Sultanlar Yolu Seyahatnamesi - 2009

Page 1

Sultan’s Trail

Sultanlar Yolu Seyahatnamesi

Sedat Çakır

ISBN: 978-1-4452-4196-8 www.sultanlaryolu.com 1


TEŞEKKÜR. 107 gün süren yolculuğum ailemin, özellikle eşim Khadija, kızlarım İkram ve Soraya ve oğlum Bilal bana destek oldular. Onların desteği ve sevgisi olmadan bu uzun ve zorlu yürüyüşü gerçekleştiremezdim. Bu fikrin olgunlaşma sürecinde Anna Winkelkotte, Mohammed el-Fers ve Kyra Kuitert katkıda bulundular ve onların fikri desteği sayesinde yürüyüş parkuru ve tarihi güzergah gerçekleşti. Star Yava proğramı ve Prisma production sayesinde televizyon çekimleri va tanıtımları yapıldı. Yavuz Atmaca, Mehmet Akif Çelik, Ali Andal ve Ogatay Emre Eşiyok‘a güzel çekimler, sunumlar ve yayınlar için teşekkür ederim. Bu yolculukta bana ve Atay vakfına maddi ve manevi destek sağlayan sponsorlarımıza ve Türkiye Cumhuriyeti Lahey turizm müşavirliği çalışanlarına ve özellikle bu projeye gönülden destek veren sayın Murat Karakuş’a teşekkür ederim. Yol boyunca bana telefon ve internet aracılığıyla bilgiler ulaştıran ve yolculuğumun daha zevkli ve heyecanlı bir yol olmasını sağlayan Mohammed El-Fers’e sonsuz müteşekkirim. Qfast telecom tüm yol boyunca telefon ile iletişimimi sağladılar. İlginç bağlantıları sayesinde hergün günüm güneşli geçti. Telefon hayatın vazgeçilmezleri arasında. Qfast ortakları Fai Kong ve Ömer Soner bana telefon iletişimi konusunda çok faydalı oldular. Çok teşekkürler Qfast Telecom. Tüm yol boyunca bana karşılıksız ve içten duygularla yiyecek, içecek ve yatacak yer sağlayan insan olan insanlara teşekkür ediyorum. İnsan yola çıkınca insan olduğunun farkına varıyor. İnsan gibi insanlığında bir ırka ve zümreye ait omadığını bana hatırlatan Avrupa halklarına teşekkür ediyorum. Son olarak kitabın yazım aşamasında Türkçe hatalarını düzelten dostum sevgili Enver Baş’a emekleri için teşekkür ediyorum.

2


Copyright 2009 by Sedat Çakır Yazar: Sedat Çakır Sultanlar yolu fikri: Sedat Çakır Fotoğraflar: Sedat Çakır, Kyra Kuitert, Frans ‘’dede’’ de Valk , Marjan Kerssens, Annemieke Berkhout, Wim Tomassen, Martina Maurer, Valentina Rodic, Slawomira Kozieniec Redaksiyon: Enver Baş, Sadık Yemni Sultans Trail logo tasarım: Mohammed El Fers Sultanlar yolu kaşe tasarım: Tahsin Akdağ – Ayon reclame Haritalar: Google Maps Tarihi bilgiler: Wikipedia www.sultanstrail.com www.sultanstrail.com www.carskidrum.com

3


Sedat Çakır’la Muhteşem bir yürüyüş. Kanuni Sultan Süleyman’ın ayak izlerini takip eden bir uluslararası uzun menzilli doğa ve tarih yürüyüş parkuru yapılıyor. Bu parkur Birinci ve İkinci Viyana sefer güzergâhlarını takip ederek Viyana’dan İstanbul’a kadar uzanacaktır.

4


Sultanların ayak izlerini takip ederek …

Viyana, Simmering’den

Topkapı

Sarayı’na Sultanlar yolu.

Kanuni Sultan Süleyman 1529 yılında ilk defa Viyana’yı almayı denedi fakat başarısız kalınınca 1532 yılında ikinci bir teşebbüs oldu, ama tam anlamıyla bir sefer ve savaş olmadı. 1683 yılındaki Kara Mustafa Paşa emrindeki ordular yeniden Viyana’yı almaya teşebbüs etmiş olsalar da yine başarı elde edilmemiştir.

5


Kanuni Sultan Süleyman otağını bugünkü Viyana yakınındaki Simmering köyüne kurmuştur. Otağın bulunduğu yere daha sonraları Habsburg hanedanı tarafından bir şato yapılmıştır. Şato günümüzde kültürel merkez olarak hizmet vermektedir. Simmering’de başlayacak olan yolculuğumuz Avusturya, Macaristan, Hırvatistan, Sırbistan ve Bulgaristan’ı geçerek Türkiyede Süleymaniye Camiini ziyaret ettikten sonra İstanbul’da Topkapı Sarayı’nda sona erecektir. 2009 yılında Sultanlar yolu ilk test yürüyüşleri Sedat Çakır tarafından Viyana İstanbul güzergahı üzerinde yapılmıştır. Sofya Edirne arasında Kyra Kuitert deneme yürüyüşüne katılmış ve Kapıkule’den itibaren 7 Hollanda’lı yürüyüşçü de Sultanlar yoluna destek vermek üzere gelmişlerdir.

6


Sultanlar yolunu yeniden keşfetmek. Öyle yollar vardır ki size eskiyi hatırlatır. Yine öyle yollar vardır ki sizi alır tarihe götürür. Sultanlar yolu da sizi hatırlamadığınız eski tarihinize götürür. Bizler Cumhuriyet çocukları bunları pek bilmiyoruz.

Viyana Kahramanlar meydanı -7-


Belki bilmek de istemiyoruz. Bilmek sorumluluğu da beraberinde getiriyor. Bilmediğimiz için de sorumluluğumuz olmuyor ve hatırlamıyoruz. Hatırlamadığımız için de sorumluluğumuzun olmadığını varsayıyoruz. Ama tabii ki tarih ve tarihi sorumluluğumuz eksiksiz devam ediyor. Tarih derslerinde anlatmışlardır Estergon kalesini, Mohaç meydan muharebesini, Belgrad seferini ve tabiiki muhteşem Viyana seferlerini. Ama Estergon nerededir bilmeyiz. Mohaç meydan muharebesinde kaç asker savaşmıştır ve en önemlisi savaş ne kadar sürmüştür ve Ne kadar asker şehit olmuştur?

Purbach’da yeniçeriler nasıl şarap içip sızmışlar ve geriye kalan yeniçeri nasıl esir alınmış ve nelere maruz kalmış? Sefer ne kadar sürmüş? Nerelerde savaşılmış? Ecdad nerelere cami, medrese, köprü ve emaretleri dikmiş? Kaleler nerelerde ve neden yapılmış? Yürümek tarihi anlamak için güzel bir ulaşım aracı . Ben de sizi yürüterek bu tarihi yaşatmaya çalışacağım. Yürümek, tarihi anlamanıza yardımcı olacağı gibi, sağlığınıza da yarar sağlayacak, ayrca size yeni ve güzel dostluklar kazandıracakır.

Yürümek , sağlıklı yaşamın vazgeçilmezleri arasında. İlk 20-30 dakikadan sonra kalp atışınızın yükselmesiyle birlikte moraliniz de yükselir. Ruh halinizde güzelleşmeler olur. Stresiniz kalmaz. Stres yanınıza bile yaklaşmaz. Kalbinize iyi gelir, moraliniz düzelir, sinir sisteminize, sindirim sisteminize de iyidir.Ucuz bir spor metodudur; ayaklarınız ve ayakkabılarınız olması yeterldir. Ayakkabınızın olması da gerekmez; gerekirse ,yalınayak bile yürüyebilirsiniz.

Sultanlar yolu size tarih ve doğa bilincini sağlıklı bir şekilde verecektir. Sizin yapmanız gereken, ayakkabılarınızı giyip sırt çantanızı sırtınıza almaktır. Sırt çantanız hafif ve yüreğiniz dolu olarak yola çıkın. Siz tarihi yaşayın ve tarihte sizi yaşatsın. Tarihin yaşayan bir parçası olun. Size, yürürken yeni maceralar yaşatacak ve yeni dostluklar kurmanıza vesile olacak bir rota hazırladık.

-8-


Omnia mea, mecum porto. - Cicero - All that is mine, I carry with me. Ancak taşıyabildiklerin senindir. Filosof ve devlet adamı Cicero milattan önce bu cümleyi söylemiştir. Bizde de Kefenin cebi yok şeklindede söylenen bu sözler hayatın kısalığını ve hayat mücadelesinin anlamı kadar anlamsızlığınıda ifade eder. Yürüdükçe ve yolun uzun olunca yanına alacaklarını düşünüyorsun. Yolda nelere ihtiyacın olacağının hesabını yapıyorsun. Liste ilk önce uzuyor. Alışkanlıklarımız yürüme üzerine olmadığından araba kilometreleri ile düşünüp valizleri hazırlıyorsun. Sonra sırt çantanı alıp sırtında okkalıyorsun. Hmm... Ben neymişim, bunları haydi haydi taşırım diyorsun. Gönlümüz halen onsekizinde. Belki de onsekizindesindir.. Sırt çantanı sırtına vurup deneme yürüyüşleri yapıyorsun. İlk kilometreler hoş geçsede ağırlık omuzlarına çökmeye başlıyor. Yolda düşünmeye başlıyorsun. İlk aklından geçenlerin yarısına bile gelmemişsin, sırt çantana girmesi gereken daha binlerce eşya var. Yolda nelere ihtiyacın olduğunu düşünüyorsun. Sırtının ağrısı aklına geliyor. Düşündüklerinin yarısını düşüncelerinden ve listenden siliyorsun. Rahatlıyorsun. Uzun yıllar çamaşırların nasıl temizlenir pek düşünmemişsin, bir anda kaç adet külot götürmen gerekir, ne kadar ağırlık yapar onları düşünmeye başlıyorsun. 35 külottan 2 külota düşüyorsun. Yolda yıkarsın. Nasıl yıkayacağının planlarını yapıyorsun. sabunun gramını ölçüyorsun. Atletlerin hesabını yapıyorsun. Havlunun gramını ölçüp en hafifini alıyorsun. Arada 350 gram farkediyor. Rahatlıyorsun. Sonuçta hayatının vazgeçilmezleri 2 külot, 2 çift çorap, 2 t-shirt, diş fırçası, dişmacunu, yara bandı olmaya başlıyor. Büyük ekran kat, yat, araba ve LCD televizyon artık önemli değil. Bu hayatta ve bu yürüyüşte yoklar. Yanında seni sevenlerin sevgilerini taşıyabileceğinin farkına varıyorsun. Yürüdükçe sevdiklerini neden sevdiğini anlıyorsun. Geçmişte seni sevenleri ve sevdiklerini yolda bir kere daha seviyorsun. Çünkü sevgiyi taşıyabiliyorsun. Taşımaktan yorulmadığın bu sevgi yükü aynı zamanda sırtında taşığın yüküde hafifletiyor. Sizde bugün evinizden çıkmadan sırt çantanıza bakınız. Taşıdıklarınız taşımaya değermi?

-9-


Güzergâhımız nerelerden geçiyor? Sultanlar Yolu Girişimi sürdürülebilir gelişmeye öncülük eden ve kültürel mirası koruyan bir kültür turizmi güzergâhıdır. İnsiyasifin amacı, Kanuni Sultan Süleyman’ın ayak izlerini takip eden bir ağ oluşturmaktır . 2009 yılında başlayan bu ağ, Avusturya Viyana’dan başlayıp İstanbul’da sonlanan 2000 km.’lik bir güzergâhı içerir. Yol işaret çalışmaları tamamlandığında, Sultanlar Yolu Avusturya, Macaristan, Hırvatistan, Sırbistan, Bulgaristan ve Türkiye’yi de içine alarak 6 ülkeden geçecektir. Dünyanın en önemli kültür yollarından biri olan Sultanlar Yolu, dünyanın her yerinden gezginleri bölgenin misafirperverlik ve saygı gibi geleneklerini yeniden keşfetmeye ve buna dâhil olmaya davet etmektedir ki böylelikle, daha refah, adil ve barışçıl bir dünyanın temelini oluşturacak ilişkiler ve kaynaklar gelişecektir. Sultanlar yolu tarihi, Roma ve Bizans tarihi ile başlamakta ve Kanuni Sultan Süleyman’ın birinci Viyana seferi ile Kara Mustafa Paşa’nın ikinci Viyana sefer yolunu modern zaman gezginlerine, tarih ve doğa aşıklarına açmaktadır. Bu yol Sırp ve Bulgar dilinde Çarların, Sultanların şehrine giden yol, anlamına gelen Tsarigradski Put veya Carski Drum olarak da anılmaktadır.

- 10 -

Biz de sizlerle birlikte bu zevkli yolculuğun Viyana’dan başlayan; Budapeşte, Mohaç, Belgrad ve Sofya üzerinden geçen; Kapıkule’den itibaren Türkiye sınırları içinde Edirne üzerinden devam eden ve Topkapı Sarayı bahçesinde bitecek olan bölümünü yaşayacağız. Bu sayede Roma döneminden beri varolan yer yer Via Militaris olarak anılan ve Osmanlı döneminde en şaşaalı dönemini yaşayan bu yolu yeniden tanıma imkanımız olacak.


Avusturya Viyana – St. Stephans Katedrali, Viyana – Simmering, Trautmannsdorf an der Leithe, Sommerein, Kaisersteinbruch, Winden, Breitenbrunn, Purbach, Donnerskirchen, Oggau, Rust

- 11 -


Viyana kahramanlar meydanı Ben de Hollanda’dan başlayan yolculuğumun Viyana’dan sonraki bölümünü Kanuni Sultan Süleyman’ın 1529 yılı 1. Viyana seferindeki güzergahı üzerinden İstanbul’a kadar yürüdüm. Yolculuğumun Sultanlar yolu bölümü Viyana’nın Simmering semtinde başladı. Simmering’de Türk kahvesi içmeden yolculuğumuza başlamak yok. Türk kahvesi için de en uygun yer Savarona Cafe’si. Sahibi Ahmet Eker , Viyana’da yaşayan bir Türk. Avusturya’lılar kahvenin yanında su getiriyorlar. Türklerden kalan bir gelenek. Viyana kahveleri entellektüel gelişimde her daim öncülük etmişlerdir. Yani Türkler dolaylı da olsa Avrupa’nın gelişimine katkıda bulunmuşlardır. Serbest düşüncenin kürsüsü olan kahvehaneler Türkiye’de olduğu gibi Avrupa’da da yeni düşünce akımlarına ev sahipliği yapmışlardır. - 12 -


Kanuni Sultan Süleyman , otağını Simmering’de kurmuş ve şehrin kuşatmasını buradan yönetmiştir. Otağın yerine daha sonraları Avusturya kraliçesi tarafından günümüzde kültür merkezi olarak hizmet veren bir şato yapılmıştır. Kültür merkezinde kısa veya uzun bir mola verin ve burada tarihin merkezinde olduğunuzu hatırlayın. Simmering, yolumuzun başlangıç noktası. Şatonun hemen karşısı Viyana Zentral Friedhof; yani, merkez kabristan. Burada Müslüman mezarlığı bölümü var.(Buraya kadar gelmişken hem defnedilmiş Müslümanlar için hem de ecdad için bir fatiha okuyun.) Zentral Friedhof , kendi tramvay istasyonları bile olan, Avrupa’nın en büyük mezarlıklarından biridir. Burada müslüman mezarlığını ziyaretimde Boşnak bir kadına oğlunun mezarı başında ağlarken denk geliyorum. Beraber dua ediyoruz kadının vefat etmiş olan oğlu için. Benim için sembollerle dolu bir görüşme oluyor. Osmanlının Avrupa daki son durağında mezar başında ağlıyoruz. Kaybettiklerimize, arkamızda bıraktıklarımıza ve artık geriye gelmeyecek olan maziye. Son durak burası olunca bize de ancak İstanbul’a dönmek düşüyor. Ama unutmayın ki her son, yeni bir başlangıçın ilk durağıdır. Burası da Sultanlar yolu’nun ve tarihe yeni bir tad ve heyecan katmanın başlangıç noktası.

