PsiNossa 40 - Ağustos 2018

Page 1


2018

Genel Sekreter Arzu Hamurcu Nuh Naci Yazgan Üniversitesi arzuhamurcu@tpocg.net Editör Emel Emre Hasan Kalyoncu Üniversitesi emelberra1@gmail.com Yazar Büşra Kul Ankara Üniversitesi busrakkul@gmail.com Yazar Zehra Gülser İzmir Katip Çelebi Üniversitesi zehraagulserr@gmail.com Yazar Merve Paltacı Uludağ Üniversitesi merve.paltaci96@gmail.com Yazar Esra Gün Çağ Üniversitesi esragunn18@gmail.com Yazar Burcu Çakmak İstanbul Gelişim Üniversitesi cakmakbburcu@gmail.com Yazar Vecettin Sırlan Lefke Avrupa Üniversitesi Sirlanvecettin@gmail.com Çevirmen - Tartışma Köşesi Öykü Topaloğlu Kadir Has Üniversitesi oyku.topaloglu@hotmail.com

Çevirmen - Tartışma Köşesi Narin Sezen ÖzyeğinÜniversitesi narin.sezen@ozu.edu.tr Röportaj Yazarı Zeynep Doğan İstanbul Şehir Üniversitesi zeynepdogan98@std.sehir.edu.tr STK Yazarı Merve Ulusoy Acıbadem Üniversitesi Merve.ulusoy@live.acibadem.edu.tr Film Köşesi Yazarı Özer Koç Orta Doğu Teknik Üniversitesi koc.ozer.97@gmail.com Kitap Köşesi Yazarı Esra Bayısın İzmir Ekonomi Üniversitesi esraabayisinn@gmail.com Müzik Köşesi Yazarı Fulya Akıncı KTO Karatay Üniversitesi fulyaakinci@hotmail.com Ayın Farkındalıkları Nurullah Talha Aybey Bahçeşehir Üniversitesi naybeyy@gmail.com Çizer Şeyma Kara Işık Üniversitesi seyma.kara@isik.edu.tr Konuk Yazar Psk. A. Arınç Sönmez


• • • • • •

• • • • • • •

YARGISIZ İKAZ BAHÇEDE FİLİZLENEN ÇİÇEKLER BARIŞÇIL VE ESEN (AYIN FARKINDALIKLARI İĞNE DELİĞİNDEN GEÇEN BEDENLER TEK TANRILI DİNLERDEN GÜNÜMÜZE KADIN İMGESİ TARTIŞMA KÖŞESİ (ÖN YARGIYA KARŞI PSİKOLOJİ ÜZERİNE & PSİKOLOJİYE KARŞI ÖN YARGI ÜZERİNE) RÖPORTAJ – DR: ÖĞR. ÜYESİ TİMUÇİN AKTAN BİLGİ DEĞİL İLİŞKİ (KONUK YAZAR PSK. A. ARINÇ SÖNMEZ) STK KÖŞESİ – MÜLTECİLER DERNEĞİ KİTAP KÖŞESİ FİLM KÖŞESİ MÜZİK KÖŞESİ KAYNAKÇA



Merhaba Sevgili Okur, Nasıl bir dünyada yaşadığımızı sorgulamaya başladığımız bugünlerde bizi birbirimizden ayırdığını düşündüğümüz bir konunun üzerine düşünmenin ve düşündürmenin hepimize iyi geleceğine karar verdik. Geçmişe dönüp utandık, bugünümüze bakıp endişelendik… Kadın, erkek, çocuk, psikolog, doktor vs. fark etmeden çeşitli yollarla uğradığımız haksızlıklar ve zararlar sizi de boğmaya başlamadı mı? Peki hangimiz başkalarından beklemek yerine ön yargıları kırmaya kendisinden başladı? “İnanmıyorum! Kısa etek mi giymiş?” “Her gün eve alkolle geliyormuş.” “Gördün mü yüzünde kocaman bir yara var.” “O bizden gibi durmuyor işe alacak mısın gerçekten?” “Ne kadar asık suratlı bir insan uzak duralım bence.” Bu cümleleri istediğiniz kadar uzatabiliriz ancak böyle okuyunca ne kadar da saçma oldular değil mi? Yalnızca kişisel değil kitlesel olarak da hayatımıza yön veren ön yargı ve ayrımcılığın ciddi boyutlara ulaştığını okuyoruz bu sayımızda. Ön yargılarımızın hayatımızı etkilemediği, ayrımcılıkların her zaman pozitif kaldığı bir dünya diliyorum...

Emel Emre


YARGISIZ İKAZ Büşra Kul Ön yargı, güncel Türkçe sözlükte “Bir kimse veya bir şeyle ilgili olarak belirli şart, olay ve görüntülere dayanarak önceden edinilmiş olumlu veya olumsuz yargı, peşin yargı.” olarak tanımlanmaktadır. İnsanlar genel anlamda bir gruba aidiyet duyma ihtiyacı hissederler. Herhangi bir özellik bakımından aidiyet hissettikleri grubu iç grup, diğer grupları ise dış grup olarak ele almak yanlış olmayacaktır. Tajfel ve Turner (1979), Sosyal Kimlik Kuramı'nda bireylerin iç gruplarıyla bir özdeşleşim kurduklarını, dış gruplara karşı ayrımcı davranabildiklerini, bu durumun dış gruptaki kişiler ile iletişime geçme istekleri üzerinde etkili olabildiğini, iç gruba duyulan aidiyetin kişiye bir kimlik ve geniş bir topluluğa ait olma hissi sunduğunu ele almışlardır (akt. Cesur ve Paker, 2012). Muzaffer Şerif'in 1954'te yaptığı Hırsızlar Mağarası Deneyi, dış gruba karşı sergilenen ön yargı ve ayrımcılığın temas ile azaltılabileceğini ortaya koymuştur. Hewstone (2009), iç grup arkadaşlarından birinin dış gruptan biriyle arkadaş olduğunu bilmenin dış gruba yönelik ön yargıyı azaltabildiğini (Asunakutlu, Temel ve Dirlik, 2010); Riek, Mania ve Gaertner (2006), perspektif almanın empati aracılığıyla gruplararası ön yargıyı azaltabildiğini; Hall, Crisp ve Suen (2009) gruplararası sınırları belirsizleştirmenin ön yargıyı azalttığını destekleyen bulgular elde etmişlerdir (akt. Cesur ve Paker, 2012). Bireyler ön yargılarını temellendirirken deneyimleri kadar sahip oldukları değerlerden, yaşadıkları toplumun kültüründen ve basın-yayın organlarında yer alan tutumdan etkilenirler. İnsanın temel ihtiyaçlarından biri olan ruhsal ve manevi ihtiyaçlar (inanma, bağlanma, sevgi, doğruluk, adalet, iyilik, sadık olma vb.) bireyi bilgiye, sevgiye, anlama, umuda, aşkınlığa, bağlanmaya ve şefkate ulaştırır (Yavuz, 1998; 2003). Maneviyat benlik duygusunu geliştirerek insanın değer sistemini oluşturur. İnsan dini değer ve normlarıyla kişilik özellikleri arasında bir denge kurma gayretindedir (Uysal, 1996; akt. Özdoğan. 2006). Kuşkusuz din de benlik duygusu gelişiminde etkili olan manevi değerlerden biridir ve bireyin yaşamı anlamlandırma, düşmanları hoş görme, insanları ve diğer canlıları sevme, ölümü kabullenme süreçlerinde etkin rol oynar.


Batson (1977) din ile psikoloji konularını birbirine bağlayan üç farklı disiplinden bahsetmiş, bunlardan ilkini daha çok Hıristiyan Batı Avrupa geleneğinde din adamlarının kullandıkları terapötik psikoloji (pastoral psikoloji de denmektedir), ikincisini dinin özünün ya da kaynağının ne olduğuyla ilgilenen "psikoloji tarafından ele alınan din/teoloji", üçüncüsünü ise bireylerin dinî inanç ve davranışlarını inceleyen bilimsel çalışma şekli olan din psikolojisi olarak adlandırmıştır (Ok, 2006). Din, yaşamın pek çok yönünde olduğu gibi radikal kararlar alınmasında da etkili rol oynamaktadır (Bulut, 2010). Bireylerin kendilerini tanımladıkları kimlikleri ile dini inançları radikal ayrışmalara neden olmaktadır (Bulut,2010). Bu ayrışmalar, bazı toplumsal sorunları da beraberinde getirmektedir.Hall, Matz ve Wood (2010), dini grupların kendilerinden olmayanlara karşı ön yargılı yaklaşabildiklerini ileri sürerken bu bulgunun aksini söyleyen -dinin ön yargılar üzerinde azaltıcı etki yaratabildiğine ulaşan- kimi çalışmalar da mevcuttur (Hunsberger ve Jackson, 2005; akt. Cesur ve Paker, 2012). Din adı altında işlenen bazı insanlık suçları, din kavramının kimi zaman ön yargı ve ayrımcılıkla nasıl da içli dışlı olabildiğini gözler önüne sermektedir. Tarihin eski dönemlerinde psikolojik hastalıkları tespit edip tedavi yoluna gidenler papazlar, rahipler, şamanlar, medyumlar gibi manevi temsilcilerden oluşmaktaydı. Özellikle akıl hastalıkları kötü metafizik güçlerin neden olduğu durumlar olarak kabul edilmiş (Holm, 2004); Ortaçağ Avrupa'sında akıl hastaları, içine şeytan girmiş cadılar olarak nitelendirilmiş ve kurtulmak için yakılmıştır (Özdoğan, 2006). Haçlı Seferleri'nin yapılmasından 11 Eylül olayı sonrası hızla pekişen İslamofobi'ye, 2 Temmuz 1993 Madımak katliamından Kuran'a zarar verdiği iddiasıyla 19 Mart 2015'te linç edilerek öldürülen Ferhunde'ye, evrende dünyadan başka gezegenler de bulunduğunu söylediği için 1600 yılında Roma Katolik Kilisesi'nin Engizisyon mahkemesinde yargılanıp sapkın ilan edilen ve diri diri yakılarak öldürülen İtalyan filozof Giardono Bruno'dan Sırp askerlerince 11 Temmuz 1995'te katledilen 8 bini aşkın Müslüman Boşnak'a... (BBC). Daha nice örneklerine rastlayabileceğimiz din temelli ayrımcılıkların hepsi özünde barınan nefreti aklama girişimlerinden başka bir şey değildir. Bugün gerek ülkemizde gerekse dünyada muhafazakârından ateistine her insanın hayatının bir döneminde ön yargılara, ayrımcılığa maruz kalması bir nevi insanların farklılıklara olan tahammülünü yitirmesinden, empati ve hoşgörüden yoksun yaşamasından kaynaklanmaktadır. Bu yazının sizdeki tüm ön yargılara, kalıp yargılara ve ayrımcı tutumlarınıza yönelik bir "yargısız ikaz" olduğunu düşünün. Kalıp yargıların, ön yargıların ve ayrımcılığın olabildiğince ortadan kaldırılması için evrensel ahlâk kuralları çerçevesinde, saygı ve hoşgörü ile bir arada yaşayabildiğimiz bir dünya umuduyla... Oldukça kişisel not: Bir yıldır beni geliştirip dönüştüren ve bendeki izinin izahı olmayan TPÖÇG'ün güzeller güzeli yavrusu PsiNossa'da yazdığım bu son yazıda erkek egemen dünyanın mağduru/kurbanı olan tüm kadınları ve bu durumu değiştirmek için çabalayan tüm insanları anmayı bir borç bilirim.


BAHÇEDE FİLİZLENEN ÇİÇEKLER ESRA GÜN Einstein der ki “Ön yargıları yok etmek, atom çekirdeğini parçalamaktan daha zordur.” (Karip, 2015). Evet yanlış duymadınız, fizik dehası bir adamın atomu parçalamak gibi bir zorluğun yanında, ön yargılarla baş etmekte daha da zorlanılacağını düşündüğü bir söz bu. Çünkü biliriz aslında hepimiz, ön yargılarla doğulmaz, onlar her ne hikmetse bilinmez bir güçle yer edinir benliğimizde ve kolay kolay hiçbir kuvvetin etkisi değiştirmeye yetmez onları. Mutlaktırlar, varlıkları öyle yer etmiştir ki hayatımızda, kör eder gözlerimizi. Hele ki bir de toplumsal boyutlara ulaşmışsa o ön yargılarımız, dökülmüşlerse eylemlere, duyurmuşsa adını zorbalıklarla, vahşetlerle ve de yer edinmişse tarihlerde, biliriz ki insanlığın insanlığa ettiği zulmü başka hiçbir güç etmemiştir bu cehalette. Yapılan eylemlerin adına cehalet dememdeki sebep, ön yargılar ve beraberinde oluşan ayrımcılıkların geçmişimizde yer edindiği boyuttur aslında. Siyahı beyazdan ayıran, kadınla erkeğin arasına bilinmez bir çizgi koyan, dininden dolayı yargılayan insanları ve de bu aslı hiçbir temele dayanmayan dar kalıplar adına gerçekleştirilmiş eylemler, cehaletten daha anlamlı bir kavrama dayandırılamaz nazarımda. Öyle ki biliriz aslında, dünyaya gelen her varlık sevgiyi besler özünde. Bir olmayı, beraber olabilmeyi ve de olduğu gibi kabullenebilmeyi ister. Bahçeyi güzel yapan sadece toprağındaki ekili çicekler değil, o çiceklerin rengindeki çeşittir özünde. Bizler sevgi besliyorsak içimizde ve öğrenmissek saygı duymayı, kabullenmişssek farklı olanı, ki hala neye dayanır bu farklı kelimesinin altında yatan sebep bilinmez, o zaman nerden çıkıyor bu ön yargılarımız da nereye dayanır bu ayrımcılıklar? Türk Dil Kurumu’nun tanımına göre “Bir kimse veya bir şeyle ilgili olarak belirli şart, olay ve görüntülere dayanarak önceden edinilmiş olumlu veya olumsuz yargı, peşin yargı, peşin hüküm, peşin fikir” anlamına gelen ön yargı kelimesine toplumlar açısından baktığımızda Brown der ki; bir grubun üyelerine sırf o grubun üyeleri oldukları için, küçük düşürücü sosyal tutumlar ya da bilişsel inançlarla yaklaşmak, onlar hakkında olumsuz duygular beslemek ya da onlara yönelik düşmanca ya da ayrımcı davranışlar beslemek ön yargıdır (Süngü, 2013). Ön yargı kelimesine bu denli olumsuz manalar yüklememizdeki sebep yine beraberinde getirdiği olumsuz ayrıcalıklardan olsa gerek diye düşünüyorum.


