Subat 2012

Page 1

ıssn 1303-9113 • 2012 / 02

• sayı 117

• 2.25 TL(KDV’li)



01-02 merhaba_1-2 merhaba ve icindekiler 2/6/12 12:37 PM Page 1

a y l ı

k

s a n a t

d e r g i s i

Merhaba

Sanat, insana has tüm duyguların estetik biçimde dışavurumudur. Kısa tanımı budur sanatın. İlkel komünal toplumdan sınıflı toplumlara kadar her dönem insana dair tüm duyguların estetize edilerek tuvallere, notalara, sahnelere, perdelere ve taşlara yansıtıldığını görürüz. Sahibi Tavır Yayınları adına Bahar Kurt Genel Yayın Yönetmeni Gamze Keşkek Sorumlu Yazıişleri Müdürü Yeliz Yılmaz Yazışma Adresi İstanbul Mahmut Şevket Paşa Mah. Mektep Sk. No: 4-B Okmeydanı - Şişli - İstanbul Tel: (212) 238 81 46 Faks: 238 82 49 e-posta: tavir2007@gmail.com www.tavirdergisi.com Ankara İdilcan Kültür Merkezi Eski 1. Cadde 636. Sk. No: 207/2 Tel: 0 541 336 65 37 Hesap no (TL) 1042- 0596147 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Hesap no (EURO) 1042- 0129062 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Fiyatı (DÖVİZ) Almanya: 5 Euro Fransa: 5 Euro Hollanda: 5 Euro Avusturya: 5 Euro İsviçre: 7.5 Frank İngiltere: 4 Sterlin Posta Çeki Hesap no Selma Altın 515 72 82 Baskı Ezgi Matbaa Sanayi C. Altay Sok. No: 10 Çobançeşme / İstanbul Tel: (0 212) 452 23 02 Yayın türü: Yerel Süreli

Sınıflı toplamlarda, ezenlerin ve ezilenlerin kavgasında bir cephe de sanatta açılmıştır. Sınıflar, bu kavgada kendi sanat eserlerini hayata geçirmiş, karşı sınıfa sanatıyla darbeler vurmaya çalışmıştır. Burjuvazi ezilenlerin, yoksulların, halkın sanatına düşmandır. Ezilenlerin sanatının gücünü bildiğinden... Bazen bir film, bir anda milyonlarca insanı derinden etkileyerek cepheye sürükler adeta. Ezenlere karşı öfkeyi büyütür. Budur işte, bay burjuvaziyi korkutan. Ve bu korku yüzünden yakılır kitaplar, dergiler. Bu yüzden yakılır filmler, yıkılır heykeller. Bu yüzden kapatılır kültür-sanat merkezleri; emekçiler bu yüzden atılır hücrelere. Bu yüzden sergilere saldırılır ve bu yüzden katledilir halkın sanatçıları. AKP faşizmi saldırıyor halkın sanatına, halkın sanatçılarına. Gerici-faşist kafalar imparatorluğu, ağababası Amerika’dan aldığı destekle devrimciler başta olmak üzere tüm muhalif güçlere yönelik saldırılarında sanat alanı da nasibini almaktadır. Kısa bir tarihçesini bulacaksınız sayfalarımızda faşizmin sanat düşmanlığının... Saldırı büyüktür. Halkın tüm kesimleri AKP faşizminin hedefidir. Karşı koyuş elbette mümkündür. Tek şartla: Örgütlü olmak kaydıyla. Sanatçılarımız, halkın gerçek sanatçıları, faşizme karşı örgütlü mücadele etmenin kurtuluşun tek yolu olduğu gerçeğinin farkına varmalı bu doğrultuda hiç zaman kaybetmeden adım atmalıdır. Zaman aleyhte yol almaya devam ediyor çünkü. Grup Yorum elemanı Seçkin Taygun Aydoğan’ın tutuklanması, sadece Yorum’a yapılan bir saldırı olarak görülmemelidir. Bu halkın tüm sanatçılarına dönük bir gözdağıdır. Halktan yana devrimci sanatın bir bedeli olacaktır faşizm karşısında mücadele ederken. Ancak halkın gerçek sanatçıları zaten bu bedelleri göze alarak hayata geçirirler sanatlarını. Ve bu bilince sahip oldukları için eğilmez onların başları. Sanat eserlerinin yakılmadığı, yıkılmadığı; halkın sanatçılarının hapislere atılmadığı, sokak aralarında, işkencehanelerde katledilmediği bağımsız, demokratik ve sosyalist bir dünya özlemimizin en kısa zamanda gerçeğe dönüşeceğine olan inancımızla... Bir sonraki sayımızda görüşmek dileğiyle... Dostlukla...


01-02 merhaba_1-2 merhaba ve icindekiler 2/6/12 12:37 PM Page 2

İÇİNDEKİLER

02/2012

3

7

10 14

17 21 24 27

31 35 36

MAKALE sinan gümüş sanatın özgürlüğü, özgürlüğün sanatı ELEŞTİRİ ismail şah biraz tevazu, başka bir şey istemiyoruz DENEME deniz duman halk için sanat yapmak DENEME yelda sezer emek sineması ve sanatın misyonu GÜNCEL doğan ışıklı faşizmin sanata bakışı GÜNCEL mehmet esatoğlu bu kaçıncı dram! örgütlenelim! DENEME ümit ilter “düzgün baba”nın yolunda GÜNCEL ibrahim derin gecekondular direniyor küba mahallesi TİYATRO gülnaz bıçakcı sezuan’ın iyi insanları AYIN FOTOĞRAFI ali sinan çağlar ŞİİR bertolt brecht zor ve yardım

37 40 45 49 55

58 60 62

BİYOGRAFİ arif soylu ömer muhtar ÖYKÜ gülnaz aydoğan ıhlamur ağacının üzerindeki gerilla İNCELEME türkan doğan sokaklarımızdan yok olan seyyar satıcılar BİYOGRAFİ ümit zafer hallac-ı mansur TİYATRO filiz tanya ekmek parası için ödünç vermek ŞİİR güngör gençay vakit yok aldanmaya MAKALE umut yılmaz yürüyoruz HABERLER


03-06 sanatin ozgurlugu_sablon 2/6/12 12:38 PM Page 3

makale

makale

sanatın özgürlüğü, özgürlüğün sanatı sinan gümüş

Kapitalizmin öğrettiği “özgürlük” kavramına göre bugün sanatın önünde sonsuz bir özgürlük var. Kapitalizmde özgürlük “kafana estiğince, dilediğince, hoyratça ve serbestçe yaşayabilmek” olarak öğretiliyor bugün. Ve kapitalist sistemin, bunları yapmanızın önüne hiçbir engel koymadan yaşama alanı açtığı iddia ediliyor. Ama diğer yandan öğrenmenin yerine, bilimsel bilginin yerine kör bir cehaleti koyduğunu ve bilgiden yoksun kılarak insanların “nasıl yaşayacağını seçme” alanını alabildiğine daralttığını, istediğini yapabilme koşulu olarak paraya sahip olma şartını getirdiğini, paranın olmadığı yerde her türlü özgürlüğün bittiğini gizliyor bu tezin sahipleri. Bu tip bir özgürlük anlayışı sanat alanında da benzer bir karşılık buluyor. Sanatçı her alanda; tiyatrodan müziğe, resimden heykele, sinemadan fotoğrafa tüm sanat dallarında istediği ürünleri çıkarabilmektedir deniliyor. Bunun önünde hiç-

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 3


03-06 sanatin ozgurlugu_sablon 2/6/12 12:38 PM Page 4

bir engel olmadığı, “sınırsız bir özgürlük”le yaratıcılıkların alabildiğine geliştirilebildiği söyleniyor. Bu tezin sahiplerine göre herkes “içindekini”, “kendi dünyasındaki benini” dilediğince paylaşabilir. Özgürlük kimseye hesap vermeden dilediğini yaratabilmektir. Ve eğer bu sistemin sahiplerini hedef almıyorsanız sanatınızda, yapacağınız her şey serbesttir. Peki ama özgürlük bu mu? Politik olmamak kaydıyla, sistemi eleştirmemek kaydıyla, hatta düzen sınırları içinde olduğu sürece, burjuva gerçekçi sınırlar içinde kaldığı sürece eleştiri de yapabilme hakkına sahip olarak, dilediğini yapabilme hakkı mıdır özgürlük? Bu tezi savunanlar, sosyalist sistemlerin sanata ve sanatçıya düşmanca davrandığı, sanatın etrafına büyük duvarlar ördüğü iddialarıyla sosyalizme de saldırmaktan geri durmazlar. Sosyalizmin sanatçıyı boyunduruk altına aldığını ve üretemez kıldığını, bu nedenle sanata düşman olduğunu iddia ederler. Hızını alamayanlar, örgütlü olmanın sanatı öldüreceğini, sanatçının “özgürce” üretemeyeceğini, emir-komuta zin-

ciri altında üreteceğini ve böyle bir baskılanma altında üretimin mümkün olmadığını, sanatın “özgür” olduğunu ve bu nedenle örgütlülüğün de sanatın doğasına aykırı olduğunu savunurlar. Dolayısıyla kapitalizmin hüküm sürdüğü bir dünyada sanatçının örgütlüyken değil, örgütsüzken ve bireyken gerçek anlamda özgür olduğunu iddia ederler. Sanattaki özgürlüğü kim öldürür, kapitalizm mi, sosyalizm mi; örgütlülük mü, örgütsüzlük mü? Kapitalizmde sanatsal üretim yapabilmek, paraya sahip olmak demektir. Paran yoksa, ilişkin, gücün ve olanakların yoksa herhangi bir dalda bir üretimde bulunmak mümkün değildir. Bu üretimi kendi olanaklarınızla yapsanız da, bunları yaygınlaştırma, dağıtma, sergileme gibi olanaklara sahip olamazsınız. Paraya sahip olmak demek ise, bir sponsor desteği almak, ya da bir yapımcıya tabi olmak demektir. Sponsorların, kimi sanatsal ürün ve aktiviteleri desteklediği ve para ile finanse ettiği doğrudur. Ancak “bazı şartları” vardır. Bu şartlar, sanatçıya, o sponsor firmaların genel ilke ve prensiplerine tabi olma zorunluluğu getirir. Çünkü büyük bankaların, büyük tekelci firmaların sanata olan ilgisi asla

“karşılıksız” değildir. Onlar, kendi markalarının ürün değerini arttırmak, sanatı da bir reklam aracı olarak, bir imaj olarak kullanmak isterler. Ve ancak kendilerini pohpohlayacak, cilalayacak, şirin ve sempatik gösterecek sanatı ve sanatçıyı desteklerler. Sponsor desteği almış bir sanatçı olarak bunun dışına çıktığınızda, o sponsorun desteğini çekmesi tehdidi ile karşı karşıya kalırsınız. Dolayısıyla sponsor desteğine sahip bir sanatçı “kendi öz benliğinin” değil, sponsor firmanın çizdiği sınırların sanatını yapmakla yükümlüdür. Sponsor desteğiyle değil de yapımcı tarafından finanse edilen sanatsal ürünlerde ise durum çok daha vahimdir. Yapımcı senaryoya, repertuara, enstrümanlara, kısacası ürünü oluşturan her ayrıntıya müdahale eder. Üretilen bir film, bir tiyatro oyunu ya da bir müzik CD'si, her ne olursa olsun tamamen onun istediği doğrultuda çıkmak zorundadır. Yapımcı “piyasa şartlarını” gözetmektedir. Bu eser üzerinden yapacağı karı hesaplamaktadır. Sanatçının duygu dünyasının, “ideallerinin”, yapmak istediklerinin yapımcı tarafından zerrece önemi yoktur. Sanatçı yapımcısının tüm saçmalıklarına göz yumarak, ona biat ederek eserini üretmek zorunda kalır. Kendi “dünyasını” değil, bütünüyle patronunun “dünyasını” resmetmektedir. Başka türlü yaşam şansı yoktur. Patron “ben seni yıldız yapacağım ama şunları şunları söyleyeceksin, şöyle giyineceksin, şöyle demeçler vereceksin” diye her şeyini belirlemeye başlar. Mesela müzik yapımcısıysa, bir yandan da albümünü basıp yayınlamanın karşılığı olarak onun tüm konser haklarını, şarkılarının yayın haklarını yıllara varan ağır sözleşmelerle üzerine alır. Sanatçıya küçük bedeller öder. Sanatçı ileride başka birisi ile çalışmak istediğinde ya da kendi başına yürümek istediğinde ağır cezai şartları kabul etmek zorunda kalır. Yani yapımcı bir bütün olarak sanatçıyı kölesi haline getirir. Alın size kapitalist özgürlük. Yasayla değil, ekonomik yaptırımla uygulanan zorbalık. Örgütlü sanatta ise süreç çok farklıdır. Örgütlü olmak elbette ki belli ilke ve ku-

4 | TAVIR | ŞUBAT 2012


03-06 sanatin ozgurlugu_sablon 2/6/12 12:38 PM Page 5

rallar dahilinde üretimi de beraberinde getirir. Ancak örgütlü olan kişi zaten zoraki örgütlü değildir. O da örgütlülüğüyle hayata aynı ideolojik pencereden bakmaktadır. Aynı olaylara kızıp öfkelenmekte, aynı acıları hissetmekte, aynı şeylere sevinmektedir. Umutları da hayalleri de ortaktır. Bunun için oradadır ve bunun için örgütlüdür zaten. Ve onun yapması gereken, onun da içini acıtan, öfkelendiren, adaletsizlikleri, katliamları, zorbalıkları en güçlü şekilde sanatına yansıtabilmektir. Halktan olan her şeyi, halkın yararına her şeyi en güçlü şekilde ifade edebilmesi istenir örgütlü bir sanatçıdan. Ve bunları hayata geçirebilmesi için her türlü teknik ve bilimsel donanıma sahip olması sağlanır. Mücadele alanlarındaki tüm insanlar bu üretim sürecinin canlı bir parçası olur. Herkesi çok geliştiren tartışmalar yapılır. Örgütlülük, yapımcıya kölece bir bağlılığa, böyle bir esarete son verir. Her şey patronun değil halkın yararına olacak şekilde ele alınır. Şimdi soralım: Üretimlerini yüzlerce kişilik bir kolektif içinde yapan, tartışan, öğrenen, öğreten ve hep daha iyisini yapması istenen bir sanatçı mı özgürdür, yoksa kendisi ile hiç alakası olmayan konuları yapmak zorunda olan, hiçbir söz hakkı olmayan ve yapımcısının kulu kölesi olan sanatçı mı? Bu konuda çok çarpıcı bir başka alan, konservatuarlardır. Özellikle ülkemizde konservatuarlarda bilimsellikten uzak bir eğitim vardır. Ne doğru dürüst virtüözler çıkar, ne halk kültürü araştırmacıları-derlemecileri. Kendi kişisel ilgisi ve becerisiyle, ilişki ve olanaklarıyla bu alanda gelişen bazı istisnaları saymazsak, buralardan mezun olanlar da kaybolur gider. Ya türkü barlarda program yaparlar, ya uzunca yıllar albüm çıkarma hayalleri ile yaşar, sonra derme çatma bir albüme sahip olabilirler. O da şanslı olanları. Diğerlerinin genellikle sanatla da bir ilişkisi kalmaz. Gençlerine değer veren, içlerindeki yeteneği ortaya çıkaran, çok daha yukarı taşıyan, motive eden, üretme alanları ve

imkanları sunan bir sistem yoktur kapitalizmde. Yüzlerce binlerce insan, içindeki yeteneği ve sanatsal yatkınlığı hiç ama hiç keşfedemeden, kapitalist dünyanın zorba çalışma şartları altında boğulmuş bir şekilde yaşar. Ne ülkenin kültür sanat eşiği yükselir, ne de isteyenlerin istediği alana yönelmesinin koşulları yaratılır. Gençlerine, onlarda olabilecek potansiyel yeteneğe hiç değer vermeyen bir özgürlük bolca var evet. Oysa ki sosyalizmin egemen olduğu ülkelerde tüm alanlarda olduğu gibi kültür sanat alanında da, eğitim okullarında patlama yaşanmıştır. Sovyetlerde, devrimden hemen sonra onlarca konservatuar, müzik akademisi açılmıştır. Buralara tüm gençlerin erişimi sağlanmıştır. Yüzlerce kültür sarayında profesyoneller ile gençler bir araya gelmiş ve buralarda büyük halk koroları ve amatör gruplar kurulmuştur. Sanatın her alanında çalışmalar yapılmıştır. Ve bu eğitim süreci ile birlikte binlerce yeni bestekar, solist, tiyatrocu, ressam, heykeltraş vb. keşfedilmiştir. Kapitalist dünyada sadece gençlerin değil, halktan insanın bir kıymeti, bir değeri yoktur. Onlar ömürlerinin büyük bölümünü ağır şartlar altında çalışarak geçirmek zorunda kalan, kısıtlı olan boş zamanlarında ancak dinlenmeye ve uyumaya fırsat bulabilen insanlardır. Çoğu insan da istediği işi değil, şartlar gereği yapmak zorunda kaldığı işi yapar. Böyle bir dünyada insanlar içindeki yetenekleri de keşfedemezler. Nice yetenekler, nice özellikler keşfedilemeden körelir, kaybolur gider. İnsanlar kendi özelliklerini keşfetmeye fırsat bulamaz. Bunu yapacak zaman, bilgi birikimi, teknik ve olanaklardan yoksundur. Ayrıca halktan insanlar kültür-sanat etkinliklerine katılabilmek için ne zamana, ne de paraya sahiptir. Bir konsere gitmenin, bir sinemaya gitmenin, bir sergiye, bir müzeye gitmenin bedeli, bir aile için çok ciddi bir yüktür. Bu nedenle kapitalizmde asıl çoğunluğu oluşturan yoksul halk, bu tür etkinliklerin izleyicisi de olamaz. Onlar, belediyelerin son yıllarda yaptığı niteliği sınırlı ücretsiz mey-

dan konserleriyle yetinmek zorundadır. Halka ulaşamayan bir sanat ne kadar özgür olabilir? Sosyalizm, milyonlarca ezileni, ağır çalışma şartlarından kurtarır. Hem çalışma koşulları iyileştirilir, hem çalışma süreleri kısalır. Ve kendisi için, ailesi için, sosyal yaşam için daha fazla vakte sahip olabilir. Böye bir vakti olan birisi, kendisinde var olan başka özellikleri keşfetme ve geliştirme olanakları da bulabilir. Sovyetlerde bu anlamda özgürleşmiş birçok emekçi vardır ki, daha sonra büyük sanatsal üretimler ortaya koyan birer usta olmuşlardır. Ayrıca Sovyetler'de devrim öncesinde çok küçük bir zengin azınlığın erişebildiği sanat, gerçekten özgürleşmiştir. Ülkenin dört bir yanında kültür merkezleri, işçi evleri, tiyatro salonları, opera salonları, konser salonları, müzeler kurulmuştur. Halkın tamamının tüm sanatsal etkinliklere katılımı için büyük çaba sarf edilmiştir. Tüm etkinlikler, müzeler, sergiler ücretsiz bir şekilde halkın kullanımına açılmış, buralara özel turlar organize edilmiştir. Amatör sanat her alanda desteklenmiş, büyük korolar kurulmuş, müzik toplulukları ve halk orkestraları oluşturulmuştur. Halkın her kesiminin sanatı sadece takip eden değil, sanatsal çalışmaların bizzat içinde yer alması sağlanmıştır. Bu çalışmalar sayesinde binlerce yeni yetenek keşfedilmiştir. Bu aşamadan sonra sanat ürünleriyle hayatı boyunca hiç bağ kurmamış milyonlarca kişi, tüm kültür sanat ürünlerini takip edebilme ve izleme şansına sahip olmuştur. Sanatını artık geniş halk kitleleriyle buluşturabilen sanatçı da, bunun verdiği motivasyonla çok daha güçlü eserler çıkarmaya başlamıştır. Kapitalizm halklara ve onların öz kültürlerine de düşmandır. Ülkemiz bir halklar mozaiğidir. Ancak halklar kendi ana dillerinde uzunca yıllar bırakın yazıp çizmeyi, bir sanatsal ürün çıkarmayı, günlük yaşamda bile konuşamadılar. Kendi dilini konuşmanın “bölücülük” tehlikesi taşıdığı bir düzende bu milliyetlerin sanatı özgürce yapılabilir mi? Bu yapılmadığı gibi, egemen dil, din, mezhep ve ideolojinin dışındaki tüm sanat eserleri yasak-

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 5


03-06 sanatin ozgurlugu_sablon 2/6/12 12:38 PM Page 6

landı ve baskı altında tutuldu. Gelişmelerini teşvik etmek şöyle dursun, gerilemeleri ve yok olmaları için her şey yapıldı. Halkların öz benliği, tarihi silinmeye çalışıldı. Bu sadece ülkemizle sınırlı bir uygulama değil. Milliyetçilik ve halklar arasına güvensizlik tohumları ekmek, kapitalizmin bir geleneği ve yönetme anlayışı. Zaman değişse de, coğrafya değişse de bu anlayış değişmiyor. Örneğin Çarlık Rusyası'nda da imparatorluğa bağlı tüm dillerde yasaklamalar vardır. Halkların kendi öz benliğini unutması için her şey yasaklanır. Halklar birbirini tanımaz ve değer vermez. Ancak sosyalizmden sonra durum tamamen değişir. Lenin ve Stalin'in “biçimde ulusal, içerikte sosyalist” adını verdikleri milliyetler siyaseti, halklar açısından bir dönüm noktası olur. Sovyetlerdeki onlarca halk ve yüzden fazla dil yeniden canlandırılır. Bir anadil seferberliği başlatılır. Ve o ana kadar alfabesi ve dil kuralları olmayan dillerde bile 10-20 yıl içinde büyük gelişmeler yaşanır. Edebiyat, şiir, nesir, her alanda güçlü örnekler verilmeye başlanır. Devrimin üzerinden 20 yıl geçtiğinde, Sovyet halklarının 110 dilinde kitaplar basılmıştır. Örneğin devrimden önce, 1913'te Beyaz Rus dilinde 2 kitap çıkmışken, 1936'da 8 milyonun üzerinde tiraja sahip 593 kitap çıkmıştır. Örneğin Kazak dilinde, son 15 yılda sadece edebiyatta, geçen 600 yılda (dini yayınlar da-

6 | TAVIR | ŞUBAT 2012

hil) toplam yazının ortaya çıkardığından daha fazla kitap basıldı. Birçok halk, o ana kadar hiç sahip olmadıkları yazılı edebiyata sahip oldu. Bütün halkların kültürel mirasının taranması ve gün ışığına çıkarılması için çalışmalar yapıldı. On binlerce türkü, masal, fıkra vb. derlendi. Halk müziği eserleri çok değerli kültür hazineleri olarak en büyük müzikologlar tarafından özenle kaydedildi. Yüzlerce yıllık türküler yeni tekniklerle tanıştırıldı ve geliştirilmeleri için yoğun çalışmalar yapıldı. Tüm halkların kendi öz benliğini yeniden keşfetmesi halklara bir özgüven verdi. Bir yandan da halkların kitapları birbirlerinin dillerine çevrilerek birbirlerini tanımaları sağlandı. Ön yargıların, düşmanlıkların ortadan kalkması, aslında bir farklarının olmadığının keşfedilmesi istendi. Bu politika sayesinde Nazilerin yenilmez denilen gücünün karşısına omuz omuza direnen Sovyet Halkları çıktı ve ağır bedeller pahasına onları bozguna uğratmayı başardı. Yani kapitalizm için tehlike olan halkların gelişimi ve dayanışması, sosyalizm için en büyük kazanım oldu. Yani tüm halklar ve milliyetler, onların kültürü, sanatı ve sanatçısı ancak sosyalizmle birlikte gerçekten özgürleşebildi. Kapitalizmin sağladığı özgürlük, kendisine yönelindiği anda ortadan kalkar. O aşamadan sonra işkenceler, hapis cezaları, sürgünler, yasaklar, toplatmalar, sansürlemeler, akla hayale gelebilecek

tüm baskı yöntemleri uygulanır. Onlar, bireyin, bireyciliğin sanatının yapılmasını isterler. Kendi derdine düşmeyi, başkasını umursamamayı, güç karşısında biat etmeyi öğütleyen, sömürüye ses çıkarmayan, egemenlerin dünyasının yaldızlı bir parçası olan sanata özgürlük tanırlar. Oysa sosyalistler açısından bencilliği öven, halkları yoksullaştıracak ve sömürüye açık hale getirecek olan, bir avuç oburun dünyası için milyonlarca insanı köleleştirecek bir dünyayı öğütleyen bir sanata yer yoktur. Halka düşman olan, halkın egemenliğini tehdit eden sanata karşıdır sosyalizm. Halktan yana olan ve tüm halkın ekonomik ve sosyal açıdan mutlu olacağı bir dünyanın sanatı ise desteklenir ve teşvik edilir. Tüm milliyetlerin kendi kültürel değerlerini en güçlü şekilde koruyabileceği ve yaşayabileceği, tüm halkın tüm sanat ürünlerine koşulsuz şartsız erişebileceği, isteyen herkesin kültürel sanatsal bir aktivite içinde olabileceği sanat sosyalizmle mümkündür. Sanatta özgürlük; ahlakın, onurun ve erdemin sanatının yapılabileceği koşulların oluşmasıyla mümkündür. Ahlak, onur ve erdemin sanatı, kısacası özgürlüğün sanatı, sosyalist sanattır...o


07-09 zulfu_sablon 2/6/12 12:43 PM Page 7

eleştiri

eleştiri

biraz tevazu, başka bir şey istemiyoruz ismail şah

15 Ocak 2012 tarihli Vatan gazetesinde, Zülfü Livaneli imzalı, “Edebiyet ve Sol” başlıklı bir yazı yayınlandı. Yazı, paragraf paragraf incelenmesi ve içerdiği yanlış ve gerçek dışı bilgiler hakkında mutlaka cevap verilmesi gereken ibret vesikası olarak değerlendirilecek bir yazıydı. Yanlış bilgiler veren yazarının tüm niyetlerinden bağımsız olarak (belki niyeti de o yöndedir bilemiyoruz) Lenin’e, Jdanov’a, Stalin’e ve tabi doğallığında sosyalizme yönelen bu tür bir saldırıya, adı geçenlerden yana tereddütsüz taraf olduğumuzdan cevap verme gereği duyuyoruz. Livaneli, yazısına Alman yazar Hans Fallada’nın “Marksizm halkın kültür düzeyini yükseltir, entelektüellerinkini ise düşürür.” cümlesiyle başlamış. Yanlış bir önerme. Marksizm neden entelektüellerin düzeyini düşürsün ki? Biz elbette buradaki “entelektüeller”den, halkın aydını olma mütevazılığını gösterebilenleri, halktan da öğreneceği birçok şey olduğu bilincine sahip olan aydınları anlıyoruz. Yoksa, sırça köşklerinde, bohem ve kelimenin gerçek anlamıyla “yalnız” yaşayan, kimseyi beğenmeyen, halkı hakir gören, dünyanın ken-

di etrafında döndüğünü düşünen megalomanları değil... Başta bunu söyleyelim ve sonra yazarın sakat düşüncelerine karşı kendi düşüncelerimizi ifade edelim. “Yalnız Marksizm değil herhangi bir ideoloji, yazarın düşüncesini kalıplar içine oturtmaya, eserini biçimlendirmeye başlarsa orada özgünlük ve bağımsızlıktan söz etmek zorlaşır. Yazar, kişisel olarak kendini bir davaya, bir ideolojiye, yurt savunmasına, monarşiye ya da cumhuriyete adayabilir ama bu bağımlı durum onun eserini etkilemeye başladığı zaman büyük bir zayıflık ortaya çıkar.” diyor Livaneli... Neden bir aydının inandığı değerler doğrultusunda ürettiği eserler zayıflık içersin ki? Örneğin, yazarın kendisinin de okuduğuna yüzde yüz emin olduğumuz, üstelik bizim için ölçü değil ama yazar için bir ölçüt olabilir, Nobel Edebiyat Ödülü almış komünist yazar Şolohov’un “Durgun Don” romanı zayıf mıdır? Veya ömrünü sosyalizme adamış olan Maksim Gorki’nin eserleri zayıf mıdır? Örnekler çok da, yazara yeterli

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 7


07-09 zulfu_sablon 2/6/12 12:43 PM Page 8

Hem Rusya’da proletaryanın olmadığını kim söylüyor? Çarlığın olduğu bir yerde, sanayinin olamayacağını mı düşünüyor Livaneli? Gemicilik ve madencilik olmak üzere, ağır sanayi ve diğer sektörlerde köylüler mi çalışıyordu acaba? Belki köylü sınıfı çoğunlukta, tarım sanayiden daha baskın durumdaydı ama bu durum işçi sınıfının olmadığını göstermez. İşçi sınıfı, Ekim Devrimi’nin fiziki ve fiili önderi konumundadır. Zaten Lenin’in Marksizme, Marksist devrim teorisine yaptığı bir diğer katkı da, devrimde sınıfların mevzilenmesinde işçiköylü ittifakı önermesini getirmesi ve bunu başarılı bir şekilde hayata geçirmesidir.

gelir mi bu örnekler bilemiyoruz. Bir aydının kendi düşüncesine, inancına uygun eserler üretmesinden daha doğal ne olabilir ki? “Özgünlük ve bağımsızlık”tan kastı ne olabilir acaba yazarın? Bu kavramlar, kerameti kendinden menkul “entelektüeller” tarafından iğdiş edilmiş durumdadır bugün. Kimden ve neden bağımsız olacak bir aydın? Tarafsızlık, aydın olmanın vazgeçilmez koşulu mudur yani? Bir şeye inanacaksın ama o inanç beyninde, yüreğinde kalacak, eserlerine yansıtmayacaksın. Peki ne üretecek, kim için üretecek, nasıl üretecek ve her şeyden önemlisi ne anlatacak bu entelektüel, bu aydın? Tam da burada sormak gerekiyor: Teoride sosyalist, pratikte tarafsız olan birine nasıl “aydın” diyeceğiz? İnandığı değerler dışında eserler üreten, eserlerine inancını katmayan birine nasıl güveneceğiz? Livaneli’nin tarif ettiği aydın tipi budur işte. Biz bunu kabul etmiyoruz. Bir aydının özü ile sözü bir olmalıdır, inandığı değerleri eserlerine yansıtmalıdır. Bu durum onu alçaltmaz, aksine değerini yüceltir, güven vermesini sağlar halka.