Osmanlı dönemi eserlerini ve izlerini özellikle korumayan ama yok etmek için de etkin bir politika izlememiş olan Avusturya günümüzde ekonomik olarak da olsa tarihi yaşatmaya çalışıyor. Osmanlıya yönelik kin ve nefret kampanyası yok. Viyana, yaşayan ve korunan tarihi ile, şehir olarak görmeye ve gezmeye değer, Viyana’da Osmanlı eserlerini ve Kara Mustafa paşa’nın çadırını kurduğu sokağı görme imkanınız var. Simmering’den sonra yolumuz Schwechat ve Schwadorf üzerinden yürüyorum, Viyana havaalanını güneyden geçerek Trautmannsdorf an der Leitha’ya geliyorum. Yol boyu çilek bahçeleri var ve kendi çileğini para karşılığı şirin sepetlerde toplayabiliyorsun. Eski Avusturya – Macaristan sınırı olan Leitha nehrine gelmeden günlük video çekimlerini yaparken doğanın biz şehir insanlarının alışık olmadığı ve bilmediği yanlarınıda yaşıyorum. Çekim anında karıncaların istilasına uğruyorum. 15-20 saniye gibi kısa bir zaman diliminde belime kadar karıncalar çıkıyor ve ben çılgınlar gibi dans etmeye başlıyorum karıncaları üstümden atabilmek için. İzleyenler için çok komik olması olası olan bu sahne benim için dehşet dolu dakikaları içerdi. Baharda ve yazda karıncalara ve diğer böceklere dikkat edin derim. Genelde ölümcül sonuşları yok ama uzun dönem kaşınmanıza neden olabiliyor. Leitha nehri aynı zamanda eski Avusturya – Macaristan sınırı. Geçmiş zamanların izlerini taşıyan bu topraklar insanları ve doğası ile güzellikleri içinde taşıyor.

- 13 -


Avusturya yürüyüşler ve doğa sporları için ideal bir ülke.

- 14 -


Eski Avusturya – Macaristan sınırı Leitha nehri Avusturya ve Macaristan eski sınırını oluşturan Leitha nehrinde hem serinliyorum hem de yüzüyorum. Burada sevimli bir Avusturyalı ile tanışıyorum. Çocukları nehirde traktör lastiği ile rafting yaparak geliyorlarmış. Yeni sınır 40 kilometre daha güneyde. Avusturyalılar, Avusturya – Macar imparatorluğundan, Macarlar’dan daha karlı çıkmışlar. Leitha nehrinden sonra Sommerein istikametine güneş batarken geliyorum ve çadırımı ekin tarlalarının yanına kuruyorum. Köy yerlerinin gece karanlığı şehirlere benzemiyor. Sabah ormanın içinden yolu zorlukla bularak vede kaybolarak Breitbrunn’a gelip, ziyaret ediyorum ve sonra özellikle ikinci Viyana seferinde önemli rol oynamış olan Purbach’a ulaşıyorum. - 15 -


Purbach’da Türkenkeller’i ziyaret ediyorum. Osmanlı Viyana’dan İstanbul’a doğru giderken yeniçerilerden biri burada şarabı fazla kaçırdığından mahzende uyuyakalıyor.

Uyandığında bir bakıyorki ordu yoluna devam etmiş ve etrafı Purbach köylüleri tarafından sarılmış. Yakalanan zavallı yeniçeri yargılanıyor ve ölümle hristiyan olmak arasında tercih etmek zorunda kalıyor. Rivayete gore hristiyanlığı kabul eden yeniçeri uzun yıllar burada yaşıyor ve çoluk çocuğa karışıyor. Purbach Osmanlı tarihini iyi kullanıyor ve Osmanlı tarihinden para kazanıyor. Bu yeniçeri ve zürriyeti Avusturya hanedanına uzun dönemler özel koruma görevlisi olarakta hizmet veriyor. Purbach şehir surları ve eski yerleşim alanları gezmeye ve görmeye değer. Burada yerel bisiklet yolunu takip ediyorum. Bahar yerini yaz mevsimine bırakmaya başladı. Kirazlar daha büyük ve lezzetli. Dut ağaçlarında dutların tadıda şeker kıvamına gelmeye başladı. Buralarda yol boyu beyaz dut ağaçları var.

- 16 -

Purbach Türkenkeller Güzel bir öğlen sonrası Donnerskirchen kasabasına varıyorum. Macar kökenli insanların yaşadığı bu kasaba hemen sevecen havasıyla sizi kabul ediyor. Eski bir Osmanlı garnizon merkezi olan Donnerskirchen’de aynı zamanda eski askeri binaların duvarları mevcut ve yerel


yönetim ve müzeler müdürlüğü duvarların yeniden restorasyonu için kolları sıvamışlar. Donnerskirchen kasabasında Tatar askerlerin mezarları var. 1630 yılında bu kasabanın Osmanlılar tarafından fethinde şehit olan Tatar askerlerin mezarları kilisenin hemen bahçesindeler. Mezar taşlarını çok zor buluyorum. Donnerskirchen kasabasının meydanında olan İsa peygamber ve tanrıyı temsil eden heykelde tanrı bir Moğol olarak ve İsa peygamber de Ari ırka ait biri olarak temsil edilmiş. Hunların bu topraklarda epey izleri var. Hun izleri Osmanlı izlerinden fazla diyebiliriz. Bu da tabiiki Hunların Orta Avrupadaki çok uzun tarihleri gözönüne alınırsa çok doğal. Donnerskirchen’den sonra Neusiedler See gölü çevresinde Oggau ve Rust kasabalarını dolaşarak Macaristan’a giriyorum. Yol boyu kiraz ve dut ağaçları ile dolu ve bende göz hakkımı kullanarak epey bir kiraz ve dut yiyiyorum.

- 17 -


Macaristan Ujker, Borgata, Keled, Keszthely, Gyotapuszta, Rinyakovacsi, Sarvar,Ĺžigedvar, Pecs, Szajk, Mohaç

- 18 -


Macaristan Osmanlıdan epey muzdarip, Macarlar 150 yıl Osmanlı eğemenliğinde kalmayı halen içlerine sindirememişler ve Osmanlıdan kalan ne varsa yok etmeye çalışmışlar. Kaplıcaları ve hamamları ile ünlü olan Macaristan’da yol yorgunluğunuzu atabilirsiniz. Sarvar burada ünlü yerleşim birimlerinden. Sarvar’a gelipte kaplıcaları ziyaret etmemek olmaz. Sonra Peç şehri geliyor güzel camileri ile. Şehir meydanındaki Gazi Kasım camiini ilk önce kilise yapmışlar. Cami günümüzde müze olarak kullanılıyor. İlk bakışta hemen cami dediğin güzel binalardan. Pecs şehrinde ayrıca Jakovalı Hasan camii ve hastane bahçesi içinde kalan İdris baba türbesi var.

Macaristan’ın Roma dönemine uzanan kaplıca tarihi var. Fertörakos kasabasına Fertö gölünü takip ederek ulaşıyorum. Macar bir kadın bana acıyor. Nerelerden yürüyorsun diye soruyor. Yolum uzun gelince bana uzun uzadıya Macarca otobüslerin saat kaçta kalktıklarını ve nerelere gittiklerini anlatıyor. Bende dut yemiş bülbül gibi susuyorum. Hakikattende şeker tadında dutlardanda çok yedim. Ujker Avusturya ve Macaristan sınırında ve sınırın öteki tarafında olan yerleşim birimleri gibi yüzyıllar boyunca Habsburg hanedanının hükmettiği Avusturya ve Macaristan krallığı arasında devamlı el değiştirmiş bir yer. Şigetvar kalesi Osmanl’ının ilk fethettiği kalelerden ve bizim için özel önemi olan yerlerden biri.

Pecs Gazi Kasım Paşa camii

- 19 -


Osmanlı’nın Avrupadaki çıkışı ne zaman başladı? Herkesin kendine göre bir tezi vardır. Benimkide Osmanlı’nın Avrupa gelişmesinin Sırp Sındığı savaşı ile başlamış olması. BALKANLAR'DA OSMANLILAR'A KARŞI KURULAN İLK İTTİFAK VE SIRP SINDIĞI SAVAŞI Osmanlılar, ele geçirdikleri yerlerde teşkilât kurup arazi işlerini tanzim etmeye çalışırlarken, Sırp ve Bulgarlar da Edirne ile Filibe'nin geri alınması için faaliyetlerde bulunup papa vasıtasıyle Avrupa'yı harekete geçirmek istiyorlardı. 1364 yılında Filibe'yi Osmanlılara teslim ederek ailesi ile birlikte Sırbistan'a gitmis olan Rum kale komutanı, Sırbistan Kralı beşinci Uros'a baş vurarak Türk kuvvetlerinin azlığından bahis ile onu Osmanlılar aleyhine kışkırtır. Şayet şimdi bu işin üzerine ciddiyetle varılmaz ve göz yumulacak olursa vaziyetin ileride çok daha vahim olacağını bildirir. Bundan başka Papa V. Urban'ın teşviki ile Macar Kralı Layos basta olmak üzere Bulgar, Sırp, Eflak ve Bizanslılar arasında bir ittifak sağlanır. Balkanlar üzerinde bir nüfuz kurmak isteyen Macar Kralı, bu ittifak neticesinde Osmanlılara karşı yapılan sefere bizzat iştirak eder. Müttefik kuvvetlerin, Türkleri Balkanlardan atmak için Meriç vadisi boyunca Edirne'ye dogru yürümesi üzerine Edirne'de bulunan Lala Şahin Paşa, bu tehlikeli durum karşısında derhal Bursa'da bulunan Sultan I. Murad'a haber göndererek yardım ister. O, bununla da kalmayarak, maiyyetindeki komutanlardan Haci Ilbeyi'ni de 10.000 kişilik bir kuvvetle ileri gönderir. Haci Ilbeyi, müttefikler Meriç nehrini geçtikten sonra onlara yetişebilmişti.

- 20 -

Haci Ilbeyi, Meriç nehrini geçen ve kendilerine mukabele edilmediği için pervasızca hareket eden düşmanın gaflet ve sarhoşluğundan istifade edip cesurane bir karar verir. Haci Ilbeyi 10.000 kişilik akıncı kûvveti ile gece yarısı düşman ordugâhına üç koldan baskın yapar. Asıl büyük Türk ordusunun kendilerini bastığını zanneden Haçlılar, büyük bir bozguna ugradılar. Bir kısmı kırıldı, bir kısmı da Meriç'te boğuldu. Gün doğarken kalabalık düşman ordusunun imha edilmeyen döküntüleri kendilerini Meriç nehrine zor attilar. Bunlardan büyük bir kısmı da nehirde boğuldu. Macar Kralı Layos ise canını zor kurtardı. Rivayete göre bu kurtuluşunu devamlı olarak boynuna asılı vaziyette üzerinde taşıdığı Meryem'in tasvirine haml ettiği için memleketine döndüğünde bir şükrane işareti olarak onun adına bir kilise yaptırmıştı. Osmanlı tarihlerinde Sırp Sındığı, yabancı tarihlerinde ise Meriç veya Çirmen muharebesi diye bildirilen bu zafer ile Edirne ve Batı Trakya daha da emniyet altına alındı. Meriç nehri ise tamamen Osmanlı kontrolüne girdi. Bu savaşla Avrupa'da Osmanlılara karşı yapılan müşterek bir mukavemete büyük bir darbe indirildi. Sırp Sındığı savaşı ile Türklerin Rumelide sür'atle ilerlemeleri sağlandı. Bu sayede, Bosna'da olduğu gibi Balkan devletleri üzerinde de hakimiyet tesis etmek isteyen Macarların nüfuzu kırılmış oldu.


Macarlar’la Türkler’i ilk defa karşı karşıya getiren bu savaş, düşmanda öyle bir korku izi bırakmıştır ki, Hammer'in ifadesiyle bu korkuyu ancak Hunyad (Kazıklı Voyvoda) gibi birisi onu izale edebilmiştir. Osmanlıların, Balkanlar’daki başarısı, Papa'yi yeni bir ittifak kurulması arayış ve teşebbüsüne sevk etti. Bizans Imparatoru, Macar Kralı ve İtalya'daki prenslerle iş birliği yapmaya çalışan Papa, Türklere karşı Haçlı seferi açıldığını bildiren bir bildiri yayınladı. Ancak buna tek ciddi cevap, Savoy Dükü U. Amadeo'dan geldi. Amadeo'ya bağlı bir filo, 1366 yılında Gelibolu'yu ele geçirip tekrar Bizanslilara verdi. Fakat bu sırada Türkler, Trakya bölgesine, durumun kendilerini pek etkilemeyeceği kadar yerleşmişlerdi. Zaten kısa bir süre sonra Gelibolu tekrar alınacaktı. Sultan Murad, müttefik düşman kuvvetlerinin Edirne üzerine geldikleri haberini alınca derhal kuvvetlerini toplayıp yola koyuldu. Fakat daha

önce yol üzerinde bulunan ve icabında Rumeli'den dönerken korsan gemileri ile kendilerini tehdid edecek olan ve Katalan'larin elinde bulunan Biga'yı bizzat kendisi karadan, Edincik ve Gelibolu'dan getirttiği donanma da denizden muhasara etmişti. Böylece hem denizden hem de karadan kuşatma altına alınan Biga zapt edilmişti. Biga'nın fethi esnasında Sırp Sındığı zaferinin haberi gelmişti. Sultan buna çok sevinmiş ve Allah'a hamd etmişti. Sultan Murad, Biga'daki evlerin gazilere taksim edilmesi ve kiliselerin cami haline getirilmesini de emr etmişti. Biga'nin fethinden sonra Bursa'ya dönen Sultan Murad, Sırp Sındığı muzafferiyetinin şükranesi olarak Bilecik'te bir cami. Yenişehir'de bir imâret ve Gazi Erenlerden Postin pus Baba'ya bir tekke; Bursa hisarında bir cami ile Çekirge'de bir imâret, medrese, kaplıca ve han yaptırmıştı. Sultan Murad'ın yaptırdığı bu hayır işleri ile ilgili olarak vakfiyesinden öğrendigimize göre o, bütün bunları ahiret azığı olarak inşa ettirmiş ve bunlara vakıflar tahsis etmiştir. Anlaşıldığı kadarı ile Osmanlılar, Trakya'da kazandıkları bu Sırp Sındığı zaferi ile gururlanıp gevşemediler. Gerçek gayeleri, Balkanlar'da yerleşip yurt tutmak olduğundan bu Haçlı seferi kendilerini ikaz ettiği için arkadan gelecek olan tehlikelere karşı daha çok hazırlıklı bulunmayı gerektiren tedbirleri almaktan geri kalmadılar. Muharebe ve dönemin siyasî olaylaı icabı 1365 yılında devlet merkezini Bursa'dan Edirne'ye nakl ettiren Sultan Murad, kılıcını yeniden kınından çıkarmak lazım geldiğini anlamıştı. Zira barut kokusunu yakından almaya başlayan Hiristiyanlik âlemi, artık kendileri için ortaya çıkan bu tehlikenin farkına varmış bulunuyordu. Bu sebeple Haçlı seferlerini bir daha denemek isteyeceklerdi. Merkezin, Edirne'ye nakl edilmesinden sonra bu yeni taht şehri, saray,

- 21 -


cami, medrese, imâret gibi hayır eserleri ile dolduruldu. Hacı İlbeyi’nin zafer kazandığı Sırp Sındığı, günümüzde Edirne il sınırları içinde kalıp Sultanlar yolunun Türkiye sınırları içinde olan ilk ve önemli güzergahlarındandır. Sonra ver elini Mohaç. Mohaç yeşil Tuna nehri kıyısında şirin bir şehir ama Osmanlıdan taş üstüne taş bırakmamışlar ve yıkmışlar. Burası Macar imparatorluğunun tarihten silindiği yer.