Ayrım sözcüğü, “Bir kimse veya nesnenin bir başkasıyla karıştırılmamasını sağlayan ayrılık, benzer şeyleri birbirinden ayıran özellik, başkalık, fark.” anlamındadır (Çetinkaya, 2014). Ayrımcılık yapabilmek için, adından da anlaşılacağı üzerine ilk önce iki şey arasında bölüşüm yapmak eyleminin gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Yapılan bu iki şey arasındaki bölüşümün temel dayanaklarının önyargılarımıza dayanması da yıllar boyu süregelmiş, geçmişimizde yer edinmiş ve de hala süregelmekte olan toplumsal vahşetleri akıllara getirmektedir. Yıl 1933 Nazilerin Yahudilere yaptığı zulmü hepimiz hatırlarız. Yaşanan o akıl almaz vahşeti, işkenceleri, gaz odalarını ve daha bir çok şeyi.. Peki ya neydi o insanları farklı kılan, milyonlarcasının ölümüne sebep olan neden neydi? Dini mi? Ya da ırkının farklı oluşu muydu onları bu zülme maruz bırakan? O dönem toplama kamplarının ardında bıraktığı enkazın başında duran Komutan Höss idam edilmeden önce alınan ifadesinde, çığlıklar bittiğinde herkesin öldüğünü anlayarak cesetleri almak üzere Yahudileri ölüme terk ettikleri gaz odalarının kapılarının açıldığını söylemiştir (Kuzuluoğlu, 2009). Ne kan donduran bir ibare öyle değil mi? Üstelik bir doğal afet, bir kaza değildi sebebiyeti. Yine insanın insana yaptığı zulüm. Siz bunu düşüne durun gelelim 1750’li yıllarda Amerika’daki kolonilerde kölelik yasasının yürürlüğe konmasından sonra Siyahi vatandaşların maruz kaldığı ayrımcılıklara. O dönem yayınlanan 1705 Virginia Kölelik Yasası’nda yer alan ibarede: “Bu yönetim bölgesindeki tüm zenci, melez ve Kızılderili köleler taşınmaz mal olarak elde tutulacaktır. Herhangi bir köle efendisine karşı direnirse sahibi ıslah etmeye çalışırken asi köleyi öldürecek olursa böyle bir kaza hiç olmamış gibi köle sahibi tüm cezalardan muaf tutulacaktır.” denilmektedir. (Mızrak, 2017). Köleler ve sahipler bugün çok da alışılagelmiş bir kavram değil nihayetinde ancak tarihteki yeri yadsınamaz boyuttadır. Üstelik insanları köle yapan o ayrım sadece bir renkten mi ibarettir yoksa sahip olamadıkları yüksek ekonomik düzeyden midir işte orası koca bir soru işaretidir bugün akıllarda. Bunlar gibi bir çok örnek sayabilirim aslında size. Üstelik çok geçmişe gitmeye de gerek yok ayrımcılıklara örnekler verebilmek için. Cinsel yönelimlerinizin farklı oluşu, kadın ya da erkek olmanız, Kürt, Türk, alevi ya da sünni oluşunuz, farklı bir dili konuşuyor olmanız, dahası ten renginizin bile farklı oluşu, en nihayetinde gözünüzün üstünde kaşınızın olması bile bugün bulunduğunuz toplumlarca ön yargılara ve beraberinde gelen ayrımcılıklara maruz bırakabilir sizi. Sebebi nedir, neye dayanır bu yapılan ayrımcılık bilinmez. Modern toplumun ortaya koyduğu modern hukuk, eşitlik ilkesi temelinde temel insan hakları kavramına dayanarak, tüm bireyleri eşit niteliklere sahip varlıklar olarak tanımlamış olsa da biz siyahı beyazdan; erkeği kadından; Batılı olanı Doğulu’dan ayırmaya devam ettikçe sistemin hukuku da sözde kalacaktır. (Göregenli, 2012) Son sözü söylemek yerine, önyargı ve ayrımcılıkla olan mücadelede isterim ki her birimiz bir anlık da olsa çocukluğumuza geri dönebilsek keşke. Hatırlasak o birlikte top koşturduğumuz, ip atladığımız, arkadaşlarımızın rengi nedir diye sorgulamadığımız günleri, ilk kez tanıştığımız birisine nerelisin ya da dinin nedir demeden önce sadece ismini sorduğumuz zamanları ve de annesi babası kimdir, nedir demek yerine takımın eksiğini doldurmaya çalışımızı. Sadece bir anlık da olsa hatırlasak.. Biz böyle değildik bu nasıl oldu diye sorgulasak. Değiştirsek o kalıp yargıları, yok etsek ayrımcılıkları, kırsak o önyargının ördüğü kalın duvarları. Ve diyorum ki nihayetinde, bıraksak da artık hep aynı fideleri ekmeyi, rengarenk çicekler mi filizlense bahçemizde?


Barışçıl ve Esen Talha Aybey ''Ön yargı; hayata kirli bir camdan bakıp, her şeyi kirli bilmektir.'' Söyleyeni bilinmeyen bu anlamlı sözün ifade ettikleri hepimiz adına öylesine önemli ki… İnsanlığın tarih boyunca çokça kez kanlı savaşlar yaşayıp yeryüzünü acıya boğmasının sebepleri herkesçe farklı şekilde açıklansa da bence bir kişiyi anlamamak milyonlarcasını daha kaybetmektir. Bilerek ya da istemeden ıskaladığımız her düşüncenin, anlayışın ve kültürün anlaşmazlıklara, kaosa ve hatta savaşlara dönüşebileceğini görmezden gelmek oldukça tehlikelidir. Kendimiz(den) olmayanı anlayabilmek, sahip olduklarımızı paylaşabilmek ve ayrım yapmadan eşit görmek ne zor ne de karmaşık. Belki de büyük resmi görmeyi reddeden/göremeyen insanların kaçırdığı en önemli nokta başta kendileri olmak üzere; insanları, hayvanları ve tüm tabiatı birbirinden ayrı, bağımsız görmeleri. Oysa tüm insanlığın ve doğanın birbirine öylesine bağlı, benzer ve çoğu kez aynı olduğunu zaman zaman hepimiz görürüz. Kendi perspektifimizden farklı görsek de uzaktan bakıldığında, bir arada oluşturduğumuz muazzam şekil ve beraberken kazandığımız anlam çok değerli. Uzaklaşma ve ayrışmaların en korkunç sonuçlarından biri, üzerinden 73 yıl geçmesine rağmen hepimizce hatırlanmaktadır. Tarihler 6 Ağustos 1945'i gösterdiğinde şüphesiz insanlık tarihinin en karanlık saldırılarından birinin kurbanı olan Hiroşima ve Nagasaki (9 Ağustos), günümüzde bile izleri hala tam olarak silinmemiş bir yara olarak durmaktadır. Bu acımasız saldırıda 300.000'in üzerinde insan hayatını kaybetmiş ve birçok kişi hem fiziksel hem ruhsal zararlar görmüştür. Japonya'nın batısında yer alan Hiroşima ve dağlık taş bir bölge olan Nagasaki kentlerinde saldırıdan sonra bir çiçeğin bile yetişmeyeceği düşünülse de medeniyetin erdemli yüzü ön yargıları kırarak bu şehirleri aydınlatmıştır. İnsanlık tarihinin en tehlikeli silahları; yalnızca bu kentleri ve içinde yaşayan on binlerce sivili değil aslında “insanlığı” hedef almıştır. Tarihten bir örnek olarak ayın farkındalıklarına konu olan bu önemli iki olay; insanlar arası ayrışma, öfke, kin ve yanlış yargıların acı bir sonucudur. Gerek bireyler, gerekse milyonlar arasında sağlanacak barışçıl ve esen bir gelecek temennisi ile...


AĞUSTOS AYI FARKINDALIKLARI 6-9 Ağustos Hiroşima-Nagazaki atom bombası saldırısı 8 Ağustos Edip Cansever'in doğum günü 12 Ağustos Can Yücel'in vefatı 15 Ağustos Müşfik Kenter'in vefatı 17 Ağustos Marmara Depremi 19 Ağustos Tevfik Fikret'in vefatı 22 Ağustos Turgut Uyar'ın vefatı 28 Ağustos Goethe'nin doğum günü 30 Ağustos Zafer Bayramı


İĞNE DELİĞİNDEN GEÇEN BEDENLER Burcu Çakmak “Ayna ayna söyle bana var mı benden güzeli bu dünyada?” sorusunun hemen hemen her çocuğun kulağına çalındığını düşünüyorum. Pamuk Prensesin üvey annesinin aynanın karşısındaki duruşunu hayalimde hala canlandırabiliyor gibiyim. Peki yıllar içerisinde o aynaların önünden nasıl bedenler geçti dersiniz? Ayna karşısında kendine her bakanın aynı tip bedenleri mi oldu? Küçükken bile iyi kötü güzel çirkin kalıplarını bize öğreten masallardaki perilerin de vücut ölçüleri bugün hayal ettiğimiz gibi miydi? Yoksa birileri bizim hayalimizdeki perileri belli kalıplarda hayallerimize geri mi verdi? Geçmişten günümüze insanoğlunun evrilmesi ve yeni icatların ortaya çıkışıyla toplumlar iç içe geçmiş ve küresel bir dünya ortaya çıkmıştır. Bunlar olurken kuşkusuz en büyük küreselleşme adımı medyanın ortaya çıkışıyla beraber atılmıştır. Medya yeni dünya görüşlerinin benimsenmesinde büyük öneme sahiptir. Biraz daha ilerleyen ve günümüze gelen şekliyle de adından sık sık bahsettiren sosyal medya, daha ileri giderek insanların bir güruh halinde hareket etmesine ve her an değişebilen yeni akımlara kapılmalarına olanak vermektedir. Bu mecralarda oluşan akımlar ise toplumun tutumlarında kendini ön yargı ve ayrımcılık olarak göstermektedir. Özellikle modern dünyada ortaya çıkan en önemli algılardan bir tanesi de beden imgesidir. Medya tarafından yansıtılan beden kalıpları bireylerin düşüncelerini, beğenilerini, bendenlerini ve daha da ilerisi çocuklarının oynadığı oyuncaklarının bile şekillerini değiştirmiştir. Üçgen vücutlu daha sert hatlara sahip erkekler ve erkek süper kahramanlar, daha kıvrımlı ve yumuşak hatlara sahip kadınlar ve oyuncak bebekler, aynı yüz ve vücut hatlarına sahip bireyler, birbirine benzeyen insanlar ortaya çıkmıştır. Önceden sadece bizlerin gözlerinden Asyalılar birbirlerine benzerken şimdilerde her birey aynı fabrikada üretilmiş gibi birbirinin aynısı olmaya başlamaktadır demek yanlış olmaz diye düşünüyorum. Bizde bu ortaya çıkan sonuçlara göre birilerine tu kaka birilerine ise harika demeye alıştık. Arkadaş kurmaktan işe alım süreçlerine kadar medyada gördüğümüz bedenlere göre seçim yapar olduk. Sahip olduğumuz bu kalıp yargılar ise ortaya çıkardığı belli problemler ile biz psikologların ekmek kapısını genişletirken toplumda sarsıcı etkiler ortaya çıkarmayı da ihmal etmedi. Obezler, anoreksikler, bulimikler derken birileri hep toplumun dışına itilerek ötekileştirildi, ayrıştırıldı ve önyargıların hedefi halini aldı. Önyargılar, hayatımızın her alanında olduğu gibi sosyo-politik dinamiklerde de oldukça sık bir şekilde karşımıza çıkan ve çeşitli ayrımcılıklara neden olabilen tutumlardır (Paker, 2012; 2). Yaşadığımız toplumun temel dinamikleri değiştirildikçe toplumda da belli problemler ortaya çıkmaktadır. Bu erkek ve kadınlar üzerinde belli etkiler yaratırken özellikle kadın bedeninin bir mobilya gibi ölçülerle yansıtılması, kadınlar üzerinde yıpratıcı etkileri daha fazla gözler önüne serilir hale getirmektedir. Medyada zayıf bedenli olmanın ideal olarak tekrarlayıcı bir biçimde yansıtılması kadınların “ideal zayıflık” stereotipisini içselleştirmesine yol açmaktadır


.Bu durumda hedef olarak sunulan beden ölçüleri gerçekle bağdaşmadığından kadınlarda beden doyumsuzluğunu artırmakta ve yeme davranışlarında bozukluklarla sonuçlanmaktadır (Stice, Schupak-Neuberg ve ark., 1994; 837). TV programları ve popüler kadın dergilerinde gösterilen "ideal" beden imgesi ölçüleri her yıl giderek incelmekte, TV programlarında, dergi reklamlarında yer alan diyet çeşitleri, diyet ürünleri, beden geliştirme araçları, zayıf olma-zayıf kalma ya da beden şeklini düzeltme-koruma ile ilgili çalışmalar genellikle kadınları hedef olarak almaktadır (Aslan, 2001; 2). Tüm bunlar insanlığı mükemmelliyetçiliğe itmiş olmalı ki sosyal medyada herkes birer spor sever, mutlu, eksiksiz ve mükemmel insanlar haline gelmiş. Herkes bu kadar mükemmelken sizce haberlerde gördüğümüz kusurlu dünya kimler tarafından bu hale getirildi? Kusursuzluk kavramının anlamı herhangi bir eksikliğin ya da noksanlığın olmaması durumudur. Sosyal medya içerisinde kendine yer edinen birey, fiziksel ve psikolojik memnuniyetsizliklerini gizleyerek, kapatarak, değiştirerek, kendi hayatını daha görkemli hale getirerek diğerlerine sunmaktadır. Bu bağlamda sosyal hesaplar kusursuzlaştırma aracı olarak işlev kazanmaktadır (Uğurlu, 2015; 231). Gerçeklikle uyuşmayan bu beden imgeleri bireylerde takıntılı hal alarak anoreksiya nervoza, bulimia nervoza, beğenilmeme endişesi olarak anksiyete gibi patolojik bir tabloya dönüşebilmektedir. Medyanın oluşturmuş olduğu bu algıdan ötürü işverenler çalışanlarını yetenek ve becerinin yanında güzelliğin de ön planda tutulduğu elemelerden geçirmekte, çocuklar beden imgeleri medyatik süper kahramanlarla büyüdükleri için arkadaş seçimlerini de buna göre oluşturmaktadırlar. Eskiden film ve dizilerde geçen balık etli kadın ve sıradan erkek rollerinin günümüzde çok farklı olduğu oldukça açık diye düşünüyorum. Günümüzde sıfır beden yani iğnenin ucundan geçebilecek kadın imajı ve üçgen peynirden farksız erkek bedenleri medyada dolaşmakta olduğundan toplum bu duruma göre düşünceler geliştirmiş ve insanları bu şekilde yargılar hale gelmiştir. Eğer toplumda oluşturulan beden imgesine uzaksanız bu; düşünceleriniz, yetenekleriniz, becerileriniz ne olursa olsun ayrımcılığa uğrayarak ötekileştirileceğiniz anlamına gelmektedir. Öncelerden beri süregelen ırk, cinsiyet, din, dil ayrımcılıklarına günümüzde ne yazık ki bir de beden imgesi ayrımcılığı ve buna bağlı gelişen ön yargılar eklenmiştir. Tüm bu medya araçlarından özellikle televizyon, içinde bulunulan kültürden ayrı düşünülemez bir hal almış ve gösterilen imgeler gerçeklik niteliği kazandığından en çok da gençlerin kabul ettiği kitle iletişim aracı olmaktadır (Oğuz, 2005; 36). Tarih boyunca insan kalıplara sokulmaya çalışılmış özellikle sanayi devriminden sonra kitlesel olarak bazı akımlara kapılma daha da yaygın bir hal almıştır. Bu kapsamda medyatik bedenler bana her gördüğümde veya duyduğumda bir süpermarketi hatırlatmaktadır. Baklavalı bir karın, çubuk kraker kadınlar, armut tipi, üçgen peynir gibi kaslı bir vücut diye devam eden bir markette bulabileceğiniz her ürün artık reyonlarda değil, bedenlerimizde yer alıyor. Beden imgesinin idealizmine kapılmadan, insanları ötekileştirmeden, karşımızdakileri hangi objeye benzediğine göre değil de insanlığına göre değerlendirebildiğimiz, bedenler yerine zihinlerin ve kalplerin konuşabildiği bir dünya olmasını temenni ediyorum. Beden imgesine takılmayın, yiyin için gönül rahatlığıyla spordan uzak yaşayın da demiyorum. Siz yine de sağlığınıza dikkat edin. Sağlıklı ve sağlıcaklı kalın. Bu arada isveç diyetini deneyen var mıydı aranızda?


