yapan büyük şirketlerin Samsun’u tercih etmesi, şehri enerjide bir üs haline getirecek alt yapıyı oluşturuyor. Hava kargo üniteli, yılda 2 milyon yolcu kapasiteli ve 24 saat hizmet veren

Uluslararası Havaalanı’na sahiptir. Samsun Havaalanı’nda Hava Grup Komutanlığı’na bağlı Karadeniz’de meydana gelebilecek olaylara müdahale etmek ve yasadışı olayları tespit etmek amacıyla AramaKurtarma Birimi oluşturulmuş, ayrıca Sağlık Bakanlığı’nca Hava Ambulans Sistemi oluşturulmasıyla ilgili çalışmalar başlatılmıştır. Ulaşım imkânlarının sağladığı bu avantajın da etkisiyle İlimiz’in ihracat artış hızı Türkiye ortalamasının üzerinde gerçekleşmekte olup, 2008 yılında bir önceki yıla göre ihracat % 104 artmıştır. Aynı dönemde Türkiye ortalama artışı ise % 23’tür. Samsun ihracat sıralamasında 2008 sonu itibariyle 445.825 bin dolarlık ihracatla 21. sıraya yükselmiştir. 2010 ihracat hedefimiz 1 milyar $’dır. 95


SAMSUN SERBEST BÖLGESİ: 2008 yılında Sasbaş Samsun Serbest Bölgesi A.Ş. adıyla bir konsorsiyum tarafından 40 yıllığına kiralanmıştır.

kültürel zenginlikleri, deniz, kara, hava, demiryolu ulaşım olanaklarıyla Karadeniz Bölgesi’nin turizm potansiyeli en yüksek kentlerindendir. Samsun; kültür, kongre-fuar, sağlık, termal, kayak, ekolojik, yayla ve doğa turizmi fırsatlarının bir arada sunulduğu ayrıcalıklı bir kenttir. Bu tarihi birikime sahip SAMSUN, bugün kayak turizminden termal turizme, sağlık turizminden doğa ve deniz turizmine kadar birçok üstünlüğü aynı anda konuklarına sunmaktadır. Uluslararası ticaret ve ihtisaslaşmış hizmetler merkezi sürecindeki Samsun, kongre ve fuar turizminin bölge ve Karadeniz kıyı çanağındaki ülkeleri için bir merkez kenti olma yolundadır. MARKA YOLCULUĞU PROJESİ: Samsun Valiliği, bir bütün olarak kentin markalaştırılma sürecini yönetmek, soysal, ekonomik ve kültürel gelişmeyi rekabet edilebilirlik ve sürdürülebilirlik boyutlarında sağlamak üzere; kamu, sivil, özel ve sosyal tüm kesimlerle birlikte;

Bölgede, alım satım yapan 7, üretim yapan 5, depolama yapan 1, kiralama yapan 1 ve işletmeci 1 olmak üzere toplam 15 firma faaliyettedir. Bölgenin resmi açılışının yapıldığı 1998-2007 tarihleri arasında 359.374.000 $’lık, 2008 yılında ise 406.408.208 $’lık ticaret hacmi gerçekleştirilmiştir. Toplam 182 kişi istihdam edilmektedir. Samsun’un karayolu, havayolu, denizyolu, demiryolu alanında bulunan mevcut imkânların tanıtılması, Samsun’un lojistik sektöründe; bölgesel, ulusal ve uluslararası alanda söz sahibi olmasını sağlayacak tedbirleri almak üzere Samsun’un lojistik merkez olmasına dönük çalışmalarımız devam etmektedir. Sağlık, kültür, kış / kayak ve doğal turizm zenginlikleriyle hızla gelişen bir turizm merkezidir. Büyük Önder Atatürk’ün Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’ni başlattığı ve bu yolda ilk adımı attığı Samsun; doğal, tarihi ve 96

“Samsun Marka Yolculuğu” Projesi’ni başlatmıştır. Proje yalın ve sığ bir süreçten bağımsız olarak kentin eş zamanlı gelişme ve kalkınmasını amaçlayan tüm bileşenleri bir bütün olarak içermekte ve yönlendirmektedir. Samsun, ortaya çıkardığı değerleri ile yerel ve uluslar arası yatırımcıların ilgi odağı olmuştur. Merkez’de yeni alışveriş merkezleri ve 5 yıldızlı oteller inşa edilmesine dönük talepler gerçekleştirme aşamasındadır. Büyükşehir Belediyesi’nin sahil bandında yaptığı düzenlemelerle Samsun kıyı ve denizle buluşmuş, sahil tüm boyutlarıyla gerçek bir zenginlik ve rekreasyon alanına dönüşmüştür. Bu bağlamda Büyük Önder’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığı iskele (Kurtuluş İskelesi) tarihi geçmişine uygun bir şekilde düzenlenmiştir. Atatürk ve silah arkadaşlarını

Kaya mezarları

taşıyan Bandırma Vapuru, Doğu Park’ta müze olarak hizmet vermektedir. Büyükşehir sınırları içerisinde doğal deniz plajları ve Aqua Parklar tamamlanmış olup, özellikle iç turizm açısından önemli bir kazanım olmuştur. Samsun’un panaromik görüntüsünü Toptepe’den izlerken, yöresel lezzetleri de tatma imkânı bulunmaktadır. Dünya’nın sayılı hazinelerinden “Amisos Hazinesi” Arkeoloji-Etnografya Müzesi’nde sergilenmektedir. 18 Mayıs 2008’de açılan Samsun Devlet Opera ve Balesi, Atatürk Kültür Merkezi’nde hizmet vermektedir. Devlet Tiyatroları’nın sürekli turne sahnesi olarak hizmet verecek olan Devlet Tiyatroları Samsun Sahnesi, 31 Mart 2009 tarihinde açılmıştır. Alaçam İlçesi’ndeki tarihi doku ve özellikle konakların İl Özel İdaresi KUDEP Bürosu öncülüğünde projelendirilmesi ve restorasyona konu edilmesi çalışması sürmektedir. Alaçam Konakları pansiyon, butik otel ve restoran olarak kullanıma hazırlanmaktadır. Havza ve Ladik-Hamamayağı Karadeniz sahilinin tek termal merkezidir. Havza, Karadeniz turlarının tamamının geçiş güzergâhında yer almaktadır. Bölge’deki en önemli termal turizm merkezidir. Yıllık 150.000 kişi ziyaret etmektedir. Termal ve SPA-Wellnes yatırımlarıyla sağlık turizmine yönelik girişimler artmıştır.

Valiliğimizin öncülüğünde Havza Belediyesi işbirliği ile Samsun-Havza Termal Su Yönetim Birliği kurulmuştur. Konaklama tesislerinin sunduğu hizmet kalitesinin iyileştirilmesi için nitelikli personel eğitimi başta olmak üzere birçok çalışmalar başlatılmıştır. Termal turizm için Havza’yı tercih edenler aynı zamanda Akdağ Kayak Merkezi’nde kayak yapma fırsatı bulacaklardır. Kılavuz Ormanları içindeki yeni termal turizm alanları tüm altyapıları sağlanarak 4 lt/sn termal su ile birlikte yatırımcılara tahsis edilecektir. Sonuç olarak; Samsun, geçmişten aldığı enerji ve birikimleriyle bu günü en doğru ve reel değerlerle anlayıp kavramakta ve sahip olduklarına yeni imkânlar da ekleyerek yakın ve uzun geleceği bu birikimlere göre kurgulamaktadır. Ulu Önder’in milli mücadeleyi başlattığı ve kurtuluşun ilk adımlarını attığı şehir olma gurur ve sorumluluğuyla ülkemizin kalkınma hamlelerinde öncü bir kent olma görev ve heyecanını yaşamakta ve bu yolda yoğun bir gayretle çalışmaktayız SAYIN VALİM, YOĞUN VE EMEK DOLU ÇALIŞMALARINIZIN ARASINDA BİZE ZAMAN AYIRDIĞINIZ İÇİN TEŞEKKÜR EDİYOR, ÇALIŞMALARINIZDA BAŞARILAR DİLİYORUZ. BANA İLİMİN HAK ETTİĞİ YÖNLERİNİ PAYLAŞMA FIRSATINI VERDİĞİNİZ İÇİN BEN DE SİZLERE TEŞEKKÜR EDİYOR, BAŞARILI YAYIN ÇİZGİNİZİN DEVAMINI DİLİYORUM.

97


ESKİ BİR TİCARET MERKEZİ OLAN KAYSERİ İLİ EKONOMİSİNİN YANI SIRA ŞEHİRCİLİK ANLAYIŞI İLE DE EN HIZLI GELİŞEN VE DİKKAT ÇEKEN ŞEHİRLERİN BAŞINDA GELMEKTEDİR.

K

ayseri konumu itibarıyla tarih boyunca, her çağda ulusların ilgisini çekmiştir. Alpaslan’ın 1071’de Malazgirt Savaşı ile Anadolu’ya girmesi, Rum ve Ermeniler’den oluşan Kayseri’yi 1085 yılında bir Müslüman ve Türk şehri yapmıştır. Özellikle Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubat zamanında Konya ve Sivas’la birlikte üç baş şehirden biri olmuştur. Bu dönemde, birçok cami, medrese, han, hamam ve çeşme yapılmıştır. Daha sonra şehir Danışmendliler, Moğollar ve 1398 yılında Osmanlılar’ın yönetimine geçmiştir. Kayseri ilinin yüzölçümünün yaklaşık yüzde 53’ünü tarım arazileri oluşturmaktadır. Orman yönünden ise yüzde 8 ile oldukça fakirdir. En önemli ve en yüksek dağı Erciyes Dağı’dır. Dağcılık ve kış turizmi açısından ayrı bir önemi olan Erciyes Dağı’ndaki Erciyes buzulu da küresel ısınmadan nasibini almış, küçülme eğilimi içinde olduğu gözlenmiştir. Kayseri ilinin 1 milyon 200 bine yaklaşan nüfusunun yüzde 85’i şehirlerde yüzde 15’i

98

ise kırsal alanda yaşamaktadır. Kayserili hayırseverlerin eğitim ve öğretim alanına sağladıkları destek ve katkı oldukça büyüktür. Milli Eğitim Bakanlığı verilerine göre bu destek ülke çapında birinci sırayı almaktadır. Türkiye’de 1950’li yıllarda ilk sanayi sitesinin kurulduğu Kayseri bugün ihracatta dünyada ilk üç sırayı alan Almanya, ABD ve İtalya’ya sırasıyla tekstil, mobilya ve demir-çelikten oluşan mamul eşyalar ithal etmektedir. Kayseri ilinde gelişmiş sanayi yapısının yarattığı gelir ve istihdam, ticareti en önemli sektör kılmış ve bu da ilin gelişmesine önemli bir katkı sağlamıştır. Zengin bir mutfak kültürünün de olduğu Kayseri’de araştırmalara göre 36 değişik çeşit mantı pişirilmektedir. Kayseri pastırması ve sucuğunun ünü dünyaca bilinmektedir. Kayseri ili önemli bir tarihi ve kültürel mimariye ve ekonomik zenginliğe sahiptir.