8 | TAVIR | ŞUBAT 2012

Aydınlarımızın, sınıfsal karakterlerinden dolayı tedavisi zor bir hastalığıdır her şeyi bilmek! Livaneli de Büyük Ekim Devrimi’nin, yani dünyanın ilk sosyalist devriminin, Marks ve Engels’in öğretilerine aykırı olduğunu söylüyor. Evet Marks ve Engels, sanayi devrimini yapmış ve proletaryanın en güçlü olduğu İngiltere, Fransa ve Almanya’da sosyalist devrimlerin olacağını öngörüyorlardı. Ancak yazarımızın burun kıvırıp beğenmediği, “pragmatik bir politikacı” dediği Lenin’in Marksizme en büyük katkısı olan emperyalizmi teorize etmesi; devrimlerin artık emperyalist döneme girildiği için, emperyalizmin yumuşak karnı olan sömürgelerde ve yarı sömürgelerde patlak vereceğini öngörmesi ve teorisini de en başta kendi ülkesi olan Rusya’da pratiğe dökmesi ile oluşan Marksizm-Leninizm ideolojisi, bugün için proletaryanın yegane ideolojisi olarak ezilenlere yol göstermeye devam ediyor. Böyle koca bir tarih var arkasında Marksizm-Leninizm adının; öyle yazarın dediği gibi “yıllar sonra adına başka bir ad eklendi” ile olmuş bitmiş bir şey değil. Biraz bilimsel düşünce, başka bir şey istemiyoruz.

Marksizm, hayatın diyalektiğinden ayrı, kuru bir teori değil, bizzat hayatın içinde, her ülkenin kendi koşullarına uyarlanabilecek bir eylem klavuzudur. Lenin de bu teoriyi kendi ülkesinin koşullarına uygulamıştır, o kadar. Leninizm denilen kuram da bütün bunların toplamına denilir. Yani Leninizm, emperyalist dönemin Marksizmidir. Öyle Livaneli’nin dediği gibi taban taban zıt teoriler değillerdir, ki bugün zaten tüm dünya ML’leri bunu böyle kabul eder. Tüm dünya yanlış biliyor, bir tek Livaneli doğru. Biraz tevazu, başka bir şey istemiyoruz. Bu ideolojik tartışmayı böylesi kısa bir yazıda ayrıntılı bir şekilde yapmanın gereği yok aslında. Yetmeyen, yeterli gelmeyen, açılması, ayrıntılandırılması gereken birçok şey çıkacaktır çünkü. Livaneli’nin “Rusya’da işçi sınıfı yoktu” sözüne, “Yanlış! Vardı” deyip geçmenin de sığlık olacağı düşüncesiyle kısaca devrim öncesi Rusya’ya ilişkin yukarıda söylediklerimizi yeterli görüyoruz. Livaneli çok merak ediyorsa, eksik bilgilerini Lenin’in, Stalin’in kitaplarından rahatlıkla tamamlayabilir. Ya da onlara inanmazsa dönemi anlatan Troçkist yazar İsaak Deucher veya başka araştırmacıların kaynaklarına da başvurabilir... Yazarın Stalin ve Jdanov düşmanlığına da değinmek gerekiyor. Marksizmi savunduğunu söyleyen ama Lenin’i ve Stalin’i anti Marksist gören anlayış, neredey-


07-09 zulfu_sablon 2/6/12 12:44 PM Page 9

öyle mi? 20 milyon insan akılsız şekilde ölmüş de, bir Livaneli mi akıllı! Biraz şehitlere saygı, başka bir şey istemiyoruz. Livaneli’nin; SBKP’nin, genel sekreteri Joseph Stalin’in ve kültür bakanı Andrei Jdanov’un bizzat, birinci elden aydın ve sanatçılarla yürüttüğü ders verici tartışmaları, kömünist partinin aydınlar üzerindeki despotluğu olarak görmesi, taşıdığı “özgün ve bağımsız” sanatçı prototipine uymadığından olabilir. Jdanov’un “proletarya edebiyatı” konusundaki geniş ve engin düşüncelerini, yazarlara “O yıl Sovyet tavukları daha çok yumurtlayacak” türünden eserler verme baskısına indirgemesini ise bu konudaki bilgisizliğine, cahilliğine vermek gerekiyor. Bu konuda da çok kaynak vardır, bulup okumasını tavsiye ediyoruz Livaneli’ye. Okur ve umarız görür SBKP’nin aydın ve sanatçıların önünü nasıl açtığını, gerçek anlamıyla sanatın özgürlüğünü nasıl sağladığını, sanatın elit bir kesimin elinden nasıl alınıp da halka ulaştırıldığını... Umarız görür ve anlar. Biraz hakkaniyet, başka bir şey istemiyoruz.

andrei jdanov

se tüm küçük burjuva aydın kesiminin amentüsü gibidir. Livaneli de öyle yazmış yazısında. Stalin’e “tiran” demiş, yani acımasız bir diktatör! Hemen şunu söyleyelim, bizler Stalin’i savunmanın, Marksizm-Leninizm’i savunmak demek olduğunu kabul edenlerdeniz. Stalin’i Hitler’le, Mussolini ile aynı kefeye koymak kendini bilmezliktir, aymazlıktır, utanmazlıktır. Hiç kimse, sosyalist anavatanın Nazilerden korunması, onunla da kalmayıp, tüm dünyayı olası bir Nazi imparatorluğundan, en vahşi faşizmden kurtar-

joseph stalin

manın adı olan Stalin’e kanlı bir diktatör diyemez. Onun önderliğindeki Kızılordu’nun tüm Avrupa’yı Nazi belasından kurtarmak için 20 milyon şehit verme pahasına yürüttüğü mücadeleyi, Stalin’in kişisel hırsı, diktatörlük hevesi ile açıklayamaz. Bu inanç hanginizde var sizin? Sorgulayın inancınızı, hangi değer için ölebilirsiniz ki siz? Kızılordu erleri, Nazilere saldırırken “Stalin için! Sosyalizm için! Sovyetler için!” diye haykırıyorlardı. Onlar şimdi Livaneli için boşu boşuna, kanlı bir diktatör uğruna ölen birer zavallı

“Komünist Parti halkın üstünde yeni bir sınıf olarak belirmişti. Gücü ve parayı insafsızca elinde tutuyordu. Bu dönem, 19. yüzyılın o görkemli Rus edebiyatının idam fermanı sayılabilirdi ki öyle de oldu.” ... Taha Akyol’un, Altemur Kılıç’ın, Ertuğrul Özkök’ün sözleri değil bunlar. Bizzat Livaneli’nin. Bunlar, en koyu sosyalizm/komünizm düşmanlarının ağzıdır, Livaneli’ye yakışmıyor. Bu mudur koskoca Sovyetler Birliği’nin, o dönem edebiyatı ile ilgili değerlendirmesi Livaneli’nin? Tek kelimeyle ayıptır! Milyonlarca eser üretilmiştir sanatın her alanında. Hiçbiri de Sovyet tavuklarının daha çok yumurtlayacağını işlemiyor. İnsana, insani değerlere ve insana yakışan en doğru yaşam biçimini savunan sosyalizme özgü eserlerdir. Ezilen dünya halklarına bırakılmış nadide eserlerdir hepsi de. Bir çırpıda bütün bunların üzerine çizgi çekmenin adı nedir? Livaneli bu soruya kendisi cevap versin. Biraz doğru değerlendirme ve gerçekler, başka bir şey istemiyoruz. o

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 9


deneme deneme

emek sineması ve sanatın misyonu yelda sezer

Emek Sineması’nın yıkımının belediye tarafından yapıldığını düşünmek eksik olur. Bu yıkım tek başına belediyenin değil, AKP’nin her şeyi rant haline getiren politikası sonucudur. AKP, kapitalizmin kurallarını uygulayan bir iktidardır. Bunun karşısına ise ancak örgütlü bir “sanat cephesi” yaratılarak çıkılabilir. Bugün sanatçıların önlerinde duran en acil görev budur. Örgütlenmek ve halkla buluşmak. Emek Sineması da ancak o zaman sahipsiz kalmayacaktır...

“Moskova Metrosu”nu duyanınız, göreniniz var mı? Devasa bir metrodur Moskova Metrosu. Kızılordu ve Komünist Gençlik Birliği'nden tam 13 bin kişi bu metro inşaatında görev alır. SSCB’nin en iyi mimarları ve sanatçılarının görev aldığı bu metronun iç dekorasyonu, duvarları, tavanları Sovyetlerde yaşayan halkların yaşamını, kültürünü anlatan kabartma resimlerle, çizimlerle doludur. Öyle ki "Moskova Metrosu’nda insanın beyni, yüreği hafifler. Cennet misali bir yer adeta" der halk. Sovyet yaşamının nakış nakış işlendiği ve tamamıyla Sovyet uzmanları ve halkı tarafından yapılan bu proletarya mimarisi; en güzel renkleri, en güzel desenleri ile halkın direnişini, zaferi işlemiştir duvarlara ve de tarihe... Sosyalizmin zaferidir Moskova Metrosu; sosyalist zaferin tüm ayrıntılarını yansıtmasıyla, tüm ezilen dünya halklarının birliğini ve geleceğe olan inancını büyütmesiyle, sosyalizmin bir armağanıdır bizlere... Bu, sosyalizmden küçük bir örnektir. Peki kapitalizm tarihe nasıl bakar, tarihi eserleri nasıl yaşatır ve nasıl bir eser bırakır geleceğe? Ülkemizde bu konuyu çeşitli örnekler üzerinden tartışmak mümkün. Yani ülkemizde kültür, sanat nasıl var eder kendini, sanatçıların çalışmaları nelerdir ve AKP iktidarı halka ve halk kültürüne nasıl bakar?... Belirli dönemlerde bazı aydın ve sanatçılar, sanat kurumları bir araya gelerek AKP’nin sanata ilişkin politikalarını protesto eden yaklaşımlarda bulunuyorlar. Örneğin son zamanlarda tarihi Emek Sineması’nın yıkılmasının tekrar gündeme gelmesiyle buna karşı bazı eylemler örgütlendi. Belediye tarafından Kamer İnşaat’a verilen ve bir ticaret merkezi haline dönüştürülecek olan Emek Sineması’nın tarihi

14 | TAVIR | ŞUBAT 2012


SSCB’nin en iyi mimarları ve sanatçılarının görev aldığı bu metronun iç dekorasyonu, duvarları, tavanları Sovyetlerde yaşayan halkların yaşamını, kültürünü anlatan kabartma resimlerle, çizimlerle doludur.

bir bina olduğu ve korunması gerektiği ifade edildi. Kuşkusuz bunlar yapılması gereken önemli eylemlerdir. Ancak Emek Sineması, bina olarak varken tarihi özelliğine denk düşen, halkın yaşamını anlatan, kitleleri kucaklayan filmlere ev sahipliği yapmış mıdır örneğin? Emek Sineması’nın ruhuna aykırı filmler gösterildiğinde bunun ne kadar karşısında durulmuştur? Yani Emek Sineması açıkken nasıl yaşatılmıştır ve bugün neden ayakta durmalıdır? Sorulması ve cevaplanması gereken budur. Tarihsel bir mirası korumak önemlidir, ancak sanatçının görevi sadece binada kullanılan taşları, mimari biçimi vb. korumak değil, o bina içerisinde halka yönelik eserler üreterek ve bunu geniş bir halk kesimiyle paylaşarak halkın bilincini yükseltmek ve zevklerini, estetik beğenisini olması gereken düzeye çekmektir. Tarihi Emek Sineması’nı yaşatmak da ancak böyle mümkün olacaktır. Kaldı ki sorun tek başına Emek Sineması’nın yaşatılması mıdır? AKPnin bugün sanatı ayaklar altına alan birçok uygulaması vardır. AKP rant uğruna halkın yaşadığı tüm alanları, tüm değerleri, sanatı, sanatçının üretimlerini bir bütün olarak hepsini bir meta haline getirmiştir. Kentsel dönüşüm adı altında Tarlabaşı, Sulukule gibi tarihi yerleri ticarete açmış, yoksul gecekondu mahallelerinde halkın tek göz evini başına yıkmış ve hala da buna devam etmekte-

dir. İnsanların çocukluklarını geçirdikleri sokakları, mahalleleri, orada var ettiği, yaşattığı tüm değerleri bir anda silen AKP’ye karşı bugün sanatçılar, aydınlar kendi cephelerinden nasıl karşı durmuştur? Çok acıdır ki sessiz kalınmıştır. AKP’nin tüm halka yönelik böylesi saldırıları karşısında sessiz kalmak sanata yönelik saldırıları karşısında da güçsüzleşmek anlamına gelmektedir. O zaman Kars’taki heykeli savunmak da giderek zorlaşmış ve tek tek bireysel ve dönemsel karşı çıkışlar heykelin yıkılmasını engelleyememiştir. Sanatçıların bunu görmeleri gerekmektedir. Bugün sanatçılar, yazarlar geleceksiz, güvencesiz yaşamaktadırlar. Örgütsüz olmanın yanında İktidara muhalif bir eser, maddi olanaksızlıklar içerisinde bir şeyler üretmek, bunları halka sunacak bir mekan, bir alan bulmak artık daha da zorlaşmıştır. Atatürk Kültür Merkezi (Bugün burası bile AKP’nin şiddetine maruz kalıp yıkılmak üzere üç yıldır kapalı tutulmaktadır), Cemal Reşit Rey konser salonları gibi var olan sanat kurumlarının da neye, kime ve nasıl bir kesime hizmet ettiği ortadadır. Halktan uzak eserlerin üretildiği bu kurumlar halka yönelik kurumlar değildir. Hal böyle olunca sanatçılar da kendile-

rini içkili, kokteylli mekanlarda var etmektedirler. Ya da AKP’nin “sanatçı toplantıları”na bel bağlar duruma gelmektedirler. Kendinden olmayan her şeyi yok eden AKP adeta osmanlı padişahları gibidir. Nasıl ki padişahlar sarayında her daim, ihtiyaç oldukça kendisine övgüler dizen şairler yazarlar vs. topluluğunu bulunduruyorsa, sanatçılara “benden olun, beni övün, sırtınız yere gelmez” çağrısı yapmaktadır. İşte tüm bunlara karşı çıkmamak, beraberinde bir dejenerasyonu getirmektedir. Böylesi halkın içinde olmayan, halkın acılarını, evi başına yıkılan yoksulun derdini paylaşmayan, ona yönelik eser üretmeyen bir sanatçı halkı da yanında bulamaz ve işte o zaman yalnızlaşır. Bu nedenle Emek Sineması’nın yıkımına karşı protestolar dar bir çevrede kalmakta, halkın katılımını sağlayamamaktadır. Örgütsüz olan sanatçı, aydın her kimse kapitalizmin çarkları arasında sıkışıp kalmak durumundadır. Kapitalizmde her şey ticarettir, her değer paraya göre ölçülür. Emek Sineması’nın yıkım projesini alan Kamer İnşaat’ın ortaklarından Ahmet Akbalık yaptığı açıklamada bunu çok açık söylüyor. Emek Sineması yanında 10 küçük sinema daha yapacaklarını söyleyen Akbalık, “Neden bu kadar çok sinema?” sorusu üzerine ise şu cevabı veriyor: “Sinema işletmesinin ayakta kalması ancak bu tür modellerle mümkün. Tek sinemayla işi

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 15


Emek Sineması’nın yıkımına karşı protestolar dar bir çevrede kalmakta, halkın katılımını sağlayamamaktadır. Örgütsüz olan sanatçı, aydın her kimse kapitalizmin çarkları arasında sıkışıp kalmak durumundadır.

döndürmek mümkün değil.” Emek Sineması’nın tarihine dokunulmadığını, sökülüp taşınacağını söyleyenlerin ağzından çıkıyor bu cümleler. Dertleri elbette ki tarihi korumak değil, “sinema işletmesi”ni büyütmek. Kapitalizmin sanata böylesi düşmanlığına karşı sosyalizmde ise sanat halkın yaşamının bir parçasıdır. Sanat ekmek, su gibi zorunlu bir ihtiyaç olarak hissedilir. Ve sosyalist devlet de halkın bu ihtiyacı için muazzam derecede olanaklar sağlamıştır. Örneğin Sovyetlerde devrimden hemen sonra çok yaygın olarak “İşçi Kültür Merkezleri” kurulmuş ve tüm halkın bu merkezlerden faydalanması bizzat devlet tarafından sağlanmıştır. İçerisinde tiyatro salonu, konferans salonu, kulüp odaları, kütüphaneler, spor salonları, sergi holleri, dinlenme odalarını barındıran devasa büyüklükte kültür sarayları ve işçi kulüpleri kurulmuştur. Örneğin Moskova’da yaklaşık 3 bin elemanı olan “SSCB Büyük Akademik Devlet Tiyatrosu” bulunmakta olup bunlardan daha onlarcası yapılmıştır. Sovyetler var olan tarihi eserleri korumakla kal-

16 | TAVIR | ŞUBAT 2012

mayıp daha önce Çarlığın dar bir çevresine hitap eden yerlerinin tersine tüm halk için ve halkla birlikte her yerde sanat kurumları inşa etmiştir. İşte böylesi bir ortamda kültür ve sanat halk için aç, susuz kalmaktan daha önemlidir. Öyle ki 1941’de Leningrad Naziler tarafından kuşatıldığında Sovyet askerleri, Sovyet halkları bunun çok çarpıcı örneklerini göstermişlerdir. Leningrad Kuşatması Belgeseli’nde savaş zamanında müze uzmanlığı yapan kişi bununla ilgili şöyle bir anısını anlatmaktadır: “(…) Bu inanılmaz bir olaydı. Bize yardım eden askerler Sibirya’dan daha yeni gelmişlerdi. Daha önce hiç böyle bir yerde bulunmamışlardı. Leningrad’ı tanımıyorlardı bile… Sürekli resimlerle ilgilendiler; bu nedir, şu nedir diye sordular. Bu beni çok şaşırtmıştı. Kuşatma ve hayal gücüm benim bu insanlara bakışımı keskinleştirmişti. Onların kibar, anlayışlı, nazik gözlerine baktım. Yüzlerinde şaşkınlık ve sanki bir mucizeyle karşılaşmışçasına bir huşu ifadesi gördüm. Soğuktan donmalarına rağmen yaz bahçesindeki ağaçları kesip ısınmayı düşünmediler. Aç olmalarına rağmen Mil-

li Bitkiler Fakültesi’nde bulunan zengin koleksiyonun tek bir parçasına dokunmadılar… Bu heykelleri bombalardan korudular, kitapları yok olmaktan koruyup kütüphaneye iade ettiler. Bunları şaşırtıcı bulsanız da öyle oldu ama bence bütün bunları koruyarak kendimizi de korumuş olduk…” Ve Leningrad’da 1 milyon insan açlıktan ölmüştür. Ancak böylesi açlıktan ölümlerin yaşandığı bir şehirde ölüm pahasına, değerlerini, kültürünü koruyan bir bilinci ancak sosyalizm yaratabilir. Bu nedenle Emek Sineması’nın yıkımının belediye tarafından yapıldığını düşünmek eksik olur. Bu yıkım tek başına belediyenin değil AKP’nin her şeyi rant haline getiren politikası sonucudur. AKP, kapitalizmin kurallarını uygulayan bir iktidardır. Bunun karşısına ise ancak örgütlü bir “sanat cephesi” yaratılarak çıkılabilir. Bugün sanatçıların önlerinde duran en acil görev budur. Örgütlenmek ve halkla buluşmak. Emek Sineması da ancak o zaman sahipsiz kalmayacaktır... o


17-20 fasizimin sanata bakisi_sablon 2/6/12 12:47 PM Page 17

güncel

güncel

faşizmin sanata bakışı doğan ışıklı

"Hasan Harakani'nin türbesinin yanına bir ucube koymuşlar, garip bir şey dikmişler. Oradaki tüm vakıf eserlerinin, o sanatkârane eserlerin olduğu yerde böyle bir şey olması düşünülemez.” (9 Ocak 2011/Kars’ta bir açılış töreninde yaptığı konuşmadan) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan •“Bugün konuşanların tarihe, sanata saygıları yok. Bize sanat dersi vermeye kalkıyorlar.” (Aynı konuşmadan) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan “Başbakan, Kars’ın dokusuyla bağdaşmayan çok sayıda yapılaşma gördü ve üzüntüsünü dile getirdi. Otelin açılışında ‘Bu dokuyla bağdaşmayan çirkinlikleri nasıl yaptınız? Bunları iyileştirmeye çalışın’ dedi. Türbenin ve külliyenin dokusuyla bağdaşmayan çevredeki gecekonduları gösterdi. Belediye başkanını, valiyi, vakıflar bölge müdürünü, hepimizi bir araya toplayıp ‘Bu gecekondulaşmalar, bu külliye düzeniyle bağdaşıyor mu? Bir an önce kamulaştıracak mısınız, ne yapacaksanız yapın, bunları kaldırın’ dedi. Bir heykel sözü, metinlere dönüp tekrar bakın, geçmedi.” Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 17


17-20 fasizimin sanata bakisi_sablon 2/6/12 12:47 PM Page 18

ayrık otları birbirine karışıyor. Bir kısmı faydalı, bir kısmı zehirli." İç İşleri Bakanı İdris Naim Şahin “Bunun biri Ermeni, kendini kasıyor. Diğeri ise Türk de elini uzatmış, ezik büzük özür diliyor. Gözyaşları da, Ermenilerin sevinç gözyaşları.” Kars Belediye Başkanı Nevzat Bozkuş

Geçtiğimiz yıllarda Antalya’da MHP’li bakanın müstehcen bulduğu gerekçesiyle kent merkezindeki heykeli kaldırtması ve İzmir’de heykel düşmanlarının çevrede bulunan kadın heykellerine saldırılar düzenleyerek onları parçalamaları halen daha hafızalarımızdaki tazeliğini koruyor.

"Böyle sanatın içine tüküreyim, ahlaksızlığın adını sanat koymuşlar" Ankara Büyük Şehir Belediye Başkanı Melih Gökçek (Mehmet Aksoy’a ait olan ve Altın park’ta bulunan “Periler Ülkesinde” isimli eseri parçalatarak kaldırtmıştı.) "Bu ülkenin entelektüellerinde rakı içme kadar okuma alışkanlığı olsaydı, Orhan Kemal fakir ölmezdi." Kültür Bakanı Atilla Koç “Evet ucube dedim.” Başbakan Recep Tayyip Erdoğan •“Bankamatik sanatçılığını önlemeye çalışıyoruz. Çünkü 40 yaşından sonra hatta 35’ten sonra sahnede zorlanıyorlar. 35’ten 65’e kadar 30 sene çalışmadan maaş ödüyoruz.” Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay •"(...) Birileri de ciddi halde saptırma yaparak, kendine göre gerekçeler uydu-

18 | TAVIR | ŞUBAT 2012

rarak, makulleştirerek, teröre destek veriyor. Resim yaparak, tuvale yansıtarak, şiir yazarak, şiire yansıtıyor, günlük makale yazarak. Hızını alamıyor. Terörle mücadelede görev almış askeri ve polisi, sanatına, çalışmasına konu yaparak demoralize etmeye çalışıyorlar. Terörle mücadele edenle bir şekilde mücadele ediliyor. Arka bahçe İstanbul'dur, İzmir'dir, Bursa'dır, Viyana'dır, Londra'dır, Washington'dur, üniversitede kürsüdür, dernektir, sivil toplum kuruluşudur. Oraya da sızmışlardır. Bakmışsınız kültür, eğitim derneği. Bakarsınız 'think tank' kuruluşu. Dağdakiyle mücadele kolay. Ama arka bahçede ayrık otuyla

“Bizdeki Yunan eserlerini batı ülkelerine verelim, onlar da bize İslam eserlerini versinler” Kültür Bakanı Atilla Koç

“Hasankeyf’te kültürel varlığımız yok.” Kültür Bakanı Atilla Koç "Biz, yıkmamız gerektiğinde yıkarız, ama yapmak için yıkarız. AKM'yi 1970'te o günün anarşist komünistleri, burada


17-20 fasizimin sanata bakisi_sablon 2/6/12 12:47 PM Page 19

burjuvalar eğleniyor diye sabote ettiler ve yaktılar." Kültür Bakanı Atilla Koç (Oysa AKM 1970'te elektrik kontağından çıkan yangında yanmış, olayda sabotaj izine rastlanmamıştı.)

“Allianoi, güya ilim adamı diye geçinenlerin meşhur olmak için uydurdukları bir şeydir. Katiyen Allianoi diye bir şey yok. Burada basit, her yerde görünen bir kaplıca var.”

“Şiir az gelişmiş ülkelerde gelişmiştir.” Kültür Bakanı Atilla Koç Bu dönem, AKP’nin başta AKM, çok sayıdaki tiyatro, opera ve bale sahnesini yıkarak buraları “para getirecek” işletmelere dönüştürme uğraşı içerisinde olduğu dönemdi. Emektar sanatçılar, sanatlarını icra ettikleri mabetlerini korumak için sokaklara dökülürken, AKP’nin kültür bakanı Atilla Koç “65 yaşında ve daha yaşlı bir kişi nasıl arya söyleyecek, nasıl bale yapacak? Bazı sanatçılarımız sahnede değil, evde ölmeli” diyordu. “Allianoi diye bir yer yok” Aynı zihniyet, Allianoi’nin üzerini kumla ve betonla örterken, Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’nun söyledikleri, devletin yıllarca Kürtlere yönelik tezini anımsatıyor: Allianoi diye bir yer yok.

“Sol”dan devşirdikleri gibi Kültür ve Turizm Bakanı yaptıkları Ertuğrul Günay da bu tavra “Allianoi duyarlılığı abartıldı” sözleriyle destek veriyordu. AKP’li İnebolu Belediye Başkanı İdris Güleç, Karadeniz sahil yolunu konu alan ödüllü belgesel “Son Kumsal”ın gösteriminin 10. dakikasında Faşist, yüzünü açığa çıkarttı, yönetmen Aydın Kudu’ya “Tasınızı tarağınızı toplayıp burayı terk edin. Senin şimdi ağzını burnunu dağıtırım. Sen beni ne sanıyorsun... Defolun gidin buradan” diyerek yönetmene saldırdı.

AKP’nin kültür ve sanata saldırıları sadece bunlar değil, iktidarda olduğu süre içerisinde birçok sanatçıya ve sanat eserine davalar açıldı ve hala sürmekte bu davalar. • Evrensel Gazetesi karikatüristi Sefer Selvi, Erdoğan’ı ata benzettiği için aleyhine dava açılmıştı. • Cumhuriyet gazetesi karikatüristi Musa Kart, çizdiği karikatürde Erdoğan'ı yumağa dolanmış bir kediye benzettiği gerekçesiyle hakkında dava açılmıştı. • Penguen dergisinin 127'nci sayısının kapağında, Erdoğan mağdurlarından Cumhuriyet gazetesi karikatüristi Musa Kart'a destek olmak amacıyla "Tayyipler Alemi" adıyla hazırlanan karikatür yayınlanmıştı. Tayipler Alemi karikatürü sebebiyle Penguen dergisine de dava açılmıştı. • Leman Dergisi karikatüristlerinden Mehmet Çağçağ Reco Kongo kenesi Türkiye’nin anasını ağlatıyor başlığı ile kapak yaptığı ve bir vatandaşın sırtına Kırım Kongo hastalığına neden olan bir kenenin bindirildiği şekliyle resmetmiş,

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 19


17-20 fasizimin sanata bakisi_sablon 2/6/12 12:47 PM Page 20

FAŞİZMİN KÜLTÜR VE SANATA SALDIRILARI bu sebeple tazminat davasına çarptırılmıştı. • Laz Marx oyununun Rize’deki gösteriminden sonra Başbakan’a hakaret gerekçesiyle oyun yönetmeni ve oyuncusu Haldun Açıksözlü iki yıl sekiz ay hapis cezası istemiyle yargılanmıştı. • Beyoğlu Kumpanya sanat topluluğundaki 16 kişiye, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından “Ülkemizden” adlı oyunda söylenen şarkıda geçen “İşportacı Tayyip” sözü nedeniyle dava açılmıştı. •Dersim 38 Belgeseli Kültür-Bakanlığından onay alamamış ve belgeselin gösterime girmesi uzun yıllar hukuk mücadelesi verilmesi sayesinde olmuştu. • Haşmet Zeybek'in kaleme aldığı ve Devlet Tiyatroları Trabzon Bölge Müdürlüğü'nce sahnelenen "Düğün ya da Davul" oyununda, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın "Ananı da al git" ve "Askerlik yan gelip yatma yeri değildir" sözlerinin kullanılması üzerine Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü idari soruşturma açmıştı. o

lahıma gidiyor.” Joseph Goebbels (Hitlerin Propaganda Bakanı) •Felsefe için varit olan şey sanat için de varittir. “Sanat her zaman hususi bir kanın verimidir… Alred Rosenberg (Nazilerin ideologlarından) •…Ruhunun açlığını ve fikrinin susuzluğunu gidermek için kendini ekmeğinden mahrum eden insanı hiçbir zaman anlayamaz. Zaten bir insanın, ırkına has olmayan bir şeyi anlaması kabil değildir. Adolf Hitler •Fakat bazen öyle ırklar vardır ki, ”Hiçbir sanat verimine kabiliyetleri yoktur, mesela Yahudi ırkı gibi.” Adolf Hitler •Eğer biz galip gelirsek, Marksizm tamamen yok edilecektir. Bizim hoşgörümüz yoktur. Son gazeteleri yok edilene, son örgütleri halledilene, son eğitim merkezleri dağıtılana ve en son Marksist de doğru yola döndürülene veya köküne kibrit suyu dökülene kadar rahat etmeyeceğiz. Adolf Hitler

“Ne zaman kültür lafını duysam elim si(28 Şubat 1926 tarihinde Hamburg Milliyetçiler Kulübünde yaptığı konuşmadan.) •10 Mayıs gecesi Berlin Opera alanında kitaplar yakılıyor. Nazi Kültür ve Propaganda bakanı olan Göbbels ”Yangının yeni bir çağa ışık tuttuğunu” söylüyor. •”Şimdi kitapların yakıldığı yerde, gelecekte insanları da yakarlar.” Alman Şairi Heinrich Heine •“Slavlar bizim için çalışacaklardır. Onlara ihtiyacımız kalmadığında ölebilirler. Bu yüzden mecburi aşılamaya ve Alman sağlık ekiplerine lüzum yok.