TEK TANRILI DİNLERDEN GÜNÜMÜZE KADIN İMGESİ Vecettin SIRLAN Cinsiyet arasındaki biyolojik farktan çok toplumsal cinsiyet bağlamında kadın kavramını ele alarak başlamak istiyorum. Toplumsal cinsiyet rolleri hakkında gelişmiş ve kökleşmiş kültürel görüşler, daha çok inanç sistemleri etrafında gelişmiştir. Bu inançların getirdiği kadın - erkek ayrımı ve bununla birlikte sunulan cinsiyet rolleri tarihsel süreçlerden geçerek gelenekselleşmiştir. Dini kullanıp kadını ikinci plana atan erkeklere karşı ayaklanan kadınlar ise geçmişten günümüze sürekli kutsallığa karşıymış gibi gösterilip hedef gösterilmiştir. Tek tanrılı dinlerin doğuşu birbirleri ile ilişkilidir. Bu ilişkiyle birlikte ortak özellikler de beraberinde gelmiştir. Farklı inançlardan beslenen bu toplumlar birbirinden çok büyük farklılıklar göstermeyecek şekilde cinsiyetçiliğe başvurmuşlardır. Ataerkil toplumun doğuşu ve kurumsallaşmasıyla birlikte cinsiyetçi konumlamalar artmış ve konumlamalar meşrulaştırılarak yasallaşmıştır. Kadınları sadece üreyebilen bir varlık olarak gören bu zihniyet bununla yetinmeyip kadının üzerindeki denetimini artırıp bunu bütün düşünce sistemine yerleştirmiştir. Yerleşmiş ataerkil ön kabulleri söyle sıralayabiliriz: Kadın ve erkek arasında sadece biyolojik bir fark yoktur. Tanrının kendilerine sunduğu toplumsal rollerle birlikte işlevleri ve yetenekleri de farklıdır. Erkekler akılcı ve güçlüdürler bu sayede hükmetme ve yönetme yeteneklerine sahiptirler fakat kadınlar ise duygusal olduklarından rasyonellikten uzaktırlar. Bu nedenle siyasal ve kamusal alanda bulunamazlar. Özetleyecek olursak: Kadınlar, doğurganlık özelliği ile ölümlü bedenler doğurmakla meşgulken erkekler ise kamusal ve siyasal alanda ölümsüz kültürler inşa etmekle daha üstün bir iş yapmış olurlar. Ataerkil toplumlar, tanrıların kutsal metinlerini kaynak göstererek bu kurallara tanrısal bir nitelik kazandırmışlardır. Her şey Havva ile başladı… Yahudilikte, Hristiyanlıkta ve İslamiyet’te Havva ve Adem hikayesi şöyle geçer: Tanrı, Adem uykudayken onun kaburga kemiğinden bir kadın yarattı ve onu Ademe getirdi. Ardından Adem’e “Havva dahil” var olan her şeye ad koymasını istedi (akt. Gürhan, 2010). Bu yaratılış öyküsünde simgesel yaratma ile birlikte “kadın” erkeğin doğal bir parçası haline gelmiştir.


Havva ve Adem’in yasak elmayı yedikten sonra cennetten kovulmasıyla baştan çıkarıcı Havva imgesi yaratıldı. Bu imge yüzünden kadınlar şeytanlaştırıldı. Duygusal oldukları ve hata yapma olasılıkları yüksek diye kadınların üzerinde denetimler artarak devam etti (akt. Berktay, 2000, s.54). Tohum ve Toprak metaforu… Kuran'da, "Kadınlarınız sizin tarlanızdır; tarlalarınızı dilediğiniz gibi ekin." (2. Sure:223) cümlesi geçmektedir (akt. Berktay, 2000, s.65). Kuran’da geçen bu tarz ayettlerden beslenen eril toplum, kadının üzerindeki denetimi meşrulaştırmak için ayetin asıl anlamını araştırmadan kadını bir obje olarak görmüş. bunun sonucunda erkekler tarafından kadınlara karşı yapılan tecritler (eve kapatma, örtünmeye zorlama…) kutsal olarak algılanan erkek tohumunun korunması kaygısıyla ilişkilidir. Ataerkil toplumlarda erkekler, doğacak çocuğunun kendi tohumundan olduğunu bilmek ve bundan emin olmak için kadın bedenini denetlemek üzere birçok zorbalığa başvurmuşlardır. Toplumsal cinsiyet rollerinin inşasında din önemli rol oynamıştır. Ataerkil toplumlar, oluşan bu yapıyı korumak için dini bir araç olarak görmüş ve günümüze kadar bu cinsiyetçiliği sürdürmüşlerdir. Günümüz toplumun kadına bakışını incelemek adına hiç uzatmadan bazı örneklere değinmek istiyorum. Türkçeyi incelemek ve geliştirmek adına kurulmuş olan TDK ‘’kadını’’ 1. "Yanlarında, kendileriyle ahbaplık edecek dostlar, hizmetlerine koşacak kadınlar veya erkekler görmek isterler." - A. Ş. Hisar 2. sıfat Analık veya ev yönetimi bakımından gereken erdemleri, becerileri olan 3. Hizmetçi bayan 4. Bayan ‘’Erkeği’’ ise sıfat olarak ‘’Sözüne güvenilir, mert kişi’’ olarak tanımlıyor. Türkçe sözlükte geçen bu anlamlara baktığımızda ‘’kadın’’ erkeğin hizmetinde olan ev işlerini halleden kişi olarak tanımlanıyor. Tıpkı ‘’Hava’nın Adem için yaratıldığı’’ gibi. Şimdi ise kadın, erkeklere yapılan hizmet üzerine tanımlanıyor. Erkeklere yüklenilen anlamda ise toplumun cinsiyetçilik boyutu apaçık gözükmektedir. Kadın erkek ayrımını biyolojik olarak açıklamak ve bütün bu farkı hormonal sebeplere bağlamak kesinlikle yanlış olur. Bu ayrımı araştırırken toplumu, kültürü, gelenek ve görenekleri göz ardı etmemek gerekir. İlk olarak toplumun kullandığı cinsiyetçi söylemlere bakacak olursak; erkek, evlenmeden önce cinsel ilişki yaşadığı zaman ‘’milli’’ oluyorken kadın ise ‘’fahişe’’ olmuş oluyor. Kadın cinselliğinin yok sayılmasının sebebi; Toplumun penise yüklediği güç, otorite ve egemenlik anlamlarıdır. Toplumun bize dayattığı cinsiyet rollerinden dolayı doğduğumuz andan itibaren ‘’penis’’ kutsal ilan edilirken ‘’vajina’’ ayıplanıyor. Bu sebeple kadın, kendini hep eksik olarak görmektedir. Ebeveynler kız çocukların eline oyuncak bebek; erkek çocukların eline ise oyuncak silah ve araba verince kalıplaşmış ve öğrenilmiş cinsiyet rollerini de vermiş oluyorlar. Bu cinsiyetçi rollere maruz kalan Küçük kızın gelecekte kurduğu en büyük hayali; evlilik ve çocuk olması gayet olasıdır. Daha yeni doğan kız çocuğuna kamusal alanı yasak edip ona evliliği ve ev işlerini sunuyoruz. Erkek egemen toplumunu yıkmak ve bu cinsiyetçiliği bitirmek için toplumsal cinsiyet rollerini en aza indirmemiz gerekir. İşte o zaman kadınların erkeklerden farklı olmadığı görülür. Cinsiyetçi bir toplum yetiştirmemek için özellikle ebeveynlere büyük bir iş düşüyor. Ebeveynler, çocuklarına karşı cinsiyetçi söylemlerden ve uygulamalardan kaçınmalıdır. Bu sayede eşit ve özgür bir nesil yetişir.


Çizim Köşesi - Şeyma Nur Kara



Narin Sezen ÖN YARGIYA KARŞI PSİKOLOJİ ÜZERİNE

Terapistin bir danışanına olan ilgisi, hayranlığı veya can sıkıntısı, rahatsızlığı, danışanının sorunları ile ilgili olmayan kişisel deneyimleriyle, hassasiyetleriyle veya tercihleriyle ilgili olabilir. Güçlü duygular, terapistin günlük yaşamında kaçınmaya veya elde etmeye çalıştığı sorunları veya konuları ortaya çıkarabilir. Ayrıca terapist, kendi değerlerinin tehdit edildiğini düşünebilir. Terapistin bu tür karıştırıcı faktörlere karşı dikkatli olması önemlidir çünkü bu durum danışana yardım etmek açısından tehlikeli olabilir (Banaco, 1993). Bu nedenle kendi olumsuz duygularının dikkatli bir fonksiyonel analizini yapmak, terapistin rahatlamasını sağlamaktan ziyade danışana yardımcı olacak şekilde tepki vermesini sağlayacaktır (B. S. Kohlenberg, 1999). Yıllardır var olan genel varsayım, danışanları aynı ırk / etnisiteden bir terapist ile eşleştirmenin daha güçlü terapötik bağlarla sonuçlanması gerektiği üzerinedir (Harrison, 1975). Gerçekten de danışan ve terapist değerlerinde benzerliklerin olumlu danışan sonucunu ön gördüğüne dair bilimsel araştırmalar vardır (Kelly & Strupp, 1992). Daha pragmatik bir düzeyde düşünürsek, paylaşılan sosyal ağların ve topluluk yapılarının, terapistin danışanı için erişilebilir kaynaklar ve destek kaynakları hakkında farkındalığını arttırabiliyor. Böylelikle, ırksal / etnik eşleştirmenin sağladığı danışan-terapist ilişkilerinde bu benzerlik psikoterapi sonuçlarını etkileyebiliyor. Kısacası, terapistin danışanları için ırksal / etnik anlamda ön yargılı olduğuna dair bir kanıt yoktur, ancak ırksal / etnik benzerlik terapinin sonuçlarını etkiler. Cinsel ön yargı açısından ele alırsak, LGBTQ bireyleri, LGBTQ cinselliklerinin karşılıklı tanımlanmasına dayanan, azınlık stresörleri gibi deneyimleri paylaşma eğilimindedir. Bu karşılıklı anlayış, terapötik bağlamda, LGBTQ danışanlarının cinsel yönelim ile ilgili olmayan sorunları tartışırken bile, aynı cinsel yönelime sahip bir terapisti tercih etmesiyle görülebilir (Haldeman, 2010). Bu kısmen bir LGB terapistinin olası eşcinsel olumlayıcı yaklaşımına bağlanabilir (Israel, Gorcheva, Walther, Sulzner ve Cohen, 2008). Liddle (1996, s. 396), bu tür eşleştirmelerin “Tatmin edici bir terapi deneyiminin olasılığını arttırmak” ve (danışan olmayı deneyimlemiş, çeşitli cinsiyetlerden ortalama üç terapist görmüş olan katılımcılara (n = 392) dayanarak) heteroseksüel terapistlerle LGB danışanlarına kıyasla daha uzun süreli bir terapötik ilişkiye sahip olmakla bağlantılı olabileceği görülmektedir (Liddle, 1997). Bu, LGB terapistlerinin deneyimlediği toplumsal bağlamın, onların terapötik ilişkileri üzerinde etkili olduğunu göstermektedir. LGB terapistleri için LGB danışanlarının bu türden tercihleri, LGB terapistleri tarafından da benzer bir tercihin olabileceğini gösterirken, mevcut literatürde buna dair herhangi bir kanıt yoktur. Homofobi ve heteroseksizmin günümüz toplumunda hâlâ yaygın olduğunu gösteren kanıtlar vardır ve terapistin heteroseksist ve / veya homofobik oluşu LGB danışanları için terapötik bozulmaya ve olumsuz etkilere yol açabileceği bilinmektedir (Ryden ve Loewenthal, 2001). Yaşlı yetişkinlere yönelik olumsuz algıların etkileri, ruh sağlığı hizmetlerine ihtiyaç duyan yaşlı bireyler için oldukça zararlıdır. Çalışmalar, aynı klinik açıdan anlamlı semptomolojinin, yaşlı bireylerde genç danışanlara kıyasla daha az ciddi olarak değerlendirildiğini bulmuştur (Ivey, Wieling ve Harris, 2000). Başka bir deyişle, yaşlı yetişkin danışanların ifade ettiği zihinsel sağlık sorunları hakkında klinisyenler tarafından terapötik müdahalenin daha az gerekli olduğu şeklinde düşünülmektedir. Bu tür bir profesyonel yanlılık, yaşlı erişkinlerin umutsuzca ihtiyaç duyabilecekleri ruhsal sağlık hizmetlerini alamamalarına neden olabilir.