99


KAYSERİ BELEDİYE BAŞKANI Mehmet ÖZHASEKİ

Dev projeleri nasıl hayata geçiriyoruz, hangi kaynaklarla

Türkiye’ye örnek olduğunuz Kayseri Modeli Belediyecilik nedir? Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan, kendisinden zaman zaman para ya da yardım isteyen belediye başkanlarına ‘Gidin Kayseri’den örnek alın, yapılan çalışmaları ve uygulamaları yerinde görün’ diyor. Bu söz, Kayseri’nin belediyecilik konusunda hangi noktada olduğunun en güzel göstergesidir. 15 yıl önce göreve geldiğimizde, 40-50 mahallede kanalizasyon yoktu, şehirde gecekondulaşma hat safhadaydı. Bazı semtlerde kanallar açıktan akıyor, çocuklar düşüp boğuluyordu. Yeşil alanlar ve parklar ise bir elin parmakları kadardı, onların da içine girilmiyordu. Böyle bir tablo vardı karşımızda. Gelinen noktada ortaya çıkan Kayseri Modeli’nin dört ayağı var. Bunların birincisi; yol, su, yeşil alan, ulaşım gibi rutin belediyecilik işlerini Türkiye’de en yüksek standartta yapıyoruz. Basit bir örnek verecek olursak; içme suyu konusunda Türkiye’nin önemli şehirlerinin düştüğü durumu hepimiz biliyoruz. Biz ise

şimdiden Kayseri’nin 50 yıllık 100 yıllık su ihtiyacını karşılayacak yeni kaynaklar bulduk. Dokuzpınarlar mevkiinde açılan 24 kuyudan yıllık 85 milyon m3 içme suyu temin ediyoruz. Bunun yanı sıra çok kısa bir süre içerisinde bir yandan rutin belediyecilik hizmetlerini en güzel şekilde yerine getiren bir belediye olurken bir yandan da şehri ileriye taşıyan, gelişimine öncülük eden bir belediyecilik anlayışını yerleştirdik. Şehir içinde raylı sistemi devreye soktuk, buna paralel olarak yeni bir toplu taşıma organizasyonu geliştirdik. Şehir içindeki minibüsleri kaldırarak halk otobüsüne çevirdik. Türkiye’de bunu başaran ilk belediye biziz. Raylı sitem ve halk otobüsleri entegre halde şehir içinde yolcu taşıyorlar. Kayseri Modeli Belediyecilik’in ikinci ayağını da bu oluşturuyor. Ortaya koymuş olduğumuz bu başarılı tablo, başka şehirler tarafından da ilgiyle izleniyor. Çok sayıda belediye başkanı ki bunların arasında muhalefet partili olanlar da var, heyetler halinde Kayseri’ye gelerek yaptığımız işleri, ortaya koyduğumuz uygulamaları yerinde görüyor. Nasıl yaptığımızı öğrenmeye çalışıyor.

yapıyoruz. Birincisi bütçede kaçak yok. Kamu malına sahip çıkıyoruz, kendi malımız gibi davranıyoruz. Şişkin kadroya, gereksiz malzeme tüketimine izin 100

vermiyoruz.

101


ediyor. Tarihi Kentler Birliği benim nazarımda en öğretici oluşumdur. Her toplantıda, her gezide katılan herkes görgüsünü ve bilgisini artırmaktadır. TKB aynı zamanda en üretici oluşumdur. Bu güne kadar onlarca tarihi eseri ayağa kaldırarak, onlarca tarihi dokuyu ve bölgeyi yaşatarak topluma, kültürel mirasımıza kazandıran, somut adımlar yapan ve iş bitiren bir kurumdur ve yine TKB, en demokratik oluşumdur. Burada en büyüğünden en küçüğüne tüm belediyelerin, belediye başkanlarının ve meclis üyelerinin söz hakkı vardır. Birlik ve beraberlik vardır, dayanışma vardır. Herkes, inandığı doğruları söyleyebilmiş ve bir kardeşlik havasında tartışmaya açmıştır. Kongre Merkezi

Üçüncü olarak ‘Sorumlu Belediyecilik’ anlayışımız var. Şehrin her sorununa karşı duyarlıyız. ‘Belediye’nin işi değil’ demeden her işin, her sorunun altına elimizi koyuyoruz. Şehirde bu şekilde ortaya koymuş olduğumuz çok sayıda eser var. Akıl Hastanesi Sağlık Bakanlığının işi demedik yaptık, Melikgazi Kaymakamlığını İçişleri Bakanlığının işi demedik yaptık, İncesu Çocuk Islahevini Adalet Bakanlığının işi demedik yaptık. Şehrin yararına olacak her işe koştuk, her projeye her yatırıma öncülük ettik. Dördüncü olarak da ‘Sosyal Belediyecilik’ anlayışı var. KAYMEK kursları ve istihdama yönelik kurslarla gençlere, ev hanımlarına iş imkânı oluşturduk. Bunun yanında çalışanı olmayan, bir ekmeğe muhtaç durumdaki insanlara sahip çıktık. Kayseri’de yaklaşık 4 bin aileye her gün ekmek ve sıcak yemek veriyoruz. 5 yıldızlı otel konforunda Huzurevi binalarımız var. Okullar açılınca her yıl Milli Eğitim’den aldığımız listeye göre binlerce öğrenciye ayakkabı, kaban, önlük ve kırtasiye yardımı yapıyoruz. Yaşlımıza, garibanımıza, fakir fukaramıza sahip çıkıyoruz, koruyup kolluyoruz. 102

Bütün bu işlerin bir de finansman boyutu var. Bu dev projeleri nasıl hayata geçiriyoruz, hangi kaynaklarla yapıyoruz. Birincisi bütçede kaçak yok. Kamu malına sahip çıkıyoruz, kendi malımız gibi davranıyoruz. Şişkin kadroya, gereksiz malzeme tüketimine izin vermiyoruz. Türkiye’de makam araçlarını satan ilk belediye biz olduk. Onların yerine çok daha ucuza mal olan kiralık araçları getirdik. Benim makam aracım dâhil belediyedeki tüm hizmet araçları kiralıktır. Terminal gibi stadyum gibi dev projelere organizasyonlarla kaynak temin ediyoruz. Terminal için İller Bankası’ndan kredi kullandık ama kira bedeli ve işletmeden aldığımız payla borcumuzu ödüyoruz. Eski stadın yerini sattık oradan aldığımız parayla yeni stadı ve 9 tane spor tesisini yaptık. Yaklaşık 300 milyon avroluk Erciyes projesi için de kaynağımız hazır. Erciyes’in tapusu şu anda bizde. 26 milyon m² arazi belediyemize geçti. Burada hayata geçireceğimiz projeyle, Kayseri’ye ikinci bir Kayseri katacağız. Kayseri, her alanda hızla büyüyor ve gelişiyor. Tarihi Kentler Birliği Başkanlığını da yapıyorsunuz. Bu birliğin çalışmalarından bahseder misiniz?

Kadir Has Stadı

Tarihi Kentler Birliği, 271 üyesi olan bir ‘Kutlu Kervan’dır. Büyükşehir, il, ilçe ve ilk kademe belediyelerinin, siyasi görüşüne bakmaksızın biraya gelip, ortak fikir ürettiği, proje geliştirip sonuç aldığı çok önemli bir birliktir. Bulunduğu şehirde tarihi yaşatmak, tarihi ve kültürel mirası gelecek nesillere sağlıklı şekilde ulaştırmak amacı taşıyan tüm belediyelerin, sivil toplum örgütleri ve diğer bazı kurumların da katılımıyla başlatmış olduğu yolculuk hedefine doğru devam

Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi daha etkili ve demokratik politikaların üretilmesi amaçlı yapılması gereken düzenlemeler var mıdır? Bundan birkaç yıl önce Ak Parti Hükümeti tarafından çıkarılan 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu ile 5393 sayılı Belediyeler Kanunu’nu, bu alanda çok önemli bir adım olarak görüyorum. Düşünün ki 1930’larda çıkan belediyeler kanununu ile yıllardır iş yapmış belediyeler. Daha doğrusu yapmaya çalışmış. Çağın gereklerinin çok uzağında, günümüz ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzak bu kanunun yerine ihdas edilen kanunlarla yerel yönetimlerin eli daha güçlü hale gelmiştir. Kanun’un hazırlık çalışmalarında komisyonlara katılıp fikir beyan etmiş birisi olarak diyebilirim ki Ak Parti Hükümeti bu kanunlarla belediyelerin elini güçlendirmiş, yerinden yönetimi daha bir ön plana çıkarmıştır. Belediyelerin sosyal ve toplumsal ihtiyaçlar çerçevesinde yapmak zorunda oldukları ancak mevzuat gereği yapamadıkları birçok iş, bu düzenleme ile belediyelere devredilmiş ve halkın daha hızlı hizmet almasına imkân sağlanmıştır. Aynı şekilde İl Özel İdareleri’ne tanınan yetkiler ve verilen görevler de bu doğrultuda çok önemli bir adımdır. Bu düzenlemelerin olumlu sonuçları icraatlara yansımıştır ve bundan sonra da yansıyacaktır. Bundan sonrasında ufak tefek düzenlemelere de gidebilir ancak temelde yerel yönetimlerin önü açılmıştır.