20 | TAVIR | ŞUBAT 2012

Slavlar çoğalmamalıdırlar. Çocuk yapmayı önleyen ilaçlar alabilirler ya da çocuk aldırabilirler, bu daha iyidir. Eğitim tehlikelidir, yüze kadar saysınlar yeter. Her okumuş insan yarının düşmanıdır. Dini, onlara bir oyalama aracı olarak bırakacağız. Yiyeceğe gelince, gereğinden fazlasını almayacaklardır.” Martin Bormann (Hitlerin sağ kolu ve parti sekreteri A. Rosenberg’e yazdığı 23 Temmuz 1942 tarihli mektuptan) •“Hoşgörü zaaf demektir. Bu nedenle vatanın çıkarları gerektirdiği takdirde cezalar merhametsizce uygulanacaktır. Yolunu bulamamış saf vatandaş bu yönetmelikten zarar görmeyecektir. Fakat eğilimlere ne olursa olsun siyasal tahrikçiler ve entelektüel elebaşları uyarıyoruz. Yakalanmamaya bakın, zira gırtlağınıza yapışacağız ve sizin yöntemlerinizi bizler size karşı uygulayacak ve susturacağız.” S.S Führer Eicke (Dachau Kampı Müdürü) •“Halk düşmanlarına savunma hakkı tanımıyoruz… Biz nasyonal sosyalistler yapmacık ılımlılıklara ve yersiz vicdan kurallarına bilerek karşı çıkıyoruz… Avukatların kandırıcı uygulamalarını ve hukuki incelikler denen maskaralıkları reddediyoruz.” Hermann Göring •”Biz halka gerçeği söylemiştik, sadece iktidara gelene kadar demokratik yollara başvuracağımızı açıklamıştık. Halk bizi bilerek seçti. Bizi yargılayamazsınız.” Hermann Göring (Nurnberg savaş suçları mahkemesinde kendisini suçlayan Amerikan başsavcısına verdiği cevap)


21-23 tomris_sablon 2/6/12 12:48 PM Page 21

güncel

güncel

bu kaçıncı dram! örgütlenelim! mehmet esatoğlu

Geçtiğimiz ay sinema sanatçısı Mesut Engin’in dramını konuşurken bu ay da bir başka sanatçı, Devlet Tiyatrosu oyuncusu Tomris Oğuzalp’in yaşadığı trajik durum gündemde yerini aldı. Uzun yıllar Devlet Tiyatrosu’nda değişik roller oynayan sanatçı, bir köşede “yalnız ve hasta” olarak yaşamaya çalışıyordu. Ortada trajik bir durum var. İnsan yaşayabilmek için bir dolu çaba harcıyor. Kendini eğitiyor, bir işe giriyor, orada yıllarını harcıyor sonunda belli bir para alarak emekli oluyor. Ancak doğru dürüst yaşayamıyor. Bir de buna “felaketler zinciri” eklenince işin içinden çıkamaz hale geliyor. Tüm çabamız insanca yaşayabilmek için. Ancak insanca yaşayabileceğimiz tüm yollar tuzaklarla dolu. Herkes gözünü dört açıp o tuzaklardan kaçındığını düşünürken bir gün kendisini kuyunun dibinde buluyor. Bir de sanatçılar var. Onlar başlangıçta daha farklı davranıyorlar. Belli bir yetenekleri olduğunu fark ediyorlar ya da önce çevrelerindeki insanlar kulaklarına fısıldıyor. “Bu kızın sesi çok güzel” ya da “bu çocuk çok yakışıklı ve yetenekli”. Bu fısıltıları duyan kişiler gizli bir sevinç duyuyorlar. “Asgari ücretten kurtul-

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 21


21-23 tomris_sablon 2/6/12 12:48 PM Page 22

dum”, “ben yırttım”, “ben kurtuldum” diye seviniyorlar. Ardından hem sanat yapmanın hem de güvencede olmanın yollarını arıyorlar. Sistemde tümüyle “güvenli” bir yol yok aslında. Kimi yollar “güvenli”, kimi yollar da riskli” gibi görünüyor, gösteriliyor. Ortaçağda sanatçı için en “güvenli” yol, egemen beyin yanına kapılanmak. Sanatçı müziğiyle, resmiyle ya da oyunculuğuyla derebeyin yanına kapılanıyor. Onun keyfini “hoş” eylemek üzere ömür boyu çabalıyor. Karşılığında karnı doyuyor ve bir dam altında yaşıyor. Beyin canını sıkacak bir hata yaparsa o zaman da kendini kapı önünde buluyor. Bir de pazar yerlerinde, sokaklarda çalıp söyleyen egemen beye de onun düzenine, anlayışına, din adamına, kolluk kuvvetine, soytarısına ağzına geleni söyleyen sanatçı var. Onun güvencesi yok. O da bu yolu seçerek “güvenli” yolu baştan reddetmiş zaten. Ama durumu da kolay değil. Ayağı bir sekti mi yandı gülüm keten helva. Osmanlı’da padişahın “güvenli” yolu uğruna yaşam biçimini, dinsel inancını, hatta adını değiştiren sanatçılar var. Ermeni oyuncu Güllü Agop adını ve dinini değiştirip Güllü Yakup olmayı kabul edince karşılığında padişahtan Türkçe oyun oynama tekelini talep ediyor ve alıyor. Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte sanatçı için “güvenli” yol, devletin kanatları altında yer almak oluyor. Özellikle müzik ve sahne sanatçıları resmi çatılar altında “salla başını al maaşını” tipi bir yaşam tarzı seçiyorlar. Otuzlu yıllarda ülke çapında cumhuriyet yönetiminin sorunları ortaya dökülmeye başlayınca edebiyat alanı şiiriyle, düz yazılarıyla yaşanan sorunları ele alan yapıtlar ortaya koymaya başlıyor. Yönetimin bu sanatçıları zindanlara tıkmasıyla gelişen süreçte müzik ve sahne sanatları alanında muhalif sesler (mapushane dışında) duyulmuyor, yapıtlar ortaya çıkmıyor. Otuz yılın ardından ’60’lı yıllarda yükselen politik muhalefetle birlikte sanatın

22 | TAVIR | ŞUBAT 2012

her alanı sesini yükseltmeye başlıyor. Ancak sanatsal örgütlenme gerçekleşemiyor. Kısa vadeli kimi sanat örgütlenmeleri kurulup dağılıyor. ’60’lı yıllara kadar emek alanında da sanat alanında da sancılı bir örgütlenme süreci yaşanıyor. Emek alanında her türden örgütlenme devletin sert müdahalesi ile ezilirken sanat alanında değişik alanlar örgütlenme yerine gruplaşmalar var ediyorlar. Dünya görüşü, estetik beğeni, yaratım gibi gündemlerle buluşan küçük gruplaşmalar uzun bir süre kendi çalıp kendi söyleme yolunu seçiyor. Edebiyat alanı dergiler üzerinden yazıp, çizip tartışırken diğer sanat alanları kendi içlerine kapalı bir tartışma yürütüyorlar. Sanatçının sorunları, sosyal güvencesi ise tüm sanat alanlarındaki sanatçıların ortak kaygısı olmasına karşın dile gelen bir talep olarak öne çıkamıyor. Kimi çevreler hak taleplerini dillendirmekten utanıp sıkılıyorlar. O yıllarda toplumdaki genel yaklaşım; sanatsal çabalar, sanat üretimi iyidir ama çok da gerekli olmayan eylemliliklerdir. Şiir yazmak, müzikle uğraşmak, dans etmek, resim yapmak boş insanların uğraştığı birer etkinliktir. Aslolan ise kapitalist sistemin doğrudan işlerini canla başla yapmaktır. Sanatla uğraşan kişiler günün birinde maddi zorluklara uğradığında buna karşı duranlar için bu durum, haklılıklarının iyi bir kanıtıdır. Toplumda genel-geçer yargılardan biri de şudur; sanat aslında gençlik yıllarında uğraşılan gelip geçici bir heves olmalıdır. Kişi belli bir yaşa geldiğinde bu “beyhude” işten bir an önce vazgeçerek esas para getirici işlere yönelmelidir. Aslolan mühendis-doktor olmaktır.(Bu yargı günümüzde Tayyip’in mühendis ve doktorları perişan etmesiyle darmadağın olmuştur!) Bir çocuk küçük yaşlarda para eder bir meslekten söz etti mi büyüklerinden ok-

kalı bir “aferin” alır, diğer kol gücüne dayanan mesleklerden söz edince hafif bir tebessüm, ancak sanat alanından herhangi bir mesleği dillendirdiğinde çevresindekiler koro halinde bir uyarıya girişirler. Koronun son cümlesi çok açık ve nettir: “Aç kalırsın aç!” Sanat alanını seçen kişi bir yandan büyük bir kahramanlık duygusu ve mutluluk içinde üretirken, öte yandan da kulağının dibinde dolanıp duran kör yargılardan etkilenir. Bir kesim bu yargılar karşısında dik durmayı başaramaz sanatını üretirken arkadan arkaya “güvenli” yol arayışını sürdürür. Toplumda vazedilen “güvenli” yollardan biri de ticaret alanıdır. Ancak bu alanda dış gözlemler edinip, kulaktan dolma bilgilerle işe girişmek kadar tehlikeli bir seçim olamaz. Sanat alanında uğraşan kişi dışarıdan bakarak ticarette bazı işlerin kârlı olduğu konusunda bir kanaate ulaşır. Elindeki üç-beş kuruşla ya da aileden bir birikimle bu alanlardan birine dalar. Ancak işin öyle olmadığı bir süre sonra anlaşılır. O alandan bir hamlede çıkıp gidemez de. Yatırdığı parayı geri almaya kalktıkça bir borç bataklığı içinde dibe çökmeye başlar. İşin dışarıdan görünümü de oldukça komiktir. İzleyici sahnede, beyazperdede izlediği bir oyuncuyu bir dükkanın kasasında gördüğünde şaşırır kalır. Beyaz perdede bir kahraman olarak özdeşleştiği onunla sevinip, onunla ağladığı, o vurdukça “vur” diye haykırdığı bir oyuncuyu örneğin emlakçı olarak görmek onun düşlerini zedeler. Sanatçı “güvenli” bir yol için çabaladığında içinde bulunduğu durum bir yanıyla da trajiktir. Sanatını kusursuz ve güzelliklerle donanmış bir biçimde üretmek ister. Ancak “iki cami arasında bi namaz” kalır. Bir yandan sanatı ondan tüm zamanını ister diğer yandan “güvenli” yol olarak seçtiği ticari alan. O bir yandan da kendine soluk alacak bir


21-23 tomris_sablon 2/6/12 12:48 PM Page 23

zaman yaratmak ister. Ama hiçbirine yetişemez.

şeyin iyi gittiğini, sağlık sorunlarının ise çözüme ulaştığını vazedip duruyordu.

Sanatçı kapitalist toplumda “rahat” ve “güvenli” yaşayabilmek için en az kapitalistler kadar acımasız ve üç kağıtçı olmak zorundadır. Sanatsal bir duyarlık ve sanatçı saftirikliğiyle hareket etmeye kalkarsa dört bir yandan kazık yeme durumunda kalır.

Binlerce insanımız felaketlerle boğuşup dururken sanat insanlarından birinin başına kötü şeyler gelince çevresinde büyük bir acıma korosu oluşuyor. Bu koro kişiye ilk günler kimi “kıyak”lar yapmaya çalışıyor. Ancak “kıyak”la nereye kadar gidilebilir? Acıma duygularının tükendiği gün kişi acımasız sistemle karşı karşıya kalıveriyor.

Sistemde her şey “dişe-diş” yöntemiyle çözülür. O da aynı yöntemle kendini ve ürününü pazarlamak durumundadır. Sanatçı Tomris Oğuzalp bütün bir ömrünü sanat alanına verdi. Başarılı, başarısız bir dolu sanat yapıtında canla başla çalıştı. Bir gün emekli oldu, hastalandı ve çaresiz kaldı. Ona dışarıdan bakanlar bir güvence içinde olduğunu sanıyordu. Ama bu sadece bir görüntüydü. İnsanın temel gereksinmeleri olan eğitim ve sağlık alanı birer soygun ve talan alanı olmuştu. Öğrenciler kötü koşullarda eğitim görüyorlardı. Kişi sağlığını yitirmeye başladığında büyük bir soygun çarkının ortasına düşüyordu. Ancak medyatik bombardıman eğitimde her

Bütün bir ömrünü çalışarak geçirmiş sanatçının acınacak duruma neden düştüğünü sorgulayan var mı? Konuya ilişkin yazıp çizilenlere bakarsak kişinin yaptığı kimi ekonomik yanlışlar öne sürülüyor. Ancak yapılan bir yanlışın bedeli bu kadar ağır mı ödenmeli? Hele hele iktidarın sağlık alanında arkadan arkaya yürürlüğe koyduğu soygun ve talan planları çevremizi kuşattıkça insanlarımız, sanatçılarımız kimbilir ne durumlara düşecekler? Sanat alanındakiler yaşanan sanatçı dramlarını gördükçe durumu sorgulamak, köklü çözümler yaratmak yerine, kendini kurtarmanın küçük hesaplarına daha çok sarılıyorlar. “Kurtulmak yok

tek başına, ne yumruktan ne zincirden” gerçeğine gelinceye kadar daha kaç trajik öykü dinleyip, kaç dram izleyeceğiz? Sanat alanı ülkede yaşanan politik saldırıları, ekonomik çıkmazları şimdilik “ah,vah”la izliyor. Yöneticilerin açık hedef göstermelerine Beyoğlu odaklı basın açıklamaları dışında somut bir tepki yok. Yöneticiler her dayanışmayı, birlikteliği “örgüt” suçlamasıyla zindanlara doldurdukça korku yayılıyor. Oysa bugün sanat çevrelerinin sistemin sanatçıyı süründürmesine, yaygınlaşan baskı ortamına ağlaşma, esip savurma dışında ciddi bir çerçeve çizip örgüt suçlamasına karşı örgütlenerek karşı koymaları gerekiyor. Sanatçıların, yaşlandıklarında kimseye muhtaç olmadan yaşayabilecekleri sosyal güvencelere kavuşmasının da, sömürü üzerine kurulu bu düzende insan gibi yaşayabilmesinin de ve en nihayetinde bir aydın olarak halka bu alanda öncülük ederek örgütlü mücadeleye çekme misyonunu yerine getirmesinin de yegane yolu budur: Örgütlenmek! o

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 23


deneme deneme

“düzgün baba”nın yolunda... ümit ilter “Erdemin ilk şartı burjuvadan nefret etmektir.” Gustave Flaubert

1… Burjuvazi, kestiği tırnaklarını lütfedip mazluma verirse, buna “hayırseverlik” der. Hayırsızların hayırseverliği de ancak bu kadar olur. “Hayırsever” için sözlükler şu tanımı uygun bulmuşlar: “…Yoksullara, düşkünlere, yardıma muhtaç olanlara yardım etmesini seven…” Tanım bu ve bizim sorularımız da şunlardır: Soru 1: Yoksullar niçin yoksuldur? Soru 2: Düşkünleri kim düşürmüştür? Soru 3: Yardıma muhtaç olmak nasıl bir insanlık halidir? Soru 4: “Yardım etmeyi sevmek” kimlerin hobisidir? Son sorudan başlayalım cevaplamaya. Açık ki, hayırseverlik, burjuvazinin hobisidir. Severek ve eğlenerek yapar bunu. Hatta, kendi aralarında sidik yarıştırır gibi, “hayırseverlik” yarıştırırlar. Ne de olsa, rekabet etmeden duramaz zamane haramileri. Sözlükler, “harami” kelimesinin karşılığı olarak “hırsız, haydut” yazmışlar. Bun-

24 | TAVIR | ŞUBAT 2012

lar burjuvazinin nitelikleri arasındadır. Emekçilerin yoksulluğunun nedeni, burjuvazinin hırsızlığıdır. Yoksulların düşkünlüğünün kaynağı, burjuvazinin haydutluğudur. Ve halktan insanları, önce yardıma muhtaç hale getirip sonra da “hayırsever” görünmek, burjuvazinin riyakarlığındandır… 2… Burjuvazi, “ayak takımı” olarak gördüğü halkın, her anlamda kendisine muhtaç olmasını ister. Sadece istemekle de kalmaz o hale getirir. Marx’ın ifadesiyle söylersek: “… Bir başkasının merhametine bağlı olan insan, kendisini bağımlı bir varlık olarak algılar.” Burjuvazi, zevkü sefasını işte bu algının üzerinde sürdürür. Ömrünü “Ezilenlerin Pedogojisi” ne vermiş olan Paulo Freire’nin ifadesiyle söylersek: “Yüce gönüllülükleri”ni sürekli ifade etme fırsatına sahip olmak için ezenler aynı zamanda adaletsizliği de

edebileştirmek zorundadırlar. Adaletsiz bir sosyal düzen; ölüm, çaresizlik ve sefaletle beslenen bu “yüce gönüllülük”ün sürekli kaynağıdır; bu da sahte yüce gönüllülük dağıtıcılarının, bu yüce gönüllülüğün kaynağına en ufak bir tehdit yöneldiğinde niçin paniğe kapıldıklarını açıklar…” (Ezilenlerin Pedagojisi / Paulo Freire / syf: 23 / Ayrıntı Yayınları) Freire, sahte hayırseverliğin gerçeğini açığa çıkarırken, “gerçek yüce gönüllülük”ün de, ne ve nasıl olması gerektiğini vurgular: “...Gerçek yüce gönüllülük, sahte yardımseverliği besleyen nedenleri yok etme mücadelesinin ta kendisidir. Sahte yardımseverlik, korku içindekileri boyun eğdirilmişleri, ‘hayatın reddedilmişlerini’, titrek ellerle avuç açmak zorunda bırakır. Gerçek yüce gönüllülük bu ellerin -ister bireylere ister halklara ait olsunlar- yardıma giderek daha az gerek duymasını, iş gören ve dünyayı dönüştüren insan elleri haline gelmesini sağlamaya çalışmaktan geçer.” (syf:23 / Age) 3… Freire’nin isabetli bir şekilde “gerçek


Devrimi’nin “Özgürlük, eşitlik, kardeşlik” yaklaşımına kadar uzanır. Sınıflar kavgasının içinde Marx-Engels’in usta ellerinde bilimsel halini kazanan sosyalizm ise, büyük insanlık birikimi içinde kendisine ulaşan bu kardeşliği, artık dayanışma olarak şekillendirir. Bilinir, 19. yüzyılın ilk proleter örgütlenmeleri kendilerini” işçi kardeşliği” şeklinde ifade ediyorlardı. Marx’ın ve Engels’in önderliğinde oluşturulan “Enternasyonel” ise, işçi sınıfının dayanışmasının ulaştığı zirve olarak ortaya çıkmıştır… 4… Ezenler “merhamet” etmeyi bilirler, ezilenler ise dayanışmayı örgütlemek zorundadırlar. “Hayırseverlik” ezenlerin hobisidir ve fakat, dayanışma, ezilenlerin eylemi olarak somutlanır ancak. Ezenler için “yardımseverlik” sömürüp soyduğu ezilenlere üç kuruş sadaka verirken bile, kar etmenin bir yolunu bulmaktır. Dayanışma ise, halkın yaralarını halkın sarmasıdır. Burjuvazi için “hayırseverlik” gösteriş ve riyakarlığa dairdir. Halkın kendi kendisiyle dayanışması ise, mücadelenin ta kendisidir. yüce gönüllülük” dediği tutuma, biz, dayanışma demeyi tercih ediyoruz. Sözlüklere bu kez “dayanışma” için baktığımızda, şuna benzer bir tanım çıkıyor karşımıza: Bir şeyi gerçekleştirmek için duygu, düşünce ve çıkar birliği göstermek, birbirlerini kollamak… Burjuvazi ile halk arasında, hiçbir konuda “çıkar birliği” olmadığı nettir. Burjuvazi ve emekçiler, iki düşman sınıftır ve bunların arasındaki sınıfsal çelişkiler uzlaşmazdır. Demek ki, burjuvazi, “hayırsever” olabilir ama halk ile dayanışma içine giremez asla. Sınıfsal tabiatı ve var oluşu buna müsaade etmez.

Sömürdüğü, yoksullaştırıp düşkünleştirdiği halk ile burjuvazi, hiçbir konuda aynı duygu ve düşünceleri yaşamazlar. Burjuvazi, halk gördüğü zaman, sömürmekten ve ezmekten başka bir şey düşünemez. Dayanışma, halkın kendi kendisine sahip çıkmasıdır. Ve temel şiarı da “Birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için” dir. Ki “dayanışma” kelimesinin Latincesi olan “insolidum” zaten “bütün için” demektir. Yani, kendini bütün topluluk için sorumlu hissetmektir. Topluluğun bütünü için kendini sorumlu hisseden kardeşlerin bu uğurda yaptıkları her şey dayanışmaya tekabül eder. Buradaki “kardeşlik” dinsel cemaatler içinde yaşanan kardeşliklerden, Fransız

Halkı sırtından bıçaklayanlar, açtıkları yaraları saramazlar. İmkansızdır. Çünkü, halk düşmanlarının elinde, bıçaktan başka bir şey yoktur. O bıçağın ellerinde olmasının yegane sebebi de halkı zapturapt altında tutmaktır. İşte bu yüzden, halkın yaralarını halkın elleri sarar ancak. Ve halkın eli, eğer örgütlenebilirse, her yere uzanacak denli büyüktür… 5… Paulo Freire’nin ifadesiyle söylersek: “…Dayanışma, kişinin dayanıştığı kişilerin ortamına girmesini gerektirir, radikal bir tutumdur.” (Age-syf:27) Che’yi önce Küba’ya sonra da Bolivya’ya götüren bu tutumdur. Şenay, Canan ve Bahrilerin bedenlerini ölüm orucuna yatırması bu yüzdendir. Hasan Ba-

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 25


6… Hasan Baba’nın dayanışması, halkımızın musahiplik kültüründen alır algısını. Ki musahipler, birbirlerinin yoluna baş koyup birbirlerinden esirgemezler. Dara düşeni yalnız bırakmazlar, cehenneme düşse bile. Musahip, cennete gidecek olsa bile, cehennemdeki kardeşini yalnız bırakmamak için, o da cehennemde kalmayı tercih eder. Ta ki birlikte cennete gidene kadar. Musahiplik, candan bağlanma demektir. Onlar birbirlerine haldaş, yoldaş olurlar. Birinin ayağına kıymık batsa, diğerinin ciğeri parçalanır ve Hasan Baba, Van’a koşar. Açık ki, halk ile burjuvazi, birbirine müsahip olamaz. Hiçbir konuda dayanışma içinde bulunamaz. Tarih ve hayat der ki, zalim ile mazlum müsahip olamazlar. Nasıl ki her kişinin kendi akranı ve emsaliyle müsahipliği uygunsa, halkın birbiriyle dayanışması da sınıfsal bir uygunluk üzerinde şekillenir. Dolayısıyla, burjuvazi “hayırseverlik” adına kestiği tırnağı münasip görürken, halk ne verirse canından ve candan verir. Hasan Baba gibi… Hasan Baba, Düzgün Baba yolundan sıra neferi olarak halk dayanışmasının ne ve nasıl olduğunun, olacağının ölümsüz örneği olarak, halkın içinde bilge ve güleç yüzünde yaşamaya devam edecektir.

ba’nın Van’a gitmesi de bu yüzdendir. Burjuvaların kendilerine ait bankalarda “yardım hesabı” açmalarının dayanışmayla ilgisi yoktur. İşte bu yüzden soyadı holding markası olanlar “hayırsever” iken, Hasan (Beyaz) Baba dayanışma içinde olur halkıyla. Şairin “Gün ola, devran döne, umut yetişe” deyişinin somutudur dayanışma eylemi. Günü oldurmak, devranı döndürmek ve umudu yetiştirmek için, sahip çıkar halk kendi kendisine.

26 | TAVIR | ŞUBAT 2012

Vurgunu Van’da yediyse İstanbul’dan, Amed’ten, Dersim’den hisseder acısını ve düşer yola. Elinde belki bir tek başak tanesi vardır, ama işte elindeki o taneyle doyurur cümle ahaliyi. Hasan Baba’nın elindeki o başak tanesi batar gözüne burjuvazinin. Çünkü, onlar, muhtaç duruma düşürdükleri halkın kendilerine bağımlı kalmasını ister. Hasan Baba ise o sefil bağımlılık zincirini parçalar, bir tek başak tanesiyle hem de…

Şen olasın Dersim, Gülseren gibi şahanların, Baba Hasan gibi velilerin var. Ve dünya, dönüyorsa hala yarınlarına, bilinsin ki, Gülserenler’in ve Hasan Babaların hak ve halk yolunda canlarını esirgemeyişlerinin yüzü suyu hürmetinedir… NOT: Hasan Beyaz, Halk Cephesi’nin dayanışma faaliyetleri kapsamında Van’da bulunduğu sırada, 9 Kasım 2011’de yaşanan ikinci depremde dayanışma şehidi olarak ölümsüzleşti. o


27-30 kuba mahallesi_sablon 2/6/12 2:05 PM Page 27

güncel

güncel

küba mahallesi ibrahim derin

Yoksul gecekondu mahallelerini gezmeye, konuk olduğumuz evlerde sohbetler etmeye bu ay da devam ediyoruz. Bu ay, etrafı yüksek binalar ve sitelerle çevrilip hapsedilmiş olan, resmi ismi ile Örnek, halkın bildiği ismiyle Küba Mahallesi’ndeyiz.

Küba Mahallesi, Merter-Güngören'e bağlı yaklaşık 150 haneli küçük bir gecekondu mahallesi. Tek katlı, dar sokaklı, beyaz badanalı evleri ile tam bir gecekondu mahallesi. Tarihi de oldukça eski.

"Buralar da zaten şehrin dışı, ’60-’70'lerde buraya yerleşmeye başlıyorlar. O zamanlar millet surların içinde yaşıyor. Marshall yardımlarıyla yapılıyor Tozkoparan. İşçi evleri olarak yapıldı buralar. O zaman insanlar buralara gönderil-

2012 ile birlikte kentsel dönüşümü hayata geçirmek için planlarını hızlandırmış durumda AKP iktidarı. Ne yapıp edip yoksulların evlerini başlarına yıkmak istiyorlar. Yıkımlar dışında da halka yönelik büyük saldırılar başladı. Sağlık hakkımızın çalınması için yapılan çalışmalar, ulaşıma yapılan zamlar, ulaşımı çözeceğiz diye İstanbul'un bir kez de 3. köprü bahanesiyle yağmalanmak istenmesi… uzayıp da gidiyor. Halkı hiçe sayan bir iktidar, ipini koparmışçasına saldırı hazırlıkları yapıyor. En son 23 Ocak sabahı Armutlu Mahallesi’ne saldırarak mahalle halkından insanları ve devrimcileri gözaltına alarak yıkımlara karşı kimse direnmesin mesajı vermeye, direniş güçlerini etkisizleştirmeye çalışıyor. Tüm bunlara karşı direnmekten başka bir şey kalmıyor geriye. İşte tüm bunları konuşmak için Küba Mahallesi’ndeydik.