Öykü Topaloğlu PSİKOLOJİYE KARŞI ÖN YARGI ÜZERİNE

Psikoloji kelimesi ilk defa Fransız filozof Maine de Biran (1766-1824) tarafından kullanılmıştır. O dönemde psikoloji, yeni bir bakış açısı olarak yazılmıştır ve psikolojinin felsefeden ayrı bir bilim dalı olarak görüleceği bir değişime girilmiştir. Modern psikolojiyi Wilhelm Wundt’un (1832-1920) 1879 yılında kurduğu psikoloji laboratuvarıyla başlattığı kabul edilir (Delay ve Pichot, 1975: 323). Psikolojinin bir bilim olduğunu savunan Wundt, doğa bilimlerinde gerçekleştirilen deneysel yöntemlerin insan psikolojisi için de uygulanabileceğini savunmuştur. Wundt’un yaptığı deneylerin bilimsel gerçekliği tartışılır fakat onun asıl başarısı davranışların denetimli şartlarda gözlemlenebileceğini göstermesi olmuştur (Zangwill, 1950). Böylelikle Wundt’tan sonra deneysel çalışmalar devam etmiştir. Bugün bilimsel dergiler; psikoloji alanında bilimsel metotlar kullanarak araştırmalar yapan, belirli hipotezleri test eden bilim insanlarının yazıları ile doludur. Söz konusu psikoloji olunca, araştırmaları sınırlayan bazı kültürel ve çevresel faktörler olabilir. Bu faktörlerle ile sınırlandırmak bilimsel titizlikten yoksun olmak anlamına gelmez. Ayrıca psikoloji, terminolojisini bir bilim olarak kabul edilebilecek kadar iyi tanımlar (Kraus, 2013). Araştırmalar gösteriyor ki; ufak bir azınlık dışında, halk psikolojiye karşı pozitif fakat psikolojinin bilimselliğinden şüphe ediyor. Son yıllarda alana duyulan güven artmış olsa da çoğu insan psikolojinin bilimsel değeri, topluma olan katkıları ve gündelik sorunlara uygulanabilirliği konusunda zayıf bir anlayışa sahip (Janda ve ark., 1998; Penn, Schoen ve Berland, 2008). “Üzerinde çalıştığınız zaten aşikâr değil mi?” veya “Psikolog bana bildiğimden daha fazlasını söylemiyor.” diyenlere geri dönüş ön yargısını hatırlatalım. İnsanlar bir olay olup bittikten sonra sonucu öngörülebilir olarak algılama eğilimindedirler, bu da sonucun aşikâr olduğu hissine yol açar (Wong, 1995, p. 504). “Psikolojiyi ben zaten anlıyorum. Anladığım bir şey bilim olabilir mi?” diye soranlar olabilir; insanlar psikolojinin fizikten, kimyadan ve diğer pozitif bilimlerden daha kolay olduğunu düşünürler (Keil, Lockhart ve Schlegel, 2010, p. 4). Çünkü psikolojinin araştırdığı konulara olan aşinalık ile anlaşılırlık karıştırılabilir (Keil ve ark., 2010). Ayrıca insanlar fazla düşünmek istemez ve en basit olanı arar, buna da bilişsel cimrilik denir (Fiske ve Taylor, 1984, p. 12). İnsanlar ön yargılarına meydan okuyan bulgularla karşılaştıklarında, inançlarını bırakmaya istekli olabilirler. Yanlış olan görüşü bırakmaya istekli olmayanların tepkilerini Munro (2010) bilimsel iktidarsızlık bahanesi ile açıklıyor. Yani insanlar kendi görüşlerini yansıtmayan bilimsel verilerin geçerli olmadığını söyleyebiliyor. Temel bilimler ile uygulamalı bilimlerin farkının yapılamaması da başarısızlığı beraberinde getirecektir; çünkü psikolojide bütün konuların hem teorik hem de pratik ilgisi vardır denilemez. Psikolojiden şüphe duyulması, ruh sağlığı tüketicilerinin klinik hizmetleri aramaya gönülsüz olmaları anlamına gelebilir. Şüphecilik aynı zamanda bazı finans kuruluşlarının psikoloji alanındaki çalışmalara fon sağlamamasına yol açabilir (Price, 2011). Halkın psikoloji konusunda şüpheleri olduğunu anlamak bazı nedenlerden dolayı önemlidir. Psikolojik bulguya karşı öğrencilerin, danışanların veya sıradan kişilerin direnci ile karşılaşmak araştırmalar için engel teşkil edebilir. Böyle bir bilgi kendi içinde değerlidir, çünkü insan doğasının psikolojik direniş kaynaklarına ışık tutmaktadır. Halkın kuşkuculuğunu düşmanca görmemeliyiz; alanımıza yönelik olası itirazları ön görmemiz uzun vadede daha sağlam durabileceğimiz anlamına gelir. Böylelikle psikolojik bilimlerin daha etkili iletişimcileri haline gelebiliriz (Lilienfeld, 2012).


Arzu Hamurcu

RÖPORTAJ DR. ÖĞR. ÜYESİ TİMUÇİN AKTAN Bilişsel işlev iddiasına göre ön yargı, beynimizde daha az düşünmemize dolayısı ile daha az enerji sağlamamıza yardımcı oluyor. Fakat ön yargının tehlikeli olduğu ve çevremizdekilere zarar vermeye başladığı nokta neresi? Gerçekten iyi/faydalı ön yargıdan söz etmek mümkün müdür? Öncelikle, bu konu ile ilgili kavramları birbirinden ayırt etmek lazım. Literatürde ön yargı ve kalıp yargı arasına kesin ve net bir çizgi çekildiğini görmek çok mümkün olmasa da genellikle önyargı duyuşsal, kalıpyargı ise bilişsel bir süreç ya da yapı olarak kabul edilir. Ayrımcılık ise tahmin edilebileceği gibi davranışsal bir çıktıdır. Yani, X grubundan olanları sevmediğimi söylüyorsam bu önyargıdır; X grubundan olanlar tembeldir diyorsam bu kalıp yargıdır; X grubundan bir kişiye iş vermiyorsam bu ayrımcılıktır. 1980'ler ile 2000'ler arasında son derece güçlü olan bilişsel yaklaşımda kalıpyargılar bahsettiğin gibi zihinsel süreçleri kolaylaştıran/hızlandıran yapılar olarak tanımlanırdı. O dönemde, literatürde insan "bilişsel cimri" olarak görülürdü. Bunun anlamı, sınırlı bilişsel kaynakları ile son derece karmaşık dünyayı anlamaya çalışan insanın kaçınılmaz olarak kategorileme süreçlerinden faydalandığıydı. Çünkü kategoriler algılamayı basitleştirir. Örneğin, soğuk bir içecek almak için bir markete gittiğimizi düşünelim. Ancak bu öyle bir market ki ürünler raflara gelişigüzel yerleştirilmiş. Domateslerin yanında çamaşır deterjanları duruyor; sabunların yanında ise et reyonu. Böyle bir markette kategorileme olmadığı için aradığımızı bulmak imkânsızlaşır.


Bu durum, kalıp yargıların bellek üzerindeki etkisini hatırlatıyor. Her ne kadar belleğimiz marketlerdeki gibi sabit bir kategorileme sistemi ile çalışmasa da kalıp yargılar belleğimizde yanlılıklara yol açar. Bu etkiyi karar süreçlerinde de görebiliriz. Örneğin, iş başvurusu yapan adayların CV'lerini incelerken birçok bilgi ile karşılaşırız. Aday sayısı arttıkça bu bilgi miktarı da katlanarak artar. Bu durumda, kalıp yargı bizi kararsızlık durumundan kurtarabilir. Örneğin, hükümlüleri, kadınları ve askerliğini yapmamış erkekleri ayıklayalım. Böylece, elimizdeki 100 kişiden geriye 5 kişi kaldı. Artık bu beş kişiden birini seçmek daha kolay hale gelir. Elbette, bu şekilde verilen kararın kaliteli bir karar olduğunu savunamayız. Bazı durumlarda kalıp yargılar ya da ön yargılar bilgi eksikliğini ortadan kaldırarak bizi tehlikelerden de koruyabilir. Örneğin, benim gibi şehirde büyüdüyseniz zehirli ve zararsız yılanı birbirinden ayırt edemezsiniz. Bu durumda, doğa yürüyüşü yaparken yılan gördüğünüzde onu zehirli yılanlar kategorisine sokarak kaçmak en akıllıca tercih olacaktır. Tabii doğada karşılaştığım yılanın bu duruma gücenmeyeceğini varsayıyorum. Kalıp yargıların belki de en çok dile getirilen olumsuz yanı, grup içi çeşitliliğin göz ardı edilmesine yol açmasıdır. Sonuçta, bir kategoriyi anlamlı kılan o kategorideki her üyenin benzer. olması ve bu kategorinin üyeleri ile diğer bir kategorinin üyeleri arasında gözle görülür farkların olmasıdır. Örneğin, çam ağacı ile kavak ağacını ayırt etmek için uzman olmaya gerek yoktur. Ancak çamları kendi arasında türlerine göre ayırt etmek için uzmanlık gerekir. Tajfel'in çalışmalarında gösterdiği gibi biz algısal olarak da kategorileri anlamlı kılacak çarpıtmalar yaparız. Grup içi farkları minimum, gruplar arası farkı ise maksimum olarak görme eğilimindeyiz. Böylece bütün hükümlüler bize tehlikeli kişiler gibi görünür. Hükümlülerle karşılaştırıldığında ise hüküm giymemiş olanlar güvenilirmiş gibi algılanır. Böylece, hayatında bir kez hırsızlık yapıp yakalanan kişi ile yine hayatında bir kez hırsızlık yapıp bu sefer yakalanmayan kişi birbirinden çok farklıymış gibi algılarız. Bence, bir kalıp yargının tehlikeli hale gelmeye başladığı nokta, bu kalıpyargı ile oluşturulan tasvirin bir betimleme yerine bir zorunluluk olarak görülmeye başlamasıdır. Örneğin, sandalye kategorisini "Dört ayaklı ve üzerinde oturulan tek kişilik mobilya." diye betimleyebiliriz. Ancak bu tanımı bir zorunluluk olarak görmeye başlarsak mobilya tasarımcılarının tek ayaklı sandalye yapmasına izin vermeyeceğimiz anlamına gelir. "Kadınlar iyi çocuk bakar." şeklinde bir inancımız sadece betimleme ise sorun teşkil etmeyebilir. Kucağında çocuk tutmayı bilmeyen ya da çocuklarla oyun oynamak istemeyen bir kadın gördüğümüzde, "Bazı kadınlar iyi çocuk bakamazlar." deyip geçebiliriz. Ancak, kadınlar için çocuk bakmayı bir zorunluluk olarak tanımlarsak, çocuk bakmak istemeyen kadını ayıplamaya başlarız. Sonuçta kalıp yargılar bilişsel süreçleri hızlandırır. Ancak, şunu belirtmeliyim ki kalıp yargısal düşünmenin beyinde daha az aktivasyona yol açtığı ile ilgili bir çalışma görmedim ama olabilir. Zihnimiz kategorileme ile çalıştığı için kalıp yargıların aktive olması kaçınılmazdır. Ancak bu kalıp yargıyı kullanıp kullanmamak kişinin motivasyonuna kalmıştır. Eğer işe eleman almak gibi önemli bir karar verilecekse kalıp yargıları bırakıp bireysel bilgilere odaklanmak daha istenir sonuçlar yaratacaktır.


Kendimize arkadaş seçiyorsak vereceğimiz karar o kadar da önemli olmayabilir ve kalıp yargısal düşünmenin pahası daha az olabilir. Ayrıca her kalıp yargı olumsuz değildir. Örneğin, "Japonlar çalışkandır" şeklindeki inanç da bir kalıp yargıdır ama özünde Japonlar ile ilgili olumlu bir tutum yansıtır. Dahası her kalıp yargı yanlış da değildir. Mersinli iseniz, büyük ihtimalle tantuni, şırdan, kerebiç gibi yemekleri seviyorsunuz demektir. Bu durumda, sizinle benzer zevkleri olan bir arkadaşın Mersinliler arasından çıkma ihtimali, İzmirliler arasından çıkmasından daha yüksek olabilir. Bireylere uygulanan birtakım ayrımcılık olaylarında ayrımcılığa uğrayan bireylerin bu durum hakkında konuşmayı, bir şeyler yapmayı geçiştirdiğini görebiliyoruz. Bu bir savunma sistemi mi? Bu tarz durumlara karşı sağlıklı başarı çıkma yöntemi olarak neler benimseyebiliriz? Sosyal kimlik kuramcılarının da belirttiği gibi kimliğimiz, benliğimizin önemli bir parçasıdır. Nasıl ki olumlu bir benliğe sahip olmak istiyorsak olumlu bir kimliğe de sahip olmak isteriz. Olumsuz anlamda bir ayrımcılığa uğradığımızı fark etmek bizim kimliğimizi ve benliğimizi olumsuzlayıp çaresizlik hissine ve hatta depresif düşüncelere yol açabilir. Ancak bu tek olası tepki değildir. Kişinin nasıl tepki vereceği, onun grup kimliği ile özdeşleşme düzeyi ve sosyal bağlamın özellikleriyle biçimlenir. Örneğin, kişi düşük düzeyde özdeşleştiyse dezavantajlı grup kimliğinden çıkıp avantajlı grubun bir üyesi olmaya çalışabilir. Ancak bunu yapabilmesi için gruplar arasındaki sınırların geçirgen olduğunu düşünmesi gerekir. Örneğin, 1994'e kadar toplumsal statü farklarının ırk temeli üzerinden kurulduğu apartheid Güney Afrika'da siyahî bir kişinin ten rengini değiştirip beyaz olması ve avantajlı gruba geçmesi mümkün değildi. Eğer sınırlar geçirgen değilse, yüksek düzeyde özdeşleşen bireyler için iki çözüm yolu mümkün hale gelir: ya statü sistemini değiştirmek ya da sosyal yaratıcılık stratejileri kullanmak. Statü sisteminin değişebilmesi için dezavantajlı grubun statüyü değişebilir görmesi ve statü farkını meşru olarak görmemesi gerekir. Böyle bir durumda, dezavantajlı grup üyeleri kolektif eylem ile statü farkını ortadan kaldırabilir ya da kendi lehine çevirebilir. Ancak, statü farkı değişmez ve/veya meşru görülüyorsa genel bir strateji sosyal yaratıcılık kullanmaktır. Sosyal yaratıcılığın anlamı statü ile ilişkili olmayan bir boyutta kimliği olumlamaktır. Örneğin, ABD'de toplumsal statülerin yetkinlikle kazanıldığı inancı yaygındır. Bu durumda, düşük statülü fakir mahallesindeki Afrika kökenli Amerikalılar için görece değişmez ve meşru görülen statü sisteminde değerli bir kimlik oluşturmanın yolu "zenci kültürünü" yaratmak olmuştur. Bütün bunlar dikkate aldığımızda, benim fikrim, ayrımcılığa maruz kalan bireyin kendisi ile aynı gruptan olanlardan destek alırken avantajlı grup ile temasını da kesmemesinin faydalı olacağı yönünde. Grup üyelerinin bir araya gelmesi, statü sisteminin değiştirebilecek bir güç olarak kişilerin kendilerini görmesini sağlayacaktır. Ayrıca, grup üyeleri önemli bir sosyal destek kaynağı da olacaktır. Avantajlı grupla ilişkinin devam ettirilmesi ise gruplar arası farkın zannedildiği kadar fazla olmadığının anlaşılmasına yol açabilir. Böylece, statü sisteminin ne kadar meşru olduğunun avantajlı grup tarafından sorgulanması da sağlanabilir.