Mohaç’ta Tuna nehri kıyısında dolaşmak ve yerel efsaneleri dinlemek için vakit ayırınız. 25.000 Macar askerin ve 15.000 kadar Osmanlı askerin 1,5 saat süren meydan muharebesinde can verdikleri ovada sessizce geçmişin çığlıklarını dinleyin ve günümüz barış ortamının değerini yeniden içinize sindirerek yaşayın.

Mohaç meydan muharebesinin olduğu ovadaki açık hava müzesinin girişindeki tabelada Mohaç’ta bir tek savaş kaybedilmedi diye yazıyor.

Macarlar misafirperver insanlar ve yollarda size ellerinden gelen yardımı yapıyorlar.

Mohaç’ta Tuna nehri kıyısında dolaşmak ve yerel efsaneleri dinlemek için vakit ayırınız. 25.000 Macar askerin ve 15.000 kadar Osmanlı askerin sadece ve sadece 1,5 saat süren meydan muharebesinde can verdikleri ovada sessizce geçmişin çığlıklarını dinleyin ve günümüz barış ortamının değerini yeniden içinize sindirerek yaşayın.

Misafirperverlik eski Osmanlı coğrafyasının ortak özelliği diyebilirim. Mohaç’dan yolumuz Hırvatistan’ a geçiyor.

Macarlar misafirperver insanlar ve yollarda size ellerinden gelen yardımı yapıyorlar.

Mohaç meydan muharebesi açık hava müzesi

Davetiye afişi - 22 -


Hırvatistan Osijek

Kanuni Sultan Süleyman ve orduları batıya doğru ilerlerken aynı zamanda altyapı yatırımları da yapıyorlardı. Bu ,Romalılar’dan kalan ve ülkelerin gelişmesinde önemli olan bir bir gelenek. Osiyek (Osijek) kenti yakınlarındaki bataklık bölgeye Avrupa’nın (halen daha) en uzun köprüsünü inşa ettirmişlerdir. Osmanlı’nın büyük yatırımları genişleme politikası içinde Batı’ya olmuştur. Bu tahta köprü sayesinde nice yerler fethedilmiştir. Sultanlar yolu tabiiki bu güzergahı takip etmektedir. Hırvatistan’da Sultanlar yolu Eurovelo 6 bisiklet yolunu takip etmektedir. Yürüyüş parkularını gelecek dönemlerde hazırlayacağız.

- 23 -


Sırbistan Backi Breg, Sombor, Apatin, Novi Sad,Sremski Karlovci, Belgrad, Oresac, Smederevo, Velika Plana, Markovac, Jagodina, Paracin, Deligrad, Niş, Nişka Banja, Bela Palanka, Ponor, Pirot, Dmitrovgrad

Sultanlar yolunun bundan sonraki durağı Backi Breg, Sombor ve Apatin üzerinden Voyvodina. Apatin Tuna Nehri kıyısında şirin bir kasaba. Apatin Kasabasından itibaren isterseniz Donau Radweg’i takip edebilirsiniz. Bu, Tuna Nehri’ni

- 24 -

baştan sona kadar takip edecek olan yolun Sırbistan bölümünü Smederova’ya kadar takip edebilirsiniz. Sultanlar yolu sizi doğa ile içiçe yürüyecek şekilde ayarlandığından keyifli anlar yaşayacaksınız.


adı ile anılan) küçük bir kasabadır. Antlaşma 1683–1698 Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşları'nın sonucunda imzalanmıştır.

Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşları

Voyvodina günümüzde Novi Sad olarak anılmaktadır. Novi Sad Tuna Nehri kıyısında tarih ve doğanın içiçe olduğu dinamik ve şen şakrak bir şehir. Şehrin Tuna nehrinin karşı yakasında olan Petrovaradin Kalesi her zaman şehri korumak için kullanılmıştır. 1712 yılında Avusturya ve Venedik orduları burada Osmanlı ordusunu hezimete uğratmıştır. Şehir ,1748 yılında Avursturya Kraliçesi Maria Theresa tarafından “şehir hakkı” ile onurlandırılmıştır. Petrovaradin Kalesi’nde Osmanlı’nın izlerini bulmak mümkün. Şehri Tuna Nehri’yle birlikte güneyden terk ediyoruz. Yolumuz buradan 1699 yılında Karlofça anlaşmasının yapıldığı Sremski Karlovci kasabasına uğruyor. Karlofça Antlaşması, (26 Ocak 1699) tarihinde Osmanlı Devleti ile başlarında Avusturya İmparatorluğu bulunan Kutsal İttifak devletleri (özellikle Venedik, Lehistan ve Rusya) arasında imzalanmış olan bir barış antlaşmasıdır. Karlofça bugünkü Sırbistan'ın sınırları içinde yer alan (Almanca: Karlowitz, Sırbca: Сремски Карловци/Srijemski Karlovci

Sultan II.Mustafa döneminde Osmanlılar Avustur ya İmparatorluğu üzerine üç büyük sefer düzenlediler. Papa XI. Innocentius 1684'de Osmanlı Devleti'ne karşı "Kutsal (Lig) İttifak" adı altında Avusturya, Lehistan ve Venedik'den oluşan bir ittifak oluşturdu ve 1686da bu ittifaka Rusya'da katıldı. Avusturya'ya karşı Macaristan ve Erdel'de yapılan bir sıra muharebeler yanında Venedikliler, Mora ve Dalmaçya'ya,Lehi stan ise Boğdan'a saldırmışlardı. Uzun süren savaşlar sonunda Osmanlı Devleti yorgun düştü. Aynı dönemde Rusya'nın başına I. Petro geçmişti. I. Petro ordusunu modernize etmiş, boğazlardan Akdeniz'e inme ve Karadeniz'e egemen olma çabalarına girişmişti. 1695'deki saldırıda başarısız olmuş, fakat bir yıl sonra Azak Kalesi'ni ele geçirmişti (6 Ağustos 1696). Ancak Osmanlı Devleti, ordusunun 11 Eylül1697'de Zenta Muharebesi'de uğradığı yenilgiyle ile bir anda savunmasız kaldı. Özellikle İngiliz ve Hollanda hükümetinin araya girmesi sonucu, Sultan II. Mustafa barış müzakerelerine razı oldu İki ay süren antlaşmanın müzakerelerinde Osmanlı Devletini Reis-ül Küttab Rami Mehmed Paşa ve Baştercüman Aleksandros Mavrokordatos temsil etti. Kutsal İttifak ülkelerini temsil eden delegeler Avusturya İmparatorluğu için Kont Franz Ulrich Kinsky, Venedik Cumhuriyeti için Carlo Ruzzi, Lehistan Krallığı için Malaçowski ve Rus Çarlığı için Prokopij Wosnitzin idi. Müzakerelere danışman olarak katılan İtalyan asıllı Luigi - 25 -


Ferdinando Marsigli ise antlaşma imzalandıktan sonra 850 km uzunlukta bulunan yeni OsmanlıAvusturya sınırının haritasının çizilip tesbit edilmesi için kurulan komisyon başkanlığını yapmıştır.

Günümüzde Karlofça kasabasının görünümü

Müzakereler sırasında, barış müzakereleri tarihinde ilk defa olarak, taraflar yuvarlak bir masa etrafında toplandılar. Müzakerelerin yapıldığı büyük çadırın 4 değişik girişi bulunmaktaydı ve böylece hiçbir taraf için çadıra giriş protokolünde öncelik sağlanmamış oluyordu. 26 Ocak 1699 günü imzalanan Karlofça Antlaşması ile Banat ve Temeşvar hariç, bütün Macaristanve Erdel Beyliği Avusturya'ya, Ukrayna ve Podolya Lehistan'a, M ora ve Dalmaçya kıyıları Venediklilere bırakıldı. Ayrıca barışın süresi 25 yıl olarak belirlenirken, antlaşmanın garantör devleti de Avusturya olmuştur. Karlofça Antlaşması Osmanlı Devleti'nin batıda büyük çapta toprak kaybettiği ilk antlaşmadır. Karlofça Antlaşması'ndan sonra Osmanlı Devleti

- 26 -

kaybettiği toprakları geri alma siyaseti izlemeye başlamıştır. Böylece duraklama dönemi biterken, gerileme dönemi başlamıştır. Avusturya'nin barış görüşmelerini kabul etmesinin başlıca sebebi batıda çıkması önlenemez olduğu gayet açık olan savaştı. Habsburg Hanedanı'nın İspanya kolundan olan İspanya Kralı II. Carlos fiziksel ve akılsal kusurlu idi ve çocuksuzdu. İspanya krallığına varis olarak iki değişik hanedan temsilcisi bulunmaktaydı: Birisi Kutsal Roma Germen İmparatoru olan Habsburg hanedanından I. Leopold diğeri ise Bourbon Hanedanı'ndan Fransa Kralı XIV. Louis. Her ikisi de İspanya İmparatorları II. Felipe'nin torunu ve sonraki IV. Felipe'un damatları olup her ikisinin de İspanya tahtı üzerindeki iddiası ayni güçte idi. II. Carlos kendine varis olarak önce I. Leopold'u seçmisti ama sonra fikrini değiştirip XIV. Louis'i varis yapmıştı. Fransa ve İspanya'nin birleşmesi ve (İspanya'yı da idaresine geçiren) Fransa'nın Avrupa'nın ve Amerika ve Asya'da İspanya kolonilerine sahip süper-güçlü ülkesi olarak ortaya çıkması Avusturya'yı olduğu gibi diğer birçok batı Avrupa ülkesini de korkutmaktaydı. Bu karmaşık İspanya veraseti sorunu bir Avrupa savaşı ortaya çıkarması bekleniyordu. Nitekim de Karlofça Antlaşması'ndan 2 yıl geçmeden beklenen oldu ve 1701-1714 döneminde 13 yıl süren ve ilk büyük Avrupa savaşı olan İspanya Veraset Savaşları başladı. Karlofça'ya İngiltere ve Hollanda'nın arabuluculuk yapmaya çok hevesli olmaları ve Avusturya'nın bu antlaşmaya hemen razı olması hep bu beklenen savaş nedeniyledi. Karlofça Osmanlının gerilemesine neden olan ve halen daha ibret alınması gereken anlaşmalardandır.


Belgrad şehrine kadar E6 nolu Tuna bisiklet yolunu takip ediyoruz. Bu yol hem yürümek için kolay hem de yolu kaybetme ihtimaliniz az. Tabiiki arzu ederseniz her an kaybolabilirsiniz. Yeşil Tuna boylarında kaybolmak bile size büyük zevk verecektir. Tuna balıklarını keyifle yiyebilirsiniz. Tuna boyunda balık keyfi boğazı aratmayacak kadar nefis. Sırbistan’a gelmeden kendi içimde epey korkular yaşadım diyebilirim; ama, buraya geldikten ve bu insanların misafirperverliğini ve cana yakınlığını yaşadıktan sonra korkularım, yerini , Sırplar’’a karşı bir dostluğa bıraktı. Özellikle Belgrad’da bana yardımcı olan dostum Ibrahim Karaman’ın arkadaşı Valentina Rodic Sırp tarihi ile önemli ve derin bilgiler verdi. Sırplar , Balkan ülkelerindeki diğer insanlardan değişik olarak seni hemen kucaklayabiliyorlar ve dostluklar daha çabuk başlayabiliyor. Ben, yürüyerek seyahat ettiğimden araba ile Türkiye’ye gidenlerin sıkıntılarını yaşamadım. Lütfen araba ile de gitseniz otobandan çıkıp Osmanlı eserlerini ziyaret ediniz ve Sırp misafirperverliğini yaşayınız.

Novi Sad, Petrovaradin kalesi

- 27 -


Nihayet Belgrad. 1521 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından fethedilen Belgrad yüzyıllar boyu Osmanlı şehri olarak kalmıştır.

Şehrin kalesi halen daha ayakta ve dimdik Osmanlı’yı tek başına temsil ediyor. Kale içindeki Damat Ali paşa Türbesi de gelip ellerini açarak dua edecek Osmanlı torunlarını bekliyor.

- 28 -


olarak hizmet vermektedir. Bu Cami Belgrad içinde dörtyol mevkiinde yer almaktadır. Bunun yanında 4 adet evlerde bulunan mescitler vardır. Cami içinde helal yemek yapan restoran ve berberde bulunmaktadır. Sırplar yeni bir ülke ve vatan kurma yolunda Osmanlı eserlerini imha etme yöntemini benimsediklerinden Osmanlı ile ilgili binlerce eser yok edilmiş. Sultanlar Yolu ile yeniden ortak tarih bilincini ve ortak tarihimizin Osmanlı halklarına katkılarını anlatmamız ve yaşatmamız gerekecek. Barışçıl doğa yürüyüş rotası bu tarih ve kardeşlik bilincinin oturmasında merkezi bir yerde olacaktır diye düşünüyorum. Yan yana ve omuz omuza yürünen yollar. Doğa yürüyüşcülerinin yerel ekonomiye yapacakları katkılarda kırsal kesimde iyi niyet kapılarını açacaktır. E6 bisiklet yolu 2009 yılında Sırbistan yerel ekonomisine 3 milyon Avro katkı sağlamıştır ve bunun gelecek yıllarda Sultanlar Yolu ile desteklenerek katlanarak çoğalacağı hesaplanmaktadır. Kardeşlik ve barış ortamı karnı tok olan insanlarla daha da kolay pekişecektir. Türkiye ve Sırbistan turizm bakanlıkları projeye çok sıcak bakarak destek vermektelerdir. Avrupa ve Türkiyedeki derneklerimizi, işadamlarımızı ve insanımızı bu projeye destek vermek üzere davet ediyoruz.

Damat Ali Paşa Türbesi - Belgrad Devletimiz son yıllarda yurt içinde ve yurt dışındaki Osmanlı eserlerine el atmış durumda; ama, bunun yeterli olduğunu söylememiz maalesef mümkün değil.

Katılın ve tarihi yaşatın. Evet, tarihi yaşatabilmek sizin elinizde.

Özellikle geçmiş dönemlerde hükümetlerin ilgisizliği nedeniyle Belgrad ve çevresinde Osmanlı döneminde mevcut olan 300 kadar Cami’den ancak bugün bir tanesi ibadethane

Sadece sizin.