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 27


27-30 kuba mahallesi_sablon 2/6/12 2:05 PM Page 28

di, elektrik geldi. Devlet hat çekti. Cereyan sattı, su sattı. Normal bir yere nasıl hat çekiliyor parayla su çekiliyor, elektrik çekiliyor parayla. Devlet o yatırımı yaptı biz de elektriği, suyu aldık.” diyor mahallenin sakinlerinden biri... Başka bir mahalleli de şöyle tamamlıyor onun söylediklerini. "50 senedir burada ikamet ediyorum kardeşim ben. Torunlarım burada büyüdü. Ben 14 yaşında buraya gelin geldim. Işıksızlığını, çamurunu her şeyini çektim. Aküleri dolduruyorduk, bir film vardı onu izliyorduk. Televizyonlarımız bile akülüydü. Aküyü dolduruyorduk televizyona takıyorduk film seyredelim diye. Düşün yani o günleri gördük. Şimdi bugünlere geldiğimiz zaman tabii ki kanalizasyonumuz var, suyumuz var, elektriğimiz var, ama bunu biz aldık devlet bize vermedi. Biz istedik de aldık." Değişik memleketlerden insanların alın teri dökerek yaşamaya çalıştığı yoksul bir gecekondu mahallesi Küba. Bu arada mahallenin ismini merak etmiş olabilirsiniz. Bunu da mahalleliler şöyle anlatıyorlar: "Evet Küba. 12 Eylül zamanında işte polisin buraya girememesi... Bir dizi vardı eskiden, Flamingo Yolu... Orada da bir mahalle vardı işte polisin mahalleye sokulmadığı... Bir de Küba'ya Amerika'nın girememesinin etkileri var ya işte koca Amerika Küba'ya giremedi falan. Öyle devrimci söylemler olduğu için o zaman o yakıştırma oldu.

miş. Çoğu gecekondulardan, yıkımlardan gelmiş. Bir de çatlak binalar var. Sahipleri boşaltınca Çingeneler tarafından fiilen işgal edilmiş binalar. O işçi evlerinin çoğunun borcu daha yeni bitti. Adam öldü, oğluna kaldı. İki nesil çocuğun da ömrü yetmez o borcu ödemeye. O dönem işçi lazım olduğu için göz yummuşlar bunlara. Çünkü işçi yok. Köyden bu tarafa işçi lazım. Sebebi de

28 | TAVIR | ŞUBAT 2012

belli sürekli yoksulluk, sürekli oradan oraya sürülüyoruz. Biz ’69’un sonunda geldik. 43 senedir buradayız. Şu gördüğün bizim komşu ev ’58’de gelmiş. Daha fazla da olabilir. Amcamlar yaptı, biz de bu odayı aldık. Buraya geldiğimizde tek tük vardı gecekondular. Her geçen sene arttı tabi. Eski yer burası, çok eski. Biz geldiğimizde yol yoktu. Yollar yapıldı, sonra da doğalgaz, yok su gel-

Buraya polis, jandarma girmiyordu. Aynı Küba gibi yer ya burası deniliyordu o zamanlar, hepsi biliyordu burayı. Yani öyle sağlam bir yerdi. Polisin giremediği bir bölge. Daha yeni polis burada devriyeler yapmaya başladı." Küba'da Sivaslısı, Tokatlısı, Siirtlisi, Mardinlisi iç içe. Herkes kıt kanaat emeğiyle geçiniyor. Kimisi iplik kesiyor atölyelerde, kimisi evlere temizliğe gidiyor. "Eli tutan herkes çalışıyor. Fabrikatör değiller herhalde çoğu işçi yani. Gidecek fabrikada iplik kesecek, konfeksiyonda


27-30 kuba mahallesi_sablon 2/6/12 2:06 PM Page 29

çalışıyorlar, evleri temizleyenler var, inşaatta çalışan var. İşsiz olan çok, bir evde 8-9 kişi oturuyor kalabalık çok. Kaç komşum var yoksul yiyecek ekmekleri yok, 5-6 çocukları var. Biz hariç herkes kalabalık” Hani hep diyoruz ya gecekondu sadece ev değildir, her biri binlerce insanın tarihi, geçmişi, anılarıdır diye, Küba da böyle bir mahalle halkı için. Anlatırken bile heyecanlanıyorlar mahallelerini. Ama diyorlar eskiden daha iyiydi Küba, daha mutluyduk. Şimdilerde ise birçok değer kayboldu diyorlar. Ve şöyle devam ediyorlar. "Eskiden çok güzeldi. Her şey güllük gülistanlıktı. Bir odam vardı çok mutluydum. Şimdi 3 odam var mutlu değilim çünkü her şey yıkılıyor tepemden aşağıya. Komşuluk ilişkileri de farklıydı. Çok güzeldi, çok farklı demek laf mı canım. 3-4 tane çocuk büyüttük, eğer bugünkü şartlarda büyütseydik şimdi ne çocuğumuz olurdu ne bir şeyimiz olurdu.

da çekip gitsinler diye. Başka bir mahalleli de şöyle anlatıyor: "İnsanların içinde birlik beraberlik vardı. Gençlerin içine nifak soktular. Tozkoparan'ın, Küba'nın gençleri birbirlerini patır patır vuruyorlar, ateş ediyorlar. Aşağı Tozkoparan'da bir teşkilat var. Onlarında AKP'nin mafya bağlantıları var Haznedar'da. Onlar besliyor bu çeteleri. Bunlara parayı bulsunlar diye esrar sattırıyorlar, silah yardımı, kurşun yardımı yapıyorlar. Buradaki gücü kırmak için her türlü oyun oynanıyor. Biz de gücümüzün yettiği kadar sahip çıkmaya çalışıyoruz. Bir sürü sahipsiz insan var olan onlara oluyor. Amaçları; atmosferi, insanların moralini bozmak, İnsanları korkutmak. Bir sürü oyunlar oynuyorlar.” Tarihsel rolünü oynamaya devam ediyor egemenler. Çıkarları için insanları umutsuzlaştırmak, zayıf düşürmek için elinden gelen her şeyi yapmakta bir an bile tereddüt etmiyorlar.

da dile getiriyorlar zaten. "Şimdi gecekondu gerçeği var. Gecekonduya göz yumduğu zaman fabrikaya işçi lazımdı. Başka türlü işçi gelmezdi buraya. Şimdi fabrikaya işçi lazım değil, gecekondu sahibi de ona lazım değil, ona arsası lazım. Gecekondu bir katlı, daha dozer gelmeden dozerin gürültüsüyle yıkılacağını biliyor. Onun için önce gecekondudan başlıyor. Enkazı yok, bir şeyi yok, daha kepçe dalmadan kendi kendine yıkılacak bir şey. Oraya para da harcamıyor yıkmak için. Onun için şimdi gecekonduyu kötüleyecek, gecekonduya pis diyecek, yaramaz diyecek, görüntüyü bozuyor diyecek. Zaten alt tabaka fakir sesi çıkmıyor. Onu eline almak daha basit onun için gecekondudan başlayacak. Yüz tane büyük firma var iş bitti yer kalmadı tarla kalmadı arsa kalmadı bu seferde şehir içine dönecek. Van depremi de bir bahane işte evler çürük onları yıkıp yeni evler yapacak. Bu binalar çürükse kim buna izin veriyor? Yine kendileri yapıyor. (…)

Burada herkes herkesin derdine ortak olurdu. Ya da bir çay yapmışsa komşusu olmadan içmezdi, illa ki komşusunu çağırırdı. İsterdi ki herkes gelsin isterdi. Otururduk çiğköfteler, börekler, yufkalar açardık yerdik. 3 tane çocuğum vardı evde ben çalışırdım. Şimdi kapıya bırakamıyorum. O dönem daha temizdi insanlar, kirlenmemişti. Yani ne güzel hadi gel bize çay içiyoruz, ekmek kızartıyoruz, köy peynirleri olurdu onlar yağlar yerdik. Onlar geçti. Bir komşum yok şimdi kimse yok.

Mahalle aslında yıkımlardan haberli, ne yapılmak isteniyor biliyorlar ama bir belirsizlik, ne yapacağız kaygısı yok değil. Ah şu örgütsüzlük yok mu… Biraz dozerleri kapıya bekleme hali var, ki bunu

Dozer gelince anlaşılır bu insanların direnme dozu da, o saatten sonra da yapacak bir şey kalmıyor. Millet çatışır mı çatışır ama burada asıl sıkıntı dozeri

İki senedir mesela burada polis kim kime vurmuş hiç karışmıyor. Tozkoparan mesela çarşının orası ya bir gün onlar sıkıyor bir gün onlar sıkıyor kaç kişi öldü kaç kişi yaralandı. Polis geliyor herkeste de tabanca var. ‘Gençler ne yapıyorsunuz?’ diyor, ‘iyidir’ diyorlar onlar da. ‘İyi kolay gelsin’ demiş gitmiş polis. Tabancalar ortada diyor, hani biz gelmişiz sıkmışız, polis geldi ne yapıyorsunuz gençler dedi ve çıktı gitti diyor. Bu da bu tür şeylerin artmasına sebep oluyor. İnsanların illallah etmesini sağlamak için izin veriyorlar. Bıksınlar, korksunlar

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 29


27-30 kuba mahallesi_sablon 2/6/12 2:06 PM Page 30

arşiv ortaya çıkacak. İstimlak ediyorum kardeşim boşalt evi, bitti. Şimdi herkese mülayim davranıyorlar; arkadaş seninki 300 metrekare, şu kadar vereceğiz falan deyip siyaset yapıyorlar. Şimdiden okeyi alamazlarsa hayata geçiremeyecekler projeyi; bu yüzden herkese mülayim yaklaşıyorlar. Yani siyasi yalan söylüyorlar; hepimizin bildiği yalanlar. Startı verdiği zaman basacak çevik kuvveti, iki tane gaz yiyen bırakıp gidicek buraları; karşı duracak kimse de kalmadı.” Tüm bu konuştuklarımızın ardından soruyoruz peki, ne olacak yıkmaya geldiklerinde, ne yapacaksınız diye.

görmeden işin ne kadar gerçek olduğunu anlayamıyorlar. İnsan düşündüğünde beni ne yapacak diyor devlet beni nereye atacak diyor burada evim var düzenim var. Normal koşullarda çok anlaşılır bir durum da değil zaten. Devlet gelecek benim oturduğum evi yıkacak beni kapı önüne koyacak. Mesela karayolları'nda öyle yapmışlar. ‘Kardeşim sizin evinizin değeri 80 milyar, biz size 80 milyarı vereceğiz’ demişler. Anlaşıyorlar evleri yıkıyorlar ama yıkımdan sonra anlaşma maddeleri çoğalıyor. Madde de diyor yıkım 80 milyar evi istimlak ettim, istimlak parası, hafriyatı kaldırdım hafriyat parası. 10 milyar-15 milyar para veriyorlar milletin eline tamam bu kadar. Olacak olan da böyle bir şey ama insanın bunu anlaması çok zor burada. Burada insanlar devletin bu kadar vahşi olabileceğini kafasında kuramıyor. Halbuki çok bariz.” Zaman zaman birlik oluşturmaya çalışmışlar kendi aralarında, bir dernek de kurmuşlar ama istedikleri gibi gitmemiş işler. Biraz da belediyenin çeşitli araçlarla yarattığı beklentiler olmuş, tabi sebebi de direnme düşüncesini akıllardan çıkartıp, ansızın yıkıp geçmek evleri. "Bir dönem çalışma da yapmıştık Örnektepe'de. Güngören Belediyesi’nden bir-

30 | TAVIR | ŞUBAT 2012

kaç arkadaşla görüşmüştük. Gerçi dernekten gelenlere bir şey de söylemiyorlar, cevap da vermiyorlar. Ama millete 4-5 yıl erteledik demişler. Şimdi doğru olabilir tabi, parası yok zaten. Bu adamların bu işleri yapamamalarının sebebi paraları yok. Ancak bir yandan parçalayacak, bir yandan satacak, bir yandan para kazanacak, bir yandan yapacak. Bizim buradan arkadaşlar krediye başvurmuşlardı mesela; orası kentsel dönüşüm kapsamında biz oraya kredi veremeyiz demişler. Şimdi onlar erteledik diyorlar. Sen yıkıma karşı bir dernek kuruyorsun, ortada yıkımla ilgili bir gündem olmayınca insanlar soğuyor. Sen gidiyorsun anlatıyorsun bir yere varmıyor, sonra biz de gitmemeye başladık. Ama dernek olarak biz toplantı yaptık, afiş yaptık, dergi çıkardık vb. ama sokakta bir gerçekliği olmadı. Bir tartıştırıyor, gazını alıyor milletin. Bir yoğunlaştı belediye burada; anketler yaptı, toplantılar yaptı, düzenli herkesi çağırdı belediye. Herkese anket yaptı mesela, her eve girdi. Biz de sonra bir anket yaptık. Sonra durdu. Orada herkese tartıştırdı süreci, herkesi soktu mevzunun içine sonra sustu bekledi. Her mevzuda böyle yapıyor. Projeyi hayata geçirdikleri an bütün

"Ruhsat için çok heveslendik, gitmediğimiz yer kalmadı ama bir bilgi bile vermediler. Çok dilekçe verdik yerimizi yapalım, yaptıralım diye ama bir cevap bile alamadık. Muhtar da önümüze düştü bizimle beraber geldi. Ama muhtarımız da bir şey yapamadı. Mahallede para topladık otobüsle oraya gittik. Çok uğraştık. Yapacakları şey öyle evimizi yıkacaklar gibi küçük bir şey değil. Mevzu çok büyük ve küresel bir mevzu. ." Evet denildiği mesele oldukça büyük ve ciddi. Aslında hayatın her alanında saldırılar artıyor ve çok ciddi bir hal almış durumda. Ancak buna uygun düşen bir tepki de yok ne yazık ki, Küba'da böyle. Belki kimi insanlar dozerler geldiğinde çatışırız vs. deseler de, öncesinde bir karşı koyuş olmadığı için etkisiz olacaktır. Küba'nın kondularında gözümüze çarpan umutsuzluk ve dağınıklık, zalimlerin en büyük silahı işte, yani örgütsüzlük. Bu silah sayesinde bütün zalimliklerine rağmen hala ayaktalar. Yoksa istedikleri kadar bombaları, tankları ve yasaları olsun, eğer halk örgütlüyse karşısında kimse duramaz. Boşuna şarkılar yapılmamış bunun için, boşuna en aşılmaz barikat halkın barikatıdır denmemiş. İnanıyoruz ki bu barikatı kurup, güçlendireceğiz. Bizde bu uğurda çalışmaya, yazmaya ve direnişi büyütmeye devam edeceğiz. o


31-34 tiyatro_sablon 2/6/12 12:51 PM Page 31

tiyatro

tiyatro

sezuan’ın iyi insanı gülnaz bıçakcı

İyilik ve kötülük. İki karşıt kavram. Uzlaşmaz çelişki. Kapitalist düzende insan iyi olabilir mi? İyilik yapsa ayakta kalabilir mi? Kapitalizmde bireysel olarak iyilik yapmak olanaklı mı? Tanrıların iyilik yasaları, kapitalizmde uygulanabilir mi? Tanrıların iyilik yasaları, kapitalizmin vahşi yasalarını alt edebilir mi? Yoksa tanrılar kapitalizmin kötülüğü karşısında güçsüz mü kalırlar? İşte Bertolt Brecht “Sezuan’ın İyi İnsanı” isimli oyununda tüm bu sorulara yanıt arar. Bunların tartışılmasını sağlar. Bu oyun Marksist diyalektiğin tiyatroya uygulanmasıdır. Brecht çalışma günlüğünde: “Diyalektik insanı tüm süreçlerde, kurumlarda, görüşlerde, çelişkiyi bulmaya ve onu kullanmaya zorlar” diye yazar. Ayrıca, Brecht oyunda, “Komşunu seve-

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 31


31-34 tiyatro_sablon 2/6/12 12:51 PM Page 32

(B. Brecht-Sezuan’ın İnsanları-s. 241)

ceksin” diyen Hıristiyan buyruğundaki kendini unutarak komşuyu sevme formülüyle Me-Ti’nin “Ama kendini de seveceksin” diyen ve kendini gerçekleştirme hakkını da savunan anlayışını karşılaştırır. Me-Ti’nin deyişleri kitabında, Brecht Çin’de, milattan önce yaşamış, ezilenlerin tarafını tutmuş, Mohizm felsefesinin kurucusu olan Me-Ti’nin ağzından “Gönül isterdi ki, kendi yararı için çalışanın aynı zamanda toplumun yararı için de çalışmış olacağı bir toplumsal düzen uğruna olabileceğince çok kişi kendini tehlikeye atsın” der. Oyunda, bir gün Tanrılar yeryüzüne inip artık çok az bulunan iyi insanı aramaya başlarlar. Ama onları evlerinde bir gece konuk edecek birisini bulamazlar. En sonunda su satıcısı Tanrıları, yaşamını kendisini satarak kazanan ShenTe’nin evine götürür. Shen-Te, Tanrıları evinde bir gece misafir eder. Tanrılar bu iyiliğine karşılık ona para verirler. Shen-

32 | TAVIR | ŞUBAT 2012

Te de bu parayla küçük bir tütüncü dükkanı açar. Ama hepsi yoksul olan Sezuan’ın insanları, Shen-Te’nin iyiliğini acımasızca sömürürler. Shen-Te de her şeyini kaybetmemek ve ayakta kalabilmek için kuzeni Shui-Ta kılığına girerek yoksulları sömürmeye başlar. İyilik ve kötülük arasında gidip gelen insanda kişilik bölünmesi olur. Kişiliği parçalanır. Tüm olanaklarıyla iyilik yapmak ister ama kapitalizmin kültürüyle bencil ve çıkarcı olan insanlar bu iyiliği sömürürler, düşüncesizce bitirirler ve iyilik yapanı tüketirler. Hiçbir karşılık beklemeden iyilik yapan da tükendikçe çaresizleşir ve umutsuzluğa düşer. Ayakta kalabilmek ve yaşamını sürdürebilmek için kötü olmaya karar verir. Bu kişilik bölünmesi de insanı mutsuzluğa iter. Oyunda da, Shen-Te iyilik ve kötülüğün kişiliğini “yıldırım gibi ikiye böldüğünü” güzel bir şiirle anlatır:

“Evet benim. Hem Shui-Ta, hem Shente’yim. Benim ikisi de. Şu eski buyruğunuz var ya İyi ol ve yaşa, diye İşte yıldırım gibi o böldü beni ikiye. Bilmiyorum neden? Başkalarına iyilik derken Kötülük ediyorum kendime. Çok zor, kişinin yardım etmesi Başkalarına ve kendisine. Ah, öyle zor ki şu sizin dünyanız! Yardıma muhtaç olanlar öyle çok ki, Çoğu öyle umutsuz ki! Elini uzatsan kolunu kapıyor yoksullar Onlara yardım edenlerse Kendileri yoksullaşıyorlar! Göz göre göre açlıktan ölürken biri Kim kötü olmak için direnebilir ki? Nereden, neyi alsaydım Herkesin ihtiyacı varken? Kendimden alabilirdim ancak! Ama bu da yıkıp geçti beni! İyi niyetimin yükü beni yerle bir etti. Oysa haksız davrandığımda En iyi etleri yiyerek Böbürlenerek dolaştım etrafta Bir terslik var sanki şu izin dünyanızda. Niçin kötüler ödüllendiriliyor da Sert cezalar bekliyor iyileri? Ben de şımarmak isterdim herkes gibi! Ben de bu yaşamdan çok şey öğrendim Çünkü analığım sokakta büyütmüştü beni! Sokakta öğrendim gözü pek olmayı. Başkasının acısıyla kahroluyordum, Yoksulluk kudurtuyordu beni. Ve işte o zaman değiştiğimi hissederdim. Dilim damağıma yapışırdı. Ağızdaki sigara gibi tat verirdi iyi sözler. Hep mahallelinin meleği olmak isterdim. Vermek benim için büyük bir hazdı. Mutlu bir yüz görünce, bulutlara yükselirdim. Lanetleyin beni! Ne yaptımsa Komşularıma yardım içindi, Sevgilimi sevebilmek Ve yoksulluktan kurtarmak içindi oğlumu. Ey Tanrılar, sizin büyük tasarılarınızda Ben zavallı insan, çok küçük kaldım.”


31-34 tiyatro_sablon 2/6/12 12:51 PM Page 33

Shen-Te, kalacak yeri olmayan yoksul bir aileyi dükkanında barındırır. Ama dükkanına aldığı ailenin tüm akrabaları arka arkaya gelirler. Her şeyi tüketirler. Shen-Te yoksullara karşılıksız pirinç dağıtır. Sucu Wang’ın elini kıran berberi gördüğü halde şahitlik yapmaktan kaçınan görgü şahitleri ifade vermekten korkunca kendisi yalancı şahitlik yapmak ister ve insanların haksızlık karşısında sessiz kalmalarına isyan eder: “Ey mutsuzlar! Kardeşinizi boğazlıyorlar, siz göz yumuyorsunuz Çığlıkları duyuluyor, ama siz susuyorsunuz. Aramızda dolaşıp kurbanını seçiyor zorbanın teki Sessiz kalırsak bize dokunmaz diyorsunuz. Bok yiyorsunuz! Ne tuhaf yer burası, sizler nasıl insanlarsınız! Haksızlık varsa bir yerde eğer, ayaklanmalı insanlar Ayaklanma olmuyorsa, batsın o şehir yerin dibine, Yansın bitsin, kül olsun karanlıklar basmadan!” (Age- s.192) Shen-Te uçma olanağı bulamayan Sun isimli bir pilota aşık olur. Onun için her şeyini verir ve dükkanını da kaybetme aşamasına gelir. Oysa, adamın tek istediği Shen-Te’nin parasını alıp Pekin’e gidip pilot olmaktır. Bu bencil adam ayrıca, Shen-Te’yi tüm yardım ettiklerinden koparıp yalnız kendisi için iyilik yapmaya zorlar. Shen-Te’nin tam tükenmeye başladığı ve çaresizliğe düştüğü anda kuzeni Shui-Ta ortaya çıkar. Shui-Ta iyiliğin içini boşaltır. İyiliği sadakaya çevirir. Shen-Te’yi seven berberin sevgisini kullanır. Tam dükkanını kapattığı zaman berber ona açık bir çek verir. Yardım ettiği yoksulları barakalarına yerleştirebileceğini söyler. Kendisini sömürdüğünü ve çıkarı için kullandığını bildiği adama her şeyini tüketerek yardım eden Shen-Te’nin yerine geçen Shui-Ta’nın sevgisi çıkarcı ve sömürücü bir sevgidir. Berberin verdiği açık çeki doldurur ve onun barakalarını tütün fabrikasına dönüştürür, yoksulları oralarda, nemli, tıkış tıkış ve kötü koşullarda ça-

lıştırır. “İş görmeyene yemek yok” diyerek, onlara iş verdiği için büyük bir iyilik yaptığını söyler. Aslında, onları boğaz tokluğuna kötü koşullarda çalıştırarak sömürür. Shen-Te’nin sevdiği adam Sun’u da işçilerin başına bela olan, onlara çok kötü davranan bir ustabaşına çevirir. Brecht iyi Shen-Te ve kötü Shui-Ta’nın aynı kişinin iki ayrı kılığa girmesini anlatmasıyla, aynı kişide bulunan iyi ve kötü çelişkisinin mücadelesini anlatır. Bir boyutuyla devrim-düzen çelişkisidir bu.

sesiyle şarkıyı sürdürür) Yiyebilmek için bir öğle yemeği Katı yürekli olmak gerekiyor zenginler gibi. Ezip geçmeden on iki kişiyi Yardım edilemiyor bir yoksula bile. Neden seslenmiyor Tanrılar yüce katlara İyilere iyi bir dünya borçluyuz diye? Neden iyilerin yanında değiller tankla topla? Versinler ateş emrini! Göz yummasınlar göz yummaya!”

Ayrıca, Bertolt BRECHT, oyunda, Tanrıların yasalarıyla kapitalizmin yasalarının da karşıt bir çelişki oluşturduğunu belirtir. Karşılıksız, kendini unutarak iyilik yapmayı öneren “komşunu, kendini unutarak sev” diyen Hıristiyan öğretisinin kapitalizmde geçersiz kaldığını, kapitalizmin vahşi yasaları karşısında Tanrıların da güçsüz kaldığını, kapitalizmi yenmek için Tanrıların da kapitalizmin silahlarını kullanmaları gerektiğini, yoksa yasalarını uygulamakta güçsüz kalacaklarını anlatır. Bunu Shen-Te’nin isyanını anlatan bir şarkıyla açıklar:

Kapitalizmde bazı insanlar insanlık yasalarını olduğu gibi uygulamak için mücadele etmek yerine yasaları yumuşatmaya çalışırlar. Brecht bu reformist tavrı eleştirir. Su satıcısı Wang Tanrılara yasalarını yumuşatmalarını önerir ama Tanrılar kabul etmezler. Bugün kapitalist sömürü düzeninin şu anki sahipleri olan emperyalistlerden demokrasi bekleyenlere dünden bugüne bir gönderme gibidir bu diyaloglar:

TANRILARIN VE İYİLERİN GÜÇSÜZLÜĞÜNÜ ANLATAN ŞARKI

3. Tanrı: Bu daha zor, mutsuz adam!

Wang: Örneğin, yalnızca iyilik yapma benimsensin sevgi yerine, ya da...

Wang: Ya da adalet yerine hoşgörü. Bizim ülkemizde, İşe yarayanlar talihli olmak zorundadır Arkaları güçlüyse ancak iş yapabilirler. İyilerin eli kolu bağlı Tanrılarınsa gücü kalmamış. Neden tankı topu yok Tanrıların, Zırhları, bomba uçakları, mayınları, Kötüleri yok etmek, korumak için iyileri? Böylesi çok daha iyi olurdu hepimiz için. (Shui Ta kiyafetini giyer, onun gibi birkaç adım atar) İyiler Uzun süre iyi kalamazlar bizim ülkemizde. Çanak boşsa eğer açlar boğuşurlar. Tanrıların buyruklarıysa Merhem olmuyor yoksulluğa. Neden gezmez tanrılar çarşı pazar, Gülümseyerek bol bol dağıtmazlar malları, Ekmek ve şarapla güçlenen kişilerin Dost olmalarını neden sağlamazlar? (Shui Ta’nın maskesini yüzüne geçirir onu

3. Tanrı: Bu fazladan bir iş demektir. Wang: Öyleyse, namus yerine ahlak! 3. Tanrı: Ama bu daha da zor, aklı karışmış adam! Ayrıca, kapitalizmin adaleti her zaman zenginlerin emrindedir. Yargıçlar da her zaman kapitalistler tarafından satın alınırlar. Oyunun sonunda da, Shui Ta yargıca kaz göndererek onun kendisi için iyi karar vermesini sağlamaya çalışır. Oyun kapitalizmin tüm bencilliklerini, çıkarcılıklarını ve kapitalist düzende karşılıksız iyilik yapmanın güçlüklerini gözler önüne sermesine rağmen yine de umut yüklüdür. İyilerin güçlü olduğuna, iyilerin kazanacağına dair büyük bir inanç taşır. Bu umudu Tanrıların ağzından dile getirir.

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 33


31-34 tiyatro_sablon 2/6/12 12:51 PM Page 34

den: Salık vermediniz mi bizi dostlara Kilit vurmamız gerekir tiyatronun kapısına! Oyuna bir son bulamayışımız korkumuzdandır belki, Bizimki olağan. Ne dersiniz, nasıl bitmeli? Parayla bile bir son bulamadık oyuna. İnsan mı değişmeli, dünya mı yoksa? Başka Tanrılar mı olmalı? Ya da hiç mi olmasın Tanrı! Şaka değil, gerçekten fırlatıp atılmışız! Tek çıkar yol bu karmaşada: Siz kendiniz düşünün bütün bunları, Ne türlü yardım etmeli ki iyilere bu dünyada Doğru dürüst yaşayabilsin ömrü boyunca. Sayın seyirciler, hadi, bir son bulun oyuna. Güzel bir son olmalı,olmalı, olmalı, olmalı!” İstanbul Devlet Tiyatrosunun bu oyununun yönetmeni Yücel Erten oyunu başarılı bir biçimde sahneye koyuyor. Oyunun dekoru, ışık düzeni oyuna uygun. Giysiler de başarılı. Paul Dessau’nun müziklerini başarıyla canlandıran müzisyenleri de kutluyoruz. Oyunculuklara gelince, oyuncular birden fazla rolleri başarıyla canlandırmaktadırlar. Oyunun baş kişisini canlandıran Zeynep Ekin Öner’i olağanüstü performansı için candan kutluyoruz.

Sonunda Shen-Te’nin foyası meydana çıkar yani Shen-Te ve Shui-Ta’nın aynı kişi olduğu ortaya çıkar:

ğu soruları tekrarlar ve seyircilerden oyuna bir son bulmalarını ister. SONDEYİŞ

2. Tanrı: “Peki ama bundan sonra nasıl yaşayacak?” diye sorar. 1. Tanrı: “Hayata karşı güçlüdür o! O güçlü bir insandır; becerir, kalkar bunun altından” der. Oyun epik tiyatronun tipik bir özelliği olan açık bir sonla biter yani oyunda tartışılan soruların yanıtlarını bulmak izleyiciye bırakılır. Sondeyiş, oyunun sordu-

34 | TAVIR | ŞUBAT 2012

“Değerli seyirciler, söylenmeyin sakın: Böyle bitmemeliydi oyun, biliyoruz. Yolumuzu aydınlatan bir altın masaldı. Elimizde, işte bu acıklı sona vardı. Biz kendimiz de uğradık düş kırıklığına Perde kapandı, karşılık verilmedi hiçbir soruya. Size bağlıdır bizim tüm yaşamımız Siz de tiyatromuzun tadını çıkarmalısınız. Ne yazık ki, saklayamayız bir gerçeği siz-

Bertolt Brecht’in diyalektiği bir sanat yapıtına şiirsel bir biçimde uyguladığı, iyilik ve kötülük kavramları üzerine düşünmemizi sağladığı bu oyunu, bugün için de geçerli olan mesajlarını görebilmek için kaçırmamak gerek. o


35 ayin fotografi_sablon 2/6/12 12:54 PM Page 35

ayın fotoğrafı ayın fotoğrafı

ali sinan çağlar

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 35


şiir şiir

zor ve yardım bertolt brecht

I. II. geçti içimizden biri koca denizi gide gide buldu bir yeni kara bir sürü insan koştu ardından orda büyük şehirler kurdular alınteri ve akılla ama ekmek satılmadı eskisinden ucuza bir makine icat etti içimizden biri buhar çevirdi tekerleği onunla fabrikalar türedi ardından bir sürü başladı insanlar fabrikaları çalıştırmaya ama ekmek satılmadı eskisinden ucuza

görmüşsünüzdür elbet insanları çok yerde uzatırken birbirlerine ellerini türlü yollarda koşarken birbirlerine yardıma bulunduğumuz durumdur ama bunu zorlayan zoru da bir türlü bırakamayız bu yüzden

düşündü taşındı içimizden birçoğu güneşin ekseninde dönmesi üstüne dünyanın bir sürü insan kafa yordu insan yüreği, evrenin yasaları üstüne havanın bileşimi, denizin balıkları üstüne kafa yordu bir sürü insan

işte öğüdümüzdür size karşı durun zalimliğine dünyanın dayatın daha büyük bir güçle yardımı gerektiren durumdan kurtarın kendinizi vazgeçin yardım dilemekten yardıma bel bağlamayın hiçbir zaman yardımı tanımak var saymaktır zoru yardım elde etmek bağlanmaktır zora zor egemen oldukça geri çevrilemez yardım zor yok olmalı ki yardım da yok olsun yardım dilemektense, zoru kaldırın ortadan

bulundular önemli keşiflerde ama ekmek satılmadı eskisinden ucuza

zor ve yardım bir bütündür bu bütünü değiştirmeye bakın

tersine, günden güne arttı şehirlerde yoksulluk yıllardır kimse bilmez, kimse insanın hali nice sürünür yerlerde sizin gibi biri siz yukarlarda uçtukça kalmamış hiçbir yanı insana benzer peki, insan insana yardımcı değil mi ne gezer

Çevirmenler: A.Kadir/A.Bezirci

36 | TAVIR | ŞUBAT 2012


37-39 omer muhtar_sablon 2/6/12 12:55 PM Page 37

biyografi

biyografil

o cellatlarından daha çok yaşadı, yaşıyor! arif soylu

"Liderler gelirler ve giderler, ama halk kalır. Ölümsüz olan yalnız halktır" J. Stalin

Yaşı 70'e çoktan dayanmış ihtiyar bir bilgeydi o. Ömer El Muhtar'dı adı. Nam-ı diğer Çöl Aslanı… 1911 yılında Osmanlı devletinin elinde bulunan Libya toprakları, İtalyan emperyalizmi tarafından işgal edilmişti. İşgalin üzerinden bir yıl geçmeden İtalya tarafından ilhak edilmişti Libya. Ancak Libya topraklarında yaşayan Arap halkı, işgali de, ilhakı da kabul etmedi. İşgalin hemen ardından direniş başladı ve kısa sürede tüm halkı sardı. İtalyanlar, Akdeniz kıyısındaki şehirlere sıkışıp kalmışlardı. Libya'nın güneyindeki kırsal ve göllük bölgeye girememişlerdi. Direniş sonucunda belli bölgeleri kapsayan Trablus Cumhuriyeti

kuruldu. İşgal güçleri bu cumhuriyeti tanımak zorunda kaldılar. Ta ki İtalya'daki faşist Mussolini iktidarına kadar. 1922'de İtalya’da faşistler iktidar olunca, işgalci İtalyan ordusu tekrar Libya'nın tümünü işgal etmeye girişti. Ancak bu sadece girişimde kalacaktı. Ömer El Muhtar kendi halinde namuslu bir şeyhtir. Senusi tarikatındandır. Üniversitede bilimle uğraşan bir öğretmendir. Düzen içinde rahat bir yaşam sağlayacak olanakları da vardır. Ancak o kendi geleceğini düşünmez, vatanı için yaşamı elinin tersiyle itip savaşa girer… Çünkü o halkın aydınıdır aynı zamanda. Halk aydını olmak, bir halk dardaysa, vatan zordaysa durmaz ve gereğini yapar. Halkın aydını olmak Ömer El Muhtar olabilmektir. Direniş saflarına "sırası gelince kalem ve kuranla beraber asıl kurtarıcı tüfektir"

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 37


37-39 omer muhtar_sablon 2/6/12 12:55 PM Page 38

Sözünü dinlemeyen için bir bataktır çöl. Ve işgalciler bunu yaşayarak görecektir. Aslında bir ihtiyardır bunları söyleyen, yaşı 70'e çoktan dayanmıştır. Dağdan dağa, vahadan vahaya dolaşır… Evlatlarına tek tek öğretir vatanı ve vatan için savaşı… Libya'nın korkak, cesur, cahil evlatlarına "Artık özgürlüğümüze sahip çıkma zamanıdır. Artık bu küstaha çölün ve Arap'ın özgürlük tutkusunu anlatma zamanıdır" der ve basar tetiğe. "Hiçbir ordu vakti gelmiş bir fikir kadar güçlü değildir" Victor Hugo.

düsturuyla katılır. Sanki kırk yıllık yüreği kalem değil tüfektir. Vatan toprağına düşman ayağını basınca namuslu olan için tercih tektir. Çünkü vatan da, onur da, namus da kardeştir.

bilcümle halk direnecektir.