Türkiye çok farklı grupların bir arada olduğu bir ülke ve ön yargı ile ayrımcılık “Senin memleket neresi?” sorusu ile başlıyor ve devam ediyor diyebiliriz. Bu gibi durumların bu kadar çok yaşandığı ülkemizde kalıp yargılara sahip olan bir gruba ait olan bir bireyin çocukluktan itibaren psikolojisi nasıl oluşur? Bu durum bireylerin kişiliğinde derin izler bırakır mı? Bu sorunun cevaplayabilmem için önce şunları söylemeliyim. Birincisi, ön yargılar ve kalıp yargılar insan olmanın bir zorunluluğu. Örneğin, kadın bir mankene baktığınızda onun cinsiyetinin farkına varmamak mümkün değildir. Benzer şekilde, Diyarbakırlıyım diyen kişinin etnik kimliğini fark etmememiz mümkün değildir. Çünkü cinsiyet, ırk, millet vb özellikler hakkındaki bilgileri çocukluğumuzdan itibaren çeşitli sosyalizasyon kanallarından elde ederiz. İkincisi, kalıp yargılar ve ön yargıları kişilik ile ilişkilendirmek bana sorarsanız beyhude bir çabadır. Tarihte bu çabanın doruk noktası Adorno'nun Otoriteryan Kişilik çalışmalarında gözlendi. Ancak bugün biliyoruz ki kalıp yargılar ya da ön yargılar ile düşünmek kişilikten çok ideoloji ile ilgili. Yani çocukluk dönemi çatışmalarından dolayı kendi grubu dışında bütün grupları olumsuz gören bir kişilikten bahsetmek mümkün değil. Ancak kimliğimizin tehdit altında olduğu, toplumun güçlüler ve zayıflar şeklinde ayrışmasının doğal bir şey olduğu gibi inançlar bize kazandırıldıysa dış gruplara yönelik ön yargıları dile getirme ihtimalimiz artar. Kadınlar, dünyanın birçok yerinde kalıp düşünce, ön yargı ve ayrımcılığa en çok uğrayan gruplardan… Siz de bir makalenizde ev hanımları ve iş kadınlarına dair kalıp düşünceleri inceliyorsunuz. Erkeklerin kadınlar hakkında kalıp düşünceler oluşturması ve bazı kadınların kendilerine veya hemcinslerine yapılan bu davranışı desteklemesinin sebepleri teorik ve deneysel olarak nasıl açıklanabilir? Şu ana kadar konuştuğumuz kalıp yargılar genellikle avantajlı grubun olumlu, dezavantajlı grubun ise olumsuz görüldüğü ve bu yüzden gruplar arasında gözle görülür bir çatışmanın olduğu durumlar hakkındaydı. Ancak cinsiyetçilik biraz farklı ve daha karmaşık bir inanç sistemi. Bizimki gibi toplumlardaki cinsiyetçi inanç sistemini anlamak için öncelikle şunları görmeliyiz. Birincisi, cinsiyet grupları arasında ki sınır geçirgen olarak algılanmıyor. Yani, insanların kadın ya da erkek cinsiyetinden biriyle doğduğuna ve bu cinsiyetini ölene kadar taşıdığına inanıyoruz. Hâlbuki biyolojik olarak baktığımızda az sayıdaki insanın iki cinsiyetli doğduğunu görebiliyoruz. Bir grup insan ise biyolojik olarak cinsiyet değiştirmek için hormon tedavileri alabiliyor ve operasyon geçirebiliyor. Bazı insanlar hemcinslerini cinsel olarak çekici bulabiliyor, bazıları ise cinsiyet değiştirmese bile karşı cinsiyetin rollerini kendine uygun görüyor. Yani, kadın ve erkek kategorileri düşündüğümüz kadar homojen değil ve iki kategori arasındaki geçişlilik de imkânsız değil. İkinci bir nokta, cinsiyetler arasındaki statü farkını meşru ve değiştirilemez görüyoruz. Bence bu durumun temelinde de özcü atıflar yer alıyor. Yani kadınlara ya da erkeklere yönelik özellikleri bir betimleme olarak değil, onun doğası gereği bir zorunluluk olarak görüyoruz. Bu yüzden kadınların doğuştan ev işlerini ya da çocuk bakmayı bildiğini zannediyoruz. Erkeklerin ise doğuştan daha zeki, hırslı ve dayanıklı olduğunu sanıyoruz.


Son olarak, kadınlar ve erkekler arasındaki statü farkını meşrulaştırmak için elimizde güçlü araçlar var. Örneğin, biz kadınlara zayıf olduğunu söyleyip rekabet gerektiren ve bu yüzden de çok kazandıran işlerden onların uzak kalmasını sağlarken; ona değerli, hatta bir erkek için dünyadaki en değerli varlık olduğunu söyleyip dezavantajlı durumu kabullenmesini de sağlıyoruz. Bu durum erkek kimliği için de geçerli. Erkeklerden duygularını açığa vurmamasını, bir robot ya da savaşçı gibi olmasını beklerken ona güç ve prestiji vaat ediyoruz. Böylece, toplumdaki kaynakların kadın ve erkek arasında dengeli bir şekilde dağıldığına inanıyoruz. Cinsiyetçilik bir sistem meselesi olduğu için bu sistem içerisindekilerin benzer inançlara sahip olması aslında şaşırtıcı değil. Örneğin, üniversite öğrencisi kadınlar feminist olarak adlandırılmak yerine kadın hakları savunucusu olarak görülmek istiyorlar. Çünkü, feminist olmak erkek düşmanı olarak görülmek ve eş bulamamak ile aynı anlamda algılanıyor. Benzer şekilde kariyer yönelimli kadın olmak da artık kadın olarak görülmeyip erkekler tarafından çekici algılanmamak anlamına gelebiliyor. Rekabetçi, girişken vb. olmayan erkekler ise hımbıl ve hanım köylü olarak görülüyorlar. Bütün bunları düşününce, kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak tanımlanmış cinsiyet rolünden sapan hem cinsiyetlerini kötüleyerek onlardan farklı olduklarını göstermeleri şaşırtıcı değil. Gruplar arası ön yargı ve ayrımcılığı azaltmak için neler yapılabilir? Hem sizin bireysel gözlemlerinizden hem de Psikolog kimliğinizden yola çıkarak cevaplandırabilir misiniz? Ayrımcılığı azaltma ile ilgili olarak belki de üzerinde en çok çalışılmış konu sosyal temas hipotezidir. Bu hipotez basitçe iç-dış grup ayrımı oluştuktan sonra dış grup ile temasımızın kesildiği ve bu yüzden dış grup hakkında aşırı genellenmiş ve bu yüzden de yanlış inançların ortaya çıktığını varsayar. Eğer, dış grup ile temas tekrar sağlanırsa, iki grup arasındaki farkların zannedildiği kadar büyük olmadığının fark edileceğini ve böylece ayrımcılığın biteceğini önerir. Sosyal temas her ne kadar ayrımcılığı azaltmada etkili olabilse de iki grubun temas ettiği ortamın çok iyi hazırlanmış olması gerekir. Örneğin, gruplar eşit statüde buluşmalıdır. Ayrıca grupların arasındaki temasın niteliği olumlu olmalı ve bir statü figürü tarafından desteklenmelidir. Temas bireysel düzeyde olmalı ve grup kimlikleri ön plana çıkmamalıdır. Gruplar ortak bir amaç için buluşmalı ve işbirliği yapmalıdır. Bütün bunlar, Gordon Alport'un belirlediği ön koşullar. Bu koşullar sağlanmazsa temas daha olumsuz tutumlarla sonuçlanabilir. Bu koşulların hepsi sağlansa dahi temas ortamındaki dış grup üyesi ile ilgili geliştirilen olumlu tutumun diğer dış grup üyelerine genelleneceği garanti değildir. Örneğin, Romanlar hakkında "hırsız" şeklinde kalıp yargısı olan Ali'nin, Roman olan Kenan'ın ne kadar dürüst biri olduğunu görmesi, onun "Roman olan Kenan dürüstse diğer Romanlar da dürüsttür" şeklinde bir inanç geliştirmesini her durumda bekleyemeyiz. Sosyal psikoloji tarihinde kategori değiştirme temelli farklı yöntemlerle kalıp yargılar azaltılmaya çalışıldı. Örneğin, çapraz kategorileme yöntemiyle Amerika’da olumsuz olan Siyahî kategorisinin yanında olumlu olan baba kategorisinin sunulduğu çalışmalar var. Böylece baba olan Siyahî Amerikalının daha olumlu değerlendirilmesi sağlanmıştır.


Ancak, laboratuvar dışına çıktığımızda çapraz kategorilemenin ne kadar işe yarayacağı şüphelidir. 1960'ların Amerika'sında son derece olumsuz değerlendirilen Siyahîler ile karşılaşan bir Beyaz Amerikalının zihninde muhtemelen baba kategorisi değil Siyah kategorisi canlanacaktır. Bir başka yöntem, kategoriyi anlamsız kılmak, yani yok etmek. Yanılmıyorsam Bem'in bu yönde çalışmaları ve önerileri olmuştur. Kadın ve erkeklere daha çocukluktan itibaren cinsiyet açısından nötr oyuncaklar verip onlara cinsiyet açısından nötr bir aile deneyimi sunarak cinsiyetçiliğin azaltılabileceği savunulmuştu. Böylece, bir insana baktığında kişi kadın ya da erkek görmeyecekti. Ancak, cinsiyet ve ırk gibi kategorilerin kronik olarak aktive olduğunu biliyoruz. Yani, Hasan, Ayşe'ye baktığında kendisinden fiziksel olarak farklı bir insan görür. Gruplararası farklılıklar böyle belirgin olduğunda, bu farklar ile ilgili özcü atıflar yapmak, yani fiziksel görünüşü farklıysa doğası da farklıdır gibi inançlar geliştirmek son derece olasıdır. Son olarak, bir üst kategoride grupları birleştirmek önerilmiştir. Örneğin, Türkiyeli kimliği ya da Avrupalı kimliği gibi. Ancak, kategoriler ne kadar üst düzeyde olursa insanlar için de anlamını o kadar yitirmekte ve daha az bilgi sağlamaktadır. Bu yüzden, bireylerin günlük hayatında üst kategorileri kullanmasını beklemek mümkün olmayabilir. Örneğin, biz Suriyelilere "Onlar bizim din kardeşimiz." deyip Müslümanlık üzerinden bir üst kategori yaratmaya çalışsak da Aylin sokakta bir mülteci gördüğünde zihninde canlanacak ilk kategori "Müslüman" yerine "Suriyeli" olacaktır. Benim şahsi düşüncem, ayrımcılığın bir demokratikleşme ve kalkınma sorunu olarak ele alınıp kurumsal çözümlerin üretilmesiyle çözülebileceği yönünde. Yani toplumda yetkinliğin statü için ön koşul haline getirilmesi ve toplumu oluşturan gruplar için fırsat eşitliğinin grupları birbirine denk kılarak sağlanması ayrımcılığı sonlandıracaktır. Örneğin cinsiyetçiliği ele alalım. Genç yetişkin kadınlara belediyeler dikiş-nakış kursu açmak yerine onlara teknik eğitim verse ve bu kurslarda teknik eğitim alan kadınlara işe alımda sigorta indirimi gibi öncelikler tanınsaydı çevremizdeki inşaatlarda, fabrikalarda ya da atölyelerde kadın ustalar görmeye başlardık. Böylece, artık kimse kadınlar için "Elinin hamuruyla erkek işine giriyor." demezdi. Bunun benzeri erkekler için de geçerli. Erkekler neden anaokulu öğretmeni olmasın, neden evlere temizliğe gitmesin? Son olarak şunu merak ediyoruz, yıllarınızı bu konuya vermenize rağmen sizin ön yargılı davrandığınız konular var mı? Tamamen ön yargısız olabilmek mümkün müdür? Önceki sorularda da belirttiğim gibi tamamen ön yargısız olmak diye bir şeyden bahsetmek mümkün değil. Elbette benim de ön yargılarım var. Önemli olan bu ön yargıların bizim yaşamsal kararlarımıza müdahale etmemesini sağlamak. Bu da ön yargılarımızın farkında olmayı ve onları kontrol etmeyi gerektirir.


BİLGİ DEĞİL İLİŞKİ... Psk. A. Arınç Sönmez Doğar doğmaz kulağına “Galatasaray, Galatasaray, Galatasaray” diye fısıldandı Cem’in. Babası, annesi, kardeşleri, en sevdiği dayısı, yakın arkadaşları, akrabaları, “tüm” mahallesi, “tüm” ilçesi Galatasaraylıydı Cem’in. Kendi Youtube hesabına girer girmez Galatasaray’ın dünyanın en iyi takımlarından biri olduğuna dair videolar sıralanıyordu. Onun gibi fazlaca Galatasaraylı olduğunu bilmek ona iyi geliyordu aslında.