103


ANADOLU’NUN HIZLA GELİŞEN MİMARİ BAKIMDAN MODERN İLLERİNDEN: ISPARTA

I

sparta ili göller bölgesi olan Ege, Akdeniz ve İçanadolu Bölgeleri’nin kesiştiği önemli bir coğrafi noktadadır. Yüzölçümü 8.933 km Nüfusu 343.771’dir. Isparta ilinin ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayanmaktadır. Özellikle Isparta denince akla ilk gelen gül olur. Oysa günümüzde artık eskisi kadar gül dikim alanı yoktur. Geçtiğimiz on yılda bu oran yüzde 60 azaldı. Gül ağaçlarını söken çiftçi, yerine daha iyi gelir getiren kiraz, kayısı ve elma gibi alternatif ürünler dikiyor. Türkiye’nin elma üretiminin dörtte biri bu ilimizde yapılıyor. Eğirdir bölgesindeki elmalar aroma ve lezzetiyle dünya çapında ün yapmıştır. Ayrıca Türkiye’nin kekik ihracatında önemli yer tutan Isparta, nohut üretiminde ise Nevşehir’den sonra ikinci sırada, soğuk hava deposu ve kapasitesinde ise Türkiye ikincisi konumundadır. Isparta’nın tarih boyunca gelirinin önemli bir kısmını sağlayan el halıcılığı, günümüzde gelişim gösterememiş, düşüşe geçmiştir. Tarihi Kentler Birliği üyesi olan Yalvaç, kültür ve inanç turizmi açısından Isparta’nın önemli bir ilçesidir. Hristiyanlık dininin ilk vaazı burada verilmiş Hristiyan âlemince önemsenmektedir. Kayak merkezinin yer aldığı Davraz Dağı doğa yürüyüşüne uygun, mağaralar ve kanyonlardan oluşmaktadır. Eğirdir ise alternatif bir turizm cennetidir.

104

105


ISPARTA BELEDİYE BAŞKANI Yusuf Ziya GÜNAYDIN

Sosyal belediyecilik anlayışımızla

halkımıza yakın

olmaya çalışıyoruz.

Yaşam koşullarıyla ilgili kararları alırken

İnsan hakları ve özgürlükler çerçevesinde sosyal belediyecilik sizce nedir? Kamu harcamalarını konut, sağlık, eğitim ve çevrenin korunması alanlarını kapsayacak şekilde daha doğrusu insanların doğumundan ölümüne kadar tüm ihtiyaçlarını karşılayan; sosyal dayanışma ile sosyo - kültürel faaliyet ve çalışmaların gerçekleştirilebilmesi, işsiz ve kimsesizlere yardım yapılması için gerekli altyapı yatırımlarıdır. Bireyler ve toplumsal kesimler arasında zayıflayan sosyal güvenlik ve adaleti güçlendirmeye yönelik işlevlerin üstlenildiği belediyecilik anlayışına sosyal belediyecilik denir. Belediyecilik vatandaşa en yakın yönetim kademesi olduğuna göre vatandaşların yaşama koşullarıyla ilgili kararların alınmasında halkın katılımını nasıl sağlıyorsunuz? Sosyal belediyecilik anlayışımızla halkımıza yakın olmaya çalışıyoruz. Yaşam koşullarıyla ilgili kararları alırken Belediye’mize bağlı birimler aracılığıyla halkımızın talep ve

görüşlerini bildirmeleriyle ve bu istekler doğrultusunda karar alarak halkımızın katılımını sağlıyoruz. Yapacağımız tüm yatırım ve hizmetlerde o bölgenin ya da beldenin kararları bizim için ön planda gelmektedir. Bu doğrultuda mahalle muhtarlarımız ve mahallenin ileri gelenleri ile istişarelerimiz sürekli devam etmektedir. Mahalle meclisi ve kent konseyine yönelik çalışmalarımız devam etmektedir. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, daha etkili ve demokratik politikaların üretilmesi amacıyla yapılması gereken düzenlemeler var mıdır? Demokratik bir ülkenin yerel yönetimlerle merkezi yönetim arasında kurulmuş bir denge üzerine inşa edilmesi gerekir. Merkezi yönetim ile yerel yönetimler arasında mutlaka bir bağ kurulmalıdır. Yerel yönetimlerin yaptığı çalışmalar ülke yöneticileri tarafından kesinlikle desteklenmelidir. Yerel yönetimlerin çalışmalarında bürokratik engellerin kaldırılması en büyük arzumuzdur.

Belediye’mize

bağlı birimler aracılığıyla halkımızın talep ve

görüşlerini bildirmeleriyle ve bu istekler

doğrultusunda karar alarak

halkımızın katılımını sağlıyoruz. 106

107


AMANOS DAĞLARI ÜZERİNDEKİ TEK GEÇİT: BELEN

A

raplar ve Emeviler döneminden sonra Kanuni, Anadolu’nun kuzeye açılan stratejik önemine en uygun geçidini tespit ederek Belen Geçidi’nde derebent ( asker-sivil karışımı dış düşmana karşı organize olmuş müşterek direniş merkezi) kurulmasını emreder. Kayseri’den seçme oğuzlu 65 Yörük ailesi getirterek, devlet eliyle ilk mecburi iskânı gerçekleştirir. Han, hamam ve cami yaptırır. Halka toprak vererek vergiden muaf tutar. Çünkü görevleri bölgede asayişi ve halkın güvenliğini sağlamaktır. Dış düşmana karşı bütün sivil halk, tüm imkânlarını seferber ederek askere lojistik destek verir ve vurucu güç olarak harbe katılırdı. Belen adı Türkmen dilinde yokuş ve yüksek dağ üzerinde bulunup iki dağı ayıran yol anlamına gelir. Belen Geçidi Türkiye’nin ve dünyanın sayılı göç darboğazlarından birisidir. Yılda yaklaşık 500 bin göçmen kuş kuzeyden güneye, güneyden kuzeye doğru göç ederken Amik Gölü’nde konaklar oradan Nil Deltası’na doğru gider. Körfeze doğru inildiğinde narenciye, elma, kiraz gibi meyveler yetişmektedir. Oksijenin en bol olduğu, doğal güzelliklerin yanı sıra en seçilmiş meyvelerin olduğu şirin bir ilcedir.

108

109


BELEN KAYMAKAMI Mehmet ÖZ Kaymakamın nelerdir?

görevleri

kısaca

Kaymakamlar, 5442 Sayılı İl İdaresi Kanunu’nun 31, 32, 33, 34 ve 35. Maddesi’nde açıklanan yetkilerini kullanarak ilçelerini yönetirler. Kısaca kanun, tüzük, yönetmelik ve hükümet kararlarının uygulanmasını sağlayarak, bunların verdiği yetkileri kullanmakla görevli olup, ilin valisine karşı sorumludur. İlçedeki kurumlar arasında koordinasyonu sağlama, resmi ve özel işyerlerini denetleme veya denetletme, resmi kurumlarda görevli personelin disiplin ve sicil amirliği görevlerini yürütür. Kaymakam sorumlu olduğu ilçe ile ilgili konularda merkeze sormadan karar alabilir mi?

110

Kaymakam, sorumlu olduğu ilçe ile ilgili kanun ve yetkiler çerçevesinde yapılacak işlerle ilgili tespit ve ikmale ilişkin kararlar almakta ancak, kaymakamlığın ayrı bir bütçesi

olmaması nedeniyle aldığı kararların uygulanmasında zaman zaman sıkıntılar yaşanmaktadır. Kaymakam olarak ilçe halkının istemlerinin ve ihtiyaçlarının belirlenmesinde nasıl bir çalışma içerisinde bulunuyorsunuz?

İlçede yapılacak hizmetlerle ilgili, merkezi bütçenin sağlaya-madığı hizmetlerin başta eğitim ve asayiş gibi hizmetlerin yürütülmesinde halkımızın desteğini almak suretiyle hizmetlerin daha kaliteli ve verimli sunumu için sürekli işbirliği halinde çalışmalarımızı sürdürmekteyiz.

Halka dayalı yönetim anlayışı sizce nedir? Ülkemiz gündeminde sürekli işlenen bir konu olup, zaman zaman yerinden yönetim şeklinde de ifade edilen bu kavram; hizmetlerin belirlenmesi ve sunumunda kararların atanmış bürokratlarca değil de halka dayalı organlar aracılığıyla yerine getirilmesi şeklinde ifade edilmekte olup, İlçe’mizde, Kaymakamlığımızca yapılan uygulamalarda yapılan işlemler halkın seçtiği, Belediye Meclisi, İl Genel Meclisi ve muhtarlarımızın görüş ve önerileri doğrultusunda yapılmakta ve bu anlayış içerisinde çalışılmaktadır. Bugünkü idare şeklimiz de uygulamada zaten halka dayalı yönetim

anlayışının icra edilmekte olduğunu göstermektedir. Belen’de göreve başladığınız günden itibaren yaptığınız hizmetler nelerdir? Belen’de 30.10.2006 tarihinde göreve başladıktan sonra, başta eğitim-öğretim, sosyal tesis eksiklikleri ile kurumlarımızın başta bilgisayar vs. gibi eksiklikleri tespit edilerek bunların giderilmesi için çalışmalar başlattım. -Eğitim-öğretim hizmetlerinde bilgi teknolojisi kullanılmak suretiyle eğitim yapılabilmesi için ilköğretim ve ortaöğretim okullarımızda en az 2 sınıfta olmak üzere 40 tane akıllı sınıf oluşturulması sağlanarak, derslerin internet ortamında işlenmesi sağlanmıştır. 100 öğretmenimize ücretsiz Digi Dersane Online Aboneliği dağıtılmış, okullarımızın sınıfları klima ile donatılmış ve bugüne kadar 150 adet klima ile 25 adet bilgisayar ve projeksiyon cihazı alımı yapılmıştır. 2 okulumuzda fen laboratuvarı ile 1 okulumuzda yabancı dil laboratuvarı ile bilgi teknolojileri sınıfı kurulmuştur. - Telekom ile işbirliği yapılarak ilköğretim öğrencilerine yönelik Kaymakamlık İnternetevi faaliyete geçirilmiş ayrıca, mevcut

İlçe halkının istemlerinin ve ihtiyaçlarının belirlenmesinde, gerek resen, gerekse İl Genel Meclisi ve köy muhtarlarımızla yapılan değerlendirmeler neticesinde öncelikli ihtiyaçlar belirlenmektedir. İlçe halkı ile işbirliğiniz oluyor mu? İlçede yapılacak hizmetlerle ilgili, merkezi bütçenin sağlayamadığı hizmetlerin başta eğitim ve asayiş gibi hizmetlerin yürütülmesinde halkımızın desteğini almak suretiyle hizmetlerin daha kaliteli ve verimli sunumu için sürekli işbirliği halinde çalışmalarımızı sürdürmekteyiz. 111


