Eylul2011

Page 45

Bakkala gitmemizin dışında hatırladıklarım da var. Her ne kadar o zaman neden öyle olduğunu anlamasam da bugün düşündüğümde yüzüme bir tebessüm oturtan anılar… Yine bir gün Ulucanlar’ın ana caddesi olan Şeftali Sokak’tan koşar adım yanınıza geliyoruz. O sokakta şeftali ağaçları olduğunu ama bana göstermediğinizi düşünürdüm hep. Bir de Şeftali Sokak’a gelince birden kendimi büyümüş, bir devrimci gibi hissederdim ve başlardım slogan atıp zafer işareti yaparak koşmaya. Bir keresinde abilerin o sokaktan koğuşa gelene kadar sloganlarla yürüdüğünü görmüştüm. İşte ondan sonra her gelişimde ben de onlar gibi slogan atarak gelirdim o sokaktan yanınıza. Yine böyle bir gelişimde abiler bana “Ooo sen koca adam olmuşsun” dediler. Önce bakkala götürdüler. Erkekler koğuşunda biraz vakit geçirdikten sonra “Hadi artık biraz da ablaların yanına git, onlar da özledi seni” dediler. Ben de tamam dedim, itiraz etmedim. Ama giderken elime bir buket çiçek tutuşturdular. “Bunu Hülya ablana vereceksin” diyerek. Tabi ben bu çiçek meselesinden bir şey anlamadım o zaman. Ama büyüyünce öğrendim ki, abiler delikanlılık yapıp o çiçekleri ablalara veremedikleri için bu işte beni kullanmışlar. Bu şekilde kadınların 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü kutlamışlar! Çocukluğumda sayısız kere geçtim o ağacın altından ben de. O zaman yaşadıklarını, anlatılanları anlayacak düzeyde değildim. Ama şimdi düşünüyorum o bana anlattıklarınızı. Ve boşa gitmediğini, sizin de öylesine anlatmadığınızı anlıyorum… *** Sonra büyüdüm, artık eskisi gibi yanınıza gelemez oldum. Birlikte bakkala gidemez olduk. Ama sohbetlerimizi telli camların ardından sürdürdük. Yüreğime işleyen sevginiz o kadar büyüktü ki, sizi her gördüğümde camların ardından sarılıyordum. Okuldan fırsat buldukça geliyordum ziyaretinize. Tatillerde daimi ziyaretçilerinizdendim. Ama okul zamanı her hafta gelememek üzüyordu beni. O gelemediğim zamanlarda da hep sizin nasihatleriniz oluyordu aklımda. Çalışmamı, kitap okumamı, insanlara yardım etmemi... öğütlediğiniz sohbetlerimiz. Bazen sizin bana küçüklüğümde yaptığınızı ben de mahalledeki küçük çocuklara yapıyordum. Ellerinden tutup bakkala götürüp çocukluğumun çikolatasından alıp sizi anlatıyordum onlara. Ablalarım da bana alırdı böyle çikolatalar diye… Yanınıza gelemediğim zamanlar, o kadar uzun ve geçmek bilmezdi ki tatilleri iple çekerdim. Tatiller size kavuşma zamanlarımdı. Yine bir sonbaharda okullar açılmadan önceki son görüştü. Okul açılınca gelemem diye erken gelmiş, görüşün sonuna kadar kalmıştım. Size de “2-3 hafta gelemeyebilirim” demiştim. Ama hesapladığım gibi olmadı ve okulun ilk haftası ders-

ler olmadığı için öğretmenden izin alabildim. Babamla birlikte geldik. Ama bu sefer farklıydı. Heyecanla sizi görmeyi beklerken, bize, sizin görüşe çıkmadığınızı söylediler. Nedenine, içeride neler olduğuna dair sorularımıza da cevap vermediler. Sadece, “Sayım vermiyorlar, görüşe de çıkmıyorlar. Onun için getirdiğiniz eşyaları da biz içeri vermeyiz” dediler. O andan itibaren içimi bir merak, heyecan ve endişe kapladı. O an eli-kolu bağlı, çaresiz hissediyor insan kendini. Hapishanenin kapısından bağırsam size, sorsam nasılsınız, ben geldim haberiniz olsun desem… Ama bu aklımdan geçenlerin hiçbirisini yapamıyorum. Bağırsam da sesimi duymayacağınızı biliyorum. Çünkü o an göklere yükselen sizin sesinizdi. O kara yangın dumanlarıyla ulaştı sesiniz o gün. Ben sizi duyuyorum. Hepimiz sizi dinliyoruz. Kapının önünde her dakika sayısı artan ambulansların, itfaiye araçlarının o acı çığlıkları sizin sesinizi boğmak istercesine yükseliyor. Ama sesinizi kalp atışlarımda duyuyorum. Şu an kalbimin her ritmi sizin sesiniz… Hapishaneden yükselen dumanlar, ambulans bağırtıları her dakika daha da çoğalıyor. Kaygı dolu bekleyişimiz daha da ağırlaşıyor artık. Kim bilir içeride neler oluyor? Ama ne olursa sizin diz çökmeyeceğinizden eminim. Siz içeride biz dışarıda… Acılarımızı ortaklaştırıyoruz… Bu endişeli, bilinmez bekleyişten sonra yolladığınız haberi alıyoruz. 40 kişilik koğuşlara 100 kişi konulduğunuz için yeni koğuş istemişsiniz idareden. Onlar da vermemekte ayak diriyorlarmış. Ama siz direnerek o koğuşu alacağınızı biliyorsunuz önceki deneyimlerinizden. Direnişinizde kararlısınız. Aslında sorunun sadece koğuş sorunu olmadığını, bir irade savaşı olduğunu biliyoruz. Devlet devrimci tutsakların haklarını gasp etmek, yeni haklar elde etmesini engellemek istiyor. Ama sizin iradenizi, kararlılığınızı gözden kaçırıyor. Canınız pahasına haklarınızı koruyacağınızı, yeni haklar kazanmak için her türlü fedakarlığı yapabileceğinizi görmek istemiyorlar. Ama siz bu fedakârlığı gösterdiniz onlara. Hem de her damla kanınızla… Hamam denilen yerde lime lime doğradılar da bedenlerinizi, bir kez bile “of” demediniz, “el aman” dilemediniz, “ölürüz teslim olmayız” diye cevap verdiniz yakılan her parçanızla, sökülen her tırnağınızla. İşkenceyle, zulümle, hızarlarla parça parça etlerinizi koparabildiler. Henüz inanan insanın iradesini, gücünü sökecek bir yöntem bulamadılar. Bulamayacaklar da. Çünkü inanan insandan güçlü hiçbir şey yoktur. Ve işte bu nedenle yine bu katliamda da onlar kaybetti. Biz kazandık. Biz kazandık değil mi İsmet Abi? Değil mi Aziz? Daha 18 yaşında gencecik sana boyun eğdirememeleri bizim kazandığımızın ispatı değil midir? Direnişe kesmiş bedenlerinizi korku içinde bir an önce toprağa vermemizi istemeleri, tabutların başında halkın için ya-

EYLÜL 2011 | TAVIR | 43


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.