Sonuçta sosyal varlıklarız ve kendinden öte bir gruba ait olmak Cem’i güçlü hissettiriyordu. Ama aynı zamanda kendini özgün hissetmeliydi Cem, diğerlerinden farklı. Kendine bununla ilgili çeşitli yöntemler bulmuştu. Bu arada yanlış anlamayın. Tabii ki Fenerbahçeliler, Beşiktaşlılar, Adanasporluların da insan olduğunu biliyordu Cem. İlçe dışına çıktığında otobüste falan öyle insanlarla karşılaşıyordu. Tabii ki onlara kaba davranmıyordu, sadece Galatasaray harici bir takım tutmayı doğru bulmuyordu. Aslında “Bu hayatı en doğru yaşamak için Galatasaraylı olunması gerekiyor.” inancı o kadar da bilinçli süreçlerde değildi, sadece kendisi öyleydi ve Allah vergisi olan kendini sevmekten kaynaklı, kendisinin içinde olduğu grubu da seviyordu. Yoksa bırakın kendi ilini, kendi mahallesinde bile Beşiktaşlıların, Fenerbahçelilerin olduğunu biliyordu. Hatta bazen bazı konularda Beşiktaşlılar gibi olmak isterken buluyordu kendini, bazen Adanasporluları içten içe tebrik ederken. Yine de şirketine çalışan alırken Galatasaraylı olmasını önemsiyordu. Soru geliyor. Hazır mısın? • 1)Cem’i Fenerbahçeli olma, Beşiktaşlı olma hakkında bilgilendirmek. Sunumlar yapmak, bilimsel çalışmaları anlatmak, aslında kötü insanlar olmadıklarına dair istatistikleri paylaşmak. • 2)Cem’i Fenerbahçeli biriyle tanıştırmak. Beraber vakit geçirmelerini sağlamak. Hangi yöntemle Cem, Fenerbahçelilerin de kendisiyle aynı değerlere sahip olabileceğini, aynı psikolojik ihtiyaçlara sahip olduğunu derinden anlar? Ön yargı, ayrımcılıkla baş etmenin en iyi yöntemlerinden biri İLİŞKİ KURMAK olabilir mi? Amerika’da Müslümanlara karşı negatif yaklaşımı ölçen araştırmada, neden bir tane Müslüman tanıyanlar, hiç Müslüman tanımayanlara göre yarı yarıya daha az negatif yorumda bulunuyorlar? Avrupa Birliği Erasmus Plus’a 2014 - 2020 yılları için 14.3 milyar euro bütçe ayrıldı. Avrupa Birliği (1 hafta, 1-2 ay, 6 ay, 1 yıl) yurt dışında diğer Avrupa Birliği üyesi ülkelerden gelen insanlarla zaman geçirmemizi neden istiyor? Siyahileri ve beyazları aynı müzik grubuna koyup provalar yaptırdıktan sonra beraber gösteriler yapmaları, aynı basketbol takımında oynamalarının aralarındaki ayrımcılığı, ön yargıları neden eritiyor? Ortaya “Puzzle etkisi” kavramı neden çıkıyor? Belli ki hayatı sınıflandırarak, basitleştirerek, genelleyerek anlıyoruz. (Piaget konuyu derinleştirebilir senin için.) Yine belli ki ilişki kurmak, ön yargıların / ayrımcılığın en iyi baş etme yöntemlerinden (Sosyal Temas okumaları konuyu derinleştirebilir senin için). O zaman “İnsanlar arasında ilişki kurmak” üzerine tasarlanmış bir eğitim sistemi hem asıl KÖPRÜnün biz olduğunu anlamak için, hem de sorunu KÖKten çözmek için iyi bir adım olabilir.


MÜLTECİLER DERNEĞİ

Mülteciler ve Sığınmacılar Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, ülkesinden ayrılmış ve uluslararası koruma ihtiyacı olan insanların sorunlarına çözüm üretmek ve toplumla uyumlarını hızlı bir biçimde sağlamak amacıyla 2014 yılında kurulmuştur. Farklı milletlerden oluşan personeliyle mültecilere destek vermektedir. Dil, din, ırk, cinsiyet, yaş, engellilik veya politik görüş farklılığı gibi nedenlere dayalı hiçbir ayrım gözetmeksizin faaliyetlerini yürüten Mülteciler Derneği özel sektör kuruluşları, sivil toplum kuruluşları ve kamu kurumları ile iş birliği halinde çalışmaktadır. GÖÇMEN SAĞLIĞI MERKEZİ: T.C Sağlık Bakanlığı Sultanbeyli Güçlendirilmiş 2 NOLU Göçmen Sağlığı Merkezi Mülteciler Derneğinin 1.katında hizmet vermektedir. Merkezde Suriyeli doktorlar çalışmaktadır. Sultanbeyli 2 NOLU Göçmen Sağlığı Merkezi 350 hastaya hizmet verebilecek kapasitededir. Sağlık Merkezi hafta içi her gün ücretsiz olarak hizmet vermektedir. Poliklinikler: Çocuk Hastalıkları, Dahiliye, Deri ve Zührevi Hastalıkları, Genel Cerrahi, Röntgen Odası, Enjeksiyon Odası REHABİLİTASYON VE PSİKOLOJİK DESTEK MERKEZİ: Mülteciler Rehabilitasyon ve Psikolojik Destek Merkezinde, doğuştan fiziksel engeli bulunan veya savaş nedeniyle sonradan fiziksel engele sahip olan mülteciler ile psikolojik desteğe ihtiyacı olanlar ve bu desteğe ihtiyacı olan kişilerin aileleri hizmet alabilmektedir. Merkezde fizyoterapi uzmanları, sosyal çalışmacılar, klinik psikologlar, psikiyatrlar ve Arapça-Türkçe tercümanlar görev yapmaktadır. Erkek ve kadın hastalara ayrı ayrı hizmet verebilen rehabilitasyon merkezinde fiziksel engeli olan kişiler için asansör, tekerlekli sandalye ve sedye bulunmaktadır. Engellilerin merkeze ulaşımlarını kolaylaştırmak amacıyla da tekerlekli sandalye ve sedye taşınmasına uygun asansörlü servis araçları ücretsiz olarak hizmet vermektedir. Merkezimize gelemeyecek durumdaki yararlanıcılar için mobil ekibimiz evde bakım desteği sağlamaktadır. PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK VE REHBERLİK BİRİMİ: Mülteci çocukların okullaştırılması, okula devam takiplerinin yapılması, ihtiyaç duyulan alanlarda psiko-sosyal destek sağlanması, okullardaki eğitmen ve ebeveynlere çocukların akademik başarıları hakkında danışmanlık sağlayan Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Birimi aşağıdaki hizmetleri vermektedir: Suriyeli mülteci çocuklara, velilerine ve öğretmenlerine psikolojik danışmanlık, Okul yönetimi ve velilerle irtibatlı olarak öğrencilerin durumlarını değerlendirme ve iyileştirme çalışmaları yürütme, Okula devamlılık takibi, Okullaştırma çalışmaları, Eğitmen eğitimleri. RUH SAĞLIĞI VE PSİKOSOSYAL DESTEK: Psikolojik Destek Biriminde (MHPSS Destek Ünitesi) psikologlar, sosyal çalışmacıların kendilerine yönlendirdikleri psikolojik desteğe ihtiyaç duyan kişilere bireysel terapi veya grup terapisi hizmeti vermektedir. Psiko-Sosyal destek ekibinde yer alan psikologlar, klinik psikologlar ve psikiyatrlar birey ve toplum ruh sağlığını koruma ve iyileştirme çalışmaları yürütmektedir. Bu çalışmalar kapsamında faydalanıcıların bilgilendirilmesi amacıyla psikoeğitim seansları düzenlenmektedir.


KORUMA/HİMAYE BİRİMİ: Koruma Birimi, bireylerin hassasiyet seviyelerinin tespit edilerek risk oluşturabilecek durumların en aza indirilmesine ve kapasitelerinin artırılmasına yönelik bilgilendirme ve yönlendirmeler üzerine çalışmaktadır. Koruma biriminde koruma uzmanları, avukatlar, sosyal çalışmacılar, sosyal hizmet uzmanları, saha ekibi ve deneyimli tercümanlar hizmet vermektedir. Verilen Hizmetler: Vâkâ Takibi, Sosyal Hizmet Birimi, Hukuki Danışmanlık, Kadın Konuk Evi, Yönlendirme, Saha Ekibi Hizmetleri MÜLTECİ MECLİSLERİ: Mülteciler Derneği olarak ülkemizde yaşanan mülteci krizini iyi bir şekilde yönetebilmek için olayın ana aktörleri olan mültecileri de sürecin içine dahil etmenin yerinde olacağını düşünerek Mülteci Meclislerini kurduk. Mülteciler Derneği Toplum Merkezi çatısı altında Gençlik Meclisi, Kadınlar Meclisi ve Erkekler Meclisi olmak üzere üç meclisimiz bulunmaktadır. Sadece mültecilerden oluşan bu meclislerde ayrımcılık ve siyaset yapmadan ortak sorunlar ve çözüm önerileri konuşulmaktadır. Mültecilerin fikirlerinin önemsendiği ve birlikte neler yapılabileceğine dair istişarelerin yapıldığı meclisler, iyi bir yönetim örneğine zemin hazırlamaktadır. KADIN KONUK EVİ: Kadın Konuk Evi, herhangi bir sebepten dolayı barınma imkanı bulamayan kadınların ve onların çocuklarının barınma ihtiyaçlarının ücretsiz olarak karşılandığı güvenli bir merkezdir. Kadın Konuk Evinin amacı kadınların hayata katılımlarını artırmak ve bireysel olarak maddi manevi ihtiyaçlarını karşılayabilecek güce erişebilmelerini sağlamaktır. Konuk Evinde kadınların motivasyonlarını ve kapasitelerini yükseltecek psiko-sosyal çalışmaların yanında çocukların da eğitimlerine devam edebilmesi için destekler verilmektedir. MÜLTECİLER ANAOKULU: 4-6 yaş arasındaki çocukları ilköğretime hazırlamak amacıyla açılan Mülteciler Anaokulunda, çocuklara kalem tutma, el-göz koordinasyonunu geliştirme, sosyalleşme, grup olarak hareket etme, değerlerimizi öğrenme, okul-sınıf kuralları ve okula uyum sağlama eğitimleri verilmektedir. 3 farklı sınıfta ders gören çocuklar için; Türkçe sınıfında hikaye dinleme, anlama, harfleri tanıma ve düzgün söyleme, kartlarla nesneleri tanıma, Zeka oyunları sınıfında zeka geliştirici oyuncaklarla bireysel ve grup olarak zaman geçirme, Okul öncesi sınıfında elişi etkinlikleri, renk, sayı, şekil gibi kavram çalışmalarına yer veriliyor SOSYAL VE İNSANİ YARDIM: Derneğimiz temel ihtiyaçlarını karşılamada zorluk çeken ailelere,hiçbir yerden ekonomik destek almayan ya da evinde çalışabilecek kimsesi olmayan tüm mülteci ve sığınmacılara kıyafet, gıda, eşya ve kırtasiye yardımı gibi yardımlar yapmaktadır. Bunun yanında mültecilerin mevsimlik ihtiyaçlarına (soba, battaniye, kömür vs.) yönelik sosyal yardımlar da yapılmaktadır. İnternet sitemiz üzerinden oyuncak bağışı, boyama kitabı ve bebek bezi bağışı yapılabilmektedir. Dernek sosyal uyum çalışmaları yaptığı gibi Türkçe eğitim merkezi, çocuk gençlik merkezi ve çocuk dostu alan uygulamaları da yapmaktadır. İş ve meslek danışmanlığı çalışma izinleri ve ruhsatlandırma, mesleki eğitim ve hobi aktiviteleri de düzenlemektedir. Hukuki danışmanlıkta verilmektedir. Mülteciler Derneği, profesyonel çalışanların yanı sıra dernek gönüllülerinin desteği ile de çeşitli faaliyetler gerçekleştirmektedir. Sizde Mülteciler Derneği gönüllüsü olmak ve dernek faaliyetlerinde yer almak isterseniz, bizlere internet sitesi üzerinden “Gönüllü başvuru formu”nu doldurarak ulaşabilirsiniz.


KİTAP KÖŞESİ Esra Bayısın

Kitabın Adı: Doğu’nun Limanları Yazar: Amin Maalouf Sayfa Sayısı: 180 Tür: Roman Çeviri: Saadet Özen

Yapayalnız ama cesur bir kadın savaşın ortasında nasıl bir çocuğu yalnız başına yetiştirir? Mutluluğuna birkaç saat mesafede bir adam hayatının yirmi sekiz yılını akıl hastanesinde geçirmeye nasıl mahkum olur? Amin Maarouf yüzyıllar boyu süren kindarlıkların, on yıllarca süren savaşların bizim küçük hayatlarımızda nasıl yıkıcı etkiye sahip olabileceğini İsyan’ın Beyrut ile Fransa arasında sürüklenen trajik yaşamı ile anlatmış. Sevginin, aşkın ve insan olmanın ırkla, dinle ya da herhangi bir etiketle hiçbir alakası olmadığını Doğu’nun Limanları ile birlikte bir kez daha görmemiz dileğiyle, keyifli okumalar. En Sevdiğim Yeri: “Ölümü son çıkış olarak düşüneceksin. Bil ki kimse seni bundan alıkoyamaz ve tam da bu nedenle, elinin altında olduğu için onu yedekte tut, sonuna kadar. Diyelim ki geceleyin bir kabus gördün. Bunun bir kabus olduğunu, başını oynattığın anda kurtulabileceğini bilirsen her şey daha kolay, daha çekilir hale gelir, hatta bir bakarsın ilk başta korktuğun şeylerden zevk alır olmuşsun. Hayat seni istediği kadar ürkütsün, canını yaksın, en yakınların çirkin maskeler taksınlar… Hayat bu de kendi kendine, ikinci kez çağrılmayacağım bir oyun, bir zevkler ve acılar oyunu, bir inançlar ve aldatmalar oyunu, bir maskeler oyunu, bir aktör ve bir gözlemci olarak sonuna kadar oyna, gözlemcilik daha iyidir, ne zaman istersen bırakabilirsin. Beni sorarsan, “imdat çıkışı” sayesinde ayaktayım. Çünkü emrimde, ve onu kullanmayacağımı biliyorum. Ama ahiretin anahtarı bende olmasa kendimi kapanda hissederdim, derhal kaçmak isterdim.”