- 29 -


Sırplar ,Belgrad’da dünyadaki en büyük ortodoks kilisesini inşa ediyorlar. Aziz Sava kilisesi daha doğrusu Aziz Sava katedrali. Katedral mimari olarak Aya sofya’nın bir kopyası ancak kullanılan materyaller değişik olunca verdiği havada değişik oluyor. Tabiiki siluetler bizim alıştığımız siluetlerde oluca insanın içine girip ibadet edesi geliyor. Hristiyanlar azizlerin kemiklerini saklıyorlar ve bu kemikler için savaşlar çıkarıyorlar. Azizlerin kemikleri bulundukları şehre ve kiliseye önemli ekonomik çıkarlar sağlıyorlar. Bunlardan bir tanesini biz de Hollanda’da her yıl kutluyoruz. Sinterklaas; yani, aziz Nikolas. Myra başpiskoposu olan bu zat-ı muhterem, İspanyol korsanlar tarafından mezarı yağma edildikten sonra Bari’ye kaçırılıyor ve halen

- 30 -


kemikleri Bari’deki bir mezardadır. Bari ,o dönem İspanya’ya bağlı olduğu için ve Hollanda da o dönem bir İspanyol eyaleti olduğundan biz halen bugün dahi Sinterklaas İspanya’dan geliyor diye düşünüyoruz. Aziz Sava’ nın tarihide kemik savaşları ile dolu. Sırpların kendi aralarında kemik savaşlarından bıkan Osmanlı, Aziz Sava’nın kemiklerini bugün katedralin inşa edildiği yerde yakıyor ve kemiklerin külleri bile Tuna üzerinden nehre atılarak dağıtılıyor. Kemikler gidince Sırpların kendi aralarındaki savaş da bitiyor. Artık ortak düşman kavramı daha da olgunlaştığından bu sefer Osmanlı’ya karşı savaşmaya başlıyorlar. Belgrad’da camiler kalmamış olsa da Osmanlı’yı hatırlatan çok eser var. Tarih bilincinin yaşaması için eski Osmanlı sınırları içinde olan toprakların Osmanlı torunları tarafından devamlı ziyaret edilmesi gerekiyor. Buna tabiiki Avrupa kadar Ortadoğu ve Afrika’daki topraklar da dahildir. Biz, burada kendi üzerimize düşen görevi yaparak en yakınımızda olan yerleri ziyaret edelim.

Tuna Nehrini takip ederek güneye alçalıyoruz. Bundan sonra İstanbul’a kadar olan yol hem Sırplar hem de Bulgarlar tarafından Tsarigradski Put olarak anıldığından dolayı zorluk da çekmezsiniz. Sultan’ın (Çar’ın) şehrine giden yol. Biz bilmesek de Sırplar ve Bulgarlar bu ismi yaşatıyorlar.

- 31 -


Sultanlar yolu Belgrad’dan itibaren Romalıların askeri yolu Via Militaris üzerinden ve bu yola parallel olarak gidiyor. Hemen tüm Roma imparatorluğu yollarıda İstanbul’a gider. Yani tüm yollar İstanbul’a gider.

Yeşil Tuna yoldaşınız, yareniniz olarak Smederova’ya gelirsiniz. Osmanlı döneminde donanmanın bağlı olduğu limanlardan ve tersanelerden. Halen günümüzdede liman şehri ve balıkçıları ile ünlü. Smederevo kalesi Osmanlı Tuna boyu kaleleri arasında en ünlü olanlardan. Şehir merkezi gezmeye, konaklamaya ve eğlenmeye müsait. Buradan Velika Plana, Jagodina, Paracin üzerinden Deligrad’a varıyoruz. Eski bir garnizon şehri ve 1806 Deligrad savaşı ile ünlü.

- 32 -


Onlara ani saldırılar yaparak yıpratmayı deneyecekti. Türk ordusu yardımcı kuvvetler ve yeniçerilerin desteğinde 55.000 kişiden oluşmaktaydı.Sırplar birkaç osmanlı saldırısına dayandı.Türk mevzilerine pekçok kez saldıran Sırplar,9 Osmanlı topunu elegeçirdiler.Osmanlı ordusu ikiye ayrılmaya başladı ve Pazvanoğlu'nun emrinin altında Türk kanadı çabucak,Mladen Milovanoviç tarafından yenilgiye uğratıldı.Bunun üzerine Türkler geri çekilmek zorunda kaldılar. Üstün Osmanlı kuvvetleri karşısında gösterilen kararlılık sonrasında kazanılan bu zafer sırp asilerine büyük moral kazandırdı.Büyük bir yenilgiden çekinen İbrahim Paşa Sırplar ile mütareke görüşmelerine başladı.

Niş kalesi İstanbul kapısı Deligrad Muharebesi(Aralık,1806) Sırbistan'daki ilk ayaklanma,bölgedeki ipleri tamamen elegeçiren ve İstanbul hükümetinin söz geçiremediği yeniçeri seçkin tabakasının kovulmaya başlandığı 1804 başlamıştı.İhtilalin lideri Kara Yorgi elde etmiş olduğu bir kaç ufak tefek başarıdan sonra hedefini Sırbistan'ın özğürlüğü olarak belirledi.

Deligrad’la Sırp özgürlüğünün askeri olarak başladığını da söyleyebiliriz. Siyasi olarak daha öncede belirttiğim gibi Karlofça anlaşması ile başlamıştır.

Sırbistan'da suların bir türlü durulmaması üzerine Osmanlı padişahı III. Selim bölgeye büyük bir ordu gönderdi.Sırplar Türk kuvvetlerini Deligrad'da karşılamaya karar verdiler.Sırpların sağ kanadı Bela Palanka'da Mladen Milovanoviç komutasında 6,000 askerden oluşmaktaydı.Merkez ise Kunovacı dağına yerleştirilmiş 18.000 kişilik bir kuvvetten oluşmaktaydı.Sol kanata 6.000 asker ile Voyvoda Milanko komuta etmekteydi.Ayrıca Niş tarafından gelebilecek beklenmedik bir Türk saldırısına karşı da fazladan o bölgede 4.500 yedek asker bulundurulmasına karar veridi.Stanoje Glavas ise emrindeki seçkin ve tecrübeli askerlerle Osmanlı ordusunun durumunu tesbit etmeye çalışacak ve ayrıca

Kelle kule, Niş - 33 -


1809 yılında sırp komitacılar isyan çıkartmışlar. İsyan bastırılmış. Geride kalmış 952 sırp cesedin kafalarını, Niş kumandanı Hurşit paşa, ibret-i alem olsun diye kestirtip, yaptırıdığı kare biçimindeki kulede tuğla olarak kullandırtmış... Kulenin en başına ise, isyanın başını çeken Stefan Sindeliç'in kellesi konulmuş. Mithat Paşa tarafından 1900 yıllarında başında yıkılmak istense de yıkılmamıştır ve Sırplar tarafından propoganda malzemesi olarak halen kullanılmaktadır. Görmek isterseniz Niş şehrinin İstanbul yönü çıkışında ve Nişka banja kasabasına gelmeden öncedir. Eskiden şehir dışında kalmasına rağmen günümüzde şehrin içindedir. Niş Kalesi içi adeta bir panayır yerine dönüşmüş. Hamam içkili kahve olmuş, kalenin camisini sanat galerisi yapmışlar. Günlerden Cuma, Cuma namazını kılmak için cami arıyorum. Niş şehir haritasında bir tek kale içindeki camii yer alıyor. Yolda bir seyyar satıcıya cami nerede diye soruyorum. Sırp özgürlük heykelinin hemen arkasında. Kale kapısına 3-5 dakika yürüme mesafesi.

Caminin minaresi Miloseviç militanları tarafından bombalanmış. Cemaat az da olsa Türkçe konuşuyor. Şehirde Miloseviç dönemine kadar olan iki başka camiden yanlız minareleri kalmış. Zaten tüm Niş ve çevresinde mevcut 70 camiden yanlız bu cami hayatta. Bu kadar baskıya ve teröre rağmen hayatlarını ve dinlerini burada muhafaza eden bu insanlara derin saygı duyuyorum. Ben ne yapardım diye düşünüyorum. Bunu daha sonra Bulgaristan’da da soracağım kendime. Evet ;siz ne yapardınız? Benim dedem Bulgaristan’dan kaçmış. Kalanlar dayanmışlar. Bizi o dönem kurtaran dede de kahraman ama oralarda kalan ve orada müdafaaya devam eden dedeler ve neneler de kahraman. Belki de daha büyük kahraman. Buradaki insanlar benim gözümde kahramanlar ve bu kahramanlar bizim tarafımızdan hiç olmazsa bir ziyareti hak ediyorlar. Otobandan çıkmanız ve Niş merkezde bir kahve içmeniz 1 saatinizi alır. Yorgunluk atarsınız. Namaz kılarsınız. Kalp atışınız düzelir, tansiyonunuz normal seviyelere çekilir. Nazi kamplarına ve ikinci dünya savaşı döneminde merakınız varsa Niş imha kampı aynı zamanda Nazi dönemi konsantrasyon kamplarının en iyi muhafaza edilmişlerinden biri. Orijinal haliyle Almanların ve Sırpların ortaklaşa yahudileri ve müslümanları nasıl katlettiklerini anlatıyor. Niş tarihi kanlı ama bugün dostluk ve barış var.

Sultanlar yolu, artık bir savaş yolu değil bir kardeşlik yolu, barış yolu olacak. Niş Camii

- 34 -

Barış içinde yaşayan ve yaşamak isteyen insanların yolu.


Bir orman, çöl ortasındaki tek ağaçtan kutsaldır, Bir göl, tek damla sudan kutsaldır. Siz de Macaristan, Sırbistan ve Bulgaristan’dan geçerken durun; bir orman, bir göl olduğunuzu hissettirin buradaki insanlarımıza. Nişka Banja hemen Niş şehrinin dışında şirin bir dağ kasabası. Akşamları kasabanın meydanı cıvıl cıvıl. Avrupa fonları ile yapılmış meydanları ve sokakları var. Pansiyonları ve minik otelleri ucuz ve temiz. Dağ havası ciğerlerinizi doldursun. Akşam burada kalırsınız ama gündüz vakti geçerseniz piknik yapmaya da elverişli. Nişka Banja’dan sonra yürüyenler için eski yol çok güzel ve dağların arasından geçiyor ama araba ile gidenler ve acelesi olmayanlar içinde bu yolun Pirot şehrine kadar olan bölümü doğa içinde sakin bir yolculuk vaad ediyor. - 35 -


Eski İstanbul yolunu takip ederel Bela Palanka’ya geliyorum. Bela Palanka girişinde olan TIR’cıların konaklama tesislerinde kahvaltı yapıyorum. TIR şöförü arkadaşların yol boyunca konuşacakları epey bir malzeme çıkıyor.

Bela Palanka kasabası Osmanlı tarihinde önemli yer almış olan yerleşim birimlerinden ve buradan itibaren yeniden arnavut taşları ile kaplı eski yol. Bela Palanka’ya geldiğinizde eski Osmanlı köprüsünü görmeden bier yere gitmeyiniz. Dağda çobanlara, koyun, keçi sürülerine denk gelirsiniz. Sırpların misafirperverliği ünlü. Misafirperverlikte Türklerden altta kalmazlar. Ben de her gittiğim yerde tanrı misafiri olarak kabul görüyorum. Dağın başında yağmur başlıyor. Yaşlı Petr bana hemen içecek birşeyler hazırlıyor ki bu burada Rakije ve bira. İstersem burada yatabileceğimi söylüyor. Yaşlı adam burada tek başına koyunları ve tavukları ile yaşıyor. Yağmur durduğunda ben yeniden alaca karanlıkta yola çıkıyorum. Akşam vakti Ponor Köyü’nde bir Sırp ailenin yanında misafir kalıyorum. - 36 -


Yaşlı karı koca, bana akşam geç vakitte yemek yapıyorlar ve evlerinin üst katını bana ayırıyorlar. Tanımadıkları birine bu kadar iyilik yapabilecek kadar iyiler. Ben ki perişan bir halde onların dilini bile konuşmadan gelen biriyim. Yolda Sırpların bu misafirperverliği beni derinden etkiledi ve Sırplar hakkındaki düşüncelerim olumlu olarak değişti. Ponor’da sabah kahvaltısından sonra Pirot şehrine yola çıkıyorum.

Pirot Osmanlı kalesi Ponor ile Pirot arasındaki yol kiraz ağaçları ile çevreli. Burası tamamen bir kiraz cenneti ve bugün de kiraz festivali ve kiraz toplama döneminin başladığı gün. Yolda kiraz toplayan çingeneleri görüyorum. Pirot şehri istatistiklerine göre Pirot halkının 3%’ü çingene kökenli ve benim gördüğümde çingene halkın tümü burada ağır şartlar altında çalışıyor. Bu yolda tarih bilincinin gelişmesi yanında önyargıların da yok oluyor. Özellikle çingenelerle ilgili önyargılarda ne kadar haksız olduğumuzu görüyorum ve yaşıyorum. Bana uzatılan kirazları ve vişneleri de utanarak alıyorum. Biz önyargılardan muzdaribiz ama bizim önyargılarımızda en az başkalarınınki kadar acımasız. - 37 -


Üzülerek Dmitrovgrad’dan ayrılarak Sırbistan’ı terkediyorum. Kesinlikle yeniden gelinmesi gereken bir yer.

- 38 -


Bulgaristan Dragoman, Sofya, Samokov, Velingrad (Pazarcık), Borino (Karabulak), Ardino ( Eğridere ), Kırcaali, Svilengrad

Sırbistan ve Bulgaristan sınırı fazla iç açıcı değil ama yürümek için de zor değil. Gümrükçülerin garip bakışları arasından geçerek Bulgaristan’a varıyorum. Sınır kapısında tamamıyla bir kaos hakim. Araba vignet’i arayanlar ve bunları pazarlayanlar arasında karaborsa fiyatları üzerinde ateşli konuşmalar geçiyor. Sırbistan sanki bir avrupa ülkesi ve Bulgaristan üçüncü dünya ülkesi. - 39 -


Tırcı dostlarımız güzel mesajlar veriyorlar. TIR şöförü Yusuf Altuntaş beni yolda görünce el sallıyor. Musa peygamber gibi asayla yürüdüğümü ve hislendiğini söylüyor. Uzun yolların emektarları benim gibi uzun yolda yürüyenleri ve gidenleri anlıyorlar. Çay ve kahve ikramları var. Tır parkları hayat kadınları ve çevresinde olan tiplerle dolu. Bana göre değil. Yola devam. Eski arnavut taşlı yol üzerinden Dragoman’a yürüyorum.

Eski yol bizim yolumuz. Ecdadın yaptırdığı yol.

Belki bu arada kendime bile belli etmeden korkuyorum zannedersem.

Burada park yerinde yeniden Konyalı Tırcılara denk geliyorum. Ahmet Can ve arkadaşları. Konya’ya benim aracılığımla selam yolluyorlar. Konaklama için TIR’da yer ikram ediyorlar ama yolcu yolunda gerek diye yola devam ediyorum.

Hava kararmadan Dragoman’da olmam lazım. Yol düşündüğümden uzak. Bu gün, saat olarak, çok uzun zamandır yoldayım ve çok yürüdüm. Vücudum durmak istiyor. Dinlenmek istiyor. Eklemlerim ağrıyor. İnciklerimin protestosu beynimin içinde zonkluyor.

Güzel arnavut taşları ile kaplı eski İstanbul yolunu takip ediyorum. Hava kararıyor. Park yerlerinde içim kararıyor. TIRcılar, seyyar satıcılar, mini büfe, hayat kadınları ve serseri tipli pezevenkleri.

Karanlık bastırdı ve ben eski yoldan yeni yola çıkmak zorunda kalıyorum. Yolda Türkiye’ye giden gurbetçiler var. Son sürat gidiyorlar. Neden dursunlarki? Burası bizim değil. Öylemi? - 40 -


Yolda kendime kızıyorum. Geç vakte kadar neden beklediğimi, yolda neden bu kadar çok konuştuğuma, neden insanların beni dinlemek zorunda bıraktığıma kızıyorum. Kendi kendime konuşarak karanlıkta yolumu bulmaya çalışıyorum. Arabalar vızır vızır yanımdan geçiyor. Ortalık bir kaç saniye aydınlanıyor ve sonra yine zifiri karanlığa bürünüyor. Yolda, korkuluk ile asfalt arasındaki 50 santimlik toprak alanda yanlız bir ayçiçeği görüyorum. Bu bana Dragoman’a gidecek kadar moral ve enerji veriyor.