112

Halk Kütüphanesi fiziki açıdan son derece kötü bir ortamda hizmet vermekteyken, yeni hizmet binası tesis edilerek, bilgisayar, raf ve oturma düzeni yenilenmiştir. -Öğrencilerimizin SBS sınavlarına daha iyi hazırlanmasını sağlamak amacıyla 6, 7 ve 8. sınıfa devam eden 400 adet başarılı öğrenciye SBS hazırlık dergilerinin, 300 öğrenciye ise TTNET Vitamin Paketi dağıtımı sağlanmıştır. -Belen merkezinde ve Sarımazı Mahallesi’nde, Ötençay, Çerçikayası, Şenbük, Kıcı, Güzelyayla ve Kömürçukuru Köyleri’nde çocuk oyun parkı ve spor aletleri hizmete sunulmuştur. -Bölgemizin sıcak olması nedeniyle özellikle Güzelyayla ve Müftüler Köyü’müzde bulunan orman içi alanlarda halkımızın günübirlik piknik için gelindiği, ancak özellikle Müftüler Köyü’müzde pikniğe gelen vatandaşlarımızın su, tuvalet, bulaşık yıkama ve oturma düzeni gibi altyapı tesis eksiklikleri tespit edilerek, 10.06.2008 tarihinde açılan Müftüler Köyü Piknik Alanı içerisinde, içme suyu, mescit, lavabo, çocuk oyun parkı, kondisyon aletleri, basketbol ve voleybol sahaları, çardaklar, tandır, restoran, kafe, büfe, oturma bankları ve masaları hizmete sunulmuştur. -Bugüne kadar Kaymakamlığa 1 otomobil,

emniyet ve asayiş hizmetleri için Emniyet Amirliğine 4 otomobil ve 2 motosiklet, Tarım İlçe Müdürlüğüne 4x4 pikap, Köylere Hizmet Götürme Birliğine 1 otomobil ve 3 motosiklet olmak üzere toplam 7 araç ve 5 motosiklet Belen halkının hizmetine sunulmuştur. -Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğünce başlatılan TAPSİS projesinde; Genel Müdürlüğün ihalesi beklenmeden personel, bilgisayar, çalışma ortamı gibi maddi ve teknik destek sağlanarak, Belen’de 7 ay gibi bir zamanda TAPSİS projesi bitirilerek hizmete sunulmuş olup, vatandaşlarımızım çevrimiçi ortamda 5-10 dakika içerisinde işlemleri bitirilerek tapu hizmetlerinin verilmesi sağlanmıştır. Ayrıca, Köylere Hizmet Götürme Birliğimizce, kaynakları İl Özel İdare bütçesi ve KÖYDES projesinden sağlanan ödeneklerle; -Şenbük Köyü’müzde kanalizasyon, Ötençay, Kıcı, Kömürçukuru, Güzelyayla, Müftüler ve Benlideresi Köyleri’mizde içme suyu, Çerçikayası Köyü’müzde sulama suyu ile ilçemize bağlı 11 köyümüzün köy içi yollarının kilit taşı yapılması ve köy iletişim yollarının asfalt kaplama işleri tamamlanmıştır. 11 Köyümüzün içme suyu depolarına klor makinesi taktırılmıştır.

113


TRABZON’UN DERNEK PAZARI İLÇESİ’NE BAĞLI AKKÖSE KÖYÜ MUHTARI MUZAFFER GÜR

Köyünüzü ve kendinizi tanıtırmısınız.

K

öyümüzün ilçe merkezine uzaklığı 3 km’dir. En son nüfus sayıma göre nüfusu 434 olarak gözükse de şimdi 1000 civarında yaşamını devam ettiren bulunuyor. 1486 tarihli Mufassal Tımar defterinde,bugünkü Dernekpazarı (Kondu) ilçesi sınırları içerisinde belirtilen 4 köyden biri Zino (Zeno) dur. 1948 yılında, Zeno iki muhtarlık olarak yeniden yapılandırıldı. 1960 yılındaki düzenlemede “ZENO” adı kaldırılarak köylerin adları Akköse ve Ulucami olarak belirlenmiştir. Akköse köyünün köklü ailelerinin bir kısmı Hacıfettahaoğulları, Kaldırımoğulları, Gürcüoğulları, Bilaloğulları, Şahinoğulları, Fahıroğulları, Gencallar, Şenocaklar, Çil gibi ailelerdir.

114

Akköse köyünün mahalleri; Merkez Mahalesi (Aksilisa), Yeni Mahalle (Lişo), Dikbayır Mahallesi (Lişako), Soğuksu Mahallesi (Siseno), Gültepe Mahallesi (Gürcili), Güney Mahallesi (Ğayruraş), Küçük Mahalle (Ağorğor), Karayemiş Mahallesi (Ancumah) dır.

Köyün arazi yapısı kısmen de olsa engebeli olmasına rağmen, İlçenin diğer köylerine nazaran daha düzdür. Arazinin büyük bir bölümü ormanlık ve çaylıktır. Balıyla ve efsanesiyle ünlü “Ancumah” mahallesi köyün sınırları içindedir. Akköse köyünde başlıca tarım ürünü çaydır. Tarımda kullanılan arazinin % 60 çay bahçesidir, geri kalan kısımda köylü ihtiyacına göre mısır,arpa,fasulye,patates vb. gibi ürünler mevsimine göre yetiştiriliyor. Bu günkü konumda unutulmaya yüz tutmuş hayvancılık belli evlerde büyük baş diye adlandırdığımız inek saklanıyor. Köyümüz heyelan bölgesi içinde bulunduğundan 1929 yılında ki sellerde en çok can kaybı veren köydür.1959 ve 1990 yılında da heyelana maruz kalmıştır. 2 ağustos 2005 tarihindeki afetle de büyük zarar görmüştür,merkezde bir çok ev tehlike gösterdiğinden tahliye edilmiştir. Bursa, İstanbul, Ankara, İzmir, İzmit gibi illere yerleşen köylülerimiz birbirleriyle dayanışmayı asla bırakmamıştır. Göç eden aileler, köyleriyle bağlantılarını asla kesmemiştir. Eğitim düzeyi oldukça yüksektir.Değişik alanlarda önemli bilim

115


Genelde bölgemiz de yapılanma taş ve orman ürünlerinden olduğundan dolayı taş işçiliği konusu gelişmiştir. Zanaatkarlar bir çok evin yapımını taşlardan temelden başlayarak çimento kullanmadan yapmıştır. Evin için ocak (Şömine) dediğimiz kazanların kaynatıldığı ustaların titiz çalışmaları sonucunda taşlardan yapılırdı. 1960 yıllarına kadar hemen hemen her evde, evin ihtiyacını karşılamak için forotiko tezgahlarında değişik iplik ve dokuma işleri yapılırdı, bunlardan da genelde çorap, eldiven,kazak,fes,şal gibi ürünler yapılırdı. Bezeme konusunda genelde evlilik çağına gelmiş genç kızlarımız dip danteller, ara danteller, yatak odaları için yuvarlak dantel (örtü), vitrinler için kare danteller, sehpalar için oval danteller yaparak çeyizlerini hazırlarlar. adamı, iş adamı, bürokrat ve siyasetçi yetiştirmiş bir köydür.Yol, su, elektrik ve telefon hizmetleri ulaşan köyün yaylaları “Tufa” ,“Alaysa”,”Manaho”,”Gerikiyayla”,”Sa rıkaya” “Yente”,Demirkapı” dır. Köyün en belirgin yemek kültüründe mısır unundan yapılan “kuymak” ve saf dere yağından ve minci peynirinden yapılan “muhlama” akla gelir. Bunu yanı sıra fasulye turşusu meşhurdur. ”Bezirgenaşı” (Kervancıaşı); yöresel peynir ,dere yağı, su ve kurumuş mısır ekmeğinden yapılır,”Haşil”; kaynar suya mısır unu ilave edilir katı kıvamdan sonra üzerine süt veya yoğurt dökülerek hazırlanır, “kesme makarna” (erişte), ayrıca mısır haşlaması yöre diliyle “koliva” olmazsa olmazlardandır.

116

Eğlence kültürününde olmazsa olmazı olan yöresel kaval ve özellikle kemence eşliğinde düz horon, atlama, sıksara, sallama oyunları olarak düğünlerde vede şenliklerde erkek ve kadınlar olarak toplu olarak oynanır, Bunun yanı sıra sadece kadınların oynadığı hoş bilezik ve yeşil kurbağalar oyunları da düğünlerde ve şenliklerde sıkça oynanır.

Bölge ormanlık olmasının verdiği konum itibariyle kullanılan orman ürünleri süs amaçlı değil ihtiyaç amaçlı kullanılmıştır. Konut yapımında ceviz, kestane, çam, tut, kayın gibi ağaçlar marangozların elinde masa, sandalye, sehpa, konsol, iskemli (oturak) ve sandıklara dönüşür. Şimşir, komar ve kayın ağacından kaşık,kepçe, ladin ve çam ağacından çeşitli mutfak kapları yemlik, yayık, yer sofrası, ahşap tırmıklar, sepetler, beşikler, ve ihtiyacı karşılayan bunlar gibi eşyalar yapılırdı. Ayrıca kavran (peynir ve yağ kapı), kudal (yoğurt ve ayran çırpıcısı) ayran ve su kupası ile kürekler üretilirdi. Teknolojinin ilerlemesiyle bu yapılanların birçoğu yapılmıyor. Bölgemizde ve de köyümüzde toprağı işlemek başlıca bir savaştır. Bu savaşın silahları ise demirden yapılan bölgeye özgü kazma, çapa, bel, tırpan, kürek, balta, orak vb. gibi araçlardır. Ayrıca mutfak eşyalarının da önemi bölümü bakırdan üretilirdi, Kazan, sahan, tas, bakraç vb. gibi. Günümüzde maalesef buların yapımı ve kullanımı sadece süs olarak yapılıyor. Bunları yapan zanaatkarlarda artık eskisi gibi bölgemizde yok denecek kadar az.