İhtiyar hekim, örnek bir hayatın sonbaharında dört bir taraftan gelen düşmanca saldırılarla çökmüş, kendini suçlu hissetmeye, mesleğine ihanet ettiğine, alçakça davrandığına inanmaya başlamıştı. Meslektaşlarından, haşmetli ailesinden, Adana’nın önde gelenlerinden kapısını çalan yoktu artık. Babam şöyle derdi: ‘Bize vebalı muamelesi yapıyorlarmış.’ Sonra da kahkahayı basardı!” Amin Maalouf ile Semerkant romanıyla tanışıp, büyülenmiş biri olarak Doğu’nun Limanları’nı okumadan önce biraz endişeliydim. İlk sefer ki kadar etkilenmemekten çekiniyordum ancak yazar beni kendine daha da bağladı. Bu kitaptan sonra Maalouf’un okumadığım diğer kitaplarını da listeme ekledim. Doğu’nun Limanları’nda hayat çizgisinin bir kısmı henüz o doğmadan belirlenmiş, hanedan soyundan gelen İsyan’ın hayatını kendi ağzından okuyoruz. Beyrut’ta dünyaya gelen İsyan, hiçbir zaman maddi problemler çekmemiş fakat manevi problemlerle boğuşan bir çocuktur. Bu yüzden on sekiz yaşına geldiğinde okumak için evden uzaklaşan değil, evden uzaklaşmak için okumaya karar verip ablasının yardımı ile tıp eğitimi almaya Fransa’ya gitmiştir. Babası, oğlunun her zaman büyük bir direniş önderi olacağı inancıyla yaşamaktadır. Bu yüzdendir ki oğlunun adını İsyan koymuştur. “Annem kısacık ömründe pek gün yüzü göremedi. Üç kere gebe kaldı, üçü de çok zor geçti; birincisi 1915’te oldu işte. O kıyamet yılında, bir Ermeni kadını için bir Osmanlı Türkü’nün çocuğunu taşımanın ne anlama geldiğini, bilmem bugün anlayabilir miyiz. Tabii kocası herhangi bir Osmanlı Türkü değildi, tavrı örnek gösterilecek cinstendi. Tıpkı Nubar’la olan sağlam dostluğu gibi. Ama o günlerde kim zahmet edip insanların ne yaptığına bakardı ki? Kim gerçek inançları anlamaya çalışırdı? Öyle zamanlarda soyunuzun görüşleri derhal size de mal ediliverir.” İsyan, Fransa’da hayatına devam ederken siyasi olaylar da iyice kızışır. Aslında kafasında hiç direnişçi olma fikri olmamasına rağmen kendini onların arasında bulur ve o andan itibaren hayatı bambaşka yerlere sürüklenir. “Dünyanın tarih boyunca işgal üstüne işgalden başka bir şey görmemiş bir köşesinden geliyordum, bizzat kendi atalarım Akdeniz havzasının koca bir yarısını yüzyıllar boyunca ellerinde tutmuşlardı. Buna karşılık tiksindiğim bir şey varsa, o da ırkçılık, ayrımcılıktı. Babam Türk, annem Ermeni’ydi; felaketlerin ortasında el ele tutuşmalarını sağlayan, düşmanlığı beraberce reddetmeleriydi. Bu bana da miras kaldı.” Direniş örgütü içerisinde büyük bir rol üstlenmemesine rağmen Bakü takma adıyla çalışan İsyan giderek ünlenir. Öyle ki memleketi Beyrut’a döndüğünde dahi adını duymayan kalmamıştır. Tıp eğitimini bırakan İsyan, Direniş dönemindeki anılarını konferanslarda anlatmaktadır. Tam o dönemlerde Fransa’da direnişe katılmış olan Clara ile İsyan dört yıl aradan sonra tekrar karşılaşır. Kitabın bu bölümünden sonra bir aşkın ırkçılığa, ayrımcılığa, savaşa ve mesafelere direnip direnemeyeceğini okuyoruz. Clara ve İsyan ortalarında oldukları savaştan etkilenmeyeceklerine inanarak mutlu hayatlarına devam ederler ta ki kırk sekiz yılında Arapİsrail savaşı başlayana dek. O andan itibaren aralarındaki karayolundan üç dört saatlik mesafe ışık yıllarına dönmüştür. “O genç kadının ve delikanlının, hayallerinden başka yol göstereni yoktu. Doğu Akdeniz’de bir kasırga patlayacaktı ve biz çıplak ellerimizle siper edecektik önünde! Durum harfi harfine buydu. Araplarla Yahudilerin on yıllar, belki yüzyıllar boyunca birbirlerine kıyacağına bütün dünyanın aklı kesmişti, İngilizler, Sovyetler, Amerikalılar ve Türkler kadere boyun eğmişti… Clara’yla ikimiz ve bizim gibi bir avuç hayalperest hariç herkes. Bu çatışmayı engellemek istiyorduk, aşkımızın başka bir bakışın simgesi olmasını istiyorduk.”


MÜZİK KÖŞESİ Bu Yazıyı Ön Yargıyla Okuyun!

Fulya Akıncı

Bu konuda yazılacak epey şey var. Müzik dünyası bu konudan çok muzdarip, öyle ki eğer müzik kanlı canlı bir insan olsaydı ön yargı ona saplanmış bir hançer olurdu. Üstelik tek bir yerinden de değil, müzisyenin tutun da kişiliğine, hatta ırkçılığına kadar birçok yerinden. Üzgünüz yol arkadaşımız, seni çok yaralıyoruz. 7 nota ve bu notaların yan yana gelmesiyle oluşan uçsuz bucaksız bir müzik denizi... Büyük besteci Dede Efendi’nin “Müzik öyle bir denizdir ki ben paçalarımı sıvadım ama hala içine giremedim.” dediği uçsuz bucaksızlıktan bahsediyoruz. Sahilde durmuş denize bakıyoruz. 7 nota nedir ki bu deniz bize yetmez diye düşünüyoruz. Bize daha fazla özgürlük lazım. Bir süre sonra kendi kendimize haklı olduğumuzu da düşünüyoruz hatta. Sonra fark ediyoruz ki bitti sandığımız denize henüz ayaklarımızı sokabilmişiz. Belimizde bağlı bir ip var, biz daha derinlere gitmek istedikçe bizi geriye çeken. Farklı taraflara gitmek istedikçe bir emniyet kemeri gibi hareket etmemize izin vermeyen bir halat. O olmasa ne kadar özgürüz aslında. Hepimiz özgürlüğümüze bağlıyızdır sözde değil mi? Uçsuz bucaksız maviliklerin, hayallerin ve en önemlisi özgürlüğün tadını çıkardığımızı sanıyoruz yine de. Bizi tutan o halatlar yüzünden özgürlük sandığımız uçsuz bucaksızlığın daha da ötesi olduğunu bilsek aklımızı yitirirdik oysa ki. Bu halat yüzünden metal müzik dinleyemiyoruz mesela, bu halat yüzünden klasik müzik dinlediğimiz için entel olarak etiketleniyoruz. Bu halat yüzünden bazen gizlice dinliyoruz bazı şarkıları. Sevdiğimizi haykırmaktan çekiniyoruz mesela, hep kısık seslerle konuşuyoruz. Tıpkı çok popüler insanların mutsuz görünmekten korkması gibi biz de korkuyoruz böyle. Günden güne daha çok kalınlaşıyor halatımız böylece. Müziğin tıpkı bizim gibi bir kişiliğe ve ruha sahip olduğu ve bizim de müzik dinleyicisi olarak ruh eşimizi aradığımız bir gerçek. Yapılan bir araştırma heyecanlı bir yapıya sahip olan kişilerin belki de heyecanlarına ortak olması için Rock müziği, kural ve düzen sevdalısı olan kişilerin ise daha çok Türk ve Klasik müziği tercih ettiğini gösteriyor (Erdal, 2009). Acaba bazen kişiliğimizin olmasını istediğimiz müzikleri mi dinliyoruz yoksa? Ya da bizim bile bilmediğimiz bir kişiliğimiz var da ona göre mi seçiyoruz? Lütfen korkmayın, metal müzikten hoşlanan kişilerin kedi kesme gibi bir zorunluluğu yok. Dinlemeyi deneyip beğenmemek en doğal hakkınız. Ama eğer bir müziği dinlemeden sevmediğini belirten bir kişi varsa bilin ki kendi halatının kurbanı olmuştur ya da olmak üzeredir. Bunu şöyle açıklayabiliriz; bir filmi seyretmeden sevmediğinizi iddia edebilir misiniz? Elbette edebilirsiniz, oyuncuları sevmiyorsunuzdur, konu ilginizi çekmemiştir ve filmi izlemeden sevmemişsinizdir. Bu size yine de o filmi eleştiri hakkı verir mi burası tartışılır bir noktadır. Peki müzikte durumlar nasıldır? Bir şarkıyı dinlemeden sevmemenizin nedeni nedir? Söyleyen sanatçıyı sevmiyorsunuzdur, türü sizin pek ilginizi çekmiyordur ya da başka sebepler… Peki ya o dinlemediğiniz ve buna rağmen sevmediğiniz şarkı hayatınızın şarkısıysa? Mesela hiç klasik müzik dinlemeden sıkıcı olduğu ve sevmediğiniz kanısına nerden varabilirsiniz? Ya da neden pop müziğe bu kadar nefretle bakıyor bazı insanlar? Acaba müzik dinlerken sadece müzik dinlemiyor muyuz? Bunun cevabı biraz can sıkıcı maalesef. İyi müzik tam şu anda bir yerlerde can çekişiyor olmalı. Milyonlarca nota kombinasyonundan ta içinize dokunacak olanlar bir yerlerde saklanıyor. İyi müzik insandan, kişilikten öte bir şeydir. İyi müzik mutlaka bir gün ona ulaşacak olanı bekler.


İyi müziğin etiketi yoktur, beş kişilik bir erkek grubu da sahip olabilir, 16 yaşında bir kız çocuğu da. Dünyanın en iyi stüdyolarından da kaydedilebilir, küçük bir odada bilgisayar mikrofonundan da. Uzakta değil, yakınlarınızda bir yerde göz kırpıyor tüm sadeliği ve ihtişamıyla size. Yeter ki görüp ulaşabilin. Sizce de halatlardan kurtulup uçsuz bucaksız denizin tadını çıkarmanın zamanı gelmedi mi? Bu Listeyi Rahatta ve Ön Yargısız Dinleyin “Ay ben Türkçe şarkı dinlemem, İngilizceden başka dilde dinleyemiyorum, ya pop mu hiç bulaşmayayım, alternatif gruplar mı dinleyeceğiz ben müsait bir yerde inebilir miyim” cümlelerini bırak. Sadece dinle. Dinle. Lütfen sadece müziği dinlediğine emin olana kadar dinle.

À peu près- Pomme Light & Shadow- KØS Talking to Myself- Linkin Park Düşler Sokağı- Ezginin Günlüğü Hatırla Mektupları- Cihan Mürtezaoğlu Violin Concerto No. 2 in B minor, Op. 35: I. Allegro moderato - Oskar Rieding It Ain’t Me- Kygo&Selena Gomez Söz Ver- Feridun Düzağaç In Cold Blood- alt-j PILLOWTALK- ZAYN Fırtına- Buzuki Orhan İstanbul’da- Pinhani No habra nadie en el mundo- Buika Yara- Kalben


FİLM KÖŞESİ

MANDALİNA BAHÇESİ Özer Koç Yönetmen: Zaza Urushadze Oyuncular: Lembit Ulfsak, Giorgi Nakashidze, Elmo Nüganen Yıl: 2013 Süre: 87 dk.

İnsan sosyal bir çevrenin içerisine doğar; bu sosyal çevrede yetişir, büyür ve ölür. Bir taşın hava şartlarından, iklim koşullarından, rüzgardan etkilenip şekillenmesi gibi insan da çevresindeki tabii ve beşeri koşullar vesilesiyle şekillenir. Bunu çevresine uyum sağlayıp hayatta kalmak için gerçekleştirir. İnsan iki ayağının üzerine doğrulduğundan beri hayatta kalma mücadelesi vermektedir. Bu mücadele gerek yaşadığı çevredeki diğer türler ile gerekse kendi türüyledir. Bu mücadelede başarılı olabilmek için insanın geliştirdiği bir çok mekanizmadan biri de önyargıdır. Rengi ve kokusu farklı meyveye veya suya karşı, karanlık ve ıssız yola karşı, yüzü yara bere içinde olan insana karşı ve nice tehlike arz edebilecek şeye karşı önyargı içerisinde olmak bizi bu gibi unsurlardan gelebilecek tehlikelerden korumak için geliştirilmiş bir mekanizmadır. Özellikle ilkel zamanlarda, bilginin kıt olduğu zamanlarda, bu özelliğimiz hayatta kalmamızı sağlamıştır. Giderek dünya nüfusunun artması toplulukları diğer topluluklarla etkileşime sokmaya itmiştir. Ancak zamanında hayatta kalmak için geliştirdiğimiz önyargı mekanizmamız bu etkileşimin önünde duran kocaman bir engeldir. Çünkü zamanında bir topluluğu diğer topluluklardan korumaya yarayan ön yargıların temeli diğer topluluklarla olan farklılıklardır


. Başkaları ile olan farklılıklar topluluğun bireylerini bir arada tutan tutkala benzer. Bu tutkal beraber yaşadığımız insanı, farklı topluluklardan gelebilecek tehlikelere karşı koruyup kollamamız için yegane güçtür. Bu güç ise dini inanışlar, adetler, fiziksel özellikler gibi benzerliklerden beslenmektedir. Farklı niteliklere sahip toplulukları aşağı, gelişmemiş ve tehlikeli görmek de bu gücün diğer kaynağıdır. Yani bu gücün temel kaynağı farklılıklardan doğan ön yargılarımızdır. Peki ön yargılarımızın beslediği güç tehlike arz eden diğer bir güçle karşılaştığında ne olur? Savaş. Birbirlerini öcü gibi gören iki topluluk da varlığına karşı tehdit olarak gördüğü diğer topluluğu ortadan kaldırmak ister. Varlığının devamı buna bağlıdır ona göre. Özellikle de birbirlerine mesafe olarak yakın yaşayan topluluklarda. 2013, Gürcistan-Estonya yapımı Mandalina Bahçesi (Mandariinid) film, birbirine yakın yaşayan iki farklı topluluğun savaşını ve bu iki farklı topluluğun üyelerinin birbirlerine karşı ön yargılarını ele alır. Gürcü yönetmen Zaza Urushadze'nin yönetmenliğini ve senaristliğini yaptığı; Estonya tarafından Akademi Ödülleri'nde Yabancı Dilde En İyi Film adayı gösterilen film, 1992-1993 yılları arasında Abhaz-Gürcü Savaşı'nı konu edinir. 1992 yılında savaş patlak verdiğinde civarda yaşayan Estonyalılar yaşadıkları yeri terk etmek zorunda kalırlar. Ivo'nun (Lembit Ulfsak) ve Margus'un (Elmo Nüganen) ailesi de yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kalmıştır. Ancak Ivo ile Margus ise yaşadıkları yerde kalmayı seçmişlerdir. Margus mandalinalarının hasadı için kalmaktadır. Ivo'nun kalma nedenini ise filmin sonunda öğreniriz. Margus mandalina bahçesindeki yavaş yavaş tek başına toplamaktadır. Ivo ise mandalinaları koymak için tahtadan kasalar yapmaktadır. Bir gün Margus'un evinin yakınlarında karşılaşan bir grup Gürcü askeri ile iki Çeçen askeri çatışır ve bu çatışmadan Çeçen asker Ahmed (Giorgi Nakashidze) ile Gürcü asker Niko (Misha Meskhi) kurtulmuştur. Ivo her ikisini de kurtarmak için evine getirir ve onlara bakar. Aynı evin içinde iki düşman. Öyle iki düşman ki her ikisi de birbirlerinin arkadaşlarını öldürmüştür. İkisi de arkadaşlarının intikamını almak ister. Ancak kendi savaşı olmadığı halde bu savaştan en çok etkilenenlerden biri olan ev sahibi Ivo buna müsaade etmez. Ivo'ya minnet borcu olan Ahmed ile Niko da Ivo'nun evinde kaldıkları müddetçe onun kurallarına uymak zorundadırlar. Birbirlerine karşı besledikleri öfkenin kaynağı önyargıları kendilerini göstermeye başlar. Ahmed, özelde Niko'yu genelde tüm Gürcüleri korkak olmak ve savaşmayı bilmemekle yargılarken; Niko da özelde Ahmed'i genelde tüm Çeçenleri tarih bilmemekle yani cahil olarak nitelendirir. Aralarındaki tartışmalarda bu kalıplara sığınırlar. Ancak tek başına yaşaması ile bireyselliği simgeleyen Ivo bu saçma tartışmaları durdurmak için ev sahibi ve ona olan vefa borçları kartlarını oynamaktan kaçınmaz. Savaşın saçmalığının farkına varmış bilge bir yaşlıdır Ivo. Evine girecekler önyargılarını kapıda bırakıp girmelidirler. Çünkü o zamana ilkel zamandan getirdiğimiz önyargı mekanizmamız hayatta kalmamızı sağlamayı bırakıp bize zarar verir hale gelmiştir. Özellikle iletişimin ve ulaşımın kolaylaşması ile küçülen dünyada diğer topluluklarla etkileşim çok önemli konuma gelmiş bulunmakta. Artık farklılıklardan doğan önyargılarımızın bizi çatışmaya itmesine izin vermekten ziyade farklılıkları anlama çabası içerisinde bulunmamız gerekiyor. Tıpkı Ivo'nun yapmaya çalıştığı gibi. O savaşın ortasında olan evini savaşsız alan olarak ilan etti. Dünyanın her yanından insana dokunabilecek şeylerin de bulunduğuna inandığı için. Evin içinde eve gelen herkesin dikkatini çeken ilk şey rafta duran Ivo'nun torunun fotoğrafıdır. Beyazlar içinde, güzel, saf ve masum. Fotoğrafı gören bir Çeçen de olsa, Gürcü de olsa fotoğraftaki kişinin masumluğunu ve güzelliğini anlayabiliyor. Bu fotoğraf simgesi aracılığı ile senarist ve yönetmen Zaza Urushadze, iyilik, masumluk, saflık kavramlarının evrenselliğini vurgulamak istiyor dersek zorlamış olmayız herhalde. Bir savaş filmi gibi görünmesine rağmen ön yargılarımızdan dolayı çıkan savaşın ne kadar saçma olduğunu anlatmaya çalışan yönetmen ve senarist Zaza Urushadze gerek konuyu başarılı bir biçimde işleyen hikayesi ile gerekse güzel görüntüleri ile izlenebilecek tabu yıkıcı bir film. İyi seyirler...