- 41 -


Dragoman’da akşam vakti otel yok. Benzincideki bayan da ilk otel Sofya’da diyor. Bende de Sofya’ya kadar yürüyecek takat kalmadı. 50 kilometre daha, dile kolay. Benzin istasyonunun park yerinde yaşlı bir Türk karı koca ile tanışıp yerde yatıyorum. Yaşlı amca da yerde yatıyor, karısı ve oğlu arabanın içinde uyuyorlar. Bende uyku tulumumu çıkarıp yanına yatıyorum. Onlar bana destek oluyorlar bende onlara destek oluyorum. Yol boyunda ve yolculukta tesadüfi destek anları oluyor. Birisi sizin hayatınıza giriveriyor. Gece gelen gidenler zaten bizi de pek uyutmuyorlar. Tabii ki sivrisinekleri de unutmamak gerekiyor. Sabaha kadar kah araba gürültüsü kah sivrisinek vızıltısı uyuyamıyoruz. Sabah birlikte kahvaltı yapıyoruz. Allah ne verdiyse paylaşıyoruz. Ramazan Kalaycı Bochum’dan Türkiye’ye tatile gidiyor eşi ve çocuklarıyla. Park yerinde bana garip bakıyorlar ve aralarında konuşuyorlar. Bu yabancılarda hep böyle gariplikler yapıyorlar diye. Türkçe konuşunca ilk önce yol yorgunluğundan algılanmıyor. Sonra güzel bir muhabbetimiz oluyor ve bende elimdeki son Sırp parasını bozdurma imkanını buluyorum.

Benzin istasyonu çıkışında 300 sonra solda otel levhasını görüyorum. 5-6 dakika daha yürümüş olsaydım park yerindeki parke taşları üzerinde değilde rahat bir yatakta uyumuş olacaktım.

Almanya, Bochum’da dönercilik yapıyormuş. Tüm aile sabah namazını burada kılıyor. Sonra helalleşip yolumuza koyuluyoruz. Onlar saatte 120-150 kilometre hızla bende saatte 4-5 kilometre hızla. Tavşanla kaplumbağa misali. Ama burada yarış yok. Gönüller birliği var.

Sonra ver elini Sofya; tabiiki yine eski taş yollardan. Bahar havası Bulgaristan’da bir başka sevimli. Yol boyu fazla trafik yok. Ben ve kuşlar muhabbet ede ede gidiyoruz. Arada MATS’da konuya giriyor.

Sizde kolayca kendi hayatınızda gönüller birliği oluşturabilirsiniz. Deneyin. Oluyor. - 42 -


Sofya içinde olan Banyabaşı camiine gidiyorum. Namaz kılıyorum. 1576 yılında yapılan cami ayakta ve dimdik bizleri bekliyor. büyük ticaret mağzasının alt tarafında bulunan Banyabaşı Cami’ni Molla Efendi Kadı Seyfullah adında bir hayırsever kurduğu için bazı kaynaklarda onun adıyla da anılmaktadır. Seyfullah Efendi Cami de denir. Çeşitli kaynaklar kuruluş tarihini de farklı göstermektedir. Evliya Çelebi'nin “Sofya’da en güzel minaresi olan cami” olarak vasıflandırdığı cami dört adet köşe kubbesinin ortasında

Banyabaşı Camii, Osmanlı Devleti zamanında,

yükselen büyük kubbesi ve tek minaresiyle

bugünkü Bulgaristan'ın başkenti Sofya'da inşa

bugün adeta Bulgar başkentinin simgesi

edilen cami.

durumunda bulunmaktadır. Önünda üç kubbeli Avrupa'nın en eski camilerinden biridir. Kuruluş

bir tetimmesi (ekleyip, tamamlama) vardır. Bu,

tarihi hakkında çeşitli tarihler varsada 1566 yılını

Kadı Seyfullah’ın ölen karısı ruhuna yapılmıştır.

kabul etmek daha uygundur. Mimar Cami mimari bakımından ilginçtir. Tuğla taş

Sinan tarafından tasarlanmıştır. En dikkat çekici

sıraları ile yapılmış, Razgrad’taki İbrahim Paşa

özelliği geniş kubbesi ve minare yüksekliğidir.

Camii’nde olduğu gibi, dört köşeden geçirilmiş

Bulgar makamlarının ve ırkçı partilerin

kulecikler 16 dilimli kasnağın köşelerine çift

faaliyetlerine rağmen cami bugün Sofya'da

göğüslemeler konmuştur. Son Cemaat yeri ve

ibadete açık kalabilen tek camidir.

kemer aynaları kesme taştan olup, sütünlar Sofya’nın göbeğinde, şehrin en büyük caddesi

yekpare ve koyu renktedir. Başlıklar çift

olan Mariya Luiza Caddesi’nde, Sofya Merkez

ıstalaktitlidir. Tek kapı ufak bir taçla biten kesme

Hamamı ile hali arasında, Tsum diye bilinen en

taştan yapılmıştır. Kemer aynasında taş üstüne - 43 -


boya ile yazılmış, okunmayan kara bir yazı ve

sistemi tesisleri ise, daha fazla

altında 974 (1566-1567) tarihi vardır.

çeşitli Arap, Türk vakıflarının, ayrı ayrı

Doğaldır ki, 500 yıla yakın tarihi olan cami bugünkü durumuna aslı ile değil, yapılan birçok onarımlar ile getirilmiştir. Son temel onarımı Türkiye Büyükelçisi Fethi Bey tarafından finansa

hayırseverlerin himmetiyle gerçekleştirilmiştir. Bugünkü haliyle Cami cuma günleri 700, bayramlarda ise 1200’in üzerinde cemaat toplamaktadır.

edilerek 1920’li yıllarda yapılmıştır.

2006 mayısında Bulgaristan'da ırkçı görüşleriyle

Depremlerden çatlamış olan mermer minber o

tanınan ATAKA partisinin üyeleri, başkent

zaman değiştirilmiştir. Gerek totalitarizm

Sofya'daki Banyabaşı camisinin yanına bir çadır

zamanında, gerekse de demokrasi geldikten

kurarak, camilerde ezan okunmasının

sonra yapılan sıva, boya, tabandan ısıtma

yasaklanması için imza kampanyası başlatmıştı.

Banyabaşı camii unutulan tarihin yeniden yaşatılmasını istiyor. Bulgarlarda Sırplar ve Macarlar gibi Osmanlı izlerini silmek için azimle uğraşmışlar ve komünist dönemde ayrıca tüm dini sembollere karşı bir girişim olduğundan hristiyanlar ve müslümanlara ait olan dini binalar ve semboller yok edilmeye çalışılmış. Cami çıkışında Bulgar bir arkadaşla buluşuyoruz. Kızım İkram’ın üniversiteden arkadaşı olan bir Katja’nın babası. Birlikte Sofya’yı geziyoruz ve sonra evlerinde beni yemeğe davet ediyor. Güzel bir yemekten sonra Sofya tren garına Kyra’yı almaya gidiyorum. Sonra sabah kadar deliksiz bir uyku çekiyorum. Hotel camiye yakın. Sabah kahvaltıdan sonra Banyabaşı camiini yine yanlız bırakarak yola çıkıyoruz. Bana sanki ben tüm Osmanlı döneminin yükünü sırtıma almışım gibi geliyor. Benim yüzümden bu insanlar bu camiler öksüz kalmışlar gibi. Şahsi sorumluluğum olarak algılıyorum. Cami ve cemaat sanki bu yükü bana özel vermişler gibi. Bende sizde gocunmazsanız yükün bir kısmını size vermek istiyorum. Sizde bu öksüz kalmış yerlere ziyaret edin. Sabah biraz Sofyayı dolaşıyoruz. Vitoşa caddesinde büyük dondurmalarımız yedikten sonra Vitoşa dağına çıkalım diyoruz. Kyra yolda yürüyüş bastonlarını kaybettiğinden yenilerini almak üzere bir trekking malzemeleri satan dükkan arıyoruz. Kısa bir arayıştan sonra bastonları alıyoruz. Birde Hollanda’da almış olduğumuz haritaların burada dörtte bir değerine satıldığını görünce kazıklandık hissine kapılıyoruz.

- 44 -


Ama tabiiki gitmeden görülmesi gereken yerler ve yapılması gereken işler var. Bunlardan bir taneside Kyra’nın kilisede mum yakması ve bir papaz tarafından kutsanması. Kyra her ne kadar inanmasada kutsanmanın zararı olmayacağını düşünüyor. Büyük kiliseye uğruyoruz.

Sofya’da bir kilise avlusu Sofya’dan Vitoşa Dağı’na tırmanmaya başlıyoruz. Yolda kayak merkezine çıkan teleferikle bizde çıkabilirmiyiz diye bakıyoruz ama maalesef teleferik bakımda olduğundan yaya çıkmak zorundayız. Yolda ilk kapruzumuzu alıyoruz. 15 kilo karpuz. Tadı güzel ama taşıması zor. Telefiriğin başlangıç istasyonunu geçtikten sonra bir piknik molası veriyoruz ve iştahla karpuzumuzu yiyoruz. Suya ve bol enerjiye ihtiyacımız olacak. Bundan sonra neredeyse Türkiye’ye kadar dağlarda geçecek yolumuz. Keçi yolu patikalar bizi yukarılara doğru çıkarıyor. Bu herhangi köy çobanı için oyuncak olsada bizim gibi rahata alışmış şehirliler için dünyanın en yüksek dağlarına tırmanış gibi geliyor. Bugün havanın diğer günlere nazaran basık ve nemli olmasınında rolü var zannedersem. Bu patikalarda sırtındaki kiloların farkına varıyorsun. Kiloluysan normalde farkına varamadığın kilolarınında farkına varıyorsun. Fazla olan her kiloyu yerçekimine kafa tutarak yukarıya taşımak zorundasın. Yerçekimininde pek şefkatli olduğunuda söylemem pek mümkün değil. Aleko dağevi ilk konaklama noktamız. Buraya çıkmak güzel olsada ilk tırmanış günü için çok zor. Kararsız kalıyoruz. Dağ evindemi konaklayalım yoksa kampmı yapalım diye. Sonunda iyi bir karar vererek dağevinde konaklamaya karar veriyoruz. Saat 19.00 da fırtına sabaha kadar dinmeksizin esiyor ve mütemadiyen yağmur yağıyor. Düşen yıldırımları sayamıyoruz, o kadar çok.

- 45 -


Aleko dağevinde fırtınalı bir gecenin sabahında güneşle birlikte Vitoşa Dağı’nın tepesine geliyoruz.

Yüksek dağlara tırmanmak ve dağda yürüyüş ,hem kondisyonunun iyi olmasını gerektiriyor hem de motivasyonun iyi olması gerekiyor. Bitmek bilmeyen tepeler hem seni sakinleştiriyor hem de heyecanlandırıyor. Vitoşa Dağı’nın eteklerinde Samokov kenti ilk büyük uğrak noktamız. Buraya gelinceye kadar karlı dağları aşmak zorundayız. Dağlardaki ilk alışma günleri zor geçiyor. Her ikimizin de tüm kasları ağrıyor. Yüksek rakım, oksijen oranının değişimi, keskin uçları olan kayalıklar ve bol kaybolmayla dolu günün sonunda bitap bir halde günümüzün iyi geçtiği için seviniyoruz. İnsan ne kadar küçük ve basal şeylerle mutlu olabiliyor. Bir susamlı çubuk. Bir bardak su. Bir dilim ekmek. Bir güler yüz. Ne kadar basir değilmi? Mutlu olabilmek

- 46 -


Sofya, Aleko dağevi, Jarovo üzerinden Samokov. Hemen arka arkaya yazılıyor ama zorlu ve terli saatlerin arkasına saklandıklarından erişilmesi hafızalarda kalabilecek kadar yer alıyor. Vitoşa dağı kişisel hafızamızını yanısıra toplumsal hafızamızda da yer alması gereken yerlerden. Osmanlının ve dolayısıyla bizimde en az Anadolu kadar öz vatanımız ve İstanbuldan daha uzun süre Osmanlı ve Türk kalmış topraklar. Türkiye ve doğusundaki Osmanlı toprakları bu yerleri bir Osmanlı mirası olarak görmediğinden buralara da gavur elleri diye bakılıyor.

- 47 -


Samokov, Osmanlı’nın demir çelik fabrikalarının olduğu ve Hicaz demiryolunun raylarının yapıldığı yer. Halen Osmanlı havası var. Çeşmeleri ve camiisi ile ziyaret edilmeyi bekleyen yerlerden. Caminin içi ve dışı el nuru ile işlenmiş ve boyanmış. Resimler bizde olduğu gibi çiniler üzerinde değil ;tamamen el ile boyanmış. Cami avlusundan mezar taşları önemsenmeden sağa sola serpiştirilmiş. Biraz zaman yıpratmış biraz da bakımsızlık. Komünist dönemde işlevsiz ve bugün de müze. Camini yanında şadırvanı var. Yine elişi ve göznuru bir şadırvan. Elini uzat serin ve tertemiz sularından iç. Camilerimizi geri isteme zamanı geldi. Samokov Osmanlı’nın demir çelik fabrikalarının bulunduğu yer ve çevresi de maden ocakları ile doluymuş ancak günümüzde kış sporları merkezi. Buradan küçük bir nehri takip ederek Govedartski Kasabası’na gidiyoruz. Nehrin kıyısında mola veriyoruz. Öğlen yemeğimizi ayaklarımız buz gibi suyun içinde başımızda güneşte mideye götürüyoruz. Nehirleri dinlersen sana anlatacakları çok oluyor. Neden bazı şeyleri değiştirmekten korktuğumu soruyorum? Diyorki.’’ Attığın en küçük taşın bile suyun akışını değiştirdiğini unutma. Sen taşını at. Farketmesen bile inan ki suyun akışı artık değişmiştir.’’

Samokov Camii

Govedarski kasabası kış sporları ile meşhur. Yazın nefis bir derenin yanında mangal partisi verebilirsiniz.

Buradan, Rila Dağı’nın 2600 metrelik en yüksek zirvesini zorluklarla aşarak Kobilino dağevine çıkıyoruz. Dağlarda Temmuz ortasında kar var ve başın bulutlara değerek yürüyorsun. Burada Osmanlı Türk mimarisinin güzel örneklerinden bir camiyi bulabilirsiniz.

- 48 -


Alıp başını gideceğin yerlerden biri Rila dağı. Doğa daha bozulmamış. Bulgarların bizde olduğu gibi ormanları yok etme sevdası yok. Ülkem nasıl çöl olur diye kafa yormuyor. Rantçıları engelleyen kanunlar var. Ormanın ortasına gökdelenler, apartmanlar dikeceğim diyenin ocağına incir dikiyorlar.

Kobilino dağevi Bulgaristan Kobilino dağevi tekgözlü bir ranzalı bir yatakhane ve bedava. Bulgar Devleti’nin ve Dağcılık Federasyonu’nun doğa yürüyüşcülerine bir hizmeti. - 49 -


Kobilino’dan sonra Rila manastırı geliyor. Manastıra giden yol ormanların ve şelalelerin arasından geçiyor. Manastır, 946 yılında kurulmuş ama günümüzde ancak 10 tane keşiş var. Manastır da artık otel olarak hizmet veriyor. Akşamları kilisede ayin var. Keşişlerin sesleri çok bet geliyor, biz şanslıydık; Sofya’dan gelen misafir koro ilahileri okudu.

Rila Manastırı

- 50 -


RilaDağı Dağlarda yürüyüş yapacakların ve yapmak isteyenlerin yalnız başına dağlara çıkmamalarını tavsiye ederim. Hava her an dönebiliyor ve istenmedik kötü sürprizler olabiliyor.

51


Bizimde başımıza geldi. Yolda hafiften başlayan yağmur sürekli olarak artarak sağanak halinde devam etti. Buradan sonra çok keskin bir yükselişle Makedonya dağevi.

Biz 7 saatte sağanak yağmurun altında iç çamaşırlarımıza kadar ıslanarak ancak gelebildik. Soğuktan korunmak için yaktığımız ateşlerle yemeğimizi de pişirdik. Yemek dediğin tatsız bir balık konservesi. Sabah yeniden yola düşüyoruz. Konaklama yerimiz Belitsa.