Kısaca kendimi tanıtırsam 1969 yılında Akköse köyünde dünyaya geldim. İlk öğrenimini Akköse köyünde orta okul ve lise dönemini Çaykara İmam hatip lisesinde tamamladım. Daha sonra baba mesleği olan marangozluk ve ağaç işleriyle uğraşmaya başladım. Bölgenin yetersizliğinden dolayı herkes gibi hayatımı idame ettirmek için İstanbul’u tercih ettim. 15 yıl boyunca İstanbul’un değişik ilçelerinde inşaat sektöründe müteahhitlik yaptım. Fakat; bu süreçte memleketime olan sevdam hiçbir zaman yok olmadı. Nitekim bu sevda yüzünden İstanbul’daki yaşamı ve işimi bırakarak memleketime döndüm. Dernekpazarı ilçesi merkezinde kereste ticareti ve ahşap ev imalatıyla uğraşmaktayım. Köyümün halkı tarafından 2009 seçimlerinde Muhtar seçildim. Halen görevimi en iyi şekilde yapmak için uğraş veriyorum. Yaş ortalaması yüksek olan Akköse Köyü’nün en genç muhtarı olmak nasıl karşılanıyor? Akköse köyünde en genç muhtar olmak

tüm köy halkı tarafından memnuniyetle karşılanıyor. Bu memnuniyeti, gerek köyümüzde yaz – kış sürekli ikamet edenler gerekse güzel ülkemizin farklı illerinde yaşam karelerini devam ettirenlerde sonuna kadar görebiliyorum. Bu da bana ayrı bir onur ve gurur veriyor. Muhtarlık yapacak olduğum süre içerisinde tüm köyümün her hanesinin bir ferdi olarak çalışmalarıma aralıksız devam edeceğim. Köyümün tüm sorunlarıyla çok yakından ilgileniyorum. Kısacası sevgi, saygı ve ilgi konuları karşılıklı olarak mütevazı bir şekilde devam ediyor edecekte…

Doğa şartlarının özellikle kışın çok zor olduğu Akköse Köyü’nde muhtar olarak yaşadığınız sorunlar var mı? Tüm ülkemizde olduğu gibi yaşadığımız muhtelif sorunlar oluyor. Önümüzde oluşan sorunları çok kısa bir zamanda aşabiliyoruz. Zorlukları aşma konusunda Kaymakamlık, Yerel yönetim ve halkımız yardımlarını asla esirgemiyorlar. Kış şartlarında ulaşımı kolaylaştırmak için yollarımızı betonlamamız sayesinde öğrencilerimiz ve 117


başaracağıma inanıyorum. Kısmen de olsa tarih kokan birkaç mirasımızı dostlarımız sayesinde aslına uygun olarak restore etmeyi başardık. Daha sonraki aşamalarda elimizdeki imkânlar doğrultusunda köyümüzde tarihe ve gelecek kuşaklara ışık tutacak eserleri aslına uygun olarak yenilemek ve bölgeyi müze haline getirmek en büyük ideallerimden birisi. Kısa zamanda, ekibimle birlikte bunu da başaracağıma inanıyorum. Ülkemizde birçok önemli bilim adamı, iş adam ve bürokrat yetiştirmiş olan Akköse Köyü’nden göç edenlerin köyü ile iletişimi devam ediyor mu?

kaldıracağım. Köyümüzden yetişen büyüklerimiz, yıkılmaya yüz tutmuş evlerini restore ettirerek çocukluk ya da gençlik özlemlerini gidermek, tekrar o heyecanı yaşamak için yazın yayla zamanında belirli bir süreyi köyümüzde geçiriyor. Geçmişte arazisini ve evini satıp kent yaşamı sürdüren ve süreç içerisinde doğduğu topraklara özlem duyan büyüklerimizi de belli bir dönem de olsa aramızda görmek istiyoruz. Bunun için Köyümüz’ün en hâkim konumunda 50 ilâ 100 konutluk 3’er katlı binalar yapmak ve bu büyüklerimizi burada tatillerini geçirirken görmek istiyoruz. Aşağıdaki resim konutlar için düşünülen yeri göstermektedir.

Bu konu hakkında bilgi paylaşımı yapmadan önce şunu belirtmek isterim; halkımız gitmek istedikleri bölgeye sağlıklı bir şekilde gidebiliyorlar. Çok daha ağır kış şartlarında Köy Hizmetleri devreye girerek kısa zamanda zorlukları aşmamıza yardımcı oluyor.

Yerel yönetimlerde yapılması gereken düzenlemeler hakkında tespitleriniz oldu mu? Beklentileriniz nelerdir? Köylerimizde göze batan sorunlarımızdan önemlisi çöp sorunudur. Bu sorunlar karşısında köy statüsünde olduğumuz için belediyelerden değil özel idareden destek görmemiz gerekirken maalesef onların da bu konu hakkında hiçbir çalışmaları yok. İkinci sorunumuz kanalizasyon toplama merkezimizin olmayışı. Maalesef bu konu da çöp konusu gibi çok elzem bir konu olmasına rağmen bu konuda da Özel İdare tarafından herhangi bir çalışma yapılmamıştır. Bundan dolayı, köyümüzün içinden akan ve çok kaliteli alabalığın yetişebildiği Aksilisa deresinde kirlilikten dolayı balık nesli yok olmayla karşı karşıya.

118

Üçüncü sorunumuz İlçelerdeki özel idare şantiyeleri. Maalesef, ilçelerdeki özel idare

şantiyeleri siyasetçilerimizin oyuncağı haline gelmiştir. Köylerle ilgili yapılacak birçok yatırım siyasetçilerin müdahaleleriyle engellenmektedir. Bu önemli sorunların yanı sıra olabilecek diğer sorunları da halkımız ve büyüklerimiz sayesinde kısa zamanda aşmaya çalışıyoruz, aşacağız da. Önerimiz; İlçe bazında faaliyet gösteren özel idare şantiyelerinin Kaymakam’lık kontrolüne verilmesi ya da yapılacak bu hizmetlerin özelleştirilmesidir.

“Karadeniz İnsanı yaşam karelerini her nerede yaşıyor ya da yaşatıyorsa asla ve asla memleketinden vazgeçmeyen bir yapıya sahiptir, Karadeniz çok farklı bir sevdadır.” Bu ilkeyi yaşayacak vede yaşatacağız. Köyümüzden çıkan bilim adamı, iş adamı ve bürokratlar asla köklerini unutmamışlardır. Unutmaya yüz tutmuş olabileceklerinde benim muhtarlık dönemimde sürekli hatırlatılarak unutma kısmını ortadan

Akköse Köyü’nde yıkılmaya yüz tutmuş tarihi konaklar göze çarpıyor. Bu konuda bir projeniz var mı? Yıkılmaya yüz tutmuş tarih kokan konaklarımızı, çeşmelerimizi, değirmenlerimizi, evlerimizi kısacası bize geçmişimizi daima hatırlatan ve mirasımız olan binalarımızı elbette ki aslına uygun olarak restore etmeyi düşünüyorum. Bu konuda Ben, köyümüzün ileri gelen, kendisini konusunda kanıtlamış dostlarımız ve büyüklerimiz sayesinde bunu

119


THD çalışmalarını gönüllü üyeleriyle gerçekleştirmektedir. Dernek Genel Merkezinde yalnızca, bir profesyonel kişi çalışmaktadır. Dernek Genel Merkezi ve şubelerine yılda ortalama en az 5 bin dolayında şikâyet başvurusu yapılmakta ve bu şikâyetlerin büyük bir çoğunluğu tüketici lehine sonuçlanmaktadır. Ayrıca, Dernek Genel Merkezine telefon ile ülkenin her tarafından yılda en az otuz bin dolayında şikâyet gelmekte ve şikâyetçilere yardımcı olunmaktadır.

Turhan Çakar

Turhan ÇAKAR Tüketici Hakları Derneği Genel Başkanı

Tüketici Hakları Derneği (THD) kaç yılında kurulmuştur? Kuruluş amaçları nelerdir?

giderilmesi ile tüketici sorunlarının ve mağduriyetlerinin en aza indirilmesini sağlamaktır.

Tüketici Hakları Derneği ( THD) 18 Ocak 1991 yılında kurulmuştur. Kuruluş amacı, evrensel manada kabul görmüş tüketici haklarının ülkemizde yerleşmesi, yaygınlaşması, savunulmasıdır.

Mal ve hizmetlerin üretimi – dağıtımı ve tüketicilere pazarlanması ve sunumu faaliyetlerinin evrensel tüketici haklarına en uygun şekilde gerçekleştirilmesini sağlayabilecek bir yasal ve idari düzenleme ile piyasa gözetimi ve denetiminin sağlanmasıdır.

Bağımsız ve etkili bir tüketici hareketi yaratılarak haklarını bilen, arayan, savunan, geliştiren, bilinçli ve örgütlü bir tüketici kitlesinin oluşturulmasıdır. Güvenli, sağlıklı, çevreden ve doğadan yana, ucuz, kaynak israfına neden olmayan, tüketicilerin temel gereksinimlerini ön planda tutan, çalışanların haklarına saygılı, dış ve iç ekonomik sömürünün olmadığı, yerli üretime ve yerli malına ağırlık veren bir üretim ve tüketim sisteminin oluşmasını sağlamaya katkıda bulunmaktır. Tüketicilerin günlük yaşamda karşılaştıkları mal ve hizmetlere ilişkin sorunlarının en hızlı şekilde çözümü ve mağduriyetlerinin 120

THD’nin, Tüzüğüne göre 9 asil, 9 yedek üyeden oluşan bir Merkez Yönetim Kurulu; 3 asil, 3 yedek üyeden oluşan bir Merkez Denetim Kurulu ile 5 asil ve 5 yedek üyeden oluşan Onur ve Disiplin Kurulu bulunmaktadır.

Derneğin kaç üyesi ve kaç şubesi vardır? Herkes üye olabilir mi? Üye olabilme koşulları nelerdir? THD’nin 13 bin dolayında üyesi ve 37 şubesi vardır. THD’ne her tüketici üye olabilir. THD’ne üye olabilmek için iki fotoğraf ile THD’nin üyelik formunu doldurmak ve her yıl üyelik ücreti olarak 25 TL ( yirmi beş TL) ödemek yeterlidir. Derneğin yönetim, çalışma biçimi ve yöntemleri, ayrıca yapmış olduğu çalışmalar nelerdir?

THD şubelerinin organları ise şöyledir: Şubenin kayıtlı üye sayısı elliden çok ise 7 asil 7 yedek üyeden oluşan yönetim kurulu, 3 asil 3 yedek üyeden oluşan denetim kurulları vardır. Eğer, şubelerin üye sayısı elliden az ise, 5 asil 5 yedek üyeden oluşan yönetim kurulu, 3 asil 3 yedek üyeden oluşan denetim kurulları vardır. Derneğin gerek Genel Merkezi gerekse şubeleri, yukarıda belirtilen yönetim kurullarıyla yönetilir ve denetim kurullarıyla denetlenir. Tüzükte, merkez ve şubelerin denetim kurullarının görevleri ve sorumlulukları yazılıdır. Ayrıca, Derneğin ve şubelerin her iki yılda bir olağan genel kurulları yapılır. Merkez Genel Kurulu, Derneğin en yetkili organıdır. Doğal ve seçilmiş delegelerden oluşur. Derneğin oluşturduğu bir takım çalışma komisyonları vardır. Örnek vermek gerekirse; Hukuk Komisyonu, Enerji Komisyonu, GıdaSağlık- Çevre Komisyonu, Sosyal ve Kültürel Etkinlikler Komisyonu ile zaman zaman oluşturulan geçici komisyonlarla çalışmalar yapılmakta, yaşanan sorunlar tartışılarak çözümler üretilmektedir.