SHAPE OF WATER SUYUN ŞEKLİ

ELEPHANT MAN FİL ADAM

LE HERRISON YAŞAMAYA DEĞER


Önyargı ve Ayrımcılık Temalı Film Önerileri The Shape of Water: Dilsiz ve yalnız temizlikçi olan Elisa yüksek güvenlikli bir Amerikan üssünde çalışmaktadır. Elisa bir gün çalıştığı üstte üzerinde deney yapılan bir yaratığı keşfeder. Onun dış görünüşünün altında yatan iyiliği ve masumiyeti fark eden Elisa, yaratık ile gitgide yakınlaşır. Bu gizli yakınlaşma Elisa'nın başına işler açar. Yönetmen: Guillermo del Toro Oyuncular: Sally Hawkins, Michael Sahnnon Yıl: 2017 Süre: 123 dk. Le Hérisson: Paloma 11 yaşında olmasına rağmen yaşından beklenmeyecek derecede zeki bir çocuktur. Uzun süren sorgulamaları sonucunda 12 yaşına basınca intihar etmeye karar verir. Ancak intiharına yakın tanımaya başladığı apartman görevlisi Renée Michel ve apartmana yeni taşınan Mösyö Kakuro Ozu ile bu kararını sorgulamaya başlar. Yönetmen: Mona Achache Oyuncular: Josiane Balasko, Garance Le Guillermic Yıl: 2009 Süre: 100 dk. The Elephant Man: John Merrick’in görüntüsünde doğuştan gelen bir bozukluk vardır. Görüntüsü bir file benzeyen Merrick bir sirkte çalışmaktadır. Şans eseri bir gösteride Merrick’e rastlayan Doktor Treves, onun ürkütücü görüntüsünün altında çektiği acıyı farkeder ve Merrick’e yardım etmek için onu iyileştirmeye çalışır. Yönetmen: David Lynch Oyuncular: John Hurt, Anthony Hopkins, Anne Bancroft Yıl: 1980 Süre: 125 dk.


REFERANSLAR YARGISIZ İKAZ Asunakutlu, T., Karabulut Temel, E. ve Dirlik, S. (2010). İnteraktif karar kuramı bağlamında rekabetin nedenselliği üzerine bir çözümleme. Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 8 (1), 115-128. Bulut, M. (2010). Öğrencilerin dini inançları ve kimlikleri ile siyasal tercihlerinin ilişkisi. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Antropoloji Dergisi, 24, 115- 132. Cesur, S., Paker, K.O. (2012). Laiklik bağlamında yaş, cinsiyet, siyasi görüş ve dindarlık seviyesine göre gruplararası ilişkide belirleyici olan bazı değişkenlerdeki farklılaşmalar. Psikoloji Çalışmaları Dergisi, 32 (2), 49-70. OK, Ü. (2006). Türkiye’de din psikolojisi: Neredeyiz ve nereye gidebiliriz?. İslami Araştırmalar Dergisi, 19 (3), 441-456. Özdoğan, Ö. (2006). İnsanı anlamaya yönelik bir yaklaşım: Pastoral psikoloji. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 47(2), 127-141. https://www.bbc.com/turkce/haberler Erişim Tarihi: 8 Temmuz 2018. BAHÇEDE FİLİZLENEN ÇİÇEKLER Karip, M. (2015, Nisan). Einstein’den yaşam üzerine sözler.. Erişim Tarihi: 04.07.2018, http://blog.milliyet.com.tr/einstein-den-yasam-uzerine-sozler/Blog/?BlogNo=497106. Süngü, E. (2013, Ağustos). Önyargı ve ayrımcılık. Erişim Tarihi: 07.07.2018, https://www.tavsiyeediyorum.com/makale_11312.htm. Çetinkaya, O. (2014, Mart). Ayrımcılık nedir, ne değildir? Erişim Tarihi: 06.07.2018, http://www.cetinkaya.av.tr/dosyalar/77631f56-ad58-4ee2-bfde-253dbeed25f1.pdf. Kuzuluoğlu, M. (2009, 7 Eylül). Auschwitz; insanın insana yapabileceklerine dair…Erişim Tarihi: 08.07.2018, https://www.mserdark.com/auschwitz-insanin-insana-yapabileceklerine-dair/. Mızrak, B. ( 2017, 2 Şubat). Amerika’da ayrımcı politikalar ve siyahi mücadele tarihi. Erişim Tarihi: 07.07.2018, http://insamer.com/tr/amerikada-ayrimci-politikalar-ve-siyahi-mucadele-tarihi_542.html. Göregenli, M. (2012). Temel kavramlar: önyargı, kalıpyargı ve ayrımcılık. Erişim Tarihi: 05.07.2018, http://secbir.org/images/haber/2011/01/02-melek-goregenli-1.pdf. İĞNE DELİĞİNDEN GEÇEN BEDENLER Aslan, S. (2001). Beden imgesi ve yeme davranışı bozuklukları ile medya ilişkisi. Düşünen Adam, 14(1), ss.4147 Oğuz, Y. G. (2005). Bir güzellik miti olarak incelik ve kadınlarla ilgili beden imgesinin televizyonda sunumu. Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Akademik Dergisi, 4(1), s.36. Paker, M. (2012). Psikolojik açıdan önyargı ve ayrımcılık. Çok Boyutlu Yaklaşımlar İçinde, istanbul bilgi üniversitesi sosyoloji ve eğitim çalışmaları birimi (seçbir), www.secbir.org Stice E, Schupak-Neuberg E, Show HE ve ark. (1994). Relation of media exposure to eating disorder symptomatology: an examination of mediating mechanisms. J Abnorm Psychol, 3(410), ss. 836-40. Uğurlu, Ö. (2015). Bir aracı olarak sosyal ağlar bir tasarım unsuru: Kusursuzlaştırma. Uşak Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 8(1), s.231. TEK TANRILI DİNLERDEN GÜNÜMÜZE KADIN İMGESİ Berktay, F. (2000). Tektanrılı dinler karşısında kadın. GÜRHAN, A. G. N. (2010). Toplumsal cinsiyet ve din. e-Şarkiyat İlmi Araştırmaları Dergisi/Journal of Oriental Scientific Research (JOSR), (4). ÖN YARGIYA PSİKOLOJİ ÜZERİNE Banaco, R. A. (1993). O impacto do atendimento sobre a pessoa do terapeuta. [The impact of the session on the person of the therapist]. Temas em Psicologia, 2(1), 71-79 Cabral, Raquel R., and Timothy B. Smith. “Racial/Ethnic Matching of Clients and Therapists in Mental Health Services: A Meta-Analytic Review of Preferences, Perceptions, and Outcomes.” Journal of Counseling Psychology, vol. 58, no. 4, 2011, pp. 537–554., doi:10.1037/a0025266. Haldeman, D. (2010). Reflections of a gay male psychotherapist. Psychotherapy, 47(2), 177–185. Harrison, D. K. (1975). Race as a counselor–client variable in counseling and psychotherapy: A review of the research. The Counseling Psychologist, 5, 124–133. doi:10.1177/001100007500500130 Israel, T., Gorcheva, R., Walther, W., Sulzner, J., & Cohen, J. (2008). Therapists’ helpful and unhelpful situations with LGBT clients: An exploratory study. Professional Psychology – Research & Practice, 39(3), 361–368.


REFERANSLAR Ivey, D.C., Wieling, E., & Harris, S.M. (2000). Save the young – The elderly have lived their lives: Ageism in marriage and family therapy. Family Process, 39, 163–175. Kelly, T. A., & Strupp, H. H. (1992). Patient and therapist values in psychotherapy: Perceived changes, assimilation, similarity, and outcome. Journal of Consulting and Clinical Psychology, 60, 34–40. doi:10.1037/0022-006X.60.1.34 Kohlenberg, B. S. (1999). Emotion and the relationship in psychotherapy: A behavior analytic perspective. In: M. J., Dougher (Ed.). Clinical behavior analysis. (pp. 271-289). Reno: Context Press. Liddle, B. (1996). Therapist sexual orientation, gender, and counseling practices as they relate to ratings of helpfulness by gay and lesbian clients. Journal of Counselling Psychology, 43(4), 394–401. Liddle, B. (1997). Gay and lesbian clients selection of therapists and utilization of therapy. Psychotherapy: Theory/Research/Practice/Training, 34(1), 11–18. Porter, James, et al. “Sexuality in the Therapeutic Relationship: An Interpretative Phenomenological Analysis of the Experiences of Gay Therapists.” Journal of Gay & Lesbian Mental Health, vol. 19, no. 2, 2014, pp. 165–183., doi:10.1080/19359705.2014.957882. Ryden, J., & Loewenthal, D. (2001). Psychotherapy for lesbians: The influence of therapist sexuality. Counselling & Psychotherapy Research, 1(1), 42–52. Tomko, Jody K., and Patrick H. Munley. “Predicting Counseling Psychologists Attitudes and Clinical Judgments with Respect to Older Adults.” Aging & Mental Health, vol. 17, no. 2, 2013, pp. 233–241., doi:10.1080/13607863.2012.715141. PSİKOLOJİYE KARŞI ÖN YARGI ÜZERİNE Banaco, R. A. (1993). O impacto do atendimento sobre a pessoa do terapeuta. [The impact of the session on the person of the therapist]. Temas em Psicologia, 2(1), 71-79 Cabral, Raquel R., and Timothy B. Smith. “Racial/Ethnic Matching of Clients and Therapists in Mental Health Services: A Meta-Analytic Review of Preferences, Perceptions, and Outcomes.” Journal of Counseling Psychology, vol. 58, no. 4, 2011, pp. 537–554., doi:10.1037/a0025266. Haldeman, D. (2010). Reflections of a gay male psychotherapist. Psychotherapy, 47(2), 177–185. Harrison, D. K. (1975). Race as a counselor–client variable in counseling and psychotherapy: A review of the research. The Counseling Psychologist, 5, 124–133. doi:10.1177/001100007500500130 Israel, T., Gorcheva, R., Walther, W., Sulzner, J., & Cohen, J. (2008). Therapists’ helpful and unhelpful situations with LGBT clients: An exploratory study. Professional Psychology – Research & Practice, 39(3), 361–368. Ivey, D.C., Wieling, E., & Harris, S.M. (2000). Save the young – The elderly have lived their lives: Ageism in marriage and family therapy. Family Process, 39, 163–175. Kelly, T. A., & Strupp, H. H. (1992). Patient and therapist values in psychotherapy: Perceived changes, assimilation, similarity, and outcome. Journal of Consulting and Clinical Psychology, 60, 34–40. doi:10.1037/0022-006X.60.1.34 Kohlenberg, B. S. (1999). Emotion and the relationship in psychotherapy: A behavior analytic perspective. In: M. J., Dougher (Ed.). Clinical behavior analysis. (pp. 271-289). Reno: Context Press. Liddle, B. (1996). Therapist sexual orientation, gender, and counseling practices as they relate to ratings of helpfulness by gay and lesbian clients. Journal of Counselling Psychology, 43(4), 394–401. Liddle, B. (1997). Gay and lesbian clients selection of therapists and utilization of therapy. Psychotherapy: Theory/Research/Practice/Training, 34(1), 11–18. Porter, James, et al. “Sexuality in the Therapeutic Relationship: An Interpretative Phenomenological Analysis of the Experiences of Gay Therapists.” Journal of Gay & Lesbian Mental Health, vol. 19, no. 2, 2014, pp. 165–183., doi:10.1080/19359705.2014.957882. Ryden, J., & Loewenthal, D. (2001). Psychotherapy for lesbians: The influence of therapist sexuality. Counselling & Psychotherapy Research, 1(1), 42–52. Tomko, Jody K., and Patrick H. Munley. “Predicting Counseling Psychologists Attitudes and Clinical Judgments with Respect to Older Adults.” Aging & Mental Health, vol. 17, no. 2, 2013, pp. 233–241., doi:10.1080/13607863.2012.715141. BU YAZIYI ÖN YARGIYLA OKUYUN! Erdal, B. (2009). Müzik Tercihi ve Kişilik İlişkisi. C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, 188-196.



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.