52


Burada ilk yeni camiyi görüyoruz. Komünist dönem sonrası yapılan camilerden. Müslüman ahali Pomaklar’dan oluşuyor. Sabah erkenden camiye uğradığımızda cami kapalı ve biz de hayal kırıklığına uğruyoruz. Yolumuz uzun diye Velingrad’a doğru yürüyoruz. Velingrad, bizim eski Pazarcık. Eyalet halen daha Pazarcık diye anılıyor; ama, şehir isim değiştirmiş. Velingrad, kaplıcaları ile ünlü. Artık ne kadar doğruysa kendilerini Balkanlar’ın kaplıca başkenti ilan etmişler. Ağırlıklı müslüman bölgelere geldiğinin farkına varıyorsun. Velingrad’da namazı kıldıktan sonra yeniden dağlara vuruyoruz. Yatacak yer yok ve buralarda ayılar var. Bir av kulübesinde yatıyoruz ama gece ayılar gelecek diye de korkuyoruz. Bu yaz ayılar Bulgaristan’da iki orman görevlisini parçalamışlar. Biz de listeye girmekten korkuyoruz. Gazetelerin üçünçü sayfa haberi olmak da var hayatta. Dağın inişinde yeniden akşam derme - çatma evlerin ve ahırların olduğu bir obaya uğruyoruz. Güvende olmak için çadırımızı buraya kurabilir miyiz? Diye soruyoruz. Dil sorunu var ama sonunda bize çadırımızı kuracağımız bir yer gösteriyorlar.

Türk olduğumu duyunca çadıra gerek yok deyip bize sıcak bir yatak ve aş veriyorlar. Burası Pomakla’rın yaylasıymış. Pomak dede Türkçe biliyor. Beraber akşam namazını kılıyoruz. Osmanlı’yı anıyor. Geçmiş zor günleri anlatıyor. Elhamdülillah dinimizi koruyabildik diyor.

53


Sabah erken kalkıyoruz. Dede,derede traş oluyor. İnekler sağılmış. Koyunlar ağıla çıkarılmış. Bize de kahvaltı hazırlanmış. Bu güzel insanlardan ayrılmak zor oluyor. Kahvaltı bitiminde Shiroko laka gölüne doğru yoldayız. Bol sivrisinekli bir yol. Göl kenarında geceliyoruz. Çadırsız. Yıldızların altında. Sabah gölün soğuk suyunda yıkanıyoruz. Burası Bulgarlar’ın çadır kurdukları kamp yerlerinden. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Bulgarlarda Sırplar gibi hakikatten medeni insanlar. Yanımızdanki komşular bir eşyalarımızı yerleştirirken çocukları ile bira gönderiyorlar. Hava sıcak ve baraj gölü yanında bira iyi gider diye geri çevirmiyoruz. Balkanlarda insanlar bizdeki çay ikramı gibi ve o sıklıkla bira ve rakı ikram ediyorlar. Sofya’dan beri E8 yürüyüş yolunu takip etmeye çalışıyoruz. Pek iyi gitmiyor. Harita üzerinde güzel bir çizgi olarak gözüken yol realitede yok. Biz, bugün de kayboluyoruz. Çalıların arasından yol bulmamız çok zor. Yemeğimiz de bitti. Bir tek vitamin hapımız ve 2 küçük şeker parçamız var. Vitamin ve şekeri suda eritip içiyoruz. Kendi gazosunu kendin yap kampanyasına katılıyoruz. Bugün tek enerji sağlayan yiyecek ve içeceğimiz bu. Aç karnına Borino’ya (Karabulak) varıyoruz. Burada Türk ahali bizi memnuniyetle misafir ediyor. Tamamen Anadolu burası. Sokaklarda, dükkanlarda, pazarda Türkçe konuşuluyor. Camiden ilk defa ezan’ı Muhammediyi duyuyoruz. Bir gün fazladan kalıp düğüne katılıyoruz. Cemal abi bize çevreyi gezdiriyor. Şeytan Köprüsü’’ne gidiyoruz. Doğa harikası bir vadi ve doğal bir köprü. Vadinin ortasından dik yamaçların arasında hızla akan bir dere. Yeşilin her tonu var Şeytan Köprüsü Vadisi’nde. Şeytan köprüleri Bulgaristan’da bir kaç yerde var. Burası en güzellerinden biri. Borino’dan sonra Smolyan ve Rovino. Burada Fatma isimli yaşlı bir Pomak teyzeye konuk oluyoruz. Müslüman olduğumuzu test etmek için bana Kulhüvallahi’yi ve Fatiha’yı okutuyor. Testten geçtikten sonra yemeklerimiz geliyor. Köy insanları misafiri hemen evinde hissettirmesini ve birini nasıl misafir edeceğini biliyor. Gece rahat uyuduktan sonra Fatma teyzenin kahvaltısı bize yeterli yol enerjisi veriyor. Kadının manevi enerjisi kahvaltının verebileceği enerjiden kat ve kat daha fazla. Madan şehrine kadar bizi dağlardan Asan (Hasan) götürüyor. Bir Pomak müslüman, yollarda eziyet günlerini anlatıyor. İsim değiştirmeleri ve dini baskıları. Dağlardan bize mantar topluyor. 60 yaşında ama bizim önümüzde bir tazı gibi gidiyor. Yetişemiyor. Bizimle dalga geçiyor. Bu dağları avucunun içi gibi biliyor. Madan şehri uzaktan göründüğünde kucaklaşarak ayrılıyoruz. O köyüne geri dönüyor biz de Madan kentine doğru devam ediyoruz. Madan kenti isminden de anlaşılacağı gibi bir maden şehri. Kömür madenlerinin işlendiği bir şehir. Şehir meydanına Amerika’da yaşayan bir Pomak tarafından büyük bir cami yaptırılmış. Caminin biraz ilerisinde kilise var, o da aynı kişi tarafından yaptırılmış.

54


Madan şehrinden Ardino (Eğridere) şehrine geçiyoruz. Ardino benim için önemli. Benim annem Eğridere’nin minik bir köyü olan Munzurlar köyünden geliyor. Eski bakanlarımızdan Necdet Menzir de bizim köylüymüş. Eğridere ahalisi halen onun babasının kahramanlıklarını anlatıyorlar. Köy 1951 göçünden sonra boşalmış. Bizden sonra Pomaklar yerleştirilmiş. Evlerin çoğu bakımsızlıktan yok olmuş. Bizim ev ve ahırlardan da eser kalmamış. Herşey yerle bir olmuş. Çandır Köyü’ne gidiyorum.

55


Annemin dedesinin ve onunla birlikte çevre köylerdeki tüm Türk erkeklerin şehit edildiği dağın yamaçlarına. Dedenin mezar taşı hazine arayıcıları tarafından tahrip edilmiş. İnsana mezarında bile rahat ettirmiyorlar. Şehitlerimiz için Fatiha okuyup dede yadigari çeşmeden su içip Kırcaali’ye yolumuza devam ediyoruz. Arda Nehri Kırcaali’nin içinden geçiyor. Baraj gölü Kırcaali’ye bir sahil kasabası havası veriyor. Burada Türkler ve Bulgarlar iç içe yaşıyorlar. Yemek yerken dikkat etmenizi tavsiye ederim. Türk restoranlarında da etli yemeklerde domuz eti var. Sipariş etmeden ne eti olduğunu sorunuz. Kırcaali’den Perperek Kasabası’na isterseniz yürüyerek, isterseniz de keyifli bir tren yolculuğuyla gidebilirsiniz. Perperek kilisesi ve camisi ile çok kültürlü bir yerleşim birimi. Burada kahvede yemek yedikten sonra İstanbul’da yaşayan bir aileye misafir oluyoruz. Perperek ten sonra Hocalar köyü’ne gidiyoruz; ama ,yolda Popovitsch Köyü’nde Cuma namazını kılıyorum. E8 yürüyüş parkuru yine buralarda da zor bulunuyor. Yine dağlarda kayboluyoruz. Bu tarafta Türkler çok ama çoğu kendini yeni düzene karşı hazırlamadığından veya hazırlayamadığından dolayı sosyal hayatta aly düzeydeler. Köylerde halen artık Türkiye’de kalmayan ilkel metodlarla tarım ve hayvancılıkla uğraşıyorlar. Türklerin ekonomik durumu çingenelerle aynı düzeyde diyebiliriz. Avrupa Türkleri ve Türkiye tarafından bilgi ile desteklemesini istiyorlar. Svilengrad.Artık sınıra geldik sayılır. Bulgarlar sınır kesiminde olan tüm Türkleri sınırdan en aşağı 30 kilometre içeriye taşımışlar.

Son yerleşim birimlerinde Türk yok denecek kadar az. Cisr-i Mustafa paşa, yani Mustafa paşa köprüsü Kanuni Sultan Süleyman döneminde yapılmış. 56


Seceresi 1520 ye dayanıyor. Köprünün kendisi de dayanıklı. Bu kadar zulme dayanmış ve sizlerden ve bizlerden tek beklediği arada bir gelip ziyaret etmeniz. Burada 1951 yılında gelen Bulgaristan göçmenleri balkanların çetin kışında mecburi konaklamışlar ve binlerce insanımız İnönü hükümetinin göç karşıtı politikası nedeniyle can vermişler. Annemle yolda telefonla konuşuyorum. Bana mülteci kampındaki çocukluğunu anlatıyor. Kızılay binasında dayım için süt sırasını, çocuklar için ekmek ve mama sırasını anlatıyor. Dayımın mülteci kampı şartlarına dayanamayarak nasıl öldüğünü anlatıyor. Bulgar köylülerinin kamplarda bekleyen Türkler’e patates verdiğini anlatıyor. Kamp hayatı ile ilgili belgeseller yok. Yapanlar da yok. Tarih unutulmuş. Balkan Türk tarihi son döneminde bunun gibi milyonlarca acılı anlara ve günlere sahne olmuş. Kapitan Andrevo sınır kapısına geliyoruz. Kapitan Andrevo balkan savaşında en fazla Türk’ü kılıçtan geçiren ve öldürten komutan. Sembolik ve o kadar da psikolojik bir isim. Biz de Kapıkule demişiz. Kapıkulundan devşirerek. O da psikolojik.

57


Türkiye Kapıkule, Sırpsındığı, Edirne, Hıdırağa, Karayusuf, Süloğlu, Paşayeri, Koyunbaba, Kırklareli, Kızılcıkdere, Karıncak, Kaynarca, Pınarhisar, Poyralı, Vize, Okcular, Saray, Safaalan, Binkılıç, Aydınlar, Danamandıra, İhsaniye, Akalan, Dağyenice, Boyalık, Dursunköy,Sazlıbosna, Şamlar, Kayabaşı, Eyüp Sultan,Topkapı Sarayı

Bulgaristan’dan Kapıkule sınır kapısına büyük bir heyecanla geliyoruz. Artık son ülke; son etap. Son günler. Son’un getirdiği hüzün. Hüzün günleri. Aynı zaman dada sevinç günleri. İşte böyle sevinç ve hüzün hemen her zaman olduğu gibi buradada yanyana. Madalyonun iki yüzü. Hayatın iki yüzü, belkide ikiyüzlü yüzü. Karar sizin.

58


Kapıkule’de Edirne valisi Sayın Mustafa Büyük ile birlikte 8 Hollandalı doğa yürüyüşcüsü ve basın bizi karşılıyor. Ayların, haftaların ve günlerin yorgunluğu üzerimden hafif bir tüy gibi uçup gidiyor.

Edirne valisi Sayın Mustafa Büyük Basın toplantısından sonra Sultanlar yolunun Türkiye ayağı resmi olarak başlıyor ve ilk kafile yolda. Sırp Sındığı üzerinden Edirne. Balkanlar’da ilk başkent. Sultanlar yolu’nun incisi Edirne. Mimar Sinan kokuyor. Yolda burada birkaç gün mola vermek gerek. Yolda polis eskortu var şehre kadar. Grubun ilk günü herkes heyecanlı ve neşeli. Hollandalı grubumuz deneyimli trekking yürüyüşçülerinden oluşuyor. Edirne ve Selimiye Camii ayrılmaz bir ikili olarak karşımızda ve Koca Sinan tüm maharetini burada göstermiş. Şehrin çevresinde olan irili ufaklı camiler ve emaretler ayrıca ve başlıbaşına görülmesi ve ziyaret edilmesi gereken eserler.

Edirne il merkezini oluşturan kenti, bölgeye adlarını veren ve Hint-Avrupakökenli bir kavim olan Traklar kurmuştur. Bilinen en eski ismi aynı zamanda bir Trak boyu adı olan Odrysai'dir. Uscudama ismiyle de anılan şehir yaklaşık M.Ö. 170 senesinde Romalıların hakimiyetine geçer. MS125 yılında Roma İmparatoru Hadrianus'un buyruğuyla tekrar bayındırlaştırılan kente Hadrianopolis ismi verilir. Roma İmparatorluğu'nun bölünmesiyle Doğu Roma İmparatorluğu, ya da diğer adıyla Bizans'ın payına düşen şehir, bir süreliğine Avarlar, Bulgarlar ve Haçlıların eline geçse de kentin 1361 yılında Türklerce fethine

59


Kapıkule sınır kapısı – VIP salonu çıkışı

60


değin Bizans'ta kalır. 1365 senesinde Osmanlılarca başkent yapılan Edirne, 1453'te İstanbul'un başkent olmasından sonra da önemini kısmen yitirse de, padişahların gözde yerlerinden biri ve canlı bir ticari ve idari merkez olarak kalmıştır. 18. yy.da yangınlar ve depremle sarsılan kentin gelişimine en büyük darbeyi, bir zamanlar avantaj teşkil eden Balkanlara açılan kapı olma niteliğinin Osmanlı İmparatorluğu'nun gerilemeye başlamasıyla dezavantaja dönüşmesi vurmuştur. Yabancı işgalini ilk olarak 1828-29 yılındaki Osmanlı Rus harbinde yaşayan şehir, 93 harbi'nde (1877-1878) tekrar Ruslar, Balkan Harbi'nde (1912-1913) ise Bulgarlar tarafından işgal edilmiştir. Birinci Balkan harbinden sonra kabul edilen barış anlaşmasıyla Bulgaristan'a geçen kent, daha anlaşmanın mürekkebi kurumadan patlak veren İkinci Balkan savaşından sonra tekrar Türk topraklarına katılmıştır. I. Dünya Savaşı'ndan Osmanlı Devleti'nin yenilgiyle çıkmasının ardından Edirne, Temmuz 1920'de Yunan işgaline uğramış, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanmasıyla 25 Kasım 1922'de nihai olarak Türk egemenliğine girmiş ve Lozan Anlaşması'yla Yunanistan'dan savaş tazminatı olarak alınan Karaağaç'ın 15 Eylül 1923'te Türkiye'ye katılmasıyla ilin sınırı bugünkü halini almıştır.

İsminin kökeni Edirne adı, kentin Latince ve Yunanca ismi olan Hadrianoupolis (Hadrianus'un kurduğu şehir, Hadrianus'un şehri) sözcüğünün Türkçede Edrenebol, Edrene ve Edirne olarak evrimleşmesiyle bugünkü halini almıştır. Başka bir ihtimal de, gene Hadrianoupolis'ten türetilmiş olan, şehrin Bulgarca adı Odrin'den evrimleşmiş olmasıdır.

Kültür ve eğitim 1357'den beri düzenlenen Kırkpınar Yağlı Güreşleri yaz aylarında birçok yerli ve yabancı turisti çeker. Cumhuriyet'in kuruluşu ile beraber Edirne'de eğitim kurumları da hızlı bir gelişme göstermiş, son yıllarda Edirne, eğitimde gelişmişlik düzeyi açısından Türkiye'nin önde gelen kentleri arasına girmiştir. Edirne'de

61


okur-yazar oranı Cumhuriyet Dönemi boyunca Türkiye genelinin üzerinde olmuştur. Son yıllarda gerçekleştirilen kurslarla okur-yazarlık oranı % 99'a ulaşmıştır. Edirne'de okulu olmayan köy yoktur.