"Onlar ki toprakta karınca Suda balık Havada kuş kadar Çokturlar.

Bir Arap atasözü "Bir şey yapmak isteyen yolunu, istemeyen nedenini bulur" der. Onlar uçsuz bucaksız ve amansız çölde vatanları aşkına işgale karşı savunmanın yolunu buldular. İşgalci çapulcular ise aman bulamadılar.

Korkak Cesur Cahil Hakim Ve çocukturlar Ve kahreden ki Yaratan ki onlardır" Şairin anlattığı Anadolu'nun kadim halkıdır. Ama vatan her tarafta vatandır. Vatan dara düşende, korkağı, cesuru, cahili, çocuğu hepsi vatanseverdir. Uğrunda ölüp öldürendir. Ömer El Muhtar da onlardan biridir. Komutanı "Ömer El Muhtar gibi on adam olsa yeter" diyecek kadar cesur ve yurtseverdir. Ömer El Muhtar on değil, on binler ve daha fazlası da olacaktır. Bugün olduğu gibi Coniler, Toniler ve bilcümle emperyalist saldırganlara karşı,

38 | TAVIR | ŞUBAT 2012

Çöl serttir… Çöl kavurucu… Çöl'ün kumu sert, sevgisi sert… Çöl vatan… Çöl dost, sevgi, hayat…

Ömer El Muhtar 1923'te direniş güçlerinin başına geçer… Libya'da İtalyan emperyalistlerinin kabusu daha da ağırlaşmıştır. Vatanın büyük çoğunluğu çöl olsa da vatan vatandır. Ve aslan çölde de aslandır. Çöl konuşur insanlarla. Emperyalistler duymaz ama halklar duyar. Gece bastırınca “sıcaktan kurtuldum” dedirtmez. Çünkü orada yaz ortasında da olsan soğuk bastırır. "Çöldesin unutma" der. "Dikkat et" der çöl, "burada benim hükmüm sürer"... "Libya çölünün sahibi Libyalı Arap'tır" diye haykırır. Aynı sözü işgalci İtalyanlara da söylemiştir ama dinlememiştir onlar sözünü…

Dünyanın en büyük orduları da olsa, vatanı için savaşanlar karşısında hiçbir hükmü yoktur. Dün Ömer El Muhtar öncülüğündeki Libya halkı; bugün Trablus'ta, bugün Bağdat'ta, bugün Filistin’de, bugün Türkiye’de savaşanlar bunun tezahürüdür. Ömer El Muhtar sırtını okyanusa dayamıştır. Kavga düz bir hatta seyretmez hiçbir zaman. Sıkıntı büyüktür. Silah, cephane azdır. Kuşatmalar, ambargolar, tehditlerle halk açlıkla bitirilmek istenmektedir. Bugün olduğu gibi kuşatılmışlardır. Ve yine bugün olduğu gibi iflah olmaz korkaklar ve işbirlikçiler vardır. Mısır'a Libya vatanseveriyim diyenler giderek, Emir El Senusi ve benzerleriyle görüşen Ömer El Muhtar, belki bir parça vatanseverlik kalmıştır içinde diye düşünür. Ama hayır onlar her şeylerini satmışlardır. Yetmemiş gibi Ömer El Muhtar'a çağrı yaparlar. "Çekilip gitmelisin bu dağlardan. Senin yüzünden gelen kıtlık, zulüm katlanılmaz hale geldi" derler. Oysa ki katlanamayanlar savaşmaktadır. Ömer El Muhtar'ın işbirlikçilerinin direnişi bırakması yönündeki çağrılarına verdiği cevap tarihseldir: "Vallahi… Ya zafer, ya şahadete ermeden bu dağları terk etmeyeceğim ve İtalyanlara karşı süren bu savaşı asla durdurmayacağım…" Kuşatılmışlığa, ahlaksızlığa rağmen kav-


37-39 omer muhtar_sablon 2/6/12 12:55 PM Page 39

ga büyür, çünkü haklı kavgadır. Düşmanın elinde ise katliam ve kuşatma silahından başka hiçbir şey yoktur. Düşman çaresiz ve ahlaksızdır. Su kuyularını kumla doldurup halkı susuzlukla teslim almak ister. Gerilla tarzında savaşan direniş güçlerini tecrit etmek için, köylüler zorla topraklarından sürülüp toplama kamplarına toplanır. Kızların ırzına geçilir. Ama beyhude çabalardır bunlar; direnişi, savaşı büyütmekten başka hiçbir işe yaramaz. İşgalci İtalya, Mısır-Libya sınırına 200 kilometre boyunca kesintisiz dikenli tel çekerek direniş güçlerinin hareket alanını daraltıp, direnişçilerin bulunduğu bölgelere doğru çok büyük güçlerle operasyonlara başlar. Ağırlaşan şartlara rağmen mücadele kesintisiz sürer. 11 Eylül 1931 günü Ömer El Muhtar'ın da içinde olduğu birlik düşman pususuna düşer. Kuşatma zorludur ama teslim olmak yoktur… Kuşatmayı yarmakla uğraşırlar. Birçoğu şehit düşer… Ömer El Muhtar yaralanır, ancak buna rağmen savaşmaya devam eder ve tutsak düşer. Tutsaklık bir kurtuluş savaşçısının iki durağından birisidir. Tutsaklık başkadır, teslim almak başka… Ömer El Muhtar da tutsak düşer ama teslim olmayanların safındadır.

İtalyan faşistleri Muhtar'ı tutsak ettikleri gün direniş karşısında zaferlerini de ilan ederler. Ama erken davranmışlardır. Evet, Ömer El Muhtar direniş önderidir ancak tutsaklıkla değişen bir şey yoktur. Tutsaklık koşullarında da direnişin önderliğini sürdürecektir. Faşistlerin karşısında ummadıkları kadar dinç bir ihtiyar vardı. 73 yaşındaki Ömer El Muhtar, tüm bilgeliği ve savaşçılığıyla emperyalistlerle her türlü uzlaşmayı reddetti. Elleri ayakları zincirli bir önderdi o; ama beyni teslim alınamamıştı. Ömer El Muhtar'ı tutsak eden işgalcilerin en önemli sorunu, çöldeki, çölün dağlarındaki ve derinlikteki savaşçılardı. Ömer El Muhtar'dan onların teslim olmasını isteyen bir çağrı yapılmasını istediler İtalyanlar. Karşılığında belki canı bağışlanacaktı. Ömer El Muhtar dağdaki direnişçilere teslim ol çağrısı yapmayı reddetti… Ve ekledi "Biz hiç teslim olmayacağız. Ya kazanacağız ya da öleceğiz. Ama iş orada bitmeyecek. Yeni nesille savaşmaya mecbur kalacaksınız. Sonra, bir nesil daha, bir daha. Bana gelince CELLATLARIMDAN DAHA ÇOK YAŞAYACAĞIM"…

da kimsenin hafızasında değil. Ama Ömer El Muhtar hala yaşıyor, örnek oluyor, öğretiyor ve savaşıyor. Son söz… Tarih ve dolayısıyla halklar, emperyalizmin yenilebilir olduğunu söyler bize… Ve yine aynı tarih bunu defalarca yazmıştır. Aslolan halktır. Halk kurtuluş savaşının olduğu yerde emperyalizm yenilmeye mahkumdur. Libya, Trablus, Bingazi… aylardır kulaklarımız aşina bu kelimelere. Aylardır savaşıyor Libya halkı. Dün İtalyan emperyalizmiydi, bugün ise bilcümle emperyalistler kuşatmışlar ve çiğnemektedir Ömer El Muhtar ve torunlarının vatan dedikleri o toprakları. Ve yine Ömer El Muhtar'lar savaşmaktadır. Çöl yine ve her türlü kuşatmaya rağmen vatandır uğrunda öleceklerde vardır. Dün İtalyanlar kaçmıştır bugün de bilcümle emperyalistler kaçacaktır. Çünkü Ömer El Muhtar haklıdır… emperyalistleri kutsayan oğluna rağmen yeni nesille savaşmaya mecbur kalmışlardır. Tarih kazananları yazmıştır. Savaşan dün olduğu gibi bugün de kazanacaktır.o

Öyle de oldu; çoktan toprağa karıştı cellâtları… Adları resmi kayıtların dışın-

Ömer El Muhtar'ın işbirlikçilerinin direnişi bırakması yönündeki çağrılarına verdiği cevap tarihseldir: "Vallahi… Ya zafer, ya şahadete ermeden bu dağları terk etmeyeceğim ve İtalyanlara karşı süren bu savaşı asla durdurmayacağım…"

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 39


öykü öykü

ıhlamur ağacının üzerindeki gerilla gülnaz aydoğan

Ağaçlara çıkmayı çok severdim. Ama aynı zamanda çok da korkardım. Ah, ne çok isterdim ben de diğer çocuklar gibi cesur olmayı, uzaktan koşarak gelip, tam ağacın altında durunca bir sıçrayışta dalı yakalamayı. Sonra ayağımı ağacın gövdesine basıp, hızlı, sert hareketlerle ağacın tepesine tırmanabilmeyi. Ama yapamazdım. Hem de her türlü ağacın olduğu kocaman bir bahçemiz olmasına rağmen. Ne yoktu ki bizim bahçemizde? Elma, erik, armut, dut, kiraz, vişne, incir, çam, ıhlamur… Aslında ben bunların hepsine çıkmanın yöntemlerini bulmuştum. Mesela erik, bahçe duvarının dibinde, güllerin yanındaydı. Bizim bahçe duvarımız alçaktı. O yüzden önce bahçe duvarına çıkıp, oradan erik ağacına geçerdim. Erik ağacına güvenirdim. Kalın, sağlam dalları vardı. Beni taşıyabileceğinden emindim. Üzerindeyken, aşağıdaki gül dikenleri bile korkutmazdı beni. Elma ağacına da bahçe duvarının yardımıyla çıkardım. Ama bahçenin içinden değil, dışından çıkardım duvara. İnerken de bahçeye değil, yola atlardım. Yoksa elma ağacının altındaki küçük dağ çilekleri ezilirdi.

40 | TAVIR | ŞUBAT 2012

Vişne ve incir ağaçlarına çıkmak gibi bir derdim yoktu. Zaten bu ağaçlar ince dallı ve kısa ağaçlardı. En azından bizim bahçedekiler öyleydi. Hele incir, kısacıktı. İki de uzun çam ağacımız vardı. Gövdesinden ne kadar yaşlı olduğunu anlayabilirdiniz. Yukarıya doğru sivrilen ve neredeyse bulutlara değecek olan dallarıyla ayrı bir görkemi vardı. Ama ben çam ağacına çıkan kimseyi görmedim. Ben de çıkmazdım. Ve dut ağacımız. İri, beyaz, bal gibi tatlı dutlar veren ağaç. Çok severdim dut ağacını. Çiçeklendiği zaman bakmaya doyamazdınız. Dut zamanı ise aşağıya sarkardı dalları. Yetişebildiğimiz dallardaki dutlar çabucak biterdi. Ama yukarısı iri, tatlı, sulu dutlarla dolu olurdu. Onlara ulaşmanın da yöntemleri vardı elbette. Dut ağacına çıkmak için pirket evi kullanırdık. “Kullanırdık” diyorum, çünkü duta çıkacaksak, mahallenin bütün çocukları hep birlikte çıkardık. Pirket ev, bizim evin bahçesinde depo olarak kullandığımız yerdi. Annemler adına “pirket ev” diyorlardı. O yüzden ben de öyle söylüyordum. Pirket evin için-

de fındık tekneleri, çuvallar, kışlık yakacak odun, kömür ve benim bisikletim duruyordu. Biri büyük biri küçük olmak üzere, yan yana duran ve birbirine yapışık, çatıları düz iki göz odaydılar. Uzaktan bakınca kutuyu andırıyorlardı. İşte buranın üzerine çıktık mı, dut ağacına ulaşmışız demekti. Çünkü dut ağacı onun tam önündeydi ve dalları pirket evin çatısına sarkıyordu. Pirket eve çıkmanın tek yolu vardı, o da evin duvarına merdiven dayamak. Merdiven büyük odanın duvarına dayanırsa bir çırpıda çıkabilirdi. Ki herkes böyle yapardı. Ben hariç! Çünkü, merdiven kayar da yüksekten düşerim diye korkardım. Bu yüzden küçük odanın duvarına dayardım merdiveni. Küçük odanın üzerine geçtikten sonra sıra büyük odadaydı. Ellerimi büyük odanın çatısına koyardım ve bacaklarımı yukarıya doğru çekerdim. Bundan sonra büyük odanın üzerindeydim artık. Önüm bahçe, arkam fındık tarlası, sağım yol, solum dut ağacı. Her gün aynı işlemleri yapıp dutları yiyip bitirsek de, ertesi gün yenileri olgunlaşmış olurdu. Pirket evin üstü bizim oyun alanımızdı aynı zamanda. Yüksekte olmak bambaşka bir duyguydu benim için. Pirket evin üzerindeyken kendimi dünyanın en özgür insanı sanırdım. Mahalleye tepe-


den bakmayı, yoldan geçen komşularımıza seslenmeyi, onlara kendimi göstermeyi çok severdim. Bir de pirket evin iki metre ötesindeki ıhlamur ağacımız var. Mahallede başka kimsede bulunmayan bu heybetli ağaç, bana daima gizemli bir hava vermiştir. Bahçemizin en yaşlı, gövdesi en kalın ağacıydı. Kökünün etrafında onu saran sarmalayan yaprak denizi vardı. Ama bu yapraklar, ağaçtan dökülen yapraklar değildi. Toprağa tutunmuş, uzun, sık yapraklardı. Ihlamur ağacının gövdesine dokunabilmek için bu yaprakları yarıp geçmek gerekti. Sanırım ağacın bana gizemli gelen yanı da buydu. Ihlamura çıkmak en zor olan şeydi benim için. Çünkü etrafında tutunacak, destek olacak hiçbir şey yoktu. Olumlu olan tek şey, ıhlamurun gövdesinin yassı oluşuydu. Çünkü bu durum tırmanmayı kolaylaştırırdı. Ihlamura çıkacağım zaman babam veya arkadaşlarım beni aşağıda beklerlerdi mutlaka. Onlardan güç alırdım. Sonra peşimden arkadaşlarım da çıkardı. Ihlamurun geniş dallarının arasında kaybolurduk. Ağcın tepesinde oyunlar oynardık. Ben mümkün olduğunca iki elimi birden daldan kaldırmamaya çalışırdım. Tek elimi kaldırınca bile içim ürperirdi. Dedim ya, bahçemizdeki tüm ağaçlara çıkma yöntemini bulmuştum. Ama benim istediğim bu değildi ki! Ben, korkusuzca ve tek başıma tırmanabilmek istiyordum ağaçlara. Kosça Bayırı’na (*) çıkar gibi. Kosça da yüksekti, dikti. Ama dağlar güven verirdi bana. Yazın piknik yapmaya, kışın poşetlerimizi alıp diz boyu kara bata çıka kaymaya giderdik Kosça’ya. Kimse tutamazdı beni, en önden koştururdum. Kar yağdığı zaman arkadaşlarımı ikna etmek çok zor olurdu. Kimse sıcak sobanın yanından ayrılmak istemezdi. Çok kalabalık olamasak da giderdik. Yün çoraplarımıza, lastik çizmelerimize rağmen ayaklarımız hissizleşirdi soğuktan. Bana sorarsanız, karın üzerinde poşetlerle kaymak için tüm bunlara değerdi. Yazın ise cümbür cemaat giderdik Kosça’ya. Herkes bohçasında yiyeceklerle, termosunda çayıyla gelirdi. Dönüşte de mezarlık yolunun ke-

narındaki böğürtlenlere yumulurduk. Ağzımız yüzümüz kırmızı kırmızı olurdu. Bir gün yine Kosça’ya gitmiştik piknik yapmaya. Bahar mevsimiydi. Aylardan Nisan’dı. Çiçekler açmış, doğa yemyeşil olmuş, güneş tepede parlıyor olsa da serin olur Karadeniz. O gün de öyleydi. Annem ne kadar “Güneşe aldanmayın, üşütürsünüz” dese de, biz arkadaşlarla toplanıp çıktık. Koştuk oynadık bütün gün. Evcillik gibi oyunları pek oynamazdık. Köyde de zaten sokaktaydık hep. Hem evcilik oynarsak erkek arkadaşlar katılmazlardı. Biz de hep birlikte oynayabileceğimiz oyunları tercih ederdik.

İkindi olmuştu. Artık yavaş yavaş gitmemiz gerekiyordu. Ama Esra ebe olmamıştı daha. Saklambaç oynarken hepimiz sırayla ebe olurduk. Son olarak Esra da ebe olsun, sonra gidelim dedik. Esra yüksek sesle 100’e kadar saymaya başladı. Biz de saklanmak için dört yana saçıldık. Esra “100” deyip dere tarafına doğru aramaya gidince, ben de arkasına saklandığım kayanın oradan çıkmak için doğruldum. Kalkmaya çalışırken ayağım çalıya takıldı. Tutunmak için elimi kayaya koymaya çalıştığımı anımsıyorum ama ondan sonrası hiç yaşanmamış gibi hafızamda. Gözlerimi açtığımda çalıların içindeydim.

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 41


Hava kararmaya başlamıştı. Bir an nerede olduğumu algılayamadım. Sonra karşımdaki yokuşu fark edince, tepenin başındaki kaya geldi aklıma. Çarpmanın etkisiyle ve yokuş aşağı yuvarlanmıştım. Başım zonkluyordu. Elimi kafama götürünce kafamdaki şişlikleri fark ettim. Bütün acıma rağmen kalkıp arkadaşlarımı bulmak zorundaydım. Bağırmaya başladım. “Celaaaal, Mervee… nerdesiniz?” Ses yoktu. Saklambaç oynadığımız yere geri dönebilmek için koşarak yokuşu çıkmaya başladım. Hava gittikçe kararıyordu. Korkudan ve koşmaktan nefes nefese kalmıştım. Kan ter içindeydim. Bir yandan da bağırıyordum. Nihayet te-

adam duruyordu karşımda. Batmakta olan güneşin son ışıklarıyla, üzerindeki kıyafetin koyu yeşil olduğu anlaşılıyordu. Akşamın karanlığında dağın başında yapayalnızken tanımadığım bir adamla karşılaşmanın verdiği korku ile artık yalnız olmamanın getirdiği rahatlama duygusunu bir arada yaşadım. Bana, neden ağladığımı sordu. Başıma neler geleceğini bilmemenin tedirginliğiyle ağlıyordum hala. Cevap veremedim. Keşke filmlerde izlediğim, insanları kurtaran süper kahramanlar gerçek olsaydı. Ve şimdi karşımda duran bu adam bana yardım etmeye gelmiş olsaydı. Böyle bir mucizeye ömrümde

peye vardığımda bütün gücümle bağırmaya başladım. “Esraaa, Buraaaak, Mervee… ”Yine ses yokru. Çok sevdiğim bu tepeler, gecenin karanlığında ne kadar da ürkütücü geliyorlardı bana. Oyun oynadığımız alana defalarca bakındıktan sonra umutsuzca ağacın dibine oturup ağlamaya başladım. Hıçkırıklarım Kosça Bayırı’nın zirvesinde çınladı. Kendimi sakinleştirmeye çalışırken omzuma dokunan bir el, yerimden sıçramama yol açtı. Arkamı döndüğümde, silahlı bir

ilk defa bu kadar çok ihtiyacım vardı. Ben cevap vermeyince, o konuşmaya devam etti: “Haydi ağlama artık, ne olduğunu anlat. Anlat ki beraber çözüm bulalım.” Arada hıçkırıklarla kesilse de anlattım başıma gelenleri. O da bana “Öyleyse seninle sır tutma oyunu oynayacağız. Ben seni bu gece evine ulaştıracağım, sen de benden ve konuştuklarımızdan kimseye bahsetmeyeceksin. Böylelikle çok istediğin bir şey gerçek olacak tamam mı?” dedi. Tamam de-

42 | TAVIR | ŞUBAT 2012

dim ben de. Başka çarem yoktu ki! Yol boyunca hep onun arkasından yürümeye çalıştım, bir şey olursa kaçayım diye. Ama kendimi bir oyunun içinde bulmak, dilediğim mucizenin gerçek olacağı hissini de uyandırmıştı bende. Bir süre yürüdükten sonra durduk. Durduğumuz yerde sayıları 5-6 olan silahlı insan vardı. Öfkeyle “Beni nereye getirdin?” diye sordum. “Oyun daha bitmedi ki. Oyunun sonunda evine varacaksın” dedi. O ara, bu insanların içinde kızların olduğunu fark ettim. Kızları görünce rahatlamıştım. Çember şeklinde oturduk ortaya; nerede oturduğumu, kimin çocuğu olduğumu sordular. Sonra hepsi kalkıp yanımdan gittiler. Benimle sadece adının İpek olduğunu öğrendiğim abla kalmıştı. Göz göze gelince gülümsedi bana. Yanağımı okşayıp “Merak etme, bu gece evinde uyuyacaksın.” dedi. Sesindeki sıcaklık iyice rahatlatmıştı beni. Korku hissim neredeyse kaybolmuştu. Kimdi bu insanlar, burada ne yapıyorlardı? Sonunda dayanamayıp sordum. “Abla siz kimsiniz?”... Yine gülümsemişti sıcacık. Bir süre sessiz kaldı. Sormakla yanlış mı yaptım diye düşünmeye başlamıştım ki konuşmaya başladı: “Biz gerillayız. İnsanlara kötülük yapanları yok etmek için savaşıyoruz. Hepsini yok ettiğimiz zaman sen ailenden arkadaşlarından ayrı düşsen bile korkmana gerek kalmayacak” dedi. Artık dilediğim mucizenin gerçekleştiğine kesinlikle inanmıştım. İpek ablanın daha çok anlatmasını isterdim ama diğerleri yanımıza döndüler. Beni oraya getiren abi “Haydi bakalım, köyün girişine kadar Gökçe sana eşlik edecek” dedi. Benimle gelen kişinin kız olmasını isterdim. Ama tedirginliğim geçtiğinden çok da sorun etmedim. Beni tek tek öpüp “Hoşça kal” dediler. Sonra ayrıldık. Şaşkınlıktan teşekkür etmeyi bile unutmuştum. Yolda giderken ikimiz de uçuyorduk resmen. Ama Gökçe abi ara sıra durup bekliyor, etrafına bakınıyordu. Niye durduğunu sorduğumda; etrafta düşman askeri olup olmadığını kontrol ettiğini, benim de mümkün olduğunca az ses çıkararak yürümem gerektiğini söyledi. “Düşman” dediği kimdi acaba? İpek ablanın kötü insanlar dediği kişiler olmalıydı. Gökçe abi ses çıkarmamam gerektiğini söylemişti


ama ben kendimi tutamayıp sordum. - Gökçe abii gerilla ne demek? - Savaşçı demek. Adalet savaşçısı. Vay canına, demek gerilla savaşçı demekti. - Beni bıraktıktan sonra sen de evine mi gideceksin? - Evet, evime gideceğim. Yani dağa geri döneceğim. - Evin dağda mı? Ben Kosça’ya çok geliyorum ama bugüne kadar dağda hiç ev görmedim. - Göremezsin, çünkü bizim kapısı, duvarları olan evimiz yok. Dağın her yeri bizim evimiz. Orada yaşıyoruz. - Nasıl yani? Dışarıda mı kalıyorsunuz? - Evet, savaşçılar böyle yaşarlar. Demek onlar da benim gibi yüksekleri seviyorlardı. Ama ben akşamları yatağıma girmeyi de çok seviyordum. - Peki siz ağaçlara çıkıyor musunuz? - Çıkıyoruz tabi. Ağacın üzerinde nöbet tutuyoruz. Düşmanın gelip geçmediğini görmek için etrafı gözetliyoruz. Ağaçların sıklığından kaynaklı, aşağıda çok sınırlı bir alan görülebiliyor. Ama ağacın üzerinde olunca daha geniş bir bölgeyi görebiliyoruz. Yine düşman demişti. Tam sormaya hazırlanıyordum ki, “Artık daha fazla konuşmamalısın. Gecenin sessizliğinde bizi karşı dağdakiler bile duyar.” dedi. Uzun bir süre sessizce yürüdük. Gökçe abi birden durdu ve “Artık ayrılma vakti geldi. Bizden hiç kimseye bahsetme tamam mı?” dedi. “Tamam ama daha köye varmadık ki. Oyunumuz köye varınca bitecekti.” dedim ben de. Benim buraları bildiğimi ve tek başıma gidebileceğimi, eğer benimle daha fazla gelirse oyunun bozulacağını söyledi. Tam ayrılacakken “Peki ben seni tekrar nasıl göreceğim?” dedim. Gökçe abi de “Bizi görmek istiyorsan dağlara gelmen gerekiyor. Ama her zaman karşılaşamayabiliriz. Çünkü biz sürekli yer değiştiriyoruz.” dedi. Ertesi gün nerede olacaklarını sorduğumda söylemedi. Eve geldiğimde annem feryat figan ağlıyor, komşular da onu sakinleştirmeye çalışıyorlardı. “Anneeee, ağlama! Ben geldim!” diye bağırdım bahçe kapısından girerken. Annem bana doğru koştu ve beni bağrına bastırdı. Öyle sıkı bastırdı ki, canım çıkacak sandım. Ben yokken

köyde olanları gelince öğrendim. Arkadaşlarım Kosça’da beni bulamayınca eve gelip anneme ve belediyede çalışan babama haber vermişler. Babam işten izin istemiş ama vermemişler. Babam da kapıyı çarpıp çıkmış, gitmiş jandarmaya. Jandarma da “Çocuk bu döner elbet. Gece gelmezse sabah çıkar bakarsınız. Bunun için askerlerimizi dağa gönderemeyiz.” demiş. Babam öfkeden deliye dönmüş ama jandarmaya da sesini çıkaramamış, gelmiş mahalleye. Komşularımız Ahmet abi, Refik amca, Selami dayı, Hasan amca ve babam beni aramaya çıkmışlar. Eve geldiğimde babamlar dönmemişti. Gelirken onlarla karşılaşmamış olmamıza şaşırdım. Sanırım Gökçe abi beni farklı bir yoldan getirmişti. Babamlar sabaha karşı döndüler. Ben uyuyordum. Seslerine uyandım ama uyandığımı belli etmedim. Babam, yatağımın kenarına oturup hem ağladı hem saçlarımı okşadı. Bir yandan da “Benim cesur kızım, nasıl da tek başına dönmüş” diyordu. Halbuki ben ağacın dibine oturup ağlamıştım. Gerillalar beni bulmasaydı köye dönemezdim. Utanmıştım kendimden. Babamı hayal kırıklığına uğratmak istememiştim. Hem zaten gerillalara söz verdiğim için kimseye bir şey söyleyemezdim. Ertesi gün tekrar gittim Kosça Bayırı’na. Ama kimseleri göremedim. Birkaç gün üst üste gittim. Yine kimseler yoktu. Evdekilerin durumu fark etmemesi için bir süre gitmedim. Son yaşanan olaydan sonra annem çok tedbirli olmaya başlamıştı. Babam olmasa çarşıya bile göndermezdi beni. Tekrar gitmeye başladığımda da kimseyi göremeden geri dönüyordum. Gökçe abi “Her zaman karşılaşamayabiliriz” demişti ama ne sıklıkla olduğunu söylememişti. İkinci hafta sonunda nihayet karşıma çıktılar. “Bakıyorum yine buralardasın” diyen ses üzerine kafamı kaldırdım. Ağaçtaki kişi ağlarken yanıma gelen kişiydi. - Günlerdir sizi arıyorum, nerelerdesiniz? - Şşş…. Bağırmadan konuş, buradayız işte. - Senin adın ne? - Avni - Avni abi, ben sizi aradığımda nasıl bulacağım?