Dernek Genel Merkezi ve Şubeleri, ilk ve orta dereceli okullarda ve üniversitelerde öğrenci, öğretmen ve veliler ile geniş halk kesimlerine çeşitli tüketici hakları ve sorunları hakkında konferanslar vermekte, bilgilendirme çalışmaları yapmaktadır. THD, ayrıca çok çeşitli tüketici sorunları ile ilgili olarak basın toplantıları ve açıklamalar yapmakta, paneller ve sempozyumlar düzenlemekte, TV ve radyo programları yapmaktadır. THD, tüketicilerin mağdur olmasına neden olan ve tüketici haklarına aykırı olan çeşitli uygulamalar, yasal düzenlemeler ve kamu kuruluşlarının bu anlamdaki kararlarına karşı davalar açmaktadır. THD, tüketicilere ilişkin çeşitli konularda diğer dernek ve meslek kuruluşlarıyla birlikte ortak etkinlikler yapmaktadır. Derneğe üye olmak isteyen kişilerin öncelikli beklentileri nelerdir? Derneğe üye olmak isteyen kişilerin büyük bir çoğunluğunun öncelikli beklentisi, hakları konusunda bilgilenmelerinin sağlanması, karşılaştıkları sorunlara çözüm bulabilme isteğidir. Türkiye’de dernek anlayışı nasıl? Soru, çok boyutlu bir yaklaşımı içermektedir. Şöyle ki; öncelikle, dernek kurabilmek için Dernekler Yasası ve Dernekler Yönetmeliği’ne uygun olarak hareket etmek durumundayız. Asker, polis ve bazı kamu görevlileri için derneklere üye olabilmeleri konusunda kısıtlayıcı bir takım hükümler 121


Türkiye’de hükümetler, kendi uygulamalarına karşı tepki göstermeyen, sesini çıkarmayan, muhalefet etmeyen dernekler isterler.

var. Psikolojik engeller var. Hala, birçok kişi derneklere üye olmaya korkmaktadır.

Dernek kurmada ve derneğin yaşatılmasında ekonomik zorluklar vardır. Özellikle de, Tüketici Hakları Derneği gibi halk yararına çalışan; idari, siyasi ve ticari kuruluşlardan bağımsız yapısı olan; ticari kuruluşlardan reklam, bağış almayan, onlarla sponsorluk ilişkisine girmeyen derneklere ayrıca, kamu desteği de yapılmamaktadır. Halkın ezici çoğunluğunun örgütlenme gerekliliği ve önemi hakkında bir bilinci yoktur. Karşılaştıkları sorunların çözümü ve yaşadıkları haksızlıkların giderilmesi için derneklere üye olmak, işin bir ucundan tutmak, katkı koymak gibi bir düşünceleri yoktur. Var olan, kurulu olan bir takım derneklerin kendileri için bir şeyler

yapıyorsunuz?” diye de hesap soran bir düşünceye sahip kitleler ülkemizde çoğunluktadır. Tüketicileri ilgilendiren yasal düzenlemelerde tüketici örgütlerinin etkisi olabiliyor mu? Türkiye’de, Tüketicinin Korunması Hakkında Yasa’nın ve yasa kapsamındaki yönetmeliklerin düzenlenmesinde ve bu düzenlemelere firmaların uymasında Tüketici Hakları Derneği’nin önemli katkı ve etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, mevcut yasal düzenlemelerdeki eksiklikler ve uygulamada yaşanan sorunlar için daha yapacak çok işimiz var. Şu an gündemde olan GDO’lu ürünler ile ilgili bir dizi etkinliklerinizi izliyoruz. Tüketici hakları bakımından konuyu değerlendirir misiniz? GDO’lu ürünler baştan sona kadar her boyutu ile tüketici haklarına aykırıdır. GDO konusu sıradan bir gıda konusu değildir. Bir toplumun, bir ülkenin, yerel tarım yöntemlerin, çiftçinin, toprağın, biyo-çeşitliliğin, gıda egemenliğinin, ülke bağımsızlığının, insan ve hayvan sağlığının var olma sorunudur.

yapmalarını isterler. Derneklerin ne gibi bir sıkıntı içerisinde olduklarını bilmeden (özellikle de ciddi ve özverili çalışan ve ilkeleri olan Tüketici Hakları Derneği gibi) ve onlara hiçbir katkıda bulunmadan “ne 122

Bir ülkede tüketicileri ilgilendiren yasal düzenlemelerde tüketici örgütlerinin etki derecesi, o ülkedeki tüketici örgütlülüğünün düzeyi, gücü, etkinliği, yapabildiği girişimler ile ilgili kamu kuruluşunun, hükümetin, meclisin ve parlamentodaki mevcut siyasi partilerin ilgisine, duyarlılığına, tüketici haklarına olan saygısına bağlı olarak değişiklik gösterebilmektedir.

24 Mayıs 2000 tarihinde Nairobi’de imzalanan Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin Biyo-güvenlik Kartanega Protokolü GDO’ların riskli olduğunun kabulüne dayanılarak bir takım önlemlerin alınması gerekliliğini ortaya koymuştur. Diğer taraftan, bilim dünyasında bu gıdaların insan sağlığına uygunluğu konusunda bir mutabakat yoktur. Kaldı ki, birçok araştırma-inceleme sonucunda GDO’ların

alerjiden kansere kadar birçok risk ve tehlike oluşturduğu ortaya çıkmıştır. Ayrıca, GDO üretiminin yapıldığı bazı ülkelerde (Arjantin, Meksika, Hindistan) yerel tarım yöntemlerine zarar verdiği, tarım ürünleri çeşitliliğinin yok edildiği, çiftçilerin intihar ettiği, tarım ilacı kullanımının arttığı ortaya çıkmıştır. Türkiye’de de 1996 yılından beri GDO’lar ve GDO’lu ürünler yasal boşluktan yararlanılarak ülkemize ithal edilip 800’den fazla gıda maddesinde kullanılmaktadır. Özellikle de büyük bir çoğunluğu ABD’den olmak üzere, bir kısmı da. Arjantin ve Brezilya’dan ülkemize 1996 yılından beri 10 milyon dolardan fazla mısır, mısır yağı, soya, soya yağı, soya küspesi, pamuk ve kanola ithal edilmiştir. GDO’ların ithalatı sonucunda ülkemizdeki tüketiciler 1996 yılından beri kobay olarak kullanılmaktadır. Tüketiciler ne olduğunu bilmedikleri ve ilgili kamu kuruluşları tarafından bilgilendirilmedikleri bu riskli GDO’ları ve GDO’ların kullanıldığı gıdaları hem de para vererek kullanmaktadırlar. Diğer taraftan, GDO ithalatı nedeniyle ülkemiz tarımı ve çiftçisi büyük bir zarara uğratılmıştır. Gıda egemenliğimiz yok olma durumu ile karşı karşıya getirilmiştir. Yüzde yüz sağlıklı olduğunu bildiğimiz, tanıdığımız ve binlerce yıldan beri sofralarımızda tükettiğimiz gıda maddeleri ile sağlıklı ve ülkemizin yararına uygun yerli tarımsal üretim yöntemleri varken, riskli GDO’lu ürünlerin hem de dünyanın parasını ödeyerek ülkemize ithal edilmesi, tüketicicilere yedirilmesi - içirilmesi bir halk ve insanlık düşmanlığıdır. Tüketici Hakları Derneği olarak, GDO’ların ve GDO’lu ürünlerin ithalatını, tüketimini yasaklayan bir yasal düzenleme yapılıncaya kadar, GDO’lu olma riski bulunan gıda maddelerini boykot kampanyası başlattık.

Özellikle de soyalı, mısırlı ürünlerle (soya yağı, mısır yağı, mısır ve soya cipsleri ve gevrekleri, soya etli kıyma) mısır nişastası, soya lesitini, mısırdan elde edilen glikoz ve früktoz şurubunun kullanıldığı hazır ambalajlanmış yiyecek ve içecekleri kullanmayalım. Örneğin, markete bir büyüteçle gidelim ve ambalajlanmış, şişelenmiş yiyecek ve içeceklere bakalım. Unlu mamuller (bisküviler, gofretler, kekler ve diğerleri), salam, sucuk, sosis, renkli gazozlar, meyve suları, hazır çorbalar ve daha birçok ambalajlanmış ürünün ambalajında soya lesitini, soya proteini, glikoz ve früktoz şurubu, mısır nişastası olduğu görülecektir. Toplumun gelişiminde derneklerin rolü nedir? Ülkemizde var olan dernekleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Toplumların ve demokrasinin gelişmesinde ciddi ve ilkeli çalışan derneklerin çok büyük katkısı vardır. Ülkemizde bu anlamda çalışan dernek sayısının sınırlı sayıda olduğunu ve derneklerin büyük bir çoğunluğunu böyle bir özelliğe sahip olmadığını söyleyebiliriz. Türkiye’de Derneklerin gelişimi ile demokrasinin etkileşimi nasıldır? Bu karşılıklı olabilir. Yani, derneklerin gelişimi demokrasinin gelişimini, demokrasinin gelişimi ise derneklerin gelişimini olumlu yönde etkileyebilir. Ancak, günümüzde ülkemiz için bu konuda olumlu şeyler söyleyebilmek pek de olanaklı değildir. Bunun için, öncelikle, demokrasi bilincinin oluşması, gelişmesi, ete kemiğe bürünmesi, yaşam bulması gerekmektedir. www.tuketicihaklari.org.tr