Folklor Edirne ilinde Trakya'nın diğer illerindeki gibi 9/8'lik ritmin ağır bastığı halk türküleri yaygındır. Diğer Ardında Sümbüllü Bağlar,Karakuşun Yüksektendir Oyunu, Kızılcıklar Oldu Mu, Püskül Pencereden Uçtu, Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar vardır. Edirne ilinde yaşayanların , kendilerine özgü kıvrak ezgilerle bezeli ve yöre düğünlerinin ayrılmaz bir parçası olan Roman havaları da Edirne folklorunun mütemmim cüzünü (tamamlayıcı bir parçasını) oluşturur. Bunların en tanınmışları: Güm Güm Teke, Kako Sali, Anako, Yağmur Yağdı, Maşa Satarım,Abe Kızım,abe dana gibi

62


Bizim Hollandalı grup 18 ile 72 yaş grubu yürüyüşçülerden oluşuyor. Frans dede 72 yaşında ve maşallah bizden hızlı gidiyor. Hepimize örnek oluyor.

63


Hıdırağa Köyü ve Mimar Sinan’ın su kemerleri görülmeye değer. Yağcılı Köyü’nde bal yemeden bir yere gitmeyin. Trakya’nın en lezzetli balı burada. Koyuncubaba Köyü ve türbesi Kırklareli’nde önce gezilecek yerlerden. Kırklareli eski adı ile Kırkkilise.

64


65


Kiliseler artık yok veya kullanılmıyor. Tarihi hamamı hem ucuz hem de kaliteli. Stres atın ve kirlerinizden kurtulun. Şehrin halkı anlatılanların aksine sevimli ve yardımsever.

Kızılcıkdere sucukları ile ünlü. Enfes baharatlı sucukları tadın. Caminin yanındaki köy kahvesi kahvaltı için birebir yer. Kahveci rahat etmeniz için elinden geleni ardına koymuyor. Ana yoldan giderseniz burasını göremezsiniz, onun için köyün içine giriniz. Karıncak Köyü’nün kahvesi ve de camisi aynen halkı gibi şirin. Camide namazınızı kılın,

Kahvede çayınızı kahvenizi için. Köyün üniversiteli gençleri size köyü ve çevresini anlatsınlar. Sonra ve elini Kaynarca. Adından da anlaşılacağı gibi burası kaynakları ile ünlü. Roma imparatoru Sezar da buradan su içmiş. Büyük İskender özellikle buradan gelip su içmiş. Üç büyük pınardan tertemiz, pırıl pırıl sular akıyor. Kasaba haklı suları gibi temiz ve misafirsever. Bir gece burada konaklarsanız hiç de fena olmaz.

66


67


68


Tarlaların arasından Pınarhisar. Buraya yorgun bir şekilde geliyoruz ve şehri pek anlayamıyoruz. Bize pek çekici de gelmiyor. Yorgunluktan olsa gerek. Sabah erkenden Vize’ye yola çıkıyoruz. Ayçiçeği tarlarının arasında yorucu bir yürüyüş. Kendi seçimimiz. Manzara muhteşem onun için eklem va kas ağrılarını seve seve çekiyoruz. Vize’de tarihi ve kültür şenlikleri var. Sevgili Bülent Türker bizi misafir ediyor.

Vize Belediye Başkanı Selçuk Yılmaz şehrini seven bir başkan. Akşam konserde eğleniyoruz. Sultanlar yolu Hollandalı misafirler ve benim için keyifli geçiyor. Vize tarihi ve doğası ile ziyaret etmeye değer. Bizans döneminden kalan kalesi, Küçük Ayasofya Kilisesi, Roma amfi tiyatrosu, Osmanlı sarnıçları, şifalı suları ile bir ziyareti hak ediyor. Polisler bize yol arkadaşlığı ediyorlar.

69


Polis İsmail ve Veli bizimle hem yürüyorlar hem de doğa ile ilgili bilgiler veriyorlar. Saray yolumuzun üstündeki büyük yerleşim birimlerinden. Geceyi burada geçiriyoruz. Konaklama için uygun ve ucuz bir yer. Hemen meydanda olan oteller ucuz ve temiz. Buradan sabah Erenler Köyü’ne geçiyoruz. Binbiroklu Ahmet Baba Türbesi’ni ziyaret ediyoruz. 14.yüzyılda ilk akıncı beylerinden Binbiroklu Ahmet adına olan bu türbe Sultan Murat tarafından yapılmış. Poyralı’da ünlü pancar pekmezini almadan, yemeden bir yere ayrılmayın. Safaalan ayrı bir güzellik. Köyün içinden geçip Binkılıç istikametine ormanların arasından yürüyorsunuz. Binkılıç ,bu yörede olan yerler gibi temiz havası ve şifalı suları ile ünlü. Temiz havası çeşitli çiğer hastalıkları için faydalı olduğu yönünde rivayetler var. Binkılıç ile Aydınlık arası köy yolu yürümek için elverişli. Aydınlık köyü camisi köyle orantılı değil. Şehir camisi gibi büyük. Kahvede Berlin’den gelen Mehmet amca ile güzel muhabbetimiz oluyor. Köy kahvelerinde her daim muhabbet eksik olmuyor. İhsaniye’de manda sütünden yapılmış yoğurdun tadını başka bir yerde bulamazsınız. “Manda yuva yapmış söğüt dalına “türküsünü dinleyerek bu damak lezzetini yudumlarsınız. Sonra Yunanistan muhacirlerinin 1880 ile 1920 yılları arasında iskan edildiği Akalan Köyü’ne geliyoruz. Köyün suyu böbrek hastalıklarına iyi geliyormuş. Uzak mesafelerden buraya su doldurmaya gelenler var. Akalan’dan dağa çıkıp Dağyenice Köyü’ne gidiyorsunuz. Dağyenice ve çevresi balkan savaşından kalan tabyalarla dolu. Balkanlarda çekilen acıların ve kaybedilen canların hikayesini unutmayın diye Balkan Savaşı Şehitler Anıtı’nı mutlaka ziyaret edin.. .Orman buradan itibaren yemyeşil ve epey de zorlu. Dimdik çıkışlar var ve antremanlı olmayanlar için de zor olabilir.

70


Biz burada rotamızdan biraz şaşarak Durusu park evlerinde Sinan ve Maria Sezer çiftine misafir oluyoruz. Hollanda ve Türk misafirperverliği ile bizi karşılıyorlar. Hollandalı misafirlerimiz için güzel bir intermezzo. Havuzda yüzüyoruz. Vucudumuz gevşiyor. Sabaha enerji depoluyoruz artık son 2 gün. Maria da yürümenin heyecanına kendini kaptırıyor ve Boyalık’a kadar bizimle yürümek istiyor. Güzel bir dere yatağı ve sağında ayçiçek tarlaları arasından Boyalık Köyü’ne varıyoruz. Muhtar ve jandarma bizi bekliyor. Dursunköy’e dere boyu gidiyoruz. Küçük köy evlerinin, çiftlikleri ve mandraların olduğu ve yavaş yavaş da yok olan bir köy. İstanbullular’ın yeni yerleşim birimlerinden ve yakın zamandada yok olacak olan bir güzellik. Şehir insanının parasının cazibesine köy halkı uzun süre dayanamıyor ve bir süre sonra da efendisi olduğu köyde ancak bir hizmetli olarak kalabiliyor. Bu, sahil köylerinde olduğu gibi burada da geçerli. Acele ederseniz bu güzellikleri yok olmadan görebilirsiniz. Sultanlar yolu doğa yürüyüşü yerel halka kendini rencide etmeye gerek kalmadan ekonomik katkı sağlayacağı için köylünün şehre göç etmesine veya arazisini satmasına gerek kalmayacaktır. Sazlıdere Barajı’nın sağından yolumuz İstanbul istikameti. Hava sıcak ;baraj gölünde biraz yüzüyoruz. Sonra ver elini Sazlıbosna. Burada Bizans ve Roma kalıntıları var ama hiç bir turistik harita ve tanıtımda

71


yoklar. Sazlıbosna muhtarı yol üzerinde olan tüm muhtarlar gibi köyü için canla başla çalışan insanlardan. Kendi çıkarı değil, toplum çıkarını gözetleyen insanlardan. Şamlar Beldesi’ne vardığımızda akşam oluyor ve İstanbul’un gece silueti ışıl ışıl beliriyor. Sultanların şehrine hoşgeldiniz, Sultanlar yolu yolcuları; dercesine. İstanbul’un yeni yerleşim alanları tamamıyla bir şehircilik faciası. Yeşil alanlar yok denecek kadar az. Yollarda ve halka açık alanlarda yorgunluk atabileceğin banklar yok. Tamamıyla bir kesmekeş. Şehir herkese aynı oranda cömert davranmadığından insanlarda bir vurdumduymazlık var. Sanki başka bir Türkiye’ye geldik. İnşallah bu şehircilik faciasına ve tabiat katliamına dur denilebilir; yoksa Türkiye gelecek nesiller için kaybolmuş da diyebiliriz. Eyüp Sultan’da yeniden rahatlıyoruz. Türbe ziyaretinden sonra surlarla Haliç arasından süzülerek yürüyoruz. Ben Cuma namazını kılarken Hollandalı yürüyüşcüler Rum Ortodoks kilisesini ziyaret ettiler. Burada Bizans döneminde Meryem Ana’nın gözüktüğüne inanılıyor ve Rumlar ve diğer Hrıstiyanlar tarafından kutsal mekan olarak ziyaret ediliyor. Sahabenin türbeleri açık, eskiden izbe bir halde duran yerleri yeniden restore ederek hizmete açmışlar. İstanbul’un tüm dini yerlerinin hizmete açılması gerekmekte ve hangi dinin ibadet yeri olursan olsun bizim olan bu mekanların hak ettiği gibi tanıtılması gerekmektedir.

72


Deniz kenarında balık ekmek yiyoruz. Yorgunluk üzeri denize karşı bir balık ekmek yemek insana enerji veriyor. Sonra Bulgar ortodoks kililesinin yanından geçerek Fatih Semti’ne doğru gidiyoruz. Su kemerlerinin altından geçerek Divan Yolundan Topkapı Sarayı’na doğru yürüyoruz. Solumuzda kapalı çarşı girişi, ileride güzelim Nur’u Osmaniye camii. Yollarda eski dergahlar, tarihi hamam, Sultanların türbeleri, eski mezarlıklar... Sonra Cağaloğlu. Mürekkep kokusu azda olsun kalmış. Yerebatan sarnıçı sağında hipodrom. Aya Sofya tüm ihtişamı ile gözüktü karşısında tüm zarafeti ile Sultan Ahmet Camii. Blue Mosque. Blauwe Moskee. İnsanlar hayran, ben hayran yolumuzun sonuna yaklaşıyoruz. 100 metre daha ve Topkapı saray kapısı. Kapıdan içeri adımımızı atıyoruz. 3100 kilometre sonra benim gelmek istediğim yerdeyim. Sultanlar yolu Viyana’dan itibaren. 2000 kilometre sürdü Kapıkule ile İstanbul arası bizim güzergahımız üzerinden 330 kilometre. 18 yaşındaki Madelon Franssen ve 72 yaşındaki Frans (dede) sorunsuz ve seve seve benimle yürüdüler. Yolda bana eşlik edenler diğer Hollandalılar Yvonne Wıjnants, Wim Tomassen, Annemiek Berkhout, Marjan Kerssens, Tini Kerssens, Kyra Kuitert. Ayrıca kızım Soraya ve eşim Khadija bana son iki gün eşlik ettiler. Topkapı Sarayı bahçesinde oturuyoruz. Sarmaşıyoruz. Mutluyuz. Başardık. Bundan sonra sizlerin de yürümesini bekliyoruz. Sizlerde bizler gibi tarihi yaşarsınız ve doğadan haz alırsınız umarım. Yeniden Sultanlar yolunda görüşmek üzere sağlıcakla kalın.

Sedat Çakır www.sultanlaryolu.com www.biryolcunungunlugu.com www.wandelenvoorintegratie.nl

73


74


Viyana Kuşatması, 27 Eylül-16 Ekim 1529 tarihlerinde Avusturya Arşidüklüğü'nün başkenti Viyana'nın Kanuni Sultan Süleyman komutasındaki Osmanlı ordusu tarafından kuşatılmasıdır. Başarısız olan kuşatma sonucunda kale alınamamış ve Osmanlı ordusu İstanbul'a geri dönmüştür. Kuşatmanın nedenleri Mohaç Savaşı (1526) sonrasında Budin'in Osmanlı Devleti tarafından ele geçirilmesinin ardından, savaşa katılmamış olan Erdel voyvodası János Szapolyai Macar kralı olarak taç giymişti. Kanunî Sultan Süleyman 16 Ekim 1526'da Macaristan tacını Szapolyai'ye veren târihî fermanını imzaladi. Mohaç Savaşı öncesinde kral II. Lajos dolayısıyla Macaristan ile bağlantılı olan, ancak savaş sonrasında Osmanlı ordularının girmedigi Bohemya, Moravya, Slovakya ve Silezya gibi ülke ve bölgeler ise, II. Lajos'un karısının ve Kutsal Roma-Germen İmparatoru Şarlken'in kardeşi olan Avusturya arşidükü Ferdinand'da kaldı. Kanunî Sultan Süleyman İstanbul'a döndükten sonra harekete geçen Ferdinand, Pressburg'da Osmanlılar’a karşı olan asillerden teşekkül ettirilmiş bir meclisi toplayarak kendini Macaristan ve Bohemya kralı ilan ettirdi. Bu olay, Macaristan'da egemenlik için Osmanlı-Avusturya rekabetini başlattı. Kanunî Sultan Süleyman, Mohaç zaferi sonrasında fethedilen geniş Macar topraklarının Kutsal RomaGermen İmparatorluğu ile bağlantılı bir hükümdarın eline geçmesine müsâde edemezdi. Bu durum, bölgedeki güçler dengesinin Osmanlı Devleti aleyhine bozulmasına yol açabilirdi. Ağabeyi Habsburg İmparatoru Şarlken'in de desteğini alan Ferdinand, Osmanlı ordusu geri döndükten sonra saldırıya geçti ve Tokaj meydan muharebesinde Szapolyai'yi yenerek Budin'i ele geçirdi. Lehistan'a kaçan Szapolyai ,Osmanlı Devleti'nden yardım istedi. Kanunî Sultan Süleyman sefer hazırlıklarıyla meşgulken, Macaristan'dan fethedilen arazinin geri verilmesi karşılığında barış yapmak isteğiyle Ferdinand'in elçileri geldi. Fakat Habsburgları Macaristan'dan çıkarmak, Ferdinand'a gözdağı vermek, Habsburg ordusunu yakalayıp yok etmeyi amaçlayan Kanunî Sultan Süleyman, o zamanın âdetleri gereği elçileri tevkif ettirdi. Hazırlıklarını tamamladıktan sonra serbest bırakıp savaş için yola çıktığı haberiyle Ferdinand'a gönderdi. 10 Mayıs 1529'da İstanbul'dan yola çıkan Kanuni Sultan Süleyman 20 Haziran'da Sofya'ya ve 18 Agustos'da Mohaç ovasına ulastı. Szapolyai de 6000 Macar askeri ile orduya katıldı ve burada padişahın elini öptü. Eylül'de Budin'i kuşatan Kanuni Sultan Süleyman, teslim teklifinin reddedilmesi üzerine şiddetli bir muhasara savaşına başladı. 8 Eylül'de Budin kalesinin kapılarından biri ele geçirilip genel hücum başlatılınca, ümit kalmadığını anlayan müdâfiler, hayatlarına dokunulmamak şartıyla kaleyi teslim ettiler. Kısa zamanda gösterilen bu muvaffakiyet karşısında, Osmanlı hâkimiyetine daha fazla karşı duramayacağını anlayan Bogdan voyvodası IV. Petru Rareş de ordugâha gelerek bir tâbiiyyet antlaşması imzaladı. Elbasan sancakbeyi Hasan Bey'i Budin'de 75