- Sen bizi her aradığında bulamazsın ama istersen biz seni buluruz. - Nasıl bulacaksınız, siz köye inmiyorsunuz ki - Onu nereden çıkardın? İniyoruz ama girebildiğimiz evler çok sınırlı şu an. - Bizim eve de gelsenize. - Peki annen ve baban ne der buna? - Bilmiyorum ama babam korkabilir. - Şimdilik bekleyelim o zaman. O gün Avni abiye, ben kaybolduğum zaman mahallede yaşananları anlattım. O da bana bir sürü şey anlattı. Ama aklımda en çok kalan şey, babamın işten çıkmasına izin vermeyenlerin ve jandarma karakolunda babamı geri çevirenlerin düşman olduğuydu. Sonunda düşmanın kim olduğunu öğrenmiştim. Yeni arkadaşlarımı görmek için sık sık Kosça’ya gidiyordum artık. Çoğu zaman karşılaşamıyorduk ama görüştüğümüz zaman duyduğum mutluluk bana haftalarca yetiyordu. Zaman içinde Avni abiyi, Gökçe abiyi, İpek ablayı ve diğer gerilla arkadaşlarımı daha yakından tanıdım. Bazen yiyecek götürüyordum onlara. Eğer karşılaşmazsak, belirlediğimiz bir kayanın altına koyacaktım. Onlar ne zaman gelirse o zaman alacaklardı. Bahçedeki domatesleri, salatalıkları, mısırları koparırdım ya da annemin yaptığı mısır ekmeğini, akçayı götürürdüm. Evden bütün ekmek kaybolunca annem fark ederdi. Arkadaşlarımla birlikte yediğimizi söylerdim. Sonradan bahçedekilerin de azaldığını fark etti annem. Aslında elinde, avucunda olanı paylaşmakta çekinmeyen bir kadındı ama bir gün “Arkadaşlarına daha az götürsen” dedi bana mahcup bir şekilde. “Eve kalmıyor da” diye ekledi ardından. Babam hiç sesini çıkarmazdı ilk götürdüklerim uzun bir süre kayanın altında kaldılar. Ve artık kayadan taşar oldular. Bir gün gittiğimde hepsinin alınmış olduğunu gördüm. Sonradan gerillalarla karşılaştığımızda bana “Bu kadar sık yiyecek getirme” dediler. Hem evdekilerin durumu fark edeceklerini hem de ailemin ihtiyaçlarını da düşünmem gerektiğini söylediler. Gökçe abiyle bir anlaşma yapmıştık.

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 43


Ben, köydeki çocuklara yeni bir oyun öğretecektim. Oyunun adı “gerillacılık” idi. Ben, Merve ve Celal gerilla oluyorduk. Esra ve İsmail de asker. İsmail’i bilerek asker yapıyordum hep. İsmail gıcık bir çocuktu çünkü. Hep kendi istediğinin olmasını ister, herkese bağırıp çağırırdı. Pirket evi karakol yapmıştık. Ihlamur ağacı da gerillaların yaşadığı dağ idi. Biz ıhlamur ağacına çıkardık, İsmailler de pirket evin üzerine. Birbirimizi yere düşmüş çürük elma yağmuruna tutarak savaşırdık. Biz daha yüksekte olduğumuz için elma yağmuruna tutardık ve biz kazanırdık. İsmail itiraz ederdi. “Sen daha yardım alamadan ağaca bile çıkamıyorsun, niye biz yeniliyormuşuz?” derdi bana. O kadar ağrıma giderdi ki bu söz, gururumdan kimseye anlatmazdım. Kosça’dan dönüyordum bir gün yine. Çok mutluydum o gün. Çünkü tanıdığım bütün gerillaları bir arada görmüştüm. Köye yaklaştığımda bir hareketlilik fark ettim. Biraz daha ilerlediğimde düşman askerlerini gördüm. Çok kalabalıklardı ve Kosça’ya doğru ilerliyorlardı. Anlamıştım durumu, buz gibi oldum. Kaybedecek vaktim yoktu. Bir an önce gidip gerilla arkadaşlarıma haber vermeliydim. Koştum, koştum… Bir türlü varamıyordum. Ve gittikçe sinirleniyordum. En sonunda tanımadığım bir dere çıktı karşıma. İşte o an kaybolduğumu anladım, çok kızmıştım kendime. Böylesi bir durumda nasıl kaybolurdum. Geri dönersem çok zaman kaybedecektim. Dereyi geçmekten başka çarem yoktu. Bir iki adım attım, su çeneme kadar geldi. Karşı kıyıya daha çok vardı. Biraz daha gidersem boğulacağımı anladım. Hızla geri döndüm ve derenin kenarındaki ağaca tırmandım tazı gibi. Ağacın kalın dallarından birinin ucuna gelip, oradan karşı kıyıya atladım. Koşmaya başladım yine. Gerillaların yanına vardığımda soluk soluğaydım. “Ne oldu?” demelerine fırsat vermeden “Geliyorlar, düşman askerleri geliyor” dedim. “İki saat önce köyün girişindelerdi. Bu tarafa doğru geliyorlar.” Hızlıca toparlandılar ve bana “Sen evine dön” dediler. Hayır, kabul edemezdim böyle bir şeyi! Onları bırakıp eve döne-

44 | TAVIR | ŞUBAT 2012

mezdim. “Ben de sizinle geleceğim” dedim. “Olmaz. Biz uzaklara gideceğiz. Bizimle gelemezsin.” dediler. Onlar ne derse yapacağımı, onlar gibi yaşayabileceğimi söylesem de dinlemediler. “Siz olmazsanız ben de peşinizden gelirim” deyip takıldım peşlerine. Hava, ilk karşılaştığımız günkü gibi kararmıştı. En sonunda, karanlıkta yolu bulamayacağımdan ve düşmanın eline geçeceğimden korktukları için beni yanlarına aldılar. O gece gerçekten uzaklara gitmiştik. Konakladığımız yerde yatarken, bir gün önce yaşadıklarımı gözümün önüne getirdim tek tek. Hafızam bir yerde takılı kaldı. Ben o dereyi nasıl geçmiştim? Düşününce kalbim küt küt atmaya başladı. Evet, başarmıştım! Bir saniye bile düşünmeden çıkmıştım o ağaca. Hem de çabucak, mahalledeki hiç kimse o kadar hızlı çıkamazdı. Tuttuğum sırrın karşılığında dileğim gerçek olmuştu. Yattığım yerden fırladım. Herkes yorgunluktan mışıl mışıl uyuyordu. Ben ise heyecandan yerimde duramıyordum. En sonunda İpek ablayı kaldırıp ona anlattım. Tüm yorgunluğuna rağmen dinledi beni. Sonra birlikte uyuduk. Birkaç hafta sonra Kosça’ya geri döndük. Ama ben eve dönmedim bir daha. Artık şahan olmuştum. Aşağılara inemezdim. Hakkımda “kayıp” diye laf çıkardılar köyde. Çok sinirlendim buna. Kayıp

değildim ki ben. Kendi köyümün dağlarındaydım, yükseklerden onları izledim hep. Annem dövünüyordu. Babam ise daha metanetliydi. Bir gün babamın anneme “Ağlama artık. Ben kızım için kılını kıpırdatmayan jandarmaya ağzımı açıp iki söz söyleyemedim. Ama o şimdi hepimiz adına kurşun sıkmaya gitti.” dediğini duydum. Ama annem dövünmeye devam etti. Mahalledeki arkadaşlarım ise bir zaman sonra yeniden oyun oynamaya başladılar. Kaybolmadığımı göstermek için her gün kanat çırptım gökyüzünden onlara. Hiçbirisi görmedi. Kanatlarımdan vurulup köy meydanına düştüğümde görecekler. Üzerine dünyanın en güzel yıldızının işlendiği kırmızı beze sarılı bedenim anlatacak onlara kaybolmadığımı. Mezarımın üzerinden ıhlamur ve dut yapraklarını eksik etmeyeceklerinden eminim. Ben ise bahtiyar gideceğim, çünkü o günden sonra köylülerim kafalarını kaldırıp yücelere bakmaya başlayacaklar. (*) Kosça Bayırı: Düzce’nin Çılımlı ilçesindeki bir bayırın adı. o


45-48 esnaflarimiz_sablon 2/6/12 12:57 PM Page 45

inceleme

inceleme

sokaklarımızdan yok olan seyyar satıcılar türkan doğan

Mahallelerimiz vardı bizim, daracık sokaklarında asma tavanlarla birbirine yapışık şirin evleri olan mahallelerimiz. Bir fincan kahvenin kırk yıl olan hatırında komşuluk ilişkilerimiz vardı bizim; külüne muhtaç olduğumuz komşularımızın, mahallenin hastasına, ölüsüne koşan babacan amcaları, güngörmüş ablaları, teyzeleri vardı… Sokaklarda koşuşturan çocukları dönerdi hızla yere atılan topaçların etrafında. Uçurtmalar uçuran çocuklar, “Yağ satarım bal satarım ustam ölmüş ben satarım...” oyunlarından bilinçlerine geçirirlerdi bir mesleğin emeğini. Ustalar ölür, çıraklar yüklenirdi işte bu mahallelerde bir işin devamlılığını… Sokaklarımızın esas dostu olan esnaflarımız vardı bizim. Mahallemizin bakkalı, mahallemizin manavı, kasabı, berberi, mahallemizin balıkçısı... Kim bilir kaç insanın gömleğini, ceketini diken terzilerimizdi onlar bizim. Sokaklarımızın sesi, rengiydi onlar; sokaklarımızın esas dostuydu, siftahsız günlere alışıp borçlarını borç ile kapatarak yaşamaya çalışan esnaflarımız. Her mahallede bir tamirci dükkanı mutlaka bulunurdu. Her şeyin bir yenisi, modası öyle çabuk çıkıyor ki. Ve ona sahip olmak öyle hızlı bir ihtiyaca dönüşüyor ki bu günlerde; hayatımızda, bozulanı, kırılanı bir yenisiyle değiştirir olduk. Tamirci kelimesi bile

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 45


45-48 esnaflarimiz_sablon 2/6/12 12:57 PM Page 46

Genellikle ay sonları maaşların bitmesini bekleyen eskiciler, "Eskiiiiler alırım" nidalarıyla dolaşır; kullanılmış elbise veya eşyaları ucuza kapatmaya çalışırlardı. Elbiselerini naylon eşya ile değişenler, şişelere mandal verenler de vardı.

artık bir anlam ifade etmez oldu. Mahallerimiz esnaflarını kaybediyor artık günümüzde. Mahallelerimiz hem sesini hem rengini kaybeder oldu artık, esnaflarımız dükkanlarını bir bir kapattıkça. Bir zamanlar sokak satıcıları vardı mahallelerimizde. Sokaklarımızın sesi, soluğu olmuşlardı. Zerzevatçısı, yorgancısı, hallacı, macuncusu, yoğurtçusu ve kalaycısı ile seslenip dillenen sokaklarımız, o eski sakinleriyle "maziye gömülen" pek çok değer gibi özlem dolu yazıların konusu oluverdiler artık. Ne çabuk da kayboldular, yok olup gittiler... Hızla büyüyen, sanayileşen şehirlere, teknolojiye ayak uyduramadılar. Yenileri de hoparlörleri ve cıngıllarıyla tuhaf bir şekilde karşımıza çıktılar, sonra onlar da bu zaman tünelinde yok oldular. Neler geçmezdi ki büyük şehirlerin gecekondu mahallerinin daracık sokaklarından. Üç tekerlekli çekçek arabaları olmadığı yıllarda her şey sırtta taşınırdı. Mahalle halkına gelişlerini seslenişleri ise çok farklıydı: "Bohçacı geldiii hanımmmm!"... Çarşaf, dantel, masa örtüsü, pikeleri gezdirirler; her kapıda bohçayı bir çırpıda açar, hanımlara ısrarla gösterirler. Seyyar tabakçılar gibi taksitle de satarlardı. Şans-kader-kısmet avazları ile niyetçi geçerdi... Zinciri beline bağlı, elinde tefiyle ayıcı vardı.

46 | TAVIR | ŞUBAT 2012

Kundura tamircisi de seyyardı; ayakkabıların burun ve topuklarına demir çakar sonra da bir güzel boyarlardı. Mutfaklarda kullanılan ve delinen gaz ocaklarını tamir için lehimciler geçerdi. Çocukların bayıldığı pamuk helvacıları, süpürgeci, ne dediği pek anlaşılmayan galetacı, halkacıyı, rengarenk kıvrılmış kağıtlarla rüzgar fırıldaklarını sepete koyan fırıldakçı takip ederdi. At veya merkeplerin yanına dolaplar bağlayıp, içine de su damacanaları koyup satan sakalar dolaşırdı. Hava kararıp gece olunca kışın bozacı geçerdi. Bir de bizlere güvende olduğumuz hissini uyandıran mahalle bekçileri vardı. Onlar bir şey satmaz sadece düdük çalarlardı. Bekçiler şimdi de var ama sadece karakol nöbeti tutuyorlar, sokaklarımızdan geçmiyorlar. Askılı yoğurtçusu, zerzevatçısı, kalaycısı, hallacı, macuncusu artık sokaklarımızda değiller. Gelişen teknolojiye yenik düştüler çaresiz. Mahalle sokaklarında ellerinde çanlarıyla yoğurtçular dolaşırdı. Ellerindeki çanı sallayarak geldiklerini belli ederlerdi, öyle diğerleri gibi bağırıp etrafı rahatsız etmezlerdi. Hoparlörleri hiç olmadı onların... Ahşap evlerin kafesli pencerelerinden, sokağı daha iyi görebilmek için ileri uzanmış cumbalardan uzatılan sepetlere veya çocuklarla gönderilen tabaklara yoğurt koyarlardı. Yoğurtçular, yoğurtları ağaç askının iki kefesine ikişer adet üst üste dizerlerdi. Yoğurt satışında tabak önce el terazisinin kefesine yerleştirilip diğer kefeye beyaz mermer veya düzgün taşlarla darası alınıp boş tabak dengelenir sonra istenilen gram konurdu. Sipariş eğer kaymaksız isteniyorsa teneke el küreğinin ucuyla

kaymak tepsiden sıyrılır, bir silkeleyişte küçük çekmeceye aktarılır sonra da külçe halindeki yoğurt bıçakla kesercesine tabağa kalıp gibi yatırılarak tartılırdı. O zamanlar ne 15-20 katlı gökdelenler ne de paketlenmiş vakumlu yoğurtlar ne de meyveli yoğurt çeşitleri icat edilmemişti. Manavların seyyar gezenidir zerzevatçılar. Mahalle halkı, sebze ve meyveleri semt pazarlarından ya da sokak sokak dolaşan zerzevatçılardan alırdı. Zerzevatçılar, at ya da merkeplerin iki yanına sabahleyin kalın iplerle küfelerini bağlarlar, tüm sebzelerini bu küfelere yerleştirirlerdi. Turfandacılık bugünkü kadar gelişmediği için çok çeşit olmaz, ancak mevsimlikler bulunurdu o küfelerde. Her sebzenin küfedeki yeri ayrı olur, ortadaki eğerin veya semerin üstüne de dereotu ve maydanoz demetleri konurdu. Satıcılar, "Zerzevatçııııııı!... Lahana, pırasa, ıspanak" diye bağırırlar, siparişler el terazisiyle tartılırdı. Dolu küfelerin yükü altında ara sıra ayak değiştiren hayvana da sık sık "çüşşş, bırsst" gibi durma komutları verirlerdi. Mahallenin çocukları rahat vermezdi hayvanlara. Zerzevatçının yanına tepsiyle gelen kısa boylu hanımlar küfe içindeki sebzeleri görebilmek, seçebilmek için küfeyi aşağı doğru çekiştirirken hayvanın dengesini zorladıkları için zerzevatçıdan laf işitirlerdi. Tüm sebzeler satılınca hayvanın


45-48 esnaflarimiz_sablon 2/6/12 12:57 PM Page 47

sırtına binen satıcı, kabasına iki kamçı şaklatıp adımlarını sıklaştırarak keyifle evine dönerdi. Genellikle okul kapılarında, okul çıkışlarında sık sık görünürlerdi macuncular. Ahşaptan yapılma üç bacaklı sehpalarını omuzlarından indirir, üzerine sekiz gözlü teneke macun tepsisi, kenarına da konik külah kapağı asılırdı. O zamanlar kağıtlı şeker çeşitleri ve karamela, akide, nane şekeri vardı da şık ambalajlı bonibonlar ve şekerlandlar yoktu. Çok gözlü tepsiden reçine kıvamında çektikçe uzayan rengarenk macunları tornavida ucuyla alan macuncu önceden kesip hazırladığı küçük kalem gibi tahta sapların etrafında ani, dar çaplı turlarla sarıp verirdi. Macun dolu gözlerin tam ortasından kesilmiş yarım bir limon dururdu. Çubuğa sarılı macunu limona da sürerse, tatlı macun mayhoş, ekşili ekşili pek bir güzel olurdu. Okul önlerinde macuncular yalnız değildi. Turşucular bardaklara pancar renkli acılı turşu suyu doldururlar, Şam tatlıcıları tepsiden Şam tatlı dilimlerini spatulayla ayırıp bilet kadar küçük kağıtla tutup verirlerdi. Sentetik şilte ve su yatakları çıktığından bu yana, yaz aylarında sırtında yayı, elinde tokmağı ile dolaşan hallaçlara artık rastlanmıyor, onlar da tarih oldular. Kalaycılar mahalle halkının bakır kap kacağını parlatmak için gelirlerdi. Genellikle iki kişi birlikte çalışır; biri kalaylanacak kapları getirir-götürür, usta da mahallenin boş arsasına küçük bir çukur açarak körük yardımıyla yaktığı ateşte kalaylanacak tencere ve kapları nişadırlar ve maşayla tutup döndüre döndüre kalaylayarak pırıl pırıl teslim ederlerdi. Kullanılan kapların kalayları bir iki ay ancak dayanır, alttan bakırlar görünmeye başlayınca işlem yenilenirdi. Bakır tencerelerde ağır ateşte pişirilen yemekler, özellikle pilavlar lezzetli, pirinçler tane tane olurdu. Önceleri toprak kaplar sonraları bakır sahan tencere ve kazanlar yerlerini alüminyum, emaye, cam ve çeliğe bırakınca sonunda bakır tencere sahanlar ve iki kulaklı kaplar dekor olarak kullanılır oldular. Kalaycılar ise çok az kalan eski ve köklü semtlerde kirası düşük küçücük dükkanlarına çekildiler, sonra da

bir bir yok oldular. Mahalle halkının dostuydu esnaflar. Kıt kanaat geçinen halka veresiye defterleri açan gerçek birer dost... Hepsi de gelişen teknolojiyle zamana yenik düştüler. Macuncu, süpürgeci, yoğurtçu, baloncu, bozacı, sabahın ilk saatlerinde yanık yanık bağıran simitçi ve sütçüler… Her mahallenin bir sütçü amcası, bir sütçü teyzesi bulunurdu. Sabahın erken vaktinde bahçesinde barındırdığı ineklerinden sağdığı taze sütleri dolaştırırlardı sokak sokak: “Sütçüüüüüü!…” Sütçüler de mahalle halkı ile içli dışlı olmuşlardır her zaman. Çocukların deyimiyle “sütçü amca”, “sütçü teyze”... Bu hafta parasını veremeyen haftaya verse de olurdu. Bir deftere çentik atıp giderlerdi. Ertesi hafta gene geleceklerdi, gene süt getireceklerdi, o zaman alırlardı paralarını. Artık sokaklarımızda dolaşmıyor sütçüler. Sabahın ilk ışıklarında kapılar da çalınmıyor. Sütçüler de bu sokakları son terk eden oldular. Hızlı sanayileşme içerisinde karton kutu fabrikasının ülkemize gelmesiyle işleri bozulan sütçüler, sağlık bakanlığının sokak sütçülerine koyduğu ambargo da eklenince bu meslek de yavaş yavaş yok oldu. Sütçülerden alınan süt, en fakir ailelerin bile rahatça satın alabileceği, bol bol içeceği kadar ucuzdu. “Sokak sütçüsünden süt içip hastalıktan telef olan halkımızı, steril pastörize kutu sütlere alıştırıp hayatlarını kurtarsak” dedi kapitalizm. Hemen kolları sıvayıp, bir yandan dev fabrikalar kurarken, bir yandan da rakipleri gariban sokak sütçülerine karşı amansız bir kampanya başlatıldı. “Sizi gidi pis sütçüler, sütümüze su katarsınız ha... Hemen mikroplu inekle-

rinizi, keçilerinizi toplayıp gidin buradan...” dediler. Sütçü teyze fakirdi reklam veremezdi. Sütçü amca fakirdi reklam veremezdi. Yarışamazlardı o tekellerle...birdenbire ne kadar “pis” olduklarının farkına vardığımız sütçüler, eskiden bahçelerimizde yaşayan inekler, keçiler, tavuklarla beraber yavaş yavaş şehrin dışına itildiler. Bir süre gecekondularından at arabalarının arkasına yükledikleri süt güğümleri ile idare ettiler. Ucuz verdiler, veresiye verdiler ama saldırı beklemedikleri kadar güçlüydü, üstelik şehir dışına taşınmak nakliye maliyetini de artırmıştı... Onlar da süte kattıkları su miktarını artırıp “kutucuların” ekmeğine yağ sürdüler... Kutucuların korkutma dozu fazla geldi… Sokak sütünden korkutulan insanlar, pahalı kutu sütü de alamayınca kişi başı süt tüketimi gittikçe azaldı. Bugün milyonlarca dolar ciroları alkışlanan süt firmalarının kutu sütleri, neredeyse sadece orta halli ve zengin insanların dolabındaki içecek haline geldi... Büyük firmalar sokak sütünün fakir halkın protein ve vitamin ihtiyacını karşılayan çok ucuz ve temel bir ihtiyaç maddesi oldu-

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 47


45-48 esnaflarimiz_sablon 2/6/12 12:57 PM Page 48

ğunu görmezden geldiler. Açık sütün ne kadar mikroplu olduğunu halka anlatmak için yapılan seminerlerin ve masrafların bir kısmı ile açık sütçülere “süt hijyeni” konusunda eğitim seminerleri verilebilirdi örneğin. Ama bunu düşünecek sistem değil içinde yaşadığımız... Her şeyi kara göre ayarlayan tekellerin düzeninde yaşıyoruz. Bir küçük esnafı ve ondan gerçekten fayda sağlayacak halkı düşünen kim?

dan. Saçları beyazlamış, hafif aksayan ayağıyla atının yularını çekerek dolaşan amcayı bir gecekondu evinin kapısında yakalıyorum. Bakırdan 1 kg'lık kapla süt boşaltıyor ev sahibinin verdiği bir başka kaba. İşi bitince bana dönüyor: - Kaç kilo alacaksınız? Kap getirmeniz gerek!

Yok olan, ya da yok olmaya yüz tutan sütçülerin izini sürüyoruz. Burası İzmir’in Çiğli ilçesinin Güzeltepe Mahallesi. Sabahın erken bir vaktinde düşüyor yolumuz bu güzel mahalleye. İşlerine giden insanlar daracık sokaklardan çıkıyorlar. Otobüs durakları, esnafların açılan kepenk sesleriyle mahalleye giriyoruz.

Görüşmek istemiyor sütçü amca. İşimizi yapmak yasak artık diyerek kaşını yıkıyor. - Yoksul insan süt içmesin deniliyor, fukara gitsin marketten alsın, benim sattığım fiyatı bulabilecekse eğer. İnsan hayatının hiçe sayıldığı bir ülkede, beslenme sorunu yaşayan nice yoksul çocuğun bu noktada düşünülmüş olacağı inancı aklına dahi gelmiyor insanın. Amerikan emperyalizminin simgesi olan Coca-Cola’nın sahibinin CNN’de yaptığı bir açıklama geliyor insanın aklına. Irak'ta, Afganistan'da, Filistin'de Temmuz ayının tüm gelirini ve bundan sonraki ayların kar paylarını İsrail donanmasına devrettiğini söylüyordu. Orta Doğu’daki halkların katliamına destek olmak için, daha çok canın yanması için veriliyor o paralar. Coca-Cola içerek yaptığımız “katkı”yı görüyor musunuz?

Arka sokaklardan her gün olmasa da bazı günler sabah saat 08.00’de atının tık tak nal seslerine karışan bir ses, “sütçüüüüü süüüüt” diye bağırarak gezer bu sokakları. 60 yaşları civarında bir amcamız, yaşlanmış atının üzerinde her iki tarafa taktığı süt güğümleriyle mahalleyi dolaşıyor… Mahallenin yoksul insanları sabahları sütçünün sesini duyunca bir kapla çıkar dışarı. Su katılmıştır biraz içine, o yüzden ucuzdur sütü. “Bu sabah yakalamalıyım sütçüyü” düşüncesiyle yürüdüğüm gecekondu mahallesinde sesin geldiği yöne fırladım. Ne de olsa sütçülük de bir eski meslek. Değerlendirilmeye, bu mesleğin günümüzde geldiği noktayı tartışmaya değer.

“Süt değil amca, seninle biraz sohbet etmek istiyorum. Yok olan bir meslek haline geldi sütçülük. Mahallerde dolaşıp süt satan, bu mesleği artık yapan yok günümüzde. Bu konuyla ilgili konuşabilir miyiz?” diyorum.

Günümüzde az rastladığımız, sayıları gün geçtikçe azalan sütçüleri, artık mahallelerde çok nadir görüyoruz. Bu emek ve uğraş isteyen işi yapan insanları bulmak o kadar zor ki. O nedenle atının nal sesleriyle mahallede dolaşan bu sütçü amcamızı tanımak ve bu mesleğin şimdiki durumunun ne halde olduğunu sormak için koşuyorum arkasın-

Sol eliyle başındaki kasketi kaldırıp başını kaşıyor amcamız. “Olmaz” diyor. - Uygun olduğun bir zamanda. Ben beklerim senin işinin bitmesini. - Resmimi de çekme, ismimi de vermem sana. Soru da sorma sakın kızım. Bu işi yapmamız yasak bizim. Sağlığını bozuyormuşuz insanların. O nedenle başka mesleklere bak sen.

48 | TAVIR | ŞUBAT 2012

Sütçü amcamız benimle bu mesleği konuşmak istemedi. Oysa ne kadar da umutlanmıştım. Bu mesleği konuşacaktık, ineklerini anlatacaktı. Hayatını dinleyecektim. Belki de süte ne kadar su kattığının esprisini yapacaktım.

Bir sütçüye baktığımızda sağlığımızı düşünür görünenler, kampanyalarla süsleyip çocuklarımızı bağımlı hale getirdikleri Coca-Cola, Danone, Nestle, Maggi, Fanta, Sprite, Schweppes, Tımberland, Mcdonald’s... ve daha nice markayı hayatımıza soktular. Bütün bunlar hayatımıza girdiğinden bu güne ne kadar çok zehirlendik. Ne kadar çok yok olduk. Bir iki dakikanı ayırsan ne olurdu kır saçlı sütçü amca? Günlük sattığı üç beş kilo sütle geçimini sağladığın o nasırlı, o emekçi ellerinden tutan dostlarından biriydim oysa. o


49-54 hallac_sablon 2/6/12 1:00 PM Page 49

biyografi

biyografi

hakikati aydınlatan bir sufi hallac-ı mansur ümit zafer “Darağacı, erenlerin miracıdır.” Hallac-ı Mansur

1. Hallac-ı Mansur deyince akla “Enelhak” sözü gelir. Doğaldır ama Mansur, böyle dediği için katledilmemiştir. Onun katledilmesinin esas nedeni dönemin halk aydını olmasıdır. Ki Hallac-ı Mansur için Karmati Daisi olduğu suçlaması da getirilmiştir. Öyledir. Ve fakat, Abbasi egemenleri halkın sevip saydığı Mansur’u ortadan kaldırabilmek için siyasi nedenlerden çok dini gerekçeler öne sürmeye çalışmışlardır. Kaldı ki, Abbasi egemenleri Hallac-ı Mansur’u ele geçirir geçirmez hemen katledememiş, dokuz yıl süren bir tutsaklığın ardından yaptıkları uyduruk bir yargılamanın sonucunda fiziki varlığını ortadan kaldırabilmişlerdir. Hallac-ı Mansur konusunda uzman sayılan Iraklı Prof. Dr. Kamil Mustafa eşŞeybi, Hallac’ın kimliğinin anlaşılmasına dair zorunlu bir soru sorar: “Hallac, gerçekten bir siyasal kimlik miydi, yoksa bu dünyayla ilgisi olmayan zahit miydi?” (Aktaran: Öztürk-syf:273)

Bu sorunun cevabı Hallac’ın kim olduğu ve neden katledildiğini de netleştirir. Ki eğer, örnekleri bilinen türden, dünyadan elini eteğini çekmiş bir sufi olsaydı, değil. “Enel hak” ne derse desin katledilmezdi. Ama “Mülk Allah’ındır, Allah’ın nimetlerinden yoksullar da yararlanmalıdır” diyen çizgide siyaset yapması onun katledilmesi için yeter sebep olmuştur. 2. Abbasi egemenleri, tekkelerine çekilip binbir türden dini yorumlarla uğraşırken halkın dertlerine sırtını dönen tasavvuf ehliyle uğraşmıyorlardı. Bu türden sufilerle aralarında adı konulmamış bir anlaşma vardı. “Sufiliğin önderi” olarak bilinen Cüneyd Bağdadi gibi sufi alimler, halkın dertleriyle ilgilenmeyi dünyevileşmek olarak gördükleri için, halka sırtlarını dönüyorlardı. Oysa, hayat öyle bir kavgadır ki, bu meydanda halka sırtını dönenler egemenlerin eteğini öpüyor demektir. Hallac-ı

Mansur

böyle

yapmadı.

“Dünyevileşmemek” adına, egemenlerin dünyasına ait olmayı reddetti. Halk aydını olma misyonuyla davrandı ve yeri gelince de bunun bedelini ödedi. Yukarıda, akademisyen Şeybi’nin sorusunu aktarmıştık. İşte o soruya Şeybi, aynı yerde şu açıklamasıyla cevap verir: “… Gerçek şu ki, Hallac, faal bir siyasetçi idi. Hayat hikayesi, fikirleri, kitaplarının adları onun fiili bir siyasetçi olduğunu göstermektedir. Yakalanıp hapsedilmesi ve nihayet idamı Karmatilik gerekçesiyledir. Derdest edildiği zaman evinde bulunmuş siyasal yazışmalar vardır. Bunların içinden bir tanesi, doğmakta olan Alevi Fatımi devletinin müjdelenmesini içeriyor. Nitekim bu devlet, Hallac’ın gözaltına alınması sırasında vücut bulmuştu. Hallac’ın siyasal kimliğine bir kanı da onu idam eden Abbasi devletinin, onun başını, özellikle Horasan bölgesinde cadde cadde dolaştırıp ona tabi olanlara gözdağı vermeyi gerekli görmesidir.” (Age.)