123


ENGELLİLERİN EĞİTİM HAKKI VE DEVLETİN YÜKÜMLÜLÜKLERİ Yrd. Doç. Dr. Selda ÇAĞLAR

B

124

irleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nde eğitim, cinsiyet, ırk, etnik yapı ve ulus gibi ayrımlar gözetilmeksizin her birey için “hak” olarak ifade edilmiş; eğitim hakkının içeriği, belli ilkeler ve amaçlarla desteklenerek düzenlemiştir. Evrensel Bildiri’de tüm yönleriyle açıklanan eğitim hakkı, belli düzeylerde eğitimin “parasız ve zorunlu olması” temel ilkesiyle bir bütün olarak kabul edilmiştir. Evrensel Bildiri’nin eğitim anlayışı, Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından kabul edilen uluslararası sözleşmelerle Birleşmiş

Milletler (BM) uzmanlık örgütlerinin belge ve çalışmalarında gelişimci bir seyir izleyerek, hak ve yükümlülük yönleri açıklığa kavuşturulmuştur. Aynı çaba, bölgesel düzeyde geçerliliği olan insan hakları belgelerinin kabul edilmesinde de kendini göstermiş; eğitim hakkı, bölgesel örgütlerin temel insan hakları sözleşme ve belgelerinde yerini almıştır. Eğitimin dinamik ve çok yönlü bir hak olması, medeni ve siyasal haklar ile sosyal,

ekonomik ve kültürel haklar üzerindeki etkisinin anlaşılması ile birlikte uluslararası insan hakları alanında eğitim hakkına daha fazla önem verilmeye başlanmıştır. Eğitime verilen değerin artışına paralel olarak eğitim hakkının yerine getirilmesine ilişkin sorunlarla mücadele alanı genişlemiştir. İnsan hakları belgelerinde eğitim hakkına yüklenen anlamın, toplumsal, ekonomik ve kültürel gelişmelerle eş zamanlı olarak yeniden ele alınması, hakkın nitelik ve kapsamıyla bu alana ilişkin devlet yükümlülüklerinin çağın gereklerine uygun biçimde yorumlanması zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Uluslararası ve bölgesel örgütler tarafından geliştirilen insan hakları belgelerinde eğitim hakkı, ekonomik, sosyal ve kültürel haklar grubundan kabul edilmiş, hakkın korunması ve yerine getirilmesinde devletler tarafından alınması gereken tedbirlere yer verilmiştir. Devletlerin eğitim hakkına ilişkin almaları gereken olağan tedbirler ile haklarını kullanma bakımından toplumun güçsüz kesimlerinin korunmasını ve güçlendirilmesini sağlayacak özel tedbirler, devletlerin pozitif eylem yükümlülüğü olarak ifade edilmiştir. Engelli, mülteci, ırksal, dilsel ve dinsel azınlık mensupları ile kadın ve çocukların ayrımcılık yasağı ve fırsat eşitliği temelinde diğerleriyle birlikte aynı kalite ve içerikte eğitim almalarının sağlanması için devletlerin yasal, idari ve yargısal tüm tedbirleri almaları, toplumsal ve siyasi politikalarını, plan ve programlarını bu eksende geliştirmeleri talebi dile getirilmiştir. Eğitim hakkının evrensellik niteliğini ve gücünü, evrensel düzeyde tanınmasından, devletlerin iç hukuk düzenlerinde korunması ve yerine getirilmesinden alacağına kuşku yoktur. Ancak, eğitim hakkının ekonomik, sosyal ve kültürel haklar grubundan olması nedeniyle hakkın korunması ve yerine getirilmesi devletlerin pozitif edimlerine bağlıdır. Bu durum, eğitim hakkı ile devlet yükümlülükleri arasında çatışma yaratarak, hakkın yerine getirilmesini güçleştirmektedir. Çünkü, devletlerin, eğitim hakkını uluslararası sözleşmelerde kabul edildiği biçimiyle iç hukuk düzenlerine aktarması, hakkın korunmasını sağlayacak yasal tüm tedbirleri almış olması, hakkın yerine

getirilmesini sağlamaya yetmemektedir. Devletlerin egemenlik alanı içinde yaşayan tüm toplumsal kesimlere eğitim hizmeti verebilmesi için teknik ve idari düzeyde programlar geliştirmesi, devlet bütçesinden eğitime ilişkin plan ve programlarını uygulamaya yetecek miktarda bir payı ayırması gerekmektedir. Bu anlamda, evrensel bir hak olan zorunlu ve ücretsiz eğitimi uluslararası düzlemde kabul edilen amaç ve ilkelere uygun olarak herkese aynı kalitede ve eşit fırsatlarla sunabilmesini sağlayacak kurumsal ve insan kaynaklarına ilişkin örgütlenmesini tamamlamak için her devletin zamana ihtiyacı olduğu açıktır. Uluslararası sözleşmelerin bir kısmında, devletlerin ekonomik ve sosyal yapısıyla siyasal önceliklerine bağlı olarak değişecek bu sürecin mümkün olduğunca kısa tutulmasını sağlamak için belli önlemlere yer verilmiştir. Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde bu süre iki yıl olarak ifade edilmiştir. Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nde devletlerin mevcut kaynaklarını azami ölçüde kullanarak sözleşme haklarını aşamalı biçimde yerine getirmesi yükümlülüğünden sözedilmektedir. Eğitim hakkının, uluslararası insan hakları alanında birinci kuşak haklara göre ihmale uğradığı düşünülen ikinci kuşak haklardan olması, bu gruba ilişkin hakların devletlere getirdiği yükümlülük alanının yükümlülüklerden kaçınma fırsatına dönüşebilecek esneklikleri içermesi, insan haklarının en tartışmalı konularından biridir. Eğitim hakkının normatif içeriği ile bu alana ilişkin devlet yükümlülükleri, insan hakları sözleşmelerinin denetim organları tarafından kabul edilen genel yorum kararlarıyla açıklığa kavuşturulmaya çalışılmış, ancak eğitimi hak ve bu hakka ilişkin devlet yükümlülükleriyle birlikte ele alan bilimsel çalışmalar yapılmamıştır. Oysa, yukarıda da ifade edildiği gibi, bir hakkın evrensel kabul edilebilmesi için o hakkın evrensel düzeyde aynı temel ilke ve standartlara bağlı olarak yerine getirilmesi gerekmektedir. Diğer deyişle, hakkın yerel düzeyde yaygın kabul görmesi ve aynı esaslara göre uygulamaya geçirilmesi gerekmektedir. Bu nedenle, eğitim hakkının özneleri ile bu hakkı düzenleyen 125


uluslararası sözleşmelere taraf olan devletler için, eğitim hakkının vazgeçilmez unsurlarını, ilke ve standartlarının bilimsel çalışmalarla netleştirilmesine ihtiyaç vardır. Hem uluslararası hukukta hem de iç hukuk düzenlerinde birinci kuşak haklara göre daha zayıf korunduğuna inanılan eğitim hakkı ile ilgili çalışma yapma fikri, bu ihtiyaçtan doğmuştur. Ancak, kız çocukları, engelliler, mülteci ve sığınmacı gruplarla, etnik, dinsel ve dilsel azınlığa mensup çocukların, evrensel bir hak olarak kabul edilen eğitim hakkını diğerleriyle eşit temelde kullanabilme konusunda ciddi sıkıntıları olduğu ve çifte mağduriyet yaşadıkları gözönüne alınarak, çalışmanın ‘dezavantajlı kişi ve gruplar’ olarak anılanlardan birine özgülenmesi düşünülmüştür. Tercih, dünya nüfusunun %10’unu oluşturan, haklarını koruma ve kullanma bakımından dezavantajlı kesim olarak kabul edilen engellilerden yana kullanılmış, yaş ve cinsiyet kısıtlaması olmaksızın tüm engellilerin eğitim hakkına ilişkin araştırma, inceleme, gözlem ve değerlendirmelere dayalı bir çalışma planlanmıştır. Eğitim hakkının öznesi olarak bu grubun seçilmesindeki temel neden, engellilerin bir çoğunun haklarını bizzat koruma gücünden yoksun olmalarından kaynaklanan hak ihlallerinin sayıca çokluğu ile hak arama ve mağduriyetlerini giderme konusunda başkalarının yardımına ihtiyaç duymalarıdır. Engellilerin, yaşıtlarıyla aynı düzey ve kalitede eğitim alabilmeleri için yetersizliklerine dayalı dışlanma ve ayrımcılık fiillerinin önlenmesi, eğitim hizmetlerine erişimlerinin önündeki yasal, toplumsal ve siyasal tüm engellerin kaldırılması gerekmektedir. Diğer bir neden ise, başkalarının destek ve yardımına ihtiyaç duyarak yaşayanlar ile görece daha iyi durumda olan engellilerin, mümkün olduğunca bağımsızlaşmalarının ve toplumsal yaşamın tüm alanlarına katılabilecek düzeyde gelişimlerinin sağlanmasında, eğitimin önemli bir role sahip olmasıdır. Çok yönlü bir hak olan eğitim hakkının diğer haklarla karşılıklı etkileşimi ve doğuracağı sonuçlar, dezavantajlı kişilerin eğitim hakkı sözkonusu olduğunda daha net gözlemlenebilmektedir. Engellilerin eğitim hakkına ilişkin bir çalışmada, eğitim 126

hakkının dinamik yönünü açığa çıkarmak da mümkün olabilecektir. Herkese evrensel değerlere, bu alanda kabul edilen ilke ve standartlara uygun olarak eğitim verme sorumluluğunun temelde devletlere ait olması; devletlerin eğitim hakkına ilişkin yükümlülük alanının belirlenmesini de gerektirmektedir. Engellilerin eğitim hakkı sözkonusu olduğunda, bu alan daha da genişlemektedir. Bu nedenle, uluslararası insan hakları sözleşmelerinde yer alan haklara ilişkin olarak kabul edilen “saygı duyma”, “koruma” ve “yerine getirme” şeklinde sınıflanan devlet yükümlülüklerinin, engellilerin eğitim hakkına özgülenmiş bir takım özel tedbirler ve pozitif eylemleri kapsayacak şekilde yorumlanması ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. Devletlerin uluslararası sözleşmelerden doğan yükümlülükleri ele alınmaksızın, engellilerin eğitim hakkına ilişkin yapılacak değerlendirmelerin sağlıklı olamayacağı düşüncesiyle çalışmada, eğitimin hak ve yükümlülük boyutu birlikte ele alınmıştır. Çalışmanın uluslararası insan hakları hukuku ağırlıklı olması planlanmıştır. Bu amaçla, uluslararası sözleşmelerde yer alan eğitim hakkı, genel nitelikleri ve engellilere özgü anlam ve içeriğiyle ele alınacak, eğitim hakkının normatif yönü ile hakkın korunması ve yerine getirilmesine ilişkin devlet yükümlülükleri incelenmiştir. 3 bölüm olarak planlanan çalışmada, engellilerin eğitim hakkına özgülenmiş olmamakla birlikte, eğitim hakkını ayrıntılı biçimde düzenlemiş ve uluslararası niteliğe sahip olmaları nedeniyle Çocuk Hakları Sözleşmesi ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi; engelli hakları teması çerçevesinde düzenlenmiş hukuken bağlayıcı ilk ve tek uluslararası sözleşme olması nedeniyle de BM Engellilerin Haklarına İlişkin Sözleşme hükümleri esas alınmıştır. Çalışmanın birinci bölümü, genel olarak engelli hakları ile engellilerin eğitim hakkının incelendiği iki kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısımda, uluslararası insan hakları belgelerinde ve BM’in uzman kuruluşları tarafından yapılan çalışmalarda ortaya konulan ve engellilerin genel olarak