muhafız bırakan Kanunî, 12 Eylül'de Macar taht şehrinden ayrılıp Viyana üzerine yürüdü. Bu arada Ferdinand'in adamları tarafından kaçırılmak üzereyken İzvornik sancakbeyi Sultanzâde Bâli Bey'in ele geçirdigi Macar kraliyet tacı, yeniçeri sekbanbaşısı tarafından Szapolyai'ye giydirildi. Budin kalesinin fethinden sonra Osmanlı ordusu Avusturya üzerine yürüdü. Kanuni’nin esas amacı şehri fethetmek değil, Avusturya’ya gözdağı vermekti. Kuşatma Kanunî Sultan Süleyman, 22 Eylül'de Avusturya sınırını geçti. Ertesi gün Bâli Bey'in kardeşi Semendire sancakbeyi Sultanzâde Mehmed Bey, Alman öncü kuvvetlerinin büyük bir kısmını Viyana'nin on beş kilometre güneydoğusundaki Bruck kasabasi yakınlarında imha etti. Esir edilen Alman kuvvetleri komutanı Christophe Von Zedlitz ve altı general Sultan'a gönderildi. 27 Eylül'de Viyana önlerine gelen ordu-yı hümâyûn, Avusturya Arşidüklüğü'nün başkentini muhasaraya başladı. Kanunî Sultan Süleyman, 120.000 (Türkler, Sırplar, Rumenler) kişilik bir orduyla Budin'den ayrılıp Viyana üzerine yürüdüğü haberi duyulunca, sâdece Avusturya ve Almanya'da değil, bütün Avrupa'da bir korku başlamış, Osmanlı ilerlemesi karşısında, o sırada had safhada olan mezhep mücâdeleleri bile bir tarafa bırakılarak, Viyana'ya yardım seferi başlatılmış ve Avrupa'nin her yerinden muhtelif milletlere mensup yardım kuvveti gelmeye başlamıştı. Muhâsaradan biraz evvel bu kuvvetlerin büyük bir kısmı kaleye yerleşmişti. Ferdinand şehri terkederek kaçmış, yerine ihtiyar ve tecrübeli bir asker olan Kont Nicolos Von Salm'i kale komutanı olarak bırakmıştı. Müdâfaa hazırlıklarına başlayan Kont Salm de, Türk ordusu gelmeden Viyana yakınlarındaki mahalleleri tamamen yakıp yıkmış, birinci istihkâm hattından yirmi adım içerde ikinci bir istihkâm inşâ etmiş, Tuna sahillerine kazıklar diktirerek müdâfaa için gerekli tedbirleri almıştı. Osmanlı humbaracılarının yakıcı te'sirlerinden korunmak için evlerin ahşap çatılarını yıktırmış, top güllelerinin tesirini azaltmak için de, sokakların kaldırımlarını söktürmüştü. Ayrıca iki ay yetecek kadar erzak temin edip, şehirdeki sivil halkı dışarı çıkarmıştı. Kanunî Sultan Süleyman, Viyana'ya gelirken hiç bir zaman kaleyi alma gayesini gütmemiş, istediği zaman bunu gerçekleştirebileceğini göstererek göz dağı vermek istemişti. Üstelik yeni fethedilmiş olan Macaristan'da idare tam olarak yerleşiklik kazanmadan Viyana'nın da alınıp askerin çok geniş bir alana yayılması, stratejik bakımdan hatalı olurdu. Kışın yaklaşmasına ve kale çevresinin yoğun yağmurlar sebebiyle bataklık hâline gelmiş olmasına aldırmadan kaleyi kuşatmıştı. Kaleyi muhasaraya başlayan Kanunî Sultan Süleyman, on yedi gün boyunca döverek, şehrin surlarını iyice tahrip etmişti. Bu sırada bir Osmanlı güllesinin isâbetiyle kale komutanı Kont Salm de öldürülmüştü. Bununla birlikte kuşatma uzuyor; kış aylarının tahrip edici etkisi ve beklenen top mühimmatının gecikmesi Osmanlı ordusu için kuşatma şartlarını zorlaştırıyordu. Çevreden aldığı istihbaratlar sonunda Viyana'ya yüzelli kilometre uzaktaki Linz'de bir Alman ordusunun toplandığı anlaşılınca, Kanunî, orduya muhasarayı kaldırma emrini verdi. Aynı zamanda çeşitli beyler

76


kumandasındaki akıncı kuvvetlerini akına göndererek, Avusturya, Güney Almanya (Bavyera), Moravya, Bohemya, Yukarı Macaristan (şimdiki Slovakya), Silezya ve Slovenya gibi Habsburg'lara bağlı ülkelerde saldırılar düzenletti. 16 Ekim'de Viyana önlerinden hareket eden ordu-yı hümâyûn, 25 Ekim'de Budin'e, 16 Aralık'ta da İstanbul'a döndü.

II. Viyana Kuşatması, 1683 yılında IV. Mehmet devrinde Osmanlı Devleti'nin Viyana'yı kuşatması ile gerçekleşti. 17. yüzyılda Osmanlı Devleti ile Avusturya arasında yapılan savaşların en uzun süreni bu kuşatma ile başladı. Başlangıç Avusturya, yönetimi altındaki Macarlara iyi davranmıyor, onları ağır vergilerle eziyordu. Ayrıca mezhep hürriyeti de tanımıyordu. Macarlar, baskılara daha fazla dayanamayınca Tökeli İmre'nin başkanlığında ayaklandılar. Kendi güçleriyle başarılı olamayacaklarını anladıklarından Osmanlılardan yardım istediler. Politik nedenlerden dolayı Osmanlı İmparatorluğu uzun yıllardır Macaristan'da ve Avusturya'da Katolik olmayan azınlığa yardımda bulunuyordu.Osmanlılar zaten Tökeli İmre'yi yukarı Macaristan'ın kralı olarak tanıyorlardı. Henüz kuşatmadan önce Osmanlı İmparatorluğu ve Habsburg arasında Vasvar Barışı'nın bir sonucu olarak yirmi yıllık bir sözleşmesi vardı. 1681 ve 1682'de Tökeli İmre ile Habsburg'lar arasındaki sınır çatışması şiddetini artırdı.Habsburg kuvvetlerinin merkezi Macaristan içlerine tecavüz etmeleri, Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'ya Osmanlı ordusunu sefere çıkarmak için IV.Mehmet ve divanını ikna etmek için önemli bir gerekçe oldu. IV.Mehmet, Kara Mustafa Paşa'yı Yanıkkale'ye olduğu kadar ve Komaran kalelerine (ikisi de Kuzeybatı Macaristan'da) operasyon yapmaya ve onları kuşatmaya izin verdi.Osmanlı ordusu 21 Ocak 1682 de seferber edildi ve 6 Ağustos 1682 de savaş ilan edildi.

Hazırlıklar: Viyana, Doğu Akdeniz-Almanya ticaret yolu üzerinde oluşu, Tuna üzerinde iç kontrol noktası olması gibi nedenler yüzünden Osmanlı İmparatorluğu'nun stratejik hedeflerinin tam ortasındaydı. Kuşatma için büyük hazırlıklar yapıldı; Avusturya 'ya ve lojistik merkezlere giden yollar tamir edildi ve yenileri inşa edildi.Cephane, mühimmat, top ve diğer kaynaklar imparatorluğun her yanından bu lojistik merkezlere ve Balkanlar'ın içlerine gönderilmesi yapıldı. Lojistik zamanı, Ağustos ve Eylül 1682 de bir istilaya başlamanın mümkün olmadığını ifade ediyordu. Üç aylık bir seferde Osmanlılar kışın Viyana'da olacaklardı. Ama seferin başlaması ve hazırlanması için gereken 15 aylık bir sürede de Habsburglar hazırlanacak ve diğer Avrupa krallıklarına yardım için başvuracaklardı. Nitekim kış süresinde Habsgurg'lular ve Lehistan bir antlaşma imzaladılar. Antlaşmaya göre Osmanlılar Krakow'a saldırırlarsa Habsburg kuvvetleri

77


Polonya'ya yardıma gelecekti, karşılık olarak da Leh ordusu Viyana'ya bir saldırı olursa yardıma gelecekti. İlkbaharda Mayıs'ın erken zamanında Osmanlı ordusu Belgrad' a ulaştı.Daha sonra Viyana şehrine doğru hareket etti. 7 Temmuz'da 40.000 Tatar kuvveti Viyana'nın 40 km doğusuna vardı. Kuşatma süresince Habsburg imparatoru I. Leopold 80 bin Viyanalı ile şehirden kaçtı ve Linz'e yerleşti. Lehistan kralı Sobieski de 1683 yazında antlaşmadaki yükümlülüğünü yerine getirmek için bir yardım sevkiyatı hazırlıyordu..

Kuşatma: Osmanlı ordusu 14 Temmuz'da Viyana'yı kuşattı.Artakalan 11.000 askerin, 5.000 sivil ve gönüllünün lideri Graf Ernst Rüdiger von Starhemberg teslim olmayı reddediyordu. Viyanalı'lar şehrin etrafındaki evleri ve duvarları tahrip ettiler,yıkıntıları temizlediler ve boş bir alan bıraktılar.Kara Mustafa Paşa bu problemi kuvvetlerine şehre doğruca giden hendek kazmalarını emrederek çözdü. Osmanlılar zamanı hesaba almadılar, mamafih zaman onların tarafında değildi.Bu noktadaki gevşeklikleri,savaşın ilanından sonra ordularını kombine edip ilerlememeleri; yardım kuvvetlerinin ulaşmasına izin verdi.Tarihçiler Kara Mustafa Paşa'nın şehri zenginlikleri ve bozulmamış haliyle ele geçirmek istediğini söylerler. Viyana'ya ise her anlamda yiyecek desteği kesilmişti. Garnizon ve sivil gönüllüler aşırı kayıplara katlanıyordu. Kışla hizmeti öyle bir problem haline geldi ki Graf Ernst Rudiger von Starhamberg herhangi bir asker nöbette uykuda bulunursa öldürüleceği emrini verdi.Ümitsizlik gittikçe artıyordu.Bu sırada Lorraine dükü V. Charles komutası altında olan imparatorluk kuvvetleri, Macar Tökeli İmre ile Viyana'nın 5 km kuzeydoğusunda, Bisamberg'de çarpışıyorlardı.

Sonuçlar: Viyana bozgununun sorumluluğunu taşıyan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Belgrad'da idam edildi. Padişah daha sonra düşünüp yapmış olduğu başarılı hizmetlerden dolayı Kara Mustafa Paşa'nın başının kesilmesini geri almak istemiş ve ikinci bir emirle affedilmesini emretmiştir. Fakat ikinci emir ulaşana kadar görev verilen ulaklar paşayı idam etmişlerdi. Kesilip gömülen başının üzerine seng-i ibret (ibret taşı) konuldu. Osmanlının bu hezimeti Avrupa'da büyük sevinçle karşılandı. Artık Osmanlıların yenilmez olmadıklarını gören Avrupa, karşı hücuma kalkmaya başladı. Psikolojik savaş olarak ta Osmanlı üzerinde büyük bir kayıp, Avrupalılarda ise büyük bir kazanç olarak değerlendirildi. Bu savaş sonucunda Osmanlının gerileme devrine girdiği kabul edilmektedir. Kuşatma sonrası kurulan Kutsal İttifak Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşları'na neden oldu.

Sedat Çakır

78

Sultanlar yolunda görüşme dileklerimle.


79


80


SULTANLAR YOLU GÜZERGAHLARI AVUSTURYA: PURBACH GÜZERGAHI Viyana – St. Stephans Katedrali, Kara Mustafa Paşa’nın çadırını kurduğu yer, Viyana - Simmering Sommerein, Breitenbrunn, Purbach, Oggau

AVUSTURYA: TUNA NEHRI GÜZERGAHI Viyana – St. Stephans Katedrali, Kara Mustafa Paşa’nın çadırını kurduğu yer, Viyana - Simmering , Tuna nehrine paralel Macaristan

MACARISTAN: ESTERGON GÜZERGAHI Estergon, Budapeşte, Şiged, Mohaç

MACARISTAN : BALATON GÖLÜ GÜZERGAHI Ujker, Borgata, Keled, Keszthely, Gyotapuszta, Rinyakovacsi, Şigedvar, Pecs, Szajk, Mohaç

HIRVATISTAN: Osijek

SIRBISTAN: (TSARIGRADSKI PUT) Backi Breg, Sombor, Apatin, Novi Sad, Sremski Karlovci, Belgrad, Oresac, Smederevo, Velika Plana, Markovac, Jagodina, Paracin, Deligrad, Niş, Nişka Banja, Bela palanka, Ponor, Pirot, Dmitrovgrad

BULGARISTAN: SEFERYOLU GÜZERGAHI (TSARIGRADSKI PUT) Dragoman, Sofya, Plovdiv( Filibe), Haskovo, Svilengrad (Cisr-i Mustafa Paşa)

BULGARISTAN : BALKANYOLU GÜZERGAH Dragoman, Sofya, Samokov, Velingrad (Pazarcık), Borino (Karabulak), Ardino ( Eğridere ), Kırcaali, Svilengrad (Cisr-i Mustafa Paşa) Bu güzergah Avrupa uzun yürüyüş yolları E4, E6 ve E8’i Sofyada itibaren takip etmektedir. Dragoman ile Sofya arası eski parke taşları ile döşenmiş yol üzerindendir ve Tsarigradski put’u takip etmektedir.

81


TÜRKIYE AVYOLU GÜZERGAHI: Kapıkule, Sırpsındığı, Edirne, Hıdırağa, Karayusuf, Süloğlu, Paşayeri, Koyunbaba, Kırklareli, Kızılcıkdere, Karıncak, Kaynarca, Pınarhisar, Poyralı, Vize, Okcular, Saray, Safaalan, Binkılıç, Aydınlar, Danamandıra, İhsaniye, Akalan, Dağyenice, Boyalık, Dursunköy,Sazlıbosna, Şamlar, Kayabaşı, Eyüp Sultan,Topkapı Sarayı

TÜRKIYE SEFERYOLU GÜZERGAHI: Kapıkule, Sırpsındığı, Edirne, Kocasinan, İskender, Oğulpaşa, Osmanlı, Köseömer, Babaeski, Lüleburgaz, Çorlu, Silivri, Selimpaşa, Büyükçekmece, Eyüp Sultan,Topkapı Sarayı. Yol eski sefer yolu güzergahından gidecek ve hemen hemen bugünkü Tem otoyoluna paralel olarak gidecektir.

Ortak bir deneyim- yanyana yürümek ve yemeğini paylaşmak gibi belki de en güçlü ortak ritüel, bölgenin dönüştürücü evsahipliğinde deneyimlenecektir.

82


83


84


85


Hollanda Başkonsolosluğu, İstanbul Onno Kervers, Frans de Valk,Marjan Kerssens, Yvonne Wijnands, Khadija Krim, Soraya Çakır, Sedat Çakır Wim Tomassen, Annemiek Berkhout, Tini Krom, Madelon Franssen

86


Frans ‘dede’ de Valk – ‘Mag ik u verzoeken om verder te gaan....’

87


KAPIKULE İSTANBUL ARASI YÜRÜYEN GRUP..BAŞARININ RESİMLENDİĞİ AN..

88


89


90


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.