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 49


49-54 hallac_sablon 2/6/12 1:00 PM Page 50

3. Tam da şimdi, Engels’in dile getirdiği ve ortaçağ boyunca süregiden sınıflar kavgasını anlamamızı sağlayan şu sözlerini bir kez daha hatırlamanın zamanıdır: “… Eğer bu sınıf savaşımları o çağda, dinsel bir nitelik taşıyor, eğer çeşitli sınıfların çıkar, gereksinme ve istemleri din maskesi altında gizleniyor idiyseler, bu hiçbir şeyi değiştirmez ve çağın koşulları ile kolayca açıklanır.”(Engels-syf:46) Ortaçağ’da ezen ve ezilen sınıfların dünya görüşleri dini bir şekilleniş içinde olduğu için, haliyle Hallac’ın halktan yana düşünceleri de böyleydi. Ezilenlerin berraklaşmış ve bilimsel ideolojisi olarak MarksizmLeninizm’in ortaya çıkmasına daha yüzyıllar vardı. Ama bu demek değildir ki, ezilenlerin zulme ve sömürüye karşı çıkışlarının ifadesi olan dünya görüşleri yoktu. Hayır, vardı ve dünya görüşleri ister istemez dinseldi. Bir diğer ifadeyle, Allah adına ezip sömürenlere karşı halk kesimleri de Allah adı ve aşkıyla isyan ediyorlardı. Engels’in tarihsel tespiti, Hallac’ın gerçekliğini de anlamamıza yardımcı olur: “… Feodalizme karşı devrimci muhalefet, tüm ortaçağ boyunca devam etti. Bu muhalefet, kendini koşullara göre kimi zaman mistik, kimi zaman açık mezhep sapkınlığı, kimi zaman da silahlı ayaklanma biçimi altında gösteriyordu.”(Engels-syf:47) Hallac-ı Mansur da, Abbasi feodalizmine karşı yürütülen devrimci muhalefetin bir parçası olarak, Karmati isyan hareketinin içindedir. 4. Tarihçi, yazar Faik Bulut, Karmatiler’i incelediği “İslam Komüncüleri” isimli eserinde, Hallac’a dair şu vurguyu yapar: “Hallac-ı Mansur, örgüte katılıp ‘Ebu Abdullah’ kod adını aldı; Hindistan, Horasan ve Sind bölgelerini örgütlemekle görevlendirildi. O da

50 | TAVIR | ŞUBAT 2012

görevini yerine getirmek maksadıyla, uzun bir yolculuğa çıktı.” (Bulutsyf:179) Günümüzün ilahiyatçı akademisyenlerinden olan Abdullah Ekinci de “Karmatiler-Ortadoğu’da İlk Sosyalist Yapılanma” isimli eserinde, bu gerçekliği ürkekçe teyid etmek zorunda kalır: “Hallac’ın Karmati olarak suçlanmasının sebebi devrinin düşünsel-siyasal ana ekolü olan Karmatilerin temsilcisi bilgi ve düşünce ekipleriyle, başka bir deyişle Karmat daileriyle bilgi alışverişinde bulunmasıdır. Massignon, Karmatilerin üzerinde durduğu konuların Hallac tarafından da işlendiğini belirtmiştir.” (Ekinci-syf:274) İlahiyatçı akademisyen Ekinci’nin bu değerlendirmesi, bir diğer ilahiyatçı akademisyen Yaşar Nuri Öztürk’ün Hallac-ı Mansur’la ilgili özeleştirel değerlendirmesine ulaşmak için biraz daha zamanı olduğunu gösteriyor: “Hallac’la ilgili ilk iki kitabımızda, Hallac-Karmati münasebetlerinde fikri ilişkiyi kesin görürken organikfiili ilişkiyi kuşkulu görmüştük. Çalışmalarımız bizi bu efsane sufinin tartışmasız bir Karmati olduğu kanaatine ulaştırdı.”(Öztürk-syf:65) Görüldüğü gibi, Hallac-ı Mansur’u, Abbasi sömürü ve zulmüne karşı yoksul halkın isyanı olan Karmati hareketinden ayrı olarak değerlendirmek mümkün değildir. Mansur, bir halk aydını olarak Karmati düşüncesinin dava adamlığını yapmıştır. Katledilmesinin gerçek sebebi de budur. Değilse, halkın davasını gütmeyen bir sufi olsaydı, “Enel Hak” dediği için asla öldürülmezdi. 5. Hallac-ı Mansur’un “Enel Hak” deyişi, kendisini kabaca tanrı ilan etmesi değildir. Abbasiler’in kiralık ulemasının çarpıtmalarının ötesinde, tasavvufi-mistik bir derinliğin ifade olarak dışa vurumudur bu söz. Ve dahası, bu anlayış, Karmati düşüncesinin temelini oluşturan İhvan-ı Safa Risaleleri’nde de yer alan dinsel bir yorumdur.

Şöyle ki:”… Dünya, Kozmik Akıl’da (El Akl-ül Evvel: İlk Akıl-FB) ifadesini bulan nihai Bir/Tek’ten sudur etmiştir. Kişi, kendi mahkeme (irdeleme-sorgulama-mantığa vurma vs.) kudretini arındırıp berraklaştırmak suretiyle, zihinsel bir derinleşme sürecinde yeniden Bir/Tek’e doğru yükselebilen Mikrokozm (El Alem-ül Asgar: Küçük evren)’lara dönüşebilir. Bu da, tanrısal Kozmik Akıl’ın insanlarda sürdürülmesi durumudur. Yani, insan küçük tanrıdır; onun cisimleşmiş ve bütünleşmiş halidir. Hallac-ı Mansur’un ‘Enel Hak’ demesi de bundandır.” (Bulut-syf:88) Tasavvuf tarihi içinde, ulaşılan sufi derinliğin ifadesi olarak, Bayezid el Bistami’nin “Cübbemin altında Allah’tan gayrısı yok” dediği de malumdur. Ama böyle dedikleri için Hallac’ın maruz kaldıklarıyla karşılaşmamışlardır. Kaldı ki, İslamiyet’e dair en gerici yorumları yapmış olan Gazali bile, “Enel Hak” deyişini kendince bir yorumla makul bulabilmektedir. Mevlana Celaleddin Rumi ise, “Fihi Ma Fih” (içindeki içindedir - O, neyse O’dur anlamında) isimli eserinde konuyu şöyle yorumlar: “… Enel Hak demeyi büyük bir iddia sanıyorlar, oysa, bu büyük bir alçak gönüllülüktür. Bunun yerine, ‘Ben Hakk’ın kuluyum, kölesiyim’ diyen, biri kendi varlığı, diğeri Tanrı’nın varlığı olmak üzere iki varlık ortaya sürmüş olur. Halbuki ‘Ben Hakk’ım’ diyen, kendi varlığını yok ettiği için, Enel Hak diyor. Yani ‘Ben yokum, hepsi O’dur; Tanrı’dan başka varlık yoktur. Ben, sadece yokluğum ve hiçim.’Bu sözde alçak gönüllülük daha fazla mevcut değil midir? Halk bunun manasını anlamıyor.” (Aktaran: Öztürk-syf:371) Halk bunun manasını anlar anlamasına da, yeter ki egemenler dini istismar edip halkı kışkırtmasınlar. Kaldı ki, “Benim kabem insandır” diyebilen halk, bunca zaman sonra bile Hallac’ı “Dar-ı Mansur” ile yad ediyorsa, anla-


49-54 hallac_sablon 2/6/12 1:00 PM Page 51

maya değer olanı anlamış demektir. 6. Hallac-ı Mansur, 858 yılında İran’ın Beyza kenti yakınlarındaki Tur kasabasında doğdu. Babası Müslüman dedesi ise eşitlikçi Mazdek inancına sahipti. Mansur’un tam adı şudur: Ebu Abdullah Hüseyin bin Mansur el Beyzavi el-Hallac. “Hallac” lakabı ailesinin pamuk işi yapmasındandır. Babası pamuk dokuma işinde çalışan bir emekçiydi. Yoksuldular, hatta babası işsiz kalınca Vasıt şehrine göçtüler. Küçük yaşta Kur’an’ı ezberledi. İran kökenli bir aileden gelmesine rağmen Farsça bilmezdi. Sünni-Hambeli’liğin hakim olduğu bir ortamda büyüdü. 12 yaşındayken Kur’an’ı hatmetmişti. 16 yaşına geldiğinde dönemin sufi alimlerinden olan Tusteri’den eğitim alması için Tuster şehrine gönderildi. Orada 3 yıl eğitim aldı. Ardından Basra’ya gidip dönemin bir başka büyük sufi alimi Ami bin Osman el-Mekki’den eğitim aldı. Mansur, sufi ileri gelenlerinden olan Ebu Yakup el-Akta’nın kızı Ümmü Hüseyin’le evlendi. Hayatı boyunca tek eşli kalan Mansur’un bu evlilikten üç erkek bir de kız çocuğu oldu. Kayınbiraderi Kernebari ise bir Karmati militanıydı. Ve nice sonra, Mansur’la birlikte katledilecekti. Mansur, 868-883 yılları arasında yaşanan zenci isyanının başlangıcında 10 yaşındaydı. Çocukluktan gençliğe bu isyanın hakim ikliminde geçti. Karmati’lerin kendilerini ifade etmeye başladığı yıl olan 880’de ise, 22 yaşında genç bir sufi idi. Ve her iki isyan da bir emekçi çocuğu olarak yoksulluğu

iyi bilen Mansur’u doğrudan etkilemiştir. Evliliğin ardından Basra’da yaşamaya başlayan Mansur, artık sözü dinlenen, halk içinde sevilip sayılan bir sufi olmuştu. Ve fakat, Mansur ve çevresi hakkında söylentiler arttı. Zira, tekke miskini birer sufi değildi onlar. Halkın içinde bulunduğu acı duruma kayıtsız kalmayan, çare arayan halk aydını olmaya başlamışlardı. Bu düşünceler ve arayış tekkelerinde rahat yaşamayı seçen miskin sufileri rahatsız eder. Ki hocası el-Mekki ile de arası açılır. Mansur, Basra’yı terk edip Bağdat’a

gider. Bağdat, Abbasi devletinin baş kentidir. Egemenlerin zevk-ü sefa saltanatı ve zulüm çarkı ile halkın sefaletinin baş kentidir Bağdat. Mansur, bu gerçeklere gözlerini kapayıp kayıtsız kalmaz. İşte bu yüzden, burada da “sufilerin önderi” olarak bilinen Cüneyd el-Bağdadi ile arası açılır. 7. Mansur’un sufi çevrelerle arasının bozulmasının nedeni, gerçekleri bilirken yalana boyun eğip susmamasıdır. Abbasi egemenleri, üzerinde zevk-ü

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 51


49-54 hallac_sablon 2/6/12 1:00 PM Page 52

sefa sürdükleri sömürü çarkını, dinin emri ve gereği olarak örtbas etmeye çalışmaktadırlar. Oysa, İslamiyet’in emri ve gereği bu değildir. İslam, zulüm ve sömürüye karşı durarak çıkmıştır. Şimdi, zulüm ve sömürünün örtüsü yapılamaz. Yapmaya kalkanlar en büyük kafirlerdir. Ve dindar olmak, öncelikle bu zulüm ve sömürüye karşı çıkmakla başlar. Mansur, böyle düşünür ve düzenin sufisi olmaz. Hal böyle olunca da, Abbasi düzeninin “akıllı sufi” leri tarafından adeta aforoz edilir. Hallac-ı Mansur, sadece yorumlamakla yetinmek istemiyor, aksine zulüm ve sömürünün hakim olduğu Abbasi dünyasını değiştirmek istiyordu. Cüneyd el-Bağdadi vb. ise yorumlamakla yetinmesini salık veriyordu. Öyle ki el-Bağdadi bir keresinde Mansur’a “böyle gidersen darağacını boylarsın” der. Mansur, “sufilerin önderi”ni şöyle cevaplar: “O zaman sen de fakih kıyafeti giyer ithamdan kurtulursun.” “Fakih”, fıkıh bilgini demektir. Fıkıh ise din ve dünya işleriyle ilgili ona kaynaklardan yararlanarak konulmuş kuralların bütünüdür. Bir diğer ifadeyle, Mansur’un “Fakih olursun” diyerek kastettiği bir tür resmi devlet görevidir. Halk aydınlarının darağacını boyladıkları yerde, “akıllı sufi”ler öyle düzeniçileşirler ki, vardıkları yer yorum ilminin -fıkıh- resmi zirvesi -fakih- olur. 8. Mansur, 883 yılında Mekke’ye gitti. Mekke’ye yapacağı üç ziyaretin ilkidir bu. Orada bir yıl kaldı. Muhtemel ki, kabeye gelip giden hacılardan yöreleri hakkında bilgi topladı, ilişkiler kurdu. Bir Karmati daisi olarak yerine getireceği görevine hazırlandı. Ve ardından, İslamiyet’le yeni tanışan Türkmenlerin bulunduğu topraklara doğru yola çıktı. Horasan bölgesinde çalışmalarda bulundu. Mansur, tam beş yıl (887-892)

52 | TAVIR | ŞUBAT 2012

Türkmen’ler arasında, onları İslamiyet’e kazanma amacıyla kitle çalışması yürüttü. Ki Türkmen kabilelerin İslamiyet’i tasavvuf üzerinden algılamasında Hallac-ı Mansur ve yoldaşlarının çabaları belirleyici olmuştur. Öyle ki Anadolu Aleviliği bugün bile, Hallac-ı Mansur’u önde gelen tarihsel pirlerinden saymaktadır. “Anadolu Erenleri” kitabının ilk ermişi olarak Hallac-ı Mansur’u ele alan Gülay Öz bu konuda şöyle diyor: “… Horasan ve Anadolu Aleviliği Hallac’dan çok etkilendi. Ahmet Yesevi, Ebul Vefa gibi büyük Horasan pirleri Hallac’ın fikirlerindeki zenginlik, aykırılık, hoşgörü, insan-tanrı sevgisini okurlarına taşıdılar… Mevlana’dan Hacı Bektaş’a, Seyit Nesimi’den, Pir Sultan Abdal’a kadar Hallac etkileri ve sevgisi yaşatıldı. Bugün de Hallac inananların yüreğinde bir bayraktır. O nedenle Hallac’ı Anadolu Aleviliğinin köklerinden sayıyoruz.”(Öz-syf:20) Mansur’un ölümü göze alan çabalarına, halkın gösterdiği ölümsüz vefadır söz konusu olan. 9. Mansur, 893 yılında Ahvaz’da bulunan ailesinin yanına döndü. Burada, hakkındaki söylentilerin arttığına tanık oldu. Bunun üzerine, yeniden Bağdat’a göç etti. Bağdat’a yerleşmesinde sarayın maliyesinde çalışan dostu Hamd el-Kunnai’nin de etkisi olduğu anlaşılıyor. Hallac’ın örgütlü bir Karmati Daisi olduğu düşünüldüğünde Bağdat tercihinin de öylesine olmadığı görülür. Ki burada Kunnayi üzerinden saray çalışanlarıyla ilişki geliştirip dostlar, taraflar bulduğu açıktır. Hallac, çevresindeki 400 kadar yoldaşıyla 894 yılında ikinci kez Mekke’ye gitti. Ardından bu kez Hindistan’a doğru yolculuğa çıktılar. Beş yıl boyunca bu bölgede kitle çalışması

yürüttü. Hindistan’daki çalışmaların ardından üçüncü kez kabeye döndü. 2 yıl Mekke’de kaldıktan sonra yine Bağdat’a döndü. Mansur’un uzak seferlere çıkması gibi, Bağdat’a yeniden gelişi de kendiliğinden olmaz. O bir dava adamıdır ve şimdi, bir sufi olarak yaygınlaşan şöhretinin de yardımıyla Abbasi’lerin başkentinde görev yapacaktır. Nasıl bir görevdir bu? Sorunun cevabı için, hayatın her alanında örgütlendiği gibi düşman saflarına da sızmaya çalışan Karmatilerin şu yanına bakacağız: “… Saray’a adamlar sokuldu; orduya casuslar yerleştirildi. İktidarın her hareketi hakkında istihbarat edinildi. Yönetenlerin her yolsuzluğu, her gafı, halka karşı aldığı her kararı, anında dışarıya sızıp kamuoyuna duyuruluyor. Bu minval üzre propaganda yapılıp kitleler seferber ediliyordu.” (Bulutsyf:179) Mansur’da bir yandan saray çevresinde ilişkiler yaratırken, diğer yandan da Abbasi düzeninin çürümüşlüğünü teşhir edip sorguluyordu. Hallac gibi ilim irfan sahibi birinin bu duruşu ve Abbasi hilafetiyle arasına koyduğu mesafe, eş değişle düzen içi olmaması ve düzeni sorgulaması halkı etkiliyordu. Abbasi egemenleri, kitleleri etkileyen ve Karmati Daisi olduğundan şüphelendikleri Mansur’u susturmanın çaresini aramaktaydılar. Ki Mansur’un aydınlattığı gerçekler Abbasi egemenlerinin halkın kanını emen haramiler olduğunu ve bu sömürünün, zulmün dinle, imanla ilgisi bulunmadığını açığa çıkarıyordu. 10. Karmati hareketi giderek yayılıyor. Değişik yerlerde Karmati Dailerin önderliğinde köylü isyanları sık yaşanıyor ve Abbasi orduları bozguna uğratılıyordu. Ayrıca, hareketin şehir-


49-54 hallac_sablon 2/6/12 1:00 PM Page 53

lerdeki kolu da, kitleler içinde faaliyetlerini etkili biçimde sürdürüyordu. Ki Bağdat’tan Basra’ya, Küfe’den Musul’a kadar ve kimi kentlerdeki emekçiler hak taleplerini dile getiren eylemliliklerde bulundular. Bu eylemler sırasında tefeci, karaborsacı çevreler saldırıya uğradı ve bu tür halk hareketlerinin geleneksel eylemi olarak, hapishaneler basılıp mahkumlar serbest bırakıldı. Abbasi egemenleri, Karmati halk hareketinin kızgın soluğunu enselerinde hissettikçe, halk düşmanı olmanın tabiatı gereği ulaşabildiği halk aydınlarını ortadan kaldırmakta buldu çareyi. Ve böylece Mansur’un kimi dostlarını da “Karmati” suçlamasıyla tutuklamaya başladılar. Birkaç yıl böyle sürdü. Hallac’a halk nezdindeki prestiji nedeniyle henüz dokunamıyorlardı. Ama Ona da el uzatmaya uygun bir hava yaratacak psikolojik bir savaş yürütüyorlardı. Legal faaliyeti kuşatılan Mansur, bunun üzerine illegale çekilip faaliyetlerine öyle devam etti. Ne yazık ki, bir süre sonra tutsak düştü. Kayınbiraderi Kernebai ile birlikte yakalanıp Bağdat’a getirildi. Hakarete uğrayıp sakalları yolunduktan sonra, develerin üzerine bindirilerek yol boyu “Karmati papazları” olarak teşhir edildiler. Bağdat’ın doğu ve batı kapılarında bir süre çarmıha gerilerek teşhire devam edildikten sonra hapsedildiler. Yaklaşık 9 yıl sürecek tutsaklık dönemi de böylece başlamış oldu. 11. Hallac-ı Mansur’un tutsaklık yılları, zulme teslim olup inancından vazgeçtiği bir dönem olmadı. Aksine, düşüncelerini korudu ve bu doğrultuda üretmeye devam etti. Ki bugüne kalan yegane eseri olan “Tavasin” bu kesitte yazılacaktır. Ayrıca ulaşabildiği dostları, yoldaşlarıyla da bir biçimde ilişkisini sürdürdü. Abbasi sarayının veziri Hamid ise, Mansur’u ortadan kaldırmaya yönelik

çeşitli girişimlere başladı. Bu amaçla öncelikle Hallac’ın itibarını zedelemek için kirli oyunlar tezgahladı. Öyle ki, Mansur’un, bir yakınının kızına tecavüze yeltendiği yalanını bile yaymaya kalktılar. Haliyle, böylesi çamur atmalar tutmadı. Ardından, onu sevip sayan sufileri Hallac aleyhine tanıklık etmeye zorladılar. Ama başarılı olamadılar. Ve bunun hiddetiyle, itirafçılık teklifini kabul etmeyen Hallac dostu Ahmet bin Ata’yı işkenceyle öldürdüler. Hallac-ı Mansur’u ahlaki ve siyasi açıdan suçlayacak bir kanıt ve tanık bulamayınca bu kez dini açıdan suçlamaya başladılar. Ve Mansur’un Allahlık iddia ettiği, ibadetleri gereksiz gösterdiği, kabenin yıkılmasını sağlamaya çalıştığı… gibi ithamlarda bulundular. İthamlarını delillendirecek canlı tanık bulamayınca da, Mansur’un evinden bu içerikte yazılmış mektuplar çıktığını iddia ettiler. 920 yılında Hallac yargılanmaya başladı. Önce, inançlarının esaslarını yazılı olarak mahkemeye sunması istendi. Yazılı ifadesi, ulemaya gösterildi. Hemen hepsi Abbasi sarayının paralı uşağı olan bu ulema, Mansur’un görüşlerine katılmadıklarını bildirdi. Sadece İbn Ata bu düşüncelerin doğru olduğunu söyledi. Bunun üzerine vezir Hamid tarafından tehdit edildi ama söylemini değiştirmeyen İbn Ata, şöyle dedi bu vezire: “ Sana ne oluyor? Sen git de halktan soyduğun paraların, katlettiğin insanların hesabını yap. Sana ne yüce zatlardan, onların sözlerinden...” Tahmin edilebilir; İbn Ata hemen oracıkta gözaltına alındı. İşkence gördü ve birkaç gün sonra da öldü. “Bağımsız yargı”, böylece, olası itirazlara da ibretlik bir cevap veriyordu. “… Dönemin Şafi kadısı İbn Süreyc, Hallac’ın öldürülmesine karşı çıktı. Bu doğrultuda fetva vermekten kaçındı. Ardından Maliki kadısı Ebu Ömer ve İbn Mücahit ile İbn Behlul da bu fetva olayını tersine verdiler. Verdikleri fetva gereğince Mansur ortadan kaldırıla-

mazdı. Vezir Hamid’in baskılarına karşı teslimiyetçi bir çizgi izleyen Ebu Ömer’in, yeniden verdiği fetvasıyla Hallac öldürülebilecekti” (Öz-syf:19) İdam fetvası, Halife Muktedir tarafından da onaylandı. Ki Muktedir’in idam emri şuydu: “Önce bin kırbaç vurula, sonra elleri ve ayakları çaprazlamasına kesile, sonra kafası bedeninden ayrıla, sonra bu kafa bir sırığa takılıp dolaştırıla, vücudunun geri kalan kısmı ise yakıla…” İdam günü, Bağdat’ın Horasan kapısında hazırlanmış olan direğe bağlandı önce. Bin kırbaç vuruldu Mansur’un bedenine. Ne af diledi ne de inledi. Sadece inancının şiarını (Ehad, Ehad Bir, yalnızca bir) haykırıyordu. Halife Muktedir’in emri vezir Hamid’in gözetiminde cellatlar tarafından aynen yerine getirildi. Bu cinayet, Bağdat halkına toplu olarak izletildi. Bu yöntemin seçilmesinin nedeni, Abbasi düzenine karşı çıkacaklara gözdağıydı elbette. Bu amaçla Mansur’un bedeni parça parça doğrandı. En sonunda da kafası kesilerek öldürüldü. Tarih, 16 Mart 922 idi. Yakılan bedeninden kalan külleri de Dicle nehrine döküldü. “… Peki, neden Hallac, dinsel gerekçelerle idam edildi de doğrudan doğruya ‘Karmati asi’ diye suçlanarak öldürülmedi? İşin bu yanı, siyasal-stratejik bir taktiktir. Gerekçe açıkça böyle gösterilseydi bu, Hallac’ı seven halk tabakaları nezdinde Karmatiliğe itibar kazandıracaktı. Bunun içindir ki, gerçek asılma sebebi Karmatilik olmasına rağmen, resmi gerekçe ‘dine aykırılık’ olarak gösterildi. Sonraki zamanlarda bu dine aykırılık gerekçesinin isabetli olmadığı hep söylendi ama ‘gerçek sebep’ asla telaffuz edilmedi” (Öztürksyf:66) Gerçek sebep, sömürü ve zulüm saltanatı süren Abbasi egemenlerinin halk düşmanlığına karşı, halk aydını olan Mansur’un Karmati saflarında haklı bir dava uğruna mücadele edişidir.

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 53


49-54 hallac_sablon 2/6/12 1:00 PM Page 54

12. Peki, Karmatiler neyi savunuyordu? Kısaca, şunu söyleyebiliriz ki, Karmatiler, dönemlerinin halk kurtuluş savaşçısıydılar. Abbasi egemenlerinin tahakkümü altındaki yoksulların zulüm ve sömürüden kurtuluş davasını sürdüren bir halk hareketi olarak 880’li yıllardan itibaren varlığını duyurdu. Açlığa mahkum edilen köylüleri, köleleri, kentlerin yoksullarını, esnaf ve çalışanlarını örgütlediler. Bu amaçla, her yana, halkın içinde kitle çalışması yürütecek Dai’ler gönderdiler. Güç kazandıkları yerlerde isyan edip kendi yaşam biçimlerini kurdular. Karmatiler, halkın ezilmeyeceği, aç kalıp mutsuz olmayacağı bir hayat kurmak istiyorlardı. Hakim oldukları yerlerde (Dar-ül Hicre) ortak mülkiyet, dayanışma ve paylaşımı esas olan bir yaşam örgütlediler. Tipik bir Karmati düşmanı olmasına rağmen Karmatilerin örgütlediği hayatı, hayret ve hayranlıkla aktarır Markizi: “… Her köye sorumlu bir Dai atamışlardı. Köyün ihtiyaç fazlası bütün malları bu güvenilir Dai’nin güveninde bir araya getirilirdi. İnekten koyuna, süs eşyasından alet edevata kadar her şey. Sonra bu toplananlardan çıplaklar giydirilir, yoksul olanların ihtiyaçları giderilirdi. Karmatiler, aralarında yoksul, aç, güçsüz, ezilen insan bırakmamışlardır. Her birey, iş ve sanatında daha başarılı, daha iyi kazanır duruma gelmek için bütün gayretini sarf ederdi. Hedef, işinde en başarılı adam olmaktı. Kadınlarda dokuma, örme vs. yoluyla elde ettiklerini ortak birikime katarlardı. Hatta, çocuklar bile, tarlalarda zararlı kuşları kaçırarak kazandıklarını getirip teslim ederlerdi. Bireylerin özel mülkiyetinde sadece kılıçları ve diğer silahları vardı.” (Makrizi’den aktaran:Öztürk-syf:60) Halkı aç, yoksul ve aciz eden Abbasi egemenleri olduğu ve bunların “inan-

54 | TAVIR | ŞUBAT 2012

cı”da bu zalimlik ve haramiliği onayladığı için, Karmatiler için Abbasi hilafeti bir bütün olarak halk düşmanı, inançları da sahtekarlık idi. Mansur, Karmati düşünce ve eylemleriyle karşılaştığında önünde iki seçenek vardı. Ya Karmatilerin dile getirdiği, kendisinin de gördüğü halk ve halk düşmanları arasındaki çelişkili gerçekliğe gözlerini kapayarak, binbir dini yoruma kafa yoran sufilerden biri olarak kalmaya devam edecek…

aydınlarına bin selam. o *** Kaynaklar: Engels, Friedrich: Köylüler Savaşı - Sol Yayınları Bulut, Faik:İslam Komüncüleri - Berfin Yayınları Ekinci, Abdullah: Karmatiler Ortadoğu’da ilk sosyalist Yapılanma Odak Yayınevi Öz, Gülağ:Anadolu Eserleri-Hüseyin Gazi Kültür ve Sanat Vakfı Yayınları Öztürk, Yaşar Nuri: Hallaç-ı Mansur, 12 Cilt - Yeni Boyut Yayınları

Ya da, aydın olmanın gereğini yaparak örgütlü bir Karmati olarak halkın saflarında yerini alacak… Hallac-ı Mansur, onurlu yolu seçti ve halk aydını olmanın gereğini yaptı. Bu yüzden, Mansur’u coğrafyamızdaki örgütlü halk aydınlarının ilk örneklerinden sayabiliriz. Mansur, düzenin “Fakih”i olmayı reddettiğinde bir halk aydını olarak kendisini kazanmıştı. Düzene kapılanlar ya da zulüm karşısında susanların yemek boruları ve kalın bağırsakları daha çok çalışmış ve böylece onlar daha çok “yaşamış” sayılabilir belki. Ama ölümsüz olan Mansur’dur yine de. Hallac ve kayınbiraderi Kernabai’nin katledilmesinin ardından, sufi dostlarından olan Şibli şöyle der: “Ben ve Hallac aynı şey idik; beni divaneliğim kurtardı, onu aklı batırdı. Ben ve o, aynı şey idik. Ne var ki o, sırrı açığa vurdu, ben sakladım.” (Massignon’dan aktaran:Öztürk-syf:253) “Sır” denilen hak, hakikat ve halktan yana olmaktır. Mansur, bu uğurda elinden geleni can bedeli yaptığı için bugün hala yaşıyor. Peki ya Cüneyd Bağdadi ya da Şibli? O halde ve bir kez daha, selam olsun, hakikati aydınlatıp halk saflarında kavgaya duran bütün zamanların Mansur’larına. O yiğit ve hakikatli halk

HALLAC’IN ŞARKISI Yine geleceğim dünyaya Bir kez daha asılayım diye Bir kez daha geleceğim, en yakın zamanda Bir kez daha geleceğim dünyaya, Başka bir yerde; başka bir millette, başka isimle. Ve gelecek benimle birlikte işkencecilerim Ki bulaştırsınlar kanımı sayfalarına... Böyledir bi, Her gerçek bir fedai ister, İlk kıvılcımı yakanlardır En yüce fedailer. KAYS MURAD (Eğani’l-Hallac adlı şiir kitabından)


55-57 ekmek parasi_sablon 2/6/12 1:01 PM Page 55

tyatro

tiyatro

ekmek parası için ödünç vermek filiz tanya

Tiyatro üzerine tartışmalara her gün bir yenisi ekleniyor. Kimileri tiyatronun bir antik çağ sanatı olduğundan, değişime ayak uyduramadığından ve artık insanların başka bir çağda yaşadığından dem vurarak günümüzde tiyatronun gereksiz bir sanat dalı olduğunu söylüyor. Olabilir mi?... Kimileri ise klasik tiyatronun dışına çıkmış bir sergileme izlediğinde “Bu da tiyatro mu, nerede dekorlar, o muhteşem kostümler?” diyor. Seyirciye kendini beğendirmek zor. Her şeyin hızla değiştiği bir ortamda, sanat dallarının da kendilerini değiştirmesi, yenilemesi gerek. Bu değişim nasıl olacak? Herhalde birdenbire değil. Her dönemde yeni biçimler denenmiş ve klasiklerle kıyaslamalara tutulmuşlardır ve her dönem yeni sanatsal biçimlerin de, klasiklerin de alıcısı olmuştur. Ben hangi gruptayım, kesin bir şey söylemek zor. Çünkü her yeni biçimi beğenemiyorum. Biraz da önyargılı olabilirim. Hani sevdiğim tiyatro tarzının yıkılmasından korkar gibi. Bu biraz da kırk yıllık sevgilisine ihanet etmekten korkan birisi gibi “Hani karşıma daha ‘yakışıklı’ birisi çıkar da, sevdiğime ihanet edersem” gibi.