tüm hakları üzerinde etkili sonuçlar doğuran engellilik olgusu ve engelli tanımları ile sınıflama sistemleri üzerinde durulmuş, engelli haklarının gelişim çizgisini ifade eden modeller değerlendirilmiştir. Bunun yanısıra, engelli haklarına ilişkin temel ilkelerle engellilerin eğitimine özgülenmiş standart kurallar incelenmiştir. İkinci kısımda, engellilerin eğitim hakkı ele alınmıştır. Bu başlık altında, yukarıda sözü edilen temel belgelerde ve uluslararası insan hakları alanındaki diğer çalışmalarda eğitim hakkının hangi kapsam ve içerikle sunulduğuna ilişkin değerlendirmeler yapılmış ve böylece eğitim hakkının gelişim tarihi hakkında da fikir edinilebilmesi amaçlanmıştır. Genel olarak eğitim hakkının evrensel düzeyde kabul edilmiş anlam ve kapsamının engelliler için de geçerli olduğundan hareketle, eğitim hakkının engellilere özgü anlam ve içeriği belirlenmeye çalışılmış; engellilerin eğitimine ilişkin uluslararası alanda kabul gören kavramlara yer verilmiştir. İkinci bölüm, engellilerin eğitim hakkı bağlamında devlet yükümlülüklerine ilişkindir. Bu bölümde, uluslararası insan hakları temel sözleşmelerinde genel olarak yükümlülükleri ifade etmek üzere kullanılan deyimlerden yola çıkılarak yapılan devlet yükümlülükleri sınıflandırmalarına değinilmiştir. Uluslararası insan hakları ve ulusal hukuk düzenlerinde eğitim hakkı, genellikle ekonomik, sosyal ve kültürel haklar grubundan kabul edildiği için, bu haklara ilişkin devlet yükümlülüklerine ve yükümlülüklerin yerine getirilme biçimlerine ağırlık verilmiştir. Devlet yükümlülüklerinin değerlendirilmesinde teknik açıdan kolaylık sağlaması bakımından BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi, Çocuk Hakları Sözleşmesi ve Engellilerin Haklarına İlişkin Sözleşme’de kabul edilen “saygı duyma”, “koruma” ve “yerine getirme” şeklindeki üçlü yükümlülük sınıflaması kullanılmıştır. Her bir yükümlülük alanının devletlere getirdiği edim ve önlemler, engellilerin eğitim hakkıyla bağlantılı olarak örneklendirilerek, hakkın ihlali olarak kabul edilebilecek durumlar tartışılarak netleştirilmeye çalışılmıştır. Üçüncü ve son bölümde ise, birinci ve ikinci

bölümdeki bilgi ve değerlendirmeler ışığında Türkiye’de engellilerin eğitim hakkı ele alınmış, Türkiye’nin tarafı olduğu uluslararası sözleşmeler ve temel belgeler çerçevesinde engellilerin eğitim hakkıyla ilgili üstlendiği yükümlülükleri, alınmış ve alınması gereken yasal, idari ve yargısal tedbirler üzerinden değerlendirilmiştir. Bunun yanı sıra, alınacak tedbir ve üstlenilecek pozitif yükümlülüklerin kapsamı ve yerine getirilmesi üzerinde siyasi iradenin ve ilgili politikaların ne düzeyde etkili olduğu araştırılmıştır. Bu bağlamda, engellilerin eğitimine ilişkin hak ve yükümlülükler, yasal ve kurumsal yapı içinde incelenecek; bu yapı ve uygulama, iç hukuk tutarlılığı ve uluslararası hukuka uygunluk bakımından değerlendirilmiştir. Bu bölümün birinci kısmında, Türkiye’de engellilik olgusu ve engellilerin hakları, kuşak ayrımına tabi tutulmaksızın; sadece yasal düzenlemelerde kullanılan kavram, tanım ve sınıflamalar ile engellilik modelleri açısından genel çizgileriyle değerlendirilmiş ve engellilerin eğitiminin “hak” yönü incelenmiştir. İkinci kısım ise, Türkiye’nin uluslararası hukuktan doğan yükümlülük alanının belirlenmesine ilişkindir. Çalışmanın diğer bölümlerinde olduğu gibi bu bölüme ilişkin değerlendirmelerde de aynı uluslararası sözleşmeler esas alınmış, Türkiyenin tarafı olduğu bu sözleşmelerin getirdiği yükümlülükler, ikinci bölümde kullanılan yükümlülük sınıflamasına bağlı kalınarak somutlaştırılmaya çalışılmıştır. Bu bölümde amaçlanan, Türkiye’de engellilerin eğitim hakkına ilişkin sorunları ve hakkın uluslararası standart ve ilkelere uygun olarak yerine getirilip getirilmediğini tespit etmektir. Elde edilen bulgular ışığında, engellilerin eğitim hakkının en üst düzeyde korunması ve yerine getirilmesini sağlamak üzere, Türkiye’de alınması gereken yasal, idari, yargısal ve uygulamaya ilişkin tedbirlere yer verilmiş ve sorunların hafifletilmesi ya da ortadan kaldırılmasına yönelik öneriler geliştirilmiştir.

127


“ DEMOKRASİ VE ANAYASA” SEMPOZYUMU 21–22 Aralık 2009

İKİNCİ GÜN 22 ARALIK 2009 SALI 13.30 - 15.30

III. Oturum; Oturum Başkanı, Prof. Dr. Mustafa Akkaya Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Anayasaların öncelikleri ve Uluslararası yasal düzenlemeler. - Kanunların Anayasaya uygunluğu ilkesi - Uluslararası anlaşmaların normlar hiyerarşisindeki yeri - Uluslararası hukuk düzenlemelerinin Anayasada yer alması

BİRİNCİ GÜN 21 ARALIK 2009 PAZARTESİ 13.30 - 14.15

14.30 - 16.30

Kahve Molası

16.30 - 17.45

IV. Oturum; Oturum Başkanı, Prof. Dr. Ergun Özbudun Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi

Açılış Konuşmaları Türk Demokrasi Vakfı Başkanı Ömer Lütfü Avşar TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Burhan Kuzu T.C. Adalet Bakanı Sadullah Ergin

Anayasaların taşıması zorunlu temel hukuki kriterler. - Hukuk devleti ilkesi - Toplumsal oydaşma ilkesi ve kriterleri - Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü - İnsan hakları ve demokratik hakların Anayasada yer alması - Demokrasi gelişiminde kuvvetler ayrılığı ilkesinin irdelenmesi

I. Oturum; Oturum Başkanı, Prof. Dr. Ali Ulusoy TOBB Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Hukuk Devleti - Hukuk Devletinin gerekliliği - Türkiye’de Hukuk Devleti ilkesinin gelişimi - Türkiye’de Toplumsal Sözleşme arzusunun başlangıcı, gelişimi. - Cumhuriyet öncesi döneme ait düzenlemeler, Cumhuriyet dönemi düzenlemeler - AB sürecindeki insan hakları ve demokratikleşme çalışmaları

128

15.30 - 16.00

16.30 - 17.00

Kahve Molası

17.00 - 19.00

II. Oturum; Oturum Başkanı, Prof. Dr. Sami Selçuk Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Türkiye Cumhuriyeti Anayasaları - 1921, 1924 ve 1961 Anayasalarının demokrasi ve hukuk devleti açısından karşılaştırılması - 1982 Anayasasının hazırlanma süreci ve yeni anayasanın getirdikleri 1982 Anayasasında günümüze kadar yapılan değişiklikler. - 2001 öncesi değişiklikler - 2001 sonrası ve AB Uyum sürecindeki değişiklikler - Son değişiklikler neticesinde insan hakları ve demokrasi temelinde 1982 Anayasası

17.45 - 19.00

V. Oturum; Oturum Başkanı, Prof. Dr. Burhan Kuzu TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Hukuk Devletinde Anayasanın Meşruiyet Zemini. - Toplumların Anayasaya gereksinimi, - Var olan bir anayasada değişiklik yapmak mı? Yeni bir Anayasa hazırlamak mı?

19.30 - 22.00

KOKTEYL PROLONJ

Toplantı Yeri : Ankara Rixos Hotel Salon Milenyum 3–4 İletişim : Asuman Tongarlak Telefon : 0 312 440 26 53 e-mail : info@demokrasivakfi.org.tr 129


T

ürk Demokrasi Vakfı Genel Başkanı Ömer Lütfü AVŞAR ve yeni Yönetim Kurulu Üyeleri Anıtkabir’e ziyarette bulundular. Atatürk’ün mozolesine celenk bırakılmasının ardından saygı duruşunda bulunuldu. Misak-ı Milli Kulesi’ne gecen heyet TDV Başkanı Sayın Avşar Anıtkabir özel defterine şu ifadeleri kaydetti.

130

Önderimiz, Değerini ve “demokrasi; bilhassa siyasidir, onun hedefi milletin, idare edenler üzerindeki denetimi sayesinde siyasi

hürriyeti temin etmektir” öğretini, gün be gün daha derinden anladığımızı “ülkü yolun” ve “ilkelerin” paralelinde, her zamankinden fazla sorumluluk almak, denetim iradesinin önemi ile, eğitim seviyesini ve görev bilincini de yükseltmek zorunda olduğumuzu idrak ediyor, bizlerin de gelecek kuşaklara olan görevlerimizi bilerek, demokrasi olgusunun ve hukukun üstünlüğü anlayışının tüm fertlerimizce içselleştirilmesi için kararlılıkla senin yolunda yürüyor, manevi varlığının önünde özlem ve saygılarımızı arz ediyoruz. 131



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.