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 55


55-57 ekmek parasi_sablon 2/6/12 1:01 PM Page 56

İstanbul’a gelmişim... İstanbul bu, ortada bin bir sanat kol geziyor. Gelmişken şu alternatif tiyatro mekanlarında oynanan oyunlardan birini görmek istiyorum. Ama yine çok ihtiyatlıyım, daha önceden takip ettiğim oyunlarını çok beğendiğim bir grubun oyununu görmeyi tercih ediyorum. Tiyatro Oyunbaz, kendilerini “ticari kaygılardan uzak, söyleyecek sözü olan, tiyatroya gönüllü insanların emeğiyle yaşayan bir grup” olarak tanımlıyor. Yaptıkları oyunlarda yenilikçi öğeler kullanarak kırk yıldır bildiğimiz bir oyunu yepyeni bir biçimle sunuyorlar. Sahnede çok yaratıcı olduklarını düşünüyorum. “Ekmek Parası”, çağdaş Alman tiyatrosunun önemli yazarlarından Gesine Dankwart tarafından yazılmış, Abdullah Cabaluz’un sanat yönetmenliğinde Güray Dinçol’un yönettiği, Evrim Şahintürk, M. Özgür Bahçeci, Mustafa Çiçek, Pınar Akkuzu ve Sena Taşkapılıoğlu Kornhauser’in oynadığı oldukça “sıkıcı” bir oyun. Ekibin özelliği tamamen amatör olmaları. Yönetmeninden oyuncularına herkesin

56 | TAVIR | ŞUBAT 2012

profesyonel olarak yaptıkları bir işi var. Yani tiyatrodan para kazanmıyorlar. Ekmek parası için başka işler yapıyorlar. Oyun Beyoğlu’nda bir apartman katında, evimizin salonu kadar büyüklükte bir mekanda oynanıyor. Yani bu oyunu oynamak için bir tiyatro salonu gerek değil. Oyunlar için alternatif mekanlar yaratılmış durumda. Oyunun oynanacağı mekanda birçok kişi yabancılık çekiyor. Nereye otursak, neresi sahne, neresi oyuncu sandalyesi tereddüt ediyoruz bir an. Zaten içeri girer girmez oyuncuların mıknatıslı duvar süsleri gibi karşı duvara yapıştığını görüyoruz. Yerimize yerleştikten sonra anlıyoruz ki onlar yataklarında uyuyor, ters duran bizleriz! Oyun bir işsiz, bir stajyer, bir garson, bir işkadınının ve bir yönetici adayının hikayesini anlatıyor. Hikaye mi dedim, geri alıyorum, oyunda hikaye falan yok. Hepimizin her gün yaşadıklarını anlatıyor. Hani her sabah uyanıp betonarme kutucuklarımızın içinden çıkıp, metal kutulara binip sonra başka betonarme kutucukların içine girip, sekiz saat (hatta daha fazlası) geçtikten sonra çıkıp sonra tekrar metal kutucuklara binip tekrar

sabah çıktığımız betonarme kutucuklarımızın içine girip, sonra sabah tekrar kalkıp… tekrar tekrar tekrar. Ne kadar sıkıcı bir hikaye değil mi? Ve ne kadar tanıdık. Peki ne için? “Ekmek Parası” için. Peki ya ekmek bu kadar pahalı mı? İşte oyunun tüm konusu bu. Yani hiçbir orijinalliği yok, “yani hiçbir şey anlatmıyor”. Böyle de bakabilirsiniz. Oyun başladığında -klasik bir ön yargıyla- olay, bir şey olsun diye bekliyorum. Ne bileyim, birinin başına kötü bir şey gelsin, ya da bir diğerine piyango çıksın. Ya da oyunun sonunda bütün oyuncuların yolu bir yerde kesişsin, “aa hadi hep beraber olalım, bu hayatı değiştirilelim” desin. İsyan etsinler, uyansınlar, birlik olsunlar falan, bir şey olsun yani. Alıştığımız oyun tarzında değil. Yok hiçbir şey olmuyor, hafta sonu geliyor ve hepsi yorgun argın kendini yataklarına atıyorlar. Yani sarmalın en başına. Ve oyun bitiyor. Peki niçin para kazanıyoruz? Para kazanmak hayatımızı iyi geçirmek için bir araçsa eğer, neden hayatımızın bütününü kapsıyor? Yoksa biz o paraların kazanılması için basit bir araç mıyız sadece?


55-57 ekmek parasi_sablon 2/6/12 1:01 PM Page 57

Asıl olan ne? Bizim... hayatımız mı, kazandığımız para mı? Yoksa bizi bu oyunun bir kölesi haline mi getirdiler? Evet, bir köle. Ücretli olanından ama. Bu sistemin özü bu değil mi zaten, ücretli köleci toplumu yaşıyoruz işte. “Ekmek Parası”na, yani ertesi gün işe gidecek kadar yaşamamızı sağlayacak bir ücrete mahkum ediliyoruz. Birileri sırtımızdan, alın terimizden yedi ceddini doyuracak paralar kazanırken, biz açlığa, yoksulluğa itiliyoruz. Kapitalist sistem, ezenin ve ezilenlerin olduğu, vahşi bir sömürünün hüküm sürdüğü, toplumlar tarihinin en acımasız dönemini içeriyor işte... Oyun tüm bunları sorguluyor sanmayın. Oyun bunların hiçbirini sorgulamıyor. Oyundan sonra ben düşünüyorum kendi kendime. Eğer o salondaysanız “Ne kadar hoş bir oyundu” diye ayrıldıysanız vah halinize. “Aa bu benim hayatım sanki, dışarıdan ne kadar korkunç görünüyor, yo olamaz...” diyorsanız henüz vakit var demektir, onu değiştirebilirsiniz. Eğer “Bu ne korkunç bir şey, birçok insan böyle yaşıyor. Neyse ki bunlardan değilim” diyorsanız, şanslısınız demektir. Böyle bir oyun klasik bir tiyatro salonunda oynansaydı aynı etkiyi yaratmazdı diye düşünüyorum. Oyunun içindeki seyirci kendi hayatlarına sokulmuş bir gizli kameranın başındaymış gibiydi adeta. Kendi hayatlarımıza dışarıdan sızmış casuslar gibiyiz; hayatımızı otomatiğe bağladığımızda neler olup bittiğini gözler gibi. Yani bir süreliğine de olsa otomatik pilota bağladığımız hayatımıza, pilot koltuğundan bakma şansını yakalamış olduk. Mekanın darlığı, ekibi birçok yeni buluşa itmiş gibi görünüyor. Cuma günü işlerinden çıkmış insan topluluğunun, kendilerini nasıl marketlere atıp alışveriş yaptığını oynadıkları sahne çok yaratıcıydı. Hepimizin sandalyesinin altından, yanından bir şeyler çıkıyordu. Yani market rafları gibiydik. Oramızdan buramızdan yiyecekler içecekler, kozmetikler çıkıp duruyordu. Yerimize yerleşirken hiçbirini fark etmemiştik oysa.

Oyunu başarılı buldum. Açıkçası ne kadar sürdüğünü hesaplayamadım ama izlerken başlarda biraz kafam karıştı. Niye derseniz; çünkü klasik bir izleyici gibi hep bir hikaye bekledim. “Bir şey olacak, şimdi bunun başına bir şey gelecek, bir aşk hikayesine dönüşecek, hepsinin yolu bir yerde kesişecek…” ama yok, olmuyor beklediğim. Yani sıradan hayatımızda nasıl her gün yeni bir atraksiyon olmuyorsa, bu oyunda da olmuyor. Sistem herkesi robotlaştırmış, işine, eşine, çocuklarına, dostlarına, komşularına velhasıl herkese, tüm topluma yabancılaştırmış durumda. Bu düzen içinde yaşayan herkes bu yabancılaşmadan payını alıyor bir şekilde, bunun dışında kimse kalamıyor. Kapitalizmin özünü bilenler, örgütlenenler ve kapitalizme karşı alternatif bir sistem için mücadele edenler hariç tabi. Büyük çoğunluğun yaşamını o kadar yalın, olduğu gibi, en doğal haliyle öyle güzel anlatıyorlar ki… Bunu sıradanlığımızdan kurtulup hayatımıza bir sosyallik katmak için gittiğimiz oyunda görünce rahatsız oluyoruz. “Hadi oradan, ben hiç de böyle yaşamıyorum bak kendimi zorlayıp hafta içi kalkıp bir oyuna gelmişim. Bu anlattığın ben değilim” diyebilirsiniz. Açıkçası ben öyle söyledim, kendimi öyle söylemek zorunda hissettim. Seyirciyle bu kadar iç içe ve bu kadar yakın temas içinde oynayan oyuncular, hiç yapaylığa düşmediler. Çok doğaldılar, telaşlı, aceleci, bıkkın, yorgun, uykulu, hırslı, iki yüzlü ve yalnızdılar. Zaman zaman aramıza oturdular, gözümüzün içine baktılar, iletişim kurdular. Bir ara yanıma oturan işsizi oynayan oyuncuya, “üzülme be rol bu” diyecektim.

EKMEK PARASI 3, 4 Şubat 20:30 Kumbaracı50 9, 23 Şubat, 1 Mart Perşembe 20:30 Beyoğlu Terminal Sahnesi

Bilgi İçin ::: (531) 888 62 31

Tiyatroda yenilikler gerekli. Bunlar alternatif mekanlar, yaratıcı buluşlar, yeni oyun tarzları… her şey olabilir. Yeter ki sanat asıl görevini yerini getirsin. Oynadığımız oyunlar, bize oynananlara karşı olsun. Bir şeyler söylesin, bizi bir şeylere çağırsın. Bizden yana olsun bir de tabi, halktan yana... o

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 57


şiir şiir

vakit yok aldanmaya güngör gençay

Yalanlarla gelindi bu yıl da üstümüze Arap baharında Araplar yandı Kapışıldı toprak altı servetler Kendi içine aktı petrollerin ateşi Varacak sandı isyanlar hakça yaşama.

Devletlü padişah onuncu haremine Bekâret kemerini takıyor incitmeden. Altı yüz yıllık geçmişte dolanarak gelince Saygıyla kutluyoruz Abdülmecid’i Büyük Millet Meclisimizde.

Aldanmaya bundan sonra vakit kalmadı Al artık eline bayrağı çocuk.

Aldanmaya bundan sonra vakit kalmadı Al artık eline bayrağı çocuk.

Sömürü bir elden bir ele geçti Gülüşlerin yüzyıllardır sahibi aynı Değişmedi ağlayan zümredeki suratlar Kınında beklerken hıncı emekçilerin Ağlamak çözümü değil kurtulmanın zorlardan.

İnsanca, dostlukla, umutla dolu Buyur ettik dünya sofrasına yürekten Geldiler: Bağdaş kurup oturdular bi güzel Ne varsa çaldılar gizli ve açık Bize ekmekler, bazlamalar, keteler kaldı.

Aldanmaya bundan sonra vakit kalmadı Al artık eline bayrağı çocuk.

Aldanmaya bundan sonra vakit yok Al artık eline bayrağı çocuk.

Mollalar imamlar hükümran oldu Ve özü molla olan iktidarlar Kurutmaya durdular koca nehrin suyunu. Işıklar gelmese aydın kapılarından, dünyayı karaya boyayacaklar bulursalar pundunu.

Körpe etlerle geviş getirenler takımı Sümükleri üşüyen çocuklara bakmıyor Zulüm büyüyor demir elli düzende Ne bıçak düşüyor kana bulanan elden Ne de başı boşalıyor kaynak suyunun.

Aldanmaya bundan sonra vakit kalmadı Al artık eline bayrağı çocuk

Aldanmaya bundan sonra vakit kalmadı Al artık eline bayrağı çocuk.

Fakir halkın üstünde ağzı hazır bekleyen Binlerce göz iştahla geziniyor

58 | TAVIR | ŞUBAT 2012


Kavın, şıranın yaşamı bitti Vurma ellerini üzünçle çocuk Geri dönüşlerin ömrü sınırlı Açıp kapayıncaya kadar gözlerini Ateşlerin ardını sürenler çoğalacak Aldanmaya bundan sonra vakit kalmadı Al artık eline bayrağı çocuk.

Kavganın uzun yolu yaşla oranlı değil Sanma ki iş bitmiştir yaş yetmişe durunca Okşarız emek bilen tüm insan ellerini Mil çekmeye çabalarız yağmanın gözlerine Önünü açmak için güzelliklerin Yürürken zorlansak da sana varmada Matarana su, tüfeğine mermi taşırız On beşlik bir genç gibi ardında. Aldanmaya bundan sonra vakit kalmadı Al artık eline bayrağı çocuk.

Bir adı olmalı sözlükte bulunmayan Sarmaşık gücüyle tırmanarak büyüyen Bir adı olmalı zar atmanın kadere Gardiyan direği gibi derinleşen çürükte Gülmeler ağlamalar kıskacında sorunun Bir adı olmalı. Belki de Görmüyoruz önündekini burnumuzun. Aldanmaya bundan sonra vakit kalmadı Al artık eline bayrağı çocuk.

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 59


yürüyoruz umut yılmaz

6 Yürüyüş çalışanı ve 3 devrimci 1 yıldır tutuklu! İlk duruşma tutuklanmalarından 13 ay sonra, 20 Ocak 2011’de, Ankara Adliyesinde görüldü. “Legrain ve Gerbier otların üstüne oturmuşlardı. Yamaçlardan gelen rüzgâr ılık ılık esiyordu. Akşam oluyordu. Dire-

60 | TAVIR | ŞUBAT 2012

nişin gazetelerinden söz ediyordu Gerbier genç adama. - Bunları yayınlayanlar düşündüklerini yazma yürekliliğini gösteriyorlar mı? diye sordu Legrain, yanakları al al olmuş bir halde. - Onlar her şey için yüreklidirler, kendi düşüncelerinden başka yasaları, başka efendileri yok onların. Bu düşünce yaşam isteğinden daha güçlüdür onlarda.

Bu sayfaları yazanların kim olduğu bilinmiyor. Ama bir gün yaptıkları bu iş için onlara anıtlar dikilecek. Kâğıdı bulan ölümü göze alıyor. Sayfaları birleştirenler ölümü göze alıyorlar. Yazıları yazanlar ölümü göze alıyorlar. Gazeteleri dağıtanlar ölümü göze alıyorlar. Hiçbir şey bu işi engelleyemez.” (1) Devrimci yayın faaliyeti böyle anlatılı-


Öyle olmadığını biliyor katiller. Kanlar içinde yerde yatarken polis otosuna zarar verdiğini iddia edip de seni cezalandırmaya çalışmaları da bundan. Acizlikten! Devrimciler karşısında düşmanın tarihsel çaresizliğinden yani… O sana has hınzır bakışı hepimiz takınıp da bakarız düşmana işte şimdi. Deriz ki, yok ya, biz Ferhatla devam ediyoruz YÜRÜYÜŞ’ümüze. Hem Engin de hep yanımızda...” Sevgili YÜRÜYÜŞ emekçileri... Bir yıldır tecrit hücrelerinde tutulanlar... Her biri bir ömür, her biri halk, her biri kurtuluş demek olan o kelimeleri yan yana dizip de geleceği nakşedenler. Biz insanların 24 saat yanında olamayız ama dergi olur, deyip de yola düşenler. “… onun satırlarından her biri bir altın parıltısı gibidir. Özgür düşüncenin parıltısı.” (3) yor “Gölgeler Ordusu”nda. Nedir gölge? Gerçeğin ışıktan yoksun bırakılmış, karartılmış halidir. Gölge gerçektir! Bu ordunun bir benzeri var vatan topraklarımızda. Hem de adını değerlerimizden alan köklü ve soylu bir geleneğin ordusu. Işığını kesmeye, karartıp yok etmeye çalışsalar da dayandığı gerçek çok güçlü. Neferleri kan içinde, işkence tezgâhlarında, komplo ile yazılmış mahkeme tutanaklarında ve tecritte… Ama yok edemiyorlar onları, durduramıyorlar. YÜRÜYÜŞ sürüyor.

Onlar bu sese düşman, gerçeğe düşman! Özgür düşünceye, geleceğe düşman! Çünkü Yürüyüş, bizi özgürlükten ve gelecekten yoksun bırakan emperyalizme ve oligarşiye karşı, direnişin sesidir. “180 sayıya 168 dava… Sadece 12 sayıya dava açılmamış. Bakın, tabloya ba-

kın… Yüzlerce yıl hapis cezası… On binlerce lira para cezası… 88 sayıya örgüt propagandası yapma davası… 51 yazıya ‘suçu ve suçluyu övmek’ten dava. ‘örgüt açıklamalarını yayınlamak’tan 14 dava… 6 yürüyüş çalışanı ve 3 devrimci 1 yıldır tutuklu!” (4) 13 ay sonra duruşmadalar... Yargılanmıyor, zulmü yargılıyorlar... Ve zulmün elinden üç devrimciyi çekip alıyoruz... Ve kalanlar... Siz hala tutsaksınız. Yürüyüşümüzse kesintisiz sürüyor. Bağımsız bir ülkede, özgürce yaşamak için… İşte, yaşam isteğinden daha güçlü olan düşünce bu. Peki, o halde kim söyleyebilir ayrı olduğumuzu? Yürüyoruz sizinle! o Alıntılar: 1) Gölgeler Ordusu / Joseph Kessel / Bilim Ve Sosyalizm Yayınları (sf. 31) 2) Kelepçemin Karasına Bir Ak Güvercin / Hasan Hüseyin Korkmazgil / Bilgi Yayınevi 3) Gölgeler Ordusu / Joseph Kessel / Bilim Ve Sosyalizm Yayınları (sf. 32) 4) Yürüyüş

Sevgili Engin; Seni her düşündüğümüzde gelip dolanıyor bir şiirin dizeleri dilimize: “Ya bu kanlı gömleği ben kime giydireyim/canım oğul, güzel yiğit/ al gel kanlı gömleğini/ sana nasıl kıydılar?” (2) Ölümü göze alan canım yoldaşım. Asla durdurulamayacak ve mutlak zafere varacak bu YÜRÜYÜŞ’te bir sembolsün sen şimdi. Gerçeğin sesi olmak, kavganın sesi olmak buydu değil mi? Sevgili Ferhat; Sen şimdi yürüyemiyorsun öyle mi?

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 61


62-64 haber_29-30 ellerimi tut 2/6/12 1:36 PM Page 62

haberler

haberler

Ruhi Su’nun yaşamı belgesel oldu Devrimci ozan Ruhi Su’nun yaşamı belgesel oldu. Çekimleri Hilmi Etikan ve Ruhi Su’nun eşi Sıdıka Su tarafından 16 yıla yayılan bir sürede tamamlanan belgesel, Ruhi Su’nun 1938 yılından ölümüne kadar yaşadıklarını ele alıyor. Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı tarafından hazırlatılan ve çok sayıda ismin tanıklığına da yer verilen belgeselde, sanatçının Avustralya ve Almanya konserlerinin görüntüleri de bulunuyor. Belgeselin ilk gösterimi, 1 Şubat Çarşamba akşamı saat 19.00 Beşiktaş Belediyesi Levent Kültür Merkezi Onat Kutlar Sinema Salonu'nda yapıldı. o

Ahmet Say, Hikmet Sami Türk'ü protesto etti Müzik eğitimcisi ve yazarı Ahmet Say, eski Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk'ü, “19 Aralık katliamının sorumlusudur” diyerek protesto etti. Uğur Mumcu'nun ölüm yıl dönümü etkinlikleri kapsamında DSP tarafından düzenlenen "Demokratik Yaşamda Anayasa Değişiklikleri ve Özgürlükler" konulu panele katılan Hikmet Sami Türk, Ahmet Say tarafından protesto edildi.

62 | TAVIR |ŞUBAT 2012

Halk Cephesi uluslararası sempozyum düzenliyor 3. Eyüp Baş Uluslararası Emperyalist Saldırganlığa Karşı Halkların Birliği Sempozyumu, Halk Cephesi tarafından bu yıl Mecidiyeköy Kültür Merkezi’nde dü- zenlenecek. 2-3 Mart 2012 tarihleri arasında yapılacak ve iki gün sürecek sempozyumda dört oturum boyunca ülkemiz, Ortadoğu, Latin Amerika ve Uzak Asya’da sürdürülen antiemperyalist mücadele deneyimleri aktarılacak ve ezilen halkların birlikte mücadelesinin örgütlenmesi konusunda tartışmalar yapılacak. İkinci günün sonunda yayınlanacak sonuç bildirgesiyle sempozyum sona erecek. o

Ahmet Say, panelin başında söz alarak kendisinin 77 yaşında bu ülkenin aydını olduğunu belirtti ve Hikmet Sami Türk'ün demokrasi ve adalet kavramlarının konuşulacağı toplantıya katılmasına tepki gösterdi. Ahmet Say'ın yerinden kalkarak Hikmet Sami Türk'ün oturduğu kürsüye doğru yürümesi üzerine moderatör, Say'dan yerine oturmasını ve salonu terk etmesini istedi. "İnsanlık değerlerini hiçe sayanlar, adalet hakkında konuşamaz" diyen Ahmet Say toplantı salonun çıkışında basının sorularını yanıtladı ve "insanın sosyal yani toplumsal yönünü dışlarsak, yani insanı tek başına hücreye atarsak, o zaman insanlıktan anlamıyoruz, insanlığın tanımında olan değerleri tanımıyoruz. İşte bu şahıs bunu yapmıştır. Ardından da Bayrampaşa'da, eski Sağmalcılar Cezaevi'nde fosfor bombası kullanarak hapisanenin içindeki silahsız, eli kolu bağlı, zavallı insanları yakmıştır. Katil demiyorum ama birinci dereceden sorumludur, çünkü dönemin Adalet Bakanı'dır" dedi. o


62-64 haber_29-30 ellerimi tut 2/6/12 1:36 PM Page 63

Grup Yorum'a Özgürlük Grup Yorum elemanı Seçkin Taygun Aydoğan tutuklandı. Daha önce Samsun'da Grup Yorum konseri düzenledikleri için tutuklanan ve 11 yıla varan hapis cezası alan dört kişinin ardından; bilgisayarında Grup Yorum türkü sözleri bulunduğu için Eğitim Sen üyesi Berivan Doğan örgüt propagandası yapmakla suçlandı. Grup Yorum üzerindeki baskılar 27 yıldır olduğu gibi yine devam ediyor. Cemo türküsü, "terör örgütü faaliyetleri çerçevesinde suç işlemeye alenen teşvik etmek" gerekçesiyle Tavır Dergisi sahibi Bahar Kurt'la ilgili düzenlenen iddianamede yer aldı. Grup Yorum elemanı Seçkin Taygun Aydoğan ise iki ay önce katıldığı bir basın açıklamasında gözaltına alınarak tutuklandı.

GRUP YORUM g ü n c e

421 Aralık: İstanbul'daki sağlık çalışanlarının yaptığı bir günlük grev eyleminde Beyazıt'ta düzenlenen mitingte mini konser verdi. 422 Ocak: Antalya Atatürk Kültür Merkezi'- nde düzenlenen konserde yaklaşık 1000 kişiye seslendi. 429 Ocak: İvme Dergisi'nin düzenlediği dayanışma yemeğinde bir mini konser gerçekleştirdi.

45 Şubat: Kocaeli Kandıra Hapishanesi'ndeki devrimci tutsakların TAYAD'lı aileler için organize ettiği kahvaltı buluşmasında mini bir konser gerçekleştirdi. 45 Şubat: Tutuklu Grup Yorum elemanı Seçkin Taygun Aydoğan için başlatılan kampanyanın ilk türkülü eylemini İstanbul Galatasaray Lisesi önünde gerçeleştirdi. Eyleme yaklaşık 300 kişi katıldı.

Grup Yorum Konserleri

Seçkin Taygun Aydoğan'ın serbest bırakılması için Grup Yorum, sanatçı dostlarıyla birlikte her Pazar, Galatasaray Lisesi önünde saat 18:00'de 1 saat türkü söyleyecek. İlki 5 Şubat’ta gerçekleşen eyleme yaklaşık 300 kişi katıldı. o

410 Şubat: DİSK Kongresi / Mustafa Kemal Kültür Merkezi - Akatlar İstanbul 424 Şubat: Yalova / Rauf Dinçkök Kültür Merkezi (Saat: 20:00) 425 Şubat: Bursa / Müjdat Gezen Sanat-Eğitim-Kültür Eğlence Merkezi (Saat 20:00) 426 Şubat: İzmit / Sabancı Kültür Merkezi (Saat 15:00 20:00 - 2 seans)

Grup Yorum Bağımsız Türkiye Konseri 15 Nisan’da yapılacak Bu yıl ikincisi gerçekleştirilecek olan konser, yine aynı Grup Yorum, “Bağımsız Türkiye” isimli konserinin ikin- alanda yapılacak.15 Nisan 2012 tarihindeki konser, cisini vermeye hazırlanıyor. geçen seneki gibi, yine ücretsiz olacak. İlki 17 Nisan 2011'de Bakırköy Halk Pazarı alanında Zülfü Livaneli, Aylin Aslım, Aynur Doğan, Hüseyin yapılan ve 150 bin kişinin katılımıyla gerçekleşen Turan’ın şarkılarıyla konuk olacağı konsere Nihat Bağımsız Türkiye Konseri’nin hedefi 300 bin olarak Behram ise şiirleriyle katılacak. o belirlendi.

ŞUBAT 2012 | TAVIR | 63


62-64 haber_29-30 ellerimi tut 2/6/12 1:36 PM Page 64

haberler

haberler

kısa... kısa... kısa... kısa.. kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa...kısa... kısa...

4Roj Tv kapatıldı Fransız şirketi Eutelsat, PKK’nin yayın organı olduğu gerekçesiyle Roj TV’nin yayınını durdurdu. 22 Ocak'tan beri yayını duran ve sadece internetten izlenebilen Roj TV, Intelsat uydusundan Ortadoğu, Türkiye ve Balkanlar'da yayınlarına devam ediyor. Orta ve Batı Avrupa'da yayın yapamayan kanal, bununla ilgili çözümler aradığını açıkladı. 4Grup Yorum konserinin biletini satmaya 13 yıl hapis cezası... Grup Yorum konserine bilet satmak ve 8 Mart etkinliğine katılmak gibi gerekçelerle haklarında "terör örgütü propagandası" yapmak suçundan Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesi'nde açılan davada 6 kişi 1 ile 13 yıl arasında değişen hapis cezalarına mahkum edildi.

4Yönetmen Theodoros Angelopoulos hayatını kaybetti Ünlü Yunan yönetmen, yapımcı ve senaryo yazarı Theodoros Angelopoulos, geçirdiği trafik kazası sonucu 76 yaşında hayatını kaybetti. 27 Nisan 1935’te doğan Yunanlı ünlü yönetmen, senarist, yapımcı Theodoros Angelopoulos, 19. İstanbul Film Festivali’nde Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü almıştı.

Müziklerin Çoğunu Eleni Karaindrou'nun yaptığı filmler arasında şunlar sayılabilir: 36 Günleri, Avcılar, Kumpanya, Kitera'ya Yolculuk, Arıcı, Puslu Manzaralar, Leyleğin Geciken Adımı, Ulis'in Bakışı, Sonsuzluk ve Bir Gün, Ağlayan Çayır, Zamanın Tozu. 4Tarık Akan, Onur Ödülü aldı Sinema sanatçısı Tarık Akan, 1-11 Mart tarihleri arasında Nürnberg'de düzenlenecek

Türkiye-Almanya Film Festivali'nde ''Onur Ödülü'' alacak. Tarık Akan, ''Onur Ödülü''nü, festivalin 1 Mart'ta Tafelhalle'de yapılacak açılış töreninde alacak. Festival kapsamında filmlerinden bir seçki de sunulacak olan sanatçı, 2 Mart'ta düzenlenecek bir söyleşide de sinemaseverle buluşacak. 42. Uluslararası Engelsiz Film Festivali Kısa Film Yarışması başvuruları başladı Bu yıl ikincisi düzenlenecek olan 2. Uluslararası Engelsiz Film Festivali, 30 Nisan5 Mayıs 2012 tarihleri arasında hayata geçiyor. Engellilik, iş göremezlik konusunda kısa ve uzun metrajlı filmlerle toplumda duyarlılık yaratmayı ve bu bilincin güçlenerek yayılmasını sağlamayı hedefleyen Uluslararası Engelsiz Film Festivali; “Herkes İçin Eşit Yaşam Koşulları, Eşit Saygı ve Adalet” ana temasıyla çalışmalarını sürdürüyor.

DVD... VCD... AL B M... DVD... VCD... AL B M... DVD... VCD... AL B M... 4 Xexec (Çerkes Ezgileri)

4 Güneş Kokusu

Gökhan Şen Kalan Müzik

Yaşar Kurt Kalan Müzik

64 | TAVIR |ŞUBAT 2012

4Komitas Tüm Piyano Ezgileri Şahan Arzruni Kalan Müzik

4 Dolu Hüseyin Turan Kalan Müzik




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.